Professional Documents
Culture Documents
NTV Yayınları Bilgi Küpü PDF
NTV Yayınları Bilgi Küpü PDF
Corinna Baum (Psikoloji), Anke Bremer (İslam), Anja Brug (Görsel Sanatlar), Matthias Dell (Sinema') ,
C,\)\)e 'Denme \VAStnan'), tte\Ye De^vnat . Frank Fnek , Nnfc ftfetaro
(Modern Yaşam/Günümüzde Sağlık), Diana Friedemann (Fizik ve Teknoloji), Julia Fröhlich (Hinduizm,
Budizm), Jana Galinowsky (Modern Yaşam/Medya), Uwe Gloy (Dünya), Victor Ha-bermann
(Matematik), Markus Hattstein (Kültür Tarihi, Hukuk, Geleneksel Dinler, Çin ve Japonya Dinleri, Yeni
Dinler, Mezhepler), Dr. Christian Jâger (Felsefe), Dr. Christiane Jakob (Bio-logy), Gilles Kennedy
(Modern Yaşam/Gençlik Kültürü), Prof. Ursula Kocher (Edebiyat), Dr. Anna-Carola Krausse (Görsel
Sanatlar), Christoph Marx (Toplum ve Siyaset), Martin Mohn (Fizik ve Teknoloji), Michael Müller
(Evren), Alex Radzyner (Ekonomik ve Sosyal Konular), Prof. Britta Sweers (Müzik), Dr. Michael Tilly
(Musevilik, Hıristiyanlık), Dr. Melanie Unseld (Müzik), Dr. Marc Filip Wiechmann (Dünya)
Akademik danışmanlar
Dr. George Ailen, Kimya Doktoru; Dr. Ghazala Anwar, Felsefe ve Din Araştırmaları Profesörü,
Canterbury Üniversitesi; Dr. Michael Barzelay, Kamu Yönetimi Profesörü, Londra İktisat ve Siyaset
Bilimi Okulu; Dr. Christopher L. Cahili, Kimya Yardımcı Profesörü, George VVashington Üniversitesi;
Michael Cromartie, Başkan Yardımcısı, Etik ve Kamusal Politika Merkezi, VVashington DC; Dorothea
Diehl, Dipl. Biyolog, eskiden Lübeck Doğa Tarihi Müzesi’nde biyolog; Dr. Maria L. Dittrich, Yardımcı
Klinik Profesörü, George VVashington Üniversitesi Psikoloji Bölümü; Dr. Robert P. Donaldson, Biyoloji
Profesörü, George VVashington Üniversitesi Biyoloji Bilimleri Bölümü; Susan Tyler Hitchcock, İngilizce
Doktoru, Virginia Üniversitesi; Ira H. Klugerman, CEO/ Baş Yapımcı, Eğitsel Film Merkezi (EFC),
VVashington DC; Dr. Keichi Kodaira, SOKENDAI Baş-kanı/Japonya; Dr. Susan Norland, Alman
Edebiyatı Okutmanı, George VVashington Üniversitesi; Dr. Saulo Rodrigues, Jeolog, Brasılia Üniversitesi
Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi; Dr. Peter Rollberg, Slav ve Sineme Araştırmaları Yardımcı Profesörü,
George VVashington Üniversitesi;
Dr. Andre Rosowsky, SACLAY/Fransa; Dr. Suwanna Satha-Anand, Chulalongkorn Üniversitesi Felsefe
Bölümü Profesörü, Tayland; Dr. Robert W. Tuttle, Hukuk Profesörü, George VVashington Üniversitesi; Dr.
Anglika VVitzel, Tıp Doktoru
Resim yönetimi
Telif hakkı © 2007 Peter Delius Verlag GmbH & Co. KG, Berlin
ÇEVİRİ
Nurettin Elhüseyni
EDİTORYAL KURUL
Itır Arda — Evren, Fizik ve Teknoloji, Matematik, Mimari, Modem Yaşam Nıvart Taşçı — Dünya,
Biyoloji, Kimya Sevin Okyay — Sinema
DÜZELTİ
Belkıs Dalkıranoğlu
GRAFİK UYARLAMA
ISBN: 978-975-6690-89-5
1. Baskı: Haziran 2008, 2. Baskı: Ocak 2009 3. Baskı: Nisan 2010, 4. Baskı: Temmuz 2012
=N7V yayınları
Doğuş Power Çenter No.4 Maslak Şişli-İSTANBUL Tel: (212) 304 08 88 Faks: (212) 335 03 48
Tüm hakları saklıdır. Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A. Ş.’nin yazılı izni olmadan, fotokopi
yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılamaz ve iletilemez.
Çin’de basılmıştır.
Kilit Bilgiler
Altbölüm Başlıkları
Arkaplan Kutuları
Sayfa Tanımları
KÖKLER 395
Görsel Malzemeler
her sayfayı dolduran ilginç görüntülerden haritalara ve olgusal grafiklere kadar uzanır.
konu hakkında okurun merakını çekebilecek ilginç ve akılda kalıcı bilgiler sunar.
Renkli Bantlar
Analitik Kutular
sayfada işlenen konuyu tamamlayıcı nitelikteki belirli bir terimi ya da kavramı açıklar.
w JL mm
B m sik IBHp ■ B mm
■ ^ _; v V:;. İŞ ^
Dünyanın Kültürel Tarihi: En ünlü tarihöncesi kültür anıtlarından biri olan Sto-
nehenğe, s. 18
12 Önsöz
Dünya: Gezegenimiz şimdiki biçimine yaklaşık 30 milyon yıl önce kavuştu, s. 68
MAVİ GEZEGEN
40 EVREN
42 Varoluşumuzun Sahnesi
56 DÜNYA
58 Dünya Haritası
60 Dünya’nın Kökeni
68 Hareketli Dünya
76 Dünya’nın Hammaddeleri
80 Okyanuslar ve Denizler
lik çoğu kez biraradadır, s. 97 gözle görülür gelişim süreci, s. 134 işlemcinin parçaları, s. 184 göre
yaratılmış bir grafıki s. 209
BULUŞLAR VE İCATLAR
90 BİYOLOJİ
92 Hayatın Kökeni
94 Büyüme ve Üreme
96 Bitki Dünyası
108 Memeliler
118 İnsanlar
128 KİMYA
180
Bilgisayar Teknolojisi iletişim ve Eğlence Teknolojisi
190
196 MATEMATİK
Toplum, Siyaset ve Hukuk: Barış yanlıları giriştikleri çarpıcı eylemlerle davalanna sürekli dikkat
çekiyorlar, s, 231
Ekonomik ve Sosyal Konular: Otomobil sanayisinin montaj hatları birçok ülkede ekonominin kalbini
oluşturur, s. 274
SOSYAL YAŞAM
264 Küreselleşme
Felsefe: Rodin’in bu ünlü heykeli Din: Yahudi bayramı Hanukka MÖ 164’te tapınaktaki boş
şamdanların muci- Psikoloji: Yüz ifadeleri evrensel bir
düşünen adamı tasvir eder, s. 287 zevi bir şekilde yeniden dolmasının anısına kutlanır, s. 300 dili
konuşur, s. 350
ZİHİN VE RUH
280 DİN
282 Dinin Temelleri ve Geleneksel Dinler 286 Hinduizm - Birlik ve Çeşitlilik Arasında Bir Dünya
Dini 290 Budizm - Nirvana’ya Giden Orta Yol 296 Çin ve Japonya Dinleri
298 Musevilik - Tanrı’nın Emirlerine Göre Yaşamak 302 Hıristiyanlık - Bir Yahudi Mezhebinden Dünya
Dinine 308 İslam - Allah’a Teslim Olmak
344 PSİKOLOJİ
358 Psikanaliz
Mimari: Guggenheim Müzesi'nin BUbao şubesini tasarlayan Frank Gehry, modern mimarinin dünyada
hayranlık uyandıran bir timsalini yarattı, s. 411
SANAT
394 Kökler
Sinema: Quentin Tarantino'nun Pulp Beslenme ve Sağlık: Sağlıklı besinin Medya: Herkes bir gün
internette yıl-
Fiction filminde Uma Thurman, s. 477 bileşenleri, s. 483 diz olabilir, s. 495
412 EDEBİYAT
440 MÜZİK
442 Ortaçağ ve Rönesans
468 SİNEMA
MODERN YAŞAM
504 Dizin
Ben her odasında kitap bulunan bir evde büyüdüm. Büyük Bunalım döneminde yetişen annem ve babam
üniversiteye gitme olanağını bulamamışlardı; ama dünyayı harika bir öğrenim fırsatı olarak görmekten hiç
geri kalmadılar. Anne babamın okumaktan aldığı keyfi gördüğüm için, daha okul öncesinde annemden
bana okumayı öğretmesini istedim. Bana verilen Dünya Kitabı Ansiklopedisini haftasonu sabahları annem
ve babam hâlâ uykudayken okumaya başladım. Bu ansiklopedideki çoğu maddenin sonunda, ilgili
maddelere göndermeler (bugünkü dille “linkler”) vardı; bunları da okuduğum için, çoğunlukla başladığım
konudan çok uzak bir konuya daldığım olurdu. Bazen bir cildi gelişigüzel açar, parmağımı bir
sayfada gezdirir ve durduğu yerdeki maddeyi okurdum. Yıllar sonra, anne babasını yitirmiş ve kendi ço-
Bilgi?
cuklarını yetiştirmiş bir kişi olarak, bilgi dünyasında dolaşmaktan hâlâ hoşlanıyorum ve geniş bir konu
yelpazesini öğrenmekten hâlâ keyif alıyorum.
Beni “bilgi güçtür” anlayışının ya da bilginin daha yüksek bir gelir getirmesi gerçeğinin isteklendirdiğini
söyleyebilirim size. Ama işin doğrusu şu ki, bana yön veren şey daha ziyade yalın ve eski tarz bir merak
duygusuydu. Bilgi Küpü okura bilgi alanlarına genel bir bakış, bu alanları incelemek için bir yol
sunuyor. Yaşadığımız uzmanlaşma çağında, aslında incelenebilecek birçok değişik konunun bulunduğunu
hatırlatıyor bize. Böyle bir konu yelpazesine kolayca erişmeyi sağlayarak, okuru, hakkında belki çok az
şey bildiği, ama uğraşmaya değer bulabileceği konularla tanıştırıyor. Babam Irving VVallace’la birlikte
Hepimiz dünyamızı daha iyi tanımaya ve becerilerimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Bilgi bu arayışın önünü
açtığı gibi sonuca varmayı da kolaylaştırır.
1975’te Halk Almanağı’nın birinci cildini hazırladığımızda, bunun “keyif için okunacak bir başvuru
kitabı” olduğunu belirtmiştik. Bilgi Küpü de tarih, bilim ve genel anlamda öğrenmenin illaki sıkıcı
olmadığı yolundaki inancın bir başka örneği. 1905’te G. K. Chesterton’ın yazdığı gibi, “yeryüzünde ilginç
olmayan konu diye bir şey yoktur; var olabilecek tek şey ilgisiz kişidir.” Büyük bir karmaşıklık ve aşırı
bilgi yükü çağında yaşıyoruz. Görüntüler, sesler, fikirler ve ilgi dağıtıcı şeylerin yaylım ateşi altında yol
almak ürkütücü olabilir. Geniş bir bilgi alanına aşinalık bize öğrenmek istediğimiz fikir ve
kavramları seçme güvenini kazandırabilir. Veronica Wedgwood’un sözleriyle, “eğitimli bir erkek bir şeye
dair her şeyi ve her şeye dair bir şey bilmelidir.” Aynı durum eğitimli bir kadın için de geçerli. Hayatıyla
ilgisinin olmadığını düşünerek, tarihi incelemeyi gereksiz bulan genç ve yaşlı insanlar tanıyorum. Dün ya
da bugün yaşananların yüz yıl önce yaşananlara oranla hayatımızı daha çok etkilediğine katılıyorum. Ama
farkında olalım ya da olmayalım, günlük yaşamımızda aldığımız kararlar bizden önceki kuşaklardan çok
etkileniyor. Başka dönemlerde geçerli fikirleri ve geçmişte meydana gelmiş olayları öğrenmekle,
günümüzün kafa karıştırıcı gibi görünen veçhelerini daha iyi anlayabilir ve geleceğin akımlarını daha
kolay kestirebiliriz. Ne de olsa, geçmişi geleceğe bağlayan kesintisiz süreçte, günümüz hareketli bir
noktadan ibarettir. “Tarih geniş çaplı bir erken uyarı sistemidir” diye yazar Norman Cousins. En azından
tarihin bir erken uyarı sistemi olması gerekir. Ne yazık ki, karar alma konumundaki birçok kişi
modern dünyanın eskisinden çok farklı olduğunu düşünerek, tarihin derslerini gözardı etme
ve kaçın11abiIir hatalar işleme durumuna düşüyor. Ben lise öğrencisiyken, babam aynı yılın Nobel Ödülü
sahiplerini konu alan Ödül adlı bir roman yazıyordu. Olayın örgüsünü kurmada ve karakterleri yaratmada
pek güçlük çekmedi. Ama mesele karakterlerine kimya, fizik ve fizyoloji ya da tıp kategorilerinde
kurmaca Nobel ödülleri kazandıracak kurmaca buluşlar uydurmaya gelince tıkanıp kaldı; çünkü bu
konularda sadece en temel bilgilere sahipti. Babamın bu ikilemi çözmeye yönelik sistematik çabasını
hayranlıkla izledim. Önce bu disiplinlerden herbirinin temel ilkeleriyle, daha sonra bilimin ve dallarının
tarihiyle ilgili kitaplar okudu. Ardından daha önce her kategoride ödül kazanmış kişilerin hayatla-
Enformasyon çağında bilgi belirgin bir güç unsurudur.
rını okumaya yöneldi. Son olarak, her disiplindeki araştırmaların güncel akımlarını inceledi. Böylece
gelecekte ödül kazandırabilecek buluşlara dair bilinçli bir tahmine vardı ve tekrar romanını yazmaya
koyuldu. Kurmaca buluşlarının hepsi zamanla gerçekleşti. Babam daha önce bilimsel akımları doğru
öngörmede güçlük çektiği konuları gayretli araştırmalarla yeterince öğrenmişti. Şu dersi hiç
unutmadım: Yeni konulardan kaçınmak yerine, işe temelden başlayarak ve araştırmamı sabırla
genişleterek bunları öğrenebilirdim.
Enformasyon dünyası, bilgi dünyası gerçekten insanlara özgü bir dünyadır. Her bilimsel buluşun, her
mühendislik başarısının, her film, şarkı ya da sanat eserinin ve her tarihsel olayın ardında insanlar vardır.
Bu insanlar, yani her gün gördüğümüz türden kanlı canlı kişiler elde ettikleri sonuçlara düşünerek,
çalışarak ve başkalarına danışarak varmışlardır. Beğendiğiniz en son filmi düşünün. Çoğu film hayranı
önde gelen aktör ve aktrislerin adlarını hatırlar. Sinema öğrencileri muhtemelen yönetmeni ve belki de
senaryo yazarını tanır. Aslında, o filmi seyircilere sunma sürecine binlerce insan katılmıştır. Örneğin,
Harry Potter dizisinin en son sürümünün jeneriğinde 750’den fazla kişi sıralanıyor-üstelik bu liste filmin
pazarlama, reklam ve dağıtımında görev alan ve gösterildiği sinema salonlarını işleten kişileri
kapsamıyor. Uzun zaman önce sinemayı icat eden ve yüzyıllık bir gelişim sürecinde bu iletişim
aracını yetkinleştiren insanları da unutmayın. Kamera, ışık, kayıt donanımı ve projektör gibi belirli
araçları icat edenleri ve geliştirenleri de onlara ekleyebilirsiniz. Sayılan insanların birçoğu
artık yaşamıyor olsa bile, bir filmi izlerken aldığımız keyifte hepsinin payı vardır. Bir filme ilişkin
bu saptama bir bina, bir alışveriş merkez ya da bir web-sitesi, hatta bir yasa, bir çarpışma ya da bir
felsefi sistem için de geçerlidir. Aslında, geçmişte yaşayan herkes eylemleri ve duygularıyla ince izler
bırakmıştır. Farkında olsak da olmasak da, hayatımızı bu izlerin birikimi içinde yaşarız. Bağlı olduğumuz
dinin dışındaki dinleri öğrenmemek felakete davetiye çıkarmaktır. Bazı insanlar farklı inanç sistemleri
hakkında bilgi edinme arayışından ürken bir tavır içinde; birçok değişik dini ve felsefi fikre açık olmak
sanki onları kirletecekmiş, kafalarını karıştıracakmış ya da dengelerini bozacakmış gibi. Tam
tersinin doğru olduğu kanısındayım. Diğer dinleri öğrenmek kendi dininizi daha iyi anlamanızı sağlar.
Dünya olaylarını kavramanızı da kolaylaştırır. Örneğin, ABD’de 11 Eylül 2001’deki terörist saldırılardan
sonra, İslam öğretileri hakkında hiçbir şey bilmeyen birçok Amerikalı, bütün Müslümanların potansiyel
terörist olduğunu varsaydı. Ama İslam'ın temel akidelerini öğrenmeye zaman ayıran Amerikalılar için, 11
Eylül teröristlerinin ve benzerlerinin neredeyse bir buçuk milyar insanı kapsayan bir dini toplulukta son
derece nadir istisnalar olduğu açık seçik ortaya çıktı.
Çoğu kez “az bilginin tehlikeli bir şey” olduğu söylenir. Bazı durumlarda bu doğru olabilir. Ancak
bilgisizlik “az biIgi”den çok daha tehlikelidir ve az bilgiden daha fazlasını edinmek en iyi yoldur. Bu
satırları okurken, bir an şöyle durun ve merkezinde yer aldığınız dünyayı düşünün. Büyük olasılıkla bir
bina içindeki bir odanın duvarlarıyla kuşatılmış olmalısınız. O binanın dışında insanların, hayvanların ve
nesnelerin bulunduğu bir dünya vardır. Bir kasaba ya da şehir, bir ülke, bir kıta, Dünya, diğer gezegenler,
güneş sistemimiz, başka güneş sistemleri ve daha ötedeki evren vardır. Tekrar odaya zum yapın ve kendi
içinizdeki dünyayı düşünün. Bedeninizin dünyaya gösterdiğiniz tek kısmı teniniz, çehre-nizdir. O tenin
içinde, bir şey ters gitmediği sürece nadiren farkına vardığımız ve inanılmaz ölçüde karmaşık bir dizi
sistem vardır. Elbette iç
ONSOZ 15
Artan iletişim hızıyla birlikte, çeşitli kültürler büyük çapta etkileşime ve küreselleşmiş bir toplum kurmak
üzere eskisinden daha fazla işbirliğine giriyor. Bütün alanlarda köklü bilgiler edinmeksizin bu hedefe asla
ulaşılamaz.
bilgiden daha önemlidir.” Hayal gücü dünyanın nasıl olabileceğine dair düşler kurmamıza olanak veren
meziyet, bilgi ise bu düşleri gerçeğe dönüştürmemize olanak veren gereçtir.
David Wallechinsky The 20. Century: History With the Boring Parts Left Out [20. Yüzyıl: Sıkıcı Kısımlar
Dışındaki Tarih] kitabının yazarıdır.
İnsanın kültürel tarihi tarihöncesinde dilin ortaya çıkışından günümüzün gittikçe artan
küreselleşme eğilimine kadar uzanır. Başlangıçta kültür, varoluş için komünal grupları kenetleyen bir
zamk işlevini gördü esas olarak, ilk yerleşik toplulukların ortaya çıkmasıyla birlikte, Mısır piramitlerinde
görüldüğü gibi, siyasal örgütlenme belirgin bir önem kazandı. Klasik Çağ Rönesans'ın temelini oluşturdu;
Rönesans ise, yönetime ilişkin şimdiki düşünce tarzımızı açıkça etkileyen Aydınlanma’nın sosyal ve
siyasal görenekleri sorgulamasına zemin hazırladı. İnsanın kültürel tarihini öğrenmek, sadece geçmiş ile
bugün arasındaki bağlantıların tam anlamıyla gözler önüne serilmesi anlamına gelmez, küreselleşmeye ve
geniş çaplı iletişim araçlarına bağlı olarak mesafelerin gittikçe bulanıklaştı© günümüz dünyasının çeşitli
kültürlerini daha iyi anlamaya da yardımcı olur.
insan uygarlığının kökleri, Homo habilis’in savanlarda avlanmak üzere korunaklı Afrika ormanlarından
ayrıldığı zamana, iki milyon yıl kadar önceye uzanır. Yalnız meyve ve başka bitkisel yiyecekler
toplayarak yaşayan bir toplumdan et yiyen avcıların oluşturduğu bir topluma geçiş, beslenmenin
zenginleşmesinin ötesinde bir anlama sahipti.
Avcılık, insanları av seferlerinde örgütlemek açısından bir grup çabasını ve bir iletişim için temel önem
kazandı. Aynı ölçüde önemli bir adımla, ilk insanlar ateşi denetim altına almayı öğrenerek, her şeyden
önce mağaralarını ısıtmak ve yemek pişirmek için kullandılar.
Toplulukların Kuruluşu
Küçük aile grupları halinde yaşayan ilk insanlar uğraşlarını bir işbölümüne göre düzenlemeye başladılar.
Avcılık esas olarak erkeklerin işine dönüşürken, kadınlar ateşi ve çocukları gözetmeyi üstlendi, ilk
teknolojik gelişmelerden biri taş, tahta ve kemikten aletlerin yapılması ve kabalıklardan arındırılmasıydı.
Ancak ilk insanların en önemli kültürel buluşu, seslerin ve simgelerin bileşimiyle bir dilin yaratılmasıydı.
Dil insanların düşünce ve duygularını iletmelerini, gündelik yaşamla ilgili bilgi alışverişine
girmelerini sağladı. Dilin gelişimiyle birlikte, ifade kapsamları artan ilk insanların çevrelerindeki
dünyaya ilişkin algılamaları da genişledi. Gözlem ve yorum baştan itibaren bağlantılıydı.
insan yaşantısı belirli bir dünya görüşü çerçevesinde açıklandığında "anlaşılır" hale geldi. Böylece
dini kültler ve gömme ritüelleri ortaya çıktı. Toplulukları kenetlemek için kültürden yararlanıldı.
ASYA
AFRİKA
y. 1,8 milyon yıl önce: Primat insanların (Homo erectus) Afrika’dan göçü
DÜNYA
AFRİKA
TARİH ÖNCESİ
AFRİKA
DÜNYA
y. 2.3-1,5 milyon yıl önce: Homo habilis’m taş aletler kullanışı; kültürün ve hayvan kurban etmenin
ilk belirtileri
DÜNYA
y. 2.5 mil. -10.000 yıl önce:
AFRİKA
DÜNYA
6,000,000
1,800,000
1,000,000
BAŞLANGIÇ 19
ilk insanların dünya anlayışını yansıtan buluntular arasında dini inançların ve gömme
ritüellerinin varlığına işaret eden eşyaların yanısıra mağara resimleri, taş oymalar ve küçük heykeller gibi
Taş Devri sanat eserleri de sayılabilir. Bu buluntular, hangi amaçla kullanıldıkları henüz büyük
ölçüde anlaşılamamış olsa da, ilk insanların çevrelerindeki doğaya ve dünyaya bakışının sırf işlevsel
bir ilişkinin ötesine geçtiğini ortaya koyar, ilk insanlar yaratıcı sanatın yanısıra dini ve büyüsel
inançların yardımıyla çevrelerine egemen olmaya çalıştılar.
Özellikle büyük bir gelişme, MÖ 8000 dolaylarında başlayan Neolitik devrimdi. Avcılığa ve
toplayıcılığa dayalı yaşam tarzını bırakan bazı topluluklar, tarla ekip biçmek ve hayvan yetiştirmek üzere
belli alanlara yerleştiler. Bu yeni yaşam tarzı mülkiyet ve fazla yiyeceklerin biriktirilmesi gibi yenilikleri
getirdi. Bu başlı başına önemli bir gelişmeydi; çünkü işgücü ve böylece sosyal yapı farklılaşmasını
arttırdı. Bu tarımcı toplumlarla birlikte, zor zamanlarda hayatta kalmak için gıda stokları yapmak gerekli
hale geldi ve bunların korunması da önem kazandı. Stratejik bakımdan elverişli yaylalarda ilk yerleşmeler
ortaya çıktı ve çok geçmeden duvarlarla çevrildi, ilk insanların tarihi yerleşik çiftçiler ile çapulcu
göçebe kabileler arasındaki çatışmalarla doludur.
Üçüncü binyılda kil ve taş kapların yanısıra dokumalar ve ahşap aletler gündelik kullanıma dönük yaygın
eşyalar arasına girdi. Metal işleme becerilerinin gelişmesiyle insan uygarlığının diğer bir kilometre taşına
ulaşıldı, ilk başta mücevherler ve yararlı nesneler esas olarak altın ve bakırdan yapıldı. Daha sonraları
alet ve silah yapımı için tunç ve demir kullanıldı. Bunun bir sonucu olarak, tuz, postlar, dokumalar ve
tarımsal ürünlerin yanısıra metal cevherleri de değerli mal haline geldi. Bir süre sonra bu malların
bölgeden bölgeye ticareti kültürel alışverişi özendirdi. Bu teknolojik atılımlar çeşitli meslek
gruplarının ortaya çıkışını da teşvik ederek, toplumdaki işbölümünü arttırdı ve sosyal sınıfları
farklılaştırdı.
Tarımda, sığırlar ya da atlar tarafından çekilebilen sabanın icadı üretkenliği arttırdı. Ancak, tarımsal bir
toplumda uzun vadeli başarı açısından, güvenilir bir sulama sistemine gerek vardı. Buna uygun olarak, ilk
büyük yerleşmeler ve ilk devletler nehir gibi su kütlelerinin yanında kuruldu. Bu arada verimli taşkın
ovaları yaratmak üzere bentler ve kanallar inşa edildi. Taşkın ve hasat döngülerinin yanısıra yıldızların
yakından gözlemlenmesi ilk takvim sistemlerinin geliştirilmesini getirdi. Bu, insan yaşamının
zaman kavramı çerçevesindeki yönelişine damgasını vurdu. Başından itibaren dini anlam yüklenen takvim
düzenleme işi siyasi önderler ve rahipler tarafından yürütüldü. Gökyüzünde gözlemlenen tekrarlı döngüler
de ruhani bir bağlam içinde yorumlandı. Arkeolojik bulgular dini
DÜNYA MÖ 3000’den
sonra:
Mezopotamya,
AVRUPA Mısır ve
AVRUPA
y. 40.000 yıl ORTADOĞU
önce:
Avrupa’da
ORTADOĞU DÜNYA
Cro-
Magnon
MÖ 5.-4. binyıl:
Mezopotamya’da
insanı Teli kültürleri
MÖ y. 5000'den
(Homo
ASYA sonra:
sapiens
Ortadoğu'da
sapiens) ORTADOĞU MÖ 3. binyıldan
MÖ y. 9000'den sonra: sonra:
Filistin’de Eriha adlı Tunç üretimi
y. 600.000-
büyük yerleşme ve işlemeciliği
200.000 yıl bakırla başlayan
önce: metal üretim
Pekin ve işlemeciliği
insanı
600,000
10,000
5000
ORTADOĞU
MÖ y. 3000:
devletler kurdu
ORTADOĞU
sanlar ile tanrılar arasındaki ilişki yazılı ilahilere ve dualara yansıdı. Hemen heryerde okumuş bir
rahip zümresi yazılı sözlerin yorumu konusunda kendisinde otorite gördü ve hatta nihai olarak birçok din
için kilit öneme sahip kutsal kitaptaki sözlerin kendisini de kutsallaştırdı.
ilk büyük imparatorluklar büyük gayretle denetim alanlarını genişletmeye giriştiler. Hemen her
yerde komşu halkların bastırılması, köleleştirilmesi ya da topraklarından sürülmesi "dünyaya hükmetme”
yönündeki ilahi emirlerle meşrulaştırıldı. Hızla büyüyen bu imparatorlukları yönetmek için genellikle
ağırlık ve ölçü birimleri, para birimleri ve resmi diller benimsenip standartlaştırıldı. Buna ek olarak,
devlet memurlarından
Pers ikamet sarayları, Babil zigurat-ları, geçit alayı yolları ve asma bahçeler, Büyük Çin Şeddi gibi çok
sayıda görkemli kamusal yapı inşa edildi. Ortadoğu ve Orta Asya’da imparatorluklar sıklıkla istilacı
göçebe halkların tehdidine ya da işgaline uğradı. Ârilerin Hindistan'a varışı ve Yunan kabilelerinin
Dor göçü gibi nüfus hareketleri şiddetli kargaşaların yanısıra halkların ve kültürlerin karışmasına yol açtı.
Zafer kazanan birçok halk askeri üstünlüğünü atlı arabanın icat edilmesine borçluydu; süvarilerden oluşan
ordular daha sonra ortaya çıkan bir gelişmeydi.
ORTADOĞU
MÖ 3000:
oluşan sadık sınıflar eğitildi; ticaret yolları ve pazarlar askeri birlikler ve garnizonlarca koruma altına
alındı. Yönetim yerleri gelişerek önemli kültürel ve ekonomik merkezlere dönüştü. Mısır piramitleri,
Asurve
ORTADOĞU
ORTADOĞU
ORTADOĞU
ORTADOĞU
MÖ y. 1500:
MO y.
2700/2600:
MISIR
MÖ 2040-1785:
ORTADOĞU
MÖ y. 1630:
ORTADOĞU
ORTADOĞU
MÖ y. 2300: ORTADOĞU
J /Mezopotamya’da :j
J . « 2004: Ur üçüncü
ORTADOĞU
MÖ 1792-1750:
Babil’de
Hammurabi dönemi
MISIR
MÖ 1552-1070:
ERKEN TARİH
MO 3000
MO 2500
MÖ 1800
ilk yüksek kültürlerin başarıları, bize bugün bile çarpıcı görünür. Mısır’da hiyeroglif yazı sistemi, ayrıca
güçlü bir ölüm kültüne dayalı karmaşık bir din geliştirildi. Çok sayıda değişim ve dönüşümün yaşandığı üç
bin yılı aşkın bir zaman dilimini kapsayan Eski Mısır'ın insanlık tarihinin en eski ve en uzun ömürlü
imparatorluğu olduğu söylenebilir.
Mezopotamya'da Sümerlerve Akadlarla başlayarak, oturmuş idari yapılar ve hukuk ilkeleri oluşturuldu.
Devlet işlerinin yanısıra ekonomik ve diplomatik alışverişler muazzam arşivlerde saklanan kil tabletlere
çiviyazısıyla kaydedildi. Babil'de insanlar bütün dünyaya ilişkir. bilgileri ve sanatları tek bir
sel dönemin yüksek uygarlık başarılarına daha doğuda da rastlanır. Hindistan’da Veda metinlerinde
felsefe ve din biraraya getirildi. Çin’de Konfüçyüsçülük bir tür "sivil din” ile insanların yaşamına yön
verdi ve Japonya'da Şinto inançları ve mitolojisi -özellikle tenno olarak adlandırılan, imparatorların ilahi
soydan geldiği inancı- erken bir ulusal kimlik yarattı.
Şimdiki din, felsefe, bilim ve kültür anlayışımızın temelleri çok farklı bir dizi kültürel ortamda ve MÖ
800-200 arasında yaklaşık aynı dönemde atıldı. Her şeyden önce, dini ve felsefi öğretilerin somut olarak
ortaya konması insanlığın “ruhanileş-
ve aynı zamanda inananları hiyerarşik Hindu kast sisteminden kurtaran reform hareketleri niteliğindeki
Budizm ve Caynizm (Jai-nizm) dinlerini kurdu. Yahudi halkının Babil sürgününden dönmesinden sonra,
Yahudi önderler benzer değişimleri sağladı. Kudüs’te ikinci tapınağın inşasıyla birlikte, Yahudi toplumu
için yeni bir dini ve sosyal düzen getirildi. Pers ülkesinde Zerdüşt'ün öğretileri yüksek ahlaklı bir dinin
yayılmasına öncülük etti. Bu din insanları iyiliğin ve kötülüğün yeryüzündeki mücadelesinin iyilik lehine
sonuçlanmasına katkıda bulunabilecek akıl sahibi özgür varlıklar olarak görmekteydi. Antik Yunanistan'da
Batı kültürünün felsefe, edebiyat ve sanat temelleri
yerde toplamaya çalıştı. Asurlular tarihteki ilk sistematik askeri gücü yarattı ve ne yazık ki bütün
halkları yurtlarından zorla sürmek amacıyla kötüye kullandı. Öte yandan israil-oğulları çoğunlukla üstün
askeri güçlerin bulunduğu düşman bir ortamda kendilerini savunmayı ve tektanrıcı dinlerini korumayı
başardılar.
Büyük dini hoşgörü gösteren ve imparatorluğun çeşitli kesimlerine kültürel özerklik tanıyan Pers yönetimi,
ileri görüşlü bir sistem olarak uzun süre ayakta kaldı. Erken tarih-
Bu süreçte, düşünsel “altın çağlar" hemen her zaman istikrarsız siyasal koşullarla birlikte ortaya çıktı.
Nitekim, Çin’de “Savaşan Devletler” dönemiyle çakışan “Yüz Okul Dönemi" Konfüçyüsçülük
ve Taoculuk dışında bir dizi etkili felsefeyi doğurdu. Hindistan’da Buda olarak anılan Siddhartha
Gautama, önceki dini geleneklere karşı çıkan
ORTADOĞU
MÖ y. 1200: Hitit
İmparatorluğu
geriledi
MISIR
MÖ 1504-1450:
MÖ 1379-1362:
ORTADOĞU
MISIR
MÖ 1346-1336:
Firavun Tutanka-mon
HİNDİSTAN
MÖ y. 1500:
HİNDİSTAN
ORTADOĞU
MISIR
MÖ 1379-1362:
MÖ 1320-1070:
MÖ y. 1500-500:
ORTADOĞU
MÖ 1335:1.
ORTADOĞU
MÖ 9. yüzyıl:
MÖ y. 1400:
ORTADOĞU
MO 1375-1047:
MISIR
MÖ 1490-1436:
MÖ y. 1100:
MÖ 1500
MÖ 1300
MÖ 1000
ERKEN TARİH
Homeros’un ilyada ve Odysseia destanları Hesiodos'un şiirleriyle birlikte bir tür Avrupa
mitolojisini besledi. Buna karşılık, oyun yazarları Aiskhylos, Euripides ve Sophok-les ile komedya yazarı
Aristophanes sırf “tanrıların oyuncağı” olmakla yetinmeyen karakterler çizdi. Hero-dotos, Thukydides ve
Ksenophon gibi tarihçilerin gözünde ise dünyevi olaylar üzerindeki ilahi denetime inanç zaten bir ölçüde
gücünü yitirmişti. Tarihsel olayları ve koşulları daha iyi anlamaya çalışan bu tarihçiler, araştırmaları için
canlı tanıklarla görüşmek üzere yolculuklara çıktılar.
ion doğa filozofları Thales, Anak-simandros, Anaksimenes ve ardılları mitoloji esaslı dünya görüşüne
karşıt “bilimsel’' açıklamalar önerdiler. Hayatın ve diğer doğal olayların temelinde yatan unsurları ve
düzenleyici ilkeleri bulmaya çalıştılar. Daha sonra etik filozofu Sokrates insana ve insanın akıl
yetisine odaklandı. Onun öğrencisi Platon ve Platon'un öğrencisi Aristoteles, deneyim dünyasına ilişkin
kapsamlı ve sistematik yorumlar ortaya koydu. Yunan felsefe okullarından yayılan düşünsel akımlar
sadece Roma ve Bizans’ı değil, Arap dünyasını ve Latin Ortaçağ’ını da etkiledi. Platon’un idealar teorisi
Hıristiyan düşünürlerce aktarılıp yorumlandığı biçimiyle Batı düşünce tarihinin bütün gelişim çizgisine
damgasını vururken, Aristoteles’in doğayı ve insan toplumunu incelemeye ve düzene koymaya
yönelik yöntemleri doğa bilimlerine zemin hazırladı.
Özgürlük ve Demokrasi
İnsanı bir zoon politikon (doğası bakımından bir sosyal hayvan) olarak nitelendirmenin kökleri
Aristoteles’e kadar dayanır. Yeni devlet teorileri Yunan kent-devletle-rine (polis) otokratik
yönetimden uzaklaşarak özyönetime uygun kurumlar yaratma ilhamını verdi.
Çoğu durumda yeni sistemler sınırlı sayıda varlıklı yurttaşın siyasal iktidarı elinde tuttuğu
oligarşilerdi. Dikkate değer değişik örnekler Sparta'nın iki krallı monarşisi ve Atina demokrasisiydi.
Bunlardan İkincisi, siyasal karar alma sürecine katılma hakkını yurttaşların sadece bir bölümüne
tanımakla birlikte, sonraki bütün demokratik anayasalar için özgün bir model haline geldi.
AVRUPA
MÖ 550'den sonra: Atina arkhon’u Solon, hukuk reformlarıyla devlet yönetiminin ve toplumsal yapının
temelini attı; Atina kolonileri Tiren Denizî’nden Barcelona'ya kadar ulaştı
AVRUPA
MÖ 1200-750:
İlk Erken
AFRİKA
AFRİKA
MÖ 814:
AVRUPA
MÖ 750-500:
Akdeniz
AVRUPA
MÖ 735:
Sicilya’da Syrakusa kuruldu
AVRUPA
UZAKDOĞU
MO y. 560-480:
Gautama Buda
aiP?
ORTADOĞU
MÖ 1004-971:
Davut dönemi; Kudüs başkent oldu ve krallık Fırat havzasından Kızıldeniz’e kadar genişledi
ORTADOĞU
MÖ 971-926:
ORTADOĞU
MÖ 883-612:
AVRUPA
ORTADOĞU
AVRUPA
MÖ y. 720:
Lakonia ve Messenia
AVRUPA
MÖ y. 650’den sonra: Ekonomik ve siyasi
AVRUPA
MÖ 750:
AVRUPA
ORTADOĞU
MÖ 605-562:
ANTİK ÇAĞ
MÖ 800
MO 600
İmparatorluk İnşası
Anakaradan bütün Akdeniz bölgesine yayılan ve Karadeniz kıyıları boyunca ilerleyen Yunan kolonileşme
dalgası, özgürlük ve bağımsızlık için dövüşmeye hazır çok sayıda özerk kent-devletinin kurulmasını
sağladı. Avrupa'ya yönelik
İskender yanında Dareios'un kızı Stateira'yla birlikte, Susa’daki toplu düğünü tahtından seyrediyor.
bir ittifak sistemi oluştu, iki ittifak arasındaki çatışmalar, iki büyük hasmın Peloponnes
Savaşı'na tutuşmasına yol açtı. Bu mücadele Atina’nın yenilgisiyle sonuçlandı.
Helenistik Dönem
Komşu Makedonya, Yunanlar arasındaki yıkıcı iktidar mücadelelerinden kazançlı çıktı. II. Philip Yunan
kent-devletlerini siyasal önderliği altında biraraya getirdi ve böylece kendi başlarına ulaşamadıkları
bir şeyi sağladı: Pan-Helen birliği. Philip’in oğlu Büyük İskender, Avrupa sınırlarının ötesine
geçerek denetim alanını Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Hindistan'a doğru genişletti. Orduları Pers
ülkesini işgal etmeyi başardı. İskender’in kurduğu imparatorluk ölümünden sonra parçalanmasına karşın,
fetihleriyle Doğu ve Batı arasında başlayan kültürel alışveriş sürdü.
devleti Atina’nın sıkı bir hegemonyaya sahip olduğu Atina ittifakı altında birleşti. Sparta’ın çevresinde de
Peloponnes Birliği adıyla benzer
AVRUPA
MÖ 490-479:
ASYA
MÖ 321-184:
ORTADOĞU
ORTADOĞU
MÖ 550-529: II.
-':1ı & i
AVRUPA
MÖ 371: Thebai kenti Leuktra’da I Sparta’yı yendi ve Yunanistan’da denetimi ele geçirdi
MU
AVRUPA
MÖ 359-336:
AVRUPA/ASYA
MÖ 336-323:
Büyük İskender dönemi ve Hindistan’a kadar uzanan fetih seferleri; Pers İmparatorluğu’na boyun eğdirildi
AVRUPA
MÖ 3. yüzyıl:
YUNANİSTAN
MÖ 443-429:
Perikles
döneminde Atina gücünün doruğuna çıktı
AVRUPA
MO 353-283:
3İ ''Y
mnt
illi
E.V
ORTADOĞU
MÖ 522-486: I.
Dareios dönemi
ÇİN
MÖ 481-221:
MO 500
AVRUPA
MÖ 431-404:
mh
AVRUPA/ASYA
MO 323-30:
Diadokhoi
MISIR f, Ptolemaios,
§ Suriye-Filistin’de
MÖ 323-30: Şj Seleukos
Ptolemaios ü hanedanlıkları
MO 300
ANTİK ÇAĞ
Roma Çağı
Helenizm’in kültürel etkisi sürerken, büyük Helenistik dünyanın siyasal tarihi Roma’nın yükselişiyle ve
Roma imparatorluğu’nun kuruluşuyla son buldu. Romalılar etki alanlarını sürekli genişleterek Et-rüsklere,
Batı Yunanlara, Keltlere ve Kartacalılara boyun eğdirdiler; sonunda bütün Akdeniz bölgesine ve
Ortadoğu'ya egemen oldular. Roma ile eyaletleri arasındaki ilişkiye damgasını vuran özellik, fetheden
halkın yanısıra fethedilen halkların da yararına işleyen alışverişlerdi. idare ve hukuk
alanlarındaki yönelimler Roma kültürünün en kalıcı unsuru olarak, Ortaçağ ve ötesine uzanan bir süreçle
Avrupa’ya şekil verdi. Roma siyasal düşüncesi Yunan siyasal düşüncesine oranla daha az bireyci ve daha
pragma-tikti. Roma devleti ve Roma uygarlığı görev duygusunu ve gönüllü boyun eğmeyi aşılayan
değerler olarak görüldü. Sıkı disiplin ve askeri yapı Roma gücünün temelleriydi. Romalılar mühendislikte
de büyük başarılara ulaştı. En çarpıcı örnekler arasında yollar ve su kemerleri, imparatorluk
hamamları, binalarda zeminaltı ısıtma ve kanalizasyon sistemleri sayılabilir. Romalı yapı ustaları ve
mimarlar zafer takları ve Colosseum gibi yapıların yanısıra muhteşem villalar ve saraylar yarattılar.
Roma toplumu cumhuriyetçi değerleri güçlü biçimde benimsedi, imparatorluğun iç düzeni sıkı
denetimlerle korundu. Ancak patriciler ve plebler arasında gittikçe büyüyen ayrılık sonunda Roma'yı
iç savaşa sürükledi, imparatorluk sınırlarındaki fetih savaşları ve eyaletlerdeki ayaklanmalar,
iktidarın bir diktatörlük kurmayı uman askeri önderlerin ve politikacıların elinde toplanmasına fırsat
verdi.
Sezar'ın öldürülmesiyle Roma cumhuriyet düzeni çöktü. Onun Augus-tus adıyla hüküm süren vârisi Octa-
vianus, cumhuriyetçi geleneklerin biçimsel düzeyde korunduğu Principatus'u kurdu.
Uygulamada imparatorluk dönemi Augustus'un yönetimiyle başladı. Augustus dönemi barış getirdi;
edebiyat ve sanatın gelişmesiyle Roma tartışmasız “dünya merkezi” haline geldi. Augustus’un ardılları ise
değişken karakterdeydi, imparatorun, geleceği parlak bir ardılı evlat edinmesine dayanan “evlatlık
imparatorluğu”, en yetenekli kişinin iktidara gelmesini sağladı. Onların yönetimi altında Roma
imparatorluğu kültürel alanda yeni bir altın çağ yaşadı ve en geniş coğrafi sınırlara ulaştı. Roma
imparatoriarının tanrılaştırıl-masında Helenistik hükümdar kültünden alınma unsurlar vardı. Se-verus
hanedanıyla birlikte, devletin denetimi Kuzey Afrika hinterlandında yetişmiş ve Batı Asya
gizem kültlerinden etkilenmiş güçlerin eline geçti. Böylece bu kültler Roma kültüründe önem kazandı.
ÇİN
MÖ 202-MS 220:
Han hanedanlığı
ASYA
ÇİN
ÇİN
ORTADOĞU
MÖ 221-202: Kartacalı komutan Hannibal’ın Roma’yı zor duruma düşüren İtalya seferi
AVRUPA
İTALYA
adam düzenini kurarak Roma'nın ilk imparatoru olan Augustus {Octavi-anus) dönemi
ROMA ÇAĞI
MÖ 200
MÖ 100
Hıristiyanlık Augustus ve Tiberius’un imparatorluk dönemlerinde, Roma eyaleti Yahuda’da İsa’yı, uzun
süredir beklenen Mesih ve Tanrı'nın oğlu olarak gören bir Yahudi akımı olarak doğdu. İsa
savunduğu kardeşçe sevgi ahlakıyla, Tanrı’nın Eski Ahit’te ortaya konmuş emirlerini tamamladığını ileri
sürdü. Çarmıha gerilmesi müritlerince insanlığın kurtuluşu uğruna kendisini feda ettiği bir ölüm olarak
yorumlandı; ne var ki, yakın olduğuna inanılan "ahir zaman” için söz verildiği gibi geri dönmemesi ilk
Hıristiyan-ları derinden sarstı. Yeni dini topluluk Havari Paulus’un önderliğinde, İsa'nın kurtuluş mesajını
kâfirlere ulaştırmaya dönük bir girişimde bulunmaya karar verdi. Çok geçmeden Roma imparatorluğu'nun
merkezlerinde Hıristiyan misyoner toplulukları ortaya çıktı; bununla birlikte yeni dinin katı
tektanrıcılığı ve devlet gücüyle muğlak ilişkisi sadakatsizlik ve fesat kuşkularını besledi. Tedirgin
hoşgörü ve kanlı sindirme dönemleri birbirini izledi; baskılar sırasında Yahudilerin ve Hıristiyanların
imparatora tapınmayı reddetmesi bir nihai sınav olarak kullanıldı.
Antik Çağ’ın Sonlan
MS 3. yüzyılda Roma imparatorluğu ağır siyasi, dini ve kültürel krizlerle sarsıldı, imparatorluğun birçok
sınır bölgesinde “barbar” halkların istilası, savunma savaşlarını zorunlu kıldı ve Roma'nın
merkezdeki önemini azalttı. Kısa sürelerle birbirini izleyen “asker-imparator”lardan
bazıları imparatorluğu tek bir din ya da kült altında birleştirmeye çalıştı; bu gelişme Hıristiyanlığı tekrar
gölgede bıraktı. Diocletianus imparatorluk içinde birkaç idari merkez gereğini kavrayarak, imparator
mertebesinde dört yöneticinin görev yaptığı bir düzen oluşturdu. Ancak iktidarı bırakmasından kısa bir
süre sonra bu sistem dağıldı, imparator I. Constantinus sıkı ve kurnazca bir yönetimle imparatorluğu
yeniden tek bir iktidar altında birleştirmeyi başardı. Hıristiyanlığın potansiyelinin farkına vararak,
iktidarını pekiştirmek için bu yeni dini kullandı. Hı-ristiyanlar kendilerine tanınan kayırıcı konum
karşılığında, devlete karşı kuşkucu tutumlarından vazgeçip Roma’nın kurumsal ve hukuksal yapılarını
benimsediler. Constantinus ve ardılları kilise üzerinde katı bir devlet denetimi uyguladılar. Theodosius
sonunda Hıristiyanlığı devlet dini olarak ilan etti. Topraklarını oğullan arasında paylaştırarak, aynı
zamanda Roma imparatorluğu'nun kesin bölünmesini getiren kişi oldu.
İTALYA
ORTADOĞU
İTALYA
imparatorlar"
224/227-651:
dönemi
İTALYA
306-337: Roma imparatoru I. Constantinus dönemi
İTALYA
BİZANS
235-284: “Asker
dönemi
100
300
ROMA ÇAĞI
Bizans olarak bilinen Doğu imparatorluğu güçlenerek bir dünya devletine dönüşürken, Batı imparatorluğu
kaçınılmaz çöküşe doğru ilerledi. Batı'nın ekonomik ve kültürel gerileyişi Hunların büyük
göç dalgalarıyla Avrupa'ya girişi sırasında başlamıştı. Germen kabileleri yerleştirildikleri bölgelerden
çıkarak Roma topraklarını ele geçirdiler ve Roma kentini yağmaladılar. Germen askeri önderi Odoaker
476’da son Roma imparatoru Romulus Augustus’u devirdi. Göçler sona erince, eski Roma
imparatorluğu topraklarında birkaç Germen krallığı ortaya çıktı. Bunlar Roma kültürünün hukuki ve idari
göreneklerinin yanısıra Hıristiyanlığı da benimsediler.
Hıristiyanlığın yayılmasıyla güçlenen kilise, çeşitli hükümdarların bağlılığını sağlayarak seküler bir güç
elde etmeye yöneldi. Özellikle Üçleme doktrinine ve İsa’nın gerçek doğasına ilişkin teolojik anlaşmazlık,
hasım tarafların çatışan hükümdarların desteğiyle papalığa yönelik mücadelesini kızıştırdı. Bu tür
anlaşmazlıklar Doğu Kilisesi içinde bir dizi ayrılığa, ayrıca Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki
yabancılaşmayı arttırarak sonunda bir bölünmeye yol açtı. Doğu'da, güçlü bir iktidar merkezini temsil
etmeye devam eden imparatora bağlı kalmak üzere eşit mertebede birçok patrik atandı. Batı’da ise papa
özel konumundan ve farklı bölgelerdeki kararsız iktidar yapısından yararlanarak, otoritesini ve dünyevi
statüsünü güçlendirdi.
Hıristiyan Ortaçağı
Kilise kültür ve eğitimin taşıyıcısı haline geldi. Özellikle ilk kilise atalarının ve patriklerin katı
çileciliğine karşı çıkan ve kendilerini hem Tanrı’ya, hem de insanlığa adayan keşişler dikkate değer
kültürel başarılar elde etti. Nursialı Benedic-tus’un kurduğu Benedikten tarikatının ora et labora (“ibadet
et ve çalış”) düsturu, dini tefekküre ve dünya işleriyle ilgilenmeye eşit önem vermekteydi, ilk
manastırlar ruhani olduğu kadar bilimsel merkezlerdi. Yunan ve Roma dönemlerinden kalma yazılar
manastır kütüphanelerinde korundu. Hıristiyan Ortaçağ'ma damgasını vuran özellik, önceki “pagan"
mirasın da kendisine yer bulabildiği bir ilahi yaratılış düzeni anlayışıydı. Dönemin inançlarından ve
teolojisinden daha aşağı bir konuma indirilmekle birlikte, Antik Çağ felsefesine değer verilmekteydi.
Birçok manastır kendi bünyesinde okullar açtı. Manastır toplulukları tarım ve zanaatlarla da uğraşarak,
bilgilerini yerel halka aktardılar. Manastırların bir
Dini vakıflar ve cömert bağışlarla birlikte başarılı ekonomik girişimler, kilisenin servet ve
malvarlığında hızlı bir artış sağladı; dini ve dünyevi güçler arasında bir çatışma patlak vermeye yüz tuttu.
Manastır yaşamının zayıflıyor gibi göründüğü alanlarda, Cluny ve Gorze manastırlarında görülenlere
benzer reform hareketlerine girişildi. Tanrı’nın şanı için binalar dikildi. Antik Çağ’dan sonra Avrupa’nın
ilk büyük sanatsal dönemi masif ve klasik biçimlere dayalı Romanesk çağla yaşandı. Bunu ulu katedral
kulelerinin işaret parmakları gibi gökyüzüne yükseldiği Gotik dönem izledi.
BİZANS
610-641: Bizans
İmparatoru
Herakleios
AMERİKA
DÜNYA
İTALYA
AVRUPA
482/486-751:
AVRUPA
568-774: İtalya’da
Lombardların
egemenliği
ÇİN
DÜNYA
ORTADOĞU
570-632: İslam
peygamberi
Muhammed
İTALYA
379-395:
İTALYA
AVRUPA
ORTADOĞU
661-750: İlk
ERKEN ORTAÇAĞ
400
600
İslam'ın Zaferleri
Büyük dünya dinlerinin en yenisi olan İslam, 7. yüzyılda Arap çöllerinden yayılarak o sırada
bilinen dünyanın geniş alanlarını fethetti. Müslümanlar kutsal savaşlar yoluyla Muhammed
Peygamber’in mesajını bütün Ortadoğu'ya ulaştırdı. Araplar çok geçmeden Konstantinopolis kapılarına
dayandı ve 8. yüzyıl başlarında ispanya’dan Pakistan’a kadar uzanan bir bölgeye egemen oldu. İslam
hanedanları Asya ve Hindistan içlerine kadar varan imparatorlukları yönetti. Hıristiyanlık ve
İslamiyet arasında ilk önemli askeri
S-
Haçlıların 1291’de Ortadoğu’dan sürülmesine kadar savaşlar ve ateşkes dönemleri aralıklarla sürdü.
OsmanlI imparatorluğu, uzun süreden beri Hıristiyanlığın siperi sayılmasına karşın zayıflayan Bizans'ı 14.
yüzyıldan itibaren baskı altına aldı ve durdurulamaz bir ilerleyişle Balkanlar’a yöneldi. Cengiz Han
ve ardıllarının komutasındaki Moğol orduları İslam dünyasını ve Doğu Avrupa'yı aynı öl
ilk başta esas olarak Arap ve Fars, sonraları ayrıca Türk ve Moğol kimliği taşıyan İslam, coşkulu
dini inancı becerikli ve pragmatik merkezi idareyle biraraya getirdi. Yunan ve Roma dönemlerinden
aktarılan bilgilerden açık görüşlü bir yaklaşımla yararlandığı için, 12. ve 13. yüzyıllara kadar Latin
dünyasının ilerisinde kaldı. Batı’nın daha sonra Antik Çağ mirasını tam anlamıyla devralmasında İslam
bilginleri kilit bir rol oynadı.
Sosyal Kargaşalar
Bu sırada, Ortaçağ Avrupa toplumu yurtluk ve itaat yeminleriyle birbirine bağlı sınıflara ya
da “zümre’’lere ayrılmıştı. Bu zümrelerden birincisi ruhban kesimini, İkincisi soyluları ve üçün-cüsü de
çiftçiler ve şehirlileri kapsamaktaydı. Çiftçiler köylü ya da serf statüsündeydi; işledikleri toprakların
sahibi olan beylere karşı yükümlüydü. Her bey daha yüksek konumdaki bir soyludan ya da kilise
yöneticisinden kirayla aldığı mülke karşılık olarak askeri hizmet vermek zorundaydı. Feodal
piramit olarak da adlandırlan bu sistemin tepesinde ise kral ya da imparator vardı.
AVRUPA
AVRUPA
AVRUPA
ORTADOĞU
842-843: Frank
imparatorluğumun
bölünmesi
1016-1035:
AVRUPA
ORTADOĞU AVRUPA 1066: Fatih
768-814:
Charlemagne dönemi: 25 Aralık 800’de imparatorluk tacı giydi
DÜNYA
ORTADOĞU
AFRİKA
8-15. yüzyıllar:
AVRUPA
751-911/987:
AFRİKA
AVRUPA
1056-1105:
mmm
800
ıooo
ERKEN ORTAÇAĞ
AVRUPA
DÜNYA
1096-1291: Haçlı Seferleri çağı; Filistin’de Latin devletleri
AVRUPA
1152-1190:
İmparator I.
Friedrich
Barbarossa
AVRUPA
11-15. yüzyıl:
ORTAÇAĞ
Tanrı takdiri olarak görülen katı feodal düzende ilk çatlaklar çok geçmeden belirdi. Büyüyen nüfusun
yoğunlaştığı birçok merkez özgür imparatorluk kentlerine dönüşünce, bunlar seküler ve dini mülk
sahiplerinden kurtuldu. Meslek loncalarının sıkı düzeninin korunmasına ve yurttaşların genellikle varlıklı
şehirlilerden ve memurlardan oluşan bir kesim, yani "patriciler" tarafından yönetilmesine karşın, kent
sakinleri serf ve bağımlı çiftçi kitlelerine oranla özgürdü.
Ticaret ve vasıflı el işleri sayesinde birçok kent oldukça zenginleşti. Bir grup, Kuzey ve Doğu Avrupa
kenti çıkarlarını korumak üzere biraraya gelerek Hanse Birliği adıyla güçlü bir ticari ittifak oluş-
gelen ekonomik merkezler haline geldi, imparatorluk denetiminden kurtulma çabasıyla paralı
askerler tuttular ve ittifaklar oluşturdular. “Deniz cumhuriyetleri” Venedik, Cenova, Pisa, Amali ve
diğerleri bilinen dünyanın her yanındaki limanlara ticaret için silahlı gemiler gönderdi. inanç farklılıkları
ekonomik etkenlerin gerisinde kalmaya başladı. Ortadoğu ve Asya’yla baharat ve kumaş ticareti, İslam’la
teması da içeren bir kültürel açılım sağladı. Bu arada, aynı dönemde ekonomik bakımdan gelişmekte olan
Çin ve Japonya gibi diğer büyük imparatorluklar yabancı etkilerden korunmak için gittikçe içe kapandılar.
ASYA
1206-1227: Cengiz Han dönemi; doğuya ve batıya yönelik Moğol fetih seferleri
AVRUPA
1194/1212-1250:
: Friedrich
ASYA
1223’ten sonra:
AVRUPA
1215: Magna Carta 4 i (İngiltere'nin anaya- I sası); Laterano IV. Konsili’nin Yahudiler | ve Müslümanlar
için giyim kuralları
1200
alma gibi koruyucu önlemlere karşın, Avrupa’nın başına bela kesilen salgınların önemli bir sebebi elbette
uzak mesafeli ticaretti.
Veba 1348-1352 arasında birkaç dalga halinde kıtayı kasıp kavurarak, nüfusun üçte birini yok etti ve geniş
alanları ıssızlaştırdı. Bu nüfus kaybı, birçok tarım bölgesinin terk edilmesine ve salgını surlarının dışında
tutmak için beyhude uğraşan kentlere göçün artma-
sına yol açtı. Birçok insana göre veba Tanrı'nın gönderdiği bir cezaydı. Halkın korkusu ve
çaresizliği, kendilerini kamçılayan gezgin hacı toplulukları, Yahudilere yönelik katliamlar ve bağnaz
vaizlerin tövbeye çağıran toplu vaazlan gibi aşın dini dışavurumlarda yansımasını buldu.
Avrupa Hıristiyanlığı 11. yüzyıldaki reformlardan itibaren bir kimlik krizine girmişti. Bu durum
kiliseyi eleştiren çevrelere güç kazandırdı. Arnoldçular, Katharosçular, Albi he-retikleri ve VVadocular
gibi radikal reform hareketleri ve “ahir zaman” müminleri kiliseden koptular. Kilise de buna karşılık
gittikçe daha fazla sindirme yoluna başvurdu. Engizisyon dinsel denetim ve baskının korkulan bir aracına
dönüştü. Kilise “dilenci tarikatlan"nı resmen tanıyarak, kendi servetine ve papalığın dünyevi niteliğine
karşı sıklıkla dile getirilen eleştirileri susturmayı umdu. Fransiskenlerin 14. yüzyılda kilisenin dünyevi
güç ve zenginlik hakkını sorgulayarak alevlendirdiği “sefalet anlaşmazlığı”, imparator ve Fransa kralı
tarafından Papa’nın konumunu zayıflatmak için kullanıldı. Kiliseden bağımsız felsefi ve bilimsel
araştırmalan talep eden sesler yükselmeye başladı. Artık bir dönüm noktasına vanlmıştı.
AVRUPA
1337-1453:
ORTADOĞU
1413-1422: V.
AVRUPA
1414-1418:
1400
BİZANS
Flandre ve Kuzey İtalya'nın varlıklı kentlerinde 1450 dolaylarında ortaya çıkan yeni bir tutum Avrupa’
nin geniş bir kesimine yayılmaya başladı. Tutumun ayırıcı özelliği, insanı yaratıcı enerjiyle
donanmış, yeteneklerini sergilemek ve dünyayı daha iyiye doğru değiştirmek üzere doğmuş bireysel bir
kişilik olarak gören anlayıştı. Ortaçağ sonlarında feodal toplumun ve evrensel dünya düzeninin
zayıflaması sosyal bir dönüşüme zemin hazırladı. İnsanlar bu süreci “karanlık” Ortaçağ'dan sonra bir
yeniden doğuş olarak algıladı.
Patriciler ve tüccarlar uluslararası işlerden kazandıkları yeni özgüveni ve zenginliği kaliteli yaşam tarzla-
nyla, gösterişli evleriyle, görkemli giyimleriyle ve her şeyden önce sanatları himaye etmeleriyle
gözler önüne serdiler. Sanat ve bilime destek vermek toplum içinde çarçabuk etkili bir statü
sembolü haline geldi. Birçok sanat dalının ustası olan Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Albre-cht
Dürer gibi sanatçılar evrensel eğitimli ve kozmopolit birey idealim somutlaştıran .A; ■Rönesans
adamları" olarak yüceltildi. Felsefe ve bi-
Umde eleştirel bir sorgulama ruhu ortaya çıktı ve otoriteye kayıtsız şartsız inancın yerini aldı.
Reform hareketi de manevi ve dini yenilenme yönündeki genel özlemin bir
ürünüydü.
Hümanistler çalışmalarında öncelikle tarihe ve klasik dillere yoğunlaştılar. Edebiyatta hem pagan, hem de
Hıristiyan Fikirleri yansıtan içerikle Antik Çağ’dan alınma bi
çimlere yöneldiler. Siyasette toprak sahibi soyluların Reform hareketi sırasındaki dini önderliği birleşik
ve etkili devlet yapılarının gelişmesini hızlandırdı. Niccolö Machiavelll mutlakıyetçi devletin varlığı için
siyasi ve ekonomik bir gerekçe sunan ilk siyaset teorisyenlerden biriydi. Mutlakıyetçi ligin ilk
adımlarıyla birlikte, kapitalizmin özü Avrupa'da kök salmaya başladı.
DÜNYA
„ 1511: Portekiz
DÜNYA Malaka'yı AVRUPA
(Malezya)
ORTADOĞU
1492:
| doğuşu ; Müslüman- »ffŞsŞf imparatoru V. Kari fi
;
AVRUPA
ORTADOĞU
INGİLTERE
İTALYA
İTALYA
1434-1494:
§ 1495-1521: t. Manuel s döneminde Portekiz'in deniz j üstünlüğü; Afrika kıyıları boyunca keşif seferleri
1512-1520:
AMERİKA
1519-1521: Hemân Cortes Aztek İmparatorluğunu ele geçirdi; Macellan ilk kez dünyanın çevresini dolaştı
DÜNYANIN KÜLTÜREL TARİHİ
yüksek kültürlerini alt ettiler ya da ortadan kaldırdılar. Kilise yerli halklara din değiştirtme
girişimlerinde her zaman barışçıl davranmamakla birlikte, onları köle tacirlerinden korudu. Yerlileri
korumaya dönük yasaların çıkarılması, Güney Amerika ve Karayipler’e Afrikalı köleler getirilmesine yol
açtı. Bu köleler beyaz egemen sınıfa ait plantasyonlarda acımasızca çalıştırıldı. Bu yoldan elde edilen
kânn büyük bölümü Avrupa’daki ülkelere aktarıldı.
