You are on page 1of 3

Şark Islahat Planı no.

2
Baskın Oran
Çatışma ortamında böyle bir girişim gerçekten düşünülemezdi. Savaş
bitti, PKK yenildi, Apo da yakalandı. Aradan yıllar geçti. Nihayet
beklenen gün 14 Eylül 2000’de geldi: Basında bir Doğu ve
Güneydoğu Eylem Planı (DGEP) haberi çıktı.
Aralık 99’daki MGK toplantısında alınan karar uyarınca hazırlanmış bu
Planın bir “durum saptaması” ve bir “öneriler” bölümünden oluştuğu ve
sadece bu ikinci bölümünde tam 107 adet öneri bulunduğu yazılıyor.
Yazılıyor diyorum, çünkü Sabah’ta Cengiz’in de (Çandar) isabetle
belirttiği gibi, “bütün partilerin partilerüstü bir anlayışla yaklaştıkları” bu
Plan, böyle nasıl uygulanacaksa, “gizli bir eylem planı”!
1925’te Şeyh Sait isyanından sonra hazırlanan Şark Islahat Planı
(ŞIP) da gizliydi; sonradan kitaplarda (üstelik ön raporlarıyla birlikte)
satır satır yayınlandı (bkz. Mehmet Bayrak’ın iki derlemesi: “Kürdoloji
Belgeleri” ile “Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri”). Bu da,
merak etmeyin, yakında yayınlanır ve o zaman bilimsel incelemeden
geçirilir. Şimdilik okuyabildiklerimizin özeti şöyle:
DGEP’in “durum saptaması” bölümü üç ana tespit yapıyor:
1) Sorun, sosyal nitelikli bir sorundur. Kaynakları şunlardır: a)
Kamu yönetimindeki büyük eksiklikler ve kadro açıkları. Halk bölgede
“güçlü, adil, sevecen” devlet istemektedir ve güçlü devletten kasıt,
kamu yönetimindeki eksikliklerin giderilmesidir; b) Ciddi ekonomik
sorunlar (istihdam, hayvancılık, yatırımlar); c) Büyük eğitim açığı; d)
Büyük sağlık sorunu.
2) PKK’nın bütün çabalarına rağmen, bölgede “kimlik duygusu
uyandırmaya yönelik” çabalar yaygın ve temel bir sorun
yaratamamıştır. Bu açıdan halk 3 gruba ayrılabilir: a) PKK
sempatizanları; b) Protestocular; c) PKK kimliği taşıyanlar. İlk iki grup,
ekonomik ve sosyal sorunları çözülünce PKK etkisinden
kurtulacaktır.
DGEP’in önerdiği çözümler (yani tedaviler) de, tabii ki, bu
saptamalarla (yani teşhislerle) tamamen tutarlı:
1) Kamu yönetiminin güçlendirilmesi: “Birinci sınıf” vali ve kaymakam
atanması, bütün memurlara askerler ve polisler gibi zorunlu şark
hizmeti; 2) Ekonomide onarım: İşsizlere iş bulma kurumu, arazinin
verimli kılınması, kooperatifçiliğin özendirilmesi; 3) Eğitimde onarım:
Yatılı bölge okullarının güçlendirilmesi, kadınlara okuma-yazma
öğretilmesi, TRT’nin eğitici ve öğretici yayınlarının artırılması; 4)
Sağlıkta onarım: Personelin zorunlu rotasyonla bölgeye gönderilmesi.
Bütün bunlardan ortaya çıkan tablo çok net: “Kürt sorunu tamamen
bir sosyo-ekonomik sorundur, kesinlikle bir kimlik sorunu
değildir, sosyo-ekonomik iyileştirmeler yapılır da bölge halkı
rahata ererse ortada sorun kalmaz”. Tam bir Ecevit-Genelkurmay
ortak yaklaşımı. Ta 1991’de resmen kabul edilen “Kürt kimliği”nden tek
satır yok.

