You are on page 1of 152

Danıel Defoe _ Robınson Crusoe

DANIEL DEFOE
1660 yılında Londra'da doğdu. Flaman asıllı babası James Foe, varlıklı bir mum
imalatçısıydı. 'Defoe' soyadının özgün aile adı olduğu sanılır. Babası
Presbiteryen olduğu için Oxford ya da Cambridge kolejine gidemeyen Daniel Defoe,
Newington Green'de Rev. Charles Morton'm yönettiği akademide öğrenim gördü.
Ailesi ve yakın çevresi ondan Presbiteryen rahibi olmasını beklerken, 1683'te
tiqarete atıldı. Rahip olma fikrinden vazgeçmesine rağmen, Moll Flanders ve
Robinson Crusoe romanlarında, seyahat tutkusunun yanı sıra Protestan değer
yargıları da kendisini gösterdi. Avrupa'ya yaptığı seyahatlerin ardından
Londra'ya döndüğünde bir tüccar olarak kendisine iyi bir yer edindi. 1684'te
evlendiği Mary Tuffley, İngiltere Kilisesi'ne karşı olan varlıklı bir tüccarın
kızıydı.
1685'te Kral II. James karşıtı bir ayaklanma başlatan Monmouth Dükü'nün
taraftarları arasına katılan Defoe, ayaklanma bastırılınca İngiltere'den sürüldü
ve üç yılını tekrar Avrupa'da, II. James karşıtı yazılar yazarak geçirdi.
1688'de II. James Fransa'ya kaçınca Oranj Prensi III. William'm ordusunu
karşılamaya gitti. İşlerinin kötü gittiği bu dönemde kısmen de olsa para
kazanmak için yazı yazmaya başladı ve saltanatı süresince William'i
destekleyerek onun önde gelen yazarları arasında yer aldı.
-5-
1701'de, ırk ayrımının geçersizliğini savunduğu nükteli şiiri The True-Born
Englishman (Safkan İngiliz) yayımlandı. Bu şiirin ardından çeşitli siyasi hiciv
yazıları kaleme aldı. İngiltere'de hâkim olan Anglikan sınıfının kendilerine
muhalefet edenlere yaptıkları eziyetleri alaylı bir dille anlatan The Shortest
Way with the Dissenters (Ayrılıkçılarla Baş Etmenin En Kestirme Yolu; 1702),
özellikle Anglikan-lar arasında çok satıldı. Ancak bu yazısında Angli-kanlarla
alay ettiği gerekçesiyle 1703'te Newgate Hapishanesi'ne atıldı. Parlamento
sözcüsü Robert Harley'nin aracılık etmesiyle hapisten çıkarılınca Harley ve
başka siyasetçiler için çalışmaya, siyasi gazetecilik ve hiciv yazarlığı yapmaya
başladı. Tüccar, şair, gazeteci ve mahkûm Daniel Defoe, gazeteciliği sırasında
ajanlık da yaptı, yazılarında sık sık takma isimler kullandı.
Roman yazmaya altmışlı yaşlarında başlayan Defoe, ilk romanı Robinson Crusoe'yu
(1719) yayımladığında orta sınıftan geniş bir okuyucu kitlesi topladı. 1722'de
ikinci romanı olan Moll Flan-ders'ı yazdı. Moll Fîanders'ta Newgate Hapishane-
si'ndeki kendi tecrübelerine ve mahkûmlarla yaptığı konuşmalara dayanan bölümler
vardır. Eserlerinde günlük hayatı anlatması o dönem için yenilikçi bir hareket
olmuş ve roman türünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Daniel Defoe, 24 Nisan
1731'de Londra'da ölmüştür.
Diğer eserleri arasında A Journal of the Plague Year (Veba Yılı Günlüğü; 1722),
Coloneln Jack (Albay Jack; 1722), en son romanı Roxanna (1724), İngiltere'de
hizmetkârlara nasıl davranıldığını incelediği The Great Law of Subordination
Considered (1724), doğaüstü olaylarla ilgilendiği son yıllarında yazdığı The
Political History of the Devil, As Well Ancient as Modern (Geçmişte ve Günümüzde
Şeytanın Siyasal Tarihi; 1726) bulunmaktadır.
-6-
ÖNSÖZ
Klasik üç "ütopya" metnine (Thomas More, Ütopya; Bacon, Yeni Atlantis ve Tomasso
Campa-nella, Güneş Ülkesi) yazdığımız önsözlerde Pla-ton'un, bugün bile hâlâ
ciddiye alınıp aranan ada-ülkesi Atlantis'inden, hatta daha öncesinden başlayıp,
"ada" nın ütopyalardaki rolüne değinmiştik. Bu önsözleri dikkatle
değerlendirenler, ütopyalarda felsefe ile edebiyat arasındaki çizginin silinmeye
başladığını fark etmekle kalmamış, bir yandan da ütopya ile "robinsonad" denen
roman türü arasındaki akrabalığı görmüş olmalıdırlar.
"Robinsonad" başlığıyla tanımlanan roman türü, adını, Daniel Defoe'nun Robinson
Crusoe (1719) romanından almakla birlikte, bu ad, geriye dönük uygulanarak,
özellikle 16. yüzyılın ürünlerini de tanımın kapsamı içine alır. Issız bir adada
insanlığın uygarlık ve kültüründen yalıtılmış tek başına bir hayat sürmesi
motifi, Homeros'un Odysseia destanında ve Sophokles'in Phlikotet oyununda,
Binbir-gece Masallarimn Denizci Sinbad'ın ilk deniz yolculuğunda ya da
ortaçağdaki Kudrun destanında karşımıza çıkar. Ancak bir anlatının yapısını
kurucu öğe olarak ilk kez büyük keşifler çağmda Mar-guetite de Navarre'nin
Heptameroriunda (1558) Garcilaso de la Vega'nın Primera porte de los Com-
mentarios reaies'inde (1609) ve özellikle de H. Ne-viU'ın The Isle of Pines
(1669) romanında bu temayı buluruz. Almanca'da Grimmelshausen, Der abente-
-7-
uerliche Stmpilicissmus (1669) romanının son bölümünde de otuz yıl savaşlarının
korkusundan bir adaya sığman birini anlatır. Issız bir adada yaşama teması
Daniel Defoe ile birlikte nitelikçe yepyeni bir anlam kazanmakla kalmamış,
"robinsonad," dünya edebiyatına da bir tür olarak yerleşmiştir.
"Robinsonad" anlatı, geniş anlamda, günümüze kadar uzanagelmiştir. Özellikle de
bilimkurgu edebiyatını bir ayağıyla bu geleneğe bağlamak hiç de zor olmasa
gerekir. Hem kendisinden önceki birikimlere hem de sonrakilere adını veren
Defoe'nun romanının yazınsal kaynağını temsil etmeye aday metinlerin başında ada
sürgünü, Juan Fernandez adasında 4 yıl tek başına yaşamış olan İskoç Kralı
Selkrik'in öyküsü sayılmaktadır. 1712'de Selkrik'in başından geçenleri, onu bu
ıssız adadan kurtaran Kaptan Woodes Rogers, A Cruising Voyage Round the World
(Dünya Çevresinde Gemiyle Bir Yolculuk) kitabında anlatır. Selkrik, kaptan ile
arasındaki bir anlaşmazlık sonucu o ıssız adaya bırakılmıştır. Önceleri
yalnızlıktan çıldıracak gibi olan Selkrik, zamanla bu yabanıl hayata alışır,
yaban keçilerini ev-cilleştirir, onların postundan kendine ceket yapar; onun
uygarlıktan uzak bir dünyada tutunma mücadelesi ile Crusoe'nunki arasındaki
benzerlik belirgin olsa da, Defoe'nun romanı, aşağıda açıklayacağımız gibi, tek
bir esin kaynağına indirgenemeyecek kadar içerimleri geniş, çok düzlemli
yorumlara elverişli bir metni temsil etmektedir.
Robinson Crusoe
Selkrik'in adadaki yaşantısının Crusoe'nunki
ile arasındaki benzerlik apaçık görülmekteyse de,
Daniel Defoe'nun, döneminde, anlaşılır nedenlerle
iyice yaygın, egzotik dünyaları anlatan gezi ve ma-
-8-
cera öykülerini, kahramanların başına gelenleri de, kendi kahramanının
çevresinde ustalıkla birleştirdiği de bilinmektedir. Akşit Göktürk, Knox, Woodes
ve Dampier'i işaret ediyor. (S. 74). Defoe'nun hem gezi edebiyatının hem de
önceki ro-binsonadların etkisi altında kalmış olduğunu gösterecek ipuçları olsa
da, onun romanını birinci öbektekilerden ayıran önemli bir özelliğe dikkati
çekmemiz gerekmektedir. Gezi kitapları, büyük ölçüde gerçek olgulara
dayanmaktaydı; araya kimi uydurma bölümler sıkışsa bile, bütünüyle daha çok anı-
belgeye yakın, gerçekçi izlenimleri yansıtan metinlerdir bunlar; robinsonadlar
ise, hayal gücüne çok fazla şey borçludurlar ve edebiyat tarihçileri Defoe'nun
metnini bu ikinci geleneğin ucuna eklerler. Göktürk, metni pikaresk roman
geleneği ile de karşılaştırıyor; İspanyolca picaro roman, alt tabakadan
serüvenci bir kişinin bir toplumsal ortamdan bir başkasına savrulup duruşunu, bu
arada başına gelen çeşitli olayları, gene kahramanın ağzından veren türdür.
Pikaro, geleneksel yaşama tarzına tepki gösteren, ahlaki değerlere sırt çeviren
biridir; toplumun sosyal katmanları arasına yollanmış bir sondaj aracı gibi bir
şeydir o. Yerleşik, sınıfsal toplum yapısına alt katmanlardan gelen bir tepki
olarak da okunabilecek pikaresk roman, 18. yüzyılın ortalarına doğru gerçekçi
anlatımlar karşısında bir bakıma eleştirel ve eğlendirici işlevini yitirip
gerilmeye yüz tutmuştur; Pikaro, başıboş sürüklenir, olaylar arasında, bugünün
deyişiyle bir kamera gibi yol alır; onlardan etkilenmez; kişiliği ile olaylar
arasında etkileşim aramak boşunadır, oysa Crusoe, doğal çevresinin ortasında,
birey-çevre ilişkisinin etkileşim ağında, hem kendini hem de çevresini
dönüştürür.
-9-
Yazar mı Düşünür mü?
Defoe, tanıtım yazısında da belirttiğimiz gibi James Foe adlı Flaman asıllı bir
mum imalatçısının oğluydu. Başlangıçta papaz olması düşünülen Daniel, ticarette
karar kıldı. Bu da onun yenilgi üzerine yenilgi, iflas üzerine iflas yaşamasına
yol açacaktı. Kendi deyişiyle 13 kez zengin olup gene 13 kez yoksulluğa
düşmüştü. Politikayla ilgilenip siyasal yergi broşürleri yayımlayan Defoe, 1701
yılında Avam Kamarasına yaptıkları bir uyarı üzerine tutuklanan 16 seçkin kişiye
yapılan haksız muameleyi yeren Alayın Muhtırası'm kaleme alıp tutukluların
bırakılmasını sağladı. Avam Kamarası o sırada Torey'lerin denetimindeydi. Bu
siyasal olay To-rey'ler ile Defoe'nun arasmm bir daha düzelmemek üzere
açılmasına yol açtı.
18. yüzyılın göbeğinde, İngiltere'de din ile siyaset iyice iç içe geçmişti.
Muhalefetin üzerindeki baskının artması üzerine Daniel Defoe, Ayrılıkçılarla
Başetmenin En Kestirme Yolu adlı ünlü yazıyı kaleme aldı. Broşür Katolik
ritüellere bir saldırı olarak algılandı. Defoe, bugünün diliyle, "düşünce
suçundan" tutuklandı. Hakkında "Aranıyor" ilanı çıkartılan Defoe'yu, bu ilandaki
betimleme sayesinde gözümüzün önünde canlandırmamız daha da kolaylaşıyor: Orada
bu isyancı yazarın portresi, orta boylu, esmer tenli, zayıf, peruklu, asıl
saçları koyu kahve, sivri çeneli, gaga burunlu, ağız kenarında büyükçe bir beni
olan, gri gözlü biri olarak çizilmiştir. Tutuklanıp hapse atılan Defoe, yukarıda
da belirttiğimiz gibi Robert Harley adlı yetkilinin aracılığıyla salıverildi,
ama buna karşılık yazar ve istihbarat ajanı olarak Harley için çalışmak zorunda
kaldı. Defoe, istihbarat işinde biçilmiş kaftan misali, ülkeyi dolaşıp durdu;
yergiler, övgüler yazdı; bu siyasi amaçlı -10-
gezilerinden derlediği gözlemleri 1724-26 yularında Boydan Boya Büyük Britanya
Gezisi adlı 3 ciltlik eserinde bir araya getirdi.
Kraliçe Anne döneminde Review adlı sürekli yayın organını hemen hemen tek başına
ayakta tuttu. Fiilen hükümetin sözcülüğünü yapan bu ılımlı yayın aracında Defoe,
din, ticaret, ahlak konularını da dile getirdi. Bu dergi, sonraki deneme
dergilerinin ve gazeteciliğin gelişmesinde önemli bir ilk adım sayılmaktadır.
1714'te, Robinson Crusoe'yu yazmadan 5 yıl önce, İngiltere'de I. George tahta
çıkınca, Defoe'nun hizmet sunduğu ekip iktidardan düştü. Ama yeni yönetim de
Defoe'yu istihbaratçı olarak görevlendirmekte bir sakınca görmedi. 1719'da
Robinson Crusoe ile tıpkı daha önceki dergisi Review ile yaptığı gibi, bir
bakıma bir ilke imza atarak, İngiliz romanının öncüsü oldu. Ancak Defoe'nun
ülkenin siyasal çalkantılarının ve inanç tercihlerinin gerginlik alanlarında
bizzat rol alması, onun bir politikacı, bir düşünür olma yanı ile yazarlık yanı
arasındaki ilişkiyi birçok düzlemde belirlemiş olmalıdır.
Robinson Crusoe, yazarın öteki romanlarını (Mole Flanders, Roxanna) neredeyse
unutturacak kadar öne çıkar. Ancak roman üzerindeki tartışmaların yazarının
edebiyatçı kimliğini belirgin bir biçimde ikinci planda bırakması gibi bir
durum, önümüzdeki metni verimli bir tartışma ve araştırma kaynağına çeviriyor;
hakkında en çok yazı kaleme alınmış kitaplardan biridir Robinson Crusoe. Hocam
Akşit Göktürk, merkezinde Defoe'nun romanının yer aldığı "Ada" adlı
incelemesinde, bu çok yönlü ilgiyi yerli yerine oturtmaya çalışmış. Edebiyat
tarihçilerinin ve eleştirmenlerin, "romanın doğru, nesnel bir araştırmasını
yapacakları yerde, çoğunlukla kendi öznel görüşlerine ağırlık tanıdık'lannı -11-
hatırlatan bir alıntıya yer verirken (s. 77), romanın "ekonomik açıdan yapılan
yorumlar"ında (s. 77) Defoe'nun yaratıcılığının, sanatçı kişiliğinin güme
gittiğini söylüyor. (Örneğin Mina Urgan, bizdeki neredeyse en kapsamlı ve bir
roman tadıyla okunabilen başvuru kaynaklarından biri olan 4 ciltlik İngiliz
Edebiyatı Tarihînde Defoe'ya ayrıca yer ayırma-mışür!) Romanın Wordsworth
Classics basımına yazdığı önsözde Doreen Roberts, 'Sadece başlıca Avrupa
dillerine değil, İzlanda, Koptik, Maori, Malta dillerine, Arapça ve Türkçe,
Persçe ve Bengalee dahil başka birçok dile de hangi kitap çevrilmiştir?' diye
sorarak giriyor yazısına. Bu tespit ile Mina Ur-gan'ın programatik tercihi
arasındaki terslik herhalde düşündürücü olmalı.
Her Dönemin Metni
Doğumu, Avrupa'da burjuva sınıfının kendi kimliğini arama ve kurma girişimi ile
örtüşen roman türü, başlangıcını 'Yeni sınıfın" iç dünyasını en yakın çevresine
açtığı, ruhunun, dünyanın çalkantılarını yorumladığı "mektup'lara borçludur. Bu
mektuplar, "ben" merkezinde kurulu metinler olmaktan çıkıp zamanla kurmaca bir
"o" çevresinde geliştikçe, roman da kendi kurucu olanaklarına doğru evrilmiştir.
Robinson Crusoe'nun adasının kurmaca özelliğinin belirginliği, olayların bütün o
gerçekçi ayrıntılara rağmen "Defoe'nun yapıtlarında okuru anlatıcının bilgisi
konusunda kuşkuya düşürecek yöntemleri kasıtlı kullanması" metni modern romana
doğru yaklaştıran etmenlerdendir. Göktürk, söz konusu incelemesinde, yazarın
anlatımındaki yalınlığa, duygusallığa ödün vermeyişine, nesnel gözleme dayanan
gerçekçi anlatımına dikkati çeker; önemsiz gibi görünen nesnel ayrıntıların ve--
12-
rilişini, olayları (kahramanın gözünden) aktaran gözlemin hiçbir şeyi dışta
bırakmayışını vb. öne çıkartır. Sonuçta karşımızda, gerçekçi bir anlatımın
ilkelerini çok iyi işleten bir yazar bulunduğunu söyler bize. Ancak Göktürk'ün
Crusoe incelemesine dikkatle baktığımızda, yazarın bir romancıdan çok bir
düşünür kategorisine doğru kaymış olduğunu görürüz. Püritan bir dünya duygusunu,
İngiliz ticaret burjuvazisinin yükseliş dönemi çelişkileriyle uyumlamaya
çalışan, bu çabasını, az çok ütopik bir ada tasarımı içine yerleştiren bir
düşünür kimliği vardır karşımızda. Ne var ki, yapısal, kurucu bir öğe olarak
"ada"nın sadece romanda değil, bütün bir edebiyatta ve sanat türlerinde sayısız
anlamın me-taforuna dönüşebilme kabiliyeti, bu kurmaca adayı, günümüze kadar
"yaşatabilmiştir". Örneğin aydınlanmanın doğa düşkünü düşünürü Jean-Jacques
Rousseau, yayımlanmasından sonraki 4 ay içinde 5 basımı yapılan, sadece
Almanya'da 41 çeşit taklidi çıkan, hemen Fransızca'ya ve Flamanca'ya çevrilen
romanın, özellikle Crusoe'nun adadaki yerli Cu-ma'yı bulmadan önceki dönemini
ele alır ve onun sorun çözümündeki radikal tutumunu, çalışarak öğrenme
becerisini över. Rousseau'ya göre, Robinson Crusoe, emek üzerinden duygu ve
yeteneklerini geliştirirken temel bilimsel yasaları, doğanın zorunluluk
yasalarını da öğrenmektedir. Bu çıkış, romanı bir anda aydınlanma düşüncesinin
didaktik geleneğine bağlamaya yetecekti.
Romantik dönem, romanın "adada yalıtılmışlık, doğa ile baş başa kalma" tema'sını
öne çıkartıp bireyin doğa karşısındaki mücadelesini ve doğa ile buluşmasını,
sanayileşen dünya karşısında yitirilmekte olana yönelişi önemsedi.
Victorian çağ ise, dönemin özelliklerine bağlı olarak romana farklı bir yönden
yaklaştı. Victorian -13-
çağ ya da "İngiliz yüzyılı" diye bilinen bu dönem, İngiltere'nin ekonomik ve
siyasal yönden dünyanın en güçlü ve dengeli ülkesi haline geldiği dönemdi.
Robinson Crusoe'daki kendine güven, başının çaresine bakma, doğaya direnme,
stoacı bir sebatkârlık ve azim, kahramanın kendini yeniden yaratması temaları,
bu dönemin ruhuna iyice denk düşüyordu.
Ellili yıllara gelirken Avrupa ve dünya iki büyük savaştan çıkmış, teknoloji
yapıcı olduğu kadar yıkıcı olduğunu göstermiş, refahın ve uygarlığın
getirdikleri ile götürdükleri "masaya yatırılmaya" başlanmıştı. Emperyalizmin,
modern teknolojinin, sanayinin ve askeri diktaların insanlığın önünü tıkayıp
durduğu bu dönemde, Robinson Crusoe adası, sığınmanın ve bozulanı sil baştan
kurmanın ortamı olarak anlaşılacaktı.
Jean Giraudoux'un Pasifikte Suzan (1921) metninde Robinson, dişi kahraman olarak
çıkar karşımıza. Cennetimsi bir ortamı, "dişi bir uysallıkla" benimseyip korur
Suzan. Tournier'in Friday'inde (Cuma ya da Pasiflğin Kucağında) Robinson'un
yerli arkadaşı Cuma merkeze kayıp, tematik ve insancıl merkezi oluştururken
Robinson marjinalleşir. Yavan, insana verecek bir şeyi kalmamış bir uygarlığın
asalağıdır beyaz kahramanımız; yaşadığı ada ile iyice özdeşleşen Robinson
yabanıllaşır, sonuçta uygarlığa sırt çevirip bir ağaca tünerken, Cuma uygarlığa
koşar. Bilimkurgu en başta teknolojinin birbirine zıt iki karakterinin yansıdığı
edebiyat alanı olarak, bir kez daha "adaya" farklı anlamlar verdi. Ada, nükleer
tehlikelerde sığınılacak bir yer olduğu kadar, büyük felaketlerin, salgınların
ardından kaçılan yalıtılmış bölgelerdir de. Suyla çevrili olsun olmasın, bir ada
dünyası çıkartılıp durur karşımıza. Bilimkurguda, başka gezegenler de, ga--14-
laksilerdeki adacıklar olarak anlaşılabilirler. Gol-ding'in Sineklerin Tanrısı
da, Conrad'ın "karanlığın yüreğini" beyaz uygarlığının ayrılmaz parçası olarak
yorumlayıp "adayı", beyaz insanın içindeki otorite arzularını, vahşeti,
mistisizmi doğuran katali-zatör olarak kullanıp karamsar bir robinsonad örneği
sunmakla kalmaz, siyah - beyaz insan kutbunu da tersine çevirir. James Joyce,
Robinson'u "acınacak bir kültür kahramanı" olarak tanımlarken ünlü yönetmen L.
Bunuel, Robinson Crusoe'yu popüler bir sinema düzleminde yorumlamıştır.
Orta Sınıfın Püritan Hayat Duygusu
Robinson Crusoe romanına yazılmış sayısız açıklama ve araştırma metinlerinin çok
farklı düzlemlerini burada vermek imkânsız. Örneğin Doreen Roberts'in, romanın
yukarıda değindiğirniz Wordsworth Classics baskısına yazdığı önsöz, romanı
tarihsel çerçevesine olduğu kadar, edebiyat türü içindeki yerine oturtma
çabalarının da örneğini sunuyor. Daniel Defoe, yükselmekte olan (ticari) burjuva
sınıfının, (orta sınıfın ya da biraz altlarının) üyesi. Dönem İngiltere'de
Katolik krallar ile Protestan kralların birbirinin yerini aldıkları bir dönem.
16. yüzyılın hemen başında Kalvinciük etkili olmuş, püritan dünya görüşünün, din
ve ahlak anlayışının temellerini atmış. Aslında kavga (Roma) Katolik Ki-
lisesi'nin hâkimiyetine karşı. Cizvitler, Kalvinistler, Deistler hep geleneksel
kurumlaşmış Kilise'ye karşı, doğal Kilise diyebileceğimiz, aracı kurumlaşmayı
kabul etmeyen, Hıristiyanlığın ilk, ilkesel köklerini öne çıkarmaya çalışan bir
eğilimi temsil ediyorlar; ama aynı zamanda Kalvincilikte olduğu gibi,
burjuvazinin tarih sahnesindeki yükselişine inanç sistemini de uyumlama kaygısı
var. Örneğin püri--15-
tan anlayış, Kalvinciliğin etkisiyle, yeryüzündeki başarının (ticari çabaların)
sonuçlarından bireyin sorumlu olmayacağını, son sözü Tann'nın söylediğini
hatırlatıyor. Bireye kalan, bağışlanmak, başarmak için olanca gücüyle gayret
etmektir. Öte yandan Hıristiyanlığın, herkesi "ilk günahın" temsilcisi gören
anlayışına, bu içinden zor çıkılır ikileme getirdiği çözüm de ilginç. Gene bu
dünyada yapıp ettiklerimiz bağışlanmaya yetmiyor. Tanrı ile (araya klasik
Kiliseyi de sokmadan) çok derin gönül bağlan kurmak gerek. Püritanlığın bir de
güncel hayata yansıyan yanları var. Kutsal Kitap'ın olay ve kişilerini, yaşanan
olay ve kişiler ile ilintiliyorlar. Oradaki olayları, kendi hayatlarının bir ilk
canlandırılması gibi görüyorlar. Allegori, parodi, mizah edebiyatta belirleyici
bir yer tutuyor.
Doreen Roberts, dönemin öteki iki yazarı Richardson ve Fielding'in, 18. yüzyıl
ortasındaki romanın "enlem ve boylam" sınırlarını çizerken, De-foe ile Swift'in,
yüzyılın başlarında, doğal bir antitez oluşturduklarını ve dönemin kültürel
kutuplarını belirlediklerini söylüyor. Swift [Guliver'in Seyahatleri) din
adamıdır; yergicidir; dinsel, toplumsal kaygılan ağır basar. Defoe'nun ve
Richardson'ın ortak yanlanndan biri her ikisinin de babalannm tüccar olmasıdır.
Söylemiştik, Defoe İngilizce'de îo-ıver-middle-class, (alt orta sınıf) diye
tanımlayabileceğimiz sosyal katmanın ticaret ve meslek geleneklerine bağlıdır.
Geleneksel üniversite eğitimi görmemiştir; "klasiklere" uzaktır, önemli esin
kaynağı /ncifdir; Swift, Fielding ve Lawrence Stern gibi yazarlar, ticaret
burjuvazisi sınıfı karşısında muhafazakâr bir konumu temsil ederken, gene
Roberts'e göre, Defoe bu sınıfın değer ve dünya görüşünü sorgulayan bir tutum
içindedir. Akşit Göktürk, de-ğinegeldiğimiz "Ada" çalışmasında, Robinson Cnı--
16-
soe'yu, "başanlı burjuvanın, maddiyata düşkün püritan işadamının ülkülerim dile
getiren bir mitos" olarak yorumlamanın, metnin anlamını daraltacağını
hatırlatıyor. Kahramanı, yazann gerçek hayatındaki deneyimlerle yorumlamaya
kalkıp onu "bir tüccar kişiliğin çevresine sıkıştırmanın" da yerinde olmayacağı
görüşlerine yer veren Göktürk, Robinson'un yaratıcı kişiliğini, adaya uyum
sağla-yışını, gerekmedikçe şiddete başvurmayışını, malla mülkle yetinmeyişini,
mutluluğu çılgınca çalışmakta buluşunu, var gücüyle paraya yönelmiş,
sanayileşmenin sürecinde yaratıcı emeğin değerini unutmaya yüz tutmuş bir
topluma tepki olarak okumaya çalışıyor. Bu yorumda, Robinson'un ada hayatı,
günün dünyasının muhafazakâr bir yansısından, bir metafordan çok, iyi kötü bir
itirazın, bir arayışın ortamına dönüşüyor. Bu da bizi bir kez daha "ütopya"
kavrayışına götürüyor.
Yitirilenin Ütopyası
Daniel Defoe, romanına bir karşı toplum tasarımı görevi yüklemese de,
sanayileşmeye yönelmiş, ama ticaret üzerinden sermaye birikim süreçlerini henüz
hızlandırmış İngiltere'de (ve Avrupa'da), yitip gitmekte olana yönelik bir
arayışın sesini duyurur bize. İlginçtir Defoe'dan yaklaşık bir yüzyıl sonra
sermaye birikim süreçlerinin en insafsız ve tahrip edici adımlarını attığı
Fransa'da Balzac, tıpkı bir yüz yıl önceki Defoe gibi, iflastan iflasa
sürüklenip burjuva kapitalist düzenin bütün insandışılığını haber veren bir
gerçekçiliğin öncüsü olmuştur. Balzac, burjuva kapitalizminin yıkımlan
karşısında, muhafazakâr bir çizgiye savrulur. Bunu Goriot Baba'ya yazdığımız
önsözde belirttik. Defoe da, hızlanan işbölümünün ve kolektif üretimin, tek
insa--17-
nın işgücünü değersizleştirişini, yaratıcılığını kö-reltişini, buluş gücünü,
hayallerini ortadan kaldırışını sezmiş gibidir. Çiftçilik, marangozluk,
fırıncılık, çömlekçilik, sepet örücülüğü vb. işler ve bunların bir kurucu
faaliyet olarak ev sahipliğini yapan ada, sadece bir ütopyanın değil, insan
dönüşümünün de sahnesi olup çıkar.
Defoe'nun kahramanı, döneminin refah tutkusuna kapılmış zengin orta tabakasının
(burjuva sınıfının) insanı gibi, zaman zaman sahip olma duygusunun rüzgârlarına
kapılıp, 'bu ada benim,' der; ama işte o ada, ancak onun emeğiyle bir anlam ve
varoluş kazanmıştır; bir değere bürünmüştür; sahip olunacak değil, yaratıldıkça
işlevselleşecek bir yerdir orası. Ama ada, belki de, çok modern bir okumanın da
zeminini oluşturarak ütopyalaşır. Günümüz toplumunda büyük kent cangıUanndaki
"yalnızlıkların" çukurundan bakıldığında, Defoe bize, kapitalizmin henüz
emekleme aşamasında, kalabalıklar içinde olmanın yalnızlığı aşmış olma, mutluluk
duyma anlamına gelmeyeceğini de söyler gibidir. "Artık üzüntülerim de,
sevinçlerim de değişti," der. Bütün duygulan değişip yenilenmiştir adada. Ve o
ilk yalnızlık duygulannın yoğunluğu içinde, öteki insanın ortaya çıkışı da
elbette bambaşka bir anlama bürünür. Geleneksel aynmlann öte yana koyduğu kişi,
Cuma, günümüz modern dünyasında kurmak şöyle dursun, gittikçe derin uçurumlar
açarak imkânsızlaştırdığımız birlikteliklere önemli bir cevap olsa gerekir.
Galaksinin ücra bir köşesindeki dokuz ya da on gezegenli bir sistemin
oluşturduğu kümenin üçüncü adacığı üzerinde, halklar, ırklar, etniler arasındaki
derin aynhk çizgilerini kalınlaştınp duruyoruz. Son hazırladığımız sinema
kitabında [Postmodern Kurtarıcılar, Donkişot Yayınlan, 2004 Hazi--18-
i
ran) "neoliberal çölden" söz edip durduk. Emeğin değeri her geçen gün biraz daha
yok ediliyor. Kolektif üretim bireysel emeği antikalaştirdi çoktan. Ütopyasız,
yanna inanmayan bir dünya gençliğine bizim ülkemizin gençleri de katıldı
katılacak.
Belki de bu nedenle olacak, günümüz bilimkurgularında "ada" artık güneş sistemi
dışındaki bir gezegende tasarlanıp duruyor. Ama ütopyalanmızı yitirdiğimiz için
de, Defoe'nun kahramanından farklı olarak, oralarda da sadece düşmanlık görüyor,
yıkım tasarlıyoruz.
Bütün bunlar Robinson Cnısoe'yu yeniden yeniden güncelleştiriyor sanınm.
Veysel Atayman Mayıs 2004, İstanbul
Kaynakça: Ada, Akşit Göktürk, Adam Yayıncılık 2. basım, 1982.
Doreen Robert, University of kent at Canterbury, "Giriş" 1995, Wordsworth
Classics, Robinson Crusoe.
-19-
ROBINSON CRUSOE
ÖNSÖZ
Dünya üzerinde serüvenleri halka duyurulmaya değecek, yayınlandığında kabul
görecek tek bir adam varsa, yayımcıya göre şu an elinizde o adamın öyküsünü
tutmaktasınız.
Bu adamın yaşadığı olağanüstü şeyleri (yayımcıya göre) şu anda
rastlayabileceğiniz hiçbir öyküde bulamazsınız; bu hayat çok nadir
rastlanabilecek bir çeşitlilik göstermektedir.
Öykü alçakgönüllülükje, ciddiyetle ve bilge adamların daima başvurduğu dinsel
bir yorumla; bu örnekten başkalarının da ders almasını sağlamak, yaşadığımız
bütün her şeyde Tann'nın bilgeliğinin izi bulunduğu gerçeğini doğrulayıp
yüceltmek ve olayların akışına engel olunmaması gerektiğini göstermek amacıyla
anlatılmıştır.
Yayıncı bu öykünün gerçek olayları anlattığına inanmaktadır; bu öyküde uydurma
gibi görünecek hiçbir şey yoktur. Uydurma olduğu düşünülse bile -bu türden
sözler dolanıyor çünkü etrafta- bu, öykünün okuyucuyu eğlendirmesi kadar
eğitmesi bakımından da hiçbir şeyi değiştirmeyecektir; yayıncı aynca bu öykünün
yayımlanmasıyla büyük bir hizmet gerçekleştirdiğini ve dünyaya çok büyük bir
faydası dokunduğunu düşünmektedir.
Daniel Defoe
-23-
1632 yılında, York şehrinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim, ama
ailem o bölgeden değildi. Babam Bremenli* bir yabancıydı ve ilk önce Hull'a
yerleşmişti. Ticaretten iyi mal mülk edinmiş ve mesleğini bıraktıktan sonra da
York'ta yaşamaya başlamıştı. O bölgede saygın bir aile olarak tanınan Robinson
ailesinden annemle evlenmiş, bana da bu yüzden Robinson Kreutznaer" adını
vermişlerdi. Ama İngiltere'de yabancı sözcükler genelde değiştirilerek
kullanıldığı için artık bize Crusoe deniliyor; hatta biz de kendi adımızı öyle
söyleyip öyle yazıyoruz ve arkadaşlarım da beni öyle çağırıyor.
İki ağabeyim vardı; biri, Flanders'te, daha önce ünlü Albay Lockhart***
komutasındaki
Saksonya'da, Weser nehrinin ağzında bir kent.
* İsim Almanca Kreuz (çarmıh - dargın) kelimesinden türetilmiş ya da kreuzen
(darılmak) fiiliyle ilgili gibi görünüyor ve nâher (daha yakın) ya da Narr
(aptal) kelimelerinden birinin değiştirilmiş hali eklenmiş.
*• Sir William Lockhart'ın (1621-76) Dunkirk yakınlarındaki Dunes zaferinin
kazanılmasında büyük bir payı vardı. Cesur ve merhametsiz anlamına gelen
Ironsides adı verilen altı bin kişilik ordusu Marshall Turenne'nin Fransız
birliklerine yardım ederken York Dükü (daha sonraki II. James) komutası
altındaki İngiliz kral taraftarları İspanyollara yardım etmişti. Fransız-
İspanyol çatışmasının sonunda Dunkirk ve İspanyollara ait olan Flanders,
Fransızlara geçti. Kendilerine verdiği destek karşılığında, Dunkirk'i Cromwell'e
bıraktılar ama II. Charles bu bölgeyi XTV. Louis'ye satmıştır. Crusoe'nun
1650'de gönderme yaptığı savaş aslında bundan sekiz yıl sonra olmuştur.
-25-
İngiliz piyade alayında yarbaydı ve İspanyol-larla yapılan Dunkirk savaşında
öldü. İkinci ağabeyime ne olduğu konusundaki bilgim, hiçbir zaman annemle
babamın sonradan benim başıma gelenler hakkında sahip olduğu bilgiyi geçmedi.
Ben, ailenin üçüncü oğluydum ve herhangi bir meslek edinemediğim için kafam çok
erken yaşta ipe sapa gelmez düşüncelerle dolup taşmaya başlamıştı. Çok yaşlı bir
adam olan babam, evde verilen eğitimin ve bölgedeki parasız okulun
sağlayabileceği derecede yeterli bir öğrenim görmemi sağlamış ve hukukçu olmamı
tasarlamıştı. Ama ben denize açılmaktan başka bir şey istemiyordum; ve bu
isteğim beni babamın isteklerine, daha doğrusu emirlerine; annemin ve diğer
arkadaşlarımın yalvarıp yakarmalarına ve öğütlerine o kadar kuvvetli bir şekilde
karşı durmaya itiyordu ki, ileride başıma gelecek dertlere düpedüz vesile olan
bu isteğimde kaderimle ilgili kaçınılmaz bir şeyler vardı sanki.
Bilge ve saygıdeğer bir adam olan babam, bu tasarımı sezdiğinde, bana ciddi ve
parlak önerilerde bulundu. Bir sabah beni, damla hastalığı yüzünden hiç
çıkamadığı odasına çağırıp bu konuda dostça öğütler verdi. Bana, kolaylıkla iş
hayatına atılıp biraz özen ve gayretle servetime servet katabileceğim, rahat ve
keyifli bir hayat sürebileceğim baba-evimi ve memleketimi terk etmek için sırf
gezme özleminden başka ne gibi sebeplerim olduğunu sordu. Bana bunun, ya hiçbir
umudu olmayan talihsiz insanların ya da girişimciliğiyle
-26-
yükselmek ve sıradışı işlerle ünlü olmak için yabancı ülkelere gidip maceralara
atılan hırslı, zengin insanların işi olduğunu; böyle şeylerin bana ya çok uzak
olduğunu ya da benim için hafif kaldığını; benim, alt tabaka hayatın en üst
mertebesi de sayılabilecek olan orta tabakada yer aldığımı; ve kendisinin uzun
yıllara dayanan deneyimlerine göre bunun, insanın mutlu bir hayat sürmesine en
çok uyan; bir yandan, insanlığın çalışmak zorunda olan üyelerinin çektiği
sefalete ve güçlüklere, yorgunluk ve acılara maruz kalmayan ve diğer yandan, üst
tabaka hayatta görülen kibir, gereksiz lüksler, hırs ve kıskançlıklardan uzak,
dünyadaki en iyi mevki olduğunu söyledi. Bana bunun ne kadar güzel bir hayat
olduğunu bir tek şundan bile anlayabileceğimi belirtti; krallar bile büyük işler
için doğmuş olmanın getirdiği dertler yüzünden sık sık yakınıyorlar ve iki aşın
ucun ortasında, aşağılık ile yücelik arasında bir yerlerde yaşamış olmayı
diliyorlardı; bilge adamlar da dua ederken ne yoksul düşmeyi ne de zengin olmayı
dileyerek bu orta mevkinin gerçek mutluluğun ölçüsü olduğunu onaylıyorlardı.
Bana biraz düşünürsem, hayattaki felaketlerin üst ve alt tabakalar arasında
paylaşıldığını, ama orta tabakadaki insanların çok az felaketle karşılaştığını,
insanlığın alt ve üst tabakalarının yaşadığı kadar çok dalgalanmaya maruz
kalmadıklarını daima göreceğimi söyledi. Dahası, orta tabakadakiler; bir tarafta
düzensiz yaşam, gereksiz lüksler ve aşırılıklar yüzünden, diğer tarafta da çok
ma, yoksulluk ve kötü ya da yetersiz beslenme yüzünden hayat tarzlarının doğal
bir sonucu olarak sıkıntılar çeken insanların duyduğu pek çok rahatsızlık ve
sıkıntıyı ne bedenen ne de zihnen çekmezlerdi; yani orta tabaka hayatı her türlü
erdemi ve zevki yaşamaya elverişliydi. Huzur ve bolluk orta tabaka hayatının
hizmetindeydi; ılımlılık, ölçülülük, sadelik, sağlık, toplum bağlan, kabul
edilebilir bütün eğlenceler ve arzu edilen bütün zevkler orta tabaka hayatına
eşlik eden lütuflardı. Böyle bir yaşam süren insan, koluyla ya da kafasıyla
fazla emek harcayıp yorulmadan, o günün ekmeğini kazanmak için köle gibi
satılmadan ya da ruhundan huzuru, bedeninden rahatı alıp götüren karmakarışık
durumlardan bezmeden sessizce ve kolaylıkla yaşayıp, bu dünyayı rahatça terk
edebilir; kıskançlık duygusu ya da büyük şeylere duyulan gizli ve yakıcı bir
ihtirasla öfkelenmeden, aksine rahat koşullarda ve acı çekmeden yaşamın bütün
tatlarını alıp mutlu olduğunu hissederek, her geçen gün bunu daha da iyi
anlayarak güzelce yaşayıp giderdi.
Sonra da bana açık açık ve en içten duygularla çocukluk etmememi, düşünmeden
kendimi içinde bulunduğum hayat ve mevkide hiçbir zaman karşılaşmayacağım
sıkıntılara atmamamı; ekmeğimi kazanmak gibi bir zorunluluğum olmadığını; çünkü
bunu benim yerime onun yapacağını ve beni biraz önce önerdiği hayata dahil etmek
için elinden geleni ardına koymayacağını; eğer bu dünyada çok rahat ve mutlu bir
yaşam süremezsem
-28-
bunun ya kaderimde yazılı olduğunu ya da kendi hatalarım yüzünden olacağını ve
bu yüzden buna diyecek bir şeyi olamayacağını çünkü zararıma olacak şeyler
konusunda beni uyarma görevini yerine getirdiğini belirtti. Kısacası sözünü
dinleyip evde kalır ve hayatımı orada sürdürürsem, benim için çok güzel şeyler
yapacağını, dolayısıyla uzaklara gitmemi cesaretlendirmediği için başıma gelecek
felaketlerden sorumlu olmayacağını söyledi. Ve konuşmasını bitirirken de bana
ağabeyimi örnek almamı söyledi. Felemenk ülkelerindeki savaşlara gitmesini
önlemek için ona da aynı ciddi uyarılarda bulunmuş ama bu öğütlerle onu orduya
katılmaya sevk eden gençlik arzularının üstesinden gelememiş ve sonuçta ağabeyim
orada ölmüştü. Ayrıca, benim için dua etmeyi hiçbir zaman bırakmayacağını
söylemesine rağmen, yine de aptallık edip bu adımı atarsam Tann'nın bir daha
asla beni korumayacağını ve ilerde etrafımda bana yardım eli uzatacak tek bir
kişi bile bulamadığım zaman, bu öğütlerini nasıl da göz ardı ettiğimi düşünecek
bol bol vaktim olacağını söylemeyi de ihmal etmedi.
Babam bunu bilmiyor olsa bile konuşmasının bu son kısmında doğru çıkacak
kehanetler bulunduğunu hissettim ve özellikle de ölen ağabeyimden bahsederken
yüzünde gözyaşlarının süzüldüğünü gördüm. Bir gün pişman olacağımı, bana yardım
edecek kimse olmayacağını söylerken de o kadar duygulanmıştı ki yüreğinin daha
fazla konuşamayacak kadar dolu olduğunu söyleyerek sustu.
-29-
Bu konuşmadan gerçekten etkilenmiştim -kim etkilenmezdi ki zaten- ve artık
yabancı ülkelere gitmekten vazgeçip babamın arzusu doğrultusunda evde kalmaya
karar vermiştim. Ama nerede! Bu karar birkaç gün içinde uçup gidiverdi;
kısacası, babamın daha fazla ısrar etmesini önlemek için birkaç hafta içinde
ondan mümkün olduğunca uzaklara kaçmaya karar verdim. Bununla birlikte, ilk
karar verdiğim zamanki gibi aceleci davranmak yerine, annemin her zamankinden
daha yumuşak olduğunu düşündüğüm bir zamanda onunla konuşup düşüncelerimin
tamamıyla dünyayı görmekten yana olduğunu; bu tecrübeyi yaşama düşüncesi
kafamdayken herhangi başka bir şeye odaklanamayacağımı; ve babamın beni, izni
olmadan gitmek zorunda bırakmak yerine, bu izni vermesinin daha iyi olacağını;
artık on sekiz yaşında olduğum için çırak olarak bir mesleğe atılmak, kâtip ya
da avukat olmak için çok geç olduğunu; böyle bir işe başlasam bile daha işi
öğrenemeden ustamdan kaçıp denize açılacağımdan emin olduğumu; tek bir seyahate
çıkmama izin vermesi için babamla konuşursa, bu seyahatten eve döndüğümde,
hoşuma gitmediyse bir daha asla gitmeyeceğimi, kaybettiğim zamanı telafi etmek
için iki kat gayretle çalışacağıma söz verdiğimi söyledim.
Bu sözlerim annemi fazlasıyla heyecanlandırdı. Bana, böyle bir konuda babamla
konuşmanın hiçbir faydası olmayacağını; babamın benim yararıma olacak şeyleri
çok iyi bil-
-30-
diğinden, bana yarardan çok zarar getirecek bir şeye izin vermeyeceğini söyleyip
babamla yaptığım o konuşma ve babamın bana söylediğini bildiği nazik ve sevgi
dolu onca sözden sonra nasıl olup da böyle bir şeyi düşünebildiğimi sordu.
Kısacası, bile bile kendimi yıkıma sürükleyecek olursam, kimsenin bana yardım
edemeyeceğini; bunun için asla onların iznini alamayacağımdan emin olmamı; kendi
adına, hayatımın mahvoluşunda katkısının bulunmasını istemediğim ve babam karşı
çıkıyorken kendisinin kabul etmesini asla beklememem gerektiğini söyledi.
Annem bu konuyu babama açmayı reddetmişti ama yine de daha sonra onun, aramızda
geçen bütün konuşmaları babama ilettiğini duydum, babam da bunun üzerine büyük
bir üzüntüyle iç çekerek, "Bu çocuk evde kalırsa mutlu olabilir, ama kalkıp da
giderse bugüne kadar dünyaya gelmiş en sefil yaratık olacaktır. Buna asla izin
veremem," dedi.
Bunun üzerinden daha bir yıl bile geçmemişti ki ipimi koparıp kaçtım. Geçen bu
süre içerisinde bir işe girmem konusundaki bütün önerileri inatla duymazlıktan
gelmeye devam etmiş ve yapmak istediğim şeyi bildikleri halde bu kadar kesin bir
kararlılıkla karşı koydukları için sık sık annem ve babamla tartışmıştım. Ama
bir gün öylesine Hull'a gittim. O sıralar kaçmayı falan düşünmüyordum; ancak
oradayken, arkadaşlarımdan biri babasının gemisiyle Londra'ya gideceğini;
gemicilerin kullandığı o cezbedici ağızla, yolculuk etmenin bana hiçbir zararı
dokunmayacağını
-31-
söyleyerek beni de onlarla birlikte gitmeye teşvik ettiğinde ne anneme, ne
babama danıştım, ne de onlara bir haber yolladım; tam tersine nereden duyarlarsa
duysunlar diyerek, ne Tann'nın ne de babamın kutsamasını almadan, içinde
bulunduğum şartlan veya bu yolculuğun getireceği sonuçlan hiç düşünmeden 1651
yılında Eylül ayının ilk günü, Tann bilir hangi uğursuz saatte, Londra'ya giden
bir gemiye bindim. Sanınm, hiçbir genç serüvencinin başına gelen talihsizlikler
benimki kadar erken başlamamış ya da benimkinden uzun sürmemiştir. Gemi daha
Humber'dan çıkar çıkmaz rüzgâr var gücüyle esmeye, dalgalar korkutucu bir
şekilde kabarmaya başladı; daha önce hiç gemiye binmediğim için hem bedensel
olarak çok kötü bir rahatsızlık duymuştum, hem de zihnim korkuyla dolmuştu.
Ciddi ciddi ne yaptığımı, babamın evini ve görevlerimi bırakıp gitmek gibi kötü
bir harekette bulunduğum için Tann'nın gazabına uğradığımı düşünmeye başladım.
Ailemin bütün o güzel öğütleri, babamın gözyaşlan ve annemin yalvarıp yakarmalan
daha dünmüş gibi aklıma geliyor; öğütleri küçümsediğim, Tann'ya ve babama karşı
görevlerimi yerine getirmediğim için, o sıra şimdiki kadar katılaşmamış olan
vicdanım suçluluk duygusu içinde kıvranıyordu.
Bütün bu süre içinde fırtına hızlanmıştı; daha önce hiç yolculuk yapmadığım
deniz de daha sonralan pek çok kez göreceğim ve hatta birkaç gün sonra tanık
olacağım kadar olmasa bile gittikçe kabarmıştı. Ama bu bile, o
-32-
zamana kadar böyle bir şeyle karşılaşmamış olan benim gibi genç bir denizciyi
etkilemeye yetiyordu. Her dalganın bizi yutmasını bekliyor ve geminin her
alçalışında iki dalga arasındaki çukurlardan veya deniz yanklann-dan bir daha
asla çıkamayacağımızı düşünüyordum; ve bu kafa kanşıklığı içerisinde birçok
yeminler edip kararlar alıyordum: Tann bu yolculuktan sağ çıkmama izin verirse
ve ayağımı tekrar karaya basabilirsem doğruca eve, babama gidecek ve yaşadığım
sürece bir daha asla bir gemiye ayak basmayacak, babamın öğütlerini dinleyip bir
daha asla kendimi böyle sıkıntılara sokmayacaktım. Şimdi babamın orta tabaka
hayat tarzıyla ilgili gözlemlerinin ne kadar da doğru olduğunu açıkça görüyor;
onun bütün hayatı boyunca ne kadar kolay ve ne kadar rahat yaşadığını, ne
denizlerde fırtınalarla ne de karada güçlüklerle boğuşmadığını düşünüyor ve
yaptıklarına pişman olan gerçek bir hayırsız evlat* gibi eve, babamın yanına
dönmeyi planlıyordum. Bu bilge ve aklı başında düşünceler fırtına süresince,
hatta fırtına geçtikten sonra da bir süre devam etti; ama ertesi gün rüzgâr
dindi, deniz yatıştı ve ben de buna biraz alışmaya başladım. Bununla birlikte,
deniz tutmasının etkisi hâlâ üzerimde olduğu için bütün gün temkinli davrandım;
ama akşama doğru hava açıldı, rüzgâr iyice dindi ve bunu da akşamın büyüleyici
güzelliği takip etti; güneş kusursuz bir durulukla battı ve ertesi sabah da aynı
durulukla doğdu; rüzgâr ya çok hafifti ya
Orj.: Repenting Prodigal, Luka 15:ııffden alıntı. -33-
da hiç esmiyordu, durgun deniz ve üzerinde parlayan güneş o zamana kadar
gördüğüm en güzel manzaraydı.
O gece iyi uyudum, artık deniz tutmasından da eser kalmamıştı üzerimde, aksine
çok neşeliydim; denize bakıyor, bir gün önce o kadar haşin ve korkunç olan
denizin kısacık bir süre sonra bu kadar sakin ve tatlı olabilmesine hayret
ediyordum. Ve sonra, sanki güzel kararlanmdan caymayayım diye, kaçmak için beni
ayartan arkadaşım yanıma geldi; "Ne haber, Bob?" dedi omzuma dokunarak,
"Olanlardan sonra nasılsın, bakalım? Dün geceki ufak esintide korkmuşsundur
eminim." "Sen ona ufak esinti mi diyorsun?" dedim. "Korkunç bir fırtınaydı."
"Fırtına mı, kendini kandırıyorsun sen," diye cevap verdi; "ona da fırtına
dersen! Hiçbir şeydi o; iyi bir gemimiz bir de engin denizimiz olsun, gör
bakalım, o türden fırtınaları umursuyor muyuz? Sen daha acemi bir tatlı su
denizcisisin, Bob. Gel birer bardak punç içelim de her şeyi unutalım; baksana,
hava şimdi ne güzel." Öykümün bu hüzünlü kısmını kısa tutmak gerekirse, bütün
denizcilerin geçtiği yoldan biz de geçtik; punç* hazırlandı, beni içirip sarhoş
ettiler, ben de o gecenin hınzırlığından ötürü bütün pişmanlıklarımı, geçmişteki
davranışlarımla ilgili bütün düşüncelerimi ve gelecekle ilgili bütün kararlarımı
bastırdım. Kısacası, fırtına dinip de denizin yüzeyi eski
* Punç: (Bileşimindeki beş madde nedeniyle Hindu dilinde beş anlamına gelen
'panç'tan.) Çay, şeker, tarçın, limon ve romun ya da kanyak gibi damıtılmış bir
alkollü içkinin karıştınlmasıyla yapılan bir içki.
-34-
durgunluğuna ve sakinliğine kavuştuğunda çalkantılı düşüncelerim de sona erdi.
Denizin bizi yutacağına dair korkularımı ve endişelerimi unuttum, eski
özlemlerim geri döndü, endişe içinde ettiğim bütün yeminler ve verdiğim bütün
sözler tamamıyla aklımdan çıktı. Gerçi ara sıra derin düşüncelere dalıp geri
dönme fikrini ciddi ciddi gözden geçirmiyor değildim, ama bu düşünceleri sanki
bir hastalıktan kaçınıyormuş gibi üzerimden silkip atıyordum. Kendimi içmeye ve
arkadaşlara vererek kısa sürede bu nöbetlerin -böyle durumlara bu adı takmıştım
da- geri dönmesini engelledim ve beş altı gün içerisinde, bu tür şeyleri kendine
dert etmemeye karar veren her genç adamın isteyeceği gibi vicdanım üzerinde tam
*bir zafer kazandım. Ama önümde vermem gereken bir sınav daha vardı; ve Tanrı
böyle durumlarda genellikle yaptığı gibi, beni hiçbir mazeret öne süremeyecek
bir durumda bırakmaya kararlıydı. O fırtınadan kurtulmuş olmayı Tann'nın beni
bağışlaması olarak kabul etmediğim için, bundan sonra başımıza gelenler,
aramızdaki en günahkâr ve en katı yürekli adamın bile gerçek tehlike ve kurtuluş
olduğunu söyleyeceği bir durum olacaktı.
Denize açılmamızın altıncı gününde Yarmouth sularına vardık; rüzgâr tersten
estiği ve hava da durgun olduğu için fırtınadan beri çok az bir yol
katedebilmiştik. Rüzgâr ters yönden, yani güneybatıdan esmeye devam ettiği için
orada demir atıp yedi sekiz gün beklemek zorunda kaldık, burası nehre girecek
-35-
li
gemilerin rüzgâr beklediği genel liman olduğu için bu süre içinde Newcastle'dan
birçok gemi daha bizimle aynı yere geldi.
Bununla birlikte gelgit sırasında nehre girebilirdik, bu kadar uzun süre
beklememize gerek kalmazdı, ama rüzgâr çok sertti ve ilk dört beş günü
geçirdikten sonra çok şiddetli esmeye başlamıştı. Ancak bulunduğumuz sular bir
liman kadar güvenliydi, demirlediğimiz yer iyi, zincirimiz çok sağlam,
adamlarımız da kayıtsızdı; tehlikeye karşı en ufak bir kaygı taşımıyor,
zamanlarını denizcilere özgü bir şekilde dinlenerek ve eğlenerek geçiriyor-
lardı; ama sekizinci günün sabahı rüzgâr arttı, biz de gemi mümkün olduğunca
hafiflesin diye el ele verip gabya çubuklarını indirdik ve her şeyi bir araya
topladık. Öğle üzeri deniz iyice kabardı, gemimiz baş tarafa doğru yatmaya
başladı, güverte birkaç kez deniz suyuyla dolup taştı ve bir iki kez de demirin
yerinden çıktığını düşündük, bunun üzerine kaptanımız iki demir üzerinde kalalım
diye ocaklık demirinin atılmasını emretti ve palamarlar sonuna kadar salındı.
Bu sefer gerçekten korkunç bir fırtına kopmuştu; şimdi denizcilerin bile
yüzlerinde korku ve şaşkınlık görmeye başlamıştım. Kendisini gemiyi kurtarma
işine vermiş olmakla birlikte kamarasına girip çıkarken yanımdan geçtiği sırada
kaptanın birkaç kez kendi kendine, "Tanrım, bize acı, hepimiz boğulacağız,
hepimiz yok olacağız," gibi sözler mırıldandığını duydum. Bu ilk kargaşa anında
aptala dönmüş, kasaraaltındaki kama-
-36-
ramda kımıldamadan yatıyordum; o an ne gibi bir ruh hali içinde olduğumu
anlatmak imkânsız. O kadar açık bir şekilde ayaklar altına aldığım ve etkisine
karşı kendimi duy-gusuzlaştırdığım ilk pişmanlığımı zar zor aklıma getiriyor; o
acı ölüm korkusunun geçtiğini ve ilk fırtına gibi bunu da atlatacağımızı
düşünüyordum. Ama az önce söylediğim gibi kaptan yanımdan geçerken hepimizin yok
olup gideceğini söylediğinde tam bir dehşete kapıldım; ayağa kalkıp kamaramdan
dışarı baktım. Bu kadar kasvetli bir manzarayla daha önce hiç karşılaşmamıştım;
denizdeki dalgalar dağ gibi yükseliyor, her üç dört dakikada bir üzerimize
boşanıyordu. Şöyle bir göz gezdirdiğimde etrafımızda felaketten başka bir şey
göremedim. Yakınlarımızda demirli duran, epey yüklü iki geminin direklerinin
bordalarından kırılmış olduğunu gördük; adamlarımız bağırarak bir mil kadar
ötemizde duran bir geminin de su alıp battığını söylüyorlardı. Demirleri
yerinden çıkmış olan iki gemi sulara kapılmış, açık denizdeki türlü türlü
tehlikelere doğru savruluyor ve bu gemilerin bir direği bile yerinde durmuyordu.
Denizde çok fazla baş kıç yapmadıkları için hafif gemiler daha iyi dayanmışlardı
ama bunlardan iki üç tanesi sürüklenip bize doğru geldiler ve yalnız açavele
gönderli yelken-leriyle rüzgârın önünde savrulup uzaklaştılar.
Akşama doğru ikinci kaptanla lostromo, pruva direğini kesmelerine izin vermesi
için kaptana yalvardılar; kaptan bunu yapmak-
-37-
tan yana değildi. Ama lostromo,* direğin kesilmesine izin vermezse geminin
batacağını söyleyerek itiraz ettiğinde kaptan izin verdi. Pruva direğini
kestiklerinde ana direk serbest kalıp gemiyi öyle bir sarstı ki onu da kesip
güverteyi bomboş bırakmak zorunda kaldılar. Bütün bunlar olup biterken, benim
gibi, çok kısa bir süre önce o kadar büyük bir korkuya kapılan acemi bir
denizcinin nasıl bir durumda olduğunu herkes tahmin edebilir. Ama o sıra
aklımdan geçen düşünceleri bunca zaman geçtikten sonra ifade etmem gerekirse,
önceden verdiğim kararların doğru çıkması ve benim bunları bir kenara bırakıp
ilk baştaki uğursuz kararıma geri dönmüş olmamdan dolayı duyduğum korku,
burnumun ucundaki ölüme karşı duyduğum korkudan on kat daha fazlaydı; bunlara
bir de fırtınadan duyduğum korkunun eklenmesi beni öyle bir hale getirmişti ki,
durumumu kelimelerle ifade etmem olanaksız. Ama daha kötüsü de varmış; fırtına
öyle bir şiddetle esmeye devam ediyordu ki, denizciler de daha önce bundan daha
kötüsünü görmediklerini kabul ediyorlardı. İyi bir gemimiz vardı ama yükü
fazlaydı ve denizin içinde sallanıp duruyordu. Denizciler ikide bir, 'gemi
kaynıyor' diye bağınşıyor-lardı. Sorup öğrenene kadar bu kaynamak la-fıyla ne
demeye çalıştıklarını bilmemek, benim için bir bakıma daha iyi olmuştu. Bununla
birlikte, fırtına öyle şiddetlenmişti ki, pek nadir görülebilecek bir şeye şahit
oldum; kaptan, lostromo ve diğer gemicilerin arasında
Ticaret gemilerinde tayfaların başı. -38-
daha aklı başında olanlar dualar ediyor, geminin her an denizin dibini
boylamasını bekliyorlardı. Bütün bu çektiklerimizin üzerine, bir de gece yansı
adamlardan biri gemide bir sorun var mı diye bakmak için aşağı indiğinde, 'gemi
su alıyor' diye bağırmaya başlamasın mı? Bu sırada başka bir gemici de ambarda
yüz yirmi santim yüksekliğinde su olduğunu söyledi. Sonra herkes tulumba başına
çağrıldı. Bu söz üzerine kalbim sıkışıyormuş gibi oldu ve oturduğum yataktan
düşerek kamaranın ortasına sırtüstü yığılıverdim. Ama adamlar beni ayılttılar ve
daha önce elimden bir şey gelmemiş olsa da şimdi herkes gibi tulumbaya yardım
edebileceğimi söylediler. Bunun üzerine ben de kendimi toplayıp tulumbanın
başına giderek canla başla çalışmaya başladım. Biz bu işi yaparken kaptan,
fırtınada tutunamayıp sürüklenerek denize açılmak zorunda kalan birkaç hafif
kömür gemisi görmüş ve yanımıza gelerek, tehlikede olduğumuzu bildirmek için bir
top atışı yapılmasını emretmiş. Ben kopan gürültünün ne olduğunu anlamadığımdan
o kadar çok şaşırdım ki geminin parçalanmaya başladığını ya da ona benzer
korkunç bir felaket olduğunu sandım. Kısacası, o büyük şaşkınlıkla düşüp
bayılıver-dim. Herkes kendi canını kurtarmakla uğraştığından kimse beni ya da
bana ne olduğunu umursamadı; dahası, tulumba başına başka bir adam geçti ve
ölmüş olduğumu sanarak beni ayağıyla bir kenara itip orada öylece yatmama
aldırmadı. Kendime geldiğimde epey uzun bir süre geçmişti.
-39-
Çalışmaya devam ediyorduk, ama ambardaki su sürekli yükseliyordu, geminin
batacağı apaçık ortadaydı. Gerçi fırtına biraz yatışmaya başlamıştı ama biz
limana girene kadar gemiyi ayakta tutmak mümkün olmadığı için kaptan toplan
ateşleyerek yardım istemeye devam ediyordu. Tam önümüzden geçen hafif bir gemi
bize yardım etmek için bir sandalını göndermeyi göze aldı. Sandal çok büyük bir
tehlikeye atılarak bize yaklaştı, ama bizim sandala binebilmemiz ya da
sandalın gemiye daha çok yanaşıp durması imkânsızdı. Sandaldaki adamlar var
güçleriyle kürek çekiyor, bizim hayatımızı kurtarmak için kendi canlarını
tehlikeye atıyorlardı. Bizimkiler geminin kıç tarafından, ucunda bir şamandıra
bulunan bir halatı onlara atıp epey bir saldılar. Sandaldaki adamlar çok
tehlikeli olmasına karşın epeyce uğraştıktan sonra halatı yakalamayı başardılar;
biz de onları geminin kıç tarafının altına doğru çektik ve hepimiz sandala
bindik. Biz sandala bindikten sonra, ne onlar için ne de bizim için gemilerine
varmayı düşünmenin hiçbir anlamı kalmamıştı, bu yüzden gemiye ulaşmayı bir
kenara bırakıp sandalı elimizden geldiğince karaya doğru çekme fikrini
herkes kabul etti. Bizim kaptan onlara, eğer sandal karaya çarpıp parçalanırsa,
kaptanlanyla görüşüp bunu telafi edeceğini söyledi. Böylece sandalımızda bazen
kürek çekerek bazen de sürüklenerek kuzeye doğru gittik. Yönümüzü karaya
çevirerek neredeyse Winterton Ness* sularına vardık.
Norfolk kıyısında bir yer.
-40-
Aynlalı daha on beş dakika bile olmamıştı ki gemimizin battığını gördük, işte o
zaman bir geminin denizde kaynamasının ne demek olduğunu ilk kez anladım.
Gemiciler bana geminin battığını söylediklerinde gözlerimi kaldırıp bakacak
halde olmadığımı itiraf etmek zorundayım; çünkü sandala bindikten sonra, daha
doğrusu denizciler beni sandala bindirdikleri andan itibaren kısmen dehşetten,
kısmen de kafama üşüşen, ileride beni daha nelerin beklediğiyle ilgili korku
dolu düşüncelerden dolayı kalbim sıkışıyordu.
Bu haldeyken yani adamlar sandalı karaya yanaştırmak için küreklere asılırken ve
sandalımız dalgalar üzerinde yükselip alçalırken, karayı ve yaklaştığımızda bize
yardım etmek için toplanmış birçok insanın kıyı boyunca koşuştuğunu
görebiliyorduk. Ama kıyıya doğru çok yavaş ilerliyorduk, zaten Win-terton'daki
feneri geçene kadar da karaya ulaşamayacaktık. Kıyıda, batıya, Cromer'e doğru
bir burun vardı ve bu burun rüzgârın gücünü biraz olsun kırıyordu. Buradan içeri
girdik, pek güçlük çekmeden denilemez ama yine de hepimiz sağ salim karaya
çıktık ve sonra yaya olarak Yarmouth'a yürüdük. Talihsiz insanlar olduğumuz için
orada büyük bir insanlıkla karşılandığımız gibi kasabanın yöneticileri
tarafından da iyi mahallelere yerleştirildik. Bazı tüccarlar ile gemi sahipleri
de bize dilediğimiz gibi Londra'ya gitmeye ya da Hull'a geri dönmeye yetecek
kadar para verdiler.
O sıra Hull'a, oradan da eve dönecek ka-
-41-
dar aklım olsaydı, mutlu bir adam olurdum ve babam da benim için ulu
Kurtarıcımız meselinin simgesi olan semiz buzağıyı* bile kurban ederdi; çünkü
binip gittiğim geminin Yarmouth sularında battığını duymuş ama boğul-madığımdan
emin olana kadar epey bir zaman geçmiş olurdu.
Ne var ki, kötü kaderim beni yine, hiçbir şeyin karşı koyamayacağı bir inatla
serüvenlerime devam etmeye yönlendiriyordu. Aklımın ve daha düzgün işleyen yargı
gücümün birkaç defa bağıra bağıra beni eve dönmeye çağırmış olmasına rağmen bunu
yapmaya gücüm yoktu. Buna ne isim vereceğimi bilmiyordum; bunun bizi kendi
yıkımımızı kendi ellerimizle hazırlamaya götüren, tehlike burnumuzun dibinde
bile olsa, göz göre göre üzerine koşmaya iten her şeyden güçlü, gizli bir ferman
olduğunu da bilemiyordum. Beni en aklı başında düşüncelerime, ciddi mantık
yürütmelerime, inançlarıma ve daha ilk denememde aldığım iki derse karşın yine
de devam etmeye iten şey, hiçbir zaman kaçamayacağım, kaderime zaten yazılmış,
önlenemez bir hayattan başka bir şey olamazdı kesinlikle.
Daha önce yüreğimi katılaştırmama yardım eden arkadaşım, yani kaptanın oğlu
şimdi benden bile isteksiz görünüyordu. Yarmo-uth'a vardıktan sonra birkaç
mahalleye dağıtıldığımız için onu ancak iki üç gün sonra görebilmiştim. İlk
gördüğümde tavırları değişmiş gibi geldi bana; çok hüzünlü görünüyordu ve başını
sallayarak bana nasıl olduğumu
• Orj.: Fatted calf, Luka 15:ııffden alıntı. -42-
sordu. Sonra da babasına benim kim olduğumu, daha uzaklara gitmek istediğim için
bu yolculuğa bir deneme olarak geldiğimi açıkladı. Babası ciddi ve kaygılı bir
tavırla bana dönerek, "Delikanlı," dedi, "bir daha asla denize açılmamaksın,
bunu, denizci olmak için doğmadığına dair açık ve somut bir işaret olarak kabul
etmelisin." "Neden, efendim?" dedim, "Siz de artık denize açılmayacak mısınız?"
"O başka mesele," dedi, "bu benim mesleğim, dolayısıyla da görevim; ama sen bu
yolculuğu bir deneme olarak yaptıysan, görüyorsun ya, eğer denize açılmakta
direnirsen başına neler geleceğini bir parça olsun gösterdi Tanrı; belki de
başımıza gelen bütün her şey seninle ilgiliydi, Tarsus'un* gemisindeki Yunus
gibi. Siyle bakalım," diye devam etti, "kimin nesisin sen? Ne diye denize
açıldın?" Bunun üzerine ona hikâyemin bir kısmını anlattım. Bitirdiğimde tuhaf
bir hiddete kapıldı. "Ben ne yaptım da böyle uğursuz bir mahluku gemime aldım?
Bir daha bin pound bile verseler, seninle aynı gemiye adım atmam." Uğradığı
zarar yüzünden zaten gerilen sinirlerinin iyice bozulduğunu ve artık kendisine
hâkim olamadığını gösteriyordu bu. Neyse ki, sonra benimle gayet ciddi bir
şekilde konuşmaya başladı; babamın yanına geri dönmem ve kaderle oyun oynamamam
-bu mahvolmama sebep olurdu- gerektiği konusunda uyanlarda bulundu. Bana,
Tann'nın
* Kutsal Kitap'ta Hz. Yunus'un suya bırakıldığı gemi. Hz. Yunus'un kıyıya çıkışı
ile R. Crusoe'nun kurtuluşu arasındaki çağrıştınm belirgin. Yunus I. Iff ten
alıntı.
-43-
benden yana olmadığının apaçık ortada olduğunu söyledi. "Ve delikanlı," dedi,
"şuna güven, eğer geri dönmezsen, babanın senin hakkında söyledikleri
gerçekleşene kadar nereye gidersen git, felaket ve hayal kırıklığından başka bir
şey bulamayacaksın."
Kısa bir süre sonra ayrıldık; sözlerine çok az karşılık verdiğim ve bir daha onu
görmediğim için nereye gittiğini bilmiyorum. Bana gelince, cebimde belli bir
miktar para olduğu için karayoluyla Londra'ya gittim. Yol boyunca olduğu gibi
Londra'da da hayatıma ne gibi bir yön vermem gerektiği konusunda -eve mi dönsem,
denize mi açılsam diye- kendimle kıyasıya mücadele ettim.
Eve gideyim diye düşündüğümde, beni bundan alıkoyan en önemli şey utanç
oluyordu; komşular arasında nasıl alay konusu olacağım, sadece annemle babamı
değil tanıdığım herkesi görmekten utanacağım geliyordu hemen aklıma. O zamandan
beri böyle durumlarda insanları, özellikle de gençleri yönlendiren genel tavrın
ne kadar da saçma ve mantıksız olduğunu sık sık gözlemlemiştim; sözgelimi, günah
işlemekten utanmazlar da bu günahı işledikleri için duydukları pişmanlıktan
utanırlar; yerinde bir sebeple aptal olarak anılmalarını gerektiren
hareketlerden değil de akıllı olduklarının düşünülmesini sağlayacak tek şey olan
eski, aptalca hareketlerinden vazgeçmekten utanırlar.
Yine de hayatımın o döneminde, ne gibi bir yol seçeceğim, nasıl bir hayat
süreceğim konusunda bir süre kararsız kaldım. Eve
-44-
dönme konusunda duyduğum dayanılmaz isteksizlik devam ediyordu. Bir süre geçince
de çektiğim zorluklarla ilgili anılanm yavaş yavaş uçup gitmeye başladı ve sönüp
giden bu anılarla beraber geri dönme konusunda en ufak bir isteğim varsa bile, o
da uçup gitti. En sonunda bununla ilgili düşüncelerimi tamamen bir kenara
bırakarak bir deniz yolculuğu aramaya başladım.
Beni daha ilk başta, kendi servetimi kazanmakla ilgili akıllıca tasarlanmamış,
ham düşüncelere sürükleyerek babaevinden u-zaklaştıran ve bütün güzel öğütlere,
ricalara ve hatta babamın emirlerine karşı sağır edip o garip fikirleri aklıma
sokan o uğursuz etki, evet, her ne ise artık, yine o aynı etki bu sefer de
karşıma1 bütün girişimler içinde en uğursuz olanını çıkardı; Afrika sahillerine
giden ya da bizim denizcilerin kabaca deyişiyle Gine'ye yolculuk eden bir gemiye
bindim.
Bütün bu serüvenlerde en büyük talihsizliğim gemiye denizci olarak binmeyişimdi,
gerçi böyle bir durumda herhangi birinden biraz daha fazla çalışmam
gerekebilirdi, ama bu süre içinde en azından bir lostromonun sorumluluklarıyla
görevini öğrenir ve zaman içinde, kaptanlık mertebesine ulaşamasam bile ikinci
kaptan olabilirdim. Ama her zaman kötüyü seçmek kaderimde yazılı olduğu için
burada da öyle yaptım; cebimde para, üstümde de iyi elbiseler olduğu için bir
gemiye her zaman bir beyefendi gibi binebilirdim; ve dolayısıyla gemide ne bir
işim oldu ne de bir şey öğrendim.
-45-
Her şey bir yana, Londra'da şans benden yanaydı da iyi bir arkadaş çevresine
düşmüştüm, benim o zamanki halim gibi başıboş ve yanlış yola sapmış gençlerin
her zaman bulamayacağı bir şeydi bu; şeytan onlar için daha başlangıçta bir
tuzak hazırlamayı ihmal etmezdi; ama benim başıma böyle bir şey gelmemişti. İlk
olarak daha önce Gine sahillerinde bulunmuş ve oradaki başarısı üzerine bir daha
gitmeye karar vermiş bir kaptanla tanıştım, adam, yaşıma göre o kadar da
mantıksız sayılmayacak konuşmalarımdan hoş-lanmıştı ve dünyayı görmek istediğimi
söylediğimde onunla yolculuğa çıkarsam herhangi bir ücret ödememe gerek
olmayacağını söyledi; ona yol ve yemek arkadaşlığı edeceğimi; eğer yanımda bir
şeyler götürebilirsem, alışverişin elverdiği kadar bunun faydalarını
görebileceğimi ve belki de teşvik bile edilebileceğimi söyledi.
Bu teklif aklıma yattı; dürüst ve açıksözlü bir insan olan bu kaptanla sıkı bir
dostluğa girerek onunla yolculuğa çıktım ve yanıma da ufak tefek birkaç parça
mal alarak, kaptan arkadaşımın karşılık beklemeyen dürüstlüğü sayesinde kayda
değer bir kazanç sağladım; kaptanın bana önerisi üzerine yanıma kırk pound'luk
ufak tefek şeyler almıştım. Bu kırk pound'u da kendileriyle haberleştiğim
akrabalarımdan bazılarının yardımıyla bir araya getirmiştim; onların babamı ya
da en azından annemi, ilk serüvenime bu kadar olsun katkıda bulunmaya ikna
ettikleri inancındayım.
Bütün serüvenlerim içinde başarılı oldu-
-46-
ğunu söyleyebileceğim tek yolculuğum buydu ve bunu kaptan arkadaşımın
doğruluğuna ve dürüstlüğüne borçluyum; onun gemisindey-ken ayrıca matematik ve
denizciliğin kurallarıyla ilgili doğru düzgün bir bilgi edindim, geminin
seyrettiği yolun hesaplarının nasıl tutulacağını, gözlem yapmayı, yani kısacası
bir denizcinin anlaması gereken bazı şeyleri öğrendim. Kendisi bana kimi şeyleri
öğretmekten zevk aldığı için ben de öğrenmekten zevk alıyordum; sözün kısası bu
yolculuk hem bir denizci hem de tüccar olmamı sağladı; serüvenimin sonunda
yanımda iki buçuk kilo altın tozuyla dönmüştüm ve bu para bana Londra'da
yaklaşık üç yüz pound getirdi; böylece o andan itibaren beni yıkımıma götürecek
olan ihtirasla doldum.
Ama bu yolculukta bile başıma talihsizlikler gelmişti; bunlardan biri de sürekli
olarak hasta olmamdı; iklim aşın sıcak olduğundan tropikal iklimlerde görülen
şiddetli bir beyin hummasına yakalanmıştım; çünkü temel ticaretimizi yaptığımız
sahil, ekvatorun ancak 15 enlem kuzeyindeydi.
Bir Gine tüccarı olma yolunda ilerliyordum artık; en büyük talihsizliğim
arkadaşımın dönüşümüzden kısa bir süre sonra öl-mesiydi. Aynı yolculuğu tekrar
yapmak gibi bir kararım olduğundan aynı gemiyle tekrar yola çıktım; önceki
yolculukta ikinci kaptan olan kişi, şimdi geminin yönetimini eline almıştı. Bir
adamın yapabileceği en uğursuz yolculuktu bu; yeni kazandığım paranın iki yüz
pound'unu, ölen arkadaşımın bana çok
-47-
dürüst davranan dul karısına bıraktığımdan yanımda sadece yüz pound vardı ama
yine de bu yolculukta korkunç aksilikler geldi başıma; bunlardan ilki şuydu;
gemimiz Kanarya Adalan'na doğru yol alırken ya da daha doğrusu Afrika
sahillerine ulaşmak için bu adaların arasından geçerken Sale'*den kalkan bir
Türk korsan gemisi, bizi sabahın köründe bütün yelkenlerini açmış bir şekilde
kovalamaya başladı. Biz de alanımızın yettiği ya da yelken direklerimizin
kaldırabildiği kadar yelken açarak kurtulmaya çalıştık; ama korsanların bize
doğru epey bir yol katettiğini ve birkaç saat içinde kesinlikle bize
yetişeceklerini görerek savaşmaya hazırlandık; bizim gemide on iki top varken
korsanların gemisinde on sekiz top vardı. Öğleden sonra saat üç sularında bize
yetiştiler ve geminin kıç tarafından yanaşmak isterken yanlışlıkla omuzluk
alabandasına yanaşmaları üzerine, biz de toplarımızdan sekizini o tarafa dizerek
gemiyi borda ateşine tuttuk, bu da onu sarstı. Sonra da geminin toplan ateşimize
karşılık vermeye ve bordasındaki yaklaşık iki yüz adam tüfekleriyle saçma
yağdırmaya başladı. Neyse ki bütün adamlarımız siperlerin arkasında olduğu için
kimsenin kılına zarar gelmedi. Onlar tekrar saldırmaya hazırlanırken biz de
kendimizi savunmaya hazırlandık; ama bu sefer diğer omuzluktan yanaşarak altmış
adamı güvertemize indirdi, bu adamlar hemen güverteyi parçalamaya,
donanımlarımızı kesmeye baş-
• Rabat yakınlarında, korsanların kullandığı bir Fas limanı.
-48-
ladılar. Biz de onlara, saçmalar, küçük mızraklar ve barut sandıklan yağdırarak
ikinci kez güvertemizi onlardan temizledik. Ama yine de öykümüzün bu üzücü
kısmını kısa kesmek gerekirse, gemimizin harap olması ve adamlanmızdan üçünün
öldürülüp sekizinin yaralanması üzerine teslim olmak zorunda kaldık ve esir
alınarak Mağripliler'e ait bir liman olan Sale'ye götürüldük.
Orada gördüğüm muamele ilk başta endişelendiğim kadar korkunç değildi; adamlan-
mızın geri kalanı gibi ülkenin yukanlanna, imparatorun sarayına götürülmemiştim.
Kor-sanlann kaptanı, genç ve çevik olduğumdan beni işlerine uygun görerek
kendisi için bir ödül olarak tuttu ve kölesi yaptı. Tüccarlıktan böyle sefil bir
köle durumuna düşmek beni altüst etmişti; şimdi geriye dönüp babamın, sefil
olacağımı ve bana yardım eli uzatacak kimse olmayacağını söylediği kehanetler
içeren konuşmasını hatırlıyor ve söylediklerinin gerçekten de doğru çıktığını,
durumumun bundan daha kötü olamayacağını düşünüyordum; Tann'nın gazabına
uğramıştım ve hiçbir kurtuluş umudum yoktu. Ama nerede! Bu öykünün ilerleyen
bölümlerinde de görüleceği üzere şu an içinde bulunduğum durum ilerde çekeceğim
sıkıntıların yanında bir hiç sayılacaktı.
Yeni efendim ya da sahibim beni evine aldığı için tekrar denize açıldığında beni
de yanında götüreceğine dair umutlar besliyor, adamın kaderinde eninde sonunda
İspanyol ya da Portekiz savaşçılarına yakalanmasının bulun-
duğuna ve böylece özgür kalacağıma inanıyordum. Ama kısa bir süre sonra bu
umudum da tükendi; çünkü denize açıldığında küçük bah-çesiyle ilgileneyim ve
evindeki kölelerin yaptığı angaryaları yapayım diye beni karada bıraktı;
seferden geri dönünce de gemiye bakmam için kamarada yatmamı emretti.
Buradan kaçmaktan ve bunu gerçekleştirmek için hangi yolu seçeceğimden başka bir
şey düşünemiyordum, ama gerçekleşme ihtimali olan tek bir yol bile bulamadım.
Böyle bir düşünceyi mantıklı görmem için elimde hiçbir şey yoktu; çünkü bu
konuyu açabileceğim, benimle birlikte kaçabilecek ne bir İngiliz, ne İrlandalı,
ne de İskoçyalı köle arkadaşım vardı; dolayısıyla iki yıl boyunca sık sık
hayalini kurmakla birlikte bu fikri uygulamaya koymak için cesaret verici en
ufak bir olasılık çıkmamıştı karşıma.
İki yıl sonra, özgürlüğümü geri kazanmak için bir şeyler yapma düşüncesini
tekrar aklıma getiren garip bir fırsat çıktı ortaya. Duyduğuma göre
parasızlıktan gemisine gerekli teçhizatı sağlayamayan ve her zamankinden daha
uzun bir süredir evde yan gelip yatmakta olan efendim, hava güzelse haftada bir
iki kez, bazen daha da sık olmak üzere geminin filikasını alıp balığa çıkıyor ve
kürek çekmemiz için benimle genç bir Moresko'yu* da yanına alıyordu. Onu çok
eğlendiriyorduk, benim de balık tutmakta çok becerikli olduğum ortaya çıkmıştı;
öyle ki efendim bazen, akrabalarından bir Mağripli ile onların deyimiyle
ORHAN KEMAL
Mağripli'nin İtalyancası.
k HALK KÜTÜPHA^Sİ
Moresko'yu da yanıma vererek kendisi için biraz balık tutmaya gönderiyordu.
Bir keresinde çok sakin bir sabah yine balığa çıktığımızda, sis o kadar
yoğunlaştı ki yarım fersah bile uzaklaşmadığımız halde karayı göremiyorduk;
nereye, hangi tarafa gittiğimizi bilmeden bütün gün, bütün gece kürek çektik;
sabah olduğunda karaya doğru gitmek yerine denize açıldığımızı ve karadan en az
iki fersah uzakta olduğumuzu far-k ettik. Bununla birlikte, sabahleyin rüzgâr
oldukça sert esmeye başladığı için epey çaba harcayarak ve bir de tehlike
atlatarak geri dönmeyi başarabildik; ama hepimiz çok acıkmıştık.
Bu talihsizlikten ötürü endişelenen efendimiz ileride daha fazla dikkat etmesi
gerektiğine ve İngiliz gemisinden aldığı uzun kayığı kendisi için ayırarak bir
daha asla yanına bir pusula ve biraz da erzak almadan balığa çıkmamaya karar
verdi. Bu yüzden gemisindeki benim gibi İngiliz bir köle olan marangoza uzun
kayığın ortasına, mavnalardaki gibi bir kabul odası ya da kamara ve arkasına
dümen tutmak, demir atıp çekmek için duracak bir yerle, önüne de yelkenleri
idare edecek bir ya da iki kişinin durabileceği bir yer yapmasını buyurdu.
Kayık, kırlangıç kanadı dediğimiz bir yelkenle gidiyordu ve seren kamaranın
üstünden idare ediliyordu, kamara da rahat ve alçak bir şeydi, içinde bir iki
köleyle birlikte yatabileceği kadar yer; üzerinde yemek yenecek ve küçük
çekmecelerine de likör gibi sevdiği içki şişelerini, özel-
-51-
likle de ekmek, pirinç ve kahve koyabileceği bir masa vardı.
Sık sık bu kayıkla balığa çıkıyorduk, en iyi balık tutan adamı olduğum için
bensiz asla balığa çıkmıyordu. Bir keresinde o yörenin ileri gelenlerinden iki
üç Mağripli'yle birlikte eğlenmek ve balık tutmak için bu kayıkla açılmaya karar
verdi ve konuklan için olağanüstü hazırlıklar yaptı, bir gece önceden kayığa her
zamankinden fazla erzak gönderdi; bana da gemisinden üç misket tüfekle biraz
barut ve saçma alıp hazırlanmamı çünkü balıkla birlikte kuş da avlamayı
tasarladıklarını söyledi.
Her şeyi emrettiği gibi hazırladım ve sabaha kadar kayıkta kalıp her şeyi
yıkayıp tertemiz yaptım, eski sancağı ve flamaları çektim, konuklan ağırlamak
için gerekli her şeyi hazırladım. Çok geçmeden efendim kayığa tek başına gelip
bana konuklannın işlerinin çıktığını, gitmeyi ertelediklerini ve konuklarını
evde akşam yemeğine beklediği için her zamanki gibi adamla ve çocukla kayığa
binip onlara biraz balık tutmamı ve balıklan tutar tutmaz da eve getirmemi
söyledi, bütün bun-lan yapmaya hazırdım.
Tam o sırada aniden kaçma fikri tekrar aklıma geldi, çünkü şimdi emrimde küçük
bir gemi olacaktı; efendim gittiğinde kendimi bir balık avına değil de bir deniz
yolculuğuna çıkmaya hazırladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum, ama bunu pek de
umursamıyor-dum, nereye gidersem gideyim, oradan kurtulmaktı istediğim.
-52-
Planımın ilk parçası, bir yalan atarak şu Mağripli'nin gemiye biraz yiyecek
getirmesini sağlamaktı; ona efendimizin ekmeğinden yiyerek haddimizi aşmamamız
gerektiğini söyledim. Bunun doğru olduğunu söyledi ve kayığa büyük bir sepet
dolusu peksimet ya da çörek türü bir şeylerle üç testi taze su getirdi.
Şekillerinden, efendimizin İngiliz ganimetleri içinden aldığı belli olan şişe
kasalannın da yerini biliyordum; Mağripli karadayken bun-lan da kayığa taşıyarak
sanki daha önce efendimiz için oraya konulmuşlar süsü verdim. Aynca yirmi beş
kilo ağırlığında büyük bir topak balmumu, bir yumak sicim, ufak bir balta, bir
testere ve bir çekici de kayığa taşıdım. Bütün bunlar sonradan çok işimize
yaradı, özellikle' de mum yapmak için kullandığımız balmumu. Mağripli'ye bir
oyun daha oynadım ve o saf bir şekilde buna da kandı. Adı İsmail'di, insanlar
ona "Molla" diyorlardı; ben de ona 'Molla,' dedim, "kayıkta efendimizin silahlan
var, biraz barutla saçma getiremez misin? Belki kendimiz için biraz alkami
(bizim çulluklar gibi bir av kuşu) vururuz; efendimizin cephaneleri gemide
tuttuğunu biliyorum çünkü." "Tamam, biraz getireyim," dedi ve yedi yüz elli gram
kadar, belki daha da fazla barut alan büyük, deri bir torbayla iki buçuk kilo
kadar saçma ve kurşun getirdi; bunlann hepsini kayığa yerleştirdi. Bu arada ben
de büyük kamaranın içinde efendimize ait olan barutlan bulup kasadaki büyük
şişelerden birine -bu şişe neredeyse boş olduğundan içindekileri başka bir
şişeye ak-
-53-
tararak- doldurmuştum; böylece gerekli olan her şeyi hazırlamış olarak balığa
çıkmak üzere limandan ayrıldık. Limanın girişindeki kalede bulunan nöbetçiler
kim olduğumuzu bildiklerinden bize aldırmadılar; limandan çıktıktan sonra bir
mil kadar açıldık ve yelkenimizi indirip balık tutmaya başladık. Rüzgâr benim
istediğimin aksine kuzey-kuzeydo-ğu'dan esiyordu; güneydoğudan esseydi, İspanya
sahillerine ulaşacağımdan emindim, en azından Cadiz Koyu'na varırdım; ama hangi
yönden eserse essin, o korkunç yerden ayrılmaya ve gerisini şansa bırakmaya
kararlıydım.
Oltama balık takılınca, Mağripli görmesin diye onları yukarı çekmediğimden bir
süre avlanıp da hiçbir şey tutamayınca ona şöyle dedim: "Böyle olmayacak,
efendimize balık götüremeyeceğiz, biraz daha açılmak zorundayız." Bunda hiçbir
zarar görmeyerek kabul etti ve kendisi kayığın baş tarafında olduğu için
yelkenleri açtı; ben de dümene geçip bir fersah kadar açıldım ve sonra sanki
balık av-layacakmış gibi durdum. Dümeni çocuğa vererek Mağripli'nin durduğu yere
doğru gittim, sanki arkasındaki bir şeyle ilgileniyormuş gibi yaparak aniden
kolumla, belinden kavrayarak onu küpeşteden denize atıverdim. Bir şişe mantarı
gibi yüzebildiği için hemen su yüzüne çıktı, onu kayığa almam için bana
yalvarmaya başladı ve benimle dünyanın her yanına gelebileceğini söyledi.
Kayığın arkasından o kadar hızlı yüzüyor ve rüzgâr da o kadar hafif esiyordu ki
bana çabucak yetişe-
-54-
bilirdi. Bunun üzerine kamaraya girip av tüfeklerinden birini getirip ona
doğrulttum; şimdiye kadar ona hiçbir zarar vermediğimi, sessiz durursa bundan
sonra da vermeyeceğimi söyledim. "Ama," dedim, "karaya ulaşabilecek kadar iyi
yüzüyorsun ve deniz de sakin, karaya doğru yüzmen senin için en iyisi olur, sana
zarar vermeyeceğim ama kayığa yaklaşmaya kalkarsan seni alnının orta yerinden
vururum, çünkü özgürlüğüme kavuşmaya kararlıyım." Bunun üzerine dönüp karaya
doğru yüzmeye başladı, kolaylıkla ulaştığına hiç şüphem yok, çünkü mükemmel bir
yüzücüydü.
Mağripli'yi yanımda tutup çocuğu denize atmak beni daha memnun ederdi, ama Mağ-
ripli'ye güvenemezdim. O gittiğinde Ksuri adındaki çocuğa döndüm ve ona şöyle
dedim: "Ksuri, eğer bana sadık kalırsan, seni büyük bir adam yaparım; ama bana
karşı dürüst olacağına dair yüzünü sıvazlamazsan..." -bu Muhammet ile babasının
sakalı üzerine yemin etmesi demek oluyordu- "seni de denize atmak zorunda
kalacağım." Çocuk yüzüme gülümseyerek o kadar masum bir tavırla konuştu ki ona
güvenmemem imkânsızdı; bana sadık kalacağına ve benimle dünyanın dört bir yanma
geleceğine dair yemin etti.
Yüzmekte olan Mağripli'nin görüş alanında olduğum süre boyunca, yelkenleri
rüzgâr tarafına açarak kayıkla denize doğru açıldım, böylece boğaza* doğru
gittiğimi düşüneceklerdi -gerçekten de biraz aklı olan birinin
Cebelitarık Boğazı.
-55-
böyle yapması beklenirdi. Güneye, bütün bir zenci ulusunun kanolarıyla
etrafımızı çevreleyip bizi yok edeceği, karaya çıkabilsek bile vahşi hayvanlar
ya da onlardan daha acımasız barbar insanlar tarafından parçalanıp yeneceğimiz
Berberistan kıyılan* doğru yol aldığımızı kim tahmin edebilirdi ki?
Ama akşam olup hava kararır kararmaz, yönümü değiştirdim ve karayı gözden
kaybetmemek için rotamı biraz doğuya çevirerek güneydoğu yönüne gitmeye
başladım; güzel, serin bir meltem estiği ve deniz de durgun olduğu için o kadar
çok yol aldık ki ertesi gün öğleden sonra saat üçte, ilk defa olarak karayı
gördüğümde Sale'nin en az yüz elli mil güneyinde olduğumuzu düşünüyordum. Fas
imparatorunun ya da daha doğrusu o civarlar-daki herhangi bir kralın
topraklarının oldukça ötesindeydik; çünkü tek bir insana bile rastlamamıştık.
Ama Mağripliler'den öyle korkuyor ve ellerine düşme fikriyle öyle bir dehşete
kapılıyordum ki, ne durup karaya çıktım, ne de demir attım, rüzgâr güzel güzel
esmeye devam ettiği için bu şekilde beş gün daha yol aldım. Sonra rüzgârın
güneye dönmesiyle, peşimde herhangi bir gemi varsa artık beni kovalamaktan
vazgeçtikleri sonucuna vararak kıyıya yanaşmayı göze aldım ve küçük bir nehrin
ağzında demirledim. Durduğum yerin neresi, hangi enlem derecesi, hangi ülke,
ulus ya da nehir olduğunu bilmiyordum. Tek bir insan
• Batı Trablus ile Fas arasındaki Kuzey Afrika kıyılarına "Berberistan
kıyılan" deniyordu.
-56-
görmemiştim ve görmeyi de istemiyordum; istediğim tek şey içme suyuydu. Bu
ırmağın ağzına akşamüstü gelmiştik; karanlık basar basmaz yüzerek karaya çıkıp
buranın nasıl bir yer olduğunu anlamaya karar verdik. Ama karanlık basar basmaz,
ne olduğunu bilmediğimiz birtakım vahşi yaratıklar havlama, kükreme ve uluma
gibi korkunç sesler çıkarmaya başladı. Zavallı çocuk korkudan ölecekti
neredeyse, bana gündüz olana kadar karaya çıkmamam için yalvardı. "Peki, Ksu-
ri," dedim, "çıkmam o zaman; ama gündüz de karşımıza o yaratıklar kadar kötü
insanlar çıkabilir." "O zaman biz var onları vurmak," dedi Ksuri gülerek;
"hepsini kaçmak yapmak." Ksuri bizim gibi kölelerle konuşa konuşa ancak bu kadar
İngilizce öğrenmişti. Bununla birlikte, çocuğun bu kadar neşeli olduğunu görmek
beni sevindirmişti ve daha da neşelendirmek için ona efendimizin kasasındaki
şişelerden bir yudum içki verdim. Her şey bir yana Ksuri'nin öğüdü iyi bir öğüt
olduğundan bunu tuttum; küçük demirimizi atıp bütün gece kıpırdamadan yattık.
Kıpırdamadan diyorum çünkü hiç uyumadık; iki üç saat içinde türlü türlü, kocaman
kocaman yaratıkların (isimlerinin ne olduğunu bilmiyorduk) deniz kenarına gelip
suya girdiklerini ve serinlemek için suyun içinde debelenip yıkandıklarını
gördük. O kadar iğrenç homurtular ve böğürtüler çıkarıyorlardı ki böylesini daha
önce hiç duymamıştım.
Ksuri çok korkmuştu, aslında ben de korkmuştum; ama bu koca
yaratıklardan bi-
-57-
rinin yüzerek kayığımıza doğru geldiğini duyduğumuzda daha da çok korktuk. Onu
göre-miyorduk ama soluk alıp vermesinden ne kadar kocaman ve yırtıcı bir hayvan
olduğunu arılayabiliyorduk. Ksuri bunun bir aslan olduğunu söyledi ve bildiğim
kadarıyla olabilirdi. Zavallı Ksuri demiri çekip küreklere asılarak uzaklaşmamız
için yalvardı. "Hayır, Ksuri," dedim, "şamandırayı salıp denize açılabiliriz;
bizi o kadar uzağa kadar takip edemezler." Bunu der demez yaratığın (artık her
ne ise) bize iki kürek boyu kadar yaklaştığını görerek şaşkınlığa kapıldım;
hemen kamaraya girdim ve tüfeğimi alarak ateş ettim. Bunun üzerine hayvan geri
dönüp karaya doğru yüzmeye başladı.
Ama tüfeğin patlamasıyla kıyıda olduğu kadar karanın içlerinde de tarifi
imkânsız, iğrenç sesler ve ulumalarla karışık o kadar korkunç bir gürültü koptu
ki, bu yaratıkların daha önce hiç tüfek sesi duymadığını düşündüm. Böylece
geceleyin kıyıya çıkmamızın imkânı olmadığına inanmıştım, gündüz nasıl
çıkacağımız da ayrı bir meseleydi; çünkü vahşilerin eline düşmek de aslanlar ve
kaplanların eline düşmek kadar kötüydü. En azından ikisinin de aynı derecede
tehlikeli olduğunu biliyorduk.
Bununla birlikte, kayıkta bir yudum bile suyumuz kalmadığından öyle ya da böyle
su bulmak için karaya çıkmak zorundaydık; önemli olan suyu ne zaman ve nereden
bula-cağımızdı. Ksuri testilerden biriyle gitmesine izin verirsem, su
arayabileceğini ve bana da
-58-
biraz getireceğini söyledi. "Neden sen gidiyor-muşsun?" diye sordum, "Sen
kayıkta kalsan da ben gitsem olmaz mı?" Bana öyle sevgi dolu bir cevap verdi ki,
birden onu daha çok sevdim. "Vahşi adamlar gelmek, beni yemek, sen kaçmak."
"Peki, Ksuri," dedim, "ikimiz beraber gideceğiz ve vahşi adamlar gelirse, onları
öldüreceğiz, ne seni ne de beni yiyemeyecekler." Ksuri'ye yemesi için bir parça
peksimet ve efendimizin daha önce bahsettiğim kasasındaki şişelerden bir yudum
içki verdim; kayığı da uygun olduğunu düşündüğümüz bir yere kadar kıyıya
yaklaştırdık. Yanımıza iki su testisinden başka bir şey almadan yürüyerek karaya
çıktık.
Ben vahşilerin kanolanyla nehirden aşağı gelmelerinden korktuğum için kayığı
gözden kaybetmek istemiyordum, ama çocuk bir kilometre ötede alçak bir yer
görerek oraya gitti ve bir süre sonra koşarak bana doğru geldiğini gördüm.
Vahşilerin onu kovaladığını ya da vahşi bir hayvandan korktuğunu sanarak yardım
etmek için ona koştum. Ama yaklaştığımda omzunda bir şey asılı olduğunu gördüm;
yabantavşanına benzeyen bir hayvan vurmuştu ama bunun rengi farklıydı, bacakları
da daha uzundu. Ne olursa olsun, buna çok sevindik; eti de iyiydi; ama zavallı
Ksu-ri'nin bana söylemek istediği, esas sevindiği şey su bulması ve hiç vahşi
hayvan görmemiş olmasıydı.
Ama daha sonra su için o kadar uğraşmamıza gerek olmadığını anladık, çünkü
ağzında bulunduğumuz ırmağın biraz yukansın-
-59-
1
da, deniz suyu çekilince güzel ve temiz bir su aktığını anladık. Böylece
testilerimizi doldurduk ve tavşanla da güzel bir ziyafet çekip o çevrede
herhangi bir insana ait hiçbir ayak izi olmadığını görerek yolumuza gitmeye
hazırlandık.
Bu kıyılara daha önce de bir yolculuk yaptığım için Kanarya Adalan'nın ya da
Yeşilbu-run Adalan'nın bu sahillerden pek uzak olmadığını biliyordum. Ama hangi
enlemde olduğumuzu ölçecek herhangi bir aletim olmadığı gibi, bu adaların hangi
enlemlerde olduğunu tam olarak bilmediğim ya da en azından hatırlamadığım için
onları nerede arayacağımı ya da denize açıldığımda oraya ulaşmak için hangi yolu
tutacağımı da bilmiyordum; yoksa şimdi bu adalardan herhangi birini kolaylıkla
bulabilirdim. Ama bu kıyıyı izleyerek İngilizlerin ticaret yaptığı bölgeye
varırsam, her zamanki ticaret yollan üzerinde seyretmekte olan, bize yardım
edecek bir gemiye rastlamayı umut ediyordum.
Hesaplanma göre şu anda en iyi ihtimalle, Fas İmparatoru'nun ülkesiyle
zencilerin topraklan arasında, çorak ve vahşi hayvanlar dışında kimsenin
yaşamadığı ıssız bir yerde olmalıydık. Zenciler Mağripliler'den korktuklan için
bu bölgeyi terk edip daha güneye gitmişler, Mağripliler de çoraklığından ötürü
yerleşmeye değer bulmamışlardı. Aslında her iki taraf da burayı, sayısız kaplan,
aslan, leopar ve diğer vahşi hayvanlar yüzünden terk etmişlerdi; bu yüzden
Mağripliler de bu bölgeyi yalnızca iki üç bin kişilik ordularla geldikleri za-
-60-
man avlanmak için kullanıyorlardı. Gerçekten de bu kıyı boyunca aşağı yukan yüz
mil gitmiş ama gündüzleri çorak ve ıssız bir topraktan başka bir şey görmezken
geceleri de vahşi hayvanlann uluyup hırlamalanndan başka bir şey duymamıştık.