Ancak 16. yüzyılın bu keşif ruhu ekonomik çıkarlar ve sırf kâr peşinde koşmayla iç içeydi. Büyük denizci
devletler tekeller oluşturarak uzak mesafeli ticareti denetim altına alırken, “açık denizler” için kıyasıya
mücadelelere tutuştular, ilk sömürge imparatorluklarını Portekiz ve ispanya kurdu. Ama “Yeni Dünya”daki
fetih ve sömürü girişimleri içeride ekonomik gerilemeye yol açtı. Protestan Hollanda ve İngiltere 17.
yüzyılda öncülüğü ispanya ve Portekiz'den alarak, çok sayıda yabancı ülkeyi devraldı. Kârların tüketim
yerine ekonomik döngüye yeniden yatırılmasını yeğ tutan Protestan çalışma ahlakının hiç de
küçümsenemeyecek bir sonucu olarak, bu iki ülke sonraki yüzyıllarda Avrupa'nın önde gelen denizcilik ve
ticaret güçleri haline geldi.
Yeni iş ve girişim anlayışı yeni güç ilişkileri doğurdu. Ödünç para verecek bankacılık işletmelerine
sahip olan Floransa'daki Medici, Augs-burg’daki Fugger ve VVelser aileleri gibi güçlü çevreler savaşları
ve keşif seferlerini finanse ettiler; böylece doğrudan ya da dolaylı şekilde nüfuz kazandılar. Girişimlerin
başında meslekten İdareciler vardı. Bunlardan bazıları, örneğin Kuzey İtalya’daki condottiere'ler, içeride
de iktidar peşinde koştular ve kurucu hanedanlıklar yaratmayı başardılar.
Portekiz ve Ispanya’nın yoksul düşmüş soyluları Yeni Dünya’ya akın ettiler. Bu conquistador’ları harekete
geçiren güçlü bir saik karışımı vardı: Macera tutkusu, dini şevk, servet ve iktidar arzusu.
Yerli yöneticilerle işbirliğine girerek, Afrika’daki köle ticaretini Arapların elinden aldılar ve Latin
Amerika'nın
AVRUPA
İSVEÇ
1523-1560: Kral Gustav Vasa (I. Gustav) dönemi; İskandinavya Reform hareketi
RUSYA
1533-1584:
İNGİLTERE
1558-1603:
Kraliçe I.
Elızabeth dönemi
ORTADOĞU
AVRUPA
1589-1610:
Fransa kralı IV. Henri dönemi; Nantes Fermanı (13 Nisan 1598)
AVRUPA
AVRUPA
AMERİKA Karçı-Reform
hareketi
1531-1534:
AVRUPA
AMERİKA
>>
dönemi) * >v vfr % JZ *
1600
Avrupa’da Protestan Reform ve Katolik Karşı-Reform hareketlerinin yaşandığı çalkantılı 16. yüzyıl
sadece kilise içinde bir bölünmeyi değil, egemen ulusal devletlerin doğuşunu da getirdi. Dini çatışmaların
arka planında her zaman önemli siyasal çıkarlar vardı. Mezhep savaşlarının zirvesi ve son evresi, ayrıca
Büyük Veba Salgını’n-dan sonraki en büyük facia olan Otuz Yıl Savaşı Orta Avrupa haritasının yeniden
çizilmesiyle sonuçlandı. Bunu 17. yüzyılda mutlakıyetçi ve merkezi idareye dayalı devletlerin güçlenmesi
izledi.
Hükümdarın ilahi yönetim hakkı, yani sadece Tanrı’ya karşı sorumlu olduğu fikri, başta bulunan
kişinin çarpıcı bir varlık göstermesini zorunlu kıldı. Böylece mutlakıyetçilik dönemi aynı zamanda
kendini etkileyici biçimde sunmanın öne çıktığı bir çağa dönüştü.
Fransa kralı XIV. Louis ve Versail-les Sarayı çok sayıda küçük hükümdar için örnek teşkil etti. Görkemli
binalara ve gösterişli yaşam tarzına yönelik arayış bu hükümdarların borç batağına saplanmasına
sebep olur. Boşalan devlet kasalarını ticaretten alınan vergilerle doldurmak birçok hükümet için zorunlu
hale geldi. Hükümdar saraylarının cazibesine kapılan, kırsal kesimden çektiği soylular arasında yüksek
ücretli resmi makamları kapmaya dönük bir çekişme başladı. Krizlerin damgasını vurduğu bu
dönemde, çoğu kez debdebeli Barok kültürü yaşama arzusu ile ölüm korkusu arasında bir bocalamayı,
yaşanan anın keyfini çıkarmayı ve dünyadaki hiçbir şeyin kalıcı olmadığı kavrayışını yansıtıyordu.
Mekanik Çağ
Barok dönem aynı zamanda bilimlerin öne çıktığı bir çağdı. Rönesans, hümanizm dönemi ve keşif çağı
sırasında ortaya konmuş fikirler artık meyve vermeye başladı.
Doğacı ve bilimsel dünya görüşünün zaferiyle birlikte, teknoloji ve mühendislik büyük atılımlar yaptı.
Sanatçılar ve mucitler ilginç saatler, karmaşık makineler ve marifetli oyuncaklar yarattı. Tanrı anlayışı
da değişti. Evren sanki onun kusursuz bir projeye sahip bir mimar, katı yasalara bağlı dişlilerle işleyen
bir makineyi kurmuş bir “saatçi” konumunu yansıtıyor gibiydi, insanların Alman Filozof Gottfried
VVİlhelm Leibniz'in sözleriyle “bütün olası dünyaların en iyisi”nde yaşadığı kanısına uygun olarak, insan
toplumu-nun kusursuzluğuna inanç da güçlendi. Tommaso Campanella’nın “Güneş Şehri” ve Francis
Bacon'ın “Yeni Atlantis”i gibi ilk büyük sosyal ütopyalar ortaya çıktı; bunlar son derece titiz kurgularıyla
sonraki totaliter hareketlerin ipuçlarını da veriyordu.
Rene Descartes ve çağdaşları ilke olarak insanların birer makineden ibaret olduğu sonucuna
vardı. Engizisyon korkusu nedeniyle, böyle fikirler hâlâ esas olarak isimsiz gizli gizli dağıtılan metinlerle
ya da ağızdan ağza yayılmaktaydı. Kiliseler ilk Aydınlanma düşünürlerinin meydan okuyuşlarına Katolik
sivil misyonlar ve Protestan sofuluğu gibi aktif sosyal hareketlerle yetişmeye çalıştılar -kısa bir
süre sonra baskı altına girip savunma konumununa geçeceklerini belki de önceden görmüşlerdi.
İNGİLTERE
1653-1658:
Oliver Cromweirin yönetimi
UZAKDOĞU
1661-1722:
AMERİKA
İNGİLTERE
AVRUPA
1740-1780/1786:
AVRUPA
AFRİKA
AVRUPA
İSPANYA
1701-1713/1714:
ÇİN
1735-1796:
HİNDİSTAN
1658-1707:
Evrengzib'in
dönemi
RUSYA İSKANDİNAVYA
1676/1689-1725:
1700-1721:
AVRUPA
1650
1700
AVRUPA
1772/1795:
Polonya'nın
paylaşılması
İSPANYA
Aklın Işığı-Aydınlanma
Aydınlanma'nın en önemli ayırıcı özelliği, Kant'a göre insanın kullanması için cesaretin yeterli
olduğu akla verilen yüksek değerdi. Aydınlanma düşünürlerinin isteği, herkese eğitim fırsatının tanınması
ve sosyal sınıfa ya da geçmişe bakılmaksızın yetenekli kişilere yükselme yolunun açılmasıydı. Bu hareket
ilk bakışta aydın çevreleriyle sınırlıydı. Özellikle Fransa’daki tartışma toplantılarında,
okuma çevrelerinde ve salonlarda Aydın-lanmacılar dönemin çelişkilerini akıl yoluyla açıklamaya
çalıştılar. Volta-ire gibi önde gelen aydınlar keskin bir alaycılıkla önyargıları, batıl inançları ve düşünsel
geriliği hedef aldı. Deniş Diderot ve Jean Bap-tiste le Rond d’Alembert muazzam bir girişimde
bulundular: Tanınmış düşünürlerin mevcut bilgileri derleyip halka sunacağı Encyclopedie. Sert
eleştirilerin hedefi dinin kendisinden ziyade kilisenin gücü ve dar görüşlülüğüydü. Ay- ■„
dınlanma düşünürleri dönemin siyasi yapılarına karşı en açık tavrı takındı. John Locke bir #i parlamenter
demokrasiden söz etti; Montesquieu güçler ayrılığı ilkesini ortaya koydu; Jean-Jacques Rousseau'nun
“sosyal sözleşme”si genel halk iradesini öngören devrimci bir temele dayalıydı.
Prusya kralı II. Friedrich'in ve Flabsburg imparatoru II. Joseph'in “aydın mutlakıyetçiIiği” yönündeki bazı
önemli reformlarına karşın, anelen regime (Fransızca: “eski yönetim biçimi”) Aydınlanma
çağrılarına etkili biçimde karşılık vermede yetersiz kaldı. Hırslı ve ekonomik bakımdan başarılı orta
sınıfı siyasi katılımın dışında tutma tavrı sürdü.
Bu arada ekonomik krizler ve gıda sıkıntıları daha alt sınıfların radikalleşmesine yol açtı.
Halkın öfkesi Temmuz 1789'da Fransa’da Bastille zindanına yönelik baskınla patladı. Fransız Devri-
mi’nin kıvılcımını tutuşturan bu olaya katılanların çok azı, t baskının Batı dünyası ve hatta insanlık
tarihinde belirleyici bir dönüm noktası olacağının farkındaydı. Kilometre taşlarından biri 1789 insan
ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ydi; bu aslında 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nden sonra çıkarılan
benzer türde ikinci belgeydi. Genç ABD merkezi hükümet ile eyaletler arasında sorumluluk paylaşımına
ilişkin anlaşmazlıklara rağmen istikrarlı kaldı; ancak Fransa, kısmen diğer Avrupa devletlerinin
baskısı yüzünden, 1791’den sonra gittikçe radikalleşti. Bununla birlikte, Jako-benlerin sert yönetimi ve
Robes-pierre’in önderliğinde uygulanan terör (1793-1794) Fransız Devrimi’ nden doğan fikirlerin
önemini azaltamadı.
MISIR
AMERİKA
1776 (4 Temmuz):
Amerikan
Bağımsızlık
Bildirgesi
AMERİKA
1768-1779:
DÜNYA
RUSYA
1762-1796:
1784/1785:
lif
AMERİKA
1789-1797:
AMERİKA
1775-1783:
t- *
FRANSA
1789-
1794/1799:
Fransız Devrimi ;
1798/1811-1914:
FRANSA
ORTADOĞU
| 1796-1925:
İran’da Kaçar ? jjPlMS hanedanlığı
FRANSA
TÜRKİYE 1793/1794:
1799'da sona eren Fransız Devri-mı'nın doğrudan sonuçlan çok yönlü ve çelişkiliydi. Napolyon Bo-napart
hem devrim mirasının, hem de sınırsız emellerinin damgasını taşıyan bir dönem başlattı. Avrupa’ nın
büyük bir bölümünü egemenlik altına alırken, yurttaşların haklarını düzenlemek için çıkardığı
Medeni Kanun da yayılarak hukuk sistemini standartlaştırdı. Napolyon’un yanı-sıra Avrupa tahtlarına
oturttuğu mareşalleri ve aile fertleri mütevazı geçmişe sahip becerikli elit tabakanın yükselişini temsil
ediyordu; sıradan asker bile “sırt çantasında mareşal asasını taşıyordu.” Öte yandan imparatorluk
sosyetesi henüz kendine özgü bir kimlik kazanmış değildi; bunun yerine, karikatüre yakın bir çerçevede
ancien regime'in unvan ve soyluluk tutkusunu taklit etti.
Devrimin amaçlarından etkilenen Latin Amerika ülkeleri 19. yüzyıl başlarında Simon Bolîvar’ın
öncülüğünde özgürlük mücadelelerine başladılar; ama bunların çoğu askeri yönetimle ya da sert
diktatörlükle sonuçlandı. Avrupa’da “gerici”, yani sosyal ilerlemeye karşı kuvvetler, Napolyon’un 1814-
1815'te devrilmesiyle tarihin çarkını tersine çevirmeyi başardı. Batı ve Orta Avrupa’da Avusturya
başbakanı Prens von Metternich ve Doğu Avrupa’da Rus çarları gibi demir asalı yöneticiler, uyruklarının
özgürlük ve demokrasi özlemlerini basın sansürüyle, genel toplantılara getirilen yasakla ve güçlendirilmiş
bir askeri yapıyla bastırmaya çalıştılar.
19. yüzyıl burjuvazinin, yani orta sınıfın olgunlaşma çağı sayılır. Devrimci terör, gericilerin katı
yönetimi ve ulusal birliği sağlama girişimlerindeki başarısızlık nedeniyle siyasetten uzaklaşan Avrupa
orta sınıfının büyük bir bölümü özel yaşam alanlarına çekildi. Temelde apolitik görüşleri destekleyen
Romantizm ve Biedermeier akımları mütevazı, halinden memnun ve ahlaki bakımdan muhafazakâr aile
yaşamı idealini sundu. Bu tutucu sosyal modelin etkisi Victoria Çağı boyunca sürdü. 1830 ve 1848-1849
dev-değerlere dönük yeni yönelim, bir orta sınıf kültürü doğurdu. Giyim, ev konforu, eğitim ve genel
zevkte kapsamlı bir “demokratikleşme” ve kişisel düşünüşe ağırlık veren bir yaklaşım ortaya çıktı.
Varlıklı tüccar sınıfı dışında, insanlar soyluları ve saray halkını yaşam tarzları taklit edilecek rol
modelleri olarak görmekten vazgeçti.
Etkili siyasal örgütlenme biçimlerinin yokluğuna karşın, bu erken dönem burjuvazi kültürü,
bireysel özgürlük ve sınıfla uyumlu bir kimlik arasındaki karakteristik dengeci tavrı sergiledi. Eğitim
kurumlan ve çıkar grupları genellikle kapsayıcı bir vizyon olmaksızın sınırlı hedeflere yöneldi; daha
varlıklı yurttaşlar mevcut siyasi yönetimi destekleme ya da onunla uzlaşma yoluna gitti.
DÜNYANIN KÜLTÜREL TARİHİ
rimleri gibi aralıklarla yeniden parlayan özgürlük hareketleri önemli sonuçlara ulaşamadı. Bireysel
AFRİKA
AVRUPA
1799-1814/1815:
Napolyon Bonapart dönemi {2 Aralık 1804’ten sonra imparator); Avrupa’nın büyük bölümünü ele geçirdi
AVRUPA
AVRUPA
GÜNEY AMERİKA
AVRUPA
AVRUPA
AVRUPA
6 Ağustos 1806:11
Franz tahttan çekildi; Alman topraklarında Kutsal Roma-Germen egemenliği son buldu
GÜNEY AMERİKA
AMERİKA
AVRUPA
1848/1849:
2 Aralık 1823: ABD’ nin Avrupa'ya müdahale etmemesini öngören Monroe Doktrini
UZAKDOĞU
Bu yılların sosyal gerçekliği orta sınıfın dışa vurduğu dinginlikle keskin tezat içindeydi. Başta tekstil
sektöründe olmak üzere büyük imalat firmaları daha 18. yüzyılda ortaya çıkmıştı. 19. yüzyılda girişimci
sanayi kodamanları özellikle demir ve çelik işlemeye yönelik devasa fabrikalar kurdular. Buhar makinesi
ve demiryolu gibi yeni teknolojilerin yardımıyla, yoğun biçimde kömür çıkarıldı. Yeni emek ilişkileri
geleneksel zanaat dallarını yok ederek, kırsal kesimden bir göç dalgasına yol açtı ve kentlere akan
eğitimsiz işçilerin sayısını arttırdı. Çocuklukta başlayan ağır çalışmayla erken yaşta bitkin düşen ve bir
sosyal güvenlik ağından yoksun olan işçiler, geçimini zar zor sağlayan bir kentsel proletarya olarak
perişan koşullarda yaşıyordu. Soylular ve varlıklı tüccarlar bu kesime siyasal haklar tanımaktan
kaçınarak, sadece yaşama ve çalışma koşullarını düzeltici bazı teredütlü adımlar attılar. Çoğu kez kanlı
biçimde bastırılan grevlerin ve işçilerin 1850'den sonra sosyalist partilerde, sendikalarda ve “eğitim
dernekle-ri”nde örgütlenmesinin ardından, işçilere Bismarck'ın Almanya'daki sosyal güvence yasalarına
benzer koruyucu haklar tanındı. Sosyalistler 1880'lerde birçok Avrupa parlamentosuna girdiler ve
özgüvenli bir muhalefet oluşturdular.
İdeolojiler Çağı
olan sosyal ideolojilerin kökleri 19. yüzyılda yatmaktaydı. Avrupa milliyetçiliği devrimci
kurtuluştan Napolyon'un egemenliğine karşı mücadele eden hareketleri doğurdu. Almanya ve İtalya gibi
bazı ülkelerde bu hareketler ulusal birliği sağladı. Ne var ki, yüzyılın ortaların-mitizm karşıtı özellikler
kazandı. Orta sınıfın bir kesimince savunulan liberalizm ekonomik özgürlükten, serbest ticaretten,
demokrasiden ve devlet erkinin sınırlandırılıp asgari bir düzeye indirilmesinden yana bir tavır takındı.
Aynı dönemde bilimsel bir temele dayanma savındaki iki ideoloji daha ortaya çıktı: Marksizm ve Sosyal
Darvvincilik. Kari Marxve
Friedrich Engels dünya tarihinin akışını ekonomik gelişim yasalarıyla ve sosyal sınıflar arasındaki
çatışmayla açıklamaya çalıştı; buna göre sınıf çatışması işçilerin üretim araçlarını denetlediği özgür bir
komünist toplum getirecekti. Charles Darvvin' in evrimle ilgili görüşlerini insan top-lumuna uygulayan
Sosyal Darvvincilik, her davranışın ancak en güçlüle-rin ayakta kalabildiği acımasız bir varoluş
rekabetinden kaynaklandığını ileri sürdü. Sosyal Darvvinci düşünce Friedrich Nietzsche’nin “güç istemi”
kavramıyla daha da
BUYUK BRİTANYA
1858-1947:
sorunu”nun artık gözardı edileme-yeceğnin farkına vardı. Bir sosyalist başkaldırı korkusuyla, çoğu ülkede
JAPONYA
RUSYA/ITALYA
17 Mart 1861:
1853-1856:
AMERİKA
1861-1865:
ABD’nin 16. başkanı Abraham Lincoln; Kuzey ve Güney eyaletleri arasında Amerikan İç Savaşı
AFRİKA
1884-1885: .
BUYUK BRİTANYA
1868-1902: Üç
1868-1912:
ulusallaştırma
BUYUK BRİTANYA
MEKSİKA
1877-1880,
1884-1911:
Meksika başkanı Porifrio Diaz
flANYA
1871-1890: Alman İmparatorluğu’nun ilanını (18 Ocak 1871) izleyen Bismarck dönemi
ÇIN
İİSS#
HİNDİSTAN
||| kuruldu W
> t W*
MODERNITENIN BAŞLANGICI
İÜ
1860
1880
19. yüzyılın mirası Afrika, Asya ve Arap dünyasının başta İngiltere ve Fransa olmak üzere büyük
Avrupa devletlerince paylaşılmasında ifadesini bulan emperyalizmi de içerir. Avrupa devletleri Afrika’yı
ve Hindistan yarımadasını sömürgeleştirdi, Çin ve Japonya’yı zorla dış ticarete açtı ve İslam ülkelerinin
çoğunu krediler ve tekeller aracılığıyla bir yarı-sömürge bağımlılık ilişkisine soktu. Bu arada Rusya nüfuz
alanını Orta Asya içlerine doğru genişletti. Eski kudretli Osmanlı imparatorluğu içerideki reformlara
rağmen öylesine zayıf düştü ki, “Avrupa'nın hasta adamı” diye alaya alınır oldu. AvrupalIlar, özellikle
Afrika'da, üstünlük küstahlığıyla teknolojik ve bilimsel ilerlemeleri ihraç etmeyi, sömürdükleri yerli
insanları “beyaz adamın yükü” adına doğru dine döndürme ve “uygarlaştırma” hedefiyle birleştirdi.
ABD yükselen ekonomik gücüne karşın, 1823 Monroe Doktrini'nin öngördüğü müdahale etmeme ilkesi
uyarınca diğer kıtaların meselelerin dışında kaldı. Ancak 1845'ten sonra Orta Amerika'da büyük çaplı
müdahalelere girişti; topraklarını genişletti ve zamanla bütün Latin Amerika bölgesini ekonomik ve
siyasal denetimi altına aldı. Bu arada kölelik konusundaki bölünme ülkeyi kanlı bir iç savaşa (1861-
1865) sürükledi.
Kısmen sömürgelerden ürün akışı sayesinde, Avrupa'da gıda ve tüketim malları arzı olağanüstü
arttı. Avrupa’nın 1870'lerden itibaren görece istikrarlı siyasal düzene kavuşması, yüzyılın sonuna
doğru ekonomik bir atılım için elverişli koşullar yarattı. Çok katlı mağazalar, alışveriş merkezleri ve
eğlenceye yönelik gittikçe artan sayıda kuruluşla birlikte, büyük kentlerde bir kitle kültürü ortaya
çıkmaya başladı. Sınai üretim sayesinde ürün yelpazesi genişlerken, bu ürünler -elbette son
derece standartlaştırılmış toplu pazar malları olacak- toplumun daha geniş kesimlerince satın alınabilir
hale geldiş.
gelişme gösterdi. Bu süreçte baş çeken Londra ve Paris'e Berlin, Viyana, New York ve Chicago
gibi kentler de katıldı. Yirmi-otuz yılda kentsel nüfusun ikiye katlanması olağandışıydı. Önceki
çağlarda Roma, İstanbul, Cordoba ya da Bağdat gibi birkaç önemli nüfus merkezi varken, Avrupa
başkentleri birbiri ardına büyüyerek metropollere dönüştü. Elverişli ekonomik koşullar dünya fuarı
pavyonlarını ve çok sayıda müzeyi de kapsamak üzere prestijli sanayi ve kamu yapılarının inşasına olanak
verdi. Özellikle Ortadoğu'da eski yüksek kültürlerin sanat hâzineleri ait oldukları ülkelerde
sergilenmelerine fırsat bırakılmaksam toplanıp götürüldü. Bütün banliyöler mimarların çizim
masalarındaki planlarla ortaya çıktı. Ancak mahalleler arasındaki aşırı değişkenlikler nedeniyle, önde
gelen kentsel merkezler küçük bir alanda biraraya gelen aşırı tezatların birleşimi olarak kaldı.
AFRİKA
1899-1902: AVRUPA
Güney Afrika'da
Fransa, İngiltere ve
RUSYA
22 Ocak 1905:
MEKSİKA
1910-
1919/1924:
Meksika Devrimi
AVRUPA
1912-1913:
Balkanlar'da savaş
ASYA
1904-1905:
. tim* Japonya'nın
AVRUPA
TÜRKİYE
1908-1918:
Osmanlı
İmparatorluğu’nda
“Jöntürkler” dönemi
ÇİN
1911-1912:
1900
DUNYA
1917: (6 Nisan): ABD itilaf devletlerinin yanında savaşa girdi; (6 Aralık) Finlandiya bağımsızlığa
kavuştu
DÜNYA
DUNYA
1914-1918:
I. Dünya Savaşı
20. yüzyıl başlarında Avrupa’daki durum Almanya'nın kibirli ve tez canlı kayzeri II. VVİlhelm’in hırslı
donanma ve sömürge programıyla daha da gerginleşti. Böylece Almanya ve Avusturya-
Macaristan'ın başını çektiği Mihver devletleri ve Rusya'yla ittifak halindeki Büyük Britanya ve Fransa’nın
öncülük ettiği itilaf devletleri arasında bir çatışmaya doğru kaçınılmaz bir süreç başladı. 1914’te
Saraybos-na’daki suikast barut fıçısını tutuşturan kıvılcımdan ibaretti. 1917’de ABD de itilaf saflarında
savaşa girecekti. ilk başta, çatışma taraf ülkelerin yurttaşlarınca büyük bir macera havasıyla karşılandı.
Ancak savaşın gerçekliği, özellikle de yüz binlerce askerin can verdiği ve bütün orduların anlamsız
fedakârlığa katlandığı Batı cephesindeki act-
sahne oldu.
Rusya'da Vladimir Lenin’e bağlı Bolşevikler 1917’de iktidara gelmişti. Kısmen Batı’nın
ekonomik ablukalarının ve Bolşevik karşıtı Beyaz Rus hareketinin baskısıyla, sistem Komünist Parti’nin
demir diktatörlüğüne dönüştü. Komünistler, çoğu felaketle sonuçlanan bir dizi ekonomik deneye
girişti. İtalya’da Benito Mussolini 1922'de faşizmi iktidara taşıyarak, bir sağcı parti diktatörlüğü kurdu ve
bir kitle hareketi kültü yarattı. Her iki rejim, özellikle de ilk yıllarındaki faşizm, Avrupa ve Latin
Amerika’nın diğer ülkelerinde büyük hayranlık uyandırdı; bu durum çok sayıda milliyetçi diktatörlüğün ve
otoriter askeri rejimin kurulmasına yol açtı. İspanyol iç Savaşı'nda Francove Falanjistlerin cumhuriyeti
tasfiyesinde olduğu gibi, birçok ülkede kararsız demokrasi köklü halk deste-
maşız siper savaşı bütün bir kuşağı düş kırıklığına uğrattı ve modern çağın kana bulanmış girizgâhı
oldu. Barışın bedeli olan Versailles Antlaşması, Mihver devletlerine ağır koşullar dayattı. Travma
geçirmiş yığınla erkek evine dönerken, ay-
sında parçalandı ve ekonomik krizlerle hırpalandı. 1929'daki "Kara Cuma” borsa çöküşüyle birlikte,
ekonomik darboğaz dünya genelinde saha kazandı. Bununla birlikte, “kahkahalı yirmiler” Atlantik'in her
iki yakasında taşkın bir sosyal kültürün yanısıra edebiyat ve sanatta da büyük bir serpilmeye
ALMANYA
İRLANDA
1922-1937:
Bağımsız
AFRİKA
1928/1930-1974:
RUSYA
AMERİKA
1920-1933:
1928-1953:
Stalin diktatörlüğü
AVRUPA
1918-1919:
Almanya ve Avus-
turya-Macaristan’da
devrimler
ORTADOĞU
1920/1921:
Ürdün ve Irak
devletlerinin
kuruluşu
İTALYA
1922-1943/1945:
28 Haz. 1919:
Versailles Antlaşması
HİNDİSTAN
TÜRKİYE
1923-1938:
IRAN
1925-1941: Şah
DÜNYA
25 Ekim 1929:
1922-1952/1953:
Krallık yönetimi
JAPONYA
1926-1989:
ideolojik diktatörlüklerde gaddarlaşma süreci başladı. Sovyet iktidar mücadelesinden 1928’de üstün
çıkan Stalin, zorla kolektifleştirmeye, toplu iskânlara ve gizli polisin uyguladığı “Büyük Terör”e (1934-
1939) dayalı bir yönetim kurdu. Almanya’da Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalistler 1933'te iktidara geldi.
Hitler takıntılı ırkçı ve milliyetçi hırsla bir kültürel Gleichschal-tung (zoraki standartlaştırma) yürüttü.
izlediği saldırgan yayılma politikası 1939’da II. Dünya Sava-şı'nı tetikledi. 1941’den itibaren Yahudi
yurttaşları ulusal yaşamdan sistemli dışlama çizgisi, Nazi ölüm kamplarında incelikle düzenlenen toplu
katliamlarla altı milyon AvrupalI Yahudinin yok edilmesi noktasına vardı. Almanya savaşın başında Batı
ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal ettikten sonra, SSCB'ye karşı başarısız bir istila seferine
girişti. Japonların 1941’de Amerikan limanı Pearl Harbor’a sal-dınsıyla, savaş Pasifik bölgesine
de yayıldı.
Birliği ve Doğu Avrupa’da Yahudi-lere ve sivil halka karşı uygulanan terör, kanlı çarpışmalar ve
tutsak infazları, Alman kentlerine yönelik Müttefik hava bombardımanı ve doğudaki eski Alman
topraklarından milyonlarca mültecinin sürülmesi emsali görülmemiş ölçekte acılara yol açtı. Avrupa’da
savaş 1945'te konvansiyonel silahlarla sona ererken, ABD uçakları Japonya'ya ilk atom bombalarını attı.
Dünya yeni bir döneme girmişti.
ilk başta dünya yakın dönemde yaşanan felaketten dersler çıkarmaya istekli gibiydi. Daha 1945'te, ülkeler
arasında anlayışı geliştirecek bir uluslararası forum olarak Birleşmiş Milletler kuruldu. Nürn-berg Savaş
Suçları Mahkemesi’yle yeni bir uluslararası hukuk yaratıldı. Batı Avrupa’da demokrasiler görece bir
istikrara kavuştu. Ne var ki, özellikle iki yeni süper güç ABD ve SSCB arasındaki ideolojik
farklılıklar dünyanın etki alanlarına bölünmesine yol açtı.
1947’den başlayarak siyasal, askeri, kültürel ve halkla ilişkilere dönük cephelerde bir “Soğuk Savaş”
yürütüldü. Bu durum SSCB'nin ve tahakkümü altındaki Doğu Bloku’ nun 1989-1991’de çökmesine kadar
çeşitli evrelerle ve değişen şiddet düzeyleriyle sürdü. Bir “dehşet dengesi”ne yol açan karşılıklı atom
bombası tehditleri zaman zaman yerini silahsızlanma antlaşmalarına ve diplomatik girişimlere bıraktı.
1962 Küba füze krizi sırasında, dünya nükleer savaşın eşiğine geldi. Her iki süper gücün müttefiklerini
büyük çapta silahlandırması, Kore ve Vietnam savaşları da dahil, Afrika ve Asya'da bir dizi “dolaylı
savaş”a yol açtı. Vietnam’daki çatışmanın korkunç sonuçları Batı dünyasında 1966-1968 arasında
protesto dalgalarını harekete geçirdi. Bu protestolar kısa sürede genişleyerek kapsamlı bir toplum
eleştirisine dönüştü; zamanla sosyal ve kültürel yaşamın birçok unsurunun özgürleşmesini getirdi. Modern
sivil toplum oluşuyordu.
ISPANYA
1932-1968:
ISPANYA
1936-1939:
İspanya İç Savaşı
1939-1945:
ORTADOĞU
BUYUK BRİTANYA
1940-1945:
DÜNYA
1941-1942:
SSCB’ye yönelik Alman istila harekâtı; Polonya'da Nazi imha kampları; 20 Ocak
1942, VVannsee Konferansı
BREZİLYA
AMERİKA
1933-1945: ABD
1934-1939:
“Büyük Terör" ve
göstermelik
davalar
BUYUK BRİTANYA
1937-1940:
ALMANYA
DÜNYA
1940-1945:
DÜNYA
6 Haziran 1944:
ALMANYA
30 Ocak 1933:
ÇIN
1934-1935:
ASYA
1937-1945:
Japon kuvvetlerinin Çin işgali
İSPANYA
1939-1975:
Francisco
Franco’nun
diktatörlüğü
DÜNYA
7 Aralık 1941:
AVRUPA
1945-1980:
Soğuk Savaş'ın fırtına bulutlarının gölgesinde, II. Dünya Savaşı’nı Avrupa sömürgeci sisteminin
iflas edişinin bir yansıması olarak gören Asya, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde bağımsızlık
mücadeleleri başladı. Güneydoğu Asya ve bazı Arap ülkeleri 1945’te bağımsızlığa kavuştu; onları
1947'de Hindistan ve Pakistan izledi. Mao Zedung 1949’da Çin’de komünist bir yönetim kurdu. 1948’de
İsrail devletinin kurulması Arap komşularıyla sürekli çatışmalara yol açtı. Afrika ülkelerinin 1956-
1957’de başlayan bağımsızlaşma süreci, Cezayir (1954-1962) örneğinde olduğu gibi, çoğu kez kanlı
kurtuluş mücadelelerinin ardından geldi. Yeni bağımsızlığa kavuşan ülkelerin çoğunda, kurtuluş
hareketlerinin karizmatik önderleri otoriter yöntemleri kullanarak iktidara geldi. İslam dünyasının büyük
bir bölümünde, Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın öncülük ettiği Pan-Arapçılık önde gelen
ideoloji oldu. Bu akımı Pan-islamcılık izledi.
Ama her ikisi de uluslar arasındaki ayrılıkları ortadan kaldıramadı. Afrika sonraki yıllarda bir dizi
ekonomik ve siyasi felaketin yanısıra insanlık felaketi yaşadı. Ve bazı çevrelerce hâlâ “aç kıta”
olarak anılıyor. Çoğu Latin Amerika ülkesinde gaddar askeri diktatörlükten demokrasiye geçiş ve ABD
tahakkümünün bir ölçüde azalışı ancak 1980’li ya da 1990’lı yıllarda sağlanabildi.
Medya Çağı
20. yüzyıl sadece savaşlar değil, aynı zamanda kitle iletişim araçları çağıydı. Gazeteler ve
dergiler, filmler ve belgeseller, radyo ve televizyon, telekomünikasyon ve cep telefonları, bilgisayarlar
ve internetle birlikte, özellikle Batı dünyasında bireylerin yaşam tarzını medya belirler hale
geldi. Kitaplara dayalı bir kültürden j dijital görüntüler dünyasına geçişin sonuçları oldukça
farklı yaklaşımlarla değerlendiriliyor. Geçmişte kültür eleştirmenleri açık ve gizli propagandayla yön-
ALMANYA
DÜNYA
' I î* ,
Mmvmf rlLi
"t**-? - - J .
1964-1973:
Vietnam Savaşı
ORTADOĞU
15 Mayıs 1948:
DÜNYA
CEZAYİR
VİETNAM
1945-1967:
ÇİN
ORTADOĞU
1954-1970:
AFRİKA
Cumhuriyeti’nin «gı
ilanıyla başlayan
• - n ı« * |, Mao Zedung
. gf W :ğf 1* ,, dönemi
M
P
MODERN DONEM
1950
DÜNYA
1960
jr
Soğuk Savaş bloklarının dağılması ve 1990’dan bu yana siyasi ve kültürel ilişkilerin değişmesi
dünyayı ne daha yalın, ne de daha barışçıl bir yer haline getirmiştir. Birçok yeni gelişme daha önceki
yıllarda tasarlanmış olsa da, bazı gelişmeler henüz erken evrenin ipuçlarını veriyor.
ABD tek süper güç durumuna geldi. Ancak Latin Amerika’daki siyasi egemenliğini yitirdi ve
İslam dünyasında askeri müdahalelerinden dolayı giderek daha çok eleştiriyle karşılaştı. Buna karşılık,
özellikle Batı dünyasında kültür ve teknolojideki önderliğini daha da sağlamlaştırdı. Dünya genelinde dini
gelenekçiliğin ve köktenciliğin canlanışı ABD politikasını etkiledi; öte yandan Aşırı İslamcılık biçiminde
yeni bir düşman ortaya çıktı. Modern dünyayı “bölen" İslamcı hareketler, şeriatın yön verdiği katı bir
İslam toplumu gibi geriye dönük bir hedefe ulaşmak, ayrıca İslam kültürünün “Batılılaşma”sıyla mücadele
etmek için en gelişkin medya ve teknolojiden yararlanıyor. Bazı gruplar İslam'ı 2001’de New York'taki
Dünya Ticaret Merkezi’ne ve VVashington'daki Pentagon’a yönelik intihar saldırıları
biçimindeki sistematik terör için bir gerekçe olarak istismar ediyor. Günümüzde askeri güce ülkeler
arasında savaşlarda daha az başvuruluyor. Bu gücü daha yoğun kullanan silahlı terörist ve isyancı
grupların eylemleri belirli bölgelerle sınırlı olabilir; ama bunlar dünya çapında sonuçlar doğuruyor.
Geniş kapsamlı siyasi ve ekonomik ittifaklarıyla, sınırları aşan kültürel alışverişleriyle ve dünya
çapındaki veri ve enformasyon akışlarıyla bir küreselleşme çağı yaşadığımız söylenebilir. Dünya hızla
küçülüyor ve birçok gözlemci daha şimdiden ulus-devletin ölümünü ilan ediyor. Ne var ki, bu durum yeni
sorunları gündeme getiriyor. Dünya uluslararası düzeyde homojenleşmiş kültürel biçimlere, kısıtsız ve
filtresiz enformasyon akışının dünya genelinde sağladığı bir demokratikleşme sürecine doğru mu gidiyor
gerçekten? Yoksa “farklılıklar kültürü”nü vurgulayan ve benzersiz bölgesel özellikleri korumaya çalışan
yeni direniş biçimleri mi ortaya çıkıyor? Peki, dünyanın çok sayıda kültürel alanında gözlemlenen
milliyetçiliğe dönüş eğilimine, etnik ve dini bölünmelere, ayrıca dünya genelinde daha küçük ülkelerin ve
sivil toplum kuruluşlarının varlıklı “küresel oyuncuların kültürel egemenliğine karşı protestolarına ne
diyeceğiz?
İsrail ile Filistinliler arasındaki ilişki gibi birçok köklü çatışma, Afrika kıtasında süregiden
krizler, kıtlığın ve AIDS’in yol açtığı ızdırap-lar henüz yeterince çözülmüş değil. Öte yandan, Çin ve
Hindistan gibi yüksek nüfuslu ülkelerin küresel piyasaya katılımı çarpıcı boyutta genişliyor. Özellikle
Batılı ülkeler açısından henüz çözülmemiş ve büyük kaygı uyandıran bir sorun, yaşlanan nüfus için yeterli
sosyal güvenlik ağlarını ayakta tutmaktır. “Minerva'nın baykuşu ancak akşam karanlığı bastırınca
kanatlarını açar” diye yazmıştı Alman Filozof G. W. F. Hegel. Ortak geleceğimize dönük öngörülerde
bulunmak için insanoğlunun kültürel tarihine dönüp bakmak çok daha kolaydır.
fe t m VENEZÜELLA
HİNDİSTAN
1967-1974: :
Yunanistan'da askeri diktatörlük; Kıbrıs krizi
1978-1979:
1966-1977,
1980-1984:
SSCB
ORTADOĞU
. ~. mi - ***
KAMBOÇYA
1975-1979:
Kamboçya’da Pol
ÇİN
1965-
1967/1969:
Kültür Devrimi
fSs.U'
91
* BMBMaaigaE 11 ’ - mKm■HHK, * %
52
vİllllS^t
1985-1991:
ORTADOĞU
1996-2001:
DÜNYA
Hüseyin'in devrilişi
t î*
1970
2000
MODERN DONEM
E m
Monografik Kutular
Analitik Kutular
Kırmızıya Kayma, s. 42
Devler ve Cüceler, s. 44
Güneş’in Yapısı, s. 46
Gezegenler Karşılaştırması, s. 48
Halley Kuyrukluyıldızı, s. 54
EVREN
Evren sayısız yıldız, gezegen, galaksi ve hepsinden önemlisi hayal bile edilemeyecek boyuttaki
uzaydan oluşur, insanoğlu dikkatli bakışlarını bu uzaya çevirmiştir. Uzaydaki radyasyonu ve
gökcisimlerini inceliyoruz. Güneş sistemimizin düzenini araştırıyoruz. Yıldızların enerji üretimini
anlamaya çalışıyoruz. Bütün bunlardan evrenin nasıl doğup geliştiğine dair modeller bile çıkarmış
durumdayız. Öte yandan, insanların bu kozmik olaylardan kopuk biçimde yaşamasının mümkün olmadığını
kavrıyoruz. Evren hayatın gelişimi ve aynı zamanda yok edilişi için en iyi koşulları sunar. Kozmik
ortamımızı ne kadar iyi tanırsak, içindeki konumumuzu da daha iyi anlayabiliriz. İnsanoğlunun sonraki
büyük macerasının, yani uzayın derinliklerine dalışının ardındaki itici güç budur.
Bir bütün olarak evren neye benzer? Nasıl yaratıldı ve nasıl gelişti? Kozmoloji bu sorulara cevap
bulmaya çalışır. Elimizdeki tek bilgi kaynağı evrendeki cisimlerce salınan ve dış uzayı aşarak bize ulaşan
(ışık ya da enerji biçimindeki) radyasyondur, insanlar bu bilgiler temelinde zekâ ve akıllarını kullanarak
dünyaya ilişkin fiziksel modeller geliştirirler. Elbette bu modeller yeni buluşlarla birlikte değişebilir;
bugün doğru sayılan bir şey yarın yanlış olarak görülebilir.
© Büyük patlama teorisine göre, bütün evren nohuttan daha küçük boyutta bir yapıyla başladı.
Büyük patlamadan beri uzay sürekli genişliyor. Sıcak madde ve radyasyon karışımının soğumasıyla
birlikte yıldızlar ve galaksiler ortaya çıktı. Günümüzde uzay sondaları artık radyasyonu araştırıyor.
Evrenin kökenine dair standart bir model büyük patlama teorisidir. Evren ilk başta son derece yoğundu;
zamanla genişedi ve m3’e l’den az atom düşen bir yapıyla sonsuz boyuta ulaştı.
Kırmızıya Kayma
için yüksek enerjiliydi: (Enerji = sabit x Vdalga boyu).
Işığın kırmızıya kayması uzaklıkla birlikte büyür. Burada yakın bir yıldızın (altta) ve uzak bir galaksinin
(üstte) ışık tayfları arasında bir karşılaştırma görülüyor.
un
Evrene ilişkin bilimsel modeller, evrenin kökenini ve gelişimini ortaya koyar. Modelde özellikle
mevcut özelliklerin açıklanması gerekir. Bunlar arasında madde çeşitleri ve düzenlenişleri yer alır. Bir
özellik son derece çarpıcıdır: Galaksiler (s. 43) birbirlerinden uzaklaşıyor gibidir. Bu hareketin belirgin
bir başlangıç noktası ve dolayısıyla genişleyen evrenin bir merkezi yoktur.
Bilimsel ölçümlerden elde edilen veriler bizi her zaman tek bir yoruma götürmez. Ancak günümüzde çoğu
kozmolog büyük patlama teorisinin doğruluğundan emindir.
Buna göre, ilk anda ne olduğunu hiç kimse tam olarak bilmese bile, evrenin bir başlangıcı vardır. Evrenin
gelişimi, yaklaşık 14 milyar yıl önce büyük patlama olarak bilinen bir genişlemeyle başladı. Bu
anlık genişleme benzersizdi; çünkü çevrede, ortaya çıkan döküntülerin serpileceği bir uzay yoktu.
Uzayın kendisi katlanan bir hızla genişlemeye başladı ve bu süreçte çatladı. Büyük patlama tek bir yerde
değil, her yerde meydana geldi.
Evren ilk evresinde boyut olarak saliselik bir zaman dilimi içinde genişledi. Bu şişme evresinden sonra
da çok daha yavaş bir hızla genişlemeye devam etti.
Madde ve Radyasyon
ilksel madde en küçük temel parçacıklardan doğdu ve ilk başta tasavvur edilemez derecede sıcaktı. Ancak
evrenin genişlemesiyle birlikte, madde soğumaya yüz tuttu. Artık çarpışmayan parçacıklar
kaynaşarak daha büyük parçalara dönüşmeye başladı. Birkaç saniye sonra, evren zamanla atomlara
dönüşecek bileşenlerle doldu: Protonlar, nötronlar ve elektronlar. Evrendeki ilksel madde sıcak ve
yoğundu. Başlangıçta evrene radyasyon (s.
43) egemendi; çünkü fotonların yoğunluğu maddeninkinden daha yüksekti. Fotonlar çok kısa
dalga boylarındaki ışığa denk düştükleri
HUBBLE YASASI uzak galaksilerin daha yakın galaksilere oranla daha yüksek hıza sahip olduğunu, yani
uzak galaksilerin daha yakın galaksilere oranla daha yüksek hızla bizden uzaklaştığını belirtir. “Kırmızıya
kayma” bizden uzaklaşan ışığın yarattığı izlenimdir. Bu ışık daha uzun bir dalga boyu varmış gibi görünür;
yani mavi ışık kırmızı ışığa doğru uzanır. Bir galaksi içindeki gaz ve toz bulutları yıldızlarca salınan ışığı
emer. Kırmızıya kayma derecesi galaksinin hızına bağlıdır.
Bir ışık dalgası genişleyen uzaydan geçerken ne kadar uzunsa, o ölçüde daha fazla gerilir. Bu da
daha kırmızı görünmesine yol açar.
#.
VAROLUŞUMUZUN SAHNESİ 43
SONSUZLUĞUN YAPILARI
Evrenin daha erken aşamalarında ilk kimyasal elementler oluştu. Daha sonra yıldızlar, galaksiler ve
hayret verici büyüklükte kozmik yapılar şekillenmeye başladı.
Büyük patlamadan birkaç dakika sonra protonlar ve nötronlar kaynaşarak hafif atom
çekirdeklerine dönüştü. Yaklaşık 380 bin yıl sonra, atom çekirdekleri elektronlar kaparak atomlar
oluşturmaya başladı. Böylece ilk kimyasal elementler ortaya çıktı: Hidrojen, helyum ve lityum.
Radyasyon ve madde arasındaki karşılıklı etkinin azalmasıyla birlikte radyasyon serbestçe yayılabilir
hale geldi; sonuçta evren saydamlaştı. Uzay daha da genişlerken, radyasyon dalgaları uzadı ve enerjileri
azaldı. Bu karanlık çağlarda maddenin baskın biçimi gazdı; çünkü ışık saçan yıldızlar (s. 44) henüz yoktu.
Yapıların Oluşumu
Evrenin başlangıcında yapıların (yıldızlar, galaksiler, galaksi kümeleri ve süper kümeler) oluştuğu kesim,
maddenin hafif aşırı yoğun olduğu bölgelerdi. Madde kendi kütleçekimi altında yığıştı ve ortaya çıkan
yığınlar (yine kütleçekimi aracılığıyla) ilave materyaller
* \
**
- 4
taksileri gösteriyor.
21. YÜZYIL
GERİ KALAN BÖLÜM, %23'lük oranla çekici kara madde ve %73'lük oranla itici kara enerjidir.
Galaksiler
Galaksiler dönen devasa yıldız, gazve tozyığınlarıdır. Bu bileşenler arasında hatırı sayılır miktarda boş
uzay vardır. Biçimleri genellikle eliptik ya da sarmaldır. Güneşimiz yaklaşık 100 milyar dızdan oluşan
Samanyolu galaksisinin sarmal kolunda yer alır. Işığın Samanyolu galaksisini aşması 100 bin yılı alır,
ikinci büyük galaksi Andromeda’dır. Onun ışığı 2 milyon yılı aşan bir süre yolculuk ederek Dünya’ya
ulaşır. Birçok galaksi bir araya gelerek bir galaksi kümesi oluşturur.
Ancak bu süreçlerin ayrıntıları henüz kesin olarak açıklanamamıştır. Bilimciler büyük patlamadan doğan
maddenin düzgün dağıldığını ve diğer şeylerin yanı sıra kara maddenin yığışmasına sıkışmanın yardımcı
olduğunu varsaymaktadır. Kara maddenin niteliği henüz anlaşılmamıştır; çünkü görünmezdir ve
ancak olağan madde biçimlerini etkileyen kütleçekimi kuvveti aracılığıyla gözlemlenebilir.
Evrende Mesafeler
Uzay boşluğunda ışık yaklaşık saniyede 300.000 km’lik bir hızla ilerler. Bir yılda yaklaşık 9.500 milyar
km yol alır ve bu bir ışıkyılı olarak bilinir. Işıkyılı evrenin akıl almaz mesafeleri için kullanılan bir
ölçüm birimidir. Güneş’e en yakın yıldız Dünya’ya 4,3 ışıkyılı uzaktadır.
Galaksiler dış uzayda dengeli dağılmamıştır. Kütleçekimi kuvveti galaksi kümelerinin oluşmasını sağlar.
Galaksi kümeleri de birleşe-rek süper küme olarak bilinen daha büyük yığınlara dönüşür. Erimleri 100
milyon ışıkyılını aşabilen bu süper kümeler binlerce galaksiyi kapsar.
Süper kümeler kütleçekimiyle birbirine bağlanır ve sabun kabarcığı zarlarına benzer lifler boyunca uzanır.
Bu türden yapıların bilinen en büyük örneği 1989’da keşfedilen Büyük Duvar’dır. Burada 500 milyon
ışıkyılı uzunluğunda, en az 200 milyon ışıkyılı genişliğinde ve 15 milyon ışıkyılı derinliğinde bir alana
2.000’den fazla galaksi dağılmıştır.
Sondası'nın (WMAP) ölçüm verileriyle hazırlanmış bir gökyüzü sıcaklık haritası. Daha sıcak (kırmızı) ve
daha soğuk (mavi) bölgeler arasındaki sıcaklık değişiklikleri ancak derecenin binde biri düzeyindedir.
BÜTÜN EVREN kozmik arkaplan radyasyonuyla doludur. Bu genellikle büyük patlamadaki genişlemeden
geriye kalan radyasyon olarak kabul edilir. Evrenin genişlemesinin bir sonucu olarak, bu radyasyonun
dalga boyu uzamış ve enerjisi dağılmıştır. İlk aşamalarda evrenin ısısına denk düşen enerjisi
günümüzde sadece 2,7 K’dir (Kelvin derecesi), yani mutlak sıfırın (-273,15°C) 2,7 derece üstündedir.
Diğer bakımlardan radyasyon değişmemiştir. Radyasyon ve maddenin ilk başta yakın bağlantı içinde
olmasından dolayı, kozmik arkaplan radyasyonunun büyük patlamadan kısa bir süre sonraki madde
dağılımını yansıtıyor olması gerekir.
En ufak sıcaklık farklılıktan (yukarıda) maddenin pekişerek yıldızlara ve galaksilere dönüşmesine yol
açtı.
Yıldızların doğuşu \ Yıldızların ölümü ve izleri | Enerji kaynağımız Güneş | Yıldızların altında
kilit bilgiler
® Gezegenleri ve aynı şekilde insan vücudunu oluşturan materyal büyük ölçüde yıldızlarda üretilir.
YILDIZLARIN DOĞUŞU
Yıldızlar kendi kütleçekimi kuvvetleriyle yoğunlaşarak gaz toplarına dönüşen kütlesel gaz ve toz
nebulalarından oluşurlar. Kütle, renk ve parlaklık bakımından değişkenlik gösterirler: ama aynı enerji
kaynağına, yani nükleer füzyona dayanırlar.
Yıldızların kozmik üreme alanları ağırlıklı olarak hidrojen gazından oluşan yayvan nebulalardır.
Bunun bir örneği olan Orion Nebulası yüksek yoğunluğuna karşın, parçalı örtü halindeki opak bölgelerle
kırmızımsı bir görünüm taşır. Bu bölgelerdeki toz, yıldızlardan gelen ışığı emerek geçişini önler. Bir gaz
Kartal Nebulası’nın gaz ve tozundan yıldızlar oluşur. Yaydığı radyasyon gazın parlamasını sağlar.
nebulası yeterli kütleye sahipse, zamanla kendi ağırlığı altında çöker. Gaz tekil bulutlara ayrılır ve bunlar
sıkışarak gaz toplarına dönüşür. Gaz daha da sıkıştıkça iç-basınç artar, içbasıncın yeterli derecede
yükselmesiyle gaz topu, kütleçekimi kuvvetine karşı koyabilir ve böylece çöküş durur. Çok büyük ve gazlı
bir nebulada gaz dağılmaz; daha ziyade büyük top “parçalanarak” daha küçük toplara ayrılır. Bunlar daha
sonra tekil yıldızlara ya da yıldız sistemlerine dönüşür.
YILDIZLAR kütle, boyut ve sıcaklık açısından değişkenlik gösterir. Kırmızı cüceler, yani Güneş
kütlesinin yüzde 8 ila 60’ı düzeyinde kütleye sahip yıldızlar enerjiyi tutumlu salar ve dolayısıyla daha
uzun ömürlü olur. Bunların hidrojen çekirdeklerini helyuma dönüştürmeleri daha az enerji gerektirir.
Daha yüksek kütleli yıldızlardan bazıları Güneş’in kütlesinden 100 kat büyük olabilir ve 10.000 kat daha
parlak ışıldayabilir. Dolayısıyla enerjileri daha çabuk tükenir. Kırmızı devler (s. 45) ömürlerinin sonuna
gelmiş yıldızlardır; özgün çaplarının 100 katına kadar genişleyebilirler.
Kırmızı Cüce *—
Gazın sıcaklığı şiddetle artar. Yıldızın oluşması sırasında hidrojen atom ları çarpışarak elektronları
koparır. Plazmanın sıcaklığı yaklaşık 10 milyon°C’yi geçtiğinde nükleer füzyon tutuşur ve hidrojen atom
çekirdekleri kaynaşarak helyum atom çekirdeklerine dönüşür. Bu süreçte muazzam miktarda enerji açığa
çıkar; yıldız ışın saçmaya başlar.
Devler ve Cüceler
«t
Kozmik Ömürler
İnsan algılamasına göre, bir yıldız akıl almaz ölçüde uzun bir süre ışın saçar. Güneşimizin (s. 46)
tahmini ömrü 10 milyar yıl dolayındadır. Bir yıldızın kütlesi ne kadar yüksek olursa, enerji kaynağı o
ölçüde çabuk tükenir.
Mavi-Beyaz
Güneş
1 güneş kütlesi
Kırmızı Dev
5 güneş kütlesinden düşük yıldızların evrimiyle ortaya çıkmış çok yaşlı yıldızlar
Orion Nebulası aynı adlı takımyıldızında gözlemlenebilir. En yoğun bölgeleri pek çok yıldızın doğum
yeridir.
Bir yıldızın yaşam döngüsünün son evresi çalkantılı olabilir. Yüksek kütleli yıldızlar balon gibi şişer ve
hatta patlar. Tuhaf gökcisimlerinin çoğu aslında dağılmış yıldızların kalıntılarıdır.
Helix Nebulası s on derece karmaşık bir gezegen nebuiasıdır. Bazı astronomlar merkezinde iki yıldızın
yer aldığı kanısındadır.
Yıldızın merkezindeki hidrojen kaynağı tükendiğinde, enerji çıkışındaki azalma ıçbasınanı düşürür.
Yıldızın çekirdeği kendi kütleçekimi kuvveti altında büzüşür ve böylece sıkışarak yeniden ısınır. Çekirdek
yeterli sıcaklığa varırsa, helyum karbonun yanı-sıra oksijenle kaynaşabilir ve dolayısıyla yıldız bir süre
daha enerji üretmeye devam edebilir.
Yıldız Şişmesi
Yıldız bu enerjiyle bir kez daha patlar ve dış gaz katmanlarının çapı yüz misli genişler. Yüzeyi soğur
ve bu süreçte kırmızımsı bir görünüm alır. Yıldız artık bir kırmızı deve dönüşür. Yüksek kütleli bir dev
yıldızın merkezi öylesine sıcak hale gelebilir ki, nükleer füzyon süreciyle demir gibi ağır kimyasal
elementler oluşabilir.
“Kırmızı devler” pek dengeli değildir. Böyle bir değişken yıldız periyodik ya da düzensiz
atımlarla zonklar ve çoğu kez dış katmanını bir gezegen nebulası biçiminde dışarıya atar. Güneş'inkine
yakın kütleye sahip bir yıldız bu durumda ömrünün sonuna varır. Geriye, yaklaşık Dünya büyüklüğündeki
parlak ve sıkışık çekirdek kalır. Geride kalan bu beyaz cüce gittikçe soğur.
Sekiz güneş kütlesinden daha yüksek kütleye sahip bir yıldızı farklı bir akıbet bekler. Yakıtın
tükenmesinden sonra merkez bölgenin çöküşü sırasında, son bir kütlesel enerji şahmıyla dış katmanlar
savrulur. Yıldız bir süpernova olarak patlarken, aynı anda çekirdeği daha da çöker, içbasınç şiddetli
şekilde artar ve atom bileşenleri birbirini sıkıştırır. Elektronlar ve protonlar artık nötronlara dönüşür ve
boş alanlar yokolur. Bu nötron yıldızının Güneş’inkine yakın bir kütlesi vardır, ama çapı 10-20 km
dolayındadır. Bir çay kaşığı kadar nötron materyali yaklaşık bir milyar küçük arabanın kütlesine ulaşır.
Nötron yıldızları çabuk döner ve periyodik bir radyo sinyali gönderebilir. Yengeç Nebulası bir süpernova
kalıntısının en iyi bilinen örneğidir, içindeki bir pulsar saniyede 30 kez döner.
Nötron yıldızı ancak yaklaşık üç güneş kütlesinden daha düşük düzeyde kararlı olur. Aksi halde, kendi
kütleçekimi kuvvetine direnemez ve bu kez tam anlamıyla çöker. Böyle oluşan bir kara deliğe, inanılmaz
kütleçekimi kuvvetinden dolayı ne ışık, ne de madde sızabilir. Bir kara deliğin içinde, boşluk öylesine
sıkışır ki, normal fizik yasaları artık geçerli olmaz.
Süpernova
SÜPERNOVA PATLAMASINDAN kaynaklanan radyasyon sadece birkaç düzine ışık yılı uzakta olsa bile
çok yıkıcı olabilir. Bir gezegenin atmosferi -ve büyük olasılıkla o gezegendeki hayat- hasar görebilir.
BU SÜREÇTE IŞILDAMA bir milyar kat artar. Patlayan yıldız kısa bir süre için bütün galaksi kadar
parlak görünür.
EVREN
EVREN
Güneş sadece güneş sistemimizin merkezinde yer almaz, hayatımızın da merkezini oluşturur. Devasa bir
enerji santrali olarak bize ışık ve ısı sağlar.
Güneş’in Yapısı
GÜNEŞ YÜZEYİNDEKİ radyasyon püskürmeleri uzay hava durumunda geçici değişikliklere yol açar.
Güneş lekelerinin ve radyasyon patlamalarının sıklığı belirgin şekilde 11 yıllık bir ritimle dalgalanma
gösterir.
JEOMANYETİK FIRTINALAR Güneş’in patlamalar yoluyla uzaya normalden daha fazla radyasyon ve
küçük parçacıklar savurduğu durumlarda oluşur. Elektrik yüklü parçacıklar bir ila dört gün sonra
yeryüzüne ulaşır ve Dünya’nın manyetik alanında (s. 61) elektrik akımları yaratır.
Bütün yıldızlar gibi, Güneş de sıcak gazlardan oluşmuş bir küredir. Çapı Dünya’nınkinden 109 kat
büyüktür. Güneş esas olarak hidrojenden oluşur, ama çok az miktarda helyum ve çeşitli diğer ağır
elementler de içerir.
Aurora borealis denen kutup ışıkları, güneş rüzgârı parçacıkları Dünya'hin atmosferindeki atomlarla ve
moleküllerle çarpıştığında görülür.
Güneş’in İçi
Güneş’in çekirdek bölgesinde gaz kendi ağırlığı altında güçlü biçimde sıkışır ve yaklaşık 15 milyon°C
düzeyinde bir sıcaklığa kadar ısınır. Hidrojen atomları çarpışarak hidrojen çekirdeklerine ve elektronlara
ayrılır. Hidrojen çekirdekleri kaynaşarak helyum çekirdeklerine dönüştüğünde büyük miktarda enerji
salar.
Bu nükleer füzyonla salınan enerji nötrino (kütlesiz ve etkileşim-siz bir parçacık) biçimindedir
ve doğrudan Güneş’in dışına taşınır. Radyasyon enerjisinin bir kısmı Güneş’in içindeki bir bölgeyi
ısıtmaya gider; çünkü enerji gaz kabarcıklarını ısıtır. Bunlar yükselir ve fotosfere, yani Güneş
yüzeyinin gözle görülebilir dış bölgesine enerji salar. Ardından soğuyup çöker. Fotosferde yüksek enerjili
fotonlar emilir ve ışın olarak yeniden saçılır.
Göz kamaştırıcı fotosferin çevresindeki iki katman neredeyse saydamdır ve ancak bir güneş tutulması (s.
52) sırasında görülebilir. Bu durumda kromosfer solgun bir kırmızı parıltı olarak seçilirken,
beyazımsı taç aşınmış bir çelenk biçiminde bunu çevreler. Taçtaki sıcaklık artarak 1 milyon°C’nin üzerine
çıkar. Fotosfer güneş ışığını sağlarken, kromosfer ve taç da radyo ve x ışını dalgaları saçar.
tim
Güneş yüzeyinde güneş lekeleri aracılığıyla saptanabilen muazzam miktarda faaliyet meydana
gelir. Çevrelerine göre daha koyu görünen bu lekeli alanlar soğumadan kaynaklanır. Güneş'in
olağanüstü güçlü manyetik alanlarındaki bu oluşum, daha soğuk alanlarda düşük düzeyli enerjinin dışarıya
itilmesine yol açar. Güneş lekelerinin yakınında “parlama” olarak bilinen güneş kromosferi püskürmeleri
vardır. Bunlar çarpıcı morötesi ve x ışını radyasyon patlamalarının sonucudur. Tek bir parlama sadece bir
saniyede neredeyse bütün Güneş kadar enerji salar. Bu parlamalar, Dünya’ya kadar ulaşabilen patlamalı
Güneş materyali sa-lımları da yaratır. Güneş tacı küçük parçacıklar savurur; bunlar topluca güneş rüzgârı
olarak bilinir. Elektronlardan, hidrojen ve helyum çekir-
deklerinden oluşan güneş rüzgârı Dünya’ya saniyede neredeyse 400 km’ye varan bir hızla ulaşır.
Telsiz iletişimini ve elektrik şebekelerini bozacak düzeyde bir fırtına yaratabi lir.
Güneş tutulması sırasında Güneş ile Dünya arasına giren Ay’ın gölgesi Dünya’ya vurur.
YILDIZLARIN ALTINDA
Kentlerin ışıkları yıldızlarla dolu berrak bir gökyüzü görüntüsünü çoğu kez önler. Gökyüzü, ihtişamını,
ancak bu “ışık kirliliği”nden uzaklaşıldığında sergileyebilir.
Açık yıldız kümesi NGC265'İ kendi yıldızlarının kütleçekimi kuvveti zayıfça bir arada tutar.
Gökyüzü gündüz bile yıldızlarla dolu ama hepsinden daha parlak ışıldayan Güneş görülebilir.
Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesi nedeniyle, Güneş gökyüzünde bir tur atıyormuş gibi görünür.