Şimdi, ŞIP 1925’te ne söylüyordu, ona bakalım:


Gerçi, ŞIP’ın yazıldığı tarih; insan haklarının adının bile anılmadığı,
üstelik Türkiye’nin uluslararası alanda göreli özerk olduğu bir
dönemde yer aldığından, orada bulunan kimi sert öneriler DGEP’te
yok: Bölgeye Türk muhacir yerleştirilsin; isyanın masrafları bölge
halkına ödetilsin; isyan edenler batıya sürülsün; il ve ilçe
merkezlerinde Kürtlerin Kürtçe konuşmaları çarşı ve pazarda dahi
yasak edilerek “(...) hükümet ve belediye emirlerine muhalefet ve
mukavemet suçuyla cezalandırılsın”.
Ama, “tedavi” önerilerindeki benzerlik doğrusu etkileyici (biraz
sadeleştiriyorum):
“Şarktaki hükümet kuvvet ve nüfuzunun (...) idealist ve güçlü memur
gönderilmek suretiyle takviyesi lazımdır. (...) Bu mıntıkadaki memurlar
en azından üç sene [zorunlu] hizmet ederler. (...) Bunlar fevkalade
tahsisatlarının yüzde 75’i nispetinde zam alırlar”.
“(...) Türk Ocakları ve mektepler açılması ve bilhassa (...) mükemmel
kız mektepleri tesisi. (...) tercihen ve acilen yatılı ilkokullar açılarak
Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılma[ları]”.
“(...) kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe
konuşmaları temin olunmalıdır”.
Üstelik, 1925’te yazılan ŞIP, 2000 yılında yazılan DGEP gibi
asimilasyoncu olmakla birlikte, ondan daha gerçekçi. Çünkü “Kürt”
sözcüğünü defalarca tekrar ederek Kürt gerçeğini kabul ediyor. Bu
açıdan, 2000’in 1925’ten daha geri olduğu ve bunca yıllık tecrübeden
pek ders almadığı söylenebilir.
Milliyetçilik üzerine edindiğim 30 yıllık birikimi Türkiye’nin bu en büyük
sorununa uyguladığım zaman iki kelimeyle şunu söyleyebilirim ki, bu
politika Kürt milliyetçiliğini daha da güçlendirir:
1) Milliyetçilik temelde bir burjuva ideolojisi olduğu için, insanlar rahata
erdikçe güçlenir; azalmaz.
2) Kürtler artık bu kadar bilince ulaşmışken, devletin hâlâ asimilasyon
peşinde koşması onları ancak daha hınçlandırır, o kadar.
İç dinamik açısından, asimilasyon, “ulusal ekonomik pazar”ın
bölgeye “Kürtlük bilinci”nden önce gitmesi halinde mümkün olabilirdi.
Kürt ayaklanmaları cumhuriyetin ilanından yalnızca 16 ay sonra
başlamışken, örneğin Hakkari’de örneğin Çokomel’in satılmaya
başlanması 1980’den sonradır. Tren kaçalı çok olmuştur. Asimilasyon
artık ham hayaldir. Dış dinamik açısından ise, bugünün AGİK
ortamında tamamen olanaksızdır. Zaten, DGEP’nin ısrarla reddettiği
Kürt kimliğinin kabulü, Türkiye’nin uymak için çırpındığı Kopenhag
Kriterlerinin ta kendisidir.
Kürt milliyetçiliğinin yükselmesini önlemek için tek çare, ekonomik
önlemlerle aynı anda Kürtlere (Türkiye’deki herkesle birlikte)
kendi anadillerini öğrenme vs. gibi kültürel olanaklar tanımaktır.
Devlet, DGEP’deki saptamaları “bölgede yapılan bilimsel çalışmalar”
sonucu yapmış. Bunları hangi önemli bilim adamlarımızın hangi
bilimsel gözlerle yürüttüğünü bilemem. Benimkilere pek uymuyor;
kendimi çok zorladığım zaman sahte tevazu ile (ve aile terbiyem icabı)
ancak bu kadarını söyleyebiliyorum.

You might also like