Gündüz vakti, bir iki kez Kanaryalar'daki Teneriffe Dağı'nın en yüksek tepesi
olan Te-neriffe'yi gördüğümü sandım ve oraya ulaşma umuduyla kayığı o tarafa
yöneltmeye karar verdim, ama iki kez denedikten sonra ters esen rüzgâr ve küçük
gemim için fazla yüksek olan dalgalar dolayısıyla başanlı olamadım. Bu yüzden
ilk planıma geri dönüp kıyıyı takip etmeye karar verdim.
İlk yerden aynldıktan sonra, taze su bulmak için birkaç' kez daha karaya çıkmak
zorunda kaldık. Bir keresinde de sabahın erken saatlerinde, oldukça yüksek bir
kara parçasının altında demir atmış, sulann yükselme zamanı olduğu için daha
içeri girebilmeyi bekliyorduk. Belli ki gözleri etrafı benimkilerden daha çok
tarayan Ksuri yavaşça bana seslendi ve kıyıdan uzaklaşmamızın daha iyi olacağını
söyledi. "Çünkü," dedi, "bak, ötedeki şu tümseğin yanında korkunç bir canavar
yatmış, uyuyor." Gösterdiği yere baktım ve gerçekten de korkunç bir canavar
gördüm. Kıyının kenannda, tümseğin üzerinde asılı gibi duran bir kaya
çıkıntısının gölgesi altında uyuyan koskocaman bir aslan vardı. "Ksuri," dedim,
"karaya çıkıp öldür şunu." Ksuri korktu ve "Ben, öldürmek! Bir ağızda var beni
yutmak o," dedi; bir lokmada demek isti-
-61-
yordu. Çocuğa kıpırdamadan yatmasını söyledim ve başka da bir şey demedim.
Neredeyse misket tüfeği sayılacak en büyük tüfeğimizi alıp bol bol barut ve iki
kurşunla doldurarak bir kenara bıraktım; sonra bir tüfeği daha iki kurşunla
doldurdum ve üçüncüye de (üç tüfeğimiz vardı çünkü) üç küçük kurşun koydum.
Aslanı başından vurabilmek için, birinci tüfekle elimden geldiğince iyi nişan
aldım, ama aslan bir pençesini burnunun biraz üstüne kaldırmış, öyle bir şekilde
yatıyordu ki kurşunlar dizine rastlayarak kemiğini kırdı. İlk başta kükreyerek
yerinden kalktı ama bacağı kırılmış olduğundan tekrar yere düştü ve sonra üç
bacağı üzerinde ayağa kalkarak hayatımda duyduğum en çirkin kükreyişi kopardı.
Onu başından vuramadığım için biraz şaşırmıştım. Ama hemen ikinci tüfeği aldım
ve kaçmaya başlamış olmasına rağmen tekrar kafasına ateş ettim; yere düştüğünü,
daha az ses çıkardığını ve can çekiştiğini görünce sevindim. Sonra Ksuri cesaret
bularak karaya çıkmak istedi. "Peki, git," dedim; böylece oğlan suya atladı ve
küçük tüfeği de bir eline alarak tek eliyle kıyıya yüzdü, yaklaştığında tüfeğin
namlusunu hayvanın kulağına dayayarak kafasına bir kez daha ateş edip işini
bitirdi.
Bu, bizim için gerçekten bir oyun olmuştu ama işin içinde yiyecek yoktu ve bize
hiçbir faydası dokunmayacak bir hayvana üç atışlık barut ve kurşun harcadığımıza
çok üzüldüm. Yine de Ksuri hayvanın bir parçasını alacağını söyledi ve ona
baltayı vermemi istedi. "Ne
-62-
için, Ksuri?" dedim. "Ben var onun kafasını kesmek," dedi. Bununla birlikte
kafasını kesmeyi başaramadı, ama bir ayağını keserek yanında getirdi. Bu ayak
gerçekten tam bir canavar ayağıydı.
Bununla birlikte bir şekilde derisinin belki işimize yarayacağı geldi aklıma ve
becere-bildiğim kadarıyla derisini yüzmeye karar verdim. Böylelikle Ksuri ve ben
aslanın yanına gidip işe koyulduk. Ksuri bu konuda benden çok daha becerikliydi;
çünkü ben deri yüzmesini hiç bilmiyordum. Bu iş bütün günümüzü aldı, ama sonunda
derisini çıkardık ve kamaranın üzerine serdik, güneşin iki gün içinde tamamen
kuruttuğu deri sonradan benim için yatak vazifesi gördü.
Bu duraklarriadan sonra, on on iki gün boyunca durmadan güneye yol aldık,
azalmaya başlayan yiyeceğimizi çok tutumlu kullanıyor ve su almak zorunda
kalmadığımız sürece karaya çıkmıyorduk. Amacım Gambia Nehri'ne ya da Senegal'e
varmaktı -yani Ye-şilburun yakınlarındaki herhangi bir yere-oralarda da
Avrupa'dan gelen bir gemiye rastlamayı umut ediyordum. Bir gemiye rastlaya-
mazsak adaları aramak ya da zencilerin arasında yok olmaktan başka ne yapardım,
bilmiyordum. Gine sahillerine, Brezilya'ya ya da Doğu Hindistan'a giden bütün
Avrupa gemilerinin bu burundan ya da adalardan geçtiğini biliyordum; kısacası
bütün kaderim tek bir noktaya bağlıydı, ya bir gemi bulacak ya da yok olup
gidecektim.
Bu karara varmamdan on gün kadar son-
-63-
ra, kıyıda insanların yaşadığını görmeye başladım; geçtiğimiz iki ya da üç yerde
kıyıda durmuş bize bakan insanlar görmüştük. Ayrıca bu insanların oldukça kara
ve çırılçıplak olduklarını da görebiliyorduk. Bir keresinde karaya çıkıp onlarla
konuşmaya niyetlendim ama akıl hocam Ksuri, "Yok gitmek, gitmek yok," dedi. Yine
de onlarla konuşabileceğim kadar kıyıya yanaştım ve kıyı boyunca epey bir
arkamızdan koştuklarını gördüm. Silahları yoktu, elinde uzun ince bir sırık
taşıyan biri hariç. Ksuri bunun bir mızrak olduğunu ve iyi nişan alarak bu
mızrağı çok uzaklara atabildiklerini söyledi. Ben de belli bir uzaklıkta kaldım
ve elimden geldiğince işaretlerle onlarla konuşmaya çalıştım, özellikle de
yiyecek bir şeyler anlamına gelen işaretler yaptım. Onlar da bana kayığı
durdurmamı ve biraz et getireceklerini işaret ettiler. Bunun üzerine yelkenin
üst tarafını indirdim ve bekledim; ikisi karanın içlerine doğru koştu ve yarım
saat geçmeden yanlarında iki parça kurutulmuş et ve biraz da tahıl getirdiler.
Bunlar kendi topraklarına özgü ürünler olduğundan iki şeyin de ne olduğunu
bilmiyorduk. Kabul etmeye hevesli olmamıza rağmen bu sefer de nasıl alacağımız
sorun oldu, çünkü ben karaya, yanlarına gitmeyi göze alamıyordum, ayrıca onlar
da bizim kadar korkuyordu. Ama hepimiz için güvenli bir yol buldular;
yiyecekleri kıyıya bırakıp epey bir uzağa gittiler ve biz onları kayığa götürene
kadar orada bekleyip sonra tekrar bize yaklaştılar.
Karşılık olarak onlara vereceğimiz bir şey
-64-
olmadığından el kol işaretleriyle teşekkür ettik. Ama tam o anda onları çok
mutlu etmemizi sağlayacak bir fırsat çıktı; biz daha kıyıdan ayrılmamışken iki
kocaman hayvan ortaya çıktı. Dağların oradan geliyorlardı ve (anladığımız
kadarıyla) biri diğerini büyük bir çılgınlıkla denize doğru kovalıyordu; erkek
dişiyi mi kovalıyordu, oynuyorlar mıydı, kızgın mıydılar; bu, sıradan bir şey
miydi yoksa olağanüstü bir şey miydi, anlayamadık, ama sanırım ikincisiydi;
çünkü, bir kere bu yırtıcı hayvanlar gündüzleri pek seyrek ortaya çıkarlardı.
Bir de insanlar, özellikle de kadınlar çok korkmuştu. Elinde mızrak ya da ok
gibi bir şeyi olan adam hariç herkes kaçmıştı. Bununla birlikte iki hayvan
doğruca suya koştu, zencilere saldıracak gibi görünmüyorlardı, eğlenmek için
gelmiş gibi denize dalıp yüzmeye başladılar. Sonunda, birisi kayığa umduğumdan
daha fazla yaklaşmaya başladı ama buna karşı hazırlıklıydım, çabucak tüfeğimi
doldurdum ve Ksuri'ye de diğer ikisini doldurmasını söyledim. Hayvan tüfeğimin
menziline girer girmez ateş ettim ve onu kafasından vurdum. Hemen suyun içine
gömüldü ama anında tekrar yüzeye çıktı ve can çekişi-yormuş gibi batıp çıkmaya
başladı; gerçekten de can çekişiyordu. Karaya doğru gitmeye başladı ama hem
yarası ölümcül olduğu hem de çok fazla su yuttuğu için kıyıya varmasına çok az
bir mesafe kaldığında öldü.
Tüfeğimin çıkardığı gürültü ve ateş karşısında bu zavallı yaratıkların duyduğu
şaşkınlığı ifade etmek mümkün değil. Kimileri kor-
-65-
kudan neredeyse ölecekti ve dehşetten kendilerini ölü gibi yere attılar. Ama
hayvanın ölüp de suda battığını, benim de onlara yaklaşmalarını işaret ettiğimi
gördüklerinde cesaret bulup kıyıya geldiler ve yaratığı aramaya başladılar. Suyu
bulandıran kanından yaratığın yerini buldum ve bir ipi etrafına dolayıp
çekmeleri için zencilere verdim. Onu çekerek kıyıya götürdüler. Hayranlık verici
bir güzellikte, benekli, çok ilginç bir leopardı bu. Zenciler onu öldürmek için
kullandığım şeyin ne olduğunu anlayamayarak şaşkınlıkla ellerini havaya
kaldırıyorlardı.
Tüfekten çıkan ateş ve gürültüden korkan diğer hayvan kıyıya yüzüp doğruca
geldikleri dağlara kaçmıştı; o kadar uzaktan onun ne tür bir hayvan olduğunu
anlayamamıştım. Zencilerin bu hayvanın etini yiyebileceklerini anladım hemen.
Ben de onlara bir iyilik olsun diye hayvanı vermeye istekliydim; onu
alabileceklerine dair el kol işaretleri yaptığımda çok memnun oldular. Hemen
hayvanın başına toplandılar, bıçaklan yoktu ama keskinleştirilmiş bir tahta
parçasıyla derisini kolayca yüzdüler, öyle ki bizim bıçakla yapabileceğimizden
çok daha kolaylıkla yaptılar bunu. Etin bir parçasını bana vermeyi teklif
ettiklerinde reddettim, ama deriyi alabileceğime dair işaretler yaptım. Deriyi
seve seve verdiler ve kendi erzaklarından bir dolu daha getirdiler. Ne olduğunu
anlamadığım halde kabul ettim. Sonra biraz su istediğimi gösterecek işaretler
yaptım ve testilerimden birini onlara doğru tutarak boş oldu-
-66-
ğunu ve doldurulmasını istediğimi göstermek için baş aşağı çevirdim. Hemen
arkadaşlarından bazılarına seslendiler ve iki kadın topraktan yapılıp güneşte
pişirilmiş olduğunu düşündüğüm büyük bir kap getirdiler. Daha önce olduğu gibi
bunu benim için kıyıya bıraktılar ve ben de Ksuri'yi testilerle kıyıya
göndererek üçünü de doldurttum. Kadınlar da erkekler gibi çırılçıplaktı.
Her ne olursa olsun, artık bazı kökler, tahıl ve su temin etmiştim. Arkadaş
canlısı zencilerimden ayrılarak karaya uğrama gereği duymadan on bir gün daha
yol almıştım ki dört beş fersah önümde büyük bir kara parçasının denize doğru
çıkıntı yaptığını gördüm. Deniz de çok durgun olduğundan bu noktaya ulaşmak
'için karanın etrafından epey bir açıldım. Karadan iki fersah kadar
uzaklaştığımda diğer tarafta da denize doğru uzanan bir kara parçası olduğunu
gördüm; sonra bunun Yeşilburun ve isimlerini bu burundan alan Yeşilburun Adaları
olduğu sonucuna vardım; aslında bundan emindim. Ama çok uzaktaydılar ve
yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu bilmiyordum; sert bir rüzgâr çıkarsa ne
birine ne de öbürüne ulaşabilirdim.
Bu ikilem dolayısıyla düşüncelere dalarak kamaraya girip oturdum. Dümeni Ksuri
idare ediyordu; tam o sırada çocuğun bağırdığını duydum. "Efendi, efendi,
yelkenli bir gemi!" Aptal çocuk, bunun efendisinin bizi yakalamaları için
gönderdiği gemilerden biri olduğunu sanarak korkudan şaşkına dönmüş-
-67-
tü. Oysa ben onların ulaşamayacağı kadar uzakta olduğumuzu biliyordum. Kamaradan
dışarı fırladım ve gemiyi görür görmez bir Portekiz gemisi olduğunu anladım;
zencilerle ticaret yapmak için Gine sahillerine gidiyor olmalıydı. Ama tuttuğu
yolu fark ettiğimde, başka bir tarafa gittiğini ve bu taraflara hiç
yaklaşmayacağını hemen anladım. Mümkün olursa onlarla konuşmaya karar vererek
elimden geldiğince denize açıldım.
Tüm yelkenleri açmış olmama rağmen ye-tişemeyeceğimi, onlara bir işaret bile
veremeden geçip gideceklerini fark ettim. Yelkenleri sonuna kadar açtığım halde
tam umutsuzluğa kapılmaya başladığım sırada, anlaşılan onlar dürbünleriyle beni
görmüşler ve kayığımız Avrupa tarzında olduğu için, kazaya uğrayan bir gemiye
ait olduğunu düşünmüşlerdi. Böylece onlara yetişmem için yelkenlerinin bir
kısmını indirdiler. Tehlike işareti olarak, efendimin kayıktaki sancağını açtım
ve silahı ateşledim. Bunların ikisini de görmüşlerdi, çünkü sonradan bana
silahın sesini duymadıkları halde dumanı gördüklerini söylediler. Bu işaretler
üzerine, büyük bir iyilik edip yelkenlerini indirerek beni beklediler ve
yaklaşık üç saat içinde onlara yetiştim.
Bana Portekizce, İspanyolca ve Fransızca kim olduğumu sordular, ama bu dillerden
hiçbirini anlamıyordum. En sonunda gemideki İskoçyalı bir denizci benimle
konuştuğunda ona cevap verebildim ve İngiliz olduğumu, Sale'den, Mağripliler'in
elinden, kölelikten kaçtığımı anlattım. Sonra beni gemiye ça-
-68-
ğırdılar ve bütün eşyalanmla birlikte gemiye alma iyiliğini gösterdiler.
İçinde bulunduğum o perişan ve neredeyse umutsuz durumdan kurtulmaktan dolayı
kelimelerle ifade edilmesi imkânsız bir sevinç duyduğuma herkes inanacaktır.
Beni kurtarmasının karşılığında, hemen geminin kaptanına sahip olduğum her şeyi
vermeyi teklif ettim. Ama kendisi cömertçe benden hiçbir şey almayacağını ve
Brezilya'ya vardığımızda bütün eşyalarımın güvenli bir şekilde bana teslim
edileceğini söyledi. "Çünkü," dedi, "senin hayatını sadece insani duygularla
kurtardım; bir gün bakarsın ben de aynı duruma düşerim. Ayrıca, seni
Brezilya'ya, kendi ülkenden o kadar uzak bir yere götürürken elindeki her- şeyi
alırsam, orada açlıktan ölürsün ve o zaman da hayatını kurtarmış olmamın hiçbir
anlamı kalmaz. Hayır, hayır, Senyör Inglese," diye devam etti, "Bay İngiliz,
seni oraya hayrına götüreceğim. Sen de oraya vardığımızda rızkını ve eve dönüş
paranı çıkartırsın."
Bu teklifiyle gösterdiği iyiliği gerçekten de harfi harfine yerine getirdi.
Çünkü denizcilere benim eşyalarımdan hiçbirine dokunulma-masını emretti. Sonra
da her şeyi kendi üzerine aldı ve daha sonra bunları geri alabileyim diye üç
toprak testiye varıncaya kadar her şeyin yazılı olduğu bir liste verdi bana.
Kayığımı görünce, onun çok kaliteli bir şey olduğunu anlayarak gemide kullanmak
için satın almak istediğini söyledi ve kaç para istediğimi sordu. Bana karşı her
konuda
-69-
bu kadar cömert davrandığından kayık için ücret talep edemeyeceğimi, kendisine
karşılıksız vereceğimi söyledim. Bunun üzerine bana, kayık için Brezilya'da
seksen tane sekizlik* ödemek üzere bir senet vereceğini ve oraya vardığımızda
daha fazla teklif edecek olan çıkarsa bu parayı artıracağını söyledi. Bana
ayrıca, adamım Ksuri için de altmış adet sekizlik teklif etti, ama ben bu parayı
almayı hiç istemiyordum. Ksuri'yi kaptana bırakmak istemiyor değildim, ama kendi
özgürlüğümü kazanmamda bana bu kadar bağlılıkla yardım eden zavallı çocuğun
özgürlüğünü satmak düşüncesi beni tiksindiriyordu. Bununla birlikte, sebeplerimi
bildirdiğimde kaptan bana hak vererek şu ara yolu önerdi: Hıristiyan olursa on
yıl içinde onu serbest bırakacağına dair çocuğa söz verecekti. Bunun üzerine,
Ksuri de onunla kalmaya istekli olduğunu söyleyince onu kaptana bıraktım.
Brezilya yolculuğumuz çok iyi geçti ve yaklaşık yirmi iki gün sonra Todos los
Santos** ya da Bütün Azizler Koyu'na vardık. Hayatımın en sefil durumundan
böylece bir kez daha kurtulmuştum ve artık bundan sonra ne yapacağıma karar
vermem gerekiyordu.
Kaptanın benim için yaptığı bütün o cömertlikleri ne kadar anlatsam azdır.
Yolculuk için benden hiçbir şey almadığı gibi, bir de kayığımdaki leopar postu
için yirmi duka, aslan postu için de kırk duka verdi. Gemideki eşyalarımın
hepsinin de bana eksiksiz geri
• Gümüş İspanyol parası.
** O sıra Brezilya'nın başkenti olan San Salvador limanı.
-70-
verilmesini sağladı ve satmak istediğim ne varsa hepsini satın aldı. Şişe
kasası, silahlarımın ikisi ve bir topak balmumu -geri kala-nıyla mum yapmıştım-
da dahil olmak üzere, bütün eşyalarımdan yaklaşık iki yüz yirmi adet sekizlik
kazandım ve cebimde bütün bu parayla Brezilya'ya ayak bastım.
Brezilya'ya varmamın üzerinden fazla bir süre geçmeden, kaptan beni kendisi gibi
iyi ve dürüst bir adamın evine yerleştirdi. Bu adamın ingenio denilen bir
çiftliği ve şeker imalathanesi vardı. Bir süre bu adamla yaşadım ve ekip
biçmeyi, şeker imalatını öğrendim. Bu çiftçilerin ne kadar iyi yaşadıklarını ve
birden nasıl da zengin olduklarını gördüğümde orada yerleşme izni alabilirsem
ben de çiftçi olmaya ve bir yandan da Londra'da bıraktığım parayı almanın
yollarını aramaya karar verdim. Bu amaçla, bir tür yurttaşlık belgesi alarak
paramın yettiği kadar, işlenmemiş toprak aldım ve İngiltere'den geleceğini
düşündüğüm paranın yeteceği bir üretim ve yerleşim planı yaptım.
Wells adında, İngiliz asıllı ama Lizbon'dan gelen Portekizli bir komşum vardı;
onun durumu da aynı benimki gibiydi. Ona komşum diyordum, çünkü çiftliği hemen
benimkinin yanındaydı ve çok iyi anlaşıyorduk. Onunki gibi benim de param azdı
ve iki yıl boyunca ancak kendi karnımızı doyuracak kadar ekim yapabilmiştik.
Bununla birlikte, kazancımız artmaya, toprağımız da düzene girmeye başladığından
üçüncü yıl biraz tütün ektik ve ertesi yıl şekerkamışı ekmek üzere ikimiz de
-71-
büyük birer tarla hazırladık. Ama ikimizin de yardıma ihtiyacı vardı ve şimdi
adamım Ksu-ri'den ayrılmakla hata ettiğimi her zamankinden daha iyi anlıyordum.
Ama nerede! Hiçbir zaman doğru şeyi yapmayan benim gibi bir insan için hata
yapmak hiç de şaşılacak bir şey değildi. Devam etmekten başka çarem yoktu.
Uğruna bütün güzel öğütlere karşı gelerek babaevimi terk edip hayata taban
tabana zıt, yeteneklerime çok uzak bir işe atılmış; üstelik, tam da babamın bana
daha önceden salık verdiği orta tabaka hayata -ya da aşağı tabaka hayatın en üst
düzeyine- girivermiştim. Böyle yaşamaya önceden karar vermiş olsaydım, hem
evimde kalmış, hem de uzak diyarlarda kendimi harap etmemiş olurdum. Bunu altı
bin beş yüz kilometre uzakta, dünyanın hiçbir yeriyle haberleşemeyeceğim, ıssız
bir yerde, yabancılar ve vahşilerin arasında yapacağıma; İngiltere'de,
dostlarımın arasında da yapabileceğimden yakınıyordum sık sık kendi kendime.
İçinde bulunduğum duruma bakıp çok büyük pişmanlıklar duyuyordum. Ara sıra
görüştüğüm komşumdan başka konuşacak kimsem yoktu. Dişimle tırnağımla
çalışmaktan başka bir şey yapamazdım. Gemisi kazaya uğrayıp da ıssız bir adaya
düşmüş, yapayalnız bir adam gibi yaşadığımı düşünüyordum. Ama bu nasıl da aynen
gerçek oldu! Meğer, kendi durumunu daha kötü şartlar altındaki başkalarıyla
karşılaştırmadan önce ciddi ciddi düşünmek gerekiyormuş; Tanrı
-72-
bir değiş tokuş yapıp bu kişinin önceden daha mutlu olduğunu yaşayarak
kabullenmesini sağlayabilirmiş. Diyorum ki, düşündüğüm o ıssız adadaki gerçek
yalnız hayat nasıl da benim kaderimde yerini buldu; devam etseydim her koşulda
beni mutluluğa ve zenginliğe boğacak olan bu hayatı, haksız bir şekilde bir
ıssız ada hayatıyla ne kadar da sık karşılaştırıyordum.
Denizde beni gemisine alan iyi yürekli kaptan arkadaşım, gemiyi yüklemek ve
yolculuğa hazırlanmak için yaklaşık üç ay Brezilya'da kalmıştı ve o yola
çıkmadan önce ben de çiftlik işini idare edecek kadar yerleşmiştim. Ona küçük
bir miktar paramı Londra'da bıraktığımı söylediğimde, bana dostça ve içten bir
tavsiyede bulundu: "Senyör Inglese," dedi -bana hep böyle hitap ediyordu-
"Londra'da paranız kimdeyse, ona bir mektup yazıp paranızı Lizbon'a, benim
bildireceğim kişilere, bu ülkede geçerli olacak mallar halinde göndermesini
söyler ve burada bana gerekli mektupları ve bir de vekâlet belgesi verirseniz,
dönüşte bu mallan Tann'nın izniyle size getiririm. Ama insanın başına her türlü
uğursuzluk ve felaket gelebileceği için size sadece, paranızın yansı olan yüz
pound'u getirtmenizi öneririm. İlk yansının başına bir şey gelmez ve güvenli bir
şekilde elinize geçerse, kalanının da aynı yoldan gönderilmesini
isteyebilirsiniz. Ama bir terslik çıkar da bu para yolda kaybolup giderse,
elinizde en azından paranın ikinci yansı kalır."
Bu, çok sağlam bir öğüt olduğu ve pek de
-73-
dostça göründüğü için seçilecek en iyi yolun bu olduğuna inanmamak elde değildi.
Böylece Portekizli kaptanın söylediği gibi, paramı bıraktığım hanımefendi için
bir mektup ve kaptanın kendisi için de bir vekâlet belgesi hazırladım.
İngiliz kaptanın dul karısına, serüvenlerimi bütün ayrıntılarıyla anlatan bir
mektup yazdım; köleliğimi, kaçışımı, denizde Portekizli kaptan ile karşılaşmamı,
onun ne kadar büyük bir insanlık ettiğini ve o sırada ne gibi bir durum içinde
bulunduğumu yazıp paramın gönderilmesiyle ilgili gerekli bütün bilgileri de
ekledim. Ve bu dürüst kaptan, Lizbon'a vardığında, orada bulduğu bazı İngiliz
tüccarlar aracılığıyla Londra'daki başka bir tüccara hem haberimi hem de bütün
hikâyemi ulaştırmıştı. Londra'daki tüccar da bütün bunları kaptanın karısına
iletmiş; bunun üzerine kadın da sadece parayı göndermekle kalmamış, bir de
Portekizli kaptana, bana gösterdiği insanlık ve iyilik için kendi cebinden çok
güzel bir hediye göndermişti.
Londra'daki tüccar, bu yüz pound'u İngiltere'de kaptanın yazdığı gibi mala
çevirerek doğruca ona, Lizbon'a göndermişti. Kaptan da bütün bunları güvenli bir
şekilde bana, Brezilya'ya getirmişti. Bu malların arasına benim isteğim dışında
(çünkü ben bunları düşünemeyecek kadar acemiydim işimde) çiftliğim için her tür
demir araç gereç ve çiftlik aletlerini de dahil etme düşünceliliğinde bulunmuş
ve bu aletler gerçekten de çok işime yaramıştı.
-74-
Bu mallar geldiğinde çok sevinip artık hiçbir sıkıntı çekmeyeceğimi düşündüm.
Ayrıca, iyi yürekli vekilharcım -kaptan- arkadaşımın kendisine hediye olarak
gönderdiği beş pound'u da bana altı yıl hizmet etmek üzere bir hizmetkâr tutmaya
yatırmış ve kendi ürünüm olduğu için ona zorla kabul ettirdiğim birazcık
tütünden başka hiçbir karşılık almamıştı.
Dahası vardı; bütün mallarım, bu ülkede özellikle aranan ve değerli kabul edilen
elbise, kumaş ve çuha gibi İngiliz yapımı ürünler olduğu için, bunları büyük kâr
elde ederek sattım; diyebilirim ki eşyaların ilk değerinin dört kat fazlasını
kazandığım ve şimdi zavallı komşumun son derece ilerisinde -yani çiftliğimin
gelişimi a'çısından demek istiyorum-olduğum için ilk iş olarak kendime bir zenci
köleyle bir Avrupalı hizmetkâr aldım; yani kaptanın bana Lizbon'dan getirdiği
hizmetkârın yanı sıra.
Ama kötü kullanılan bir servet çoğunlukla en büyük sıkıntılarımızın sebebi
haline gelir ya, benim durumumda da böyle oldu. Ertesi yıl da çiftliğimde çok
başarılı oldum. Komşularımın ihtiyaçları için ayırdıklarımın dışında kendi
toprağımda elli büyük balya tütün yetiştirmiştim ve her biri elli kilonun
üzerinde olan bu elli balya, güzelce hazırlanmış bir şekilde Lizbon'dan gelecek
filoyu bekliyordu. İşim ile servetim arttıkça kafam da -aslında genellikle en
akıllı işadamlarının bile yıkımına sebep olabilecek- projeler ve taşanlarla
dolup taşmaya başlamıştı.
-75-
O zaman yaşadığım hayatı sürdürseydim, her türlü mutluluğu elde edebilirdim,
çünkü içinde bulunduğum durum, babamın sakin ve fırtınasız bir hayat olarak
öğütleyip orta tabaka hayatı diye adlandırdığı hayatın ta kendisiydi. Ama ben
başka şeylerle uğraştım ve başıma gelecek felaketleri kendi elimle hazırladım;
özellikle de beni bekleyen talihsiz olaylarda kendi payımı artıracak ve kendime
iki kat daha fazla kızmama sebep olacak şeyleri yapmakta sınır tanımadım. Bütün
bu talihsizliklerin sebebi, yine benim dünyayı dolaşmak gibi budalaca bir arzuya
inatla bağlı kalmam ve o sırada Doğa ile Tann'nın elbirliğiyle karşıma çıkardığı
hayat şartlarını ve gelecek umutlarını basitçe ve güzelce takip ederek kendime
iyilik etmek ve görevimi yapmak yerine, bu arzunun peşinden koşmamdı.
Bir zamanlar anne ve babamdan kaçtığımda yaptığım gibi, şimdi de hoşnut olmama
imkân yoktu. Doğanın izin verdiğinden daha hızlı yükselme gibi sabırsız ve
alçakgönüllülükten uzak bir amaç uğruna, yeni çiftliğini işleten zengin ve
başarılı bir adam olmak gibi güzel bir düşünceyi bir kenara bırakmak
zorundaydım. Tekrar kendimi bir insanın düşebileceği ve belki de ömrüyle
sağlığını tüketeceği sefil uçurumların en derinine attım.
Gelelim öykümün bu bölümünün ayrıntılarına. Tahmin edeceğiniz gibi yaklaşık dört
yıldır Brezilya'da yaşıyordum ve çiftliğimde başarılı olmaya, servetimi de
artırmaya başlamıştım. Bu arada sadece oranın dilini öğ-
-76-
renmekle kalmamış, çiftçi arkadaşlarımın yanı sıra, limanımız olan St.
Salvador'daki tüccarlar arasında da tanıdıklar ve arkadaşlar edinmiştim. Onlarla
konuşmalarımızda sık sık Gine sahillerine yaptığım iki yolculuğu ve orada
zencilerle nasıl ticaret yapıldığını; o sahillerde boncuk, oyuncak, bıçak,
makas, balta, cam parçalan gibi ufak tefek şeyler karşılığında yalnız altın
tozu, Gine baharatı, fildişi değil, Brezilya hizmetinde çalıştırılmak üzere çok
sayıda zenci köle de alınabileceğini anlatıyordum.
Konuşmalarımı, özellikle de zenci köle alımıyla ilgili kısımları her zaman büyük
bir dikkatle dinliyorlardı. O zamanlar zenci ticareti pek fazla girişilen bir iş
olmadığı gibi bir de sadece İspanya ile Portekiz krallarının as-siento'su ya da
izniyle yapıldığı ve sadece devletin tekelinde olduğu için çok az zenci
getirilebiliyor, bunlar da aşın pahalıya mal oluyordu.
Bir gün, bazı tüccar ve çiftçi arkadaşlanm arasında yine büyük bir ciddiyetle bu
konulardan bahsetmiştim. Ertesi sabah bu arka-daşlanmdan üçü bana gelip önceki
gece anlattığım şeyler üzerine derin derin düşündüklerini ve bana gizli bir
teklifte bulunacaklan-nı söylediler. Bu konunun gizliliğini bana sıkı sıkıya
tembihledikten sonra, Gine'ye gitmek için bir gemi hazırlamaya karar
verdiklerini; hepsinin benim gibi çiftlikleri olduğunu ve ırgat yokluğundan
çektikleri sıkıntıyı hiçbir şeyden çekmediklerini; yapılmaması gereken bir
ticaret olduğu için eve döndüklerinde
-77-
zencileri açıktan açığa satamayacaklannı; bu yüzden de tek bir yolculuk yapıp
zencileri özel olarak getirerek kendi çiftlikleri arasında bölüştüreceklerini
söylediler. Kısacası Gine sahillerindeki ticaret işini yönetmek üzere yük memuru
olarak gemilerine katılıp katılmayacağımı sordular ve bana, para vermeme hiç
gerek olmadan onların payına eşit sayıda zenci vermeyi teklif ettiler.
İtiraf etmek gerekiyor ki bu çok güzel bir öneriydi; kendisine ait bir düzeni ve
ilgilenmesi gereken bir çiftliği olmayan biri için hatırı sayılır, iyi bir
kazanç elde etmenin güzel bir yoluydu. Bana gelince; düzenini kurmuş, işlerini
yoluna koymuş bir insan olarak üç dört yıl daha başladığım gibi çalışmaktan ve
İngiltere'deki diğer yüz pound'umu getirtmekten başka yapacak şeyim yoktu. Bu
küçük ek parayla da varlığımın o zamana kadar üç dört bin pound'u bulmasını
engelleyecek hiçbir şey olmazdı. Üstelik, bu para daha da artardı; benim gibi
biri için böyle bir yolculuğu düşünmek, bir adamın yapabileceği en büyük
saçmalıktı.
Ama ben kendi kendimi mahvetmek için dünyaya geldiğimden; babamın güzel
öğütlerinin bir kulağımdan girip diğerinden çıktığı zamanlarda ilk abuk subuk
düşüncelerimi bir tarafa bırakmayı nasıl başaramadıysam, bu teklife de
dayanamadım. Kısacası onlara, yokluğumda çiftliğimle ilgilenmeyi ve başıma bir
şey gelirse de çiftliği önceden belirteceğim şekilde satmayı kabul ederlerse,
seve seve gideceğimi söyledim. Hepsi bunu yapmaya söz
-78-
verdi. Sözlerini yerine getirmek için de bazı belgeler ve sözleşmeler yazmaya
giriştiler. Ben de ölürsem diye, çiftliğimi ve mallarımı tanzim eden bir
vasiyetname hazırlayıp daha önce olduğu gibi bu sefer de, hayatımı kurtaran
geminin kaptanını umumi vârisim ilan ettim ve mallarımın yarısını kendine
ayırmasını, diğer yansını da İngiltere'ye göndermesini istediğimi belirttim.
Uzun sözün kısası, mallarımı korumak ve çiftliğimi ayakta tutmak için olası
bütün önlemleri aldım. Kendi çıkarlarımı korumak için bu sağduyunun yansını
göstermiş olsaydım ve ne yapıp ne yapmamam gerektiği konusunda doğru dürüst
düşünseydim, büyümeye açık, bu kadar kazançlı bir işi bırakıp her türlü
tehlikeyi barındıran bir deniz yolculuğuna asla çıkmazdım. Bu tehlikelerin yanı
sıra, benim her türlü uğursuzluğa karşı savunmasız bir insan olduğumu söylemeye
gerek bile yok.
Ama acele etmiş ve mantığı bir kenara bırakıp körü körüne, hayallerimin
buyruklan-na boyun eğmiştim. Aynı şekilde, gemi hazırlandığı, mallar yüklendiği
ve yolculuktaki her şey anlaşma gereği ortaklarını tarafından ayarlandığı için
1659 yılı Eylül ayının ilk günü uğursuz bir saatte gemiye bindim; sekiz yıl önce
annemle babamın otoritesine başkaldırarak ve kendi çıkarlanm açısından da büyük
bir aptallık ederek Hull'da onlardan ay-nldığım günle aynı gündü bu.
Gemimiz yaklaşık yüz yirmi ton ağırlığm-daydı, altı top; kaptan, uşağı ve ben
hariç on
-79-
dört adam taşıyordu. Gemide, zencilerle alışveriş yapmaya elverişli boncuk, cam
parçaları, sedef, ufak tefek şeyler, özellikle de küçük aynalar, bıçaklar,
makaslar, baltalar ve bunun gibi şeyler dışında pek büyük bir yük yoktu.
Gemiye bindiğim gün, yelken açıp Afrika sahillerine ulaşmak amacıyla kendi
bulunduğumuz sahilden kuzeye doğru yola çıktık; Afrika sahilleri 10 ya da 12
derece kuzey enlemlerine denk düştüğü için o günlerde bu yol kullanılıyordu.
Hava çok güzeldi. Yalnız, St. Augustino Burnu'na* varıncaya dek takip ettiğimiz
bütün sahil yolu boyunca aşın sıcaktı. St. Augustino Burnu'ndan denize açılıp
artık karayı gözden yitirince, sanki Fernando de Noronha Adası'na** gidecekmiş
gibi doğudaki bütün o adaları arkada bırakarak dümeni, kuzeydoğu-kuzey yönüne
çevirdik. Bu yol üzerinde, aşağı yukarı on iki gün içinde ekvatoru geçtik ve son
hesaplarımıza göre tam 7 derece 22 dakika kuzey enlemine vardığımızda şiddetli
bir fırtına ya da kasırga aklımızı başımızdan aldı. Fırtına keşişlemeden
başladı, karayele çevirdi ve sonra da poyrazda kaldı; bu sırada artık öyle
korkunç esiyordu ki on iki gün boyunca rüzgârın önüne kapılıp kader ve
fırtınanın öfkesi nereye götürürse oraya sürüklenmekten başka bir şey yapamadık.
Bu on iki gün boyunca her an denizin dibini boylamayı beklediğimi söylememe ge-
• Muhtemelen Brezilya'nın kuzeydoğu ucundaki Recife
yakınlarındaki Capo Branco. ** Brezilyadaki Natal'ın 250 mil kadar doğusunda.
-80-
rek yok; aslında gemideki kimse canını kurtaracağını ummuyordu.
Fırtınanın yarattığı dehşetin yanı sıra, adamlarımızdan biri, içinde
bulunduğumuz sıkıntılı durumda beyin hummasından öldü ve bir başka gemici ile
miço* çocuk da güverteden denize uçtu. On ikinci gün, havanın biraz
yumuşamasıyla kaptan elinden geldiğince bir gözlem yaptı ve 11 derece kuzey
enleminde ama St. Augustino Burnu'nun 22 boylam batısında olduğumuzu buldu.
Guyana sahili üzerine ya da Brezilya'nın kuzey kısımlarına, Amazon Nehri'nin
ötesine, Büyük Nehir diye bilinen Orinoko Nehri tarafına sürüklendiğimizi
anladı. Gemi su almaya başlamış ve çok hasar görmüş olduğu için ne gibi bir yol
tutması gerektiğini bana danışmaya başladı; ona kalsa doğruca Brezilya
kıyılarına geri döneceğini söyledi.
Ben buna kesinlikle karşıydım; beraber Amerika sahillerinin haritalarına bakarak
Karayip Adaları bölgesine girene kadar yardım alabileceğimiz yerleşik bir bölge
bulunmadığı sonucuna vardık. Dolayısıyla Meksika Koyu ya da Körfezi'nin çekimine
kapılmayı önlemek için açıktan Barbados'a doğru yola çıkmaya karar verdik. On
beş gün içinde bunu kolayca başarabileceğimizi umuyorduk. Hem gemimiz hem de
kendimiz için yardım almadan Afrika sahillerine gitmemize olanak yoktu zaten.
Bu planlarla yolumuzu değiştirdik ve yar-
* Gemicilik bilgisi olmayan, acemi durumdaki tayfa çocuk, tayfa yamağı.
-81-
dim bulacağımızı umduğum İngiliz adalarından birine ulaşabilmek için dümeni
kuzeyba-tı-batı yönüne çevirdik; ama kaderde yolculuğumuzun başarılı olamayacağı
yazılıymış. 12 derece 18 dakika enlemi üzerindeyken ikinci bir fırtınaya
yakalandık ve aynı şiddetle batıya, öyle ıssız bir yere savrulduk ki denizden
sağ kurtulsak bile, bırakın ülkemize dönmeyi, vahşiler tarafından yenilip
yutulmazsak iyiydi.
Böyle bir sıkıntı içinde, rüzgâr da hâlâ şiddetini sürdürmekteyken sabahleyin
adamlarımızdan biri, "Kara!" diye bağırdı. Dünyanın neresinde olduğumuzu görme
umuduyla kamaralarımızdan dışarı fırlamamızla geminin bir kum tepesine çarpması
bir oldu. O an gemi öyle ani bir hareketle durdu ve dalgalar üzerine öyle bir
şekilde boşanmaya başladı ki hepimiz o an öleceğimizi sanarak denizin köpükleri
ve dalgalarından korunmak için hemen kapalı yerlere girdik.
Daha önce buna benzer bir durumda bulunmamış bir kişinin, bu dehşeti anlatması
veya anlaması kolay değildir. Nerede olduğumuza, üzerine sürüklendiğimiz kara
parçasının ada mı kıta mı olduğuna, insanların yaşayıp yaşamadığına dair hiçbir
şey bilmiyorduk; ilk baştaki kadar olmasa da rüzgârın azgınlığı hâlâ
sürdüğünden, bir mucizeyle çekip gitmediği sürece geminin parçalara ayrılmadan
çok fazla dayanabileceğine dair pek bir umut besleyemiyorduk. Kısacası, oturmuş
birbirimize bakıyor, her an ölmeyi bekliyor, başka bir dünyaya hazırlanıyorduk;
çünkü bu dünyada yapabileceğimiz hiçbir şey kalk-
mamıştı artık. Tesellimiz, tek tesellimiz, endişelerimizin aksine geminin daha
parçalanmamış olması ve kaptanın da rüzgârın dinmeye başladığını söylemiş
olmasıydı.
Şimdi rüzgârın biraz dindiğini düşünsek bile, gemimiz hâlâ karaya oturmuş
olduğundan ve çıkmasını umut edemeyeceğimiz kadar kuma gömüldüğünden gerçekten
korkunç bir durumdaydık ve elimizden geldiğince hayatımızı kurtarmaya
çalışmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu. Fırtınadan önce geminin kıç
tarafında bir sandalımız vardı, ama ilk önce geminin dümenine çarpa çarpa
kırılmış, sonra da yerinden kopup düşerek ya denizde batmış ya da sürüklenip
gitmişti, dolayısıyla ondan umudumuzu kestik. Güvertede başka bir sandal daha
vardı ama onu denize indirip indiremeyeceğimiz şüpheliydi. Bununla birlikte
tartışacak zaman yoktu, çünkü geminin her an parçalara ayrılabileceğini
biliyorduk ve gemicilerden biri zaten parçalanmaya başladığını söylemişti.
Bu sıkıntılar içerisinde, ikinci kaptan sandalı tuttu ve diğer adamların
yardımıyla geminin yan tarafından denize indirdi. Hepimiz sandala doluşarak on
bir kişi kendimizi Tan-n'nın merhametine ve vahşi denizin eline bıraktık; çünkü
fırtına kayda değer derecede yatışmış olsa da deniz korkunç yüksek dalgalarla
karaya vuruyordu, bu duruma Hollandalıların fırtınalı denize verdikleri isim
gibi den wild zee denebilirdi.
Şimdi durumumuz gerçekten umutsuzdu; çünkü hepimiz dalgaların çok yükseldiğini,
-83-
sandalın ayakta duramayacağını, kaçınılmaz olarak boğulup öleceğimizi açık ve
net bir şekilde görüyorduk. Yelken açmaya gelince, yelkenimiz yoktu ve zaten
açsak da hiçbir işe yaramazdı. Dolayısıyla karaya doğru kürek çekmeye
çalışıyorduk; ama kalplerimiz idama giden adamlarınla gibi hüzün içindeydi;
çünkü sandal karaya yaklaştığında denizdeki dalgalar yüzünden bin parçaya
ayrılacağını biliyorduk. Bununla birlikte, canımızı en içten duygularla Tann'ya
emanet etmiştik ve bizi karaya sürükleyen rüzgârla birlikte elimizden geldiğince
o yöne kürek çekerek kendi sonumuzu kendi ellerimizle hızlandırıyorduk.
Karanın kayalık mı, kumluk mu, dik bir yer mi, yoksa sığ bir yer mi olduğunu
bilmiyorduk. Bize, en ufak bir umut ışığı verebilecek tek şey, son anda sandalı
sokabileceğimiz bir koy, körfez veya bir nehir ağzına ulaşma olasılığıydı. Ama
buna benzer hiçbir belirti yoktu; aksine karaya yaklaştıkça, denizden daha
korkunç görünmeye başladı gözümüze.
Hesaplarımıza göre bir buçuk fersah kadar kürek çektikten ya da sürüklendikten
sonra dağ gibi azgın bir dalga arkamızdan çarparak artık sonumuzun geldiğini
anlamamızı sağladı. Kısacası, bize öyle bir şiddetle çarptı ki sandalı
deviriverdi; böylece bizi sadece sandaldan değil birbirimizden de ayırarak,
'Tanrım!" diyecek kadar bile vakit tanımadan hepimizi yuttu.
Suya gömüldüğüm an hissettiğim kafa karışıklığını hiçbir şey anlatamaz; çünkü
çok
-84-
iyl bir yüzücü olmama rağmen dalgalardan kurtulup nefes bile alamıyordum, ta ki
beni karaya doğru epey sürükleyen ya da daha doğrusu taşıyan dalga, gücü tükenip
geri çekilene ve beni -yuttuğum sular yüzünden yarı ölü bir şekilde- kuru
sayılacak bir yere bırakana kadar. Nefesim tükenmediği gibi soğukkanlılığımı da
kaybetmemiştim. Karaya sandığımdan daha yakın olduğumu görerek ayağa kalktım ve
yeni bir dalga gelip beni tekrar yutmadan elimden geldiğince hızlı bir şekilde
kıyıya doğru gitmeye çalıştım. Ama yeni bir dalgadan kaçmanın olanaksız olduğunu
hemen anladım; çünkü koca bir tepe kadar yüksek ve bir düşman kadar öfkeli bir
dalganın peşimden gelmekte olduğunu görmüştüm. Onunla mücadele edecek ne gücüm
vardı ne de yolum. Nefesimi tutup başarabilirsem suyun üzerinde kalmaya çalışmam
gerekiyordu. Böylece soluğumu tutarak ve yüzerek kendimi karaya doğru
yöneltebilirdim, başarabilirsem; şimdi en büyük düşüncem dalga geldiğinde beni
karaya kadar taşıması ve denize doğru çekilirken de geri götürme-mesiydi.
Üzerime gelen dalga, beni bir anda kendi gövdesinin beş on metre içine gömdü,
büyük bir güç ve süratle karaya doğru oldukça uzun bir mesafe boyunca
sürüklendiğimi hissedebiliyordum; ama nefesimi tutup bütün gücümle daha da ileri
yüzmeye çalıştım. Soluğumu tutmaktan neredeyse patlayacak hale geldiğim sırada
yukarı yükseldiğimi hissettim; kafam ve ellerimin suyun yüzeyine çıktı-
-85-
ğını fark edince rahatladım. O şekilde iki saniye bile kalmayı başaramasam da bu
beni büyük ölçüde rahatlatmış, soluk almamı sağlamış ve yeni bir cesaret
vermişti. Yine bir süre suyun içinde kaldım ama çok geçmeden bunu da atlattım.
Suyun gücünü yitirip geri çekilmeye başladığını hissettikten sonra, dalgadan
kendimi kurtarabilmek için ileri doğru atıldığımda ayağımın tekrar yere
bastığını duydum. Nefes almak için, bir iki saniye, sular üzerimden çekilene
kadar kıpırdamadan durdum ve sonra bütün gücümle karaya doğru koştum. Ama bu da
beni denizin öfkesinden kurtaramayacaktı, tekrar gelip üzerime boşandı ve iki
kez daha dalgalar tarafından kaldırılıp daha önceki gibi ileri, dosdoğru karaya
sürüklendim.
Bu iki dalgadan sonuncusu beni neredeyse öldürüyordu; çünkü önceki gibi beni
alıp götürmüş ve öyle büyük bir güçle karaya bırakmıştı -daha doğrusu bir kaya
parçasına çarpmıştı- ki, bayılmış ve kendimi kurtaramayacak kadar çaresiz
kalmıştım. Yan tarafımı ve göğsümü çarptığım bu darbe yüzünden soluksuz
kalmıştım; dalga hemen geri çekilmeseydi suda boğulabilirdim. Ama dalgalar geri
dönmeden hemen önce kendime geldim ve tekrar sular altında kalacağımı görerek
bir kaya parçasına sıkıca tutunmaya ve dalga geri çekilene kadar başarabilirsem
nefesimi tutmaya karar verdim. Şimdi karaya daha yakın olduğum için dalgalar ilk
baştaki kadar yüksek değildi. Dalganın etkisi azalana kadar tuttuğum kayayı
bırakmadım
-86-
ve sonra tekrar koşmaya başladım. Karaya epey yaklaşmıştım, bundan sonra gelen
dalga üzerimden geçtiği halde beni yutup götü-remedi ve bir daha koştuğumda
karaya ulaştım. Güçlükle kıyıdaki kayalıklara tırmanarak tehlikeden ve suyun
ulaşabileceği yerden uzak bir çimenlik üzerine oturdum; derin bir nefes aldım.
Artık sağ salim karaya çıkmıştım, gözlerimi yukarı kaldırıp birkaç dakika önce
hiç umut olmadığı halde hayatımı kurtardığı için Tann'ya şükrettim.
Anlayacağınız, mezarın eşiğinden dönen bir insanın yaşayabileceği sevinç ve
heyecanı ifade etmenin mümkün olmadığını düşünüyor ve artık şu geleneğe de hiç
şaşmıyorum; yani boynuna ip geçirilmiş ve birazdan darağacında sallandırılacak
bir suçluya suçunun bağışlandığı haberi verileceği anda, şaşkınlıktan kalbi
durup ölmesin diye kendisinden kan alacak bir cerrahı da bu haberle birlikte
getirmelerine hiç şaşmıyorum:
Acılar gibi ani sevinçler de şaşkına çevirir ilk başta.
Kurtulduğum düşüncesiyle, şükretmek için ellerimi, belki de bütün gövdemi yukarı
kaldırarak kıyıda yürüyor, tarif edemeyeceğim bin bir türlü jestle hareket
ediyordum. Bütün arkadaşlarımın öldüğünü, benden başka kimsenin kurtulamadığını
düşünüyordum; gerçekten de bundan sonra onlan ne gördüm, ne de izlerine
rastladım; üç şapka, bir kasket ve eşi olmayan iki tek ayakkabı dışında.
-87-
Gözlerimi karaya oturmuş olan gemiye çevirdim, denizdeki dalgalar ve köpükler
öyle büyüktü ki gemiyi zor görebiliyordum, o kadar uzaktaydı ki birden, -
Tanrım!- nasıl olup da karaya çıkabildiğime hayret ettim.
Durumumun iyi taraflarına bakarak kendimi avuttuktan sonra nasıl bir yerde
olduğumu ve bundan sonra ne yapılması gerektiğini anlamak için etrafıma
bakınmaya başladım. Kısa bir süre sonra da bütün avuntularım etkisini yitirmeye
başladı. Uzun sözün kısası, korkunç bir kurtuluş olmuştu benimkisi; çünkü
ıslanmıştım, giyecek başka elbisem yoktu, güç kazanmak için yiyecek ya da içecek
bir şey bulamayacağım gibi önümde açlıktan ölmek veya vahşi hayvanlara yem
olmaktan başka bir seçenek de yoktu. Bana özellikle acı veren şey de karnımı
doyurmak için herhangi bir yaratığı vuracak ya da öldürecek veya kendi
karınlarını doyurmak için beni öldürmek isteyecek başka yaratıklara karşı
kendimi savunacak bir silahım olmamasıydı. Yani, yanımda bir bıçak, bir pipo ve
bir kutu içinde biraz tütünden başka hiçbir şey yoktu. Sahip olduğum her şey
bundan ibaretti; bu yüzden aklım öyle fena karıştı ki bir süre etrafta deliler
gibi koşturup durdum. Gece yaklaştığında içim darala darala, burada kurt gibi aç
hayvanlar varsa benim başıma neler gelebilir acaba diye düşünmeye başladım;
avlanmak için daima geceleri ortaya çıktıklarını biliyordum çünkü.
O sıra aklıma gelen tek çare, yakınlarımda bulunan köknar gibi dallan sık
yapraklı ve
-88-
dikenli bir ağaca tırmanmak, bütün gece orada oturmaktı; henüz önümde
yaşayacağıma dair bir ümit göremediğim için nasıl öleceğim diye endişelenmeyi
ertesi güne bırakmıştım. İçecek su bulabilir miyim diye kıyıdan iki yüz metre
kadar içeri yürüdüm ve nitekim buldum. Bu beni çok sevindirdi. Sudan içtikten
sonra açlığımı bastırmak için ağzıma biraz tütün attım ve gidip ağaca tırmandım.
Kendimi korumak için sopa gibi kısa bir dal kestim ve uyursam düşmemi
engelleyecek şekilde geçici barınağıma yerleştim. Aşın derecede yorgun olduğum
için hemen uyuyakalmışım. Sanırım benim durumumdaki çok az insanın
başarabileceği gibi rahat bir uyku çektim ve uyandığımda böyle durumlarda hiç
olmadığı kadar dinlenmiş buldum kendimi.
Uyandığımda güneş doğalı çok olmuştu, hava açıktı ve fırtına da dinmişti.
Dolayısıyla deniz önceki gibi kabarıp köpürmüyordu. Ama beni en çok şaşırtan
şey, geminin geceleyin denizin yükselmesiyle oturduğu kumdan kurtulup neredeyse,
daha önce çarparak çok kötü yaralandığımdan bahsettiğim kayaya kadar sürüklenmiş
olmasıydı. Bulunduğum kıyıya aşağı yukarı bir kilometre yaklaştığı ve hâlâ
ayakta durduğu için gemiye gidip en azından işime yarayacak şeyleri
alabileceğimi düşündüm.
Ağaçtaki apartman dairemden indiğimde tekrar etrafıma bakındım ve gördüğüm ilk
şey sandal oldu; rüzgâr ve dalgalar onu kıyıya fırlattığından sağ tarafımda, üç
kilometre kadar uzakta öylece duruyordu. Sandala ula-
-89-
şabilmek için kıyı boyunca yürüyebildiğim kadar yürüdüm, ama sandalla benim
aramda bir kilometre genişliğinde bir koy ya da boğaz vardı. Dolayısıyla
şimdilik bu fikirden vazgeçerek geri döndüm. Gemiye çıkma niyetim daha da
kuvvetlenmişti, şu an için kendime yetecek kadar bir şeyler bulmayı umuyordum
orada.
Vakit öğleyi biraz geçince deniz çok dur-gunlaştığı ve sular da epey çekildiği
için gemiyle aramdaki mesafe dört yüz metreye kadar indi. Ama orada üzülmek için
yeni bir sebebimin daha olduğunu fark ettim; çünkü şayet gemide kalsaydık
kurtulacağımızı gördüm, yani hepimiz sağ salim karaya çıkabilecektik ve ben
şimdiki gibi tek bir avuntudan ve arkadaştan yoksun, perişan bir halde
kalmayacaktım. Bu durum tekrar gözlerimi yaşlarla doldurdu; ama ağlamanın bana
hiçbir faydası dokunmayacağı için başarabilirsem gemiye çıkmaya karar verdim.
Hava aşın sıcak olduğundan üstümü çıkardım ve suya daldım. Ama gemiye
vardığımda, güverteye çıkmamın çok zor olduğunu gördüm, çünkü gemi karaya
oturduğu için suyun epeyce üstündeydi ve uzanıp tutunabileceğim hiçbir şey
yoktu. Geminin etrafında iki kez yüzdüm ve ikinci seferde ön zincirlerden aşağı
doğru sarkan bir halat gözüme çarptı. Bu halatı ilk başta göremeyişime şaşırdım;
büyük bir güçlükle tütündüm ve geminin başkasarasına* tırmandım. Burada geminin
çökmüş ve epey
Asıl güverteden yüksek olan kısa güverte. Geminin baş ve kıç yanında olmak üzere
iki tanedir.
-90-
su almış olduğunu fark ettim, ama sert bir kum birikintisinin kenarına ya da
daha doğrusu karaya oturmuş olduğu için kıçı havaya kalkmış, başı da neredeyse
suya kadar eğilmişti. Dolayısıyla kıç tarafı sudan kurtulmuş ve o kısımdaki her
şey kuru kalmıştı; ilk işim gidip neyin bozulmuş neyin kurtulmuş olduğuna bakmak
olduğundan bunu hemen anlamıştım. İlk olarak geminin bütün erzağı-nın kuru ve
ıslanmamış olduğunu gördüm; karnım çok acıkmış olduğu için ekmek odasına gittim
ve ceplerimi peksimetle doldurdum; kaybedecek zamanım olmadığından bir yandan
bunları yiyip diğer yandan da öbür eşyalara bakmaya gittim. Büyük kamarada biraz
rom buldum ve büyük bir yudum içtim, beni bekleyen şeylere' karşı cesaret bulmak
için buna gerçekten ihtiyacım vardı. Şimdi bana lazım olan tek şey bir kayıktı,
böylelikle gerekli olabilecek her şeyi yanımda götürebilirdim.
Hiçbir şey yapmadan oturup elde edemeyeceğim şeyleri dilemenin bana hiçbir yaran
dokunamayacağından hemen harekete geçtim. Gemide birkaç yedek tahta, iki üç
büyük direk ve bir iki tane de seren direği vardı. Bunlardan kaldırabileceğim
ağırlıkta olanları küpeşteden aşağı atmaya ve denizde sürüklenip gitmesinler
diye de bir iple bağlamaya karar verdim. Bu işleri bitirdikten sonra geminin
yanına indim ve bu direklerden dördünü kendime doğru çekerek iki uçtan da
elimden geldiği kadar sıkıca bağlayıp bir sal şekline getirdim; üstlerine iki üç
kalası yanlamasına
-91-
koyunca artık salın üzerinde gayet rahat yürünebiliyordu, ama direkler hafif
olduğundan sal, ağır bir yükü taşıyamazdı. Bu yüzden tekrar işe koyulup
marangozun testeresiyle bir seren direğini üç parçaya kestim ve bir hayli
çabalayarak bunları da salıma ekledim. Gerekli şeyleri alabileceğim umudu beni
her zamankinden daha çok çalışmaya teşvik etmişti.
Salım şimdi, aşın ağır olmayan her yükü taşıyabilecek kadar güçlenmişti. Bundan
sonraki işim, sala ne yükleyeceğimi ve bunları dalgalardan nasıl koruyacağımı
bulmaktı. İlk olarak alabileceğim bütün kalas ve tahtaları salın üzerine koydum
ve en çok neye ihtiyacım olduğunu düşündükten sonra gemicilerin sandıklarından
üçünü aldım, kilitlerini kırıp içlerini boşaltarak sala indirdim. Bu
sandıklardan birincisini ekmek, pirinç, üç kalıp Hollanda peyniri, gemideyken
çok yediğimiz beş parça kurutulmuş keçi eti, gemiye tavukları beslemek için
aldığımız ama sonra hepsini kesip yediğimiz için arta kalan tahıl gibi
yiyeceklerle doldurdum. Biraz arpa ve buğday da vardı ama sonradan bunları
farelerin yiyip ziyan ettiğini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım.
İçkilere gelince, kaptana ait olan birkaç kasa şişeyi buldum; bunlann bazısında
likör ve beş altı galon da pirinç rakısı vardı. Bunları sandığa koymaya gerek
olmadığından öylesine sala istifleyiver-dim; zaten sandıkta yer de yoktu. Bu
sırada deniz sakindi ama yükselmeye başlamıştı. Kıyıda, kumlann üzerine
bıraktığım ceketim,
-92-
gömleğim ve yeleğimin denizin içinde yüzdüğünü görünce hayal kınklığına uğradım;
dizkapaklarımın altından bağlanan kısa keten pantolonuma ve çoraplarıma gelince;
gemiye onlarla yüzmüştüm. Dolayısıyla kıyafet bulmak için gemiyi didik didik
ettim ve yeteri kadar buldum da; ama şimdilik kullanacağımdan fazlasını almadım;
çünkü gözüm başka şeylerdeydi. İlk olarak karada işime yarayacak aletler vardı
bunların arasında; uzun bir arayıştan sonra marangoz sandığını bulmam benim için
gerçekten de çok değerli bir ödül oldu. Bu sandık şu an için bir gemi dolusu
altından daha değerliydi. İçinde neler olduğunu kabaca tahmin ettiğimden, açmak
için vakit harcamadan onu da olduğu gibi sala indirdim. *
Bundan sonraki işim biraz cephane ve silah bulmaktı; büyük kamarada iki adet iyi
av tüfeği ve iki tabanca vardı. İlk önce bunlan; birkaç barutluk, bir küçük
torba saçma ve iki eski, paslı kılıçla beraber başlanna bir şey gelmeyecek
şekilde bir kenara koydum. Gemide üç fıçı barut olduğunu biliyor, ama topçumuzun
bunlan nereye sakladığını bilmiyordum. Epey bir arandıktan sonra onları da
buldum; fıçılardan ikisi kuru ve ise varardı, ama üçüncüsü su almıştı. Kuru olan
iki fıçıyı silahlarla birlikte sala indirdim. Sala çok fazla şey yüklediğimi
fark ederek bütün bunlarla karaya nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım; ne bir
yelkenim, ne küreğim, ne de dümenim vardı ve en ufak bir rüzgâr esse bütün salım
devrilebilirdi.
-93-
Bana cesaret veren üç şey vardı:
1. Dalgasız, durgun bir deniz.
2. Suların yükselip karaya doğru gitmesi.
3. Beni karaya doğru götürebilecek hafif bir rüzgâr.
Sandala ait iki üç kırık kürek ve sandıkta bulunan aletlerin yanı sıra, iki
testere, bir balta ve bir çekiç daha buldum ve bunları da sala yükleyerek denize
açıldım. Salım aşağı yukarı bir mil gayet iyi gitti, ancak akıntıyla daha önce
karaya çıktığım yerin biraz ötesine doğru sürüklendiğimi fark ettim.
Dolayısıyla, karanın iç kısımlarına doğru giren bir su birikintisi olduğunu
anladım ve yükümü karaya çıkartmak için bir liman olarak kullanabileceğim küçük
bir koy ya da ırmak bulma umuduna kapıldım.
Bu öngörüm doğru çıktı; önümde uzanan kıyıda küçük bir girinti vardı ve güçlü
bir akıntı beni bu ırmağın içine götürdü. Salı elimden geldiğince bu akıntının
ortasından götürmeye çalışıyordum. Ama burada neredeyse ikinci bir deniz kazası
daha geçiriyordum, eğer başıma böyle bir şey gelseydi öyle zannediyorum ki, çok
üzülecektim. Kıyıyı bilmediğim için salımın bir ucu sığ bir yerde karaya oturdu,
diğer ucu havaya kalktı ve bu yüzden az kalsın yığdığım bütün eşyalar suya
dökülecekti. Yerlerinden kaymasınlar diye sırtımı sandıklara vererek var gücümle
onları tutmaya çalıştım, ama bütün gücümü verdiğim halde ne salı takıldığı
yerden kurtarabiliyor, ne de durduğum yerden kıpırdamaya cesaret edebiliyordum.
Yalnızca bütün gücüm-
-94-
le sandıklan tutmaya çalıştım ve sular yükselip beni biraz yukarı kaldırana
kadar yarım saat kadar bu şekilde durdum. Biraz sonra sular yükselince salım
tekrar yüzmeye başladı ve elimdeki kürek yardımıyla salımı karaya oturduğu
yerden uzaklaştırdım. Biraz daha ilerleyince kendimi küçük bir ırmağın ağzında
buldum; kuvvetli bir akıntı beni karanın içine sürüklüyordu. Irmağın iki
tarafına da bakarak karaya çıkabileceğim uygun bir yer aramaya başladım; çünkü
denizde bir gemi görebileceğimi umarak ırmağın çok ötelerine gitmek
istemiyordum. Bu yüzden elimden geldiğince kıyıya yakın bir yerde kalmaya karar
verdim.
En sonunda, ırmağın sağ tarafında küçük bir koy gözüme'çarptı ve büyük bir çaba
sarf ederek salımı o tarafa yaklaştırmayı başardım. O kadar yakınlaşmıştım ki
küreğimi dibe bastırarak salı doğruca koyun içine sokabildim. Ama burada yine
bütün eşyalarımı denize devirme tehlikesiyle karşı karşıyay-dım. Kıyı oldukça
dik eğimli olduğu için karaya çıkacak düzgün bir yer yoktu; kıyıya doğru
gidersem, salımın bir ucu önceki gibi karaya oturup diğeri de havaya kalkabilir
ve bu durum bütün yükümü yine tehlikeye atabilirdi. Yapabileceğim tek şey
suların yükselmesini beklemek; küreğimi demir gibi kullanarak salı, karaya,
suların yükselerek ulaşabileceğini düşündüğüm düz bir kara parçasına mümkün
olduğunca yalan tutmaktı; böyle de yaptım. Sular yeterince yükselir yüksel-mez,
yani salım suyun içinde otuz kırk san-
-95-
tim yükselir yükselmez, onu o düz kara parçasına doğru ittim ve orada iki kırık
küreğimi yere saplayarak demirledim; küreklerin birini salın bir yanına,
diğerini de diğer yanına sap-lamıştım. Sular çekilene kadar bu şekilde bekledim
ve sonra salım ile eşyalarımı güvenli bir şekilde karaya çıkardım.
Bundan sonraki işim çevreyi inceleyip yerleşmek ve başlarına gelebilecek
herhangi bir tehlikeye karşı eşyalarımı saklayabileceğim bir yer bulmaktı.
Nerede olduğumu henüz bilmiyordum. Bir kıtada mı, yoksa bir adada mı? İnsanlar
var mıydı, yok muydu? Vahşi hayvanların tehdidi altında mıydım, değil miydim?
Bir kilometre kadar ileride bir tepe vardı, oldukça dik ve yüksekti, kuzeye
doğru yükselen diğer tepeler arasındaki en yüksek tepe gibi görünüyordu. Bir av
tüfeği, bir tabanca ve bir de barutluk aldım ve silahlanmış olarak keşif gezisi
için o tepenin zirvesine doğru yola çıktım. Oldukça zorlanarak zirveye
çıktığımda büyük bir acıyla kaderimi gördüm; çepeçevre denizlerle kuşatılmış bir
adadaydım. Bir hayli uzaktaki birkaç kayalık ve üç fersah batıda, bundan daha
küçük iki adadan başka toprak parçası yoktu görünürde.
Ayrıca, bulunduğum adanın çorak ve ıssız olduğunu gördüm. Hâlâ rastlamamış olsam
bile burada vahşi hayvanlar olup olmadığından o kadar emin değildim. Yine de bir
sürü kuş görmüştüm ama türlerini bilmiyordum ve bu kuşları vursam bile etlerinin
yenip yenmeyeceğini de bilmiyordum. Geri dönerken
-96-
büyük bir korunun kenarındaki bir ağacın dalma tünemiş olan büyük bir kuşu
vurdum. Sanırım dünyanın yaradılışından beri burada ateşlenen ilk silahtı bu.
Ben ateş eder etmez, ormanın dört bir tarafından birçok türden sayısız kuş
havalandı; her birinin kendine özgü bir ötüşü olduğundan karmakarışık bir çığlık
koptu. Ama bunca kuştan hiçbirinin türünü bilmiyordum. Vurduğum yaratığın rengi
ve gagasından ötürü bir tür şahin olabileceğini düşündüm, ama ne tırnaklan ne de
pençeleri sıradan bir kuşunkinden farklı değildi; eti de leş gibi kokuyordu ve
hiçbir işe yaramazdı.
Bu kadar keşifle yetinip salıma geri döndüm ve eşyaları karaya çıkarma işine
koyuldum. Bu iş bütün' günümü aldı. Gece için ne yapacağımı ya da nerede
yatacağımı bilmiyordum; çünkü beni parçalamaya kalkacak yırtıcı bir hayvan olup
olmadığını bilmediğimden yerde yatmaya korkuyordum. Ama sonradan bu korkulara
hiç de gerek olmadığını öğrendim. Bununla birlikte, karaya getirdiğim
sandıklarla tahtaları etrafıma dizip siper ederek kendime geceyi geçirebileceğim
bir tür kulübe yaptım. Yemeğe gelince, karnımı nasıl doyuracağıma dair bir çözüm
bulamamıştım henüz. Ama kuşu vurduğum ağaçlığın orada tavşana benzer iki üç
hayvanın koşuşturduğunu görmüştüm.
Artık gemiden bana faydası dokunacak birçok şeyi, özellikle de halat, yelken ve
karaya getirilebilecek diğer şeyleri alabileceğimi ve elimden gelirse gemiye bir
yolculuk daha
-97-
yapmayı düşünmeye başladım. Kopacak ilk fırtınada geminin parçalara ayrılacağını
bildiğimden, gemiden alabileceğim her şeyi getirene kadar başka işleri bir
kenara bırakmaya karar verdim. Sonra salı yanımda götürmeli miyim diye sordum
kendi kendime, ama bunun zor olacağını düşündüm. Bu yüzden önceki gibi, sular
alçaldığında gitmeye karar verdim ve böyle yaptım. Yalnız bu sefer, kulübemden
çıkmadan soyundum; üzerimde kareli bir gömlek, keten bir şort ve ayağımda da
hafif bir ayakkabıdan başka bir şey bırakmadım.
Gemiye geçen seferki gibi girdim ve ikinci bir sal hazırladım. İlkini yaparken
edindiğim deneyimlerle bu seferkini ne o kadar hantal yaptım, ne de o kadar çok
yükledim. Ama yine de bana çok faydası dokunacak birkaç şeyi götürebildim; ilk
olarak marangozun eşyaları arasında iki üç torba vida ve çivi, büyük bir
kaldıraç, bir iki düzine küçük balta ve hepsinden önemlisi, bileyitaşı denilen
faydalı şeyi buldum. Bütün bunları, topçuya ait olan birkaç gereci, özellikle de
iki üç demir küskü, iki fıçı kurşun, yedi piyade tüfeği, başka bir av tüfeği,
biraz daha barut, büyük bir torba saçma, büyük bir top kurşun levha ile birlikte
bir kenara ayırdım. Ama bu kurşun levha o kadar ağırdı ki kaldırıp geminin
küpeştesinden indiremedim. Bunların yanı sıra, bulabildiğim bütün elbiseleri,
yedek bir yelken, bir hamak ve yatak takımlarını da alarak ikinci salıma
yükledim ve hepsini sağ salim karaya çıkararak oldukça rahatladım.
Karadan uzak kaldığım süre boyunca bazı endişelerim vardı, en azından birileri
gelip karadaki yiyeceklerimi yiyebilirdi. Ama geri döndüğümde bir ziyaretçim
olduğuna dair herhangi bir ize rastlamadım, yalnız sandıklardan birinin üzerinde
yabankedisine benzer bir hayvan oturuyordu. Ona ilerlediğimde biraz öteye kaçtı
ve sonra kıpırdamadan orada durdu. Çok sakin ve kayıtsız oturuyor, sanki benimle
tanışmaya karar vermiş gibi yüzüme bakıyordu. Silahımı ona doğrulttum, ama bunu
anlamadığı gibi bir de silaha karşı son derece ilgisiz kaldı, kaçmaya bile
yeltenmedi. Bunun üzerine ona biraz peksimet attım, yiyeceklerimin kısıtlı
olmasına rağmen yine de onun için küçük bir parçasını feda ettim; o da yaklaşıp
peksimeti koklayıp yedi, daha verecek miyim diye baktı, belli ki hoşlanmıştı.
Buna sevinmiştim ama daha fazla veremezdim, o da yürüyüp gitti.
İkinci yükümü karaya çıkardıktan sonra -çok ağır ve büyük oldukları için barut
fıçılarını açıp parça parça taşımak zorunda kalmama rağmen- yelken bezi ve bu
amaçla kestiğim birkaç direkle kendime küçük bir çadır yaptım. Yağmurdan ya da
güneşten bozulacağını bildiğim her şeyi bu çadırın içine taşıdım. İnsanlar veya
hayvanlardan gelebilecek ani bir saldırıya karşı önlem olarak, bütün boş
sandıklan ve fıçılan çadırın etrafına halka şeklinde dizdim.
Bunu yaptıktan sonra çadınn kapısını içeriden tahtalarla, dışandan da ters
çevirdiğim bir sandıkla kapadım. Yataklardan birini -99-
yere serdim, iki tabancamı başucuma, tüfeğimi de yanıma aldım ve uzunca süredir
ilk defa bir yatakta bütün gece deliksiz uyudum; çünkü hem çok yorgundum, hem de
bir gece öncesinde çok az uyumuş, bütün gün gemiden o eşyalan getirmek ve karaya
çıkarmakla uğraşmıştım.
Şimdi her türlü şeyle dolu, tek bir kişinin bir araya getirebileceği en büyük
ambara sahiptim sanırım. Ama hâlâ tatmin olmamıştım, gemi hâlâ orada duruyorken
alabileceğim her şeyi almam gerektiğini düşünüyordum. Bu yüzden her gün sular
alçaldığında gemiye gittim ve bir şeyler alıp getirdim; özellikle de üçüncü kez
gittiğimde gemi teçhizatına ait şeylerle birlikte bulabildiğim bütün küçük
halatlarla sicimleri, gerektiğinde yelken onarmak için kullanılan bir parça
yedek çadır bezini ve bir fıçı ıslak barutu da getirdim. Kısacası, her şeyden
önce bütün yelkenleri getirdim, yalnız bunları bir seferde taşıyabilmek için
parça parça kesmek zorunda kalmıştım. Dolayısıyla bunlar artık yelken olarak işe
yaramaz, sadece sıradan bez olarak kullanılabilirdi.
Ama gemiye bunun gibi beş altı sefer yapıp da artık gemiden alabileceğim işe
yarar bir şey kalmadığını düşündüğüm bir sırada koca bir fıçı ekmek, üç büyük
fıçı rom ya da başka tür bir içki, bir kutu şeker ve bir fıçı da iyi un bulmam
beni hepsinden çok sevindirmiş ve de çok şaşırtmıştı, çünkü artık ıslanmış
olduğu için bozulanlar dışında yiyecek bulacağımı sanmıyordum. Hemen ekmek fıçı-
1( ORHAN KEMAL 11 HALK KÜTÜPHANESİ
sini boşaltıp ekmekleri önceden parça parça kestiğim yelken bezine sardım; bütün
hepsini karaya güvenli bir şekilde çıkardım.
Ertesi gün tekrar gemiye gittim. Gemideki taşınabilir ve dışarı çıkarılabilir
her şeyi yağmalamış olduğumdan şimdi de halatlara giriştim. Büyük halatı
taşıyabileceğim boyda parçalara ayırarak iki halatla bir palamarı, alabileceğim
bütün madeni eşyalarla birlikte bir tarafa topladım; yan yelken, arka yelkenler
ve alabileceğim her şeyle büyük bir sal yaptım, bu salı bütün o ağır eşyalarla
yükleyip gemiden ayrıldım. Ama bu sefer şans benden yana değildi, çünkü bu sal o
kadar hantal olmuştu ve o kadar yüklüydü ki, diğer eşyalarımı karaya çıkardığım
küçük koya girdiğimde salı önceden'yaptığım gibi beceriyle idare edemedim ve
devrilmesiyle kendimle birlikte bütün eşyalarım da suya gömüldü. Kıyıya yakın
olduğumdan bana bir şey olmadı, ama yükümün büyük bir kısmını kaybettim,
özellikle de çok işime yarayacağını umduğum demirleri. Bununla birlikte, sular
çekildiğinde son derece büyük bir çaba harcayarak da olsa halat parçalarının
çoğunu ve demirlerin de bazılarını karaya çıkarabildim; suya dalmak zorunda
olduğumdan bu iş beni çok yordu. Bundan sonra her gün gemiye gittim ve
getirebildiğim her şeyi alıp getirdim.
Şimdi karaya çıkalı on üç gün olmuştu ve on bir kez gemiye gitmiş, bu süre
içinde bir kişinin tek başına taşıyabileceği her şeyi kıyıya getirmiştim. Yine
de öyle sanıyorum ki ha--ıoı-
va böyle güzel devam etseydi bütün gemiyi parça parça kıyıya taşıyacaktım. Ama
on ikinci kez gemiye gitmeye hazırlanırken rüzgâr çıkacağını fark ettim. Bununla
birlikte, sular yükselmeden yine de gemiye gittim. Kamarayı tamamen altüst
ettiğimi ve artık bulunacak bir şey olmadığını düşünüyordum ama çekmeceli bir
dolap çarptı gözüme. Çekmecelerden birinde iki üç ustura, büyük bir makas ve on
on iki düzine iyi çatal bıçak; diğerinde de otuz altı pound, bazı Avrupa ve
Brezilya paralan, biraz sekizlik, biraz da altın ve gümüş buldum.
Bu paralara bakıp kendi kendime gülümsedim. "Kahretsin!" dedim yüksek sesle,
"Şimdi ne işe yararsınız siz? Benim için hiçbir değeriniz yok, hayır, yerden
almaya bile değmezsiniz; şu bıçaklardan bir tanesi bile bütün bu yığından daha
değerlidir. Sizi kullanmama imkân yok; kalın burada ve kurtarılmaya değmeyecek
bir yaratık gibi denizin dibini boylayın." Ama ikinci kez düşündüğümde paralan
aldım ve bir bez parçasına sararak başka bir sal yapmayı düşünmeye başladım. Tam
buna girişmek üzereyken havanın karardığını ve rüzgânn esmeye başladığını fark
ettim. On beş dakika içinde de karadan sert bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr
kıyıdan eserken bir sal yapmanın boşuna çaba olacağını ve sular yükselmeye
başlamadan yola çıkmam gerektiğini düşündüm; aksi takdirde karaya asla var
anlayabilirdim. Bu yüzden suya atlayıp gemiyle kumlar arasındaki kanalı yüzerek
geçtim. Yine de kısmen -102-
yanıma aldığım şeylerin ağırlığından, kısmen de dalgalann şiddetinden ötürü
biraz zorlandım; çünkü rüzgâr çok sert esiyordu ve daha sular yükselmeden bir
fırtına koptu.
Ama ben bütün servetimin ortasında güvenle oturabileceğim küçük çadınma
ulaşmıştım. Rüzgâr bütün gece çok sert esti ve sabahleyin dışan baktığımda
gördüm ki, ortada gemi falan kalmamış. Biraz şaşırmıştım ama hiç zaman
kaybetmediğim ve hiç bıkıp usanmadan işime yarayabilecek her şeyi gemiden
aldığım düşüncesiyle avunarak kendimi topladım. Gerçekten de daha fazla zamanım
olsaydı bile gemiden getirebileceğim çok az şey kalmıştı.
Artık gemiyle ve gemiden alabileceğim şeylerle ilgili düşünceleridir kenara
bıraktım. Ancak enkazdan kalan parçalar dalgalarla karaya vurabilirdi ve vurdu
da. Ama bu parçalar benim çok az işime yaradı.
Şimdi artık ortaya çıkabilecek vahşilere ya da adada bulunabilecek yırtıcı
hayvanlara karşı kendimi nasıl koruyacağımla meşguldü zihnim tamamen. Nasıl bir
yol izlemem ve nasıl bir barınak yapmam gerektiği konusunda bir sürü fikir
geliyordu aklıma. Toprağın altına bir mağara mı kazmalıydım, yoksa üstüne bir
çadır mı kurmalıydım? Uzun sözün kısası, ikisini birden yapmaya karar verdim,
ama bunu nasıl yaptığımı ve ortaya nasıl bir şey çıktığını anlatmak yersiz
olabilir.
Şimdi bulunduğum yerin yerleşmeye uygun olmadığını fark ettim; özellikle de
denize yakın, alçak bir bataklık alanda bulunduğu
-103-
için. Sanırım burası sağlıklı değildi; üstelik yakınlarda içecek su da yoktu.
Böylece daha sağlıklı ve daha uygun bir yer bulmaya karar verdim.
Bu durumda birkaç şeyi göz önüne almamın benim için daha iyi olacağını düşündüm.
Birincisi, bulacağım yer sağlıklı ve bir temiz su kaynağına yakın olmalıydı.
İkincisi, güneşin sıcağına karşı korunaklı olmalıydı. Üçüncüsü, insan ya da
yırtıcı hayvanlara karşı güvenli olmalıydı. Dördüncüsü, Tanrı bir gemi
gönderirse, kurtulma şansımı kaybetmemek için denizi gören bir yer olmalıydı;
henüz bütün umudumu kesmek istemiyordum çünkü.
Bu koşullara uygun bir yer ararken, yüksek bir tepenin eteğinde küçük bir düzlük
buldum. Tepenin bu düzlüğe bakan tarafı, yukarıdan üzerime gelebilecek
tehlikeleri engelleyecek bir ev duvarı gibi dikti ve bu kayalığın eteğinde
mağara kapısı gibi bir oyuk vardı, ama aslında bu oyuk bir geçide veya mağaraya
açılmıyordu.
Çadırımı bu oyuğun hemen önündeki yeşil düzlükte kurmaya karar verdim. Bu düzlük
aşağı yukarı yüz metre genişliğinde, iki yüz metre uzunluğundaydı ve kapımın
önünde yeşil bir çimenlik gibi uzanıyordu. Ucundan da her yandan eğimli bir
şekilde deniz kıyısındaki düzlüğe iniliyordu. Düzlük tepenin kuzeybatı eteğinde
kaldığı için güneş aşağı yukarı güneybatıya dönene kadar sıcaktan
korunabilecektim; zaten dünyanın bu bölgelerinde güneş güneybatıya döndüğünde
günbatımı yaklaşmış oluyordu.
-104-
Çadınmı kurmadan önce; oyuğun önüne yarıçapı on metre uzunluğunda ve çapı oyuğun
cephesine paralel uzanan bir yarım daire çizdim. Bu yarım dairenin içine iki
sıra sağlam direk dizdim ve bunları kazık gibi iyice yere çaktım. Direklerin
toprağın üstünde kalan kısımları en fazla bir buçuk metre yük-sekliğindeydi;
uçlarını da sivrilttim. İki sıra direk arasındaki uzaklık da on beş santimi
geçmiyordu.
Sonra gemide kestiğim halat parçalarını aldım ve iki sıra direğin arasına üst
üste do-ladım; içeriden de bu direklere destek olsun diye, yetmiş beş santim
yüksekliğinde başka kazıklar dayadım. Bu çit o kadar sağlam olmuştu ki artık ne
bir insan ne de hayvan bu çiti geçemez veya aşamazdı. Bu iş için, özellikle de
tahtadan direkleri kesmek, alana taşımak ve yere çakmak için epey bir zaman ve
çaba harcamıştım.
Bu yere bir giriş kapısı yapmadım. Çitin üzerinden geçmek için küçük bir
merdiven kullanıyordum ve içeri girdiğimde de merdiveni kaldırıyordum. Etrafım
tamamen çitle çevrilmiş olduğu için kendimi dış dünyaya karşı güvencede
hissediyor ve sonuç olarak geceleri de huzur içinde uyuyabiliyordum, yoksa hiç
uyuyamazdım. Ama daha sonra tehlikeli olabileceğini düşündüğüm düşmanlara karşı
aldığım bütün bu önlemlere hiç gerek olmadığı ortaya çıktı.
Bu çitin ya da kalenin içine, yukarıda bahsettiğim bütün eşyalarımı, erzağımı,
cephanemi ve yığınağımı taşımak için büyük ça-
-105-
ba harcadım. Bu bölgede yılın bir döneminde çok şiddetli geçen yağmurlardan
kendimi korumak için büyük bir çadır kurdum. Barınağımı, büyük bir çadırın içine
küçük bir çadır daha kurarak iki kat yapmış ve üzerine de yelkenlerden
artırdığım büyük bir katranlı muşambayı örtmüştüm. Bir süredir kıyıya çıkardığım
yatakta yatmıyor, geminin ikinci kaptanına ait ve gerçekten de çok iyi olan bir
hamakta yatıyordum.
Bütün yiyeceklerimi ve ıslanınca bozula-bilecek her şeyi bu çadırın içine
getirip bütün eşyalarımı korumaya aldıktan sonra şimdiye kadar açık bıraktığım
girişi kapattım ve daha önce de dediğim gibi çitin içine, küçük bir merdivenle
girip çıkmaya başladım.
Bunları yaptıktan sonra kayanın içine doğru bir geçit kazmaya başladım ve
kayadan çıkardığım bütün taşı toprağı çadırımın içinden geçirerek çitin iç
tarafına yerden bir buçuk ayak yüksekliğinde bir taraça gibi yerleştirdim.
Böylelikle çadırımın arkasına evlerdeki kiler gibi hizmet görecek bir mağara
yapmıştım.
Bütün bunları kusursuz bir hale getirmek için günlerce uğraşmıştım; dolayısıyla
artık aklıma takılan diğer işlere başlamam gerekiyordu. Çadırımı kurup mağara
yapma planımı gerçekleştirdikten sonra bir gün, kara bir bulut gelmiş ve sağanak
yağmur başlamıştı. Bu yağmur sırasında aniden bir şimşek çaktı ve şimşeğin doğal
bir sonucu olarak korkunç bir gök gürültüsü duydum. Şimşek beni çok şaşırtmıştı
ancak tam o sırada şimşek
-106-
gibi çakan bir düşünce beni daha çok korkuttu. Ah, barutum! Sadece kendimi
savunmak için değil, yiyecek bulmak için de tek güvencem olan barutumun bir anda
patlayıp yok olacağı aklıma geldiğinde yüreğim daralıver-di. Kendi içinde
bulunduğum tehlikenin farkında bile değildim; oysa barut bir ateş alsa neye
uğradığımı bile anlamaya fırsatım olmazdı.
Bu düşünce bende öyle bir etki bıraktı ki fırtına dindikten sonra, bütün
işlerimi; yapıyı, korunak çalışmalarımı bir kenara bırakarak kendimi barutu
ayırmak ve küçük küçük paketler halinde saklamak için torba ve kutu yapmaya
verdim. Böylelikle başlarına bir şey gelirse hepsi birden ateş almayacak ve ayn
ayn yerlerde durduktan için de ateş alan bir parçadan diğerlerine de ateş
sıçraması mümkün olmayacaktı. Bu işi yaklaşık iki haftada bitirdim ve sanınm
aşağı yukan yüz yirmi kiloluk barutumu en az yüz parçaya ayırdım. Islak barut
fıçısına gelince, onunla ilgili bir tehlikenin söz konusu olmadığını düşündüğüm
için bu fıçıyı mutfağım olarak gördüğüm yeni mağarama yerleştirdim. Geri kalan
ba-rutlan da sudan hiç etkilenmeyecek şekilde kayalann arasındaki deliklere
sakladım ve her birinin yerini de özenle işaretledim.
Bu işi yaptığım süre boyunca her gün en azından bir kez, hem gezinmiş olmak, hem
yenebilecek bir şeyler vurabilmek, hem de adada ne gibi şeyler yetiştiğini
öğrenmek için tüfeğimle dışan çıkıyordum. İlk dışan çıkışımda adada keçiler
bulunduğunu öğrenmek beni
-107-
çok sevindirdi; ama bir yandan da şöyle bir şanssızlık söz konusuydu; keçiler o
kadar ürkek, zeki ve de hızlıydılar ki, onlara yaklaşmak dünyadaki en zor şeydi.
Ama bu cesaretimi kırmadı, çünkü eninde sonunda bir tanesini vuracağıma şüphem
yoktu ve kısa bir süre sonra bunu başardım. Dolaştıkları yerleri biraz
öğrendikten sonra oralara gidip beklemeye başlamıştım çünkü. Kendileri kayaların
üstündeyken benim vadide olduğumu gördüklerinde büyük bir korkuya kapılarak
kaçtıklarını gözlemlemiştim, ama vadide otlarlarken ben kayaların üzerinde
olduğumda aldırmıyorlardı bile. Bundan dolayı görüş açılarının sadece aşağıdaki
şeyleri görmelerine izin verdiği ve kendilerinden yukarıdaki şeyleri
göremedikleri sonucuna vardım. Bu gözlemi temel alarak şöyle bir yöntem
belirledim: İlk önce onlardan yukarıda olmak için kayaların üstüne çıkıyor ve
sonra da çoğunlukla iyi atışlar yapıyordum. İlk atışımda, halen emzirdiği bir
yavrusu olan ve bu yüzden de beni çok üzen dişi bir keçi vurdum. Annesi yere
düştüğünde yavru keçi ben gidip annesini alana kadar oradan kıpırdamadı ve
dahası ben annesini omzuma yükleyip götürürken de peşimden evime kadar geldi.
Bunun üzerine annesini yere bırakıp yavruyu kollarıma aldım ve evcil-
leştirebileceğimi umarak çitimden içeri soktum. Ama yavru hiçbir şey yemediği
için onu kesip yemek zorunda kaldım. Bu iki keçinin eti bana uzun süre yetti,
çünkü çok az yiyor ve erzaklarımı, özellikle de ekmeğimi elimden geldiğince
tutumlu kullanıyordum.
-108-
Evimi iyice yerleştirdikten sonra, mutlaka içeride ateş yakacak bir yer yapmam
ve yakacak bulmam gerektiğini fark ettim. Bunun için ne yaptığımı, mağaramı
nasıl genişlettiğimi ve kendime ne gibi kolaylıklar sağladığımı yeri gelince
bütün ayrıntılarıyla anlatacağım. Ama ilk önce biraz kendimden ve o zamanki
yaşantımla ilgili düşüncelerimden bahsetmem gerekiyor ki, bu konuda
anlatacaklarımın pek az olmadığını kolayca tahmin edebilirsiniz.
İçinde bulunduğum durumun çok acıklı olduğunu düşünüyordum. Bu adaya düşmemin
nedeni, dediğim gibi, bizi yolculuk etmeyi tasarladığımız yolun oldukça uzağına
-insanlığın genel ticaret yollarının yüzlerce fersah ötesine- atan korktınç bir
fırtına olduğundan, Tann'nın, hayatımın sonuna kadar bu ıssız yerde, yapayalnız
yaşamamı uygun gördüğünü düşünmek için çok önemli bir nedenim vardı. Bunları
düşündüğüm zaman gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Bazen de kendi kendime, Tanrı
neden kendi yarattığı insanları bu derece hırpalıyor ve onları bu kadar sefil,
kimseden yardım alamayacak kadar yalnız ve umutsuz bir duruma sokuyor diye
soruyor; insanın, böyle bir hayat için şükretmesinin mantıklı olamayacağını
düşünüyordum.
Ama hemen ardından da içimdeki bir ses, bana bu düşünceleri tartmamı söylüyor ve
beni azarlıyordu. Özellikle bir gün, elimde silahımla deniz kenarında yürürken
yine ne hallere düştüğümü kara kara düşünsem de
-109-
mantığım aksini iddia etti: "Evet, yapayalnız olduğun doğru, ama bir de şunu
düşün: Diğerleri nerede? Sandala on bir kişi binmemiş miydiniz? Peki, diğer on
kişi nerede? Neden onlar kurtulmadı da sen kurtuldun? Neden bir tek sen
kurtuldun? Burada mı olmak daha iyi, orada mı?" Sonra denize döndüm. Bütün kötü
şeyler, iyi yanlarıyla ve daha kötüsünün de olabileceği ihtimaliyle beraber
değerlendirilmeli.
Sonra hayatta kalmak için gerekli her şeye sahip olduğum geldi aklıma tekrar.
Şöyle düşünüyordum: Eğer gemi karaya ilk oturduğu yerden kıyıya doğru
sürüklenmeseydi -ama bu zaten yüz binde birlik bir olasılıktı-ve içinden bütün o
şeyleri alabilecek zamanım olmasaydı, ne yapardım? Karaya ilk çıktığım zamanki
gibi, gerekli hiçbir şeyim olmadan veya bunları sağlayacak hiçbir araç olmadan
yaşamak zorunda kalsaydım, ne hallere düşerdim? "Özellikle de," dedim yüksek
sesle (kendi kendime konuşuyor olsam bile) "tüfeğim, cephanem, aletlerim,
elbiselerim, yataklarım, çadırım ya da herhangi bir örtüm olmasaydı, ne
yapardım?" Şimdi bunların hepsinden yetecek kadar vardı ve cephanem bitip de
tüfeksiz yaşamak zorunda kalsam bile rahat bir şekilde karnımı doyurabilirdim;
bu yüzden hayatımın geri kalan kısmını hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeden
yaşayabileceğime dair belli bir umudum vardı. Başlangıçtan beri, herhangi bir
kaza ihtimaline karşı, sadece cephanemin bitmesi durumunda değil, sağlığım
bozulduğu veya gücüm tüken--ııo-
diği zaman da ne yapabileceğimi düşünmüştüm.
Bütün cephanemin bir anda yok oluver-mesi, yani, yıldırım düşerse bütün
barutumun havaya uçması düşüncesine de hiç kat-lanamadığımı itiraf edeyim. Bu
yüzden, şimdi fark ediyorum ki ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, çok fazla
korkuyormuşum.
Şimdi sıra, dünya üzerinde daha önce belki de hiç duyulmamış yapayalnız bir
hayatın hüzünlü bir kısmına geldiğimizden, bunu başından başlayıp yeri geldikçe,
sırasıyla anlatacağım. Benim hesaplanma göre bu korkunç adaya ilk ayak bastığım
gün, tarih 30 Eylül idi. O zaman güneş güzdönümünde ve neredeyse tam tepemde
olduğu için 9 derece 22 dakika kuzey enleminde bulunduğumu hesapladım.
Adaya varışımın on ya da on ikinci günü defter, kalem ve mürekkep olmadığından
tarihleri karıştırabileceğim, hatta tatil ve çalışma günlerini bile
unutabileceğim geldi aklıma. Bunu önlemek için bıçağımla, büyük bir tahtanın
üzerine, büyük harflerle, "Buraya 30 Eylül 1659'da ayak bastım," diye yazdım ve
bu tahtayı bir direğe çakarak büyük bir haç gibi karaya ilk ayak bastığım kıyıya
diktim. Bu dört köşe tahtanın üzerine her gün bıçağımla bir çentik atıyor, her
yedinci günün çentiğini daha uzun yapıyor ve her ayın ilk günü için de
ötekilerden daha uzun bir çentik atıyordum; böylece zamanı haftalık, aylık ve
yıllık olarak da gösteren bir takvim tutmuş oluyordum.
-111-
Bir de şunu belirtmem gerekiyor; birkaç yolculuk yapıp gemiden birçok şey
getirdiğimden yukarıda bahsetmiştim; ama bu şeyler arasında, diğerleri kadar
değerli olmasa da tamamen faydasız da sayılmayacak, daha önce hiç bahsetmediğim
birkaç şey daha vardı; kalemler, mürekkep, kâğıt; kaptanın, ikinci kaptanın,
topçu subayının ve marangozun eşyaları arasında birkaç paket, iki üç pusula,
bazı matematik araçları, cetveller, ölçüm aletleri, hesap aletleri, dürbünler,
haritalar ve gemicilik kitapları da vardı. İhtiyacım olup olmadığını düşünmeden
hepsini aceleyle alıvermiştim. Ayrıca, diğer eşyalarımla birlikte gemiye aldığım
üç güzel İncil (İngiltere'den gönderilen eşyalar arasından çıkmıştı bunlar);
bazı Portekizce kitaplar, iki üç tane de Katolik dua kitabı ve başka kitaplar
daha bulmuş ve bütün bunları özenle saklamıştım. Şunu da unutmayayım: Gemide,
yeri gelince onlardan ayrıntılarıyla bahsedeceğim bir köpek ile iki de kedimiz
vardı. Kedileri yanımda karaya çıkarmıştım. Köpeğe gelince, ilk yükümle karaya
çıktıktan sonraki gün, kendiliğinden gemiden denize atlayıp yüzerek beni karaya
kadar takip etti ve yıllar boyu benim için sadık bir hizmetkâr oldu. Onun bana
bir şeyler getirmesini ya da bana eşlik etmesini istediğim yoktu, tek istediğim
benimle konuş-masıydı ama bunu yapamazdı. Daha önce de belirttiğim gibi kalem,
mürekkep ve kâğıt bulmuştum. Bunları son derece idareli kullanıyordum;
mürekkebim olduğu sürece her şeyi aynen yazdığımı göreceksiniz; ama mürekke--
112-
P
bim bitince yazmaya devam edemedim, çünkü hangi yolu denersem deneyeyim,
mürekkep yapmayı beceremedim.
Böylelikle, bir sürü şey toplamış olmama rağmen hâlâ bir sürü eksiğim olduğunu
fark ettim; bunlardan biri de mürekkepti. Ayrıca toprağı kazmak için kazma,
kürek ve bel; iğne, iplik, topluiğneye de ihtiyacım vardı. Keten kumaşa gelince,
bunun eksikliğine kısa bir süre içinde, pek zorluk çekmeden alıştım.
Bu alet yokluğu yüzünden yaptığım her iş çok ağır ilerliyordu. Dolayısıyla,
küçük çitimi ya da çevresi kapalı barınağımı tam olarak bitirdiğimde neredeyse
koca bir yıl geçmişti. Korulukta, kaldırabileceğim ağırlıktaki kazıkları ya da
direkleri kesip hazırlamak uzun zaman alıyordu, bunları eve getirmek ise çok
daha uzun sürüyordu. Böyle olunca, bu direklerden birini kesip eve getirmek için
bazen iki gün harcıyordum ve bunları yere çakmak da üçüncü bir güne mal
oluyordu. Bu amaç için ilk başta ağır bir odun parçası kullanıyordum; ama
sonunda aklıma demir küskülerden biri geldi. Bununla birlikte, bu küsküler de
direkleri ya da kazıklan çakma işini çok yorucu ve zaman alıcı bir iş olmaktan
kurtaramadı.
Aslında yapmak zorunda olduğum işlerin zaman alıcı olduğunu dert etmeme hiç
gerek yoktu, çünkü zaten yeterince zamanım vardı. Adada dolaşıp yiyecek
aramaktan başka işim de yoktu, ki bunu zaten hemen her gün yapıyordum.
Artık yaşamımı ve içine düştüğüm durumu ciddi ciddi düşünmeye başlayıp yazıya
-113-
döküyordum. Düşüncelerimi günü gününe yazıya döküp kafa patlatmamın arkasında,
bunları benden sonra gelecek kuşağa aktarmak gibi bir amaç yoktu, çünkü çocuğum
falan olacak gibi görünmüyordu. Mantığım umutsuzluğuma hakim olmaya başladıkça
kendimi elimden geldiği kadar avuttum. Durumumu daha kötüsünden ayırt edebilmek
için, iyi yanlarıyla kötü yanlarını karşı karşıya koydum. Avuntularım ile
çektiğim acılan, alacak veya verecek hesabı yapan biri gibi tam bir
tarafsızlıkla şöyle sıraladım:
Kötü
Korkunç, ıssız bir adaya düştüm, her türlü kurtuluş umudundan yoksunum.
Dünyadaki herkesin içinden, acınacak hale düşürülmek için ben seçilmişim.
İnsanlıktan kopmuş, toplum dışına sürülmüş, yalnız biriyim.
Giyecek elbisem yok.
İnsanlar ya da hayvanlardan gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı ne bir
savunma ne de bir direnme aracım var.
Konuşabileceğim, beni teselli edecek kimsem yok.
iyi
Ama hayattayım, gemideki diğer arkadaşlarımın aksine boğulmadım.
Ama aynı zamanda bütün gemiciler arasından ölümden kurtarılmak üzere ben
seçildim ve beni mucizevi bir şekilde ölümden kurtaran Tanrı bu durumdan da
kurtarabilir.
-114-
Ama çorak bir yerde yiyecek içecek hiçbir şey bulamayarak açlıktan, susuzluktan
ölüp gitmiyorum.
Ama sıcak bir iklimdeyim. Giysim olsaydı bile burada ona pek ihtiyacım olmazdı.
Ama Afrika sahillerinde gördüğüm yırtıcı hayvanlardan hiçbirine rastlamadığım
bir adaya düştüm; ya kaza oralarda olsaydı?
Ama Tanrı, olağanüstü bir şekilde, gemiyi kıyıya yeterince yaklaştırdı, böylece
yaşadığım sürece gereksinimlerimi karşılamamı sağlayacak malzemeleri alabildim.
Bütün olarak bakıldığında, dünyada bu kadar acınacak bir durumun zor bulunacağı
şüphesizdi. Ancak bu durumun olumsuz yönleri olduğu gibi şükredilecek olumlu
yönleri de vardı. Hayattaki en kötü deneyimlerimizden şu dersi çıkartabiliriz:
Her durumda kendimizi avutacak, iyilerle kötüler defterinin alacaklar hesabına
yazacak şeyler bulabiliriz.
Durumuma biraz olsun alışıp bir gemi görür müyüm diye denize bakmaktan
vazgeçince, yani bu tür şeyleri bir kenara bırakınca kendimi yeni yaşam düzenime
uyum sağlamaya ve işleri elimden geldiğince kolaylaştırmaya verdim.