Güneşin batmasıyla birlikte, diğer yıldızların cılız ışığını seçebiliriz. Onlar da Güneş gibi halkalar
halinde yavaşça
Güneşe en yakın yıldızlar güney gökyüzünde Erboğa takımyıldızında ışıldar. En parlak Alfa Erboğa’yı
teleskoptan bir çift yıldız olarak görmek mümkündür. Bu iki yıldız Uranüs’ün (s. 53) Güneş çevresindeki
yörüngesine yakın bir mesafeyle her 80 yılda bir birbirinin çevresinde dolanır. Alfa Erboğa Dünya'dan
yaklaşık 4,4 ışıkyılı ötededir. Ona eşlik eden Proksimal Erboğa ise 4,3 ışıkyılı ötededir ve Güneş'e biraz
daha yakındır.
kayarak, ortak bir nokta çevresinde dolanır. Dünya’nın ekseni uzaya doğru uzatılınca, bu dayanak
noktasını işaret eder. Kuzey yarıkürede duran bir gözlemci için, sözkonusu nokta gökyüzünün kuzey
kutbudur ve kuzey yıldızıyla neredeyse aynı konumdadır.
Yıldızların Parıldaması
Yeryüzünden bakılınca, bazı yıldızlar daha parlak görünür. Parlaklık farklılıkları yıldızların Dünya’ya
değişik uzaklıklarda olmasının ve farklı yoğunluk düzeylerinde ışıldamasının sonucudur. Dünya’nın
atmosferi farklı kalınlıkta ve sıcaklıkta katmanlardan oluşur. Hava bölmeleri ya da hücreleri birlikte
farklı hızlarda ilerleyerek, hareketli birer mercek işlevini görür. Bu durum ışığın düz bir hattan sapmasına
ve böylece bir yıldızın ya da gezegenin (s. 48) göz kırpıyormuş ya da titriyormuş gibi görünmesine yol
açar. Gezegenler Dünya’ya yıldızlardan daha yakındır ve birer nokta gibi değil, birer ufak disk gibi
görünürler; dolayısıyla görüntüleri hareketli atmosfer rüzgârlarınca öyle kolayca çarpıtılmaz.
Takımyıldızlar
Modem astronomiden ve uzay uçuşlarından çok önce, insanlar yıldızların varlığında bir düzen bulmaya
çalıştılar. Tekil yıldızları hayali çizgilerle birbirine bağlayarak, gökyüzünde mitlere ve efsanelere dayalı
şekiller çizdiler. Her kültür kendi takımyıldızlarını yarattı.
Günümüzde, takımyıldızlar astronomi biliminde hiçbir anlam taşımamakla birlikte, belli yıldızları ya da
gezegenleri aramada yararlı olabilir. Güneş’ten sonraki en parlak yıldız Sirius, Orion kuşağını oluşturan
üç parlak yıldızdan çizgileri sola ve aşağıya doğru uzatarak bulunabilir.
Yıldız Kümeleri
Samanyolu'ndaki birçok yıldız gibi, Sirius da bir çift yıldızdır ve olgun ışıklı bir yıldızla birlikte dolanır.
Küt-leçekimiyle birbirine bağlanan Sirius ve yol arkadaşı, ortak bir noktanın çevresindeki yörün geyi
izler. Yıldız kümeleri yaygındır. Birkaç yüz taneye kadar varmak üzere, kütleçekimiyle zayıf
biçimde birbirine bağlanmış yıldızlar açık yıldız kümelerini oluşturur. Bunların bir
“çekirdeği” yoktur.
Samanyolu
Berrak bir gecede Samanyolu’nun solgun, bulanık ışık bandı gökyüzünde yumuşak dış hatlarla
parıldayarak, Dünya’nın bağlı olduğu galaksinin (s. 43) simetrisini gösterir. Aralarında geniş mesafe
bulunan sayısız yıldız, gaz ve toz bulutlarıyla birlikte, Samanyolu galaksisinin merkezi çevresinde sarmal
kollar halinde döner. Yeryüzünden ışığın tamamı gözlemlenebilir. Işık bandı galaksinin merkezi olan Yay
takımyıldızının çevresinde en parlak düzeydedir.
Samanyolu'nun bir teleskoptan görünüşü
Küresel kümeler, sayıca birkaç binden başlayıp yüz bine varan sayıda yıldızdan oluşan sıkı
topluluklardır. Bir galaksinin (s. 43) şişkin bölgesini ya da merkezini çevreleyen bir küreye düzgün
biçimde dağılmışlardır.
Geceleyin görülebilen yıldızların hepsi galaksimize aittir. Daha uzaktaki yıldızlar ise ayrı birer yıldız
olarak seçilemez; hep birlikte Samanyolu’nun 90.000 ışıkyılı çapa ve 275.000 ışıkyılı çevre uzunluğuna
sahip solgun ışıldama bandını oluşturur.
EVREN
KİLİT BİLGİLER
GÜNEŞ SİSTEMİ yaklaşık 4,6 milyar yıl önce devasa bir gaz ve toz bulutundan oluştu.
GEZEGENLER, cüce gezegenler ve daha küçük boyutlu sayısız gökcismi Güneş’in çevresinde dolanır.
Dünya ve başka birçok gökcismi bir kozmik atlıkarınca gibi Güneş’in çevresinde dolanır. Öbür yıldızların
çevresinde dolanan gezegenler de saptandığı için, güneş sistemimizin evrende benzersiz bir durum
olmadığı apaçıktır. Ancak kesin olarak bilinen şey hayatı barındırdığıdır.
© Her zaman benzer bir tarzda ortaya çıkmakla birlikte, gezegen sistemleri belirgin ayrılıklar gösterir.
Güneş sistemi evrende bir vahadır; çünkü barınılması zor engin uzayın ortasında insanlara hayatı
sürdürecek bir sığınak sunar.
EVREN
Güneş (s. 46) ve bütün gökcisimleri güneş sistemine girer. Bunlar gezegenleri ve uydularını, cüce
gezegenleri, asteroitleri (s. 54) ve hatta daha küçük diğer gökcisimlerini kapsar. Güneş'in yerçekimi
kuvveti gezegenleri kendi çevresindeki eliptik yörüngelerde tutar.
Gezegenler ve Asteroitler
Güneş bir yana bırakılırsa, gezegenler güneş sistemindeki en büyük gökcisimleridir. Yörünge yollan aşağı
yukarı aynı düzlemdedir. Yu-
Gezegen Nedir?
Plüton, 1930’da keşfedildiğinden beri bir gezegen olarak kabul edildi. Sonraları yakınında birçok benzer
cisim saptandı. 2006’da “gezegen" kelimesi üç belirleyici unsura göre tanımlandı: Bir yıldızın
yörüngesinde dolanması ve başlı başına ne bir yıldız ne de bir uydu olması; kabaca küre biçiminde
olması; güneş sisteminin gelişim evresinde diğer kozmik materyalleri kendi yörünge ortamından
temizlemesi. Plüton 3. koşula uymadığından, Eriş ve Ce-res gibi bir cüce gezegendir.
Güneş sistemi milyarlarca başka yıldızla birlikte Samanyolu galaksisine (s. 43) aittir. Sarmal
kolların birinde yer alır ve yaklaşık 28.000 ışıkyılı uzaklıkta, galaksi merkezinin çevresinde döner.
Hızının saniyede 220 km olmasına karşın, tek bir yörüngeyi tamamlaması 200 milyon yılı bulur.
Hayat Kuşağı
Dünya ısı sağlayan Güneş’in çevresinde tam “doğru” uzaklıkta dolanır: Güneş ısısı ne aşırı sıcak, ne de
aşırı soğuktur. Bu durum yeryüzünde sadece buz ya da buharın değil, hayat için gerekli olan akarsuların
bulunmasına olanak verir. Hayat kuşağı, bir yıldıza akarsu oluşumunu mümkün kılan mesafe içindeki
alandır. Ölgün bir yıldız açısından görece yakınken, daha parlak ışıltılı biryıldız açısından çok daha
uzaktadır. Bir gezegenin yüzeyindeki sıcaklık atmosferine de bağlıdır.
Gezegenler Karşılaştırması
Cüce gezegenler Plüton ve Eriş, Neptün’ün yörünge yolunun ötesindeki bir uzaklıkta Güneş
çevresinde dolanır. Bu uzak alanda sayısız küçük gökcismi kendi rotasını izler.
GÜNEŞ SİSTEMİNDEKİ en büyük gezegen olan Jüpiter, Dünya’dan 11 kat büyük ve 318 kat ağırdır.
Dünya ise Venüs’ten biraz daha ve Merkür’den 2,5 kat büyüktür; Mars’la yaklaşık Merkür Venüs Mars
Jüpiter Uranüs Neptün olarak aynı büyüklüktedir. Cüce gezegen Plüton, Dünya’nın uydusu Ay’dan biraz
daha küçüktür. Resimde gezegenler arasındaki uzaklıklar ölçeğe göre gösterilmemiştir:
Dünya ile Güneş arasındaki uzaklık yaklaşık 150 milyon km’dir. Jüpiter beş kat uzaktadır.
Güneş’in çapı Dünya çapının 109 katıdır.
Evrende gezegen sistemlerinin doğduğu devasa gaz ve toz diskleri gözlemlenmiştir. Uzak yıldızların
çevresindeki gezegenleri keşfetmek zor olsa da, buna dönük arayış sürmektedir.
Genç yıldızların çevresinde çoğu kez gaz ve toz diskleri dolanır ve zamanla bunlardan gezegenler
oluşabilir.
Güneş sistemi benzersiz bir örnek değildir. Galaksimizin birçok kesiminde yıldızların çevresinde
gezegenler vardır. Başka yerlerde yeni gezegen sistemleri oluşmaktadır. Birçok ayrıntının henüz tam
anlaşılmamış olmasına karşın, güneş sistemimizin kendi kütleçekim kuvveti altında sıkışan devasa bir
gaz ve toz bulutundan doğmuş olması mümkündür. Merkezinde bir yıldızın oluşmasıyla (s. 44) birlikte, bu
bulut daha hızlı dönmeye başladı ve dönerken kollarını içeriye çekmiş patenciyi andıran bir biçime
büründü. Toz bulutunun dış alanı merkezkaç kuvvetine bağlı olarak yassılaştı. Parçacıklar arasındaki çok
sayıda sert çarpışmanın çekim kuvveti kazanan materyal kütleleri yaratmasıyla birlikte proto-
gezegen diski oluştu ve kütlelerden gezegenler, asteroitler vs. ortaya çıktı.
ÖZEL BİLGİLER
İLK İKİ DIŞ GEZEGEN 1992’cfe pulsar denen sönmüş bir yıldızın (s. 45) yakınında görüldü.
DIŞ GEZEGENLERE ilişkin fotoğraf bulguları şimdiye kadar özellikle karanlık yıldızlara özgü istisnai
durumlarda derlenmiştir.
Saptama Güçlüğü
Şimdiye kadar dış gezegenler, yani Güneş’e ya da diğer parlak yıldızlara benzer yıldızların
yakınındaki gezegenler en iyi teleskoplarla bile görüntülenememiştir. Güneş’e en yakın yıldızlar dahi
birkaç ışıkyılı ötededir (s. 43).
Böyle bir uzaklıkta, yıldızlar ve gezegenler tek başına seçilemeyecek ölçüde birbirine yakınmış
gibi görünür. Farları yanık arabaları çok uzaktayken ayırt etmek güçtür. Birinin ışıltısı öbüründen bir
milyar kat daha parlakken, iki gökcismini ayırt etmek daha da güçtür.
Arama Yöntemleri
Dış gezegenler astrometrinin yanı-sıra birçok farklı yolla bulunabilir. Geçiş fotometrisinde, ana
yıldızın önünden geçen gezegenin ışığı loşlaşır. Dopler spektroskopisinde ya da radyal hız yönteminde,
gezegenin yıldız çevresindeki devinimi tayf çizgilerinde kaymalara yol açar. Diğer bir yöntem, bir
pulsarın yörüngedeki bir gezegenin varışına bağlı değişken zonklamasını izlemektir. Uzmanlar Güneş ötesi
gezegenleri doğrudan gözlemlemek amacıyla yıldızların göz kamaştırıcı ışığını örtme yollarını arıyorlar.
Gittikçe daha ileri teknolojiye dayanan teleskopların yardımıyla, Güneş ötesi büyük gezegenler, sözgelimi
daha küçük kütleli yıldızların yörüngesindeki gezegenler keşfedilebilir.
Gelecek yüzyılda gelişkin uzay teleskoplarının yardımıyla, Dünya' ya yakın büyüklükte Güneş
ötesi gezegenleri sistematik olarak saptamak da herhalde mümkün olacaktır. Eğer atmosferleri varsa,
bu gezegenlerde hayat belirtileri aranabilir. Örneğin, bu belirtilerden biri, bitkilerin ürettiği ve
Dünya’nın atmosferinde yer alan oksijen olacaktır.
51 Pegasi
51 Pegasi, yörüngesinde birgeze-genin dolandığı saptanan Güneş benzeri ilk yıldızdır. Pegasus
takımyıldızındaki bu yıldız Dünya’dan 50 ışıkyılı kadar uzaktadır. Gezegeni yaklaşık olarak Jüpiter’in
yarısı ya da Dünya'nın 160 katı düzeyinde bir kütleye sahiptir. Yıldıza uzaklığı ise Dünya ile Güneş
arasındaki mesafenin 20’de birine eşittir. Dolayısıyla, gezegendeki sıcaklık bazen 1000°C'ye kadar ulaşır.
Yıldız çevresindeki bir dönüş sadece 4,2 günü alır. Bu dış gezegen 1995'te keşfedilmiş ve o tarihten beri
200’den fazla benzer gezegen saptanmıştır.
ŞİMDİYE KADAR keşfedilen gezegen sistemlerinin hiçbiri güneş sistemimizle aynı değildir. Çoğunda iri
bir dış gezegen bağlı olduğu yıldıza yakın bir yörüngede dolanır. Bu sistemlerde büyük olasılıkla başka
gezegenler de vardır; ama mevcut yöntemlerle bunları saptamak mümkün değildir. Bir gezegenin ve
ana yıldızının başka bir yıldızın önünden geçtiği ender olay sırasında, kütleçekimsel mikro-mercek
tekniğiyle küçük gezegenler görülebilir. Bu geçiş arkaplandaki yıldızın ışığını yükselten bir mercek
işlevini görür.
EVRFN
Merkür Venüs
Dünya Mars
•
47 UMa 2.6
• 0.5MJa> 51 Peg
HD 114762
16 Cyg B £ 1.7 M
KİLİT BİLGİLER
ASTEROİTLER VE KUYRUKLUYILDIZLAR
Gezegenler, onların uyduları ve sayısız küçük gökcismi Güneş çevresindeki bir yörüngede dolanır. Büyük
çapta farklı çevre koşullarına rağmen, bunların çoğu hayat için elverişsizdir, insanlar uzay sondalarıyla bu
gökcisimlerini araştırarak, uzay içinde izlerini sürme yönünde ilk adımları atıyor. Her ne kadar uzayda
milyonlarca ışıkyılı ötesini görebilsek de, Samanyolu bizi hâlâ şaşırtabilir.
© Mars'ın yüzeyi Dünya'nınkine son derece benzer; ama sıvı su barındırmaz ve atmosferi de daha incedir.
EVREN
İÇ GEZEGENLER
Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ın yüzeyleri, esas olarak büyüklük ve Güneş’e uzaklık farklılıklarından
dolayı açık seçik ayırt edilebilir. İçlerinden sadece Dünya yaşamaya elverişlidir.
VENÜS’ÜN ÇEVRESİNDEKİ bulut Örtüsü aşındırıcı sülfürik asit damlacıklarından oluşur. Yaklaşık 20
km kalınlığında olmasından dolayı, gezegenin yüzeyini ancak az miktarda güneş ışığı ısıtır. Ama atmosfer
topraktan gelen ısı radyasyonunu tutar ve yüzey ısısını 460°C’ye kadar çıkarır. Düşmanca gaz örtüsü
neredeyse tamamen karbondioksitten, biraz azottan, kükürtdi-oksit, su ve diğer maddelerin izlerinden
oluşur. Basıncı yaklaşık 900 m deniz derinliğindeki hidrostatik basınca denk düşer. Venüs’ün yüzeyinde
sadece hafif bir meltem eser. Venüs’ün çok yavaş dönmesine karşın, üst bulut katmanları
gezegen çevresindeki bir döngüyü ancak dört günde tamamlar.
cisinde sera atmosferi yol açar. Karbondioksit atmosferinin çok ince olmasına rağmen, Mars barınmaya
yakın bir ortama sahiptir. Merkür ve Venüs’ün tersine, Dünya ve Mars'ın çevresinde uydular dolanır.
Merkür
Güneş'e en yakın gezegen Merkür'ün yörüngede bir dolanışı sadece 88 Dünya gününü alır. Dünya bu
gezegene göre Güneş'ten neredeyse üç kat daha uzaktır. Merkür ilk bakışta uydumuz Ay’dan pek ayırt
edilemez olmakla birlikte biraz daha büyüktür. Düşük kütle-çekimi uygun bir atmosferi sürdürmesine
elvermez. Dolayısıyla ince bir gaz örtüsüne sahiptir; bu örtü muhtemelen Güneş’in savurduğu kırıntılardan
(s. 46) ve gezegenin toprağından saçılmış zerrelerden oluşur. Atmosferin ısıyı tutamaması nedeniyle,
Merkür’ün yüzeyindeki sıcaklık son derece değişkendir. Gündüz 430°C ile gece -170°C arasında oynar.
Venüs
Güneş’e ikinci yakın gezegen Venüs neredeyse Dünya kadardır. Bu nedenle Dünya'nın "kardeş gezegen "!
olarak anılır.
Parlak sabah ya da akşam yıldızı olarak da bilinir. Kirli sarı bulut örtüsünden dolayı Güneş’ten aldığı
radyasyonun neredeyse %80'ıni yansıttığından, bazen gündüz bile görülebilir.
Dünya'nın yansıtıcılığı ancak yarı düzeydedir. Atmosferi sayesinde Venüs’ün yüzey sıcaklığı 460°C'nin
üzerinde kalır. Bulutlar arasından görülemeyen yüzeyinin haritası radarlı uzay sondalarınca çıkarılmıştır.
Venüs arazisinin %70’i geniş ve kayaçlı ovalardan oluşur. Bunlann üzerinde, çıkıntı şeklinde, kıta
büyüklüğünde yaylalar yer alır; bazı kesimlerde heybetli dağlar vardır. Ayrıca çöküntüler, vadiler,
uzun kraterler ve kalkan yanardağlar da yüzey yapısını belirler.
Mariner 10 uzay sondasıyla şimdiye kadar Merkür yüzeyinin %45’inin fotoğraflı haritası çıkarılmış
bulunuyor.
Dünya’nın ancak yarısı kadar olmakla birlikte, Mars bütün güneş sisteminde gezegenimize en çok
benzeyen yüzeye sahiptir. Mars’ta bugün ya da geçmişte hayat bulunup bulunmadığı hâlâ belirsizdir.
Mars’ın Güneş’e uzaklığı, Dünya’ nın Güneş’e uzaklığının bir buçuk katıdır ve bir yörünge dönüşünü
tamamlaması 687 Dünya gününü alır. Mars'ta bir günlük süre Dünya gününden biraz daha uzundur.
ÖZEL BİLGİLER
MERKÜR bir gezegen olmasına karşın, Jüpiter'in uydusu Ganymede'den ve Satürn'ün uydusu Titan'dan
daha küçüktür.
TOZ FIRTINALARI her birkaç yılda bir Mars'ın geniş kesimlerini kaplar.
Mars’ın kuzey kutup takkesinde yazın donmuş su katmanları görülebilir. Karbondioksit buzu buharlaştıktan
sonra kışın yeniden donar.
Atmosfer
Mars’ın atmosferi %95 oranında karbondioksit, biraz azot, argon, eser miktarda oksijen ve su
içerir. Gezegen yüzeyindeki basınç tipik olarak 6 milibarın, yani Dünya’da yaklaşık 34 km yükseklikte
hissedilen basıncın biraz üzerindedir. Bir kişinin Mars’ta bir oksijen kaynağı ve bir basınç elbisesi
olmadan yaşaması mümkün değildir.
ince atmosfer ısıya karşı bir tampon sağlamaz. Yazın ekvator civarında sıcaklık gündüz 20°C ve gece
-80°C arasında oynayabilir. Büyük rüzgâr fırtınaları aylarca sürebilir.
Yüzey
Mars aşınmış kayaçlardan kaynaklanan kırmızımsı kahverengi görüntüsüyle geceleri kolayca seçilir.
Dünya’nın tersine, Mars'ın yüzeyinde aktif yatay hareket ya da tektonik levhalar yoktur. Kaya tozları büyük
miktarda demiroksit, yani bildiğimiz adıyla pas içerir. Rüzgârlar ve biraz şiddetli fırtınalar bu tozları
bütün gezegene saçar.
Mars’ın kuzey ve güney yarıküreleri tamamen farklıdır. Kuzeye kraterlerin serpiştiği ovalar egemendir.
Ekvatorun biraz kuzeyindeki Olympus Mons yanardağı, Everest Dağı'nın yaklaşık üç katına varan bir
yükseklikle 26 km’ye ulaşır.
Güneş sistemindeki en yüksek dağ olan bu kütlenin tabandaki çapı 600 km'dir. Güney yarıküredeki dağlık
alan çarpma kraterleriyle doludur. Burada çapları 2.000 km’ye varan birkaç büyük çarpma havzası da
bulunur. Ekvatorun hemen güneyinde yer alan kütlesel kanyon sistemi Valles Marineris'in uzunluğu 4.000
km’yi, genişliği 700 km’yi aşar. Eğer Büyük Kanyon buraya yerleştirilmiş olsaydı, kimse pek farkına
varamazdı.
Taşkın Afetleri
Mars’a Yunan savaş tanrısının adının verilmiş olması biraz ironiktir; çünkü yüzey yapısı önceki bir
çağda Valles Marineris'te meydana gelen yıkıcı taşkınların belirtilerini yansıtır. Su kütlelerinin kuzey
yamaçlı bir eğim boyunca ilerleyerek yerde kesik mecralar açmış ve daha büyük tümsekleri akışın
çevrelediği adalara dönüştürmüş olması gerekir.
Taşkınlara belki de Mars yüzeyinin altında sıkışan ve daha sonra volkanik ısıyla eriyen buzlar yol
açmış olabilir. Ancak bu eski yüzey suyunu görmek artık müm-
MARS'TA SU günümüzde buz biçiminde mevcuttur; anlaşıldığı kadarıyla eskiden sıvı su bile vardı.
MARS'TA HAYATIN varlığı henüz kanıtlanmış değildir. En eski hayat biçiminin mikroorganizmalar
olabileceği varsayılmaktadır.
Mars’ta Su ve Hayat
MARS UZAY SONDALARININ sağladığı veriler gezegenin daha önceki bir çağda kısmen nemli
olduğuna işaret etmektedir. Buna bağlı olarak, atmosferi şimdikinden daha yoğundu ve sıvı su vardı.
Derine inen radar dalgalarıyla, Mars toprağında bol miktarda buza ilişkin ipuçları saptanmıştır.
GÖKTAŞI ALH84001 Mars kayacından (s. 54) oluşur. İçinde saptanan mikroskobik düzeydeki küçük
kristal zincirleri, Dünya’da bulunan bakterilerin bazı bölümlerini andırır. Bunların Mars’taki
bakterilerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tartışmalıdır. Minerallerden ortaya çıkmış olmaları
dahi mümkündür. Benzer izlere başka Mars göktaşlarında da rastlanmıştır.
MARS ATMOSFERİNDE metan saptanmıştır. Bunun jeolojik süreçlerle mi, yoksa mikroorganizmaların
etkisiyle mi oluştuğu henüz belirsizdir.
Bir elektronik mikroskop görüntüsüyle Mars göktaşı ALH84001
değildir; çünkü Mars’ın atmosferi o kadar incedir ki, Güneş’in filtre edilmeyen devasa miktardaki
enerjisi bunu anında buharlaştırır.
EVREN
DÜNYA'NIN YOLDAŞI AY
Ay yaklaşık 384.000 km’lik bir uzaklıkta Dünya’nın çevresinde döner. Hiçbir gökcismi gezegenimize Ay
kadar sürekli yakın değildir ve aynı ölçüde araştırılmamıştır.
Ay'ın yüzeyi kayalık bir çölü andırır. Katılaşmış lavla dolu çarpma kraterleri, havzaları ve çöküntüleriyle
kaplıdır.
Ay ve Güneş Tutulmalarının Oluşumu
AY TUTULMASI, Ay Dünya'nın gölgesinden geçerken oluşur. Güneş tutulması ise Ay’ın gölgesi yeryüzüne
vurduğunda oluşur. Bunun için Ay’ın Dünya ile Güneş arasına girmesi gerekir. Ay’ın gölgesi Dünya'dan
daha küçük olduğundan, güneş tutulmasını ancak belli bölgelerde (s. 46) algılayabiliriz. Çevredeki
yörelerde Güneş'in bir bölümü kararmış gibi görünür.
BİR TUTULMA için Dünya, Ay ve Güneş'in aşağı yukarı düz bir çizgide yer alması gerekir. Ancak Ay’ın
yörüngesi Dünya'nın yörüngesine göre eğiktir, işte bu yüzden Ay’ın Dünya çevresindeki her dönüşünde
tutulmalar meydana gelmez.
Güneş sistemindeki diğer gezegenlerle karşılaştırıldığında, Dünya kendi boyutuna oranla en büyük uyduya
sahiptir. Ay’ın yaklaşık 3.480 km olan çapı Dünya’nın çapının yüzde 25’inden fazlasına denk düşer. Bu
nedenle Dünya ve Ay bazen ikili gezegen olarak anılır. Ama Ay’ın kütlesi kayda değer bir gaz örtüsünü
tutmaya yeterli değildir. Bunun bir sonucu olarak, sıcaklığı aydınlık yü
Kraterler ve Denizler
Krater benekli Ay yüzeyi Dünya'nın yaklaşık 4 milyar yıl önce nasıl göründüğünü ortaya koyar. O sırada
yeni oluşmuş gezegenler, as-teroitlerin bir tür dolu fırtınası (s.
54) altındaydı. Dünya’nın kraterleri zaman içinde rüzgârın, suyun ve yerkabuğu değişikliklerinin
etkisiyle aşındı ya da örtüldü. Bu kuvvetler Ay’da yoktur. Ay'ın görünümü çıplak gözle seçilebilen koyu
renkli düzlüklerin ortaya çıkışından beri pek değişmemiştir.
Eskiden birer deniz sayıldıkları için bu düzlüklere böyle adlar verilmiştir. “Dinginlik Denizi” Ay’ın batı
yarıküresinin merkezinde yer alır. Ay’a 1969’da inen ilk insanlar bu denizin külrengi tozlarına
ayak bastılar (s. 55). Günümüzde Ay’daki denizlerin çarpma kraterlerini ve çöküntülerini dolduran
katı lav nehirleri olduğu bilinmektedir.
Ay bir ayın büyük bölümünde geceleri güneş ışığını yansıtarak gökyüzünü aydınlatır. Çoğunlukla biz Ay’ın
ışık alan yarıküresinin sadece bir kısmını, sözgelimi bir hilal biçiminde görürüz. Dolunay görüntüsü ancak
Ay’ın dönüşü sırasında Dünya'nın Ay ile Güneş arasına girmesiyle ortaya çıkar.
Bununla birlikte Ay'ın Dünya’ya bakan, yani Güneş’i görmeyen karanlık bölümü hiçbir zaman
tam kararmaz. “Dünya ışığı”yla, yani esas olarak Dünya çevresindeki bulutlarca yansıtılan güneş
ışığıyla aydınlanır. Bu fenomen iklim araştırmacıları açısından ilginçtir; çünkü atmosferin ısınmasını ve
iklim değişimini kısmen etkileyen Dünya'nın yansımasını ölçmeyi sağlar.
Günler ve haftalar boyunca Ay’ı gözlemleyen bir kimse, Ay’ın her zaman aynı yüzüyle göründüğünü fark
eder. Bu durum Ay’ın kendi ekseni çevresindeki bir dönüşü Dünya çevresindeki bir dönüşle aynı sü
Ay benzersizdir. Merkür ve Venüs’ün hiç uydusu yoktur; Mars çevresindeki ufak uydular da muhtemelen
sonradan kapılmış aste-roitlerdir. Ortaya atılan açıklamaya göre, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce Mars
büyüklüğünde bir gezegen genç Dünya’yla çarpıştı. Gezegenlerin demir çekirdekleri erirken, kayaçlı
materyalleri buharlaştı ya da uzaya fırlatıldı. Bu materyaller Dünya’nın yörüngesinde toplanıp yığışarak
Ay’ı yarattı. Bu teoriyi doğrulayan olgulardan biri Ay’ın az miktarda demir içermesidir.
yukarıda: Bilgisayar simülasyo-nuna göre, Dünya uydusunu kozmik bir çarpışma sonunda edindi.
rede, yani yaklaşık 27 günde tamamlamasından kaynaklanır. Ay bir yarım dönüşten sonra, dönüşe başlama
noktasının aksi yönüne bakar. İkinci yarım dönüşten sonra yine ilk yöne bakar.
DIŞ GEZEGENLER
Devasa dört dış gezegen, kayaçlı dört iç gezegenden belirgin bir farklılık gösterir. Bunların görece küçük
kayaç çekirdekleri, kalın atmosferleri ve birçok uyduları vardır.
kinden yaklaşık dört kat büyüktür. Dış gezegenlerin hepsi asteroit kuşağının (s. 48, 54) dışında, Güneş’in
çevresinde dolanır. Jüpiter en içteki dış gezegen olarak, Dünya’ya oranla Güneş’ten beş kat daha uzaktır;
diğerleri sırasıyla yaklaşık 10, 20 ve 30 kat uzaktadır.
Kalın Atmosferler
DIŞ GEZEGENLERİN ATMOSFERLERİ esas olarak hidrojen ve helyumdan, ayrıca az miktarda metan,
amonyak, kükürt, su ve başka maddelerden oluşur. Üst katmanların yarattığı muazzam basınca bağlı
olarak, gezegenlerin daha derindeki iç kısımlarında gazlar sıvılaşmıştır.
SIVI KATMANLARIN ALTINDA, Uranüs ve Neptün’ün buza benzer mantoları vardır. Jüpiter ve
Satürn’ün iç kısmındaki basınç yüzeye göre bir milyon kat yüksektir. Buradaki hidrojen elektrik ileten bir
metale benzer. Bütün dış gezegenlerin kayaçlı çekirdeğe sahip olduğu varsayılmaktadır.
Jüpiter
<2* Dünya
Uranüs Neptün
Görkemli Jüpiter güneş sistemindeki en büyük gezegendir; Dünya’nın 11 katı bir çapa ve 318 katı bir
kütleye sahiptir. Dünya’nınkinin dokuz katı çapıyla Satürn de çarpıcılık bakımından pek geri kalmaz.
Uranüs ve Neptün’ün çapları ise Dünya’nın-
Jüpiter’in kahverengimsi-kırmızı ve sarı bulut şeritleri, gezegenin çevresinde dolanan yüksek basınç
fırtınası Büyük Kırmızı Benek'le birlikte hemen göze çarpar. Bu fırtına Dünya’yı kolayca
sarmalayabilecek boyuttadır. Dahası, astronomların 17. yüzyıldan beri gözlemlediği üzere, çok uzun
ömürlüdür. Bütün bulut şeritleri büyük ölçüde Güneş'i meydana getiren gazlardan, yani hidrojen ve
helyumdan oluşmuştur. Renk çeşitlilikleri farklı oranlarda kimyasal maddeler içermelerinden kaynaklanır.
■I Hidrojen, helyum ve metan gazları BU Manto (su, amonyak ve metan buzları) ■i Çekirdek (kayaç, buz)
EVREN
Sayısız Uydu
Dış gezegenlerin çevresinde küçük gezegen sistemlerine benzeyen çok sayıda çeşitli biçimli uydular
dolanır. Şimdiye kadar saptanan
Europa’nın Okyanusu
Jüpiter’in uydusu Europa’nın yüzeyi kalın bir buz kabuğudur. Altında derin okyanusların bulunduğu
sanılmaktadır; çünkü uydu hafif eliptik yörüngesi sırasında Jüpiter'in periyodik değişken kuvvetinin yol
açtığı sıkıştırma ve bastırmayla ısınır. Böylece Europa’nın mikroorganizmalar için bir yaşam alanı
sunması olasıdır. Ama organik maddeyi büyük ölçüde çözündüren hidrojenpe-roksidin ve sülfürik asidin
varlığına dair belirtiler de vardır. Ancak, Dünya’da son derece saldırgan koşullar altında yaşayabilen
bakteriler saptanmıştır.
Güneş rüzgârı zerreleri Satürn’ün güney kutbunda dairesel kutup ışıkları yaratır.
tan oluşan yoğun bir atmosferi vardır. Bu örtü Dünya’nın özgün atmosferine benzese de çok daha soğuktur.
Uranüs’ün uydusu Miranda kanyonlarla kaplıdır. Neptün’ ün uydusu Triton ince bir atmosfere sahiptir ve
35,6 K’dır (-273°C).
Bütün dış gezegenlerin çevresinde halka sistemleri dolanır. Satürn'ünki en büyük ve en gösterişli
olanıdır. Çok sayıda halka toz, buz kristalleri, buz ve kayaç parçalarından oluşur. Satürn’ün halkaları
büyük olasılıkla kopmuş kuyrukluyıldız, asteroit ve uydu kalıntılarıdır. Çubuklar, dalgalar ve iç içe örülü
desenler biçimine bürünmüş bir yapı taşırlar. Bazıları Satürn’ün uydularının ya da fırlayan asteroitlerin
kütleçekimi kuvvetleriyle ortaya çıkmış olabilir.
uydu sayısı 150’nin üzerindedir. Jüpiter'in en büyük uyduları lo, Eu-ropa, Ganymede ve
Calisto’dur. Europa’nın yüzeyi buzdan oluşur, kükürtle kaplı lo güneş sisteminde volkanik bakımdan en
aktif gökcis-midir. Ganymede 5.260 km'ye varan çapıyla, güneş sistemindeki en büyük uydudur. Calisto
yaygın kraterlerle kaplıdır.
Satürn'ün uydularından Titan özellikle dikkat çeker. Güneş sistemindeki ikinci büyük uydudur; azot
Bu kızılötesi fotoğraf Satürn'ün uydusu Titan'ın yoğun atmosferi arasından bir anlık görüntü sağlıyor.
ÖZEL BİLGİLER
JÜPİTER'İN HALKALARI son derece katışıksızdır. Hiçbir buz parçası, buz kristali, kayaç parçası, toz
zerresi barındırmaz.
EVREN
Asteroitler ve kuyrukluyıldızlar güneş sisteminin ortaya çıkışından beri gezegenlerin çevresinde dolanıp
dururlar. Arada bir muhteşem ışık patlamalarıyla dikkati çekerler.
Asteroitler ve kuyrukluyıldızlar güneş sisteminin doğuşu (s. 48) sırasında ortaya çıkmış kalıntılardır.
Yığışarak gezegenlere dönüşememiş materyalden oluşurlar. Asteroitler düzensiz biçimli kayalardır;
bazıları birkaç kilometre uzunluğa varır, ama birçoğu iki kilometreden kısadır.
Kuyrukluyıldızlar buzun birarada tuttuğu büyük toz ve kaya yığınlarıdır. Birkaç kilometre uzunluğa
varabilirler. Asteroitler ve kuyrukluyıldızlar her zaman ayırt edilemez; bazı gökcisimleri her ikisinin de
özellikle- . rini taşır.
mine girdiğinde, Güneş’in etkisiyle ısınır. Bu süreç genelde, içerdiği maddenin kısmen buharlaşmasına ve
“kuyruk" diye anılan uzun bir atmosfer oluşturmasına yol açar. Kuyrukluyıldız güneş ışığını yansıtır; güneş
ışınları kuyrukluyıldızın gazla-nnı yaymasına sebep olur.
Az sayıda kuyrukluyıldız Güneş’in yakınında bir kuyruk edinir. Parçacıklar üzerindeki radyasyon basıncı
ve Güneş’ten gelen ışık, gaz parçacıklarını ve ince tozları kuyruktan dışarıya sürer. Dolayısıyla
Güneş çevresindeki her dönüşte, kuyruk- ,1 luyıldız madde
kaybe- JM
Gaspra
Kuyrukluyıldızların çoğu uzun eliptik yörüngelerle Güneş’in çevresinde dolanır. Birkaçı dış gezegenlerin
hemen ardındaki alandan (s. 53) doğar. Bu bölgede buz ya da kayaç-tan oluşmuş ve geniş bir
alana dağılmış çok sayıda gökcismi vardır. Diğer kuyrukluyıldızların güneş sisteminin kenarından
doğduğu düşünülmektedir. Orada Güneş’in kütleçekimi yok olur ve yıldızlar arasındaki “ıssız alan”
başlar. Işığın bu bölgeye ulaşması bile bir ila iki yılı bulur. Bu kuyrukluyıldızlar büyük olasılıkla güneş
sisteminin çevresindeki Oort bulutunu oluşturur.
Asteroitlerin çoğu Mars ve Jüpiter’in yörüngeleri arasındaki asteroit kuşağında (s. 48) Güneş’in
çevresinde dolanır.
Çarpışma Süreci
Asteroitler ve kuyrukluyıldızlar bir gezegene çok yaklaştığında, başka bir yörüngeye fırlatılabilir,
kütleçekimi kuvvetiyle birer uydu olarak kapılabilir ya da gezegenle çarpışabilir.
Güneş sisteminin I erken tarihinde ikinci olasılık epey sıkça yaşanmıştır. Dünya'da
bile çarpışmaların yaşandığına dair belirtiler vardır. Dinozorların 65,5 milyon yıl önce yok olmasına
bir asteroit çarpması yol açmış olabilir. Günümüzde Dünya’nın yörüngesiyle kesişen asteroitler
Meteorlar
yukarıda: Dünya dağılan bir kuyrukluyıldızın yolundan geçtiği zaman, bir meteor sağanağı görülebilir.
gözlemlenmektedir. Doğrudan tehdit olmamasına karşın, böyle asteroitleri yollarından saptırmaya dönük
yöntemler geliştirilmektedir.
Halley Kuyrukluyıldızı
Toz kuyruğu: Toz Güneş’in radyasyonuyla yavaşça itilir ve kuyrukluyıldızın kıvrık yolunu izler.
Meteorlar geceleyin ara sıra gökyüzünü aydınlatan ışık kaymalarıdır. Atmosfere yüksek hızda giren küçük
madde parçalarından kaynaklanırlar. Hava sürtünmesi bunların buharlaşmasına yol açarken, ayrılan
parçacıkların saldığı enerji bir kızıllık meydana getirir. Bazen meteorlar tamamen sönmez ve artıkları
göktaşları olarak yeryüzüne düşer. Göktaşlannın çoğu asteroit-lerden kopmuş parçalardır.
Bir zamanlar olanaksız sayılan şeyler gerçeğe dönüştü. Roketler insanları uzaya taşıyor, sondalar evreni
araştırıyor ve insan yapımı uydular günlük yaşamımıza damgasını vuruyor.
yukarıda: Uzay sondası Voyager 1
21. YÜZYIL
Uzay mekiği Uluslararası Uzay istasyonu'na (ISS) malzemeler ve astronotlar taşıyor. yukarıda: Güneş
paneli yüzeyleriyle ve bir robot koluyla donanmış ISS.
Sovyet yapımı Sputnik 1, Dünya’nm yörüngesine oturtulan ilk insan yapımı uyduydu. Onunla 1957'de uzay
yolculuğu çağı başladı.
20. yüzyılla birlikte dünya genelinde öncü kişiler uzay yolculuğu hülyalarını somut temellere
oturtmaya başladı. Bilimciler teori düzeyinde geçerliliğini inceledi, roketleri itme ve yönlendirme
sorunlarına çözümler aradı.
Askeri Gelişmeler
Roketin askeri evrimi II. Dünya Savaşı’nda Alman V2 füzesini öne çıkardı. Bu 80 km’yi aşan bir yük
Soğuk Savaş döneminde roket teknolojisinin olanakları daha çok değerlendirildi. Casus
uydularının fırlatılarak Dünya'nın yörüngesine oturtulması, atom imhası senaryosu yönünde korkular
uyandırdı. Nükleer tehdit günümüzde azalmış olsa da, uzay teknolojisi eski süper güçler için siyasi ve
askeri üstünlük sağlamak için önemli bir araç olma özelliğini koruyor.
Bilim ve Teknoloji
Modern dünya uzay yolculuğu olmaksızın ayakta duramaz. Uydular dünya genelinde haberleri,
telefon konuşmalarını, borsa bilgilerini ve bilgisayar verilerini iletiyor. Arabaların ve güdümlü füzelerin
ulaşımını kolaylaştırıyor. Hava tahminleri, çevre felaketi uyarıları, ozon tabakası ölçümleri ve hasat
tespitleri için veriler aktarıyor.
Uzayı gözetleyen başka uydularda var. Bunlar sadece gözle görünen ışığı değil, kızılötesi, morötesi ve
x ışınlarını da algılıyor. Evreni ve oradaki yerimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak değerli bilgiler
sağlıyor. Dahası, gökcisimleri ve güneş sistemleri, gezegen sondaları ve robotlar aracılığıyla yerinde
inceleniyor.
Uzay yolculuğunun büyülü anı insanın şahsen Dünya'nın eşiğini geçip uzay içlerine dalmasından kısa
bir süre sonra yaşandı. 1969-1972 arasındaki güçlü bir keşif atılımıyla, ABD'nin Apollo projesi insanı
Ay’a indirdi ve sağ salim geri getirdi.
Günümüzde birçok ülkenin astronotları Uluslararası Uzay istasyo-nu'nda kolektif olarak çalışıyor. Sıfır
kütleçekimi koşullarında başka şeylerin yanı sıra tıp, sanayi malzemeleri, uzay yolculuğu teknolojisi
ve astrofizik üzerine araştırmalar yürütüyor. Önümüzdeki 15-30 yılda Ay ve Mars’ta istasyonlar
kurulmasını sağlayacak teknolojiler üzerine çalışmalar uluslararası düzeyde sü-
Roket uçağı SpaceShipOne 2004'te 100 km'nın üzerinde bir ırtifaya ulaştı. Uzay sınırlarına dönük olarak
özel sektörce geliştirilmiş ve finanse edilmiş bu ilk uzay uçuşu, ilk sivil uzay yolculuğu girişimleri
yönünde bir sinyal verdi. Amaç yeni geliştirme çalışmalarından sonra uzaydan ticari anlamda
yararlanmak. Örneğin, dünyadan uzaya düzenlenecek seferlerle devletin uzay yolculuklarının yanısıra
sanayiyi geliştirme araştırmalarına hizmet verilebilir.
UZAY ARAŞTIRMALARI Dünya’nın kozmik yaşantıyla ne kadar sıkı bütünleşme içinde olduğunu
gösterir.
EVREN 8
Monografik Kutular
Dünya Tarihinde Kitlesel Yokoluşlar, s. 67 Kıtasal Kayma Teorisi, s. 69 Tarihteki Volkanik Patlamalar, s.
73 Tsunami-Limandaki Büyük Dalga, s. 75 Metan Hidratı Geleceğin Hammaddesi mi?, s. 77 Dünyanın En
Büyük Barajı, s. 79 Deniz-Keşif ve Araştırma, s. 83 Sanayileşme-Sonun Başlangıcı mı?, s. 85 Dünya’nın
İklim Tarihi, s. 87 Kyoto Protokolü, s. 89
Analitik Kutular
Kayaçların Yaşı, s. 60 Tortulaşma, s. 63 İlkel Çorba Teorisi, s. 64 Sıcak ve Soğuk Evreler, s. 65 Altın
Çivi, s. 66
Yanardağ Tipleri, s. 72
Su Döngüsü, s. 78
Okyanus Habitatları, s. 80
Atmosferin Anatomisi, s. 84
Yeşil Akciğerler, s. 88
DÜNYA
Jules Verne Denizler Altında Yirmi Bin Fersah ve Dünyanın Merkezine Yolculuk romanlarıyla jeolojinin
geleceğini gören ünlü isimler arasına girdi. Anlattığı olaylar çoğu kez çılgınca hayallerinin gerçeğe
dönüşmesini sağlayan araştırmalara esin verdi. Elde ettiğimiz teknolojik ve bilimsel ilerlemeler, önümüze
sadece derin denizler ya da dinozorların uzak geçmişi gibi henüz keşfedilmemiş dünyaların kapısını
açmakla kalmadı; bizzat Dünya’nın işleyişine ilişkin önemli kavrayışlar kazandırdı. Küresel ısınma,
yükselen deniz düzeyi ve tsunamiler 21. yüzyılın endişe uyandırıcı konularıdır. Bilimsel araştırmaların
başlıca görevlerinden biri, iklim felaketi tehdidine daha etkili çözümler bulmak üzere Dünya’nın iklim
sistemini incelemek olacaktır.
Ada}»*
/^IIAD^UY;, ÖS'
-..«Mfe ^*2!
Arfas'
rjı x-
^VZAST 2007 n
ttUAJl Tfl
Southamı
Ooöaa^^U
İzlanda
DÜNYA
İ ,C: ?k>$yeri
§ N MichigpdŞ,
İ K A 0,/
* ^ Plateauğ- MrtchelJ J
’; / V
r h î * .
<İT F NeıvAn
„ t Körfezi
Bürün G. ^
M C.: i'
t fi- ■!’
, Btscoy
’^stt
zdağf°HM
DÜZLÜĞÜ °%A
% 1688fâenıtdAâkn
>T Guâdaİufe’A.H
£ja
B Ö L
Kendersor^Jaa, t
>î9jnizda&.’i:1 fi
Madeira
3956
m&m
Körfezi
Howland A ' /■
■İİBaktr-M-]- -y*
K g~ / /'»ti,,'?
.*rf. £§
~^*^TGylŞr:T
1272 Denızdyğı
Roraıma
*3014
4662
t*fW»tr*ra
xyaqu.il Körfez
SİERRA LEONE
cr-r. Ur.ON h.
- Bavz.\şe,
MgtİS
Samoa
> Adaları
Ât A
Y " a »» 0/ i P
Sc/.'.V
Amazon’u
.çıktığı yer
Mangaia
McıSf’rn'iA*
ş l r, / . C
Saç SU» 4 7
’ Ambrosıo A,,
it a v' îr .-ys i
RİO GRANDE^fl
Ud'HT.
*'Ş-=Siî'tMİ ,
*ch"?î r-
3480 •
î — Ü ’
PASİFİK • Wellington A.
öM 4 B Ö * G E S S A V- Z A S
aI/MBOL1İT
t; , . DÜZİCĞ;6
GOÜGH-Krt
Valdis Ya
" SartJoı
BAYIR)
Falkland
*«"•
FALKLAND. PLATOSU[r
ANTARKTİK
YARIMADASI'
WEDDELL
DENİZİ
/,;V/ -V >^D-
Ross '&4'-
^ IleaiZ'- , ^^ VU Yar.
Rooseveıt A- -
8<x'\ Ross B
^ Bentfey
BtBUİalt/Çu>uru
sworth ANzii
O. vüisopMaz %0M99T'
um?’ a<‘"
Buzlası
eırner
Adası Filchne.'
KANSENLLAVZASI Kıyeyjiogu (-
BARENTS
NORVEÇ
DENİZI
YCW/N6
İAT05U
KalgttyevA,
Tanmadas'
ÇUKURU
ANA D ÖL'
Kazak öe'U^a-M506
> fistan
: JAPON;' &ÇNJZ1
• \, ARAP
YARIMADASI
«, Deccan "Platosu
otl2
I-N Y
zl 4
2..
;r“ «-«—
. v -
S&ÇKSSte-İVı
rtdGolû
ılfG.) .
Wn +589!
çıkış yerleri
mjamkcı
Nikitın
1549 J)enîzadasf
İnzibar A.
>-V/- TaSI,
^5, New Br
Katana a PlatoZu
Maltuvi
Gölü
^ ÖRTABİNf:
W aT7*7 AİC F* V .
OİBORH
PLATOŞf]
Cçeos- *C ı
ırlftnm
Timori
Denizi’
KALAHARİ
fiurinus'
"* 5678
rçw,HAVZASI .
-- / WaHaby -
Platosu Kjd
n beri ey
Thabgna
3482
AGUü
PLATt
'•msierdan
6602’
AGDI.fi
UAVy.j
Heard
PLATOSL
t,
?/ ÖLÇEK 1:101,862,000
1 SANTİMETRE = 1,019 KİLOMETRE; 1 İNÇ = 1,61 0 MİL (EKVATOR'DA) 0 500 1000 1500 2000
2500
KİLOMETRE
1000
1500 2000
KARA MİLİ
kilit bilgiler
AY 4,53 milyar yıl önce bir meteorun Dünya'ya çarpmasıyla ortaya çıktı.
DÜNYA’NIN KÖKENİ
14 milyar yıl önceki Büyük Patlama’dan (s. 38) sonra, güneş sistemimizin ortaya çıkmasına kadar yaklaşık
9 milyar yıl geçti. Güneş’in yaklaşık 4,6 milyar yıl önce doğuşu, güneş sisteminin, Dünya’nın ve diğer
gezegenlerin yaratılışını getirdi. Dünya’nın gelişim öyküsü, şimdiki biçimine ve birçok jeolojik fenomene
dair sorulara cevaplar sağlıyor. Örneğin, Dünya’nın iç yapısını, Dünya’yı çevreleyen atmosferin ve
manyetik alanın oluşumunu, okyanusların ve kıtaların kökenini açıklıyor.
® Dünya’nın yapısı Dünya tarihinin birinci zamanında, yani 4,57-3,8 milyar yıl önce oluştu.
DÜNYA
içenden dışarıya Dünya'nın katmanlı yapısı: Çekirdek, manto ve kabuk.
DÜNYA’NIN DOĞUŞU
Dünya şimdiki biçimine yaklaşık 50 milyon yılda, yani 4,55 milyar yıllık yaşına göre bir göz kırpışı kadar
kısa sürede kavuştu. Bugünkü jeolojik koşullar geçmişteki koşulları yansıtır.
Kayaçların Yaşı
A*
-4,
Kütle spektrometresi kullanarak bir örneğin en küçük parçacıkları iyon kaynağında buharlaştırılır. Atom
elektronları koparılarak, iyonların pozitif yüklü hale gelmesi sağlanır.
Güneş’in oluşumundan (s. 42) sonra, çok sayıda gökcismi genç yıldızın çevresindeki bir yörüngeye girdi.
Gezegencik olarak bilinen bu gezegen atalarının büyüklüğü bir
kaç santimetreden birkaç kilometreye kadar varmaktaydı. Zaman içinde birbirleriyle çarpışan geze-
genciklerya daha küçük parçalara ayrıldılar ya da Güneş'in ısısıyla kümeleşip daha büyük
cisimlere dönüştüler. Sürekli büyüyen bu madde toplarından bazıları milyonlarca yıl içinde belli bir
kütleye kavuştular ve kütleçekimi sayesinde Güneş'in çevresinde kararlı yörüngelere girip
dönmeye başladılar, işte bu uydulardan, yani ön-gezegenlerden biri Dünya’ydı.
Genç Dünya
Genç Dünya bugün bildiğimiz gezegenden temelde farklıydı. Aşırı yüksek sıcaklıktan dolayı, bütün uçucu
elementler buharlaştı. Bu “ön-dünya” Güneş’in çevresinde düzensiz dolanan gazsız, şekilsiz ve katı bir
kayaç yığınıydı. Dünya’nın dönüşü ancak 4,5 milyar yıl önce, Ay'ın ortaya çıkışıyla kararlı hale geldi.
Aynı süreçte Dünya’nın iç yapısı yeniden yapılanmanın eşiğindeydi. Güneş enerjisi, diğer gök cisimleriyle
sürekli çarpışmalar ve Dünya’ nın iç kısmındaki radyoaktif bozunum öylesine büyük ısı yarattı ki, genç
Dünya erimeye başladı. Demir gibi ağır elementler erimiş taşlara gömülüp Dünya’nın çekirdeği içinde
yoğunlaşırken daha hafif elementler yüzeyde toplandı. Böylece zamanla Dünya'nın katmanlı yapısı oluştu.
Bugünkü Dünya soğana benzer bir yapı sergiler. Çekirdeği yaklaşık 3.470 km çapındadır. Esas
olarak demirden, ayrıca bir miktar nikelden oluşur ve yaklaşık 4000°C düzeyinde bir sıcaklığa
sahiptir. Yaklaşık 1.200 km çapındaki en iç kısmı katı, geri kalan kısmı ise sıvıdır. Dünya’nın çekirdeğini
2.850 km’lik sağlam bir manto sarmalar. Mantonun basıncı ve sıcaklığı öylesine yüksektir ki, kayaçlar
katı halde olmalarına karşın kalıp kili gibi tepki verirler ve basınç altında kırılmazlar.
Dünya’nın yüzeyi katı ve nispeten ince bir dış kabuk biçimindedir. Dünya’nın toplam hacminin %1’in-den
azını oluşturur; yüksek yoğunlukta alüminyum ve silikon içerir (s. 56). iki tür kabuk materyali vardır:
Kalınlığı 10 km'ye kadar varan okyanus kabuğu ve kalınlığı 40 km’ye kadar varan kıta kabuğu. Kabukta
meydana gelen hareketlere tektonik levhalar, yani litosferin (kabuk ve üst manto) kırık parçalan yol açar.
Dairesel rotadan ayrılan iyonlar detektördeki bir ölçüm yüzeyinde toplanır ve orada sayılıp hesaplanır.
DÜNYA’NIN SİSTEMİ
Dünya’nm 4,55 milyar yıl önce oluşmasından sonra, ilk atmosferin, okyanusların ve kıtaların ortaya
çıkmasına kadar yaklaşık 500 milyon yıl geçti.
Dünya'nm manyetik alanı güneş rüzgânnın yüksek enerjili parçacıklarını saptırır ve bunun bir sonucu
olarak biçimi bozulur. Böylece bu alanda bir manyetik kuyruk oluşur.
DÜNYA
Manyetik alan yaklaşık 4 milyar yıl önce, muhtemelen Dünya’nm katmanlı yapısının oluşumuyla
DİSK GİBİ DÜNYA: Dünya'nm disk şeklinde olduğu düşüncesi daha antik çağda reddedilmişti. Küresel
biçim ortaçağda genellikle bilinen ve kabul gören bir anlayıştı.
JEOSANTRİK DÜNYA GÖRÜŞÜ: Dünya eskiden evrenin merkezi sayılırdı; kilise bu görüşü 17. yüzyıla
kadar savunmayı sürdürdü.
Aristoteles ve Şürekâsı
ARİSTOTELES’in, MÖ 4. yüzyılda ortaya attığı görüşü doğrultusunda bütün gök cisimlerinin sabit bir
Dünya çevresinde döndüğü yolundaki inanç yaklaşık 2.000 yıl boyunca hükmünü korudu. Bu düşüncenin
MS 2. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri Ptolemaios’tu; dolayısıyla Ptolemaiosçu bir dünya
görüşünden de söz edilir. Nikolaj Kopernik 1509’da gök cisimlerinin Güneş yörüngesinde
dolandığını keşfetti. Galileo Galilei Kopernikçi dünya görüşü olarak da bilinen güneş merkezli bu teoriyi
fiziksel bakımdan kanıtlamayı başardı. Bu yüzden kilisenin büyük hışmına uğradı.
YUNANLILAR Dünya’nm yaratılışı konusunda da kendilerine özgü bir teori otaya attılar. Buna göre bütün
maddeler dört klasik unsurdan ortaya çıkmıştı: Ateş, su, hava ve toprak. Yunan filozoflar bu teori için
kanıtlar bulmaya girişmediler; onları günümüzün doğa bilimcilerinden ayıran nokta da budur.
Dünya şimdiki boyutuna ulaştığında, kütleçekimi daha önce buharlaşarak evren boşluğuna dağılan gazların
atmosferde kalmasına olanak verdi. Gezegenimiz milyonlarca yıl boyunca hidrojen, karbondioksit, azot,
amonyak, metan ve hidrojen sülfitten oluşan yoğun ve sıcak bir bulutla çevrili kaldı.
Büyük Yağmur
Güneş sistemi gezegenlere bağlı olmayan büyük miktarda maddeyi hâlâ barındırmaktaydı; ancak
bu maddeyle çarpışmaların sayısı azaldıkça ve Dünya’nm ısısı düştükçe, hidrojen yoğunlaşmaya
başladı. Boşalan şiddetli bir yağmur 40 bin yıl sürdü. Çöküntülerde toplanan su sürekli yükselerek
sonunda yerküreyi kaplayan ilk okyanusu oluşturdu.
Rüzgâr ve yağmur okyanustan çıkan kara kütlelerini aşındırdı. Oyuklarda toplanan gevşek ve ezilmiş
kayaçlar nehirler tarafından denizlere taşındı ve deniz diplerinde tortu olarak çökeldi. Kayaç oluşumu
milyonlarca yıl sürdü.
Tortuların gittikçe artan ağırlıklarından dolayı bastırıp üst mantoya ittiği okyanus kabuğu orada eridi.
Erimiş taş yükseldi ve tortuyla kimyasal tepkimeye girdi. Bu tepkime granit oluşumuna yol açtı.
Taşın düşük yoğunluğu nedeniyle, granit zamanla deniz yüzeyini aştı ve volkanik olmayan ilk
kıtaları oluşturdu. Okyanus kabuğunun kenarında çatlaklar oluştu. Buna bağlı
ÖZEL BİLGİLER
Doğru akımlı bir jeneratörde olduğu gibi, Dünya’nm dönüşü ile dış çekirdekteki sıvı demir akışı
arasında bir etkileşim vardır. Bu etkileşimin ürünü olarak ortaya çıkan elektrik akımının oluşturduğu
manyetik alan, kozmik radyasyona karşı etkili bir koruma sağladı ve Dünya’da hayatın gelişimi için bir
önkoşul olarak önemli rol oynadı.
DÜNYA
DÜNYA’da 4.000’in
üzerinde mineral vardır.
KAYAÇLARDA 30 kadar
mineral diğer minerallerin
hepsine oranla daha yaygın DÜNYA’NIN YAPI MALZEMELERİ-MİNERALLER VE KAYAÇLAR
olarak bulunur.
Taş Devri’nden beri insanlar hammadde olarak kullanmak üzere topraktan
EN BÜYÜK KRİSTAL kayaç ve mineral çıkarmıştır. Biçim, renk ve parlaklıklarından dolayı özel
Madagaskar’da çıkarılmış bir ilgi uyandıran değerli taşlar sıklıkla mücevher olarak kullanılır.
bir berildir. Uzunluğu Kayaçların ve minerallerin kökenini, ayırıcı özelliklerini ve bileşimini
18 m, çapı 3.5 m, hacmi incele-j yen bilim dalları sırasıyla petroloji ve mineraloji olarak bilinir.
143 m3, ağırlığı ise 380 1 © Dünya'daki her kayaç mineraller içerir.
tondur.
IŞILTILI ÇEŞİTLİLİK-MİNERALLER
Metalleri ve tuzları kapsayan mineraller, Dünya’nın katı yapı malzemeleridir. Son derece farklı jeolojik
süreçlerle ortaya çıkabilirler.
kil mineralleri, yerin yukarısında meydana gelen kimyasal ayrışmayla ortaya çıkar.
Mineraller kural olarak kristalli yapıya sahip katı maddelerden oluşurlar. Saf element (örneğin altın,
gümüş, kükürt) ya da kimyasal bileşik biçiminde bulunabilirler. Mineraller oluşum biçimine göre
de sınıflandırılabilir; farklı türler arasında magmatik, tortul, başkalaş
mış ve ayrışmış mineraller sayılabilir. Grena gibi bazı mineraller birçok yoldan oluşabilir.
Magmatik Mineraller
Feldspat, kuvars ve mika gibi magmatik mineraller Dünya’nın mantosuna yükselen magmanın sıcaklığı-
nın 1500°C’ye dönüşmesiyle oluşur. Bu soğumanın bir sonucu olarak meydana gelen kristalleşme, erimiş
kayacın kimyasal bileşiminin yeni mineral oluşumuna elvermeyecek ölçüde değişmesine kadar devam
eder.
MİNERALLERİN tekörnek bir kristal kafes biçiminde olması nadirdir; çok-kristalli mineraller birçok
küçük kristalden oluşur.
DOĞAL OLUŞUMA dayalı kristalleşme sürecinin tersine, kristal üretimi yapay kristaller elde edilmesini
sağlar.
Tortul Mineraller
63) yoluyla oluşur. Örneğin, deniz suyu buharlaştığında geriye kalsit, dolomit, anhidrit, alçı, kaya tuzu ve
potasyum klorür gibi mine-
<3
Kristal Nedir?
KRİSTALLER iyonları, atomları ya da molekülleri üç boyutlu bir kafes biçiminde sıkı sıkıya düzenlenmiş
katı cisimlerdir. Kristal kafesinin yapısı, kimyasal bileşiminin yanısıra oluştuğu koşullara bağlıdır.
Kafesteki farklı simetri tipleri, kristalleri 32 sınıf ve yedi farklı sistem çerçevesinde tanımlar. Sadece
cam ya da opal gibi birkaç mineral, kristal oluşumlar içermez; bunlara şekilsiz anlamında “amorf” denir.
YARI-İLETKEN SANAYİSİNDE en önemli temel malzeme silikondur ve bunun için kristal üretimine
başvurulur. Sentetik kristaller doğal yoldan oluşan kristallere oranla daha saf üç eksenli | tek eksenli | dik
üç eksenli | üç köşeli olduğu gibi, çok daha rahat
railer kalır. Ayrıca, gevşek parçacıkların artan sıcaklık ve basınçla sıkışması ve kimyasal tepkimeler de,
kil gibi tortul minerallerin oluşumunu beraberinde getirir. Bu ka-yaçlar yeryüzünün yaklaşık yüzde 75’ini
kaplar.
Başkalaşmış Mineraller
Yüksek sıcaklık ya da yoğun basınç koşullarında, minerallerin özgün kristal kafesi kararsız hale gelir.
Bu arada bileşenleri, değişen koşullara dayanabilen başka yapıların biçimine bürünür. Böylece grafit,
talk ve grena gibi başkalaşmış mineraller ortaya çıkar.
Ayrışmış Mineraller
Mineral Sertlik
Talk 1
Alçı 2
Kalsit 3
Flüorit 4
Apatit 5
Ortoklaz 6
Kuvars 7
Topaz 8
Korindon 9
□mas 10
Mineral Sertliği
Bir mineralin sertliği mekanik baskıya gösterdiği dirence göre tanımlanır. Mineraloji ve jeolojide kazıma
sertlik testi, özellikle analiz sırasında kullanılır. Adını Alman mineralog Friedrich Mohs’tan alan Mohs
Sertlik Ölçeği her mineralin bu ölçekte daha aşağıda kalan mineralleri kazıyabileceği görüşüne dayanır.
Talk en düşük sertlik derecesine, ancak kendisiyle kazınabilen elmas ise en yüksek sertlik derecesine
sahiptir.
KAYALARIN DÜNYASI
ÖZEL BİLGİLER
Magmatik Kayalar
Sıvı magmanın soğumasıyla mineraller kristalleştiğinde ve daha büyük ve sıkı cisimlere tutunduğunda
magmatik kayaçlar ortaya çıkar. Bunlar oluşumun yeraltında (intrü-zif kayaçları ya da plütonik kayaçlar)
ve yeryüzünde (ekstrüzif ya da volkanik kayalar) gerçekleşmesine göre farklılaşır.