Barınağımı daha önce anlatmıştım; bir kayanın yamacındaki bir çadır ve bu
çadn çevreleyen sağlam direkler ve halatlardan ya pılmış bir çit. Ama artık bu
çite duvar adını vermem daha doğru olur, çünkü dışına keseklerden oluşan altmış
santim kalınlığında bir duvar yapmıştım, bir süre sonra da -sanı-
-115-
ran bir buçuk yıl sonra- yılın belli zamanlarında çok şiddetli yağan yağmur
içeri girmesin diye, bu duvardan kayaya doğru kalaslar dizmiş ve üzerlerini de
ağaç dallan ve buna benzer şeylerle örtmüştüm.
Bütün eşyalarımı bu çitin içine ve çadırın arkasına yaptığım mağaraya nasıl
taşıdığımı anlatmıştım. Ama şunu da belirtmem gerekiyor ki, bu eşyalar düzensiz
bir şekilde ortada durdukları için ilk başta darmadağınık bir yığından
ibarettiler; bu yüzden bana kımıldayacak yer bile kalmamıştı. Bu nedenle kayayı
daha içlere doğru oyarak mağaramı genişletmeye giriştim. Yumuşak, kumlu bir kaya
olduğu için istediğim şekilde kolayca işleyebiliyordum. Yırtıcı hayvanlara yem
olmayacağımdan iyice emin olunca, kayayı sağa doğru oymaya başladım; kayanın
dışına çıkana kadar oymaya devam ettim; böylece çitimin ya da surlarımın dışına
çıkan bir kapı yapmış oldum. Bu yol bana sadece çadırımla ambarıma giriş
çıkışlarda kullanabileceğim bir arka kapı olmakla kalmadı, eşyalarımı
saklayabileceğim fazladan yer de sağladı.
Artık kendimi özellikle masa ve sandalye gibi en çok ihtiyaç duyduğum şeyleri
yapmaya vermiştim; çünkü bunlarsız dünyada sahip olduğum azıcık konforun bile
tadını çıka-ramıyordum. Masam olmadan ne yazı yazmaktan, ne yemek yemekten, ne
de yapılacak başka işlerden doğru dürüst zevk alabiliyordum.
Dolayısıyla işe koyuldum; burada şunu belirtmem gerekiyor ki, matematiğin özü ve
-116-
temelinde insan aklı yattığından, insan her şeyi ölçüp tartarak ve en akıllıca
kararlara vararak zaman içinde her türden elişine hâkim olabilir. Hayatımda
elime bir alet alıp çalışmışlığım yoktu. Ama zaman ve emek vererek özenle
çalışınca, özellikle de elimde gerekli aletler varsa, bir işi eninde sonunda
başarabileceğimi anladım. Bununla birlikte, aletsiz de bir sürü şey yaptım;
bazılarını da, belki de daha önce hiç denenmemiş yollardan, yalnız bir keser,
ufak bir balta kullanarak ve bir de yoğun emek vererek yaptım. Örneğin; tahta
gerektiğinde bir ağaç kesip, bu ağacı önüme koyup bir kereste gibi incelene
kadar baltamla iki yandan yontmaktan ve sonra da bunu keserimle düzleştirmekten
başka seçeneğim yoktu. Bu* yolla koskoca bir ağaçtan tek bir tahta parçası
çıkarabiliyordum, bu doğru, ama sabretmekten ve bir kalas ya da tahta çıkarana
kadar olağanüstü zaman ve emek harcamaktan başka çarem yoktu. Ama zamanım ya da
emeğimin pek bir değeri olmadığından, şu ya da bu şekilde kullanmış olmam pek
fark etmiyordu.
Bununla birlikte, daha önce de belirttiğim gibi, ilk önce salımla gemiden
getirdiğim kısa tahta parçalarıyla bir masa ve sandalye yaptım. Ama yukarıda
bahsettiğim gibi, ağaçlardan tahta çıkarmaya başlayınca mağaramın bir duvarına,
kırk beş santim genişliğinde geniş raflar yaptım ve bütün aletlerimi, çivileri
ve demir eşyaları bu rafların üzerine dizdim; kısacası, kolayca bulabilmek için
her şeyi ayrı ayrı yerleştirdim. Tüfeklerimi ve asılabile-
-117-
cek her şeyi asmak için kayanın duvarına çiviler çaktım. Böylelikle mağaram
gerekli her şeyin bulunduğu büyük bir ambar gibi oldu. Artık her şey elimin
altındaydı ve bütün eşyalarımın böyle bir düzene girmesi, özellikle de bu kadar
çok eşyam olduğunu görmek, bana büyük bir sevinç vermişti.
Her gün yaptığım işlerle ilgili bir günlük tutmaya işte bundan sonra başladım.
Çünkü ilk başlarda, hem yapılacak çok işim olduğundan, hem de kafam karmakarışık
olduğundan bir telaş içindeydim; o zamanlar günlük tutsaydım, muhtemelen bir
sürü sıkıcı şeyle dolu olurdu. Örneğin şöyle yazardım: 30 Eylül - Boğulmaktan
kurtulup karaya çıktıktan sonra, ilk önce mideme dolan büyük miktarda tuzlu suyu
kusup kendime geldim ve sonra Tann'ya şükredeceğime, kıyı boyunca koşturmaya
başladım; ellerimi ovuşturup başıma yüzüme vurdum; yorgunluktan bayılıp yere
düşene kadar, "Mahvoldum ben, bittim," diye bağırarak düştüğüm duruma isyan
ettim; yere düşünce de biraz dinlendim, ama vahşi hayvanlara yem olma
korkusundan uyumaya cesaret edemedim.
Bundan sonraki günlerde, gemiye çıkıp alabileceğim her şeyi getirdikten sonra,
küçük bir dağın tepesine tırmanıp bir gemi görmek umuduyla denize bakmaktan
kendimi alamıyordum. Sonra da bu umutla kendimi sevindirmek için uzaklarda bir
yelken gördüğümü zannediyor ve gözlerim kararana kadar durmadan o noktaya
bakıyor; artık yelken falan görmez olunca da oturup bir çocuk gibi
118-
ağlıyordum. Böylece, bu çılgınlıklarla acılarımı daha da artınyordum.
Ama bu tür şeyleri bir ölçüde atlattıktan, evimle barınağımı bir düzene sokup
bir masayla sandalye yaptıktan ve çevremdeki her şeyi elimden geldiğince düzenli
bir şekilde yerleştirdikten sonra size burada bir örneğini vereceğim (içinde
bütün bu ayrıntıların tekrar anlatılacağı) günlüğümü tutmaya başladım ve
mürekkebim olduğu sürece yazdım, ama mürekkebim kalmayınca yazmayı bırakmak
zorunda kaldım.
Günlük
30 Eylül 1659 - Ben, zavallı Robinson Crusoe, açık denizde korkunç bir fırtına
sırasında kazaya uğrayarak Umutsuzluk Adası dediğim bu kasvetli, uğursuz adaya
çıktım. Gemideki arkadaşlarımın hepsi boğuldu; ben de neredeyse ölüyordum.
Günün geri kalanını, düştüğüm bu umutsuz durumdan ötürü kendi kendime acı
çektirerek geçirdim; ne yiyeceğim, ne evim, ne giyecek bir şeyim, ne silahım, ne
de sığınacak bir yerim vardı. Bu umutsuz durumda, ölmekten başka kurtuluş
olmadığını düşünüyordum; ya yırtıcı hayvanlara yem olacak, ya vahşiler
tarafından öldürülecek, ya da açlıktan ölecektim. Hava karardığında vahşi
hayvanlardan korktuğum için bir ağacın tepesine çıktım. Yağmura rağmen bütün
gece deliksiz uyudum.
i Ekim - Sabahleyin, suların yükselmesiyle geminin kıyıya doğru sürüklenip adaya
çok
-119-
1
yaklaştığını gördüğümde çok şaşırdım. Geminin hâlâ ayakta durduğunu ve parçalara
ayrılmadığını görmek benim için sevindirici bir durumdu, çünkü rüzgâr dinerse
gemiye gidip biraz yiyecekle bana faydası dokunacak bazı eşyaları alabileceğimi
umut ediyordum. Öte yandan, bu durum arkadaşlarımı kaybetmiş olmamın acısını
tazelemişti, çünkü gemide kalsaydık gemiyi kurtarabileceğimizi ya da en azından
arkadaşlarımın o şekilde boğulmayacağım düşünüyordum; ve kurtulsalardı, birlikte
geminin parçalarından bizi dünyanın başka bir tarafına götürebilecek bir tekne
yapabilirdik. Günün büyük bir kısmını kafamda böyle düşüncelerle geçirdim. Ama
en sonunda geminin neredeyse su almamış olduğunu görerek kumun üzerinde
gidebildiğim kadar gemiye yaklaştım ve sonra yüzerek güverteye çıktım. Ayrıca
artık rüzgâr esmemesine rağmen yağmur bugün de devam ediyordu.
Ekim'in 1 'inden 24'üne - Bugünleri alabileceğim her şeyi getirmek için gemiye
yaptığım yolculuklarla geçirdim. Aldığım şeyleri sular yükseldiğinde salla
karaya çıkarıyordum. Ara ara hava güzelleşse de çok fazla yağmur yağıyordu;
anlaşılan yağmur mevsimiydi.
20 Ekim - Salım, üzerindeki eşyaların hepsiyle birden devrildi; ama sular sığ,
eşyalar da genelde ağır olduğu için sular çekildiğinde çoğunu kurtardım.
25 Ekim - Bütün gün ve bütün gece yağmur yağdı ve arada bir rüzgâr esti, bu süre
-120-
içinde rüzgâr biraz daha sert esmeye başladığından gemi parçalara ayrıldı.
Görünürde gemi falan kalmamıştı artık, yalnız sular çekildiğinde görülen
parçaları dışında. Bugünü yağmurdan bozulmasınlar diye, kurtardığım eşyaları
örtüp saklamakla geçirdim.
26 Ekim - Hemen hemen bütün gün kendime yerleşecek bir yer bulmak için kıyı
boyunca dolaştım. En büyük kaygım kendimi geceleri vahşi hayvanlar veya
insanlardan gelebilecek saldırılara karşı güvence altına almaktı. Akşama doğru
bir kayanın eteğinde uygun bir yer buldum ve bir yarım daire çizerek
yerleşeceğim yeri belirledim. Burayı içeriden birbirine halatlarla bağlanmış iki
sıra kazık ve keseklerden oluşan bir duvar ya da korunakla güçlendirmeye karar
verdim.
Ekim'in 26'sından 30'una kadar zaman zaman çok fazla yağmur yağmasına rağmen
bütün eşyalarımı barınağıma taşımak için çok çalıştım.
31 Ekim sabahı, biraz yiyecek aramak ve çevreyi öğrenmek için tüfeğimle adayı
dolaşmaya çıktım; bir dişi keçiyi vurdum ve yavrusu beni takip etti, hiçbir şey
yemediği için sonradan yavruyu da öldürmek zorunda kaldım.
1 Kasım - Bir kayanın altına çadırımı kurdum ve içinde ilk gecemi geçirdim. Bu
çadırı elimden geldiğince büyük yapmaya çalıştım ve çadırın içine, hamağımı
asacak direkler çaktım.
2 Kasım - Duvarımı yapmayı tasarladığım yarım dairenin biraz içine, bütün
sandıklan-
-121-
mı, tahtalarımı ve sallarımı yapmakta kullandığım kereste parçalarını dizerek
etrafını bir çitle çevreledim.
3 Kasım - Tüfeğimle dışarı çıkıp ördeğe benzeyen iki kuş vurdum, etleri çok
iyiydi. Öğleden sonra kendime bir masa yapmak için çalışmaya başladım.
4 Kasım - Bu sabah; çalışma, tüfeğimle dolaşma, uyuma, dinlenme saatlerimi bir
düzene sokmaya başladım. Yağmur yağmıyorsa, her sabah tüfeğimle iki üç saat
dolaşıyordum; sonra aşağı yukarı on bire kadar çalışıyordum; sonra da elimde ne
varsa onu yiyor ve hava aşın sıcak olduğu için saat on ikiden ikiye kadar
uyuyordum. Akşamları da tekrar çalışıyordum. Bugün ve sonraki gün için çalışma
saatlerimin tamamını masamı yapmaya ayırmıştım; çünkü henüz pek zavallı bir
işçiydim ama zaman geçtikçe -ve mecburiyetten- tam bir usta oldum. Sanırım,
herkes böyle olurdu.
5 Kasım - Bugünü, tüfeğim ve köpeğimle dışarıda geçirdim; vahşi bir kedi
öldürdüm, postu çok yumuşaktı, ama eti hiçbir işe yaramazdı. Öldürdüğüm her
hayvanın postunu yüzüp saklıyordum. Deniz kıyısına geri döndüğümde ne olduğunu
anlayamadığım bir sürü deniz kuşu gördüm; ama beni şaşırtan, hatta neredeyse
korkutan, gördüğüm iki üç ayıbalığıydı. Ne olduklarını bilmediğim için, gözümü
dikmiş onlara baktığım sırada denize dalarak benden kaçtılar.
6 Kasım - Sabah yürüyüşümden sonra masam üzerinde çalışmaya devam ettim ve
-122-
I
bitirdim; ama pek sevmedim; çok geçmeden de nasıl düzelteceğimi öğrendim.
7 Kasım - Şimdi havalar güzelleşmeye başladı. Ayın 7, 8, 9, 10'u ile 12'sinin
bir kısmını (ayın 11'i pazara geliyordu) kendime bir sandalye yapmak için
uğraşarak geçirdim ve bir hayli uğraşarak az çok bir şekil vermeyi başardım; ama
hiç hoşuma gitmedi; yaparken bile birkaç kez bozup yine yapmıştım. Not: Kısa bir
süre sonra pazar günlerini ihmal etmeye başladım; çünkü takvim direğime günleri
işaretlemediğim için hangisinin hangi gün olduğunu unutuyordum.
J 3 Kasım - Bugün yağan yağmur hem beni çok rahatlattı, hem de toprağı
serinletti; ama yağmura korkunç bir gök gürültüsü ve şimşek de eşlik ettiğinden
barutum yüzünden dehşete kapıldım. Yağmur diner dinmez, tehlikeden kurtarmak
için bütün barutumu mümkün olduğunca küçük parçalara ayırmaya karar verdim.
14, 15, 16Kasım- Bu üç günü; yarım kilo ya da en fazla bir kilo barut alacak,
dört köşe, küçük sandıklar ve kutular yapmakla geçirdim ve barutu bunların içine
koyarak güvenli ve birbirinden mümkün olduğunca uzak yerlere yerleştirdim.
Bugünlerden birinde eti yemeye çok uygun büyük bir kuş vurdum; ama kuşa ne isim
vereceğimi bilmiyorum.
17 Kasım - Bugün biraz daha yer açmak için çadırımın arkasındaki kayayı oymaya
başladım. Not: Bu iş için çok ihtiyaç duyduğum üç şey vardı; kazma, kürek, bir
el arabası ya da küfe. Bu yüzden çalışmayı bir kena-
-123-
ra bırakarak bu ihtiyaçlarımı nasıl karşılayabileceğimi ya da bu aletleri nasıl
yapabileceğimi düşünmeye başladım. Kazma olarak, ağır olmakla birlikte yeterince
uygun olan demir küsküleri kullanıyordum, ama kürek ya da bel de gerekiyordu.
Bunlar olmadan doğru dürüst hiçbir şey yapamayacağım için gerçekten
gerekliydiler. Ama bu aletleri nasıl yapacağımı bilmiyordum.
18 Kasım - Ertesi gün korulukta dolaşırken aşın sert olduğu için Brezilya'da
demir ağacı denilenlerden ya da onlara benzer bir ağaç buldum. Neredeyse baltamı
bozacak kadar büyük bir çaba sarf ederek bu ağaçtan bir parça kestim ve çok ağır
olduğu için yine oldukça zorlanarak eve götürdüm.
Ağaç çok sert olduğundan ve daha kolay bir yol bulamadığımdan, bu aleti yapmak
çok zamanımı aldı; ağaç parçasına yavaş yavaş bir kürek ya da bel şeklini
vermeyi başardım. Sapı aynı bizim İngiltere'dekiler gibi oldu, ama alttaki geniş
kısmına demir takamadı-ğım için çok uzun süre kullanamayacaktım. Bununla
birlikte kullandığım işlerde bana epey bir faydası dokundu; ama bir küreğin,
daha önce hiç bu şekilde ya da bu kadar uzun sürede yapıldığını sanmıyorum.
Hâlâ eksiklerim vardı, çünkü bir küfe ya da bir el arabasına da ihtiyaç
duyuyordum. Sepet yapmaya elverişli, ince, dal gibi bükü-lebilir şeyler olmadığı
ya da en azından henüz bulamadığım için hiçbir şekilde bir küfe yapamazdım. El
arabasına gelince, tekerlek dışında her şeyi yapabileceğimi düşünüyor-
-124-
dum, ama tekerleği nasıl yapacağıma ya da işe nereden başlayacağıma dair hiçbir
fikrim yoktu. Ayrıca tekerleğin dönmesini sağlayan dingilin demir millerini
yapma olanağım da yoktu, dolayısıyla bu düşünceden vazgeçtim ve mağaradan
çıkardığım toprakları taşımak için, işçilerin duvarcılara harç taşımakta
kullandığı kovalara benzer bir şey yaptım.
Bunu yapmak benim için kürek yapmak kadar zor olmamıştı; ama yine de bu, yani
kürek ve el arabası yapmak için boşu boşuna verdiğim uğraşlar en az dört günümü
almıştı; neredeyse hiç aksatmadığım ve mutlaka yenebilecek bir şeylerle döndüğüm
tüfekli sabah yürüyüşlerimi buna dahil etmiyorum.
23 Kasım - Bu aletleri yapmak için bir kenara bıraktığım diğer iş duruyordu.
Aletleri bitirdiğimde bu işe geri döndüm; gücüm ve zamanım elverdiği sürece her
gün çalışarak, tam on sekiz günü, mağaramı eşyalarımı rahatlıkla alabilecek
şekilde genişletmek ve büyütmekle geçirdim.
Not: Bütün bu süre içinde bu odayı ya da mağarayı bana bir depo ya da ambar, bir
mutfak, bir yemek odası ve bir de kiler sağlayacak kadar büyütmeye çalıştım;
oturma odama gelince bunun için çadırı kullanıyordum. Ancak, mevsimi gelince
bazen çok yağmur yağdığı için ıslanmamak mümkün değildi, dolayısıyla çitimin
içinde kalan bütün alanı, sonradan, kayaya kadar uzattığım kalas biçimindeki
uzun direklerle örttüm ve bunların üzerini de sazlar ve büyük ağaç yaprakla-nyla
kapladım.
-125-
10 Aralık - Tam da mağaramı ya da mahzenimi bitirdiğimi düşünmeye başlamışken
aniden (anlaşılan fazla geniş yapmıştım) tavandan büyük bir toprak yığını
düşüverdi, dolayısıyla bu beni çok korkuttu. Korkmak için de yeteri kadar
sebebim vardı, çünkü ben altındayken düşseydi, bir mezar kazıcısına bile
ihtiyacım olmayacaktı. Bu felaket dolayısıyla, mağarada yine bir hayli çalışmam
gerekti; çünkü tavandan inen toprağı dışarı taşımam ve daha da önemlisi, tavanı,
bir daha çökmeyeceğinden emin olacak şekilde sağlamlaştırmam gerekiyordu.
11 Aralık - Bugün o işe başladım; iki kalas ya da direği tavana dayayıp
üzerlerine de iki kalas koydum. Bunu ertesi gün bitirdim ve daha fazla direkle
kalas yerleştirerek, aşağı yukarı bir hafta içinde tavanı iyice sağlam-
laştırdım; ayrıca direkler sıralar halinde durduğu için evimi bölümlere ayırmama
da yaradılar.
17 Aralık - Bugünden ayın yirmisine kadar rafları yerleştirdim ve aşılabilecek
her şeyi asmak için direklere çiviler çaktım. Böylece evimin içini biraz düzene
sokmaya başlamıştım.
20 Aralık - Bugün her şeyi mağaraya taşıdım ve evimi yerleştirmeye başladım,
üzerine yiyeceklerimi yerleştirmek için, bazı tahta parçalarını bir büfe gibi
dizdim, ama tahtalarım azalmaya başlayınca kendime bir masa daha yaptım.
24 Aralık - Bütün gün, bütün gece çok yağmur yağdı; dışarı çıkmaya yeltenmedim.
-126-
25 Aralık - Bütün gün yağmur yağdı.
26 Aralık - Yağmur dindi, toprak öncekinden çok daha serin ve güzel.
27 Aralık - Genç bir keçi vurdum ve bir başkasını da bacağından yaraladım,
yakalayıp boynuna bir ip takarak eve getirdim. Eve varınca kırılmış olan
bacağını tahtalarla sarıp bağladım. Not: Ona o kadar özenle baktım ki yaşadı,
bacağı da iyileşti ve eskisi kadar kuvvetlendi. Keçiye çok uzun bir süre
baktığım için evcilleşti. Kapımın önündeki küçük çimenlikte otluyor ve oradan
hiçbir yere ayrılmıyordu. İlk defa olarak aklıma, barutum ve saçmam tamamen
tükendiğinde yiyecek bir şeylerim olsun diye, bazı hayvanları evcilleştirip
yetiştirmek geldi.
28, 29, 30 Aralık-- Ortalık sıcaktan kavruluyor ve en ufak bir esinti yok, bir
tek akşamlan dışarı çıkıyorum, o da yiyecek bulmak için. Bu zamanı evimin
içindeki eşyalarımı düzenlemekle geçirdim.
1 Ocak - Hava hâlâ çok sıcak, ama sabah erken ve akşam geç saatlerde tüfeğimle
dışarı çıktım, gün içinde de hiçbir şey yapmadan yattım. Bu akşam, adanın
ortalarına doğru uzanan vadinin daha içlerine gittim ve bir sürü keçi olduğunu
gördüm; ama fazlasıyla ürkektiler; yanlarına yaklaşmak zordu. Bununla birlikte,
onları aşağı doğru kovalaması için köpeğimi de getirebileceğime karar verdim.
2 Ocak - Dolayısıyla, ertesi gün köpeğimle gittim ve onu keçilerin üzerine
saldım; ama yanılmışım. Bütün keçiler yüzlerini köpeğe döndüler ve köpek de
bunun tehlikeli olduğu-
-127-
nu çok iyi bildiği için yanlarına gitmeye cesaret edemedi.
3 Ocak - Çitimi ya da duvarımı yapmaya başladım, hâlâ birilerinin saldırısına
uğramaktan koktuğum için çok kalın ve sağlam bir çit yapmaya karar verdim.
Not: Bu duvarı daha önce anlattığım için bu konuda söylenecekleri, özellikle
günlüğümün dışında tutuyorum. Ortasında mağaranın kapısı bulunan, kayanın bir
ucundan başlayıp yedi metre ötedeki başka bir yanıyla birleşen, yarım daire
şeklindeki bu duvarın uzunluğu yirmi metreyi geçmediği halde, duvarı yapıp
bitirmem ve düzeltmemin en az 3 Ocak'tan 14 Nisan'a kadar sürdüğünü belirtmekle
yetineceğim.
Bütün bu süre boyunca çok çalıştım; yağmurlar beni günler, hatta bazen haftalar
boyunca engellese bile bu duvar bitene kadar asla tamamen güvende olamayacağımı
düşünüyordum. Bütün bunları yaparken, özellikle de gereğinden büyük yaptığım
direkleri koruluktan getirmek ve yere çakmak için, kelimelerle anlatılamayacak
kadar çok emek harcadığıma inanmak zordur.
Duvar bittiğinde ve dışına da çalı çırpıdan oluşan ikinci bir çit eklediğimde,
karaya çıkacak herhangi birinin burada bir barınak olduğunu anlayamayacağına
ikna oldum; bu duvarı ne kadar iyi yaptığım, daha sonra anlatacağım çok dikkat
çekici bir olay üzerine daha iyi anlaşılacaktır.
Bu süre içinde, yağmur yağmadıkça her
-128-
gün korulukta avlanmaya çıkıyordum ve bu yürüyüşlerde şu ya da bu şekilde benim
yararıma olacak şeyler keşfediyordum sık sık. Bir keresinde de yuvasını koru
güvercinleri gibi ağaçlara değil de ev güvercinleri gibi kayaların arasındaki
deliklere yapan bir tür ya-bangüvercinine rastladım. Birkaç yavruyu alarak
evcilleştirmeye çalıştım ve bunu başardım ama büyüdüklerinde hepsi kaçıp gitti,
onlara verecek bir şeyim olmadığından, belki de karınlarını doyurmak için
kaçmışlardır. Bununla birlikte, sık sık yuvalarını buluyor ve etleri çok
lezzetli olan yavruları alıyordum.
Şimdi ev işlerimle uğraşırken birçok eksiğim olduğunu fark ettim; ilk başta
bunları yapmamın olanaksız olduğunu düşündüm ve gerçekten de bazılarını yapmak
olanaksızdı. Örneğin, bir fıçıyı çemberlemeyi hiçbir zaman beceremiyordum. Daha
önce de belirttiğim gibi, bir iki küçük fıçım vardı; ama haftalarca uğraşsam
bile onlara benzer bir fıçı yapabilecek ustalığa asla ulaşamadım. Ne uçlarını
tutturabiliyordum, ne de tahtaları suyu tutacak şekilde birleştirebiliyordum,
dolayısıyla bundan da vazgeçtim.
Bir de mum yokluğu benim için büyük bir sıkıntıydı; çünkü karanlık olur olmaz
yatağa gitmek zorunda kalıyordum ve genellikle saat yedide hava karanyordu.
Afrika serüvenimde mum yaptığım balmumu aklıma geldi, ama şimdi elimde hiç
balmumu yoktu. Bulduğum tek çözüm; bir keçi vurduğumda donyağmı ayırmak ve bu
yağı, kilden yapıp güneşte ku-
-129-
ruttuğum küçük bir tabağa yerleştirip üstüpüden yaptığım bir fitili de buna
ekleyerek bir lamba yapmak oldu; mum ışığı kadar iyi bir ışık olmasa da aydınlık
veriyordu.
Bütün bunlarla uğraştığım sırada, bir gün eşyalarımı karıştırırken, daha önce
bahsettiğim bir torbayı bulmuştum; torba, sanırım bu yolculuk için değil de gemi
Lizbon'dan gelirken, tavukları beslemek için tahılla doldurulmuştu. Torbanın
içinde kalan azıcık tahıl da fareler tarafından yenmiş olduğundan, içinde
kabuklar ve un ufak olmuş tahıl parçalarından başka bir şey bulamamıştım.
Torbayı başka bir amaç için, sanırım yıldırım korkusuyla barutlan ayırdığım
zaman barut koymak ya da onun gibi başka bir işte kullanmak için içindeki tahıl
kabuklarını duvarımın bir kenarından dışarı silkelemiştim. Bu az önce
bahsettiğim büyük yağmurlardan hemen önce oluyordu; hiç aldırış etmemiştim ve
oraya bir şeyler attığımı da hatırlamıyordum. Aşağı yukarı bir ay sonra, yerden
yeşil yeşil bir şeylerin filiz verdiğini görünce, bunun daha önce görmediğim bir
bitki olduğunu düşündüm; ama biraz daha zaman geçtiğinde tıpkı bizim Avrupa,
daha doğrusu İngiliz arpası türünden on on iki adet yemyeşil arpa başağının
çıktığını görünce şaşakaldım.
Bu olay üzerine yaşadığım şaşkınlığı ve kafa karışıklığını anlatmam olanaksız. O
zamana kadar, hiçbir zaman dini ilkelere göre hareket etmemiştim, aslına
bakılırsa kafamda dinle ilgili çok az düşünce vardı. Başıma gelen şeyleri ise
talihe bağlamaktan ya da
-130-
I
önemsemeden söylediğimiz gibi, 'Tanrı böyle-sini istemiş," demekten başka hiçbir
şekilde açıklamaya girişmez, böyle şeylerde Tann'mn amacını ya da dünyadaki
olayları yöneten buyruğunu düşünmek aklıma bile gelmezdi. Ama tahıl yetiştirmeye
elverişli olmadığını bildiğim bir iklimde, özellikle de hiç anlamadığım bir
şekilde, orada arpa yetiştiğini görünce, garip bir şekilde ürperdim ve Tann'nın
burada, bu tahılları hiç tohum ekilmeden mucizevi bir şekilde yeşertmesinin,
benim bu vahşi ve berbat yerde beslenebilmemi sağlamakla doğrudan bir ilgisi
olduğunu düşünmeye başladım.
Bu durum beni biraz etkiledi ve gözlerimin yaşarmasına sebep oldu; böyle
doğaüstü bir şeyin benim için gerçekleşmesinden ötürü kendimi mutlu hissetmeye
başladım. Bana daha da tuhaf gelen şey, bunların yakınında, kaya boyunca, daha
sonra pirinç filizi olduğu ortaya çıkan başka otların da dağınık bir şekilde
yeşerdiğini görmek oldu; Afrika kıyıla-nndayken gördüğümden bunların pirinç
olduğunu anlamıştım.
Bunların Tann'nın sadece benim yaşamam için gönderdiği mahsuller olduğunu
düşünmekle kalmadım, adada daha başka şeyler olduğuna da hiç şüphe etmeden
inandım. Adanın önceden bulunduğum kısımlarındaki her yerini dolaştım ve her
köşeye, her kayanın altına bakarak başka mahsuller olup olmadığını araştırdım;
ama hiçbir şey bulamadım. Sonunda oraya bir tavuk yemi torbasını silkelediğim
aklıma geldi ve şaşkınlığım geç-
-131-
meye başladı; itiraf etmem gerekiyor ki, bütün bunların sıradan bir şey olduğunu
anladığımda Tann'nın takdirine karşı duyduğum dinsel şükranım da azalmaya
başladı. Ama yine de bu kadar garip ve umulmadık bir olay karşısında bu sanki
bir mucizeymiş gibi şükretmem gerekiyordu; çünkü on on iki tahıl tanesinin,
gökten inmiş gibi hiç bozulmadan kalmış olması (geri kalanının hepsini fareler
yemişken), ayrıca onları yüksek bir kayanın gölgesine atmış olmam da gerçekten
Tann'nın bir lütfü ya da buyruğuydu; o sıra onları başka bir yere atmış olsaydım
güneşten kavrulup gidebilirlerdi.
Mevsiminde, yani haziran sonuna doğru bu tahıl başaklarını dikkatle koruduğuma
emin olabilirsiniz; zamanla kendime ekmek yapmaya yetecek kadar olmaları
umuduyla her bir tanesini topladım ve hepsini tekrar ekmeye karar verdim. Ama
yemek için bu tahıllardan çok az bir kısmını bile ayırabilene kadar dört yıl
geçti. O zaman bile, yeri gelince anlatacağım gibi, çok tutumlu davranıyor-dum,
çünkü doğru zaman olup olmadığını düşünmediğimden ilk mevsim ektiklerimin
hepsini kaybetmiştim. Kurak mevsimden hemen önce ektiğim için hiç
yeşermemişlerdi bile, en azından beklediğim gibi yeşermediler; bunu da sırası
gelince anlatırım.
Bu arpanın yanı sıra, yukarıda da değindiğim yirmi otuz pirinç filizi vardı;
bunları da aynı şekilde ya da aynı amaçla, yani kendime ekmek, daha doğrusu
yiyecek yapmak için kullanmayı düşündüğümden aynı özenle ko-
-132-
ruyordum. Çünkü ocak olmadan yemek pişirme yollarını bulmuştum, gerçi daha sonra
bunu da yaptım. Ama artık günlüğüme geri dönme zamanı.
Duvarımı bitirmek için bu üç dört ay bütün gücümle çalıştım ve duvarı 14
Nisan'da kapadım; burada bir barınak olduğu dışarıdan anlaşılmasın diye, kapıdan
değil de bir merdivenle duvarın üstünden içeri girmeyi düşünüyordum.
16 Nisan - Merdiveni bitirip duvarın üstüne çıktım ve sonra merdiveni arkamdan
çekerek duvarın içine, aşağı bıraktım. Burası benim için tam bir sığınak
olmuştu, çünkü hem içeride yeteri kadar yerim vardı, hem de duvarımı aşmadığı
sürece, dışarıdan hiçbir şey içeri girip bana saldıramazdı.
Duvarı bitirmemin hemen ertesi günü az kalsın, bir anda bütün emeklerim yerle
bir olacak, ben de ölecektim. Şöyle oldu: İçeride, çadırımın arkasındaki
mağaramın hemen girişinde bir işle uğraşırken gerçekten de çok şaşırtıcı bir şey
yüzünden büyük bir korkuya kapıldım. Birdenbire, mağaramın tavanından ve başımın
üzerindeki tepenin kenarından aşağı toprak döküldüğünü ve mağaraya koyduğum iki
direğin de korkunç bir şekilde ça-tırdayarak parçalandığını gördüm. Gerçekten
çok korkmuştum; ama bunun sebebinin ne olduğunu hiç bilmiyor, sadece daha önce
de mağaramın tavanının bir kısmının çöktüğünü düşünüyordum. Toprakların altında
kalırım korkusuyla hemen merdivenime koştum ve tepeden kopan parçaların üzerime
yuvar-
-133-
lanmasından korktuğumdan, kendimi orada da güvende hissetmeyerek duvarın öbür
tarafına geçtim. Ayağım düz yere basar basmaz, bunun korkunç bir deprem olduğunu
anladım. Çünkü üzerinde durduğum yer, sekiz dakika içinde üç defa sarsıldı; bu
üçü de öyle sarsıntılardı ki, yerin üzerinde durması beklenen en sağlam binayı
bile yerle bir edebilirlerdi. Ayrıca deniz kenarında, benden yarım mil uzaktaki
bir kayanın tepesinden kopan bir parça, daha önce hiç duymadığım kadar korkunç
bir gürültüyle yere düştü. Denizin de şiddetle dalgalandığını gördüm, sanırım
sarsıntılar suyun altında, adada olduğundan daha güçlüydü.
Böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamamış veya yaşayan birinden de dinlememiş
olduğum için o kadar şaşırmıştım ki, olduğum yerde donakalmış, sersemlemiştim,
ayrıca yerin sarsılması deniz tutmuş gibi midemi bulandırmıştı. Ama düşen
kayanın gürültüsü beni kendime getirdi ve sersemlemiş halimden kurtardı, bu
sefer korkuya kapıldım. Tepenin, çadırımın ve bütün eşyalarımın üstüne çökerek
bir anda hepsini toprak altında bırakacağından başka bir şey düşünemedim ve bu
yüzden ikinci kez yüreğim ağzıma geldi.
Üçüncü sarsıntı geçtikten sonra bir süre başka bir sarsıntı hissetmediğim için
cesaretim yerine gelmeye başlamıştı. Yine de canlı canlı gömülme korkusundan
duvarımı aşıp içeri girmeye cesaret edemiyor, büyük bir keder ve umutsuzlukla ne
yapacağımı bileme-
-134-
den olduğum yerde öylece oturuyordum. Bütün bu süre içinde, sıradan bir,
'Tanrım, bana acı!" lafından başka aklıma dinle ilgili en ufak ciddi bir düşünce
gelmedi ve zaten deprem bittiğinde o da silinip gitti.
O şekilde otururken sanki yağmur yağa-cakmış gibi havanın kapadığını ve
bulutların geldiğini gördüm. Kısa bir süre sonra, rüzgâr yavaş yavaş arttı ve
yanm saat bile geçmeden korkunç bir fırtına çıktı. Deniz birdenbire dalgalandı
ve köpürdü, kıyıyı sular kapladı, ağaçlar kökleriyle beraber yerinden çıktı.
Korkunç bir fırtınaydı, yaklaşık üç saat sürdü, sonra dinmeye başladı, iki saat
daha geçince iyice duruldu ve çok şiddetli bir yağmur başladı.
Bütün bu süre boyunca, büyük bir korku ve üzüntüyle yerde oturmaya devam ettim.
Sonra ansızın bütün bu rüzgârların ve yağmurun depremin sonuçlan olduğunu,
depremin kendisinin geçip gittiğini ve tekrar mağarama girebileceğimi anladım.
Bu düşünceyle keyfim yerine gelmeye başladı; ayrıca yağmur da kendimi ikna
etmeme yardımcı olduğu için içeri girdim ve çadınmda oturdum. Ama yağmur öyle
şiddetliydi ki çadınm her an yıkılabilirdi; bu yüzden, başıma çökeceğinden
endişe ederek huzursuz ve korku içinde, yine de mağarama girmek zorunda kaldım.
Bu şiddetli yağmur, benim yeni bir işe koyulmama sebep oldu; aksi takdirde
mağaramı basacak suların dışan çıkmasını sağlamak için yeni duvanma
lavabolardaki gibi bir
-135-
delik açmak zorunda kaldım. Bir süre mağarada kaldıktan ve depremin ardından
başka bir sarsıntı gelmediğini anladıktan sonra sakinleşmeye başladım. Keyfîmi
biraz daha yerine getirmek için küçük ambarıma gidip ufak bir yudum rom içtim;
buna gerçekten çok ihtiyacım vardı, bununla birlikte, bir kere tükendiğinde bir
daha rom bulamayacağımı bildiğimden her zaman çok tutumlu içiyordum.
Bütün gece ve ertesi günün büyük bir bölümünde de yağmur devam etti, dolayısıyla
dışarı çıkamadım; ama biraz daha yatışmış olduğum için yapabileceğim en iyi
şeyin ne olduğunu düşünmeye başladım. Eğer adada sürekli böyle depremler
oluyorsa bir mağarada yaşayamayacağım sonucuna vardım. Açık bir alanda kendime
küçük bir kulübe yapmayı ve etrafını da burada yaptığım gibi bir duvarla
kuşatmayı göz önüne almam gerekiyordu, böylece kendimi vahşi hayvanlara ya da
insanlara karşı koruyabilecektim. Ama bulunduğum yerde kalırsam, eninde sonunda
canlı canlı toprak altında kalacağım sonucuna vardım.
Bu düşüncelerle tekrar deprem olursa, tepenin kesinlikle üzerime çökecek olan
bir parçasının hemen altında bulunan çadırımı, şimdi bulunduğu yerden taşımaya
karar verdim ve bundan sonraki iki günü, yani Nisan'ın 19'u ve 20'sini
barınağımı nereye ve nasıl taşımam gerektiğini düşünerek geçirdim.
Diri diri toprağa gömüleceğim korkusu yüzünden hiçbir zaman huzur içinde uyuya-
-136-
mıyordum; ama çitim olmadan, açıkta yatma düşüncesi de bununla hemen hemen aynı
anlama geliyordu. Ancak yine de çevreme bakıp her şeyin ne kadar da düzene
girdiğini; ne güzel gizlenmiş ve tehlikelere karşı ne kadar güvende olduğumu
gördükçe, taşınma fikrinden iyice soğuyordum.
Bu arada bunu yapmanın çok uzun süreceğini ve kendime yeni bir barınak yapıp
taşınacak kadar güvenli bir hale getirene kadar da bulunduğum yerde kalma
riskini göze almak zorunda olduğumu düşünüyordum. Bu kararla bir süre kendimi
yatıştırdım; kendime önceki gibi, direklerle halatlardan daire şeklinde bir
duvar yapmak için hızla işe koyulmaya ve bu duvar bittiğinde çadırımı içine
kurmaya karar Verdim. Ama duvar bitip taşınmaya elverişli hale gelene kadar
bulunduğum yerde kalmayı göze aldım. Bu, ayın 21'indeydi.
22 Nisan - Ertesi gün bu karan uygulama yollarını düşünmeye başladım; ama
aletlerimin büyük bir kısmı eksikti. Üç büyük baltam ve bir dolu küçük baltam
(yerlilerle alışveriş yapmak için taşımıştık) vardı; ama budaklı sert ağaçlan
doğrayıp kesmekten hepsi bozulmuş, körelmişti; bir bileyitaşım vardı, ama
çevirip aletlerimi bileyemiyordum. Bileyitaşım çalıştırabilmek için o kadar çok
düşünmem gerekti ki, bir devlet adamı önemli bir siyasi mesele üzerine ya da bir
yargıç, bir insanın yaşaması mı ölmesi mi gerektiğine karar vermek için ancak bu
kadar düşünürdü. En sonunda, bir tekerlek yaptım ve bunu
-137-
ayağımla çevirebilmek için bir tel ekledim, böylece ellerim serbest kalıyordu.
Not: Daha önce İngiltere'de hiç buna benzer bir şey görmemiştim ya da en azından
nasıl yapıldığı dikkatimi çekmemişti; ama sonradan bu aletin orada da çok yaygın
olduğunu fark ettim; ayrıca benim bileyitaşım hem çok büyük, hem de ağırdı. Bu
aleti kusursuz bir hale getirmek tam bir haftamı aldı.
28, 29 Nisan - Bu iki günün tamamını aletlerimi bilemekle geçirdim, bileyitaşımı
çevirmek için yaptığım mekanizma çok güzel çalışıyordu.
30 Nisan - Uzun bir süredir ekmeğimin azaldığının farkında olduğumdan bugün bir
yokladım ve öğünlerimi günde yalnız bir peksimetle sınırladım; bu durum da
canımı oldukça sıktı.
1 Mayıs - Sabahleyin denize bakarken, sular alçaldığından kıyıya epeyce büyük
bir şeyin vurmuş olduğunu gördüm; bir fıçıya benziyordu. Yanına gittiğimde küçük
bir fıçıyla, geminin enkazından kopan ve son fırtınayla kıyıya sürüklenen iki üç
tahta parçası olduğunu gördüm. Enkaz ise, suyun üzerine her zamankinden daha
fazla çıkmıştı. Kıyıya sürüklenen fıçıyı inceler incelemez, bir barut fıçısı
olduğunu anladım; ama su almıştı ve barut da taş gibi kaskatı kesilmişti. Yine
de fıçıyı şimdilik, kıyının içlerine doğru yuvarladım ve başka bir şeyler olup
olmadığına bakmak için kumların üzerinden giderek gemiye elimden geldiğince
yaklaştım.
İyice yaklaştığımda geminin tuhaf bir şe-
-138-
kilde yer değiştirmiş olduğunu gördüm. Daha önce kumun içine gömülü olan
başkasarası, en az altı ayak yukarı çıkmış; en son gidişimden kısa bir süre
sonra dalgaların şiddetiyle parçalanıp geminin geri kalanından ayrılan kıç
tarafı ise yana yatmıştı ve o tarafına çok fazla kum birikmişti. Öyle ki, daha
önce, arada büyük bir su kütlesi varken, enkaza yüzmeden üç yüz metre kadar bile
yaklaşamıyor-dum, ama şimdi sular çekildiğinde yürüyerek bile gemiye oldukça
yaklaşabiliyordum. Bu durum ilk başta beni şaşırtmıştı; ama çok geçmeden, bunun
depremin etkisiyle olduğu sonucuna vardım. Depremin şiddetiyle, gemi öncekinden
daha çok dağılmıştı; bu yüzden denizin kopardığı birçok parça, her gün rüzgârın
ve dalgaların etkisiyle yavaş yavaş kıyıya sürükleniyordu.
Bu olay dolayısıyla, evimi taşıma tasarım tamamıyla aklımdan çıktı ve özellikle
de o gün, kendimi olanca kuvvetimle gemiye gidebilmek için bir yol aramaya
verdim. Ama bundan bir şey ummanın faydasız olduğunu anladım, çünkü geminin içi
tıka basa kumla dolmuştu. Bununla birlikte, hiçbir şeyden umut kesmemeyi artık
öğrendiğim için, alabileceğim her şeyin şu ya da bu şekilde işime yarayacağı
sonucuna vararak gemiyi elimden geldiğince parçalara ayırmaya karar verdim.
3 Mayıs - Testeremle işe koyuldum ve geminin üst kısımlarını ya da kıç
güvertesini tuttuğunu düşündüğüm kirişten bir parça kestim. Bu parçayı kesip
çıkardıktan sonra,
-139-
kumlan en tepesinden başlayarak elimden geldiğince temizledim, ama sular
yükseldiği için bir süreliğine bu işi bırakmak zorunda kaldım.
4 Mayıs - Balığa gittim ama yenebilecek tek bir balık bile tutamadım; sonunda bu
oyundan bıktım ve tam bırakmak üzereyken yavru bir yunus yakaladım. Kendime uzun
bir olta ipi yapmıştım, ama kancam yoktu; yine de çoğunlukla yemeye değecek
kadar balık tutabiliyordum; tuttuğum bu balıklan güneşte kurutuyor, öyle
yiyordum.
5 Mayıs - Enkazda çalıştım, bir kiriş daha kestim, güverteden üç büyük köknar
tahtası sökerek birbirine bağladım ve sular yükseldiğinde bunu kıyıya kadar
yüzdürdüm.
6 Mayıs - Enkazda çalıştım, birkaç demir civata ve başka demir parçalan
söktüm; bütün gün çalıştığımdan eve döndüğümde çok yorgundum ve bu işi
bırakmayı düşünüyordum.
7 Mayıs - Tekrar enkaza gittim, ama çalışmak gibi bir niyetim yoktu; yine de
kirişler kesildiği için geminin kendiliğinden parçalara ayrılmış olduğunu
gördüm; geminin bazı parçalan sökülecek gibi duruyordu ve ambar da o kadar
dağılmıştı ki, içini görebiliyordum; ama içi su ve kumla doluydu.
8 Mayıs - Enkaza gittim, şimdi su ve kumdan epeyce annmış olan güverteyi sökmek
için bir de demir küskü götürdüm. İki kalası söktüm ve sular yükselince karaya
çıkardım. Demir küsküyü sonraki gün için enkazda bıraktım.
-140-
9 Mayıs - Enkaza gittim, küsküyle geminin içlerine doğru yol açtım ve orada
birkaç fıçı olduğunu fark ettim. Bunlan küsküyle biraz gevşettim, ama parçalara
ayırmayı başaramadım. Aynca İngiliz kurşunu tomarını da buldum, ama çok ağır
olduğu için yerinden bile kıpırtamadım.
10, 11, 12, 13, 14 Mayıs - Her gün enkaza gittim ve birçok kereste, tahta, kalas
ve yüz yüz elli kilo ağırlığında da demir aldım.
15 Mayıs - İki balta götürdüm; birinin ağzını kurşun tomanna yerleştirip diğer
baltayla da bunun üzerine vurarak tomardan bir parça kesmeyi deneyecektim, ama
tomar suyun aşağı yukarı yanm metre altında durduğu için baltayı, tomara
saplayacak kadar hızlı vuramıyordum.
16 Mayıs - Gece sert bir rüzgâr çıktı; gemi dalgalann gücüyle daha fazla
parçalanmış gibi görünüyordu. Ama güvercin yakalamak için korulukta o kadar
uzun kaldım ki, sular yükseldiğinden o gün gemiye gidemedim.
i 7 Mayıs - Geminin bazı parçalannın çok uzakta, benden yaklaşık iki mil ötede
karaya vurduğunu görerek gidip ne olduklanna bakmaya karar verdim; geminin
başından kopan bir parçaydı, ama çok ağır olduğundan alıp getiremedim.
24 Mayıs - Bugüne kadar her gün gemide çalıştım ve epeyce emek vererek bazı
şeyleri küsküyle o kadar gevşettim ki, sulann ilk yükselişinde birkaç fıçı ve
iki gemici sandığı suyun üzerine çıktı. Ama o gün rüzgâr karadan estiği için,
kıyıya birkaç kereste parçası
-141-
ve büyük bir fıçıdan başka bir şey vurmadı. Fıçının içinde Brezilya domuzu eti
vardı, ama tuzlu su ve kumdan bozulmuştu.
Haziran'm 15'ine kadar, yiyecek bulmaya ayırdığım zamanlar dışında, her gün bu
işe devam ettim; bu iş süresince, sular çekildiğinde gemiye gidebilmek için
yiyecek bulma zamanımı daima suların yükselişine göre ayarlıyordum. Bu süre
boyunca, iyi bir kayık yapmaya yetecek kadar -keşke nasıl yapılacağını
bilseydim- kereste, tahta ve demir aldım; ayrıca birkaç seferde ve parça parça
olmak üzere elli kilo kadar kurşun levha da getirdim.
i 6 Haziran - Deniz kenarına inerken büyük bir deniz kaplumbağası buldum. Bu
bulduğum ilk kaplumbağaydı; ama anlaşılan bu durum, adada bir sorun olduğundan
ya da kaplumbağaların buraya az gelmesinden değil, benim talihsizliğimden
kaynaklanıyordu. Çünkü adanın diğer tarafına düşmüş olsaydım, sonradan
öğrendiğime göre, her gün yüzlercesine rastlayabilirmişim, ama bu pahalıya da
patlayabilirdi.
17 Haziran - Bugünü kaplumbağayı pişirmekle geçirdim. Karnında altmış
yumurta bulmuştum; eti de bu korkunç adaya düştüğümden beri, keçi ve kuş etinden
başka et yemediğimden, o an için, bana hayatımda yediğim en lezzetli ve tatlı
şey gibi geldi.
18 Haziran - Bütün gün yağmur yağdı ve ben de içeride kaldım. Bu sefer, yağmurla
beraber havanın da soğuduğunu hissediyor ve biraz üşüyordum; ama bu iklimde,
bunun pek de olağan bir şey olmadığını biliyordum.
-142-
\
19 Haziran - Çok hastayım ve sanki hava soğukmuş gibi titriyorum.
20 Haziran - Bütün gece hiç uyuyamadım; şiddetli bir baş ağrısı çekiyorum ve
ateşim de var.
21 Haziran - Çok hastayım, içinde bulunduğum acıklı durumu -çevremde bana
yardım edecek kimse yok ve ben hastalanıyorum- düşündükçe ölümüne
korkuyorum. HuU'daki fırtınadan beri ilk defa Tann'ya dua ediyordum; ama kafam
allak bullak olduğundan ne söylediğimin ya da niçin söylediğimin pek farkında
değildim.
22 Haziran - Biraz daha iyiyim, ama hâlâ hastalığımı düşündükçe çok korkuyorum.
23 Haziran - Yine çok kötüydüm; üşüyor ve titriyordum;'sonra da başıma korkunç
bir ağrı girdi.
24 Haziran - Çok daha iyiyim.
25 Haziran - Çok şiddetli bir sıtma nöbeti; yedi saat sürdü, bir üşüyorum, bir
yanıyorum, ardından da soğuk terler basıyor.
26 Haziran - Daha iyiyim; yiyecek bir şey kalmadığı için tüfeğimi alıp çıktım,
ama kendimi çok güçsüz hissediyordum. Yine de dişi bir keçi vurdum ve bir hayli
zorlanarak eve getirdim. Birazını kızartıp yedim. Haşlayıp biraz et suyu yapmak
isterdim, ama tencerem yoktu.
27 Haziran - Sıtma yine çok şiddetlendi; bütün gün yataktan çıkamadım, ne bir
şey yedim ne de içtim. Susuzluktan ölmek üzereydim, ama o kadar güçsüzdüm ki,
kalkıp kendime su bulmaya bile halim yoktu. Yine Tann'ya dua ettim ama aklım
başımda değil-
-143-
di; aklım başımda olduğu zaman da cahilliğimden ne söyleyeceğimi bilemiyor,
sadece yattığım yerden, 'Tanrım, şu halime bir bak! Tanrım, acı bana! Tanrım,
yardımını esirgeme benden!" diye ağlayıp duruyordum. Sanırım, nöbet geçene
kadar, iki üç saat boyunca başka bir şey yapmadım. Sonra da uykuya daldım ve
gece yansına kadar uyanmadım. Uyandığımda kendimi çok daha dinlenmiş buldum; ama
hâlâ bitkindim ve oldukça susamıştım. Bununla birlikte, evimde hiç su
olmadığından sabahı beklemek zorundaydım; tekrar uyudum. Bu ikinci uykuda şu
korkunç rüyayı gördüm:
Duvarımın dışında, depremden sonraki fırtına sırasında oturduğum yerde, toprağın
üstünde oturuyordum ve bir adamın, koskocaman kara bir buluttan, parlak bir alev
içinde indiğini ve yeri ışığa boğduğunu gördüm. Baştan aşağı alev gibi
parladığmdan adama zor bakıyordum. Yüzünde, sözcüklerle anlatılması imkânsız,
korkunç bir ifade vardı. Adam, ayağını toprağa bastığında yerin deprem oluyormuş
gibi sarsıldığını ve şimşeklerin* gökyüzünü kapladığını sandım.
Yere iner inmez, elindeki uzun mızrak gibi bir silahla beni öldürmek için
üzerime doğru yürüdü. Biraz ötedeki bir tümseğe vardığında bana bir şeyler
söyledi; işittiğim ses o kadar korkunçtu ki, o an kapıldığım dehşeti anlatmama
olanak yok. Söylediklerinden, bir tek şu sözleri anlayabildim: "Başına gelen bü-
• Or).: Flashes of fire. Eski Ahit'teki krallar kitabı 19:9ffden alıntı.
-144-
tün bu şeyler bile sende pişmanlık uyandırmadı, artık öleceksin." Sanırım, bu
sözleri söylerken beni öldürmek için mızrağını havaya kaldırmıştı.
Bu satırları okuyan hiç kimse, bu korkunç rüya karşısında kapıldığım dehşeti
sözle anlatabileceğimi beklemiyordur herhalde; demek istediğim şu ki, rüyamda
bile olsa ben bu korkulan yaşadım; uyanıp bütün bunla-nn rüya olduğunu
anladığımda dahi üzerimdeki etkisini nasıl sürdürdüğünü anlatmam aynı şekilde
olanaksız.
Ne yazık ki, dinle ilgili hiçbir şey bilmiyordum; babamın verdiği o iyi
eğitimden kazandığım şeyler de sekiz yıl boyunca durmadan denizlerde haylazlık
yaptığım ve sürekli olarak, ancak kendim gibi son derece günahkâr ve dine
saygısız kişilerle arkadaşlık ettiğim için kafamdan tamamıyla uçup gitmişti.
Bütün bu süre boyunca, bir kez bile gözlerimi yukarı kaldınp Tann'yı düşündüğümü
ya da kendime dönüp davranışlanmı değerlendirdiğimi hatırlamıyorum; ne iyi bir
insan olmayı arzu ettiğim, ne de kötülüğün bilincine vardığım bu süre boyunca,
tamamıyla budala bir ruha boğulmuştum ve bizim gemicilerin arasındaki, akla
gelebilecek en ruhsuz, en düşüncesiz, en günahkâr yaratık olup çıkmıştım; ne
tehlike anlannda en ufak bir Tann korkusu duyuyor ne de kurtulduğumuzda
şükrediyordum.
Geçmişteki serüvenlerimde, bugüne kadar başıma gelen bütün felaketlerin, Tan-
n'mn bir işi ya da işlediğim günahlann sonu-
-145-
cu; babama karşı asi davranışlarımın, şu anki çok büyük günahlarımın veya genel
olarak sorumsuz yaşayışımın bir cezası olduğunu bir kez bile düşünmediğimi
eklersem Tann'ya karşı bu saygısızlığım daha kolay anlaşılacaktır. Afrika'nın
ıssız kıyılarında yaptığım umutsuz yolculuk süresince, bir kez olsun başıma
gelecekleri düşünmemiş; yoluma devam edebileyim diye ya da apaçık etrafımı saran
tehlikelerden, acımasız vahşiler gibi doymak bilmeyen yırtıcı hayvanlardan da
beni koruması için Tann'ya bir kez bile yalvarma-mıştım. Aksine, Tann ya da
İlahi Takdir gibi bir şey aklımın köşesinden bile geçmiyor; tıpkı bir hayvan
gibi, doğanın yasalan ve içgüdülerimin buyruklanyla hareket ediyor ve aslında
bir hayvan kadar bile olamıyordum.
Portekizli kaptan beni denizden kurtanp gemisine aldığında, iyi ağırlanmış ve
insanca olduğu kadar dürüst ve şerefli bir muamele görmüştüm; ama o zaman da
Tann'ya karşı en ufak bir minnet duymamıştım. Sonra, yine bir gemi kazası
geçirip boğulma tehlikesi atlatarak bu adaya çıktığımda da davranışla-nmdan
ötürü bir vicdan azabı duymak ya da bunu bir ceza olarak görmekten çok uzaktım;
yalnız, kendi kendime sık sık, talihsiz köpeğin teki olduğumu ve sefil olmak
için doğduğumu söylüyordum.
Karaya çıkıp da gemideki bütün arkadaş-lanmın boğulduğunu, bir tek benim
kurtulduğumu görünce sevinçten kendimden geçtiğim doğru; Tann yardım etseydi,
ruhumdaki bu değişiklik gerçek bir minnet duygusuna
-146-
i
dönüşebilirdi; ama bu sadece sıradan bir sevinç dalgası ya da yaşadığıma memnun
olmak gibi bir duygu olarak kaldı ve orada bitti. Beni kurtaran, ya da geri
kalan herkes ölürken kurtulmak için bir tek beni seçen elin ne kadar da iyi
olduğunu, Tann'nm bana karşı neden bu kadar merhametli davrandığını bir an bile
düşünüp sorgulamadım. Hatta, tıpkı bir gemi kazasından sonra sağ salim karaya
çıktıklannda bütün yaşadıklannı bir bardak punçla bastınp her şeyi bir anda
unutan denizcilerinki gibi sıradan bir sevinçti benimkisi ve bütün hayatım
boyunca da böyle oldu.
Hatta sonradan, gecikmeyle de olsa durumumu değerlendirirken, hiçbir insanın
ulaşamayacağı, bütün yardım ya da kurtuluş umutlanndan çok uzak olan bu korkunç
yere nasıl düştüğümü düşünürken bile, yaşayacağıma ve açlıktan ölmeyeceğime dair
bir umut ışığı görür görmez, bütün acılanm bir anda son buldu; oldukça rahat
davranmaya başlayıp tehlikeden korunmamı ve hayatımı sürdürmemi sağlayacak
işlere verdim kendimi. İçine düştüğüm durumun Tann'nın bir cezası, bana karşı
işleyen buyruklannın bir sonucu olduğunu düşünmekten yine uzaklaştım; bunlar
neredeyse hiç aklıma gelmeyen düşüncelerdi. Günlüğümde daha önce de söz ettiğim
gibi, arpalann büyümesi ilk başta beni biraz etkilemiş, bu işin içinde mucizevi
bir şeyler olduğunu düşündüğüm sürece de ciddi ciddi duygulanmaya başlamıştım;
ama önceden de belirttiğim gibi bu mucize düşün-
-147-
cesi ortadan kalkar kalkmaz, bu düşüncenin uyandırmış olduğu bütün duygular da
silinip gitti.
Depremin -oysa hiçbir şey, doğası gereği bu kadar korkunç olamazdı, ya da böyle
şeyleri yöneten görünmez Güç'le bu kadar yakından ilgili olamazdı- etkisi bile o
ilk korku geçince çekip gitti. Ne Tann'yı ve O'nun buyruklarını, ne de içine
düştüğüm durumun sorumlusunun O olduğunu düşünüyordum; hayatta erişilebilecek en
rahat şartlarda yaşasam bile o anda düşüneceğimden daha fazla düşünmüyordum
bunları.
Ama şimdi, hastalanıp ölüm acılan yavaş yavaş gözümün önüne gelince, ruhum ağır
bir hastalığın yükü altında ezilmeye, vücudum da şiddetli ateşten bitkin düşmeye
başlayınca; uzun bir süredir uykuda olan vicdanım usul usul uyandı ve ben de
yaşadığım hayat yüzünden kendimi suçlar oldum. Eşi benzeri görülmedik
ahlaksızlıklarla Tann'nın gazabını göz göre göre üstüme çekmiş, bana bu kadar
düşmanca davranmasına ve beni eşi benzeri görülmemiş darbelerle yerden yere
vurmasına sebep olmuştum.
Bu düşünceler hastalığımın ikinci ya da üçüncü gününde beni kahretmeye başladı
ve şiddetli ateş kadar, bu korkunç vicdan azabının da baskısıyla, Tann'ya dua
eder gibi bazı sözler çıktı ağzımdan; ama bunlann umut ve dilekle karışık bir
dua olduğunu söyleyemem, daha çok katıksız bir korku ve acının dile gelişiydi.
Düşüncelerim karmakanşık olmuş, zihnimdeki büyük suçluluk duygusu ve böy-
-148-
le sefil bir durumda ölüp gitmek korkusu kafamı allak bullak etmişti; ruhumun bu
çırpınışı içinde ağzımdan ne gibi kelimelerin döküldüğünü bilmiyorum; ama daha
çok şöyle bir çığlıktı: 'Tannm! Ne zavallı bir yaratığım ben! Bir hasta olursam,
bakacak kimsem olmadığından muhakkak öleceğim, ne olacak benim halim?" Sonra
gözlerimden yaşlar boşandı ve uzun bir süre başka hiçbir şey söy-leyemedim.
Bu sırada; babamın, öykümün başında söz ettiğim güzel öğütleri ve bu aptalca
adımı atarsam, Tann'nın iyiliğini benden esirgeyeceğini; ileride, çevremde bana
yardım eli uzatacak kimse bulamadığımda, göz ardı ettiğim bu öğütlerini
hatırlayacağımı önceden tahmin edişi geldi aklıma. "İşte," dedim yüksek sesle,
"sevgili babamın sözleri doğru çıktı; Tann'nın gazabına uğradım ve beni duyacak
ya da bana yardım edecek kimse yok. Bütün iyiliğiyle bana, mutlu olacağım ve
rahat yaşayacağım bir hayat veren Tann'nın buyruğuna karşı geldim; o hayatın
güzelliğini ne kendiliğimden görebildim, ne de annemle babamın öğütlerinden
öğrenebildim. Budalaca davra-nışlanm yüzünden acı çekmelerine sebep oldum ve
şimdi de bu davranışlann bir sonucu olarak ben kendim acı çekiyorum. Annemle
babamın, beni hayatta yükseltecek ve her şeyi benim için çok daha kolay hale
getirecek olan yardımlarını ve desteklerini geri çevirdim; şimdi ise Doğa'nın
kendisi için bile çok büyük olan güçlükleriyle baş etmek zorundayım ve artık ne
destek, ne yardım, ne teselli,
-149-
ne de öğüt bulabiliyorum." Sonra da, "Tanrım, bana yardım et, çok büyük
sıkıntılar çekiyorum," diye bağırdım.
Bu yıllardır ettiğim ilk duaydı, buna dua denebilirse tabii. Ama artık günlüğüme
döneyim.
28 Haziran - Uyuduğum için biraz dinlenmiştim ve nöbetim de tamamen geçince
yataktan kalktım; gördüğüm rüya yüzünden büyük bir korku ve dehşete kapıldığım
halde, ertesi gün sıtma nöbetinin geri gelebileceğini düşünerek hasta olduğumda
kendimi serinletip güçlendirecek bir şeyler bulmam gerektiğine karar verdim.
Yaptığım ilk iş büyük, dört köşe bir şişeyi suyla doldurup yatağımın yanındaki
masanın üzerine yerleştirmek oldu; suyun soğukluğunu ya da sıtmasını kırmak için
de içine biraz rom ekleyip karıştırdım. Sonra kendime bir parça keçi eti çıkarıp
kömürlerin üzerinde kızarttım, ama çok az yiyebildim. Biraz dolaştım; ama hem
çok güçsüzdüm, hem de içine düştüğüm sefil durum yüzünden ve ertesi gün
hastalığımın tekrarlayacağı korkusundan çok üzgün ve kederliydim. Akşamleyin,
külde pişirdiğim üç kaplumbağa yumurtasından bir yemek hazırladım ve bizim
deyişimizle rafadan yedim; hatırladığım kadarıyla bütün hayatım boyunca Tann'ya
şükrettiğim ilk yemek buydu.
Yemeğimi yedikten sonra biraz dolaşmaya çalıştım, ama o kadar güçsüzdüm ki,
tüfeği bile zor taşıyordum (asla dışarı tüfeksiz çık-mıyordum); dolayısıyla çok
az yürüdüm ve yere oturdum, önümde uzanan durgun,
?MML
İlhaikkutüpha.-^sI
çarşaf gibi dümdüz denize baktım. Orada otururken aklımdan şu düşünceler geçti:
Bu kadar çok gördüğüm şu toprak ve deniz nedir? Neden yaratılmışlar? Ben neyim?
Evcil, vahşi, insan, hayvan, bütün öbür yaratıklar nereden gelmişiz? Şüphesiz
hepimiz, yeri göğü, denizi ve havayı da yaratan gizli Güç tarafından
yaratılmışız. Peki kimdir o Güç?
Bu düşüncelerimi olanca doğallığıyla şu takip etti: Bunların hepsini yaratan
Tann'dır. Sonra da tuhaf bir şekilde aklıma, bütün bunları yaratan Tann'ysa,
bunları ve bunlarla ilgili her şeyi de Tann'nm yöneteceği geldi; çünkü her şeyi
yapan bir Güç, bunları yönetecek kuvvete de muhakkak sahiptir.
Öyleyse, O'nun eserlerinin büyük evreninde hiçbir şey, O'nun bilgisi ve iradesi
dışında gerçekleşemezdi. Ve hiçbir şey O'nun bilgisi dışında değilse, benim
burada olduğumu, içine düştüğüm bu korkunç durumu da biliyordu. Ve hiçbir şey
O'nun iradesi dışında olmuyorsa, bütün bunların başıma gelmesini O istemişti.
Vardığım bu sonuçlarla çelişecek tek bir düşünce gelmiyordu aklıma; dolayısıyla
bütün bunların Tanrı'nın buyruğuyla başıma gelmiş olması gerektiği düşüncesi
içime daha bir kuvvetle işledi; yalnız beni değil, bu dünyada olup biten her
şeyi yönetecek güce bir tek O sahip olduğu için bu sefil duruma, O'nun buyruğu
doğrultusunda düşmüştüm. Hemen ardından şu soru geldi: Tanrı bunu bana neden
yaptı? Böyle bir şeyi hak edecek ne suç işledim?
-151-
Bu soruyu sorduğumda, vicdanım sanki küfretmişim gibi beni hemen uyardı ve sanki
içimdeki bir ses gibi konuştu: "Zavallı yaratık seni! Bir de ne yaptığını mı
soruyorsun? Geri dönüp yanlış yollarda harcanmış korkunç hayatına bak ve bir de
ne yapmadığını sor kendine. Neden daha önceden yok olmadığını sor. Yarmouth
sularında neden boğulmadığı-nı; gemi Sale korsanlarının eline geçtiğinde,
savaşırken niye ölmediğini; Afrika kıyılarında vahşi hayvanlara niye yem
olmadığını ya da burada, senin dışında bütün gemiciler ölürken neden
boğulmadığını sor! Bir de ne yaptım diye soruyor musun?"
Bu düşüncelerle şaşkınlıktan donakal-mıştım ve söyleyecek tek sözüm, dahası,
kendi kendime verecek tek bir cevabım yoktu; üzgün, düşünceli bir halde ayağa
kalktım, sığınağıma geri döndüm ve yatmaya gidiyormuş gibi duvarın üzerinden
içeri girdim. Ama üzüntülü ve huzursuzdum, hiç uykum da yoktu; bu yüzden
sandalyeme oturdum. Hava kararmaya başladığı için lambamı yaktım. Hastalığımın
tekrarlamasından çok korkuyordum, bu sırada Brezilyalıların hiç ilaç
kullanmadıkları, neredeyse bütün hastalıklar için tütün çiğnedikleri aklıma
geldi. Sandıkların içinde bir parça işlenmiş tütün ve biraz da işlenmemiş yeşil
tütün vardı.
Şüphesiz, Tann'nın yardımıyla, doğruca gittiğim sandığın içinde hem ruha hem de
vücuda iyi gelecek bir şeyler buldum. Sandığı açtım ve aradığım şeyi, yani
tütünü buldum; gemiden kurtardığım birkaç kitap da orada
-152-
duruyordu; daha önce bahsettiğim ama bu zamana kadar içine bakmaya ne zaman
bulabildiğim, ne de herhangi bir istek duyduğum İncirlerden birini çıkardım.
Tütünle beraber kitabı da masaya getirdim.
Tütünü hastalığım için nasıl kullanacağımı ve iyi gelip gelmeyeceğini
bilmiyordum; ama şu veya bu şekilde mutlaka işe yarayacağını düşünüyormuşum gibi
birkaç şekilde denedim. İlk önce ağzıma bir yaprak alarak çiğnedim; tütün hem
yeşil, hem sert olduğundan, hem de ben pek alışık olmadığımdan, ilk başta
gerçekten de neredeyse beynimi uyuşturdu. Sonra başka bir parçayı, bir iki saat
romda beklettim ve yatarken bundan biraz içmeye karar verdim. Son olarak da,
birazını kömür ateşi üzerinde yaktım ve sıcakla havasızlığa dayanabildiğim
sürece burnumu dumanın üzerinde tuttum.
Bu işlemi yaparken bir ara elime İncil'i alıp okumaya başladım, ama tütün
yüzünden zihnim o kadar bulanmıştı ki, okuyacak durumda değildim; en azından o
an için. Yalnız, kitabı rastgele açtığımda karşıma çıkan ilk sözcükler şunlardı:
"Sıkıntılı günlerinde Bana sığın, Ben seni kurtarırım, sen de Bana
şükredersin."*
Bu söz durumuma çok uygun olduğundan, okur okumaz beni canevimden vurmuştu, ama
sonradan üzerimdeki bu etki azaldı; çünkü kurtarılma sözünün benim için hiçbir
anlamı yoktu, içinde bulunduğum duruma o kadar uzaktı ve o kadar olanaksızdı ki,
İsra-
* Orj.: Shalt glorify me, Zebur 50:15ten alıntı. -153-
iloğullannın kendilerine yiyecek sözü verildiği zaman, "Tanrı çölün ortasında
bir sofra* kurabilir mi?" dedikleri gibi ben de, 'Tanrı beni bu yerden
kurtarabilir mi?" demeye başladım. Yıllarca hiçbir umut ışığı belirmediği için
de bu düşünce kafamda iyice yer etti. Ama yine de, okuduğum o sözler üzerimde
öyle büyük bir etki bırakmıştı ki, bunları sık sık hatırlayıp üzerinde
düşünüyordum.
Artık geç olmuştu ve dediğim gibi, tütün de kafamı öyle uyuşturmuştu ki, uykum
geldi; gece bir şeye ihtiyacım olabilir diye lambayı mağarada yanık bırakarak
yatağa gittim. Ama yatmadan önce, bütün hayatım boyunca hiç yapmadığım bir şey
yaptım; yere diz çöktüm, sıkıntılı günlerimde O'na sığınırsam beni kurtaracağına
söz veren Tann'ya bu sözünü tutması için dua ettim. Bu yarım yamalak duamı
bitirdikten sonra, tütünle kaynattığım romu içtim, tütün yüzünden öyle acı-
laşmış, öyle ağırlaşmıştı ki, boğazımdan zor geçirdim. Sonra hemen yatağa
girdim. Rom hemen başıma vurmuştu, derin bir uykuya daldım ve ertesi gün,
güneşin konumundan anladığıma göre ancak öğleden sonra üçte uyanabildim. Daha
doğrusu, şimdi, ertesi gün ve gece boyunca da, öbür gün öğleden sonra üçe kadar
uyuduğum görüşündeyim kısmen; yoksa birkaç yıl sonra ortaya çıktığı üzere,
haftanın günlerini hesaplarken bir günü atlamış olmamı nasıl açıklayabilirim?
Ekvatoru geçip tekrar geri döndüğüm için kaçırmış olsaydım, sadece bir değil,
birkaç gün ek-
Orj.: A table in the wildnerness, Zebur, 78:19'dan alıntı. -154-
sik olurdu. Ama yalnız bir gün kaçırmıştım ve nasıl kaçırdığımı da bir türlü
anlayamıyor-dum.
Her ne olursa olsun, uyandığımda kendimi son derece dinlenmiş buldum, keyfim de
yerine gelmişti. Yataktan kalktığımda bir önceki günden daha güçlüydüm ve midem
de daha iyiydi; çünkü acıkmıştım, kısacası, ertesi gün nöbet gelmedi ve giderek
daha iyi oldum. Ayın 29'uydu.
Ayın 30'unda daha da iyiydim elbette. Silahımı alıp dışarı çıktım, ama çok uzağa
gitmeye cesaret edemedim. Yabankazma benzer bir iki deniz kuşu vurup eve
getirdim ama yemeyi pek istemiyordum; dolayısıyla yine kaplumbağa
yumurtalarından yedim, çok güzeldi. Akşam olunca.'önceki gün iyi geldiğini
düşündüğüm ilaçtan, yani romda bekletilmiş tütünden yaptım yine; yalnız bu sefer
önceki kadar çok içmedim, ayrıca ne yaprak çiğnedim, ne de kafamı tütün dumanı
üzerine tuttum. Bununla birlikte, temmuzun ilk günü olan ertesi gün umduğum
kadar iyi değildim; hafif bir üşüme nöbeti gelmişti çünkü, ama pek uzun sürmedi.
2 Temmuz - İlacımın üç türünü de yaptım ve ilk seferinde olduğu gibi uyguladım;
içtiğim rom miktarını da iki katına çıkardım.
3 Temmuz - Sıtmayı tamamen atlattım, ama bütün gücümü yeniden kazanmam birkaç
haftamı aldı. Bu şekilde gücüm yavaş yavaş yerine gelirken bir yandan da aklıma
sürekli Kutsal Kitap'taki, "Seni kurtaracağım," sözü takılıyor ve hiçbir umut
ışığı göremedi-
-155-
I
ğimden kurtulmamın olanaksız olduğu kafamda iyice yer ediyordu. Ama böyle
düşüncelerle kendi kendimi yıldınrken, bu temel derdimden kurtulmayı çok fazla
kafama taktığımı; bu yüzden de daha önceki kurtuluşlarımı göz ardı ettiğimi fark
ettim birden. Ve kendi kendime şu türden sorular sormaya başladım: Başıma
gelebilecek en sıkıntılı durumlardan biri olan ve beni o kadar çok korkutan
hastalıktan kurtulmamış mıydım, hem de olağanüstü bir şekilde! Hiç önem vermiş
miydim buna? Kendi görevimi yerine getirmiş miydim? Tanrı beni kurtarmıştı, ama
ben O'na şükretmemiştim; yani bunun bir kurtuluş olduğunu ne benimsemiş, ne de
bunun için minnet duymuştum, peki şimdi daha büyük bir kurtuluşu nasıl
bekleyebilirdim?
Bu düşünce yüreğime çok dokundu; hemen yere diz çökerek beni iyileştirdiği için
yüksek sesle Tann'ya şükrettim.
4 Temmuz - Sabahleyin İncili elime aldım ve Yeni Ahit'ten itibaren ciddi ciddi
okumaya başladım; bundan sonra her sabah ve her gece, bölüm sayısına bağlı
kalmadan elimden geldiği kadar okumayı kendime ödev edindim. Bu işe ciddi ciddi
baş koymamın üzerinden çok geçmeden, geçmişteki hayatımın kötülüğünden ötürü
gönlümde daha derin ve içten bir acı duymaya başladım. Gördüğüm rüyanın etkisi
tekrar kendini gösterdi ve "Bütün bunlar sende pişmanlık uyandırmadı," sözleri
ciddi ciddi aklıma takılmaya başladı. Tann'dan, bana pişmanlığı öğretmesini
bütün kalbimle diliyordum ki, tam da o gün
-156-
-nasıl bir kısmettir ki- İncil okurken şu sözlere rastladım: "O, pişmanlığı
öğreten, bağışlayan yüce bir Kurtancı'dır."* Hemen kitabı bıraktım, ellerimi
göğe kaldırarak bütün gönlümle, kendimden geçercesine bir sevinç içinde
seslendim: "Ey İsa! Sen Davud'un oğlu! İsa, Sen yüce Kurtarıcı, bana pişmanlığı
öğret!""
Bütün hayatim boyunca, kelimenin gerçek anlamıyla ilk dua edişimin bu olduğunu
söyleyebilirim; çünkü şimdi hem durumumun bilincinde olarak, hem de Tann'nm
sözünün verdiği cesarete ve Kutsal Kitap'a dayanan gerçek bir umutla dua
ediyordum; diyebilirim ki, ancak bundan sonra Tann'nm beni duyacağına dair bir
umut beslemeye başladım.
Yukarıda bahsedilen, "Bana sığın, Ben seni kurtannm," sözüne, daha önce
düşündüğümden bambaşka bir anlam yüklemeye başlamıştım şimdi; çünkü o sıra,
içinde bulunduğum tutsaklıktan kurtulmaktan başka, kurtuluş diye adlandırılacak
bir şey olduğunu bilmiyordum. Burada gerçekten serbest olsam da adanın kendisi
benim için, dünyadaki en kötü anlamıyla tam bir hapishaneydi. Ama artık buna
başka bir açıdan bakmayı öğrenmiştim; artık geriye, geçmişteki hayatıma öyle bir
irkilerek bakıyordum ve günahlarım gözüme öyle korkunç görünüyordu ki, ruhum,
bütün rahatımı kaçıran suçların ağır yükünden kurtulmaktan başka bir şey iste-
• Resullerin İşleri Kitabı 5:31'den alıntı. *• Markos, 10:47den alıntı.
-157-
miyordu Tann'dan. Yapayalnız hayatıma gelince, O bunun yanında hiç kalıyordu; bu
yalnızlıktan kurtulmak için çok fazla dua etmiyor, bunu pek düşünmüyordum;
günahlarımla karşılaştırınca hiç önemi kalmıyordu. Bu kısmı, bu satırları
okuyanlara, günahlardan kurtulmanın, acılardan kurtulmaktan çok daha büyük bir
mutluluk olduğunu, ancak içinde bulundukları durumun gerçek anlamını
kavradıklarında göreceklerini belirtmek için ekledim.
Ama şimdi işin bu kısmını bir kenara bırakıp günlüğüme dönüyorum.
Şimdi durumum, yaşayış tarzım açısından hâlâ eskisi kadar perişan olsa da zihnim
çok daha rahatlamaya başlamıştı. Sürekli İncil okuyup Tanrı'ya dua ettiğimden
düşüncelerim de daha yüce şeylere yönelmiş, üstelik şimdiye kadar hiç tatmadığım
büyük bir iç huzuruna kavuşmuştum. Sağlığımı ve gücümü geri kazandığımdan
ihtiyacım olan her şeyi toparlamak ve hayatıma elimden geldiğince çekidüzen
vermek için harekete geçtim.
Temmuz'un 4'ünden 14'üne kadar günlerimi esas olarak tüfeğimle dolaşmakla
geçirdim; hastalıktan yeni kalkmış, gücünü yavaş yavaş yeniden kazanan bir adam
olarak dolaştığım süreyi yavaş yavaş artınyordum; sağlığımın ne kadar
kötüleştiğini, ne kadar güçsüz kaldığımı tahmin bile edemezsiniz. Kullandığım
ilaç tamamen yeniydi ve belki de daha önce sıtma tedavisinde hiç
kullanılmamıştı, bununla birlikte, bir tek bu denemeyle kimseye de denemesini
tavsiye edemem; ayn-
-158-
ca nöbetlerimi geçirmesine rağmen zayıf düşmemde de epeyce etkisi olmuştu, çünkü
bir süre için sinirlerim gerilmiş, kol ve bacaklarımda sık sık kasılmalar
meydana gelmişti.
Ayrıca bundan, yağmurlu mevsimde, özellikle de fırtına ve kasırgalarla beraber
gelen yağmurlar sırasında dışarıda durmanın sağlığım için en tehlikeli şey
olduğunu öğrendim; kurak mevsimde yağan yağmurlar beraberinde daima bu türden
fırtınalar da getirdiği için, bu yağmurların eylül ve ekim aylarında yağanlardan
çok daha tehlikeli olduğunu fark ettim.
Bu uğursuz adaya düşeli on aydan fazla olmuştu; ufukta bu durumdan kurtulmamı
sağlayacak hiçbir olasılık görünmüyordu ve bu yere daha örice hiçbir insanın
ayak basmadığına ciddi ciddi inanıyordum. Evimi tam kafama göre iyice güvenli
bir hale getirdikten sonra adayı daha iyi öğrenmeye ve henüz bilmediğim başka ne
gibi yiyecekler bulabileceğimi görmeye can atıyordum.
Adayı daha ayrıntılı tanımak için işe koyulduğumda Temmuz'un 15'iydi. İlk önce,
daha önceden söz ettiğim, sallarımı karaya çıkardığım koyun yukarısına çıktım.
İki mil kadar ilerledikten sonra deniz sularının buralara kadar gelmediğini,
koyun da küçük bir akarsuyun ağzından başka bir şey olmadığını anladım, suyu
tatlı ve güzeldi; ama kurak mevsim olduğu için bazı yerlerinde neredeyse hiç su
yoktu, en azından orada bir derenin aktığı anlaşılacak kadar bile.
Derenin kıyılarında da çimenlerle kaplı,
-159-
geniş, dümdüz, güzel bir savana ya da çayırlık vardı; çayırların tepelere yakın
olan, sanırım hiç su basmayan daha yüksek kesimlerinde, büyük ve çok sağlam
saplan olan bir sürü yeşil tütün buldum. Benim hiç bilmediğim ya da anlamadığım,
türlü türlü başka bitkiler de vardı ve bunlar belki de, benim hiçbir zaman
öğrenemeyeceğim özellikler taşıyordu.
Bu iklimde yaşayan yerlilerin ekmek yaptıkları manyok kökünden aradım, ama hiç
bulamadım. Büyük sarısabır bitkileri gördüm, ama o zaman bunların ne olduğunu
bilmiyordum. Birkaç şekerkamışı gördüm ama yabani olduklarından ve işlenmeleri
gerektiğinden işe yaramazlardı. Bu seferlik bu kadar keşifle yetindim; geri
dönerken de, bulduğum bitki ve meyvelerin ne gibi özellikleri ve faydalan
olduğunu anlamak için nasıl bir yol izlemem gerektiğini düşündüm; ama herhangi
bir sonuca varamadım; çünkü sözün kısası, Brezilya'dayken bitkileri o kadar az
incelemiştim ki, bölgede yetişen bitkilerle ilgili çok az şey biliyordum; bu
kadarının da şimdi içinde bulunduğum bu sıkıntılı durumda bana hiçbir faydası
dokunmazdı.
Ertesi gün, ayın 16'smda da aynı yere gittim ve bir gün önce gittiğim yerden
biraz daha ilerlediğimde derenin de çayırlığın da bittiğini, bu arazinin
öncekinden daha ağaçlık olduğunu gördüm. Bu bölgede farklı meyveler, özellikle
de yerde bol miktarda kavun ve ağaçlann üzerinde üzümler buldum. Asmalar
gerçekten de ağaçların üzerine kadar uzan-
-160-
mıştı ve üzüm salkımlan da tam kıvamında, olgun ve suluydu. Bu şaşırtıcı bir
buluştu ve beni çok sevindirmişti; ama deneyimlerimden bunlan yerken dikkatli
olmam gerektiğini biliyordum; çünkü Berberistan kıyılannday-ken, orada köle
olarak bulunan bizim İngilizlerden birkaçının, yedikleri üzüm yüzünden ishal
olup ateşlenerek öldüklerini hatırlıyordum. Ama ben bu üzümlerden yararlanmak
için mükemmel bir yol buldum; güneşte kurutup kuru üzüm olarak saklayacaktım.
Böylece taze üzüm bulamadığım zaman hem yemeye uygun hem de sağlıklı olacaklardı
ki, gerçekten de öyle oldu.
Bütün akşamı orada geçirdim ve eve dönmedim, bu arada bunun evimden başka bir
yerde yattığım ilk gece olduğunu söyleyebilirim. Geceleyin, adadaki ilk günümde
yaptığım gibi bir ağaca çıktım ve güzelce uyudum. Ertesi sabah keşif gezime
devam ettim ve vadinin uzunluğundan çıkarabildiğim kadanyla aşağı yukan altı
kilometre kadar kuzeye gittim; güneyimle kuzeyimde tepeler vardı.
Bu yürüyüşün sonunda, batıya doğru inen bir açıklığa geldim; yanımdaki tepeden
küçük bir tatlı su kaynağı diğer yöne, yani doğuya doğru akıyordu. Bu arazi öyle
taze, öyle yeşil, öyle canlı görünüyordu ve her şey öyle sonsuz bir bahar
yeşilliği içindeydi ki, bakımlı bir bahçeye benziyordu.
Bu güzel vadinin kenanndan biraz aşağı indim; bütün bunlann bana ait olduğunu
düşünerek diğer üzüntülerimle kanşık da olsa, gizli bir sevinçle etrafı
inceliyordum; bü-
-161-
tün bu bölgenin kralı, kayıtsız şartsız tek efendisiydim ve burada istediğim
gibi hüküm sürebilir, bunları nakledebilseydim, tıpkı İngiltere'deki bir lord
gibi tamamıyla mirasıma dahil edebilirdim. Burada bir sürü kakao, ağaçkavunu,
portakal ve limon ağacı gördüm; ama hepsi yabaniydi ve çok azı meyve vermişti,
en azından o mevsim için. Bununla birlikte topladığım yeşil misket limonlarının
hem yemesi çok hoştu hem de sağlıklıydılar; sonradan bunları sıkarak suyla
karıştırdım, böylece su hem sağlıklı oluyor hem de soğuyup serinletici bir
özellik kazanıyordu.
Şimdi bunları toplayıp eve götürmek gerektiğinden yeteri kadar işim vardı;
yaklaştığını bildiğim yağmurlu mevsime hazırlanmak için üzüm, misket limonu ve
limonları bir kenara saklamaya karar verdim.
Bunun için, bir yere büyük, başka bir yere de küçük bir üzüm yığını yaptım; ayrı
bir yere de misket limonlarını ve limonları yığdım; birkaçını yanıma alarak eve
doğru yola çıktım; tekrar gelmeye ve yanımda da bir torba, çuval ya da geri
kalanı eve taşıyabilmeme yarayacak ne bulabilirsem getirmeye karar verdim.
Üç gün süren bu yolculuktan sonra eve (çadırımla mağarama böyle diyeceğim artık)
döndüm, ama daha eve varmadan üzümler bozulmuştu, taneler dolgun ve sulu olduğu
için ezilmiş ve çürümüşlerdi, artık pek işe yaramazlardı; misket limonlarına bir
şey olmamıştı, ama onlardan çok az getirebilmiştim.
Ertesi gün, ayın 19'unda, mahsulümü eve
-162-
I
getirmek için iki küçük torba yaparak geri döndüm; ama topladığımda o kadar sulu
ve güzel olan üzüm yığınımın yanına vardığımda hepsinin etrafa saçılmış,
ezilmiş, dağıtılmış ve çoğunun da yenmiş olduğunu gördüğümde şaşırdım. Buna
dayanarak etrafta yabani hayvanlar olduğu sonucuna vardım, bunu da onlar
yapmıştı, ama ne tür hayvanlar olduklarını bilemiyordum.
Bununla birlikte, üzümleri ne orada yığınlar halinde bırakabilir, ne de çuvalla
eve götürebilirdim; birinci durumda hayvanlar tarafından ziyan edilecekler,
ikincisinde ise kendi ağırlıklarıyla ezileceklerdi, bu yüzden başka bir yol
buldum; epey bir miktar üzüm topladım ve bunları, güneşte kurusunlar diye
ağaçların dış dallarına "astım. Misket limonlarına ve limonlara gelince,
taşıyabileceğim kadarını torbalara doldurup götürdüm.
Bu yolculuktan eve döndüğümde büyük bir zevk duyarak vadinin verimliliğini,
yerinin güzel, fırtınaya karşı korunaklı, sulak ve ağaçlık olduğunu düşündüm;
böylece evimi kurmak için adanın en kötü yerini seçmiş olduğum sonucuna vardım.
Bütün bunlar üzerine evimin yerini değiştirmeyi ve mümkünse, adanın o güzel,
verimli kısmında şimdi bulunduğum yer kadar güvenli bir yer aramayı düşünmeye
başladım.
Bu düşünce kafamda dolaşıp durdu ve oraların güzelliği beni büyülediğinden bir
süre için bu fikir çok hoşuma gitti. Ama bu konuyu daha ayrıntılı düşününce,
şimdiki yerim deniz kenarında olduğundan en azından
-163-
Mi
bana yaran dokunacak bir şeyler olabileceğine, beni buraya atan kör talihin aynı
yere belki başka zavallıları da sürükleyebileceğine; böyle bir olasılık çok
düşük de olsa kendimi adanın ortasındaki dağlarla ormanın arasına kapatmanın
tutsaklığımı daha baştan kabul etmek ve bana yaran dokunacak bir şeyin
gerçekleşme ihtimalini düşürmek, hatta yok etmek demek olduğuna, ne olursa olsun
taşınmamam gerektiğine karar verdim.
Bununla birlikte, orası o kadar hoşuma gitmişti ki, temmuz ayının geri kalan
kısmında, zamanımın çoğunu orada geçirdim; yuka-nda belirttiğim gibi, ikinci kez
düşündüğümde evimin yerini değiştirmemeye karar vermeme rağmen orada kendime
çardak gibi küçük bir yer yaptım ve çevresini de boyumun yettiği yükseklikte,
iki kat sağlam çitle çevreledim, çitleri kazıklarla destekledim ve iki çitin
arasını da çalılarla doldurdum. Daha önceki gibi merdiven kullanarak girdiğim bu
çitin ortasında artık güven içinde yatabiliyordum ve bazen iki üç gece üst üste
kalıyordum. Böylece artık hem bir kır evim, hem de bir yalım olduğunu düşünmek
hoşuma gidiyordu; ama bu iş beni ağustosun başına kadar uğraştırmıştı.
Çitimi bitirmiş, verdiğim emeklerin tadını daha yeni yeni çıkanyordum ki,
yağmurlar başladı ve beni ilk evime kapanmak zorunda bıraktı. Bir yelken
parçasını iyice gererek buraya da önceki gibi bir çadır yapmıştım, ama burada
beni fırtınalardan koruyacak ne bir dağ eteği, ne de arkamda yağmur iyice
bastırınca sığınabileceğim bir mağara vardı.
-164-
Dediğim gibi ağustosun başlarında çardağımı bitirmiş ve keyfini sürmeye
başlamıştım. Ağustosun 3'ünde, dallara astığım üzümlerin tamamen kurumuş
olduğunu, güneşin altında gerçekten de mükemmel kuru üzümlere dönüştüklerini
gördüm; dolayısıyla bunlan dallardan indirmeye başladım. Bunu iyi ki de
yapmışım, yoksa gelen yağmurlar yüzünden hepsi bozulacak, kışlık erzağımın en
önemli kısmını yitirecektim, çünkü kocaman kocaman iki yüz salkımdan fazla
üzümüm vardı. Üzümleri indirip çoğunu mağarama taşıdıktan hemen sonra yağmurlar
bastırdı ve o günden itibaren, yani ağustosun 14'ünden ekim ortalarına kadar
hemen hemen her gün yağdı; hatta zaman zaman o kadar çok yağıyordu ki birkaç gün
mağaramdan çıkamıyordum.
Bu mevsimde ailemin sayıca artması beni çok şaşırttı. Kedilerimden biri ortadan
kaybolduğu için çok üzülmüştüm, beni bırakıp kaçmıştı ve bir daha izine
rastlayamadığım için öldüğünü sanıyordum; ama ağustosun sonlarına doğru, bir gün
üç yavruyla çıkagel-diğini görünce şaşınp kaldım. Yavrularla gelmesi ise bana
daha garip gelmişti; çünkü tüfeğimle, yabankedisi dediğim bir hayvanı öldürmüş
olmama rağmen bu kedinin bizim Avrupa kedilerinden oldukça farklı olduğunu
sanıyordum. Aynca yavrular tıpkı anneleri gibi ev kedisiydi ve kedilerimin ikisi
de dişi olduğu için, bu çok tuhaf bir durumdu. Ama bu üç yavru sonradan öyle
hızlı çoğaldılar ve kedilerden o kadar usandım ki onlan haşarat ya da vahşi
hayvan gibi öldürmek ve müm-
-165-
kün olduğunca evimden uzaklaştırmak zorunda kaldım.
Ağustosun 14'ünden 26'sına kadar ardı arkası kesilmeden yağmur yağdığı için
dışarı çıkamadım; artık ıslanmamaya çok dikkat ediyordum. Eve kapandığım bu süre
içinde yiyeceğim azalmaya başladı; ama iki kez dışarı çıkmayı göze aldım ve ilk
gün bir keçi vurdum; eve kapanışımın son günü olan 26 Ağustos'ta da çok büyük
bir kaplumbağa buldum; bu benim için tam bir ziyafet oldu ve böylece yiyecek
işim de düzene girdi: Kahvaltıda bir salkım kuru üzüm, öğle yemeğinde bir parça
kızarmış -en büyük talihsizliğim de yiyecekleri kaynatacak ya da haşlayacak bir
kabımın olmamasıydı- keçi veya kaplumbağa eti, akşamleyin de iki üç tane
kaplumbağa yumurtası yiyordum.
Yağmurdan korunmak için sığınağıma kapandığım süre boyunca, her gün iki üç saat
mağaramı genişletmek için çalışıp durdum ve yavaş yavaş tepenin bir eteğinden
dışan çıkana kadar mağaranın içini oydum, çitimin ya da duvarımın dışına açılan
bir kapı ya da çıkış yolu yapmıştım; böylece giriş çıkışlarda bu yolu kullanmaya
başladım. Ama böyle açıkta kalmaktan biraz huzursuz olmuştum; çünkü daha önce,
dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı kendimi tam bir koruma altına almıştım;
ama şimdi herhangi bir şeye karşı daha savunmasızdım. Yine de korkacak bir şey
olduğunu sanmıyordum, çünkü şimdiye kadar adada gördüğüm yaratıkların en büyüğü
keçiydi.
-166-
30 Eylül - Bu, adaya ayak basışımın uğursuz yıldönümü. Direğimdeki çentikleri
saydım ve tam üç yüz altmış beş gündür bu adada olduğumu fark ettim. Bu günü
kutsal bir oruç günü kabul ederek dini ibadetlere ayırdım; en içten duygularımla
kendimi küçük düşürmek için yüzükoyun yere kapandım ve günahlarımı Tann'ya
itiraf ettim, O'nun benimle ilgili yargılarının doğru olduğunu benimsedim, Yüce
İsa aracılığıyla beni bağışlaması için O'na dua ettim. On iki saat boyunca
ağzıma tek lokma koymadım ve ancak güneş battıktan sonra bir peksimetle bir
salkım üzüm yedim, günümü başladığım gibi bitirerek yatağa girdim.
Bütün bu süre boyunca pazar günlerine hiç dikkat etmemiştim, çünkü ilk başta
aklımda dinle ilgili hiçbir şey yoktu; bir süre geçince de haftaları birbirinden
ayırt etmek için pazar günlerinin çentiklerini diğerlerinden daha uzun yapmayı
unutmuştum, bu yüzden de hangi günün hangisi olduğunu gerçekten bilmiyordum. Ama
şimdi yukarıda da belirttiğim gibi, günleri saydığımdan bir yıldır burada
olduğumu anladım ve yılı haftalara böldüm, her yedinci günü de pazar günü olarak
ayırdım. Ama serüvenimin sonunda hesaplarımda bir ya da iki günü atladığımı fark
edecektim.
Bundan kısa bir süre sonra mürekkebim azalmaya başladı, bunun üzerine her şeyi
günü gününe not etmektense, yalnızca hayatımdaki en önemli olayları yazarak
mürekkebimi daha tutumlu kullanmaya karar verdim.
-167-
Artık yağmur mevsimiyle kurak mevsimin düzenini ayırt etmeye başlamış ve kendimi
de buna göre hazırlamayı öğrenmiştim. Ancak bunu anlayana kadar geçen sürede
yaptıklarım bana pahalıya mal olmuştu. Şimdi anlatacağım şey de cesaretimi en
çok kıran deneyimlerimden biriydi. Şaşırtıcı bir şekilde kendi kendine
yetiştiğini sandığım birkaç arpa ve pirinç başağını -otuz sap pirinç, yirmi sap
da arpa olduğunu düşünüyordum- sakladığımdan bahsetmiştim. Yağmurlardan sonra
güneş de güneye döndüğü için artık bunları ekme zamanının geldiğini düşündüm.
Böylelikle, bir parça toprağı, tahta küreğimle elimden geldiğince kazdım ve iki
kısma ayırarak tohumlarımı ektim; ama ekerken bir ara, doğru zamanın ne zaman
olduğunu bilmediğim için tohumların hepsini birden ekmemem gerektiği geldi
aklıma. Böylece her birinden bir avuç kadar ayırarak tohumların sadece üçte
ikisini ektim.
Böyle yapmakla çok iyi etmiş olduğumu sonradan anladım, çünkü bu ilk ektiğim
tohumlardan hiçbiri yeşermedi. Tohumlan ektikten hemen sonra kurak aylar
başlamış ve hiç yağmur yağmadığı için toprak, tohumların büyümesini sağlayacak
nemden yoksun kalmıştı. Yağmur mevsimi yeniden başlayana kadar bu tohumlar hiç
yeşermedi, ancak yağmur mevsiminden sonra, sanki daha yeni ekilmiş gibi büyümeye
başladılar.
İlk ektiğim tohumların yeşermediğini görünce bunun kuraklıktan
kaynaklandığını
-168-
hemen anladım ve bir daha denemek için daha nemli bir yer aradım. Yeni
çardağımın yakınlarındaki bir yeri "kazarak şubat ayında, bahar dönümünden hemen
önce tohumlarımın geri kalanını ektim. Bu tohumlar mart ve nisan aylarının
yağmurlarıyla sulandığı için çok güzel yeşerdiler ve iyi de ekin verdiler. Ama
elimde sadece ilk ektiğim tohumlardan kalanlar olduğu ve hepsini de ekmeye
cesaret edemediğim için sonunda elime çok az bir miktar geçmişti ve bütün ürünüm
her iki tür birlikte iki avucu geçmiyordu. Ama bu denemeyle işimin ustası olmuş,
ekime uygun zamanı tam olarak öğrenmiş ve yılda iki kez ekim, iki kez de hasat
yapabileceğimi anlamıştım.
Bu tahıllar büyürken sonradan bana faydası dokunacak küçük bir şey keşfetmiştim.
Yağmurlar sona erip de hava düzelmeye başlar başlamaz, yani kasım ayı civarında
çardağımın bulunduğu vadiye bir gezi yaptım. Aylardır oraya gitmemiştim, ama her
şeyi bıraktığım gibi buldum. Yalnız yaptığım duvarı ya da iki kat çitimi sağlam
ve eksiksiz bulmakla kalmadım, bir de çevredeki ağaçlardan kestiğim kazıkların
hepsinin, kesildikten sonraki ilk yıl çoğunlukla sürgün veren söğüt ağaçları
gibi, dallanıp budaklandığını gördüm. Bu kazıkları kestiğim ağacın adını
bilmiyordum. Bu fidanların büyümesine hem şaşırmış hem de çok sevinmiştim.
Budayarak birbirlerine benzer biçimde büyümeleri için elimden geleni yaptım. Üç
yıl içinde nasıl güzel bir şekil aldıklarını söylesem inanmazsınız; böylece çi-
-169-
tim çapı yirmi iki metre olan bir çember olmasına rağmen, ağaçlar -artık ağaç
diyebilirdim çünkü bunlara -kısa bir sürede bunun üstünü kaplamış ve bütün kurak
mevsim boyunca altında oturulabilecek bir gölgelik oluşturmuşlardı.
Bu durumu görünce, biraz daha kazık keserek duvarımın etrafına (ilk evimin
duvarı demek istiyorum) yarım daire şeklinde, aynı bunun gibi bir çit daha yapma
karan aldım ve nitekim yaptım. Ağaçlan ya da kazıklan çitimden, yani ilk
çitimden aşağı yukarı altı metre öteye, iki sıra halinde diktim. Kısa bir süre
sonra yeşerdiler. İlk başta evim için hoş bir gölgelik oldular ve sonradan da,
sırası gelince anlatacağım gibi savunma görevi de gördüler.
Yılın mevsimlerini, Avrupa'daki gibi yaz ve kış diye değil de, genellikle yağmur
mevsimi ve kurak mevsim diye ayırabileceğimi artık anlamıştım; bu genellikle
şöyle oluyordu:
Şubatın yansı Mart
Nisanın yansı
(Yağmurlu, güneş gündönümünde ya da yakınlannda.)