Magmanın yerkabuğu içinde katılaşmasıyla oluşan devasa kütleler plüton olarak anılır. Plütonlar arasında
batolitler, hendekler, eşikler, lakolitler ve lopolitler sayılabilir. Derinde gömülü granit ve diyorit gibi
kayaçların, yavaş soğuma sürecinden kaynaklanan son derece büyük kristalleri vardır.
Magmatik kayaç: Yuvarlak bir lav bombasının çapraz kesiti, Black Butte Krateri, Oregon.
Magma yeryüzüne bir volkanik patlamayla lav olarak ulaştığında sadece küçük kristaller oluşur. Tipik
volkanik magmatik kayaçlar bazalt ve riyolittir. Bazı ebonitlerde de ayrı büyük kristaller bulunur. Elmas
(s. 77) gibi bu tür dış kristaller sürüklenir ve zamanla yüzeye çıkar. Lavın çabuk soğuması sırasında
mineral kristalleşmesi meydana gelmez. Bunun yerine obsidiyen gibi volkanik camlar oluşur.
Tortul Kayaçlar
Tortul kayaçlar birkaç ana grup altında sınıflandırılır: Klastik tortular (parçalı kayaçlar),
kimyasal tortular, biyolojik kökenli tortular ve özel bir biçime sahip kalıntı tortular (artık kayaçlar).
Bunlar bileşenlerinin ya da tanelerinin büyüklüğüne göre kil, mil, kum, çakıl gibi farklı türlere ayrılır. Tuz
kayaları, toplak-lar ve sarkıtlar gibi kimyasal tortular sulu çözeltilerin buharlaşmasının sonucudur.
Organik kalıntılardan oluşan biyolojik kökenli tortul kayaçlar kömürün yanısıra kumsallarda
rastlanan resif molozu tortularını da kapsar. Artık kayaçlar, yeryüzündeki kayaç-ların kimyasal yoldan
çözülmesi ve ayrışan kalıntıların tortulaşması sonucunda ortaya çıkar.
Başkalaşmış Kayaçlar
Başkalaşım dönüşüm anlamına gelir. Bu bakımdan başkalaşmış kayaçlar, yerkabuğu içinde daha önce
mevcut bir kayacın (teknik terimle bir protolitin) dönüşüme uğramasıyla oluşur. Bu değişim için
gerekli önkoşullar yüksek sıcaklık ve yoğun basınçtır. Bu koşullarda ana kayaç erir ve yapısı değişir.
Sözgelimi, mermer, tortul kayacın dönüşümüyle ortaya çıkar. Magmatik ka-yaçların başkalaşıma
uğraması mika gibi düz kayaçların oluşumuyla sonuçlanır. Birçok başkalaşmış kayacın ayırıcı bir özelliği
yapraklanma, yani katmanlı yapıdır.
DÜNYA
İÇİNDE BULUNDUĞU ORTAMDAN daha ağır olan katı malzemelerin çökelmesine tortulaşma denir.
Kimyasal tortularda ve resif kireçtaşı gibi biyolojik kökenli tortularda, normal olarak daha önce bir
taşınma söz konusu olsa bile, tortulaşma ve malzeme salgıları yerel düzeyde oluşur. Tortu taneleri ne
kadar uzun süre taşınırsa, o ölçüde yuvarlaklaşır. Tortulaşma taşınma ortamının hava ya da su olmasına
göre ayırt edilir. Hava yoluyla tortulaşma başka şeylerin yanısıra kumul oluşumunu getirir.
TORTUL KAYAÇLARIN tipik özelliklerinden biri katmanlaşmadır. Bu durum mineralojik bileşime, tane
büyüklüğüne ya da çökelen malzemenin rengine bağlı farklılıklardan kaynaklanır.
Nehir:
Hayattan önceki zaman | Yeni hayat \ Eski Dünya \ Dünya ’nın orta yaşından günümüze
kilit bilgiler
SİYAH TÜTENLER olarak bilinen deniz diplerindeki hidrotermal bacalar hayatın olası
kaynağıdır. SİYANOBAKTERİLER 3,5 milyar yıl önce oksijen üretmeye başladı.
ÖKARYOTLAR, olarak bilinen çekirdekli ve zarlı hücreler 1,5 milyar yıldan beri vardır.
HOMO SAPİENS, gezegenimizde insanın en son gelişim halkası olarak 160.000 yıl önce ortaya çıktı.
Dünya’nın oluşumunu sadece kozmik süreçler sağlamadı. Dünya’nın gelişim sürecinde hayvanlar, bitkiler
ve mikroorganizmalar da gezegenimizin yapılarına önemli bir etkide bulundu. Onlar olmadan oksijen
atmosferi, mercan adaları, verimli araziler, petrol ya da kömür (s. 76) gibi hammaddeler olmazdı.
© İnsanlar canlı türlerini evrim sürecinden 1.000 ila 10.000 kat daha büyük bir hızla yok ediyor.
DÜNYA
Dünya başlangıç evresinde yaşamaya elverişsizdi. Bununla birlikte suyun varlığından dolayı hayatın
doğuşu için en önemli önkoşullardan biri mevcuttu.
Dünyanın geçmişindeki bazı volkanik patlamalar dünya ikliminde önemli bir rol oynamıştır.
Miller suyu kaynama noktasına getirdi ve ardından su buharına amonyum, metan ve hidrojen kattı.
çağlarının kronolojisi (myö = milyon yıl önce)
Dünya dört milyar yıl önce suyun sıvı biçiminde var olmasına yetecek ölçüde soğudu. Buharlaşan su
bulutlarda birikti ve ardından yağmur olarak tekrar yere indi.
Havadaki Su
Bu döngü Dünya’nın ilk kararlı hidrosferinin (s. 86) oluşmasını sağladı. Tıpkı günümüzde olduğu gibi,
suda karbonik asit olarak bağlı bulunan karbondioksit buharlaşma yoluyla atmosfere salındı.
Zaman içinde su buharı, karbondioksit ve metan oranları sabit bir düzeye geldi. Ancak bu düzeyin
günümüze
İlkel DURUM: Amerikalı biyolog ve kimyacı Stanley Lloyd Miller 1953’te uzmanları hayrete düşüren bir
deney gerçekleştirdi. Cam tüplerden oluşan bir sistemde ilk atmosfer, okyanus ve yıldırımlı fırtınaya
benzer bir ortam yarattı. Birkaç gün içinde suda aminoasit-ler ve şeker gibi karmaşık organik bileşikler
oluştu. Görünüşe bakılırsa, hayatın ilk temeline ilişkin gizem çözülmüştü. Böylece “ilkel çorba" terimi
ortaya atıldı.
U biçimli toplama borularında kahverengi yağlı kütleye benzer bir organik karışım birikti.
göre çok daha yüksek olması aşırı bir sera etkisine (s. 84) yol açtı. Dünya’nın daha da soğuması
ve volkanik aktivitenin (s. 72) yavaşlaması, yüzeydeki sıcaklığın 100°C’nin altına düşmesini sağladı.
Buna rağmen genç Dünyanın koşulları yaşamın ortaya çıkması için hala yeterince elverişli değildi. Büyük
miktarda karbondioksit, azot, metan ve amonyak içeren oksijensiz atmosferiyle, 60°C sıcaklığındaki bir
saunaya denk bir ortamdı. Sık sık yıldırımlı fırtınalar çıkıyor ve sicim gibi bir karbonik asit, sülfürik
asit ve fosforik asit yağmuru sürüyordu.
Soda Okyanus
Su döngüsüyle birlikte “kayaç döngüsü” başladı Yeryüzünü şekillendiren rüzgâr ve yağmur, aşınmış kayaç
(s. 63) parçalarını ve materyallerini nehirler aracılığıyla okyanuslara taşıdı. Bu süreç sonucunda söz
konusu materyaller denizlerde birikti, ilk okyanus esas olarak alkalikti, çünkü yüksek miktarda
sodyum karbonat (soda) suda erimişti. Deniz suyu ve yerkabuğu arasındaki kimyasal tepkimelerin yanısıra
düzenli materyal girdisiyle, “soda okyanus”, izleyen 3,5 milyar yılda dönüşüme uğradı. Şimdiki
okyanuslarda artık erimiş tuz vardır.
ÖZEL BİLGİLER
UZMANLAR tuz kristallerinin içine sıkışmış su damlacıklarından 250 milyon yıllık bakterileri ayırıp
hayata döndürmeyi başarmış bulunuyor.
YENİ HAYAT
Hayatın dış uzaydan mı geldiğini, buzda mı geliştiğini, yoksa ilksel okyanuslara mı dayandığını kesin
olarak söylemek mümkün değildir. Hayatın kökeni hâlâ bir gizemdir.
Siyah Tütenler-Deniz Dibi Kaynarcaları
Siyah tüten denen 2-4 m yüksekliğindeki bacalardan fokurdayarak çıkan 400°C sıcaklığındaki sular, gaz
halindeki metal sülfürler ve oksitlerle tepkimeye girer. Soğuk deniz suyuyla temas sırasında, bacada ve
çevrede depolanmış olan mineraller çözülür. Bacanın etrafında bakteriler, solucanlar, yengeçler ve başka
organizmalardan oluşan bir dizi canlı topluluk ortaya çıkar. Birçok bilimci hayatın burada başladığı
kanısındadır.
Siyanobakteriier Kuzey Kutbu buzulları, kükürt kaplıcaları ya da sıcak tuz ve soda denizleri gibi aşırı
koşullar altında yaşayabilir.
İlkel çorba teorisinden (s. 64) sonra, hayatın kökenine ilişkin en gözde teori biyofilm teorisidir,
ilk bileşenlerin ve bizzat hayatın denizdeki sıcak kaynakların çevresinde doğduğunu varsayar.
Deniz diplerindeki “siyah tütenler" özellikle önemlidir. Bunların sıcak suları, yüksek mineral
içeriğine bağlı olarak koyu renklidir. Pirit, soğuk deniz suyuyla temas sonucunda oluşan bir mineraldir.
Kristal
Birçok hücre yaklaşık 600 milyon yıl önce oluştu.
yüzeyinde moleküller oluşturma gibi özel bir yeteneği vardır; bunlar biyofilmler halinde birikerek
ince derilere dönüşür. Bu minerali araştırmaların odak noktasına taşıyan da bu ayırıcı özelliktir. Bilimsel
kanıya göre, bu tür bileşenlerin birbirine bağlanarak organik moleküllere ve sonunda ilkel bir
Siyanobakteriler-Oksijen Atölyeleri
Yaşları 3,46 milyar yılı bulan siya-nobakterilerin Dünya'daki ilk canlı yaratıklar olduğu
kanıtlanmıştır. Bunlar 1,5 milyar yıl boyunca biyosferdeki tek organizma olarak kaldılar. Bu tekhücreli
organizmalar fotosentez yeteneğine sahip oldukları için Dünya’nın tarihinde özel bir rol oynadılar.
Başlangıçta oksijen deniz suyunda seyreltik olarak bulunan demire bağlandı ve bu şekilde oluşan farklı
demir oksitleri deniz yatağında (dip kayada) birikti. Fotosentez sırasında oluşan oksijen ancak bütün
demirin yaklaşık 2 milyar yıl önce oksitlenmesiyle atmosfere salındı. Bu süreçle birlikte
yaklaşık 350 milyon yıl önce oksijenli atmosferin gelişimi başladı. Oksijen içeriği bugünkü düzeyin yüzde
21’ine ulaştı. Karbon sayesinde ormanlar genişledi ve gittikçe daha çok oksijen üretildi. Oksijen içeriği
300 milyon yıl önce yüzde 35’le Dünya tarihindeki en yüksek düzeye ulaştı. Triyas döneminden
başlayarak bu değer yeniden bugünkü düzeye indi.
Dünya defalarca buzul çağlarına maruz kaldı. Dünya’nın Güneş’e uzaklığını ve konumunu
değiştiren gezegen hareketine bağlı olarak böyle soğuk evreler düzenli olarak ortaya çıktı. Fakat göktaşı
çarpışmaları ve volkanik patlamalar gibi doğal felaketler de bir buzul çağını tetikleyebilir.
En uzun buzul çağlarından biri 750 milyon yıl önce meydana geldi ve 120 milyon yıl sürdü. Ekvator
civarındaki kayaçlarda rastlanan buzul sıyrıkları gibi izler, yerkürenin bir zamanlar tamamen buzla
kaplı olduğunu kanıtlar. Organizmalar bu amansız dönemi büyük olasılıkla
BUZUL ÇAĞLARINI ARAŞTIRMAK günümüzde yaşanan iklim değişikliklerini anlamaya yardımcı olur.
Periyodik olarak meydana gelen doğal değişiklikleri ve insanların yol açtığı iklim değişikliklerini ayırt
etmek önemlidir. İnsanoğlunun en azından sanayileşme döneminden beri hava durumunu etkilediği
yolundaki teori gittikçe destek kazanmaktadır.
Bütün Prekambriyen dönem boyunca ortalama sıcaklığın ve yağış miktarının öbür jeolojik dönemlere
oranla çok daha yüksek oluğu saptanmıştır.
ÖZEL BİLGİLER
Batı Avustralya'da 3,46 milyar yıllık kayaçlarda 11 farklı bakteri türü saptanmıştır.
deniz diplerindeki kaynarcalara sığınarak atlattılar. Siyah tütenlerin ekosistemi hakkında hâlâ çok az şey
bilinmektedir. Bununla birlikte barındırdıkları eksiksiz beslenme döngüsünde bütün canlılar doğrudan ya
da dolaylı olarak bakterilerle beslenir ve içinde bulundukları elverişsiz ortamdan bağımsız biçimde var
olabilir.
DÜNYA
3 2 1
Dünya iklimini daha iyi anlamayı sağlayacak B ölçümler için kayaçlardan güvenilir veriler elde etme
olanağı Paleolitik çağla başlar.
DÜNYA
ESKİ DÜNYA
Dünya tarihinin Paleozoyik olarak bilinen döneminde bugünkü hayvan topluluklarının ataları ortaya çıktı.
Kara kütleleri birleşerek tek bir “süper” kıtaya dönüştü. Bu dönemin sonunda, yani 290 milyon yılı aşkın
bir süre önce kitlesel biryokoluş yaşandı.
Altın Çivi
Dünya genelinde izi görülebilen bu basamak Kretase dönemin sonunda bir göktaşı çarpmasının
Kretase döneminin ammonitler ve dinozorlar gibi tipik fosilleri daha aşağı tabakalardaki kayaç
katmanlarında yer alır.
Mezozoyik zamana ait fosillere hem Güney Amerika'da, hem de Afrika'da rastlanır. Bu durum Triyas
döneminde iki kıtanın birleşik olduğunun ipucunu verir.
Trilobitler Paleozoyik zamanın tipik fo-sileridir. Zar ayaklı hayvanların farklı türleri sayesinde,
neredeyse bütün çağın tarihi çıkarılabilir. Bu hayvan toplulukları Permiyen dönemin sonunda yok oldu.
Karborıifer dönemin sıcak bataklık ormanında zengin bitki ve hayvan dünyasının belirtilen vardır;
böcekler ve iki-yaşayışlılar yaygın bir alana dağılmıştı.
Gerçek bir hücre çekirdeğine ve hücre zarına sahip canlı yaratıklar olan ökaryotlarla birlikte, daha yüksek
düzeyli organizmaların evrimine uygun yapısal temel yaklaşık 1,5 milyar yıl önce oraya çıktı.
Yaklaşık 640 milyon yıllık kumtaşları içindeki fosilleşmiş solucan, yaprak ve yastık biçimli organizma
izleri, ilk çok-
DÜNYA TARİHİ BOYUNCA MEYDANA GELEN HER ŞEY, kitlesel yok oluşlar, volkanik patlamalar
ve yeni hayvan türlerinin ortaya çıkışı kayaçlarda izler bırakır. Dolayısıyla geçmişteki olaylara
ilişkin bilgiler veren çeşitli kayaçlar, kimyasal bileşimler ya da fosiller vardır. Jeolojinin ilk
evresinde, dünya tarihinin iki zaman dilimi arasındaki geçişi belirleyen bir kayaç katmanı “altın
çivi”yle saptanırdı. Bugün bile jeolojik bölümlemeleri belirtmek için aynı terminoloji kullanılır.
Paleozoyik Zaman
ilk kireçtaşı kabuklu organizmalar 543 milyon yıl önce ortaya çıktı. Bu “kabuklu küçük fauna" altı
döneme ayrılan Paleozoyik zamanın başlangıcına işaret eder: Kambriyen, Or-dovisiyen, Silüriyen,
Devoniyen, Karboniferve Permiyen (s. 64).
Bu zaman diliminde şimdiki güney kıtaları tek bir kara kütlesi biçimindeydi. Güney yarıküredeki bu büyük
kıta Gondvana olarak anılır. Şimdiki kuzey kıtaları ekvator kuşağının yakınındaydı ve aralarında Lapetus
Okyanusu vardı. Silüriyen dönemde kuzey kıtaları birleşerek Lauruasia kıtasını oluşturdu. Her iki kıta
Devoniyen dönemde hareketlendi. Paleozoyik zamanın sonuna doğru birleşmeleriyle, engin Panthalassa
Okyanusu’nun çevrelediği devasa Pangaea kıtası ortaya çıktı.
Kambriyen Patlaması
ilk çokhücreli organizmaların belirmesinden sonra, sudaki hayatın gelişimi jeolojik bakımdan kısa
sayılabilecek 50 milyon yıl içinde çabuk bir ilerleme gösterdi. Süzülen hayvanlar, yumuşakçalar ve
balıklar, yani ilk omurgasızlar dahil olmak üzere, bugün bildiğimiz hayvan
topluluklarının birçoğu Kambriyen dönemde gelişti. Kabuğu ya da iskeleti olan yaratıklara ait
fosiller mevcuttur; bunlar kayaç katmanla rının yaşını belirlemede önemli bir rol oynar.
Ordovisiyen dönemde yeşil alglerden yosuna benzer ilk bitkiler gelişti. Silüriyen dönemin başlarında
bunlardan da ilk damarlı bitkiler ortaya çıktı. Damarlı yapı bitkilerin çabuk yayılmasına uygundu.
Bitki dünyasının gelişimi hayvanların karaya çıkması için bir önkoşuldu. Daha Silüriyen dönemde,
süzülen hayvanlar dünyayı istila etti. Devoniyen dönemde onları balıklardan gelişen ikiyaşayış-lılar
izledi. Bitki bolluğu Karbonifer dönemde yüksek bir noktaya ulaştı. Eğrelti otlarının, kurtayağı
yeşilliklerinin ve atkuyruğu bitkilerinin bulunduğu devasa bataklık ormanları bugünkü kömür (s. 76)
yataklarının kaynağıdır.
Permiyen dönemin iklimi sıcak ve kuruydu. Süper kıta Pangaea'daki aşırı kuraklık sırasında, iç
denizler kurudu ve geride çok büyük kaya tuzu (s. 77) çökelleri bıraktı.
Eski Dünya dönemi 251 milyon yıl sonra bir doğal afetle son buldu: Volkanik patlamalar birkaç yüz
bin yıl boyunca Pangaea’yı tüketerek iklimini değiştirdi. Bunun bir sonucu olarak, bütün deniz canlılarının
yüzde 95’i ve bütün kara canlılarının yüzde 75’i yok oldu.
ÖZEL BİLGİLER
DÜNYA DIŞI: Mars'tan (s. 51) gelme ilk kayaç 1911 'de keşfedildi; kökeni jeokimya yoluyla kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde kanıtlandı. ANTARKTİKA bölgesinde yaklaşık olarak 3.200 m derinlikte
bulunan 900.000 yıllık buzlar bize o dönemin iklimi ve atmosferi hakkında bilgiler sağlar.
Jura ve Kretase dönemlerinde ple-siyozor ve ihtiyozor gibi büyük yırtıcı sürüngenler denizlere egemendi.
Dünya tarihinin orta yaş evresi sürüngenlerin zamanıydı. Memeliler ancak Kretase dönemin sonundaki
toplu yokoluşla yeryüzünü istila etme fırsatını buldu.
TEK BİR KAYAÇ DİZİSİNDEKİ YOK OLUŞ ve aynı ka-yaç katmanında fosilleşmiş sayısız organizma
topluluğunun birden ortaya çıkışı bir doğal afetin göstergesidir.
Kretase döneminin sonundaki göktaşı çarpması dinozor soylarının tükeniş sebeplerinden biriydi.
BEŞ BÜYÜK KİTLESEL YOK OLUŞUN ve 20 kadar daha küçük çapta yaygın ölüm döneminin yaşandığı
son 440 milyon yılda, canlıların büyük bir bölümü ortadan kalktı. Ordovisiyen dönemin sonundaki iklim
soğuması denizdeki yaratıkların yüzde 60- 80'ini yok etti. Benzer bir durum üst Devoniyen dönemde
de meydana geldi.
SÜREKLİ VOLKANİK AKTİVİTE ve buna bağlı iklim değişiklikleri Permiyen dönemde Dünya tarihinin
en kapsamlı kitlesel yokoluşunu tetikledi. Permiyen-Triyas tükenişi olarak bilinen bu olay deniz
yaratıklarının %95’inin ve kara yaratıklarının %70’inin yaşamına son verdi. Kretase döneminin sonunda
meydana gelen son toplu yokoluşta, bir göktaşı çarpmasının yol açtığı iklim değişiklikleri deniz
yaratıklarının %75'ini ve kara yaratıklarının %20'sini ortadan kaldırdı.
Ammonitler denizdeki kayaç katmanlarının yaşını belirlemeyi sağlayan en önemli fosil topluluklarıdır, ilk
kez Devoniyen dönemde ortaya çıktılar ve Kretase döneminin sonunda ortadan kalktılar.
DÜNYA
Mezozoyik Zaman
Yaklaşık 300 milyon yıl önce iri cüsseli böcekler ortaya çıktı. Uzun kırkayaklar, dev örümcekler ve kanat
açıklığı 70 cm’ye varan kızböcekleri bataklık ormanların içinde sürünmeye ve uçmaya
başladı. Olağanüstü büyüklük Karbon iter dönemde havadaki oksijen içeriğinin bugünkünden (s. 65) çok
daha yüksek olduğu yolunda dolaylı ipucu verir. Böcekler nefes borusu yoluyla solur, yani hava nefes
borusu aracılığıyla doğrudan organlara ulaşır. Belli bir beden büyüklüğünün ötesinde, oksijen verimli
biçimde dağıtılamaz; bu bakımdan oksijen içeriğinin günümüzün %21 düzeyini aşan bir oranla %35'e
yakın olduğu varsayılmaktadır.
çıktı; ama bunlar başlangıçta görece saklı bir yaşam sürdü. Çiçek açan bitkilerin belirmesiyle
birlikte böcekler dönemi başladı. Okyanus dünyası ise, denizlerde yaşayan kalamarlara yakın iri
sürüngenler ve ammonitler dışında bugünküne benzer yapıdaydı.
Mezozoyik zaman 185 milyon yıllık bir süreyi kapsar ve Triyas, Jura ve Kretase dönemlerine ayrılır.
Triyas dönemi Dünya tarihinin en sıcak evrelerinden biriydi. Yeryüzüne çöller egemen olurken kutup
bölgeleri henüz oluşmamıştı. Pan-gaea adlı büyük kıta hâlâ var olduğundan, hayvanlar ve bitkiler
engellerle karşılaşmadan dağılabildi. Jura döneminin ortalarında ilk çatlağın oluşmasıyla, Pangaea
kuzeydeki Laurasia ve güneydeki Gondvana kıtalarına ayrıldı; böylece Atlas Okyanusu ve Tetis Okyanusu
ortaya çıktı, iklimin sıcak ve kuru kalmasına karşın, kutup buz takkeleri bu dönemde oluştu.
Coğrafi değişimlerin çoğu Kretase döneminde meydana geldi. Birbiri-lerinden bütünüyle ayrılan
Laurasia ve Gondvana kendilerine özgü eko-sistemler edindi. Yağışlı ve yumuşak iklimin ısınmasıyla
birlikte, kutup buzullarının eriyen uç kısımları de-
Her gün yaklaşık 40 ton göktaşı yeryüzüne yağar. Ancak büyük çoğunluğu atmosferde yanar.
nizlerin en yüksek düzeye ulaşmasını sağladı. Kretase döneminin sonunda, Dünya neredeyse bugünküne
yakın bir görünüme büründü.
Göktaşıyla Sona Eren Kretase Donemi
Yaklaşık 65,5 milyon yıl önce, Dünya'ya birkaç kilometre eninde bir göktaşı çarptı. Ortaya çıkan krater
bugün Meksika Körfezi'nde hâlâ görülebilir. Bu olayın başka bir kanıtı daha vardır: Çarpmanın yarattığı
toz bulutu yüksek bir iridyum yoğunluğunun ölçülebildiği ince bir perde halinde yeryüzüne çöktü.
Dünya’da çok seyrek olan bu metal, göktaşlarında yüksek bir yoğunlukta bulunur. Çarpmanın ipuçları
Kretase dönemi ve Senozo-yik zaman arasındaki kayaç katmanında da açık seçik görülür.
Senozoyik Zaman
Senozoyik zamanla birlikte, dinozorların aksine, göktaşı çarpmasını ve sonraki iklim değişimini
izleyen toplu yokoluşu atlatan memelilerin yükselişi başladı, ilkotçul hayvanlar çok geçmeden etçil
hayvanlara av oldu. Afrika’da maymunlar 22 milyon yıl önce ortaya çıkarken, modern insanların varoluşu
ancak 150 bin yıllık bir geçmişe dayanır. Günümüzün iklim koşulları 2,8 milyon yıl önceki buzul çağı (s.
65) sırasında kararlı bir yapı kazandı.
21. YÜZYIL
ARMAGEDDON: Dünya'ya tehlikeli bir yakınlıkta dolanan 4.300 dolayındaki asteroitin yaklaşık 600’ü
düzenli olarak Dünya'nm yörüngesinden geçer, istatistiklere göre, her 100 milyon yılda bir sismik
boyutlarda çarpışmayı beklemek gerekir.
H0M0 SAPİENS: Modem insanların yayılışı ve üstünlüğü Dünya’nın tarihindeki altıncı kitlesel yokoluşa
yol açabilir.
Levha tektoniği | Subdüksiyon \ Dağ oluşumu | Dağlar | Yanardağlar \ Volkanik patlamalar \ Depremler
KİLİT BİLGİLER
DAĞLAR çoğunlukla okyanus levhalarının birbirinin altına girmesi (subdük-siyon) ve kıta levhalarının
çarpışması sonucunda oluşur.
OKYANUS TABANI okyanus levhalarının subdüksiyonuna bağlı olarak sürekli dönüşüme uğrar ve hiçbir
yerde 190 milyon yıldan daha yaşlı değildir. YANARDAĞLAR VE DEPREMLER neredeyse her zaman
Dünya levhalarının sınırlarında meydana gelir. Bu sınırlar özellikle aktif kuşaklardır.
HAREKETLİ DÜNYA
Afganistan’daki yıkıcı depremler, Cava'da kül püsküren yanardağlar, devasa okyanus ortası sırtları,
okyanus tabanındaki derin çukurlar ve Güney Amerika’nın buzla kaplı heybetli sıradağları gibi doğal
fenomenler birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Hepsinin ortak kökeni kıtaların kaymasına ya da okyanusların
oluşumuna dayanır. Bu iki sürece ise gezegenin çehresini sürekli değiştiren içsel kuvvetler yön verir.
Bugünkü Dünya’yı anlamak için önce bu yönlendirici mekanizmaları anlamak gerekir.
© Dünya’daki bütün kara kütleleri yaklaşık 250 milyon yıl içinde yeniden birleşerek yekpare bir kıtaya
dönüşecektir.
Ayrılma sınırı
Yerkabuğu üst mantoyla birlikte yaklaşık 100 km kalınlığındaki litosferi oluşturur. Okyanus ve kıta
litosferini kabuk türüne (s. 60) göre ayırt etmek mümkündür. Dünya'nın katı dış kabuğu yedi büyük ve
on kadar küçük levhadan oluşmuş bir mozaik biçimindedir.
Levhaların altında yer alan yumuşak ve kısmen erimiş astenosfer, Dünya'nın mantosunun bir parçasıdır.
Litosfer levhaları bu katman üzerinde yavaşça kayar. Bu kayma hareketinin sebebi Dünya’nın derin iç
kısmında yatar.
Dünya'nın mantosunun altındaki katmanlar radyoaktif bozunumla ısınır. Isınan manto materyali yükselir ve
süreç içinde soğur. Sürekli akıştan dolayı böyle bir materyalin doğrudan dibe çökmesi mümkün değildir;
bunun yerine periyodik bir hareketle yukarıya itilir ve tekrar çöker. Bu döngüye manto aktarımı denir.
Manto materyali yerkabuğunu yukarıya iterek sonunda yarılmasına yol açar. Kırık hattı boyunca magma
yeryüzünün altında katılaşır; yoğun volkanik aktivite halindeki bu lav dışarıya taşar. Her iki süreç yeni
okyanus kabuklarının oluşumunu getirir.
Bu çatlaklar sürekli yarılır ve başka kabuklar oluşturur. Böylece ortaya çıkan iki ayrı okyanus
litosfer levhası, tedricen büyür ve sürüklenerek birbirinden uzaklaşır. Okyanus tabanındaki Orta Atlantik
Sırtı, aktif fay hatları ve yanardağlar barındırır. Bir kıtanın içindeki kabuk yarılırsa, yeni okyanuslar
oluşabilir.
Doğu Afrika Çukuru yaklaşık 10 milyon yıl içinde Afrika’yı ayırabilecek bir okyanusun
başlangıç aşamasıdır.
Orta Atlantik Sırtı yaklaşık 3 km yüksekliğinde ve 16.000 km uzunluğundadır.
YİNELENEN YARILMALAR bir okyanus ortası sırtındaki kabuk parçalarının kırılmasına yol açar.
Bunun bir sonucu olarak, zamanla bir orta çukur oluşur. Genişliği 50 km’ye ve yüksekliği 3 km’ye kadar
varabilen böyle çukurlar asla kalıcı değildir. Sırtın kesimleri kırık hatları boyunca itilir ve böylece yeni
çukurlar ortaya çıkar. Bu kırık hatlarında çoğu kez siyah tüten (s. 65) denen sıcak su kaynakları bulunur.
Okyanus tabanının genişlemesi nedeniyle, sırta en yakın tortu katmanları daha ötedekilere oranla daha
yeni ve daha incedir.
Caiifornia'daki San Andreas Fay Hattı’nda, ABD, Pasifik levhası i itildiği için Kuzey Amerika levhası-\
nın kuzeyine doğru ilerler.
Yeni okyanus kabuklarının sürekli oluşması başka yerlerdeki eski kabukların yok olmasını getirir. Bu
süreç, levhalar birbirine karşı ilerlediğinde ortaya çıkar.
Mauna Kea (4205 m) Hawaii’nin en genç yanardağı ve Pasifik bölgesindeki en yüksek dağdır.
KARASAL KÖPRÜ TEORİSİ: Eski teoriler kıtaların sabit olduğunu ve ilk başta bağlı olmalarını
sağlayan karasal köprülerin sonraki bir aşamada denizlere battığını varsayar.
ALFRED VVEGENER kıtaların ve okyanusların kökenini ortaya koyan eserini 1915'te yayımladı.
Alfred VVegener
BÜTÜN ATLANTİK KIYILARI boyunca Afrika ve Güney Amerika tıpkı yapboz parçaları gibi birbirine
uyar. Paleolitikve Mezozoyik çağlardan kalma aynı tortulara ve sürüngenlere her iki kıtada rastlanabilir.
Aynı familyadan yakın akraba bitkiler 200 milyon yıl önce Hindistan, Avustralya ve Antarktika'da
yetişmişti. Alman meteorologve jeolog Alfred VVegener 20. yüzyılın başına doğru bu gözlemlere
dayanarak, geçmişte bütün kıtalardan oluşan tek bir büyük kara kütlesinin bulunduğu sonucuna vardı. Bu
süper kıtanın parçalanmasından sonra, tekil kara kütlesi parçalarının sürüklenerek şimdiki konumlarına
kaydıklarını belirtti.
DÜNYA
Sıcak Noktalar
Günlük deyişle “sıcak noktalar” Pasifik'in ortasındadır. Burada neredeyse 3,000 m derinlikten magma
akıntıları sürekli yükselir ve lav halinde püskürür. Pasifik levhasının sıcak noktaların üzerinde kaymasıyla
ortaya çıkan volkanik adalarının oluşumu hâlâ sürmektedir. Hawaii adıyla bilinen adaların en eskisi
kuzeybatıda, en genci güneybatıdadır. Sıcak noktaların zamanla konum değiştirmesine bağlı olarak,
adalar zinciri oluşum halindeki hafif bir kavisi izler. Bölgede oluşan ilk yanardağ ağırlığından dolayı
okyanusa tamamen batmış durumdadır.
bir hızla genişler. Levhaların kayarak birbirinden uzaklaştığı alanlara ayrılan levha sınırları denir; iki
levhanın çarpışması halinde bir levha sınırı ortaya çıkar.
Bir okyanus levhası ne kadar uzun süre kayarsa, o ölçüde soğur ve ağırlaşır, iki levha çarpıştığında, daha
yüksek ağırlıktaki levha subdüksiyon sürecinden geçer. Bir yandan levha kendi ağırlığıyla aşağıya çekilir;
diğer yandan yeni kabukların birikmesiyle geri itilir. Kabuğun kayaçları ve üstünde çökelmiş olan tortular
üst mantoda erir.
Oluşan magma yüzeye yükselir ve yanardağlardan lav olarak akar. Yanardağlar ortalama deniz düzeyinin
yukarısında yer aldığında, buna denk düşen yükseklikteki adalar zinciri aşağıya inen levhanın yönünde
bükülür; bu biçim, yeryüzünün bükülmesiyle bağlantılıdır.
Okyanus kabukları esas olarak bazalt ve gabro gibi kayaçlardan oluşur; dolayısıyla esas olarak granit ve
gnaystan oluşan kıta kabuklarından daha ağırdır. Levha tektoniği hareketlerine bağlı olarak temasa
girdiklerinde, okyanus levhası her zaman kıta levhasının altına iner. Subdüksiyon kuşağında sık depremler
ve volkanik patlamalar görülür.
iki kıta levhasının çarpışması sırasında subdüksiyon meydana gelmez. Bunun yerine levhaların
birbirlerini itmeleri dağların oluşumuna (s. 70) yol açar.
Kaymanın Sonuçları
Belli yerlerde ne subdüksiyon, ne de çarpışma süreci yaşanır; bunun ye-yol açabilir. En çok bilinen
koparma kuşağı San Andreas Fay Hattı’dır. Bununla birlikte, farklı genişleme
Triyas döneminin başlarında şimdiki Afrika, Hindistan ve Antarktika’da yaşayan Lystrosaurus, kıtasal
kaymanın biyolojik kanıtıdır.
hızlarıyla bloklar oluşturan okyanus ortası sırtlardaki kırık hatlarında bile yüksek deprem aktivitesi
görülür.
Fay bloğu dağları Dağların ve dağ s ıralarının oluşumuna farklı jeolojik süreçler yol açabilir.
DAĞLAR VE OLUŞUM SÜREÇLERİ
Yeryüzünün dörtte biri dağlarla kaplıdır. Bu sarp ve heybetli dorukların deniz düzeyinden yüksekliği
1.000 m’yi aşar.
Alpler 30-35 milyon yıl önce levhaların çarpışmasıyla oluştu. Bu kıvrımlı dağ kütlesi günümüzde de
yükselmeye devam ediyor.
Himalayalar'ın ve And doruklarının kökeni levha tektoniğine (s. 68) dayanır, iki kıtanın
çarpışmasıyla Himalayalar’ın yükselişi devam eden bir süreçtir. “Dünyanın çatısı”nda halen süren
büyüme yılda yarım milimetreye yakındır.
Andlar orojeni denen bir dağ oluşum süreciyle Nazka levhasının Güney Amerika kıtasının altına girmesi
sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu tür dağlar “orojenler’’ olarak anılır.
Devlerin Doğuşu
Eşit kütleye sahip iki kıta levhası çarpıştığında, her iki levhanın yer-kabukları temasa girer ve
tortul katmanlar yukarıya doğru kıvrılır. Uygulanan basıncın şiddetine bağlı olarak, “örtü” denen büyük
tortul kütleler tabandan gelen bir itme hareketine uğrar. Böylece geniş alanlar boyunca taşınır ve
birbirinin üstüne çökerler. Alpler hem kıvrılmak, hem de itmeli dağ oluşumunun bir bileşimidir.
Litosfer levhalarının sürüklenerek ayrılması (kıtasal kayma) süreci bile sadece okyanus tabanında değil,
kıtalarda da dağların oluşması sonucunu doğurur.
Örneğin, 2-3 milyon yıl önce levha tektoniği hareketleriyle oluşan Doğu Afrika yarı kuşağı bo
yunca devasa fay hatları ortaya çıkmıştır. Burada Dünya’nın iç çekirdeğinden yukarıya magma yükselir.
Magmanın ve volkanik alanların yerkabuğu içinde katılaşmasıyla Afrika’da oluşan dağlardan biri 5.895 m
yüksekliğe varan Kilimanjaro’dur.
Yaylalar ve Dağlar
2.000 m'ye kadar ulaşan yaylalardır. Bugünün dağları, milyonlarca yıllık zaman dilimi içinde ayrışma
ve aşınma sonucunda yaylalara ya da alçak dağ sıralarına dönüşecektir.
Alçak dağ sıraları ya da yaylalar çoğunlukla "blok dağ’lardır. Yerkabuğunun gerilip genişlemesi kırıklar
ÖZEL BİLGİLER
ANDLAR dünyanın en uzun dağ sırası olarak Güney Amerika’da 7,500 km boyunca uzanır. Sualtındaki
Orta Atlantik Sırtı'nın uzunluğu 16,000 km'dir.
HAVVAİİ’DEKİ MAUNA KEAyanardağı sualtında kalan yaklaşık 6 km’lik bölümüyle Everest Dağı’ndan
1 km kadar daha yüksektir.
DAĞ BUZULLARI günde 100 m’nin üzerinde bir hızla akabilir; ama çoğu bir yılda nadiren birkaç
metreden daha fazla yol alır.
yaratırken, “blok" denen kayaç bölmeleri oluşur. Bu kayaç kütlelerinin fay hatları içinde kaymasıyla
birlikte, yarıklar ve çıkıntılar ortaya çıkar. Yapısı bozulmayan ve daha sonra dağ olarak yüzeye çıkan
bloklar bazen yana yatabilir. Böylece “yarlar” ya da “yatık blok dağlar” oluşur.
Bu blokların kıvrılmış kayaç katmanları barındırması, kırıkların oluştuğu kesik bir kıvrımlı
dağın varlığına işaret eder. Bu yapılar kıvrık fay bloğu dağlan olarak anılır.
ÜS»
ANDLAR subdüksiyon (batma) yoluyla oluşmuş dağ sıralarının bir örneğidir. Subdüksiyon (s. 69)
sırasında, okyanus kabuğunun bir bölümü kazınır ve yükselerek kıta levhası üstünde bir “kama” oluşturur.
Bununla eşzamanlı olarak kıta kabuğu yontulur. Böylece kıta kabuğu kısalır; yüzeyin altında volkanik
kuşakların ve magmanın oluşturduğu girinitler iç “yatağı” oturtur. Bu şekilde birkaç paralel kuşağın ortaya
çıktığı yapılar için “sıradağ” terimi kullanılır. Dağların eteğinde esas olarak aşınmaya ve soyulmaya
bağlı materyalden oluşmuş bir havza yer alır.
Dünya nüfusunun onda biri dağlarda yaşar. Dağlar sadece sakinleri için değil, insanlığın geri kalan kesimi
için de önemli bir geçim kaynağıdır.
Aşınma kuşağı
Yüksek dağlardaki vadi buzulunun (alp buzulu) boylamasına kesiti. Bu tür buzullar 70 km’tik uzunluğa
ulaşabilir. Dünyanın toplam buz yüzeyi içindeki oranı ancak %1'i bulur.
Alpler’deki eriyen karla birlikte, Alp buzullarının karından elde edilen su, dünya nüfusunun yarıdan
fazlasına içme suyu (s. 79) sağlamaktadır.
Çığdan Korunma
Çığlara karşı en iyi korumayı yoğun orman ve bitki örtüsü sağlar; çünkü bunlar büyük kar kütlelerinin
birikmesine fırsat vermez. Eğer ağaçlandırma mümkün değilse, rüzgârın şiddetini azaltan ve kar
kütlelerinin oluşmasını sınırlayan çit gibi yapay koruyucu engellere başvurmak gerekir. Çelik ya da beton
engeller eğimi daha küçük bölümlere ayırır; böy-lece kar örtüsü yamaçtan aşağıya tek bir kütle halinde
kaymaz. Çığlardan korunmayı sağlayan başka bir önlem kontrollü kar patlamalarıdır. Patlayıcıların
yardımıyla daha küçük çığlar tetiklene-rek, çığların kontrolsüz inişi önlenebilir.
21. YÜZYIL
DAĞ YAMAÇLARINDA heyelan olasılığını ve tehlikesini izlemek üzere, toprak sondalarına dayalı bir
erken uyarı sistemi geliştiriliyor.
KÜRESEL ISINMA önümüzdeki 100 yıl içinde dünya genelinde dağ buzullarının yarısından fazlasını
eritebilir. Bunun olası sonuçlan yıkıcı kuraklıklar ve taşkınlardır.
Sonsuz Buz
Buzullar kar yağışının buz eritme kapasitesini aşacak kadar bol olduğu yerlerde oluşur. Kar kristalleri
kalınlaşır, katılaşır ve sert buzula dönüşür.
Bir buzul kaynağı olan bu birikim alanları çoğunlukla 3.000 m’nin üzerinde yer alır. Uçtaki buzul dili ise
1.500 m kadar alçakta olabilir. Buzullar vadilere doğru inerken, kenarlarda ve buzul dilinin bitişiğindeki
kara kütlesi yüzeyinin altında bulunan kayaçları kazır. Böylece başlangıçtaki V biçimli vadiler U biçimli
geniş vadilere dönüşür. Bir buzul dilinin çözülmesi çoğu kez buzul dili ile uç buzultaş arasında bir gölün
oluşmasıyla sonuçlanır. Bu süreç Konstanz Gölü ve California’daki Donner Gölü gibi göllerin oluşumunu
açıklar.
Dünyadaki buzulların çoğu halen çözülmenin son aşamalarında bulunuyor. Bunların büyük olasılıkla iklim
değişimi yüzünden erimesi sarp uçurumların oluşmasına ve iri kaya parçalarının kopmasına yol açıyor.
Artan heyelanlar bu olayın olası bir sonucu olabilir.
Düşen kaya parçalarıyla mücadelede benimsenen koruyucu önlemlerden biri çelik ağlardır. Bu modelle
yaklaşık 15 ton kaya ve taş toplamak mümkündür.
Heyelanlar
Dağların tehlike alanlarına dönüşmesinden bir ölçüde insanoğlu sorumludur. Alan açma ve yol yapımı
birçok yörede dağ yamaçlarının temel çatkısını ve bitki köklerinin bağlayıcılığını yok etmiştir. Bu
yamaçlar heyelanlara daha duyarlı
Birikim kuşağı
Yarıklar
olur ya da bazen şiddetli biçimde aşınır. Peru Andları’nda 1970’te büyük bir depremin tetiklediği
bir heyelan 70 bin kişiyi kaya, buz ve mil altına gömmüştür.
Kar Çığları
Çığların çoğu 30°-50° arasındaki yamaç eğiminde meydana gelir. Eğim daha yüksek olursa, büyük kar
Buzul dili
Çığlara kar örtüsünün kararsızlığı yol açar; bu durum tabandaki kar katmanı gevşeyip yerinden oynayınca
ortaya çıkar. Artan sıcaklıkla birlikte, kristaller bağlayıcı özelliklerini yitirir.
Saçak denen asma kar kütlelerinin bulunduğu dağ sırtları boyunca rüzgârın esmesi de bir tehlike yaratır.
Bu tür toz çığları özellikle yıkıcıdır; kar saatte 300 km’yi aşan bir hızla iner. Eşlik eden rüzgâr fırtınaları
ve hava basıncı değişkenlikleri bir kasırgaya yakın düzeyde seyreder. Bu hava ve kar bileşimini solumak
boğulmaya yol açar.
DÜNYA
;
Nepal ve Tibet arasındaki Everest Dağı (8.848 m) deniz düzeyinden en yüksek coğrafi yapıdır.
VAMnn
YANARDAĞLARIN ANATOMİSİ
Yanardağlar Dünya’nın 4,5 milyar yıl önce doğuşundan beri vardır. Volkanik patlamaların hayvan ve bitki
dünyasını yok etmesine karşın, lavlar toprağı minerallerle zenginleştirir.
Büyük Okyanus'u çok sayıda yanardağdan oluşan bir “ateş çemberi'' çevreler. Bu kuşakta depremler de
son derece yaygındır.
Dünya'mn Eklemleri
Yanardağların çoğu kıta levhalarının (s. 74) aktif sınırları boyunca sıralanır. Denizaltı yanardağları yeni
kabuk oluşumunun sürdüğü okyanus ortası sırt gibi bölgelerde yer alır. Bunlar adalara dönüşen
yanardağlardır. Kara yanardağları çoğunlukla yerkabuğunun birleşmesi sırasında bir levhanın başka bir
levhanın altına itildiği kuşaklardadır. Böyle subdüksiyon (batma) kuşakları Büyük Okyanus’un çevresine
serpişmiştir. Kıyı bölgelerindeki yanardağlar bir gerdanlıktaki inci tanelerini andırır ve bugünkü
yanardağların yüzde 80’inden fazlasını barındıran “ateş çemberi”ni oluşturur. Yerka-buğundaki içsel
birleşmenin magmayı yarattığı “sıcak kuşaklarda,
ÖZEL BİLGİLER
kıta levhalarından ve sınırlarından bağımsız yanardağlar ortaya çıkar. Bu grubun bir örneği Hawaii
yanardağlarıdır.
Yanardağlar yerkabuğunun yaklaşık bir kilometre altında erimiş kayaç-ların bulunduğu magma
bölmelerinden beslenir. Bölmedeki basınç belli bir düzeyi aştığında, magma çatlaklar ve yarıklar
aracılığıyla yükselerek bir volkanik ağız oluşturur. Yükselen magma yüzeyin aşağısında kalabilir ya da
yüzeye ulaşıp lav biçiminde dışarıya çıkabilir. Erimiş kayacın yüzeye çıkması volkanik etkinlik olarak
bilinir; magmanın daha içerideyken katılaşmasına ise yeraltı volkanik etkinliği denir.
Volkanik patlamanın tipini erimiş kayacın bileşimi belirler. Silis (Sİ02) içeriğinin yüzde 66’yi
aştığı bileşime asit magma denir; silis içeriği yüzde 52 olduğunda, bazik magmadan söz edilir.
Magmanın yükselmesiyle ve basıncın düşmesiyle birlikte, magmadan gazlar salınır; bu açılan bir gazoz
şişesinin saldığı karbon dioksite benzer. Magma ne kadar yükselirse, “gazdan arınma" o ölçüde artar. Bu
gaz hacminin yarattığı olağanüstü basınç yanardağ ağzına yönelir ve bir patlama halinde dışarıya çıkar.
Asit magmanın akışkan olmaması nedeniyle gazlar kolayca kaçamaz. Bu
Yanardağ Tipleri
yüzden asitli yanardağların püskürmeleri patlamalı olur. Bazik magma daha akışkan olduğu için
gazların kolayca kaçmasına olanak verir.
Püskürme sırasında dışarıya aşırı yoğun bir erimiş lav atıldığında bir lav kubbesi oluşur.
da cüruf konilerinde lav doğrusal bacalardan püskürülür. Merkezi yanardağlarda lav, Magma
bölmesindeki basınç çok yüksek
boruya benzer bir orta ağızdan akar. Kalkan yanardağlardan akışkan olmayan bir lav olduğunda, lav
kolonlar ve çatlaklar yoluyla yü-çıkar; katmanlı yanardağlardan ya da bileşik konilerden çıkan lav daha
akışkandır. zeye ulaşmaya çalışır.
Volkanik ağız
Krater oluşumuna bir patlama (patlama kal-derası) ya da magma bölmesinin çöküşü (göçük kalderası) yol
açar.
Etna Dağı'ndan bir patlamanın uydu görüntüsü: Kraterden beyaz dumanlar ve siyah kül bulutları çıkıyor.
Reunion’da püsküren bir yanardağ etrafa erimiş kayaç ve lav saçıyor. Bunlar daha sonra bir cüruf
konisine dönüşecek.
VOLKANİK PATLAMALAR
Bazı insanlar olası volkanik patlamaların getirebileceği ölüm tehdidi altında yaşar. Uzmanlar
patlamaların meydana gelişini önceden kestirme yollarını ancak son birkaç yılda bulabilmiştir.
Volkanik kraterler çoğu kez yağmurla ve yeraltı suyuyla dolar. Böylece Kosta Rika'daki bu örneğe benzer
krater gölleri oluşur.
ROMALI YAZAR Ga/'us Plinius Secundas (Yaşlı Plinius) bilimsel merakın dürtüsüyle Vezüv Dağı'nın
patlayışını gözlemlemek istedi. Kükürt buharları yüzünden boğularak yaşamını yitirdi.
Pompeii sakinleri Vezüv Dağı’nın MÖ 79'daki patlamasının yol açtığı lav akıntısına apansızın
yakalanmıştı.
VEZÜV DAĞI’NIN PATLAMASI tarihteki en ünlü volkanik patlamalardan biridir. MÖ 79’da ölümcül bir
piroklastik bulut Roma kenti Pompeii’nin 25 m’lik bir kül örtünün altına gömülmesine yol açtı.
Endonezya’daki Tambora Dağı’nın 1815’teki
patlaması yaklaşık 10 bin kişinin ölümüyle sonuçlandı. Rüzgâr akımları volkanik toz zerrelerini
yeryüzünün her tarafına yaydı; Avrupa’da kötü hasada ve açlığa sebep oldu. Yaklaşık 90 bin kişi bu
olaydan etkilendi. Filipinler’deki Pinatubo Dağı’nın 1991’de patlaması sonucunda sadece 500 kişinin
hayatını kaybetmesi yanardağ uzmanlarının erken tahminine bağlanabilir.
Pinatubo Dağı’nın patlaması küresel sonuçlar doğurdu. Salınan gazlar ve piroklastik maddeler ortalama
0,5°C düzeyinde bir sıcaklık düşüşüne yol açtı.
Birçok volkanik bölge son derece verimlidir; çünkü mineraller bakımından zengin olan lav ve kül
uzun vadede toprağın niteliğini yükseltebilir. Bu nedenle bu bölgeler genelde yoğun nüfusludur. Yanardağ
uzmanları olası bir patlama tehlikesini önceden belirlemek amacıyla, periyodik olarak aktifleşme eğilimi
gösteren yanardağları sürekli izler.
Uyan İşaretleri
Bütün patlamalardan önce depremlerin meydana gelmesi nedeniyle, yanardağlar ve aktiviteleri sismik
aletlerle izlenir. Yakın bir patlamanın başka bir göstergesi
Lav
Yüzeye çıkış ve soğuma sırasındaki koşullara bağlı olarak, lav çeşitli biçimlere bürünür, ince ve düz
akışlı magma düz, kabarık ve dalgalı bir yüzeye sahip “pahoe-hoe-lavı” oluşturur. Yoğun “aa-lavı”
katılaşarak keskin kenarlı bloklar biçimini alır. Asitli lav gazdan arınma sırasında püskürürse süngertaşı
oluşur. Birdenbire soğuduğunda ise obsidiyen gibi kristalli olmayan camsı kayaçlar ortaya çıkar. Lav
okyanusa girdiği ya da sualtında salındığı zaman, 1 m’ye varan çapta kaya kütleleriyle birlikte yastık lava
dönüşür.
yoğunlaşan gaz salimidir. Böyle durumlarda çatlaklardan ve yarıklardan gazlarda kükürtdioksit yoğunluğu
önemli ölçüde artar.
Yanardağları yüksek bir duyarlılıkla ölçen lazer donanımlı aygıtlar yüzeydeki biçim bozukluklarını
kaydeder ve magma bölmesinde basınç artışından kaynaklanan genişlemeye ilişkin bilgiler sağlar.
Patlama
Yanardağlar gazimsi, sıvı ve katı maddeler fışkırtır. Taşmalı bir püskürme sırasında dışarıya akan
daha akışkan bazik lav, katılaşmadan önce geniş alana yayılabilir. Bu patlamalar yüzyıllarca sürebilir ve
tarihte görüldüğü üzere, iklime yıkıcı etkilerde bulunabilir. Çünkü süreç içinde büyük miktarda sera
gazı, buhar ve karbondioksit salınır. Gazdan arınma sırasında yoğun lavlar patlar ve bu patlamaya fırlayan
kayalar eşlik eder. Böyle patlamalı püskürmeler çevredeki alanların madde bombardımanına uğramasıyla
ve kısa sürede birkaç metrelik külün altına gömülmesiyle sonuçlanır.
Bu salıma piroklastik denir, ince piroklastik materyaller birikerek yaklaşık 1000°C sıcaklığında bir
piroklastik bulut oluşturabilir ve saatte 1.000 km’lik bir hızla akabilir.
Patlamalı püskürmelere çoğunlukla şiddetli yağmur eşlik eder; çünkü salınan buhar külle birlikte havada
yoğunlaşır. Su külle biraraya geldiğinde, lahar denen yıkıcı bir çamur ya da moloz yığını yanardağ
yamaçlarından aşağıya akar.
Yeni Hayat
Bir volkanik patlamadan sonra çoğu kez binlerce kilometrekarelik alan yıkıma uğrar, insana doğa bir daha
toparlanamayacakmış gibi gelir. Oysa ABD'nin VVashington eyaletindeki St. Helen Dağı’nın 1980'deki
patlamasından sonra, çevredeki yüksek besin içerikli kül
21. YÜZYIL
BİR SÜPER YANARDAĞ üs tünde yer alan Yellovvstone Ulusal Parkı'nda (ABD), yüzeyin yaklaşık 8 km
altında 60 km uzunluğunda, 40 km genişliğinde ve 10 km derinliğinde bir magma bölmesi vardır. Bu
bölme yaklaşık 24.000 km3 magma içerir. Patlaması depremlere, taşkın dalgalarına ve bir küresel iklim
felaketine yol açabilir.
alanlarında ilk bitkiler sadece birkaç ay içinde yeşerdi. Hayvanlar da çok geçmeden yöreye
döndü. Bununla birlikte, yerel ekosistemin patlama öncesi duruma dönüşü 200 yıla yakın bir süreyi
alabilir.
DÜNYA
DÜNYA
DEPREMLER—SEBEPLERİ VE SONUÇLARI
Francisco'da 1906'da depremin ardından çıkan büyük yangın depremden daha yıkıcıydı.
nunda
geliştirildi. Bu -v*'
Merkez Üssü ve Dalga Dağılımı
EN HIZLI SİSMİK DALGALAR kayaçlar, sıvılar ve gazlar içinde saniyede 6-14 km’lik bir hızla
ilerleyen birincil (“P") dalgalardır. Ancak yarı hıza ulaşan ikincil (“S”) dalgalar yalnız katı
malzemelerden geçebilir. Kayıt istasyonunun merkez üssünden uzaklığı P ve S dalgalarının ortaya çıkışı
arasındaki zaman aralığıyla saptanabilir. Üç ayrı sismoloji istasyonundan elde edilen ölçümlerle, merkez
üssünün yeri veri noktalarının kesişiminden çıkarılabilir.
LOVE VE RAYLEIGH DALGALARI yeryüzünde dolaşır ve adlarını iki bilimciden alır. Bu yüzey
dalgaları aslında S dalgalarından daha yavaş olmakla birlikte, büyük ölçekli hasara yol açabilirler.
Depremlerde hissedilen titreşimlerin ya da sarsıntıların çoğu Rayleigh dalgalarıdır.
S dalgaları: Yayılma yönündeki çapraz kaykılma hareketi Love dalgaları: Yeryüzüne paralel kaykılma
hareketleri Rayleigh dalgaları: Dikey eliptik hareket
Yüzey Dalgaları
Bütün depremlerin yaklaşık yüzde 90’ı litosfer levhalarının yeniden biçimlendiği, birbirlerinin
altına girdiği ya da kayarak birbirinin yanından geçtiği kıta levhalarında (s. 68) meydana gelir.
Bu kuşaklarda zemin çok büyük gerilim altında kalır; çünkü levhalar çarpışır ve her türlü yana doğru
hareketi kısıtlar. Gerilim arttığında, kayaçlar kırılır ve yerkabuğu sarsın-
OZEL BİLGİLER
ATEŞ ÇEMBERİ çoğu depremin meydana geldiği Pasifik çevresinde jeolojik bakımdan aktif bir kuşaktır.
HER YIL 800 BİNDEN FAZLA sarsıntı meydana getir; ancak insanlar bu depremlerin yaklaşık %95'inin
farkına varmaz.
DENİZ DEPREMLERİ odağı deniz altında olan depremlerdir.
ssar*.
tılar geçirir. Kayaçların yana doğru itilmesiyle birlikte, basınç uygulayan kuvvetler levhaların içinde
çatlaklar da yaratabilir. Sarsıntılar ve depremler çoğunlukla 60 km’nin altında bir derinlikte meydana
gelir;
-700 km arasındaki çekirdek derinliklerinde deprem oluşumu enderdir. Bir depremin ortaya çıkış
noktasına odak denir. Merkez üssü yeryüzünde hemen odağın yukarısında yer alır. Genelde yüksek
şiddetteki sarsıntılar bu bölgede kaydedilir.
Sismik Dalgalar
Kayaçlar kırıldığı zaman, dalgalar biçiminde enerji salınır. Bir depremin asıl sebebi bu sismik
dalgalardır. Birçok sismik dalga tipi vardır, iki ana tip “kütle dalgaları” ve “yüzey dalgalaradır. Kütle
dalgaları odakta oluşur ve dairesel bir hareketle Dünya’nın iç çekirdeğinde yayılır. Bu hareket
yeryüzünde dolaşan yüzey dalgalarını yaratır.
Sebepler
Tektonik olmayan depremlerin sebebi genellikle volkanik patlamalardır. Magma bölmesindeki (s. 72)
kaynaşma ya da magmanın yukarıya çıkışı yeryüzünde sarsıntılara yol açar. Bir patlama (s.
Göçük madenlerin ve tünellerin yanısıra yeraltı atom bombası testleri bir depremi tetiklemeye yetecek
güçte sarsıntılara yol açar.
Çin'in Shaanxi eyaletinde 23 Ocak 1556 sabahı 8,0 gibi rekor büyüklükte (s. 75) sarsıntılar yaşandı.
Toplam ölü sayısı 830 bine ulaştı; bunların çoğu evlerinin çökmesiyle uykuda can vermişti. O zamandan
beri hiçbir deprem böyle büyük can kaybına yol açmadı.
Bir depremin sonuçları ve yan ürün niteli-alet deprem dalgalarını ve sismik aktiviteyi belirlemek ve
kaydetmek için kullanılır.
ğindeki fenomenler en az sarsıntılar kadar yıkıcı olabilir. 1906’da San Francisco’da ve
1995’te Japonya’nın Kobe kentinde meydana gelen depremlerin ardından, günlerce süren geniş çaplı
yangınlar çıktı. Portekiz’in başkenti Lizbon’u 1755’teki şiddetli bir depremden sonra tsunami vurdu
ve kent sular altında kaldı.
Zor ulaşılan ücra bölgelere zamanında yardım yetiştirmek daha güçtür. Bu çoğu kez açlığa ve salgınlara
yol açar. Kurtulanlar çoğu kez barınaksız kalır ve birçok kişi kötü hava koşulları yüzünden ölür. Böyle bir
durum Keşmir'de 2005'teki yıkıcı bir depremin hemen ardından kışın bastırmasıyla yaşandı.
Çinli sismologlar 1975’te bir depremi önceden doğru biçimde tahmin etmeyi başardı. Bölgenin
birçok sakini zamanında başka yerlere taşındı. Ne var ki, bir yıl sonra Kuzey Çin’in başka bir kentinde
100 bin kişi depremde yaşamını yitirdi. Bu sefer uzmanlar yakın bir depreme ilişkin herhangi bir
gösterge saptayamamıştı.
Kütle Dalgalar
Depremlerin yıkıcı etkilerinden ancak kısmen korunabildiğimiz için, depremleri önceden tahmin etmeye
yönelik araştırmalar sürüyor.
1995 depreminden önce Japonya'nın Hanshin otoyolunun depreme dayanıklı olduğu sanılıyordu.
Depremleri ölçmek için kullanılan sismograf, sarsıntılarla birlikte hareket eden bir bobine serbestçe asılı
bir ağırlıktan oluşur. Bu ağırlığa tutturulmuş bir kalem, titreşimleri ya da dalga genişliğini hareketli
bir kâğıt ruloya kaydeder. Donanımın yerle temasta olması nedeniyle, sarsıntılar doğrudan saptanır.
Deprem ne kadar güçlü olursa, dalga genişliği o ölçüde artar. Merkez üssü ve şiddet bu ölçümlerle
belirlenebilir.
İki Ölçek
20. yüzyılın başında yanardağ uzmanı Giuseppe Mercalli depremleri farkına varılabilir ve gözle
görülebilir
Depreme Dayanıklı
Tayvan’daki Taipei 101 gibi modem gökdelenlerin Riohter ölçeğine göre 8,0 şiddetine varan depremlere
dayanacağı öngörülmektedir. Böyle binalar iç içe örülü düzenle birbirine bağlanmış büyük çelik-beton
kolonlarla desteklenir; bu düzen sarsıntılarla birlikte sallanan hareketli bir “korse” gibidir. Diğer bazı
yüksek binalar yer sarsıntılarının etkisini nötrleştirebilen rulman yatakları üstünde inşa edilmiştir. Taipei
101’in bir özelliği barındırdığı titreşim dengeleme düzeneğidir (yukarıda): Ağırlığı 600 tonu aşan bir
çelik top en üst katta bir çelik halata asılı olarak durur. Böylece deprem titreşimlerinin etkisini belli bir
dereceye kadar azaltabilir.
hasarlar temelinde kategorilere ayıran bir tablo yarattı. “Mercalli şiddet ölçeği" on iki düzeyden oluşur.
Birinci düzey insanlarca his-sedilemez ve ancak sismograşarla saptanabilir. On ikinci düzey yeryüzünün
ciddi değişimlere uğraması ve neredeyse bütün binaların yıkılması olarak tanımlanır. Charles Francis
Richter’in geliştirdiği ve 70 yılı aşkın bir süreden beri kullanılan Richter ölçeğinde bir depremin şiddeti
“büyüklük” olarak ifade | edilir. Bu değer depremin odağı ile sismolojik kayıt istas-_ yonu arasındaki
uzaklığın ya-nısıra sismograşarda kayde-ggg dilen dalga genişliğine göre belirlenir. Richter ölçeğinde tek
bir sayı alttaki sayının on katı gücünde bir depremi temsil eder. Yani,
4,0 büyüklüğündeki bir deprem 3,0 büyüklüğündeki bir depremden on kat şiddetlidir. Büyüklüğü 2'nin
altında olan depremler insanlarca fark edilmez.