Nisanın yansı
Mayıs
Haziran
Temmuz
Ağustosun yansı
(Kurak, güneş ekvatorun kuzeyinde.)
-170-
Ağustosun yansı
Eylül
Ekimin yansı
(Yağmurlu, güneş geri geliyor.)
Ekimin yansı
Kasım
Aralık
Ocak
Şubatın yansı
(Kurak, güneş ekvatorun güneyinde.)
Yağmur mevsimi rüzgârın esişine göre daha uzun ya da daha kısa sürebiliyordu;
ama gözlemlerime göre genel olarak yukandaki gibiydi. Tecrübelerimle, yağmurda
dışanda kalmanın acı sonuçlannı anladıktan sonra, dışarı çıkmak zorunoTa
kalmayayım diye erzağı-mı önceden hazırlamaya özen gösteriyor ve yağmurlu
aylarda mümkün olduğunca evde kalıyordum.
Bu süre içinde, birçok iş buldum. Zamanım da elverişli olduğundan ancak çok
zorlanarak ve sürekli uğraşarak yapabileceğim bir sürü şeyi yapmak için büyük
bir fırsat doğmuştu. Özellikle de kendime bir sepet yapmak için birçok yolu
denedim, ama bu iş için bulabildiğim dallann hepsi de çok çabuk kı-nldıklarmdan
hiçbir işe yaramıyorlardı. Çocukken, yaşadığımız kasabadaki bir sepetçi
dükkânına giderek hasır sepetleri nasıl yaptıklarını büyük bir zevkle izlemiş
olmamın şimdi bana çok faydası dokunuyordu; hemen her çocuk gibi yardım etmeye
fazla istekliydim, ellerindeki malzemeyle nasıl çalıştıklan-
-171-
nı dikkatle izliyor ve bazen yardım bile ediyordum; böylelikle sepetlerin nasıl
yapıldığını tamamıyla öğrendiğimden şimdi tek ihtiyacım olan şey malzemeydi.
Sonra, sürgün veren kazıklarımı kestiğim ağacın dallarının İngiltere'deki
sepetçi söğüdünün dallan kadar sağlam olabileceği aklıma geldiğinde bir deneme
yapmaya karar verdim.
Ertesi gün hemen kır evime -oraya böyle diyordum- gittim; birkaç küçük dal
kestim ve bunların amacıma arzu ettiğim ölçüde uygun olduğunu gördüm. Bunun
üzerine bir dahaki gidişimde, bunlardan daha çok kesebilmek için yanımda küçük
bir balta da götürdüm ve çevrede bu ağaçtan bol miktarda bulunduğu için kısa bir
süre içinde istediğim kadar dal da buldum. Bunlan çitimin ya da duvanmın içinde
kurumaya bıraktım ve kullanıma elverişli hale geldiklerinde mağarama taşıdım;
sonraki mevsim boyunca, elimden geldiğince, hem toprak hem de gerektiğinde başka
şeyler taşımama ya da koymama yarayacak bir sürü sepet yapmakla uğraştım.
Görünüşleri pek şık olmasa da işimi görecek kadar kullanışlı sepetler
yapabilmiştim. Ondan sonra da hiç sepetsiz kalmamaya özen gösterdim; eskidikçe
yenilerini yapıyordum. Bir de aldığım mahsulün bir gün artabileceğini düşünerek
tahıllanmı koymak için çuval yerine, derin ve sağlam sepetler yaptım.
Dünyanın zamanını harcayarak bu güçlüğün de üstesinden geldikten sonra iki
eksiğimi daha giderip gideremeyeceğimi görmek için harekete geçtim. Sıvı şeyleri
koyacak, ne-
-172-
redeyse ağızlanna kadar romla dolu iki fıçı, orta büyüklükte birkaç şişe, içinde
su ve içki gibi şeyleri tuttuğum birkaç dört köşe şişeden başka kabım yoktu.
Gemiden kurtardığım büyük bir kazan dışında hiç tencerem yoktu ve bu kazan da
çorba yapmak ve et haşlamak için fazla büyüktü. En istediğim ikinci şey de bir
pipoydu, ama pipo yapmam imkânsızdı. Bununla birlikte, en sonunda bunun da bir
yolunu buldum.
Bütün yaz ya da kurak mevsim boyunca, tahminimden daha fazla zamanımı alan bir
iş çıkmadığı sürece, kazıklann ikinci sırasını çakmak ve sepet örmekle uğraştım.
Bütün adayı görmeyi çok istediğimden daha önce bahsetmiştim; derenin yukarılanna
doğru çıkıp çardağımı yaktığım yere ulaştığımı ve oradan adanın diğer tarafını
ve denizi görebildiğimi de anlatmıştım. Şimdi adanın o tarafındaki deniz
kıyısına kadar gitmeye karar vermiştim. Böylece silah, küçük bir balta ve her
zamankinden daha fazla barut ve saçma alıp torbama da iki peksimetle büyük bir
salkım üzüm koyarak yolculuğuma başladım. Çardağımın bulunduğu vadiyi
geçtiğimde, yukanda da bahsettiğim gibi, batıdan uzanan denizi görmeye başladım
ve hava çok açık olduğundan birden karşıda bir kara gördüm. Bir ada mı, yoksa
bir kıta mı olduğunu anlayamıyordum, ama çok yüksek olduğunu görebiliyordum,
batıdan güneybatıya doğru uzanıyordu ve çok uzaktaydı; tahminime göre en az on
beş yirmi fersah uzaklıkta olmalıydı.
-173-
Bu kara parçasının dünyanın neresi olduğunu kestiremiyordum, ancak Amerika'nın
bir parçası olması gerektiğini biliyordum ve gözlemlerimden İspanyol
sömürgelerinin yakınlarında, belki de tümüyle vahşilerin yaşadığı bir yer
olabileceği sonucuna vardım; kazadan sonra oralara çıksaydım şimdikinden çok
daha kötü bir duruma düşebilirdim. Bunu düşünerek, artık her şeyde bir hayır
olduğu inancını da benimsemeye başladığımdan Tann'nın iradesine boyun eğdim.
Yani bu düşünceyle kendimi avuttum ve boşu boşuna, "Orada olsaydım keşke,"
diyerek kendimi üzmekten vazgeçtim.
Ayrıca, bu konu üzerinde biraz düşündükten sonra, o kara parçası şayet
İspanyollara ait olsaydı, bir ara mutlaka gelen ya da giden bir gemi görmüş
olmam gerektiğini anladım. Ama İspanyolların değilse, o zaman İspanyol
topraklarıyla Brezilya arasındaki, vahşilerin yaşadığı kıyılardı ve buradaki
vahşiler gerçekten de en azılı olanlarıydı; çünkü yamyam ya da insan-yiyici
türdendiler ve ellerine düşen hiçbir insanı öldürüp yemekten geri kalmazlardı.
Kafamda bu düşüncelerle yavaş yavaş ileri doğru yürüdüm. Adanın şimdi bulunduğum
bu tarafının; çiçekler ve çimenlerle bezeli açık alanlarıyla, sevimli
çayırlanyla, şirin korulanyla benim oturduğum tarafından çok daha güzel olduğunu
gördüm.
Bir sürü papağan gördüm ve mümkün olsa da bir tanesini tutup evcilleştirerek
konuşmayı öğretsem, ne güzel olur diye düşündüm.
-174-
Bir süre çabaladıktan sonra yavru bir papağanı tutmayı başardım; bir değnekle
vurup yere düşürmüş, sonra alıp eve götürmüştüm. Ama ona konuşmayı öğretmem
birkaç yıl sürdü. Yine de en sonunda, beni adımla çağırmayı öğrendi. Ama bu
yüzden başıma gelen kaza, önemsiz olmakla birlikte sırası gelince anlatacağım
üzere, oldukça eğlencelidir.
Bu yolculuk çok hoşuma gitmişti. Aşağılarda tavşanlar ve -öyle zannediyorum-
tilkiler gördüm; ama benim daha önce gördüğüm türlerin hepsinden çok
farklıydılar ve birkaçını vurmuş olmama rağmen hiçbir zaman bunları yemeye
cesaret edemedim. Başıma iş açmanın anlamı yoktu; çünkü yiyeceğim vardı, hem de
bunlar çok güzel şeylerdi. Hele şu üç çeşide, yani keçi, güvercin ve deniz ya da
kara kaplumbağasına bir de üzüm eklenince Leadenhall Pazarı bile benden daha iyi
bir sofra kuramazdı. Acınacak durumda olmakla birlikte, yine de şükredebileceğim
çok şey vardı; yiyecek sıkıntısı çekmiyordum, hatta çerezlere varıncaya dek
bolluk içindeydim.
Bu yolculuklarda, hiçbir zaman bir günde iki milden öteye gitmiyordum, ama ne
gibi şeyler bulabileceğimi görmek için çok dönüp dolaşıyor ve geceyi geçirmek
için seçtiğim yere geldiğimde bitkin düşmüş oluyordum. Sonra ya bir ağaca çıkıp
dalma uzanıyor ya da vahşi hayvanlar gelirse uyanayım diye etrafımı, bir ağaçtan
bir ağaca, yere çaktığım kazıklarla kuşatıyordum.
Deniz kenarına ulaşır ulaşmaz, evimi gerçekten de adanın en kötü yanında
kurduğu-
-175-
mu görerek şaşırdım; çünkü bu kıyının kaplumbağalarla kaplı olduğunu gördüm.
Oysa ben diğer tarafta bir buçuk yıl içinde sadece üç tane bulmuştum. Burada
ayrıca çok çeşitli, sayısız kuş da vardı; kimisini daha önce görmüş, kimisini
hiç görmemiştim ve çoğunun eti de çok iyiydi, ama penguenler dışında hiçbirinin
adını bilmiyordum.
Bunlardan istediğim kadar vurabilirdim; ama bu, barutumla saçmamı boşa harcamak
olurdu, bu yüzden tadı daha güzel bir dişi keçi vurmayı tercih ederdim. Burada,
adanın benim oturduğum tarafından daha çok keçi vardı, ama arazi düz ve
engebesizdi; dolayısıyla beni tepelere çıktığım zamankinden çok daha çabuk
gördükleri için yanlarına yaklaşmak çok zordu.
Adanın bu tarafı benimkinden çok daha güzeldi; ama buraya taşınmak gibi en ufak
bir istek duymadığımı da belirtmem gerekiyor. Evimdeki düzenimi iyice
oturttuğumdan yaşadığım yeri benimsemiştim. Adanın bu yanında bulunduğum süre
boyunca kendimi evimden uzakta, bir yolculukta gibi hissediyordum. Bununla
birlikte, deniz kıyısı boyunca doğuya gittim, sanırım on beş kilometre kadar yol
aldıktan sonra bir işaret olsun diye, kıyıya büyük bir direk diktim ve eve
dönmeye karar verdim. Bir dahaki yolculuğuma adanın öbür tarafından başlayacak
ve evimden doğuya doğru giderek buraya diktiğim direğe varana kadar adanın
çevresini dolaşmış olacaktım. Bunu da yeri gelince anlatacağım.
Adanın her yanını tanıdığımı, geçtiğim
-176-
yerlere baka baka evimi kolayca bulabileceğimi düşünerek dönüşte başka bir yolu
denedim. Ama yanılmışım; üç dört kilometre gittikten sonra kendimi tepelerle
çevrili büyük bir vadinin içinde buldum. Tepeler de koruluklarla kaplı
olduğundan yönümü bulabilmek için güneşe bakmaktan başka çarem yoktu, günün bu
saatinde güneşin hangi tarafta olacağını çok iyi bilmediğim sürece bunun da bir
faydası olmazdı.
İkinci bir şanssızlığım da, ben bu vadideyken havanın üç dört gündür sisli
olmasıydı; dolayısıyla güneşi göremediğimden huzursuz bir şekilde etrafta
dolandım; en sonunda diktiğim direği bulabilmek için deniz kenarına inmek,
geldiğim yoldan geri dönmek zorunda kaldım. Hava aşın 'derecede sıcaktı;
tüfeğim, cephanem, baltam ve diğer malzemelerim de ağır olduğundan mola vere
vere eve doğru yol aldım.
Bu yolculuk sırasında köpeğim, yavru bir keçi görüp üzerine atladı; koşup köpeği
tuttum ve yavruyu elinden sağ kurtardım. Elimden gelirse, bu yavruyu eve
götürmeyi çok istiyordum; çünkü eskiden beri, böyle bir iki yavru tutup ileride
barutumla saçmam bittiği zaman beni besleyecek evcil bir keçi türü
yetiştirebilir miyim acaba, diye sık sık düşünüyordum.
Bir halattan yaptığım ve her zaman yanımda taşıdığım bir ip parçasından, bu
küçük keçiye bir tasma yaptım ve güçlükle de olsa çardağıma varıncaya kadar
arkamdan getirdim. Onu içeri kapayıp orada bıraktım;
-177-
çünkü bir aydan uzun bir süredir ayrı olduğum evime gitmek için
sabırsızlanıyordum.
Eski barakama vanp da hamağıma şöyle bir uzandığım zaman ne büyük bir mutluluk
duyduğumu anlatamam. Başımı sokacak bir yer olmadan dolaşmaktan öyle rahatsız
olmuştum ki, bununla karşılaştırınca evim -ben artık ona böyle diyorum- bana
eşsiz bir yer gibi geliyordu. Evimdeki her şey bana öyle bir rahatlık sağlıyordu
ki, kaderimde bu adada kalmak yazılı olduğu sürece bir daha asla evimden çok
fazla uzaklaşmamaya karar verdim.
Bu uzun yolculuğun yorgunluğunu çıkarmak ve beslenip tekrar güç kazanmak için
bir hafta evde dinlendim. Bu süre boyunca, zamanımın çoğunu, artık evcilleşmeye
ve bana da iyice alışmaya başlayan papağanım Poll'a bir kafes yapmak gibi önemli
bir işle uğraşarak geçirdim. Sonra küçük çitimin içine kapattığım zavallı keçi
yavrusu aklıma geldi; gidip onu eve getirmeye ya da en azından biraz yiyecek
vermeye karar verdim. Gittiğimde yavruyu bıraktığım yerde buldum, oradan
çıkamazdı zaten, ama neredeyse açlıktan ölmek üzereydi. Gidip ağaç dallan ve
fundalardan elime ne geçerse kestim, önüne attım. Besledikten sonra, arkamdan
çekmek için önceki gibi boynundan iple bağladım, ama açlıktan öyle uysallaşmıştı
ki, bağlamama gerek bile yoktu, çünkü bir köpek gibi tıpış tıpış peşimden
geliyordu. Sonra bu yavruyu besledikçe, öyle sevimli, uysal ve tatlı bir yaratık
oldu ki, evcil hayvanlarımın arasına katıldı ve bir daha benden hiç ayrılmadı.
-178-
Güzdönümünün yağmur mevsimi artık gelmişti; adaya çıkışımın yıldönümü olan
eylülün 30'unu yine aynı kutsal gün havası içinde geçirdim. Tam iki yıldır
buradaydım ve kurtulma umudum da ilk günkünden fazla değildi. Bütün günü,
yaşadığım yalnızlığın yanı sıra bana bağışlanan bir sürü olağanüstü şey için
alçakgönüllü bir şekilde şükrederek geçirdim; bu bağışlar olmasaydı, çok daha
sefil olurdum çünkü. Bana, insanlar arasında özgürce dolaşmaktan ve dünyanın
bütün zevklerini tatmaktansa, bu yapayalnız halimle bile daha mutlu
olabileceğimi gösterdiği için Tann'ya alçakgönüllü bir şekilde ve bütün kalbimle
teşekkür ettim. Varlığıyla, ruhuma bağışladığı esenlikle; O'nun takdirine
güvenmem, öbüY dünyada da sonsuz varlığına sığınmam için bana verdiği destek,
rahatlık ve cesaret dolayısıyla yalnızlığımın kusurlarını ve insanlara duyduğum
özlemi gidermişti.
Düştüğüm sefil durum bir yana, şimdiki hayatımın, eski günlerimde sürdüğüm o
kötü, kahrolası, iğrenç hayattan çok daha güzel olduğunu şimdi ciddi ciddi
hissetmeye başlamıştım. Artık üzüntülerim de sevinçlerim de değişmişti;
isteklerim başka başka olmuş, duygularım daha değişik şeylere yönelmiş ve zevk
aldığım şeyler de adaya ilk gelişimden bu yana, yani iki yıldır bütünüyle
yenilenmişti.
Önceleri, avlanırken ya da adada dolaşırken, içinde bulunduğum durumdan dolayı,
birdenbire ruhumda bir acı fırtınası patlak
-179-
verir; çevremdeki ağaçlara, dağlara ve bozkırlara baktıkça, okyanusun, ıssız bir
kırın ortasında, ucu bucağı olmayan sürgüler ve kilitlerle kuşatılmış, hiçbir
kurtuluş umudu olmayan bir tutsak olduğumu düşündükçe yüreğim daralırdı. En
soğukkanlı anlarımda, bu duygular aniden bir fırtına gibi kopar, ellerimi
ovuşturup çocuk gibi ağlamaya başlardım. Bazen de bu duygu, tam işimin ortasında
üzerime çöküverirdi, o zaman içimi çekerek yere oturur ve bir iki saat bomboş
bakar dururdum. Bu durum benim için daha kötüydü; çünkü ağlayabilseydim ya da
acımı söze dökebilseydim açılırdım, çektiğim acı da dinerdi.
Ama artık kendimi yeni düşüncelere alıştırmaya başlamıştım. Her gün Tanrı
Sözü'nü okuyor, verdiği bütün tesellileri içinde bulunduğum duruma uyguluyordum.
Bir sabah, büyük bir üzüntüyle İnciti açtığımda şu sözlerle karşılaştım: "Hiçbir
zaman, hiçbir zaman seni terk etmeyeceğim, unutmayacağım."* Bu sözlerin benim
için söylendiğini düşündüm hemen; tam da Tann'nm ve insanların unuttuğu biri
olduğum için durumuma ağladığım bir anda, bu sözler böyle karşıma çıkar mıydı
yoksa? "Peki o zaman," dedim. 'Tanrı beni unutmayacaksa, bütün dünya unutsa, ne
çıkar? Dünyayı kazanıp da Tan-n'nın lütfunu ve merhametini kaybetsem, bu eşi
benzeri görülmedik bir kayıp olmaz mıydı?"
O andan itibaren bu unutulmuş, yapayal-
* Joshua l:5'ten alıntı.
-180-
nız halimle bile, dünyada erişebileceğim herhangi bir durumdan çok daha mutlu
olabileceğimi düşünmeye başladım. Aklımda bu düşünceyle beni bu mertebeye
getirdiği için Tann'ya şükretmeye karar verdim.
Ne olduğunu bilmiyorum; ama o anda birden aklıma gelen bir şey beni şiddetle
sarstı, ağzımı açmaya bile cesaret edemedim. "Nasıl bu kadar ikiyüzlü
olabiliyorsun?" dedim kendi kendime, hatta yüksek sesle. "Ne kadar hoşnut olmaya
çalışsan da kurtulmak için bütün kalbinle dua edeceğin bir durumdan dolayı nasıl
şükran duyuyormuş gibi davranmaya kalkarsın?" Durdum; burada bulunmaktan dolayı
Tann'ya şükredemeyeceğimi anladım, ama acı verici olaylarla da olsa gözlerimi
açarak eski «hayatımı görmemi ve işlediğim günahlar için üzülüp pişmanlık
duymamı sağladığı için bütün içtenliğimle Tann'ya teşekkür ettim. Önceden İnciti
ne açmış, ne de okumuştum. Ama İngiltere'deki arkadaşımı eşyalanmın arasına bir
İncil koymaya yönelten -ben ondan böyle bir şey istememiştim- ve sonra da benim
bu İnciti gemiden kurtarmama yardım eden Tann'ya bütün gönlümle şükrettim.
Üçüncü yılıma bu düşünceler içinde girdim. Okuyucuyu sıkmamak için bu yıl
yaptığım işleri, ilk yıldaki gibi teker teker anlatmayacağım, ama genel olarak
neredeyse hiç boş durmadığımı, zamanımı her gün yapılacak birkaç işe göre şöyle
böldüğümü söyleyebilirim: Birincisi, Tann'ya karşı görevim ve Kutsal Kitap'ı
okumaktı; bunun için sürekli
-181-
belli bir zaman ayırıyor ve günde üç kez okuyordum. İkincisi, yiyecek bulmak
için tüfeğimle dışarı çıkmaktı; bunu yağmur yağmadığında yapıyordum. Bu iş
genellikle, sabahlan üç saatimi alıyordu. Üçüncüsü, yemek için vurduğum,
yakaladığım, topladığım şeyleri temizlemek, tütsülemek, saklamak ve pişirmekti;
bunlar da günün büyük bir kısmını alıyordu. Ayrıca günün ortasında, güneş tam
tepedeyken, dışarı çıkılmayacak kadar sıcak olduğunu da göz önüne almak
gerekiyor. Bu yüzden ancak akşama doğru, aşağı yukarı dört saat
çalışabiliyordum. Ara sıra da avlanma saatlerimle çalışma saatlerimi
değiştiriyor, sabahleyin çalışıp tüfeğimle avlanmaya da öğleden sonra
çıkıyordum.
Çalışmaya elverişli zamanın kısalığına; işlerimin aşın zorluğu ile aletsizlik,
yardım edecek kimsemin olmaması ve beceriksizlik yüzünden, yaptığım her şeyin
çok zaman aldığını da eklemek isterim. Örneğin, mağarama koymak istediğim uzun
bir rafı yapmak tam kırk iki günümü aldı; oysa aletleri ve bir atölyeleri olan
iki bıçkıcı, aynı ağaçtan altı tahtayı yanm günde keserdi.
Benim durumum şöyleydi: Kesilecek ağacın büyük olması gerekiyordu, çünkü geniş
bir raf yapmak istiyordum. Bu ağacı kesmem üç günümü aldı ve dallarını
temizleyip ağacı bir kütük ya da kereste haline getirmek içinse iki gün daha
gerekti. Epey bir kesip yonttuktan sonra iki yanını da inceltip ağacı yerinden
oynatabilecek kadar hafif bir yongaya dönüştürmeyi başardım. Sonra ters çevire-
-182-
I
rek bir yüzünü, boydan boya, bir tahta gibi dümdüz yaptım, sonra diğer tarafını
çevirerek tahta üç parmak kalınlığında ve dümdüz olana kadar o yüzünü de
incelttim. Böyle bir iş için ne kadar çok el emeği harcadığımı herkes
kestirebilir; ama emeğimle sabnm bunun gibi birçok başka işin de üstesinden
gelmemi sağladı. Bunu anlatmaktaki tek amacım, böyle küçük bir iş için
neden bu kadar çok zaman harcadığımı, yardım isteyebileceğiniz birileri ve
aletleriniz olduğu zaman küçük bir iş olarak kabul edilebilecek bir şeyin, tek
başına ve elle yapıldığında müthiş -zaman aldığını ve çok fazla emek harcamayı
gerektirdiğini belirtmektir. Buna karşın, sabırla çalışarak pek çok şeyin
üstesinden gelebiliyor, daha doğruöu, aşağıda da görüleceği gibi içinde
bulunduğum şartlar dolayısıyla yapmak zorunda olduğum her şeyi yapabiliyordum.
Şimdi, kasım ve aralık aylannda, ektiğim arpa ve pirinçlerin ürün vermesini
bekliyordum. Bunlar için kazdığım, gübrelediğim yer pek büyük değildi; daha önce
de söylediğim gibi, kurak mevsimde ektiğim için bir mevsimlik ürünün tamamı boşa
gittiğinden her birinin tohumu bir avucu geçmiyordu. Ama şimdi ekinim iyi olacak
gibi görünüyordu. Ne var ki bir gün, birkaç tür düşman yüzünden bu ürünümün de
hepsini birden kaybetme tehlikesi içinde olduğumu fark ettim. Ürünümden uzak
tutmamın imkânsız gibi göründüğü bu düşmanlann başında keçiler ve yaban tavşanı
dediğim hayvanlar geliyordu.
-183-
Yaprakların tadını aldıklarından gece gündüz ekinin içinde yatıyorlar ve
bitkiler çıkar çıkmaz öyle çabucak yiyip bitiliyorlardı ki, sap vermelerine bile
zaman tanımıyorlardı.
Bunun için tarlamın çevresine bir çit yapmaktan başka çare bulamadım; bu çit
beni bir hayli uğraştırdı. Hemen yapmak zorunda olduğum için de her zamankinden
daha çok çalışmak zorunda kaldım. Bununla birlikte, ekinim az olduğundan tarlam
da küçüktü; dolayısıyla aşağı yukarı üç hafta içinde bütün etrafını çitle
çevirmeyi başardım; gündüzleri etraftaki hayvanlardan bazılarını vuruyor,
geceleri de, bekçilik yapsın diye, köpeğimi girişteki bir kazığa bağlıyordum.
Köpek gece boyunca orada durup havlıyordu; böylece kısa zamanda düşmanların
ayağı kesildi ve ekin de kuvvetlenip çabucak olgunlaştı.
Ama ekinlerim yeşerirken hayvanların verdiği zararı, şimdi başaklar çıkmaya
başladığında kuşlar veriyordu; büyüyüp büyümediklerine bakmak için oraya
gittiğimde, bilmem kaç türlü kuşun azıcık ekinimin başına üşüşmüş olduğunu
gördüm, benim uzaklaşmamı bekliyormuş gibi orada duruyorlardı. Hemen, daima
yanımda taşıdığım tüfeğimle üzerlerine ateş ettim. Ateş eder etmez, ekinin
içinden de daha önce hiç fark etmediğim küçük bir kuş bulutu havalandı.
Bu bana çok dokundu; çünkü bu kuşların birkaç gün içinde bütün umutlarımı silip
süpüreceklerini, açlıktan öleceğimi ve bir daha asla ekin yetiştiremeyeceğimi
anlamıştım; ne yapacağımı da bilemiyordum. Bununla bir-
-184-
likte, gece gündüz başlarında beklemek zorunda kalsam bile ekinlerime sahip
çıkmaya karar verdim. İlk olarak, ne kadar zarar verdiklerine bakmak için
tarlanın içine girdim ve bir kısmını mahvettiklerini gördüm. Ama ekinler henüz
yeşil olduklarından zararım o kadar da büyük değildi ve kurtanlabilirse geri
kalanlardan da iyi ürün alabilirdim.
Tüfeğimi doldurmak için tarlanın kenarına gittim ve geri döndüğümde bütün
hırsızların, sanki sadece benim gitmemi bekliyorlarmış gibi, tekrar etrafımdaki
ağaçlara doluştuklarını gördüm. Gerçekten de böyleydi; gidiyormuş gibi yaparak
yürümeye başladım. Görüş alanlarından çıkar çıkmaz, hepsi teker teker yine
ekinin içine üşüştüler. Öyle öfkelenmiştim ki, daha fazlasının gelmesini bile
bekleyemedim. Şimdi yedikleri her bir tanenin ileride bana bir parça ekmeğe mal
olacağını bildiğimden, çitin kenarına varır varmaz tekrar ateş ettim ve üç
tanesini vurdum. İstediğim de buydu; vurulanları topladım, İngiltere'de azdı
hırsızlara yapılanı ben de onlara yaptım; öbürlerine ibret olsun diye bunları
zincire vurup bir direğe astım. Bunun ne büyük bir etkisi olduğunu anlatmak
imkânsız, artık kuşlar değil ekinlerime yaklaşmak, adanın o kısmını tamamıyla
unuttular. Korkuluklarım orada asılı durduğu sürece, o civarlarda bir daha tek
bir kuş bile görmedim.
Buna ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Yılın ikinci hasat zamanı olan
aralık ayının sonuna doğru da ekinimi kaldırdım.
-185-
Ne yazık ki, ekini biçmek için kullanabileceğim bir tırpan ya da orağım yoktu;
elimden gelen tek şey, geminin silahlarından kurtardığım kılıç ya da palalardan
birini kullanmaktı. Bununla birlikte, ekinim çok az olduğu için biçmekte fazla
zorluk çekmedim; kısacası bunları kendime özgü bir yoldan, yalnız başaklarını
keserek biçtim ve kendi yaptığım büyük bir sepetle eve taşıdım, ellerimle
ovalayarak da taneleri ayırdım. Harman sonunda yarım ölçek tohumdan, iki kile
pirinçle iki buçuk kileden fazla arpa elde ettiğimi gördüm, yani tahminimce;
çünkü o zaman ölçü kabım falan yoktu.
Bununla beraber bu beni bir hayli yüreklendirdi ve zamanla Tanrı da yardım
ederse, ekmek yiyebileceğimi düşündüm. Ama bu noktada yine kafam karıştı, çünkü
ürünümü nasıl öğütüp un yapacağımı bilmediğim gibi nasıl temizleyip ayıracağımı
da bilmiyordum ve un yapmayı başarabilsem bile nasıl ekmek yapacağımı
bilmiyordum; ekmek yapmayı bilsem de nasıl pişireceğimi bilmiyordum. Çok ürün
elde etmek, yiyeceğimi sürekli bir güvence altına almak arzuma bir de bu
eklenince, bu mevsim aldığım mahsulün tamamını, hiç tadına bile bakmadan gelecek
mevsim için tohum olarak saklamaya ve bu arada bütün çalışma saatlerimi de
kendime un ve ekmek yapmak gibi büyük bir işe adamaya karar verdim.
Şimdi artık gerçekten ekmeğimi kazanmak için çalıştığımı söyleyebilirim. Bu bir
parça ekmeğin ununu üretmek, hazırlamak,
-186-
ekmeğin kendisini yapmak, şekle sokmak, pişirmek için gerekli birtakım ufak
tefek şeylere bu denli kafa yoran pek az kimse olduğu kesindir.
Doğanın en yalın hali içinde yaşamak zorunda kalan ben, bu bilgisizliğimi,
cesaretim kırılarak her gün biraz daha hissediyor ve yukarıda bahsettiğim gibi
hiç ummadığım bir zamanda, şaşılacak bir şekilde bir avuç tohum elde ettiğim ilk
günden beri, her geçen saat bunu daha iyi anlıyordum.
İlk önce, ne toprağı sürecek sabanım, ne de kazacak bir bel ya da küreğim vardı.
Daha önce de anlattığım gibi, tahta bir kürek yaparak bunun üstesinden geldim.
Ama yaptığım iş de bir odun parçasıyla ne kadar yapılırsa, o kadar oldu. Bu'
küreği yapmak günlerimi almıştı, ama demiri olmadığı için çabucak aşınmakla
kalmamış, bir de bu kürek, hem işimi zorlaştırmış hem de ortaya çok kötü bir iş
çıkmıştı.
Ama buna da katlandım ve sabırla çalışarak sonucun kötü olmasına da aldırmadım.
Tohumlar ekildiğinde tırmığım olmadığı için ağır bir ağaç dalını toprağın
üzerinde gezdirmek zorunda kaldım; buna da toprağı tırmıklamak ya da düzeltmek
değil de, olsa olsa tırmalamak denir.
Ekinler büyürken de büyüdükten sonra da, çevresini çitle kapamak, biçmek,
toplamak, ayıklamak, dövmek, dış kabuklarını çıkarmak ve saklamak için de birçok
şey yapmam gerekiyordu. Sonra tahılı öğütecek değirmenim, eleyecek eleğim, ekmek
yapacak
-187-
tuzla mayam ve pişirecek bir fırınım bile yoktu. Ama daha sonra anlatılacağı
üzere, bütün bu şeyleri de yapmayı başardım; tahılın bana paha biçilemez bir
faydası dokunmuştu. Bütün bunlar, dediğim gibi, her şeyi daha zor ve yorucu bir
hale getiriyordu, ama başka çarem yoktu; zamanımı böldüğüm ve her günün belli
bir kısmını bu işlere ayırdığım için çok fazla zaman da kaybetmiyordum. Elime
daha çok ürün geçene kadar ekmek yapmamaya karar verdiğimden, önümdeki altı ay
içinde var gücümle çalışarak ve bütün hünerimi ortaya dökerek elime geçecek
üründen tam yararlanabilmek için kendimi gerekli aletleri hazırlamaya verdim.
Ama ilk olarak, daha büyük bir tarla hazırlamam gerekiyordu; çünkü artık elimde
bir dönümden fazla toprağı ekecek kadar tohum vardı. Bu işe başlamadan önce, en
azından bir hafta uğraşarak kendime bir bahçıvan beli yaptım; ama ortaya çıkan,
çok ağır, çalışırken insanı iki kat daha fazla uğraştıran, hantal bir alet oldu.
Bununla birlikte, işimi gördü; evimin yakınlarında, kafama uygun iki geniş
düzlüğe tohumlarımı ektim ve tarlalarımın etrafım güzelce çitle çevirdim. Bu
çitin bütün kazıklarım daha önce de kullandığım ve yeşereceğini bildiğim ağaçtan
kesmiştim; bu yüzden bir yıl içinde, çabuk büyüyen yeşil bir çit olacağını ve
biraz tamirden başka bir şey gerektirmeyeceğini de biliyordum. Bu iş o kadar da
basit bir iş değildi, en azından üç ayımı aldı; çünkü bu zamanın çoğu yağmur
mevsimine rastladığından dışarı çıkamıyordum.
-188-
Yağmurlu havalarda dışarı çıkamayıp evde kaldığımda aşağıda sözünü edeceğim
işlerle uğraşıyordum. Çalıştığım süre boyunca da papağanımla konuşarak
eğleniyor, ona konuşmayı öğretiyordum, kendi adını çabucak öğrendi ve en
sonunda oldukça yüksek bir sesle, "Poll," dediğinde, bu söz adada, kendi
ağzımdan başka bir ağızdan duyduğum ilk söz olmuştu. Ama bu işimin bir parçası
değil, işime yardımcı olan bir eğlenceydi. Çünkü dediğim gibi, elimde bir
sürü iş vardı; örneğin, şu ya da bu şekilde kendime, çok ihtiyaç duyduğum ama
nereden ulaşacağımı bilmediğim toprak kaplardan yapmayı uzun süredir
düşünüyordum. Bununla birlikte, iklimin sıcaklığını da göz önüne alarak bu işe
elverişli kil bulabilirsem, çok düzgün olmasa da, güneşte kurutularak, kuru
saklanması gereken şeyleri koymaya yarayacak kadar sert ve sağlam kaplar
yapabileceğimden şüphe etmiyordum. Üretmeye çalıştığım tahıl ve un gibi şeyler
için de gerekli olduğundan, bazılarını küp gibi ayakta duracak şekilde ve içine
konulan şeylerin ağırlığım taşıyabilecek kadar, elimden geldiğince büyük
yapmaya karar verdim.
Bu çamura şekil vermeye uğraşırken yaptığım beceriksizlikleri anlatsam -ne
garip, şekilsiz, çirkin şeyler yaptığımı; kil kendi ağırlığını taşıyacak güçte
olmadığı için kapların ne kadarının içe göçtüğünü, ne kadarının yıkıldığını;
aceleyle dışarı çıkarıldıkları için kaç tanesinin güneşin sıcağına dayanamayıp
çatladığım; kurumadan önce olduğu kadar ku-
-189-
ruduktan sonra da kaç tanesinin yerinden azıcık oynatılınca parçalara
ayrıldığını- okuyucu bana acıyacak, dahası gülecektir. Kısacası, kili bulmak,
kazıp çıkarmak, kıvamına getirmek, eve taşımak, şekle sokabilmek için o kadar
çok çalıştıktan sonra, aşağı yukarı iki ay içinde ancak iki büyük çirkin şey
(bunlara küp demeye dilim varmıyor) yapabilmiştim.
Bununla birlikte, kızgın güneşte kuruyup sertleştikten sonra bu iki kabı
dikkatle yerlerinden kaldırdım ve yine bu amaçla, yani kaplar kırılmasın diye
yaptığını iki büyük hasır sepetin içine yerleştirdim; küple sepetin arasında
küçük bir boşluk kalmıştı. Bu boşluğu da pirinç ve arpa samanıyla doldurdum. Bu
iki küp her zaman kuru kalacağından içlerine tahılları ve tahıllarımı
öğüttüğümde belki un da koyabileceğimi düşünüyordum.
Büyük küpler yapma tasarımda çok fazla başarılı olamasam da küçük yuvarlak
kaplar, düz tabaklar, testi, çömlek gibi daha ufak şeyleri ve elimin döndüğü
başka şeyleri yapmakta daha iyi bir sonuç aldım ve bunlar kızgın güneş altında
son derece sertleştiler. Ama bütün bunlar gerçek ihtiyacıma karşılık vermiyordu;
sıvı şeyleri koyabileceğim ve ateşe de dayanıklı bir toprak kap yapmak
istiyordum, ancak hiçbiri bu özelliklere sahip değildi. Bir süre sonra bir gün,
et pişirmek için oldukça büyük bir ateş yakmıştım; işim bittikten sonra tam
söndüreceğim sırada, ateşin içinde toprak kaplarımın kırık bir parçasını buldum;
yanarak taş gibi sert, kiremit gibi kıpkırmızı olmuştu. Bunu görmek beni hem
-190-
şaşırtmış, hem de sevindirmişti; kendi kendime, bu kapların kırık bir parçası
ateşte pişe-biliyorsa, mutlaka bütün olarak da pişirilebi-leceklerini söyledim.
Böylece çanak çömlek pişirmek için nasıl bir ateş hazırlamam gerektiğini
düşünmeye başladım. Çömlekçilerin çömlek pişirmek için kullandıkları fırının
nasıl bir şey olduğuna ya da biraz kurşunum olmasına rağmen bunları kurşunla
nasıl cilaladıklarına dair en ufak bir fikrim yoktu. Ama üç büyük çömlekle iki
üç çanağı üst üste dizdim; çevresine odun, altlarına da kızgın kor koydum.
Çanaklar kor kırmızısı oluncaya kadar ateşi yanlardan ve üstten taze çalı
çırpıyla besledim; çanaklardan hiçbiri çatlamamıştı. Kıpkırmızı olduklarını
gördüğümde bu çan'aklan beş altı saat kadar ateşin içinde beklemeye bıraktım; en
sonunda hiç çatlamamakla birlikte bir tanesinin eriyip akmaya başladığını
gördüm. Kille karışık olan kum, sıcaktan erimeye başlamıştı, biraz daha ateşin
içinde tutsaydım neredeyse cama dönüşecekti. Bu yüzden çanakların kızıllığı
açılana kadar ateşi yavaş yavaş azalttım ve ateşin çok hızlı sönmesine izin
veremeyeceğim için de bütün gece başlarında bekledim. Sabahleyin çok iyi -çok
güzel diyemeyeceğim- üç güvecim, iki tane de tam istediğim sertlikte toprak
kabım olmuştu ve bunlardan biri de eriyip akan kumla iyice sırlan-mıştı.
Bu deneyden sonra, toprak kap eksiğim kalmadı ama şekillerine gelince, tahmin
edileceği üzere pek biçimsiz olduklarını söylemem
-191-
gerekiyor; çocukların çamurdan yaptığı pastalardan ya da hamura nasıl şekil
vereceğini bilmeyen bir kadının yaptığı çöreklerden hiç farkları yoktu.
Kimse böyle basit bir şeye karşı, ateşe dayanıklı toprak bir kap yaptığımı
anladığımda duyduğum kadar büyük bir sevinç duymamıştır herhalde; öyle ki
soğumalarını bile zor bekledim. Soğur soğumaz da bir tanesine su doldurup et
haşlamak için yine hemen ateşe koydum; çok da güzel oldu. Bir parça oğlak
etinden de çok güzel bir çorba yaptım; gerçi tam istediğim gibi olması için
içine biraz yulaf ezmesi ve başka şeyler de koymam gerekiyordu ama yine de güzel
oldu.
Bundan sonraki işim, içinde tahıllarımı dövebileceğim ya da ezebileceğim bir
dibek yapmaktı. Değirmene gelince, yalnız bir çift elle bu kadar ustalık
gerektiren bir şey yapabileceğimi hiç sanmıyordum. Bu eksiğimi gidermek için
daha çok yol almam gerekiyordu; çünkü dünyadaki bütün zanaatlar içinde elimin en
az yatkın olduğu iş taşçılıktı. Ayrıca bunu yapacak aletim de yoktu. İçini
oyarak dibek yapabileceğim kadar büyük bir taş bulmak için günlerce dolaştım ve
hiçbir şekilde kesip çıkaramayacağım bütün bir kayadan başka bir şey bulamadım.
Adadaki kayalar da yeterince sert değildi; hepsi kumlu ve ufalanan şeyler
olduğundan ne havan tokmağının ağırlığına dayanabilirlerdi, ne de içleri kumla
dolmadan tahıl dövmeye uygundular. Böylece, taş aramakla kaybettiğim onca
zamandan sonra bu fikirden vazgeçtim ve sert bir ağaç
-192-
kütüğü aramaya karar verdim; nitekim kolayca buldum, yerinden kımıldatabileceğim
ağırlıkta bir kütüğü seçtim, balta ve keserle dışından yontarak yuvarlak bir
şekle getirdim. Sonra da ortasına, Brezilya'daki yerlilerin kanolarını
yaptıkları gibi ateş yardımıyla ve bin bir emek harcayarak bir oyuk açtım. Ondan
sonra da demir ağacı denilen ağaçtan büyük bir tokmak yaptım; bütün bunları,
önümüzdeki mevsim alacağım ürünü döverek ya da öğüterek una dönüştürmek ve ekmek
yapmak üzere hazırlayıp bir kenara kaldırdım.
Karşıma çıkan bir sonraki zorluk da unumu eleyip kepeğinden ve dış kabuklarından
ayıklayacak bir elek yapmak ya da bulmaktı. Bunlar olmadan ekmek yapmamın mümkün
olmadığını düşünüyordum. Bu en zor işti; elek yapmaya yarayacak hiçbir şeyim
olmadığından -unu geçirebilecek ince bir bez ya da kumaş parçası- düşünmesi bile
canımı sıkıyordu. Tam bu noktada kalakaldım ve aylarca hiçbir şey yapamadım.
Gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum; elimde hiç keten bezi kalmamıştı, sadece
paçavralar vardı; keçi kılı vardı ama nasıl eğrilip dokunacağını bilmiyordum ve
bilsem bile bunu yapacak aletim yoktu. Sonunda bulabildiğim tek çıkar yol,
gemiden kurtardığım denizci kıyafetlerinin arasındaki pamuklu kumaş ya da
tülbentten yapılmış eşarpları değerlendirebileceğim oldu; bunların birkaçından
küçük ama işimi görecek üç elek yaptım ve böylece birkaç yıl bunları kullandım.
Daha sonra ne yaptiğımı sırası gelince anlatacağım.
-193-
Bundan sonra düşünülmesi gereken şey, işin pişirme kısmı ve ürünümü aldığımda
ekmeği nasıl yapacağımdı; ilk olarak hiç maya yoktu. Bu eksiğimi gidermenin
hiçbir yolu olmadığından bu konuya pek kafa yormadım; ama fırın olmaması
gerçekten büyük bir dertti. En sonunda bunun için de bir deneme yaptım: Çok
geniş ve yayvan birkaç toprak kap yaptım; çaplan aşağı yukarı iki ayakken
derinlikleri dokuz parmağı geçmiyordu. Diğerleri gibi bunları da ateşte pişirdim
ve bir kenara koydum. Ekmek pişirmek istediğim zaman, yine kendim yapıp ateşte
pişirdiğim dört köşe tuğlalardan -gerçi bunlara tam da dört köşe diyemem-
ördüğüm ocağımda büyük bir ateş yakıyordum.
Odunlar epeyce yanıp kızgın kor ya da köz durumuna geldiğinde bunları bütün
ocağı kaplayacak şekilde yayıyor ve ocak iyice kızana kadar orada bekletiyordum,
sonra bütün korları süpürerek ekmeğimi ya da ekmeklerimi ocağın içine
yerleştiriyor ve toprak kapla üzerlerini kapatıyordum. Sıcak tutmak ve daha da
çok ısıtmak için de bütün korları kabın etrafına diziyordum. Böylece, dünyanın
en iyi fırınını bile aratmayacak güzellikte arpa ekmekleri pişirmeye başladım ve
üstelik kısa bir zaman içinde de tam bir hamur işi aşçısı oldum; pirinçten
kendime birkaç çeşit kek ve muhallebiler yapıyordum, ama hiç çörek yapmadım
çünkü kuş ve keçi etinden başka içlerine koyacak şeyim yoktu.
Bütün bu işlerin, buradaki üçüncü yılımın büyük bir kısmını almasına şaşmamak
-194-
gerek. Bu işlerin arasında bir de yeni harmanı kaldırıp tarlamla uğraştığımı
gözden kaçırmamak gerekiyor; mevsimi gelince ekinimi biçmiş, elimden geldiğince
eve taşımış ve elimle ovup ayıklamaya vakit bulana kadar da başaklanyla beraber,
büyük sepetlerimde saklamıştım; çünkü ekinleri dövmeye ne yerim ne de aletim
vardı.
Artık ürünüm de gittikçe arttığı için gerçekten ambarlarımı büyütmek*
istiyordum. Bunları koyacak bir yere ihtiyacım vardı; çünkü ürünüm o kadar
artmıştı ki, elimde yirmi kile arpayla bir o kadar, belki daha da fazla pirinç
vardı; öyle ki artık bunları bol bol kullanmaya karar verdim. Ekmeğim de uzun
süre yettiği için bu yıl yalnız bir defa ekim yaparak bütün bir yıl ne kadar
ürünün yeteceğini görmeye karar verdim.
Bunun üzerine, kırk kile arpayla pirincin bir yılda tüketebileceğimden çok daha
fazla olduğunu gördüm; böylece, hiç olmazsa ekmeğime yeter umuduyla artık her
yıl en son ektiğim kadar tohum ekmeye karar verdim.
Bütün bu işleri yaparken aklımın birçok kez, adanın öbür yanında gördüğüm kara
parçasına takıldığına da emin olabilirsiniz; oranın yerleşilmiş bir kara parçası
olduğunu hayal ediyor, nasıl olsa oradan daha ilerilere de gitmek için bir yol
bulabilirim ve belki de sonunda, bir şekilde buradan kurtulma şansım olabilir
diyerek içimden, gizli gizli o kara parçasına çıkmayı geçiriyordum.
Ama bu arada, böyle bir durumun tehlike-
¦ Luka 12:16-21'den alıntı.
-195-
lerini aklıma bile getirmiyor ve Afrika'daki aslanlar ve kaplanlardan çok daha
kötü olduklarını düşünmekte haklı olabileceğim vahşilerin eline düşebileceğimi;
bir ellerine geçersem kesinlikle öldürüleceğimi ve hatta belki de onlara yem
olacağımı hiç düşünmüyordum; Karayip kıyılarındaki insanların yamyam ya da
insan-yiyici olduğunu duymuştum ve içinde bulunduğum iklimden dolayı bu
sahillerden pek de uzak olmadığımı biliyordum. Farz edelim ki, yamyam
değildiler, ama yine de beni öldürebilirlerdi; ellerine düşen Avrupalılar on beş
yirmi kişi olsa bile yaptıkları gibi. Dolayısıyla tek başıma hiçbir şekilde
kendimi savunamazdım. Bununla birlikte, önceden iyice düşünmem gereken bütün bu
şeyler sonradan aklıma gelse bile, bu fikri bir türlü kafamdan atamadım; bir gün
o kıyıya çıkma düşüncesi aklımda iyice yer etmişti.
Şimdi uşağım Ksuri'yi ve Afrika kıyılarında bin milden fazla yolculuk ettiğim
kırlangıç kanadı yelkenli uzun kayığımı özlüyordum; ama boşuna! Sonra, gidip
bizim geminin, kazaya uğradığımız zaman fırtınayla kıyıya doğru epeyce
sürüklendiğini söylediğim sandalına bir bakmak geldi aklıma. Sandal ilk gördüğüm
yerde duruyordu; ama tam olarak da değil; çakıllı bir kum yığınının üstüne
çıkmış, rüzgâr ve dalgaların gücüyle neredeyse tepetakla olmuştu; ama etrafında,
önceki gibi su yoktu.
Sandalı onarmama ve suya indirmeme yardım edecek birileri olsaydı, yüzdürebilir
ve kolayca Brezilya'ya bile dönebilirdim. Ama
-196-
sandalı çevirip düz oturtmanın adayı yerinden oynatmak kadar zor olduğunu
biliyordum. Yine de koruya gittim, ne kadar başarılı olabileceğimi görmek için
kaldıraç gibi kullanabileceğim yuvarlak direkler ve kalaslar keserek sandalın
yanına getirdim. Bir düz çevirebilir-sem, aldığı hasan tamir edebileceğime, çok
iyi bir sandal olacağına ve onunla kolayca denize açılabileceğime inandırmıştım
kendimi.
Bu verimsiz iş için verilebilecek her türlü emeği verdim; hiçbir şeyi
esirgemedim ve sa-nınm, üç dört hafta uğraştım. Sonunda azıcık gücümle sandalı
kaldırmamın olanaksız olduğunu anladığımda devrilmesi için altındaki kumlan
oymaya giriştim ve düzgün bir şekilde düşmesi için ağaç parçalanyla destekledim.
Ama bunu yaptıktan sonra da, suya doğru itmek şöyle dursun, ne yerinden
oynatabildim, ne de altına girebildim; bu yüzden bu işten vazgeçmek zorunda
kaldım. Sandalı kullanma umudumdan vazgeçmiş olmakla birlikte, karşıdaki kara
parçasına gitme isteğim azalacağına, bunu yapmak im-kânsızlaştıkça, daha da
artıyordu.
En sonunda, büyük bir ağaç kütüğünden bir kayık, ya da yardıma bile ihtiyaç
duymadan kendime, bu iklimlerdeki yerlilerin yaptığı gibi bir kano ya da
periegua* yapıp yapamayacağımı düşünmeye başladım. Sadece bunun mümkün olduğunu
düşünmekle kalmadım, kolay bile olduğuna karar verdim ve bir kayık yapma
düşüncesinin tadını çıkarmaya başladım. Elimde zencilerin ya da yerlilerin sahip
Yerlilerin kullandığı kanoya verilen isim. -197-
olduğundan çok daha fazla imkân vardı; ancak bazı konularda yerlilere oranla
daha fazla sıkıntı çekeceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu; örneğin, kayığı
bitirdiğimde suya indirmek için kimseden yardım alamayacaktım; yerlilerin
aletleri olmadığı için karşılaşacağı güçlüklerden çok daha büyük, aşılması daha
zor bir durumdu bu. Yapacağım kayığı suya indiremeyecek ve olduğu yerde bırakmak
zorunda kalacaksam; korulukta büyük bir ağaç bulmak, başarabilirsem bin bir
güçlükle kesmek, sonra da bu ağacı aletlerimle kayık şeklinde yontmak ve yakarak
ya da yine keserek kayıklardaki gibi içini oymak neye yarardı?
Bu kayığı yaparken, onu nasıl denize indireceğimden başka bir şeye kafa
yormadığım düşünülebilir, ama ben bu yolculuğu yapmayı öyle çok istiyordum ki,
kayığı karadan denize nasıl taşıyacağımı bir kez olsun düşünmedim; gerçekten de
denizde kırk beş mil yol almak, benim için, kayığı karada durduğu yerden kırk
beş kulaç götürerek suya indirmekten çok daha kolaydı.
Aklı başında bir adamdan çok, tam bir deli gibi bu kayığı yapmaya koyuldum.
Altından kalkıp kalkamayacağımı bile düşünmeden bu tasarıyı kurup seviniyordum.
Kayığımı suya indirmenin ne kadar zor olduğu sık sık aklıma gelmiyor değildi;
ama kendi kendime verdiğim şu aptalca cevapla bütün bu sorulara bir son
veriyordum: "İlk önce bir yapıp bitireyim de, sonra nasıl olsa bununla da başa
çıkmanın bir yolunu bulurum mutlaka."
Bu çok saçma bir yöntemdi, ama hevesim
-198-
geçmek bilmediğinden çalışmaya devam ettim. Bir sedir ağacı kestim: Süleyman'ın*
Kudüs'teki tapınağı yaptırmak için böyle bir ağaç bulup bulamadığını soruyordum
kendi kendime. Alttan kestiğim kısmının çapı yüz yetmiş beş santim, yukarıda
incelip dallara ayrılmaya başladığı yerin çapı ise yüz otuz beş santimdi ve
gövdenin uzunluğu da altı buçuk metreydi. Bu ağacı kesmek için öyle az çaba
harcamış falan değilim. Yirmi gün boyunca yanp kesmeye uğraştım ve on dört gün
de dallarını budaklarını ayırmak, balta ve keserle sonsuz emekler vererek
yonttuğum geniş kısmını tamamen kesip ayırmakla geçti. Ondan sonra bu kütüğü
yontarak belli bir şekil vermek ve suyun üstünde düzgün durabilmesi için de
altını bir kayığınkine benzetmek bir ayımı aldı. İçini oyup tam bir kayık gibi
yapmak da bana yaklaşık üç aya mal oldu. Bunu hiç ateş kullanmadan tahta bir
tokmak ve keskiyle çalışarak yaptım; en sonunda, yirmi altı kişiyi, daha doğrusu
beni ve bütün eşyalarımı taşıyacak büyüklükte, çok güzel bir periegua çıkardım
ortaya.
Bu işi bitirdiğimde son derece mutlu olmuştum. Kayık gerçekten de hayatım
boyunca gördüğüm bir tek ağaçtan yapılan bütün kanolardan ya da periegua'lardan
çok daha büyüktü. Bunun için çok uğraştığıma emin olabilirsiniz; şimdi bir tek,
kayığı denize indirmek kalmıştı; bir denize indirebilirsem, gelmiş geçmiş
yolculukların en çılgınına başlayacağıma hiç şüphe yoktu.
I Krallar. 5:6ff.
-199-
Ama kayığı denize indirmek için düşündüğüm hiçbir şey işe yaramadı; üstelik
bunlar için de çok fazla emek harcamıştım. Sudan çok değil, sadece elli metre
uzaktaydı, ama ilk zorluk şuydu ki, koyla kayık arasındaki yol yokuş yukarıydı.
Bu engeli ortadan kaldırmak için toprağı kazıp orayı denize doğru inen eğilimli
bir yer haline getirmeye karar verdim. Giriştiğim bu iş için olağanüstü çaba
sarf etmem gerekti, ama kurtulmaya kararlı olan kim çalışmaktan şikâyet eder ki?
Ancak bu işi de bitirip bu güçlüğün de üstesinden geldikten sonra önümde hâlâ
bir engel daha vardı; çünkü bu kanoyu diğer kayıktan daha fazla
kıpırdatamıyordum.
Sonra aradaki mesafeyi ölçtüm; kanoyu suya götüremeyeceğimi anladığımdan suyu
kanoya getirmek için arada bir gemi havuzu ya da kanal açmaya karar verdim. İşe
giriştim ve kazmaya başlamadan önce, ne kadar derin, ne kadar geniş kazmam
gerektiğini ve çıkardığım toprağın nasıl dışarı atılacağını hesapladığımda
yardımcılarımın sayısına, yani tek başıma olduğuma bakarak bu işi yapıp
bitirmemin on belki de on iki yıl süreceğini anladım; çünkü kara çok yukarıda
kalıyordu, dolayısıyla kanalın en az altı metre derinliğinde olması gerekiyordu;
en sonunda büyük bir isteksizlikle de olsa bu işten de vazgeçtim.
Bu durum beni derinden yaraladı; şimdi, neye mal olacağını hesaplamadan ve kendi
gücümü doğru dürüst değerlendirmeden bir işe başlamanın ne kadar büyük bir
akılsızlık olduğunu geç de olsa anlıyordum.
ORHAN KEMAL LHALK KÜTÜPHANESİ
Bu işlerin arasında, adadaki dördüncü yılımı da tamamlamıştım; bu yıldönümünü de
öncekiler gibi, aynı bağlılık ve iç huzuruyla geçirdim; çünkü sürekli Tann'nm
Sözü'nü okuyup düşünerek Tann'nm da yardımıyla öncekinden çok daha farklı bir
bilgi edinmiştim. Olaylara başka bir gözle bakıyordum artık. Şimdi dünyayı uzak,
hiçbir işimin olmadığı, kendisinden bir beklentimin ya da arzumun bulunmadığı
bir yer gibi görüyordum. Uzun sözün kısası, dünyayla yapılacak ne bir işim
kalmıştı ne de olmasını istiyordum; dolayısıyla şimdi dünya, belki öbür dünyadan
görüneceği gibi bir zamanlar yaşadığım, ama şimdi ayrıldığım bir yer gibi
geliyordu bana; bu durumda tıpkı İbrahim'in, zengin adama dediği gibi, "Seninle
benim aramda büyük bir uçurum var,"* diyebilirdim.
En başta, burada, dünyadaki bütün kötülüklerden uzaktım. Ne ten tutkusu duyuyor,
ne gördüğümü kıskanıyor, ne de hayatımla kibirleniyordum.** Gözümün kalacağı
hiçbir şey yoktu; çünkü şu anda beni hoşnut edecek her şeye sahiptim. Bütün bu
adanın efendisiydim; canım isterse, kendime sahip olduğum bütün bu yerlerin
kralı ya da imparatoru diyebilirdim. Tek bir rakibim bile yoktu; benimle
yarışacak, buradaki egemenliğime ya da isteklerime karşı çıkacak kimse yoktu.
Gemiler dolusu tahıl yetiştirebilirdim, ama ihtiyacım yoktu; bu yüzden sadece
ken-
* Luka 16:19-26'dan alıntı.
"On.: The pride of life; Yuhanna'nın İlk Risalesi 2:16dan alıntı.
-201-
dime yetecek kadar yetiştiriyordum. Yeterince kaplumbağam vardı; ama ara sıra
bir tanesini tutmak bile yeterdi. Bir gemi filosu yapacak kadar kerestem vardı.
Şarap yapmaya ya da kuru üzüm olarak saklamaya yetecek kadar üzümüm vardı; o
kerestelerden donanma yapılsa, buradaki üzümler bütün gemileri yüklemeye
yeterdi.
Ama bütün bunları ihtiyacım olduğu kadar kullanıyordum. Yiyecek ve ihtiyaçlarımı
karşılayacak kadar her şeye sahiptim; geri kalanı ne işime yarardı?
Yiyebileceğim daha çok hayvan vursam, artanı ya köpek ya zararlı böcekler
yiyecekti. Yiyebileceğimden daha çok tahıl eksem, bozulacaktı. Kestiğim ağaçlar
yerde durmuş, çürüyordu; bunları ancak yakacak olarak kullanabilirdim, ama
yakacak da yemek pişirmekten başka bir şey için lazım olmuyordu.
Kısacası doğa ve tecrübelerim, dünyadaki bütün güzel şeylerin bize gerekli
olanından fazlasının hiçbir işimize yaramayacağını öğretmişti bana; gerçekten,
başkalarına vermek için de olsa bu nimetlerden ne kadar çok bi-riktirirsek
biriktirelim, sadece kendimize gerektiği kadarının tadını çıkarabiliriz, daha
fazlasının değil. Benim yerimde dünyanın en doymak bilmez, en hırslı cimrisi
olsa bu açgözlülük hastalığından kurtulurdu; çünkü işime yarayandan kat kat daha
fazla şeye sahiptim. Çok faydası dokunacak olmakla birlikte, yine de önemsiz
birkaç şeyden başka hiçbir şeyi arzulayacak durumda değildim. Daha önceden de
söylediğim gibi hem altın -202-
hem gümüş olmak üzere otuz altı sterlin kadar param da vardı. Neye yarar!
Çirkin, zavallı, işe yaramaz bir şey olarak orada öylece duruyorlardı; bu parayı
kullanmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Sık sık bir düzine pipo ya da arpamı
öğütecek bir el değirmeni için bu paradan bir avuç dolusu verebileceğimi
düşünüyordum kendi kendime. Üstelik, İngiltere'de altı peni eden şalgam ve havuç
tohumu ya da bir avuç bezelye, fasulye ile bir şişe mürekkep için bu paranın
hepsini verebilirdim. Durduğu yerde o paranın bana en ufak bir faydası yoktu;
bir çekmecede duruyor ve yağmur mevsiminde, mağaranın neminden küfleniyordu.*
Bir çekmece dolusu elmasım olsaydı, durum yine aynı olacak, işime yaramadıklar!
için gözümde hiç değerleri olmayacaktı.
Artık hayatımı ilk başta olduğundan çok daha rahat bir duruma getirmiştim; hem
bedenen hem de zihnen çok daha rahattım. Yemeğe çoğunlukla bin şükür ederek
oturuyor ve bu ıssız yerde soframı böyle donatan Tan-n'nın takdirine hayran
kalıyordum. Durumumun karanlık yönlerinden, çok parlak yönlerine bakmayı,
eksiklerimden çok beni hoşnut eden şeyleri düşünmeyi öğrenmiştim; bu içimde
zaman zaman öyle gizli bir avuntu oluyordu ki, anlatamam. Bunu, Tann'nın
kendilerine verdikleriyle yetinmeyip vermediklerine göz diken hoşnutsuz
insanların dikkatini çekmek için söylüyorum. Sahip olama-
Altın ve gümüş aslında küflenmez; ama Defoe burada Matta 6:19-20'ye gönderme
yapıyor olmalı.
-203-
dığımız şeyler yüzünden yaşadığımız hoşnutsuzluk, elimizdekiler için şükretmeyi
bilmemekten ileri geliyordu bence.
Bana büyük faydası dokunan ve kuşkusuz benimki gibi sıkıntılı bir duruma düşecek
herkese de faydası dokunacak başka bir düşünce de, şimdiki durumumu buraya ilk
çıktığım zaman başıma geleceğinden korktuğum durumla karşılaştırmaktı; daha
doğrusu, gemi, Tann'nm takdiriyle olağanüstü bir şekilde kıyıya yakın bir yere
sürüklenmeseydi, kesinlikle başıma gelecek olanlarla. İşte o zaman, ne gemiye
gidebilir, ne de gemiden aldığım, bana burada destek ve rahatlık veren şeyleri
karaya çıkarabilirdim; böylece çalışacak aletten, kendimi savunacak silahtan ya
da yiyeceğimi elde etmemi sağlayacak barutla saçmadan yoksun kalırdım.
Saatlerce, hatta günlerce; gemiden hiçbir şey alamasaydım nasıl yaşamak zorunda
kalacağımı en renkli görüntülerle zihnimde canlandırmak için uğraşmışımdır.
Balıkla kaplumbağadan başka yiyecek bir şey bulamayacaktım ve bunları bulmak da
çok uzun süreceğinden açlıktan ölecektim; diyelim ki, ölmedim, o zaman da tam
bir vahşi gibi yaşamak zorunda kalacaktım; herhangi bir şekilde bir keçi ya da
kuş öldürsem, derisini yüzemeye-cek, karnını yaramayacak, bağırsaklarını
çıkaramayacak, etini kesip ayıramayacak, onu bir hayvan gibi dişlerimle
kemirmek, tırnaklarımla parçalamak zorunda kalacaktım.
Bu düşünceler Tann'nın bana karşı ne kadar cömert olduğunu daha iyi anlamamı,
-204-
bütün zorluklan ve talihsizlikleriyle beraber, şimdiki durumum için şükran
duymamı sağlıyordu. Burada da, sıkıntıya düştüklerinde, "Benim acım gibi bir acı
daha var mıdır?" demeye meyilli olanların dikkatini çekmeden edemeyeceğim. Bu
kişiler, durumumun kendilerininkinden çok daha kötü olduğunu, Tann isteseydi
kendilerinin de o duruma düşebileceğini bir düşünsünler.
Beni rahatlatan, içimi umutla dolduran başka bir düşünce de gerçekte hak
ettiğim, dolayısıyla Tann'nın beni düşürebileceği durumla şimdiki durumumu
karşılaştırmaktı. Tann'yı hiç tanımadığım, Tann korkusu duymadığım korkunç bir
hayat yaşamıştım. Annemle babamdan iyi bir eğitim almıştım; bana erken yaşta*
din, Tann korkusu, görev bilinci, yaradılışımın özü ve amacıyla ilgili
düşünceler de aşılamışlardı. Ama ne yazık ki, Tann'dan gelebilecek her türlü
tehlikeyle karşı karşıya olmalanna rağmen yine de Tann korkusundan yoksun
denizcilerin arasına düşmüştüm! Dediğim gibi erken yaşta gemicilerin arasına
düşüp hayatlanna kanşınca arkadaşlarımın arasında alay konusu olmak; tehlikeyi
de, ölüm korkusunu da kaskatı bir yürekle aşağılamayı alışkanlık haline
getirmek; uzun yıllar boyunca kendim gibilerden başka insanlarla konuşma, iyi ya
da iyiye yönelik hiçbir şey duyma fırsatı bulamamak, içimdeki azıcık da olsa
bütün din duygusunu alıp götürmüştü.
İyi olan her şeyden, ne olduğum, ne olacağım bilincinden o kadar yoksundum ki,
yaşa-
-205-
dığım en büyük kurtuluşlarda bile -Sale'den kaçışım, Portekizli kaptanın beni
gemisine alışı, Brezilya'da iyi bir düzen kuruşum, İngiltere'den gelen
eşyalarımı alışım ve bunun gibi şeylerde bile- ne gönlümle ne dilimle bir kez
olsun, 'Tann'ya şükür," dememiştim; en sıkıntılı anlarımda da ne Tann'ya dua
etmek aklıma gelmiş ne de, "Tanrım, acı bana!" demiştim; öyle ki, küfür ya da
yemin etmediğim sürece Tann'nın adını ağzıma bile almıyordum.
Daha önce de belirttiğim gibi, eskiden yaşadığım o kötü, taşyürekli hayatla
ilgili korkunç düşünceler geçiyordu aklımdan; etrafıma bakıp da buraya
geldiğimden beri Tann'nın bana ne gibi kolaylıklar bağışladığını; bana karşı ne
kadar cömert davrandığını; işlediğim günahlara hak ettiğim cezadan çok azını
verdiğini, üstelik beni bolluk içinde yaşattığını düşündükçe pişmanlığımın kabul
edildiğine ve Tann'nın hâlâ bana karşı merhamet duyduğuna dair büyük umutlara
kapılıyordum.
Bu düşüncelerle, şimdiki durumumda sadece Tann'nın iradesine boyun eğmeyi değil,
içinde bulunduğum şartlar dolayısıyla gönülden şükran duymayı; işlediğim
günahlar karşısında hak etmiş olduğum cezayı çekmediğim için yaşadığım sürece
şikâyet etmemem gerektiğini; hiç hak etmediğim birçok lütuf-tan yararlandığımı;
bu yüzden içinde bulunduğum durumdan yakınmamam, tam tersine sevinmem ve bir
dolu mucize sonucu her gün yediğim ekmeğe şükretmem gerektiğini, hatta
-206-
karnımın doyuyor olmasının kargalann beslediği İlyas'mki* kadar büyük bir mucize
olduğunu, daha doğrusu art arda gelen bir sürü mucize sonucu olduğunu; dünyanın
hiçbir ıssız köşesine düşmenin buraya düşmekten daha hayırlı olamayacağını; bu
adada toplumdan uzak olmak bana acı verse bile, en azından hayatımı tehlikeye
sokacak yırtıcı hayvanların, azgın kurtlann ya da kaplanla-nn, beni ısıracak
ağulu yaratıkların, öldürüp yiyecek vahşilerin olmadığını hesaba katmayı iyice
kafama yerleştirdim.
Sözün kısası, hayatım bir yandan kederlerle doluydu, ama öte yandan da tam
anlamıyla bağışlanmış bir hayattı. Bunu rahat bir hayata dönüştürebilmek için
hiçbir şeyim eksik değildi; tek yapmam gereken Tann'nın bana karşı ne kadar iyi
olduğunu kavramak ve her gün, bu durumda beni koruduğunu düşünerek avunmaktı.
Bütün bu şeyleri anlamada belli bir ilerleme katettikten sonra rahatça yaşayıp
gitmeye başladım ve bir daha hiç üzülmedim.
Artık buraya geleli uzun bir süre olmuştu ve işime yarar diye gemiden getirdiğim
birçok şey ya bitmiş, ya ziyan olmuştu, ya da bitmek üzereydi. Dediğim gibi,
mürekkebim bir süredir epey azalmış, çok az kalmıştı; sulandıra sulandıra öyle
soluklaşmıştı ki, kâğıdın üzerindeki siyahlık zor görülüyordu. Mürekkebim
yettiği sürece, her ay, başımdan geçen önemli şeyleri kaydetmek için kullandım
sadece. İlk olarak zamanı gözden geçirirken,
• I Krallar 17:4-6.
-207-
başıma çeşitli şeylerin geldiği günler arasında garip bir ilişki olduğunu
hatırlıyorum. Batıl inançlara dayanarak bu günleri uğurlu ya da uğursuz diye
ayırmaya kalksaydım, bunu çok ilginç bir şey olarak görmeye yetecek kadar çok
sebep bulabilirdim.
Birincisi, denize açılmak için babamdan ve yakınlarımdan kaçıp Hull'a gittiğim
gün ile sonradan Sale'li korsanların eline düşüp köle oluşum aynı güne denk
geliyordu.
Yarmouth sularında batan gemiden kaçıp kurtuluşumla, sonradan kayıkla Sale'den
kaçışım da aynı güne geliyordu.
Doğduğum gün olan 30 Eylül'den tam yirmi altı yıl sonra, yine aynı gün, bir
mucizeyle hayatım kurtulmuş ve bu adaya çıkmıştım; dolayısıyla günah dolu
hayatımla yalnız hayatım aynı günde başlıyordu.
Mürekkebimden sonra biten ilk şey ekmeğim, daha doğrusu gemiden getirdiğim
peksimetler oldu. Bir yıldan uzun bir süre kendime günde sadece bir peksimet
hakkı vererek bunları son derece idareli kullanmıştım, ama yine de, kendi
ektiğim ürünümü alana kadar bir yıla yakın ekmeksiz kaldım. Ekmeğe kavuştuğum
için şükretmem gereken en büyük neden, daha önce de anlatıldığı gibi, ekmeği
mucizeye çok yakın bir olayla elde etmiş olmamdır.
Kıyafetlerim de iyice eskimeye başlamıştı. Çamaşıra gelince, öbür gemicilerin
sandıklarında bulduğum birkaç kareli gömlekten başka, uzun süre hiç çamaşırım
olmadı. Çoğu zaman bir gömlekten başka hiçbir şey giymediğim için bu karelileri
özenle muhafaza ede-
-208-
bilmiştim. Gemicilerin giyecekleri arasında neredeyse üç düzine gömlek bulmam da
çok işime yaramıştı. Ayrıca bu eşyalar arasında birkaç kalın palto da vardı; ama
burası böyle şeyler giymeye gerek bırakmayacak kadar sıcaktı. Havanın aşırı
sıcak olduğu ve aslında hiçbir şey giymeye gerek olmadığı doğru, ama ben yine de
çırılçıplak dolaşamıyordum; bunu düşünmüş olmak bile beni rahatsız ediyordu,
burada tamamıyla yalnız olmama rağmen çıplak dolaşma düşüncesine tahammül
edemiyordum.
Çıplak gezemeyişimin sebebi, güneşin sıcağına elbiselerim üzerimde olduğu
zamanki kadar dayanamıyor olmamdı; dahası sıcaktan derimin su toplamasıydı. Oysa
bir gömlek giydiğim zaman gömleğin altından hava girip esiyor, çıplakken
hissettiğimden iki kat daha serin geliyordu bana. Güneşin altında şapkasız ya da
kasketsiz gezmeye de alıştıramamış-tım kendimi. Buralarda güneşin sıcağı öyle
keskin vuruyordu ki, şapka ya da kasket giymeden çıkmışsam, doğrudan tepeme
vurduğu için o anda başıma dayanılmaz bir ağrı giriyordu; oysa şapkamı
giydiğimde bu ağrı hemen geçiyordu.
Bu düşünceler üzerine, elbise adını verdiğim, elimdeki birkaç paçavrayı düzene
sokmam gerektiğini düşünmeye başladım. Bütün yeleklerim eskimişti; şimdiki işim
elimdeki büyük paltolar ve diğer malzemelerden ceket yapmayı denemekti. Böylece
terzilik, daha doğrusu yamacılık işine giriştim; çünkü ortaya pek zavallı şeyler
çıkarıyordum. Bu-
-209-
nunla birlikte, paltoları bozarak, uzun bir süre işime yarayacağını düşündüğüm
iki üç yeni yelek yaptım. Pantolon ve donlara gelince, epeyce bir zaman için
bunları doğru dürüst beceremedim.
Vurduğum bütün hayvanların -dört ayaklı olanların demek istiyorum- derilerini
saklayıp sırıklara gererek güneşte kuruttuğumdan bahsetmiştim; bu yöntemle
bazıları öyle kuruyor ve sertleşiyordu ki, hiçbir işe yaramıyorlardı; ama geri
kalanı çok faydalı olabilecek gibi görünüyordu. Bu derilerden yaptığım ilk şey
büyük bir şapka oldu; yağmur süzülüp aksın diye tüylü kısmını dışa getirmiştim.
Bu şapka öyle güzel iş görüyordu ki, bu derilerden kendime bir kat elbise de
yaptım; yani bir yelek, bir de diz boyu pantolon. Beni sıcak değil, daha çok
serin tutmaları gerektiğinden ikisini de bol yapmıştım. Ama ortaya çok bi-çimsiz
şeyler çıktığını da eklemeyi unutmamalıyım; marangozluğum kötüydü; ama
terziliğim daha da kötüydü. Böylece ben dışarıdayken yağmur yağacak olursa,
yeleğimle şapkamın tüyleri dış tarafta olduğu için kupkuru kalıyordum.
Bundan sonra, uzun bir süre kendime bir şemsiye yapmaya uğraştım. Bir şemsiyeye
gerçekten çok ihtiyacım vardı ve yapmayı da çok istiyordum. Brezilya'da, aşın
sıcaklarda bir hayli işe yarayan bu şemsiyelerin yapılışını görmüştüm. Ben de
burada sıcakları aynı şekilde, hatta gündönümüne yakın olduğum için daha bile
fazla hissediyordum. Ayrıca, dışarıda çok fazla dolaşmak zorunda olduğum-
-210-
dan, şemsiye sıcakta olduğu kadar yağmurda da çok faydalı bir şey olacaktı.
Bunun için dünya kadar emek harcadım ve elle tutulur bir şey yapmam da bir o
kadar zaman aldı; doğru yolu bulduktan sonra da tam istediğim gibi bir şemsiye
yapabilmek için iki üç tanesini ziyan ettim; ama en sonunda orta karar bir şey
yapmayı başarabildim. Karşılaştığım temel zorluk şemsiyeyi kapanacak şekilde
yapamamaktı. Açabiliyordum ama kapanıp toplanmazsa hiçbir işe yaramazdı; çünkü
ancak başımın üzerinde açık tutarak taşımak zorunda kalırdım. Bununla birlikte,
en sonunda, istediğim gibi bir tane yaptım; üzerini de tüyleri dışarı bakacak
şekilde deriyle örttüm, böylece yağmur sularını, sundurma gibi dışarı akıtırken
güneşten de öyle iyi koruyordu ki, en sıcak havalarda bile serin havalardakin-
den daha rahat dolaşabiliyordum. İhtiyacım olmadığında kapatıp kolumun altında
taşıyabiliyordum.
Böylece, Tann'nın iradesine boyun eğmiş, kendimi tamamen O'nun eline bırakmış
olduğumdan kafam bütünüyle huzur içinde, rahatça yaşayıp gidiyordum. Hayatım,
toplum içinde yaşamaktan daha iyi bir duruma gelmişti; konuşacak kimseyi
bulamamaktan üzüldüğüm zamanlar, kendi kendime düşünmenin, düşüncelerimle
konuşmanın ve hatta yakarışlarım yoluyla Tann'nın kendisiyle konuşmanın
dünyadaki insanların bana verebileceği en büyük mutluluktan bile daha iyi olup
olmadığını soruyordum kendime.
Bundan sonraki beş yıl boyunca başımın-
dan herhangi sıradışı bir şeyin geçtiğini söyleyemem. Aynı yollarla, aynı
şekilde, aynı yerde, tıpkı eskisi gibi yaşamaya devam ettim. Arpa ve pirinç
ekimi, üzümleri kurutmak gibi, hazırlığını önceden yaptığım yıllık işlerin ve
her gün tüfeğimle avlanmaya çıkmanın yanı sıra uğraştığım tek iş, bir kano
yapmak oldu. Sonunda kanoyu bitirince yüz seksen santim genişliğinde, yüz yirmi
santim derinliğinde bir kanal kazarak neredeyse yedi yüz metrelik uzaklıktan
koya getirdim. İlk kanoya gelince, önceden düşünmem gerektiği halde denize nasıl
indireceğimi hiç düşünmemiştim ve çok büyük olmuştu; dolayısıyla ne onu suya
götürebileceğim, ne de suyu ona getirebileceğim için bu ilk kanoyu, bana bir
dahaki sefere daha akıllıca davranmamı hatırlatan bir anıt gibi olduğu yerde
bırakmak zorunda kaldım. İkinci seferde ise dediğim gibi, amacıma uygun bir ağaç
bulduğum yerle su arasındaki mesafe yarım milden az olmasa bile, bu işin eninde
sonunda halledilebileceğini görerek çalışmayı hiç bırakmadım ve yaklaşık iki
yılımı almakla birlikte, en sonunda denize açılabileceğim bir kayığa sahip olma
umuduyla çalışmaktan hiç yakınmadım.
Bununla birlikte, küçük periegucCm bittiğinde, ilk kayığı yaparken
gerçekleştirmeyi tasarladığım yolculukta kullanılabilecek büyüklükte değildi;
demek istiyorum ki, bununla en azından altmış kilometre uzaktaki terra fir-
ma'ya,* yani anakaraya gitmek üzere açılmayı göze alamazdım. Dolayısıyla
kayığınım kü-
Latince: Anakara.
-212-
çüklüğü yüzünden bu tasarıma bir son vermek zorunda kaldım ve bunu bir daha hiç
düşünmedim. Ama artık bir kayığım olduğu için şimdi de adanın çevresinde
dolaşmak gibi bir tasarım vardı; daha önce anlattığım gibi karadan adanın öbür
yanına geçmiş ve belli bir yerinde bulunmuştum; bu küçük yolculukta keşfettiğim
şeylerden ötürü kıyının diğer kısımlarını da görmeye çok hevesliydim. Şimdi bir
kayığım da olduğu için yelken açıp adanın çevresini dolaşmaktan başka bir şey
düşünemiyordum.
Bu amaçla, her şeyi uzun uzadıya, ayrıntılarıyla düşünerek hazırladım, kayığıma
bir yelken direği uydurdum ve gemiden çıkardığım, elimde bol miktarda bulunan
yelken parçalarından da bir yelken yaptım.
Direğimi ve yelkenimi takıp da kayığımı deneyince çok güzel gittiğini gördüm.
Sonra, yiyeceklerimi, malzemelerimi ve cephanemi yükleyerek hem yağmurdan, hem
denizin sularından etkilenmeden kuru kalmaları için kayığın her iki ucuna da
küçük birer dolap yaptım. Kayığın içindeki bir yeri de tüfeğimi koymak için ince
uzun bir şekilde oydum, tüfeğim ıslanmasın diye üzerine de bir kapak yaptım.
Ayrıca şemsiyemi de yelken direği gibi, kıç taraftaki bir oyuğun içine diktim;
tam başımın üzerine gelecek şekilde ayarladığımdan tente gibi beni güneşten
koruyordu. Böylece, ara sıra küçük deniz yolculuklarına çıkmaya başladım; ama
çok açılmıyor, küçük koydan fazla uzaklaşmıyordum. Ancak en sonunda küçük
krallığımın çevresini görme istediğime
-213-
dayanamayıp böyle bir yolculuğu yapmaya karar verdim; iki düzine arpa ekmeği
(bunlara peksimet demek daha doğru olur), bir kap dolusu kavrulmuş pirinç -bu
çok yediğim bir şeydi- küçük bir şişe rom, yarım keçi, daha fazlasını vurmak
için barut ve saçma, daha önce gemicilerin sandıklarından çıkardığımı söylediğim
büyük paltolardan da iki tanesini yanıma alarak bu yolculuk için gemimi
donattım; paltolardan birini yatarken altıma sermek, diğerini de geceleri üstüme
örtmek için almıştım.
Bu yolculuğa çıktığımda, adadaki saltanatımın -ya da isterseniz tutsaklığımın da
diyebilirsiniz- altıncı yılındaydım ve kasımın 6'sıydı. Yolculuk tahminimden
daha uzun sürdü. Adanın kendisi pek o kadar büyük değildi; ama doğu kıyısına
geldiğimde denize doğru en az iki fersah uzanan, kimisi suyun üstünde, kimisi
altında, birtakım kayalar olduğunu gördüm; kayaların bittiği yerden de yarım
fersah kadar uzanan sığ bir kumluk başlıyordu; dolayısıyla bu burnun etrafından
dolanabilmek için epeyce denize açılmak zorunda kaldım.
Bu kayaları ilk gördüğümde denize ne kadar açılmak zorunda kalacağımı
bilmediğimden, daha da önemlisi, geri dönüp dönemeyeceğim şüpheli olduğu için bu
yolculuktan vazgeçip eve dönmeyi düşündüm; böylece demir attım; gemiden
çıkardığım kırık bir kancadan kendime demire benzer bir şey yapmıştım çünkü.
Kayığımı güvenceye aldıktan sonra tüfeği-
-214-
mi alıp karaya çıktım. Bu çıkıntıyı kuşbakışı göreceğini düşündüğüm bir tepeye
tırmanarak kayalarla kumluğun uzunluğunu tamamıyla gördüm ve yolculuğa devam
etmeye karar verdim.
Tepeden denize bakarken güçlü ve gerçekten çok azgın bir akıntı da görmüştüm;
doğuya doğru akıyordu ve kayalıkların çok yakınından geçiyordu. Bu akıntıyı
iyice inceledim; çünkü ona yaklaştığımda bir tehlike söz konusu olabilir,
akıntının gücüne kapılıp denizin açıklarına sürüklenebilir ve bir daha adaya
dönemeyebilirdim. Gerçekten de önceden tepeye çıkıp bakmamış olsaydım, böyle bir
durumla karşılaşabilirdim. Çünkü aynı akıntı adanın öbür yanından da geçiyordu,
ama bu biraz'daha uzaktaydı. Kıyının yakınlarında da güçlü bir anafor olduğunu
gördüm. İlk akıntıdan kaçmak için anafora girmekten başka çarem olmayacaktı.
Bununla birlikte, güneydoğudan oldukça sert esen rüzgâr yüzünden iki gün burada
durmak zorunda kaldım; bahsettiğim akıntıya tam ters estiği için denizin bu
kıyılara çok şiddetli çarpmasına sebep oluyordu; dolayısıyla dalgalar yüzünden
ne kıyıya yaklaşabilir, ne de akıntıdan ötürü denize açılabilirdim.
Üçüncü günün sabahı, rüzgâr geceleyin dinmiş, deniz de yatışmış olduğundan yola
çıkmayı göze aldım. Ama bu hareketim yine bütün gözükara ve cahil denizcilere
örnek olsun; burna varır varmaz, daha burundan bir kayık boyu kadar bile
açılmaya fırsat bulamış-
madan kendimi derin bir suda, değirmen savağına benzer bir akıntının içinde
buldum. Kayığımı öyle büyük bir güçle sürüklüyordu ki, ne yaparsam yapayım
akıntının dışına çı-kamıyordum; sol tarafımda kalan anafordan da gittikçe
uzaklaşıyordum. Bana yardım edecek en ufak bir rüzgâr esmiyordu ve küreklerimle
ne kadar uğraşsam da işe yaramıyordu. Şimdi, artık mahvolduğumu düşünmeye
başlamıştım; akıntı adanın iki yanında da bulunduğundan birkaç fersah sonra
birleşeceklerini biliyordum, işte o zaman işim bitikti. Bundan kaçma imkânım
olduğunu hiç sanmıyordum; dolayısıyla önümde ölümden başka bir seçenek
göremiyordum; ama ölümüm epeyce sakin olan denizden gelmeyecek, açlıktan
ölecektim. Gerçi kıyıda güçlükle kaldırabileceğim bir kaplumbağa bulup kayığın
içine atıvermiştim ve büyük bir testi dolusu -yani toprak kaplarımdan biri- içme
suyum da vardı; ama uçsuz bucaksız okyanusa sürüklendiğimde bunlar neye yarardı?
Çünkü okyanusa sürüklenirsem, en azından bin beş yüz kilometrelik bir alan
içinde bir kara parçası, ya da bir ada bulamayacağım kesindi.
Şimdi insanların içinde bulunabilecekleri en kötü durumu çok daha kötü bir hale
getirmenin, Tann'nın iradesi için ne kadar kolay olduğunu daha iyi anlıyordum.
Şimdi geri dönüp baktığımda ıssız, yapayalnız adayı dünyanın en güzel yeri
olarak görüyor; gönlümün dileyebileceği tek mutluluğun oraya dönmekten başka bir
şey olmadığını düşünüyordum.
-216-
Büyük bir arzuyla ellerimi adaya doğru uzatıp, "Ey mutlu bozkır! Seni bir daha
asla göremeyeceğim!" dedim. "Ne düşkün bir yaratığım ben böyle, nerelere
gidiyorum?" Sonra, şükran nedir bilmeyen bu huyumu; adadayken yalnızlıktan ne
kadar yakındığımı, şimdi ise oraya dönmek için her şeyimi verebileceğimi
düşününce kendime kızdım. Biz böyleyiz işte, tamamen farklı bir durumla
karşılaşıncaya kadar içinde bulunduğumuz durumun gerçek değerini asla göremez,
elimizdekinin değerini ancak bunları yitirince anlarız. Sevgili adamdan (şimdi
gözüme böyle görünüyordu) uçsuz bucaksız okyanusa doğru, neredeyse iki fersah
sürüklenmiş olmaktan dolayı kapıldığım dehşeti ve bir daha asla oraya
dönemeyeceğimi düşündükçe içine düştüğüm umutsuzluğu anlatmak imkânsız. Bununla
birlikte, gücüm tükenene kadar çalıştım, çabaladım ve kayığımı elimden
geldiğince akıntının kuzeyinde, yani anaforun bulunduğu yönde tutmaya uğraştım.
Öğlen vakitlerinde, güneş dönmeye başladığında güneybatıdan esen hafif bir
meltemin yüzüme vurduğunu hisseder gibi oldum. Bu yüreğime biraz su serpti;
özellikle de yarım saat kadar bir süre geçtikten sonra, bu esinti küçük tatlı
bir yele dönüşünce. Bu süre içinde adadan bir hayli uzaklaşmıştım; öyle ki bu
mesafe ürkütücüydü. Havada en ufak bir sis ya da bulutlanma olursa, bu sefer
başka bir sebepten işim bitecekti; çünkü kayıkta hiç pusula yoktu ve adayı bir
gözden kaybedersem doğru yöne nasıl gideceğimi bilmiyordum. Ama hava
-217-
hâlâ açık olduğundan işe koyulup tekrar direği kaldırdım ve yelkenimi açarak
akıntıdan çıkmak için mümkün olduğunca kuzeye doğru yol almaya çalıştım.
Tam yelken açıp yol almaya başladığım sırada, suların durgunluğundan akıntıda
bir değişiklik olacağını anladım; çünkü akıntının güçlü olduğu yerlerde sular
bulanıktı. Ama sular durgunlaştığında akıntı da kesildi ve tam o sırada, doğuya
doğru yarım mil kadar ötedeki kayalıklara dalgaların vurduğunu gördüm. Bu
kayalar akıntının tekrar ikiye ayrılmasına sebep oluyordu; akıntının ana kolu
kayalıkları kuzeydoğuda bırakarak güneye doğru yol alıyordu. Kayalıklara
çarparak geri dönen diğer kol da kuvvetli bir anafor yaparak hızla kuzeybatıya
doğru gidiyordu.
Darağacına çıkmak üzereyken ölümden kurtulan veya tam öldürülmek üzereyken
haydutların elinden kurtulan ya da buna benzer bir ölüm kalım anını yaşamış biri
ne kadar sevindiğimi; kayığımı bu anafora ne büyük bir mutlulukla soktuğumu ve
rüzgâr da hızlandığı için yelkenimi açıp kendimi de bu güçlü anafora bırakarak
rüzgârın önünde ne büyük bir sevinçle yol aldığımı anlayacaktır.
Geri dönüş yolumda, bu anafor beni adaya doğru aşağı yukarı bir fersah götürdü;
ama akıntının beni ilk sürüklediği yerin iki fersah kadar da kuzeyine attı.
Dolayısıyla adaya yaklaştığımda kendimi kuzey kıyıda, başka bir deyişle, yola
çıktığım yerin tam karşısında, adanın öbür ucunda buldum.
Bu akıntı ya da anaforun yardımıyla bir
-218-
fersahtan biraz daha fazla yol aldıktan sonra akıntının geçtiğini ve artık işime
yaramayacağını anladım. Bununla birlikte, kendimi iki büyük akıntının; yani beni
açıklara sürükleyen güneydeki akıntıyla bir mil ötedeki kuzey akıntısının
arasında buldum. Adanın eteğinde, en azından bu iki akıntının arasındaki suların
durgun olduğunu, hiçbir tarafa akmadığını gördüm ve rüzgâr hâlâ güzel estiğinden
adaya doğru yol almaya devam ettim; ama önceki gibi hızlı gidemiyordum.
Akşamüstü saat dört sularında, adaya bir mil kadar yaklaşmışken başıma gelen bu
uğursuzluğun sebebi olan kayaların, önceden de söylediğim gibi, güneye doğru
uzandığını ve akıntıyı daha da güneye atarak kuzeyde başka bir anafor
oluşturduğunu gördüm. Ayrıca bu akıntı çok güçlüydü, ama yolumun üstünde
değildi; ben batıya doğru giderken o neredeyse tamamen kuzeyde kalıyordu.
Bununla birlikte, rüzgâr da güzel estiğinden kuzeybatıya yönelerek anaforun
ortasından geçtim ve aşağı yukarı bir saat içinde kıyıya bir mil yaklaşmayı
başardım; burada sular durgun olduğu için de çok geçmeden karaya çıktım.
Karaya ayak basar basmaz diz çöktüm ve kurtulduğum için Tann'ya şükrettim;
kayığımla buradan kurtulmak konusundaki bütün düşünceleri kafamdan silmeye karar
verdim. Yanımda bulunan şeylerden yiyip içerek gücümü topladım; sandalımı
karaya, gözüme kestirdiğim, birtakım ağaçların altındaki küçük bir koya
getirdim; yol yorgunluğundan ve
-219-
çabalamaktan bitkin düşmüş bir halde yere uzanıp uykuya daldım.
Şimdi kayığımla hangi yoldan eve döneceğime karar veremiyordum. Geldiğim yoldan
geri dönmeyi düşünemeyecek kadar büyük bir tehlike atlatmıştım ve aynı yoldan
dönersem neler olacağını çok iyi biliyordum. Diğer tarafta (adanın batısında
demek istiyorum) ise nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilmediğim gibi yeni
tehlikeleri göze almaya da niyetim yoktu. Dolayısıyla ancak ertesi sabah, kıyı
boyunca batıya doğru yürümeye ve firkateynimi gönül rahatlığıyla bırakıp
ihtiyacım olduğunda tekrar alabileceğim bir ırmak ağzı olup olmadığına bakmaya
karar verdim. Kıyıda beş kilometre kadar ilerledikten sonra, aşağı yukarı bir
mil uzunluğunda, gittikçe daralıp çok küçük bir çaya ya da dereye dönüşen çok
güzel bir koy ya da körfeze geldim ve kayığım için çok uygun bir liman buldum;
burada sanki kendisi için özel olarak yapılmış küçük bir rıhtımdaymış gibi
rahatça durabilirdi. Kayığımı buraya yerleştirip güven altına aldıktan sonra
etrafıma bakıp nerede olduğumu anlamak için kıyıya döndüm.
Çok geçmeden daha önce yaya olarak geldiğim kıyının biraz ötesine vardım;
dolayısıyla kayığımdan tüfeğimle şemsiyem -çok sıcaktı çünkü- dışında bir şey
almaksızın yürümeye başladım. Yaptığım öylesine korkunç bir deniz yolculuğundan
sonra bu yol çok rahattı; akşam olduğunda eski çardağıma ulaştım ve her şeyi
bıraktığım gibi buldum; önceden de dediğim gibi kır evimi daima düzenli
tutuyordum.
-220-
Çitin üzerinden geçtim, çok yorgun olduğumdan kollarımı bacaklarımı dinlendirmek
için gölgeliğe uzandım ve uykuya daldım. Ama birkaç defa beni adımla çağıran bir
ses tarafından uykumdan uyandınldığımda ne büyük bir şaşkınlığa düştüğümü, bu
öyküyü okuyan sizler tahmin edebilirseniz edin: "Robin, Robin, Robin Crusoe,
zavallı Robin Crusoe! Neredesin, Robin Crusoe? Nerdesin? Nerelerdeydin?"
Günün ilk kısmını kürek çekmekle ve sonraki kısmım da yürümekle geçirdiğim için
çok yorgun olduğumdan ilk başta öyle deliksiz bir uykuya dalmışım ki, bir türlü
tamamen uyanamadım; ancak uykuyla uyanıklık arasında rüyamda birinin bana
seslendiğini sanıyordum. 'Ama ses "Robin Crusoe, Robin Crusoe," diye seslenmeye
devam ettiğinden, sonunda adamakıllı uyandım ve ilk başta öyle korktum, öyle
katıksız bir dehşete düştüm ki, irkilerek hemen ayağa fırladım. Ama gözlerimi
açar açmaz, Poll'un çitin tepesine konmuş olduğunu gördüm ve bana seslenenin o
olduğunu hemen anladım; çünkü ben onunla hep böyle kederli bir dilde konuşuyor,
bunları ona da öğretiyordum. O kadar güzel öğrenmişti ki, parmağıma konup
gagasını da yüzüme yaklaştırarak, "Zavallı Robin Crusoe! Neredesin?
Nerelerdeydin? Buralara nasıl düştün?" diye bağırır ve ona öğrettiğim buna
benzer şeyleri söyleyip dururdu.
Bununla birlikte, bana seslenenin papağanım olduğunu ve aslında başka kimse de
olamayacağını bilsem bile uzun bir süre ken--221-
II
dimi toparlayamadım. İlk olarak, bu kuşun nasıl olup da oraya geldiğine ve
oradan ayrılıp başka bir yere gitmediğine şaşırmıştım. Ama bunun bizim sadık
Poll'dan başkası olamayacağına iyice ikna olduğumda şaşkınlığımı da atlattım.
Elimi uzattım ve 'Poll' diye adıyla seslenerek onu çağırdım; arkadaş canlısı
yaratık, yanıma gelip her zaman yaptığı gibi başparmağıma kondu ve beni tekrar
gördüğüne sevinmiş gibi, "Zavallı Robin Crusoe! Buraya nasıl geldim?
Nerelerdeydin?" diye benimle konuşmaya devam etti. Eve giderken onu da yanıma
aldım.
Bu deniz yolculuğu artık bir süre için bana yeterdi ve günlerce yerimde oturup
atlattığım tehlikeyi düşünmek için de yeteri kadar sebebim vardı. Kayığımı,
adanın bu yanına geri getirebilseydim çok mutlu olacaktım; ama bunu yapmanın
uygun bir yolunu bilmiyordum. Adanın, dolaşmış olduğum doğu kıyısını bir daha
oralara gitmeyi göze alamayacak kadar iyi biliyordum; düşündükçe bile yüreğim
daralıyor, kanım donuyordu. Adanın diğer yanına gelince, orada başıma neler
gelebileceğini bilmiyordum; ama akıntı o yanda da doğudaki gibi güçlü akıyorsa,
aynı şekilde akıntıya kapılıp daha önce olduğu gibi adadan uzaklara
sürüklenebilirdim. Bu düşüncelerle, aylarca verdiğim emeğin bir ürünü olmasına,
denize indirmek için ise daha bile fazla uğraşmış olmama rağmen kayıksız
yaşamaya boyun eğdim.
Bu kararın etkisiyle, bir yıla yakın bir süre, sizin de tahmin edebileceğiniz
gibi çok sa--222-
kin, huzurlu bir hayat sürdüm. İçinde bulunduğum duruma çok uygun düşen bu
düşünceler ve kendimi tamamıyla Tann'nın iradesine bırakmış olmam dolayısıyla,
toplumdan uzak olmak dışında elimdeki bütün imkânlarla gerçekten çok mutlu bir
hayat yaşadığımı düşünüyordum.
Bu süre içinde ihtiyaçlarımın beni yönelttiği bütün el sanatlarında kendimi
geliştirdim ve bu vesileyle çok iyi bir marangoz oldum; hele bir de elimde ne
kadar az alet olduğu göz önüne alınırsa. Bunun yanı sıra, çanak çömlek yapımında
umulmadık bir ustalığa ulaştım ve bunları yapmak için bir çark geliştirdim. Bu
işin çarkla çok daha kolay ve iyi yapıldığını gördüm; çünkü eskiden yaptıklarım
yüzüne bakılmayacak derecede çirkin olurken şimdikiler yuvarlak ve biçimli
oluyordu. Ama sanırım, bir şey yaptığımda ya da bulduğumda, hiçbir zaman, bir
pipo yapmayı başardığım zamanki kadar mutlu olmamış ya da gurur duymamıştım.
Ortaya oldukça çirkin, yamuk yumuk bir şey çıkmasına ve öbür toprak kaplar gibi
sadece ateşte pişirilmesine rağmen sert ve dayanıklı olmuştu, dumanı da iyi
çekiyordu ve çok hoşuma gitmişti; çünkü tütün içmeye alışıktım ve gemide de
pipolar vardı. Ama adada tütün olduğunu bilmediğimden başta pipoları almayı
unutmuş ve sonradan gemiyi aradığımda bir tane bile bulamamıştım.
Hasır örme işinde de kendimi bir hayli geliştirdim ve yaratıcılığımı kullanarak
çeşit çeşit, bir sürü sepet yaptım; çok güzel olmadılar; ama içine bir şeyler
koymaya ya da eve
-223-
götüreceğim şeyleri taşımaya elverişliydiler. Örneğin kırda bir keçi vurursam
bunu bir ağaca asıyor, derisini yüzüyor, içini temizliyor ve kesip bir sepetin
içinde eve getiriyor-dum. Aynı şeyi kaplumbağalar için de yapıyordum; içini açıp
yumurtalarını ve kendime yetecek bir iki parçasını alarak bir sepet içinde eve
getiriyor; geri kalanını da orada bırakıyordum. Kurur kurumaz dövüp tanelerini
ayırdığım, büyük sepetler içinde sakladığım ekinlerimi de yine büyük ve derin
sepetlerle eve götürüyordum.
Artık barutumun kayda değer ölçüde azaldığını görüyordum ve bu benim için yeri
doldurulması imkânsız bir yoksunluktu. Hiç barutum kalmadığında ne yapmam
gerektiğini; yani nasıl edip de keçi vurabileceğimi ciddi ciddi düşünmeye
başladım. Gerçi, önceden de söylendiği gibi, buradaki üçüncü yılımda yavru bir
keçi tutup evcilleştirmiş, bir de erkek keçi bulmayı umut etmiştim. Ama hiçbir
şekilde bunu gerçekleştiremedim ve yavru keçim de yaşlandı; onu kesmeye gönlüm
asla elvermediğinden en sonunda iyice yaşlanıp kendiliğinden öldü.
Artık buraya yerleşeli on bir yıl olmuştu; dediğim gibi cephanem de gittikçe
azalmıştı; birkaçını canlı yakalayıp yakalayamayacağımı görmek için keçilere
kapan ya da tuzak kurmanın yollarını aramaya başladım; özellikle de karnında
yavrusu olan dişi bir keçi istiyordum.
Böylece keçi yakalayabilmek için bir sürü kapan kurdum ve inanıyorum ki, birkaç
keçi
-224-
de bunlara yakalanmıştı. Ama elimde hiç tel olmadığı için tuzaklarım pek iyi
olmamıştı; bu yüzden tuzakları hep kırılmış, içindeki yemleri de yenip
bitirilmiş buluyordum. Sonunda, bir tuzak çukuru kazmaya karar verdim. Keçileri
otlarken gördüğüm yerlere birkaç büyük çukur kazdım ve bunların üzerini yine
kendi yaptığım çitlerle örttüm, üstlerine de büyük ağırlıklar koydum. Çitleri
kurmadan önce oraya birkaç kez arpa başağıyla kuru pirinç koymuş ve ayak
izlerinden keçilerin gelip yemi yediklerini kolayca anlamıştım. En sonunda, bir
gece, üç tuzak kurdum ve ertesi sabah geldiğimde tuzaklar olduğu yerde dursa da
yemlerin yenip bitirilmiş olduğunu gördüm; bu çok umut kinciydi. Bununla
birlikte kapanlarımı değiştirdim; ayrmtılarla canınızı sıkmayayım, ama bir sabah
gidip baktığımda tuzakların birinde kocaman, yaşlı bir teke, diğerinde de biri
erkek, ikisi dişi üç yavru buldum.