Bir depremden önce çok sayıda fenomen ortaya çıkabilir. Kayalarda şekil bozuklukları
Dünya'nın manyetik alanının aktif levha sınırlarında
değişikliklere yol açar. Kaya gözeneklerinden su sızdığında, yeraltı suyu düzeyi değişebilir. Yerde açılan
kolonlar da toprağın elektrik iletkenliğini etkiler. Kaya çatlakları yeryüzüne radyoaktif gazlar
salar. Birbirini izleyen küçük sarsıntılar son bir depremle noktalanır. Bütün bu olaylar sismoloji
istasyonlarında ölçülebilir. Sıklıkla hayvanlar arasında alışılmamış davranışlar görülür. Asıl sorun bu tür
belirtiler olmadan da depremlerin ve sarsıntıların meydana gelebilmesidir. Yakın dönemde, sismik
aktiviteyi önceden belirlemek amacıyla pozitif yüklü oksijen (02) iyonlarının hareketlerini izleme yoluna
gidilmiştir. Bu iyonlar
21. YÜZYIL
“BÜYÜK AFET”: Önümüzdeki 50yılda San Francisco veya Los Angeles'ta büyük olasılıkla meydana
gelmesi beklenen çok yıkıcı bir deprem. ALMAN UZMANLARIN geliştirdiği bir tsunami erken uyarı
sisteminde, bir cep telefonu sinyaliyle insanlara yaşadıkları bölgede yakında kopacak bir ts unamiyi
bildirmek mümkündür.
HİNT OKYANUSU NDAKİ tsunami erken uyarı sistemi sismograflardan, okyanus dalgalarının
yüksekliğini ölçebilen GPS şamandıralarından, deniz suyu seviyesi ölçüm aygıtlarından ve kıyı
istasyonlarından oluşmaktadır.
Malezya’da Büyük Okyanus için kurulmuş bilgisayarlı tsunami erken uyarı istasyonu.
ÇOĞU TSUNAMİYİ deniz depremleri tetikler. Okyanus tabanında depreme bağlı dikey kayma,
yukarıdaki su kütlesini harekete geçirir. Açık denizde dairesel biçimli dalgalar oluşur. Sadece en üstteki
su katmanının kabardığı bir fırtına dalgasının tersine, bir tsunamide bütün su katmanları kabarır. Dalgalar
kıyı şeritlerine yaklaşırken, su derinliğindeki azalmanın yanı sıra hızdaki artışa bağlı olarak daha da
yükselir. Sadece kabarık dalgalar büyük çaplı hasara yol açmaz; dalga çukurları bile yıkım yaratır ve geri
çekilirken temasa girdiği şeyleri yutarak, çoğu kez bir mil kadar deniz içine sürükler.
2004’te bir tsunami Güneydoğu Asya'nın birçok kıyısını kasıp kavurdu. Tetik-leyici unsur Hint
Okyanusu’nda 9,3 büyüklüğündeki bir deniz depremiydi.
DÜNYA
KİLİT BİLGİLER
KAYNAK mevcut olan, ama halen ekonomik ya da jeolojik nedenlerle işlenmeyen hammadde miktarını
belirtir.
DÜNYA GENELİNDE ENERJİ İHTİYACININ yaklaşık %35’i ham petrolden, %23’ü doğalgazdan,
%25'i taşkömüründen ve %6'sı nükleer enerjiden karşılanmaktadır.
DÜNYANIN HAMMADELERİ
işlenmemiş malzemeler, yani hammaddeler gezeğenimizdeki insan hayatının temelidir. Bunlar yeryüzünde,
yerkabuğu içinde ve denizlerde bulunur. Ağaç ve tahıl gibi birçok doğal kaynak yetiştirilebilir; buna
karşılık hammaddeler sınırlıdır. Bağımlı olduğumuz ve hızla kullandığımız petrol kaynaklarının
öngörülebilir bir gelecekte tükenmesi beklenmektedir. Ayrıca, zamanla temel gıda maddelerinde ve temiz
içme suyunda kıtlık (s. 79) yaşanacaktır.
© Ekonomik önemlerinden dolayı hammaddeler çoğu kez siyasal çatışmalara konu olur.
FOSİLLER—HAMMADDELER
Ham petrol, doğalgaz ve kömür fosilleşmiş maddelerdir. Özellikle yakıt olarak ve plastik üretiminde
kullanılırlar.
HAM PETROL VE DOĞALGAZ geçmişte okyanus yatağına çökmüş küçük canlı organizmalardan gelişen
kaynaklardır. Tortu katmanları bu kalıntıları kapatırken, bakteriler ölü organizmaları daha basit karbon
bileşiklerine dönüştürdü. Tortuların yarattığı basınç ve yüksek sıcaklıkla, hidrokarbonun sıvı (ham petrol)
ve gaz (doğal gaz) biçimleri ortaya çıktı. Yüksek basıncın sıkıştırarak çevredeki kayaçlardan çıkardığı
hidrokarbonlar düşük yoğunluklarından dolayı yüzeye yükseldi. Saydam olmayan bir örtü tabakasının
aşağısında, ham petrol ve doğalgaz, yatak kayaçların gözeneklerinde birikti.
Daha ağır olan ham petrol her zaman doğalgazın altında yer alır.
Ana kayaç
Organik maddelerin milyonlarca yıllık bir süreçte basınca uğrayıp gömülmesiyle ortaya çıkan fosil
materyaller zaman içinde dünyanın en önemli enerji kaynağına dönüşmüştür. Ne var ki, bunların kaygı
uyan-
Çevre Zehirlenmesi
Hasar görmüş tanklardan sızan katran yığınları Avrupa kıyılarını kirletiyor. Afrika kıtası kurşun
çıkarmanın yol açtığı zehirli atıklara boğulmuş bulunuyor. Sibirya'daki hava ağır metal madenciliği
yüzünden muazzam miktarda kükürt dioksit içeriyor. Fosil ve mineral hammaddelerin işlenmesi
gittikçe artan bir çevre yıkımına yol açıyor. Bizzat sebep oldukları bu durum insanları olumsuz yönde
etkiliyor. 21. yüzyıla dönük bir uluslararası çevre programı olan Gündem-21 gibi önlemleri hayata
geçirmek gittikçe önem kazanıyor.
dinci bir hızla tüketilmesi, yeni hammaddelere dönük bir arayışı başlatmış bulunuyor. Okyanus tabanında
ve Arktik permafrost bölgelerinde bulunan metan hidrat olası enerji alternatiflerinden (s. 77) biridir.
Günümüzde ihtiyaç duyulan “siyah altırT'ın neredeyse %100'ü bildiğimiz ham petroldür. Kolayca
ulaşılabilen bu kaynak sondaj kulelerinin ve kıyı açıklarındaki platformların yardımıyla ucuza elde
edilebilir.
Şist ve kum yataklarından da petrol çıkarılabilir; ama daha yüksek fı-nansal harcamayı gerektiren bu
işlem ayrıca hatırı sayılır ölçüde çevre kirliliğine yol açar.
Kanada ve Venezüella’daki büyük kum petrolü yataklarının çok az stratejik önem taşımasının sebebi
budur.
Dünya genelinde enerji tüketiminin dörtte birini, çoğunlukla ham petrolle birlikte bulunan doğalgaz
karşılar. Bütün fosil yakıtların yaklaşık üçte ikisi Ortadoğu'dan başlayıp Hazar bölgesi üzerinden
Sibirya’ya kadar uzanan şerittedir.
Kömür
Kömürün kaynağı 300 milyon yıl önce dünyanın geniş alanlarını kaplayan bataklık ormanlardır. Ölü
bitkiler zamanla kum ve çamurla örtüldü; bakteriler ve kimyasal süreçler taşlaşmaya yol açtı. Milyonlarca
yıl içinde büyüyen tortu katmanları basınç ve ısının yükselmesini, böylece suyun ve gazların dışarıya
atılmasını sağladı. Karbonlaşma süreciyle yatakların karbon içeriği arttı. Linyitten taşkömürü oluştu.
Bugünkü linyit yatakları yaklaşık 15 milyon yıllıktır.
« Artan hidrokarbonlar
DOĞAL MİNERALLER
Doğal mineraller günümüz dünyası için esaslı öneme sahiptir: Bilgisayar üretiminde metal, cam ve
çimento üretiminde ise kum kullanmak gerekir; tuz temel bir besindir.
yukarıda: İlk elmas MO 4. yüzyılda Hindistan’da bulundu.
DONMUŞ GAZ REZERVİNİN petrol, doğalgaz ve kömürün mevcut toplam enerji kapasitesinin iki katına
ulaştığı tahmin edilmektedir.
DÜNYA
“YANICI BUZ” okyanusun 300-4.000 m arasındaki kesiminde, suyun basınç altında 9°C yukarısında
donduğu yerlerde bulunur. Ölü organizmalarda bakteri çözülmesiyle ortaya çıkan metan, buz kristali
içinde depolanabilir.
DENİZDE TESİS KURMA beraberinde bir sürü tehlike getirir; çünkü metan hidratı kıta yamaçlarının
tortularında çoğunlukla bir denge unsuru olarak bulunur. Bir parçalanma dengeyi bozarak büyük denizaltı
heyelanları yaratabilir ve bu da başka şeylerin yanı sıra tsunamileri tetikleyebilir. Eşzamanlı olarak
büyük miktarda metan da kontrolsüz biçimde salınabilir. Bir sera gazı olan metan atmosferin ısınmasına
ve sonuçta buna bağlı olarak deniz sıcaklığının artmasına yol açar. Bir alternatif sözgelimi Alaska’da
sürekli donmuş alanlarda bulunan metan hidratı yataklarıdır. Birkaç yıldan beri burada 500 m
dolayındaki bir derinlikte büyük miktarda metan çıkarılıyor.
Elmaslar üst mantonun derinliklerinde, yaklaşık 1500°C sıcaklık ve 40.000 barı aşan basınç al-tında
oluşur. Bu gözde mine-•' rai, yaşı 3 milyarı geçen kim-berlit kayaçlarında bulunur. Tünellerin derin
kesimlerinde ve kulaklarda açık ocak yöntemiyle çıkarılır. Ancak elmas yatakları daha üretkendir ve çok
daha yüksek kalitede değerli taşlara sahip elmaslar verir.
Dünyadaki elmasların yaklaşık yüzde 80’i sanayide kullanılır. Sondaj başlığı ve aşındırıcı
malzeme yapımının yanısıra yarı-iletken teknolojisinde işe yarar. Geri kalan yüzde 20 değerli taşlar ve
yüksek değerli koleksiyon parçalarıdır. En
ister dağlarda, ister sualtı derinliklerinde saklı olsun, dünyanın değerli cevherleri aranıyor,
ortaya çıkarılıyor ve işletiliyor.
Metaller
Metallerin çoğu doğada mineraller ya da mineral yığışımları (s. 62) olarak bulunur. Çıkarılmaya değecek
kadar yüksek metal içeriğine sahip kayaçlar cevher olarak tanımlanır. Cevherlere genellikle yerkabu-
israil’in Timna yöresinde dağ sakinleri MÖ 4000 dolaylarında ilk bakır madenini açmıştı.
ğunun tektonik hareketler geçirdiği ya da yeni kabuğun oluştuğu ve içeriden magmanın çıktığı kesimlerde
rastlanır; bu süreçte metaller kristalleşir (s. 62). Sözgelimi, And Dağları bakır, kurşun, kalay ve çinko
cevherleriyle doludur. Okyanus ortası sırtları ve denizaltı dağları nikel ve platin gibi metalleri ba-nndırır.
Manganez yumrularının yer aldığı geniş alanlarda bir başka geniş cevher yatağı karşımıza çıkar.
Deniz tabanında da bulunan ve manganez dışında bakır, nikel ve kobalt içeren bu yumrular büyük
olasılıkla genişleyen deniz tabanına akan elementlerin birikmesiyle ortaya çıkmıştır.
Rüzgâr ve suyun etkisiyle ana kayacından sıkça ayrılan bir diğer metal altındır. Kopan parçalar daha
sonra nehir ya da kum tortularında birikir. Avustralya’da 1972’de bulunan Holtermann numunesi 214
kiloluk ağırlığıyla dünyanın en büyük altın külçesidir.
Tuzlar
Kullandığımız sofra tuzu genellikle deniz suyunda ya da kurumuş tuzlu nehirlerden elde edilir.
Bolivya Andları’ndaki Salar de Uyuni tuz düzlükleri 12.000 km2’lik alanıyla türünün en büyüğüdür. Ancak
bu “beyaz altın”ın büyük bölümü yeraltı yataklarından gelir. Yerin altından borularla çekilen tatlı su bu
tuzlu katmanları açığa çıkarır. Suyun yüzeye pompalanmasıyla toplanan tuzlu çözelti buharlaştırılır.
Böylece bir tortu halinde mutfak tuzu elde edilir. Yemek sektörü potasyum ve sodyum fosfatları koruyucu
malzeme olarak kullanır. Ayrıca tarımda fosfat ve potasyum tuzlarından gübre ürünleri olarak yararlanılır.
Büyük tuz yatakları, mineral yataklarından Dünya'nın geçmişine dair bilgiler elde edilebileceğinin iyi bir
örneğidir. Deniz suyundaki yoğun nemlenmeyi ortaya koyar ve kıtasal sığ denizlerin her zaman açık
okyanuslardan ayrı olduğunu gösterir. Yoğun güneş radyasyonu sonucunda, kopuk alanlardaki deniz
suyu buharlaşarak geride tuz yatakları bırakmıştır. Sofra tuzu, potasyum
Alüminyum Rusya
Kurşun Çin
Elmas Botsvana
Demir Brezilya
Doğalgaz Rusya
Bakır Şili
Nikel Rusya
Taşkömürü Avustralya
Uranyum Kanada
SU-DEĞERLİ BİR MADDE
Uzaydan bakıldığında, Dünya koyu mavi bir ışıltı saçar. Evrenin engin boşluğunda henüz başka bir “mavi
gezegen" keşfedilmemiştir.
Su Döngüsü
Bir yılda okyanuslardan buharlaşan su (424.700 km3) karalardan buharlaşan suyun (71.400 km3) altı
katını bulur.
Her yıl yağışların büyük bölümü (385.000 km3) Yılda 39.700 km3 su nem halinde okyanuslardan kara-
doğrudan okyanus ve denizlere düşer. Karaya lara taşınır. Aynı miktar nehirler ve yeraltı mecraları düşen
yağış miktarı (111.000 km3) ancak beşte aracılığıyla denizlere döner, biri bulur.
Çin'in güneybatı kesimindeki Shilin “taş ormam"nın 30 m'ye varan kireçtaşları, binlerce yıl içinde
oluşmuştur.
ÖZEL BİLGİLER
Yeryüzünün yüzde 71’i tahminen 1.386 trilyon litre suyla kaplıdır. Bunun sadece yüzde 3 kadarı
tatlı sudur; tatlı suların da üçte ikisi dağ buzulları ve kutup buzu biçimindedir. Geri kalan yüzde 97'yi tuzlu
ok-
Safsuda tat, koku, renk yoktur. Kızılötesi ışınları ve görülebilir kırmızı ışığı s oğurduğu için maviymiş
gibi görünür.
Su doğada katı, sıvı ve gaz hallerinde bulunabilen tek moleküldür, iki hidrojene bir oksijen oranıyla,
su molekülü H20, dünyadaki en küçük ve en hafif maddelerden biridir. Her molekülde iki hidrojen atomu
GÜNEŞ su döngüsünün itici gücüdür. Işınları havayı ısıtarak, kara kütlelerindeki ve okyanuslardaki
suyun buharlaşmasını sağlar. Su buharı atmosfere yükselerek yeniden yoğunlaşır ve yeryüzüne yağmur ya
da kar olarak iner. Yağışların büyük bölümü doğrudan denizlere döner. Karada ise derelerde, nehirlerde
ve yeraltı sularında toplanır. Buralardan da suyun bir kısmı tekrar okyanus ve denizlere akar.
104,45 derecelik açıyla bir oksijen atomuna bağlanır. Bu benzersiz geometri sayesinde, su bir yanda
pozitif, diğer yanda negatif yüklüdür, iki kutuplu yapısı suyun farklı biçimlere bürünme ve diğer birçok
maddeyle birleşme yeteneğini açıklar.
Suyun birçok fiziksel ve kimyasal özelliği henüz tam anlaşılmış değildir. Örneğin, bilimciler akan bir
nehirdeki dinamik davranışını tam olarak öngörememektedir.
Suyun ayırıcı özelliklerinden biri çok özel bir aykırılığını yansıtır: Su 4°C sıcaklıkta en büyük
yoğunluğa ve en küçük hacme ulaşır. Daha yüksek ya da daha düşük sıcaklıklarda ise genleşip hafifler. Bu
durum buzun niçin yüzdüğünü ve su kütlelerinin niçin yukarıdan aşağıya doğru donduğunu açıklar.
Suyun sıcaklığı derinlikle birlikte artar; böy-lece en derin alanlar tamamen donmaz. Bu özellik balık gibi
su hayvanlarının kışı atlatmasını mümkün kılar.
Hayat suya bağlıdır; hatta hayatın 3,5 milyar yıl önce sualtında başladığı (s. 65) sanılmaktadır. Canlıların
hücrelerindeki metabolik süreçler ancak su bazlı bir çözeltide gerçekleşebilir.
Yeryüzünü Şekillendirme
Suyun yüzey şekillerini izleyerek toplandığı akarsu kolları birleşerek nehirleri oluşturur. Hacimle ve
akıntı hızıyla birlikte suyun aşındırıcı gücü artar. Nehirler denize doğru yol alırken, çok büyük
miktarda toprak ve mineral taşıyarak Dünya yüzeyini sürekli değişime uğratır.
Binlerce yıl içinde rüzgâr ve suyun aşındırıcı kuvvetleri arazi yapısını düzleştirmeye yarar. Uzmanlar sarp
dağ sıralarının her 10.000 yılda yaklaşık 5 m aşındığını tahmin ediyor. Aşınma hızları çok daha
düşük olan platolar aynı sürede yaklaşık 1 m, ovalar ise ancak 3 cm aşınır. Bunun sebebi ayrışan
parçaların yumuşak eğimli alalarda daha yavaş taşınmasıdır.
FOSİL SULAR: Dûnya'nın derinliklerinde gezegenin oluşumundan beri hiç açığa çıkmamış su yatakları
vardır.
YAĞMUR ORMANI: Yağmur ormanındaki bir ağaç, atmosfere günde 760 litre su salabilir.
MALİYET: Barajın 50 milyar dolara varan harcamaları başlangıçta öngörülenin iki katını buluyor.
ENERJİ ÇIKTISI: 26 türbinin 18.200 megavat elektrik üretmesi beleniyor; bu, dokuz nükleer enerji
santraline eşdeğerdir.
BETON AZMANI: Yangtze Nehri sularının 185 m yüksekliğinde ve 2.310 m uzunluğunda bir duvarın
ardında tutulmasıyla, 660 km genişliğinde bir göl ortaya çıkmış bulunuyor. Üç Boğaz Barajı insanın doğal
süreçlere müdahalesini temsil ettiği için tartışmalı bir inşaat projesidir.
ARTILAR VE EKSİLER: Projenin destekçileri, sağlanan yararın taşkın denetimi ve enerji üretimi
olduğunu ileri sürüyor. Ama barajı inşa etmek uğruna 23.800 hektarlık arazi, 13 kasaba ve 657 fabrika
sular altında kaldı; 2 milyon insan yerinden oldu. Uzun vadeli ekolojik sonuçları ise kestirmek olanaksız.
Üç Boğaz Barajı'yla üretilen enerjinin evlere değil, daha çok Doğu Çin'deki sanayi tesislerine elektrik
sağlaması öngörülüyor.
Gelişmekte olan ülkelerin çoğu çevreye zarar vermeyen su politikalarını uygulayamadığından, gezegenin
su kaynaklarını koruma sorumluluğu sanayileşmiş ülkelere düşmektedir.
Su Kullanımı
insanların ürün ekip biçmeye ve hayvan yetiştirmeye başlamasından beri suya sadece içmek için değil, bir
kaynak olarak da gerek duyulmuştur. insanların ilk yerleşim alanları nehirler, göller ve doğal
pınarlar civarında ortaya çıkmıştır.
Bugün bile kıyı bölgeleri ve nehir ya da göllere yakın alanlar, sanayi merkezleri kadar yoğun
nüfusludur. Enerji üretiminde kullanılmasının ya-nısıra, sanayi ve tarımda suya dönük muazzam talep
doğal su rezervlerini gittikçe tüketiyor.
ÖZEL BİLGİLER
VAHALAR: Sahra Çölündeki yeraltı s uyu yatakları yaklaşık 1 milyar yıl yaşındadır. Sulama projelerinde
kullanılan bu su kaynakları, düşük yağış düzeyi nedeniyle yenilenmiyor.
MEXIC0 CITY: Yeraltı sularının pompalanarak çıkarılmasından dolayı, Meksika'nın başkenti her yıl
yaklaşık 20 cm toprağa gömülüyor.
Temiz Su
insanların yoğun su kullanımı yüksek düzeyde kirliliğe ve hastalıkların yaygınlaşmasına da yol açmış
bulunuyor. Bunun bir sonucu olarak, suyun güvenle içilmesi için karmaşık ve pahalı işlemlerden
geçirilmesi gerekiyor. Deniz suyundan tuz arıtan tesisler yararlı bir alternatif değildir; çünkü bu işlem
daha az verimlidir ve maliyeti de yüksektir.
Su Sıkıntısı
Dünyadaki bütün su kaynaklarının ancak yüzde 0,03’ü içme suyu olarak kullanılmaya elverişlidir. Bununla
birlikte, küresel su kaynaklarının daha dengeli paylaşımı ve dünyanın her yanında toplumların su
işleme tesislerinden daha etkin biçimde yararlanması durumunda, bu miktar bile yeterlidir.
Afrika’nın bazı kesimlerinde ve Çin'de görüldüğü gibi, su sıkıntıları esas olarak düşük yağış
düzeyinin ekonomik zayıflık ya da yüksek nüfus yoğunluğuyla biraraya geldiği yerlerde ortaya çıkıyor.
Dünya genelinde yaklaşık 1 milyar insan temiz içme suyuna erişme olanağından yoksundur. Her yıl
yaklaşık 5 milyon kişi su sıkıntısı ya da kirli suya bağlı hastalıklar yüzünden yaşamını yitiriyor. Temiz
içme suyu ihtiyacı, yakında dünya genelinde bir soruna dönüşebilir. BM tahminlerine göre, 2050'ye
varıldığında yaklaşık 9 milyar insan dünyanın tatlı su kaynaklarını paylaşmak zorunda kalacak.
Su Kirliliği
Suyu temiz tutmaya yönelik çevre düzenlemeleri ve kısıtlamalar sadece birkaç sanayileşmiş
ülkede mevcuttur. Buralarda atık sular nehirlere boşaltılmadan önce arıtma tesislerinde işlemden
geçiriliyor.
Tarım uygulamaları da dünya genelinde sorunlara yol açıyor. Küresel su kullanımında çiftçiliğin payı
yüzde 70'i buluyor. Tarlalar sulandığında,
Dünya’nın tatlı su rezervlerinin üçte ikisinden fazlası Kuzey Kutbu ve Antarktika buzullarında gömülü
durumdadır. Bu bölgeler yaşamaya elverişli olmadığından, bu su insanların kullanması için elverişli
sayılmamaktadır. Antarktika’nın ayrıca petrol, doğalgaz, kömür, uranyum, demir ve değerli metaller gibi
yararlı kaynakları barındırdığı sanılmaktadır. Halen yedi ülke Antarktika’nın geniş kesimleri üzerinde hak
iddia etmektedir. 1 Aralık 1959’da imzalanan Antarktika Antlaşması’na göre kıtada madencilik
girişimleri 2041’e kadar yasaklanmıştır.
yukarıda: Küresel ısınmanın durmaması halinde, Kuzey Kutup bölgesinde bu yüzyılın sonuna doğru buz
kalmayacak.
gübreler ve tarım ilaçları yeraltı sularına ya da çevredeki nehirlere karışıyor. Bu arada okyanuslar
genellikle fazla kimyasallarve diğer atıklar için çöp boşaltma alanları olarak kullanılıyor.
ispanya ’nın kuzey kıyısı açıklarında “Pres-tige" petrol tankerinin 2002'de uğradığı kaza Avrupa'nın en
kötü petrol sızıntısına yol açtı.
DÜNYA
DÜNYA
DENİZLER
Gezegenimizdeki tuzlu suyun büyük bölümü engin okyanusların içindedir. Okyanuslar ve kıtalar arasında
daha küçük denizler yer alır.
Okyanus Habitatları
0-200 m: Epipelojik kuşak, Güneş ışığının girdiği üst yüzey su kuşağı. Burada bitkiler ve çeşitli hayvanlar
barınır.
Birkaç bin metre dibe dalabilen kaşalot daha sonra solumak için yüzeye döner.
Dünya’nın 1,3 milyar km3’ü bulan tuzlu suyunun neredeyse tamamı beş devasa havza arasında
bölünmüştür: Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus, Hint Okyanusu, Güney Okyanusu (Antarktika Okyanusu)
ve Arktik Okyanusu (Kuzey Buz Denizi). Daha küçük denizler bu ana su kütlelerinden ada zincirleri,
DENİZ, kıyı ve açık deniz kuşaklarının yanı sıra, derinliğe göre sınıflandırılan çeşitli bölgelere ayrılır.
Her habitatta belirli balıklar ve deniz canlıları yaşar. Kuşaklar arasında yer değiştiren bazı organizmalar
da vardır.
boğazlar ya da yarımadalarla ayrılır. Örneğin, Kuzey Denizi, Akdeniz ve Karayip Denizi Atlas
Okyanusu’na bitişiktir. Daha küçük olan bu su kütlelerinin birçoğu “sahanlık” denizleridir ve okyanuslara
kıyasla oldukça sığdır. Tabanları yüzeyin en fazla 200 m aşağısındadır. Her okyanus ve deniz tuz içeriği,
yüzey
sıcaklığı, derinlik ve akıntılar, ayrıca barındırdığı bitki ve hayvanlar açısından farklılık gösterir.
Tuzlu Denizler
Nehirler, kıyı dalgaları, kar suları, yağışlar ve rüzgârlar denizlere her-gün büyük miktarda madde taşır.
Bu maddeler suda eriyebileceği gibi, tortu olarak deniz tabanında birikebilir. Dünyanın neredeyse
bütün kimyasal elementlerini deniz suyunda bulmak mümkündür. Ama eriyen karışımların en büyük
bölümünü tuzlar oluşturur.
Okyanusların ve denizlerin ortalama tuz içeriği, yani tuzluluk oranı % 3,5’tir. Bu her bir litre deniz
suyunda ortalama 35 gram tuz bulunduğu anlamına gelir. Bu miktarın yarıdan fazlası sofra tuzu, yani
sodyum klorürdür. Tatlı ve tuzlu suların bira-raya geldiği nehir ağızlarının yakınında, tuzluluk düzeyi açık
okyanus-takiyle aşağı yukarı aynıdır.
Deniz suyu buharlaştığında (s. 78), suda erimiş tuzlar geride kalır, iklim ne kadar sıcak ve kurak
olursa, buharlaşma ve suyun tuzluluğu o ölçüde artar. Bu koşulların hüküm sürdüğü daha küçük denizlerde
tuz yoğunluğu özellikle yüksektir. Bunların okyanusla sınırlı bağlantılarından dolayı, sularda az kanşır.
Örneğin, Basra Körfezi’nin tuz içeriği yüzde 4'ken, Hint Okyanusu’nda ortalama değer ancak yüzde
3,48'dir. Kutup denizleri gibi son derece soğuk suların bulunduğu kesimlerde de daha yüksek yoğunlukta
tuz vardır. Bunun sebebi tuzun buz kristallerine girmemesidir; deniz buzu oluştuğunda tuzun suda kalması
tuzluluğu arttırır.
21. YÜZYIL
GULF STREAM: Bu akıntının zayıflaması Kuzey, Batı ve Orta Avrupa’da ciddi soğuklara yol açacaktır.
İLAÇ KAYNAĞI DENİZ: Deniz canlıları tıbbi uygulamalar için büyük potansiyel sunar. Örneğin, koni
kabuklu salyangozun zehri ağrı kesici işlevini görebilir. Süngerlerin ve alglerin salgıladığı maddeler ilaç
hazırlamada kullanılır.
Okyanuslarda rüzgâr ve değişken tuz yoğunluğu çok büyük su kütlelerini uzak mesafelere sürükler. Ay da
çok uzaktan okyanusları etkiler ve dalgaların kabarıp kıyıya vurmasına yol açar.
Dolunay ya da yarımay: Güneş Ay’la aynı hizada durur Azami kabarma noktası
Yarımay: Güneş, Ay’la 90 derecelik açı oluşturur Asgari kabarma noktası (alçak gelgit)
Alçalma
Derin Deniz
Dünya okyanuslarında, tıpkı devasa taşıma bantları gibi, çok sayıda yüzey ve dip akıntısı dolaşır. Bu
oluşumlar okyanus sularının birkaç yüzyıl ila iki binyıl arasında değişen bir sürede tam bir devir
yapmasını sağlar.
Rüzgârların Etkisi
Okyanuslardaki yüzey akıntılarına güçlü rüzgârlar yön verir. Alize rüzgârları (s. 87) Ekvator’dan öteye
sıcak su ve Ekvator’a doğru soğuk su taşıyan akıntı sistemleri yaratır. Sahile yakın soğuk okyanus
akıntıları kıyı çöllerinin oluşumuna yol açar. Su yüzeyine yakın hava kütlesinin, üzerindeki havaya göre
daha soğuk olması nedeniyle nemli hava yük
Güneş
Gelgitler
selmez; böylece bulutlar oluşmaz ve yağmur düşmez. Karaları ısıtan sıcak okyanus akıntıları
olmasa, dünyanın birçok bölgesinde ortalama sıcaklık önemli ölçüde düşer. Bu devasa su taşıma
sisteminin bir bileşeni, Karayipler'de ortaya çıkan ve Kuzey Atlantik boyunca Avrupa'ya doğru akan
yüksek tuz içerikli Gulf Stream’dir.
Dip Akıntılar
Grönland ve Norveç arasında, Gulf Stream suları dibe doğru bir yolculuğa başlar. Yol boyunca,
Kuzey Kutbu'ndan esen dondurucu rüzgârlarla aşırı soğumuş ve deniz buzu oluşumuna bağlı olarak
tuz içeriği de yükselmiştir. Her iki etmen suların yoğunluğunu ve ağırlığını arttırır. Kutup bölgesinde daha
ağır su hafif su katmanları içinde batarak deniz tabanına ulaşır. Çok derinde ilerleyerek Atlantik’in güney
ucuna doğru akar. Oraya varan akıntı Hint Okyanusu üzerinden Güney Pasifik'e geçer ve tedricen ısınır.
Böylece derindeki uzun yolculuktan sonra sular tekrar yüzeye yükselir. Güney Amerika kıyıları
açıklarında burgaçlı bir akıntıya kapılarak Karayip Denizi’ne aktarılır ve bir kez daha Gulf
Stream’e dönüşür.
GULF STREAM Atlantik boyunca yol alırken burgaçtı daha küçük akıntılara ayrılır. Bunların çevredeki
daha soğuksularla karışması sonucunda, Batı ve Kuzey Avrupa kıyılarını yalayan “ılık” sular ortaya çıkar.
Dolayısıyla bölge yakın enlemlerde bulunan Kanada gibi ülkelerle kıyaslandığında olağandışı yumuşak
bir iklim yaşar. Böylece İrlanda’ da palmiye ağaçları yetişir ve Norveç kıyılarındaki fiyortlar yıl boyunca
hiç buz tutmaz.
Meksika Körfezi’nde Gulf Stream büyük miktarda ısı emer. Buharlaşma yoluyla tuz içeriği de artar.
Ay'ın Gücü
Ay’ın kütleçekimi ve Dünya’nın merkezkaç kuvveti gezegenimizin Ay’a bakan yüzünde bir okyanus
suyu “tümseği” oluşturur. Dünya'nın merkezkaç kuvvetinin etkisiyle öbür yüzde de aynı olay meydana
gelir, iki su “tümseği” arasında daha alçak “oluklar" yer alır. Dünya’nın dönmesinden dolayı, bu olay
her gün deniz düzeyinin iki kez kabarıp alçalmasına yol açar. Suyun kıyıya doğru ilerlemesine
“kabarma” (med), kıyıdan geri çekilmesine ise “alçalma" (cezir) denir.
Yüksek ve alçak gelgit düzeyleri arasındaki farklılık, dünya genelinde değişkenlik gösterir. Kanada’ nın
doğu kıyılarındaki dar koylar biçimlerinden dolayı huni etkisi gösterir; bu nedenle özellikle büyük gelgit
farklılıkları görülür. Gelgit genişliği Fundy Koyu'nda 15 m, Kuzey Denizi kıyılarında ise 3.5 m’dir.
Mutlak karanlık, -1 ila 4°C arasındaki buz gibi soğuk ve 1.000 barın üzerine çıkabilen basınç;
gezegenimizin en büyükyaşam alanında işte böyle aşırı koşullar vardır. Bütün deniz canlılarının ancak
%20’sinin
1.000 m’nin altında yaşaması pek şaşırtıcı değildir. Burada hayat kısık ateşte pişer; hayvanlar
varlıklarını sürdürmek için metabolizma hızlarını düşürürler. “Siyah tütenler” (s. 65), yani bakteriler,
kabuklular, solucanlar, yengeçler ve tuhaf görünüşlü balıklarla dolu kaynarcalar okyanus derinliklerinin
“vaha”ları olarak görülebilir.
Birçok ada varlığını volkanik patlamalara borçludur. Diğerleri mercan resifleriyle oluşmuştur; bunlardan
bazıları yakında tamamen yok olacaktır.
Okyanus kabuğunun yükselmesi ya da deniz düzeyinin alçalması bir atolün merkezindeki lagünün
kurumasına yol açabilir.
Dünyanın en büyük adası 2 milyon km2’lik yüzölçümüyle Grönland'dır; en küçük adalar ise okyanusta
birer benekten ibarettir. Adaların çoğu bir kıtaya bağlıdır. Böyle durumlarda adalar aslında kıta
sahanlığının (s. 80) yüksek kesimleridir; Nevı/found-iand ve Büyük Britanya örneklerinde olduğu gibi,
çevrelerindeki denizden dolayı ana kara kütlesinden kopukmuş gibi görünürler.
Okyanus ortası sırtları boyunca yükselenlere benzer volkanik adalar subdüksiyon sürecinin (s. 69)
sonucudur. Sıcak noktaların (s. 69) üzerinde de volkanik adalar oluşabilir. Deniz tabanından birkaç bin
metre yükselen İzlanda ve Asor takımadaları Orta Atlantik Sırtı’na ait adalardır. Atollere sadece 30°
kuzey ve 30° güney enlemleri arasında rastlanır; çünkü neredeyse yalnız sıcak sularda yaşayan mercan
kolonilerinden oluşurlar. Bikini gibi Güney Pasifik atolleri 1946-1996 arasındaki ABD, İngiliz ve Fransız
nükleer silah denemeleri yüzünden talihsiz bir şöhrete ulaşmışlardır.
Sualtı Ormanları
Tropikal mercan resifleri esas olarak taşsı mercanlarla ortaya çıkar. Mercan hayvanları ya da polipler
deniz suyundan çıkardıkları kalsiyum iyonlarını ve karbondioksiti kullanarak, kalsiyum karbonattan oluşan
sert bir dış iskelet oluştururlar. Canlı doku ölü iskelet malzemesinden daha fazla büyüdüğü için,
zamanla devasa resifler oluşur.
Avustralya’nın kuzeydoğu kıyıları açığındaki Büyük Set Resifi 2.600 km boyunca uzanır.
Mercan polip-
leri mercan algleriyle simbiyotik bir ilişki kurar. Bu organizmalar poliplerin derisi içine yerleşir;
fotosentez yoluyla karbondioksit ve suyu oksijen ve şekere dönüştürür. Böylece beslenen mercan
polipleri, bunun karşılığında alglere koruma ve besin sunar.
timine destek verir. Tropikal kuşağın dışında, 6.000 m’yi aşkın derinliklerde bile bazı taşsı mercanlara
rastlanabilir. Zooksantellerden yoksun bu mercanlar besinlerini dosdoğru sudan elde ederler.
Ama simbiyotik yardımcıları olmadığından, kurdukları resişer oldukça küçüktür.
Atol Oluşumu
Charles Daıwin'in 19. yüzyıl sonlarında ortaya attığı ve doğruluğu daha sonraları kanıtlanan teori şöyle
bir süreci öngörür: Günümüzde bir atolün bulunduğu yerde daha önce mercan kolonilerinin kuşattığı bir
volkanik ada vardı (1). Zaman içinde bu ada erozyonla aşındı veya deniz tabanının çökmesi ya da deniz
sularının yükselmesi sonucunda dibe battı. Bu arada ışığa muhtaç mercanlar gelişerek daha yüksek
yapılara dönüştü (2). Ada yavaş yavaş denizde kaybolurken, mercanlar büyümeye devam etti ve birçok
durumda ayrı resifler kaynaşarak lagünü çevreleyen bir halka oluşturdu (3).
Dünyanın en büyük biyolojik yapıları olan mercan resiflerinin suyun altındaki görüntüsü uzaydan bile
seçilebilir.
İNSANLAR VE DENİZ
Her yıl denizlerden 100 milyon ton balık çıkarılıyor. Ama bu avlanma düzeyi kısa sürede önemli ölçüde
düşecektir; çünkü bütün balık türlerinin üçte ikisi aşırı avlanmaya maruz kalıyor.
Deniz-Keşif ve Araştırma
OŞİNOGRAFİ araştırmaları 1872'de yeni bir döneme girdi. İngiliz buharlı gemisi “HMS Challenger”
dünya okyanuslarını araştırmak üzere beş yıllık bir görev gezisine çıktı. Orta Atlantik Sırtı bu sefer
sırasında keşfedildi, insanlı dalış teknesi “Trieste” 1960'ta Büyük Okyanustaki Mariana Çukuru’nda
10.916 m derinliğe ulaştı. ABD 1964'te California kıyısı açıklarında araştırma istasyonları kurmaya
başladı. “Siyah tüten" denen deniz dibi kaynarcaları (s. 65) 1970’lerin sonlarında keşfedildi. ABD’Iİ
Daniel S. Jackson 2006’da basınçlı bir dalış elbisesiyle 609 m derinliğe ulaştı.
Tutma kolu iş başında olan modern bir deniz dibi keşif aracı.
Avrupa’daki en büyük gelgit aralığı Bretanya bölgesindeki Saint-Malo Koyu’ndadır. La Rance adlı
gelgit enerji santrali buradadır.
Dünyada besin olarak kullanılan en önemli balıklardan biri orkinos ekolojik çöküşle karşı karşıya.
Kanada kıyıları açıklarında ve Kuzey Denizi' nde bir zamanlar bolca bulunan morina neredeyse yok
olmuş durumda. Baltık Denizi morinasını da aynı akıbet bekliyor. Balık stoklarındaki çarpıcı gerilemenin
başta gelen sebepleri aşırı av kotaları ve kaçak balıkçılıktır.
Deniz dibi tarama avcılığı özel bir tehdit oluşturuyor. Derindeki balıklar zorlu yaşam koşullarından
dolayı yüksek sayıda üremediği için, birçok balık türü yakında tükenme noktasına varabilir. Dahası,
balıkçı teknelerinin devasa trol ağları deniz tabanını kazırken önlerine çıkan bütün canlılığı yok ediyorlar.
Deniz Tarımı
Öte yandan doğanın artık sağlayamadığı ürünleri, canlı bir sektöre dönüşmüş olan deniz çiftçiliği ya
da deniz tarımı aracılığıyla elde etmek mümkün. Günümüzde satışa sunulan neredeyse her somon bir
balık çiftliğin-den geliyor; yaban ortamda avlan-mış somon oranı ancak yüzde 2'yi buluyor. Çeşitli deniz
kabukluları ve deniz yosunları da yapay yoldan yetiştiriliyor.
Gelgelelim, yoğun balık unu kullanımından dolayı deniz tarımı da bir çıkmaza sürüklenebilir. Balık unu
sıradan avlanma yöntemleriyle elde edildiğinden, okyanus balıkları bir türlü olması gereken sayıya
ulaşamıyor. Av yasağı mevsimlerinin ve yavru balıkların ağlardan geçişine fırsat veren asgari göz
büyüklüklerinin uygulanması gibi koruyucu önlemlerin olumlu bir etkisi olabilir.
Kirlenen Denizler
Kentler çoğu kez işlemden geçirilmemiş atıklarını denizlere boşaltıyor. Fosfat kirliliği birçok deniz
canlısı için özellikle toksiktir. Ölü nükleer denizaltılar Arktik dalgaları altında paslanıyor. Tankerler
battığında, binlerce ton petrol denize sızıyor. Çift cidarlı gemiler böyle felaketlerin önüne geçmeye
katkıda bulunabilir; ama gemi şirketleri riski önemsememeyi sürdürüyor.
“Mavi Enerji”
Kirlenmiş ve balık stoku neredeyse tükenmiş bir deniz bile elektrik üretmede kullanılabilecek
potansiyel enerji sunuyor. Gelgit enerji santrallerinde, kıyıya yakın su kütlelerinin hareketi türbinleri
çalıştırma-da kul-
Koruyucu elbiseli askerler İspanyol kıyıları açığında petrol sızıntısının kirlettiği bir kumsalı temizliyor
(2002).
21. YÜZYIL
DÜNYA
Dünyada ticari balina avcılığına getirilen yasak 1986’da yürürlüğe girmesine karşın, hâlâ uymayanlar var.
Dünya atmosferinin işlevi | Hava kirliliği | iklim sistemi | İklim fenomeni | iklim değişimi
Atmosfer gezegenimiz için doğal bir koruyucu kalkan işlevini görür. Güneş, Dünya ve atmosfer arasındaki
etkileşimler hayatın var olabildiği bir ortam yaratır. Ne var ki, sanayi devriminden beri insanlar
atmosfere gittikçe artan olumsuz bir etkide bulunuyor.
Siyanobakteriler 3,5 milyar yıl önce şimdiki atmosferimizin gelişimini başlattı (s. 65).
Uzay gemisi
Troposfer atmosferin %90’dan fazlasını ve su buharının neredeyse tamamını barındırır. Hava durumuyla
ilgili en önemli fenomenler burada meydana gelir.
Sedefli bulutlar
80 —
60 —
40 —
20— *
Dünya'nın bulut örtüsü radyasyonu yansıtma özelliğiyle gezegen için bir soğutma sistemi işlevini görür.
Bir gezegen, yüzeyinin çevresinde gaz katmanı tutmaya ve böylece atmosfer oluşturmaya yetecek kütle-
çekimi kuvvetine ancak belli bir kütleyi aştığında ulaşır. Bu süreçte gezegenin sıcaklığı da
belirleyicidir. Sıcaklık arttıkça gaz basıncı yükselir ve gazların uzaya kaçmasını önlemek için daha büyük
bir kütleçekimi kuvvetine gerek duyulur.
Güneş sistemimizde birçok gezegen ve uydunun atmosferi vardır. Ancak büyüklüğe ve yüzey sıcaklığına
bağlı olarak bileşimleri farklıdır.
KATMANLAR: Atmosfer homojen bir gaz örtüsü değildir; kimyasal bileşim ve sıcaklık açısından
değişkenlik gösteren çeşitli katmanlara ayrılmıştır. İlk 80 km’lik bölüm genellikle homosfer olarak
adlandırılır; çünkü gaz bileşenleri homojen bir karışım gösterir. Onun yukarısındaki heterosfer alanında
gazlar kütleçekimi kuvvetinin kademeli azalışına bağlı olarak ayrışır.
Dünya atmosferindeki gaz karışımının yüzde 78’i azottan ve yüzde 21’i oksijenden oluşur. Geri kalan
Atmosferin Anatomisi
yüzde 1 soy gazları, hidrokarbonları ve azot bileşiklerini kapsar. Hava dediğimiz bu özgün karışım
biyosferin, yani hayatı barındıran uzayın (s. 86) önemli bir bileşenidir. Atmosferimizdeki oksijen
dünyadaki hemen her canlının varlığına temel oluşturan metabolik süreçler için hayati önem taşır.
Koruma ve Isıtma
Dünya'nın çapının Ekvator’da 12.756 km’ye ulaştığı göz önünde tutulursa, yaklaşık 1.000 km
kalınlığındaki atmosfer ince bir dış kat-
mandan başka bir şey değildir. Bununla birlikte etkili bir koruyucu kalkan işlevini görür. Güneş’in zararlı
morötesi ışınlarının büyük bölümünü bir filtre gibi bertaraf ederken, kısa dalga boylu ışınların,
yani görünür ışığın geçişine izin verir.
Güneş ışığının üçte biri bulutların tepesinden gerisin geriye uzaya yansıtılır. Bu da gezegenin
aşırı ısınmasını önlemeye katkıda bulunur. Geri kalan üçte iki yeryüzüne ulaşır ve uzun dalga boylu ısı
dalgasına dönüşür. Bu ısının sadece bir bölümü tekrar uzaya salınır. Geri kalanı su buharı ve
karbondioksit gibi sera gazlarınca soğurularak yansıtılır; böylece atmosfer ısınır ve yüzey sıcaklığı artar.
Doğal “sera etkisi” sayesinde, yeryüzünün yaklaşık 15° C düzeyinde ortalama bir sıcaklığı vardır. Aksi
halde ortalama sıcaklık -18° C’ye kadar düşecek ve Dünya’da hayat imkânsız olacaktı.
İNSANLAR tarihsel gelişim süreçlerinde çevre sorunlarını çok az hesaba kattı. Sanayi devrimiyle
birlikte, çevre kirliliğine büyük katkıda bulunan kömür enerjisinin kullanımı olağanüstü arttı. Kimya
sanayisi atıkları ve gittikçe artan araç trafiği de çevre kirliliğine yol açtı.
SANAYİLEŞMENİN doğa ve iklim üzerindeki ölümcül etkileri 20. yüzyılın ortalarında kavranmaya
başlandı. Ne var ki, dünya genelinde enerjiye dönük talep hızla yükselecek gibi görünüyor; çünkü
aralarında Çin’in de yer aldığı birçok ülke hâlâ sanayi gelişiminin başlangıç aşamasında bulunuyor.
Otomobillerin yol açtığı kirlilik dünyanın birçok kentini duman sisiyle örtüyor.
CHARLES D. KEELING 1958’cte sera etkisini açıkladı ve bu fenomene dönük araştırmaları başlattı.
Hava kirliliğinin küresel iklimi etkileyebileceğine artık hiç kuşku yoktur. Sanayileşmiş ülkelerin
birçoğunda sıkı çevre düzenlemeleri yürürlüğe konmuştur.
Atmosferdeki ozon gazı Güneş'ten gelen morötesi ışınları soğurarak, Dünya’yı korumada kilit bir rol
oynar. Ozon, güneş ışınlarının stratosferdeki oksijen moleküllerini parçalamasıyla ortaya çıkar.
Ozon Deliği
Uzmanlar 1970’lerin sonlarında, Dünya’nın kutup bölgeleri üzerindeki ozon tabakasında bir
incelme saptadı. Araştırmalar sonunda asıl sebep bulundu: Sanayi amaçlı olarak 1930'den beri üretilen,
itici ve soğutucu gazlar olarak kullanılan ve kloroflorokarbonlar (CFC’Ier) olarak bilinen kimyasallar.
CFC’Ier havaya salındığında yükselerek stratosfere ulaşır ve güneş ışınlarıyla parçalanır. Böylece ortaya
çıkan aktif kimyasal bileşikler ya da serbest radikaller ozon molekülleriyle etkileşime girer. Yüksek
yoğunlukta radikaller bir ozon deliğinin oluşmasına yol açabilir; bu da zararlı morötesi güneş ışınlarının
engellenmeden yeryüzüne ulaşmasını getirir. 1995'ten beri CFC’Ierin kullanılması dünya genelinde
sınırlanmış ya da yasaklanmıştır. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün hesaplamalarına göre, özellikle uzun ve
dondurucu kutup geceleri boyunca yüksek düzeyde CFC’Ierin biriktiği kutup böl-
Antarktika’nın üzerindeki ozon deliği 2006'da rekor bir düzeyle 27,45 milyon km3'e ulaştı.
Asit Yağmuru
Kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtları (s. 76) yanınca büyük miktarda kükürtdioksit ve azot
oksit üretir. Bu kirletici maddeler atmosferde oksijen ve suyla etkileşime girerek asitleri oluşturur.
Başta sülfürik ve nitrik asit olmak üzere, bu asitler daha sonra “asit yağmuru" biçiminde yeryüzüne iner.
Toprak asiditesinin artışı bitki yaşamına zarar verir. Dünyanın bazı kesimlerinde ormanların yok oluşunun
ardında yatan sebeplerden biri asit yağmurudur. Asitler ayrıca yüzeydeki ağır metalleri ve alüminyumu
eriterek yakındaki su kütlelerine taşır. Sudaki canlı türlerinin önemli ölçüde azalması yüksek yoğunlukta
alüminyuma bağlanmaktadır.
Asit yağmurunun kentler üzerinde de yıkıcı etkileri vardır. Asitlerin kumtaşını, kireçtaşını ve betonu
yıpratması nedeniyle, bina ve heykel gibi yapılar çok daha çabuk aşınır. 1980'lerden beri birçok sanayi
ülkesi zararlı salımları azaltmak amacıyla filtreleme sistemleri ve katalitik dönüştürücüler kullanmaya
başlamıştır.
Sera Etkisi
Fosil yakıtların yanması sera gazlarından karbondioksit ve metan da üretir. Bu gazların salınması
doğal sera etkisini arttırır ve böylece atmosferi ısıtır. Son 100 yılda yeryüzünün ortalama sıcaklığı
0,6°C düzeyinde artmıştır. Dünya genelinde buzulların küçüldüğü gözlemlenirken, deniz düzeyi 10-25
cm yükselmiştir. Bu ve başka olaylar insan etkinliğinin atmosferin sera etkisinde bir artışa yol açtığına
dair kanıtlar sunuyor. Sera gazları üretimini azaltmak amacıyla yürütülen görüşmeler 1997’de Kyoto
Protokolü’ nün (s. 89) oluşturulmasını sağladı. Bununla birlikte, dünya genelinde bu gazların salım
düzeyi yükselmeye devam ediyor.
ÖZEL BİLGİLER
BÜYÜK SİS: Londra 5 Aralık 1952 akşamı sanayileşmiş ülkelerin tarihindeki en berbat kirli hava
olaylarından birini yaşadı. Alçaktaki sisin kentsel kirlilikle bir araya gelmesi zehirli bir bileşim yarattı.
Binlerce kişi solunum rahatsızlıklarından yaşamını yitirdi.
BUZ KANITI: Kutup buzlarından alınan örnekler sanayi devriminden bu yana atmosferin sera gazı
düzeyindeki değişiklikleri doğru biçimde belgeliyor.
DÜNYA
İKLİM SİSTEMİ
Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı iklimler görülür. Kuru çöl sıcağından dondurucu kutup soğuğuna uzanan
bu değişken yapıya bakarak, ortalama küresel iklim rakamları hesaplanabilir.
Güneş'ten Dünya'ya ulaşan Atmosfer Dünya’daki hava du- sıcaklığın büyük bir bölümü
Biyosferde iklim üzerindeki doğal ve an-tropojenik, yani insan kaynaklı etkiler arasında bir ayrım yapılır.
iklim, günlük ve mevsimlik değişiklikleri de kapsamak üzere, belirli bir yerde birkaç on yıl ya da daha
uzun bir süre boyunca yaşanan bütün hava durumu koşulları olarak tanımlanır. Yani, birkaç saat ile bir
Kuraklık yüzünden çöller genellikle bitki örtüsünden yoksundur. Çöllerin çoğu astropikal kuşaklarda yer
alır.
kaç hafta arasında değişen veya en fazla belirli bir mevsimi kapsayan süre içindeki kısa erimli
koşulları ifade eden hava durumundan farklıdır.
Ele alınan kesimin büyüklüğüne göre iklim üç türe ayrılabilir: Yalnız birkaç metrelik alanda
meydana gelen mikro-iklim; birkaç kilometreyi kapsayan mezo-iklim; bütün kıtaların ve hatta bir bütün
olarak Dünya’nın iklimini ifade eden makro-iklim.
İklim Gözlemleri
iklim Dünya’nın beş “alan’ünın etkileşiminden kaynaklanır: Atmosfer, biyosfer (canlı varlıklar), pe-
dosfer (toprak), litosfer (kayaçlar ve mineraller) ve hidrosfer ya da kriyosfer (su ya da buz). Bunlar
birlikte jeosferi oluşturur. Çok sayıda iklim faktörü bu alanların her birini etkileyerek, sonuçta jeosferde
genel bir iklim yaratır. Hava durumunu ve iklimi açıklamak için, uzmanlar çeşitli iklim unsurlarına
ilişkin verileri toplar. Örneğin, sıcaklık, hava basıncı, nem oranı, rüzgâr hızı ve yönü atmosferin iklim
unsurlarıdır. Uzun bir dönem boyunca toplanan veriler kullanılarak, ortalama değerler hesaplanır.
Uzmanlar bu güncel verileri karşılaştırma
Ekvatora yakın tropikal yağmur ormanları yılda 10.000 milimetreye kadar yağış alabilir.
yoluyla, uzun erimli iklim olayları hakkında öngörülerde bulunabilirler; sözgelimi, okyanus
sıcaklıkları artma eğilimi göstermektedir.
İKLİMİ NELER BELİRLER? Değişik koşullar ve süreçler birlikte hareket ederek belli bir yörenin
iklimini belirler. Bu noktada birincil ve ikincil iklim faktörleri arasında bir ayrım sözkonu-sudur. Birincil
faktörler enlem, yükseklik, yüzey şekli ve alınan güneş ışınlarının miktarıdır. Bunlardan okyanus
akıntıları, rüzgâr sistemleri ve diğer doğal döngüler gibi ikincil iklim faktörleri ortaya çıkar.
ayrılır. Yaygın kullanılan sistemlerden biri belirli bölgelerdeki ortalama sıcaklıklara dayanır. Böylece
kutup kuşağı, ılıman kuşak, astropikal kuşak ve tropikal kuşak biçiminde bir ayrım yapılabilir.
Ekvator çevresindeki “sıcak kuşak" tropikal bölgeyi oluşturur. Sınırları kuzeyde Yengeç Dönencesi,
güneyde Oğlak Dönencesi'dir. Nemli çayırlar ve yağmur ormanları tipik tropikal görüntülerdir. Bu kuşakta
kesin sınırlarla ayrılmış mevsimler yoktur ve ortalama yıllık sıcaklık 25°C dolayındadır.
Astropikal bölgeler tropikal kuşak ve ılıman kuşak arasında yer alır; kuzey ve güneyde 23,5° enleminden
yaklaşık 40,0° enlemine kadar uzanır. Astropikal kuşak başka yaşam alanlarının yanısıra kuru savanları ve
çölleri kapsar. Yıllık ortalama sıcaklık 12-25°C arasında değişir. Belirleyici özelliği sıcak, tropikal
yazlar ve yumuşak kışlardır.
Ilıman kuşaklar kuzey ve güneyde kutup daireleri ile 40,0° enlemi arasında kalır. Mevsimler belirgindir;
gece ve gündüz süreleri değişir.
Kutup bölgelerindeki buz genellikle kutup yazının sıcak birkaç haftasında erir.
Tipik bitki örtüsü herdemyeşil, karışık ve yaprakdöken ormanları kapsar. Yıllık ortalama sıcaklık 5-15°C
arasında değişir.
Kutup kuşaklarının çok soğuk ve karlı ortamları kuzeyde Kutup Dairesi ve güneyde Antarktika
Dairesi içinde kalır. Mevsime bağlı olarak ortalama sıcaklığın eksi 25-l°C arasında değiştiği bu
bölgeler yaşama son derece elverişsizdir.
İklim, dünya tarihi boyunca doğal döngülerden geçmiştir. Kutup buzu ve mineral yataklarından alınmış
örneklerden yararlanarak saptanan geçmiş çağların iklim verileri bunu gösterir.
Güneş enerjisinin itici gücüyle rüzgârlar ve okyanus akıntıları tropos fer ve hidrosferi (s. 84) sürekli
karıştırarak gezegenimizin iklimini
'-il
etkiler.
Alize Rüzgârları
Yıl boyunca düzenli bir «H kalıba göre esen tropi-kal rüzgârlara alize rüzgârları denir. Bu
sürgit dolaşıma, farklı hava basıncına sahip alanlar arasındaki etkileşimler yol açar. Astropikal
kuşaktan Ekvator’a doğru esen alçak alize rüzgârları Dünya’nın dönüşüyle yan lara kayar. Rüzgâr yönü
esas alına-
rak, kuzey yarıküredeki kuzeydoğu alize rüzgârları ile güney yarıküredeki güneydoğu alize rüzgârları
arasında bir ayrım yapılır (s.
TIROS: ilk hava durumu uydusu TIROSI uzaya 1 Nisan 1960'ta fırlatılarak Dünya'nm
yörüngesine oturtuldu.
Son 550 milyon yılda yaşanan dört soğuk evre bir yana bırakılırsa, Dünya'nın ortalama sıcaklığı 22°C
dolayında sabit bir düzeyde kalmıştır.
Şimdiki ortalama yaklaşık 15°C'dir.
boyunca yükselir. Ardından daha yüksek bir irtifada astropikal kuşağa döner. Okyanuslardan alınmış
büyük miktarda nem taşımalarından dolayı, bu rüzgârlar küresel iklime önemli bir etkide bulu-
ATMOSFERİN OLUŞUMU, yeni kara kütlelerinin ortaya çıkışı, tektonik levha hareketleri, büyük
volkanik püskürmeler ve göktaşı çarpmaları gibi doğal olaylar gezegenimizin tarihi boyunca
dünya iklimini etkilemiştir, iklim değişikliklerinin çoğu tedricen meydana gelir; ama sebeplerinin
geride bıraktığı izler hâlâ izlenebilir. Bitki ve hayvan fosillerinin yanısıra mineral ve buz yataklarının
kimyasal bileşimi bilimcilere geçmiş çağlardaki iklim ortalama Küresel sıcaklık koşullarına dair yararlı
bilgiler sunar. Buzun havayı özellikle iyi koruması nedeniyle, kutup buzu analizleri geçmişin iklim
verilerine yönelik en doğru ve en önemli kaynaklardandır.
El Nifio ve La Nina
Güneydoğu alize rüzgârları Güney Pasifik’teki su dolaşımına yön verir. Güney Amerika kıyılarına yakın
soğuk yüzey suları batıya doğru sürüklenerek yol boyunca ısınır. Akıntının Güneydoğu Asya’ya
yaklaşırken ittiği daha soğuk sular
Yağmurun Oluşumu
Güneş ısısı suyu buharlaştırır ve su buharı troposfere yükselir. Daha da yukarıya çıkan buhar havadaki tuz,
sülfat, toz ya da polen gibi mikroskobik parçacıklara tutunarak yoğunlaşmaya başlar ve ufak damlalara
dönüşür. Damlaların toplanmasıyla bir bulut ortaya çıkar. Yoğunlaşma sürecinin açığa çıkardığı ısı,
damlaların daha da yükselmesine yol açar. Belli bir yükseklikten sonra
damlalar donarak buz kristallerine dönüşür. Yığılmayla oluşan kümeler sonunda aşağıya düşmeye yetecek
ağırlığa ulaşır. Sıcaklığı 0°C üzerinde kalırsa, buz kristalleri erir ve yere yağmur olarak iner.
Pasifik’in derinliklerine batar. Bu soğuk su kütlesi deniz tabanında Güney Amerika’ya doğru akar
ve orada yükselerek döngüyü bir daha başlatır.
Pasifik dibinden gelen soğuk akıntı Güney Amerika’nın batı kesiminde geniş bir yüksek basınç kuşağına
ve kuru bir iklime yol açar. Suların içerdiği zengin besinler,
Peru gibi ülkelerin kıyı açıklarında son derece verimli balıkçılık alanları yaratır. Buna karşılık
Güneydoğu Asya’da sıcak sular sürekli alçak basınç kuşakları doğurur. Bunun bir sonucu olarak,
Avustralya ve Endonezya düzenli biçimde şiddetli muson yağmurları alır.
Güney Amerika’nın kıyı açıklarında her üç ila sekiz yılda bir olağandışı bir ısınma gözlemlenir. Bunun
sebeplerinden biri alize rüzgârlarının zayıflayarak, Pasifik’teki su dolaşımını kesintiye
uğratmasıdır. Böylece şiddetli yağmurlar ve kasırgalar ortaya çıkar. Zengin besin içeren soğuk akıntı
olmaksızın, balık sürülerinde çarpıcı bir azalma görülür. Güneydoğu Asya’da ağır kuraklıklar kötü
hasatlara ve orman yangınlarına yol açar.
Çoğu kez Noel dolaylarında görülmesi nedeniyle, Perulu balıkçılar bu olayı “Çocuk İsa” veya “El
Nirio” olarak adlandırmıştır. Güney Amerika ve Güneydoğu Asya arasında yükselen basınç farkı alize
rüzgârlarının yeniden güç kazanmasını sağladığında, suyun dolaşımı yeniden başlar ve önceki koşullara
dönülür. Bu olaya “Küçük Kızkardeş” anlamında “La Nina” denir. Uzmanlar her iki olayı da henüz
tam olarak anlayabilmiş değildir.
El Niho yıllarında foklar ve deniz kuşlan dahil birçok deniz hayvanı yaşam mücadelesi verir.
ÖZEL BİLGİLER
DENDROKRONOLOJİ: Ağaçlar elverişli yetişme mevsimlerinde kalın, elverişsiz koşullarda ise ince
büyüme halkaları oluşturur. Bu bakımdan büyüme halkaları hem ağacın yaşı, hem de geçmişteki
iklim koşulları hakkında bilgi verir.
DÜNYA
Yeşil Akciğerler
TROPİKAL YAĞMUR ORMANLARI su ve karbon bileşikleri için önemli bir depo işlevini görür.
Karadaki başka hiçbir ekosistem bu kadar karbon depolamaz. Ne var ki, ormanların azalması ve
yakılması büyük miktarda sera gazını açığa çıkarır. Ekvator yakınında bulunan yağmur ormanları tropikal
kuşaktaki ısı ve nem seviyelerini düzenlemeye katkıda bulunur ve böylece küresel iklimi etki-
Kongo Havzası’ndaki yağmur ormanlarının yüzde 80’i çoktan yok olmuş durumda.
İKLİM DEĞİŞİMİ
Taşkınlar, fırtınalar ve rekor düzeydeki yüksek sıcaklıklar iklim değişiminin belirtileri mi? Buna insanlar
mı sebep oluyor? Uzmanlar bu sorulara cevap bulmaya çalışıyor.
Dünya'nm eğikliğinde ve Güneş çevresindeki yörüngesinde ortaya çıkan değişiklikler, aradaki uzaklığı ve
Güneş ışığının gezegenimize ulaştığı açıyı da değiştirir.
22.000 yıl
iklimdeki mevcut ısınma eğilimini açıklayan doğal faktörler vardır. Ancak olağandışı olan, bu
değişimin meydana geliş hızıdır. Bunun sebebi ise küresel iklim üzerindeki yeni bir
Bilimciler küresel ısınmayla birlikte kasırgaların sıklığının artıp artmayacağı konusunda görüş ayrılığı
içinde.