Yaşlı olanla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. O kadar azgındı ki, çukura
inmeye, başka bir deyişle, çok istediğim halde onu canlı olarak dışarı çıkarmaya
cesaret edemiyordum. Onu vurabilirdim, ama bunu yapmak istemiyordum, amacım da
bu değildi zaten; bu yüzden onu salıverdim ve o da korkudan aklını yitirmiş gibi
kaçıp gitti. Ama açlığın bir aslanı bile dize getirebileceğini henüz
bilmiyordum. Onu orada üç dört gün aç susuz bırakıp sonra biraz suyla arpa
götürsey-dim, tıpkı yavrular gibi evcilleşirdi; çünkü bunlar kendilerine iyi
davranıldığında oldukça akıllı, uysal yaratıklar oluyorlardı.
-225-
Ancak o zamanlar daha iyi bir yol bilmediğim için bu tekeyi salıvermiştim. Sonra
yavruların yanına gittim, teker teker üçünü de aldım ve iplerle birbirlerine
bağlayarak biraz güçlükle de olsa hepsini birden eve getirmeyi başardım.
Uzun bir süre bir şey yemediler; ama önlerine tatlı arpalardan atınca bu yiyecek
onları cezbetti ve evcilleşmeye başladılar. Barut ya da saçmam kalmadığında keçi
etiyle karnımı doyurmam gerekiyorsa, artık tek çıkar yolumun bu keçileri
evcilleştirip yetiştirmek olduğunu anlamıştım. Belki o zaman evimin etrafında,
koyun sürüsü gibi bir keçi sürüm bile olabilirdi.
Ama sonra hemen aklıma, evcilleri ya-bankeçilerinden uzak tutmam gerektiği
geldi; yoksa büyüdüklerinde kaçıp giderlerdi. Bunu yapmanın tek yolu
içeridekilerin kaçamayacağı, dışandakilerin de içeri giremeyeceği sağlam bir çit
ya da duvarla çevrili, kapalı bir yer yapmaktı.
Bu yalnız bir çift el için çok büyük bir işti; ama bunu mutlaka yapmam gerektiği
düşünülünce, ilk işim yiyecekleri otu, içecekleri suyu, bir de keçileri güneşten
koruyacak gölgeliği sağlayabilecek, uygun bir yer bulmaktı.
Böyle çitlerden anlayanlar, bütün bu saydıklarıma çok uygun; yani geniş bir
çayırlığı ya da savanası (bizim batı kolonilerinde çayırlara böyle derler) olan,
içinden iki üç küçük derenin aktığı, bir yanı ağaçlık bir yer seçmekle hiç de
akıllıca bir iş yapmadığımı düşüneceklerdir. Bu yerin etrafını çevirmek için en
-226-
az üç kilometre uzunluğunda olması gereken bir çit ya da duvar yapmaya
başladığımı söylediğimde ise bu tasarıma güleceklerdir. Bu işteki delilik,
seçtiğim alanın büyüklüğünden kaynaklanmıyordu; çünkü on beş kilometrelik bir
çit yapmam gerekse bile, bunu yapmaya yetecek zamanım vardı. Ama keçilerimin bu
kadar büyük bir alanda, sanki bütün ada ellerine kalmış gibi tekrar
yabanileşeceklerini; ne kadar kovalasam da onları asla yakalayamayacağımı hiç
düşünmemiştim.
Bu düşünce aklıma geldiğinde çitimi çevirmeye başlamış ve sanırım, aşağı yukarı
yirmi beş metre de yapmıştım. Dolayısıyla bu işi hemen bıraktım ve başlangıç
olarak yüz otuz metre boyunda, doksan metre eninde bir yer çevirmeye katar
verdim; bu genişlikte bir yer de belli bir süre için yakalayabileceğim keçilerin
hepsine yeterdi ve sürüm büyüdükçe yerimi genişletebilirdim.
Bu mantıklı bir hareketti ve yine bütün gücümü toplayarak çalışmaya başladım.
İlk alanı çitle çevirmem yaklaşık üç ayımı aldı; bu işi bitirene kadar yavru
keçileri çayırın en güzel yerine bağladım ve alıştırmak için mümkün olduğunca
yakınımda besledim. Sık sık onlara arpa başaklan ya da bir avuç pirinç getirip
elimle yediriyordum; böylece çitim bitince keçileri saldığımda bir aşağı bir
yukarı peşimden gelmeye, bir avuç arpa için mele-yip durmaya başladılar.
Bu çit işimi gördü. Bir buçuk yıl içinde yavrularla birlikte on iki keçilik bir
sürüm oldu; iki yıl daha geçince de yemek için alıp
-227-
kestiklerimin dışında kırk üç keçim oldu. Ondan sonra, keçileri beslemek için
etrafı çitle çevrili beş yer daha hazırladım; bu alanların içlerine de keçileri
yerleştirebileceğim, onları istediğim zaman almama yarayacak ağıllar, bir
bölümden diğerine açılan kapılar yaptım.
Ama bu kadarla da kalmıyordu, çünkü artık, canım istediğinde yiyebileceğim keçi
etinin yanı sıra, sütüm de vardı; bu aslında başlangıçta hiç düşünmediğim bir
şeydi; ama sonradan aklıma geldiğinde gerçekten çok hoş bir sürpriz olmuştu.
Şimdi bir süthane yapmıştım ve bazen günde bir iki galon süt alıyordum; her
yaratığa yiyeceğini veren Doğa o yiyecekten nasıl yararlanılacağını bile
öğretiyordu doğal olarak. Böylece daha önce değil keçi, inek bile sağmamış, yağ
ya da peynirin nasıl yapıldığını hiç görmemiş olan ben, bir sürü deneme ve
başarısızlıktan sonra da olsa, en sonunda, yağ ve peynir yapmayı da başardım ve
bir daha asla bunların yokluğunu çekmedim.
Büyük Yaradanımız, mahvolup gideceklerini sandıklan bir anda bile, kendi
yarattığı kullarına karşı, ne kadar merhametli davranıyor! En acı durumlara bile
nasıl tatlı bir avuntu veriyor ve zindanları, hapishaneleri için bile O'na
şükran duymamızı sağlıyor! İlk başta açlıktan ölmekten başka bir çaremin
olmadığını düşündüğüm bu ıssız yerde, benim için ne kadar da güzel bir sofra
kurmuştu!
Küçük ailemle birlikte sofraya oturuşumuzu bir gören olsa, herhalde acı acı
gülümserdi. Majesteleri, prens ve bütün adanın yüce efendisi olan bana... bütün
kullarımın ha-
-228-
yatı, kayıtsız şartsız benim buyruklarıma bağlıydı. Astığım astık, kestiğim
kestikti. İstediğime özgürlük verir, istediğim zaman geri alırdım ve tebaamın
arasında hiç başkaldıran yoktu.
Sonra tıpkı bir kral gibi, çevremde bir tek hizmetkârlarımla, tek başıma yemek
yemem de görülecek şeydi. Gözdem olduğu için yalnız Poll'un benimle konuşmaya
izni vardı. Artık çok yaşlanmış ve bunamış, üremek için kendine eş bulamayan
köpeğim daima sağ tarafımda otururdu; biri masanın bir tarafında, diğeri öbür
tarafında duran kedilerim de özel bir yakınlık göstergesi olarak ara sıra elimle
verdiğim bir lokma yiyeceği beklerlerdi.
Ama bunlar gemiden getirdiğim ilk iki kedi değildi; onların ikisi de ölmüş ve
kendi ellerimle evimin yakınlarına defnedilmişlerdi. Ama gemiden getirdiğim bu
kedilerden biri, hangi tür olduğunu bilmediğim bir hayvanla çiftleşerek
üremişti; bu şimdiki iki kedim, o yavruların arasından evcilleştirmek için ayır-
dıklanmdı; geri kalanlar ise korulukta yaba-nileşmiş ve sonunda da gerçekten
başıma bela olmuşlardı. Sık sık evime girip yiyeceklerimi çaldıklarından en
sonunda büyük bir kısmını vurup öldürmek zorunda kalmış, geri kalanların da
evimi tamamen terk etmelerini sağlamıştım. İşte bu refakatçilerimle birlikte ve
böyle bolluk içinde yaşayıp gidiyordum; in-sansızlıktan başka hiçbir eksiğimin
de olmadığını söyleyebilirim, ama bundan bir süre sonra istemediğim kadar insan
olacaktı çevremde.
-229-
Daha önce de belirttiğim gibi, kayığımı kullanmak için bir bakıma
sabırsızlanıyordum, ama yeni tehlikelere atılmaya da gönülsüzdüm; bu yüzden
bazen oturup adanın çevresinden dolaştırarak kayığımı getirmenin yollarını
düşünüyor, bazen de onsuz yaşama fikrini benimsiyordum. Ama dediğim gibi, son
yolculuğumda kıyının nasıl uzandığını, akıntının durumunu görmek ve ne
yapacağıma karar vermek için tırmandığım tepenin bulunduğu yere tekrar gitmek
gibi garip, huzursuz edici bir düşünce vardı aklımda. İçimdeki bu istek gün
geçtikçe artıyordu. En sonunda deniz kıyısını takip ederek oraya karadan gitmeye
karar verdim. Böyle de yaptım; ama İngiltere'de benim gibi bir adamla karşılaşan
biri ya korkar, ya da kahkahayı patlatırdı; ben bile ikide bir durup kendime
bakıyor, böyle bir kılıkta ve elimdeki bu malzemelerle Yorkshire'da dolaştığımı
düşündükçe gülmekten kendimi alamıyordum. Aşağıda kendimi nasıl tasvir ettiğime
bakabilirsiniz.
Başımda keçi derisinden yapılma kocaman, oldukça yüksek, şekilsiz bir şapka
vardı ve arkasından da, hem beni güneşten korumak, hem de yağmur sularının
enseme girmesini engellemek için yaptığım kuyruk gibi bir parça sarkıyordu; bu
iklimlerde, yağmurun elbiselerin içine sızıp teninize değmesinden daha zararlı
bir şey yoktu.
Etekleri aşağı yukarı kalçalarımın yarısına kadar gelen keçi derisinden yapılma
kısa bir ceketim ve yine aynı deriden diz boyu bir
-230-
pantolonum vardı. Yaşlı bir tekenin derisinden yapılan bu pantolonun tüyleri iki
taraftan aşağı o kadar çok sarkıyordu ki, palyaçoların pantolonları gibi
bacaklarımın yansına kadar iniyordu. Çorabımla ayakkabım yoktu; kendime, ne ad
vereceğimi bilmediğim, potin gibi bacaklarımı saran, tozluk gibi yanlardan
bağlanan bir şey yapmıştım; ama bunlar gördüğüm en kaba saba şeylerdi, aslında
bütün giyeceklerim öyleydi ya!
Belimde; kurutulmuş keçi derisinden, toka yerine iki parça sırımla tutturduğum
geniş bir kemer vardı. Kemerin iki yanına da kılıçla hançer yerine, küçük bir
testereyle küçük bir balta takmıştım. Bunun kadar geniş olmayan ama yine aynı
şekilde tutturulan başka bir kemeri de omzumdan geçirmiştim; sol kolumun altında
kalan ucuna da yine ikisi de keçi derisinden yapılma iki kese asmıştım; bunların
birinde barutum, diğerinde saçmam vardı. Sırtımda sepetimi, omzumda tüfeğimi,
başımın üstünde de çarpık çurpuk, çirkin, keçi derisi şemsiyemi taşıyordum; ama
bu şemsiye tüfeğimden sonra eşyalarımın içindeki en gerekli şeydi. Yüzüme
gelince; rengi, ekvatorun on dokuz derece yakınında yaşayan ve kendine pek
bakmayan bir adamdan beklenebileceği kadar da zenci melezine ben-zemişti. Bir
keresinde sakalımı neredeyse bir karış uzatmıştım, ama makasım ve usturam olduğu
için sonradan oldukça kısaltmış, yalnız üst dudağımın üzerindeki kıllara
dokunmamış, Sale'de gördüğüm bazı Türklerin bıraktığı Müslüman bıyığı şekline
sokmuştum;
-231-
I
Mağripliler Türkler gibi bıyık bırakmıyordu. Bu bıyıkların, uçlarını şapkama
asabileceğim kadar uzun olduğunu söyleyemeyeceğim; ama İngiltere'de korkunç
sayılacak uzunlukta ve biçimdeydiler.
Bütün bunları aklıma gelmişken anlatıver-dim; çünkü zaten etrafımda kılığıma
dikkat edecek kimse olmadığı için bunların hiç önemi yoktu; dolayısıyla bu
konuyu burada kesiyorum. İşte böyle bir kılıkla yeni yolculuğuma çıktım ve beş
altı gün dışarıda kaldım. İlkin deniz kıyısından, doğruca, önceki gezimde
kayalıklara tırmanmak için kayığımı demirlediğim yere gittim. Şimdi göz kulak
olacağım bir kayık olmadığından, kestirme yoldan, daha önce çıktığım tepeye
çıktım; kayığımla çevresini dolaşmak zorunda kaldığımı söylediğim, kıyı boyunca
bir burun gibi uzanan kayalıklara bakıp da denizi o kadar durgun görünce
şaşırdım; diğer yerlerdekinden farksızdı; ne bir dalga, ne bir kıpırtı, ne de
akıntı vardı.
Bu duruma bir türlü aklım eriniyordu; gelgitin bir sonucu olup olmadığını
anlamak için bir süre orada kalıp denizi incelemeye karar verdim. Kısa bir süre
sonra da bunun nasıl olduğunu anladım; o zamanki akıntı, deniz batıdan
alçalırken kıyıdaki büyük bir nehrin sularıyla karışınca meydana geliyor
olmalıydı; rüzgârın batıdan ya da kuzeyden esişine göre de bu akıntı ya kıyıya
yaklaşıyor ya da uzaklaşıyordu. Akşama kadar o civarlarda oyalandım ve akşam
olunca yine tepeye çıktım; sonra denizin çekilmesiyle aynı akıntının tekrar
oluştuğunu açıkça gördüm. Ama
-232-
bu sefer, daha uzaktan, kıyının yaklaşık yarım fersah ötesinden geçiyordu; oysa
ben kayığımla denizdeyken, karanın yakınında olduğu için beni de, kanomu da kıyı
boyunca sürüklemişti, ama başka bir zaman böyle bir şey olmayabilirdi.
Bunu görünce denizin yükselme ve alçalma zamanlarına dikkat ederek kayığımı
adanın çevresinden kolayca geri getirebileceğime ikna oldum. Ama bunu uygulama
fikrini düşündükçe geçirdiğim tehlikeleri hatırlayarak öyle bir korkuya
kapılıyordum ki, bir daha böyle bir şeye cesaret edebileceğimi sanmıyordum. Daha
yorucu olmakla birlikte, daha güvenli başka bir çözüm buldum: Kendime başka bir
periegua ya da kano yapacaktım; böylece adanın iki yanında da birer sandalım
olacaktı.
Şimdi adada iki çiftliğim -herhalde çiftlik diyebilirdim- olduğunu siz de
biliyorsunuz. Birincisi, kayanın dibindeki, etrafına bir duvar ördüğüm,
arkasında bir mağara bulunan küçük korunağım ya da çadınmdı; bu zamana kadar
mağaramı genişleterek iç içe birkaç bölme yapmıştım. Bunlardan en kuru ve en
büyük olanını -duvarımın dışına açılan, yani duvarımın kayayla birleştiği yerin
ilerisinde bir kapısı olan- daha önce sözünü ettiğim büyük toprak kaplar ve her
biri beş altı kile alan on dört on beş büyük sepetle doldurmuştum. Bu kaplara ve
sepetlere erzağımı, özellikle de sapı koparılmış başaklarla birlikte elimle
ovalayıp ayıkladığım tahıllarımı koyuyordum.
Duvarıma gelince, önceden de söylediğim
-233-
gibi uzun kazıklardan yapılmıştı ve sürgün verip ağaç olan bütün bu kazıklar
şimdi öyle büyümüşler, etrafı öyle bir sarmışlardı ki, arkalarında bir barınak
olduğunu kimse anlayamazdı.
Bu evimin yakınlarında, ama adanın biraz daha içlerinde yer alan bir düzlük
üzerinde, zamanı gelince sürüp ektiğim, mevsimi gelince de düzenli olarak ürün
veren iki parça tarlam vardı ve daha fazla ürüne ihtiyaç duyduğum zaman bu
tarlalara eklemeye elverişli bir toprak parçası daha bulunuyordu.
Bunun yanı sıra, bir de kır evim vardı ve orada da orta halli bir çiftliğim
olmuştu artık. Önceleri çardak adını verdiğim ve düzenli olarak onardığım küçük
yerim vardı; onarmak derken şunu demek istiyorum; çardağımın çevresindeki çiti
her zaman aynı yükseklikte tutuyor, merdiveni hep içeride bırakıyordum. İlk
başta, sadece birer kazık olan, ama sonradan büyüyüp kuvvetlenen ağaçlarımı, sık
ve yabanıl bir şekilde büyüyüp daha hoş bir gölgelik oluştursunlar diye her
zaman buduyor-dum; tam istediğim gibi oluyorlardı. Bu çitin ortasında da her
zaman çadırım duruyordu; direkler üzerine gerilmiş bir yelken parçası olan
çadırım hiçbir zaman tamir ya da yenilenme gerektirmiyordu; bunun altına,
vurduğum hayvanların derilerinden ve başka yumuşak şeylerden yaptığım bir döşek
sermiş, üzerine bizim gemicilerin yatak takımlarından aldığım battaniyelerden
birini yaymış, kendi üstümü örtmek için de kocaman bir palto bırakmıştım. Ne
zaman büyük kona-
-234-
ğımdan ayrılmaya fırsatım olsa işte buraya, kır evime geliyordum.
Bunun bitişiğinde keçilerimin çiftliği vardı. Bu yerin çevresini çitle çevirmek
için akla hayale sığmaz emekler vermiştim; ama yine de keçiler kaçabilir diye
huzursuz olduğumdan yeniden sonsuz çabayla, çitin dışına da küçük kazıklar çakıp
iyice kapatana kadar çalışmayı bırakmamıştım. Bu kazıklar birbirine o kadar
yakındı ki, yaptığım şey, bir çitten çok, tahta perde gibi bir şey olmuştu,
aralarında bir el geçecek kadar bile yer yoktu. Bu kazıklar, ertesi yağmur
mevsiminde yeşe-rince bir duvar gibi sağlam, aslında duvardan bile sağlam bir
çit çıktı ortaya.
Bütün bunlar boş boş oturmadığımı, rahat yaşamamı sağlayacak her şeyi hayata
geçirmek için hiçbir şeyden kaçınmadığımı doğrulayacaktır; çünkü evcil bir
sürünün, isterse kırk yıl olsun, burada yaşadığım sürece bana taze et, süt, yağ
ve peynir kaynağı olacağını düşünüyordum. Bunları elimin altında bulundurmanın
tek yolu çitimi, keçileri bir arada tutabileceğim derecede sağlamlaştırmaktan
geçiyordu. Bu yöntem gerçekten de işe yaradı, öyle ki, küçük kazıklarım
yeşermeye başladığında çok sık dikmiş olduğum için içlerinden bazılarını söküp
atmak zorunda bile kaldım.
Bütün yiyeceklerim arasında en iyi, en lezzetli şey olduğu için özenle saklamayı
asla ihmal etmediğim kışlık kuru üzümlerin başlıca kaynağı da burasıydı. Aslında
kuru üzüm sadece güzel değil, aynı zamanda son derece
-235-
yararlı, sağlıklı, besleyici ve güç verici bir yemişti.
Burası ayrıca diğer evimle, kayığımı bıraktığım yer arasındaki yolun ortasında
kaldığı için oraya gideceğim zaman genellikle burada kalıyordum; çünkü sık sık
kayığımı görmeye gidiyor ve hem kayığımın parçalarını hem de çevresindeki her
şeyi çok düzenli tutuyordum. Zaman zaman eğlenmek için kayığımla gezmeye de
çıkıyordum; ama akıntılar ve rüzgârla açığa sürüklenmekten o kadar gözüm
korkmuştu ki, artık tehlikeli yolculuklara çıkmıyor, kıyıdan da ancak bir ya da
iki taş atımı uzağa açılıyordum. Ama artık hayatımdaki yeni dönemi anlatacağım.
Bir gün, öğle sularında sandalıma doğru giderken kumun üzerinde açık ve net bir
şekilde görülen çıplak bir insan ayağının iziyle karşılaşınca büyük bir
şaşkınlığa kapıldım. Yıldırım çarpmış ya da bir hayalet görmüş gibi, olduğum
yerde donakaldım. Kulak kabartıp etrafı dinledim ve çevreme bakındım; ama ne bir
şey görebildim, ne de duyabildim. Daha uzaklara bakabilmek için bir tümseğe
çıktım. Kıyıyı boydan boya yürüdüm, ama başka hiçbir iz yoktu; o tek ayak
izinden başka hiçbir şey göremedim. Başka var mı diye bakmak ve bir de hayal
görüp görmediğimden emin olmak için o tek izin yanına döndüm; ama hayal olmasına
imkân yoktu, bu tam bir ayak iziydi; parmaklan, topuğu, her şeyiyle bir insan
ayağı. Oraya nasıl geldiğini ne biliyor, ne düşünebiliyordum. Kafası
karmakarışık olmuş, kendini kaybetmiş bir
-236-
adam gibi darmadağın düşüncelerle, deyim yerindeyse bastığım yeri bilmeden,
büyük bir korkuyla her iki üç adımda bir dönüp arkama baka baka, her çalıyı,
ağacı ve kütüğü bir insan sanarak eve geldim; yolda giderken korkudan, gördüğüm
kaç nesneyi başka başka şeylere benzettiğimi, ne kadar çok çılgınca kuruntuya
kapıldığımı ve aklıma ne acayip, olağandışı şeyler geldiğini anlatmam mümkün
değil.
Şatoma varınca -sanırım, bu adı evime o olaydan sonra vermiştim- arkamdan
kovalı-yorlarmış gibi kendimi içeri attım. Önceden düşündüğüm gibi merdivenden
mi, yoksa kapı adını verdiğim kayadaki delikten mi girdim, bir türlü
hatırlayamıyordum; ertesi sabah da hatırlanamadım; çünkü hiçbir tavşan ya da
tilki yeraltındaki kovuğuna kaçarken benim bu sığınağıma girerken kapıldığım
kadar büyük bir korkuya kapılmamıştır.
O gece hiç uyuyamadım. Korkuma yol açan olayın üstünden zaman geçtikçe
endişelerim daha da artıyordu; oysa bu, böyle olayların doğasına, özellikle de
korkuya kapılan yaratıkların alışılmış davranışlarına aykırı bir şeydi. Ama
kendi kuruntularım yüzünden içim öyle bir kararmıştı ki, şimdi olayın üzerinden
epeyce zaman geçmiş olsa bile kötü şeylerden başka bir şey düşünemiyordum. Ara
sıra bunun şeytanın ayak izi olması gerektiğini kuruyordum, mantığım da bu
düşüncemi destekliyordu; insan şeklinde başka herhangi bir varlık oraya nasıl
gelebilirdi ki? Onlan adaya getiren gemi neredeydi? Öbür
-237-
ayak izleri neredeydi? Bir insan nasıl olup da oraya gidebilirdi? Ama şeytanın
ortada hiçbir sebep yokken sadece öyle bir yere ayak izini bırakmak için insan
kılığına girdiğini düşünmek anlamsızdı, öyle olsa bile benim bu izi göreceğimden
emin olamazdı; bu tam bir bilmeceydi. Şeytanın beni korkutmak için tek bir ayak
izinden başka bir sürü yol bulabileceğini; adanın ta öbür ucunda yaşadığım için
on binde bir olasılıkla görebileceğim bir yere, hem de kumun üstüne, bir dalga
veya kuvvetli bir rüzgârla tamamen silinecek bir iz bırakacak kadar saf
olmadığını düşündüm. Bütün bunlar hem olayın kendisine, hem de şeytanın
kurnazlığıyla ilgili inanışlarımıza aykırı görünüyordu.
Bunun gibi bir sürü düşünce, bunun şeytanın işi olduğuna dair kuruntuları
kafamdan atmamı sağladı. Bunun ardından da hemen, o zaman o izin daha tehlikeli
başka bir yaratığa, örneğin karşıda gördüğüm kara parçasından gelen bazı
vahşilere ait olması gerektiği sonucuna vardım; kanolanyla denizde dolaşırken
akıntıyla ya da ters esen bir rüzgârla sürüklenerek adaya çıkmış, ama nasıl ben
onları görmek istemiyorsam, belki onlar da bu ıssız adada kalmayı istemeyip
çekip gitmiş olmalıydılar.
Bu düşünceler aklımda dolaşırken o sırada oralarda olmadığıma ya da sandalımı
görmediklerine sevinerek şükrediyordum; sandalımı görselerdi, adada yaşayan
birilerinin olduğunu anlar ve belki de adanın içlerine doğru girerek beni
ararlardı. Sonra sandalımı
-238-
bulup burada insanlar olduğunu anlamış olabilecekleri aklıma gelince korkudan
kıvranmaya başladım; eğer öyleyse, mutlaka kalabalık bir grup halinde tekrar
gelerek beni öldürüp yerlerdi; beni bulamasalar bile barınağımı bulur, bütün
tahılımı ziyan edip keçilerimin hepsini alıp götürürler, ben de sonunda başka
bir şeyden değil de açlıktan ölürdüm.
Böylece, duyduğum korku bütün dini umutlarımı da alıp götürdü. Tann'ya duyduğum,
O'nun iyiliği sayesinde edindiğim o olağanüstü tecrübelere dayanan güven;
şimdiye kadar mucizelerle beni besleyen Tanrı, sanki kendi bağışladığı yiyeceği
koruyamayacakmış gibi bir anda silinip gitti. Sanki ektiğim ürünü almamı
engelleyecek bir kaza çıkmasına imkân yokmuş gibi ertesi mevsime yetecek kadar
tohum ekmediğim için kendi kendime, tedbirsizliğime kızıyordum. Bundan ders
alarak bir dahaki sefere iki üç yılın ürününü önceden hazırlamaya karar verdim;
böylece ne olursa olsun, hiç olmazsa ekmeksizlikten ölmezdim.
İnsan hayatı kaderin ne garip bir cilvesi-dir! Şartlar değişince insanın içinden
ne de gizli, değişik değişik duygular çıkıyor! Bugün sevdiğimizden ertesi gün
nefret ediyor, bugün aradığımızdan ertesi gün kaçıyor, bugün arzuladığımızdan
ertesi gün korkuyoruz; korkmak ne kelime, düşüncesi bile bizi titretiyor. İşte
ben şimdi, bunun akla gelebilecek en canlı örneği olmuştum; çünkü tek üzüntüm
toplumdan uzak, yapayalnız, uçsuz bucaksız bir okyanusla çevrili, insanlıktan
koparılmış,
-239-
sessiz bir hayata mahkûm edilmiş olmak; Tann'nın, yarattığı canlı cansız tüm
diğer varlıkların arasına sokmaya layık bulmadığı biri olmaktı. Kendi türümden
birini görmenin, ölümden uyanıp tekrar hayata başlamak gibi bir şey, Tann'nın,
yüce kurtuluştan sonra bağışlayabileceği en büyük kutsama olacağını sanıyordum.
Ama şimdi bir insan göreceğim korkusuyla tir tir titriyordum ve adaya ayak
basacak bir insanın sessiz gölgesini ya da kendisini göreceğime yerin dibine
gizlenmeye hazırdım!
İşte insan hayatı böyle değişkendir; ilk şaşkınlığımı biraz atlattıktan sonra bu
durum beni birçok ilginç düşünceye yöneltti. Tann'nın sonsuz bilgeliği ve
iradesinin bana uygun gördüğü hayatın bu olduğunu; tanrısal aklın bütün bunlarla
neyi amaçladığını anlayamayacağımı; dolayısıyla O'nun egemenliğini sorgulamaya
hakkım olmadığını; O'nun yarattıklarından olduğum için beni uygun gördüğü
biçimde yaşatma hakkına sahip olduğunun şüphe götürmediğini; O'nu gücendiren bir
kulu olduğum için de aynı şekilde bana uygun gördüğü cezayı verme hakkının
bulunduğunu; O'na karşı günah işlediğim için bana düşenin, öfkesine boyun eğmek
olduğunu düşündüm.
Sonra Tann'nın yalnız haklı olmakla kalmadığını, her şeyi yapmaya gücünün
yeteceğini, bana ceza verip acı çekmemi uygun gördüğü gibi kurtulmamı da
sağlayabileceğini; beni kurtarmayı uygun görmüyorsa, o zaman bana düşenin,
kendimi sorgusuz sualsiz, bü-
-240-
t
tünüyle ve mutlaka O'nun iradesine teslim etmek olduğunu; diğer taraftan da
Tann'dan umudumu kesmemem gerektiğini, benim görevimin O'na dua etmek, her gün
O'ndan gelebilecek her şeye, bütün buyruklarına boyun eğmek olduğunu düşündüm.
Bu düşünceler beni saatlerce, günlerce, hatta diyebilirim ki, haftalar ve
aylarca meşgul etti. Bu düşüncelerin garip bir sonucunu anlatmadan
geçemeyeceğim. Bir sabah erken saatlerde, yatağımda yatmış, vahşilerin ortaya
çıkmasıyla karşılaşacağım tehlikeleri düşünüp dururken bu olayın beni çok
sarstığını fark ettim; o sırada Kutsal Kitap'taki şu sözler geldi aklıma:
"Sıkıntılı günlerinde Bana sığın, Ben seni kurtannm, sen de Bana şükredersin."*
Bunun üzerine sevinçle yataktan çıktım. Yalnız yüreğim rahatlamamış, kurtuluşum
için Tann'ya içtenlikle dua etme cesaretini de bulmuştum. Duamı bitirdikten
sonra İncil'i aldım ve okumak üzere açtığımda karşıma çıkan ilk sözler şunlardı:
'Tann'ya kulluk et ve sevincini kaybetme, Tann senin yüreğini güçlendirecektir;
derim ki, Tann'ya kulluk et."** Bu sözlerin bana verdiği huzuru ifade etmek
olanaksız. Ben de buna karşılık olarak, minnettar bir şekilde kitabı bıraktım ve
bir daha hiç üzülmedim, hiç olmazsa bu konuda.
Bu düşüncelerin, kuruntulann, endişelerin arasında bir gün, bütün bunlann kendi
uydurduğum bir hayal olabileceğini düşün-
* Zebur, 50:15'ten alıntı. *• Zebur, 27:14'ten alıntı.
-241-
düm; o ayak izi, sandaldan karaya çıkarken bıraktığım kendi ayak izim bile
olabilirdi. Bu düşünce keyfimi biraz daha yerine getirdi ve kendi kendime bütün
bunların bir kuruntu olduğunu, o izin kendi ayak izimden başka bir şey
olamayacağını söylemeye başladım. Sandala o yoldan gidiyordum, yine o yoldan
dönmüş olamaz mıydım? Sonra, sandaldan gelirken nereye basıp nereye basmadığımı
kesin olarak hiçbir şekilde bilemezdim; bu iz en sonunda kendi ayak izim
çıkarsa, insanları korkutmak için türlü hortlak, hayalet hikâyeleri uydurup da
sonra kendileri herkesten daha çok korkan budalalar gibi davranmış olacaktım.
Şimdi cesaretlenmeye, tekrar dışarısını gözetlemeye başlamıştım. Üç gün üç
gecedir şatomdan dışarı adım atmadığım için yiyeceğim iyice azalmıştı; evde
biraz arpa ekmeğiyle sudan başka bir şey ya var ya yoktu. Sonra keçilerimi
sağmam gerektiğini biliyordum; bu benim akşam isimdi. Zavallı hayvanlar sa-
ğılmadıklan için çok acı çekmiş, rahatsız olmuş olmalıydılar. Gerçekten de
kimisi hastalanmış, kimisinin de sütü çekilmişti.
Böylece, gördüğüm izin kendi ayak izimden başka bir şey olamayacağı inancıyla
kendimi yüreklendirerek, artık neredeyse kendi gölgemden korkacağımı düşünerek
tekrar dışarı çıktım ve sürümü sağmak için kır evime gittim. Ama ne biçim bir
korku içinde ilerlediğimi, sık sık dönüp arkama baktığımı, her an sepetimi
bırakıp canımı kurtarmak için kaçmaya hazır olduğumu gören biri, ya kötü bir
-242-
I
suç işlediğimi, ya da az önce beni çok korkutacak bir olay yaşadığımı sanırdı;
gerçekten de öyleydi ya.
Bununla birlikte, iki üç gün böyle gidip geldikten sonra hiçbir şey göremeyince,
biraz daha cesaretlenmeye ve bütün her şeyin benim kendi kuruntumdan başka bir
şey olmadığını düşünmeye başladım. Ama tekrar kıyıya gidip o izi görmeden, kendi
ayağımla ölçüp uyup uymadığına bakmadan, ayak izinin bana ait olduğundan tam
olarak emin olamıyor-dum. İzin bulunduğu yere vardığımda birincisi, sandalı
bıraktığımda kıyının o civarına adımımı bile atmış olamayacağımı açıkça gördüm;
ikincisi, ayağımla izi ölçtüğümde iz ayağımdan epey büyük çıktı. Bu ikisi kafamı
yine endişelerle doldurdu ve son derece canımı sıktı; öyle ki, sıtmaya
yakalanmışım gibi titremeye başladım. Kıyıya bir ya da daha çok insanın
geldiğine iyice inanarak eve döndüm. Kısacası, adaya insanlar gelmişti ve ben
daha ne olduğunu anlamadan karşıma çıkabilirlerdi; ben ise güvenliğimi sağlamak
için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
İnsan korkuya kapıldığında ne gülünç kararlar veriyor! Korku, insanı kurtuluş
için aklın gösterdiği yollardan yararlanmaktan alıkoyuyor. Kendi kendime
önerdiğim ilk çözüm; düşman onları bulup da yağmalamak umuduyla sık sık adaya
gelmesin diye ağıllarımı yıkıp evcil keçilerimi ormana salmaktı; sonra aklıma
gelen bir başka aptalca şey de ekinimi bulup yine adaya dadanmasınlar diye iki
tarlamı da bozmaktı; sonra da adada
-243-
birilerinin yaşadığını gösterecek herhangi bir şey bulup da yaşayanları aramaya
kalkmasınlar diye çardağımı ve çadırımı da yıkmayı düşündüm.
Bunlar eve döndüğüm ilk geceki düşüncelerimin ürünüydü; o sıra kapıldığım korku
daha yeniydi ve kafam da, dediğim gibi türlü türlü kuruntularla doluydu.
Tehlikeyle karşılaşma düşüncesi, tehlikenin kendisi gözümüzün önündeyken
duyduğumuzdan bin kat daha korkutucudur. Bir kötülükten duyduğumuz endişe, o
kötülüğün kendisinden çok daha ağır bir yüktür. Bütün bunların en kötüsü, bu
sıkıntılar içinde beni rahatlatacağını umduğum, önceden Tann'ya duyduğum
güvenden şimdi yoksun olmamdı. Yalnız Filistinlilerin kendisine karşı
gelmesinden değil, Tann'nın da ondan yüz çevirmesinden yakman Saul gibi*
hissediyordum kendimi; çünkü bu sefer, önceden yaptığım gibi beni koruması ve
kurtarması için acılar içinde Tann'ya yakarmak, O'nun iradesine sığınmak gibi
beni rahatlatacak yollara başvurmamıştım; oysa bunu yapmış olsaydım, bu yeni
olay karşısında hiç olmazsa daha yürekli olur, belki de daha büyük bir
kararlılıkla bunu atlatabilirdim.
Bu karmakarışık düşünceler yüzünden bütün gece gözüme uyku girmedi; ama
sabahleyin uyuyakalmışım. Zihnim bir hayli yorgun, ruhum da bitkin olduğundan
deliksiz uyumuşum; uyandığımda bir gece öncesinden çok daha iyi hissettim
kendimi. Sakin
Samuel 28:15.
-244-
sakin düşünmeye başladım ve uzun uzadıya kendi kendimi sorguladıktan sonra,
karşıda gördüğüm anakaradan pek de uzak olmayan bu son derece güzel, verimli
adanın sandığım kadar ıssız olmadığı; adaya yerleşmiş insanlar olmasa bile ara
sıra isteyerek ya da istemeyerek, ters rüzgârlara kapılan sandalların bu
kıyılara gelebileceği; on beş yıldır burada yaşadığım halde henüz bir insanın ne
kendisine, ne de gölgesine rastlamadığım; bir şekilde buraya sürüklenmişlerse
bile, yerleşmeye hiç de elverişli görmeyerek gelir gelmez dönmüş olabilecekleri;
düşünebileceğim en büyük tehlikenin, karşıda gördüğüm kara parçasında yaşayan
bazı insanların, kendi iradeleri dışında, bir tesadüf eseri buraya sürüklenmiş
olabilecekleri; burada hiç kalmadıkları ya da akıntının dönmesini ve havanın
aydınlanmasını beklemek için kıyıda en fazla bir gece geçirdikleri, ertesi gün
de ellerinden geldiğince çabuk adayı terk ettikleri; dolayısıyla vahşilerin
adaya çıkması ihtimaline karşı elimden gelecek tek şeyin kendime güvenli bir
gizlenme yeri yapmak olduğu sonucuna vardım.
Şimdi mağaramı o kadar büyüttüğüm, duvarımla kayanın birleştiği yerin dışına
açıldığını söylediğim bir kapı yaptığım için büyük bir pişmanlık duyuyordum.
Bunu uzun uzadıya düşündükten sonra duvarımın dışına, bundan aşağı yukan on iki
yıl önce iki sıra ağaç diktiğimi söylediğim yere, yine yanm daire şeklinde,
ikinci bir korunak daha yapmaya karar verdim. Bu ağaçlar önceden çok sık
-245-
dikilmiş olduklarından, daha sık ve sağlam olmaları için, yalnız aralarına
birkaç kazık çakmak ikinci duvarımın da çabucak bitmesi için yeterli olacaktı.
Böylece, artık iki duvarım oldu. Dış duvarımı kereste parçalan, eski halatlar ve
duvarı sağlamlaştıracağını düşündüğüm her türlü şeyle iyice kalınlaştırdım ve
kolumun geçebileceği kadar yedi küçük delik bıraktım. Mağaramdan çıkardığım
topraklan getirip iç taraftan duvann dibine yığdım, üzerlerini de ayağımla
ezerek duvarımı on ayaktan daha fazla kalınlaştırdım; duvardaki deliklere de
gemiden çıkarmış olduğumu söylediğim yedi adet piyade tüfeğini yerleştirdim.
Bunlan top kundağına benzer ayaklıklar üzerine koyarak top gibi dizdim; böylece
iki dakika içinde yedisini birden ateşleyebilecektim. Bu duvan bitirmek için
aylarca emek verdim ama tamamıyla bitene kadar yine de hiçbir zaman kendimi
güvende hissedemedim.
Bu iş tamamlandıktan sonra, duvarımın dışında kalan geniş bir alana, her yönden,
çok çabuk büyümekle birlikte, dayanıklı olduğunu bildiğim kazıklardan ya da daha
doğrusu sepetçi söğüdüne benzer ağaçlardan diktim, her tarafı bunlarla
doldurdum; öyle ki, bunlardan yirmi bin tane bile dikebilirdim. Düşmanlar dış
duvanma yaklaşmaya kalkarsa, fidanlann arasında gizlenemesin-ler, onlan
rahatlıkla görebileyim diye de duvarımla bu fidanlar arasında oldukça geniş bir
açıklık bıraktım.
Böylece, iki yıl içinde evimin önünde sık
-246-
bir fidanlığım; beş altı yıl içinde gerçekten de aşılması çok zor, kocaman, sık
bir koruluğum olmuştu; artık her kim olursa olsun, hiçbir insan, bu ağaçlığın
arkasında bir şeyler olduğunu, hele bir ev bulunduğunu asla anlayamazdı.
Ağaçlann arasında bir geçit bırakmadığım için girip çıkarken iki merdiven
kullanıyor, birinci merdivenle kayanın alçak tarafına tırmanıp içeri giriyor,
sonra öbür merdiveni de oraya yerleştiriyordum. Böylece iki merdiven de
kaldınldığında hiçbir insan kendine zarar vermeden benim yanıma inemez, inse
bile hâlâ ikinci duvanmın dışında kalmış olurdu.
Böylece kendimi korumak için bir insanın alabileceği her türlü tedbiri almıştım
ve sonunda görüleceğf gibi bu tedbirler hiç de boşu boşuna alınmamıştı; yine de
o zamanlar korktuğum bu bir tek şeyden başka şeyler de olabileceğini hiç
düşünememiştim.
Bu işler yapılırken diğer işlerime pek de ilgisiz kalmış sayılmam; çünkü küçük
keçi sürüm için çok endişeleniyordum. Şimdi sadece barut ve saçma harcamadan her
durumda beslenmemi sağlayacak, kendime yetecek büyüklüğe ulaşmış hazır bir
kaynak olmakla kalmıyor, yabankeçilerinin arkasından koşmanın yorgunluğundan da
kurtanyordu beni ve bunlan kaybedip yenilerini yetiştirmek zorunda kalma
fikrinden hiç hoşlanmıyordum.
Bu amaçla uzun uzadıya düşündükten sonra, keçilerimi korumak için ancak iki yol
bulabildim: Birincisi, yerin altına mağara kazmaya elverişli başka bir yer
bulmak ve ke-
-247-
çileri her gece oraya götürmekti; diğeri ise birbirinden uzak iki üç küçük
toprak parçasını çitle çevirmek ve elimden geldiğince gizlediğim bu yerlerin her
birinde, beş altı yavru keçi tutmaktı. Böylece büyük sürünün başına bir felaket
gelecek olursa, diğerleri sayesinde çok uğraşmadan ve vakit kaybetmeden yeni bir
sürü yetiştirebilirdim. Bir hayli zaman ve emek gerektirmekle birlikte, en
mantıklı çözümün bu ikincisi olduğunu düşündüm.
Bir süre adanın en gizli yerlerini aramakla uğraştım ve tam da gönlüme göre,
gözden ırak bir yer buldum. Bir keresinde, adanın doğu tarafından dönmeye
uğraşırken kaybolduğumu söylediğim, derin ve sık ağaçlık alanın ortasında, sulak
bir yerdi. Burada üç dönüme yakın, etrafı neredeyse doğal bir çitle çevrilmiş
gibi ağaçlarla kuşatılmış, açık bir alan buldum; en azından daha önceki yerlerde
çit yaparken uğraştığım kadar emek istemiyordu.
Hemen bu yer üzerinde çalışmaya başladım ve bir ay geçmeden bütün çevresini
çitle öyle bir kapadım ki, artık ilk başta olduğu kadar vahşi olmayan sürüm
bunun içinde bir hayli güvende olacaktı. Böylece, daha fazla gecikmeden, on dişi
yavruyla iki erkek yavruyu buraya getirdim. Keçileri yerleştirdikten sonra,
diğeri gibi sağlam olana kadar bu çit üzerinde de çalıştım. Bununla birlikte, bu
sağlamlaştırma işini daha çok boş zamanlarımda yaptığım için bir hayli uzun
sürdü.
Bütün bu çabalarım, gördüğüm tek bir
-248-
ayak izinin uyandırdığı korkular yüzündendi; çünkü henüz adaya yaklaşan tek bir
insan bile görmemiştim. Şimdi, iki yıldır içimde bu tedirginlikle yaşıyordum ve
bu tedirginlik, sürekli korkunun pençesinde yaşamanın ne demek olduğunu
bilenlerin çok iyi anlayabileceği gibi, eskiye oranla, hayatı bana zehir
ediyordu. Şunu da üzülerek belirtmem gerekiyor ki, zihnimdeki bu huzursuzluğun
dini düşüncelerim üzerinde de çok büyük bir etkisi olmuştu; çünkü vahşilerin ya
da yamyamların eline düşmek korkusu ruhumda öyle bir baskı yaratıyordu ki,
Yaradanıma karşı kulluk edecek kuvveti kendimde çok az bulabiliyordum, en
azından eskiden alışkanlık haline getirdiğim gönül rahatlığı ve ruh bütünlüğüyle
kulluk edemiyordum. Tann'ya daha çok, tehlikeyle kuşatılmış ve geceleyin
öldürülüp sabaha sağ çıkamamak korkusuyla, acılar içinde ve kafam karmakarışık
dua ediyordum. Tecrübelerime dayanarak şuna şahitlik ederim ki, dehşet ve
tedirginlik değil de huzur, şükran, sevgi ve bağlılık dolu bir ruh, Tann'ya dua
etmek için çok daha uygundur; bir insanın yaklaşan tehlike karşısında gönül
rahatlığıyla Tann'ya dua etmesi hasta yatağında tövbe etmesinden daha kolay
değildir. Çünkü hastalığın vücudu etkilemesi gibi bu huzursuzluk da ruhu
etkiliyor ve iç huzursuzluğu da kesinlikle vücudun çektiği acılar kadar büyük
bir engel; hatta Tann'ya dua etmek vücutla değil de ruhla ilgili bir eylem
olduğu için bunlardan daha büyük bir engel bile olabilir.
-249-
Ama öykümüze devam edelim. Hayvanlarımın bir kısmını bu şekilde güven altına
aldıktan sonra, böyle gözden ırak bir yer daha bulmak için bütün adayı dolaştım.
Batıya doğru, adanın daha önce hiç bulunmadığım yerlerine giderken denize
baktığımda denizin üzerinde, çok uzaklarda bir sandal gördüğümü sandım. Gemiden
kurtardığım denizci sandıklarının içinde bir iki dürbün bulmuştum, ama o an için
yanımda değillerdi; bu nesne de o kadar uzaktaydı ki, gözlerim yorulana kadar
uzun süre bakmış olmama rağmen hiçbir şeye benzetemedim. Bir sandal olup
olmadığını bilmiyorum; ama tepeden indikçe artık bu şeyi göremez oldum ve daha
fazla ilgilenmedim; yalnız bundan sonra cebime bir dürbün koymadan dışarı
çıkmamaya karar verdim.
Tepeden inip de adanın daha önce hiç gelmediğim bir ucuna varır varmaz, adada
bir ayak izi görmenin sandığımın aksine hiç de garip* bir şey olmadığını
anladım. Tam tersine, adanın vahşilerin hiç uğramadığı bir tarafına düşmüş olmam
Tanrı'nın bir takdiriydi. Bu yana düşmüş olsaydım, biraz ilerideki anakaradan
gelip adanın bu kıyılarına sığınan kanolardan daha sık görülen bir şey
olmadığını; aynı şekilde farklı grupların sık sık karşılaşıp savaştığını, galip
gelenlerin esirlerini bu kıyıya getirdiğini ve hepsi de yamyam oldukları için,
korkunç gelenekleri uyarınca esirleri öldürüp yediklerini kolayca anlayacaktım;
işte artık bunları anlatacağım.
Yukarıda söylediğim gibi, tepeden kıyıya
ORHAN K
. AN KEM^bL
İL HALK KÜTÜPHANESİ
inip de adanın güneybatısına vardığımda şaşkınlıktan donakaldım; kumsala
saçılmış ka-fataslannı, elleri ayakları ve insan vücudundaki diğer kemikleri
gördüğümde düştüğüm dehşeti ifade etmem mümkün değil. Ayrıca, ateş yakılan bir
yer ve horoz dövüşlerinin yapıldığı yerlerdeki gibi daire şeklinde kazılmış bir
çukur gördüm; burası alçak vahşilerin, kardeşlerinin etiyle kendilerine
insanlıkdışı ziyafetler çekmek için oturdukları yer olmalıydı.
Gördüğüm bu şeyler karşısında o kadar şaşırmıştım ki, uzun bir süre benim de
tehlikede olduğum aklıma gelmedi. Daha önce sık sık duymuş olmama rağmen hiç bu
kadar yakından görmediğim, böyle insanlıkdışı, cehenneme yaraşır'bir zalimliğe,
insan doğasının soysuzlaşmasına duyduğum dehşetle bütün korkularım bir anda
aklımdan uçup gitmişti. Kısacası, yüzümü bu korkunç görüntüden öte yana
çevirdim. Midem bulanmaya başladı; doğa midemdeki bozukluğu dışan atmamı
sağladığı sırada neredeyse bayılacaktım. Acayip bir şekilde kusarak biraz
rahatladım; ama orada daha bir saniye bile kalmaya tahammül edemeyecektim; bu
yüzden hızla kendimi yine tepeye attım ve evime doğru yola çıktım.
Adanın o bölgesinden biraz uzaklaşınca, şaşkınlıktan bir süre olduğum yerde
durdum; kendimi toparladıktan sonra ruhum sevgiyle dolup gözlerimden yaşlar
boşanarak yukarı baktım. Beni dünyanın, böyle korkunç yaratıklardan ayrı
tutulacağım bir ye-
-251-
rinde barındırdığı; şimdiki durumumu çok sefil bulmama rağmen yine de şikâyet
etmekten çok şükretmemi gerektirecek, rahat yaşayabileceğim birçok şey
bağışladığı; ve hepsinden önemlisi bu sefil durumda bile O'nun varlığından
haberdar olduğum ve O'nun bana mutluluk vermesini umut edebildiğim -şimdiye
kadar çektiğim ve bundan sonra çekeceğim bütün sıkıntıları yeterince telafi
edebilecek bir mutluluk- için Tann'ya şükrettim.
Bu minnet dolu düşüncelerle şatoma döndüm ve artık güvenliğim açısından kendimi
önceden olduğumdan çok daha rahat hissetmeye başladım; çünkü bu alçakların adaya
asla bir şeyler ele geçirmek için gelmediklerini anlamıştım; belki de hiçbir şey
aramıyor, istemiyor, ummuyorlardı; hiç şüphesiz, birçok defa adanın gizli
ormanlık bölgelerinde de bulunmuş, ama işlerine yarayacak bir şey
bulamamışlardı. Neredeyse on sekiz yıldır buradaydım ve adanın bu kısmında daha
önce en ufak bir ayak izine bile rastlamamıştım; onlara kendimi göstermezsem
burada şimdiki gibi tam bir gizlilik içinde, bir on sekiz yıl daha
yaşayabilirdim; kendimi göstermem için de hiçbir neden yoktu. Tek yapmam
gereken, kendimi tanıtmaya değecek, bu yamyamlardan daha iyi yaratıklarla
karşılaşıncaya kadar saklanmaktı.
Sözünü ettiğim bu alçak vahşilerden ve birbirlerini parçalayıp yemek gibi adice
ve in-sanlıkdışı geleneklerinden öyle tiksinmiştim ki, bu olayın üzerinden
neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ üzüntümü yene-
-252-
miyor, yaşadığım çevreden pek uzaklaşamı-yordum. Yaşadığım çevre derken, üç
çiftliğimi yani, şatomu, çardak dediğim kır evimi ve ormanlardaki keçi
ağıllarımı kastediyorum. Ormandaki yeri artık sadece keçi ağılı olarak
kullanıyor, başka da bir şey ummuyordum; çünkü doğa, bu cehennem yaratıklarına
karşı içimde öyle bir nefret uyandırmıştı ki, onlarla karşılaşmaktan, şeytanı
görmekten korktuğum kadar korkuyordum. Bütün bu süre içinde gidip kayığıma da
bakmadım; kendime başka bir kayık yapmayı düşünüyordum. Adanın çevresinden
dolaştırarak kayığımı buraya getirmeye kalkışamazdım; çünkü denizde bu
yaratıklarla karşılaşıp da ellerine düşersem, başıma geleceği biliyordum.
Bununla birlikte, bu insanların beni bulma ihtimali olmadığı düşüncesi, zamanla
onlar yüzünden duyduğum tedirginliği yavaş yavaş sildi ve eskiden olduğu gibi
gönül rahatlığıyla yaşamaya başladım. Yalnız arada şöyle bir fark vardı ki,
içlerinden biri beni görmesin diye daha dikkatli davranıyor, gözümü sürekli açık
tutuyordum; özellikle de o sırada adada olup duyabilirler diye tüfeğimi ateşleme
konusunda çok daha sakıngan dav-ranıyordum. Dolayısıyla, bir keçi sürüsü
yetiştirmiş olmak ve artık korulukta avlanmak ya da ateş etmek zorunda kalmamak
benim için tam bir şans olmuştu. Bundan sonra keçi tutacak olursam, bunu önceki
gibi tuzaklarla yapıyordum. Bu yüzden, iki yıl boyunca, sanırım, tüfeğimi hiç
ateşlemedim. Ama asla dışarı tüfeksiz çıkmıyordum; dahası, gemiden
-253-
çıkardığım üç tabancadan en azından ikisini, keçi derisinden kemerime sokarak
daima yanımda taşıyordum. Ayrıca, gemiden çıkardığım büyük kılıçlardan birini
parlattım ve onu da taşımak için kendime bir kemer daha yaptım. Böylece daha
önce anlattığım görünüşüme, iki tabancayla kemerime takılı, kını olmayan, büyük
palayı da eklerseniz, dışarıda dolaştığımda ne korkunç göründüğümü tahmin
edersiniz.
Dediğim gibi, işler bir süre böyle giderken, aldığım tedbirler dışında eski
sakin, huzurlu yaşamıma döner gibi oldum. Bütün bunlar; bazı insanlannkiyle,
hatta, Tann'nın bana da verebileceği birçok hayatla karşılaştırılacak olursa,
durumumun sefil olmaktan ne kadar uzak olduğunu gittikçe daha iyi gösteriyordu.
Bunun üzerine, insanlar kendilerim daha iyi durumdakilerle karşılaştırarak
sızlanıp şikâyet edeceklerine, daha kötü durumda olanlara bakarak şükretselerdi,
hayatta pek az üzüntü kalırdı diye düşünmeye başladım.
Şu anda, gerçekten de ihtiyacım olan çok fazla bir şey yoktu; ama bu alçak
vahşilere karşı duyduğum korku ve kendimi korumak için endişe edip durmam, kendi
rahatım için yapacağım bir sürü şeyi yapmama engel oluyordu. Bir ara üzerinde
epeyce düşündüğüm çok güzel bir tasarımı da bir kenara bırakmak zorunda
kalmıştım. Bu tasan, arpamın bir kısmından malt yaparak kendime biraz bira
yapmayı denemekti. Bu aslında saçma bir düşünceydi ve budalalığım yüzünden
çoğunlukla kendime kızıyordum; çünkü bira
-254-
yapmak için gerekli birçok şeyden yoksun olduğumu ve bunları elde etmenin de
imkânsız olduğunu görüyordum. İlk olarak birayı saklamak için fıçı gerekiyordu
ve daha önce de anlattığım gibi, günlerce değil, haftalarca, aylarca uğraşmış
olsam bile yine de yapmayı beceremediğim bir şeydi bu. İkincisi, ne birayı
tutacak şerbetçiotu, ne mayalayacak maya, ne de kaynatacak kazan ya da tencerem
vardı. Bütün bunlar bir yana, bu hisler -vahşiler yüzünden kapıldığım dehşet ya
da korku demek istiyorum- araya girmeseydi, bu işe girişebilir ve belki
gerçekleştirebilirdim bile; çünkü bir işi bir kere kafama koyup da
gerçekleştirmediğim pek nadir oluyordu.
Ama şimdi aklım bambaşka bir şeye işliyordu; gece g'ündüz tek düşündüğüm, bu
canavarlardan birkaçını tam da o zalim, kanlı eğlencelerinin ortasında yakalayıp
öldürebil-mek; elimden gelirse, yemek için buraya getirdikleri kurbanlarını da
kurtarmaktı. Bu yaratıkları yok etmek ya da hiç olmazsa bir daha buraya
gelemeyecekleri kadar korkutmak için kurduğum ya da tasarladığım kumpasları tek
tek anlatmaya kalksam, bu kitap düşündüğümden çok daha kalın olur. Ama hepsi
boşunaydı; ben kendim oraya gitmedikçe hiçbir şeyin etkisi olmazdı. Belki yirmi
otuz kişilik bir grup olan, mızraklanyla, okları ve yaylanyla benim tüfekle
aldığım kadar iyi nişan alabilen bu vahşiler arasında tek bir adamın elinden ne
gelirdi?
Zaman zaman ateşlerini yaktıkları yerin altına bir çukur kazıp içine de iki üç
kilo ba-
-255-
rut koymayı düşünüyordum, böylece ateşlerini yaktıkları zaman hepsi birden
havaya uçardı. Ama birincisi, yalnız bir fıçı kalan barutumu onlara harcamaya
gönlüm elvermiyordu; ayrıca onları hiç beklemedikleri bir anda yakalayıp tam
zamanında patlayacağından da emin olamazdım; patlasa bile en iyi ihtimalle
kulaklarının dibinde patlar, onları biraz korkutmaktan öteye gidemez ve bu da
adayı bir daha hiç dönmemek üzere terk etmelerine yetmezdi. Böylece bu fikirden
vazgeçtim; sonra tüfeklerimi doldurarak uygun bir yerde pusuya yatmayı düşündüm;
böylece tam kanlı törenlerinin ortasında, her atışta iki üç tanesini
öldürebileceğim ya da yaralayabileceğim-den emin olduğum bir anda üzerlerine
ateş edebilir, sonra üç tabancam ve kılıcımla üstlerine atılarak yirmi kişi
olsalar bile hepsini rahatça öldürebilirdim. Birkaç hafta boyunca bu hayalle
oyalandım durdum; bu düşünce kafamı o kadar meşgul ediyordu ki, sık sık rüyama
da giriyor ve bazen kendimi tam onlara ateş açmak üzereyken görüyordum.
Bu düşünceyi öyle ileri götürdüm ki, birkaç gün boyunca pusuya yatıp, dediğim
gibi onları gözetleyebileceğim yerler bulmaya uğraştım. Sık sık, artık bana
yabancı gelmeyen, o kemikleri gördüğüm yere de gidiyordum. Zihnim sürekli
intikam alma ve diyebilirim ki, bu vahşilerin yirmisini otuzunu birden kılıçtan
geçirme düşüncesiyle dolu olduğu için, bu yere ve zalim vahşilerin birbirlerini
yediklerini gösteren işaretlere karşı duyduğum korku da azalmıştı.
-256-
En sonunda, tepenin eteğinde, kayıklarının geldiğini görene kadar güven içinde
bekleyebileceğime inandığım bir yer buldum; onlar daha karaya çıkmadan kimseye
görünmeden ağaçlıklara gidebilir ve iyice gizlenebileceğim kadar büyük bir ağaç
kovuğuna girebilirdim. O kovukta oturup kanlı eylemlerini gözetlerken
birbirlerine iyice yakın oldukları bir sırada, tam kafalarına nişan alabilirdim;
bu konumdayken ıskalamak ya da ilk atışta üç ya da dördünü yaralayamamak mümkün
değildi.
Böylece, tasarımı bu yerde uygulamaya karar verdim ve buna uygun olarak iki
piyade tüfeğimle av tüfeğimi hazırladım. İki piyade tüfeğimi, ikişer tüfek
kurşunu ve dört beş tane de daha küçük, tabanca kurşunuyla; av tüfeğimi de
neredeyse bir avuç en büyük boy domuz saçmasıyla doldurdum. Tabancalarımın her
birine de dörder kurşun koydum; bu şekilde, yanıma ikinci, üçüncü kez ateş
etmeye de yetecek kadar cephane alarak yolculuğa çıkmaya hazırlandım.
Bu şekilde planımı kurup kafamda provasını da yaptıktan sonra, her sabah, şatom
dediğim evimden aşağı yukarı beş kilometre ötede, belki daha bile uzakta kalan
tepeye giderek adaya gelmiş ya da yaklaşmakta olan bir kayık olup olmadığına
bakmaya başladım. Ama iki üç ay bu gözetleme işini sürdürdüğüm halde, hep elim
boş döndüğümden bu zor görevden bıkmaya başladım; bütün bu süre içinde yalnız
kıyıda değil, gözlerim ve dürbünümle taradığım koca okyanusta bile en ufak bir
şey görememiştim.
-257-
Çevreyi gözetlemek için her gün o tepeye gidip geldiğim sürece tasarıma olan
inancım kuvvetli bir şekilde devam ediyor ve ilk başta bu insanların anormal
geleneklerine karşı duyduğum dehşetle, müthiş bir öfkeye kapıldığımdan beri
kafamda hiç tartmadığım bir suçtan dolayı yirmi otuz çıplak vahşiyi öldürmek
gibi gözü dönmüş bir eylem için cesaretimi de hiç kaybetmiyordum. Oysa ki, kendi
iğrenç ve rezil tutkularından başka kılavuzları olmayan, dolayısıyla çağlardır
böyle çirkin işler yapmaya, korkunç töreler edinmeye terk edilmiş bu insanlar da
Tann'mn bilge iradesiyle düzenlediği dünya içinde yine ilahi takdirin bir
ürünüydüler. Onları böyle davranmaya, cehenneme yaraşır bir soysuzlukla hareket
etmeye yönelten, Tann'nın büsbütün terk ettiği bir doğadan başka bir şey
değildi. Ama artık, dediğim gibi, uzun bir süredir her sabah boşu boşuna
çıktığım bu verimsiz yolculuktan usanmaya başlayınca bu eylemin kendisiyle
ilgili görüşlerim de değişmeye başladı; ben de yapacağım işi daha serinkanlı,
daha sakin bir şekilde düşünmeye yöneldim. Tann'nın çağlar boyunca acı
çekmelerine, hiçbir ceza almadan birbirleri üzerinde O'nun yargılarının
uygulayıcısı olmalarına izin verdiği bu insanları suçlu olarak görme, öldürerek
cezalandırma hakkını ve yetkisini bana kim vermişti? Bu insanlar bana karşı suç
işlemekten ne kadar uzaktı; yerli yersiz birbirlerini öldürüp kan döktükleri
için gidip onlarla kavgaya tutuşmaya ne hakkım vardı? Bu konuyu kafamda sık sık
şöyle sorguluyor-
-258-
dum: Tann'nın bu konudaki görüşünü nereden biliyordum? Bu insanların bunu
yaparken bir suç işlediklerini düşünmedikleri, böyle bir şeyin vicdanlarına ya
da bildiklerine aykırı olmadığı apaçık ortadaydı. Bunun bir suç olduğunu
bilmiyor ve böylece, bizim de işlediğimiz birçok günahta olduğu gibi, bilmeden
ilahi adalete karşı çıkıyorlardı. Biz bir öküzü kesmeyi nasıl günah saymıyorsak,
onlar da savaş esirlerini öldürmeyi günah saymıyorlar; biz nasıl koyun eti
yiyorsak, onlar da insan eti yiyorlardı.
Bunu biraz.düşününce, doğal olarak bu işte kesinlikle yanıldığım; bu insanların
önceden düşündüğüm anlamda katil olmadıkları; savaşta esir aldıklarını öldüren
ya da birçok durumda olduğu, sıklıkla görüldüğü gibi silahlarını bırakıp teslim
oldukları halde koca bölükleri amansızca kılıçtan geçiren Hıristi-yanlardan daha
suçlu sayılmayacakları sonucuna vardım.
Ayrıca bu insanların birbirlerine karşı davranışları ne kadar hayvanca, ne kadar
in-sanlıkdışı olursa olsun, beni hiç ilgilendirmediğini; çünkü bana hiçbir
zararlarının dokunmadığını düşündüm. Bana saldırmış olsalar ya da kendimi
savunmak için onlara saldırmak zorunda kalsaydım, buna bir şey denemezdi; ama
erişemeyecekleri bir yerde olduğum, gerçekten de benden haberleri bile
bulunmadığı ve sonuç olarak benimle ilgili hiçbir niyetleri olmadığı için onlara
saldıra-mazdım. Bunu yapmak İspanyolların Amerika'da gerçekleştirdiği
barbarlığı; puta tapan,
-259-
barbar, geleneklerinde insan kurban etmek gibi kanlı ve acımasız ritüelleri
bulunmakla birlikte, yine de İspanyollara göre çok masum kalan milyonlarca
insanı öldürmüş olmalarını haklı çıkarmak olurdu. O zaman İspanyolların bu
insanları kendi topraklarından söküp atması, İspanyolların kendi aralarında bile
tiksinti ve nefretle karşılanmış; Avru-pa'daki diğer Hıristiyan ülkelerde de
gerek insanlık, gerek Hıristiyanlığa özgü merhamet, gerekse Tanrı inancıyla
bağdaşmayacak, kanlı ve aşın bir zalimlik, düpedüz kasaplık olarak görülmüştü.
Öyle ki, İspanyollar bütün insanların en korkuncu diye anılmaya başlamış,
İspanya Krallığı ise şefkat ilkesinden ya da iyiliğin bir işareti olarak görülen
düşkünlere karşı acıma duygusundan uzak insanlar yetiştiren bir ülke olarak
ünlenmiş-ü.
Bu düşünceler gerçekten de önce bir duraksamama sebep oldu, sonra da elimi
kolumu tamamen bağladı; yavaş yavaş taşanlarımdan vazgeçmeye başladım. Vahşilere
saldırma karan alarak yanlış adım atmış olduğum; ilk önce onlar bana
saldırmadıkça işlerine kanşmamam gerektiği; benim işimin mümkün olduğunca
onlardan uzak durmak olduğu sonucuna vardım; ama olur da beni görüp saldınrlarsa
o zaman ne yapacağımı biliyordum.
Öte yandan, böyle bir hareketin kendimi kurtarmaya değil, tam tersine tamamen
yok etmeye yarayacağını düşünüyordum. Çünkü sadece o sırada adada olanlan değil,
daha
-260-
sonra gelecek olanlann da hepsini öldürmediğim sürece, elimden kaçıp
kurtulanlar, ülkelerine dönüp neler olduğunu anlatacak ve sonra da arkadaşlannın
intikamını almak için binlerce kişi birden gelecek ve böylece ortada hiçbir
sebep yokken kendi ölümümü kendi ellerimle hazırlamış olacaktım.
Bütün bu düşünceler üzerine, gerek ahlak, gerekse benimseyeceğim tutum açısından
bu işe kanşmamam gerektiği sonucuna vardım. Benim işim, ne yapıp edip onlardan
saklanmak ve adada yaşayan bir yaratık -insan demek istiyorum- olduğunu
düşünmelerine sebep olacak en ufak bir ipucu bırakmamaktı.
Bu ölçülü düşüncelerime din de eklenince, birçok bakımdan, bu masum yaratıkları
-bana göre masum demek istiyorum- öldürmek gibi kanlı işlerin kesinlikle benim
işim olmadığı sonucuna vardım. Birbirlerine karşı işledikleri suçlara gelince,
bu beni hiç ilgilendirmezdi. Bu, kendi uluslanm ilgilendiren bir şeydi ve onlan
bütün uluslann yöneticisi olan Tann'nın adaletine bırakmam gerekiyordu; Tann
ulusça işlenen suçlar için hak edilen cezayı vermeyi, böyle topluca suç
işleyenleri uygun gördüğü şekilde topluca yargılamayı bilirdi.
Bunu şimdi öyle bir açıklıkla görüyordum ki, bile bile adam öldürmek gibi
kesinlikle günah sayılacak bu işe girişmediğim için hiçbir şeyden duyamayacağım
kadar büyük bir gönül rahatlığı duyuyordum. Diz çöküp beni böyle kanlı bir suç
işlemekten kurtaran Tan-
-261-
n'ya en içten şükranlarımı sundum. Beni bu vahşilerin ellerine düşmekten
koruması ya da Tanrı tarafından, kendi canımı korumak gibi daha geçerli bir
sebep çıkmadan, elimi kana bulamaktan beni esirgemesi için Tann'ya yalvardım.
Bundan sonra, bir yıla yakın bu düşüncelerimi sürdürdüm. Bu vahşilere saldırmak
için bir fırsat kollamaktan o kadar uzaktım ki, bütün bu zaman içinde, onlara
karşı kurduğum kumpaslar tekrar aklıma gelmesin ya da bir fırsat doğacak olursa,
üstlerine saldırmaya kalkmayayım diye gelip gelmediklerini, adaya çıkıp
çıkmadıklarını öğrenmek için bir kere bile tepeye gitmedim. Yaptığım tek şey,
adanın diğer tarafında kalan kayığımı alıp adanın etrafından dolaştırarak doğu
kıyısına getirmek, yüksek bir kayalığın altında bulduğum küçük bir koya sokmak
oldu; akıntı yüzünden vahşilerin buraya gelmeye cesaret edemediklerini, ya da en
azından her ne olursa olsun uğramadıklarını biliyordum.
Kayığımla birlikte, orada bıraktığım her şeyi, buraya gelirken gerekli olmasa
bile, kayık için yaptığım direkle yelkeni, demire benzer şeyi de getirdim; buna
ne demir, ne de çengel diyebilirdim; ama elimden gelenin en iyisi de buydu.
Bütün bunları, adada bir kayık bulunduğuna ya da bir insanın yaşadığına dair en
ufak bir iz, en ufak bir ipucu bırakmamak için getirmiştim.
Ayrıca dediğim gibi her zamankinden daha sakin bir hayat yaşıyor, hücremden pek
seyrek olarak, o da ancak keçileri sağmak,
-262-
koruluktaki küçük sürümle ilgilenmek gibi sürekli yaptığım işler için
çıkıyordum. Koruluktaki sürüm adanın öbür yanında olduğundan tehlikeden oldukça
uzaktı; ara sıra adaya uğrayan bu vahşilerin burada bir şey bulmak gibi bir
umutlan olmadığı; dolayısıyla hiçbir zaman kıyıdan uzaklaşmadıkları apaçık
ortadaydı. Ayrıca önceden olduğu gibi, onlardan korkarak dikkatli davranmaya
başladığımdan beri adaya birkaç kez daha geldiklerine şüphem yoktu. Gerçekten
de, geçmiş günleri düşündüğümde, elimde çoğunlukla sadece küçük saçmalarla
doldurulmuş tek bir tüfekle adanın her tarafını dolaşıp bir şeyler bulma
umuduyla bakmıp durduğum günlerde, tamamen hazırlıksız bir halde onlarla
karşılaşsaydım ya da beni görselerdi, halim ne olurdu diye düşünüp korkudan ür-
periyordum. O tek bir ayak izi yerine, on beş yirmi vahşiye birden rastlasaydım,
nasıl da gafil avlanmış olurdum; hele bir de o hızlı bacaklarıyla beni
kovalamaya başlasalardı, asla ellerinden kurtulamazdım!
Bunca düşünmüş ve hazırlık yapmış olduğum şimdiki halimle karşılaştırınca, öyle
hazırlıksız bir durumda ne yapacağımı; ellerinden kurtulmak bir yana, kendimi
nasıl savunacağıma karar verecek kadar bile aklımın yerinde olmayacağını
düşündükçe bazen içim kararıyor, bu düşünceler öyle canımı sıkıyordu ki, epey
bir zaman geçmeden kendime ge-lemiyordum. Gerçekten de bu konulan ciddi ciddi
düşündükçe üzerime bir karamsarlık çöküyor ve bazen bu durum çok uzun sürü-
-263-
yordu. Ama en sonunda, beni böyle görünmez tehlikelerden kurtardığı, kendi
başıma asla kurtulamayacağım kötülüklerden koruduğu için Tann'ya şükretmeye
karar verdim; çünkü gerçekten de böyle bir tehlikenin ne varlığından, ne de
başıma gelebileceğinden habersizdim.
Bu durum, hayatımız boyunca karşılaştığımız tehlikelerde Tann'nın ne kadar da
merhametli davrandığını ilk olarak görmeye başladığım zamanlarda sık sık aklıma
gelen düşünceleri tazeledi. Hiç haberdar olmadığımız tehlikelerden ne olağanüstü
bir şekilde kurtuluyoruz! Şu yoldan mı, yoksa bu yoldan mı gitmemiz gerektiğine
karar veremediğimiz kuşku ya da tereddüt anlarında gizli bir güç nasıl da bizi
gitmeye niyetlendiğimiz yola değil de öteki yola yöneltiyor? Aklımız,
duygularımız ya da zorunluluk bizi bir yola yönelttiği sırada nereden, nasıl
geldiğini, hangi güçten beslendiğini bilemediğimiz garip bir etki ağır basıyor
ve öteki yola giriyoruz; kendi aklımıza uyup da gitmemiz gerektiğine inandığımız
yola girseymişiz yok olup gideceğimizi sonradan anlıyoruz. Bu ve bunun gibi bir
sürü düşünce üzerine, kendi kendime kesin bir kural belirledim; kafama takılan
böyle sezgi ya da ipuçları için başka bir gerekçe bulamamakla birlikte bir şeyi
yapıp yapmamak, bir yola girip girmemek konusunda ne zaman gizli bir güç ya da
ipucu hissedersem bu gizli buyruğa uyuyordum. Bu davranışın başarıya ulaştığına
dair, hayatımdan, özellikle de bu uğursuz adadaki hayatımın ikinci yansından pek
-264-
çok örnek verebilirim; ayrıca bu gözle bak-saydım, dikkatimi çekebilecek birçok
durum da yaşamıştım. Ama insanın aklını başına toplaması için hiçbir zaman geç
sayılmaz; hayatlarında benimki gibi böyle sıradışı -o kadar sıradışı olmasa
bile- olaylar yaşayan bütün akıllı insanlara, hangi görünmez akıldan geliyorsa
gelsin, Tann'nın böyle gizli işaretlerini göz ardı etmemelerini öneririm. Bunu
ne tartışabilirim, ne de açıklayabilirim; ama bunların ruhlar arasındaki
etkileşimin, somut şeylerle soyut şeyler arasındaki gizli bir iletişimin kanıtı
olduğu ve böyle kanıtların tartışmaya gelmediği kesindir. Sırası gelince bu
kasvetli yerdeki yalnız hayatımın geri kalanından kayda değer bazı örnekler de
vereceğim.
Bu endişelerin, sürekli olarak içinde yaşadığım bu tehlikenin ve duyduğum
kaygının, gelecekteki rahatım için yaptığım bütün işlere bir son verdiğini
itiraf edersem, okuyucuların bunu tuhaf bulacağını sanmıyorum. Şimdi
yiyeceğimden çok, güvenliğim için çalışmaya özen gösteriyordum. Gürültüsü
duyulur korkusuyla ne bir çivi çakabiliyor, ne de ağaç kesebiliyor, aynı
nedenden dolayı tüfeğimi kullanmaya ise hiç cesaret edemiyordum; hepsinden
önemlisi, dumanı gündüz vakti çok uzaklardan bile görülebilir ve beni ele verir
diye gönül rahatlığıyla bir ateş bile yakamıyordum. Dolayısıyla çanak, çömlek ve
pipo pişirmek gibi ateş yakmayı gerektiren işlerimi ormanın içindeki yeni yerime
taşıdım; bir süre sonra orada, yerin epeyce altına inen doğal bir mağara
bulduğumda ne kadar se-
-265-
vindiğimi anlatamam. Şunu da söyleyebilirim ki, hiçbir vahşi, bu mağaranın
ağzına gelse bile, içeri girmeyi göze alamazdı; aslına bakılırsa, buraya ancak
benim gibi kendisine güvenli bir sığınak bulmaktan başka bir şey istemeyen biri
gelebilirdi.
Büyük bir kayanın dibinde olan bu mağaranın ağzını mangal kömürü yapmak için
bazı kalın ağaç dallarını keserken, tamamen tesadüf eseri bulduğumu
söyleyebilirdim (bütün böyle şeyleri şimdi Tann'ya yormak için bir sürü nedenim
olmasaydı); ama bunu anlatmadan önce neden mangal kömürü yapma gereği duyduğumu
anlatmalıyım.
Daha önce de söylediğim gibi evimin etrafında duman çıkarmaktan korkuyordum; ama
ekmek yapmadan, yemek pişirmeden de yaşayamazdım. Böylece İngiltere'de gördüğüm
gibi, odunu kararıp kuruyana kadar çim kesekleri altında yakarak kömür elde
etmeyi düşündüm; sonra ateşi söndürüp kömürü eve taşıyacak ve böylece ateş
gereken işleri duman çıkacak diye korkmadan yapabilecektim.
Ama aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Bir gün burada odun keserken çok sık
bir fundalığın arkasında kovuk gibi bir yer gördüm. Merak edip içine bakmak
istedim ve bin bir güçlükle bu kovuğun ağzına ulaştığımda bir hayli büyük
olduğunu gördüm; yani içinde rahatlıkla ayakta durabiliyordum, belki benimle
birlikte bir kişiyi daha bile alabilirdi. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki,
kapkaranlık olan kovuğun biraz daha içlerine
-266-
doğru bakıp da cin mi insan mı, ne olduğunu anlayamadığım bir yaratığın, iki
yıldız gibi parlayarak kovuğun ağzından gelen loş ışığı doğruca yansıtan koca
gözlerini görür görmez, kendimi dışarı zor attım.
Bununla birlikte, bir süre sonra kendimi topladım. Kendi kendime budala, bin
kere budala olduğumu; cin görmekten korkacak adamın, yirmi yıl boyunca bir adada
tek başına yaşayamayacağını söyledim ve o mağarada benden daha korkunç bir şey
olamayacağına kendimi inandırdım. Bunun üzerine cesaretimi toplayıp elime de
büyük bir meşale alarak yine içeri daldım. Daha üç adım bile atmamıştım ki, yine
önceki gibi bir korkuya kapıldım; acılar içindeki bir adamınki gibi bir inilti
duymuştum; bunun ardından da yarı anlaşılır yan anlaşılmaz sözleri andıran bir
ses, sonra gene derin bir inilti geldi. Geri adım attım, gerçekten de öyle
ürkmüştüm ki, her tarafımı soğuk terler basmıştı; başımda şapka olsaydı diken
diken olan saçlarım yüzünden yerinden fırlardı. Ama yine elimden geldiğince
cesaretimi topladım; Tann'nm ve gücünün her yerde olduğunu, beni
koruyabileceğini düşünüp kendimi yüreklendirerek ileri yürüdüm. Başımın biraz
üzerinde tuttuğum meşalenin ışığında, son anlarını yaşayan ya da diyebiliriz ki,
can çekişen ve yaşlılıktan ölmek üzere olan, dev gibi, korkunç bir tekenin yerde
yattığını gördüm.
Dışarı çıkarabilir miyim diye biraz kımıldattım; o da kalkmaya çalıştı, ama gücü
yetmiyordu. Sonra orada yatmasının hiçbir sa-
-267-
loncasının olmadığını; eğer beni korkuttuysa, hâlâ hayattayken oraya gelmeye
yeltenecek vahşileri de korkutabileceğini düşündüm.
Artık şaşkınlığım geçtiğinden çevreme bakınmaya başladım ve mağaranın çok küçük,
on iki ayak genişliğinde olduğunu gördüm; ama ne yuvarlak, ne dört köşe, doğru
dürüst bir şekli yoktu, insan elinden değil, olsa olsa doğanın kendi elinden
çıkmıştı. Ayrıca en dipte, daha da içerilere uzanan bir yer olduğunu gördüm; ama
çok alçak olduğu için dizlerim ve ellerimin üzerinde emekleyerek ilerlemem
gerekiyordu; oranın nereye açıldığını da bilmiyordum. Yanımda hiç mum olmadığı
için bakmaktan vazgeçtim; ama ertesi gün yanıma birkaç mum ve piyade
tüfeklerimden birinin çakmağından yaptığım kav çakmağını da alarak tekrar
gelmeye karar verdim.
Böylece ertesi gün, yanıma kendi yapmış olduğum altı büyük mumu da alarak -artık
keçilerin donyağından çok güzel mumlar yapabiliyordum- yine mağaraya gittim; o
alçak kısmına girdiğimde, dediğim gibi, ellerim ve dizlerim üzerinde neredeyse
on metre sürünmek zorunda kaldım; bu arada yolun uzunluğunu ve ötesinde ne
olduğunu bilmediğimden bunun oldukça gözü pek bir davranış olduğunu düşündüm. Bu
geçitten sonra, mağaranın tavanı, sanırım yirmi ayak yükseldi. Ama adada daha
önce hiç bu kadar muhteşem bir manzara görmediğimi söyleyebilirim; iki mumun
ışığı mağaranın ya da kubbenin duvarlarında sanki yüz binlerce mum varmış gibi
parlıyordu. Bu kayada elmas mı, başka de-
-268-
ğerli taşlar mı, yoksa altın mı vardı, bilmiyordum; ama daha çok altın olduğunu
düşünüyordum.
İçinde bulunduğum yer, anlaşılacağı üzere kapkaranlık olmakla birlikte, kendi
türünde en güzel mağara ya da oyuktu. Zemin kuru ve düzdü; sağda solda çakıl
taşlan olduğundan içeride mide bulandırıcı ya da zehirli yaratıklar olamazdı; ne
duvarlarda ne de tavanda bir ıslaklık ya da nem vardı. Tek zorluğu girişiydi;
bununla birlikte güvenli bir yer, tam istediğim gibi bir sığınak olduğu için bu
mağaranın bana büyük bir rahatlık sağlayacağını düşündüm. Dolayısıyla burayı
bulduğuma gerçekten çok sevinmiştim; güvenliğinden endişe ettiğim bazı
eşyalarımı; özellikle de barutumla yedek silahlarımın hepsini -üç av tüfeğimden
ikisini, sekiz piyade tüfeğimden üçünü- hiç vakit kaybetmeden buraya getirmeye
karar verdim. Böylece şatomda, yalnızca en dıştaki çitime top gibi ateş etmeye
hazır bir şekilde dizdiğim beş tüfeği bıraktım; yolculuğa çıkacak olursam da
bunlardan birini alabilirdim.
Cephanemi taşıdığım sırada denizden çıkardığım, ıslanmış barut fıçısını da açma
fırsatım oldu. Fıçının her tarafından üç dört parmak su girmiş olduğunu, ıslanan
bu kısmın kalıp gibi sertleşerek daha içteki barutu, bir kabuğun çekirdeği
tuttuğu gibi kupkuru tuttuğunu gördüm; böylece bu fıçının ortasında aşağı yukarı
yüz kilo çok iyi barut bulmuştum. Bu, o sırada benim için hoş bir sürpriz oldu;
ne olur ne olmaz diyerek şatom-
-269-
da asla bir iki kilodan fazla barut bırakmadığım için hepsini bu mağaraya
taşıdım. Ayrıca mermi yapmak için kullandığım bütün kurşunu da oraya götürdüm.
Şimdi kendimi, kimse saldıramasın diye mağaralarda ya da kayaların oyuklarında
yaşayan o eski zaman devleri gibi hissediyordum; çünkü burada yaşadığım sürece,
beş yüz vahşi bile peşimde olsa beni bulamayacaklarına ya da bulsalar bile
burada bana saldırmayı göze alamayacaklarına iyice inanmıştım.
Can çekişen yaşlı keçi, burayı bulduğumun ertesi günü mağaranın ağzında öldü.
Çeke çeke dışarı çıkarmaya uğraşmaktansa büyük bir çukur kazmak, keçiyi içine
atıp üstünü de toprakla örtmek daha kolay geldi, böylece kokusundan rahatsız
olmamak için onu oraya gömdüm.
Şimdi bu adada yirmi üç yıldır oturmaktaydım; bu yeri, yaşam tarzımı öyle
benimsemiştim ki, adaya vahşilerin gelip beni rahatsız etmeyeceğinden emin
olsaydım, hayatımın geri kalanını orada geçirmeye, hatta yaşlı keçi gibi son
nefesimi verene, mağaranın içine uzanıp ölene kadar burada yaşamaya seve seve
razı olabilirdim. Ayrıca zamanımı eskiden olduğundan daha güzel geçirmemi
sağlayacak küçük oyunlar ve eğlenceler de bulmuştum. İlk olarak, daha önce de
belirttiğim gibi Poll'a konuşmayı öğretmiştim; buna öyle alışmıştı, öyle
anlaşılır ve düzgün konuşuyordu ki, benim için çok iyi bir eğlence oluyordu.
Benimle birlikte en az yirmi altı yıl ya-
-270-
şadı. Sonradan daha ne kadar yaşadığını bilmiyorum, ama Brezilya'da papağanların
yüz yıl yaşadığını söylüyorlardı. Belki de zavallı Poll hâlâ orada, bugün bile
zavallı Robin Cru-soe'nun arkasından seslenip durmaktadır. Dilerim ki, bir
talihsiz İngiliz oraya düşüp de onu duymamıştır; ama eğer duyan varsa duyduğu
sesin kesinlikle şeytana ait olduğunu zanneder. Köpeğim de on altı yıl boyunca
bana güzel ve sevgi dolu bir arkadaş oldu ve sonra yaşlılıktan öldü. Kedilerime
gelince, dediğim gibi öyle bir ürediler ki, yiyeceklerimi ve beni yemesinler
diye ilk başta birkaç tanesini vurmak zorunda kaldım; en sonunda gemiden
getirdiğim ilk ikisi ölünce diğerlerini sürekli kovduğum ve yiyecek bir şey
vermediğim için, bir süre sonra ormana kaçıp yaba-nileştiler. Yalnız iki üç
tanesini ayırıp evcilleştirmiştim; bunların yavruları olunca hepsini boğuyordum;
bu iki üç kedi ise ailemin bir parçası olmuşlardı. Bunların yanı sıra, evde
daima iki üç yavru keçi besliyor, bunlara elimden yem yemeyi öğretiyordum.
Ayrıca iki papağanım daha vardı; ikisi de oldukça iyi konuşuyor, "Robin Crusoe"
diyebiliyordu; ama ilk papağanım kadar iyi konuşamıyorlardı; aslında ikisiyle de
Poll'la ilgilendiğim kadar ilgilenmemiştim. Kıyıda yakaladığım, kanatlarını
kesip alıştırdığım, ama adını bilmediğim birkaç deniz kuşum da vardı. Şatomun
duvarının önüne diktiğim kazıklar artık büyüyüp sık bir ağaçlık haline
geldiğinden bu kuşların hepsi çalılıkların arasında yaşıyor, orada ürüyorlardı
ki, bu benim çok hoşuma
-271-
giden bir şeydi; yukarıda da söylediğim gibi vahşilere duyduğum korku bir yana,
burada sürdürdüğüm hayatı çok sevmeye başlamıştım.
Ama alınyazım başka türlüymüş; öykümü okuyan herkesin şöyle bir haklı sonuç
çıkarması hiç de fena olmayabilir: Hayatımız boyunca köşe bucak kaçtığımız,
başımıza geldiğinde bizi korkutan kötülükler, aslında kurtuluşumuzun kapılarını
aralayan şeyin ta kendisi de olabiliyorlar; içine düştüğümüz üzüntülerden de
ancak bunun aracılığıyla kurtulabiliyoruz. Anlatmakla bitmez hayatımdan buna
birçok örnek verebilirim; ama bu konuda, adadaki yalnız hayatımın son yıllarında
başıma gelen olaylardan daha kayda değer bir örnek bulunamaz.
Yukarıda da dediğim gibi buradaki yirmi üçüncü yılımın aralık ayıydı; güzdönümü
zamanı (kış diyemeyeceğim) olduğu için tam harman zamanıydı ve sık sık dışarıda,
tarlalarda bulunmam gerekiyordu. Bir sabah çok erkenden, daha güneş bile tam
doğmadan dışarı çıkmıştım; evimden aşağı yukarı üç kilometre uzakta, adanın
önceden vahşilerin geldiği tarafına doğru, deniz kıyısında bir ateş yandığını
görünce şaşırdım kaldım. Ama bu sefer öbür yanda değil, maalesef adanın benim
yaşadığım yanındaydı.
Gördüğüm bu şey karşısında o kadar korktum ki, hiç beklemediğim bir anda karşıma
çıkarlar diye koruluğumdan dışarı çıkmayı bile göze alamadım. Ayrıca bu
vahşiler, adada dolaşırken biçilmiş ya da biçilmemiş
-272-
ekinimi, işlerimi, hazırlıklarımı görürler de adada birilerinin olduğunu anlar,
ne yapıp edip beni bulurlar diye korktuğumdan bir türlü sakinleşemiyordum. Bu
olağandışı durum karşısında doğruca şatoma döndüm, merdiveni arkamdan içeri
aldım ve her şeye elimden geldiğince yabanıl ve doğal bir görünüş verdim.
İçeride savunma durumuna geçerek bütün hazırlıklarımı yaptım. Yeni duvarımın
üzerine dizdiğim bütün toplarımı (öyle diyorum ya bunlara) yani piyade
tüfeklerimi ve tabancalarımı doldurdum; kendimi Tann'ya emanet etmeyi ve O'na
beni bu vahşilerin elinden kurtarması için yürekten dua etmeyi unutmadan son
nefesime kadar kendimi savunmaya karar verdim. Bu şekilde aşağı yukarı iki saat
durdum; ama dışarı gönderecek casuslarım olmadığından orada neler olup bittiğini
öğrenmek için de sabırsızlanmaya başladım.
Bu durumda ne yapmam gerektiğini düşünerek bir süre daha oturduktan sonra, neler
olduğunu bilmeden öylece beklemeye daha fazla dayanamadım. Böylece merdivenimi,
tepenin daha önce bahsettiğim düz yerine dayadım, oraya çıktıktan sonra
merdiveni yanıma çekip bir daha kenara dayayarak tepenin doruğuna çıktım;
özellikle bu amaçla aldığım dürbünümü çıkardım, yüzükoyun yere yatarak etrafı
incelemeye başladım. Hemen o anda en azından dokuz çıplak vahşinin, yaktıkları
küçük bir ateşin çevresinde oturduklarını gördüm; bu ateşi ısınmak için
yakmamış-
-273-
lardı elbet; hava aşırı sıcak olduğu için buna ihtiyaçları yoktu zaten; ölü mü
diri mi bilemem, ama yanlarında getirdikleri insan etinden kendilerine barbarca
bir ziyafet hazırlamak içindi bu ateş, zannedersem.
Yanlarında, kıyıya çekilmiş iki sandal vardı; o sırada sular alçalmış olduğundan
geri dönmek için denizin tekrar yükselmesini bekliyorlar gibi geldi bana. Bu
manzara karşısında, özellikle de adanın benim bulunduğum tarafına, bu kadar
yakınıma geldiklerini görmekten dolayı kafamın nasıl da allak bullak olduğu
kolay kolay tahmin edilecek bir şey değil. Ama adaya daima deniz çekildiğinde
oluşan akıntıyla geldiklerini anlayınca biraz yatıştım. Önceden kıyıya
çıkmadılarsa, deniz yükseldiği zamanlar daima güvenle dışarı çıkabileceğime ikna
olunca daha sakinleşmiş olarak harman işimi yapmaya gittim.
Düşündüğüm gibi çıktı; gelgit batıya doğru döner dönmez, kayıklarını alıp kürek
çekerek uzaklaştıklarını gördüm. Şunu da belirtmem gerekiyor ki, adayı terk
etmelerinden bir buçuk saat önce dans etmeye başladılar; eğilip kalkmalarını, el
kol hareketlerini dürbünümle kolayca seçebiliyordum. Hepsinin çırılçıplak
olduğunu, üzerlerinde en ufak bir bez parçası bile bulunmadığını görebiliyordum;
ama erkek mi kadın mı olduklarını anlayamadım.
Kayıklarına binip denize açıldıklarını görür görmez, omzuma iki tüfeğimi,
kuşağıma iki tabancamı, yanıma da kınsız büyük kılıcımı alarak hızla bütün o
şeyleri ilk defa gördüğüm te-
-274-
peye gittim. En az iki saat sonra (çünkü bunca silahla çabuk gidemiyordum) oraya
vardığımda öbür kıyıdakilerden başka, üç kano dolusu vahşinin daha gelmiş
olduğunu anladım; denizin açıklarına bakınca hep beraber karşıdaki karaya doğru
yol aldıklarını gördüm.
Bu benim için korkunç bir manzaraydı, özellikle de tepeden aşağı inerken
yaptıkları iğrenç işten geriye kalan tüyler ürpertici izleri gördüğümde...
kanlar, kemikler, bu alçakların güle oynaya yedikleri insanlann etinden arta
kalan parçalar. Bu gördüklerim karşısında öyle büyük bir öfkeye kapıldım ki, kaç
kişi olurlarsa olsunlar, bir dahaki sefere gelenleri hemen oracıkta gebertmeyi
düşündüm.
Bu adayı pek sfk ziyaret etmedikleri apaçık ortadaydı; çünkü bundan sonraki
gelişlerine kadar on beş aydan fazla zaman geçti; yani, ben bütün bu süre içinde
onları ne gördüm, ne ayak izlerine, ne de onlara ait herhangi başka bir işarete
rastladım. Demek ki yağmur mevsiminde denize açılmıyorlar, ya da en azından bu
kadar uzağa geliniyorlardı. Yine de bütün bu süre içinde huzursuzdum; sürekli
olarak hiç ummadığım bir anda gelip karşıma çıkmalarından korkuyordum; o
zamandan beri kötü bir şeyi beklemenin, o kötülüğün kendisine maruz kalmaktan
daha acı bir şey olduğunu düşünüyorum; hele bir de insanın bu korkulan,
bekleyişi üzerinden silkip atmasına imkân yoksa.
Bütün bu zaman içinde onları öldürmeyi düşünüp durdum; daha iyi işlerle
değerlendi-
-275-
rebileceğim zamanımın çoğunu bir dahaki gelişlerinde onları nasıl tuzağa düşürüp
de üstlerine saldırabileceğimi; özellikle de geçen sefer olduğu gibi iki ayn
grup olarak gelirlerse ne yapacağımı düşünmekle geçirdim. On on iki kişilik bir
grubu öldürürsem, ertesi gün, bir dahaki hafta, ondan sonraki ay başka bir
grubu, sonra yine başkalarını öldüreceğimi, hatta bu işin sonsuza kadar devam
edeceğini ve en sonunda onların insan yiyiciliğinden aşağı kalır yanı olmayan
bir katile dönüşeceğimi ve belki de bu konuda onları bile geçeceğimi aklımdan
bile geçirmiyordum.
Artık günlerimi büyük bir kafa karışıklığı ve endişe içinde geçiriyor, her an bu
acımasız yaratıkların eline düşmekten korkuyordum; tehlikeyi göze alıp dışarı
çıkarsam da düşünülebilecek en büyük dikkatle, sakınganlıkla dört bir yanıma
bakmadan edemiyordum. Şimdi evcil bir keçi sürüsü yetiştirmekle ne kadar iyi bir
iş yapmış olduğumu görüp mutlu oluyordum; çünkü vahşilerin dikkatini çekmeyeyim
diye, özellikle de adanın onların geldiği kıyısının yakınlarında hiçbir şekilde
ateş etmeye cesaret edemiyordum. Tüfeğin sesinden korkup da kaçtılar diyelim,
birkaç gün içinde belki de iki yüz üç yüz kanoyla geleceklerine adım gibi
emindim; işte o zaman neler olacağı da belliydi.
Bununla birlikte, bu vahşileri bir daha görene kadar bir yıl üç ayı devirdim ve
sonra, şimdi anlatacağım üzere onları tekrar buldum. Bu süre içinde bir iki kez
daha adaya gelmiş olabilecekleri doğru; ama ya geceyi
-276-
burada geçirmemişlerdi ya da en azından ben duymamıştım. Ama hesaplayabildiğim
kadarıyla buraya gelişimin yirmi dördüncü yılının mayıs ayında onlarla çok garip
bir şekilde karşılaştım; bunu da sırası gelince anlatacağım.
Bu on beş on altı aylık zaman dilimi içinde çok büyük bir tedirginlik
içindeydim. Rahat rahat uyuyamıyor, hep korkunç rüyalar görüyor ve geceleri sık
sık irkilerek uyanıyordum. Gündüzleri büyük sıkıntılar içinde boğuluyor,
geceleri de rüyamda çoğunlukla vahşileri öldürdüğümü, bunu yapmaya neden hakkım
olduğuna ilişkin şeyleri görüyordum. Ama bütün bunları şimdilik bir kenara
bırakalım; mayısın ortasıydı, hâlâ işaretlemeye devam ettiğim • zavallı tahta
direk takvimimden hesaplayabildiğim kadarıyla, sanırım on altısıydı; demek
istiyorum ki, mayısın 16'sında bütün gün şimşeklerle gök gürültü-leriyle karışık
büyük bir fırtına esti; ardından da çok kötü bir gece geldi. Tam olarak nedenini
bilmiyorum, ama tndl okuyor ve kara kara içinde bulunduğum durumu düşünüyordum;
tam o sırada denizden geldiğini sandığım bir top sesi duydum.
Bu, daha önce karşılaştıklarımdan kesinlikle çok farklı bir sürprizdi; çünkü
aklıma getirdiği şeyler bambaşkaydı. Yerimden fırladım, bir çırpıda merdiveni
kayanın orta yerine koydum, arkamdan çekip ikinci kez kayaya dayadım ve tepenin
zirvesine tırmandığım anda bir alev görünce ikinci bir top sesi duyacağımı
anlayarak kulak kesildim; gerçek-
-277-
ten de yarım dakika içinde bir top sesi duydum; bu sesin kayığımla akıntıya
kapıldığım taraftan geldiğini anladım.
Hemen bunun başı dertte olan bir gemi olduğunu, yanlarında başka bir gemi de
bulunduğunu ve bu toplan yardım almak için tehlike işareti olarak
ateşlediklerini düşündüm. Tam bunları düşünürken ben onlara yardım edemesem bile
onların bana yardım edebileceği aklıma geldi. Bunun üzerine elime geçirdiğim
bütün kuru odunları toplayıp yığarak tepenin üstünde bir ateş yaktım. Odunlar
kuru olduğundan hemen tutuştu; rüzgâr çok sert esse de çok güzel yamyorlar-dı;
dolayısıyla oralarda gemi gibi bir şey varsa, bu ateşi görecekleri kesindi ve
hiç şüphesiz görmüşlerdi; çünkü ateşim parlar parlamaz, bir top sesi daha duydum
ve sonra birkaç tane daha; hepsi de aynı taraftan geliyordu. Bütün gece, gün
ağarana kadar ateşimi canlı tuttum; güneş doğup da hava iyice aydınlanınca çok
uzakta, adanın tam doğusunda, bir gemi mi yoksa tekne mi olduğunu dürbünümle
bile kestiremediğim bir şey gördüm; hem mesafe çok uzaktı, hem de hava hâlâ
bulutluydu; en azından o şey çok açıkta duruyordu.
Bütün gün sık sık ona baktım ve çok geçmeden hiç kımıldamadığını fark ettim; bu
durumda hemen bunun demir atmış bir gemi olduğu sonucuna vardım. Sizin de
kesinlikle anlayabileceğiniz gibi neler olduğunu tam olarak görmeyi çok
istediğimden tüfeğimi aldım ve adanın güneyine, daha önce
-278-
akıntının beni sürüklediği kayalıklara doğru koştum; oraya vardığımda hava bu
sefer son derece açık olduğu için sandalla denize açıldığımda gördüğüm
denizaltındaki gizli kayalara çarparak parçalanmış bir gemi enkazını büyük bir
üzüntüye kapılarak gördüm; aynı kayalar benim durumumda, akıntının gücünü kırmış
ve karşı bir akıntı ya da anafor yaparak hayatım boyunca düştüğüm en çaresiz, en
umutsuz durumdan kurtulmamı sağlamışlardı.
Böylece bir adamın kurtuluşu bir başkasının yıkımı olmuştu; çünkü anlaşılan, her
kim iseler artık, bu adamlar nerede olduklarını bilmedikleri ve rüzgâr da
geceleyin doğu ile kuzeydoğudan çok sert estiği için tamamen suyun altında kalan
bu kayalara çarpmışlardı. Çok büyük ihtimalle adayı görmediklerini sanıyorum,
görmüş olsalardı, mutlaka sandallarına binip karaya çıkmaya çalışırlardı; yine
de özellikle yaktığım ateşi gördükten sonra yardım istemek için top atıp
durmaları aklıma türlü türlü şeyler getiriyordu. İlk olarak, ateşimi gördükten
sonra sandallarına binip kıyıya çıkmaya çabaladıklarını; ama dalgalar çok azgın
olduğu için devrildiklerini düşünüyordum. Zaman zaman sandallarını kazadan önce
kaybetmiş olabileceklerini düşünüyordum; bu birçok şekilde olabilirdi, özellikle
de dalgaların gemiye çarpması üzerine gemiciler çoğu kez sandallarını kırıp
parçalamak ya da bazen de kendi elleriyle güverteden atmak zorunda kalırlar.