Buzul çağları ve sıcak evreler arasındaki sıralama doğal bir döngünün parçasıdır. Her soğuk ya da
sıcak evre ortalama 100.000 yıl sürer. Bu dönem içinde, yaklaşık her 20.000
ila 40.000 yıl sonunda daha küçük iklim değişiklikleri meydana gelir.
Dünya dışı kuvvetlerin Dünya’ya ulaşan güneş ışınlarının yoğunluğuna döngüsel bir etkide bulunduğunu ilk
kez 1920’de Sırp astronom ve matematikçi Milutin Milankoviç kavradı. Dünya eğik ekseniyle Güneş
çevresinde eliptik bir yörünge izlerken bir topaç gibi döner. Bu devinim 20.000, 40.000 ve 100.000 yıllık
aralıklarla Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığı, ayrıca Güneş ışığının Dünya’ya düşme açısını değiştirir.
Böylece iklim değişiminde tetikleyici bir unsur işlevi gördüğü düşünülür. Okyanus tabanındaki tortuların
yanı sıra kutup buzlarından sondajla elde edilmiş çekirdek örneklerinin sağladığı veriler “Milan-koviç
döngüleri”ni doğrulamaktadır. Döngüsel iklim değişiminin ardında yatan tek sebebin bu olup olmadığı ise
henüz kanıtlanmış değildir.
Dünya halen bir buzul çağı içindeki sıcak evrededir. Dolayısıyla küresel ısınmanın tek sebebinin insanlar
olmadığını varsaymak gerekir. Hatta bilim çevrelerindeki küçük bir azınlık, insan etkinliğinin
kesinlikle ısınma sürecine etkide bulunmadığını öne sürmektedir.
Doğal Afetler
Volkanik patlamalar (s. 73) da küresel iklimi etkileyebilir. Geniş çaplı bir patlamada büyük miktarda kül
ve kükürtdioksit havaya salınır. Kül zerreleri atmosfere yayılırken, kükürtdioksit havada nemle etkileşime
girerek sülfürik asit oluşturur. Ekvator yakınında olduğu gibi, belli rüzgâr koşullarında sülfürik asit bir
şekilde stratosfere ulaşabilir ve yıllarca orada kalabilir. Hem kül, hem de sülfürik asit “havada asılı
parçacıklar”, yani aerosoller olarak güneş ışınlarının bir bölümünü gerisin geriye uzaya yansıtabilir. Bu
da dünyada genel bir soğumaya yol açar. 1991’de Filipinler'deki Pinatubo yanardağının püskürmesi
dünyadaki
Bir karşılaştırma: İsviçre'deki Palü buzulunun 1891 'deki ve 2003'teki (sağda) görüntüleri.
41.000 yıl
Bir asteroitin Dünya’ya çarpması benzer bir etki yaratabilir. Çarpmanın etkisiyle yükselen büyük toz
bulutları da atmosferde asılı olarak kalır. Yaklaşık 65 milyon yıl önce dev bir asteroit ya da
kuyrukluyıldızın
ÖZEL BİLGİLER
BUZ ÇEKİRDEĞİ ÖRNEKLERİ: Antarktika buzları 3.720 m derinlikte ve yaklaşık 900.000 yaşındadır.
SICAKLIK FIRLAYIŞI: Güney Dakota'nın Spearish yöresinde 29 Ağustos 1936’da sıcaklık iki
dakika içinde -20°C'den 7°C'ye çıktı.
KATEGORİ 5: 2005 yılı kasırga mevsiminde, üç fırtına saatte 250 km hızı aşan rüzgârlarıyla en
yüksek şiddet kategorisine ulaştı.
Meksika açıklarında Dünya'ya çarpmasıyla iklimin soğuması kitlesel yokoluşa yol açmıştı (s. 67).
Hiç kuşkusuz "süpervolkan" patlamaları ve göktaşı çarpmaları son derece nadir olaylardır ve küresel
ısınmadan sorumlu değillerdir.
Küresel ısınma yüzünden buzullar küçülmeye devam ediyor ve deniz seviyesi yükseliyor.
ARTIŞA YEŞİL IŞIK: Avustralya, İzlanda ve Norveç’e gaz satımlarını 1990 düzeylerinin üzerine
çıkarma izni verilmiş bulunuyor.
AYNI KONUMDA DEVAM: Rusya, Ukrayna ve Yeni Zelanda 1990 salım düzeylerini sürdürmelerine izin
verilen ülkelerdir.
BİR BAŞLANGIÇ: BM Kyoto Protokolü altı sera gazının salım larını 1990 düzeylerinin %5,2 altına
çekmeyi amaçlıyor. Protokolün iklimi korumada bir kilometre taşı olarak görülmesine karşın, eleştirel
çevreler Çin ve ABD gibi sanayi ağır sıkletleri önlemler almaktan kaçındığı sürece “denizde bir su
damlası” olarak kalacağı görüşünde. Ayrıca tartışmanın neredeyse yalnız karbondioksitle
sınırlanmasının yararlılığını sorgulayanlar var.
Kyoto Protokolü
Dünya’nın iklim sistemi yavaş değişir. Günümüzde görülen iklim olayları kısmen yıllar önce meydana
gelen olaylarla tetiklenmiştir.
BUSH
Doğal süreçler Dünya'nın ikliminde sürekli değişikliklere yol açar. Ne var ki, sanayi devriminden (s.
85) beri buna yeni bir faktör eklenmiş bulunuyor: insan etkinliği.
Uzun vadede gerçekleşecek iklim olayları bilgisayar modellerinde si-mülasyonla ortaya konabilir.
Geçmişin iklim eğilimleri esas alınırsa, son yüzyıllara ait iklim verileri, ancak insan etkinliği de bir
faktör olarak hesaba katıldığında anlam kazanıyor. Son 150 yılda insanlar atmosfere gittikçe artan
miktarda sera gazları ve başka kirletici maddeler salmış bulunuyor, iklimin yavaş tepki vermesi
nedeniyle, bu sa-lımların hâlihazırda bir etki yaratıp yaratmadığı belirsizdir.
Uzmanlar insanların yarattığı etkinin iklime etkide bulunan doğal faktörlere ağır basıp basmadığı ko
BFAf»
i heat
fmr nusunda da görüş ayrılığı içinde. Bununla birlikte, insanların gıda, konut ve enerji talebinin
yükseleceği ve bunun da doğal çevre üstündeki yükü ağırlaştıracağı öngörülebilir. Dünya nüfusunun
2025’te 8 milyara ulaşması bekleniyor. Uzmanlarca hesaplanan insan etkisinin derecesine bağlı
olarak, Dünya’nın iklimini korumak kapsamlı siyasal, ekonomik ve sosyal değişimleri gerektirecektir.
Sanayileşmiş ülkeler her yıl yakılan fosil yakıtların yaklaşık yüzde 75-80’ini tüketiyor. Bu nedenle sera
gazı şahımlarından büyük ölçüde onlar sorumludur. Zarar gören kesim ise kuraklık, seller ve şiddetli
fırtınalar gibi küresel ısınma etkilerine karşı koyacak kaynaklardan yoksun olan azgelişmiş ülkelerdir.
Bu bağlamda, sera gazı şahımlarını azaltma sorumluluğu sanayileşmiş ülkelere düşüyor. 1997 Kyoto
Protokolü uluslararası düzeyde iklimi koruma önlemlerini hayata geçirme yönünde bir ilk adımdır. Sorunu
çözmeye dönük stratejiler arasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ve motorlu araçlara
ilişkin genel politikalarda değişiklikler yapılması sayılabilir.
Sera gazlarının ve diğer kirletici maddelerin mevcut salımları tamamen durdurulsa bile, karbondioksitte
ve diğer gazlarda sanayi devrimi öncesi düzeylere dönüş yılları alacaktır. Bununla birlikte, olası bir iklim
felaketinin önüne geçmenin tek yolu salımları azaltmaktır. En fazla karbondioksit salan ülke olan ABD’nin
Kyoto Protokolü'nü imzalamayı reddetmesi nedeniyle gidişat kötü görünüyor. Bu arada Çin
ve Hindistan’da da sanayinin büyümesi salımları daha da arttıracaktır.
ÖZEL BİLGİLER
BUZUL ÇAĞI: Dünya son 11.625yıldır küresel buzul çağı içindeki sıcak evreyi yaşıyor. Sonraki soğuk
evrenin en erken 15.000 yıl sonra gelmesi bekleniyor.
DÜNYA
Fırtına Tahmini
İstatistiklere göre son yıllarda görülen fırtına dizileri, düzenli aralıklarla meydana gelmekte olup
Dünya’nın doğal iklim döngüsü içindeki yerini almıştır. Ancak iklim araştırmacıları, kısmen okyanusların
ısınması yüzünden bu gibi fırtınaların ve aşırı hava olaylarının gelecekte daha yaygın hale geleceğini
öngörüyor.
Sumatra'da her yıl yangın ve ağaç-la-rın kesilmesi yüzünden 3,5 milyon hektar yağmur ormanı yok
ediliyor.
Monografik Kutular
Kozalaklı Ağaçlar, s. 99
Köpekbalıkları, s. 104
Yılanlar, s. 106
Av Peşinde, s. 114
Kalp Krizi-Sebepler, Görülme Sıklığı, Tedavi, s. 121 AIDS, s. 126 Kanser, s. 127
Analitik Kutular
EndosimbiyozTeorisi, s. 93
Görme, s. 122
92
HAYATIN KÖKENİ
KİLİT BİLGİLER
İLKEL ÇORBA TEORİSİ hayatın cansız maddelerdeki kimyasal tepkimelerden doğduğunu öngörür.
HAYATIN KÖKENİ
Dünya’da hayatın nasıl varlık bulduğu belki de hiçbir zaman tam bir kesinlikle kanıtlanamayacak-tır. Bu
gizemi çözme çabasıyla birçok dini açıklama (s. 282) ve bilimsel teori ortaya atılmıştır. Basit organik
moleküllerin ortaya çıkıp birleşerek zamanla hücre benzeri organizmalar yaratmış olması yüksek bir
olasılık gibi görünüyor. Bunlardan önce prokaryot, daha sonra ökaryot hücreler gelişti. Bu hücreler,
bugünkü bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi çokhücreli organizmaların evriminde başlangıç noktasıydı.
© İlk tekhücreli organizmalar muhtemelen 3,5-4 milyar yıl önce ortaya çıktı.
DÜNYA’DA HAYATIN ORTAYA ÇIKIŞI
Somut bulgulardan yoksun olduğumuz için, moleküllerden karmaşık canlı yaratıklara yolculuk ancak
teorilerle açıklanabilir. İlkel çorba teorisi de böyle bir girişimdir.
/ / Af <t‘
Dünya'da hayatın nasıl ortaya çıktığıyla ilgili gizemi çözmeye çalışan çeşitli disiplinlere
mensup bilimciler birçok teori ortaya atmıştır. Louis Pasteur'ün bakteri hücrelerinin bölündüğünü
mikroskop altında ilk kez gözlemlemesinden beri biyoloji, hayatın ancak daha önce mevcut hayattan
doğduğu yolundaki te
&
mel kuralı benimsemiştir. Dünya’da hayatın ilk belirişinin bu kurala bir istisna oluşturduğu söylenebilir.
0 zamanlarda fiziksel ve kimyasal koşullar bugünkünden çok farklıydı. Anlaşıldığı kadarıyla ilk organik
moleküller yaklaşık 3,4-4 milyar yıl önce cansız maddeye enerjinin katılmasıyla ortaya çıktı ve buradan
Eğrelti otlan
Yosunlar
Algler
Bakteriler
Mantarlar
Mikroorganizmalar
Süngerler
Knidliler
Solucanlar
Eklembacaklılar
Yumuşakçalar
Derisidikenliler
Balıklar
İkiyaşamlılar
Sürüngenler
Kuşlar
Memeliler
Dönem yaşam doğdu. 1953'te gerçekleştirilen laboratuvar deneyleriyle canlandırılan ilkel çorba teorisi,
bu süreçteki mekanizmaları ve tekil aşamaları açıklar.
Bu hipotez, basit organik moleküllerin ilkel denizde inorganik moleküller arasındaki kimyasal
tepkimelerle oluştuğunu varsayar. “İlkel çorba” terimi Dünya’nın birçok erimiş madde içeren ilk su
kütlesini belirtir. Moleküller, o sırada koruyucu ozon tabakasının bulunmaması nedeniyle morötesi
ışınlardan ve yıldırım boşalmalarından kaynaklanan yüksek düzeyde enerjiye maruz kaldı.
Bu enerji girdisiyle bir araya gelen moleküllerden şeker, yağ asidi ve (proteinlerin temeli olan)
aminoasit gibi organik yapıtaşları oluştu. Böy-
Panspermia (uzay kökenlilik) teorisine göre, hayat Dünya'ya kuyrukluyıldızlarla gelmiş olabilir.
lece gerçek hücrelerin öncülü olan ilk protobiyontların gelişimine uygun bir zemin ortaya çıktı.
Protobiyontlar zamanla metabolizmanın meydana gelebileceği ve tekhücreli organizmaları andıran
kabarcığımsı kapalı biçimlere büründü.
Başka birçok teori vardır. Bunlardan biri hayatın derin okyanus tabanından parçacıklarla dolu su fışkırtan
hidrotermal volkanik bacalar (siyah tütenler) çevresinde doğduğunu öngörür.
Uzmanlar katmanlı mineral yataklarından ve fosillerden hareketle Dünya’nın tarihini dönemlere ayırır.
Mezozoyik Od <o
S enozoyik
HAYATIN KÖKENİ 93
İLK CANLILAR
Canlılar zaman içinde basit yapılardan çokhücreli ve daha yüksek yapılı organizmalar gibi gittikçe
karmaşık biçimlere doğru bir gelişim göstermiştir.
ilk hücrebenzeri yapılar olan proto-biyontların ortaya çıkışından sonra, ilk gerçek hücreler olan
prokaryot-ların evrimi için yol açıldı.
ilk prokaryotlar şimdiki bakterilere ve siyanobakterilere, yani mavi-ye-şil alglere çok benziyordu.
Gerçek bir çekirdekten yoksun olmakla birlikte, çevreden ayrılmalarını sağlayan ve böylece metabolik
süreçlerin meydana gelebileceği bir iç alan üretimi günümüzde mor bakteri-yaratan zarları vardı. lerce
hâlâ uygulanır.
100) gelişimi ileriye doğru önemli bir adımdı. Siyanobakteriler güneş enerjisini, karbondioksiti ve
çevrelerinde bolca bulunan suyu kullanarak kendi besinlerini oluşturmaya başladılar. Bu süreç o
sırada canlılar için zehirli olan oksijeni bir atık ürün olarak salmaktaydı. Varlığını sürdüren diğer canlılar,
kükürtlü kaplıcalar gibi oksijensiz yaşamalanlarına çekilebi-len ya da gıda oksitlenmesi sırasında enerji
üretmek üzere hücre solunumu yoluyla oksijenden yararlanabilen organizmalarla sınırlıydı. Bilinen
en eski prokaryot fosilleri yaklaşık 3,4 milyar yaşındaki stromatolitlerdir.
Bunlar siyanobakteri kolonilerinin, geçmişte olduğu gibi bugün de oluşturduğu kalsiyum karbonat
çökelleridir.
enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere güneş ışığını kullanmaya başladılar. Hidrojen sülfiti oksitleme ve
atık ürün olarak kükürt salma yoluyla anaerobik bir fotosentez yürüttüler. Bu tip enerji
Avustralya’nın Ediacara bölgesinde Prekambriyen çağın sonlarına ait de-nizanasına benzer bir
organizmanın bıraktığı iz.
Endosimbiyoz Teorisi
simbiyoz ilişkisi ortaya çıktı. Zamanla simbiyotik ortaklar bağımsız teriye benzer Kamçılı ilk
yaşama yeteneğini yitirdi ve tek bir organizmaya, bir ökaryot hücreye prokaryot ökaryot
hücre zarlarıyla çevrili ve kendilerine özgü DNA’ya sahip olmaları ve yotik) konak
yot
bakterilere benzer bir biçimde bö- hücre
Çokhücreli Organizmalar
ganizmalardan gelişmiş olması da mümkündür, ilk çokhücreli organizmalar muhtemelen 700 milyon yıl
kadar önce Prekambriyen çağda ortaya çıktı. Ancak varlıklarını belgeleyen çok az fosil kaydı vardır;
bunun sebebi büyük olasılıkla kabuk gibi sert fiziksel bileşenlerinin olmamasıdır. Yumuşak bedenli
organizmaların izlerine çoğunlukla Avustralya'nın Ediakara faunasında rastlanır. Erken Kambriyen
dönemde, 50 milyon yıl gibi görece kısa bir sürede birçok canlı türü gelişti. Yaklaşık 400 milyon yıl önce,
ilk bitkilerin karaya çıkması, diğer organizmaların kuru topraklara yerleşmesinin yolunu açtı.
BİYOLOJİ
İlk Ökaryotlar
İlk ökaryotlar büyük olasılıkla yaklaşık 2 milyar yıl önce, prokaryot hücreler arasındaki simbiyotik
ilişkilerden ortaya çıktılar. Gerçek bir hücre çekirdeğiyle donandıkları için, daha yüksek yapılı
organizmaların gelişimi için temel sağladılar.
ÖZEL BİLGİLER
BAKTERİLER milyarlarca yıldan beri hemen hiç değişmeden varlıklarını sürdürmüş ve sayısız
yaşamalanına yayılmışlardır.
CANLI FOSİLLER milyonlarca yıl boyunca fazla değişmeyen türlerdir. Daha j yüksek ve daha karmaşık
yapılı bu or- § ganizmaların çok az örneği vardır.
Hücre yapısı ve bölünme \ Kalıtım
BÜYÜME VE ÜREME
Bütün organizmalar yaşamları sırasında büyüme ve üreme evrelerinden geçer. Bu süreçlerin temel
mekanizmaları hemen her zaman aynıdır ve hayatın temel birimleri olan hücrelerin bölünmesine dayanır.
Bu bölünme genetik bilgilerin kromozomlar biçiminde yavru hücrelere aktarılmasını sağlar. Kromozomlar
deoksiribonükleik asitten (DNA) ve çeşitli proteinlerden oluşur. Bir organizmanın görünüşüne, yapısına,
davranışına ve yaşamını etkileyecek başka birçok özelliğine ilişkin veriler içerir.
© Her hücrede üreme sırasında aktarılan eksiksiz bir genetik bilgiler dizisi bulunur.
BİYOLOJİ
Bütün canlılar, genellikle özelleşmiş dokular halinde yapılanan hücrelerden oluşur. Bitki hücreleri güneş
ışığından yararlanarak kendi besinlerini üretirler.
.......... •
zarı ;; , v s
Peroksizom
BİTKİ VE HAYVAN HÜCRELERİ: Bazı organeller sadece bitkilerde (xx), bazı organeller ise sadece
hayvanlarda (xy) bulunur.
(xx) Esas olarak selülozdan oluşan hücre duvarları, bitki hücreleri arasında ayırıcı bölmeler sağlar.
(xy) Lizozom
Golgi cisimciği
Hücre
zarı
Biyologlar hücreyi hayatın temel birimi olarak görürler; çünkü hücre canlı maddenin en basit
biçimidir. Bakteri, öglena ve terliksi hayvan gibi bazı organizmalar tek hücreden oluşur; bu nedenle
tekhücreli organizma olarak anılır, insanlar dahil diğer canlılar çokhücrelidir, yani birçok hücreden
oluşur.
Hücrenin Parçaları
Sitoplazma denen jölemsi bir maddede gömülü tekil yapılar ya da organeller hücre
(xx) Fotosentez or-ganeli kloroplast (s. 100)
Çekirdek Ribozomlar
işlevlerini yerine getirir. Hücrelerinde gerçek bir çekirdek bulunan organizmalar (ökaryotlar) ile
hücrelerinde çekirdek bulunmayan organizmalar (prokaryotlar) arasında temel bir ayrım yapılır. Bir
zarla korunan çekirdek, organizmanın kromozomlar 1 biçiminde
Tekhücreli organizma terliksi, hücrenin hareket etmesine olanak veren kirpiklerle kaplıdır.
metabolik süreçler için enerji üreterek hücreye güç veren başka bir or-ganel türüdür. Ribozomlar
gıdalardan elde edilen aminoasitleri kullanarak, bütün temel süreçler için gerekli proteinleri üretirler. Li-
zozomlar ve peroksizomlar hücreye zarar verebilecek yabancı ve toksik maddeleri sindirirler. Golgi
cisimciği protein ve yağ gibi maddeleri ayıklayan, işleyen ve depolayan diktiyo-zom adlı katmanlı
yapılardan oluşur.
Büyüme ve Bölünme
ÖZEL BİLGİLER
BÜYÜME VE ÜREME 95
KALITIM
Ebeveynler genetik bilgileri yavrularına aktarırlar. Cinsel üremede her iki ebeveynden alınan malzeme bir
araya gelir.
genlerden biri diğerine ağır basar ve buna baskın gen denir. Ancak bastırılan, yani çekinik özellik kaybol
Genetik Biliminin Öncüleri
Evrim teorisinin yaratıcısı Charles Darwin bütün canlıların önceki hayat biçimlerinden geliştiğini
kavrayan ilk kişiydi. Ona göre, canlılar genlerindeki değişiklikler yoluyla doğal çevrelerine kesintisiz
bir uyarlanma sürecinden geçmişlerdi. Modern genetik bilimi 1860'ta AvusturyalI başkeşiş
Gregor Mendel'in farklı bitki türlerini çoğaltmasıyla ve kalıtım kurallarını saptamasıyla başladı. ABD’Iİ
James VVatson ve İngiliz Francis Crick adlı genetik uzmanları DNA yapısına ilişkin bulmacayı
1953’te çözdü.
yukarıda: Charles Darnin doğa bilimlerinde çığır açarken, toplumun kutuplaşmasına da yol açtı.
Ebeveyn Kuşak
1. Kuşak Yavru
2. Kuşak Yavru
Ara kalıtım: Kırmızı çiçekli bir bitki ile beyaz çiçekli bir bitkiden melez cins üretildiğinde, yavrunun
çiçekleri pembe olur. Pembe çiçekli iki bitkiden elde edilen sonraki kuşakta ise kırmızı, pembe ve beyaz
çiçekli bitkiler ortaya çıkar.
Canlıların çoğu ömürlerinin bir evresinde döl verir. Bu yavrular anne-babadan kalıtımla alınan
özelliklerin yanısıra kendine özgü bireysel özellikler de taşır. Kalıtım mekanizmalarına ilişkin bilimsel
kavrayış ancak 20. yüzyılda gelişti. Modern genetik biliminin çığır açıcı buluşları artık soy ıslahıyla
hayvan ve bitki yetiştirme gibi pratik uygulamalar için de kullanılıyor.
Cinsel üremede gamet denen üreme hücreleri birleşir. Bunlar gerek hayvanlarda, gerekse insanlarda
yumurta hücreleri ve sperm hücreleridir. Diğer hücrelerin tersine, gametlerde tek bir genetik malzeme seti
vardır. Birleşmeden sonra yeni hücre olağan ikili genetik bilgi setine kavuşur.
Genetik bilgi genleri içeren uzun deoksiribonükleik asit (DNA) iplikçikleri biçiminde aktarılır. Kıvrımlı
içsel yapısı 1950'lerde saptanmış olan kromozomlar, proteinlerden ve DNA’dan oluşur. DNA
molekülleri ikili sarmal veya heliks biçimindedir; sıkıca sarılmış iki uzun iplikçiği hidrojen bağları bir
arada tutar. Bu moleküller bir organizmanın eksiksiz genetik talimatlar dizisini barındırır.
Genler, kromozom içindeki tekil DNA parçalarıdır. Dış görünüş ve karakteri de kapsayan bütün
özelliklere etki ederler. Üreme, anneden ve babadan gelen birer gen kopyasının birleşerek, genetik
bilgiyi yavruya aktarmasını sağlar. Böylece döl her genin ebeveynlerden alınmış iki çeşidine sahip olur.
Bunlar aynı olabileceği gibi farklı da olabilir; sözgelimi, her ikisi de mavi göz rengine dönük talimatlar
barındıra-bilir veya birinde kahverengi gözlere, diğerinde mavi gözlere dönük talimatlar bulunabilir.
Çoğunlukla
maz; eğer bir daha bastırılmazsa, sonraki kuşaklarda ortaya çıkabilir. Bazı özellikler kalıtımla
geçerken bir ara biçime de bürünebilir. Örneğin, kırmızı çiçekli bir bitki ile beyaz çiçekli bir
bitkiden elde edilen melez cins pembe çiçekli bir bitki olabilir.
Klonlama tek bir organizmanın bütün genetik verilerinin kopyalanmasına dayanır. Sağlıklı klonlanan ilk
hayvan olan Dotiy koyunu 1996'da doğdu ve altı buçuk yaşında öldü.
GENETİK TEKNOLOJİSİ belli bir hedef dahilinde genetik bilgilerle oynamaya olanak veren işlemleri
belirtir.
insanlar vücut şekli, kürk ve göz rengi gibi belirli özellikler için hayvanlarda soy ıslahına başvurur.
YÜZYILLAR BOYUNCA insanlar şarap, bira ve peynir üretimi için mikroorganizmalar yetiştirdi.
Genetik teknolojisi araştırma, tıp ve tarım alanlarında pratik uygulamaları için genlerle oynayarak bu
işlemi bir adım daha ileriye götürdü. Genlerle oynama 21. yüzyıl başlarında yüzlerce yeni ürünü
ortaya çıkardı. Bunun için çoğu kez bir organizmaya ait geni başka bir organizmanın genine yerleştirme
yoluyla farklı türlerin genleri bir araya getirilir. Uzmanların bu işlemde başvurduğu araçlar arasında
DNA'yı kesen enzimler ve Es-cherichia coli bakterisi gibi konak organizmalar sayılabilir.
BİYOLOJİ
KİLİT BİLGİLER
Evrim | Anatomi | Tohumsuz bitkiler | Tohumlu bitkiler | Fotosentez \ Besinler
YEŞİL ALGLER
günümüzdeki
bitkilerin atalarıdır.
OKSİJEN
insanların varlığı
için gerekli bir BİTKİ DÜNYASI
kaynak olarak
esasen Kendi besinlerini üreten canlılar sadece bitkilerdir. Fotosentez denen benzersiz
bitkilerce üretilir. süreç aracılığıyla güneş ışığını enerji kaynağı olarak kullanırlar. Bu ototrof, yani
kendini besleyen fenomenler kendi besinlerini üretemeyen hayvanlar ve insanlar
için beslenmenin temelini oluşturur. Görünüş bakı-j mından son derece değişken
BESİN VE SU olmalarına karşın, bitkilerin çoğu yaprak ve kök gibi karakteristik yapıları
bitkinin içinde paylaşırlar. Evrim sürecinde ağır basan çevre koşullarına hep uyum sağlamışlardır.
özelleşmiş damarlı
dokular aracılığıyla > © Bitkiler 450 milyon yılı aşkın bir süre önce de okyanuslarda vardı.
taşınır.
PİSTİL VE
STAMEN çiçek
açan bitkilerin ana
üreme organlarıdır.
BİTKİLERİN EVRİMİ
Bugünkü kara bitkilerinin ataları okyanus ve denizlerde yaşıyorlardı. Kuru topraklarda yaşamaya ayak
uydurmak için, su kaybı gibi güçlüklerin üstesinden gelecek özellikler edindiler.
Fosil bulgulan bitkilerin evriminde dört önemli gelişim dönemini ayırt etmeyi mümkün kılar. Bu
dönemlerin her biri bitki varlığında yeni bir çeşitlenmeyi getirmiştir.
Yaklaşık 460 milyon yıl önce, bitki gelişiminin başlangıç döneminde yeşil su alglerinin geçirdiği
evrimle ilk kara bitkileri ortaya çıktı. Muhtemelen bir geçiş evresinde, bazı türler periyodik olarak
kuruyan su kütlelerindeki yaşama uyum sağladı. Bu yüzden günümüzün yosunları ancak su kaybını önleyen
mumsu bir katmanla yaşayabilir.
Sonraki gelişim aşamasında, su iletmeyi sağlayan iç borucuklarla donanmış eğrelti otlan, atkuyruğu ve
kurtayağı (s. 98) gibi ilk bitkiler kıyılarda ve diğer nemli ortamlarda belirdi. Yosunlardan farklı
olarak, bu ilk damarlı bitkilerde su iletim dokularına sahip gerçek kökler ve destekleyici saplar vardı.
Böylece dışarıdaki bir su ortamından yeterli
önce eğreltiler, dev atkuy-rukları ve kurtayakları geniş bataklık ormanlar oluşturuyordu. Yere
düşen bitkisel maddeler bataklık ortamda çürümek yerine, kalın turba katmanları biçiminde birikti.
Dünya’nın gelişim sürecinde bu bataklıklar okyanuslarla örtüldü ve turba katmanlarının üstüne deniz
tortuları çöktü. Yüksek sıcaklıklar ve basınç, zamanla turbayı kömüre dönüştürdü.
İlk Tohumlar
Tohum üreten ilk bitkiler (s. 99) üçüncü gelişim döneminde ortaya çıktı. Bunların spor üreten
damarlı bitkilerden farkı embriyonun bir besin stokuyla birlikte kabukla sarılmış olması, yani tohum
biçiminde olmasıydı. Böyle bitkilerden zamanla koruyucu tohum zarfı bulunmayan çeşitli bitki türleri,
yani bugünün yaprak dökmeyen ağaçları gibi açık tohumlu bitkiler gelişti. Meyveye benzer bir örtüyle
sarılı olmayan tohumun çimlenmesi için, yere düşmesi yeterliydi. Tohumlu bitkiler yeni ortamlara
yayılmada önemli üstünlükler kazandılar. Üreme için artık nemli ortamlara bağımlı olmadıkları gibi,
embriyonları da olumsuz çevre koşullarına karşı daha korunaklıydı.
Meyvenin Gelişimi
Çiçekleri meyveye dönüşen bitkiler, yani kapalı tohumlu bitkiler yaklaşık 130 milyon yıl önce
dördüncü gelişim aşamasında ortaya çıktı. Bunların bir bölme içinde sıkıca kapanmış olan tohumları
gelişerek, tat ya da renk gibi çekici niteliklere sahip meyveler haline gelir. Böyle nitelikler dağılımı
kolaylaştırır; çünkü hayvanlar meyveyi içindeki tohumlarla birlikte başka yerlere taşır. Kapalı tohumlu
bitkilerin olağanüstü başarısının sebeplerinden biri budur.
BİTKİLERİN ANATOMİSİ
Damarlı bitkilerin hemen hepsi aynı temel anatomiye sahiptir: Saplar, ışık ve karbondioksit emen
yapraklar, su ve mineraller emen kökler.
Tohumlu bir bitkinin temel bileşenleri kök, yaprak, sap ya da filizler ve -yılın belli dönemlerinde-
çiçeklerve meyvedir.
Kbkler-Toprakla Temas
Bir bitkinin kökleri birkaç önemli rol oynar. Bitkiyi sıkıca yere bağlayarak dengeyi sağlar, ince kök
tüyleri topraktan su ve erimiş mineraller emer. Havuç gibi bazı bitkilerin özellikle kalınlaşmış kökleri
büyük miktarda besin depolamaya yarar. Bitki çiçek ve meyve üretmek için daha sonra bu rezervi çeker.
Bitki Sınıflandırması
Biyoloji canlıları belirli ortak ayırıcı özellikleri temelinde gruplara ayırır. Bu gruplar daha
sonra hiyerarşik birsistem içinde düzenlenir. Bitkiler kara bitkileri ve algler olarak iki kategori altında
toplanabilir. Günümüzün suda bulunan bitkileri (algler hariç) evrim sürecinde su yaşamına yeniden
uyum sağlamış eski kara bitkileridir.
Kara bitkileri kendi içlerinde yosunlara ve damarlı bitkilere ayrılabilir. Damarlı bitkiler eğrelti otu,
kurtayağı ve atkuyruğu gibi spor üreten bitkilerin yanısıra kapalı tohumlu ve açık tohumlu bitkileri kapsar.
yukarıda: Cari von Linnaeus bitkileri ve hayvanlan adlandırmak için bir sistem kuran ilk kişiydi.
Sap-Destek Sistemi
Sağlam yapılı sap, bitkinin yaprakları, çiçekleri ve meyveleri için destek işlevi göstermesinin yanısıra,
suyu yukarıya doğru taşıyarak yapraklara ulaştırır ve onlardan aldığı besinleri bitkinin geri kalan
kesimine dağıtır. Bu işlem bitkinin damar demetleri denen doku sistemindeki dar borucuklarla gerçekleşir.
Filizler genellikle ışığa doğru büyür; çalılarda ve ağaçlarda olduğu gibi, bazen odunsu bir
yapı kazanabilir.
Yapraklar-Fotosentez
Düzenekleri
Bîr bitkinin yeşil yaprakları fotosentez süreciyle (s. 100) besin üretir. Bu işlem yaprak hücreleri
içindeki kloroplastlarda gerçekleşir. Fotosentezle üretilen şeker damar demetleri aracılığıyla bitkinin geri
kalan kesimine dağıtılır ve hücreleri besler. Su dağıtımı da aynı şekilde sağlanır. Damar demetleri çoğu
kez bir yaprağın alt tarafındaki damarlar biçiminde açık seçik görülebilir. Yapraklar yarık biçimli
gözenekler aracılığıyla havadaki karbondioksiti çeker. Ağırlıklı olarak yaprağın alt tarafında yer alan bu
gözenekler, fotosentez sırasında üretilen fazla suyu ve oksijeni atmak üzere genellikle gündüz vakti açılır.
Karbondioksit, gerek duyulana kadar bitkinin hücrelerinde depolanır.
Yaprakların kütikül denen üst yüzeyi çoğu kez mumsu bir örtüyle kaplıdır; aynı örtü bitkiyi su kaybına ve
sert güneş ışınlarına karşı korumak üzere bazen alt yüzeyde de yer alır.
Çiçekler ve Meyveler
Biyolojik açıda, çiçek açan bitkiler, büyümesi güdük kalmış ve değişime uğramış saplardır. Bitki
familyasına bağlı olarak, anatomileri son derece değişkendir. Çiçekler temelde özelleşmiş birkaç yaprak
biçiminden oluşur. Genellikle yeşil olan ve sıradan yaprakları andıran çanakyapraklar, henüz açılmamış
çiçeklerin iç kısımlarını korur.
solda: Bir yaprağın damarları su ve besinler için bir dolaşım sistemi sağlar.
peşindeki böcekleri ve başka hayvanları çekmeye yarar. Bitkinin taçyapraklar halkası içinde kalan üreme
organları, yani eril stamenlerve dişi pistil boyuncuk, yumurtalık ve tepe-
çizimde görülen temel anatomik tasarımı paylaşır. Çiçek bitkinin üreme organıdır; yapraklar beslenmeyi
sağlayan fotosentezin oluştuğu yerdir; sap ise bitkinin destek sistemidir. Kökler bitkinin geri kalan
kesimine su sağlar ve çoğu kez besinler için bir depo işlevini görür.
BİYOLOJİ
: :
Gerçek tohum üretmeyen bitkiler üremek için sporları kullanır. Sporlar genelde özelleşmiş yapılar içinde
oluşur ve esas olarak rüzgârla yayılır.
BİYOLOJİ
kaç santimetre boy atar; buna karşılık yatay yönde geniş bir alana yayılabilirler.
Ayırt edici özellikleri çoğunlukla çentikli ya da tüylü kenarları olan çok uzun yapraklardır. Büyümenin
erken dönemlerinde bir kemanın baş kısmını andıran kıvrık yapraklar zamanla açılır. Eğrelti
otlarının saplarında ve yapraklarında su ve besin iletimini sağlayan dallı bir damar sistemi vardır.
Yaprakların alt tarafındaki spor keseleri, sporları birkaç metre öteye fırlatarak rüzgârla yayılmalarını
sağlar.
Eğrelti otlarına esasen tropikal kuşaktaki gölgeli ve nemli yaşamalanlarında rastlanır; ama ılıman kuşak
ormanlarında da yetişirler. Birçoğu küçük olmasına karşın, bazı dev ağaç eğrelti otlarının boyu 30 m'ye
kadar ulaşabilir.
Tohumsuz bitkiler sporlar aracılığıyla ürerler. Sporlar, gelişim süreçlerinin ilk aşamalarındaki
organizmalardır; tek bir hücreden ya da bir hücre kümesinden oluşurlar.
Algler-Atalar
Bugünkü bütün bitkilerin kökeni, yaşam ağacının alt dallarında yer alan bitkilerle aynı sınıfa konan yeşil
alglere dayanır. Algler pigment klorofili içeren kloroplastlar gibi hücre organelleriyle donanmış tek-
Sporlu ve Tohumlu Bitkilerin Yayılma Mekanizmaları
Eğrelti gibi sporlu bitkilerin spor keseleri kuruyunca patlayıp açılır. Böylece havaya savrulan
sporların dağılmasını rüzgâr ve su sağlar. Buna karşılık, tohumlu bitkilerin birçoğu meyvelerini ve
tohumlarını yaymaya yönelik mekanizmalar geliştirmişlerdir. Nektarın yanısıra çiçek biçimi, rengi ve
kokusu bazı hayvan türlerini belirli bitkilere çeker. Hayvanlar çoğu kez bir bitkinin meyvelerini yiyip
sindirir ve tohumlarını dışkıyla çok ötede biryere bırakır. Bazı tohumların ve meyvelerin yoldan geçen
memeli hayvanlara yapışmalarını sağlayan dikenleri ya da kancaları vardır; böylece uzak mesafeler
aştıktan sonra yere düşüp çimlenirler.
vardır. Kıyı bölgelerinde balıklara ve diğer canlılara besin sağlarlar; bazen deniz tabanını bir orman
gibi kaplarlar. Ne var ki, gereğinden fazla gübre kullanımının yol açtığı aşırı alg büyümesi, su
kütlesinin ekolojik dengesini bozar.
Yosunlar-Ufak Bitkiler
Yosunlar, sulu ortamlara bağımlı olan son derece değişken bir bitki topluluğudur. Çok küçüktürler
ve gerçek yaprak, sap ve kökleri yoktur. Bu nedenle nemi, mumsu bir örtünün su kaybını önlediği
yüzeylerinden alırlar.
Sıvıları aktarmak için gerekli basit hücrelerle donanmış yosun türleri çok azdır. Üreme için de neme gerek
duyarlar; çünkü eril üreme hücreleri dişi hücrelere ince bir su tabakasıyla ulaşır. Yağmur ya da çiyden
alınmış hafif bir nem örtüsü genellikle bu iş için yeterlidir.
Yosunlar kuru alanlarda da yetişir ve susuz bir ortama uzun süre dayanır. Dikey büyümeyi sağlayan bir
destek yapısının yokluğu nedeniyle, çoğu ancak bir
Atkuyrukları
Atkuyruğunun içi boş ve dikey sapı, çırpı gibi küçük yaprakların yetiştiği bölmelere ayrılmıştır. Bazı
sapların ucunda üreme sporlarının yer aldığı koniye benzer bir yapı bulunurken, kök gövde sistemi
yeraltında derinlere iner. Milyonlarca yıl önce boyları 30 m’ye kadar ulaşabilen bu sporlu bitkiler
günümüzde daha çok nemli ortamlarda ancak 8 m’ye kadar büyür. Atkuyruğu bazen kanamayı durdurma ya
da boşaltımı tetiklerce özelliği sayesinde idrar söktürmek gibi amaçlarla şifalı bitki olarak kullanılır.
Yosunlar ince ve dikey saplarının tepesinde spor içeren kapsüller üretirler.
TOHUMLU BİTKİLER
Tohumlu bitkilerde embriyo ya da fidan, besin stoğunun yer aldığı tohum zarfına sarılıdır. Bu yapı,
tohumun su kaybından ve diğer çevre tehlikelerinden korunmasını sağlar.
Elma kendi tohumlarını barındırır.
Tohumlu bitkiler 235.000’i aşkın türü kapsayan son derece çeşitli ve geniş dağılımlı bir bitki
grubudur. Üremede sporlar yerine tohumlar kullanırlar. Grup iki ana kesime ayrılır: Kozalaklı ağaçlar ve
sikadlar gibi gimnospermler, yani açık tohumlu bitkiler; çok daha kalabalık olan angiospermler, yani
kapalı to-
Fasulye
Yaprak
Epikotil
Çim
yaprakları
Hipokotil
Birincil kök
İkincil kökler
Tümürcük
Kökçük
Çim
yaprakları
Çimlenmeden sonra bir fasulye bitkisi iki yapraklı bir filize dönüşür.
ÖZEL BİLGİLER
OTUZ BİTKİ TÜRÜ dünyadaki besin kaynağının %95’ini sağlar; bunlardan buğday, mısır ve pirinç
tek başına %56'lık payı oluşturur.
ÇİÇEKLER belirli tozlaştırıcılara uyum göstermiştir. Kırmızı çiçekleri çoğu kez kuşlar tozlaştırır; çünkü
bu rengi görmeleri kolaydır.
humlu bitkiler. Birinci grupta tohumlar yere düşüp çimlenirken, ikinci grupta tohumlar daha
sonra meyveye dönüşen tohum bölmesi ya da yumurtalık içinde korunur.
Açık tohumlu çiçekler ya tamamen eril ya da tamamen dişi olur. Birkaç demet çiçek biçimindeki bu
yapılara kozalak denir; her ağaçta genellikle hem eril, hem de dişi kozalaklar bulunur. Açık
kozalakların saçtığı eril çiçektozları rüzgârla aynı ağaçtaki ya da komşu ağaçlardaki dişi çiçektozlarına
taşınır. Tozlaşmadan sonra oluşan tohumlar olgunlaşınca, kozalak pullarını itip açar ve rüzgârla çevreye
dağılır.
Kapalı tohumlu bitkilerin tozlaşma sistemleri daha değişkendir ve son derece özelleşmiş olabilir. Bir
çiçekte hem dişi, hem de eril üreme organları bulunur. Her türün, kendi içinde tozlaşmayı önleyici yapısal
mekanizmaları vardır.
Kapalı tohumlu bitkilerin çoğunda, böcekler ve başka hayvanlar eril organlardan dişi üreme hücrelerine
çiçektozları taşır ve bunun karşılığını nektarla alır. Tohumların dağılması için tamamen rüzgâra muhtaç
olan açık tohumlu bitkilere oranla tozlaşma daha az tesadüfe bağlıdır. Çiçek açan birçok bitki türü kuşlar,
yarasalar ve böcekler gibi belirli bir hayvan grubuna uyum göstermiştir. Bu uyumun niteliği çiçeklerin
biçimini, kokusunu ve rengini etkileyebilir. Hatta arı orkidesi gibi bazı orkide türleri, erkek böceklerin
çiçekleri tozlaştırması için bir dişi böceğin biçimine ve kokusuna bürünür.
Tohumdan Bitkiye
Tohum, döllenmeden sonra genellikle yere düşer, su emer ve çimlenme denen süreçle bir filize dönüşür.
Kapalı tohumlu bitkiler iki gruba ayrılır: Çimlenme sırasında tek bir çim yaprağı (kotiledon)
çifti oluşturan ve paralel yaprak damarları bulunan tek çenekliler; bir filizde iki çim yaprağı çifti veren
ve ağımsı bir damar yapısı olan iki çe-
TARIMSAL BİTKİLERİN verimliliği seçici soy ıslahıyla ve genetik değişikliklerle sürekli artıyor.
DÜNYA GENELİNDE her yıl 677 milyon ton mısır yetiştiriliyor; ABD tek başına bunun %41'ini sağlıyor.
BİTKİ TÜRLERİNİN küresel çeşitliliği, tek ürün çiftçiliği ve bitki öldürücü ilaç kullanımı yüzünden
azalıyor.
nekliler. Tek çenekliler arasında orkideler, zambaklar ve otların yanı-sıra mısır, pirinç ve buğday gibi
önemli tarımsal bitkiler de sayılabilir. iki çenekliler ise meşe gibi ağaçların yanısıra lahana, kaktüs ve gül
gibi daha küçük bitkileri kapsar.
KOZALAKLI AĞAÇLAR açık tohumlu bitkilerin en büyük grubunu oluşturur.
KOZALAK TOHUMLARI türe bağlı olarak dört aydan üç yıla kadar uzanan bir sürede olgunlaşır.
Yaprak dökmeyen ağaçların çiçek demeti biçimindeki kozalakları uygun zamanda tohumlarını saçar.
Kozalaklı Ağaçlar
KOZALAKLI AĞAÇLAR çoğu kez soğuk iklimlerde ve dağlık bölgelerde geniş ormanlar oluşturur. Çoğu
yaprak dökmez, yani kışın yapraksız kalmaz. Yaprakların tipik iğne biçimli yapısı yüzey alanını küçültür
ve böylece su kaybından korunmayı sağlar. Dahası, yaprakları kalın bir mumsu örtü kaplar.
Kozalaklı ağaçlar dünyanın en iri bitkilerini kapsar; sözgelimi California’nın dev sekoyalarının boyu 110
m'ye ve gövde çevresi 26 m'ye ulaşabilir.
Orta Avrupa ve Kuzey Amerika’daki yaprak dökmeyen ormanların çoğu insanların diktiği ağaçlardan
oluşur.
>
’m
21. YÜZYIL
«er:
IŞIK VE HAVA
Bitkiler güneş ışığından elde ettikleri enerjiyi dönüştürüp kullanırlar. Bu yeti dünyadaki diğer canlıların
çoğu için besin kaynağı yaratmalarını sağlar.
Bitkiler güneş ışığından aldıkları enerjiyi su molekülleri ve karbondioksitten şeker üretmek için
kullanırlar.
BİYOLOJİ
Başka canlılarla beslenen hayvanların tersine, bitkiler kendi besinlerini üretebilir. Hemen her bitki güneş
ışığından alınan enerjiyi kimyasal enerjiye dönüştürüp depolamaya dayanan fotosentez işlemini
yürütebilir.
Fotosentez
Dünyadaki yeşillikler şeker ve başka birçok organik maddeyi üretmek üzere atmosferden yılda yaklaşık
200 milyar ton karbondioksit emer ve bu süreçte bir atık ürün olarak oksijen salar. Fotosentez sırasında
400-700 nanometre dalga boyundaki gözle görülür ışık kullanılır. Sürecin iki aşaması vardır:
Işığa bağımlı tepkime ve ışıktan bağımsız tepkime.
Fotosentez Ortamı
Fotosentez esas olarak bitkinin yeşil yapraklarında bulunan klorop-lastlar içinde meydana gelir. Her bitki
hücresinde mercek biçimli bu hücre organellerinin yüzlercesi yer alır. Her kloroplast içinde yeşil klorofil
pigmentini içeren diske benzer çok sayıda yassı yapı üst üste yığılmış halde durur. Klorofil güneş ışığını
emebilen bir moleküldür; so-ğurduğu enerjiyi kullanarak, enerji taşıyıcısı işlevini gören adenozin tri-
fosfat (ATP) ve nikotin-amid ade-nine dinükleotid fosfat (NADPH)
gibi başka molekülleri üretir. Yapraklar fotosentez için yeterli ışığı almak amacıyla genellikle güneşe
doğru büyür. Bu tepki fototropizm olarak bilinir.
Fotosentez için gerekli karbon di-oksit yaprakların “stomata” denen mikroskobik gedikler
biçimindeki gözeneklerinden alınır, işlem için gerekli su ise köklerden yukarıya doğru taşınır. Fazla su
buharlaşır ve kimyasal tepkimede ortaya çıkan oksijen gözenekler aracılığıyla salınır. Büyük ölçüde buna
bağlı olarak, açık yeşil alanlardaki ve özellikle ormanlardaki iklim özellikle hoştur. Taze hava duygusu
artan oksijen içeriğinin ve yapraklardaki suyun buharlaşmasının bir sonucudur. Böylece ormanlar ve
parklar, kentlerin ve yoğun nüfuslu alanların “yeşil akciğerleri olarak temel bir rol oynar.
Özellikle yaprağın alt tarafında, epiderm karbondioksit emilimi ile su buharı ve oksijen salimim
düzenlemek üzere açılıp kapanan ufak gözenekler içerir.
Fotosentez için gerekli kloroplastlar epiderm dışındaki bütün yaprak hücrelerinde bulunur.
Gözenek
Süngersi mezo-fıl dokunun hücreleri arasındaki geniş boşluklar gaz değiş tokuşuna olanak verir.
lastlarda su moleküllerini ayırmak ve taşıyıcı moleküller olan ATP ve NADPH’yi oluşturmak üzere
kullanı lir. Bunlar daha sonra ışıktan bağımsız tepkime sırasında karbondioksitten şeker molekülleri
sentezler. Ortaya çıkan şeker genellikle nişasta biçiminde depolanır. Bitki enerjiye gerek duyduğunda,
şeker molekülleri hücrelere aktarılır.
21. YÜZYIL
İKLİM DEĞİŞİMİ: Küresel ısınmanın sebeplerinden biri gittikçe artan düzeydeki karbondioksit
salımlarının mevcut bitkilerce tamamen emilip iş-lenememesidir.
AĞAÇ KESİMİYLE ormanlarda alan açılması hayvanlara, bitkilere ve hatta dünya iklimine muazzam
etkide bulunur. Ormanlar oksijen üretmede ve atmosferdeki karbondioksiti azaltmada temel bir rol oynar.
Son derece karmaşık bir süreç olan fotosentez 1960’lara kadar tam olarak açıklanamadı. Bu gizi 1961’de
Nobel Kimya Ödülü’nü kazanan Melvin Calvin çözdü. Fotosentezin birinci aşamasında, yani ışığa bağımlı
tepkime sırasında güneş ışığından alınan enerji klorop-
ÖZEL BİLGİLER
BİTKİ VERİMLİLİĞİ, seralarda görüldüğü üzere, ışık yoğunluğu ve sıcaklık gibi kilit fotosentez faktörleri
optimum düzeyde olduğunda artar.
BİTKİLER çoğu kez birincil üreticiler olarak anılır; çünkü öbür canlıların hemen hepsi bitkilerin
fotosentez süreciyle besin üretme yetisine muhtaçtır.
@ ayrıca bkz.: iklim Isınması, Dünya Bölümü, s. 88-89 \ C02 Sabitleme, Fizik ve Teknoloji Bölümü, s.
172
«PKŞ|g
İklim koşullarının yanısıra su ve besinlerin kullanılabilirliği bitkilerin görünüşünü etkiler. Bitkiler doğal
çevrelerine uyum sağlamak için özgül stratejilere ve yapılara başvururlar.
Damarlı odunsu dokular ve kalburlu borular bitki içinde şeker, su ve mineralleri taşır.
Yüksek Bitkilerde Su ve Besin İletimi
DAHA YÜKSEK bitkilerde su, erimiş besinler ve fotosentez ürünleri, damarlı demetler denen özelleşmiş
dokularca taşınır. Bunlar baştan sona sapın içinde, ayrıca yapraklarda ve köklerde yer alır. Odunsu doku
suyu ve mineralleri yukarıya taşıyarak yapraklara ulaştırır. Sıvının köklerden çekilmesini kılcal
damar hareketi ve yapraklardaki gözeneklerin suyu buharlaştırması sağlar. Fotosentez ürünleri kalburlu
boru denen dokuyla yapraklardan bitkinin geri kalan kesimine aktarılır.
Suyun ve karbon-
Bütün bitkiler yaşamak, büyümek ve üremek için hava, ışık, besin ve suya gerek duyar. Ancak gerekli
besin yoğunlukları bitki türlerine bağlı olarak büyük değişkenlik gösterebilir.
Besin Emilimi
Kökler suyu ve iyon biçimindeki erimiş mineralleri emer. Büyüme ve metabolizma için gerekli
besinlerden bazıları azot, fosfor, kalsiyum, magnezyum ve demirdir. Yapraklardaki, stomata adı verilen
gözenek benzeri
açıklıkların açılıp kapanması için potasyum da gereklidir. Bitkiler temel mineral kaynaklarını arttırmak
için çoğu kez topraktaki bakterilerle ya da mantarlarla simbiyotik ilişkilere girerler. Bunlar kökleri sarar
ve böy-lece etki ettikleri yüzey alanlarını arttırırlar. Bitki de bunun karşılığında
bakterilere ve mantarlara şeker gibi fotosentez ürünleri sağlar. Azot sa-bitleyici bakteriler de bitkilerin
mole-küler azot edinmesine yardımcı olur.
Bitkiler büyümek için gerekli kaynakları her ortamda hep optimum düzeyde bulamadıkları için, çeşitli
çevre koşullarına uyum sağlamışlardır. Aşırı sıcaklarda varlıklarını sürdürmeyi sağlayacak suyu emip
tutmak üzere geliştirdikleri değişik görünüşler ve farklı stratejileri vardır.
Sıcak ve kuru ortamlara uyum sağlamış bitkiler olağanüstü kuraklık koşullarında bile hayatta
kalabilirler; çünkü buharlaşmayı azaltacak birçok strateji geliştirmişlerdir. Sözgelimi, yosunlar (s. 98) ve
çiçek açan çöl bitkileri gibi bazı türler kuru ve hareketsiz bir duruma çekilirler. Kaktüsleri de kapsayan
özlü bitkiler filizlerinde ve yapraklarında büyük miktarda su depolayabilirler; bunu ancak kuraklık
zamanlarında tutumlu biçimde salarlar. Diğer bazı bitki türleri buharlaşmayı asgari düzeye indirmek için
daha küçük yapraklar oluşturma ya da yaprak sayısını azaltma yoluna giderler. Kökleri de olabildiğince
çok su emmek üzere genellikle toprağın derinliklerine ulaşır ya da yüzeyin altında ol-
Nemli ortamlardaki bitkiler mumsu örtünün asgari düzeyde olduğu ya da hiç bulunmadığı geniş ve ince
yapraklar oluşturur ve böylece terleme temposunu, yani suyun buharlaşma hızını artırır. Don dönemlerinin
görüldüğü değişken iklimlerde,
Çöl bitkiler kısa yağışlı dönemlerde büyük miktarda suyu emip depolar.
çoğu bitki kışın yapraklarını döker. Ayrıca hücrelerin içinde buz kristallerinin oluşumunu önleyen doğal
bir antifriz madde de üretebilir. Suda yaşayan bitkiler erimiş iyonlarla birlikte suyu bütün yüzeylerinden
emebilirler. Kökleri bozulmuş ya da sırf bitkiye tutunmuş halde durur.
Birçok bitki yüksek yoğunlukta klorofil içeren büyük yapraklar oluşturarak, güneş ışığının az olduğu
koşullara uyum sağlamıştır. Bu özellik bitkilerin ortama bağlı olmaksızın fotosentezi son derece verimli
yürütmesini sağlar.
BİYOLOJİ
Belli bir yılda çevre koşullarının düzelmesi daha geniş bir ağaç halkasının oluşmasını getirir.
Evrim ağaçları, evrimi ve türlerin kökenini göstermeye yarar. Ama bunları oluşturmak oldukça zordur;
çünkü temel hayvan yapılarının hepsi aşağı yukarı aynı zamanda gelişmiştir.
blYULUJI
KİLİT BİLGİLER
Evrim ve türlerin kökeni | Omurgasızlar \ Balıklar | ikiyaşayışlılar | Sürüngenler
\ Kuşlar
GÜNÜMÜZDE
saptanmış hayvan türü
sayısı 1,5 milyondur.
suda YAŞAYAN
yaratıklar bütün hayvan
türleri arasında
çoğunluğu oluşturur. HAYVANLAR DÜNYASININ ÇEŞİTLİLİĞİ
Hayvanların -ve dolayısıyla insanların- kökeni, yarım milyar yılı aşkın bir süre
HAYVANLAR ÂLEMİ önceye, diğer canlılarla beslenen ilk çokhücreli organizmaların ortaya çıktığı
yaklaşık 30 şubeye Kambriyen dönem okyanuslarına kadar iner. Bu ani ve büyük gelişme, yeni
ayrılır. kaynakların ve fırsatların önünü açarak, hayvan türlerinin şimdiki çeşitliliğini
yarattı. Günümüzde hemen her ortamda bulunmakla birlikte, hayvanların
çoğu suda yaşamayı sürdürüyor. Böcekler ve örümcekgillerin yanısıra çok az
EKLEMBACAKLILAR sayıda omurgalı kalıcı olarak karalara yerleşmiştir.
hayvanlar âleminin en
zengin şubesidir. G Hayvanlar, diğer canlılarla beslenen organizmalardır.
OMURGALILAR
bilinen bütün hayvan
türlerinin %5’ini bile
bulmaz.
Hayvan, kendi besin moleküllerini bitkiler gibi fotosentez (s. 100) yoluyla üretemeyen ve öbür canlılarla
(bitkiler ya da hayvanlar) beslenen çokhücreli bir organizmadır. Diğer tipik ayırıcı özellikleri
eşeyli üreme, sinir sistemi ve kas dokusudur.
Günümüz hayvanlarının temel fiziksel yapılarının belirginleşmesi 500 milyon yıl öncesine dayanır. Evrim
ağacı oluşturulurken vücut, embriyo ve gen yapısı göz önünde tutulur. Böylece ortaya çıkan gruplar evrim
tarihindeki dört dönüm noktasını yansıtır.
ilk önemli adım, gözenekli ve keseye benzer yapılarıyla süngerlerde bulunmayan “gerçek" vücut
dokusunun ortaya çıkışıydı. Kas ve bağdoku gelişimi hareket etme ve nefes alma gibi özelleşmiş
işlevler için bir önkoşuldu.
ikinci dönüm noktası, kafası ya da kuyruğu bulunmayan denizanası gibi organizmalardaki yarıçapsal
simetrinin tersine, iki taraflı simetrinin ve belirlenebilir bir kafanın gelişimiydi. Bu özellik ilk
hayvanların belli yönlerde amaçlı olarak hareket etmesini sağladı.
Üçüncü aşama iç organlar ile vücut cidarı arasında sıvıyla dolu bir boşluğun ortaya çıkışıydı. Yassıso-
lucanlar dışında yüksek yapılı hayvanların hepsinde görülen bu boşluk, vücudun iç organlardan
Sudan Karaya Geçiş
Bütün “dört ayaklı” hayvanların (ikiyaşayışlılar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler) atası büyük olasılıkla,
şimdi Comoro Adası açıklarında yaşayan koelakantlargibi lob yüzgeçli bir balıktı. Kemikli bir iskeletle
desteklenen kaslı göğüs ve karın yüzgeçleri, sürünerek karaya çıkmasını sağladı. Ancak,
gelişkin akciğerlerden ve derisini nemli tutma yetisinden yoksun olduğu için sıklıkla suya dönmek
zorundaydı. Karaya çıkmak muhtemelen varlığını sürdürmeye dönük bir stratejiydi. Bu adım, küçülen bir
su kütlesinden bir diğerine geçme zorunluluğundan kaynaklanmış ve besbelli ki karada uzak
mesafelere gitme yönünde bir evrimi gerektirmiş olmalıdır.
yukarıda: Koelakant
Dördüncü aşamada daha yüksek yapılı hayvanlar (derisidikenliler, omurgalılar) farklılaşmış ağız yapıları
edindi. Bu gelişme, daha karmaşık hayvanlan sadece “ilkin ağız” denen basit bir açıklığa
sahip hayvanlardan (yumuşakçalar, eklembacaklılar) ayırt eder.
OMURGASIZLAR
bunu vücudu içinde barındırır. Kalamarlar en zeki omurgasızlardır. Dev kalamar bir kavanozun
içindeki yiyeceğe ulaşmak için kapağını çevirip açabilir ve başka kalamarlara özgü davranışları taklit
edebilir.
Ürpertici Sürünüş: Eklembacaklılar
Eklembacaklılar şubesi, böcekleri, yengeçleri ve örümcekleri kapsar. Bu başarılı grup bilinen bütün
hayvan türlerinin %80'ini oluşturur. Bölmeli yapıya sahip vücutlarının her bölmesinde bacak, altçene
ya da anten gibi eklentilerden en fazla bir çift bulunur. Dış iskeletlerini sertleştiren kitin, büyüme
sırasında dökülme yoluyla sürekli yenilenir.
Yumuşakçalarda ayrıca bir kalp, açık bir dolaşım sistemi ve merdiveni andıran bir sinir sistemi vardır.
Böceklerin Başkalaşımı
Knidliler
Omurgasızlar hayvanlar âleminin en kalabalık grubunu oluşturur; türleri olağanüstü bir biçim çeşitliliği
gösterir.
Antik Süngerler
Varoluşları 500 milyon yıl önceye inen süngerler bütün çokhücreli hayvanların en yaşlı grubudur.
Günümüzde çoğu sünger okyanusta, yani ilk doğal ortamında yaşamayı sürdürür. Diğer çokhücreli
hayvanların aksine, süngerlerin gerçek dokuları ya da organları yoktur. Bir kalsiyum karbonat lifleri
şebekesiyle desteklenen vücutlarında, iç boşlukta son bulan bir kanal ve gözenek sistemi yer alır. Her gün
bu boşluktan büyük miktarda su pompalayarak, sürüklenen yiyecek zerrelerini süzerler ve üstteki bir
merkezi açıklıktan suyu boşaltırlar.
Solucanlar
Solucanlar uzun ve uzuv-suz vücutlarıyla sürünerek hareket ederler. Yersolucanı gibi halkalı solucanlarda
vücut benzer bölmelere ayrılmıştır. Buna karşılık tenya gibi nematodlarda, bölmelenme veya farklılaşmış
vücut yapıları yoktur. Belirli bir yönde ilerlemelerine ve farklı ortamlara girmelerine olanak veren
belirgin bir başın ve kuyruk ucunun ortaya çıkışı solucanlar açısından evrimsel bir yeniliktir.
Kum kurdu gibi bazı solucan türleri suda yaşar. Yerso-lucanları gibi bazı yararlı türler toprakta oyuklar
açar. Bir dizi asalak solucan ise insanların ve diğer hayvanların başına bela olur, insanlara geçebilen
köpek tenyası ve dünya genelinde 300 I / milyon kişinin yakalandığı f bilharzioz hastalığına yol açan
Afrika asalak kurtçuğu gibi bazı türler tehlikelidir.
Kabuklu Hayvanlar
Salyangozlar, deniz kabukluları ve kalamarlar omurgasız yumuşakçalar şubesine girer. Vücutları bir baş,
bir ayak ve iç organların yer aldığı bir keseden oluşur. Yumuşakçaların kalsiyum esaslı kabukları,
sözgelimi deniztarağı ya da salyangoz kabuğu yumuşak vücutlarını korur. Sadece kalamar böyle bir
kabuktan yoksundur veya bazen
BÖCEK GELİŞİMİ yumurtalarla başlar. Çoğunlukla bitkilerin üstüne bırakılan yumurtalardan larvalar,
yani yavru böcekler çıkar. Larvalar beslenir, büyür ve defalarca deri döker. Çekirge gibi bazı türlerin
larvaları erişkin böceği andırır. Buna karşılık, diğer türler olgunlaşırken çarpıcı bir başkalaşım geçirir.
Kelebek ve kızböceği larvaları pupaya dönüşürken köklü bir değişime uğrar ve daha sonra tam
gelişmiş erişkin haline gelir.
Knidliler şubesi denizşakayık-larını, denizanalarını ve mercanları kapsar. Polip biçiminde olan bazı
türler "ayaklarındaki bir diskle tutundukları yerde kalırken, denizanası gibi türler serbestçe dolaşır.
Knidlilerin çoğu okyanusta yaşar, ince dokunaçları sokucu hücrelerle donatılmıştır; bunları
kendilerini savunmak ve yiyecek kapmak için kullanırlar. Dokunaçlar ava dokunduğunda,sokucu kapsüller
açılır ve felç edici zehirler salar. Kutu denizanası dünyanın en öldürücü yaratıklarından biridir.
BİYOLOJİ
Larva ya da tırtıl yumurtadan çıkar ve büyürken genellikle birkaç kez deri döker.
Tırtıl bir nesneye tutunur ve ince iplerle etrafına bir koza örmeye başlar.
---Safra kesesi
— Karaciğer
BİYOLOJİ
BALIKLAR
Soğukkanlı hayvanlar (s. 105) olan ve solungaçlarla nefes alıp veren balıklara bütün su habitatlarında
rastlanır. Kıkırdaklı iskelete sahip balıklara oranla, kemikli balıklar büyük çoğunluğu oluşturur.
Bunların yaşamalanları okyanusun 4.000 m derinliklerinden nehirlere, göllere ve hatta havuzlara kadar
uzanır. Bazıları
Tropikal denizlerdeki balıklar çoğunlukla parlak renkli olur. Som balığı tipik bir göçmen balıktır.
tatlı ve tuzlu sular arasında göç eder. Hemen hepsi okyanus sakinleri olan köpekbalığı ve vatoz gibi
balıkların esnek kıkırdak yapılarıyla karşılaştırıldığında, kemikli balıkların kalsiyum fosfatla
sağlamlaşmış iskeletleri vardır.
Balığın Anatomisi
Balıkların vücut yapısı destekleyici kaburgaların ve serbest “balık kemikleri”nin bağlı olduğu
omurgaya dayanır. Vücut biçimi ise belirli alışkanlıklara uyum sağlamıştır.
Dilbalığı gibi dipte yaşayan bazı türler yassıdır. Turnabalığı gibi çevik avcıların vü
cudu torpidoya benzer. ^Yüzgeçleryön değiştirmeye ve ileriye doğru hareket etmeye yardımcı olur. '
Göğüs ve karındaki çiftli yüzgeçler manevra yapmaya yararken, sırt, anüs ve kuyruk yüzgeçleri
Bazı balıklar tatlı ve tuzlu sular arasında göç ederek yaşamalanlarını değiştirir. Som balığı, yumurta
bırakmak amacıyla denizden nehirlere giderken, Avrupa yılanbalığı denizde üremek üzere tatlı sulardan
ayrılır. Her iki türün yavruları daha sonra geri dönerek yolculuk döngüsünü tamamlar. Baraj gibi engeller
göç yollarını kapatır. Günümüzde kurulmuş balık merdivenleri, balıkların bu engelleri aşmaları için kanal
havuzlarına benzer bir işlev görür.
Köpekbalıkları okyanuslara milyonlarca yıldan beri egemendir.
BEYAZ KÖPEKBALIKLARININ uzunluğu 3-7 metreye, ağırlığı bir buçuk tona ulaşabilir.
BALİNA KÖPEKBALIĞI dünyadaki en büyük balıktır; planktonları ve başka ufak yaratıkları sudan
süzerek yer.
Renklenme vatozların çevrelerine uymalarını sağlar; bazılarında zehirli bir iğne vardır.
Köpekbalıkları
AÇIK OKYANUSUN üstün yüzücüleri olarak son 300 milyon yılda neredeyse hiç biçim değişikliğine
uğramaksızın varlıklarını sürdüren köpekbalıklarının keskin bir koku duyusu vardır. Geniş bir yarıçap
içinde avlarının saldığı azıcık kanın ve başka maddelerin kokusunu alırlar. Bazı köpekbalıkları sarısı iri
tek yumurta bırakırken, diğerleri yavru doğurur. İç dölleme için özelleşmiş bir karın yüzgeci kullanılır.
Sertleşmiş pulların evrimiyle ortaya çıkan son derece gelişkin dişler çeneye gömülü değildir.
Köpekbalıkları avlarını bütün halinde yutarlar ya da güçlü çeneleriyle parçalarlar.
dengeyi sağlar. Balığın kendine özgü yüzme tarzı kuyruk yüzgeçlerinin ileriye doğru itişinden ve vücudun
eşzamanlı esnemesinden kaynaklanır.
ÖZEL BİLGİLER
Balığın suda batmadan duruşunu havayla dolu bir yüzme torbası düzenler. Vücuttaki yan çizgide su
akıntılarını algılayan ve nesnelerin, deniz tabanının ve diğer yaratıkların yakınlığını saptayan bir dizi
organ yer alır.
Balığın koruyucu pullarla kaplı ince bir derisi vardır. Kemikli balıklarda deriye üst üste binmiş küçük
kemiksi levhalar gömülüdür.
Beslenme ve Üreme
Balıklar bitki, plankton ya da
başka balıkları yiyerek beslenir. Ağızlarının konumu özgün beslenme alışkanlıklarını yansıtır.
Balıkların çoğunda üreme vücudun dışında gerçekleşir. Dişi balık yumurtalarını bırakırken, erkek balık da
aşağı yukarı aynı sırada spermlerini suya bırakır. Salınan yumurta sayısı balık türlerine göre değişir.
Sadece lepistes ve bazı köpekbalığı türleri gibi birkaç balık tam oluşmuş yavru doğurur. Gonopod-yum
denen organa sahip erkek balık, yumurtaları dişi balığın içindeyken döller. Gebeliği izleyen 24 saat içinde
genellikle yavrular tek başına yüzebilir.
21. YÜZYIL
SÜRÜKLEME AĞIYLA uygulanan balıkçılık son derece verimli olabilir; çünkü bazı türler (ringa ve
sardalye) birkaç milyonluk sürüler halinde dolaşır.
BALIKÇILARIN küresel düzeyde yıllık balık avı yaklaşık 140 milyon tondur.
IKIYAŞAYIŞULAR
İkiyaşayışlılar karaya çıkma girişiminde bulunan ilk omurgalıların soyundan gelirler. Hâlâ ikili bir yaşam
sürdürerek, larva evrelerini suda, geri kalan ömürlerini karada geçirirler.
cakları yukarı ve ileri doğru sıçramaya yarar. Ağaç kurbağalarının, usta tırmanıcı olmalarını
Ok-zehri kurbağasının parlak renkleri “Dikkat, zehirliyim!" sinyalini verir.
rakarak su dışında
ÖZEL BİLGİLER
Kuyruklular ve Kuyruksuzlar
Kuyruklular takımına giren semenderler ve su kelerleri kuzey ya rıkürede ve Amerikan tropikal kuşağında
yaşayan 400 kadar türü kapsar. Gövdesi uzun bu hayvanlarda benzer iki çift bacak ve uzun bir kuyruk
bulunur, iri gözler de tipik bir özelliktir. Yaklaşık 4.000 türü kapsayan kuyruksuz kurbağalar kutup
bölgeleri hariç her yerde yaşar. Uzun ve güçlü arka ba
KUYRUKLU VE KUYRUKSUZ
ikiyaşayışlılar ilkbaharda çiftleşir. Bunu çoğunlukla bir su birikintisinde yumurta bırakma işlemi
izler. Döllenmiş yumurtalardan çıkan larvalar -kurbağalarda iribaşlar-başkalaşım geçirerek birkaç
haftada erişkin hale gelirler. Kurbağalar özellikle çarpıcı bir değişime uğrarlar. Kuyruklarını ve
dışarıdan görülebilen solungaçlarını giderek yitirirken, bacaklar ve akciğerler oluşur. İribaşlar ağırlıklı
olarak vejetaryendir; semender larvaları ise böceklerle beslenir.
Su ve Kara Arasında
Güçlenmiş yüzgeçleriyle karaya çıkan kemikli balıkların soyundan gelen ikiyaşayışlılar hem su, hem de
kara omurgalılarının özelliklerini taşırlar. En çarpıcı yönleri iribaş ya da larva evresinde solungaçlı bir
yüzücüyken, başkalaşım sonunda hava soluyan erişkin bir kurbağaya ya da semendere
dönüşmeleridir. Soğukkanlı olan ikiyaşayışlılar kendi vücut sıcaklıklarını ayarlayamadıkları için,
çevredeki sıcaklığa uyum sağlarlar. Birçok tür, kışı yerdeki deliklerde veya yaprak yığınları arasında
geçirir.
Kurumaması gereken narin deri, akciğerlerin yerini tutan bir soluma işlevi görür. Ayrıca avcı
hayvanları caydırıcı toksikya da tadı kötü sıvılar salgılayan bezlerle donanmıştır.
Kurbağaların çok gelişkin bir işitme duyusu ve güçlü bir sesi vardır. Erkekler dişileri ayartmak için
çiftleşme çağrılarına başvurur. Buna karşılık semenderler eşlerinin ilgisini daha çok kokulu maddelerle
ya da parlak renklerle çekmeye eğilimlidir, ikiyaşayışlıların çiftleşme törenleri bir hayli
karmaşık olabilir. Bazen erkek suda bir öbek halinde bırakılmış yumurtaları döllemek üzere
sperm salarken (havuz kurbağaları), bazen de dişi iç döllenme için bir sperm kesesini alır (tepeli
su kelerleri). Yumurta öbekleri çok büyük (10.000 yumurtadan fazla) ya da küçük olabilir; bazı
durumlarda tek bir yumurta bırakılır. Bazı ikiyaşayışlılar doğum bile yapabilir. Sadece birkaç tür
yumurtalarını çürümüş yapraklara ya da ağaç kovuklarına bı
Pusudaki Tehlikeler
Kurbağalar gibi birçok ikiyaşayışlı türü yıl içinde ya da ömür boyunca su ve kara habitatları arasında
dolaşır.
Ateş semenderinin deri bezlerinden çıkan salgılar yırtıcı hayvanlardan korunmasını sağlar.
DEVLER VE CÜCELER: Dev Japon semenderlerinin boyu 1,5 m'ye varırken, bazı tropikal kurbağa
türlerinin boyu 1 cm'den azdır.
BAZI YERLİLER silahlarını daha etkili kılmak amacıyla ok zehri kurbağasının toksik salgılarını
kullanırlar.
Bu bazen birkaç kilometrelik ya da daha uzun yolculukları gerektirebilir. Karayolu gibi engeller ölümcül
sonuçlar doğurabilir. Dünyadaki ikiyaşayışlı sayısının azalmasının başka bir sebebi ot ve böcek
ilaçlarının yaygın kullanımıdır. Besin kaynaklarını yok eden bu ilaçlar ince derilerince de emilir.
BİYOLOJİ
Ağaç kurbağalan ayak parmaklarındaki yapışkan tabanları kullanarak üstün bir tırmanış yeteneği
SÜRÜNGENLER
Sürüngenler bütün memelilerin ve kuşların atası olan son derece eski bir hayvan grubudur. Yaklaşık
300 milyon yıl önce meydana gelen Per-miyen dönemde üç evrimsel soy çizgisi birbirinden ayrıldı:
Birincisi su ve kara kaplumbağalarına dönüştü; İkincisinden dinozorlar, kertenkeleler, yılanlar, timsahlar
ve kuşlar ortaya çıktı; üçüncüsü ise zamanla memeliler haline geldi.
bulundu. Derilerindeki pullar kurumaya karşı koruma sağlar; akciğerleri güçlü ve verimli çalışır;
yumurtalarının sağlam kabuklu olması hasarı
AÇLIK USTALARI: Boa yılanı bir yılı ve hatta daha uzun bir süreyi yiyeceksiz geçirebilir.
DÜNYADAKİ 3.000 YILAN TÜRÜNDEN sadece 300'Ü zehirlidir; bunların 50’si insanları
öldürebilecek güçtedir.
TIBBİ YARARLAR: Yılan zehiri hastalıkların tedavisinde ve yeni etken maddelere dönük tıbbi
araştırmalarda kullanılır.
Yılanlar
YILAN, mitolojide en sık kullanılan sembollerden biridir; hem bilgeliği, hem de kötülüğü temsil eden bir
varlık sayılır. Hint mitolojisi yılanları hayatın taşıyıcısı olarak görürken, Kitabı Mukaddes’te yılanın ilk
düzenbaz olarak işlendiği bir hikâye yer alır. Yılanlardan, dünya genelinde yaygın oldukları için korkulur.
uzun ÖMÜR REKORU: Galapagos dev kara kaplumbağası 180 yaşına kadar yaşayabilir.
ve sıvı kaybını önler. Sürüngenler metabolizma yoluyla kalori yakarak kendi vücut sıcaklıklarını ayarlaya-
mazlar. Bu bakımdan sıcak havalarda gölgeye kaçarlar ve ısınmak istediklerinde de -getirdiği
risklere rağmen- uzun süre güneş altında kalırlar. Ama aynı büyüklükteki memelilere oranla daha az
besine gerek duydukları için, besinin sınırlı olduğu çöl gibi ortamlarda yaşamlarını sürdürebilirler.
Kertenkeleler
Genellikle çok küçük boyda olmalarına karşın, kertenkeleler günümüzün en geniş ve çeşitli sürüngen
türüdür. Tipik bir davranışla
yumurtalarını gömer ya da örterler ve soğuk havalarda kış uykusu yoluyla bedensel uğraşlarını
azaltırlar. Bacaksız türler hariç, kertenkelelerin hepsi dört bacaklıdır. Kertenkeleler görsel bakımdan en
ilginç canlılar arasında yer alır. Bukalemunların renk değiştirmesi son derece etkileyicidir; çıkık gözleri
neredeyse 360 derecelik tam bir görüş menzili sağlar. Yeleli kertenkeleler, bir tehlike sezince çarpıcı
yelelerini kabartırlar; gekoların vantuzlu ayak parmakları duvar ve tavanlara rahatça tırmanmalarını
sağlar.
Kaplumbağalar
Kaplumbağalar ve tosbağalar, karakteristik sırt ve karın kabuklarının sağladığı koruma sayesinde son
150 milyon yılda çok az değişim geçirmişlerdir. Bu kemiksi yapılar deri ve kemik levhalarla kaplıdır.
Kara kaplumbağalarının ve tatlı su kaplumbağalarının çoğu, başlarını ve bacaklarını kabuklarına
tamamen çekebilirken, deniz kaplumbağaları bunu yapamaz.
Bütün su ve kara kaplumbağaları hem ot, hem et yerler ve yumurtalarını karaya bırakırlar. Ne yazık
ki, çoğu tür tükenme tehlikesi altında; çünkü insanlar onlara zarar vermeyi ve yaşamalanlarını yok etmeyi
sürdürüyor.
Timsahlar
Timsahlar yaşayan en büyük sürüngenlerdir. Dağılım alanları dünyanın sıcak bölgeleriyle sınırlıdır;
ömürlerinin büyük bölümünü suda geçirirler. Dikey yönelimli burun deliklerinden soluyarak,
avlarının yaklaşmasını beklerler. Kıyıya doğru şimşek hızıyla atılır ve kurbanlarını su altına çekerler.
Birkaç gün suda kalarak yumuşayan avlarına dişlerini geçirdikten sonra, vücutlarını döndürerek et
parçaları koparırlar; çünkü yiyecekleri çiğneyemezler.
ÖZEL BİLGİLER
GÜNÜMÜZÜN en büyük sürüngenleri 9 m’ye varabilen boylarıyla tuzlu su timsahlarıdır; karada ise
Komodo ejderi 3 m’lik boyu ve 50 kg’lik ağırlığıyla ilk sırayı alır.
AĞIR SIKLET sürüngen rekoru 400 kg ağırlığıyla dev kara kaplumbağasının elindedir.
KUŞLAR
Uçma becerisi, kuşları diğer hayvanlardan ayıran özelliktir. Bu amaca olağanüstü derecede uyum sağlamış
yapılarıyla, çarpıcı uçuş becerileri sergilerler.
Kuşlar, 150 milyon yıllık archaeop-teryx fosiline dayanan çarpıcı bulgunun da gösterdiği üzere, ilk başta
uçan sürüngenler olarak ortaya çıktı. Kuşların atası olarak kabul edilen bu hayvanın kanat
uçlarında pençeler ve uzun kuyruk gibi belirgin sürüngen özellikleri vardır. Ancak, kuşlara özgü, yani
sadece bu omurgalı grubunda görülen tüylere de sahiptir.
Ayırıcı Özellikler
Uçuş yeteneğinin yanı sıra, üstün görüş yetisi de kuşların öne çıkan bir başka niteliğidir. Bu özellik,
çok yüksekten küçük hayvanları sapta-yabilen avcı kuşlarda son derece gelişmiştir. Yeme
alışkanlıklarına bağlı olarak birçok değişik biçime bürünen gaga, yırtıcı kuşlarda keskin kenarlı,
ağaçkakanlarda çok sert ve sinekkuşlarında boru gibidir. Tüyler de özgün yaşam tarzlarına uyum
sağlamıştır. Soğuk iklimlerde yaşayan kuşlar kalın telek tüyü katmanlarıyla ve yalıtkan ince
tüylerle korunur. Erkek kuşlarda renkli tüyler dişileri çekerken, mat renkler kamuflaj sağlar.
Sıcakkanlı (s. 108) olan kuşların verimli çalışan kalpleri, akciğerleri ve dolaşım sistemleri vardır.
Bu özellik, bazı türlerin soğuk iklimlerde ve kış mevsiminde dolaşarak yiyecek aramasına olanak verir.
Besin kaynaklarının azalmasıyla beraber, birçok kuş yaz sonunda daha sıcak enlemlere göç eder. Bazı
türler kışı geçirecekleri alana ulaşmak için 10.000 km kadar yolculuk eder.
Günümüzde bilinen 8.000 dolayında kuş türü vardır. Afrika devekuşu ve Yeni Zelanda kivisi gibi bazı
türler uçma yeteneklerini yitirmişlerdir. Serçe, kırlangıç ve ispinoz gibi ötücü kuşlar bütün kuş türlerinin
yüzde 60’ını oluşturur.
Çiftleşme ve Üreme
Kuşlar çoğunlukla çiftleşme ve yuva kurma alanlarına sahip çıkarak bunları savunurlar. Eş çekmek
için ötme ya da alımlı tüyler gibi görsel işaretler kullanma yoluna giderler. Kuşlarda eşe bağlılık
süresi değişkenlik gösterir. Örneğin ördek-
ÖZEL BİLGİLER
lerde bu süre kuluçka dönemiyle sınırlıyken, şahin, baykuş, sıvacı kuşu ve penguen gibi türlerde ömür
boyu sürer. Bazı kuşlar gösterişli yuvalar kurar; ama çok azı aynı yuvayı birkaç yıl kullanır. Ayakta
durarak kuluçkaya yatan Antarktika penguenleri gibi türler yuva kurmaz. Bütün kuşlar yumurtlar; ama
yumurta sayısı birden yirmiye kadar değişir. Yumurtalar genellikle beyaz olur.
YÜZYILLAR BOYUNCA insan-lar, kuşlar ve böcekler gibi uçmanın çekiciliğine kapılmış, ama onların
yeteneğine ulaşmayı başaramamıştır. Kuşlar aerodinamik kalkışı sağlayacak biçime sahip tüylü kanatlarını
çırparak ileriye atılmak için güçlü göğüs kaslarını kullanırlar. Çok düşük olan ağırlıkları en fazla 15
kiloyu bulur ve uçuşu kolaylaştıran son derece hafif, içi boş kemikleri vardır.
Ebeveyn kuşlar, 11 gün ile 20 hafta arasında değişen bir süre boyunca sabit bir sıcaklığı korumak üzere
sırayla kuluçkaya yatarlar. Uçmayı öğrenene kadar yavrularını beslerler. Guguk kuşu gibi
asalak besleyiciler yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakarak, çıkan yavruların durumdan habersiz
ebe-veynlerce büyütülmesini sağlarlar.
BİYOLOJİ
KEY FACTS
MEMELİLER
HER DOĞAL ORTAMDA barına bilen bir memeli vardır: Hava (yarasalar, uçan sincaplar), tatlı ve tuzlu
su (susamur-ları, balinalar, foklar) ve kara (toynaklı \ hayvanlar ve etçiller).
BESLENME ALIŞKANLIKLARINA göre memeliler otçul, böcekçil, etçil ve hepçil sınıflarına ayrılır.
İnsanların da mensup olduğu bu grubun memeliler olarak sınıflandırılması hem yavruların anne sütüyle
beslenmesinden, hem de üyelerinin vücudu bir ölçüde örtecek şekilde tüylü ya da postlu
olmasından kaynaklanır. Memeliler iki alt gruba ayrılır: Yumurta bırakan ornitorenkleri kapsayan “gagalı
memeliler” ya da ilk memeliler ve kemirgen, primat, toynaklı hayvan, etçil memeli ve deniz memelisi gibi
türlerin yer aldığı “doğurgan”, yani plasentalı memeliler. Yaklaşık 5.500 memeli türü vardır;
Antarktika’ya mevsimlik göçlerle varlıklarını sürdüren mavi balinalar ve fil fokları da bu kapsama girer.
© Memelilere bu ad yavruların dişi meme bezlerinin salgıladığı sütle beslenmesinden dolayı verilmiştir.
I
blYULUJI
FARKLILIKLAR VE BENZERLİKLER
İlk bakışta memeliler genellikle çok az dış benzerlik gösterirler. Büyük ya da küçük, kürklü ya da tüysüz,
iki ayaklı ya da dörtayaklı olabilirler. Bununla birlikte, evrimle son derece başarılı bir omurgalı grubuna
dönüşmelerini sağlayan bir dizi biyolojik özelliği paylaşırlar.
Memeliler diğer bütün hayvanlardan başlıca iki özellikle ayrılır. Vücut sıcaklıklarını 36°-38°C arasındaki
sabit bir düzeyde tutarlar ve yavrularını rahimde büyüttükten sonra doğururlar. Bu ayırıcı özellikler,
memelilerin diğer hayvanlara oranla doğal çevreden daha bağımsız olmalarını mümkün
kılar. Memelilerde biyolojik yapı, yavruyu uzun süre koruyacak ve doğal güçlüklere dayanacak
şekilde düzenlenmiştir. Bu durum kutup
Memeli Sınıflandırmaları
Çeşitli gruplar altında toplanmış 5.500 kadar farklı memeli türü vardır:
Tekdelikliler (ornitorenk, dikenli karın-cayiyen). Ayırıcı özellikleri: Yumurta bırakırlar ve kısa bacakları,
küçük gözleri vardır.
Tek toynaklılar. Ayırıcı özellikleri: Ağırlıklarını orta ayak parmağının üstüne yüklerler.
Deniz memelileri (balinalar ve yunuslar). Ayırıcı özellikleri: Kuyrukları sayesinde çok iyi yüzerler.
Primatlar (makiler, maymunlar, goriller, insanlar). Ayırıcı özellikleri: Büyük bir beyin, ileri doğru bakan
gözler.
ayıları ve çöl armadil-loları gibi türlerin aşırı koşullara sahip bölgelerde bile yaşamasına olanak verir.
Sabit vücut sıcaklığını tüy, kürk ya da postun yalıtkan etkisi, deri örtüsündeki bez oluşumları,
verimli besin alımı ve kullanımı sağlar.
Yavrunun Gelişimi
Memeliler rahimdeki yavrularını plasenta yoluyla besler; bu organ cenine göbek kordonuyla bağlıdır.
Temel besinler ve oksijen yavruya göbek kordonundan aktarılır.
Memelilerde yavrunun doğumdan sonra annenin meme bezlerince salgılanan sütle beslenmesi,
hayvanlar dünyasında temel bir yeniliktir. Yavrunun çabuk büyümesini sağlar ve hayatta kalma şansını
arttırır. Ayrıca yavruya yoğun bakımı özendiren güçlü bir anne-çocuk bağı yaratır. Bu bağ, hiyerarşiye ya
da ortama bağlı davranışlara (s. 116-117) dayanan güçlü sosyal yapılara da yansır.
Genelde anneye muhtaç memeliler ile erken gelişen memeliler arasında bir ayrım yapılabilir. Sözgelimi,
Kutup ayıları sabit vücut sıcaklığı sayesinde Kuzey Kutbu’nda varlıklarını sürdürebilir.
birinci kesime giren etçiller ve primatlar doğumdan sonra bir süre yuvada kalırlar; ikinci kesimi oluşturan
toynaklılar ve balina gibi türler ise neredeyse doğumun hemen ardından annelerinin peşine takılırlar.
Başka Benzerlikler
Bütün memelilerin kalplerinde, vücudun her bölgesine verimli biçimde kan pompalayan ayrı karıncıklar
bulunur. Memeliler üstün bir işitme duyusuna (çekiç, üzengi ve örs kemiklerine dayalı bir
işitme yapısına), karmaşık bir beyine ve farklı diş oluşumlarına zemin sağlayan çene eklemlerine sahiptir.
Başlangıçtaki eklemli beş uzuv balinalar, yunuslar ve diğer deniz memelilerinde (s. 113) zaman içinde
kısmen değişime uğramış ya da küçülmüştür. Post, pençe, toynak ve boynuz, memeliler için ya-
Erişkinlik döneminde bazen çok farklı görünmelerine karşın, hayvanların embriyoları rahimde benzer
aşamalardan geçer.
Sistem yapıları: Sarı-Sinir, Yeşil-Sindirim, Açık Mavi-Solunum, Mor-Boşaltım, Turuncu-Üreme, Pembe-
Kas
Bu ilk memelilerin diğer memelilerde görülmeyen benzersiz özellikleri vardır. Tekdelikliler kloak yoluyla yumurta bırakırken,
keselilerde yavru, doğduktan sonra süt emmek ve büyümek üzere annenin kesesine girer.
Tekdelikliler
Ornitorenkin keratin (boynuzun oluştuğu madde) tabakalarıyla güçlendirilmiş geniş ve yassı çenesinde
ördeğinkine benzer bir gaga belirir. Kunduzunkine benzer düz kuyruğu ve küreğe benzer perdeli pençeleri
sudaki küçük yaratıkları avlamasına ve ayıklamasına olanak verir. Avustralya’nın nehir kıyılarında, kendi
kazdığı karmaşık oyuklarda yaşar.
Tekdeliklilerve keseliler esas olarak Avustralya kıtasında rastlanan ilk memeliler arasında yer alır.
Bütün tekdelikli türleri yalnız dolaşır ve geceleyin ya da esas olarak şafak vakti avlanırlar; sadece
Doğu Avustralya, Papua Yeni Gine ve Tazmanya’da yaşarlar.
Koalalarya da koata ayıları sadece okaliptüs yaprakları yerler. Avustralya ’daki okaliptüs ormanlarının
küçülmesi yüzünden bu bağımlılık varlıklarını tehdit ediyor.
Ornitorenk, nehirlerin yakınında yaşayarak balık avlar. Üreme oyuğunun uzunluğu 30 m'ye kadar uzanır.
Ornitorenk oyuğundan her çıkışında, davetsiz misafirlere karşı girişleri çamurla sıvayıp kapatır.
Buna karşılık, ekidna olarak da bilinen dikenli karıncayiyen tam bir kara hayvanıdır. Güçlü
pençeleri karınca ve diğer böcek yuvalarını kazmasını sağlar; daha sonra borumsu burnunu ve uzun,
yapışkan dilini kullanarak böcekleri yer. Tehlike durumunda dikenlerini kabartır.
Avustralya çayırlarında yaşayan kangurular, ileriye atılmak için son derece güçlü arka bacaklarını ve
denge için kalın kuyruklarını kullanarak çok yükseğe sıçrarlar.
Keseliler
Keseliler değişik yaşamalanları ve davranış kalıpları olan 270 türü kapsar. Bunlar Avustralya
kıtası, Papua Yeni Gine, Kuzey Amerika ve Güney Amerika'da yaşar. Avustralya ve Güney Amerika
kıtalarının Pangaea’dan kopmasından sonra, keselilerin değişik doğal ortamlara bağlı olarak, farklı
yollardan gelişim göstermiş olmaları mümkündür; bununla birlikte aynı biyolojik yapıyı taşırlar.
Plasentalı memeliler (Eut-heria memeliler) kuzey kıtalarında aşağı yukarı aynı gelişim çizgisinden
geçmişlerdir; bu nedenle her iki gruptaki hayvanlar vücut biçimi ve davranış kalıpları
bakımından şaşırtıcı benzerlikler gösterir. Örnek olarak keseli köstebek ile bayağı köstebek ve keseli kedi
ile gelincik verilebilir.
Keselilerin dış görünüşü öylesine değişkendir ki, ortak özelliklerin ayrımına varmak zordur. Ancak ağır
basan ortak özellik, annelerin yeni doğmuş yavruyu taşıyarak emzirdiği bir kesedir.
Yavru keseli, zorlu bir doğum sürecinden geçer; çünkü sadece koku ve dokunma duyularını
kullanarak, doğum kanalından keseye tırmanması gerekir. Oraya varınca ağzıyla annenin meme
bezlerinden birine sarılır ve keseden ayrılmaya hazır hale gelinceye kadar süt emer.
Kızıl kanguruda süt emme evresi 235 güne kadar çıkabilir. Bir doğumda bazen on iki yavru doğar. Yavru
sayısı, kesede gördükleri korumanın derecesine ve süresine göre değişir. Koruma düzeyi ne kadar
yüksekse, sağ kalan yavru sa-
yısı da o ölçüde artar. Dolayısıyla yüksek bir doğum sıklığı kesede kısa ya da daha az korunaklı bir kalış
süresini telafi eder.
BİYOLOJİ
Yavrular annenin kesesindeki memelerden süt emer; iki meme iki yavrunun aynı anda beslenmesini sağlar.
Ama opossum gibi birkaç türde kese yoktur.
ÖZEL BİLGİLER
KESELİ SIÇAN kanatlı post yüzeyleri sayesinde havada 100 m kadar sü-zülebllir.
âeü
BİYOLOJİ
KEMİRGENLER VE TAVŞANIMSILAR
kesicidişterı oluşan kemirici dişler, bu grubun diş yapısının ayırıcı bir özelliğidir.
Islıklı tavşanın dişisi (pika) yılda üç sefer ortalama on iki yavru doğurur.
Ağırlıklı olarak ıslak ortamlarda kalan misk sıçanları, su içinde veya çevresinde yetişen bitkilerle
beslenirler ve çok iyi yüzerler.
Gece Mesaisi
Çoğu adatavşanı ve yaban tavşanı geceleyin ve sabaha doğru ortaya çıkar. Bu hayvanlar aile
toplulukları içinde belirgin sosyal davranışlar gösterirler; soyca tehlike altındaki yaban tavşanlarının
günümüzde seyrek görülen çiftleşme töreni bunlardan biridir. Yırtıcılardan korunmayı en üst düzeye
çıkarmak açısından, tavşanlar çoğu kez akşam geç saatlerde ya da geceleyin beslenirler. Kaynaklar kıt
olduğu zaman, yiyecek peşinde oldukça uzak yerlere giderler. Soğuk kış ayları için çoğunlukla gıda erzakı
hazırlarlar.
Kemirgenler
Memeliler sınıfı içinde, kemirgenler 1.700 türle en çok çeşitlilik içeren takımı oluşturur. Bütün
kemirgenlerin ortak özelliği diş yapısıdır; üst ve alt çenelerinin önünde keskiye benzer bir çift kesicidiş
bulunur. Bu dişler ömür boyunca büyümeye devam eder. Keski biçimi sürekli aşınma ve yıpranma
sonucunda ortaya çıkar; çünkü dişlerin sadece ön kısmı, sert bir mine katmanıyla korunur. Kemirgenlerde
köpekdişleri ve küçük azıdişleri yoktur; bu durum
Kemirgenler esas olarak yaprak, tohum, meyve, kök ve yumruyla beslenir; ama birkaç tür böcekleri ya da
başka omurgasızları da yer. Diş yapıları olağanüstü güçlü çiğneme kaslarıyla desteklenir; bütün
kemirgenlerin yuvarlak suratlı görünmesinin sebebi budur. Kemirgenler çoğunlukla topluluklar halinde
dostça yaşarlar; dağsıçanları ve ev fareleri buna örnektir. Gece gündüz ortalıkta
dolaşan kemirgenlere gökyüzü hariç olmak üzere, sulardan yüksek dağlara kadar her habitatta
rastlanabilir. Kemirgenlerin davranış
alışkanlıkları çoğu kez yaşadıkları ortama bağlıdır, insanların yakınında yaşayan ev faresi gibi türler,
yaşam alışkanlıklarını insanlarınkine uydurmuşlardır. Güney Amerika kapibaraları ve Avrupa kunduzları
sulak alanlarda yaşadıkları için, yüzücülükte ve dalgıçlıkta ustadırlar. Afrika yaylı tavşanı,
kangurununkine benzer arka bacaklarından dolayı olağanüstü bir sıçrama yeteneğine sahiptir. Sincapların
yetkin tırmanıcılığı. dengeyi sağlamaya yarayan uzun kuyruklarından gelir.
Tavşanımsılar
Tavşanımsılar hem yaban tavşanı ve adatavşanı gibi uzun kulaklı hayvanları, hem de kobaya benzeyen
Kuzey Amerika pikaları gibi küçük kulaklı hayvanları kapsar. Eskiden yaban tavşanları ve
adatavşanları kemirgen sayılırdı. Oysa adatavşa-nının diş yapısına bakılınca, iki grup arasındaki farklılık
hemen göze çarpar. Bütün tavşanımsılar gibi, adatavşanlarının üst çenedeki kesicidişlerinin arkasında iki
çift küçük diş, yani mandal dişler yer alır. Bu diş yapısından dolayı, tavşanımsılar çiğnemeye dayalı
beslenmeye çok iyi uyum sağlamışlardır.
Tipik olarak yarık üst dudakları ve deri kıvrımları vardır (tavşandu-dağı); ayrıca burun deliklerini
açıp kapayınca ritmik biçimde seğirirler. Çok gelişkin dokunma ve işitme duyuları vardır; tavşanlarda
burnun ve lop kulakların çevresindeki uzun duyarlı tüyler de buna yardımcı olur. Baştan aşağ tüyle kaplı
olan arka bacakları genellikle çok uzundur. Tavşanlar saatte 80 km’ye kadar varan bir hızla koşarlar;
tarlalar, çayırlar, platolar ve yarı çöllere özgü açık habitatlarda yaşamalarını kolaylaştıran bu beceri,
özellikle bir yırtıcıdan kaçmaya çalışırken önemlidir.
Saf otçul olan tavşanımsılar yüksek selüloz içerikli besinleri bağırsak bakterilerinin yardımıyla
metabolize ederler. Optimum metabolizmayı
sağamak için, çıkardıkları yumuşak dışkı topaklarını ikinci kez yutarlar. Yavrulannı, kazdıkları oyuklarda
veya yuvalarda yetiştirirler. Kısa ömürlü olmaları nedeniyle, yılda birkaç batında yaklaşık dokuz yavru
doğururlar. Bu yüksek doğum sıklığı, çoğu kez yırtıcı hayvanların ve kuşların yediği yavruların kolay telef
oluşuna bir çözüm getirir. Yaban tavşanlarında ve benzer hayvanlarda kürkün hemen her zaman kırmızımsı
ya da boz-kahverengi olması azami kamuflajı sağlar.
Tavşanımsıların ikinci bir çift kesicidişi vardır. Gelişerek mandal biçimine bürünen bu dişler üst
çenedeki bir çift öndişin arkasında saklı durur.
TOYNAKLI HAYVANLAR
Bütün toynaklı hayvanlar bitkiyle beslenen memelilerdir; ayırt edici özellikleri parmak kemiklerinin sert
bir kılıfla sarılmış olmasıdır.
Toynaklı hayvanlar en büyük, en çarpıcı ve en yaygın kara memelileri arasında yer alır. Hepsi
otçuldur (her şeyi yiyen domuz ile böcekçil karıncayiyen hariç) ve parmak kemikleri toynaklarla kaplıdır.
Toynaklı hayvan grubu at, sığır, koyun, keçi ve domuz gibi birçok evcil hayvanı kapsar; ama fil, gergedan
ve zürafanın yanısıra sonradan denize
Atlar sıcakkanlı, serinkanlı ve soğukkanlı olarak sınıflandırılır. Ama bu sınıflandırma vücut sıcaklığıyla
değil, mizaçla ilgilidir.
dönmüş bir toynaklı hayvan olan denizineği (s. 112) de bu gruba girer. Avustralya dışında bütün kıta-
ÖZEL BİLGİLER
BİR AT saatte 60 km'ye varan bir hızla koşabilir ve günde 40-50 km yol alabilir. TOYNAKLILAR en
uzun boylu ve en ağır kara memelileridir; zürafaların boyu 4 metreye, fillerin ağırlığı ise 7 tona ulaşabilir.
BESİ DOMUZLARI son derece doğurgan memelilerdir; bir batında 14 yavru doğururlar.
Metabolizma
Bütün toynaklı hayvanların ortak özelliği şudur: Vejetaryen olmalarına karşın, bitkilerden elde
ettikleri besinleri kendi başlarına sindiremezler; çünkü selülozun ayrışmasını sağlayan
enzimlerden yoksundurlar. Sindirim sistemlerine simbiyotik bakteriler, mayalar ve tekhücreli canlılar
yardımcı olur. Geyik ve sığır gibi birçok toy-w nakli hayvan türü geviş getirir. Bu hayvanlar selülozun
metabolizmaya daha iyi katılmasını ancak sindirilmiş
Ayırıcı Özellikler
Çoğu toynaklı hayvanın uzun bacakları vardır; bu özellik çayır ve savan habitatlarında yırtıcılardan
kolayca kaçmalarını sağlar. Birkaç grupta erkekler ve bazen dişiler, kıvrık boynuz (sığırlar), çatallı
boynuz (geyikler) ve hatta uzun azıdişi (domuzlar) gibi ilave fiziksel unsurlar edinmişlerdir.
Bunları şiddet amacıyla değil, daha çok gözdağı vermek ve hasımlarının gücünü sınamak için kullanırlar.
Toynaklı hayvanlar çifttoynaklılar ve tektoynaklılar olarak iki gruba ayrılabilir. Birinci alt gruba
geyik, zürafa ve suaygırı girer; ikinci alt grup ise at, gergedan ve tapir gibi türleri kapsar. Her iki grupta
da parmak kemiklerinin sayısı değişen ölçülerde azalmıştır. Örneğin, günümüzde atların her bacağında
sadece tek toynak vardır.
Güney Fransa'nın Lascauxyöresindeki Taş Devri resimlerinde atlar ve Avrupa yaban bizonu gibi
toynaklı hayvanların yer aldığı av sahneleri tasvir edilir.
ON BİR BİN YILI AŞKIN bir süreden beri toynaklı hayvanlar ürünlerinden (et, süt ve yün) yararlanmak
ve çeki hayvanı olarak hizmete koşulmak üzere yetiştiriliyor.
“BANA BİR HALKIN kullandığı atı söyleyin, size o halkın âdetlerini ve kurumlarını söyleyeyim. ” -G.
Cuvier
Evcil Toynaklılar
İNSANLARIN YÜZYILLAR BOYUNCA terbiye ettiği ve seçici soy ıslahıyla yetiştirdiği toynaklı
hayvanlar günümüzde önemli bir rol oynar. İnsan ile hayvanlar arasındaki yakın bağ son buzul çağında
insanların yerleşik hayata geçmeye, bitkisel ürünler yetiştirmeye ve alet kullanmaya başlamasıyla birlikte
kuruldu. Toynaklı hayvanlar yaklaşık 15.000 yıl önceden başlayarak avlandı ve daha sonra (Akdeniz
bölgesinde MÖ 9000’den itibaren) süt, yün ve et gibi ürünlerin yanısıra taşıma ve çeki hizmetleri için
yetiştirildi. Evcilleştirmenin biyolojik önkoşulu, yeni doğmuş toynaklı hayvanların, insanları
korkulmaması gereken dost bir canlı türü gibi tanıyarak onlara alışmasıdır.
KOYUN VE KEÇİ YÜNÜNDEN yararlanmak insanlara sert hava koşullarına karşı koruma sağladı. Süt
sağmak için inek kullanmak yakın döneme ait bir gelişme olsa da, çiftçilikte hayvanlar bu yüzyıla kadar
önemli bir yer tuttu. Günümüzde İnsanı alet kullanmaya yönelten toplam 450 dolayında sığır türü ve ilk
olaylar toynaklı hayvanlardan 200’den fazla at türü vardır. yararlanmasıyla sıkı sıkıya
bağlantılıydı.
öküzüne ya da bizonuna dayanır; domuz yabandomuzunun, at ise Przevvalski atının, yani Asya/Moğol
yaban atının soyundan gelir.
boyunlardan yün elde etmek, şimdiki cinsler açısından ancak daha geç bir dönemde seçici etken haline
geldi.
BİYOLOJİ
FİLLER VE DENİZİNEKLERİ
Filler ve denizinekleri yakın akrabadır. Fil karada yaşayan en büyük memelidir; denizineği ise yalnız suda
yaşamaya uyum sağlamıştır.
yavruy-
BAZI KORUMA ALANLARI yerel hayvan varlığının artmasına ve bitki örtüsünün zarar görmesine yol
açmaktadır.
ULUSLARARASI KORUMA girişimleri fil lerin Tehlike Altındaki Türler Yasası çerçevesinde
varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştır.
KAÇAK AVCILIĞA karşı başvurulan koruma önlemlerinden biri de fildişleri-nin testereyle kesilmesidir.
Ata Mamutlar
Filler ve manatiler toynaklı hayvanlar grubuna (s. 111) girer; ancak fil toynakları işlevsiz
kalıntılara dönüşmüş, manati toynakları ise tamamen ortadan kalkmıştır.
Filler
Fil hortumlu ve kalın derili olarak nitelendirilir. Bu sıfatlar ayırıcı iki özelliğine, yani uzun dişlerine
ve dayanıklı bacaklarına da göndermede bulunur. Anatomik bakımdan fil hortumu aslında uzun bir
burundur; ama burun delikleri hortumun ucunda değil, daha yukarıdaki kafatasında yer alır. Hortumun
son derece güçlü kasları fil tarafından beşinci uzuv gibi kullanılmasına olanak verir.
Filin efsanevi kalın derisi aslında çok duyarlıdır ve mide ile kulak arkasını da kapsamak üzere bazı
yerlerde olağanüstü incedir. Sürekli
21. YÜZYIL
Hint-Pasifik bölgesinde bulunan denizinekleri bütün zamanlarını sığ ve ılık sularda sürüklenerek geçirir.
bakılmayı ve serin tutulmayı gerektirir; fillerin suda ve çamurda yıkanmaktan hoşlanmasının sebebi bu-
dur. Filler ter bezlerinden yoksun oldukları için, fazla ısılarını ancak iri kulakları aracılığıyla atarlar.
Sütunu andıran son derece duyarlı bacaklarındaki işlevsiz toynaklarında bir doku yastığı vardır; bu
özellik beklenenin aksine gürültü çıkarmaksızın dolaşmalarını sağlar.
Dönüşüme uğramış üst kesicidiş-ler olan ağır fildişleri 3,5 m uzunluğa varabilir. Filler hortumlarını
düşmanları korkutmanın ve kendilerini savunmanın dışında, yalak kazmak ve ağaç kabuklarını koparmak
için de kullanırlar. Fillerin dillere destan belleği bilimsel deneylerle kısmen doğrulanmıştır: Bir kere
gördükleri yerler ömür boyunca bellek- „ '
Günümüzde üç fil türü vardır: Afrika fili, orman fili ve Asya fili. Bunlar çayırlarda, savanlarda, dağlık
alanlarda ve ormanlarda yaşar.
Denizinekleri
Manatileri ve dugongları kapsayan denizinekleri fillerle yakın akrabadır. Ne var ki, dugongların görece
kısa dişleri dışında, fillerle çok az benzerlikleri vardır. Sudaki yaşama her bakımdan uyum
sağlamışlardır. Ön bacakların yerini paletler almış ve arka bacakları ortadan kalkmıştır; vücutlarının alt
kısmı gittikçe incelerek kayık küreğine benzer yuvarlak bir kuyrukla son bulur. Erişkin bir denizineğinin
silindirimsi vücudu yaklaşık 4 m uzunluğa ve 600 kilo ağırlığa ulaşır. Bu memeliler suda yavaşça yüzer ya
da sürüklenirler; ama dibe dalarak 20 dakika kadar kalabilirler.
Denizineği adıyla anılmaları otçul beslenme biçimlerinden kaynaklanır. Sadece su bitkileri ve alg yiyerek
beslenirler. Denizinekleri yalnız ya da küçük gruplar halinde dolaşarak yaşarlar. Diğer memelilerde
olduğu
8.000 yıl önceye kadar Kuzey Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika çayırlarında yaşamaktaydı. Farklı
mamut türleri (örneğin yünlü mamut) sık vücut tüyleri sayesinde buzul çağlarının soğuğuna uyum
sağlamıştı. Bugün bile Sibirya’nın per-mafrost alanlarında donmuş ve bozulmadan günümüze
ulaşmış mamut kalıntılan çıkarılıyor ve müzelerde sergileniyor. Bunların DNA yapısı hortumlu memeliler
takımının evrimine ilişkin ipuçları verebilir. MÖ 11.000 dolaylarından kalma mağara resimlerinde
mamutların avlandığı sahneler vardır; ama soyca tükenişlerine aşırı avlamanın mı, yoksa buz çağının
sonuna doğru yaşanan iklim değişikliklerinin mi yol açtığı hâlâ belirsizdir.
yukarıda: ilk insanlar öldürdükleri bir mamutun neredeyse her kısmını değerlendirirdi.
gibi, anne yavrularını emzirir; ama bu iş sualtında yapılır. Bir denizineği 12-14 aylık bir gebelik
döneminden sonra doğar. Manatilere kıyıdaki sığ suların ve tropikal deniz koylarının yanı sıra nehir
ağızlarında da rastlanabilir.
Balina, yunus ve domuzbalığı gibi deniz memelileri gezegenimizin en iri canlılarıdır. Olağanüstü duysal
yetileri ve çarpıcı su becerileri vardır.
AVLANMA sırasında yunuslar 300 m derine dalabilir ve 15 dakikaya kadar dipte kalabilir.
Özürlü çocukların tedavisinde yunus terapisi çoğu kez başarılı sonuçlar verir.
İNSANLAR VE YUNUSLAR arasındaki yakın ilişki bir şişe burunlu yunusu konu alan “Flipper” adlı TV
dizisiyle ve filmlerle üne kavuştu. Oysa Moritanya’nın imraguen halkı ve Brezilya’da yerli bir kabile
yüzyıllardan beri yunusların yardımıyla balık avlıyor. Balıklan elle serpilmiş ağların içine yönlendiren
yunuslar, bunun karşılığını ağlardan kurtulan ya da ıskartaya çıkarılan balıkları yiyerek alıyor.
BU ÇOK ZEKİ VE DUYARLI MEMELİLER sakat insanlan ya da davranış sorunlan olan çocukları tedavi
etmek amacıyla gittikçe daha çok kullanılıyor. Ancak bir yunusun insan bedenine, zihnine ya da ruhuna
olumlu etkilerini bilimsel yaklaşımla saptamak zordur.
YUNUS ZEKÂSININ sergilendiği su gösterileri büyük seyirci kitleleri çekiyor. Fakat yunuslar ancak açık
sularda rahat yaşadığından, bu tutsakların şovları bir tartışma konusu.
Büyük katil balina (orka) dipte 15 dakika kalabilir ve saatte 55 km hıza ulaşabilir.
î ' 'i
sisssi!'^:
Dinozorlarla yaşıt olan balinalar ve yunuslar gezegenimizin sularında (hatta nehir yunusu söz
konusu olunca tatlı sularında) 100 milyon yılı aşkın bir süreden beri yaşıyor. Dünyanın bütün
okyanuslarına alışkın olan bu memeliler sudaki yaşama her bakımdan uyum sağlamışlardır. Su memelisi
olarak geçirdikleri evrimin biyolojik yapılarında belirli değişiklikler getirmemiş olmasına karşın, birçok
deniz memelisi soyu günümüzde yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bütün balinalar iki gruba ayrılır: Birçok değişik türü kapsayan dişli balinalar ve çubuklu balinalar olarak
da bilinen dişsiz balinalar. Mavi balina ve kambur balina gibi dişsiz balinalarda diş yerine balen
denen çubuklar bulunur. Tarağa benzeyen bu keratinli yapılar sudan planktonları ya da krilleri süzmelerine
ve daha küçük balıkları öğütmelerine yarar. Dişli balinalar balık ya da kalamar avlar; bu türler arasında
yunuslar, göbekli balinalar, katil balinalar ve denizgergedanları sayılabilir.
Foklardan farklı olarak suda kayarak ilerlemeye uygun hatlara sahip olan deniz memelilerinde, vücut
sıcaklığını tüy örtüsü yerine yağ katmanları korur. Ön bacaklar evrimle paletlere dönüşürken,
arka bacaklar tamamen ortadan kalkmıştır. Kuyruk başlıca itici güçtür; çünkü göğüs yüzgeçleri, yani
“paletler” sadece yön değiştirmek için kullanılır. Hava soluyan hayvanların her 90 dakikada bir yüzeye
çıkmaları gerekir. Çok derine dalmak için, havayı akciğerlerden ziyade kas dokularındaki bir
kas pigmentine depolarlar.
Sürüyü izlemek zorunda olan balina yavrularının gelişimi son derece hızlı ilerler. Sualtında yaklaşık yedi
ay süt emen bir mavi balina yavrusu her gün 50 kg alır ve 4,5 cm uzar.
Yunuslar
Yunuslar insanlarınkine göre yüzde 40 daha büyük bir beyne, ayrıca tıpkı balinalar gibi gün boyunca
hareketli kalmalarına olanak veren dördüncü bir beyin karıncığı-na sahiptir.
ÖZEL BİLGİLER
DÜNYANIN EN BÜYÜK hayvanı olan mavi balinanın boyu 33 metreye, ağırlığı 150 tona ulaşır.
Sadece beynin yarısı birkaç saniyelik sürelerle devre dışı kalınca dinlenirler. Bu sırada diğer
yarı, tehlikeleri kollama, yüzmeyi ve solumayı denetleme görevlerini üstlenir.
Bütün deniz memelilerinin en önemli duyu yetisi işitmedir. Kendi aralarında 5 Hz ila 280.000 Hz
frekanslarla salınan ses dalgaları aracılığıyla iletişim kurdukları hemen hemen kesindir. Verici memelinin
bu yönteme, alıcı memelinin psikolojik ve fiziksel durumunu belirlemek amacıyla başvurduğu açıktır.
Foklar
Cana yakın foklar saatte 35 km’ye varan bir hızla yüzebilmelerine karşın, diğer deniz memelilerine oranla
sudaki uzun yolculuklara daha az yatkındır. Zamanlarının büyük bir bölümünü karada geçirir dolayısıyla
sahillerde yaşarlar. Deniz memelilerinden ve denizinekle-rinden ayırt edici özellikleri olan sık tüy örtüsü,
yüzyıllardan beri insanlar tarafından acımasızca avlanmalarına yol açmıştır. Yavrularını karada
doğururlar ve ön paletlerindeki güçlü kaslarını kullanarak dövüşürler. Sudayken arka paletlerini
ve kuyruklarını bir dümen gibi kullanırlar. Bu grup morsları, sakallı fokları ve kulaklı fokları kapsar.
Erkek morslar heybetli azıdişleriyle hemen tanınırlar. Morslar yumuşakça, foklar ise balık yiyerek
beslenirken, denizleoparları penguen bile avlar.
GmJ
114 MEMELİLER
Yırtıcılar memeli sınıfı içindeki avcılardır. Dünyanın her yanında yaşarlar; çok değişik yaşam tarzları ve
avlarını yakalamaya yönelik çeşitli stratejiler geliştirmişlerdir.
Yırtıcılar sınıfına köpek, kedi, ayı ve gelincik gibi etçiller, fok (s. 113) gibi balık yiyen su memelileri ve
ayrıca neredeyse sırf bitkiyle beslenen pandalar girer. Bu hayvanlar, adatavşanı gibi otçulların tilki
gibi yırtıcılar tarafından yendiği birçok besin zincirinin tepesinde benzersiz bir yer tutarlar.
BİYOLOJİ
YAVRU ASLANLAR ava ilk kez üç aylıkken anneleriyle birlikte çıkarlar; iki yaşına gelince kendi
başlarına başarıyla avlanırlar.
AV SEFERİ çoğu kez topluca yürütülür; daha sonra her hayvan gruptaki konumuna göre avdan pay alır.
Av Peşinde
AVCILIK DAVRANIŞI doğuştan gelir ve öğrenmeyle yetkinleşir. Yırtıcı, türüne ve yaşam ortamına bağlı
olarak, birçok değişik avcılık stratejisine başvurabilir. Kurt ve çakal, avlarını sürü halinde kovalayarak
yoran takipçi yırtıcılardır. Kurtlar vücut hareketleri, kulakları oynatma ve uluma sesleriyle
haberleşirler. Sürü, yorgun düşen avı kuşatır ve birkaç kurt aynı anda saldırıya geçer. Avı önce yeme
ayrıcalığının hangi hayvana verileceğini grup hiyerarşisi belirler.
köpekdişleri ve makassı yan küçük azıdişleridir. Yırtıcılar bu dişlerle avlarını yakalayıp parçalar.
Daha çevik yırtıcılar avlanırken ayaklarının sadece bir kısmını yere basarak hızlarını arttırabilirler.
Sansar gibi türler ayaklarını yarı yarıya yere basarken, kedi gibi türler parmak ucunda koşarlar.
Ayılarda olduğu gibi, yere tam basılmış ayaklarla da hareketlenmek mümkündür. Üstün bir koku duyusu
yırtıcıları ava doğru yöneltir. Kediler yarı karanlıkta bile işleyen görüş yetisine sahiptir.
ÖZEL BİLGİLER
EN KÜÇÜK KARA YIRTICISI olan Avrupa cüce gelinciğinin boyu 10 santim, ağırlığı ise 45 gramdır.
EN BÜYÜK KARA YIRTICISI olan Alaska boz ayısının boyu 3 metre, ağırlığı ise 900 kilodur.
YETKİN GÖRÜŞ: Kediler karanlıkta bile insanlardan yedi kat daha iyi görür.
Kurt ve aslan gibi bazı yırtıcılar, sürü halinde avlanır ve yaşar. San
KEDİLER, tıpkı aslanlar gibi sinsi avcılardır. Yumuşak ayak tabanlarıyla sessizce yürüyerek avlarına
yaklaşırlar ve birden üstüne atıldıkları kurbanlarını pençeleriyle yere indirirler. Boğazını ya da ensesini
sıkıca ısırdıkları av çoğunlukla o anda ölür. Bütün evcil kediler fare avlarken bu stratejiyi uygular.
sar, leopar ve boz ayı ler ise tek başına avlanmayı yeğler. Narin vücutlu ve esnek omurgalı sansarlar,
diğer hayvanların toprağa oydukları inlerine girerler ve böylece avlarını kıstırıp öldürürler.
Dost mu, Düşman mı?
insanlar çoğu kez aynı av için yırtıcılarla rekabete girerler; ayrıca postları için özellikle yaban
gibi tür-
MlLttÂ
Siyah ayılar kış uykusuna yatmakla birlikte, ara sıra yemek için uyanırlar.
Evcil Yırtıcılar
Yaban ortamdaki yırtıcılar bugünkü evcil kedi ve köpeklerin atalarıdır. Köpekler 10 bin yıl önce Taş
Devri avcılarının evcilleştirdiği (s. 111) kurtların soyundan gelir, ilk başta esas olarak avcılık amacıyla,
daha sonraları sürü hayvanlarına bekçilik etmeleri için kullanıldılar. Evcil kedinin kökeni muhtemelen
Akdeniz'deki Afrika yaban kedisine ya da Hint çöl kedisine dayanır. Kedilerin, çöplerde yiyecek aramak
için insanların yerleşim alanlarına uğramaları sonucunda kendi kendine evcilleşmiş olması yüksek bir
olasılıktır.
kedilerini ve ayıları avlamışlardır. Mağara ve kaya resimlerinde görüldüğü üzere, insanlar tarihöncesi
dönemde ayılar, kurtlar, aslanlar ve kaplanlar karşısında korku ve hayranlık duyguları beslerdi.
Yakın dönemde kurtlar, ayılar ve vaşakların Orta Avrupa'ya girişi bu korkuyu yeniden canlandırdı. Ancak
insanların doğal yaşamalanlarında tarımsal alanlar açmayı sürdürmesi nedeniyle, günümüzde birçok tür
hızlı bir azalış içindedir. Avlanma, geyik gibi bitki yiyen yabanıl hayvan sürü-| lerini denetim altında
tutmanın ve besin kaynaklarının belirlediği sınırları aşmalarını önlemenin bir yoludur.
Orangutan Şempanze Goril
Homo neanderthalensis
Australopithecus
Primatlar ağaçta yaşayan tırmanıcılardan dik yürüyen alet kullanıcılarına doğru evrilmiştir.
Primatların çoğu (500’ü aşkın tür) çarpıcı ölçüde büyük bir beyne sahiptir. Bu, onlara öğrenme ve
karmaşık sosyal davranışlar sergileme yetisini kazandırır.
Şempanze
Primatların Özellikleri
Primatlar öğrenme, alet kullanma ve karmaşık sosyal davranışlar sergileme yetilerini güçlendiren görece
büyük beyinleriyle diğer hayvanlardan ayrılırlar, ileri doğru bakan iri gözleri sayesinde nesneleri ince
ayrıntılarla ve üç boyutlu görürler; kontrastları ve renkleri net seçerler. Esnek başparmaklar ile ayak
parmaklarının, duyarlı parmak uçlarının ve pençe yerine tırnakların bulunduğu kıvrak elleri ve ayaklan
dokunmaya, kavramaya ve tutmaya uygundur. Çeşitli diş takımları bitkiyle ve etle beslenmelerine olanak
verir.
Primatlar Afrika, Asya, Kuzey ve Güney Amerika'nın tropikal ve astropikal ormanlarında ve savanlarında
yaşar. Bu dağılım hareket etme ve yiyecek toplama yöntemlerinden kaynaklanır; çünkü çoğu otçul
hayvandır. Üstün tırmanış becerisine sahip maymunların ve insansı maymunların önceleri
ağaçlarda yaşamasına karşın, bazı türler yerde yaşamaya uyum sağlamıştır. Primatların ortalama ömrü 40
yılı bulur. Anne primatlar ve diğer aile mensupları yavrularına özenle bakarlar; böylece yavrularını
büyüklerinden öğrenmelerini sağlayacak bolca zamanları
olur.
Günümüz araştırmalarında primatlar iki alttakıma ayrılır: Islak burunlu strepsirrhini ve kuru burunlu
haplorrhini. Ama bunların bazı ortak özellikleri de vardır. Strepsirrhini türleri genelde gece dolaşırlar;
bu alışkanlık daha ufak cüsseyle ve daha keskin koku duyusuyla bağlantılıdır. Haplorrhini türleri ise cadı
makiler gibi bazı istisnalar dışında çoğunlukla gündüz dolaşırlar. Eskiden “ilkel maymunlar” olarak
bilinen strepsirrhini altta-kımı fare makisi ve halka kuyruklu maki gibi makileri, lorisleri ve gala-goları
kapsar. Makiler sadece Ko-morolar ve Madagaskar’da yaşar; elverişli habitatların hemen hepsinde
bulunur. Lorislerve galagolar hem görünüşleriyle, hem de yavaş hareketleriyle tembelhayvana
çok benzerler. Güçlü elleri Afrika ve Güney Asya'da ağaç dallarına sıkıca tutunmalarını sağlar.
Primatların hemen hepsinin son derece gelişkin sosyal ve ailevi bağları vardır. Bir aile topluluğu ya da
bir erkek ile dokuz kadar kadından oluşan bir harem halinde yaşarlar. Sesler, feromonlar (tehlike
uyarısı ya da cinsel arzu gibi mesajlar veren kimyasal salgılar), jestler, gözlerin ve dudakların
kullanıldığı yüz ifadeleri aracılığıyla iletişim kurarlar. Şempanzelerin davranışları üzerinde çalışmalar
yürüten Jane Goodall gibi seçkin uzmanlar sözgelimi bağlı bir kutuyu açarak içinden meyve alma gibi
sorun çözme, ayrıca semboller ve işaret dilini kullanarak insanlarla iletişim kurma becerilerini
araştırmışlardır.
Primatların Soyağacı
Beyin Korteksi
M İşitme korteksi S Somatik duyum korteksi Koku korteksi Görme korteksi ü Bağlantı alanları
Beyin gelişimi: Beynin ve beyin kor-teksinin büyüyerek daha kıvrımlı hale gelmesi daha gelişkin düşünme
gücü sağladı.
önce yaşayan ilk primatların ağaçlarda barınan böcek yiyen hayvanlar olduğuna işaret ediyor. Bugünkü
türlerden çoğunun ataları daha 20 milyon yıl önce mevcuttu. Charles Darwin, T.H. Huxley ve diğerlerinin
19. yüzyılda evrim teorisini ortaya atmasıyla, insanların yaşayan diğer primatlarla akraba olduğunun
belirtilmesi önemli bir tartışmaya yol açtı. Günümüzde bu teori evrensel kabul görmemesine karşın,
insanlar ile şempanze, goril ve orangutan gibi insansı maymunlar arasındaki akrabalık, genetik
incelemelerle biyolojik bir bakış açısından açıkça ortaya konmuştur.
BİYOLOJİ
Erişkin erkek goriller 270 kiloya kadar varan cüsseleriyle gerçek ağır sıkletlerdir.
116 DAVRANIŞ: ETKİLER VE TEPKİLER
KİLİT BİLGİLER
HAYVAN DAVRANIŞI alanının öncüleri: Nikolaas Tinbergen, Konrad Lorenz, Kari von Frisch ve İvan
Pavlov.
ÇOĞU DAVRANIŞ kısmen doğuştan gelir, bazılarıysa sonradan öğrenilir. KUR YAPMA, ÇİFTLEŞME
ve yavrulara bakma türün çoğalmasını sağlar.
Hayvanlar nasıl davranır ve davranışlarına ne yön verir? Aynı ya da farklı türlere mensup bireylerin
katıldığı süreçleri düzenleyen ve kolaylaştıran belirli kalıplar vardır. Bunlar arasında üreme,
yavru bakımı, iletişim, etkileşim, beslenme ve savunma sayılabilir. Sözkonusu kalıplar her şeyden
önce vücut duruşlarını, hareketleri ve seslenmeleri belirler. Hayvanlar normalde belirli uyaranlara
aynı kalıplaşmış yanıtla tepki verir. Örneğin, bir tilkiyle karşılaşan kirpi yuvarlanarak bir top halini
alır. Davranışlar incelenirken, doğuştan gelen ve öğrenilen beceriler arasında temel bir ayrım yapılır.
Karmaşık yapılı hayvanların hepsi sağlıklı döl vermek için en iyi eşi seçerken, özgün davranış (kur
yapma, çiftleşme ve yavru yetiştirme) kalıpları gösterir.
BİYOLOJİ
rl t MİRKETLER geniş bir grup içinde yavrularıyla birlikte çiftler halinde yaşar.