Zaman zaman da yanlannda başka bir gemi ya da
-279-
gemiler bulunduğunu, yardım çağrılan üzerine bu gemilerin, hepsini kurtarıp
götürdüğünü düşünüyordum. Ara sıra da sandallarına binip gemiden ayrıldıklarını,
daha önce benim de kapıldığım akıntıyla açık denize doğru sürüklendiklerini,
orada onları bekleyen açlık ve sefaletten başka bir şey bulamadıklarını; belki
de bu zamana kadar açlıktan ölmek üzere olduklarını, birbirlerini yiyecek hale
geldiklerini düşünüyordum.
Bütün bu düşünceler altı üstü birer varsayım olduğundan bu zavallı adamların
düştüğü durumu düşünüp onlara acımaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu;
bunun, üzerimde yine de iyi bir etkisi oldu; içinde bulunduğum bu yapayalnız
durumda bile beni çok mutlu ve rahat yaşattığı, dünyanın bu bölgesinde kazaya
uğrayan iki geminin mürettebatından benden başka sağ kalan olmadığından Tanrı'ya
şükretmek için gittikçe daha çok nedenim oluyordu. Buna bakarak da şunu bir kez
daha gördüm ki, Tann'nm takdiri bizi ne kadar kötü bir duruma düşürse, bize ne
denli büyük acılar yaşatsa da, şükredecek bir şey bulamamak ya da bizden daha
kötü duruma düşenine rastlamamak neredeyse imkânsızdı.
İçlerinden birilerinin kurtulduğuna dair pek umut göremediğim bu adamların
durumu için de aynı kesinlik geçerliydi. Toptan ölüp gitmediklerini ne kadar
umut etsem de bu dileğin gerçekleştiğini gösterecek hiçbir şey yoktu;
yanlarındaki başka bir gemi tarafından kurtarılmaları olasılığı dışında, bu da
-280-
gerçekten çok uzak bir ihtimaldi; çünkü böyle bir gemi olduğuna dair en ufak bir
işaret bile görmemiştim.
Bu manzara karşısında nasıl özlem dolu, acı verici bir istek duyduğumu anlatmaya
yetecek kadar güçlü bir kelime bulabileceğimi sanmıyorum; yalnız bu istek bazen
şöyle dile geliyordu: "Ah, şu gemiden bir iki kişi, yok hayır, yalnız bir kişi
bile olsun, kurtul-saydı da yanıma gelip benimle konuşacak, sohbet edecek tek
bir arkadaşım olsaydı!" Yapayalnız yaşadığım süre boyunca etrafımda bir insan
olmasını hiç bu kadar gönülden, bu kadar kuvvetli istememiş; bu yoksunluğumdan
ötürü hiç bu kadar derinden üzül-memiştim.
İnsan duygularında gözle görülebilen ya da görünmese de hayal gücüyle akılda
canlandırılan, bir hedefe doğru akan gizli ırmaklar vardır; içindeki bu hareket
insan ruhunu, öyle tezcanlı, çılgınca bir istekle hedef alman o nesneyi
kucaklamaya iter ki, bu nesnenin yokluğu dayanılmaz bir acı olur.
Hiç olmazsa bir kişinin kurtulmuş olması dileği de böyle bir şeydi! "Ah, keşke
bir kişi olsun kurtulsaydı!" Öyle sanıyorum ki, bu "Ah, keşke bir kişi olsun
kurtulsaydı!" sözünü bin kez tekrarladım; bu sözleri söylerken öyle
heyecanlanıyordum ki, ellerim birbirine kenetleniyor, parmaklarım avuçlarımı
öyle bir sıkıyordu ki, elimde yumuşak bir şey olsa ister istemez ezilirdi;
dişlerimi o kadar sıkıyordum ki, birbirlerine kenetleniyorlar, bir süre
açılmıyorlardı.
-281-

Bütün bunları, nedenlerini ve nasıl meydana geldiklerini açıklamayı bilim


adamlarına bırakalım. Benim onlara tek söyleyebileceğim, neden ileri geldiğini
bilmemekle birlikte karşılaştığımda bana bile çok şaşırtıcı gelen bu olguyu
tarif etmektir. Hiç kuşkusuz, bunlar bir Hıristiyan kardeşimle konuşmanın beni
rahatlatacağını düşündüğümden, aklımda iyice yer etmiş güçlü fikirlerin, ateşli
dileklerin bir sonucuydu.
Ama böyle olmayacakmış! Ya onların alınyazısı, ya benimki, ya da her ikisi de bu
işe engel olmuştu; çünkü bu adadaki hayatımın son yılına kadar o gemiden
kurtulan birisi olup olmadığını asla öğrenemedim. Yalnız, birkaç gün sonra
geminin kazaya uğradığı yerin yakınlarında boğulmuş bir çocuk cesedinin kıyıya
vurduğunu gördüm ve büyük bir üzüntüye kapıldım. Üzerinde bir gemici yeleği, diz
boyunda bez bir pantolonla, mavi bir gömlekten başka hiçbir şey; hangi ulustan
olduğunu anlamama yardım edecek en ufak bir ipucu yoktu. Cebinde de iki
sekizlikle bir pipodan başka bir şey bulamadım. İkincisi benim için paradan on
kat daha değerliydi.
Hava şimdi yatışmıştı; gemide işime yarayacak bir şeyler bulabileceğime hiç
kuşkum olmadığı için sandalımla enkaza gitmeyi çok istiyordum. Ama beni oraya
gitmeye daha çok zorlayan şey, gemide sağ kalmış birinin olabileceğiydi; böylece
sadece onun hayatını kurtarmakla kalmam, kendi hayatım için de son derece güzel
bir avuntu bulabilirdim. Bu dü-
-282-
şünce yüreğimde öyle bir yer etmişti ki, sandalımla o gemiye gitmezsem ne gece
ne de gündüz rahat edemeyecektim; gerisini Tan-n'ya havale edebilirdim.
Zihnimdeki bu fikir karşı koyulamayacak kadar güçlü olduğundan görünmez bir
güçten geldiğini, gitmezsem kendi kendime karşı görevimi yerine getirmemiş
olacağımı düşünüyordum.
Bu fikrin etkisi altında aceleyle şatoma döndüm, yolculuğum için gerekli olan
her şeyi hazırladım; biraz ekmek, büyük bir testi içme suyu, yönümü bulmamı
sağlayacak bir pusula, bir şişe rom (çünkü daha epeyce vardı), bir sepet kuru
üzüm aldım. Böylece, bu eşyaları sırtlanarak sandalımın yanına gidip içindeki
suyu boşalttım, sandalı suya indirdim ve bütün eşyalarımı yükledim, sonra bir
şeyler daha almak için eve döndüm. İkinci yüküm büyük bir çuval pirinç, gölge
yapsın diye başımın üzerine açacağım şemsiye, bir testi daha içme suyu, iki
düzine kadar küçük somun ve arpa çöreği, bir şişe keçi sütüyle bir parça da
peynirden oluşuyordu; bütün bunları kayığıma taşırken çok yoruldum, çok ter
döktüm. Yolum açık olsun diye Tann'ya dua ettikten sonra karadan ayrıldım; kıyı
boyunca kürek çeke çeke en sonunda adanın o yanının, yani kuzeydoğusunun en uç
noktasına geldim. Artık okyanusa açılmam; daha doğrusu bu tehlikeyi göze alıp
almayacağıma karar vermem gerekiyordu. Belli bir uzaklıkta, adanın her iki
yanında da sürekli akan güçlü akıntılara baktım; daha önce içinde bulunduğum
tehlikeyi hatırlayınca bu bana
-283-
I
çok korkunç göründü ve canım sıkılmaya başladı; çünkü bu akıntılardan birine
kapılır-sam denizin açıklarına sürükleneceğimi, belki adayı yine gözden
kaybedeceğimi ya da bir daha geri dönemeyeceğimi; ayrıca sandalım da küçük
olduğundan en ufak bir rüzgâr çıktığı takdirde kaçınılmaz olarak yok olup
gideceğimi biliyordum.
Bu düşünceler beni öyle bir bunalttı ki, yavaş yavaş bu girişimden vazgeçmeye
başladım; kayığımı kıyıdaki küçük bir koya çekerek karaya çıktım ve küçük bir
tümseğin üzerine oturarak kara kara düşünmeye koyuldum. Bu yolculuğu yapıp
yapmama konusunda korkularımla arzularım arasında kalmıştım. Bu düşünceler
içinde denizin değiştiğini, suların yükseldiğini fark edememişim; bu durumda
daha birkaç saat denize açılmam mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine, hemen
aklıma, bulabileceğim en yüksek tepeye çıkmak, başarabilirsem gelgitin ve
akıntıların durumunu, sular yükseldiğinde nerede olduklarını incelemek geldi;
böylece giderken bir akıntıya kapılsam bile gelirken akıntıların hızına ayak
uydurarak hangi yolu kullanmam gerektiğine karar verebilirdim. Bu fikir aklıma
gelir gelmez, denizin her iki yanım da yeterince gören küçük bir tepe ilişti
gözüme; oradan akıntıları, gelgitin düzenini ve dönüşte hangi yolu kullanmam
gerektiğini açık ve net bir şekilde görebilirdim. Bu tepeden, akıntının sular
çekildiğinde güneydeki kıyının yakınından, sular yükseldiğinde ise kuzeydeki
kıyının yakınından geçti-
-284-
ğini gördüm; bu durumda, dönüşte adanın kuzey kıyısından gitmek zorundaydım ve
bunu da çok dikkatli yapmalıydım.
Bu gözlemden cesaret bularak ertesi sabah ilk akıntıyla denize açılmaya, geceyi
de kayıkta, daha önce bahsettiğim büyük paltonun altında geçirmeye karar verdim;
yola çıktım. İlk önce biraz denize açıldım, doğuya doğru giden akıntının
etkisini hissedene kadar doğruca kuzeye gittim; bu akıntı beni hızla
götürüyordu, ama önceden güneydeki akıntının yaptığı gibi sürüklemiyordu. Akıntı
kayığın idaresini elimden almıştı, ama küreğimi güçlü bir dümen gibi kullanıp
kayığı yönlendirebiliyordum. Bu şekilde hızla enkaza doğru gittim ve iki saat
geçmeden oraya vardım.
İçler acısı bir manzaraydı. Duruma bakılırsa bir İspanyol yapımı olan gemi
karaya oturmuş, iki kayanın arasında sıkışıp kalmıştı. Bütün kıç tarafı ve
omuzluklar dalgalar yüzünden parçalanmış; kayaların arasına sıkışmış olan
başkasarası bu kayalara büyük bir şiddetle çarptığı için hem ana direği hem de
pruva direği* güverteden kırılmış, yani kökünden çıkmıştı; ama cıvadrası"
sağlamdı ve baş tarafıyla burnu da dağılmamış gibi görünüyordu. Gemiye
yaklaştığımda güvertede bir köpek belirdi, yaklaştığımı görünce acı acı havlayıp
bağırdı; ben çağırır çağır-
* Bir geminin en baştaki düşey direği; başlangıçta bu ad
ikinci direk için kullanılmıştır. *• Yelkenli gemilerde, geminin baş
bodoslamasının hemen
üstünden dışarıya doğru biraz kalkık olarak uzatılan
direk.
-285-
maz da denize atlayıp kayığın yanma geldi. Onu tutup kayığın içine aldım;
açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi. Bir parça ekmeği, karda on beş gün aç
kalmış bir kurt gibi hızla yedi. Sonra da zavallı yaratığa biraz temiz su
verdim; bıraksaydım çatlayıncaya kadar içecekti.
Bundan sonra gemiye çıktım; ama ilk gördüğüm şey, geminin baş tarafındaki
mutfakta birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış halde boğulmuş iki adamdı. Gemi
kayaya çarptığı zaman fırtına olduğu için suların gemiye ardı arkası kesilmeden
dolduğu -bu gerçekten mümkündü- ve adamların tıpkı suyun altm-daymış gibi,
dalgaların sürekli üstlerine gelmesine dayanamayıp boğuldukları sonucuna vardım.
Gemide köpekten başka canlı kalmamıştı; görebildiğim eşyaların hepsi de sudan
bozulmuştu. Ambarın dibinde, şarap mı konyak mı olduğunu anlayamadığım bazı içki
fıçılan vardı; sular çekildiği için bunları görebiliyordum; ama çok büyük
olduklarından taşımaya kalkamazdım. Gemicilere ait olduğunu düşündüğüm birkaç
sandık gördüm; içlerinde ne olduğuna bakmadan bunlardan ikisini kayığa götürdüm.
Geminin kıçı sağlam, ön kısmı da parçalanmamış olsaydı, güzel bir yolculuk
yapabilirdim; çünkü bu iki sandığın içinde bulduğum şeylerden anladığıma göre
gemide büyük bir servet vardı ve tuttukları yola bakılırsa da Amerika'nın
güneyinden Buenos Aires ya da Rio de la Plata'dan yola çıkmış, Brezilya
üzerinden, Havana'ya, Meksika Körfezi'ne
-286-
ve belki de İspanya'ya gidiyordu. Hiç şüphesiz, büyük bir hazine taşıyordu; ama
bu hazine artık hiç kimsenin işine yaramazdı; gemideki öbür insanlara ne
olduğunu o zaman da öğrenemedim.
Bu sandıkların yanı sıra içkiyle dolu, aşağı yukarı yirmi galonluk küçük bir
fıçı da buldum ve bunu epey zorlanarak sandalıma indirdim. Bir kamarada birkaç
piyade tüfeği ve içinde yaklaşık iki kilo barut bulunan büyük bir barutluk
vardı. Tüfeklere ihtiyacım yoktu, dolayısıyla onları bıraktım, ama barutluğu
aldım. Çok fazla ihtiyaç duyduğum bir ateş kü-reğiyle maşalar, ayrıca iki küçük
pirinç çaydanlık, çikolata yapmak için bakır bir kap ve bir de ızgara aldım.
Sular yükselmeye başladığından bu eşyalarla ve' köpekle tekrar eve doğru yola
çıktım; aynı gece saat bir sularında, yorgun argın bir halde adaya vardım.
O gece kayıkta yattım ve sabahleyin gemiden aldıklarımı şatoma değil, yeni
mağarama götürmeye karar verdim. Gücümü tekrar topladıktan sonra bütün
eşyalarımı karaya çıkarıp teker teker incelemeye başladım. Bulduğum içki
fıçısından bir tür rom çıktı; ama Bre-zilya'dakilere benzemiyordu; kısacası hiç
de iyi değildi. Ama sandıkları açtığımda bana büyük faydası dokunacak birkaç şey
buldum. Örneğin sandıkların birinde güzel bir şişe kasası buldum; şişeler çok
değişikti ve içleri çok güzel meyve sularıyla doluydu; her biri aşağı yukarı bir
buçuk litre alan bu şişelerin kapaklan gümüştendi. İki kavanoz tatlı ya da reçel
buldum, bunlann ağızlan öyle iyi kapanmıştı
-287-
ki, içlerine hiç tuzlu su girmemişti; aynı tatlılardan iki kavanoz daha buldum,
ama bunlar su almış, bozulmuştu. İyi kaliteli birkaç gömlek buldum; bu beni çok
sevindirdi; ayrıca on beş yirmi tane beyaz keten mendille renkli bo-yunbağlan da
buldum. Sıcak bir günde yüzümü silip rahatlayabileceğim için mendillere de çok
sevindim. Bunların yanı sıra sandığın dibine geldiğimde, hepsi toplam bin yüzü
bulan sekizliklerle dolu üç büyük torba; torbalardan birinde bir kâğıda sarılmış
altı İspanyol altım ile bir miktar küçük külçe altınlar buldum. Öyle sanıyorum
ki, bunların ağırlığı toplam yarım kilo ediyordu.
Bulduğum diğer sandıkta da bazı elbiseler vardı, ama pek değerli şeyler
değillerdi; görünüşe bakılırsa bu sandık topçu subayının yaverine ait olmalıydı.
İçinde barut yoktu; ama üç küçük şişe içinde, zannedersem gerektiğinde av
tüfeklerini doldurmak için saklanmış, ince parlak baruttan bir kilo kadar vardı.
Genel olarak bu yolculuktan işime yarayabilecek çok az şey çıkmıştı; paraya
gelince, onu kullanabileceğim bir yer yoktu; ayağımın altındaki çamurdan
farksızdı; çok ihtiyacım olan ama ayaklarımın yıllardır görmediği üç dört çift
İngiliz çorabıyla ayakkabısına, bu paranın hepsini değişirdim. Aslında şimdi,
boğulan iki adamın ayaklarından çıkarıp aldığım iki çift ayakkabım vardı; ayrıca
sandıklardan birinde iki çift daha bulmuştum ve bu beni çok sevindirmişti; ama
bunlar gerek kullanışlılık gerekse rahatlık bakımından, bizim İngiliz
ayakkabılarına hiç benzemeyen, daha
-288-
çok iskarpin gibi şeylerdi. Bu ikinci denizcinin sandığında aşağı yukarı elli
adet sekizlik buldum; ama altın falan yoktu. Anlaşılan bu, diğer sandığın
sahibinden daha yoksul bir adamındı; başka bir subaya ait olmalıydı.
Her neyse, bu parayı da alarak önceden kendi gemimden getirdiklerim gibi
mağarama sakladım. Ama ne yazık ki, dediğim gibi, geminin öbür kısmına
gidememiştim; oraya gi-rebilseydim, kanomu birkaç kez parayla doldurup
getireceğime emindim; bir gün buradan kurtulup İngiltere'ye kaçacak olsam bile
geri dönüp alıncaya kadar bu paralar mağaramda güvenle durabilirdi.
Bütün eşyalarımı karaya çıkarıp güvenceye aldıktan sonra kayığıma geri döndüm;
kıyı boyunca kürek çekerek kayığı eski limanına geri götürdüm, sonra da elimden
geldiğince çabuk eve döndüm. Her şeyi bıraktığım gibi yerli yerinde buldum.
Böylece kendimi dinlenmeye, eskisi gibi yaşamaya ve ev işlerini yürütmeye
verdim; bir süre rahat rahat yaşadım, yalnız eskisinden daha tetikte duruyor,
sık sık çevreyi kolluyor ve adanın içlerine pek fazla gitmiyordum. Serbestçe
dışarı çıkacak olursam da adanm, vahşilerin hiç gelmediğine epeyce inandığım
doğu yanına gidiyordum; adanın bu yanına giderken, o kadar çok tedbir almama ve
öteki taraflara gittiğimde yanımdan hiç eksik etmediğim bir sürü cephane ve
silahı taşımama gerek olmuyordu.
Bu şekilde yaklaşık iki yıl daha yaşadım; ama sefil olmak için doğduğumu bana
her za-
-289-
man hatırlatan şu talihsiz başım, bu iki yıl boyunca, bu adadan nasıl kaçıp
kurtulabileceğimle ilgili projelerle, taşanlarla doluydu; zaman zaman, mantığım
o gemide kendimi tehlikeye atmama değecek hiçbir şey kalmadığını söylese de
enkaza bir yolculuk daha yapmayı istiyordum; bir şu yana açılıyordum, bir bu
yana; şuna kesinlikle inanıyorum ki, Sa-le'den kaçarken kullandığım kayığım
olsaydı, nereye gidersem gideyim diyerek hiçbir hedef belirlemeden denize
açılmayı bile göze alırdım. Bütün bu yaşadıklarımdan ötürü ben, bildiğim
kadarıyla insanlığın çektiği acıların yarısının kaynağı olan salgın bir
hastalığa yakalananlar için ders alınması gereken bir örnek oluşturuyordum; bu
hastalık, insanın Tann ile Doğa'mn kendisine uygun gördüğü hayatla
yetinmemesinden ileri geliyordu; çünkü benim bu sefil duruma düşmemin
sebebi, ilk durumumu görmezden gelişim, babamın o güzel öğütlerini dinlemeyişim,
bu öğütlere karşı gelişim -buna ilk günahım diyebilirim- ardından da aynı türden
hatalar yapmam oldu; beni bir çiftçi olarak Brezilya'ya ne güzel yerleştirmiş
olan Tann, arzula-nmı da biraz daha sınırlı tutsaydı ve ben de yavaş yavaş
ilerlemekle yetins^ydim, bu zamana kadar, yani bu adada bulunduğum zaman içinde,
Brezilya'nın ileri gelen çiftçilerinden biri olabilirdim; hatta inanıyorum ki,
orada yaşadığım kısacık sürede katettiğim ilerlemeye ve kalsaydım
erişebileceğim duruma bakılırsa, yüz bin Portekiz altınından oluşan bir
servetim bile olabilirdi. Kurulu bir düzeni,
-290-
sürekli gelişip büyümekte olan iyi bir çiftliği bırakıp zenci köle getirmek için
yük sorumlusu olup Gine'ye gitmek benim ne haddimey-di? Evimizde oturup zamanla
ve sabırla kazancımızı artırabilir, kendi kapımızın önünden, işi zenci köle
getirmek olan kişilerden zenci köleler satın alabilirdik; bize biraz daha
pahalıya mal olurdu, ama aradaki fiyat farkı hiçbir şekilde böyle büyük bir
tehlikeyi göze almaya değmezdi.
Ancak böyle şeyler çoğunlukla genç kafa-lann alınyazısı olduğundan ne kadar
budalaca bir hareket olduğunu görmek de çoğunlukla yıllar geçtikten sonra ya da
zamanla acı tecrübeler edinmekle mümkündür; benim için de işte böyle olmuştu.
Yine de hatalar yapmak yaradılışımda öyle derinlere kök salmıştı ki,
elimdekilerle yetinmeyi bilmiyor, sürekli buradan kaçmanın yollarını düşünüp
duruyordum. Öykümün son kısmını anlatmam okuyuculann daha çok hoşuna gider; ama
önce buradan kaçıp kurtulmak konusundaki aptalca planlanmdan ve nelere dayanarak
hareket ettiğimden biraz bahsetmem yersiz kaçmaz, sanınm.
Geminin enkazına yaptığım son yolculuktan sonra şatoma çekildiğim, firkateynimi
yerine bırakarak her zamanki gibi sulann altına sakladığım, hayatımın da eski
haline döndüğü düşünülebilir. Aslında eskisinden daha büyük bir servetim vardı,
ama hiç de zengin sayılmazdım; çünkü Peru'daki yerliler gibi, İspanyollar
gelmeden önce benim de servetimi kullanacak yerim yoktu.
-291-
Bu yalnızlık adasına ayak basışımın yirmi dördüncü yılı, mart ayında, yağmurlu
gecelerden biriydi. Yatağımda ya da hamağımda yatıyordum; uyanıktım ve sağlığım
da çok iyiydi, ne bir ağrım sızım, bedensel bir rahatsızlığım ne de kafamda bir
huzursuzluk vardı. Ama hiçbir şekilde gözüme uyku girmiyordu; hatta aşağıda
anlatacağım gibi bütün gece gözümü kırpmadım.
Bu gece boyunca beynimin ve belleğimin büyük geçitlerinde fini fırıl dönen bin
bir türlü düşünceyi anlatmama ne gerek var, ne de imkân. Bu adaya gelene kadarki
bütün hayatım özet olarak gözümün önünden geçti; ayrıca adaya gelişimden beri
yaşadıklarımı da düşündüm. Bu adaya çıktığım günden beri geçirdiğim zamanı
düşünürken ilk yıllanm-daki mutluluğumla, kumda bir ayak izi gördüğümden beri
yaşadığım endişeleri, korkulan ve kaygılan karşılaştırdım. O ayak izini görene
kadar geçen bütün bu süre içinde, vahşilerin adaya sık sık geldiklerine ve zaman
zaman yüzlercesinin kıyıda bulunmuş olabileceğine inanmıyor değildim; ama ben o
zamanlar bunu hiç bilmiyordum ve onlardan korkmama gerek yoktu. O zaman da
içinde bulunduğum tehlike aynıydı, ama içim rahattı; bu tehlikeden haberim
olmadığı için sanki hiç yokmuş gibi mutluydum. Bu durum aklıma birçok faydalı
düşünceyi, özellikle de şunu getirdi: Ulu Tann'nın, insanlann bazı konulardaki
bilgilerini böyle dar sınırlar içerisinde tutması ve onlara çok az şeyi
göstermesi ne büyük bir iyiliktir; insan, bir görse ya da
-292-
haberi olsa, aklını kaçıracağı ya da ruhunun acılar içinde kıvranacağı binlerce
tehlike arasında rahatça dolaşır; ama bazı şeyler onun gözlerinden gizlendiği,
etrafını kuşatan tehlikelere dair hiçbir şey bilmediği için huzurlu ve sakin
kalır.
Bir süre bu düşüncelerle meşgul olduktan sonra, bu adada yıllardır ne ciddi bir
tehlike içinde yaşamış olduğumu kara kara düşünmeye başladım; yıllarca ne büyük
bir güvenle, sakin sakin dolaşıp durmuştum; bütün bu süre içinde başıma
gelebilecek en kötü sonla, yani yamyam vahşilerin eline düşmekle aramda sadece
bir tepenin sırtı, büyük bir ağaç ya da gecenin yaklaşmasıyla çöken karanlık
varmış; oysa ben bir keçi ya da kaplumbağayı yakalarken ne düşünüyorsam, onlar
da aynısını düşünecek, ben bir güvercin ya da çulluğu öldürüp yemeyi nasıl günah
saymıyorsam, onlar da beni öldürüp yemeyi günah saymayacaklarmış. Hiç bilmediğim
bütün bu şeylerden beni kurtardığı için Büyük Koruyucuma, O'nun eşsiz gücüne
karşı yürekten şükran duymadığımı söylersem kendime haksızlık etmiş olurum; O
beni koruyup kollamasaydı, şimdiye kadar çoktan acımasız vahşilerin eline
düşmüştüm.
Bu düşünceler gelip geçtikten sonra, zihnimi bir süreliğine, bu sefil
yaratıklann -vahşilerin demek istiyorum- yaradılışlarını düşünmekle oyaladım;
her şeyin Bilge Yöneticisi, kendi yarattıklannm böyle insanlıkdışı davranışlarda
bulunmasına, hatta kendi türdeşlerini yiyecek ölçüde, hayvanlardan bile
-293-
aşağı bir duruma düşmesine nasıl oluyordu da izin veriyordu? Ama bu merak (o
zaman için verimsiz) birtakım düşüncelere yol açınca aklıma bu alçakların
dünyanın neresinde yaşadığını, geldikleri kıyıların ne kadar uzakta olduğunu,
evlerinden bu kadar uzaklara gelmeyi ne için göze aldıklarını, kayıklarının
nasıl bir şey olduğunu araştırmak geldi; onlar buraya gelebiliyorlarsa neden ben
de her şeyimi hazırlayıp oraya gidemeyeyim, diye düşündüm.
Oraya gittiğimde ne yapacağımı, ellerine düşersem başıma neler geleceğini ya da
bana saldınrlarsa nasıl kaçıp kurtulacağımı düşünmeye hiç kafa yormadım; o
kıyılara nasıl ulaşacağımı, diyelim bana saldırmadılar ya da ellerine düşmedim,
o zaman nereden yiyecek bulacağımı ya da oraya varmak için hangi yolu tutmam
gerektiğini bile hiç düşünmedim. Bunların hiçbiri aklımın köşesinden bile
geçmiyordu; tek düşündüğüm kayığımla o kara parçasına geçebilmekti. Şimdiki
durumumu düşebileceğim en sefil durum olarak görüyordum; kendimi nereye atarsam
atayım, bundan daha kötüsü ancak ölüm olurdu; ama o kara parçasına
ulaşabilirsem, belki kurtulur ya da Afrika sahillerinde yaptığım gibi kıyı
boyunca kayığımla ilerler, insanların yaşadığı bir yere varabilir; belki de beni
alacak bir Hıristiyan gemisine rastlayabilirdim. Bu kadar kötü bir hayattan
sonra başıma gelebilecek en kötü şey ancak ölüm olurdu; bu da çektiğim bütün
acılara bir an önce son vermek anlamına gelirdi. Sizden tek dileğim,
-294-
bütün bunların huzursuz bir kafa ile sabırsız bir yüreğin ürünü olduğunu; uzun
zamandır sürmekte olan endişelerin verdiği umutsuzlukla geminin enkazına
çıktığımda uğradığım hayal kırıklığını göz önünde bulundurmanız-dır; oysa gemiye
çıkmadan önce çoktandır bütün yüreğimle özlediğim şeyi, yani benimle konuşacak,
bana bulunduğum yerle, buradan kurtulmanın yollarıyla ilgili bilgi verebilecek
birilerini bulmaya ne kadar da yaklaşmıştım. Demek istiyorum ki, bütün bu
düşünceler yüzünden sinirlerim büsbütün altüst olmuştu. Anlaşılan, Tann'ya boyun
eğmekle, O'nun buyruklarını beklemekle edinmiş olduğum bütün huzurum kaçıp
gitmişti; üzerime büyük bir güçle gelen, içimde karşı konulamaz derecede ateşli
bir istek uyandıran o kara parçasına bir yolculuk yapmaktan başka bir şey
düşünemiyordum.
Bu düşünceler iki saat ya da daha uzun bir süre kafamda öyle bir şiddetle
çalkalandı durdu ki, kanım büyük bir heyecanla akmaya, nabzım da sırf bu fikrin
olağanüstü coşkusuyla sıtmaya tutulmuş gibi delicesine atmaya başladı; en
sonunda sanki bu düşüncenin kendisi beni yorgun düşürmüş, tüketmiş gibi deliksiz
bir uykuya daldım. Rüyamda bunu gördüğüm düşünülebilir; ama ne bunu gördüm ne de
bununla ilgili herhangi bir şey; bambaşka bir rüyaydı. Her zamanki gibi
sabahleyin şatomdan çıkıyor, kıyıda iki kanoyla karaya yaklaşan on bir vahşi
görüyorum; yanlarında öldürüp yemek için başka bir vahşi getiriyorlardı;
birdenbire bu vahşi
-295-
kayıktan atlayıp karaya çıkıyor ve canını kurtarmak için koşmaya başlıyor.
Saklanmak için duvarımın önündeki küçük, sık koruluğa geldiğini görüyorum; onu
tek başına gördüğümden ve diğerleri de arkasından kovalamadığından karşısına
çıkıp ona kendimi gösteriyorum, gülümseyerek onu yüreklendiriyorum; önümde diz
çöküp ona yardım etmem için bana yalvarıyor; bunun üzerine merdivenimi gösterip
içeri girmesini sağlıyorum, mağarama götürüyorum, benim uşağım oluyor; bu adamı
alır almaz, kendi kendime, "İşte şimdi o kara parçasına gitmeyi kesinlikle göze
alabilirim; çünkü bu adam bana kılavuzluk yapar, ne yapmam, yiyecek bulmak için
nerelere gitmem gerektiğini, vahşilere yem olma korkusu duymadan nerelere
gidebileceğimi, nerelerden kaçınmam gerektiğini söyler," diyorum. Tam bu sırada
uyandım, rüyamda-ki kaçma umutlarımdan dolayı kelimelerle anlatılamayacak, öyle
büyük bir sevinç duymuştum ki, hâlâ bunun etkisi altındaydım ve kendime gelip
bunun bir rüyadan başka bir şey olmadığını anladığımda duyduğum hayal kırıklığı
en az rüyamda duyduğum sevinç kadar büyük oldu ve beni çok üzdü.
Bunun üzerine yine de şu sonuca vardım: Buradan kaçıp kurtulabilmemin tek yolu,
parçalanıp yenme cezasına çarptırılan ve öldürülmek üzere buraya getirilen
vahşilerden birini, başarabilirsem, ele geçirmekten geçiyordu. Ama bunun da
beraberinde getirdiği bazı zorluklar vardı; bir sürü vahşiye saldırıp hepsini
öldürmeden bunu gerçekleştiremez-
-296-
dim; bu sadece çılgınca, sonuçsuz kalabilecek bir girişim olmakla kalmıyor, aynı
zamanda böyle bir şey yapmanın vicdanen doğru olup olmadığı konusunda tereddüte
düşüyor, söz konusu olan kendi kurtuluşum olsa bile o kadar çok kan dökme
düşüncesine gönlüm yanaşmıyordu. Böyle bir davranışın yanlışlığını savunan
düşüncelerimden daha önce söz ettiğim için şimdi bunları tekrar anlatmama gerek
yok. Gerçi, şimdi bu adamların canıma kastedebilecek düşmanlar olduğunu,
ellerinden gelse beni öldürüp yiyeceklerini; dolayısıyla bunun aslında kendi
canımı kurtarmak amacıyla yapılan bir nefsi müdafaa sayılacağını; gerçekten bana
saldıra-caklarmış gibi kendimi savunmak yolunda hareket ettiğimi ileri sürmek
için nedenlerim vardı; ama bütün bunlar bir yana, yine de kendi kurtuluşum için
başka insanların kanını dökme fikri tüylerimi ürpertiyordu, dolayısıyla uzun bir
süre, hiçbir şekilde kendimi bu fikre alıştıramadım.
Bununla birlikte, en sonunda, kendi kendime yaptığım birçok tartışmadan, bu
konudaki olumlu ve olumsuz bütün düşüncelerin uzun bir süre kafamın içinde
mücadele vermesinden dolayı yaşadığım büyük tereddütlerden sonra geçip gitmek
bilmeyen kurtulma arzusu hepsinden baskın çıktı ve ne pahasına olursa olsun,
başarabilirsem, bu vahşilerden birini elime geçirmeye karar verdim. Bir sonraki
işim bunu nasıl yapacağımı düşünmekti; bu gerçekten de karar vermesi çok zor bir
işti. Ama hangi yolu seçeceğimi bulama-
-297-
yınca kıyıya gelişlerini görmek için sürekli gözetlemede kalmaya, herhangi bir
fırsat çıkarsa diye gerekli önlemleri alarak gerisini olayların akışına
bırakmaya karar verdim.
Aldığım bu kararla, elimden geldiğince sık sık gözcülük yapmaya başladım; aslına
bakılırsa bu işi o kadar sık yapıyordum ki, en sonunda gözcülükten sıkıldım;
çünkü bir buçuk yıldan fazla bir süredir bekliyor -bu zamanın büyük bir
çoğunluğunu adanın batı ve güneybatı kıyılarında geçirmiştim- neredeyse her gün
gidip kanoların gelip gelmediğine bakıyordum; ama tek bir kayık bile
görmemiştim. Bu durum çok yıldırıcıydı ve artık çok canım sıkılmaya başlamıştı;
ama öncekinin aksine bu sefer isteğimin geçip gittiğini söyleyemem. Tam tersine,
geciktikçe bu işe karşı hevesim daha da artıyordu. Kısacası, onlarla
karşılaşmayı çok istediğim için artık bu vahşileri görmekten ya da onların beni
görmesinden o kadar korkmuyordum.
Bunun yanı sıra, bu vahşilerden birini, yok hatta iki ya da üç tanesini ele
geçirebilir-sem onlan kölem haline getirebileceğimi, ne istersem
yaptırabileceğimi, bana hiçbir zaman zarar vermeyecek duruma getirebileceğimi
hayal ediyordum. Bu işle uzun süredir oyalanıyordum; ama ne gelen vardı, ne
giden. Bütün hayallerim, taşanlarım suya düşmüştü; çünkü uzun bir süredir adaya
hiç vahşi gelmiyordu.
Bu düşüncelerle bir buçuk yıl kadar oyalanıp uzun uzun düşündükten sonra bunları
gerçekleştirebileceğim hiçbir fırsat çıkmadı-
-298-
ğından hepsinin boşa gittiğine karar vermiştim. Ama bir sabah erkenden adanın
benim yaşadığım kıyısında en az beş kano görünce çok şaşırdım; içindekiler inip
gözden kaybolmuşlardı. Bunların sayısı, aldığım bütün önlemleri altüst etti;
daha önce daima dört beş kişi ya da bazen biraz daha kalabalık geldiklerini
bildiğim için şimdi bu kadarıyla nasıl başa çıkacağımı, tek başıma yirmi otuz
kişiye nasıl saldırabileceğimi bilmiyordum; bu yüzden şatomdan dışarı çıkmadım,
kafam allak bullak olmuş, sıkıntı içinde bekledim. Bununla birlikte, daha
önceden hazırladığım saldın durumuna geçtim; bir fırsat çıkarsa harekete geçmeye
hazırdım. Herhangi bir ses çıkarırlarsa duyayım diye kulak kesilerek uzun bir
süre bekledikten sonra sabnm tükendi; tüfeklerimi merdivenin ayağına dayadım,
her zamanki gibi iki seferde tepeye çıktım; bununla birlikte beni göremesinler
diye tepenin üzerinde başım gözükmeyecek bir şekilde durdum. Buradan dürbünümün
yardımıyla, sayılannın otuzdan az olmadığını, bir ateş yakmış, yemek pişirmiş
olduklarını gördüm; ama ne pişirmişler, nasıl pişirmişlerdi bilmiyordum; hepsi
de ateşin etrafında, kendi tarzlannda, bir sürü barbarca el kol hareketi ve
figürle dans ediyordu.
Bu şekilde dürbünümle onlara bakarken, iki zavallı yaratığın anlaşılan daha önce
bıra-kıldıklan kayıklardan, boğazlanmak üzere sürüklenerek çıkanldıklannı
gördüm. Bu yaratıklardan biri hemen yere yığıldı; sanınm ona bir sopa ya da
ağaçtan bir kılıçla vur-
-299- .
muşlardı; öldürme yollan bu olsa gerekti. İki üç kişi hemen bu yere düşeni
kesmek, pişirmeye hazırlamak için işe koyuldu; diğer kurban da orada öylece
durmuş, sırasını bekliyordu. Tam o anda bu zavallı yaratık kendisini biraz
serbest görmüş, canını kurtarabileceğini ummuş olmalı ki, yerinden fırladığı
gibi onlardan uzaklaştı; kumların üzerinde inanılmaz bir hızla, bana doğru
koşmaya başladı; evimin bulunduğu tarafa doğru demek istiyorum.
Benim bulunduğum tarafa doğru koştuğunu gördüğümde, özellikle de hepsinin birden
onun peşine takıldığını sandığımda itiraf etmeliyim ki, gerçekten çok korktum.
Şimdi rüyamın öbür kısmının gerçekleşmesini, gerçekten de koruluğuma sığınmasını
bekliyordum; ama rüyamın gerisinin gerçekleşeceğine; diğer vahşilerin onu buraya
kadar kovalamayacaklarına ve bulamayacaklarına hiçbir şekilde güvenemezdim.
Bununla birlikte, yerimden kıpırdamadım ve onu takip eden vahşilerin üç kişiden
fazla olmadığım görünce kendimi toplamaya başladım; kurbanın, çok hızlı koştuğu
için aralarından sıyrıldığını, onları bir hayli geride bıraktığını; dolayısıyla
yarım saat daha dayanabilirse rahatça ellerinden kurtulabileceğini görünce daha
da yüreklendim.
Onlarla şatom arasında, öykümün ilk kısmında gemiden getirdiğim eşyaları karaya
çıkardığım zaman sık sık bahsettiğim bir koy vardı; zavallı vahşinin yüzerek bu
koyu geçmek zorunda olduğu, yoksa orada yakalana-
ORHAN KEMAL 3oo »L HALK KÜTÜPHANESİ
cağı apaçık ortadaydı. Nitekim kaçak vahşi oraya geldiğinde, sular yüksek
olmasına rağmen hiç duraksamadan suya atladı ve aşağı yukarı otuz kulaçta suyun
öbür tarafına çıktı ve yine büyük bir hız ve azimle koşmaya devam etti. Peşine
takılan üç kişi koya geldiğinde ikisinin yüzebildiğim, ama üçüncünün suyun
kenannda durup yüzenlere baktığını gördüm; oradan daha ileri gidemeyip kısa bir
süre sonra da yavaş yavaş geri döndü; bu kendisi için de çok hayırlı oldu.
Kovalayan iki kişinin koyu geçerken kaçan adamdan iki kat daha fazla zaman har-
cadıklannı gördüm. Şimdi bir uşak, belki de bir arkadaş ya da yardımcı edinmenin
tam zamanı olduğu, Tann'nın beni bu zavallı yaratığın hayatını kurtarmaya
çağırdığı düşüncesi bütün sıcaklığıyla ve gerçekten de karşı konulamaz bir
şekilde içime doğdu. Hemen, bütün hızımla merdivenden aşağı inerek daha önce
merdivenin dibine dayamış olduğumu söylediğim iki tüfeğimi kaptığım gibi, yine
aynı hızla tepeye çıktım. Çok kestirme bir yoldan tepeden aşağı, denize doğru
indim, kaçanla kovalayanlar arasına giriverdim, buyandan da kaçana
sesleniyordum; arkasını dönüp baktı ve ilk başta belki de benden, en azından
kendisini kovalayanlardan korktuğu kadar korktu; ama elimle ona geri gelmesini
işaret ettim. Bu arada da yavaş yavaş kovalayanlara doğru ilerledim; sonra da
birden önde olana saldırarak tüfeğimin dipçiğiyle vurduğum gibi yere serdim.
Ötekiler duymasın diye ateş etmek istemiyordum; ama zaten o
-301-
kadar uzaktan ne tüfeğin sesini kolayca duyabilecekleri ne de dumanı
görebilecekleri için neler olup bittiğini tahmin bile edemezlerdi. Ben bu öndeki
adamı yere devirince, diğeri sanki korkmuş gibi durdu. Çabucak ona doğru
ilerledim, ama yaklaştığımda elinde bir okla yay olduğunu, beni vurmaya
hazırlandığını gördüm; bu yüzden ilk önce ben ona ateş etmek zorunda kaldım; ilk
atışta da öldürdüm.
Zavallı kaçak vahşi, her iki düşmanının da yere düşüp öldüğünü -ikisinin de
öldüğünü sanıyordu- görmesine rağmen durdu; yine de tüfeğimin çıkardığı sesten
ve ateşten öyle ürkmüştü ki, olduğu yerde donakaldı; ne geri kaçabiliyor, ne de
ileri gelebiliyordu; ama yaklaşmaktan çok kaçma eğiliminde gibi görünüyordu. Ona
tekrar seslendim ve gelmesi için bazı el kol işaretleri yaptım; kolaylıkla
anladı, bana doğru biraz ilerleyip yine durdu; sonra biraz daha ilerledi, gene
durdu; esir alındığını, iki düşmanı gibi birazdan öldürüleceğini sanarak
korkudan tir tir titrediğini o zaman anladım. Yanıma gelmesi için tekrar işaret
ettim ve onu cesaretlendirebilmek için aklıma gelen her türlü el kol hareketini
yaptım; yavaş yavaş yaklaştı, canını kurtardığım için duyduğu minnettarlığın bir
göstergesi olarak on on iki adımda bir diz çöküyordu. Ona gülümsedim ve cana
yakın bir şekilde baktım, daha da yaklaşmasını işaret ettim. En sonunda iyice
yakınıma geldi ve sonra gene diz çökerek yeri öptü, başını yere uzattı, ayağımı
alarak başının üzerine koydu. Anlaşılan bu hareket son-
-302-
suza kadar kölem olacağına ant içtiğini gösteriyordu. Tutup yerden kaldırdım,
onu okşadım ve yüreklendirmek için elimden geleni yaptım. Ama daha halledilmesi
gereken işler vardı; çünkü tüfeğimin sapıyla yere serdiğim vahşinin ölmediğini,
bu darbeyle sadece sersemlemiş olduğunu, şimdiyse kendine gelmeye başladığını
gördüm; ona işaret ederek vahşinin daha ölmediğini gösterdim. Bunun üzerine bana
birtakım sözler söyledi; ne dediğini anlayamasam da bu sözler kulağıma çok hoş
geldi; çünkü bu, yirmi beş yıldan fazla bir süredir, kendi sesim dışında
duyduğum ilk insan sesiydi. Ama şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Yere
serdiğim vahşi oturabilecek kadar kendini toplamıştı; benim vahşinin de korkmaya
başladığını1 gördüm; bu durumda diğer tüfeğimi sanki onu vuracakmışım gibi adama
doğrulttum. Bunun üzerine benim vahşi -şimdi ona böyle diyordum- kemerimin
yanında asılı duran kınsız kılıcımı ödünç almak için bana işaret etti; ben de
verdim. Kılıcı alır almaz düşmanına doğru koştu ve bir vuruşta, Almanya'daki en
iyi cellatlara bile taş çıkartacak bir ustalıkla adamın başını kesi-verdi; kendi
tahta kılıçlan hariç hayatında hiç kılıç görmediğine inanmak için yeterince
sebebim olan bu adamın bu kadar iyi kılıç kullanabilmesi bana çok garip geldi.
Bununla birlikte, daha sonradan tahta kılıçların bir vuruşta kafaları, kollan
düşürebilecek kadar keskin, ağır yapıldığını, tahtasının da çok sert olduğunu
öğrendim. Vahşi bu işi hallettikten sonra bir zafer işareti olarak gülümseyerek
-303-
yanıma geldi ve anlamadığım bin bir türlü el kol hareketi yaparak kılıcı bana
geri getirdi, öldürdüğü vahşinin kafasıyla beraber hemen önüme, yere bıraktı.
Ama onu en çok şaşırtan şey, öbür yerliyi bu kadar uzaktan nasıl öldürdüğümdü;
dolayısıyla bu vahşiyi işaret ederek benden onun yanına gitmek için izin istedi;
elimden geldiğince, gidebileceğini anlatmaya çalıştım. Adamın yanına vardığında
şaşırmış gibi durdu, bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek adamı inceledi,
kurşunun açtığı yaraya baktı; anlaşılan kurşun göğsünde bir delik açmıştı, fazla
kan akmamıştı, ama iç kanama olmalıydı, çünkü adam ölmüştü. Benim vahşi, adamın
okunu ve yaylarını alarak geri geldi; böylelikle ben de oradan uzaklaşmak için
döndüm; bunların arkasından başkalarının da gelebileceğini anlatmaya çalışarak
beni takip etmesini işaret ettim.
Bunun üzerine, arkadan gelen olursa ölüleri görmesinler diye onları kuma gömmesi
gerektiğini anlattı işaretlerle; ben de bunu yapmasını söyledim. İşe girişti ve
elleriyle çabucak kumda ilkini gömmeye yetecek kadar büyük bir çukur açtı, adamı
çeke çeke götürüp çukurun içine attı ve üstünü örttü; öteki adam için de aynı
şeyi yaptı. Sanırım, ikisini de on beş dakika içinde gömdü. Sonra onu çağırarak
şatoma değil de adanın daha uzak bir köşesindeki mağarama götürdüm; böylece
gördüğüm rüyanın bu kısmının gerçekleşmesine, yani vahşinin gelip koruluğuma
saklanmasına izin vermedim.
-304-
Mağarada ona, yemesi için biraz ekmekle bir salkım kuru üzüm, içecek su verdim;
koştuğu için buna çok ihtiyacı olduğunu anlamıştım; kendisini toparladıktan
sonra ara sıra uyumak için kullandığım, üzerinde bir battaniye bulunan, pirinç
sapından yaptığım yatağı göstererek yatıp uyumasını işaret ettim; zavallıcık
uzanıp hemen uykuya daldı.
Güzel, yakışıklı, boylu poslu, kolları bacakları güçlü, pek iri sayılmayacak,
uzun boylu, düzgün vücutlu bir delikanlıydı ve tahminime göre aşağı yukarı yirmi
altı yaşındaydı. Çok güzel bir yüzü vardı; ne sert ne hırçındı, ama yine de
erkeksi bir yüzdü; bununla birlikte, özellikle de gülümsediğinde, yüzünü bir
Avrupalı yüzünün tatlılığı, yumuşaklığı buruyordu. Saçları uzun ve siyahtı,
koyun gibi kıvırcık değildi; alnı yüksek ve genişti ve gözlerinde de büyük bir
canlılık, parıltılı bir keskinlik vardı. Derisinin rengi tam siyah değil, koyu
esmerdi; ama Brezilyalılar, Virginialilar ya da diğer Amerika yerlileri gibi
çirkin, kara san iğrenç bir renk değildi, daha çok parlak, koyu bir zeytin
rengindeydi; anlatması pek kolay olmasa da bu renkte hoşa giden bir taraf vardı.
Yüzü yuvarlak, dolgundu; burnu küçüktü, zencilerinki gibi yassı değildi; çok
güzel bir ağzı, ince dudakları, fildişi gibi bembeyaz düzgün dişleri vardı.
Uyumaktan çok, aşağı yukarı yarım saat uyukladıktan sonra kalkmış, yanıma gelmek
için mağaradan çıkmıştı; ben o sırada yandaki ağılda keçileri sağıyordum. Beni
görünce koşarak yanıma geldi, kendisini yine yere
-305-
atarak duyduğu minneti, borçluluğu göstermek için aklına gelen bütün hareketleri
yaptı, bir sürü abartılı işaretle bunu anlatmaya çalıştı. En sonunda, başını
ayağımın dibine, yere uzatarak daha önce yaptığı gibi diğer ayağımı da başının
üzerine koydu; yaşadığı sürece bana nasıl hizmet edeceğini anlatmak için akla
gelebilecek bütün kulluk, kölelik, boyun eğme işaretlerini yaptı. Demek istediği
birçok şeyi anladım ve ondan çok hoşnut olduğumu anlattım. Biraz zaman geçince
onunla konuşmaya başladım, ona da benimle konuşmayı öğrettim; ilk olarak adının
Cuma olacağını öğrettim; bu onun hayatını kurtardığım gündü. O günün anısı olsun
diye ona bu adı vermiştim. Aynı şekilde ona Efendi demesini de öğrettim ve benim
adımın bu olduğunu söyledim. Evet, hayır demesini ve bunların anlamım öğrettim.
Ona toprak bir kap içinde biraz süt verdim, görsün diye onun önünde içip
ekmeğimi süte bandırdım; aynısını yapsın diye ona da bir parça ekmek verdim;
buna çabuk alıştı ve işaretlerle çok hoşuna gittiğini söyledi.
Bütün geceyi onunla birlikte orada geçirdim; ama sabah olur olmaz benimle
gelmesini işaret edip giyecek vereceğimi anlattım; buna çok sevinmiş gibi
göründü, çünkü çırılçıplaktı. İki adamı gömdüğü yerin yakınlarından geçerken
onları tekrar bulabilmek için bıraktığı nişanlan gösterdi, ölüleri çıkarıp
yiyebileceğimizi anlattı. Bunun üzerine çok öfkelenmiş gibi göründüm, bazı
hareketlerle bundan tiksindiğimi anlatmaya çalıştım ve
-306-
bu düşünce karşısında kusacakmış gibi yaptım; sonra da elimle onu yanıma
çağırdım; büyük bir itaatkârlıkla hemen geldi. Düşmanlarının gidip gitmediğine
bakması için onu tepeye çıkardım, ben de dürbünümü çıkarıp baktım; bulundukları
yeri görebiliyordum; ama ne vahşilerden, ne de kanolarından eser kalmamıştı;
geride kalan iki arkadaşlarını hiç aramadan çekip gittikleri apaçık ortadaydı.
Ama bu keşifle yetinmedim; şimdi cesaretim dolayısıyla merakım da arttığından
adamım Cuma'yı yanıma aldım; eline kılıcı, omzuna çok ustaca kullandığını
gördüğüm oklarla yayı, taşısın diye tüfeklerimden birini verdim; kendim de iki
tüfek aldım. Bütün bu hazırlıklardan sonra bu'yaratıkların gelmiş oldukları yere
doğru yola koyulduk; çünkü şimdi onlarla ilgili daha çok şey öğrenmeyi kafama
koymuştum. Kıyıya vardığımda gördüğüm manzaranın dehşeti karşısında da-
marlanmdaki kan buz kesti, yüreğim daraldı. Gerçekten de en azından benim için
korkunç bir manzaraydı, ama Cuma'nm aldırdığı yoktu. Ortalık insan kemikleriyle
doluydu, yerler kana boyanmış, etrafa yan yenmiş, parçalanmış, ateşte kavrulmuş
büyük büyük et parçalan saçılmıştı; kısacası düşmanlanna karşı kazandıklan
zaferden sonra çektikleri kutlama ziyafetinin bütün izleri ortadaydı. Üç
kafatası, beş el, üç dört bacakla ayak kemiği ve insan vücudunun başka bir sürü
parçasını gördüm. Cuma, işaretlerle bana buraya kendilerine ziyafet çekmek için
dört kişi getir-
-307-

diklerini anlattı; üçü parçalanıp yenmişti; kendisini işaret ederek dördüncünün


de kendisi olduğunu söyledi. Bu vahşilerle komşu kral arasında büyük bir savaş
çıkmış, anlaşılan Cuma'nın da tabi olduğu bu kralın halkından bir sürü esir
alınmış, bu esirler ziyafette yenmek üzere başka başka yerlere götürülmüşlerdi;
tıpkı buraya gelen alçakların yaptığı gibi.
Cuma'ya bütün bu kafataslannı, kemikleri, etler ve geriye ne kaldıysa hepsini
bir araya toplayıp bir yığın haline getirmesini ve büyük bir ateş yakarak
hepsini küle çevirmesini anlattım. Cuma'nın bu etlere ağzının sulandığını,
yaradılışında hâlâ vahşilik bulunduğunu gördüm; ama yamyamlığa, hatta en ufak
bir belirtisine karşı bile duyduğum büyük nefreti ona gösterdiğimden bu
eğilimini açığa çıkarmaya cesaret edemiyordu; böyle bir şeye kalkışırsa, onu
öldüreceğimi birtakım hareketlerle anlatmıştım.
Cuma bu işi yapıp bitirdikten sonra şatomuza geri döndük, ben de adamım Cuma
için işe giriştim; ilk olarak ona, batık gemide bulduğum, daha önce bahsettiğim
yoksul topçunun sandığından çıkardığım bir keten donu verdim; biraz değişiklik
yapınca üstüne tam oldu. Sonra ona keçi derisinden, yeteneklerimin elverdiği
kadar güzel bir yelek yaptım; artık şöyle böyle iyi bir terzi olmuştum; tavşan
derisinden yaptığım yeterince kullanışlı ve güzel bir şapkayı da ona verdim;
böylelikle şimdilik giyimi fena olmamıştı; neredeyse efendisi kadar iyi
giyindiğini görünce de bir
-308-
hayli sevindi. İlk başta bu şeyler içinde rahat edemediği doğru; don giymek ona
çok tuhaf geliyordu, yeleğinin kol kısımları da omuzlarını ve koltuk altlarını
yara yapmıştı; ama acıdığından yakındığı yerleri biraz bollaştınn-ca ve kendisi
de alıştıktan sonra bu giysilere iyice ısındı.
Birlikte eve gelişimizin ertesi günü onu nerede yatıracağımı düşünmeye başladım.
Hem onun rahatlığı, hem de kendi başıma fazla iş açmamak için iki duvarımın
arasındaki boş yere, iç duvarla dış duvarın arasına küçük bir çadır kurdum,
Oradan mağarama açılan bir kapı ya da giriş vardı; bir kapı kasası ve
tahtalardan da bir kapı yaparak aradaki geçide taktım; kapıyı içeriye doğru
açılacak şekilde ayarladım. Geceleri bu kapıyı sürgülüyor, merdivenleri de içeri
alıyordum; böylelikle Cuma, beni uyandıracak kadar gürültü çıkarmadan en içteki
duvarımı geçip bana saldıramazdı; çünkü ilk duvarımın üstü artık tam bir çatı
olmuştu; duvardan tepeye doğru uzattığım direkler çadırımın üstünü tamamen
örtüyordu, ayrıca bu direklerin üzerine de lata yerine çaprazlamasına daha küçük
direkler koymuş ve kamış gibi sağlam pirinç saplanyla epeyce kalın bir dam
örtüsü yapmıştım. Merdivenle girip çıkmak için bırakılan delik ya da boşluğa da
dışarıdan zorlanırsa hiç açılmayacak, aksine yere düşüp gürültü çıkaracak bir
çeşit tuzak kapı yerleştirmiştim; silahlanma gelince, hepsini geceleyin yanıma
alıyordum.
Ama bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktu;
-309-
çünkü hiç kimsenin Cuma'dan daha bağlı, daha sevgi dolu, daha samimi bir uşağı
olmamıştır. Cuma, hiçbir şeye öfkelenmeden, surat asmadan, içten pazarlık
yapmadan tam bir minnet duygusuyla hareket ediyordu, bir çocuğun babasına karşı
olduğu gibi onun da bana karşı kusursuz bir bağlılığı vardı; ne zaman, ne için
olursa olsun benim hayatımı kurtarmak adına kendini feda edeceğini bile
söyleyebilirdim. Bana karşı birçok örnek davranış, bunun hiç kuşkusuz doğru
olduğunu ortaya çıkardı ve kısa bir süre sonra kendi güvenliğim için ondan
sakınmama hiç gerek olmadığına iyice inandım.
Bu durum beni sık sık, Tanrı'nın, yarattıklarından ne kadar büyük bir
çoğunluğunu, aslında ruhlarında bulunan yetenekleri ve güçleri iyi amaçlar için
kullanmaktan bilerek ve isteyerek alıkoyduğunu hayretle düşünmeye itiyordu; oysa
bize verdiği gücün aynısını, aynı aklı, aynı duygulan, aynı şefkat ve sorumluluk
duygusunu, aynı tutkuları ve yanlışlara karşı koyma gücünü, aynı minnet,
içtenlik, bağlılık duygularını, iyilik yapma ve iyilik bulma kabiliyetlerinin
hepsini onlara da bağışlamıştı. Onlara bu duygulan açığa çıkarma fırsatı
verdiğinde kendilerine bağışlanan bütün her şeyi aynı bizim gibi, hatta bizden
daha fazla doğru yolda kullanmaya hazırlardı. Tannsal Ruh'un büyük ışığıyla ve
anlayışımızı artıran Tann Sözü'nün bilgisiyle aydınlatılmış bu güçlere sahip
olsak bile birkaç kere ortaya çıktığı üzere, bütün bunlan ne kadar da kötü
kullandığımızı düşündü-
-310-
ğümde zaman zaman büyük bir üzüntüye kapılıyor, Tann'nın böyle kurtancı
bilgileri neden milyonlarca insandan esirgediğini, oysa şu zavallı vahşinin
durumunda da gördüğüm gibi bu insanlann o bilgileri bizden çok daha iyi
kullanabileceklerini düşünüyordum.
Bundan dolayı zaman zaman çok aşın giderek Tann'nın egemenliğinin sınırlannı
çiğniyor, o ışığı kimilerine gösteren, kimilerinden gizleyen; ama yine de
ikisinden de aynı ödevleri yerine getirmesini bekleyen adaleti, çok başına
buyruk bir yapıya sahip olmakla suçluyordum. Ama böyle düşünmeyi bırakarak şu
sonuca vardım: İlk olarak, bu yaratık-lann hangi amaç, hangi yasa doğrultusunda
bu şekilde yaşamaya mahkûm edildiklerini bilmiyorduk; ama Tann, varlığı gereği
kaçınılmaz olarak kutsal ve haklıdır; dolayısıyla bu yaratıklann Tann'yı
tanımaktan yoksun bırakılmış olmalan, Kutsal Kitap'ta da belirtildiği üzere
başlı başına bir yasa* olan, hangi temele dayandığı bize bildirilmemişse de
insanın kendi bilinciyle doğruluğunu kavrayabildiği o ışığa karşı günah
işlemelerini gerektirmez; ikincisi, hepimiz çömlekçinin elindeki çamura
benzeriz;** hiçbir çömlek dönüp de O'na, "Beni neden böyle yoğurdun?" diyemez.
Ama şimdi yeni arkadaşıma dönelim. Cuma'dan son derece hoşnuttum; faydalı,
becerikli ve yardımcı olabilmesi için gerekli her şeyi ona öğretmeyi kendime iş
edinmiştim; özellikle konuşmasını, ben konuştuğum za-
• Romalılar, 2:14'ten alıntı. ** Isaiah, 45:49'tan alıntı.
-311-
man anlamasını sağlamaya çalışıyordum. Gelmiş geçmiş bütün öğrencilerden daha
çabuk kavrıyordu; üstelik öyle neşeli, öyle çalışkandı ve beni anlayabildiği ya
da bana bir şey anlatabildiği zamanlar öyle seviniyordu ki, onunla konuşmak
benim için büyük bir zevk haline gelmişti. Artık hayatım o kadar kolaylaşmıştı
ki, kendi kendime, vahşilerin bir daha gelmeyeceğini bilsem, yaşadığım sürece bu
adadan çıkamasam bile umurumda olmayacağını söylemeye başlamıştım.
Şatoma döndükten iki üç gün sonra, Cu-ma'yı bu iğrenç beslenme alışkanlığından
vazgeçirmek, yamyamlara özgü o damak zevkini unutturmak için ona başka etleri
tattırmam gerektiğini düşündüm; bu yüzden bir sabah onu da yanıma alarak ormana
gittim. Aslında niyetim kendi sürümden bir oğlak kesmek, eve getirip pişirmekti;
ama yolda giderken bir gölgelikte, yanında iki yavrusuyla uzanmış yatan dişi bir
keçi gördüğümde Cu-ma'yı tuttum. "Dur," dedim, "kıpırdama." Kıpırdamamasını
anlatmak için birtakım işaretler yaptım. Hemen tüfeğimi doğrultarak keçi
yavrularından birini vurup öldürdüm. Düşmanı olan o vahşiyi öldürüşümü aslında
uzaktan görmüş, bunu nasıl yaptığımı ne anlamış, ne de tahmin edebilmiş olan
zavallı Cuma şimdi de epeyce şaşırdı, titreyip sarsılmaya başladı; öyle korkmuş
görünüyordu ki, düşüp bayılacak sandım. Vurduğum keçi yavrusunu görmemiş ya da
onu öldürdüğümü anlamamıştı; ama kendisinin yaralanıp yaralanmadığını anlamak
için yeleğini kaldı-
-312-
np baktı; onu öldürmeye karar verdiğimi sanmıştı; bunu gelip önümde diz
çökmesinden anladım, dizlerime sarılarak anlamadığım bir sürü şey söyledi;
dediklerini anlamıyordum, ama onu öldürmemem için yalvardığını kolaylıkla
görebiliyordum.
Ona zarar vermeyeceğimi anlatmanın hemen bir yolunu buldum; elinden tutup
kaldırdım, gülümsedim ve öldürdüğüm keçi yavrusunu göstererek gidip onu
getirmesini işaret ettim; getirdi. Cuma hayvanın nasıl öldüğünü anlamaya
çalışırken tüfeğimi tekrar doldurdum; o sırada atış menzilim içindeki bir ağaca
tünemiş şahin gibi büyük bir kuş gördüm. Ne yapacağımı biraz olsun anlaması için
Cuma'yı yanıma çağırdım, ona kuşu gösterdim; şahin sanmıştım ama papağanmış. Her
neyse, elimle bir kuşu, bir tüfeğimi, bir de kuşun bulunduğu ağacın altını
göstererek kuşu düşüreceğimi, vurup öldüreceğimi anlatmaya çalıştım. Ateş ettim,
ona da bakmasını söyledim, papağanın düştüğünü hemen gördü. Bütün her şeyi ona
anlatmama karşın yine korkudan donakaldı; bu sefer daha çok şaşırmış olduğunu
gördüm; tüfeği doldurduğumu görmediği için elimdeki bu şeyin insanı, hayvanı,
kuşu, uzakta ya da yakında ne varsa her şeyi öldürebilecek olağanüstü bir ölüm
kaynağı olduğunu düşünüyor olmalıydı. Bu, onda uzun süre üstünden atamayacağı
bir şaşkınlık uyandırdı; sanırım bıraksam hem bana, hem tüfeğime tapınacaktı.
Tüfeğe günlerce elini süremedi; ama kendi başına kaldığı zamanlar tüfekle
konuşuyor, sanki
-313-
tüfek ona cevap veriyormuş gibi bir şeyler anlatıp duruyordu; sonradan
öğrendiğime göre tüfeğe kendisini öldürmemesi için yalvanyor-muş.
Her neyse, şaşkınlığı biraz geçince ona koşup vurduğum kuşu getirmesini işaret
ettim; koşup gitti ama gelmesi biraz uzun sürdü; çünkü daha tam ölmemiş olan
papağan çırpına çırpına düştüğü yerden bir hayli uzağa gitmişti. Bununla
birlikte, Cuma kuşu buldu ve alıp bana getirdi. Daha önce tüfeği doldurduğumu
görmediğini anladığımdan bu fırsatı değerlendirip yine o görmeden tüfeği
doldurdum ve karşıma çıkacak başka bir şeye ateş etmek için hazırlandım. Ama o
sıra karşıma bir şey çıkmadı; böylece keçi yavrusunu eve getirerek aynı akşam
derisini yüzdüm; elimden geldiğince kesip parçaladım; bu amaca uygun bir kabım
olduğundan bir parça et kaynatarak çok güzel bir yemek yaptım. Kendim yemeye
başladıktan sonra adamıma da biraz verdim; çok memnun oldu, yemeği de sevdi; ama
en çok yadırgadığı şey eti tuzlaya-rak yediğimi görmesi oldu. Bana tuzun yenecek
bir şey olmadığını göstermek için ağzına biraz tuz koyarak midesi bulanmış gibi
yaptı; tuzu tükürerek ağzını temiz suyla çalkaladı. Öte yandan, ben de ağzıma
bir parça tuzsuz et koydum, onun tuza karşı yaptığı gibi ben de tuzsuz eti
tükürecekmişim gibi yaptım. Ama bu işe yaramadı, ne yemeğinde ne de çorbasında
asla tuz istemiyordu; en azından uzun bir süre için, sonradan alıştı ama yine de
çok az tuz kullanıyordu.
-314-
Böylece onu haşlanmış et ve et suyuyla tanıştırdıktan sonra ertesi gün de
kızarmış keçi etiyle bir ziyafet çekmeye karar verdim. Bunu İngiltere'de pek çok
kişinin yaptığı gibi, eti ateşin üzerine asarak yaptım; ateşin her iki yanına
birer direk çaktım, bu direklerin üzerine birinden diğerine uzanan bir direk
daha koydum; eti ortadaki direğe geçirip, direği ucuna sardığım iple sürekli
çevirerek eti kızarttım. Cuma bu işe hayran kaldı. Eti tattığında da bana ne
kadar beğendiğini anlatmak için öyle hareketler yaptı ki, onu anlamamak elde
değildi; en sonunda bana bir daha asla insan eti yemeyeceğini söyledi, bunu
duymak beni çok sevindirdi.
Ertesi gün onu biraz başak dövmesi ve daha önce anlattığım şekilde benîm gibi
bunları elekten geçirmesi için işin başına oturttum. Kısa bir süre içinde nasıl
yapılacağını anladı ve özellikle bu işin anlamını, ekmek yapmaya yarayacağını
anlayınca benim kadar iyi yapmaya başladı; çünkü daha sonra ona nasıl ekmek
yaptığımı ve pişirdiğimi göstermiştim; çok geçmeden Cuma da bütün işi benim
yerime, benim kadar iyi yapabilecek duruma geldi.
Artık bir yerine iki boğaz beslemek gerektiğinden ekinim için daha geniş bir
tarla hazırlamak ve eskisinden daha çok tohum ekmek zorunda olduğumu düşünmeye
başladım. Bunun üzerine daha büyük bir toprak parçası belirledim ve önceden
yaptığım gibi etrafını çitle çevirmeye başladım; Cuma bu iş için hem büyük bir
istekle ve çok sıkı çalışıyor, hem de bunu seve seve yapıyordu; ona
-315-
bu işin neye yarayacağını, artık o da benimle beraber olduğundan hem kendime hem
ona yetecek ekmeği yapmak için daha fazla ürün almamız gerektiğini söyledim. Bu
onu çok duygulandırdı; kendimden çok onun için çalıştığımı, ne yapması
gerektiğini söylersem daha çok çalışacağını anlattı.
Adada geçirdiğim bütün hayatımın en güzel yılı buydu. Cuma çok güzel konuşmaya,
istediğim hemen her şeyin, onu gönderdiğim her yerin ismini öğrenmeye ve benimle
epeyce konuşmaya başlamıştı. Kısacası önceleri hiç fırsat bulamazken artık
dilimi yeniden kullanmaya, yani konuşmaya başlamıştım. Onunla konuşmaktan
duyduğum zevkin yanı sıra Cuma'nm kendisinden de çok memnundum. Onun basit,
yapmacıksız dürüstlüğünü her gün biraz daha görüyor, onu gerçekten de sevmeye
başlıyordum; onun da beni, şimdiye kadar hiçbir şeyi sevmediği kadar sevdiğine
inanıyordum.
Bir gün kendi ülkesini özleyip özlemediğini öğrenmek istedim; İngilizce'yi,
neredeyse bütün sorularıma cevap verecek kadar iyi öğrenmiş olduğundan ona
ulusunun savaşlarda hiç kazanıp kazanmadığını sordum. Bunun üzerine
gülümseyerek, "Evet, evet, biz her zaman daha iyi savaşçı," dedi; her zaman
savaşta kazandıklarını söylemek istiyordu. Böylece aramızda, aşağıdaki şu
konuşma geçti: "Siz her zaman daha iyi savaşçı," dedim. "Peki o zaman, nasıl
oldu da esir düştün, Cuma?"
Cuma - Bizim ulus çok yenmek, onların hepsi.
-316-
Efendi - Nasıl yenmek? Sizin ulus onları yendiyse, nasıl oluyor da sen
yakalanıyorsun?
Cuma - Benim olduğum yerde, onlar var bizden daha çok olmak; onlar almak bir,
iki, üç kişi ve ben. Benim ulus ötede onları yenmek, ama ben orada değil; orada
benim ulus onlardan bir iki, çok bin adam almak.
Efendi - Peki o zaman, sizinkiler seni neden düşmanların elinden kurtarmadı?
Cuma - Onlar götürmek bir iki, üç kişi ve beni kanoya; bizim ulusta o zaman kano
yok.
Efendi - Peki Cuma, sizin ulus aldığı o adamları ne yapar? Bunların yaptığı gibi
bir yere götürüp yer mi?
Cuma - Evet, benim ulus da insanları yemek. Hepsini bitirmek.
Efendi - Onları nereye götürürler?
Cuma - Başka yerlere götürmek, düşündükleri yere.
Efendi - Buraya gelirler mi?
Cuma - Evet, evet. Buraya gelirler; başka yere de gelmek.
Efendi - Onlarla buraya hiç geldin mi?
Cuma - Evet, geldim. (Eliyle adanın kuzeybatısını gösterdi, anlaşılan orası
onların yeriydi.)
Bu konuşmadan adamım Cuma'nın, adanın o uzak ucundaki kıyıya gelen vahşilerin
arasında bulunduğunu, tıpkı kendisinin yenmek üzere buraya getirildiği gibi onun
da başkalarını yemeye geldiğini anladım. Bir süre geçtikten sonra, onu daha önce
bahset-
-317-
tiğim yere götürecek cesareti bulunca bu yeri hemen tanıdı; bana bir keresinde
oraya gelip yirmi adam, iki kadın ve bir de çocuk yediklerini söyledi.
İngilizce'de yirmi demeyi bilmiyordu; ama bunu anlatmak için bir sürü taşı yan
yana dizip benden saymamı istedi.
Bunları aşağıda söyleyeceklerime bir giriş olsun diye anlattım: Bu konuşmayı
yaptıktan sonra ona, karşı kıyının adadan uzaklığını, kanoların denizde sık sık
kaybolup kaybolmadığını sordum. Bana hiçbir tehlike olmadığını, kanoların hiç
kaybolmadığını; ama denizin biraz açıklarında her zaman bir rüzgârla akıntının
bulunduğunu, bunun sabahları bir yöne, öğleden sonraları da öbür yöne döndüğünü
söyledi.
Bunun gelgitten başka bir şey olmayacağını düşündüm; ama sonradan bunun güçlü
Oroonoko Nehri'nin akıntılarından ileri geldiğini; adamızın bu nehrin ağzında ya
da körfezinde bulunduğunu öğrendim; batı ile kuzeybatıda gördüğüm o kara
parçasının da, nehrin ağzının kuzeyinde kalan büyük Trinidad Adası olduğunu
anladım. Cuma'ya o yerlerle, orada yaşayanlarla, denizle, sahille, oranın
yakınlarında yaşayan uluslarla ilgili binlerce soru sordum. Bana bütün
bildiklerini akla gelebilecek en açık ve anlaşılır şekliyle anlattı. Kendi
ulusuna benzer ulusların isimlerini sordum, ama hepsi için Karayipler dedi;
bunun üzerine bunların bizim haritalarda, Amerika'nın Oroonoko Nehri'nin
ağzından başlayıp Guyana'ya ve oradan da St. Mart-
-318-
ha'ya* ulaşan bölgesinde yaşayan Karayipler olduğunu kolaylıkla anladım. Daha
önce sözünü ettiğim kocaman bıyıklarımı işaret ederek bana aydan çok uzakta,
ayın doğduğu yerin ötesinde -anlaşılan, ülkelerinin batısında demek istiyordu-
benim gibi beyaz sakallı adamların yaşadığını; bunların çok fazla insanlar
öldürdüğünü -bunlar onun sözleriydi-anlattı; bu sözlerinden, Amerika'daki
gaddarlıkları bütün ülkelere yayılan, bütün uluslar arasında babadan oğula
anlatılagelen İspanyolları kastettiğini anladım.
Ona, bu adadan o beyaz adamların yaşadığı yere gidip gidemeyeceğimi sordum.
"Evet, evet, iki kanoda gidebilirim," dedi. Ne demek istediğini anlayamadım, bir
türlü iki kanonun anlamını açıklığa kavuşturmasını sağla-yamadım; ama en sonunda
bin bir güçlükle iki kayık büyüklüğünde tek bir kayık demek istediğini
çıkarabildim.
Cuma'nın bu konuşmaları çok hoşuma gitmeye başladı; o günden itibaren bir gün
buradan kaçmanın bir yolunu bulabileceğime, bu zavallı vahşinin de bana yardım
edebileceğine dair umutlar beslemeye başladım.
Cuma artık uzun bir süredir benimle birlikte olduğu, benimle konuşmaya,
söylediklerimi anlamaya başladığı için ona temel dini bilgileri vermeden
edemezdim; bir keresinde ona kendisini kimin yarattığını sordum. Zavallıcık ne
demek istediğimi bile anlamadı; babasının kim olduğunu soruyorum zannetti. Ama
başka bir yol bularak ona denizi, üze-
* Kolombiya kıyısındaki Santa Marta. -319-
rinde yürüdüğü toprağı, tepeleri ve ormanları kimin yarattığını sordum. Her
şeyin ötesinde yaşayan yaşlı Benamuke'nin yarattığını söyledi. Bu büyük adamı
bir türlü tanımlaya-madı, sadece çok yaşlı olduğunu, denizden, topraktan, aydan
ve yıldızlardan bile daha yaşlı olduğunu söyleyebildi. Sonra bu yaşlı adam her
şeyi yaratmışsa, neden bütün bu şeylerin ona tapmadığını sordum. Çok ciddi bir
tavır takındı, masum bir yüz ifadesiyle, "Her şey ona Oo diyor," dedi.
Ülkesindeki insanların öldüklerinde bir yere gidip gitmediklerini sordum.
"Evet," dedi. "Hepsi Benamu-ke'ye gider." Sonra ona yedikleri insanların da
oraya gidip gitmediğini sordum. "Evet," dedi.
Bu konuşmalardan sonra, ona gerçek Tanrı üzerine bilgi vermeye başladım. Elimle
gökyüzünü göstererek her şeyin yüce Yaratı-cısı'nın orada yaşadığını; bütün
bunları yaratan gücün evreni de yönettiğini; gücünün sınırsız olduğunu; bize her
şeyi yapabileceğini; her şeyi verebileceği gibi bizden her şeyi alabileceğini de
söyledim; böylelikle yavaş yavaş onun gözlerini açtım. Can kulağıyla dinledi,
İsa'nın bizi günahlarımızdan kurtarmak için gönderildiğini, Tanrı'ya nasıl dua
edeceğimizi, O'nun bizi cennetten bile duyabileceğini öğrenmek onu mutlu etti.
Bir gün bana, bizim Tanrı güneşin ötesinden bile bizi duyabiliyorsa, O'nun,
Benamuke'den daha büyük bir Tanrı olması gerektiğini söyledi; Benamuke, biraz
ötede yaşıyormuş, ama bulunduğu büyük dağlara gitmeden ona hiçbir şey
işittirile-
-320-
miyormuş. Ona hiç Benamuke'yle konuşmaya gidip gitmediğini sordum. "Hayır,"
dedi; oraya gençler değil, bir tek yaşlılar gidiyormuş. Oovokaki diye
adlandırdığı bu yaşlı adamlar, söylediklerine bakılırsa onların din adamları ya
da ruhban sınıfıydı; bunlar oraya Oo demeye (dua etmeye böyle diyordu)
gidiyorlarmış ve geri geldiklerinde onlara Benamuke'nin söylediklerini
anlatıyorlamıış. Bundan, dünyadaki en kör, en cahil putperestlerin arasında bile
bir din adamları topluluğu bulunduğunu anladım; demek ki insanların ruhban
sınıfına saygısını korumak için dine gizlilik verme politikası, yalnız Roma
Katolik-lerinde değil, belki de dünyanın bütün dinlerinde, en kaba, en barbar
vahşiler arasında bile rastlanan bir şeydi.
Adamım Cuma'ya bunun bir düzenbazlık olduğunu anlatmaya çalıştım; yaşlı
adamların tanrıları Benamuke'ye Oo demek için dağlara çıkmasının bir aldatmaca,
Benamuke'nin söyledikleri diye getirdikleri sözlerin ise daha büyük bir yalan
olduğunu; orada onlara karşılık veren ya da onlarla konuşan herhangi biri varsa,
bunun kötü bir ruh olması gerektiğini söyledim. Sonra da ona uzun uzadıya
şeytanı, şeytanın nereden, nasıl geldiğini, Tanrı'ya başkaldırışını, insanlara
duyduğu düşmanlığı, bunun nedenini, Tann'nm yerine, Tann'ymış gibi kendisine
tapılmasını sağlamak için dünyanın karanlık köşelerine yerleşmiş olduğunu,
akıllarını çelip insanları yıkıma sürüklemek için bin bir türlü hileye
başvurduğunu; tutkularımızı ve duygulanmı-
-321-
zı kullanarak bize nasıl da gizlice sokulduğunu, bu zayıf yönlerimize uygun
tuzaklar kurarak kendi kendimizi ayartmamızı ve kendi yıkımımızı kendi
ellerimizle hazırlamamızı sağladığını anlattım.
Şeytanla ilgili doğru fikirleri kafasına yerleştirmenin, onu Tann'nın varlığına
inandırmak kadar kolay olmadığını gördüm. Yüce bir İlk Neden'in; her şeyin
üstünde, her şeyi yöneten bir Güç'ün, gizli bir Takdir'in varlığını; bizim ve
bizim gibileri yaratan O'na tapmanın doğruluğunu ve adilliğini anlatmama Doğa
yardımcı oluyordu. Ama öyle görünüyordu ki, kötü ruhu, kökenini, varlığını,
doğasını ve en önemlisi şeytanın kötülük yapma ve bizi de kötülüğün içine
sürükleme eğilimini açıklamakta bana yardımcı olacak hiçbir şey yoktu;
zavallıcık bir gün beni çok doğal ve masum bir soruyla öyle bir şaşırttı ki, ne
diyeceğimi bilemedim. Ona uzun uzadıya Tann'nın gücünü, bu gücün her şeye
yeteceğini, Tann'nın günaha karşı duyduğu müthiş öfkeyi, kötülük yapanlar için
yok edici bir ateş* olduğunu; hepimizi yarattığı gibi bir anda, bizi de, bütün
dünyayı da yok edebileceğini anlatmıştım; o da büyük bir ciddiyetle dinlemişti.
Sonra da ona şeytanın insanların kalplerinde barınan bir Tanrı düşmanı olduğunu;
Tann'nın tasarladığı iyi şeyleri bozmak, İsa'nın yeryüzündeki egemenliğini
yıkmak için bütün kötülüğünü ve hünerini kullandığını ve buna benzer şeyler
söyledim. "Peki," dedi Cuma, "ama sen Tann'nın çok büyük,
Deuteronomi 4:24'ten alıntı. -322-
çok güçlü olduğunu söylüyorsun; O, şeytandan daha çok güçlü olmak değil mi o
zaman?" "Evet, evet," dedim, "Cuma, Tamı şeytandan daha güçlüdür; Tann şeytandan
üstündür; işte bu yüzden şeytanı ayaklanmızın altına alabilmek* ve onun ateşli
mızraklannı söndürebilmek** için Tann'ya dua ederiz." "Ama," dedi yine, 'Tann
olmak şeytandan daha güçlü ise, neden şeytanı öldürmemek, böylece daha fazla
kötülük yapmasına engel olmamak?"
Bu soru karşısında kafam çok kanştı; artık yaşlı bir adam olmakla birlikte
bilgelikte çok genç sayılırdım; bir dinbilimci ya da danışman olmak için ise
oldukça kötüydüm. Dolayısıyla ilk başta ne diyeceğimi bilemedim; duymamış gibi
yaparak ne dediğini sordum. Ama Cuma büyük bir istekle cevabı beklediği için
sorusunu unutacak gibi değildi; sorusunu yukandaki bozuk cümlenin aynısını
kurarak tekrarladı. Ama bu sefer biraz aklımı toplamıştım, 'Tann onu en sonunda
çok kötü bir cezaya çarptıracak, kıyamet gününü bekliyor, şeytan o zaman dipsiz
bir kuyuya atılacak, sönmek bilmeyen ateşler*** içinde kalacak," dedim. Bu cevap
Cuma'yı tatmin etmedi; bana kendi sözlerimi tekrar ederek karşılık verdi, "En
sona kalacak! Ben anlamamak; neden şeytanı şimdi öldürmemek, çok daha önce?" Ben
de, "Öyleyse, sen bana O'nu gücendirecek bunca kötülük ya-
• Romalılar, Ib:20'den alıntı.
*¦ Efesliler, 16'dan alıntı.
•••Vahiyler, 20:1 ve 19:20; Matta, 25:41'den alıntı.
-323-
parken neden seninle beni de şimdi öldürmüyor diye sorabilirsin; biz bir gün
pişmanlık duyabilir ve bağışlanabiliriz," dedim. Bunun üzerine biraz düşündü.
"Peki peki," dedi duygu dolu bir sesle, "sen, ben, şeytan hepimiz günahkâr,
hepimiz beklemek, pişman olmak, Tann herkesi bağışlamak." İşte burada Cuma beni
yine alt etmişti. Bu durum benim için, doğal olaylar, yaradılışımızın bir gereği
olarak akılla donanmış yaratıkları Tann'yı tanımaya, yüce varlığından ötürü ona
saygı duyup tapmaya yöneltmekle birlikte, İsa'nın, kurtuluşumuzun
hazırlandığını, onun sayesinde Tann'nın önünde kurtuluşumuzu sağlayacak bir
aracı bulunduğumuzu öğrenmek için ayrıca tanrısal bir bilgi kaynağının şart
olduğunu gösteren bir örnek oldu; demek istiyorum ki, bunları gönlümüze
cennetten gelen bir bilgi kaynağından başka bir şey yerleştire-mez; dolayısıyla
Tann'yı tanımak, kurtuluşun yollarını öğrenmek için başlıca rehber, Efendimiz
Kurtarıcı İsa'nın /nciifdir; insanlara yol gösterici olsun diye verilmiş olan
Tann'nın Sözü'nü, Kutsal Kitap'ı kastediyorum.
Bu soru üzerine, sanki aniden dışan çıkmam gerekiyormuş gibi aceleyle yerimden
kalkarak konuşmayı burada kestim; Cuma'yı da bir iş için oldukça uzağa
gönderdim. Büyük bir ciddiyetle, bu zavallı vahşiyi eğitebil-mem; zavallı cahil
yaratığın gönlünü Tann ve İsa'nın bilgisinin ışığıyla doldurmam için bana
yardımcı olması, ona Tann'nın Sözü'nü aktarmamda bana yol göstermesi, vicdanının
bun-lan benimsemesi, gözlerinin açılması ve ruhu-
-324-
nun kurtulması için Tann'ya dua ettim. Geri döndüğünde Cuma'yı karşıma alıp ona
gerek bütün dünyanın kurtarıcısı İsa'nın, insanla-nn günahlann kefaretini
ödeyerek onlan kur-tanşı, gerek gökten inen Kutsal Kitap'ın öğretisi konusunda,
yani Tann'ya karşı pişmanlık duymamız ve yüce efendimiz İsa'ya inanmamız
gerektiği konusunda uzun bir konuşma yaptım. Sonra dilim döndüğünce, kurtancı-
mız İsa'nın meleklerden değil, İbrahim soyundan geldiğini, bu yüzden düşmüş
meleklerin bu kurtuluşta payı olmadığını; İsa'nın İsrailoğullanndan* yolunu
kaybetmiş "koyunlara" yol göstermek için geldiğini ve buna benzer şeyleri
açıkladım.
Tann biliyor ya, bu zavallıcığı eğitmek için tuttuğum yol, bilgiden çok
samimiyete dayanıyordu. Şunu da itiraf etmeliyim ki, aynı ilkeden yola çıkan
herkesin de görebileceği gibi onun gözlerini açmaya çalışırken, kendim de,
bilmediğim ya da önceden üzerinde uzun uzun düşünmediğim, ancak bu zavallı
vahşiye bilgi vermeye çalışırken birden aklımda kendiliğinden beliriveren birçok
şey öğrendim. Aynca bu konulan düşünürken şimdi eskisinden daha büyük coşku
duyuyordum; bu zavallı vahşinin ortaya çıkmasının benim için iyi olup olmadığını
bilmiyordum; ama geldiği-
Batı Hindistan'da, özellikle Bombay ve çevresinde yaşayan Yahudi kabilesi.
İsrailoğulları, Süleyman peygamberin (Kral Şelomo) ölümünden sonra Kudüs
topraklarından ayrılan 10. İsrail kabilesinin torunları olduklarını söylerler.
Bir başka söylentiye göre bu kabilenin ataları Kudüs Tapınağı'm yıkan (İ.Û. 586)
Babilliler'in baskısından kurtulmak için yurtlarından ayrılıp Hindistan'a
sığındılar.
-325-
ne şükretmem için bir sürü neden vardı. Üzüntülerim hafiflemiş, hayatım son
derece kolaylaşmıştı. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakmanın, beni buraya atan eli
aramanın ancak bu yapayalnız hayata mahkûm edilince aklıma geldiğini, üstelik
yine burada Tann'nın takdiriyle zavallı bir vahşinin canını, sonra da elimden
geldiğince ruhunu kurtarmaya, ona gerçek dinin bilgisini ve Hıristiyan
öğretisini aşılamaya, dolayısıyla ölümsüzlük yolu olan İsa'yı öğrenmesine aracı
olduğumu düşündüğümde gönlümün her köşesine gizli bir neşe yayılıyor, önceden,
başıma gelebilecek ıstırapların en korkuncu olarak gördüğüm bu yere düşüşüme
çoğunlukla seviniyordum.
Geri kalan bütün zamanımı bu şükran dolu ruh hali içinde geçirdim; Cuma ile
aramızdaki saatler süren konuşmalar, birlikte yaşadığımız üç yılın tam bir
mutluluk içinde geçmesini sağladı; ayın altındaki dünyada tam mutluluk diye bir
şey varsa tabii. Vahşi adam şimdi iyi bir Hıristiyan olmuştu, hatta benden bile
iyi; bununla birlikte ikimizin de eşit derecede tövbekar olduğunu ve
bağışlandığını umuyor, bunun için Tann'ya şükrediyordum. Burada Tann'nın Sözü'nü
her an okuyabiliyorduk; Tann'nın ışığına İngiltere'de ne kadar yakın olacaksak
burada da o kadar yakındık.
Her zaman kendimi Kutsal Kitap'ı okumaya veriyor, okuduklarımın anlamını elimden
geldiğince ona da anlatıyordum; dediğim gibi o da akıllıca sorularıyla Kutsal
Kitap'ı, kendi başıma okuduğum zamankinden çok daha iyi
-326-
anlamamı sağlıyordu. Hayatımın bu huzurlu yıllarında edindiğim tecrübelerle
gördüğüm bir şeyi de burada belirtmeden geçemeyeceğim. Tann'nın Kitabı'nda,
Tanrı bilgisinin ve İsa'nın aracılığıyla kurtuluş öğretisinin o kadar kolay ve o
kadar yalın bir dille anlatılmış olması ne büyük bir lütuftur; öyle ki, beni
doğruca günahlarım yüzünden içten bir pişmanlık duymaya, yaşamak ve kurtuluş
için İsa'ya sarılmaya, hayatıma yeni bir düzen vermeye ve Tann'nın bütün
buyruklanna boyun eğmeye yönelten görevlerimi yalnız Kutsal Kitap'ı okumakla,
bir öğretmene (insana demek istiyorum) hiç gerek duymadan yeterince anlamıştım;
aynı yalın bilgi bu vahşi yaratığın da aydınlanmasını, daha önce neredeyse hiç
görmediğim kadar iyi bir Hıristiyan olmasını sağlamıştı.
Değişik öğretilerdeki ince noktalar olsun, Kilise yönetiminin çevirdiği dolaplar
olsun, dünyada din konusunda yapılan bütün tartışmalara, kavgalara, çekişmelere
ve sürtüşmelere gelince, bunların hiçbirinin bize faydası yoktu; görebildiğim
kadanyla böyle şeyler dünyanın geri kalanı içindi. Bizim elimizde cennete
götüren en güvenilir yol gösterici vardı; yani Tann'nın Kitabı ve şükürler olsun
ki bizi Kendi Sözü'yle eğitip aydınlatan, bütün gerçeklere yönelten ve ikimizin
de O'nun Sözü'ne boyun eğmemizi sağlayan Tann'nın ışığı vardı; dinin, dünyada
bunca kanşıklığa yol açan tartışmalı noktalarını bilsek bile, bu bilginin bize
hiçbir faydasının dokunacağını sanmıyorum. Ama şimdi öykümün olağan
-327-
akışına geri dönmem, her şeyi sırasıyla anlatmam gerekiyor.
Cuma'yla iyice yakınlaştıktan, o hemen hemen söylediğim her şeyi anlamaya ve
bozuk bir İngilizce'yle de olsa akıcı bir şekilde konuşmaya başladıktan sonra
ona kendi serüvenimi; en azından bu adaya gelişimle ilgili kısımlarını, ne kadar
zamandır burada olduğumu ve nasıl yaşadığımı anlattım. Ona barutla kurşunun
büyüsünü -çünkü bu onun için büyülü bir şeydi- açıkladım ve ateş etmesini
öğrettim. Ona bir bıçak verdim, buna çok sevindi; bizim İngiltere'de
kullandıklarımız gibi ilmikli bir kemer yaptım; bıçak yerine, bu ilmiğe asması
için hem daha iyi bir silah olan, hem de bazı durumlarda çok işe yarayan küçük
bir balta verdim.
Ona Avrupa'yı, özellikle de benim geldiğim İngiltere'yi; nasıl yaşadığımızı,
Tann'ya nasıl ibadet ettiğimizi, birbirimize nasıl davrandığımızı, gemilerle
dünyanın dört bir yanında nasıl ticaret yaptığımızı anlattım. Kazaya uğradığım
gemiden bahsettim, geminin durduğu yeri aşağı yukarı gösterdim; ama gemi çoktan
parçalara ayrılmış, dağılıp gitmişti.
Ona gemiden kaçışımız sırasında batan, sonradan bütün gücümü versem de bir türlü
yerinden oynatamadığım, artık iyice parçalara ayrılmış olan sandalın
kalıntılarını gösterdim. Cuma bu sandalı görünce uzun bir süre düşüncelere dalıp
gitti, ama hiçbir şey söylemedi. Ona ne düşündüğünü sordum. Sonunda, "Ben var
görmek, böyle bir sandal gelmek, benim yurtta," dedi.
-328-
t
Bir süre bu sözlerine bir anlam veremedim; ama iyice düşününce onun yaşadığı
ülkeye böyle bir sandalın çıkmış olduğunu anladım; dediğine göre sandal oraya
kötü hava yüzünden düşmüş, Avrupalılara ait bir geminin o kıyıya sürüklendiğini,
sandalın da gemiden düşüp karaya vurduğunu sandım; o kadar budala bir insandım
ki, batan bir gemiden kaçan insanlar olabileceği ve hatta bunların karaya çıkmış
olabilecekleri bir an olsun aklımdan geçmedi; yalnız sandalın nasıl bir şey
olduğunu sordum.
Cuma sandalı çok güzel tarif etti; ama sıcak bir tavırla, "Biz kurtardık, beyaz
adamlar boğulmaktan," dediğinde her şeyi daha iyi anladım. Hemen sandalda onun
deyimiyle beyaz adam olup olmadığını sordum. "Evet," dedi. "Sandal dolu beyaz
adamlar." Kaç tane olduğunu sordum. Parmaklarıyla sayarak on yedi olduğunu
söyledi. Bu adamlara ne olduğunu sordum. "Yaşamak, oturmak benim ülkede," dedi.
Bunun üzerine aklıma başka şeyler geldi; çünkü bu insanların, daha önce
anlattığım üzere benim adanın açıklarında batan geminin tayfası olabileceğini
düşündüm; gemi kayalara çarptığında artık kurtarmanın imkânsız olduğunu görerek
kendilerini sandala atmış, o yaban kıyılara, vahşilerin arasına çıkmış
olabilirlerdi.
Bunun üzerine daha ciddi bir tavırla başlarına ne geldiğini tekrar sordum. Hâlâ
hayatta olduklarına, dört yıldır orada yaşadıklarına beni inandırdı; vahşiler
onları rahat bı-
-329-
rakmış, yaşamaları için yiyecek vermişti. Cu-ma'ya nasıl olup da bu beyaz
adamları öldürüp yemediklerini sordum. "Hayır, onlar var kardeş olmak," dedi;
bundan bir ateşkes yapmış oldukları anlaşılıyordu. Sonra ekledi: "Bizim orada
insan yemek, bir tek savaş olmak, o zaman." Bununla, savaşta esir aldıkları
zamanlar dışında asla insan eti yemediklerini söylemek istiyordu.
Bunun üzerinden epeyce bir zaman geçtikten sonra bir gün, adanın doğu
yakasındaki tepenin doruğunda {daha önce söylediğim gibi açık bir havada,
karşıdaki kara parçasını ya da Amerika kıtasını keşfettiğim tepe) duruyorduk.
Hava çok güzel olduğundan Cuma büyük bir özlemle karşıdaki karaya bakıyordu;
aniden hoplayıp zıplamaya, kendi kendine dans etmeye, benim bulunduğum tarafa
doğru bağırmaya başladı. "Ne var?" diye sordum. "Ne mutluluk!" dedi. "Ne
sevinmek! Orada benim ülke görmek, benim ulus görmek!"
Yüzünden buna çok sevindiği anlaşılıyordu, sanki ülkesine dönmek istiyormuş gibi
gözleri parlıyor, yüz çizgilerinden garip bir arzu okunuyordu. Bu durum aklıma
bir sürü şey getirdi; ilkin adamım Cuma'ya eskisi kadar güvenmemeye başladım;
bir gün kendi ülkesine dönecek olursa, yalnız dini unutmakla kalmayıp bana olan
borçluluğunu da unutacağına hiç şüphem yoktu. Hatta daha da ileri gidip
yurttaşlarına benden bahsedebilirdi; belki de yüz iki yüz kişiyle geri dönüp
benimle kendilerine bir ziyafet çekecekler, Cuma da
-330-
bu ziyafete savaşta esir aldıkları düşmanlarına karşı yaptıkları gibi keyifle
katılacaktı.
Ama bu zavallı, dürüst yaratığa çok büyük bir haksızlık etmişim, sonradan bunu
öğrendiğimde çok üzüldüm. Bununla birlikte kuşkularım gitgide büyüyerek beni
haftalarca oyaladı; bütün bu süre içinde ona karşı biraz daha dikkatli oldum,
eskisi gibi sıcak ve iyi davranmadım; ama çok haksızmışım. Dürüst, minnettar
yaratığın böyle şeyleri aklının ucundan bile geçirmediği, hem iyi bir
Hıristiyan, hem de vefalı bir arkadaş olarak en iyi ilkelere göre hareket ettiği
sonradan ortaya çıkınca büyük bir kıvanç duydum.
Ona karşı duyduğum kuşkular sürdüğü sırada bunları doğrulayacak yeni şeyler
bulabilecek miyim diye hef gün ağzını aradığımdan emin olabilirsiniz. Ama
söylediği her şey o kadar saf, o kadar masumdu ki, kuşkularımı destekleyecek tek
bir şey bulamadım. Bütün tedirginliğime karşın en sonunda beni yeniden kazanmayı
başardı; huzursuz olduğumu azıcık olsun sezmediği için bu sözlerle beni
kandırdığını da düşünemezdim.
Bir gün yine aynı tepeye çıkmıştık, ama hava sisli olduğu için kıtayı
göremiyorduk; onu çağırdım ve şöyle dedim: "Cuma, kendi ülkene dönmeyi, tekrar
kendi ulusunla birlikte olmayı istemez misin?" "Evet," dedi, "kendi ulusumda
olmak, ben çok sevinir." "Ne yapardın orada?" dedim. "Gene vahşileşip insan eti
yer miydin, eskisi gibi mi olurdun?" Gücenmiş gibi baktı, başını iki yana
sallayarak, "Hayır, hayır," dedi. "Cuma onlara güzel
-331-
yaşayın demek; Tann'ya dua edin demek; arpa ekmeği, keçi eti, süt yiyin, bir
daha insan yemeyin demek." "O zaman seni öldürürler," dedim. Bunun üzerine biraz
düşündü, sonra, "Hayır, beni öldürmek yok, onlar sevecek öğrenmek," dedi.
Bununla öğrenmeyi seveceklerini söylemek istiyordu. Sandalla gelen sakallı
adamlardan da çok şey öğrendiklerini ekledi. Sonra onların arasına geri dönmek
isteyip istemediğini sordum. Bu fikre gülümsedi ve bana o kadar uzağa
yüzemeyeceğini söyledi. Onun için bir kano yapabileceğimi söyledim. Ben de
onunla birlikte gidersem, gideceğini söyledi. "Ben mi?" dedim; "Neden? Oraya
gelirsem beni yerler!" "Hayır, hayır," dedi. "Ben bırakmaz, seni yemek yok; ben
yapar onları seni çok sevmek." Bununla düşmanlarını öldürüp onun hayatını
kurtardığımı onlara anlatacağını; böylece beni sevdireceğini kastediyordu. Sonra
bana kıyılarına düşen on yedi kişiye ya da onun deyimiyle sakallı beyaz adamlara
ne kadar iyi davrandıklarını dili döndüğünce anlattı.
İtiraf edeyim, o zamandan itibaren, İspanyol ya da Portekizli olduklarından hiç
şüphe etmediğim bu sakallı adamlara katılıp katılamayacağımı görmek için denize
açılmayı düşünmeye başladım. Orası bir kıtanın parçası olduğundan ve yardım
edecek epeyce insan da olduğu için oradan kaçmanın karadan kırk mil uzaktaki bir
adadan tek başına kurtulmaya çalışmaktan daha kolay olduğunu; elbirliğiyle
kurtulmanın bir yolunu bulabileceğimizi düşünüyordum. Böylelikle, birkaç
-332-
gün sonra konuşa konuşa Cuma'yı bu işe hazırladım ve ona yurduna geri dönmesi
için bir kayık vereceğimi söyleyerek kendisini adanın diğer yanında duran
firkateynimin yanma götürdüm; kayığı her zaman su altında tuttuğumdan önce
suyunu boşalttım, kayığı su yüzüne çıkarıp gösterdim ve ikimiz beraber bindik.
Kayık kullanmakta çok usta olduğunu gördüm, kayığı neredeyse benim kadar hızlı
ve rahat götürüyordu. Kayıktayken ona, "Ne dersin, Cuma? Senin yurduna gidelim
mi?" dedim. Bu soru karşısında donup kaldı; anlaşılan, bu kayığın o kadar uzağa
gitmek için çok küçük olduğunu düşünüyordu. Bunun üzerine ona daha büyük bir
kayığım da olduğunu söyledim ve'ertesi gün, bir zamanlar yapıp da tek başıma
suya indiremediğim ilk kayığın yanına gittik. Bunun yeteri kadar büyük olduğunu
söyledi; ama bu kayığa hiç özen göstermemiş olduğumdan, yirmi iki yirmi üç yıl
orada öylece durduğu için güneşten kuruyup çatlamış, işe yaramaz bir hale
gelmişti. Cuma bu kayığın çok iyi olduğunu ve "Yeter çok yiyecek, su, ekmek,"
taşıyabileceğini söyledi; konuşma tarzı böyleydi.
Uzun sözün kısası, bu sefer onunla birlikte o kıtaya gitmeye öyle kararlıydım
ki, bunun büyüklüğünde bir kayık daha yapabileceğimizi ve yurduna dönebileceğini
söyledim. Buna karşılık tek söz etmedi, ama çok düşünceli ve üzgün görünüyordu.
Nesi olduğunu sordum. Bana bir soruyla karşılık verdi; "Neden sen Cuma'ya böyle
kızmak? Ben ne
-333-

i
yaptı?" Ne demek istediğini sordum. Ona hiç kızgın olmadığımı söyledim. "Kızgın
değil! Kızgın değil!" dedi ve bu sözleri birkaç kez tekrarladı. "O zaman Cuma'yı
neden yurduna yollamak?" "Neden mi?" dedim. "Cuma, oraya dönmek isteyen sen
değil miydin?" "Evet, evet," dedi. "İkimiz birlikte gitmek, Efendi gitmek, yoksa
Cuma istememek." Kısacası oraya bensiz gitmeyi aklından bile geçirmiyordu. "Ben
de geleyim, Cuma!" dedim; "Ama ben orada ne yaparım?" Bunun üzerine hemen
karşılık verdi: "Sen çok iyilik yapmak orada, sen vahşi adamlara öğretmek iyi,
akıllı, uysal olmak, Tann'yı tanımak, Tann'ya dua etmek, yeni hayat yaşamak."
"Aman Cuma, sen ne dediğini bilmiyorsun. Ben kendim cahil bir adamını," dedim.
"Evet, evet," dedi, "sen bana iyi öğretmek, onlara da iyi öğretmek." "Hayır,
hayır Cuma," dedim, "bensiz gideceksin, ben burada kalıp eskisi gibi
yaşayacağım." Bu sözüm üzerine yine kafası karıştı, koşup belinde taşıdığı
baltalardan birini aldı, getirip bana verdi. "Ne yapayım bunu?" dedim. "Almak,
Cuma'yı öldürmek," dedi. "Seni neden öldüreyim?" diye sordum. Hemen cevap verdi:
"Neden sen Cuma'yı göndermek? Al bunu Cuma'yı öldür, gönderme Cuma'yı." Bunu
öyle içten söylemişti ki, gözlerinin yaşardığını gördüm. Kısacası, bana duyduğu
sevginin çok büyük, kararının da kesin olduğunu anladım. İşte o zaman, benimle
kalmak istiyorsa onu hiçbir zaman göndermeyeceğimi söyledim ve ondan sonra da
bunu sık sık yineledim.
-334-
Bütün bu konuşmalar üzerine Cuma'nın bana büyük bir sevgi duyduğunu, hiçbir
şeyin onu benden ayıramayacağım, dolayısıyla kendi ülkesine geri dönme arzusunun
ulusunu çok sevmesinden, benim onlara iyilik yapabileceğim umudundan
kaynaklandığını anladım. Oysa ben bu işin nasıl yapılacağını hiç bilmediğimden
böyle bir şeye girişmeyi ne düşünüyor, ne de istiyordum. Ama yine de, yukarıda
da belirttiğim gibi Cuma'yla konuşmalarımızdan, orada on yedi sakallı adam
olduğunu öğrendikten sonra, içimde buradan kaçmayı denemek gibi büyük bir istek
duyu-• yordum. Dolayısıyla, bu yolculuğa çıkabilmek için daha fazla vakit
kaybetmeden, büyük bir periegua ya da kano yapabileceğim kadar kocaman bir ağaç
bulmak için Cuma'yla birlikte işe giriştim. Adada yalnız periegua ya da kano
yapmaya değil, kocaman, güzel gemilerden oluşan bir filo yapmaya bile yetecek
kadar çok ağaç vardı. Ama dikkat ettiğim başlıca şey, ilk seferinde düştüğüm
hataya tekrar düşmekten kaçınmak, kayığı yapıp bitirdiğimizde kolayca suya
indirebilmek için kıyıya çok yakın bir ağaç bulmaktı.
Sonunda Cuma bir ağaç seçti; çünkü bu iş için nasıl bir ağaç bulmamız
gerektiğini o benden çok daha iyi biliyordu. Kestiğimiz bu ağaca ne dendiğini
bugün bile bilmiyorum; yalnız bizim fustik dediğimiz ağaca çok benziyordu, daha
doğrusu rengiyle kokusuna bakılırsa, bununla Nikaragua ağacı arasında bir şeydi.
Cuma bu ağacı kayık biçimine sokmak için yakarak oyacaktı; ama ona aletlerle
kese-
-335-
>\ 1
rek yapsa daha iyi olacağını söyledim ve aletleri nasıl kullanacağını
gösterdikten sonra da çok güzel yaptı. Aşağı yukarı bir ay çok sıkı çalışarak
kayığı bitirdik; özellikle de Cuma'ya nasıl kullanılacağını öğrettiğim
baltalarımızla dışını yontup keserek tam bir kayık şekline getirdiğimizde çok
güzel oldu. Büyük direklerin üzerinde milim milim kaydırarak denize indirmek on
beş günümüzü aldı; ama suya indiğinde yirmi kişiyi kolayca taşıyabilecek
durumdaydı.
Çok büyük olmakla birlikte suya indiğinde adamım Cuma'nın kayığı ne büyük bir
ustalıkla, hızla kullandığını, nasıl çevirip kürek çektiğini görmek beni
şaşırttı. Ona bununla denize açılmayı göze alırsak kullanıp kullanamayacağını
sordum. "Evet," dedi, "çok rüzgâr esmek, yine de çok güzel gitmek." Bununla
birlikte, Cuma'nın hiç bilmediği başka bir düşüncem daha vardı; bir direkle
yelken yapmak, bir de demirle halat uydurmak. Direk bulmak çok kolaydı;
yakınlardaki düz bir sedir ağacını seçtim; adada bunlardan bol bol vardı.
Cuma'ya bunu kesme işini verdim, ona ağaca nasıl bir şekil vereceğini, nasıl
düzelteceğini anlattım. Ama yelkene gelince, bu benim isimdi. Elimde yeteri
kadar eski yelken ya da daha doğrusu yelken parçası olduğunu biliyordum. Ama bu
parçalar yirmi altı yıldır durduğundan ve onları böyle bir amaç için
kullanacağım hiç aklıma gelmediğinden korumak için pek özen göstermemiştim;
hepsinin çürümüş olduğuna hiç şüphem yoktu; gerçekten de çoğu böyle çıktı.
Bununla birlik-
-336-
te oldukça iyi durumda olan iki parça buldum ve bunlarla işe giriştim. İğnem
olmadığı için işin dikiş kısmı garip ve sıkıntı vericiydi (bundan emin
olabilirsiniz); epeyce uğraştıktan sonra, en sonunda İngiltere'de kırlangıç
kanadı denilen yelkenlere benzer, üç köşeli, çirkin bir şey çıkardım ortaya;
bizim gemilerin kayıklarında çoğunlukla olduğu gibi dibinde bir seren, tepesinde
de küçük, kısa bir açavele vardı; öykümün başlarında anlattığım üzere
Berberistan'dan kaçarken kullandığım kayığın yelkeni de böyle olduğu için
kullanmayı en iyi bildiğim yelken de buydu.
Bu son işi yapmak, yani direğimi ve yelkenleri yapıp takmak yaklaşık iki ayımı
aldı; çünkü rüzgâra karşı dönmemiz gerekirse yardımcı olsun diye küçük bir
istralya ile trinketa da yaptım. Hepsinden önemlisi kayığı istediğim gibi
yönlendirmek için bir de dümen takarak hiç eksik bırakmadım; beceriksiz bir gemi
ustası olmakla birlikte, böyle bir şeyin ne kadar faydalı, hatta gerekli
olduğunu bildiğimden bunu yapmak için canla başla çalıştım ve en sonunda
başardım. Ama bir sürü denememde başarısız olduğum göz önüne alınırsa bu işin
bana hemen hemen kayığı yapmak kadar zamana mal olduğunu sanıyorum.
Bütün bu işler yapıldıktan sonra, artık geriye adamım Cuma'ya bu kayığı nasıl
kullanacağını öğretmek kalıyordu; çünkü kürek çekmeyi çok iyi bilmekle birlikte
yelken ve dümenle ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Kayığı denizde dümenle
çevirdiğimi, yönümüzü değiş-
-337-
tirdikçe yelkenin bir o yana bir bu yana dönüp şiştiğini görünce çok şaşırmıştı;
demek istiyorum ki, bunu gördüğünde şaşkınlıktan donup kalmıştı. Bununla
birlikte, kısa bir süre içinde onu bütün bunlara alıştırdım; doğru dürüst
anlamasını sağlayamadığım pusula dışında mükemmel bir gemici olup çıktı. Öte
yandan, hiç kimsenin ne karaya, ne de denize çıkmak istemeyeceği yağmurlu
mevsimler dışında buralarda hava pek bulutlu olmadığından, sis ise çok nadir
görüldüğünden geceleyin yıldızlar, gündüz de kıyı görülüyor; pusulaya pek gerek
olmuyordu.
Artık buradaki tutsaklığımın yirmi yedinci yılına girmiş bulunuyordum. Ama Cuma
yanıma geldiğinden beri hayatım öncekine göre oldukça değiştiği için bu son üç
yıl sayılmasa da olur. Bu adaya çıkışımın yıldönümünü tıpkı ilk baştaki gibi
Tanrı'nın merhametine şükrederek geçiriyordum. Önceleri de şükretmemi gerektiren
şeyler olmakla birlikte şimdi şükretmek için çok daha fazla nedenim vardı; çünkü
Tanrı'nın beni esirgediğini gösteren başka şeyler de olmuştu ve kısa bir süre
içinde buradan tamamıyla kurtulacağıma dair büyük umutlar besliyordum; bana
kurtuluşumun çok yakın olduğunu, burada bir yıl daha kalmayacağımı düşündüren
çok kuvvetli bir his vardı içimde. Bununla birlikte, toprağı kazıp tohum ekmek,
tarlamın etrafını çitle çevirmek gibi tarım faaliyetlerime her zamanki gibi
devam ettim. Üzümlerimi toplayıp kuruttum ve önceki gibi gerekli her şeyi
yaptım.
Bu arada her zamankinden daha fazla
-338-
evin içinde kaldığım yağmur mevsimi gelip çattığı için yeni kayığımızı elimizden
geldiğince güvenli bir yere yerleştirdik. Kayığı, öykümün başında sallarımı
karaya çıkardığımı söylediğim koyun yukarısına götürerek sular yükseldiğinde
çekip kıyıya çıkardım. Adamım Cuma'ya yalnız bu kayığı alacak büyüklükte,
kayığın suyun üstünde kalabileceği derinlikte küçük bir havuz kazdırdım. Deniz
çekildiğinde, bu havuzun kenarına sağlam bir set yaptık; böylece deniz
yükselince sular içeri giremeyecek, kayık kuru kalacaktı. Kayığı yağmurdan
korumak için de üzerine birçok ağaç dalı koyduk, bu örtü öyle sık oldu ki, bir
evin sazdan damına benzedi. Bu şekilde, serüvenime başlamayı tasarladığım kasım
ve aralık aylarını beklemeye koyulduk.
Kurak mevsim yaklaştıkça, güzel havayla beraber tasarılarım da geri döndüğünden
her gün yolculuk hazırlıkları yapmaya başladım. İlkin, yolculuk erzağı olarak
belli bir miktar yiyecek ayırdım; bir hafta on beş gün içinde havuzu açmak,
kayığımızı denize indirmek niye tindeydim. Bir sabah yine böyle bir işle
uğraşırken Cuma'ya seslenip deniz kenarına gitmesini, kaplumbağa olup olmadığına
bakmasını söyledim; eti için olduğu kadar yumurtaları için de çoğunlukla haftada
bir kaplumbağa tutuyorduk. Gidişinin üzerinden çok geçmeden koşa koşa geri
döndü, dış duvarımın üzerinden ayaklan hiç yere değmemiş gibi uçarcasına atladı;
ben ağzımı açmaya fırsat bulamadan, "Ah Efendi! Efendi! Çok fena! Çok kötü!"
diye bağırdı. "Ne var, Cu-
-339-
V
ma?" diye sordum. "Ötede, orada," dedi, "bir, iki, üç kano! Bir, iki, üç!" Böyle
söylediği için altı kayık olduğunu sandım, ama bir daha sorduğumda sadece üç
tane olduğunu anladım. 'Tamam Cuma," dedim, "korkma." Onu elimden geldiğince
yüreklendirdim. Bununla birlikte, zavallıcık çok korkuyordu; çünkü onu aramaya
geldiklerinden, parça parça kesip yiyeceklerinden başka bir şey düşünemi-yordu.
Zavallıcık öyle bir titriyordu ki, ne yapmam gerektiğini ben de bilemedim.
Elimden geldiğince onu rahatlatmaya çalıştım; kendisi kadar benim de tehlikede
olduğumu, onun gibi beni de yiyeceklerini söyledim. "Ama," dedim, "onlarla
savaşmahyız, Cuma. Savaşabilecek misin?" "Ben vurmak, ama onlar çok kişi
gelmek," dedi. "Önemli değil," dedim; "öldüremediklerimizi de tüfeklerimiz
korkutup kaçırır." Sonra ona kendisini ve beni savunmaya kararlı olup
olmadığını, yanımda durup dediğim her şeyi yapıp yapmayacağını sordum. "Sen öl
demek, ben ölmek, efendi," dedi. Bunun üzerine gidip ona biraz rom getirdim;
romu çok idareli kullandığım için daha bir hayli vardı. Romu içince ona daima
yanımızda taşıdığımız iki av tüfeğini getirttim ve bunları küçük tabanca kurşunu
büyüklüğündeki iri domuz saçmasıyla hazırladım. Sonra dört piyade tüfeğini
alarak her birini iki büyük, beş küçük kurşunla, iki ta- bancamı da birer avuç
kurşunla doldurdum. Büyük kılıcımı her zamanki gibi kınsız olarak «a-imin
yanına astım ve Cuma'ya da bal-. nüm.
-340-
Böylelikle hazırlığımı yaptıktan sonra dürbünümü alıp bir şey görebilecek miyim
diye bakmak için tepenin yamacına çıktım; dürbünümle bakar bakmaz kıyıda yirmi
bir vahşi, üç tutsak, üç de kano olduğunu gördüm; anlaşılan bütün işleri bu üç
insanın etiyle kendilerine bir zafer şöleni çekmekti; gerçekten de barbarca bir
ziyafet olacaktı; ama görebildiğim kadarıyla bu gelişlerinde sıradışı bir şey
yoktu.
Ayrıca şimdi Cuma'nın kaçtığı zaman durdukları yerde değil de benim koyun
yakınlarında, kıyının alçaldığı, sık bir ağaçlığın neredeyse denize kadar indiği
bir yerde durduklarını gördüm. Bu alçakların girişecekleri in-sanlıkdışı işin
yanı sıra bu da beni öyle bir öfkelendirdi ki, aşağî inip Cuma'ya, hepsini
öldürmeye karar verdiğimi söyledim ve benimle gelip gelmeyeceğini sordum. Ona
verdiğim romu içtiği için artık korkusunu yenmiş, az da olsa cesaret bularak
neşelenmişti; biraz önceki gibi öl desem öleceğini söyledi.
Bu öfke içinde ilk olarak doldurduğum tüfekleri alıp her zamanki gibi aramızda
bölüştürdüm. Cuma'ya kuşağına sokması için bir tabanca, omzuna da üç tüfek
verdim; ben de bir tabanca ve diğer üç tüfeği aldım; bu şekilde yola koyulduk.
Cebime küçük bir şişe rom koydum; Cuma'ya da büyük bir torba dolusu yedek barut
ve kurşun verdim; ona hemen arkamda durmasını, ben söylemedikçe kıpırdamamasını,
ateş etmemesini, hiçbir şey yapmamasını; bu arada da tek kelime etmemesini
söyledim. Koyu geçip ağaçlığın içine
-341-
girebilmek, böylece onlara görünmeden ateş edebileceğimiz kadar yakınlarına
gitmek için sağ tarafa doğru bir buçuk kilometre kadar yürüdüm; dürbünümle
baktığımda bunu kolayca yapabileceğimizi görmüştüm.
Bu yürüyüş sırasında eski düşüncelerimi hatırladığımdan kararımdan caymaya
başladım. Kalabalık oldukları için korkmuş değildim; çıplak ve silahsız
yaratıklar oldukları için tek başıma bile onlardan üstün olduğum kesindi. Ancak
bana hiçbir kötülük yapmamış, böyle bir niyetleri olmayan bu insanlara
saldırmam, durup dururken gidip elimi kana bulamam için hiçbir sebep ya da
zorunluluk göremiyordum. Bu insanlar bana kalırsa masumdu, barbarca töreleri
kendi zararlannay-dı; dünyanın bu bölgesindeki diğer uluslarla birlikte,
Tann'nın onları da böyle bir budalalığa, insanlıkdışı davranışlara itmiş
olduğunun bir göstergesiydi; davranışlarını yargılamak, hele bir de Tann'nın
adaletini yerine getirmek bana düşmezdi; Tanrı ne zaman uygun görürse, işi kendi
eline alır ve onları işledikleri suçlar yüzünden ulusça cezalandırırdı; ama bu
beni hiç ilgilendirmezdi; gerçi Cuma haklı sebepler gösterebilirdi; bu insanlar
düşmanı olduğu, onlarla savaş halinde bulunduğu için saldırmaya hakkı vardı, ama
benim için aynı şey söz konusu değildi. Oraya giderken bu düşünceler beni öyle
bir etkiledi ki, yalnızca gidip barbarca şölenlerini izleyecek kadar
yakınlarında durmaya, Tan-rı'nın göstereceği yönde hareket etmeye ve şimdiye
kadar bildiklerimden başka bir işaret
-342-
olmadıkça işlerine karışmamaya karar verdim.
Bu kararla ağaçlığa girdim; Cuma da mümkün olduğunca dikkatle ve sessizce hemen
arkamdan geliyordu. Ağaçlığın onları gören eteğine gelene kadar yürüdüm; onlarla
aramda sadece ağaçlığın bu köşesi vardı. Yavaşça Cuma'ya seslendim, ağaçlığın
hemen köşesindeki büyük bir ağacı göstererek oraya gitmesini, ne yaptıklarını
daha iyi görebilirse, gelip bana haber getirmesini söyledim. Bunu yapıp hemen
geri geldi; oradan çok iyi göründüklerini, hepsinin ateş etrafında toplanmış,
tutsaklarından birini yemekte olduklarını, bir başka tutsağın da az ötede
kumların üzerinde eli kolu bağlı yattığını, şimdi de onu öldüreceklerini
söyledi. Bu ikinci tutsağın, onların ulusundan değil de sandalla ülkelerine
gelen sakallı beyaz adamlardan biri olduğunu söyleyince tepem iyice attı.
Sakallı, beyaz adam sözünü duyunca tüylerim diken diken oldu; ben de o ağacın
yanına giderek dürbünümle baktım ve gerçekten de elleri ve ayaklan sarmaşıklarla
ya da sazlarla bağlanmış, giyinik bir Avrupalı'nın kumların üzerinde yatmakta
olduğunu açık seçik gördüm.
Şimdi bulunduğum yerden kırk metre daha yakınlannda başka bir ağaç, biraz
ötesinde de küçük bir çalılık vardı. Bu çalılığa doğru biraz gidersem onlara
gözükmeden yakın-lanna sokulabileceğimi ve bu vahşileri tüfeğimin menziline
alabileceğimi gördüm. Böylelikle öfkeden kudurmakla birlikte yine de kendimi
tuttum; şöyle böyle yirmi adım geri
-343-
çekilerek öbür ağaca giden bütün yolu saklayan bir çalılığın arkasına geçtim;
sonra onları rahatça görebileceğim, yetmiş metre uzaklıktaki bir tümseğe
tırmandım.
Şimdi kaybedecek bir saniye bile vaktim kalmamıştı; çünkü korkunç vahşilerden on
dokuzu bir araya toplanarak yere oturmuş, diğer ikisini de zavallı Hıristiyan'ı
boğazlamaya, belki de parça parça edip ateşe atmaya göndermişlerdi; bu ikisi
şimdi eğilmiş adamın ayaklanndaki bağlan çözüyorlardı. Cuma'ya döndüm; "Hadi,
Cuma," dedim, "ben ne söylersem onu yapacaksın." Cuma da kafasını salladı.
"Peki, Cuma," dedim, "ben ne yaparsam sen de onu yap, sakın geri kalma." Bunun
üzerine misketlerden biriyle av tüfeğini yere bıraktım, Cuma da aynısını yaptı.
Diğer misket tüfeğiyle vahşilere nişan aldım ve Cuma'ya da nişan almasını
söyledim. Ona hazır olup olmadığını sorduğumda, "Evet," dedi. "Öyleyse, ateş,"
dedim ve aynı anda ben de ateş ettim.
Cuma benden çok daha iyi nişan alarak, ateş ettiği taraftaki iki kişiyi art arda
öldürdü, üçünü de yaraladı; ben de birini öldürdüm, ikisini yaraladım. Büyük bir
dehşete kapıldıklarına emin olabilirsiniz. Yaralanmamış olanların hepsi ayağa
fırlamıştı, ama bu ölümlerin nereden geldiğini anlayamadıkları için ne yana
kaçacaklarını, ne yana bakacaklarını bilemiyorlardı. Cuma ona söylediğim gibi ne
yaptığımı görebilmek için gözünü benden ayırmıyordu. İlk atışı yapar yapmaz
tüfeği yere bıraktım, av tüfeğini aldım; Cuma da
-344-
aynısını yaptı. Tetiği kavrayıp nişan aldığımı görünce yine o da aynısını yaptı.
"Hazır mısın, Cuma?" dedim. "Evet," dedi. "Öyleyse, Tanrı adına vur onları,"
dedim ve tekrar şaşkın vahşilere ateş ettim; Cuma da böyle yaptı. Bu
tüfeklerimiz domuz saçması dediğim saçmalarla ve küçük kurşunlarla dolu olduğu
için bu kez yalnız iki tanesini devirebildik; ama çoğu yaralanmış, deliler gibi
bağrışıp çığlıklar atarak koşturuyorlardı; hepsi kanlar içindeydi; bu arada üçü
daha yere yığıldı, ama henüz ölmemişlerdi.
Boşalan tüfekleri yere bırakıp hâlâ dolu olan tüfeği alarak, "Haydi, Cuma,"
dedim, "peşimden gel." Büyük bir cesaretle beni takip etti, bunun üzerine
ağaçlıktan fırlayarak kendimi onlara gösterdim, Cuma da hemen arkamdaydı. Onlar
beni görür görmez avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım ve Cuma'ya da aynısını
yapmasını söyledim; bütün hızımla koşarak -silahları da taşıdığım için pek hızlı
sayılmazdı gerçi- doğruca, vahşilerin oturduğu yerle deniz arasındaki kumsalda
yattığını söylediğim zavallı kurbanın yanına gittim. Onu boğazlamak üzere olan
iki kasap, ilk ateş ettiğimiz zaman düştükleri şaşkınlıkla kurbanlarını bırakıp
büyük bir korkuyla deniz kenarına kaçmışlar, kanolardan birine atlamışlardı;
başka üç kişi daha aynı şeyi yapmıştı. Cuma'ya döndüm, ileri atılıp ateş
etmesini söyledim. Ne dediğimi hemen anladı ve onlara yaklaşmak için kırk metre
kadar koşarak ateş etmeye başladı. Kayığın içine yığıldıklarını görerek
hepsini öldürdüğünü
-345-
sandım; ama ikisi hemen kalktı. Bununla birlikte Cuma ikisini öldürmüş, bir
üçüncüyü de yaralamıştı; bu üçüncü ölmüş gibi sandalın içinde yatıyordu.
Adamım Cuma onlara ateş ederken ben de bıçağımı çıkanp zavallı kurbanın
bağlarını kestim; ellerini ve ayaklarını çözerek onu ayağa kaldırdım, Portekiz
diliyle kim olduğunu sordum. Latince cevap vererek, "Christi-anus," dedi; ama
öyle zayıf, öyle bitkin düşmüştü ki, ne ayakta durabilecek, ne de konuşacak hali
vardı. Cebimden şişemi çıkarıp içmesi için işaretler yaparak ona verdim, içti;
bir parça ekmek verdim, yedi. Sonra ona hangi ülkeden olduğunu sordum; "Espagni-
ole," dedi. Biraz kendine gelince yapabildiği tüm işaretlerle onu kurtardığım
için bana ne kadar büyük bir borçluluk duyduğunu belirtti. Bildiğim yarım
yamalak İspanyolca ile "Senyör," dedim, "bunu sonra konuşuruz, şimdi savaşmak
zorundayız. Biraz gücünüz kaldıysa, bu tabancayla kılıcı alın, etrafa saldırın."
Bunları büyük bir şükranla aldı ve silahlar eline geçer geçmez de sanki bunlar
ona yeni bir kuvvet vermiş gibi, öfkeyle katillerinin üzerine atıldı ve bir anda
ikisini birden doğrayıverdi. Aslına bakılırsa, bütün bunlar çok ani olduğu için
zavallı yaratıklar tüfeklerimizin gürültüsünden öyle bir korkmuşlardı ki,
kurşunlarımıza dayanamadıklanndan değil, kaçacak gücü bile kendilerinde
bulamayıp sırf şaşkınlıktan ve korkudan yere yığılıyorlardı. Cuma'nın kayıkta
vurduğu beş kişinin durumu da böyleydi; çünkü üçü aldıkla-
-346-
n yara yüzünden, diğer ikisi de korkudan düşmüştü.
Tabancamla kılıcımı İspanyol'a verdiğim için tüfeğimi elimde tutuyor; ama dolu
dursun diye ateş etmiyordum. Bu yüzden Cu-ma'ya seslendim, ilk ateş açtığımız
ağacın yanma koşarak oraya bıraktığımız boş tüfekleri alıp getirmesini söyledim;
bunu çabucak yaptı. Sonra ona kendi piyade tüfeğimi vererek diğer tüfekleri
doldurmak için oturdum, tüfekleri boşalınca yanıma gelmelerini söyledim. Ben
tüfekleri doldurmakla uğraşırken İspanyol ile vahşilerden biri arasında korkunç
bir boğuşma başladı; vahşi, az önce ben yetişmeseydim onu öldürecekleri büyük
tahta kılıçlarından biriyle ona saldırıyordu. Bitkin düşmüş olmakla4birlikte,
tahmin edileceği üzere çok yiğit ve cesur olan İspanyol bu yerliyle epeyce bir
dövüştü ve kafasında iki büyük yara açtı. Ama vahşi, iriyan ve güçlü bir adam
olduğundan zayıf düşmüş olan İspanyol'u tuttuğu gibi yere yatırmış, verdiğim
kılıcı elinden almak üzereydi; tam bu sırada altta kalan İspanyol akıllıca
davranarak kılıcı bıraktı, kuşağından tabancayı çıkararak vahşinin göğsüne ateş
etti; benim yardıma koşup yanına varmama kalmadan adamı oracıkta öldürüverdi.
Kendi başına kalmış olan Cuma ise elinde silah olmadığından baltasıyla
alçakların ardına düşmüştü; bununla ilk başta yaralanıp düştüklerini söylediğim
o üç kişiyle geri kalanlardan yetişebildiklerinin hepsinin işini bitirdi.
İspanyol silah almak için yanıma gel-
-347-
di, ona av tüfeklerinden birini verdim; bununla iki vahşiyi kovalayıp ikisini de
yaraladı; ama İspanyol iyi koşamadığı için bu ikisi elinden kurtulup ağaçlığın
içine girdi. Arkalarından Cuma gitti, birini öldürdü, ama diğeri yaralı olmasına
rağmen Cuma'ya göre fazla atik olduğu için denize dalıp bütün gücüyle, kanoda
kalan iki kişinin yanına yüzdü; ölüp ölmediğini bilmediğimiz bir yaralıyla
birlikte kanodaki diğer üç kişi, yirmi bir kişi içinde elimizden kaçmayı
başaranlardı. Geri kalanların durumu şöyle:
3 ölü; ağacın oradan ilk ateş açışımızda vurulanlar
2 ölü; ikinci ateş edişimizde
2 ölü; Cuma'nın kayıkta vurdukları
2 ölü; ilk atışta yaralananlardan
1 ölü; Cuma'nın ormanda öldürdüğü
3 ölü; İspanyol'un öldürdükleri
4 ölü; yaralanıp oraya buraya yığılanlardan ya da Cuma'nın kovalarken
öldürdükleri
4 sağ; kayıkla kaçanlar; bunlardan biri öl-mediyse yaralıdır.
Toplam 21 kişi.
Kanodakiler tüfekten kurtulabilmek için uğraşıyorlardı; Cuma arkalarından iki üç
el ateş etti, ama vurulan olduğunu görmedim. Cuma kanolardan birini alıp onları
kovalamamız için can atıyordu; gerçekten ben de kaçmalarım istemiyordum.
Yurtlarına döndüklerinde olanları anlatmalarından ve belki
-348-
de iki üç yüz kanoyla geri dönerek sırf sayıca üstün oldukları için bizi
parçalayıp yutmalarından korkuyordum. Bu yüzden onları takip etmeye razı oldum,
koşup kanolardan birine atladım ve Cuma'ya da beni takip etmesini söyledim. Ama
kanoya bindiğimde orada hâlâ yaşayan, zavallı bir yaratığın yattığını görmek
beni şaşırttı; tıpkı İspanyol gibi elleri ayaklan bağlı bir halde, boğazlanmayı
bekleyen bu yerli, neler olup bittiğini bilmediğinden korkudan ölmek üzereydi.
Tepeden tırnağa öyle sıkı bağlanmıştı ki, başını kaldırıp kayığın dışma
bakamamıştı, ayrıca bu kadar uzun süredir bağlı durduğu için çok az canı
kalmıştı.
Hemen onu bağladıkları sarmaşık dallarını kestim, kalkmasl için yardım ettim;
ama ne ayağa kalkabiliyor, ne de konuşabiliyordu. Anlaşılan, hâlâ öldürülmek
üzere çözüldüğünü zannettiğinden yalnız acı acı inliyordu.
Cuma yakınlarımıza geldiğinde ona bu adamla konuşmasını, kurtulduğunu
anlatmasını söyledim; cebimden şişeyi çıkararak bu zavallı yaratığa bir yudum
rom içirdim; kurtulduğu haberini almak onu canlandırdı, kalkıp kayığın içine
oturdu. Ama Cuma adamın sesini duyup yüzünü gördüğünde onu nasıl öptüğünü,
kucakladığını, sarılıp ağladığım, güldüğünü, bağırdığım, adamın etrafında
hoplayıp zıplayarak dans ettiğini, şarkı söylediğini; sonra tekrar ağlayıp
ellerini çırptığını, başını ve yüzünü dövdüğünü, delirmiş gibi tekrar adamın
etrafında zıplayıp şarkılar
-349-
İm 1 I
söylediğini görseniz, gözyaşlarınızı tutamazdınız. Benimle konuşup neler
olduğunu söyleyene kadar epeyce bir zaman geçti; ama biraz kendine gelince
anlattı; adam, babasıydı.
Babasının ölümden kurtulduğunu görmenin bu zavallı vahşide uyandırdığı sevinçle,
evlatlık bağı karşısında nasıl duygulandığımı anlatmak kolay değil; aslında
Cuma'nm bundan sonraki duygu taşkınlıklarının yansını bile tarif edemem; çünkü
defalarca kayığa girdi çıktı, girdi çıktı. Babasının yanına gittiğinde yanına
oturuyor, göğsünü açıp babasının başını bağrına bastırıyor, dakikalarca
kucaklayıp sallıyor, sonra bağlardan uyuşmuş kollarını ve ayak bileklerini tutup
ovalıyor, ısıtıyordu. Bunu görünce romla ovalasın diye şişeden biraz verdim, çok
iyi geldi.
Bu olay kanoyla kaçan diğer vahşilerin peşinden gitmemizi engellemişti ve onlar
da şimdiye kadar hemen hemen gözden kaybolmuşlardı; bunu yapmamamız aslında iyi
olmuştu, çünkü iki saat sonra, onlar daha yollarının çeyreğini bile alamamışken,
çok sert bir rüzgâr çıktı ve bütün gece esmeye devam etti; kuzeybatıdan, tam
karşılarından estiği için sandalın dayanabildiğim ya da kendi kıyılarına
ulaşabildiklerini sanmıyorum.
Ama biz Cuma'ya dönelim. Babasıyla öyle bir ilgileniyordu ki, bir süre için onu
babasından ayırmaya gönlüm elvermedi; ama daha sonra babasının yanından biraz
ayrılabileceğini düşünerek onu yanıma çağırdım. Son derece sevinç içinde, atlaya
zıplaya, gülerek seldi. Babasına ekmek verip vermediğini sor-
ORHAN KEMAL0
dum. Kafasını iki yana sallayarak, "Hayır, ben pis köpek, hepsini kendi yemek,"
dedi. Bunun üzerine özel olarak taşıdığım küçük keseden bir çörek çıkarıp
verdim. Kendisi için de biraz rom verdim, ama ağzına bile sürmeden doğruca
babasına götürdü. Ayrıca cebimde de iki üç salkım kuru üzüm vardı, bunlardan da
bir avuç verdim. Babasına bu kuru üzümleri verir vermez kayıktan atlayıp cin
çarpmış gibi koşmaya başladığını gördüm; o kadar hızlı koşardı ki, hayatımda
ayağına bu kadar çabuk bir adam gördüğümü söyleyemem. Öyle bir koşup gitti ki,
bir anda gözden kayboldu; arkasından bağırıp seslendim ama duymadı; on beş
dakika sonra geri geldiğini gördüm, ama bu sefer giderkenki kadar hızlı değildi;
yaklaştıkça elinde bir şey taşıdığı için böyle yavaş yavaş geldiğini fark ettim.
Yanıma geldiğinde babasına bir testi içme suyu getirmek için eve gittiğini
anladım; ayrıca iki somun ekmek daha getirmişti. Ekmekleri bana verdi, ama suyu
babasına götürdü. Bununla birlikte, ben de çok susamış olduğum için testiden bir
yudum da ben içtim. Bu su babasını, verdiğim romdan daha çok canlandırdı; çünkü
susuzluktan bayılmak üzereydi.
Babası içtikten sonra ona su kalıp kalmadığını sordum. "Evet," deyince onu da en
az babası kadar susamış olan zavallı İspanyol'a vermesini söyledim. Cuma'nın
getirdiği ekmeklerden birini de İspanyol'a gönderdim; o da gerçekten çok zayıf
düşmüş, bir ağacın gölgesinde uzanmış dinleniyordu; sımsıkı
-351-
bağlandıkları için onun da kollan, bacakları şişmiş, kaskatı kesilmişti.
Cuma'nın suyla kendisine doğru geldiğini görünce kalkıp oturdu, suyu içti,
ekmeği de alıp yemeye başladı. Ben de yanına gidip bir avuç kuru üzüm verdim.
Yüzünde, zor görülebilecek bir minnet ve teşekkür ifadesiyle baktı. Kavgada
büyük bir çaba sarf ederek öyle bitkin düşmüştü ki, ayağa kalkacak hali yoktu.
İki üç kez kalkmayı denedi, ama ayak bilekleri öyle şişmiş, öyle acıyordu ki,
yapamıyordu. Bunun üzerine oturmasını, Cuma'ya da babasma yaptığı gibi onun da
ayak bileklerini ovup romla ısıtmasını söyledim.
Zavallı, sevgi dolu yerlinin orada durduğu süre boyunca iki dakikada, belki de
dakikada bir dönüp babasına, bıraktığı yerde olup olmadığına baktığını fark
ettim. Bir an babasını göremeyince tek söz etmeden yerinden fırladığı gibi
uçarcasına, öyle bir hızla o tarafa koştu ki, ayaklarının yere değmediğini
sanırdınız. Ama yanına vardığında babasının bacaklarını dinlendirmek için
uzanmış olduğunu gördü, sonra hemen yanıma döndü. İspanyol'a ayağa kalkabilirse
Cuma'nın kendisine kayığa gitmesi için yardım edeceğini, sonra onu evimize
taşıyacağını ve benim de orada kendisine bakacağımı söyledim. Ama Cuma genç,
güçlü bir adam olduğundan İspanyol'u sırtına aldığı gibi kayığa götürdü, ayaklan
içeri gelmek üzere yavaşça kenarına bıraktı, sonra kaldırarak kayığın içine,
babasının yanına yerleştirdi. Kendisi de hemen çıkarak kayığı denize indirdi;
rüzgâr oldukça sert esmesine rağmen kıyı
-352-
boyunca kürek çeke çeke benim yürüyüşümden daha hızlı yol alıyordu. Böylece
ikisini de sağ salim koyumuza getirdi, onlan kayıkta bıraktı ve koşarak diğer
kanoyu almaya gitti. Yanımdan geçerken ona seslenip nereye gittiğini sordum.
"Gitmek, daha kayık getirmek," dedi. Böylelikle rüzgâr gibi koşup gitti; onun
kadar hızlı koşan ne bir insan ne de at vardır herhalde; hemen hemen ben karadan
koya yürüyene kadar öbür kanoyu alıp geldi. Beni de alıp koyu geçirdi ve
konuklarımızın kayıktan çıkmasına yardım etmeye gitti. Onlan kayıktan çıkardı;
ama ikisi de yürüyebilecek durumda olmadığından zavallı Cuma ne yapacağım
şaşırdı.
Buna bir çare bulmak için düşünmeye başladım. Cuma'ya' seslenerek onlan koyun
kıyısına oturtmasını, sonra da yanıma gelmesini söyledim. Kısa bir süre içinde
onlan taşımak için sedyeye benzer bir şey yaptım; Cu-ma'yla birlikte ikisini de
bunun üzerine koyduk, bir ucundan o, bir ucundan ben tutarak konuklanmızı
taşıdık. Ama duvanmızın dışına getirdiğimizde öncekinden daha büyük bir sorunla
karşılaştık; onlan duvann üzerinden geçirebilmemize imkân yoktu, ben de duvarı
yıkmamaya kararlıydım. Bunun üzerine tekrar işe koyuldum. Cuma'yla birlikte iki
saat içinde en dışta kalan duvarımla önceden diktiğim, şimdi büyümüş olan
koruluğun arasında kalan yere çok güzel bir çadır yaptık; çadırın üzerini eski
yelken bezleriyle örttük, bunların üzerine de ağaç dallan koyduk. Çadırın içine
onlar için pirinç saplarından iki
-353-
yatak yaptık, altlarına birer battaniye serdik, örtünmeleri için üstlerine de
birer tane verdik.
Issız adam şimdi kalabalıklaşmıştı, kendimi uyruklarım bakımından çok zengin
hissediyordum; bir kral olduğumu düşünmek beni neşelendiren bir şeydi ve bunu
sık sık yapıyordum. İlk olarak bütün ada benim malım-dı, dolayısıyla şüphe
götürmez bir egemenlik hakkım vardı. İkincisi, halkım tamamıyla bana bağlıydı.
Mutlak efendi bendim, yasaları ben koyardım; hepsi hayatlarını bana borçluydular
ve gerekirse benim için canlarını feda etmeye hazırdılar. Yalnız üç uyruğum
olması ve bunlann üçünün de farklı dinlerden olması ilginç bir durumdu. Adamım
Cuma Protestan, babası putperest ve yamyam, İspanyol da Katolik'ti. Bununla
birlikte, ülkemde din ve vicdan özgürlüğü vardı. Ama şimdi konumuza dönelim.
Kurtardığımız iki bitkin tutsağa güvenlik altında sığınıp dinlenecekleri bir yer
verdikten sonra onlara biraz yemek yapmayı düşündüm. İlk olarak Cuma'ya, sürüden
bir yaşında bir keçi alıp kesmesini söyledim. Arka butlarını ayırarak küçük
parçalar halinde doğradım. Cuma'ya bunları kaynatıp haşlamasını söyledim, sizi
temin ederim, içine de biraz pirinçle arpa ekleyerek çok güzel bir yemek yaptım.
En içteki duvarımın içinde ateş yakmadığım için yemeği dışarıda pişirdim. Onlar
için bir masa kurarak yemeği yeni çadıra götürdüm, ben de oturup yemeğimi
onlarla beraber yedim; elimden geldiğince onla-
-354-
rı neşelendirip yüreklendirmeye çalıştım. Cuma hem babasıyla hem de İspanyol'la
aramda tercümanlık yapıyordu; çünkü İspanyol da vahşilerin dilini oldukça iyi
konuşuyordu.
Akşam yemeğimizi yedikten sonra Cuma'ya kanolardan birini almasını, gidip
tüfeklerimizi ve diğer silahlarımızı getirmesini söyledim; zaman kazanmak için
bunları savaş alanında bırakmıştık. Ertesi gün de ona gidip vahşilerin
cesetlerini gömmesini söyledim; güneşin altında, açıkta kaldıkları için hemen
kokacaklardı yoksa. Ayrıca barbarca ziyafetlerinin korkunç kalıntılarını da
gömmesini söyledim; bu işi kendim yapmayı düşünemezdim bile; hatta o yana
gidecek olursam, bunları görmeye bile dayanamazdım. Cuma bütün bu işleYi öyle
eksiksiz yapmış, vahşilerin oraya geldiklerini gösteren bütün izleri o kadar
güzel ortadan kaldırmıştı ki, oraya tekrar gittiğimde koruluğun o tarafa yönelen
köşesi olmasaydı, neresi olduğunu bile anlayamayacaktım.
Sonra da iki yeni uyruğumla küçük bir sohbete başladım; ilk önce Cuma'ya,
babasına, kanoyla kaçan vahşiler hakkında ne düşündüğünü; karşı koyamayacağımız
kadar büyük bir güçle geri dönüp dönmeyeceklerini sordurdum. İlk görüşü
kayıktaki vahşilerin bütün gece esen fırtınaya dayanamayacakları, kesinlikle
boğulmuş olmaları gerektiği ya da güneye doğru, diğer kıyılara sürüklendikleri,
boğulmasalar bile oralarda başka vahşiler tarafından öldürülüp yenmiş oldukları
yönündeydi. Ama sağ salim karaya çıktılarsa,
-355-
ne yapacaklarını bilmediğini söyledi. Gerçi ona kalırsa, aniden saldırıya
uğramış olmaktan, gürültüden ve ateşten öyle korkmuşlardı ki, yurttaşlarına,
arkadaşlarının insan eliyle değil, yıldırımlar ve şimşekler tarafından
öldürüldüğünü söyleyeceklerdi; kendilerine gözüken iki kişi, yani Cuma'yla beni
eli silahlı insanlar değil de onları yok etmek için gökten inmiş iki ruh ya da
cin sanacaklardı. Yaşlı adam bunu biliyordu, çünkü onların kendi dillerinde
bağrışarak birbirlerine böyle şeyler söylediklerini duymuştu; bir adamın ateş
püskürmesi, gök gibi gürlemesi, böyle elini bile kaldırmadan uzaktan adam
öldürmesi onların akıllarının alacağı bir şey değildi. Bu yaşlı vahşi gerçekten
de haklıydı; çünkü daha sonra başkalarından öğrendiğime göre vahşiler bir daha
adaya gelmeye cesaret edememişlerdi. O dört adamın (anlaşılan denizden
kurtulmayı başarmışlardı) anlattıklarından o kadar korkmuşlardı ki, bu perili
adaya gelen herkesin tanrıların ateşiyle yok edileceğine inanmışlardı.
Ama ben bunları bilmediğim için uzun bir süre korku içinde yaşayıp hem kendimi
hem de bütün ordumu daima savunmaya hazır bulundurdum; şimdi dört kişi olduğumuz
için yüz kişi bile gelseler, açık arazide onlarla çarpışmayı göze alabilirdim.
Bununla birlikte, ortada hiç kano görün-meyince kısa bir süre içinde korkularım
da geçmeye yüz tuttu ve karşıdaki karaya gitme konusundaki eski fikirlerimi
tekrar göz önüne almaya başladım. Aynı şekilde Cu-
-356-
ma'nın babası da oraya gidersem yurttaşlarından çok iyi muamele göreceğime
güvenebileceğimi söylüyordu.
Ama İspanyol'la ciddi bir konuşmadan sonra, orada kendi yurttaşlarıyla
Portekizlilerden on altı kişi daha olduğunu, kazaya uğradıklarında o kıyılara
sığınarak kurtulduklarını, vahşilerle barış içinde yaşadıklarını, ama
yaşamlarını sürdürmek için gerekli şeylerin sıkıntısını çektiklerini öğrenince
bu düşüncemi gerçekleştirmeyi biraz erteledim. Yolculuklarının bütün
ayrıntılarını sordum; Rio de la Plata'dan Havana'ya giden bir İspanyol
gemisindeymiş; orada çoğunlukla deri ve gümüşten oluşan yüklerini boşaltacak,
Avrupa malı ne bulurlarsa alıp getirecekler-miş; gemilerinde, kazaca uğramış
başka bir gemiden aldıkları beş Portekizli gemici de varmış. Kendi gemileri
kazaya uğradığında gemicilerinden beşi boğulmuş, bu kaçanlar da sonsuz
tehlikeler atlatarak neredeyse açlıktan ölmek üzereyken yamyamların yaşadığı
kıyıya varmışlar; yamyamların her an kendilerini parçalayıp yemelerini
bekliyorlarmış.
Yanlarında bazı silahlar varmış, ama ne barutlan ne de saçmalan kaldığı için
bunlar hiçbir işe yaramıyormuş; sandala vuran su, çok küçük bir kısmı dışında
bütün barutlan-nı kullanılmaz hale getirmiş. Ama geri kalan bu azıcık barutu da
karaya ilk çıktıklannda kendilerine yiyecek bir şeyler bulmak için harcamışlar.
Orada başlarına neler geleceğini, kaçıp kurtulmak için planlar yapıp
yapmadıklarını
-357-
I
sordum. Bunun üzerine uzun uzun konuştuklarını, ama gemileri, bir gemi yapacak
araç gereçleri ya da gemiye koyacak erzakları olmadığı için bütün bu
konuşmaların umutsuzluk ve gözyaşlarıyla son bulduğunu söyledi.
Kaçmak için getireceğim bir öneriyi arkadaşlarının nasıl karşılayacağını, hepsi
burada olsa başanlıp başanlamayacağını sordum. Hayatımı ellerine teslim edersem
hainlik edebileceklerinden, bana kötü davranabileceklerinden çok korktuğumu;
çünkü iyilikbilirligin insanların doğasında bulunan bir erdem olmadığını,
insanların davranışlarını, gördükleri bir iyiliğe karşı duyulan borçluluktan
çok, gözettikleri çıkarların belirlediğini açık açık söyledim. Onların
kurtuluşuna aracı olduktan sonra, beni İspanya'nın kolonilerinde kendilerine
köle etmelerinin çok ağırıma gideceğini; oralara giden her İngiliz'in, hangi
şartlar altında, hangi amaçla gelmiş olursa olsun, kesinlikle feda edileceğini;
papazların acımasız ellerine düşüp de Engizisyon'a çıka-nlmaktansa vahşilere
canlı canlı yem olmayı tercih edeceğimi söyledim. Beni böyle bir şey
olmayacağına ikna ederler ve hepsi buraya gelirse, bunca adamla hepimizi alacak
büyüklükte bir tekne yapabilir ve bununla güneye doğru, Brezilya'ya, kuzeydeki
adalara ya da İspanyol sahillerine gidebilirdik. Ama silahlarımı ellerine
vermeme karşılık beni zorla kendi insanları arasına sürüklerlerse ve yaptığım
iyiliğe karşı kötü muamele görürsem, şimdikinden daha kötü bir duruma düşmüş
olurdum.
-358-
Büyük bir içtenlik ve temiz duygularla cevap vererek durumlarının içler acısı
olduğunu, bu durumdan bıkıp usandıklarını; arkadaşlarının, kurtulmalarına yardım
edecek bir adama kötü davranmanın düşüncesinden bile nefret edeceklerini; eğer
istersem, yaşlı adamla birlikte gidip onlarla konuşacağını, dönüp bana
cevaplarını getireceğini; kaptanları ve komutanları olarak mutlaka benim
buyruklarıma göre davranacaklarına dair onlardan söz alacağını; bana sadık
kalacaklarına, benim de kabul edeceğim bir Hıristiyan ülkesine gideceklerine,
benim isteyeceğim bir ülkeye ayak basana kadar emirlerime uyacaklarına dair
bütün kutsal şeyler ve Kutsal Kitap üzerine yemin edeceklerini; bu konuda
ellerinden alacağı bir sözleşmeyi bana getireceğini söyledi.
Yaşadığı sürece ben emir vermedikçe yanımdan bile ayrılmayacağına, arkadaşları
sözlerini tutmayacak olursa, kanının son damlasına kadar benim yanımda
savaşacağına dair ilk önce kendisinin yemin edeceğini söyledi.
Bana arkadaşlarının görgülü, dürüst insanlar olduklarını, şu anda akla hayale
sığmaz büyük bir sıkıntı içinde bulunduklarını, ne silahlan, ne elbiseleri, ne
de giyecekleri olduğundan hayatlarının vahşilerin merhametine ve takdirine
kaldığını, kendi ülkelerine dönme umutlarının tamamen tükendiğini; onları
kurtarmaya girişecek olursam, hayatları boyunca benim yanımdan aynlmayıp benim
yanımda öleceklerine emin olduğunu söyledi.
-359-
Verdiği bu güvenceler üzerine başarabilirsem onları kurtarmaya, onlarla konuşmak
üzere yaşlı vahşiyle İspanyol'u göndermeye karar verdim. Ama yola çıkmaları için
gereken her şeyi hazırladığımızda İspanyol'un kendisi bir sakınca öne sürdü; bu
bir taraftan çok tedbirli, diğer taraftan da samimi bir öneri olduğu için kabul
etmekten başka çarem yoktu. Önerisi, arkadaşlarının kurtuluşunu hiç olmazsa altı
ay ertelemekti. Durum şuydu:
Kendisi yaklaşık bir aydır bizimle kalıyordu; bu süre içinde Tann'nın yardımıyla
karnımı nasıl doyurduğumu ona göstermiştim; elimde ne kadar arpa, ne kadar
pirinç kaldığını biliyordu; gerçi bu bana yeter de artardı bile, ama şimdi dört
kişi olan aileme yetecek gibi değildi, en azından çok tutumlu kullanılması
gerekiyordu. Ama dediği gibi, hâlâ hayatta olan on dört arkadaşı da gelecek
olursa, bu erzak hiç yetmeyecekti; ayrıca bir gemi yapar da Amerika'daki
Hıristiyan kolonilerinden birine doğru yola çıkarsak, gemimize koyacak hiç
erzağımız olmayacaktı. Bundan ötürü kendisi ile öbür iki adama, ayırabileceğim
tohum oranında bir tarla açıp sürmeleri için izin vermemin yerinde bir şey
olacağını söyledi; böylece yeni harmanı bekleyecek, arkadaşları geldiğinde
yiyeceklerini hazırlamış olacaktık; çünkü yiyecek sıkıntısının arkadaşları
arasında uzlaşmazlığa yol açabileceğini, bir sıkıntıdan başka bir sıkıntıya
düştüklerini düşünerek kendilerini kurtulmuş saymayacaklarını düşünüyordu.
"Biliyorsunuz," dedi. "İsrailo-
-360-
ğullan da Mısır'dan kurtulduklarına ilk başta sevinmişlerdi, ama çölün ortasında
ekmeksiz* kalınca kendilerini kurtaran Tann'ya bile isyan edecek duruma
gelmişlerdi."
Uyarısı öyle yerinde, verdiği öğüt de öyle güzeldi ki, yalnız gösterdiği
bağlılıktan ötürü memnun olmakla kalmadım, önerisini de yerine getirmeye karar
verdim. Böylece, yaptığımız tahta aletlerin elverdiği ölçüde dördümüz beraber
toprağı kazmaya koyulduk; bir ay içinde -tam tohum atma zamanına rastlıyordu-
yirmi iki kile arpa, on altı küp de pirinç ekebileceğimiz kadar bir toprak
parçasını kazmış, temizleyip hazırlamıştık; zaten ayırabildiğimiz tohumun hepsi
de bu kadardı; aslına bakılırsa hasat zamanı gelene kadar geçecek altı ay için
kendimize yetecek kadar arpa bile bırakmamıştık; bu altı ayı ekeceğimiz tohumu
ayırdığımız günden itibaren hesaplıyorum, çünkü bu bölgede tohumun toprakta altı
ay kalması da şart olmayabilir.
Şimdi artık sayıca fazla olduğumuz için çok kalabalık gelmedikleri sürece
vahşilerden korkmamıza gerek yoktu, dolayısıyla gerektiği zaman bütün adada
rahatça dolaşabiliyorduk. Artık buradan kaçıp kurtulmak gibi bir düşüncemiz
olduğu için, en azından ben bu kurtuluşun yolları üzerine düşünmekten kendimi
alamıyordum. Bu amaçla işimize yarayacak birkaç ağaç belirledim, Cuma'yla
babasına bunları kesmelerini söyledim ve İspanyol'a da bu konudaki düşüncelerimi
açarak Cuma'yla babasına göz kulak olmasını, iş
¦ Hicret, 16dan alıntı.
-361-
konusunda onları yönlendirmesini tembihledim. Büyük bir ağacı yarıp kalasları
nasıl elde ettiğimi onlara göstermek için ne emekler verdim; altmış santim
genişliğinde, on metre uzunluğunda ve iki ilâ dört parmak kalınlığında bir
düzine meşe kalası elde edene kadar bu şekilde çalışmalarını söyledim. Bu iş
için ne olağanüstü çabalar sarf edildiğini herkes tahmin edebilir.
Aynı zamanda küçük keçi sürümü de elimden geldiğince büyütmeyi düşündüm; bu
amaçla ormana sırayla, bir gün Cuma'yla İspanyol'u gönderiyor, bir gün de
Cuma'yı alıp kendim gidiyordum. Bu şekilde sürüye katıp yetiştirmek üzere
yirmiden fazla yavru keçi tuttuk; ne zaman bir anne keçi vursak, yavrularını
alıp sürümüze katıyorduk. Ama her şeyden önemlisi, üzüm kurutma mevsimi
gelmişti; güneşte kurutmak üzere o kadar çok üzüm astık ki, kuru üzümlerin
işlendiği Ali-cant'ta olsaydık, yetmiş seksen fıçıyı doldurabilirdik.
Ekmeğimizle birlikte bu kuru üzümler yiyeceğimizin önemli bir kısmını
oluşturuyordu, ayrıca, çok besleyici bir yiyecek olduğu için iyi yaşamanın
yolunun da bu üzümlerden geçtiğine sizi temin edebilirim.
Harman zamanı geldi ve iyi ürün aldık. Adada gördüğüm en bereketli hasat
değildi, ama ihtiyacımızı karşılamaya yeterdi; çünkü ektiğimiz yirmi iki kile
arpadan iki yüz yirmi kileden fazla arpa, aynı oranda da pirinç kaldırdık; on
altı İspanyol'un hepsi benimle birlikte adada olsa bile, bu ürün bir dahaki
hasat mevsimine kadar bize yeter; yolculuğa
-362-
çıkmaya hazır olsak, gemimizde bizi dünyanın herhangi bir yerine, örneğin
Amerika kıyılarına kadar bol bol idare edecek kumanyamız olurdu.
Bu şekilde erzağımızı ambara kaldırıp güvence altına aldıktan sonra, arpa ve
pirinçleri koyacağımız büyük hasır sepetler örme işine koyulduk; İspanyol bu
işte çok ustaydı ve savunmamda bu hasırlardan faydalanmadığım için sık sık beni
kınıyordu; ama ben buna gerek görmemiştim.
Artık beklediğim konukların hepsine yetecek yiyeceği hazırladığımdan İspanyol'a
geride bıraktığı arkadaşlarıyla görüşmesi için karşıdaki karaya gitme izni
verdim. Ona yazılı bir emir vererek bu adada karşılaşacakları, kurtarmak için
onlari yanına çağırmak gibi bir iyilik yapan adama zarar vermeyeceklerine ve
saldırmayacaklarına; böyle bir şeye kalkışacak herkese karşı onun yanında yer
alıp onu savunacaklarına; nereye giderlerse gitsinler ona bağlı kalıp
emirlerinden dışarı çıkmayacaklarına, kendisiyle bu yaşlı vahşi önünde yemin
etmeyen kimseyi alıp getirme-meyeceklerine, bu konuda her birinin elinden,
imzalı bir senet almalarına dair sıkı sıkıya tembihte bulundum. Ne kalemleri ne
de mürekkepleri olmadığından bunu nasıl yapacakları gerçekten de hiç aklımıza
gelmemişti.
Bu tembihlerle, İspanyol ile Cuma'nın babası yaşlı adam, vahşiler tarafından
parçalanıp yenmek üzere tutsak olarak adaya getirildikleri kanolardan biriyle
yola çıktılar.
İkisine de birer piyade tüfeği, sekiz sefer
-363-
ateş edebilecekleri kadar barut ve kurşun vererek bunları çok tutumlu
kullanmalarını, acil bir durum olmadıkça harcamamalarını tembih ettim.
Yirmi yedi yıldan birkaç gün fazla bir süredir ilk kurtuluş denemem olduğu için
bu iş beni çok sevindiriyordu. Kendilerine günlerce, öbür arkadaşlarına da sekiz
gün yetecek kadar ekmek ve kuru üzüm verdim. Dönüşlerinde karaya çıkmadan önce
onların geldiğini anlayabileyim diye belli bir işaret konusunda anlaştık, iyi
yolculuklar diledim ve yola çıkıp uzaklaşmalarını izledim.
Hesaplanma göre ekim ayında, dolunay zamanında tatlı bir rüzgârla yola çıktılar;
tam olarak hangi gün olduğuna gelince, bir kere şaşırdıktan sonra bir daha
takvimimi doğru düzgün tutamamıştım. Yıllan bile doğru hesapladığımdan emin
değildim, ama sonradan takvimimi incelediğimde yılların hesabını doğru tutmuş
olduğum ortaya çıktı.
En az sekiz gündür onlan bekliyordum; tam o sırada çok garip, eşi benzeri
görülmemiş, belki de tarih boyunca hiç rastlanmamış bir olay meydana geldi. Bir
sabah evimde uyurken Cuma koşarak gelip beni uyandırdı, "Efendi, efendi,
geldiler, geldiler!" diye bağın-yordu.
Yataktan fırladım, elbiselerimi üzerime geçirir geçirmez, tehlike falan
düşünmeden dı-şan çıktım, o zamana kadar sık bir koruluk haline gelmiş olan
ağaçlığımın içinden geçtim. Tehlike falan düşünmeden diyorum, çünkü silahlanmı
almadan çıkmıştım ki, bu benim
-364-
âdetim değildi. Ama denize bakıp da kıyıya bir buçuk fersah mesafede kırlangıç
kanatlı dedikleri yelkenli bir kayığın, oldukça güzel esen bir rüzgârla adaya
doğru gelmekte olduğunu görünce şaşıp kaldım; aynca kayık karşıdaki kara
parçasının bulunduğu taraftan değil de adanın en güney ucundan geliyordu. Bunun
üzerine Cuma'yı içeri çağırarak saklanmasını, bunlann bizim beklediklerimiz
olmadığını, dolayısıyla dost mu, düşman mı olduklarını bilemeyeceğimizi
söyledim.
Sonra kim olduklarım anlamak için gidip dürbünümü aldım; bir şeyden
endişelendiğim zamanlar, kimseye gözükmeden etrafı daha iyi incelemek için
yaptığım gibi merdivenimi dışan çıkararak tepeye tırmandım.
Daha tepeye ayağımı basmadan, güneydoğu yönünde, benden iki buçuk fersah,
karadan da en fazla bir buçuk fersah uzakta bir geminin demirlemiş olduğunu
gördüm. Gözlemlerime göre, bunun bir İngiliz gemisi, kayığın da uzun bir İngiliz
kayığı olduğu apaçık ortadaydı.
İçine düştüğüm şaşkınlığı anlatamam; gerçi, bir gemi, özellikle de kendi
yurttaşla-nmla, sonuç olarak dost insanlarla dolu olduğuna inandığım bir gemi
görmekten duyduğum sevinç anlatılamayacak kadar büyüktü. Ama yine de nereden
geldiğini bilmediğim gizli bir kuşku kafama üşüşmüş, tetikte kalmamı söylüyordu.
İlk olarak, burası İngilizlerin ticaret yaptığı bölgelerin gidiş ya da dönüş
yolu üzerinde olmadığı için, bir İngiliz gemisinin dünyanın bu ıssız köşesinde
ne aradığını
-365-
soruyordum kendi kendime; onları buraya sürekleyecek bir fırtınanın çıkmadığını
da biliyordum. Eğer bu gerçekten bir İngiliz gemi-siyse, buraya gelme niyetleri,
büyük ihtimalle hiç de iyi değildi. Dolayısıyla haydutlarla katillerin eline
düşmektense olduğum yerde kalmayı tercih ederdim.
Hiç kimse, gerçek olabileceğine ihtimal vermediği tehlikeleri haber veren
içindeki hisleri görmezden gelmemeli. İçimize doğan böyle hislerle sezgileri,
görmüş geçirmiş pek az insanın yadsıyabileceğine inanıyorum; bunların görünmez
bir dünyanın, ruhlar arasındaki iletişimin göstergeleri olduğu da şüphe
götürmez; bunların amacı bizi uyarmaksa, ister yüce bir kaynaktan, isterse de
ikincil bir kaynaktan gelmiş olsunlar, bir dost tarafından gönderildiklerine,
bizim iyiliğimiz için olduklarına neden inanmayalım?
Şimdi anlatacağım şeyler, bu düşüncenin doğruluğunu göstermeye fazlasıyla
yetecektir; çünkü nereden gelirse gelsin, bu gizli uyarıyı dikkate almamış
olsaydım, işim bitikti; hem de şimdi göreceğiniz üzere öncekinden çok daha kötü
bir şey yüzünden.
Tepede fazla kalmamıştım, ama sandalın karaya çıkmak için yanaşmaya uygun bir
koy arıyormuş gibi kıyıya yaklaştığını gördüm. Bununla birlikte kıyıya yeteri
kadar yaklaşmadıkları için önceden sallarımı karaya çıkardığım küçük koyu
görmediler; sandallarını benden yarım mil ötedeki kumsala yanaştırdılar ve bu
benim için çok iyi oldu; yoksa tam kapımın önüne yanaşsalardı, beni hemen şa-
-366-
tomdan kapı dışarı edip belki de elimde avu-cumda ne varsa hepsini
yağmalayacaklardı.
Kıyıya çıktıklarında, hiç olmazsa çoğunun İngiliz olduğuna iyice inandım; bir
ikisini Hollandalı sandım, ama öyle çıkmadı. Toplam on bir kişiydiler; üçü
silahsızdı ve bunlar bana bağlı gibi geldi. İlk dört beşi karaya atlayınca o üç
kişiyi tutsak gibi dışarı atıverdiler. Bu üç kişiden birinin aşın sayılacak
ölçüde yalvarıp yakarma, acı ve umutsuzluk ifade eden hareketler yaptığını
gördüm; diğer ikisi de ellerini kaldırmışlardı ve kaygılı görünüyorlardı; ama
birincisi kadar değil.
Bu manzara karşısında kafam allak bullak oldu; bütün bunlara bir anlam
veremiyor-dum. Cuma yarım yamalak İngilizcesiyle bana seslenerek, "Hey efendi!
Bak İngiliz adamlar da yemek tutsakları, vahşiler gibi," dedi. "Neden, Cuma?"
dedim. "Sen onları yiyeceklerini mi sanıyorsun?" "Evet," dedi Cuma, "onları
yiyecekler." "Hayır, hayır," dedim, "korkarım onları öldürecekler, ama
yemeyeceklerine emin olabilirsin, Cuma."
Bütün bu süre boyunca neler olup bittiğini gerçekten anlayamıyordum; ama bu
manzara karşısında, her an bu üç adamı öldürmelerini bekleyerek korkudan tir tir
titriyordum; hatta bir ara bu alçaklardan birinin, büyük bir kılıcı ya da
denizcilerin dediği gibi palayı, bu zavallı adamlardan birine indirmek üzere
kaldırdığını gördüm; her an adamın düşmesini beklerken damarlarımda akan kan buz
kesmişti.
İspanyol ile onunla giden vahşiyi şimdi
-367-
fazlasıyla arıyordum. Görünmeden onları tüfek menziline alabileceğim kadar
yaklaşıp bu üç adamı kurtarmanın bir yolunu bulsam diye düşünüyordum; çünkü
gördüğüm kadarıyla aralarında ateşli silahı olan yoktu; ama sonra aklıma başka
bir şey geldi.
Bu ahlaksız adamların, o üç adama o kadar gaddarca davrandıktan sonra çevreyi
incelemek ister gibi dört bir yana dağıldıklarını gördüm. Diğer üç adam da
serbest kalmıştı, nereye isterlerse gidebilirlerdi; ama yere oturmuş kara kara
düşünüyor, çok umutsuz görünüyorlardı.
Bu bana gemi kazasından sonra karaya ilk çıktığım zamanı hatırlattı; etrafıma
bakı-nıp nasıl bir umutsuzluğa kapılmış, çılgın gibi dolanarak ne büyük korkular
yaşamış, vahşi hayvanlara yem olacağım korkusuyla nasıl da bütün geceyi bir
ağaçta tüneyerek geçirmiştim.
Benim o gece, bunca zamandır karnımı doyurup geçinmemi sağlayacak olan geminin
fırtına ve gelgitle Tanrı tarafından karaya yaklaştırılacağını bilmediğim gibi
bu üç zavallı, terk edilmiş adam da kendilerini mahvolmuş, çaresiz hissettikleri
şu anda aslında kurtuluşlarının ve karınlarını doyurmalarının ne kadar kesin, ne
kadar yakın olduğunu, gerçekten de büyük bir güven altında olduklarını
bilmiyorlardı.
Dünyada önümüze serilecek nimetleri işte
bu kadar az görürüz; aslında evrenin Büyük
Yaratıcısı'na güvenmemizi gerektiren birçok
şey vardır; Tanrı kullarını asla tamamen yok-
-368-
sunluk içinde bırakmaz; en kötü durumlarda bile, insanın şükredecek şeyleri
vardır ve bazen kurtuluş, umduğundan daha yalandır, hatta ölüme gittiği sanılan
yol, kurtuluşuna giden yolun ta kendisi bile olabilir.
Bu adamlar suların en yüksek olduğu zamanda karaya çıkmışlardı; bir süre
getirdikleri tutsaklarla uğraştılar, bir süre de adanın nasıl bir yer olduğunu
görmek için dolaştıklarından suların çekilmeye başladığını fark etmediler; sular
iyice alçalınca da sandalları karada kalıverdi.
İki adamı sandalda bırakmışlardı. Sonradan anladım ki, bu adamlar konyağı biraz
fazla kaçırdıklarından sızıp kalmışlardı. Bununla birlikte bunlardan biri,
öbüründen önce uyandı; sandalın, tek başına kımıldatama-yacağı kadar karada
kalmış olduğunu görünce etrafa dağılmış olan diğer arkadaşlarına seslendi. Çok
geçmeden hepsi sandalın başına toplandılar. Ama hem sandal çok ağır olduğundan,
hem de kıyının o yanı neredeyse bataklık gibi bir hayli cıvık bir kumsal
olduğundan sandalı denize indirmeye güçleri yetmedi.
Bu durumda, gerçek birer denizci gibi -bütün insanlık içinde en az öngörü sahibi
olanlar belki de denizcilerdir- bu işten vazgeçip tekrar adada gezinmeye
gittiler; bunlardan birinin kayığın başında kalan bir arkadaşına, "Sandalı kendi
haline bırakamaz mıyız, Jack? Ne de olsa sular yükselince kendiliğinden suyun
üzerine çıkar," dediğini duydum. Böylece bunların hangi ülkeden olduk-
-369-
larıyla ilgili görüşüm de tamamen doğrulanmış oldu.
Bütün bu süre boyunca kendimi onlara göstermemeye çalışmıştım. Tepenin üstündeki
gözetleme yerim haricinde, şatomdan çıkmaya bir kez bile cesaret edememiştim;
evimin etrafına sağlam bir duvar yapmış olmama şimdi çok seviniyordum. Sandalın
tekrar yüzebilmesine en az on saat olduğunu biliyordum; o zamana kadar hava
kararacak, böylece ne yaptıklarını görmek, konuşurlarsa, ne konuştuklarını
duyabilmek için daha serbestçe hareket edebilecektim.
Bu arada, önceki gibi savaş hazırlıkları yaptım; ama bu sefer karşımda başka
türlü bir düşman olduğunu bildiğimden daha dikkatli davranıyordum. Keskin bir
nişancı olarak yetiştirdiğim Cuma'ya da silahlarını hazırlamasını söyledim. İki
av tüfeğini kendim aldım, üç piyade tüfeğini de ona verdim. Kılığım da gerçekten
çok korkunçtu. Üstümde daha önce sözünü ettiğim keçi derisinden heybetli
ceketimle kocaman şapkam, yanımda kınsız bir kılıç, kemerimde iki tabanca, iki
omzumda da birer tüfek vardı.
Planım, yukarıda da söylediğim gibi karanlık basmadan herhangi bir saldırıya
girişmemekti. Ama günün en sıcak zamanı olan saat iki sularında, tahmin ettiğim
gibi, hepsinin koruluğa dağıldıklarını, yerlere uzanıp uyuduklarını gördüm.
Uyuyamayacak kadar endişeli olan üç zavallı üzgün adam ise benden çeyrek mil
kadar uzaktaki büyük bir ağacın gölgesine sığınmışlardı ve düşündü-
-370-
ğüm gibi diğerlerinin göremeyeceği bir yerdeydiler.
Bunun üzerine kendimi onlara göstermeye ve durumlanyla ilgili bir şeyler
öğrenmeye karar verdim. Hemen, yukarıda anlattığım kılıkta, onlara doğru
yürüdüm. Bu arada, arkamdan gelen adamım Cuma da silahlarıyla benim kadar
korkunç görünüyordu, ama benim kadar hayalete benzemiyordu.
Onlara gözükmeden sokulabildiğim kadar yakınlarına sokuldum, sonra onlar daha
beni görmeden İspanyolca seslendim: "Baylar, siz kimsiniz?"
Sesimi duyunca irkilip ayağa kalktılar; ama beni ve çirkin kılığımı görünce on
kat daha fazla şaşırdılar. Hiç cevap vermediler; ama tam kaçacaklarını anladığım
sırada onlarla İngilizce konuştum. "Baylar," dedim, "görünüşüme bakıp
şaşırmayın; hiç beklemediğiniz bir anda, karşınızda bir dost duruyor."
İçlerinden biri büyük bir ciddiyetle, "Öyleyse doğrudan cennetten gönderilmiş
olmalı, çünkü şu anda hiçbir insanın yardım edemeyeceği bir durumdayız," dedi ve
aynı anda şapkasını çıkararak beni selamladı. "Bütün yardımlar cennettendir,
bayım," dedim. "Ama bir yabancıya size yardım etmesi için yol gösterir miydiniz?
Anlaşılan başınızda büyük bir dert var. Sizi karaya çıkarken gördüm; sizinle
birlikte gelen o zalimlere yalvarırken, içlerinden birinin sizi öldürmek için
kılıcını kaldırdığını gördüm."
Zavallı adam, yüzünden süzülen gözyaşlarıyla, şaşırmış gibi titreyerek,
'Tanrı'yla mı ko-
-371-
nuşuyorum, yoksa insanla mı? Bu gerçek bir insan mı, melek mi?" dedi. "Bu konuda
korkmanıza gerek yok, bayım," dedim. 'Tanrı size yardım etmek için bir melek
göndermiş olsaydı, bu melek herhalde benden daha iyi bir kılıkta ve bambaşka
silahlarla gelirdi. Lütfen, korkularınızı bir yana bırakın; ben insanım, bir
İngiliz; gördüğünüz gibi size yardım etmek istiyorum. Yalnız bir uşağım var;
silahımız, cephanemiz var; hiç çekinmeden söyleyin, size yardım edebilir miyiz?
Sıkıntınız nedir?"
"Sıkıntımız," dedi, "bayım, katillerimiz bu kadar yakındayken anlatılamayacak
kadar uzun bir hikâye bu; ancak kısaca anlatayım; ben şu geminin kaptanıydım;
adamlarım isyan etti; beni öldürmemeleri için çok yalvardım. En sonunda beni, bu
iki adamla birlikte bu ıssız adaya attılar; biri ikinci kaptan, diğeri de
yolcudur. Biz burasını ıssız bir yer sandığımız için ölüp gitmeyi bekliyorduk,
ne yapacağımızı da henüz bilmiyoruz."
"Düşmanınız olan herifler nerede?" dedim. "Nereye gittiklerini biliyor musunuz?"
Sık bir ağaçlığı göstererek, "Şurada yatıyorlar bayım," dedi. "Bizi görmüş,
sizin konuşmalarınızı duymuş olmalarından ödüm kopuyor. Duydularsa, hepimizi
öldürürler."
"Ateşli silahlan var mı?" dedim. Sadece iki tane olduğunu, birini de sandalda
bıraktıklarını söyledi. "Peki, o zaman," dedim, "gerisini bana bırakın, hepsinin
uyuduğunu görüyorum; topunu birden öldürmek kolay olacak. Yoksa onlan esir mi
alsak?" Kaptan aralarında iki korkunç alçağın bulunduğunu, onlara
-372-
acımanın doğru olmayacağını; ama onların işini bitirirsek geri kalanların
görevlerinin başına döneceğini söyledi. Bu ikisinin hangileri olduğunu sordum.
Bu kadar uzaktan söyleyemeyeceğini, ama kendisine vereceğim bütün emirleri
yerine getireceğini söyledi. "Peki," dedim, "onlan uyandırmamak için bizi görüp
duyamayacaktan bir yere çekilelim, gerisine orada karar veririz." Ormanın görün-
meyeceğimiz bir köşesine kadar benimle birlikte seve seve geldiler.
"Bakın, bayım," dedim, "sizi kurtarmak için kendimi tehlikeye atacak olursam,
öne süreceğim iki şartı kabul edecek misiniz?" İsteklerimin ne olduğunu tahmin
ederek hem kendisinin, hem de geri alınabilirse gemisinin tamamıyla benim emrim
altına verileceğini; gemi geri alınmazsa da onu dünyanın hangi köşesine
gönderirsem göndereyim hayatının sonuna kadar benim yanımda olacağını söyledi;
diğer iki adam da onun bu sözlerine katıldı.
"Peki," dedim, "yalnız iki şartım var. Birincisi, bu adada benimle kaldığınız
sürece kendinizi hiçbir konuda yetkili saymayacaksınız; size silah verirsem,
istediğim zaman bunlan bana geri vereceksiniz, bana ve bu adada bana ait olan
hiçbir şeye zarar vermeyeceksiniz; bu süre içinde de emirlerime uyacaksınız.
İkincisi, gemi geri alınabilirse, beni ve adamımı hiçbir karşılık talep etmeden
İngiltere'ye götüreceksiniz."
Bir insanın aklına gelebilecek ve yüreğinden geçebilecek bütün yeminleri ederek
bu çok haklı isteklerimi yerine getireceğini, ayn-
-373-
ca hayatını bana borçlu olacağı için yaşadığı sürece kendisini bana adayacağını
söyledi.
"Öyleyse," dedim, "bu üç tüfek, barut ve kurşunlar sizin için; şimdi, sizce ne
yapmamız uygun olur, söyleyin." Elinden geldiğince duyduğu borçluluğu dile
getirdi ve bütünüyle benim düşündüğüm şekilde hareket etmeyi önerdi. Ona
herhangi bir tehlikeyi göze almanın zor olduğunu; düşünebildiğim en iyi yolun,
uyurlarken aniden üzerlerine ateş açmak olduğunu; ilk yaylım ateşinden kurtulup
da teslim olan olursa onları bağışlayabileceği-mizi, dolayısıyla kurşunlarımızın
gidip kimi vuracağını bütünüyle Tann'ya bırakabileceğimizi söyledim.
Alçakgönüllü bir tavırla, elinden gelse hiçbirini öldürmek istemediğini; ama o
ikisinin ıslah olmaz birer hain, gemideki isyanın da elebaşıları olduklarını, bu
yüzden bu iki kişi şayet elimizden kaçarlarsa işimizin bitik olduğunu; çünkü
gemiye gidip bütün tayfayı toplayacaklarını ve hepimizi öldüreceklerini söyledi.
"Peki, o zaman," dedim, "bu şartlar altında benim önerim akla yakın görünüyor;
çünkü canımızı kurtarmanın tek yolu bu." Bununla birlikte, hâlâ kan dökmek
istemediklerini görünce onlara gidip bu işi uygun gördükleri şekilde
halledebileceklerini söyledim.
Bu konuşmanın ortasında birkaçının uyandığını duyduk, hemen sonra da ikisi ayağa
kalktı. İsyanın elebaşıları olduğunu söylediği adamların bunlardan biri olup
olmadığını sordum. "Hayır," dedi. "Öyleyse," dedim, "bırakın kaçsınlar;
anlaşılan canlarını
-374-
kurtarmalan için onları Tanrı uyandırmış. Şimdi, geri kalanlar kaçacak olursa,
bu sizin hatanızdır."
Bunun üzerine canlanarak ona verdiğim tüfeği eline aldı, kemerine de bir tabanca
sokarak yine ellerinde birer tüfek bulunan iki arkadaşını da yanına kattı. Önden
giden bu iki arkadaşının çıkardığı gürültüye uyanan denizcilerden biri çevresine
bakınıp onları görünce diğerlerine seslendi, ama artık çok geçti; çünkü o
bağırdığı anda onlar ateş etmeye başladılar; ateş edenler sadece kaptanın iki
arkadaşıydı, çünkü kaptan akıllılık ederek kendi tüfeğini hemen boşaltmayıp son
ana saklamıştı. Tanıdıkları iki elebaşına öyle iyi nişan almışlardı ki, birini
anında öldürmüşler, diğerini de ağır yaralamışlardı. Ama bu adam daha ölmediği
için ayağa kalktı ve acı acı bağırarak ötekilerden yardım istedi. Ama kaptan
onun yanına giderek yardım istemek için çok geç olduğunu, yaptığı alçaklığı
bağışlaması için Tann'ya yalvarmasının daha yerinde olacağını söyledi. Bunu
söyler söylemez de tüfeğinin dipçiğiyle vurduğu gibi adamı yere devirdi; adamın
ağzından başka söz çıkmadı. Geriye üç kişi kalmıştı ve bunlardan biri çok hafif
yaralanmıştı. O sırada ben de yanlarına gittim; tehlikeyi görünce direnmenin işe
yaramayacağını anlayarak merhamet dilenmeye başladılar. Kaptan, yaptıkları
hainlikten pişman olduklarına kendisini inandı-rırlarsa ve geminin geri
alınmasına yardım ederlerse, gemiyi Jamaika'ya, yani geldikleri yere götürene
kadar ona bağlı kalacaklarına
-375-
yemin ederlerse canlarını bağışlayacağını söyledi. Arzu ettiği gibi bütün
içtenlikleriyle yemin ettiler. Kaptan da onlara inanıp canlarını bağışlamaya
istekliydi; buna ben de karşı değildim; ama adada bulundukları sürece ellerinin
ve ayaklarının bağlı tutulmasını zorunlu tuttum.
Bu iş yapılırken Cuma'yla ikinci kaptanı sandala yollayarak sandalı güvenlik
altına almalarını, yelkenle kürekleri getirmelerini söyledim; bunu yaptılar. Bu
arada diğerlerinden ayrılıp etrafta dolaşmaya çıkmış olan (bunu yapmalan
kendileri için hayırlı olmuştu) üç adam da silah seslerini işiterek geri
dönmüşlerdi; önceden esirleri olan kaptanlarının şimdi onları alt etmiş olduğunu
görünce ellerinin ve ayaklarının bağlanmasına boyun eğdiler; böylece tam bir
zafer kazanmış olduk.
Şimdi geriye kaptanla birbirimize başımıza gelenleri sormak kalmıştı. İlk önce
ben başladım ve ona bütün hikâyemi anlattım, beni ilgiyle, neredeyse hayretle
dinledi; özellikle de yiyeceklerimi ve cephanemi elde edişimle ilgili olağanüstü
kısmını. Aslına bakılırsa, hikâyem başından sonuna mucizelerle dolu olduğundan
onu derinden etkiledi. Ama kendi durumunu, benim yıllardır burada sanki onun
canını kurtarmak için beklediğimi düşününce gözlerinden yaşlar boşanıverdi ve
bundan sonra tek bir kelime edemedi.
Bu konuşma sona erdikten sonra onu ve iki adamını, barınağıma götürdüm. Elimdeki
yiyecekle içeceklerden vererek kendilerini toplamalarını sağladım ve onlara bu
yerde
-376-
yaşadığım uzun süre boyunca yaptığım bütün icatları gösterdim.
Onlara gösterdiğim, söylediğim her şeyi büyük bir şaşkınlıkla karşıladılar; ama
kaptan her şeyden çok duvarlarıma ve sığınağımı küçük bir korulukla nasıl da
güzel gizlediğime hayran kaldı. Bu ağaçlan yaklaşık yirmi yıl önce dikmiştim ve
burada ağaçlar İngilte-re'dekinden çok daha hızlı büyüdüğü için bu ağaçlar küçük
bir orman haline gelmiş ve öyle sıklaşmıştı ki, bir kenarından bıraktığım küçük,
dolambaçlı yol dışında geçit vermiyordu. Ona, bunun şatom ve sürekli konutum
olduğunu, ama birçok prens gibi benim de kırda bir yazlık evim olduğunu,
gerektiğinde oraya çekildiğimi, başka bir zaman onu da göstereceğimi; ama
şimdiki işimizin gemiyi nasıl geri alacağımızı düşünmek olduğunu söyledim. Bu
konuda benimle aynı fikirdeydi; ama ne gibi bir yol tutmak gerektiğine dair
hiçbir fikri olmadığını; çünkü gemide hâlâ yirmi altı adam olduğunu ve bunların
giriştikleri alçakça tezgâh yüzünden yasalar önünde suçlu duruma düştüklerini,
yakalanırlarsa, İngiltere'ye ya da İngiliz kolonilerinden birine varır varmaz
darağacına çıkarılacaklarını bildiklerinden gözlerinin döndüğünü, dolayısıyla
sayıca bu kadar az olduğumuz için onlara saldırmamızın imkânsız olduğunu
söyledi.
Bu söyledikleri üzerine biraz düşününce vardığı sonucu çok mantıklı buldum.
Dolayısıyla gemideki adamların karaya çıkıp bizi yok etmelerini engellemek için
onlan ansızın
-377-
kapana kıstırarak bu işi çok çabuk halletmemiz gerekiyordu. Bunun üzerine, kısa
bir süre sonra, gemi mürettebatının, arkadaşlarına ve sandala ne olduğunu merak
ederek mutlaka diğer sandallarla karaya çıkacakları aklıma geldi; belki de
silahlı gelecekler ve bizden çok daha güçlü olacaklardı. Kaptan da bu düşüncemi
mantıklı buldu.
Bu durumda yapacağımız ilk işin, alıp gö-türmemeleri için kıyıda duran sandalı
kırıp parçalara ayırmak olduğunu söyledim; her şeyini alacak ve sandalı
yüzemeyecek bir hale getirecektik. Bunun üzerine sandala gittik, içinde kalan
silahlan ve bulduğumuz her şeyi aldık; bu eşyalar içinde bir şişe konyak, bir
şişe rom, biraz peksimet, bir boynuz barut ve bir beze sarılı büyük bir parça
şeker vardı -şeker iki buçuk üç kilo ağırlığındaydı- bütün bunları, özellikle
şekerle konyağı bulmak çok hoşuma gitti; elimdeki şeker yıllar önce bitmişti.
Bütün bunları karaya çıkardıktan sonra (yukarıda da söylediğim gibi kürekler,
direk, yelken ve dümeni önceden kaldırmıştık) bizi yenecek kadar kalabalık
gelseler bile yine de sandalı götüremesinler diye dibinde büyük bir delik açtık.
Aslına bakılırsa gemiyi ele geçirebileceğimizi pek zannetmiyordum; ama sandalı
almadan giderlerse onu tamir ederek bizi Leeward Adalan'na götürecek bir hale
getirmek benim için işten bile değildi, yolda da İspanyol dostlarımıza
uğrayabilirdik; onları unutmuş değildim.
-378-
Bu hazırlıkları yaparken ilk önce, sular iyice yükseldiğinde alıp sürüklemesin
diye, sandalı elbirliğiyle kıyının yukarılarına çektik; dibine de kolay kolay
tıkanamayacak bir delik açtık. Tam oturup ne yapmamız gerektiğini düşünmeye
başladığımız sırada geminin bir top attığını, sandalı çağırmak için sancak
kaldırarak işaret verdiğini gördük. Ama yola çıkan bir sandal göremedikleri için
birkaç kez daha top atarak başka işaretler de verdiler.
Sonunda, bütün işaretleri ve top atışları sonuçsuz kalıp da sandal yerinden
kımıldamayınca dürbün yardımıyla onları gördük. Başka bir sandal indirip karaya
doğru yola çıktılar; yaklaştıklarında sandalda en az on adam bulunduğunu ve
ellerinde de tüfekler olduğunu gördük.
Gemi kıyıdan neredeyse iki fersah uzakta durduğu için gelirken onları iyice
görebiliyor, adamları yüzlerine kadar seçebiliyorduk. Akıntı onları diğer
sandalın karaya ulaştığı yerin biraz doğusuna attığından sandalın durduğu yere
ulaşabilmek için kıyı boyunca kürek çekiyorlardı.
Dediğim gibi bu arada hepsini tek tek seçebiliyorduk, kaptan sandaldaki bütün
adamların kişiliklerini ve huylarını biliyor, üç tanesinin çok dürüst insanlar
olduğunu, bu tezgâha diğerlerinin baskısıyla ve korkudan bulaştıklarına adı gibi
emin olduğunu söylüyordu. Ama sandaldakilerin elebaşısı lostromoya ve
diğerlerine gelince, bunların gemideki diğer adamlar kadar ahlaksız ve
giriştikleri bu yeni
-379-
işte de gözlerinin dönmüş olduğuna hiç şüphesi bulunmadığını; bize göre fazla
güçlü olmalarından da korktuğunu söyledi.
Gülümseyip ona bizim durumumuzdaki adamların korku nedir bilmeyeceğini; başımıza
gelebilecek her şeyin şimdi içinde bulunduğumuz durumdan daha iyi olduğunu,
dolayısıyla bu işin sonunda ölsek bile bunun bir kurtuluş sayılacağım söyledim.
Ona yaşadığım hayatla ilgili ne düşündüğünü, kurtulmak için bir girişimde
bulunmaya değip değmeyeceğini sordum. "Ayrıca, bayım, biraz önce sizi o kadar
duygulandıran, benim burada bunca yıl sizi kurtarmak için kalmış olduğuma
duyduğunuz inanç nerede kaldı? Kendi adıma, şu anda beni düşündüren tek bir şey
var," dedim. "Nedir o?" dedi. "Dediğinize göre aralarından kurtulması gereken
sadece üç dört adam. Sandaldakilerin hepsi kötü adamlar olsaydı, böyle hepsini
bir arada elimize düşürenin Tanrı olduğunu düşünürdüm; çünkü inanın bana, karaya
çıkan her adam elimize düşmüş olacak ve bunlar bize karşı davranışlarına göre ya
yaşayacak ya da ölecek."
Bunu sesimi yükselterek ve neşeli bir tavır takınarak söylediğimden kaptanın da
büyük bir cesaret bulduğunu gördüm; böylece canla başla işe koyulduk. Sandalın
yola çıktığını ilk gördüğümüzde tutsaklarımızı birbirinden ayırmaya karar
vermiş, böylece onları son derece güvenli yerlere götürmüştük.
Kaptanın ötekilerden daha az güvendiği ikisini, Cuma ve kurtardığımız adamlardan
birinin önüne katarak mağarama göndermiş-
-380-
tim. Orada yeterince uzakta ve duyulup görülemeyecekleri ya da kendilerini
kurtarmayı başanrlarsa, ormanda yollarını bulamayacakları bir yerde olacaklardı.
Onları orada bırakmışlar, ama yanlarına yiyecekle içecek de verip şayet sakin
dururlarsa, bir iki gün içinde özgürlüklerine kavuşacaklarına söz vermişler; ama
kaçmaya kalkışacak olurlarsa, hiç acımadan öldürüleceklerini de söylemişler.
Adamlar, tutsaklıklarına sabırla katlanacaklarına yürekten söz vermişler; ayrıca
yanlarına yiyecek ve bir de ışık bırakmakla gösterdiğimiz iyiliğe de teşekkür
etmişlerdi -çünkü Cuma onlara rahat etsinler diye kendi yaptığımız mumlardan
vermişti- ama Cu-ma'nın mağaranın girişinde nöbet tuttuğunu bilmiyorlardı.
Diğer tutsaklara daha iyi davrandık. Aslında ikisinin elleri ve ayaklan
bağlıydı, çünkü kaptan onlara güvenemiyordu; ama kaptanın tavsiyesi ve ölene
kadar bizim yanımızda olacaklarına da yemin etmeleri üzerine diğer ikisini kendi
hizmetime aldım; böylelikle bu ikisi ve üç dürüst adamla birlikte yedi kişiydik
ve iyi silahlanmıştık. Kaptanın gelenler arasında üç dördünün dürüst adam
olduğuna dair sözlerini göz önüne aldığımda gelen on kişiyle rahatça baş
edebileceğimize hiç şüphem yoktu.
Diğer sandalın durduğu yere gelir gelmez, kendi sandallarını kumsala
yanaştırdılar ve karaya çıkıp arkalarından çekerek kumların üzerine getirdiler;
bunu görmek beni çok sevindirdi; çünkü sandalı koruyacak birkaç
-381-
adam bırakarak kıyıdan biraz ileride demir atmalanndan ve sandalı ele
geçiremeyeceği-mizden korkuyordum.
Karaya çıkar çıkmaz ilk yaptıkları diğer sandala koşup bakmak oldu; yukarıda
anlattığım gibi içindeki her şeyin alındığını ve dibinde de büyük bir delik
açıldığını gördüklerinde ne büyük bir şaşkınlığa düştüklerini görmek zor
değildi.
Bunun üzerine biraz düşündükten sonra arkadaşlarına duyurabilmek için bütün
güçleriyle iki üç kez bağırdılar; ama hepsi boşu-naydı. Sonra birbirlerine
sokularak halka oldular ve küçük tabancalanyla aynı anda hep beraber ateş
ettiler. Biz bu sesi duyduk ve bütün orman da bu sesle yankılandı. Ama hepsi bu
kadardı; mağaradakilerin duymadığından emindik; yanımızdakiler de bu silah
seslerini çok iyi duymakla birlikte karşılık vermeye cesaret edemezlerdi.
Gelenler buna öyle şaşırmışlardı ki, sonradan anlattıklarına göre hep beraber
gemiye dönmeye, bütün arkadaşlarının öldürüldüğünü, uzun kayığın da kırıldığını
gemidekile-re haber vermeye karar vermişlerdi. Gerçekten de hemen sandallarını
suya indirip içine doluştular.
Kaptan çok şaşırmıştı, hatta bunların gemiye dönüp kayıp arkadaşlarını aramaktan
vazgeçerek yelken açıp yola çıkacaklarına ve bu durumda da kurtarmayı umut
ettiğimiz gemiyi kaybedeceğine inandığı için kafası karmakarışık olmuştu; ama
çok geçmeden başka bir şeyden korkmaya başladı.
-382-
Sandalla denize açılmalarının üzerinden çok geçmeden dönüp tekrar karaya doğru
geldiklerini gördük. Anlaşılan, yolda düşünüp taşınmışlar; üç kişinin sandalda
nöbetçi kalmasına, geri kalanların da karaya çıkıp arkadaşlarını aramasına karar
vermişlerdi.
Bu bizi büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı; şimdi ne yapacağımızı
şaşırmıştık; çünkü sandalın kaçmasına izin verirsek karaya çıkan yedi adamı
yakalamak hiçbir işimize yaramayacaktı. Sandaldakilerin gemiye döneceğinden,
gemide kalanların da demiri çekip yelken açacaklarından, böylece gemiyi ele
geçirme umutlarımızın tükeneceğinden emindik. Bununla birlikte, bekleyip neler
olacağını görmekten başka çıkar yolumuz yoktu. Yedi kişi karaya çıktı ve üç kişi
de sandalla kıyıdan epeyce açılarak diğerlerini beklemek üzere demir attı;
böylelikle sandaldakilere ulaşabilmek bizim için imkânsız hale gelmişti.
Karaya çıkanlar birbirlerinden uzaklaşmadan, altında evimin bulunduğu küçük
tepenin zirvesine doğru yürüdüler; onları rahatça görebiliyorduk, ama onlar bizi
görmüyordu. Bize daha da yaklaşsalar çok sevinecektik, çünkü onlara ateş
edebilecektik; ama daha uzağa gitseler, yine sevinecektik, çünkü saklandığımız
yerden çıkabilecektik.
Kuzeydoğuya, adanın daha alçak kesimlerine uzanan vadileri ve ormanları
görebildikleri tepenin yamacına gelince bitkin düşene kadar bağırıp
arkadaşlarına seslendiler. Sonra da anlaşılan, ne kıyıdan ne de birbirlerinden
fazla uzaklaşmayı göze alamayarak ne
-383-
yapacaklarını düşünmek için bir ağacın altına oturdular. Ötekiler gibi bunlar da
orada uyuyabileceklerini düşünselerdi, işimizi kolaylaştırmış olacaklardı. Ama
karşılarında ne gibi bir tehlike olduğunu bilmeseler de uyumayı göze alamayacak
kadar korkuyorlardı.
Onlann böyle oturup konuşmaları üzerine kaptan çok yerinde bir öneride bulundu.
Arkadaşlarına seslerini duyurmak için tekrar bir yaylım ateşi açabileceklerini,
tam tüfeklerinin boşaldığı anda karşılarına çıkarsak, mutlaka teslim
olacaklarını ve hiç kan dökmeden hepsini ele geçireceğimizi söyledi. Bu öneri
hoşuma gitti; ama tüfeklerini tekrar doldurmadan karşılarına çıkabilecek kadar
yakınlarında bulunmamız gerekiyordu.
Ama böyle bir şey yapmadılar, uzun bir süre nasıl bir yol tutsak diye
kararsızlık içinde öylece durduk. En sonunda ben, kanımca, gece çökene kadar
yapılacak bir şey olmadığını söyledim; o zaman da sandala dönmezlerse, bunlarla
kıyı arasına girmenin bir yolunu bulabilir ve bir hileye başvurarak sandal-
dakilerin karaya çıkmasını sağlayabilirdik.
Uzun bir süre bekledik, ama adadan gidecekler diye ödümüz kopuyordu. Kendi
aralarında uzun uzun konuştuktan sonra kalkıp denize doğru yürüdüklerini
gördüğümüzde iyice huzursuz olduk. Anlaşılan, bu yerde başlarına gelebilecek
tehlikelerden öyle korkuyorlardı ki, arkadaşlarını aramaktan vazgeçip gemiye
dönmeye, sonra da planladıkla-ılculuğa devam etmeye karar vermişlerdi. nya doğru
gittiklerini görür görmez ara-
-384-
maktan vazgeçtiklerini ve geri döndüklerini anladım, gerçekten de böyleydi. Bu
düşüncemi kaptana söylediğimde korkudan az kalsın bayılacaktı; ama hemen onları
geri getirmek için bir oyun düşündüm ve bu oyun biraz olsun, yapmak istediğim
şeye yaradı.
Cuma ve ikinci kaptana batıdaki küçük koyun oraya, Cuma kurtulduğu zaman
vahşilerin geldikleri yere gitmelerini ve aşağı yukarı yarım mil uzaktaki ufak
tepeye varır varmaz da bütün güçleriyle bağırmalarım, gemiciler onları duyana
kadar beklemelerini; kendilerine karşılık verdiklerini duyar duymaz tekrar
bağırmalarını, onları mümkün olduğunca adanın içlerine, ağaçların arasına çekmek
için de kendilerini göstermeden, her seslenişlerinde cevap'vererek içerilere
doğru ilerlemelerini, sonra da söylediğim gibi tekrar yanıma dönmelerini
söyledim.
Cuma'yla ikinci kaptan seslendiğinde tam sandala binmek üzereydiler. Adamlar
hemen onlann sesini duyarak cevap verdiler ve kıyı boyunca batıya, sesin geldiği
yöne koşmaya başladılar. Koya varınca, sular yüksek olduğu için karşıya
geçemeyeceklerinden durdular ve tam da umduğum gibi onları alıp karşıya
geçirmesi için sandalı çağırdılar.
Karşıya geçtiklerinde sandalın, koyun içlerine doğru ilerlediğini gördüm; orası
da kara içinde bir liman olduğundan üç adamdan birini de yanlarına aldılar,
sandalı kıyıdaki bodur bir ağaca bağlayarak içinde yalnızca iki kişi bıraktılar.
Benim istediğim de buydu; Cuma'yla ikin-
-385-
ci kaptanı kendi işlerini yapmaya bırakarak hemen ötekileri yanıma aldım.
Sandaldakile-re gözükmeden koyu geçerek onlar daha ne olduğunu anlayamadan iki
adamın karşısına dikildik; biri kıyıda uzanmış yatıyor, diğeri de sandalın
içinde duruyordu. Kıyıdaki adam uykuyla uyanıklık arasında, ayağa kalkmak
üzereydi. En önde yürüyen kaptan, üzerine atladığı gibi adamı yere devirdi ve
sandalda-kine seslenerek ya teslim olmasını ya da kendini ölmüş bilmesini
söyledi.
Karşısında beş kişi varken ve arkadaşı da yere serilmişken tek bir adamı teslim
olmaya ikna etmek için fazla söze gerek yoktu; ayrıca bu adam anlaşılan gemideki
isyana diğer arkadaşları kadar yürekten katılmayan üç adamdan biri olduğu için
sadece teslim olmayı değil, sonradan büyük bir samimiyetle bize katılmayı da
kolayca kabul etti.
Bu arada Cuma'yla ikinci kaptan ötekilerle ilgili işlerini öyle güzel başarmış,
seslene seslene onları tepeden tepeye, korudan koruya öyle bir dolaştırmışlardı
ki, adamlar hem yorgun düşmüş, hem de karanlık basmadan sandala
dönemeyeceklerine emin oldukları için oldukları yerde kalakalmışlardı; aslına
bakılırsa, yanımıza döndüklerinde Cuma'yla ikinci kaptan da iyice yorgun
düşmüştü.
İşlerini bitireceğimizden emin olmak için şimdi karanlıkta onları gözetleyip
saldırmak için uygun bir zaman kollamaktan başka yapacağımız bir şey yoktu.
Cuma yanıma geldikten sonra adamlar sandala dönene kadar birkaç saat geçti;
gelir-
-386-
lerken öndekilerin arkada kalanlara seslenip çabuk olmalarını istediklerini,
arkadakilerin de çok yorulduklarından, artık ayaklarının tutmadığından yalanıp
daha hızlı gelemeyeceklerini söylediklerini duyuyorduk; bu bizim için iyi bir
haberdi.
En sonunda sandalın yanına geldiler; ama sular çekilmiş olduğu için sandalın
karaya oturduğunu, iki adamın da çekip gittiğini gördüklerinde düştükleri
şaşkınlık anlatılabilecek gibi değildi. Ağlayıp sızlayarak birbirlerine seslenip
perili bir adaya düştüklerini, burada yaşayan insanlar varsa öldürüleceklerini,
yok eğer cinler ve ruhlar varsa kaçırılacaklarını, parçalanıp yutulacaklarını
söylediklerini duyuyorduk.
Tekrar bağırmaya başladılar ve defalarca adlarıyla seslenerek sandalda
bıraktıkları iki arkadaşlarını çağırdılar; ama cevap veren yoktu. Bir süre
sonra, kalan azıcık ışıkta, bunların etrafta koşuşturup durduklarını, çaresizlik
içinde kıvranarak ellerini ovuşturduklarını, ara sıra da dinlenmek için gidip
sandalda oturduklarını; sonra yine kıyıya çıkıp etrafta dolaştıklarını, dönüp
dolaşıp aynı şeyleri yaptıklarını görebiliyorduk.
Adamlarım karanlıkta aniden üstlerine atılmalarına izin vermem için can
atıyordu; ama ben elimden geldiğince az adam öldürmek ve kurtulmalarını sağlamak
için daha uygun bir zamanda saldırmak istiyordum. Özellikle onların da çok iyi
silahlanmış olduğunu bildiğimden kendi adamlarımdan kimsenin vurulmasını
istemiyordum. Birbirlerin-
-387-
den ayrılıp ayrılmayacaklarını görmek için beklemeye karar verdim; dolayısıyla
onları menzilimize aldığımızdan emin olmak için pusumu daha yakına çektim,
Cuma'yla kaptana, ateş etmeye başlamadan sürünerek onlara mümkün olduğu kadar
yaklaşmalarını, aynca görünmemek için ellerinden geldiğince yere kapanarak
sürünmelerini söyledim.
Onlar bu şekilde ilerlemeye başladıktan sonra çok geçmeden, isyanın elebaşısı
olan ve şimdi de ötekilerden daha çok üzülüp daha çok umutsuzluğa kapılan
lostromo, yanında iki kişiyle yürüyerek onlara doğru geldi. Bu baş haini ele
geçirmeyi çok isteyen kaptan, adam daha yakına gelmeden saldırmamak için kendini
zor tutuyordu; çünkü ilk önce onun sesi duyulmuştu; ama iyice yaklaştıklarında
kaptanla Cuma ayağa fırladıkları gibi ateşe başladılar.
Lostromo hemen oracıkta öldü; göğsünden vurulan diğer adam onun yanına düştü,
ama ancak bir iki saat sonra öldü; üçüncüsü ise kaçmıştı.
Silah sesi üzerine artık sekiz kişi olan bütün ordumla beraber ilerledim; ben
başkomutan, Cuma korgeneral; kaptan ve iki adamı ile kendilerine güvenip silah
verdiğimiz üç savaş esiri de askerlerimizdi.
Karanlıkta saldırdığımız için kaç kişi olduğumuzu görememişlerdi, sandalda kalan
ve şimdi bize katılan adama onlara isimleriyle seslenmesini söyledim. Belki
konuşarak anlaşabiliriz diye onları ateşkese ikna etmesini istiyordum. Tam da
istediğimiz gibi oldu;
-388-
çünkü bu durumda seve seve teslim olacaklarını anlamak hiç zor değildi. Bu adam
sesi çıktığı kadar onlardan birine bağırdı, Tom Smith! Tom Smith!" Tom Smith
hemen cevap verdi, "Kimdir o? Robinson, sen misin?" Anlaşılan sesini tanımıştı.
Diğeri cevap verdi, "Evet, evet; Tanrı aşkına, Tom Smith, hemen silahlarınızı
bırakıp teslim olun, yoksa şimdi hepiniz öleceksiniz."
"Kime teslim olmamız gerekiyor? Neredeler?" dedi Smith. "Buradalar, kaptan elli
kişiyle birlikte burada, iki saattir sizi takip ediyorlar, lostromo öldü. Will
Fiye yaralı, ben de esir alındım; teslim olmazsanız, hepiniz öleceksiniz."
"Canımızı bağışlarlarsa, teslim oluruz," dedi Tom Smith. 'Teslim olacağınıza söz
veriyorsanız, gidip bir sorayım," dedi Robinson. Böylece kaptana sordu, kaptan
da kendisi seslendi, "Hey, Smith, sesimi tanırsın. Hemen silahlarınızı bırakıp
teslim olursanız, Will Atkins dışında hepiniz ölümden kurtulacaksınız."
Bunun üzerine Will Atkins bağırdı: 'Tanrı aşkına, kaptan! Acı bana; ben ne
yaptım? Ötekiler de en az benim kadar kötü." Oysa bu doğru değilmiş; çünkü
anlaşılan, bu Will Atkins isyan başladığında kaptanı yakalayan kişiymiş;
ellerini bağlayıp hakaretler yağdırarak ona çok kötü davranmış. Bununla birlikte
kaptan ona akıllılık edip silahlarını bırakmasını ve valinin merhametine
sığınmasını söyledi; bu da bendim, çünkü hepsi beni vali diye çağırıyordu.
-389-
Sözün kısası, hepsi silahlarını bıraktılar ve canlarının bağışlanması için
yalvarmaya başladılar. Onlarla konuşan adamı, iki kişiyle beraber yanlarına
yolladım; hepsini bağladılar ve sonra sözde elli kişilik, gerçekte ise o üç
kişiyle beraber yalnızca sekiz kişi olan büyük ordum ilerleyerek onları yakaladı
ve sandala el koydu; yalnız ne olur ne olmaz diye düşünüp ben yanıma bir kişi
daha alarak onlara kendimi göstermedim.
Bundan sonraki işimiz sandalı tamir edip gemiyi ele geçirmek için bir yol
düşünmekti. Kaptan şimdi onlarla konuşma fırsatı bulmuştu. Giriştikleri bu işin
bir alçaklık olduğunu, kötülük dolu bu planlarını daha ileri götürürlerse
sonunda sıkıntı ve acıdan başka bir şey bulamayacaklarını, belki de darağacında
sallandınlacaklarını söyleyerek onları dostça azarladı.
Hepsi çok pişman görünüyordu, canlarının bağışlanması için çok yalvardılar.
Bunun üzerine kaptan onları esir alanın kendisi değil, adanın komutanı olduğunu;
onu ıssız, çorak bir adaya bıraktıklarını sandılarsa da Tann'nın yardımıyla bu
adada hem insanların bulunduğunu hem de adanın İngiliz bir valisinin olduğunu
söyledi; isterse, valinin hepsini burada asabileceğini; ama canlarını
bağışladığından yasaların gerektirdiği şekilde cezalandırılmaları için hepsini
İngiltere'ye göndereceğini zannettiğini; yalnız Atkins'in kendini ölüme
hazırlasa iyi olacağını, çünkü valinin emriyle ertesi sabah asılacağını söyledi.
Bütün bunlar onun kendi uydurmasıydı,
-390-
ama istenen etkiyi sağladı. Atkins diz çökerek valinin canını bağışlaması için
aracılık etsin diye kaptana yalvarmaya başladı; geri kalanlar da İngiltere'ye
gönderilmemek için yalvan-yorlardı.
Bana öyle geliyordu ki, artık kurtulma zamanımız gelmişti; gemiyi ele geçirmek
için bu adamları işbirliğine ikna etmek çok kolay olacaktı. Bu yüzden ne tür bir
valileri olduğunu görmesinler diye karanlığa çekilerek kaptanı yanıma çağırdım.
Uzaktayım sansınlar diye adamlardan birini, "Kaptan, komutan sizi çağırıyor,"
demekle görevlendirdim. Kaptan hemen cevap verdi, "Ekselanslarına söyleyin,
hemen geliyorum." Bu onları iyice şaşırttı ve hepsi de komutanın elli adamıyla
hemen orada olduğuna iyice inandılar.
Kaptan yanıma gelince ona gemiyi ele geçirme planımı anlattım; kaptanın da çok
hoşuna gidince hemen ertesi sabah uygulamaya karar verdik. Ama bu işi daha
ustaca halletmek ve başarılı olacağımızı garantilemek için kaptana tutsakları
ayırmak zorunda olduğumuzu, gidip Atkins'le birlikte en azılılardan iki kişiyi
daha seçerek bunları elleri ayaklan bağlı olarak ötekilerin durduğu mağaraya
göndermesini söyledim. Bu iş Cuma ve kaptanla birlikte adaya çıkan iki adama
verildi.
Onlan hapse götürür gibi mağaraya götürdüler. Gerçekten de orası, özellikle de
onların durumundaki insanlar için iç karartıcı bir yerdi. Ötekilerin de yazlık
köşküm dediğim ve daha önce bütün aynntılanyla anlattığım yere götürülmesini
emrettim; çardak çit-
-391-
le çevrili, adamlar da bağlı olduğundan burası yeterince güvenli bir yerdi;
ayrıca hayatta kalmalarının davranışlarına bağlı olduğunu da biliyorlardı.
Sabahleyin kaptanı çardaktaki bu adamların yanına gönderdim; onlarla konuşacak,
gemiye çıkıp diğerlerine baskın yapmak konusunda onlara güvenip
güvenemeyeceğimizi öğrenip bana haber getirecekti. Kaptan onlara kendisine
yapılan kötülüğü, düştükleri durumu anlatmış; vali şimdilik canlarını bağışlamış
olsa da İngiltere'ye gönderilirlerse, hepsinin mutlaka zincire vurulacağını, ama
gemiyi geri almak gibi haklı bir girişimde bize katılacak olurlarsa,
affedilmeleri için validen söz alacağını söylemiş.
Onların durumundaki insanların böyle bir teklifi kabul etmeye ne kadar hazır
oluğunu herkes tahmin edebilir. Kaptanın önünde diz çöküp en büyük yeminlerle,
kanlarının son damlasına kadar ona sadık kalacaklarına, hayatlarını ona
adayacaklarına, dünyanın neresine giderse gitsin onun yanında olacaklarına;
yaşadıkları sürece onu bir baba olarak kabul edeceklerine dair söz vermişler.
"Peki, öyleyse," demiş kaptan. "Gidip valiye bu dediklerinizi söylemem
gerekiyor, bakalım buna razı olacak mı?" Böylece gelip bana içinde bulundukları
ruh halini anlattı ve sadık kalacaklarına gerçekten inandığını söyledi.
Bununla birlikte işi sağlama almak için geri dönüp içlerinden beşini seçmesini
ve onlara aslmda adama ihtiyacı olmadığını; ama bu beş kişiyi kendi yardımcıları
olarak ayırdı-
-392-
ğını, valinin diğer iki kişiyle şatomda, daha doğrusu mağaramda esir tutulan üç
kişiyi de yardımcı olarak seçilen bu beş kişinin sada-katına karşılık rehin
bulundurduğunu; herhangi bir ihanette bulunacak olurlarsa, beş rehinenin kıyıda
canlı canlı zincire vurulacağını belirtmesini söyledim.
Bu sözler çok sert görünmüş, valinin bu işi gerçekten çok ciddiye aldığına iyice
ikna olmuşlardı. Bununla birlikte, önlerinde kabul etmekten başka bir seçenek
kalmamıştı; dolayısıyla şimdi öbür beş kişiyi görevlerim yapmaya ikna etmek,
kaptanın olduğu kadar rehinelerin de işiydi.
Şimdi, sefere çıkmak için elimizdeki güçler şöyleydi:
1. Kaptan, ikinci'kaptan ve yolcu.
2. Kaptandan karakterlerini öğrendiğim için özgür bırakarak silah verdiğim,
ilk çeteden aldığımız iki esir.
3. Şu ana kadar bağlı olarak çardakta bulundurduğum ama kaptanın sözü üzerine
salıverdiğim diğer iki kişi.
4. Son olarak serbest bırakılmış bu beş kişi; böylece, mağarada rehin olarak
tuttuğumuz beş kişinin yanı sıra, toplam on iki kişi oluyorlardı.
Kaptana elindeki bu adamlarla gemiye gitmeye istekli olup olmadığını sordum;
benimle Cuma'ya gelince, geride yedi adam kaldığı için onları ayrı ayrı tutmak,
beslemek başlı başına bir iş olduğundan bizim gitmemizin uygun olduğunu
sanmıyordum. Mağaradaki beş kişiye gelince, onları bağlı tutmaya karar
-393-
vermiştim; ama Cuma, gerekli yiyecekleri götürmek için günde iki kez yanlarına
gidiyordu. Yiyecekleri belli bir mesafeye kadar esir aldığımız öbür iki adama
taşıtıyordum, oradan sonra Cuma alıp götürüyordu.
Bu iki rehineye kendimi gösterdiğimde kaptan da yanımdaydı; onlara valinin beni
kendilerine bakmakla görevlendirdiğini; benim emrim olmadan hiçbir yere
ayrılmamalarının valinin emri olduğunu; buna uymazlarsa, şatoya götürülüp orada
zincire vurulacaklarını söyledi. Böylece valinin ben olduğumu anlamalarını
engellemiş; onların gözünde, sürekli validen, garnizondan, şatodan ve buna
benzer şeylerden bahseden başka biri olmuştum.
Kaptanın önünde artık sandalın birindeki deliği kapatıp sandalları yolculuğa
hazırlamaktan ve adamlarıyla yola çıkmaktan başka bir iş kalmamıştı. Yolcusunu
sandallardan birinin kaptanı yaptı ve yanına dört adam daha verdi; kendisi de
ikinci kaptan ve beş kişiyle beraber öbür sandala bindi; her şeyi çok güzel
ayarlayıp gece yansı gemiye doğru yola çıktılar. Gemidekilere seslerini
duyurabilecekleri bir yere gelir gelmez, Robinson kaptanın emriyle bağırarak
adamlan ve sandalı getirdiklerini, ama onlan bulmalannın çok zaman aldığını ve
buna benzer şeyler söylemiş; bu şekilde gemiye iyice yanaşana kadar onları lafa
tutmuş. İlk olarak kaptan ve ikinci kaptan gemiye çıkarak tüfeklerinin
dipçiğiyle ikinci miçoyla marangozu yere sermişler; adamlan da büyük bir
bağlılıkla onlara yardım etmişler. Ana güverteyle kıç güvertelerin-
-394-
de bulunan diğer bütün adamlan da yakalamış, ambardakiler de dışan çıkamasın
diye lombarlan sımsıkı kapamışlar. Öbür sandal-dakiler de ön zincirlerin oradan
gemiye girerek başkasarasıyla mutfağa inen ambar ağzını ele geçirmiş, orada
bulduklan üç adamı da esir almışlar.
Bu işler bitip bütün güverte güvenlik altına alındıktan sonra kaptan, ikinci
kaptana, yanına üç adam alarak asilerin arasından seçilen yeni kaptanın yattığı
kamaraya girmesini söylemiş. Oysa ki bu yeni kaptan önceden haberleri alarak
yataktan kalkmış, yanında silahlı iki adam ve bir çocukla tetikte bekliyormuş.
İkinci kaptan bir küsküyle kapıyı açtığında yeni kaptan ve adamlan gözlerini
kırpmadan ateş açmışlar ve bir tüfek kurşunuyla ikinci kaptanı yaralamışlar;
kolu kırılmış ve iki kişi daha yaralanmış, ama kimse ölmemiş.
İkinci kaptan bağırarak yardım istemiş ve yaralı olduğu halde kamaraya dalıp
tüfeğiyle yeni kaptanı tam kafasından vurmuş; kurşun ağzından girip kulağından
çıktığı için adam gıkını çıkaramadan oluvermiş; bunun üzerine diğerleri teslim
olmuşlar ve gemi başka can kaybı olmadan bütünüyle ele geçirilmiş.
Bu şekilde gemi güvenlik altına alınır alınmaz kaptan yedi top atılmasını
emretmiş; ba-şanlı olduğunu bildirmesi için bu işaret üzerine anlaşmıştık. Bunu
duymanın beni çok sevindirdiğinden emin olabilirsiniz, çünkü sabahın ikisine
kadar kıyıda oturup işaret beklemiştim.
Verilen işaretin beklediğim işaret olduğu-
-395-
nu anladıktan sonra yattım. Benim için çok yorucu bir gün olduğundan deliksiz
uyumuşum, ama sonra birdenbire bir top sesiyle irkilerek uyandım, hemen yerimden
fırladım ve birinin, "Vali, Vali," diye bana seslendiğini duydum, bunun kaptanın
sesi olduğunu hemen anladım. Tepeye tırmanıp baktığımda onun orada durduğunu
gördüm, gemiyi göstererek beni kucakladı. "Sevgili arkadaşım, kurtarıcım," dedi,
"işte gemin, çünkü tamamıyla senindir artık, tıpkı bizim gibi, her şeyiyle
birlikte." Gözlerimi gemiye çevirdim, kıyıdan bir kilometre uzakta duruyordu;
çünkü gemiyi ele geçirir geçirmez, hava da güzel olduğundan demir almışlar,
gemiyi küçük koyun ağzının hemen karşısına getirip demir atmışlardı; sular da
yüksek olduğundan kaptan filikayı ilk başlarda sallarımı çıkardığım yere, yani
neredeyse kapımın önüne getirmişti.
Bu manzara karşısında ilk başta az kalsın düşüp bayılacaktım; çünkü kurtuluşum
gerçekten de gözle görülür bir şekilde ayağıma getirilmişti; her şey yolundaydı
ve beni istediğim yere götürecek büyük bir gemi önümde hazır duruyordu. Bir süre
için kaptana tek kelime edemedim; ama o beni kollarına alınca ben de ona sıkıca
sarıldım, yoksa yere düşecektim.
Kaptan bu şaşkınlığımı gördü ve hemen cebinden bir şişe çıkararak benim için
özel olarak getirmiş olduğu içkiden bir yudum verdi. İçkiden içtikten sonra yere
oturdum; beni kendime getirmişti, ama onunla konuşabilene kadar yine de uzun bir
süre geçti.
-396-
Bütün bu süre içinde zavallı adamcağız da benim kadar büyük bir heyecan
içindeydi, ama benim gibi şaşkın değildi; sakinleşip kendime gelmem için bana
binlerce güzel söz söyledi. Ama yüreğimde öyle büyük bir sevinç tufanı kopmuştu
ki, tamamen altüst olmuştum. En sonunda bu sevinç, gözyaşlarına dönüştü ve biraz
sonra da tekrar konuşmaya başladım.
Sıra bana gelmişti, beni kurtardığı için ona sarıldım, birlikte sevindik. Onu
beni kurtarmak için cennetten gönderilmiş biri olarak gördüğümü, bütün bu olup
bitenlerin sanki bir mucizeler zinciri olduğunu; böyle olayların evreni yöneten
Tann'nın üzerimizdeki gizli elinin bir işareti olduğunu; sonsuz bir Güç'ün
gözlerinin, dünyanin en ıssız köşelerini bile gördüğünü; istediği zaman sıkıntı
çekenlere yardım gönderdiğini kanıtladığını söyledim.
Duyduğum şükranla ellerimi göğe kaldırmayı unutmadım; yalnız böyle ıssız bir
yerde kalmış bir insanı mucizevi bir şekilde kurtarmakla kalmayan, aynı zamanda
her kurtuluşun da kaynağı olan Tanrı'ya şükretmekten hangi yürek geri
durabilirdi ki?
Biraz konuştuktan sonra kaptan, gemiyi çok uzun bir süredir ellerinde tutan
alçakların yağmalayamadıklan şeylerden bana biraz yiyecek içecek getirdiğini
söyledi. Sandala seslenerek adamlarına, vali için getirilen şeyleri kıyıya
çıkarmalarını söyledi. Aslmda bunlar sanki beni yanlarında götürmeyecekler-miş,
ben adada kalacakmışım da bensiz gide-ceklermiş gibi bir hediyeydi.
-397-
İlk önce bana çok güzel içkilerle dolu bir kasa getirdi; altı büyük şişe Maderia
şarabı (şişelerin her biri iki litre alırdı), en iyisinden bir kilo tütün,
gemideki sığır etlerinden on iki parça, altı parça domuz eti, bir çuval bezelye,
elli kilo da peksimet.
Ayrıca bir sandık şeker, bir sandık un, bir çuval limon, iki şişe misket limonu
suyu ve daha bir sürü başka şey de getirmişti; ama bunların bin katı daha çok
işime yarayacak şey de şuydu ki, altı yepyeni gömlek, çok güzel altı boyun bağı,
iki çift eldiven, bir çift ayakkabı, bir şapka, bir çift çorap ve kendisine ait
çok az kullanılmış, kaliteli bir de takım elbise getirmiş, kısacası beni tepeden
tırnağa giydirmişti.
Bunlar tahmin edileceği üzere, benim du-rumumdaki biri için çok nazik ve hoş
hediyelerdi; ancak bu elbiseleri ilk giydiğimde duyduğum rahatsızlığı,
tedirginliği ve huzursuzluğu dünyada daha önce hiçbir şeyden duymamıştım.
Bu tören sona erip bütün bu güzel şeyler küçük evime götürüldükten sonra
elimizdeki esirleri ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Çünkü bunları, özellikle
de içlerinden ikisini yanımızda götürüp götürmeyeceğimize karar vermemiz
gerekiyordu. Bu ikisinin son derece dikbaşlı, ıslah olmaz adamlar olduklarını
biliyorduk; kaptan bunların ne yapsak yola getiremeyeceğimiz türden alçaklar
olduğunu; onları götürsek bile varacağımız ilk İngiliz kolonisinde adaletin
eline teslim edilmek üzere azılı katiller gibi zincirlere vurarak götürmek
-398-
zorunda olduğumuzu söyledi; kaptanın bu konuda çok endişeli olduğunu anladım.
Bunun üzerine, isterse, bahsettiği iki adamla konuşup onlan adada kalmak kendi
dilekleriymiş gibi kandırabileceğimi söyledim. "Buna çok sevinirim," dedi,
"bütün kalbimle."
"Peki," dedim, "onlan çağırtıp kendileriyle senin adına konuşacağım." Böylelikle
Cu-ma'yla iki rehineye -arkadaşları verdikleri sözü tuttuklan için onlan serbest
bırakmıştım-mağaraya gitmelerini ve orada bağlı beş adamı alarak çardağıma
götürmelerini, ben gelene kadar yine bağlı olarak orada tutmalannı söyledim.
Bir süre sonra yeni elbiselerimi giymiş olarak oraya gittim; artık tekrar vali
olmuştum. Hepsi oradaydı, kaptan da benimle birlikteydi. Adamlara onlan önüme
getirmelerini söyledim. Onlara kaptana yaptıkları alçaklık-lann hepsini, gemiyi
nasıl kaçırdıklannı ve başka soygunlar da yapmaya hazırlandıklan-nı bildiğimi;
ama Tann'nın yardımıyla kendi kazdıklan kuyuya kendilerinin düştüğünü söyledim.
Benim emrimle geminin ele geçirildiğini; şimdi limanda durduğunu ve bu arada
yeni kaptanlannın yaptığı hainliğin cezasını bulduğunu; onun serenin ucunda
asılı olduğunu görebileceklerini bildirdim. Onlara gelince, suçüstü yakalanmış
korsanlar oldukla-nndan, hiç şüphesiz, görevimin bana verdiği yetkiye dayanarak
onlan idam etmemem için öne sürebilecekleri bir neden olup olmadığını sordum.
-399-
İçlerinden biri diğerleri adına da söz alarak buna bir diyecekleri olmadığını,
ama teslim olurlarken kaptanın canlarını bağışlamak için söz vermiş olduğunu ve
benden merhamet dilediklerini söyledi. Onlara nasıl bir merhamet göstereceğimi
bilemediğimi çünkü bütün adamlarımla beraber adadan ayrılmaya, kaptanla beraber
İngiltere'ye dönmeye karar verdiğimi söyledim. Kaptanın onların İngiltere'ye,
isyan edip gemiyi kaçırmaya kalkışmış mahkûmlar olarak ancak zincire vurulmuş
halde götürülebileceğini ve bu yolun sonunun da bildikleri gibi darağacına
çıktığını, dolayısıyla hayatlarına adada devam etmedikleri sürece onlar için
hangisinin daha iyi olduğunu bilmediğimi söyledim. Adada kalmak isterlerse, buna
diyeceğim yoktu, çünkü ben zaten adadan ayrılacaktım. Adada yaşayabileceklerini
düşünüyorlarsa, canlarını bağışlamaktan yanaydım.
Buna çok sevindiler, asılmak üzere İngiltere'ye götürülmektense burada kalmayı
tercih edeceklerini söylediler; dolayısıyla ben de bunda karar kıldım.
Bununla birlikte, kaptan sanki onları burada bırakmaya cesaret edemiyormuş gibi
biraz güçlük çıkarır numarası yaptı. Ben de kaptana kızmış gibi yaparak bu
adamların onun değil, benim esirlerim olduğunu; onlara bu iyiliği önerdiğimi ve
sözümde durmak istediğimi; onları nasıl bulduysam, öyle özgür bırakacağımı;
hoşuna gitmez ve kendisi bunu uygun görmezse elinden gelirse onları tekrar
layabileçeğini söyledim.
İL HALK KÜTÜPHANESİ
Bunun üzerine çok mutlu oldular; dediğim gibi hepsini serbest bıraktım, ormana,
geldikleri yere çekilmelerini; kendilerine birkaç silah, biraz cephane
bırakacağımı ve uygun görürlerse, iyi yaşayabilmeleri için bazı tavsiyelerde
bulunacağımı söyledim.
Böylece gemiye gitmek için hazırlanmaya başladım, ama kaptana eşyalarımı
toplamak için o gece adada kalacağımı, bu arada kendisinin gemiye gidip her şeyi
yoluna koymasını istediğimi ve ertesi gün benim için bir sandal yollamasını;
ayrıca bu adamların görmesi için öldürülen yeni kaptanın serenin ucuna
asılmasını söyledim.
Kaptan gittiğinde adamları evime çağırttım ve onlarla içinde bulundukları durum
üzerine ciddi biı* konuşma yaptım. Onlara doğru bir seçim yaptıklarını, kaptanla
beraber gitmiş olsalardı, mutlaka asılacaklarını söyledim. Geminin sereninden
sallanan yeni kaptanı göstererek kendilerinin başına da bundan başka bir şey
gelmeyeceğini bildirdim.
Hepsi kalmak istediklerini belirttikten sonra onlara orada nasıl yaşadığımı
anlattım ve hayatlarını kolaylaştıracak şeyleri gösterdim. Böylelikle bu yerin
bütün hikâyesini, benim adaya nasıl geldiğimi anlattım ve onlara duvarlarımı,
nasıl ekmek yaptığımı, ekin ektiğimi, üzüm kuruttuğumu; kısacası hayatlarını
kolaylaştıracak her şeyi gösterdim. Beklediğim on altı İspanyol'un hikâyesini de
anlatarak onlar için bir mektup bıraktım ve İspanyollara iyi davranacaklarına
dair söz aldım. Onlara silahlarımı, yani beş piyade, üç av
-401-
tüfeği, üç de kılıç bıraktım. Bir buçuk fıçıdan fazla barutum kalmıştı; çünkü
ilk bir iki yıldan sonra çok az kullanmış, hiç boşa harcamamıştım. Keçilere
bakmayı, onları sağmayı, semirtmeyi, yağ ve peynir yapmanın yollarını anlattım.
Kısacası, onlara kendi hayatımın her yönünü gösterdim ve kaptanı da onlara iki
fıçı barutla bazı tohumlar bırakmaya ikna edeceğimi; bundan çok mutlu olacağımı
söyledim. Ayrıca kaptanın yemem için getirdiği bir çuval dolusu bezelyeyi de
onlara bırakarak bunu ekip çoğaltacaklarına dair söz verdirdim. Bütün bunları
yaptıktan sonra ertesi gün onlardan ayrılarak gemiye gittim. Hemen yelken açmaya
hazırlandık, ama o gece demir kaldırmadık. Adada kalan beş adamdan ikisi ertesi
sabah erkenden yüzerek geminin yanına geldiler, ağlayıp sızlayarak öbür üç
kişiden yakındılar, Tanrı aşkına gemiye alınmak için yalvardılar, yoksa öbür
adamlar tarafından öldürüleceklerini söyleyip kaptandan, hemen asılmak
üzere bile olsa gemiye gelmek için izin istediler.
Bunun üzerine kaptan ben emir vermeden bir şey yapamayacağını söyledi; ama
birtakım güçlüklerden ve doğru yola geleceklerine dair ettikleri yeminlerden
sonra gemiye alındılar. Sıkıca bir kırbaçlanıp yaralarına tuz basılınca da çok
dürüst ve uslu adamlar oldular.
Bir süre sonra suların yükselmesiyle adamlara söz verdiğim şeyleri götürmek
üzere karaya bir sandal gönderildi; benim aracılık etmemle kaptan, bu
şeylerin arasına
-402-
adamlann sandıklarıyla elbiselerini de eklet-mişti; bunları alınca çok
sevindiler. Ayrıca bir yolunu bulursam, onları alması için oraya bir gemi
göndermeyi de unutmayacağımı söyleyerek onlara biraz cesaret verdim.
Adadan ayrılırken hatıra olsun diye keçi derisinden yaptığım şapkamı, şemsiyemi
ve papağanımı da gemiye götürdüm. Ayrıca daha önce sözünü ettiğim paralarımı da
almayı unutmadım; onlara o kadar uzun zamandır el sürmemiştim ki, paslanıp
kararmışlardı; biraz ovalayıp parlatmadan gümüş olduklarına kimse inanmazdı;
İspanyol gemisinin enkazından aldığım paralar için de aynı şey söz konusuydu.
Böylece geminin kayıtlarından öğrendiğime göre 1686 yılı, 19 Aralık'ta, tam
yirmi sekiz yıl, iki ay, on dokuz gün sonra adadan ayrıldım; ikinci
tutsaklığımdan da Sale Mağrip-lilerinin elinden bir barco-longo* ile kaçışımla
aynı günde kurtulmuştum.
Bu gemiyle uzun bir yolculuktan sonra 1687 yılının, 11 Haziran'ında otuz beş
yıldır hiç bulunmadığım İngiltere'ye vardım.
İngiltere'ye geldiğimde sanki orayı hiç tanımayan bir yabancı gibiydim. Büyük
yardımcım, paramı bıraktığım sadık vekilim hâlâ hayattaydı; ama başına çok büyük
talihsizlikler gelmiş, ikinci kez dul kalmış, çok sıkıntı çekmişti. Bana
borcundan dolayı başmı ağrıtmayacağımı söyleyerek onu avuttum; tam aksine
önceden bana gösterdiği sadakat ve özene duyduğum minnet dolayısıyla azıcık
İspanyolca, uzun kayık.
-403-
paramın elverdiği ölçüde ona yardım ettim; elimdeki para o zaman için gerçekten
de çok az bir şeye elveriyordu; ama önceden bana yaptığı iyilikleri asla
unutmayacağımı söyledim ve sırası gelince anlatacağım üzere gerçekten de ona
yardım edecek güce ulaşınca verdiğim sözü tuttum.
Ondan sonra Yorkshire'a gittim; ama annem babam ölmüş, aile ocağımız sönmüştü.
Yalnız iki kız kardeşimle, erkek kardeşlerimden birinin iki çocuğunu buldum.
Uzun bir süredir benim öldüğümü düşündükleri için babamdan kalan mallardan bana
pay ayır-mamışlardı; uzun sözün kısası, yaşamımı sürdürebileceğim,
geçinebileceğim hiçbir şeyim yoktu ve elimdeki azıcık para da İngiltere'de
yerleşmeme yetecek gibi değildi.
Bununla birlikte beklemediğim vefalı bir davranış gördüm; hem kendisini hem de
bütün yüküyle gemisini seve seve kurtardığım kaptan, adamlarının hayatını ve
gemiyi nasıl kurtardığımı mal sahiplerine ballandıra ballandıra anlatmıştı. Bu
mal sahipleri beni yanlarına davet ettiler, ilgili öbür tüccarlarla birlikte
yardımlarımdan ötürü çok teşekkür ederek yaklaşık iki yüz sterlin de hediye
ettiler.
Durumumu, bir iş kurmak için elimde ne kadar az para olduğunu düşündükten sonra
Brezilya'daki çiftliğim ve ortağımla ilgili bir şeyler öğrenip öğrenemeyeceğimi
görmek için Lizbon'a gitmeye karar verdim; bu arada ortağım artık öldüğümü
sanıyor olmalıydı.
Kafamda bu düşünceyle Lizbon'a giden bir gemiye bindim ve ertesi yılın nisan
ayında
-404-
oraya vardım. Adamım Cuma da bütün bu yolculuklar sırasında büyük bir
dürüstlükle bana eşlik ediyor, çok sadık bir uşak olduğunu her durumda
kanıtlıyordu.
Lizbon'a vardığımda sora sora Afrika kıyılarında beni gemisine alıp kurtaran
eski kaptan arkadaşımı buldum ve bu beni çok sevindirdi. Şimdi iyice yaşlanmış,
gemisinin başına pek de genç sayılmayacak bir adam olan oğlunu geçirerek
denizlere açılmayı bırakmıştı; oğlu da hâlâ Brezilya'yla ticaret yapıyordu.
Yaşlı adam ilk başta beni tanımadı; aslında ben de onu zor tanıdım; ama çok
geçmeden onun nasıl göründüğünü hatırladım ve kim olduğumu söyleyince o da beni
hatırladı.
Eski arkadaşlığımız üzerine birkaç heyecanlı sözden sonra orta hemen çiftliğimi
ve ortağımı sorduğuma emin olabilirsiniz. Yaşlı adam bana dokuz yıldır
Brezilya'da bulunmadığını, oradan son ayrılışında ortağımın hâlâ yaşadığını; ama
benim payıma göz kulak olmaları için bıraktığım iki vekilimin öldüğünü söyledi.
Bununla birlikte, çiftliğimin gelirlerinden bir hayli kazancım olduğuna
inandığını; çünkü herkesin benim denizde kazaya uğrayıp boğulduğumu kabul etmesi
üzerine vekillerimin çiftlik gelirlerinden payıma düşeni savcıya verdiğini;
savcının da hiçbir zaman gelip istemezsem diye bu paranın üçte birini krala,
üçte ikisini yoksulların hayrına ve yerlilerin Katolik inancına dönmesine
harcanmak üzere St. Augustine Manastın'na tahsis ettiğini; ama ben ya da bir
mirasçım çıkıp da bu parayı isterse geri alabileceğini; yalnız ha-
-405-
yır işleri için kullanılan kısmının geri alınamayacağını söyledi. Ama kralın
vergi memuruyla, provedidore ya da manastırın vekilharcının bütün bu süre
boyunca görevlerini titizlikle yaptıklarını, yani ortağımın her yıllık kazancın
hesabını doğru verdiğini ve onların da benim hissemi tam olarak aldıklarını
söyledi. Çiftliğimin ne kadar geliştiğini bilip bilmediğini, bu işe girişmeye
değip değmeyeceğini, oraya gidersem haklarımı almada engellerle karşılaşıp
karşılaşmayacağımı sordum.
Bana çiftliğin tam olarak ne kadar büyüdüğünü söyleyemeyeceğini; ama ortağımın
yan hissesiyle bile çok zengin olduğunu; hatırlayabildiği kadarıyla benim
payımdan krala verilen üçte birlik hissenin, anlaşılan başka bir manastıra ya da
dini kuruma devredildiğini ve bunun yılda iki yüz altım geçtiğini söyledi.
Paranın bana geri verilmesine gelince, hâlâ sağ olan ortağım benim hakkım için
tanıklık edebileceğinden ve adım da ülkenin kayıtlarında bulunduğundan bir sorun
çıkmayacağını düşünüyordu. Ayrıca iki vekilimin çocuklarının da çok dürüst, iyi,
varlıklı insanlar olduklarını söyledi; malımı geri almakta onlardan yardım
görmekle kalmayacağıma, ayrıca onlarda duran bana ait hatırı sayılır bir miktar
parayı da alabileceğime inanıyordu; bu para, babalarının, yukarıda söylediği
üzere vekilliği bırakmadan önceki zamanlarda çiftlikten elde ettiği gelirmiş; bu
da hatırladığı kadarıyla, aşağı yukarı on iki yıllık bir süreymiş.
Bu konuda biraz üzülmüş, sıkılmış olduğumu söyledim; vasiyetimi; Portekizli
kapta-
-406-
nı, yani onu umumi vârisim tayin ettiğimi bildiği halde vekillerimin mallarımı
bu şekilde dağıtmasına nasıl izin verdiğini sordum.
Bunun doğru olduğunu söyledi; ama öldüğüme dair ellerinde hiçbir kanıt olmadığı
için bu yönde kesin bir haber almadan vasiyet hükümlerini yerine
getiremeyeceğini; ayrıca böyle belirsiz bir işe karışmak istemediğini;
vasiyetimi kayıtlara geçirdiğinin ve hakkını talep ettiğinin doğru olduğunu;
elinde yaşadığıma ya da öldüğüme dair bir belge olsaydı, vekâlet alarak ingenio
dedikleri şeker imalathanesini üstüne geçirebileceğini, şimdi Brezilya'da olan
oğlunu da işin başına koyacağını söyledi.
"Ama," dedi yaşlı adam, "sana verecek başka bir haberim daha var; ancak bu
ötekiler kadar hoşuna gitmeyebilir. Şöyle ki, senin öldüğüne inandığım ve herkes
de böyle düşündüğü için ortağınla vekillerin ilk altı ya da sekiz yılın
gelirini, senin adına bana vermeyi teklif ettiler; ben de kabul ettim. O
zamanlar işleri geliştirmek, bir ingenio kurmak ve köle satın almak çok büyük
masraf yapmayı gerektiriyordu ve çiftlik sonraları olduğu kadar büyük bir gelir
getirmiyordu. Bununla birlikte, aldığım parayla bunu nasıl kullandığımın tam bir
hesabını sana vereceğim."
Birkaç gün sonra bu eski dostla başka bir görüşmemizde çiftliğimin altı yıllık
gelirinin hem ortağım hem de vekillerim tarafından imzalanmış bir hesabını
getirdi. Bu gelirin hepsi kendisine balyalarla tütün, sandıklarla şeker, ayrıca
şekerin yan ürünlerinden olan
-407-
rom, pekmez gibi mallar şeklinde verilmişti; bu hesaplardan gelirin her yıl
kayda değer bir şekilde arttığını gördüm. Ama yukarıda belirtildiği gibi
masraflar çok fazla olduğu için ilk baştaki kazanç azdı. Bununla birlikte, yaşlı
adam bana dört yüz yetmiş Portekiz altını, bunun yanı sıra, benim Brezilya'dan
ayrılışımdan aşağı yukarı on bir yıl sonra Lizbon'a gelirken kaza geçiren
gemisiyle denizin dibini boylayan altmış sandık şeker ve on beş çift balya tütün
borçlu olduğunu söyledi.
Sonra bu iyi yürekli adam, başına gelen talihsizliklerden yakınarak zararlarını
telafi etmek ve yeni bir gemiden kendisine hisse almak için benim paramı
kullanmak zorunda kaldığını anlattı. "Ama eski dostum," dedi, "asla sıkıntı
çekmeyeceksin, oğlum döner dönmez sana olan bütün borçlarımı ödeyeceğim."
Bunu söyledikten sonra eski bir kese çıkarıp bana yüz altmış Portekiz altını
verdi. Oğlunun Brezilya'ya gittiği, dörtte birine kendisinin, dörtte birine de
oğlunun ortak olduğu geminin kendisine ait ortaklık senedini de geri kalan borcu
için teminat olarak bana verdi.
Bu zavallı adamın dürüstlüğü ve iyiliği karşısında fazlasıyla duygulandım; bu
kadarına da tahammül edemezdim; bir de benim için yaptıklarım, beni denizden
kurtarışını, her zaman bana ne kadar cömert davrandığını ve şimdi de benim için
çok samimi bir arkadaş olduğunu hatırlayınca dedikleri üzerine ağlamamak için
kendimi zor tuttum. Dolayısıyla ilkin durumunun bu kadar çok parayı
-408-
vermeye elverişli olup olmadığını, sıkıntıya düşüp düşmeyeceğini sordum. Biraz
sıkıntı çekmeyeceğini söylerse yalan söylemiş olacağını, ama bunun benim param
olduğunu ve benim buna daha çok ihtiyacım olduğunu söyledi.
İyi yürekli adamın her sözü sevgi doluydu, o konuşurken gözyaşlanmı zor
tutuyordum. Uzun sözün kısası, altınlardan yüz tanesini aldım ve buna dair bir
senet imzalamak için de bir kalemle mürekkep istedim. Sonra paranın kalanını
geri vererek çiftliği alacak olursam, aldığım yüz altını da geri vereceğimi
söyledim; gerçekten sonra bunu başardım da. Oğlunun gemisindeki ortaklık
senedine gelince, bunu hiçbir şekilde alamazdım; paraya ihtiyacım olduğunda
borcunu ödeyecek kadar dürüst bir insan olduğunu biliyordum; ama ihtiyacım olmaz
ve kendisinin geri alabileceğimi söylediği çiftliği alabilirsem, ondan asla tek
bir kuruş bile almayacaktım.
Bütün bunlar olup bittikten sonra yaşlı adam çiftliği geri almak konusunda bana
bir yardımı dokunup dokunamayacağını sordu. Bunu gidip kendim halletmek
istediğimi söyledim. İstersem öyle yapabileceğimi ama kendim gitmeden de hakkımı
almam, gelirimden hemen yararlanabilmem için başka yollar da olduğunu söyledi.
Lizbon nehrinde Brezilya'ya doğru hemen yola çıkmaya hazır gemiler vardı; sağ
olduğumu, ilk başta o toprakları tanm yapmak üzere üstüne alan kişinin ben
olduğumu beyan eden yeminli bir belgeyle adımı kütüğe kaydettirdi.
-409-
Noter tarafından da onaylanan bu belgeyle bir vekâletnameyi ve bir de kendi el
yazısıyla yazılmış mektubu Brezilya'daki tanıdığı tüccarlardan birine göndermemi
söyledi, sonra da bir cevap alana kadar yanında kalmamı teklif etti.
Bu vekâletname üzerine gördüğüm muameleden daha şerefli bir şey olamaz; çünkü
yedi ay geçmeden vekillerimin çocuklarıyla kendi hesaplarına denize açıldığım
tüccarlardan büyük bir paket aldım; içinde aşağıdaki mektuplarla belgeler
bulunuyordu.
Birincisi; babalarının Portekizli kaptanla hesaplarını kapadığı yıldan
başlayarak çiftliğimin altı yıllık bir gelir-gider çizelgesiydi; bu bilançoya
göre bin yüz yetmiş dört Portekiz altını alacağım görünüyordu.
İkincisi; medeni ölüm dedikleri, kayıp bir insanın durumunda olduğu üzere
devletin mallarımı kendi idaresine almasından önce, malların onların elinde
bulunduğu dört yılın hesabıydı; bu bilançoya göre çiftliğin değeri artarak otuz
sekiz bin sekiz yüz doksan iki gümüş olmuştu; bu da üç bin iki yüz kırk bir
altın ediyordu.
Üçüncüsü; on dört yılı aşkın bir süredir kârları alan Augustine Manastın'nın
başrahi-binin bilançosuydu; ama hastaneye verilen paranın buna dahil
edilmediğini, elinde harcanmamış sekiz yüz yetmiş iki altın kaldığını ve bunu
benim hesabıma eklediğini dürüstçe belirtiyordu; kralın payına gelince bundan
hiçbir şey geri verilmiyordu.
Ortağımdan da bir mektup vardı; hâlâ ha-
-410-
yatta olduğum için çok sevindiğini söylüyor, çiftliğin nasıl geliştiğini, yılda
ne kadar ürün alındığını, kaç dönüm olduğunu, nasıl ekim yapıldığını, kaç köle
çalıştığını anlatıyor, buna şükretmek için yirmi iki istavroz çıkardığını; sağ
olduğumu öğrenince de Meryem Ana'ya şükretmek için birçok kez Ave Maria duasını
okuduğunu söylüyor, beni çok candan bir şekilde oraya, hakkımı almaya davet
ediyor, bu arada kendim gitmeyecek olursam mallarımı kime teslim etmesi
gerektiğini soruyor ve mektuba kendisinin ve ailesinin en içten dostluk
dilekleriyle son veriyordu. Ayrıca bana hediye olarak çok güzel yedi adet leopar
postu göndermişti; anlaşılan bunları benden sonra Afrika'ya gönderdiği ve öyle
görünüyor ki benimkinden daha hayırlı bir yolculuk yapan gemiyle getirtmişti.
Bunun yanı sıra beş sandık çok güzel tatlıyla birlikte, Portekiz altınından daha
küçük, yüz adet üzeri basılmamış altın para göndermişti. Aynı filoyla iki
vekilim de bana bin iki yüz sandık şeker, sekiz yüz balya tütün ve geri kalan
hesabımın tümünü de altın olarak göndermişlerdi.
Şimdi Eyüp Peygamberin sonunun* başlangıcından daha iyi olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirdim. Bu mektuplara baktığımda, özellikle de bütün servetimin
çevremde olduğunu görünce kalbimin nasıl kıpır kıpır olduğunu anlatmama imkân
yok. Brezilya gemileri filolar halinde geldikleri için mektuplarımı getiren filo
mallanmı da getirmiş, daha mektuplar elime ulaşmadan mallarım güvenle li-
Eyüp, 42:12'den alıntı.
-411-
mana indirilmişti. Uzun sözün kısası birden saranp fenalaşıverdim; yaşlı adam
koşup bana içecek bir şeyler getirmeseydi, zannedersem bu ani sevinç beni altüst
edip oracıkta öldürüverecekti.
Hatta bu rahatsızlık birkaç saat devam etti ve en sonunda bir hekim çağrıldı.
Hekim hastalığımın gerçek sebebini anlayarak kan alacağını söyledi; bundan sonra
biraz rahatladım, kendime geldim, ama şuna yürekten inanıyorum ki, doktor beni
bu tedaviyle ra-hatlatmasaydı, ölecektim.
Şimdi birdenbire beş bin sterlinden daha fazla bir paranın sahibi olmuştum.
Brezilya'da da yılda bin sterlinden daha fazla gelir getiren, İngiltere'deymiş
gibi güvenebileceğim bir çiftliğim vardı. Kısacası, bir türlü inana-madığım,
nasıl sevineceğimi bilmediğim bir durumdaydım.
İlk işim, gerçek koruyucum, sıkıntılı günlerimde bana çok yardım etmiş, bana
karşı başlangıçta çok iyi, sonunda da çok dürüst davranmış olan iyi yürekli
yaşlı kaptandan aldıklarımın karşılığını vermek oldu. Gönderilen her şeyi ona
gösterdim. Bütün bu şeyleri, Tann'dan sonra ona borçlu olduğumu; şimdi bana
düşenin yaptığı iyiliklerin karşılığını vermek olduğunu ve bunu yüz katıyla
yapacağımı söyledim. Böylece ilk olarak ondan aldığım yüz Portekiz altınını geri
verdim. Sonra da bir noter çağırtarak bana borçlu olduğunu söylediği dört yüz
yetmiş altını ödenmiş saydığımı en kesin ayrıntılarıyla gösteren bir anlaşma
hazırlamasını istedim. Bundan
-412-
sonra da çiftliğimin yıllık gelirlerini alması için yetki veren ortağımın
hesaplan ona vermesini, mallarımı da benim adıma ona göndermesini belirten bir
vekâletname hazırlattım; bu vekâletnamenin sonuna da hayatı boyunca ona
mallardan yılda yüz altın, ölümünden sonra da oğluna yılda elli altın
verileceğini belirten bir madde ekledim. Böylece yaşlı dostuma borcumu ödemiş
oldum.
Şimdi bundan sonra hayatıma nasıl bir yön vereceğimi, Tann'nın bu şekilde elime
verdiği mülklerle ne yapacağımı düşünmem gerekiyordu. Gerçekten de şimdi başımda
adadaki sessiz hayatıma göre düşünülecek çok daha fazla şey vardı, adadayken
elimde ihtiyacımdan fazla bir şey bulundurmuyor, elimdekiyle yetiniyordum; oysa
şimdi üzerimde büyük bir sorumluluk vardı; bu mallan nasıl koruyacağımın bir
yolunu bulmam gerekiyordu. Paramı saklayabileceğim bir mağaram ya da bunların
kilide falan ihtiyaç duymadan, kimse dokunmadan küflenip paslanıncaya kadar
durabilecekleri bir yer yoktu. Tam aksine, parayı ne nereye koyacağımı, ne de
kime bırakacağımı biliyordum. Velinimetim, dürüst, yaşlı kaptan güvenebileceğim
tek insandı.
Diğer taraftan Brezilya'daki çıkarlarım beni oraya çağınyor gibiydi; ama
işlerimi yoluna koyup mallanmı emin ellere teslim etmeden oraya gitmeyi
düşünemezdim. İlk önce eski dostum olan o dul kadını düşündüm; onun dürüst bir
insan olduğunu biliyordum, aynca bana karşı da çok iyi davranmıştı, ama şimdi
hem yaşlı, hem yoksul, hem de bildiğim
-413-
kadarıyla borç içindeydi; dolayısıyla İngiltere'ye kendim gitmekten, mallarımı
da yanımda götürmekten başka çarem yoktu.
Ama ben buna karar verene kadar aylar geçmişti. Şimdi, yaşlı kaptanın yaptığı
iyiliklerin de karşılığını ödemiş olduğumdan, kocası ilk velinimetim olan,
ayrıca kendisi de gücü yerindeyken benim için sadık bir vekilharç ve akıl hocası
olan zavallı dulu düşünmeye başladım. Böylece ilk işim, Lizbonlu bir tüccar
bulmak, Londra'daki iş ortağına, gidip bu dul kadını bulmasını, göndereceğim yüz
İngiliz lirasını ona vermesini, onunla konuşup yoksulluğundan ötürü
üzülmemesini, çünkü sağ kalırsam kendisine para göndereceğimi söylemesini
belirten bir mektup yazdırmak oldu. Aynı zamanda İngiltere'deki iki kız
kardeşime de yüzer İngiliz lirası gönderdim; çünkü yoksul olmamakla birlikte
onların da durumları pek iyi değildi; biri evlenmiş, dul kalmıştı ve ötekinin de
kocası ona gerektiği kadar iyi davranmıyordu.
Ama bütün akrabalarım ve tanıdıklarım içinde, Brezilya'ya gözüm arkada kalmadan
gidebilmek için malımın büyük bir kısmını güvenle teslim edebileceğim kimseyi
bulamıyordum ve bu durum beni şaşkına çeviriyordu.
Bir ara Brezilya'ya temelli gidip yerleşmeyi düşündüm; ne de olsa oraya
alışıktım. Ama din konusunda kafamı kurcalayan, beni ister istemez bu kararımdan
caydıran ufak bir tereddütüm vardı, bu konuyu birazdan açacağım. Bununla
birlikte, beni oraya gitmekten alıkoyan şimdilik din değildi; o ül-
-414-
kede yaşadığım sürece dinle ilgili bir çekimserliğim olmamıştı; şimdi de
olmazdı; yalnız şimdi dinle ilgili düşüncelerim o zamana göre değiştiğinden
orada yaşayıp orada öleceğimi düşününce Katolikliği kabul ettiğime pişman olmaya
başlamıştım ve Katolik olarak ölmenin pek de iyi olmayabileceğini düşünüyordum.
Ama dediğim gibi beni Brezilya'ya gitmekten alıkoyan başlıca sebep bu değil,
mallarımı kime emanet edeceğimi bilmemekti. Böylece en sonunda İngiltere'ye
giderken mallarımı da yanımda götürmeye, oraya varabilir-sem bana sadık kalacak
bir tanıdık ya da akraba bulabileceğime karar verdim. Böylece bütün servetimle
İngiltere'ye gitmek için hazırlanmaya başladım.
Yurduma dönmek için yaptığım bu hazırlıklar arasında, ilk olarak Brezilya'dan
aldığım dürüst ve sadık haberlere uygun cevaplar yazıp göndermeye karar verdim;
çünkü Brezilya filosu kısa bir süre sonra yola çıkacaktı. İlkin St. Augustine
Manastın'nın baş-rahibine, vicdanlı tutumları için teşekkür dolu bir mektup
yazdım ve bir yere harcanmamış olan sekiz yüz yetmiş iki altının beş yüzünün
manastıra, üç yüz yetmiş ikisinin de başrahibin yönlendireceği şekilde
yoksullara dağıtılmasını istediğimi belirttim, iyi yürekli rahibin benim için
dua etmesini dileyerek bunun gibi şeyler yazdım.
Daha sonra iki vekilime de bana çok adil ve dürüst davrandıklarını belirterek
birer teşekkür mektubu yazdım. Hediye göndermeye
-415-
gelince, durumları zaten çok iyi olduğu için buna hiç gerek yoktu.
Son olarak ortağıma yazıp çiftliği geliştirmekteki çalışkanlığını, işleri
büyütmekteki başarısını takdir ettim; payımı gelecekte nasıl idare edeceğine
dair bilgiler vererek yaşlı dostuma verdiğim yetkiler doğrultusunda, benden
başka bir haber almadığı sürece, .ne olursa olsun, benim payımı ona göndermesini
belirttim; niyetimin yalnız onu ziyaret etmek değil hayatımın geri kalanını
orada geçirmek olduğunu söyledim. Bu mektuba karısı ve kızı için -kızları
olduğunu bana kaptanın oğlu söylemişti- hediye olarak İtalyan ipeklileriyle
Lizbon'da bulabileceğim en iyi ince İngiliz yünlülerinden iki parça kumaş, beş
parça siyah çuha ve kaliteli Felemenk dantelleri ekledim.
Böylece işlerimi yoluna koymuş, eşyalarımı satıp parayı da sağlam poliçelere
çevirmiştim; bundan sonraki sorunum İngiltere'ye hangi yoldan gideceğime karar
vermekti. Denize yeterince alışıktım, ama o sıralar İngiltere'ye deniz yoluyla
gitme fikrine karşı her nedense garip bir isteksizlik duyuyordum; bu güçlük
gözümde öyle büyüdü ki, bir ara gitmek üzere eşyalarımı gemiye vermiş olduğum
halde fikrimi değiştirdim; üstelik bu bir değil, iki üç kez oldu.
Deniz yolculuklarında talihsiz olduğum doğru; isteksizliğimin sebeplerinden biri
bu olabilirdi; ama kimse böyle anlarda içindeki kuvvetli hisleri görmezden
gelmemeli. Binmek üzere seçtiğim -diğerleri yerine bunları tercih ettiğimi
söylemek istiyorum- gemilerden ikisini 6-
nin başına da felaketler geldi; birine eşyalarımı yerleştirmiş, diğerinin de
kaptanıyla anlaşıp sonra vazgeçmiştim. Bu gemilerden biri Cezayir korsanlarının
saldırısına uğramış, diğeri de Torbay* yakınlarında, Start'ta kazaya uğramış, üç
kişi dışında içindekilerin hepsi boğulmuştu. Bu gemilerden birine binseydim,
sonum kötü olacaktı; yalnız hangisinin daha kötü olduğunu söylemek zordu.
Ben bu düşünceler içinde bocalarken kendisiyle her şeyi konuştuğum yaşlı dostum
da denizyoluyla gitmemem konusunda ısrar etti; İspanya'nın kuzeybatısına
gidebileceğimi, Gaskonya Körfezi'nden Rochelle'e geçebileceğimi, oradan
karayoluyla Paris'e, Paris'ten de Calais ya da Dover'a gitmenin de hem kolay hem
de güvenli olacağını söyledi; ya da Madrid'e gidip bütün Fransa'yı karadan
geçebilirdim.
Kısacası, Calais'ten Dover'a geçmek dışında bir deniz yolculuğu yapmamayı öyle
kafama takmıştım ki, bütün yolculuğu karadan yapmaya karar verdim. Zaten acelem
de yoktu ve ne kadara mal olacağına da aldırış etmediğimden bu benim için güzel
bir yolculuk olacaktı. Bu yolculuğu daha hoş bir hale getirmek için eski dostum
yaşlı kaptan, benimle yolculuk etmeye istekli, Lizbon'daki bir tüccarın oğlu
olan bir İngiliz buldu. Ondan sonra iki İngiliz tüccar ve iki genç Portekizli
beyefendi daha bulduk; Portekizliler yalnız Paris'e kadar geleceklerdi. Böylece
toplam altı kişi olmuştuk, beş de uşak vardı. İngiliz
* Devon kıyısında bir yer.
-417-
tüccarlarla Portekizliler fazla masraf olmasın diye iki kişiye bir uşak tutmakla
yetinmişlerdi; ben adamım Cuma'nın yanı sıra uşak olarak yanıma İngiliz bir
denizci almıştım; Cuma yolda uşaklık yapamayacak kadar buralara yabancıydı.
Bu şekilde Lizbon'dan yola çıktım; hem araç gereç, hem de silah bakımından çok
iyi donanmış olduğumuz için küçük bir askeri alay gibi olmuştuk. Aralarında hem
en yaşlı ben olduğum, hem iki hizmetkârım bulunduğu, hem de bu yolculuk fikri
benden çıktığı için bir saygı belirtisi olarak bana 'kaptan' diyorlardı.
Daha önce sizi sıkmamak için deniz günlüklerimi anlatmadığım gibi şimdi de kara
yolculuğumu anlatarak canınızı sıkmayacağım; ama bu uzun ve zor yolculukta
başımıza gelen bazı serüvenlerden de bahsetmeden geçemeyeceğim.
Madrid'e geldiğimizde, hepimiz İspanya'nın yabancısı olduğumuz için İspanya Sa-
rayı'nı ve görmeye değer diğer yerleri görecek kadar uzun kalmak istiyorduk; ama
yazın sonları olduğu için çabuk ayrıldık; yani ekimin ortasında Madrid'den
ayrıldık. Bununla birlikte, Navarre'ye vardığımızda birkaç kasabada, dağların
Fransa kesimine çok kar yağdığını, birkaç yolcunun büyük tehlikeler atlattıktan
sonra beklemek için Pampeluna'ya geri dönmek zorunda kaldığını duyduk.
Pampeluna'ya geldiğimizde bunun gerçekten de böyle olduğunu gördük. Ben sıcak
havaya ve neredeyse elbise giymeye bile katla-
-418-
namadığımız ülkelere alışık olduğum için bu soğuk bana dayanılmaz geldi. Havanın
ılık bile değil gerçekten sıcak olduğu Eski Kas-til'den* yola çıkışımızdan
yalnız on gün sonra, şimdi birdenbire, Pirene Dağlan'ndan gelen dayanılmaz, el
ve ayak parmaklarımızı don-durabilecek kadar sert, soğuk rüzgârı hissetmek
yalnız şaşırtıcı değil, acı verici bir şeydi.
Zavallı Cuma daha önce böyle bir şey görmediği için dağların karla kaplı
olduğunu görüp soğuk rüzgârı hissedince büyük bir korkuya kapıldı.
Lafı uzatmayalım, Pampeluna'ya vardığımızda kar büyük bir şiddetle o kadar uzun
süre devam etti ki, insanlar kışın vaktinden önce geldiğini, zaten geçilmesi zor
olan yolları geçmenin şimdi iyice olanaksızlaştığını söylüyorlardı; uzun sözün
kısası, geçeceğimiz bazı yerlere çok fazla kar düşmüştü ve bunlar kuzey
ülkelerinde olduğu gibi donup sert-leşmediği için de attığımız her adımda canlı
canlı karın içine gömülme tehlikesiyle karşı karşıyaydık. Pampeluna'da en az
yirmi gün kaldık; kışın geldiğini, bu Avrupa'daki gelmiş geçmiş en sert kış
olduğundan havaların düzelme ihtimalinin olmadığını görünce arkadaşlarıma,
Fontarabia'ya" giderek oradan da gemiyle Bordeaux'ya geçmeyi önerdim; bu çok
kısa bir deniz yolculuğuydu.
Biz bunu düşünürken şehre dört Fransız geldi; bizim, dağların İspanya kesiminde
kal-
* İspanya'nın bir eyaleti. Yeni Kastil'in kuzeyinde kalır ve
Gaskonya Körfezine kadar uzanır. ** Fuenterrabia; Fransız sının
yakınlarında, Gaskonya
Körfezi'ndeki İspanyol limanı.
-419-
dığımız gibi onlar da Fransa kesiminde durduklarında bir rehber bulmuşlardı. Bu
rehber onlan Languedoc yakınlarından geçirerek dağların arasından öyle bir
yoldan getirmişti ki, kardan dolayı pek zahmet çekmemişlerdi; karların çok
olduğu yerlerin de hem kendilerinin, hem de atlarının geçmesine elverecek kadar
donduğunu söylüyorlardı.
Bu rehberi çağırttık; kar tehlikesi olmadan bizi de aynı yollardan
geçirebileceğini söyledi; ancak yanımıza vahşi hayvanlardan kendimizi
koruyabilecek kadar silah almamız gerekiyormuş. Çünkü bu kadar çok kar
yağdığında aç kurtlar dağların eteklerine iniyor-muş. Bu türden hayvanlara karşı
çok hazırlıklı olduğumuzu, ama kendisinin iki ayaklı kurtlarla
karşılaşmayacağımıza dair garanti vermesi gerektiğini söyledik; çünkü özellikle
dağların Fransız kesiminde böyle bir tehlike olduğunu duymuştuk.
Bizim gideceğimiz yolda böyle bir şey olmadığını söyledi; bunun üzerine onunla
gitmeyi hemen kabul ettik. Daha önce gitmeyi deneyip de geri dönmek zorunda
kalan kimisi Fransız, kimisi İspanyol on iki beyefendi de uşaklanyla birlikte
bize katıldı.
Böylece kasımın 15'inde rehberimizle birlikte Pampeluna'dan ayrıldık. İleri
doğru yol almak yerine, rehber bizi, doğruca Madrid'den geldiğimiz tarafa, aşağı
yukarı yirmi mü geri götürünce gerçekten çok şaşırdım. İki nehir geçip düzlük
bir araziye çıkınca kendimizi yine ılıman bir iklimde bulduk; burası çok güzel
bir yerdi ve ortalıkta kar falan da yoktu.
-420-
Ama sola dönerek yine başka bir yoldan birdenbire dağların oraya çıktık.
Dağların ve uçurumların çok korkunç göründüğü doğru, ama rehber bizi öyle bir
döndürdü dolaştırdı, dolambaçlı yollardan geçirdi ki, kar yüzünden pek fazla
zorluk çekmeden, hatta hiç fark etmeden dağların tepesini aşıverdik; birden bize
verimli, yemyeşil Languedoc ile Gaskonya illerini gösteriverdi; ama hâlâ uzakta
olduğumuz için geçecek zorlu yollar vardı.
Bununla birlikte, bütün bir gün ve gece boyunca yağan kar yüzünden yola devam
edemeyince huzursuzlanmaya başladık; ama bize sakin olmamızı, her şeyin
bitmesine çok az kaldığını söyledi. Gerçekten de dağlardan her gün biraz daha
inip kuzeye doğru geldiğimizi görünce rehberimize güvenerek yola devam ettik.
Gece olmasına aşağı yukarı iki saat vardı; rehberimiz biraz önümüzdeydi, onu
göremi-yorduk; ormana bitişik kuytu bir yoldan üç kocaman kurt, sonra da bir ayı
fırlamış. Kurtların ikisi rehberin üzerine atılmış; bizden yarım mil kadar önde
olduğu için biz yardıma yetişene kadar hayvanlar adamcağızı parçalayıp
yiyecekmiş az kalsın. Kurtlardan biri atın üzerine atılmış, diğeri de adama öyle
azgınca saldırmış ki, tabancasını çekmeye ne vakit bulabilmiş, ne de bunu akıl
edebilmiş; yalnız çılgın gibi bağırıp bizden yardım istiyordu. Yanımda duran
adamım Cuma'ya gidip neler olduğuna bakmasını söyledim. Cuma adamı görür görmez
rehber gibi avazı çıktığı kadar bağırdı: "Hey, efendi! Efendi!"
-421-
Ama gözü pek bir delikanlı olduğu için atını doğruca zavallı adamın yanına sürüp
tabancasıyla kurdu kafasından vurdu.
Neler olduğuna bakmaya gidenin adamım Cuma olması zavallı rehber için hayırlı
oldu; çünkü ülkesinde vahşi hayvanlara alışık olduğu için Cuma'nın hiç korkusu
yoktu; yukarıda dediğim gibi hemen yanlarına gidip hayvanı vurmuş; oysa bizden
biri olsaydı, uzaktan ateş eder, ya kurdu vuramaz, ya da yanlışlıkla rehberi
vururdu.
Ama bu durum benden daha cesur bir adamı bile korkutmaya yeterdi; gerçekten de
Cuma'nın tabancasının çıkardığı gürültüyle dört bir yandan kurtların en ürkütücü
sesleriyle uluduklarını duyunca hepimiz dehşete düştük; bu uluma sesleri
dağlarda yankılandığı için bize etrafta binlerce kurt varmış gibi geliyordu;
belki sayılan gerçekten de korkmamızı gerektirecek kadar çoktu.
Bununla birlikte, Cuma bu kurdu öldürünce ata saldıran kurt da hemen kaçtı;
neyse ki, atın kafasına saldırmıştı; böylece dişleri yularının zincirine geçtiği
için hayvana pek zarar verememişti. Ama rehberimiz daha kötü yaralanmıştı, çünkü
azgın kurt, kolundan ve dizinin üstünden olmak üzere onu iki yerinden ısırmıştı;
Cuma yetişip kurdu vurduğunda da atın tepinip durması yüzünden adamcağız aşağı
yuvarlanmak üzereymiş.
Cuma'nın ateş ettiğini duyar duymaz hızımızı artırdığımızı, neler olduğunu
görmek için yolun elverdiği ölçüde, zorla da olsa, elimizden geldiğince çabuk
ilerlediğimizi tahmin edebi-
-422-
lirsiniz. Rehberi görmemizi engelleyen ağaçları geçer geçmez öldürdüğünün ne tür
bir yaratık olduğunu seçemesek de neler olup bittiğini, Cuma'nın zavallı rehberi
kurtardığını anladık.
Ama hiçbir boğuşma Cuma'yla ayı arasındaki kadar gözü pekçe yürütülmemiş, bu
kadar şaşırtıcı olmamıştır. Bu boğuşma, ilk başta şaşırıp Cuma için
endişelenmemize sebep olduysa da sonradan bizim için akla gelebilecek en büyük
eğlenceye dönüştü. Bilindiği gibi ayılar ağır, hantal yaratıklardır; hafif ve
çevik olan kurtlar kadar hızlı koşamazlar. Ayrıca davranışlarına yön veren iki
önemli özellikleri vardır: Birincisi, insanlar çoğunlukla avları arasında
değildir, çoğunlukla diyorum, çünkü şimdi olduğu'gibi her yer karla örtül-
düğünde fazla aç kalırlarsa ne yapacaklarını bilemiyorum. Ama kendilerine
saldınlmadığı sürece çoğunlukla insanlara saldırmazlar. Aksine, ormanda bir
ayıyla karşılaştığınızda siz ona dokunmazsanız, o da size dokunmayacaktır. Ama
kendisine karşı çok nazik davranmalı, yol vermelisiniz, çünkü pek titiz bir
beyefendidir. Bir prens için bile yolunu bir adım değiştirmez; yok, gerçekten
korktuysa-nız, sizin için en iyisi başka bir yol bulmak, oradan devam etmektir;
çünkü olur da durup ona dik dik bakarsanız bunu bir hakaret olarak kabul
edecektir. Ona bir şey atarsanız ve bu kendisine değerse, attığınız şey parmak
büyüklüğünde ufacık bir çırpı bile olsa bunu da hakaret olarak kabul edecek,
bütün işini gücünü bir kenara bırakarak şerefine sürdü-
-423-
günüz lekenin intikamını almak için sizi kovalayacaktır, tik özelliği bu;
ikincisi ise, bir kez kendisine hakaret ettiğinizde peşinizi asla bırakmayacak,
intikamını alana kadar gece gündüz demeden sizi kovalayacaktır.
Adamım Cuma, rehberimizi kurtarmıştı, yanına vardığımızda attan inmesine yardım
ediyordu; çünkü adam hem yaralanmış, hem de korkmuştu; aslına bakılırsa
yaralarından çok, duyduğu korkunun etkisi altındaydı. Tam bu sırada ormandan bir
ayının çıktığını gördük; kocaman, o zamana kadar gördüğüm en büyük ayıydı. Onu
görünce hepimiz irkil-dik, ama Cuma'nm yüzünden neşe ve cesaret okunuyordu. "Oh!
Oh! Oh!" diyerek eliyle üç kez ayıyı işaret etti. "Hey, Efendi! Sen var onu bana
bırakmak; ben onunla el sıkışmak, sizi bol bol güldürmek!"
Cuma'nın bu kadar sevinmesine şaşırdım. "Seni budala," dedim, "o seni bir
lokmada yu-tuverir." "Beni yutmak! Beni yutmak!" dedi Cuma iki kez; "Ben onu
yutmak; sizi güldürmek; siz hepiniz burada kalmak, ben sizi iyi güldürmek."
Sonra oturup çizmelerini çıkarıverdi, cebinden çıkardığı çarık gibi düz tabanlı
bir ayakkabı giydi, atını diğer uşağa bırakarak tüfeğiyle rüzgâr gibi koşup
gitti.
Ayı yavaş yavaş yürüyor, kimseye dokunacak gibi görünmüyordu, ama Cuma iyice
yanına yaklaşıp sanki dediklerini anlayacak-mış gibi seslendi: "Hey, baksana,
sana söylüyorum, duymuyor musun?" dedi. Biz de biraz ilerden izliyorduk; şimdi
dağların Gaskonya tarafına indiğimiz için geniş bir ormana gel-
-424-
miştik; orada burada bir sürü ağaç olmasına rağmen dümdüz ve açık bir
arazideydik.
Daha önce de söylediğim gibi ayıdan daha hızlı koşan Cuma çabucak ona yetişti,
yerden büyük bir taş alıp hayvana fırlattı; taş ayının kafasına çarptı, ama
sanki duvara çarpmış gibi hayvana hiçbir şey olmadı. Ama Cuma'nın istediği oldu,
serserinin içinde korku denilen bir şey olmadığı için bu taşı, ayı kendisini
kovalasın, biz de gülelim diye atmıştı.
Taş kafasına değer değmez ayı dönüp Cu-ma'yı gördü ve koca koca adımlarla, garip
bir biçimde sallana sallana, hantal bir at gibi onu kovalamaya başladı. Cuma
kaçarken sanki yardım istiyormuş gibi bize doğru koşmaya başlayınca hep birden
ayıya ateş edip adamımı kurtarmaya karar verdik. Ama kendi yoluna giden ayıyı
durup dururken üstüne saldırttığı için ona çok kızmıştım; özellikle de ayıyı
bize doğru getirip kendisi kaçtığı için daha da kızgındım; "Seni köpek seni,"
dedim, "böyle mi güldürecektin bizi? Gel buraya, atına bin de şu hayvanı
vuralım." Bu dediklerimi duyup bağırdı: "Vurmak yok, vurmak yok, siz durmak
orada, gülmek çok." Çok çevik olduğu için hayvan bir adım atana kadar o iki adım
atıyordu. Aniden bize doğru döndü ve amacına uygun bir meşe ağacı görerek onu
takip etmemizi işaret etti. İki kat daha hızlanarak ağaca çabucak tırmandı;
tüfeğini ağaçtan beş altı metre ötede yere bırakmıştı.
Biraz sonra ayı ağacın yanına geldi, biz de uzaktan izliyorduk. Yaptığı ilk şey
tüfeğin yanında durmak oldu; tüfeği kokladı ve olduğu
-425-
yerde bırakarak ağaca çıktı; çok ağır bir hayvan olmasına rağmen bir kedi gibi
tırmanabiliyordu. Adamım Cuma'nın tam bir akılsızlık ettiğini düşündüğümden bunu
nasıl yaptığına hayret ediyor, henüz bunda gülünecek bir şey göremiyordum;
ayının da ağaca çıktığını görünce hepimiz atlarımızı o tarafa sürdük.
Ağacın yanına vardığımızda Cuma büyük bir dalın ince ucuna kadar gitmişti, ayı
da dalın yansındaydı. Ayı dalın zayıf kısmına varır varmaz, Cuma, "Hah!" dedi,
"şimdi siz görecek, ben ayıya dans öğretecek," diyerek zıplamaya, dalı sarsmaya
başladı. Ayı sendeliyor, ama olduğu yerde duruyordu, sonra nasıl geri döneceğini
görmek için dönüp dönüp arkasına bakmaya başladı. İşte buna gerçekten katıla
katıla güldük. Ama Cuma onunla fazla uğraşmadı. Ayının tekrar olduğu yerde
durduğunu görünce sanki ayı İngilizce anlayabilecekmiş gibi tekrar seslendi:
"Neden yakına gelmemek? Lütfen biraz yaklaşmak, siz." Böylece zıplayıp dalı
sallamayı bıraktı; ayı da sanki dediklerini anlamış gibi biraz daha yaklaştı;
bunun üzerine Cuma tekrar zıpladı ve ayı da durdu.
Bunun ayıyı kafasından vurmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorduk; Cuma'ya
kıpırdamamasını, ayıyı vuracağımızı söyledik. Ama o büyük bir coşkuyla, "Ah
lütfen! Lütfen! Vurmayın, ben vurmak onu birazdan sonra," dedi; biraz sonra
demek istiyordu. Her neyse, sözü uzatmayalım, Cuma o kadar çok dans etti, ayı o
kadar çok olduğu yerde kalakaldı ki, gerçekten de çok güldük; ama Cuma'nın ne
yapmaya çalıştığını hâlâ bilemi-
-426-
yorduk; ilk başta dalı sarsarak ayıyı ağaçtan düşüreceğini sandık; ama ayı bu
tuzağa düşmeyecek kadar kurnazdı, düşebileceğini bildiğinden daha ileri
gitmiyor, koca pençeleri ve ayaklarıyla ağaca sımsıkı tutunuyordu. Dolayısıyla
bu oyunun sonunun nereye varacağını tahmin edemiyorduk.
Ama Cuma bizi şüpheden çabuk kurtardı. Ayının dala sıkıca tutunduğunu, daha
fazla ilerleyemeyeceğini görünce, "Peki, tamam," dedi. "Sen yaklaşma, ben
gelecek, ben gelirim; sen bana gelmez, ben sana gelir." Bunun üzerine daim en
ince ucuna gitti, dal ağırlığından bükülünce dala tutunarak yere atlayabileceği
kadar aşağı doğru kaydı ve usulca atladı; hemen koşup silahını aldı ve olduğu
yerde durdu.
"Peki, Cuma," dedim, "şimdi ne yapacaksın, bakalım? Neden onu vurmuyorsun?"
"Vurmak yok," dedi, "daha değil; ben şimdi vurmamak, öldürmemek; ben duracak,
siz daha çok gülecek." Şimdi göreceğiniz üzere gerçekten de böyle yaptı; çünkü
düşmanının gittiğini gören ayı durduğu daldan geri döndü; ama ağacın gövdesine
varana kadar her adımda arkasına dönüp baktığından bu çok vakit aldı; sonra
pençeleriyle tutunup ağaçtan inerken yine bu şekilde her adımını çok yavaş attı.
Tam arka ayaklarını yere bastığı sırada Cuma yanına sokuldu, tüfeğin namlusunu
ayının kulağına dayayarak ateş etti ve hayvan taş gibi yere devrilip öldü.
Bizimki sonra gülüp gülmediğimizi görmek için bakındı; çok eğlendiğimizi görünce
-427-
kendisi de bir kahkaha patlattı. "Biz işte ayıları böyle öldürmek bizim orada,"
dedi. "Böyle mi öldürüyorsunuz?" dedim. "Sizde tüfek yok ki." "Hayır," dedi,
"tüfek yok ama çok uzun oklarla öldürmek."
Bu bizim için gerçekten de güzel bir eğlence olmuştu; ama hâlâ vahşi bir ormanda
bulunuyorduk; rehberimiz de kötü yaralanmıştı ve biz ne yapacağımızı
bilemiyorduk. Kurtların ulumaları hâlâ aklımdaydı; daha önce Afrika kıyılarında
duyduğumdan bahsettiğim o sesler dışında hiçbir gürültü beni gerçekten bu kadar
korkutmamıştı.
Bu durum yüzünden ve gece de yaklaştığı için daha fazla oyalanmadan ormandan
çıkmamız gerekiyordu; Cuma'ya kalsa, ayının gerçekten de değerli olan derisini
yüzüp öyle gidecektik; ama daha gidecek üç fersah yolumuz olduğundan, rehberimiz
de çabuk olmamızı söylediğinden ayıyı orada bırakıp yolumuza devam ettik.
Dağlardaki kadar derin ve tehlikeli olmasa da yerler hâlâ karla kaplıydı;
sonradan duyduğumuza göre açlıktan kuduran kurtlar yiyecek aramak için
ormanlara, ovalara inmişler, köylere çok zarar vermişlerdi; koyunları, atlan ve
birkaç kişiyi parçalamışlardı.
Rehber geçeceğimiz tehlikeli bir yer daha olduğunu, bölgede başka kurt varsa,
orada karşımıza çıkabileceklerini söylemişti; burası dört bir yanı ormanlarla
çevrili, küçük bir ovaydı; ormanın içindeki dar bir geçitten de geceyi
geçirebileceğimiz bir köye varacaktık.
İlk ormana girdiğimizde güneşin batması-
-428-
na yarım saat vardı; güneş battıktan biraz sonra da ovaya vardık. İlk ormanda
karşımıza hiçbir şey çıkmadı; yalnız, ormanın içindeki küçük bir ovada, aşağı
yukarı dört yüz metre ötemizden, sanki bir av kovalıyormuş gibi birbiri ardına
beş koca kurdun bütün güçleriyle koşarak geçtiklerini gördük; bizi fark
etmediler ve birkaç saniye içinde gözden kayboldular. Bunun üzerine, çok ödlek
bir adam olan rehberimiz başka kurtlar da gelebileceğinden tetikte olmamızı
söyledi.
Silahlarımızı hazırlayıp gözlerimizi dört açtık; ama aşağı yukarı yarım fersah
tutan ormanı geçip ovaya girene kadar tek bir kurt bile görmedik. Ovaya girer
girmez, gerçekten de gözlerimizi dört açmamız gerektiğini iyice anladık.
Karşılaştığımız ilk şey kurtların parçaladığı bir at leşi oldu; en azından bir
düzine kurt başına üşüşmüştü; yedikleri de söylenemezdi; çünkü bütün etlerini
bitirdiklerinden şimdi kemiklerini kemiriyorlardı.
Ziyafetleri başında onları rahatsız etmenin uygun olmayacağını düşündük; onlar
da bize pek aldırış etmemişlerdi. Cuma onlara ateş açmak istedi, ama ben buna
kesinlikle izin veremezdim; çünkü henüz farkında olmasak da başımıza daha büyük
bir dert açılacakmış gibi geliyordu bana. Daha ovanın yansını bile geçmeden sol
tarafımızdaki ağaçlıktan korkunç kurt ulumalan işitmeye başladık ve hemen sonra
da yaklaşık yüz kurdun topluca üzerimize geldiğini gördük; tecrübeli subayla-nn
komutasındaki düzenli bir ordu gibi arka arkaya dizilmişlerdi. Bunlara nasıl
karşı ko-
-429-
yacağımızı bilemiyordum; ama tek çıkar yolun bir araya toplanıp yan yana
dizilmek olduğunu düşündüm; böylelikle hemen toplandık. Çok fazla ara
veremeyeceğimiz için her iki kişiden birinin ateş etmesini, ateş etmeyenlerin
de, kurtlar üzerimize doğru ilerlemeye devam ederlerse hemen ikinci bir yaylım
ateşi açmaya hazır olmasını; ilk ateş edenlerin tüfeklerini hemen doldurmaya
kalkışmamalarını, tabancalarıyla tetikte durmalarını söyledim; çünkü hepimizde
birer tüfek, ikişer de tabanca vardı. Bu yöntemle bir seferde altı yaylım ateşi
açabilecektik. Ama şimdilik buna gerek yoktu; çünkü ilk yaylım ateşi üzerine
düşman, ateşten olduğu kadar gürültüden de korkarak durdu. Kafasından vurulan
dördü yere düşmüş, birkaçı da yaralanmıştı, karda bıraktıkları izlerden yaralan
kanaya-rak kaçtıklarını gördük. Durdular ama hemen geri çekilmediler; bunun
üzerine, en vahşi hayvanların bile insan sesinden korktuğunu hatırlayarak
herkese sesleri yettiğince bağırmalarını söyledim; bu düşüncenin pek de yanlış
olmadığını gördüm; çünkü biz bağırınca geri çekilmeye, arkalarını dönüp gitmeye
başladılar. Sonra arkalarından bir yaylım ateşi daha açılmasını emrettim; bunun
üzerine koşarak ormana doğru kaçtılar. Böylece tüfeklerimizi doldurma fırsatı
bulduk; kaybedecek vaktimiz olmadığından hemen yola koyulduk. Ama tüfeklerimizi
doldurup yola çıkmaya hazırlanmamızın üzerinden çok geçmeden sol tarafımızda,
yine aynı ormanda korkunç bir gürültü koptu; yalnız bu
-430-
sefer ses biraz daha ileriden, bizim gideceğimiz yönden geliyordu.
Gece bastırıyor, ortalık karanyordu; bu bizim için daha kötüydü. Ama gürültü
artınca bunun o cehennem yaratıklarının uluyup bağırmaları olduğunu kolayca
anladık. Birdenbire biri önümüzde, biri arkamızda, diğeri de solumuzda olmak
üzere üç kurt sürüsü gördük; anlaşılan, etrafımız kuşatılmıştı. Bununla
birlikte, üzerimize saldırmadıklarından atlarımızı elimizden geldiğince hızlı
sürerek ilerledik; ama yol çok kötü olduğundan atlan ancak tinsa
kaldırabilmiştik. Bu şekilde ovanın sonundaki, geçmemiz gereken ormanın girişine
geldik; ama ormanın içinden geçen yola yaklaştığımızda çok kalabalık bir kurt
sürüsünün yolun girişinde durduğunu görünce çok şaşırdık.
Birdenbire ormanın başka bir girişinde bir silah sesi duyduk. O yöne
baktığımızda eyerli, gemli bir atın rüzgâr gibi koşarak ormandan çıktığım
gördük; arkasında da on altı on yedi kurt olanca hızıyla koşuyordu; aslına
bakılırsa at onlardan çok daha hızlıydı, ama bu şekilde devam edemeyeceğini
tahmin ediyor, kurtlann sonunda ona yetişeceğine hiç şüphe etmiyorduk; nitekim,
kesinlikle yetişmişlerdir. Ama az ilerde, görüp görebileceğimiz en korkunç
manzara vardı; atın çıktığı yerden ormana girince başka bir at ve iki adamın le-
şiyle karşılaştık; aç kurtlara yem olmuşlardı; adamlardan biri de hiç şüphesiz
ateş ettiğini duyduğumuz adamdı; çünkü hemen yanında boş bir tüfek duruyordu.
Adama gelince, ka-
-431-
fası ve vücudunun üst kısmı tamamıyla parçalanıp yenilmişti.
Bu durum karşısında büyük bir korkuya kapıldık; ne gibi bir yol tutacağımızı
bilmiyorduk. Ama kurtlar hemen üzerimize doğru geldiler; yeni bir av umuduyla
etrafımıza toplanmışlardı ve inanıyorum ki sayıları en az üç yüzdü. Şansımıza,
ormanın girişinde, az ötede kocaman kerestelik ağaçlar duruyordu; yazın
kesilmiş, nakliye için oraya bırakılmış olmalıydılar. Küçük bölüğümü ağaçların
arasına çektim; uzun bir kerestenin arkasına dizildik, attan inerek bu ağacı
kendimize siper edinmeyi, bir üçgen ya da üç cephe oluşturmayı, atlarımızı da
ortamızda tutmayı önerdim.
Böyle yaptık; iyi de oldu. Çünkü bu yaratıklar üzerimize öyle bir saldırdılar
ki, bundan korkunç bir saldın görülmemiştir herhalde. Hırıltılar çıkararak
üzerimize geldiler ve kendimize siper edindiğimiz kerestenin üzerine çıktılar,
sanki avlarının üzerine atılacak gibiydiler; bu azgınlıklarının başlıca sebebi,
anlaşılan arkamızda duran atlardı; av olarak atlan hedef almışlardı. Adamlanmıza
önceki gibi sırayla ateş etmelerini söyledim; o kadar iyi nişan aldılar ki, ilk
yaylım ateşinde birkaç kurdu öldürdüler; ama sürekli ateş etmek zorundaydık;
çünkü itişe kakışa şeytanlar gibi üzerimize geliyorlardı.
İkinci yaylım ateşini açtığımızda biraz durakladıklannı sandık, artık kaçıp
gideceklerini umuyordum; ama bu bir anlık duraklamaydı, arkalarından diğerleri
geldi. Bunun üzerine tabancalanmızla ikişer yaylım ateşi
-432-
daha açtık ve bu dört atışta on yedi on sekiz kurdu öldürdüğümüze inanıyorum;
iki katı kadannı da sakatladık; ama yine gelmeye devam ediyorlardı.
Son dolu tüfeklerimizi çabucak harcamak istemiyordum; bu yüzden uşağımı yanıma
çağırdım -adamım Cuma'yı değil, çünkü Cuma o sırada daha iyi bir işle
uğraşıyordu, biz başka bir şeyle meşgulken akla gelebilecek en büyük ustalıkla
hem benim tüfeğimi hem de kendi tüfeğini doldurdu. Dediğim gibi diğer adamıma
seslendim ve ona bir boynuz barut vererek bunu kerestenin üzerine kalın bir
çizgi halinde serpmesini söyledim. Bunu yaptı; kurtlar gelip kerestenin üstüne
çıkmadan oradan kaçmak için çok az vakit bulabilmişti; tam o sırada ben de boş
bir tabancanın tetiğini barutun ucunda çakarak barutu ateşledim. Kerestenin
üstüne çıkmış olan kurtlar ateşten kavruldu, altı yedi tanesi de bizim tarafa
düştü, daha doğrusu ateşin şiddetinden ve korkulanndan aramıza atladılar.
Bunlann işini anında bitirdik. Ötekiler de artık iyice karanlık bastığından daha
korkunç görünen alevden korkarak biraz geri çekildiler. Bunun üzerine son
tabancalanmızın da hep birden ateşlenmesini emrettim, ateş ettikten sonra da hep
bir ağızdan bağırdık. Kurtlar kuyruklannı kıstınp gerisin geri kaçmaya
başladılar. Biz de siperden çıkıp sakatlanmış, yerde debelenen yirmi kurdun
üzerine atıldık, kılıçlarımızla onlan parçaladık; sonuç umduğumuz gibi oldu;
çünkü kılıçla saldırdıklarımızın uluyup acı acı inlemeleri ar-
-433-
kadaşlanna iyi bir uyan gibi göründü; böylece hepsi kaçıp bizi bıraktılar.
Baştan itibaren aşağı yukarı altmış kurt öldürmüştük. Gündüz vakti olsaydı, daha
da çok öldürebilirdik. Böylece savaş alanı temizlendikten sonra tekrar yola
koyulduk, çünkü hâlâ yarım fersah yolumuz vardı. Yolda birkaç kez bu vahşi
yaratıkların ormanda uluyup kükrediklerini duyduk; birkaç kez de onları
gördüğümüzü sandık; ama kar gözlerimizi kamaştırdığından emin olamıyorduk.
Böylece aşağı yukarı bir saat sonra konaklayacağımız köye vardık; herkesi büyük
bir korku içinde silahlanmış bulduk; anlaşılan önceki gece kurtlarla birkaç ayı
köye saldırarak büyük bir korkuya sebep olmuştu; bu yüzden sürülerini ve aslında
insanlarını korumak için gece gündüz, özellikle de geceleri tetikte durmak
zorunda kalmışlardı.
Rehberimiz ertesi sabah çok hastalandı; iki yarası da iltihaplandığı için kollan
bacakları şişti; dolayısıyla yola devam edemezdi. Bu yüzden orada yeni bir
rehber tutup Toulouse'a gitmek zorunda kaldık. Verimli, güzel bir şehir olan
Toulouse'da ılıman bir iklim hâkimdi; ne kar, ne kurt, ne de buna benzer bir şey
vardı. Orada başımıza gelenleri anlattığımızda dağların eteğindeki büyük
ormanlarda, özellikle de karlı havalarda bunun çok olağan bir şey olduğunu
söylediler; böyle bir mevsimde bizi o yoldan götürmeyi göze alanın, ne biçim bir
rehber olduğunu sorup kurtların hepimizi birden parçalamamasınm büyük şans
olduğunu belirttiler. Onlara at-
-434-
lan ortaya alarak kendimizi nasıl savunduğumuzu anlattığımızda epeyce kızdılar;
kurtlan bu kadar azgınlaştıranm atlar olduğunu, böyle bir durumda kurtulma
şansımızın ellide bir olduğunu söylediler; başka zaman olsa, silahlardan
gerçekten korkarlar-mış; ama bu sefer açlıktan kudurduklan için atlara saldırma
istekleri onlara tehlikeyi unutturmuş; sürekli ateş edip en sonunda da barut
serpintisi yöntemiyle onlan alt et-meseymişiz parçalara aynlmadan kurtulmamıza
imkân yokmuş; oysa at sırtında kalıp ateş etseymişiz, kurtlar, üstünde insan
olan atlan bu kadar çok kendi avlan gibi görmez-lermiş; bununla beraber son
olarak da bir araya toplanıp atlan bıraksak, kurtlann onlan yemek içih çılgınca
saldıracağını, elimizde bol bol ateşli silah olduğu için bu sal-dından sağ
çıkabileceğimizi söylediler.
Kendi adıma, tehlikede olduğumu hiç bu kadar derinden hissetmemiştim; üç yüzden
fazla canavarın kükreyerek ve bizi yutmak için ağızlarını açarak üzerimize
geldiğini görüp de sığınıp kendimizi koruyabileceğimiz bir yer olmadığını
düşününce ölüp gideceğimi zannetmiştim. Sanınm, o dağlan geçmeye bir daha asla
cesaret edemeyeceğim. Haftada bir kez fırtına kopacağını bilsem bile bin mil
deniz yolculuğu yapmayı böyle bir şeye tercih ederim.
Fransa'daki yolculuğum sırasında, öbür gezginlerin benim anlatabileceğimden çok
daha iyi şeyler anlatmalan dışında dikkatimi çekecek sıradışı bir şey görmedim.
To-ulouse'dan Paris'e geçtim ve hiçbir yerde doğ-
-435-
ru dürüst kalmadan Calais'e gittim, oradan da seyahate hiç uygun olmayan soğuk
bir mevsimde 14 Ocak günü sağ salim Dover'a çıktım.
Artık seyahatimin sonuna gelmiş; yanımda getirdiğim poliçelerin de hemen
ödenmesiyle kısa bir süre içinde varlığından yeni haberdar olduğum servetime
kavuşmuştum. Başlıca akıl hocam, sırdaşım yine o yaşlı, iyi yürekli dul kadın
oldu; ona para gönderdiğim için duyduğu minnet dolayısıyla benim için hiçbir
şeyi yapmaktan kaçınmıyor, hiçbir şeyi zahmet olarak görmüyordu; her bakımdan
güvenim tamdı, paralarımı gönül rahatlığıyla ona emanet edebilirdim; gerçekten
de baştan beri bu iyi yürekli hanımefendinin kusursuz dürüstlüğünden çok
memnundum. Artık malımı mülkümü bu kadına bırakıp Lizbon'a, oradan da
Brezilya'ya gitmeyi düşünüyordum. Ama şimdi de aklıma başka bir şey takıldı;
bu da din konusuydu. Ülke dışındayken, özellikle de yalnız kaldığım yıllarda
Roma Katolik mezhebi konusunda bazı kuşkulara düşmüştüm; şimdi ise Roma Katolik
mezhebini bütünüyle benimsemediğim sürece Brezilya'ya gitmenin, hele bir de
oraya yerleşmenin benim için mümkün olmadığını biliyordum; aksi takdirde
ilkelerim için kendimi feda etmeyi, Engizisyon'un elinde ölüp bir din şehidi
olmayı göze almak zorundaydım. Bu yüzden İngiltere'de kalmaya ve bir yolunu
bulursam çiftliği elden çıkarmaya karar verdim.
Bu iş için Lizbon'daki eski dostuma bir
-436-
mektup yazdım. Kendisi de karşılık olarak bana çiftliği orada kolayca
satabileceğini; ama izin verirsem, bu teklifi benim adıma, eski vekillerimin
çocuklarına, yani Brezilya'da yaşayan bu iki tüccara yapacağını; orada yaşayan
bu adamların çiftliğin değerini tam olarak bildiklerini, benim de bildiğim gibi
çok zengin oldukları için çiftliği seve seve satın alacaklarına inandığını;
çiftliği onlar alırsa fazladan dört beş bin sekizlik kazanacağıma hiç şüphesi
olmadığını bildirdi.
Ben de bunu kabul ettim, teklifi onlara yapmasını söyledim, o da böyle yaptı;
aşağı yukarı sekiz ay sonra gemi dönünce adamların bu teklifi kabul ettiğini,
bunun için Lizbon'daki bir ortaklarına otuz üç bin adet sekizlik gönderdiklerini
bildirdi.
Bunun üzerine ben de Lizbon'dan gönderdikleri satış belgesini imzalayarak yaşlı
dostuma gönderdim; o da bana mülkün karşılığı olan otuz iki bin sekiz yüz adet
sekizliği poliçe olarak gönderdi; yaşlı kaptana hayatı boyunca ödemeyi söz
verdiğim yüz altını, ondan sonra da oğluna ödeyeceğim elli altını da
ayırmışlardı; çiftliğin kira geliri bunu rahatlıkla sağlayabilirdi. Böylece
rastlantılarla, serüvenlerle, kaderin karmakarışık oyunlarıyla dolu bir hayatın
ilk kısmını anlatmış oldum; dünyada eşine benzerine pek az rastlanabilecek,
budalaca başlamış ama kapanışı hayatımın herhangi bir döneminde uma-bileceğimden
çok daha mutlu olan bir hayat.
Böyle dolambaçlı bir şekilde alınyazımı düzelttikten sonra tehlikeleri geride
bırak-
tığım, artık başıma öyle şeyler gelmeyeceği düşünülebilir; olaylar başka türlü
gelişseydi, gerçekten de böyle olacaktı. Ama başıboş dolaşmaya alışmıştım, ne
bir ailem, ne pek fazla akrabam, ne de zengin olmakla birlikte çok arkadaşım
vardı; Brezilya'da mülkümü satmıştım, ama o ülkeyi bir türlü aklımdan
çıkaramıyordum; gene rüzgâra kapılıp nereye sürüklerse oraya gitmeye can
atıyordum; özellikle de adamı görme, zavallı İspanyolların oraya gelip
gelmediklerini, adada bıraktığım asilerin onlara nasıl davrandığını öğrenme
isteğine karşı koyamıyordum.
Gerçek dostum dul kadın beni bundan caydırmak için çok uğraştı ve gerçekten de
uzun bir süre bu fikri bir kenara bırakmamı sağlayarak neredeyse yedi yıl
yurtdışına çıkmama engel oldu. Bu süre içinde, erkek kardeşlerimden birinin
çocukları olan iki yeğenimi korumam altına aldım. Kendine ait biraz malı olan
büyük yeğenimi tam bir beyefendi olarak yetiştirdim ve kendisine ölümümden sonra
verilmek üzere bir miktar mülk tahsis ettim. Ötekini bir gemi kaptanının yanma
verdim; beş yıl sonra aklı başında, gözü pek, girişken bir delikanlı olduğunu
görünce kendisini iyi bir gemiye yerleştirerek denize gönderdim; bu genç
delikanlı sonradan benim gibi yaşlı bir adamı başka başka serüvenlere sürükledi.
Bu arada az çok yerleştim; her şeyden önce evlendim; bu evlilik beni zarara
sokmuş, ya da mutsuz etmiş sayılmazdı. İkisi erkek, biri kız olmak üzere üç
çocuğum oldu; ama
-438-
kanm öldü; yeğenim de İspanya'ya yaptığı yolculuktan başarılar kazanmış olarak
dönünce denizlere açılma özlemimle yeğenimin ısrarlarına dayanamayıp Batı Hint
Adalan'na giden gemisine özel yolcu olarak bindim. Bu da 1694'te oluyordu.
Bu yolculukta adadaki yeni halkımı da ziyaret ettim, benden sonra oraya yerleşen
İspanyolları gördüm; bütün hayat hikâyelerini ve adada bıraktığım alçaklarla
aralarında geçenleri; bu adamların ilk başta İspanyollara kötü davrandığını,
sonradan nasıl anlaştıklarını, geçinemeyip bir ayrılıp bir barıştıklarını; en
sonunda İspanyolların şiddete başvurmak zorunda kaldıklarını, bu adamların
İspanyollara boyun eğdiğini, İspanyolların onlara ne kadar adil davrandığını
öğrendim. Bu hikâyeyi anlatmaya başlasam benimki gibi türlü türlü olaylar ve
olağanüstü tesadüflerle dolu olduğunu göreceksiniz; özellikle de birkaç defa
adaya çıkan Karayiplilerle yaptıkları savaşlar, adada meydana gelen gelişmeler
ve İs-panyollardan beşinin karşıdaki kara parçasına gitmeleriyle ilgili
kısımları; bu beş kişi oradan on bir erkekle beş kadını esir alıp getirmişti,
oraya gittiğimde adada yirmi çocuk olduğunu gördüm.
Burada yirmi gün kaldım ve sonra onlara gerekli bütün şeyleri, özellikle de
silah, barut, saçma, giyecek, alet ve İngiltere'den getirdiğim biri marangoz,
biri de demirci olmak üzere iki ustayı bıraktım.
Bunların yanı sıra, mülkiyet hakkını kendimde saklı tutarak adayı aralarında
paylaş-
-439-
tirdim; her birine istedikleri parçayı verdim; böylece her şeyi düzene soktuktan
sonra adayı terk etmeyeceklerine söz alarak oradan ayrıldım.
Bundan sonra Brezilya'ya gittim, oradan aldığım üç direkli yelkenli bir gemiyle
adaya daha fazla insan yolladım; gerekli malzemelerin yanı sıra hizmet etmeye ya
da isterlerse evlenmeye uygun yedi kadın gönderdim. İngilizlere gelince,
kendilerini tarıma verecek olurlarsa, onlara da İngiltere'den gerekli
malzemelerle birlikte birkaç kadın göndereceğime söz verdim; sonradan bunu
yaptım da. Denetim altına alınıp arazi aralarında bölüştürülünce bunlar da
çok dürüst ve çalışkan adamlar oldular. Ayrıca onlara Brezilya'dan üçü gebe beş
inek, birkaç koyun, birkaç da domuz göndermiştim; adaya bir dahaki gidişimde
bunların sayısının oldukça arttığını gördüm.
Ama üç yüz Karayîpli'nin gelip adayı nasıl istila ettiklerini, çiftlikleri yasıp
yıktıklarını, bizimkilerin bu kadar büyük bir kalabalıkla iki kez
savaştıklarını, başta yenildiklerini ve üç kişinin öldürüldüğünü; ama en sonunda
bir fırtına düşmanlarının kanolarını batırmca açlıktan ölmeyenleri de
bizimkilerin öldürdüğünü, sonra çiftliklerini onarıp hâlâ adada yaşadıklarını;
bütün bunları ve bundan son- raki on yıl içinde yeni serüvenlerimde kendi
şaşırtıcı bazı olayları
fflt
İL HALK KÜTÜPHANESİ ÖDÜNÇ VERME BÖLÜMÜ
Kuytt 3
T«»flİf No t
-440-
Konu No: KayıtNo:
KİTAP CEBİ
Robinson Crusoe, 1719 yılındaki ilk basımının ardından sadece kendisinden
sonraki "ada" edebiyatını etkilemekle kalmamış, 18. yüzyılın başına kadar
uzanagelen benzer konudaki edebiyatı da "robinsonadlar" başlığı altında
sonrakilere bağlamıştır. Onlarca taklidi çıkan, her dönemde kahramanı yeniden
yorumlanan Robinson Crusoe, kimi edebiyat tarihçilerine göre modern romanın da
babası sayılmaktadır. Oyunlara, operalara, çizgi romanlara, filmlere,
günümüzdeki bilgisayar oyunlarına esin kaynağı olan Robinson Crusoe, Rosseau
gibi aydınlanmacılann övgüsünü almış, Marx, ünlü das Kapital kitabında,
ekonomideki "değer" kavramını açıklamaya çalışırken bu metne de başvurmuştur.
Robinson Crusoe: Doğayı değiştirirken kendini de değiştirmek.

You might also like