***> .11 İmparator penguenler yılda bir yavrular; yavru, ‘ anne-baba tarafından birlikte beslenir.
Aile Yaşamı
AİLELER halinde uzun yıllar, hatta ömür boyu birlikte yaşam tarzı esas olarak memeliler arasında
görülür. Yavrular çoğu kez sütten kesildikten sonra da anne-babanın yanında kalır; çünkü aile koruması
hâlâ muhtaç durumdaki yavrular için avantajlıdır.
YAVRULARIN UZUN SÜRE BESLENMESİ, hayatta kalma becerilerini etkin biçimde öğrenmesini
sağlar. Sözgelimi, insan yavruları yürümeyi ve konuşmayı ebeveyn yardımıyla öğrenir; geliştirici
deneyimleri onların yanında edinir. Yavru filler de birkaç yıl anneleri ve yakın akrabalarıyla birlikte
kalarak, yiyecek bulmaya ve seçmeye yönelik etkili stratejileri öğrenir, imparator penguenlerde anne-
baba, henüz küçük olan yavruların bakımını sırayla üstlenir.
Kur yapma ve çiftleşme törenleri cinsel üremeyi, yani yaşam ağacının üst dallarında yer alan tüm
hayvan gruplarının başvurduğu soyunu sürdürme stratejisini sağlar. Anne-babalar yavrularını besler, korur
ve becerilerini onlara aktarır. Birçok tür
açısından davranış kalıpları, aile grupları gibi ömür boyu güçlü kalabilen karmaşık sosyal yapılara
da temel oluşturur.
Eş Arayışı
Her hayvan türü eş aramaya yönelik kendine özgü stratejiler geliştirmiştir. Kur yapmanın hedefi olası
bir eşin ilgisini çekmektir. Birçok tür son derece özgün bir kur yapma kalıbını izler. Erkeğin gösterisi
üç amaca hizmet eder: Dişinin aynı türden olduğunu anlamasını, bir eş olarak çekiciliğini ölçmesini ve
yaklaşımını kabul ya da ret etmesini sağlar. Yavru yetiştirme gibi yoğun emek isteyen bir işin
çoğunlukla ona düşmesinden dolayı, dişi yatırımının karşılığını verecek yüksek nitelikli bir eşi seçer.
Kur yapma horozlardaki ibik, geyiklerdeki boynuz ya da kızböcekleri ve kuşlardaki parlak renkler gibi
görsel uyaranlara dayanabilir. Kuş ötüşü gibi işitsel çağrılara da başvurulabilir. Diğer kur yapma
araçlarından biri feromon denen özgül kokulu maddelerdir; birçok böcek bunları kullanır.
Çiftleşme
Çiftleşme, spermin yumurtaya başarıyla aktarılmasını sağlar. Dölleme vücudun dışında veya içinde
olabilir, iki durumda da erkeğin spermi dişinin yumurta hücrelerini döller.
Bu döl memelilerde annenin vücudu içinde, balıklar, ikiyaşayışlılar, sürüngenler ve kuşlarda ise
annenin bıraktığı yumurtaların içinde olgunlaşarak embriyona dönüşür. Hayvan yavruları nispeten aciz
olur ve anne-babanın bakımına gerek duyar.
Yavru Bakımı
Omurgasız, ikiyaşayışlı ve sürüngen türlerinin hemen hepsi yavrulara bakmayı yumurta bırakmak için
uygun bir yer seçme ya da yaratma işiyle sınırlı tutar. Bu yer, yırtıcılara ve sert çevre koşullarına karşı
koruma sağlayacak bir delik ya da yuva olabilir. Çok sayıda yumurta bırakmak en azından bazı
yavruların hayatta kalmasını güvence altına alır. Buna karşılık, memeliler açısından yavru bakımı çok
daha zorludur ve birkaç yıl ya da daha uzun sürebilir.
.«* l-r ■ ■ t* «V
Davranış kalıpları grup etkileşimini düzenler ve konum sırasını, beslenme önceliğini, yaşam alanı
sınırlarını, grup içi işbirliğini ve toplu yaşamın diğer yönlerini belirler.
Dişi kızıl geyikler bazen yavru erkeklerin de yer aldığı Düşük konumlu bir kurt yere devrilip boğazını
uzatır. Bu, tehli-sürüler halinde yaşar. keli bir çatışmadan kaçınmak için boyun eğmenin bir işaretidir.
Özgül davranış kalıpları aynı türe mensup bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyerek sosyal
etkileşimi kolaylaştırır. Örneğin, kabul gören bir konum sırası ve beslenme önceliği sistemi, her yemek
için değerli zamanın ve enerjinin boşa harcanmasına neden olacak kavgaları gereksiz kılar.
ÖZEL BİLGİLER
KOKU İZLERİ: Bir köpek diğer köpeklere bildirmek üzere idrarıyla “Ben dişiyim" gibi mesajlar bırakır.
Yemek Hiyerarşileri
Her hayvan, konumunu diğer grup üyelerinin bildiği beden diliyle ve seslerle belli eder. Daha yüksek
konumlu hayvanlar dişlerini gösterme ve tıslama (aslanlar) ya da saldırganca gagalama (tavuklar)
gibi davranışlar gösterir. Düşük konumlu hayvanlar ise başını eğme ve bakışını kaçırma gibi boyun
eğici hareketlerde bulunur. Çatışma ancak hiyerarşide önemli değişiklikler olunca gerekli hale gelir; bu
durumda bile çoğunlukla kanın dökülmediği sembolik kavga biçimine bürünür.
Birçok grup davranışı kalıbı, diğerleri aleyhine en yüksek konumlu hayvanı kayırma izlenimini verir.
Üstün erkek avdan en büyük ve en besleyici payı alabilir. Dahası, genellikle birçok dişiyle
çiftleşerek üremeyi sağlayan tek erkektir; bu, sonraki kuşağa en uygun genlerin aktarılmasını güvence
altına alır.
Diğer bazı davranış kalıpları açıkça bireye yük getirirken, gruba yarar sağlar. Örneğin, dahil olduğu grubu
tehlike karşısında uyarmak için ıslık çalan dağsıçanı, bu hareketi ile avcının dikkatini üzerine çekmiş olur,
işbirliği davranışı grup halinde avlanan kurtlarda da görülür (s. 114). Gösterilen ortak çabadan tüm grup
üyeleri faydalanır.
İletişim
Bir gruptaki etkili iletişim sosyal yaşamın işleyişi için bir önkoşuldur. Bilgiler görsel, işitsel, kimyasal
ve hatta elektriksel sinyallerle aktarılır. Karıncalar ve arılar gibi sosyal böceklerin karmaşık iletişim
sistemleri vardır. Arıların meyve ağacı ya da çiçekli çayır gibi çekici bir besin kaynağına uzaklığı ve
gidiş yolunu bildirmesi böyle bir sisteme dayanır. Oradan dönen işçi arılar kovan arkadaşlarına yönü
göstermek için uçarak dans eder. Hareketlerinin hızı uzaklığı, düşey düzlemden sapma ise yönü gösterir.
Arılar bulunacak yiyecek türüne ilişkin bilgileri kokularla bildirir.
BİYOLOJİ
Günümüzde süren hararetli tartışma konularından biri doğuştan gelen ve öğrenilen davranışların görece
önemidir. Çoğu davranış kalıbının hem genetik, hem de sonradan edinilmiş bileşenler taşıdığı artık genel
kabul görmektedir, insan yavruları ellerine dokunulduğunda gülümseme ve kavrama refleksi gösterme gibi
doğuştan gelme davranışlar sergiler. Ancak bu kalıplar genellikle öğrenmeyle yetkinleşir. Sözgelimi,
ağaçkakan yavrularında küçük dal parçalarını toplama gibi doğuştan gelme bir eğilim vardır; ama bunları
alet olarak kullanmayı -naı^B öğrenmeleri gerekir.
Değişik öğrenme türleri, alıştırma, taklit ve sezginin t yaraşıra başarı ve ödül yoluyla ders almayı da
kapsar.
insan yavrusu eline değen herşeyi kavrama refleksine sahiptir; ağaçkakanlar, sonradan kazanılmış alet
kullanma becerileri sergiler.
\J4
118 İNSANLAR
Evrim | Özellikler \ Vücut sistemleri \ Duyular \ Sinir sistemi | Metabolizma \ Üreme \ Bağışıklık sistemi |
Dokular
KİLİT BİLGİLER
“İNSANOĞLU önce ayağa kalktı, daha sonra akıllandı."—Stephen Jay Gould, evrim biyoloğu
TEMEL İŞLEVLERİ dolaşım, solunum, sindirim, bağışıklık ve sinir sistemleri yerine getirir.
İNSANLAR
Başta memeliler olmak üzere diğer canlılarla birçok biyolojik özelliği paylaşmasına karşın, insanın
benzersiz özellikleri yeryüzünün en başarılı türleri arasında yer almasını sağlar, insanlar daha önce başka
hiçbir canlının başaramadığı şekilde, doğal çevrelerine ve çevrelerindeki canlıları değiştirme yoluyla
kendi hayatlarına düzen verirler. Öbür hayvanlardan dik yürüyüşleri, muazzam öğrenme yetileri ve
geliştirdikleri dil, yazı sistemi ve kültürle ayrılırlar.
BİYOLOJİ
İNSANIN EVRİMİ
İnsanlığın kökleri Afrika’da yatar. İnsanlar bu kıtadan larak dünyanın başka bölgelerine yerleşirken
hem lojik, hem de kültürel bir evrim geçirdiler.
Homo sapierıs (“akıllı insan’’) olarak bilinen modern insan, ortak fiziksel ve genetik özellikler taşıyan
daha geniş primatlar kategorisinin (s.
115) çok yeni bir kolunu oluşturur. Fosil bulgular, modern insanın köklerinin Afrika'da yattığına işaret
ediyor. insanlar bu kıtadan yaklaşık 100.000 yıl önce yayılarak başka bölgelere yerleştiler ve süreç
içinde Avrupa’nın Neandertalları gibi daha eski insansıları ortadan kaldırdılar. Şempanzeler ortak ataya
dayanma açısından insanların bugünkü en yakın akrabalarıdır. Aslında orangutan gibi diğer büyük insansı
maymunlara göre insanlarla daha fazla genetik özelliği paylaşırlar.
biyo
i H. rudolfensis
H. ergaster
H. habilis Paranthropus
K\
€
- i
te
H. erectus
«mm
H. heideiberg
Homo habilis gibi ilk insansılar yaklaşık 2 milyon yıl önce basit taş aletler yapıp kullanmaya yöneldi; o
sırada daha büyük beyne sahip olmak diğer primat türleri karşısında insana avantaj sağladı. Homo habilis
yiyecek için hem hayvan avlıyor, hem de meyve ve kök topluyordu. Daha iri Homo erectus 1,5-2 milyon
yıl önce ortaya çıktı ve Afrika'dan çıkarak kuzey iklimlerine geçen ilk insan türü oldu. Bunun
sebeplerinden biri beslenmede artan et oranının daha geniş avlanma alanları bulma . ihtiyacını doğurması
olabilir. Ateşin kullanılması da bu göçte bir rol oynamış olabilir. Sağlam yapılı Avrupa Neandertalları
ile daha uzun boylu f f * ve sıska Homo sa-piens bu ilk insansı türle-. rinden \ gelişti. Mo-
i t ve
! V
i M
dem insan
iensıs
H. neanderthalensis
/ /
i?
Australopithecus
H. sapiens
4.0
3.5
3.0
2.5
2.0
1.5
1.0
0.5
0.1
Günümüz insanlarının evrim tarihi çoğu kez aynı dönemde yaşayan değişik türleri kapsar. yukarıda, soldan
sağa: Australopithecus, Homo erectus, Homo neanderthalensis ve Homo sapiens.
Tanzanya ’nm Laetoli yöresinde günümüze ulaşan Australopithecus afarensis ayak izleri bu ilk insansının
dik yürüdüğünü gösteriyor.
yaklaşık 130.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktı. Daha önce Homo erectus’un yaptığı gibi, 100.000
yıl kadar önce Arap Yarımadası’nı aşarak zamanla Avrupa, Asya, Avustralya ve Amerika'ya yayıldı. Bu
kıtalarda binlerce yıl diğer ilk insanlarla birarada yaşadı.
Kültürel Gelişim
Kültürel gelişim biyolojik evrimle bağlantılı bir insan özelliğidir, insan beyninin sürekli büyüyüp daha
kıvrımlı hale gelişi (s. 123) ve öğrenmek için daha çok zamana fırsat veren uzun süreli çocukluk dönemi,
ilk insanların dil ve kültürü geliştirmesini sağladı. En önemli dört psikolojik gelişme, soyut düşünme,
plan yapma, buluşçuluk ve simgeleştirmeydi. ilk insanların özel aletler ve daha sonra kültürel törenler
geliştirmesi bu nitelikler sa-yesindeydi.
w *
i#* ■
i*#
YAZI insanların birçok kuşak boyunca bilgileri, gözlemleri ve gelenekleri güvenilir biçimde aktarmasını
sağlar.
Dil ve Yazı
KONUŞMA düşünceyi sese aktarır. Ne zaman ve niçin ortaya çıktığı henüz tam açıklığa kavuşmamış olsa
da, insana özgü bütün sosyal ilişkilerin ve kültürel evrimin temelidir. Mağara resimlerinin, mücevherlerin
ve müzik aletlerinin ilk kez görüldüğü 40.000 yıl öncesine ait yaratıcılık patlamasının ardından gelişmiş
olması mümkündür.
YAZILI İLETİŞİM konuşmayı tamamlayıcı bir unsur olarak MÖ 5000 dolaylarında ortaya çıktı. Yazı,
benimsenmiş bir simgeler sistemiyle mesaj iletimi olarak tanımlanır. Çeşitli kültürlerin birbirlerinden
bağımsız olarak geliştirdikleri yazı biçimleri vardır. Mezopotamya’da bulunan en eski yazı örnekleri
MÖ 4000’lerden kalmadır.
Dil, insanların görüş alışverişinde bulunmasını mümkün kılar.
Belirli özellikler Homo sapiens denen modern insanı diğer bütün canlılardan ayırır. Bunlar hem fiziksel
özellikleri, hem de insanın evrimiyle ortaya çıkan düşünsel ve kültürel atılımları kapsar.
duyulmayan eller çarpıcı bir evrim geçirmiştir. Başparmağın özel yapısı ve dönen önkol insan elini
Kafatası zamanla bütün yönlerde genişlerken, sürekli büyüyen beyin yüksek bir alnın ardına yerleşmiştir.
Öte yandan, insansı maymunlarda görülen bariz öne çıkık yüz geriye çekilmiş, gözlerin yukarısındaki kaş
kemerleri ortadan kalkmış ve burun ile çene daha belirgin hale gelmiş durumdadır, insan vücudundaki
tüyler de çarpıcı bir azalmayla artık birkaç alanla sınırlıdır.
insansı maymunlarınkinden daha küçük olan insan dişleri, büyük bir çeşitlilikle hem bitkileri, hem de
eti kapsayan bir beslenmeye uygun düşer. Konuşmayı mümkün kılan fiziksel yapılar esas olarak
kıkırdaktan ve yumuşak dokudan oluşur. Konuşmanın temel şartları hareketli bir dil, kemerli damak ve
uygun konumlu bir gırtlaktır.
Az önce anlatılan fiziksel özelliklerin birçoğu insanın düşünsel gelişimiyle doğrudan bağlantılıdır.
Sözgelimi, insanlarda çocukluk dönemi şempanzelere oranla daha uzun sürer; çünkü doğum sırasında
iri kafatasının annenin leğen kemiğinden rahat geçebilmesi için, insan yavrusunun daha erken bir
gelişim aşamasında doğması gerekir. Büyük ölçüde aynı sebeple, insanda doğal çevrenin daha da
kamçıladığı beyin gelişimi büyük ölçüde doğumdan sonra gerçekleşir.
Kafatası içindeki alanın daha verimli şekilde kullanılmasını sağlayan kıvrımlı yapıyla birlikte, insan
beyninin büyümesinin getirdiği performans artışı, daha yüksek bir zekânın ve dile yatkınlığın
gelişmesini sağladı. Ömür boyu öğrenme ve karmaşık sosyal davranışlar sergileme yetisi, kültürün doğuşu
için can alıcı önkoşullardı, ilk insanların düşünsel ve kültürel evrimini aletler gibi “kültürel” fosil
bulgularından izlemek mümkündür.
insanın cinsel davranışı sadece içgüdüden değil, tasarlanmış seçimlerden de etkilenir. Dil ve sevecenlik
ifadeleri gibi bilinçli yönelimler, bu süreçte önemli bir rol oynar.
ÖZEL BİLGİLER
İNSANIN doğurganlık süresi yaklaşık olarak şempanzeninki kadardır; ama ortalama ömrü daha uzundur.
6 KG’LİK BİR BİLGİSAYAR 1 milyarı aşkın bit saklar; 1,3 kiloluk insan beyninde ise milyarlarca bit
vardır.
insan cinselliği ömür boyu süren eş ilişkileri gibi kültür içi sosyal yapılanmaları de etkiler.
BİYOLOJİ
120 İNSANLAR
İnsanın dik duruşu destekleyen hareketli eklemlere sahip kemikli bir iskeleti vardır. İskelete bağlı kaslar
belirli hareketleri denetlemeyi mümkün kılar.
Burun kemiği»
i ) -
Kafatası
Köprücükkemiği
Çene kemiği a
BİYOLOJİ
Leğen kemiği
Ayak kemikleri *-
—■löbuıg»
ügi^- • *
o i '
__»Kavalkemiği
r
I--J
. Aşık kemiği
Dizarkası kasları
İskelet vücudu destekler; iç organları korur ve kaslar için bağlantı yeri sağlar.
Kıkırdak yapılı omurların ortasında jölemsi bir madde yer alır. Omurga koşma, sıçrama ve benzer
hareketler sırasında baskıya uğradığında, omurlar kusursuz sarsıntı emici yapılar olarak devreye girer.
Sinir sisteminin ana ekseni olan omurilik, omurga içindeki bir kanaldan geçer. Beyin ile vücut arasındaki
iletileri taşır. Omurilikteki yaralanmalar, sözgelimi bir omurun kırılması ya da bir diskin yır
ÖZEL BİLGİLER
KAS KRAMPLARI potasyum, kalsiyum ve magnezyum başta olmak üzere çoğunlukla mineral
eksikliğinden kaynaklanır.
ınsan iskeleti 208 kemikten oluşur ve üç ana işlevi yerine getirir: Destek, koruma ve hareket, iskelet
vücudu destekler ve iç organları korur. Sözgelimi, kafatası beyni bir sandık gibi muhafaza eder ve göğüs
kafesi kalp ve akciğerler için zırh oluşturur. Kemiklere bağlı kaslar hareket etmeyi sağlar, iskeletteki
kemikler ve kıkırdaklar eklemlere bağdoku lifleriyle bağlanır. Ana vücut ekseni,
yani eksen iskeleti kafatası ve omurgadan oluşur. Buna bağlı olan eklenti iskeleti kol ve bacak
kemiklerinin yanısıra omuz ve leğen kemerlerini kapsar. Omurga çift S kıvrımı sayesinde ani ve
büyük kuvvetlerin etkisini azaltabilir.
Omurga
Kemiğin Anatomisi
tılması,
kalıcı
Eklemler
esas olarak kalsiyum fosfattan oluşur. Periyost denen ince bir bağdoku katmanıyla sarılıdır; sıkı bir dış
katmanı ve süngerimsi bir iç yapısı vardır. Damarlara bağlı kemik iliği, boru biçimli kemik boşluğu ile
süngerimsi katman alanı arasında yer alır. Alyuvarlar, akyuvarlar ve trombositler ilikte oluşur. Uyluk,
incik ve kol gibi uzun kemikler kafatası ve kaburga gibi yassı kemiklerden farklıdır; ama hepsi sürekli
yıkıma uğrar ve yeniden yapılır. Bir kırıktan sonra kemikler genellikle kendilerini kolayca onarırlar.
Uzun kemiklerin içindeki ilik ve süngerimsi kemik doku boşlukları, damarlarla sanlıdır.
Kemikleri periyost denen koruyucu bir katman kaplar. Damarları ve sinirleri barındıran bu katman ağrıya
son derece duyarlıdır.
Periyost
hareketli bağlantılar olan eklemler, belirli hareketleri yapmaya uygun bir yapıya sahiptir. Üç eksenli
eklemler her yönde hareket ettirilebilir. Sözgelimi, omuz ve kalçadaki eklemler bu tiptendir; kolları ve
bacakları döndürmeyi, sallamayı ve kıvırmayı sağlar. Dirsek gibi tek eksenli sadece tek bir eksen
boyunca oyna-tılabilir. Pivot eklemler önkolun
Kaslar
Her sağlıklı vücutta istemli olarak kontrol edilebilen 600'ü aşkın kas vardır. Kaslar büzülme ve gevşeme
yoluyla vücudun iç ve dış kısımlarının hareketlerine yön verir. Büzülme istemli bir süreçtir. Buna çoğu
kez karşıdaki kasın pasif olarak gerilmesi eşlik eder (gevşetici ve şıklaştırıcı kas), iskelet
kasları kemikleri oynatan kirişlerle kemiklere bağlanır. Düzenli bedensel idman kas liflerinin
kalınlaşmasını ve daha yüksek performansa ulaşılmasını sağlar; ama kas hücrelerinin sayısını arttırmaz.
«i?
jil * /
Solunum organı akciğerlerin aldığı oksijen, kalp-damar sistemiyle vücudun bütün kesimlerine taşınır.
insan kalbi dakikada 70-80 kez atan yüksek performanslı bir organdır.
Akciğer Hastalıkları
Akciğerler vücudu havadan alınan oksijenle besler. Fakat her nefes alışta zararlı organizmalar, toz ve
duman gibi kirletici maddelerde akciğerlere girebilir. Bakteriler, virüsler ve mantarlar akciğer dokularına
bulaşıp hastalığa yol açabilir. Bronşit sadece bronşları, zatürree ise akciğerlerin ikisini ya da birini
etkiler. Akciğer hastalığının başlıca belirtileri bronş şişmesi, ağır balgam salgısı ve şiddetli öksürmedir.
Akciğer kanserinde dokularda anormal hücreler belirir ve habis bir tümörün gelişmesine yol açar.
Kalıtsal sebeplerin yanısıra sigara içmek de akciğer kanserinin önemli bir sebebidir.
Akciğer röntgeni
YÜKSEK TANSİYON stres, hormon dalgalanmaları, sigara ya da aşırı alkol yüzünden ortaya çıkar
ve kalp krizine yol açabilir.
KALP KRİZİNDE risk faktörleri yüksek tansiyon, nikotin, aşırı kilo, sağlıksız beslenme, yetersiz egzersiz,
yaş ve kalıtımdır.
KALP HASTALIKLARININ sebepleri arasında yüksek miktarda sağlıksız yağlar İçeren beslenme, aşırı
alkol alımı, sigara ve yetersiz egzersiz yer alır. Bu risk faktörlerine ilişkin genel eğitimin amacı acil
bakım ve tedaviyi tamamlamaktır.
Kalp pili kalbe elektrik sinyalleri ileterek, düzenli bir ritimle atmasını sağlar.
Kalp, insan vücudunun ana organıdır. Diğer organlara ve dokulara yeterli besin ve oksijen akışını sağlar.
Bir erişkinin neredeyse tamamen kastan oluşan kalbi, yaklaşık 300 gram ağırlığında ve aşağı
yukarı yumruk büyüklüğündedir. Kalbin bir cidarla ayrılan her iki yarısında kapakçıklı iki bölme yer alır:
Üstteki küçük
kulakçık ve alttaki büyük karıncık. Bu bölmeler kalbin kendi sinir sistemi olan sinüs düğümlerinin
uyarmasıyla düzenli bir ritimle kasılır ve gevşer. Kasılmalarla pompalanan kan, damarlar tarafından
vücudun her yanına taşınır.
Kan Dolaşımı
insanların kapalı bir dolaşım sistemi vardır; kan, damarlar içinde dolaşır. Kalbin sol tarafı, bol oksijenli
kanı sistemik dolaşıma pompalar ve aort yoluyla dağıtır. Alyuvarlar dokularda dolaşırken, oksijen salar
ve karbondioksit alır. Oksijensiz kalan alyuvarlar toplardamarlar yoluyla kalbe döner; sağ bölme kirli
kanı oksijen almak üzere akciğerlere pompalar. Akciğerin dolaşım sistemi kanı oksijenlendirirve tekrar
sol bölmeye gönderir.
Kan ve Damarlar
Kas katmanlarından oluşan atardamarlar ve toplardamarlar, epitelyum denen ince bir bağdokuyla kaplıdır.
Damar kasları vücuttaki kan akışını destekleyip düzenler. En küçük damarlar olan kassız kılcal
damarların ince cidarları aracılığıyla oksijen ve karbondioksit değiş tokuşu gerçekleşir. Kan, plazmadan
(su, proteinler, kimyasal iyonlar) ve kan hücrelerinden oluşur. Alyuvarlar oksijen ve karbondioksit değiş
tokuşunu sağlar; akyuvarlar vücudun bağışıklık savunmasını üstlenir; trombositler kanın pıhtılaşmasına
yarar. insan vücudunda sürekli yenilenen ortalama 4,5-5 litre kan vardır.
Solunum
insanlar sindirdikleri yiyeceklerden bütün vücut işlevleri için gerekli olan enerjiyi elde etmek için
oksijene gerek duyarlar. Bu oksijeni burun ya da ağız yoluyla havadan soluyarak alırlar. Havanın girdiği
nefes borusu, akciğerlere doğru giden iki bronşa ayrılır. Bronşların da tıpkı bir ağacın dalları gibi
bronşçuklara ayrılmasıyla, oksijenli hava alveol denen ufacık hava keselerine ulaşır. Alveollerin iç
döşemesinden geçen
122 İNSANLAR
DUYU ORGANLARI
Duyu organları insanların çevreden veriler toplamasını sağlayan “anten”lerdir. Bu girdi elektrik
sinyallerine dönüştürülür ve sinirler tarafından beyne taşınır.
Görme
Kör insanlar okumak için dokunma duyularını kullanırlar. Braille denen kabartmalı yazı sistemini parmak
uçlarıyla taramak mümkündür.
DOKUNMA duyusu vücudun en geniş organı olan derinin işlevidir. Temas, basınç ve titreşimden gelen
uyarılar derinin üç katmanındaki almaçları harekete geçirir: Üstderi, asıl deri ve altderi. En dipteki
altderi katmanı, derinin çok inceldiği gözkapağı gibi kesimlerde yoktur. Dokunma kıl köklerindeki
almaçlarca hissedilir. Derinin hemen altındaki “bazal” hücreler, basınç farklılıklarına tepki verir;
altderideki almaçlar titreşimi hisseder.
GÖRME DUYUSU insan izlenimlerinin ve bilgilerinin %80’ini sağlar. Eni 25 mm olan gözyuvarı, üç ana
rengi kırmızı, yeşil ve maviyi ayırt eder; ayrıca siyah-be-yaz kontrastlarını algılar. Görüş bir nesneden
yansıyan ışınların göze girmesiyle başlar. Kırınım yoluyla nesnenin baş aşağı ve daha küçük birgörüntüsü,
gözün retina denen iç duvarındaki ışığa duyarlı hücrelere düşer.
Deride kıl köklerinin yanısıra yağ ve ter bezleri gibi çok sayıda bez bulunur.
vanlarda telepati ya da elektriği ve manyetik alanı algılama gibi diğer farkındalık biçimlerine
göndermeyle kullanılır. Duyular, insanlarda ve diğer canlı yaratıklarda değişen duyarlılık derecelerine
göre gelişmiştir. Duyulardan alınan veriler “almaç” denen özel duyu hücreleriyle iletilir ve anlaşılır.
Koku Duyusu
Koku alma süreci üst burun bölmesinde gerçekleşir. Buradaki sinir hücrelerinin mukus tabakasına uzanan
dallan vardır. Havayla birlikte solunan koku molekülleri bu mukusta dağılır ve koku hücrelerindeki belirli
almaç moleküllerine bağlanır. Böylece uyarılan hücrelerin ürettiği elektrik sinyalleri koku siniri
aracılığıyla beynin koku merkezine ulaşır. İnsanlar yaklaşık
Tat Alma
Daha incelikli bir çeşni ayrımı sağlayan koku duyusunun yanısıra, yiyeceğin insanda bıraktığı görsel
izlenim de tat duyusunu etkiler. Bununla beraber tatlı, ekşi, acı, tuzlu, yağlı ve lezzetli gibi temel
özellikler tat alıcı hücrelerce algılanır. Bu hücreler esas olarak dilin üst yüzeyinde toplanmış tat
tomurcukları halinde kümelenmiştir. Yiyeceğin uyardığı alıcı hücreler, çeşninin saptanması için beyne
sinyaller iletir.
İşitme
Mercek ışığı o.
odaklar.
yerine getirir, insanın işitme aralığı 30,000-20,000 hertz dolayındadır, işitme kanalından geçen ses
dalgaları, orta kulağı ayıran kulak zarına ulaşır. Böylece kulak zarını titretir ve zarın üstündeki ufak kulak
kemikleri, çekiç, örs ve üzengi titreşimi güçlendirerek hareketlere dönüştürür. Hareketlerin
yarattığı basınç dalgaları salyangoza, yani sıvıyla dolu iç kulağa geçer. Sıvının oynaması salyangozdaki
ufak tüyleri uyarır. Bu mikroskobik tüy hücrelerinin ürettiği elektrik sinyalleri işitme siniri aracılığıyla
beynin işitme merkezine ulaşır. Aşırı gürültü ve yaşlanma iç kulaktaki tüy
^Altderi küçük yağ yastıklarını ve basınca tepki veren duyu hücrelerini barındırır.
Retinadaki çubuk ve koni biçimli almaçlar ışığı saptar ve sinir hücrelerini uyarır. Yaklaşık 7 milyon koni
hücresi renge, 120 milyon çubuk hücresi ise siyah-beyaz kontrastına duyarlıdır.
Optik sinir retinadan gelen sinyalleri işleyip bilgiye dönüştürmek üzere beyne ulaştırır.
Denge
Denge duyusu iç kulaktaki sıvıyla dolu bir dehliz sistemince düzenlenir. Bu sistemin tüy köklerinde
vücudun devinimini ve mekândaki konumunu saptayan algılayıcılar vardır. Tüy hücreleri kalın bir
sıvı tabakasıyla çevrili olduğundan, baş hareketleri farklı sıvı basıncı yaratır. Böylece oluşan elektrik
sinyalleri başın konumu değerlendirmek üzere tüy hücrelerince beyne iletilir.
ÖZEL BİLGİLER
İnsan beyni ve sinir sistemi, vücudun kumanda merkezidir. Beyinde milyarlarca nöron, yani sinir hücresi
vardır.
insan beynini anlamak nörobiyolog-ların öteden beri uğraştığı bir konudur. Beyin sinir sistemi aracılığıyla
gelen bütün duyu izlenimlerini kaydedip işleyen yüksek performanslı bir organdır. Yumuşak beyin dokusu
nöronlardan ve gliyal hücrelerden oluşur. Kemikli kafatası, koruyucu zarlar ve kafatası sıvısı, beyni olası
zararlı etkilerden korur.
Nöron, soma denen hücre kütlesinin yanısıra dendritler ve aksonlardan oluşur.
Multipl Skleroz
Beynin Yapısı
Beynin sinir liflerinden oluşan bir demetle birbirine bağlanan iki simetrik yarıküresi vardır. Dil
merkezinin yer aldığı sol yarıküre esas olarak analitik düşünmeyle görevlidir. Sezgisel ve görüntü
esaslı işlemler sağ yarıkürede yürütülür. Beynin dış katmanı, yani beyin kor-teksi aşağı yukarı bir
yetişkinin serçeparmağı kalınlığındadırve en yüksek nöron yoğunluğunu barındırır. Kodeksin sayısız
kıvrımları yüzey
Multipl skleroz (MS) merkezi sinir sistemini tutan bir iltihaplanmadır. Böylece beyin ve omurilikteki
nöron-larvücudun kendi bağışıklık hücrelerinin saldırısına uğrar. Sinir hücrelerinin gördüğü hasar
yorgunluk, eşgüdüm kaybı, kas zayıflığı ve görme bozuklukları gibi belirtiler doğurur. Belirtiler hastaya
göre fark-lılıkgösteren seyirsırasında değişkenlik gösterebilir ya da giderek kötüleşebilir. Günümüzün
tedavi yöntemleri hastalığın sebeplerini değil, sadece belirtilerini ortadan kaldırır.
Başın arka tarafında bulunan beyincik, vücut hareketlerinin eşgüdümünü sağlar. Kulaktaki denge organıyla
birlikte, vücudun dengede kalmasına yardımcı olur. Yutma ve kusma gibi temel reflekslerin merkezi olan
soğancık buraya bağlıdır. Beyincik ayrıca kalp atışı, soluma ve dolaşım sisteminin (s. 121)
düzenlenmesine katkı sunar.
Nöronlar-Yapı taşları
Beyin ve sinir sistemi, vücudun bir kesiminden diğerine sinyaller ileten sinir hücreleri üzerine
kuruludur. Sinir hücresi soma adı verilen hücre gövdesinin yanısıra dendrit ve akson denen çeşitli
bağlantılardan oluşur. Dendritler sinyalleri alıp hücre gövdesine taşırken, tele benzer lifi olan aksonlar
verileri elektrik sinyalleri biçiminde beyne ya da vücudun belirli bölgelerine doğru taşır. Schvvann
hücreleri olarak bilinen özel gliyal hücreler aksonları bir yalıtım katmanı gibi sarar. Sinir hücrelerinin
buluştuğu noktalara sinaps denir. Elektrik sinyalleri nönotransmitter denen ulak moleküller yardımıyla bu
boşluk-
CİNSİYET FARKLILIĞI: Yetişkin bir kadının beyni (1,2 kg) yetişkin bir erkeğin beynine (1,3 kg) oranla
daha hafif olmakla birlikte daha çok sayıda kıvrım barındırır.
BEYİN toplam vücut ağırlığının ancak %2'sini oluşturur, ama vücuttaki kan miktannın %20'sine gerek
duyar. OMURİLİKTEKİ bir nöronun uzunluğu 1 metreye kadar ulaşabilir.
Bir sinir hücresinin aksonları Schvvann hücrelerinin ürettiği yağlı bir madde olan miyelin kılıfıyla
çevrilidir.
o
o
>-
21. YÜZYIL
BEYİN ARAŞTIRMALARI insanda özgür iradenin varlığına ilişkin geniş çaplı bir tartışmayı
ateşlemiştir.
BEYNİN İŞLEYİŞİNİ araştırmaya dönük işlemler arasında manyetik rezonans görüntülemesi (MRI) ve
bilgisayarlı tomografi (CT) sayılabilir.
Beyin birkaç bölüme ayrılır. Asıl beyin olan serebrum bilinç, algılama, düşünce, duygu ve
eylem merkezidir. Loblar halinde düzenlenmiştir ve çok sayıda işlevsel alanı kapsar.
Ara beyin anlamına gelen dien-sefalon duyu organlarını serebruma bağlayan arabirimdir. Ayrıca gereksiz
bilgileri süzerek, beyni aşırı yükten korur. Vücut sıcaklığını, sıvı seviyelerini ve gece-gündüz
ritmini düzenler. Ara-beynin bir bölümü diğer önemli vücut işlevlerini düzenlemek üzere kana salınan hor
BEYİN KORTEKSİ “gri madde” olarak anılan derin kıvrımlı kabuksu dokudan oluşur. İşlevsel bölümler
halinde düzenlenmiştir. Motor bağlantı korteksi iskelet kaslarını denetler. Duyu korteksi duyu
organlarından aldığı verilerle dokunma, görme ve işitme gibi algıları saptar. Bağlantı alanları veri
unsurlarını karşılaştırıp eşgüdümlü hale getirir; çünkü bir işlevin tam yerine getirilmesi bütün ilgili
alanların katılımını gerektirir.
İşitme korteksi
124 İNSANLAR
ÖIYULUJI
METABOLİZMA
İnsanlar bitkilerin yaptığı gibi (s. 100) kendi besinlerini üretemezler. Vücutlarının işlemesini sağlamak
için dışarıdan yiyecek ve içecek alıp bunları enerjiye dönüştürmeleri gerekir.
Ağız . Dil
-■ Mide
---m Pankreas
Yiyecek ağız, yemek borusu, mide ve bağırsaklar boyunca ilerlerken birçok sindirim aşamasından geçer.
Metabolizma bir organizma içinde besinlerin alımı, hareketi ve kimyasal dönüşümüyle birlikte daha
sonraki atık ürünlerin uzaklaştırılmasını belirtir. Esasen besine sadece hareket, düşünme ve solunum
gibi süreçleri yürütecek bir enerji kaynağı olarak değil, hücrelerin ve dokuların büyümesi ve
yenilenmesi için de gerek duyulur.
Diyabet
En yaygın hastalıklar arasında yer alan diyabet, günümüzde sanayileşmiş ülkelerde en hızlı büyüyen
sorunlardan biri olarak bilinir. Diyabet, vücudun verimli biçimde şeker kullanma yeteneğini
zayıflatır. Dünya genelinde 180 milyonu aşkın insanı etkileyen şekerli diyabette, yani şeker hastalığında
normal olarak pankreasın salgıladığı insülince yerine getirilen kan şekerinin çözülmesi ve metabolizması
düzgün işlemez. Diyabet doğuştan var olabileceği gibi, sağlıksız beslenmeden veya yaşlanmayla
bağlantılı metabolizma sorunlarından kaynaklanabilir. Birçok diyabet hastasının yapay yoldan üretilmiş
insülini kendisine enjekte etmesi gerekir.
BESLENME ALIŞKANLIKLARI: Günlük enerji alımında protein ve yağların sırasıyla %15 ve %35 payı
olması gerekir. Sanayileşmiş bölgelerde bu bazen aşılırken, gelişmekte olan bölgelerde hedefe
ulaşamama sorunu vardır.
Bir besin parçası ağızla başlayan, yemek borusu, mide, ince ve kalın bağırsaklar boyunca süren,
rektum ve anüste son bulan bir yolculuğa çıkar. Bu süreçte sindirim sistemindeki organların her biri
belirli işlevleri yerine getirir. Tükürük bezleri, pankreas, safra kesesi ve karaciğer gibi başka bezler ve
organlar da sindirime katkıda bulunur.
Dişler besini ağız içinde mekanik yolla ufalayarak, tükürük bezlerinin salgıladığı tükürükle karıştırır.
Aslında tükürük akışı yiyeceğin kokusuna bir refleks olarak daha erken de başlayabilir. Tükürükteki enzim
ler nişastaları ve hayvan kökenli karbonhidratları (glikojen) parçalayarak daha küçük şeker moleküllerine
dönüştürür.
Yutma hareketlerinin yemek borusu yoluyla mideye doğru ittiği yiyecek karışımı orada hidroklorik asit
gibi sindirim sıvılarıyla birleşir. Mide çalkalama yoluyla besinin hücre yapısını değiştirir. Enzimlerin
etkisiyle proteinler daha küçük moleküllere ayrılır. Yemekten iki ila altı saat sonra, mide içeriğini 5
m uzunluğundaki incebağırsağa boşaltır ve asıl sindirim süreçleri orada gerçekleşir. Safra
kesesinin salgıladığı öd yağları eritirken, pankreasın salgıladığı enzimler de yağları, proteinleri ve
karbonhidratları sindirir.
Sindirimin nihai ürünleri şunlardır: Ekmek ve kek gibi nişastalı ve şekerli yiyeceklerden elde
edilen şeker; et, yumurta ve balıktaki proteinlerden elde edilen peptitlerve amino-asitler; yağlı
yiyeceklerden elde edilen yağ asitleri.
Erimiş besin bileşenleri daha sonra incebağırsak cidarları yoluyla emilerek vücuda aktarılır.
Şekerler, aminoasitler ve kısa yağ asidi molekülleri parmağa benzer çok sayıda ufak çıkıntıdan geçer; bu
yapılar incebağırsağın yüzey alanını yaklaşık 200 m2’ye çı karır ve daha fazla besin emerek verimliliği
artırır. Böylece damarlara geçen besinler kan dolaşımıyla vücudun hücrelerine ulaştırılır.
Kalınbağırsak ve Boşaltım
Lif gibi sindirilemeyen maddeler yola devam ederek 7 cm genişliğindeki kalınbağırsağa geçer.
Enzimler
Birer protein olan enzimlervûcut içindeki kimyasal tepkimeleri hızlandırdıkları için biyolojik katalizörler
olarak nitelendirilir. Bu işlem bir metabolizma sürecini harekete geçirmek için uygulanması gereken
etkinleştirme enerjisini azaltmaya dayanır. Enzimler vücudun biyokimyasal tepkimelerinin çoğunda yer
alırlar. Sindirimde yağ, protein ve karbonhidrat gibi büyük besin moleküllerini parçalayıp eritme ve
böylece vücudun emerek kullanabileceği daha küçük birimlere dönüştürme görevini yerine getirirler.
Kalınbağırsak sindirilmemiş besinlerdeki suyu emer; geri kalan atık maddeler rektum ve anüs
yoluyla boşaltılır. Kalınbağırsakta E. coli gibi yararlı bakteriler bulunur. Bu organizmalar bağırsaklardan
geçen
Mukusla kaplı mide duvarı, sindirim için gerekli hidroklorik asidi salgılar. Mukus mide duvarını asidin
tahrip edici etkisinden korur.
Karmaşık bir hormon sisteminin düzenlediği insan üremesine tipik davranış kalıpları eşlik eder. Süreç
sırasında belirli erkek ve kadın özellikleri cinsel canlanmayı uyarır.
Uyanldığı zaman erekti! dokudaki boşluklara dolan kan, penisin büyüyüp sertleşmesine yol açar.
Follitropjn (FSH)
gesteron salgılar ve rahim duvarını döllenmiş yumurtaya hazırlar; eğer döllenme gerçekleşmezse yumurta
atılır.
Hormonlar hedef alınan hücrelere ya da organlara doğrudan bir etkide bulunabilir ve başka organları
uyararak hormon üretmeye yöneltebilir.
Canlı türlerinin üremesini cinsel dürtü sağlar. Bu dürtüyü ise erkeğe ya da kadına özgü cinsel
özellikler, sözgelimi bir erkeğin geniş omuzlan (s. 116) ya da bir kadının göğüsleri uyarır.
Erkek üreme organları penis, erbez-leri (testisler), erbezi torbası ve genetik malzeme taşıyıcısı
spermlerin geçtiği kanallardır. Erbezleri içindeki kanallar günde 250 milyonu aşkın sperm hücresi üretir,
insanlarda ve çoğu memelide erbezleri vücudun dışındaki erbezi torbasında yer alır. Normal
vücut sıcaklığı olan 37°C, sperm üretimi için çok yüksektir; ama erbezi torbası içindeki biraz düşük
sıcaklık
ÖZEL BİLGİLER
DOĞURGANLIK düzeyi sanayileşmiş bölgelerde kişisel yaşam tercihlerine ve çevre kirliliğine bağlı
olarak hızla düşüyor.
DOĞUM ORANI sanayileşmiş ülkelerde kadın başına yaklaşık 2,1 çocuktur. DOĞUM KONTROL
hapları birçok bölgede doğumların büyük çapta azalmasına yol açıyor.
idealdir. Spermler cinsel boşalmaya kadar epididim denen uzun bir boruda olgunlaşır. Boşalmayla
birlikte penis içindeki vas deferens kanalından ve idrar yolundan geçerek dışarıya çıkar. Cinsel birleşme
sırasında sperm hücreleri vajinanın içine girer.
Kadın üreme organları bir çift yumurtalık, fallop tüpleri, rahim, vajina, klitoris ve vajinayı koruyan iki
deri katmanı biçimindeki dudaklardır. Kişi doğmadan önce yumurtalıklarda yaklaşık
400.000 yumurta oluşur. Ergenlik çağına varılmasıyla birlikte, bu yumurtalar periyodik olarak olgunlaşır.
Her yumurtayı saran birkaç foli-kül hücresi katmanı, hücre olgunlaşırken beslenmesini sağlar. Kadının
aylık âdet döngüsü sırasında birçok folikül ortaya çıkar; ama genellikle sadece biri tam büyüklüğe ulaşır
ve yumurtlama denen süreçle yumurtadan fallop tüpüne salınır.
Yumurta hücresi rahme doğru yol alırken, geri kalan folikülün oluşturduğu sarı cisim östrojen ve
progesteron hormonlarını salgılar.
Yumurta hücresi rahim yolunda döllenmezse, sarı cisim ve rahim duvarını örten kalınlaşmış katman
parçalanır ve âdet sırasında vücuttan atılır. Spermin fallop tüpüne girerek yumurtayı döllemesi halinde
gebelik ortaya çıkar.
Hormonlar
Bezler tarafından üretilen ve salgılanan hormonlar vücuttaki hemen her süreçte yer alır. Kanın, etki
alanlarına ulaştırdığı bu ulak maddeler hücre yüzeylerindeki almaçlara bağlanır ve biyokimyasal
tepkimelere yol açar. Hormon üreten organlar arasında pineal bez, pankreas, tiroit, adrenal korteksi,
yumurtalık ve erbezi hücreleri sayılabilir. Hormonlar başka işlevlerinin yanısıra metabolizmayı,
büyümeyi, üremeyi ve davranışları etkiler. Testosteron ve östrojen gibi cinsel hormonlar hem kadınlarda,
hem de erkeklerde farklı miktarda bulunur. Bunlar birincil ve ikincil cinsel özelliklerin gelişimine ve
işleyişine etki eder.
126 İNSANLAR
ırmoAm
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ
İnsan vücudu çevreden gelen zararlı bakteriler ve virüslerle sürekli karşılaşır. Ama karmaşık bağışıklık
sistemi bunları tanıyınca hemen devreye girer.
DÜNYA GENELİNDE HIV pozitif insanların %60'ı Sahra altı Afrika’da yaşıyor.
DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ (WH0) tahminlerine göre 2005'te 3,1 milyon dolayında kişi AIDS
yüzünden öldü.
AIDS
sağda: AIDS'e yol açan virüs solda: AIDS hastası bir kadın.
VİRÜS kan, sperm, vajina salgıları ve anne sütü gibi vücut sıvılarıyla bulaşır.
Hâlâ etkili bir çözümün bulunmaması ve tedavilerin sadece belirtilerin ortaya çıkışını geciktirmesi
nedeniyle, korunmalı seks gibi bulaşmayı önleyici yöntemler hastalığı kapmaya karşı en iyi savunmayı
sağlıyor.
Bağışıklık sistem işbaşında: Bir makrofaj saldırgan bir bakteriyi bertaraf ediyor.
Bağışıklık sistemi hasarlı hücreleri ve vücuda giren yabancı maddeleri tanıyarak, çeşitli özgül ve genel
savunma stratejilerine başvurarak onlarla mücadele eder. Genel stratejiler doğuştan ya da pasif olarak
vardır ve enfeksiyona yol açan mikroorganizmalara karşı ilk savunma hattını oluşturur. Sözgelimi,
sindirim, solunum ve üreme yollarını örten mukoza zarları ve deri, çoğu bakteri, virüs ve parazitin vücuda
girmesini önler.
Saldırgan mikroplar yüzeydeki ölü deri hücrelerini ve yağ bezlerince salgılanan yağlan aşmakta güçlük
çeker. Mukus, gözyaşı ve tükürük potansiyel olarak zararlı
birçok organizmayı alıp götürür. Vücuttaki mukoza zarlarından çoğunun salgılarında da enzimler ya da
Vücudun daha özgül savunma mekanizmaları edinilmiş ya da aktif bağışıklık sistemini oluşturur. Bu
sistem saldırgan yabancı hücrelerin yüzeyindeki özgül belirteçleri, yani antijenleri tanıyarak ve
hedefe dönük bir tepki verecek antikorlar yaratarak bağışıklık yanıtını tetikler. Vücuda sızmayı başaran
organizmalar makfrojlar gibi akyuvarların saldırısına uğrar ve böylece yok edilir. Saldırgan mikroplara
tepki olarak ortaya çıkan iltihaplanma, makofaj üretimini ve salgısını artırır.
Birincil Enfeksiyon
Bulaşıcı bir organizmanın vücuda ilk kez girişine birincil enfeksiyon denir. Bu durumda, öncelikle
bir bağışıklık hücresi bu patojeni yakalayarak parçalara ayırır. Parçaların bağışıklık hücresinin yüzeyine
sunulması, özgül savunma hücrelerinin üretimini uyarır. Bunlardan bazıları saldırganları fagositoz
yoluyla yok etmeye ya da süperoksitler salgılayarak öldürmeye yönelir. Bağışıklık sistemi saldırgan bir
patojeni önce salgılanan kimyasal maddeler, veya yüzeydeki protein belirteçleri (antijenleri) sayesinde
tanır. Diğer bağışıklık hücrelerinin üretmeye başladığı antikorlar bu saldırganlara yapışır. Birincil
enfeksiyonun ardından, antikorlar ve bellek hücreleri geride kalır; böylece bağışıklık sistemi
aynı organizmanın yol açtığı yeni bir enfeksiyona daha çabuk ve daha etkili tepki verir.
Koruyucu Aşı
insanlar enfeksiyon hastalıklarından aşıyla korunur. Aktif bağışıklık kazandırmak için hastalık
etkeninin ufak bir dozu zayıflatılmış ya da ölü hücreler biçiminde vücuda verilir. Böylece, örneğin grip
aşısında olduğu gibi, vücut patojenle mücadele edecek antikorlar üretir. Pasif bağışıklık kazandırmak için
ise belirli bir organizmaya karşı özgül antikorlar içeren bir serum verilir.
ÖZEL BİLGİLER
HER HÜCRENİN tanıdıkya da yabancı olduğunu gösteren ayırt edici bir kimyasal yapısı ya da protein
etiketi vardır.
ORGAN NAKİLLERİ: Bağışlanan bir organın hücreleri enfeksiyon etkeni olarak tanındığı için, hastanın
bağışıklık tepkisinin baskılanması gerekir.
8ağdokular ve destekdokular (saat yönünde): Yağdoku, kan, kıkırdak, sıkı bağdoku, gevşek bağdoku, ke-
mikdoku.
İnsan vücudunda biraraya gelerek dokulara ve organlara dönüşen özelleşmiş hücreler vardır. Hücreler
sürekli yenilenir; ama bu süreç yaşlanmayla birlikte yavaşlar.
İnsan vücudunun bütün bileşenleri çeşitli doku tipleri olarak tanımlanabilir. Dokular liflerin ya da bir
dış hücre katmanının bir . arada tuttuğu,
birleşik bir yapıya ve işleve sahip hücre gruplarıdır. Vücuttaki 50 milyarı aşkın hücre 200 kadar tipe
ayrılır. Organlar dört temel hücre ve dokudan oluşur: Epitel, bağ, sinir ve kas.
Epitel Dokusu
Epitel dokusu bulaşıcı organizmaların önünü keser, vücudu yaralanmalara karşı korur ve vücutta sıvı
kaybını önler. Bu doku tipine giren hücreler katmanlar halindedir ve birbirine yakındır. Vücut
yüzeyini, organları ve iç boşlukların cidarını kaplar. Akciğerleri ve bağırsakları kaplayan epitel hücreleri
tek bir katman oluşturur. Burnun içinde ise burun tüyleriyle birlikte çok sayıda katman bulunur. Derideki
epitel dokuları hızla yenilenebilir.
Bağdoku
Bağdokunun asıl işlevi diğer dokuları desteklemek ve birbirine bağlamaktır. Bağdoku sıvı (kan),jö-lemsi
(kiriş) ve sert (kıkırdak ve kemik) olabilir. Genelde bu dokulara ait hücreler görece ayrık ve başka bir
malzemenin ya da ortamın içinde gömülü olur. Gevşek bağ-dokular insandaki en yaygın bağ-dokulardır.
Deri ile organları birbirine bağlar ve yerinde tutarlar. Çeşitli tipte lifler son derece esnek ve yırtılmalara
dirençli olmalarını sağlar.
Sıkı bağdokular kasları kemiklere tutturan bağlarda ve kirişlerde bulunur. Kıkırdak ve kemik vücudu
destekleyen özel bağ-dokulardır. Kemik dokusu (s. 120) kalsiyum fosfat gibi minerallerle sertleşir, ama
kırılgan hale gelmez.
Sinir Dokusu
Omurga, beyin ve sinirlerdeki sinir dokuları ufak elektrik sinyallerini vücudun her tarafına iletirler. Sinir
hücrelerinden ve onları saran nö-rogliyal hücrelerden (s. 123) oluşurlar.
Kas Dokusu
Uzun kas dokusu hücreleri (s. 120) bir sinir iletisinin uyarmasıyla kasılarak hareketi sağlar.
Vücutta yaklaşık 650 kasın bulunması nedeniyle, bu dokular hacim bakımından en yaygın insan
dokusudur. Kaslar üç tipe ayrılabilir: iskelet kasları, düz kaslar ve kalp kasları (s. 120 vd.). Kemiklere
kirişlerle bağlanan iskelet kasları vücudun hareket etmesini sağlar. Düz kaslar sindirim yolunun, iç
organların ve kan damarlarının cidarlarında bulunur. Bunlar, iskelet kaslarına oranla daha yavaş
kasılmakla birlikte, daha uzun süre kasılmış olarak kalır.
Bütün hücreler düzenli olarak bölünür (s. 94) ve yenilenir. Yaşlanmayla birlikte bu süreç yavaşlar,
KADINLAR ÇOĞUNLUKLA meme kanserine, erkekler ise prostat ya da akciğer kanserine yakalanır.
KANSER HASTALARI izleyen beş yılda hastalığın nüksetmemesi halinde “iyileşmiş" sayılır.
BİYOLOJİ
Kanser
KANSER hücrelerin düzensiz bölündüğü ve sağlıklı dokuyu yok ettiği habis bir tümör olarak tanımlanır.
Kanser hücreleri genelde hücre bölünmesini ve büyümesini denetleyen normal mekanizmalardan kopuktur.
Bunun sebebi genetik bir kusur veya virüs, asbest tozu ya da morötesi ışınlar gibi dışsal etkiler olabilir.
Bir doku ya da organ içinde çoğalan anormal hücreler yapının düzgün işlemesini önler. Vücudun başka
kesimlerine ulaşarak metastazlar veya ikincil tümörler oluşturabilir.
ERKEN TEŞHİSLE kanser ne kadar çabuk anlaşılırsa, iyileşme şansı o ölçüde artar. Kanser
tedavisinin amacı anormal biçimde büyüyen hücreleri yok etmektir. Türüne bağlı olarak, kanser ameliyat,
radyasyon, hücre çoğalmasını durdurucu ilaç (kemote-rapi) ve radyoimmünoterapi yöntemlerinin
bir bileşimiyle tedavi edilebilir.
Deri kanserini çoğu kez tetikleyen etken yeterli koruma olmaksızın güneş altında aşırı süre kalmaktır,
yukarıda: Radyoimmünoterapi, tümör hücrelerinin yüksek dozda radyoaktiviteyle hedef alındığı bir kanser
tedavisi türüdür.
: ” Ü
; -w* ■
W,
İNSANLAR
127
l Man***
m t* *
Monografik Kutular
Ten ve Saç Uğruna, s. 139 Doping Analizi, s. 143 Bellekli Maddeler, s. 144
Analitik Kutular
Bohrve Atom Modeli, s. 131 Katalizörler, s. 135
KİLİT BİLGİLER
Maddeden elementlere \ Atomlar maddenin yapıtaşları \ Elementlerin sırası | Kimyasal bağların gücü
PERİYODİK TABLO kimyasal elementleri sıralar ve sütunlardan oluşmuş bir çizelge içinde
düzenlemeyi sağlayan bir sistemdir.
MADDE-KİMYASALLAR DÜNYASI
ilk insanlar değişik maddelerin varlığını ve dönüşüm süreçlerini açıklayabilecek durumda değildi. Bu
yüzden kimyasal olayları tanrıların eseri olarak görmeleri kaçınılmazdı. Antik Yunan filozofları bütün
maddelerin dört unsurdan oluştuğu kanısındaydı: Ateş, su, hava ve toprak. Kimya araştırmacıları
maddenin yapıtaşlarını ancak modern çağda belirleyebildi. Böylece dünyadaki çeşitli malzemeleri bir
sıraya koymayı ve maddeler arasındaki kimyasal değişimleri açıklamayı başarabildi.
MADDEDEN ELEMENTLERE
Bileşikler, karışımlar ve elementler bileşenlerine ayrılma yöntemlerine göre ayırt edilir. Bir element
atomlardan oluşur ve fiziksel ya da kimyasal yollarla ayrıştırılamaz.
I
Damıtma işleminde karışım ısıtılır. Ortaya çıkan buhar yoğunlaştırıp bileşenlerine dönüştürülür.
KİMYA
ayrılır. Bu ayrılma suyun ve etanolun farklı kaynama noktalarına sahip olmasından kaynaklanır.
Damıtma süreci dışında, karışımları bileşenlerine ayırmanın başka yolları da vardır. Süzme işleminde
parçacıkların farklı boyutlarda olmasından, sıvı kromatog-rafisinde ise maddelerin farklı çözünürlüğe
sahip olmasından yararlanırız. Karışımları ve bileşikleri ayırt etmede en iyi kıstas şudur:
Karışımlar fiziksel yoldan ayrılabilirken,
\ '
Pirinç, bir bakır ve çinko karışımıdır; tunç ise bakır ve kalaydan oluşur.
Yağ ve su esaslı sıvıların karışımdan bir sıvı karışımı (emülsiyonu) ortaya çıkar.
Anton Çehov’un 19. yüzyılda söylediği gibi,“dünyada kimyacı için saf olmayan hiçbir şey yoktur.” Bu Rus
yazarın sözlerinde belki daha derin bir anlam olabilir; ama bilim insanının bakış açısından
Çehov yanılıyordu. Kimyacı için karışımlar ile bileşikler arasında büyük bir farklılık vardır.
Karışımları Ayırmak
Şarap bir karışım örneğidir. Isıtıldığı zaman 78°C dolayında kaynamaya başlar. Belli bir süre geçince,
kaynama noktası 100°C’ye çıkar. Etanol gibi saf bir alkol ısıtıldığında ise, sıcaklık 78°C’de sabit kalır.
Etanol saf bir bileşikken, şarap başta etanol ve su olmak üzere bir dizi madde içerir. Şarap buğuları
tüpten geçirilip başka bir kaba aktarıldığında yoğunlaşıp sıvı hale döner. Ortaya çıkan sıvı bu
kaba damlar ve böylece etanol şaraptan bileşikler ayrılamaz.
Karışım Türleri
Dışarıdan bakılınca şarap gibi karışımlar çoğu kez homojen bir görünüm taşır. Başka bir örnek
suda erimiş tuzdan oluşan deniz suyudur. Pirinç ya da tunç gibi alaşımlar, özel maddi özelliklere
sahip metal karışımlarıdır. Tunç üçte bir oranında kalay içeren bakırdır; pirinç ise çinko eklenmiş
bakırdır.
Öte yandan, yağlı ve sirkeli salata sosu gibi sıvı karışımlarda bir tür sıvının damlaları diğer tür
sıvının içinde açık seçik görülebilir.
Bileşikler ve Elementler
Karışımların aksine, bileşikler mekanik yoldan bileşenlerine ayrılamaz; çoğunda başka yöntemlere
başvurmak gerekir. Örneğin, suya elektrik akımı uygulandığında oksijen ve hidrojene ayrılır. Demir,
altın ya da kükürt, oksijen ve hidrojen de kimyasal yoldan daha fazla bölünemez. Bu maddelerin hepsi
birer elementtir.
Karbon, elementlerin nasıl farklı görünümlere bürünebileceğinin bir örneğidir. Karbonun bir biçimi
(elmas) varlıklı kadınların boynunu süslerken, başka bir biçimi (grafit) çocukların yazıyı
ÖZEL BİLGİLER
HER YIL dünya genelinde çıkan teknik yayınlarda 400.000 yeni madde tanımlanmaktadır.
öğrenmesine yarayabilir.
ATOMLAR-MADDEN İN YAPITAŞLARI
Modern kimya yönünde atılan ilk adım atomların varlığının saptanmasıydı. Bugün her elementin özgül bir
atom türünden oluştuğunu biliyoruz artık.
Elektron büyük yarıçaplı yörüngeden küçük yarıçaplı yörüngeye sıçradığında bir foton salınır. Büyük
yarıçaplı yörüngeye geçiş ise elektronun fotonu “yuttuğu", yani soğurduğu anlamına gelir.
Elektronlar atom çekirdeğinin çevresinde birincil kuantum sayısı denen bir n tamsayısının belirlediği
yörüngeyi izleyerek dolanır.
Manchester’da bir fen öğretmeni olan John Dalton, 19. yüzyıl başlarında bütün maddelerin bölünemez
atomlardan oluştuğu yolundaki teoriyi ileri sürdü. Ona göre, bir elementin atomları kütle ve kimyasal yapı
bakımından tıpatıp aynıydı.
BOHR ATOM MODELİ cüretli bir hipoteze dayanır. Klasik fiziğin perspektifiyle, atom çekirdeğinin
çevresinde dolanan elektronların, enerjilerini radyasyon biçiminde salmaları ve zamanla
atom çekirdeğinin içine göçmeleri gerekir. Fizikçi Niels Bohr elektronların kesinlikle böyle bir özellik
sergilemediklerini ortaya koydu. Bu varsayımdan yola çıkarak, kendi atom modelini geliştirdi.
Oluşturduğu modeli kullanarak, enerji seviyesi yükseltgenmiş hidrojen atomlarınca salınan ışığın dalga
boyunu açıklamayı başardı.
Sonraki yıllarda bilimciler atomların tekörnek biçimde maddeyle dolu, yuvarlak ve esnek nesneler
olduğu varsaydı. Ama aynı yüzyılın ikinci yarısında fizikçi J.J. Thomson'ın negatif yüklü parçacıkların,
yani elektronların kendi atomlarından ayrılabileceğini göstermesiyle bu görüş kesin olarak çürütüldü.
Dahası, Henri Becquerel doğal radyoaktiviteyi fiilen gözlemlemeyi başardı. Bu buluşlar sayesinde,
fizikçiler atomun parçalanabileceğini anlamaya başladı.
Boş Uzam
20. yüzyıl başlarında Ernest Rutherford ince bir altın tabakayı bir radyoaktif elementin saçtığı alfa
parçacıklarıyla bombardımana tuttu. Parçacıkların tümü neredeyse hiç sapmadan altını delip geçti;
ama birkaçı sapma gösterdi veya sekti. “Bu inanılmaz bir şeydi; neredeyse bir kâğıt mermi parçasına
atılan 38 kalibreli bir top mermisinin geri tepmesi ve gelip sizi vurması gibi bir durumdu,” diye yazacaktı
Rutherford daha sonraları. Böylece altın tabakasındaki atomların çoğunlukla boş uzamdan oluştuğu, ama
aynı zamanda bu atomların merkezinde dışarıdan gelen parçacıkları saptıra-bilecek bir kütle bulunduğu
sonucuna vardı. Bu saptama onu atom-lann pozitif yüklü bir çekirdekten ve negatif yüklü bir kabuktan
oluştuğu fikrine götürdü. Niels Bohr ve başka araştırmacılar bu fikri daha da geliştirdi. Onlara göre,
atomun kabuğu protonların ve nötronların yer aldığı bir çekirdeğin çevresinde dönen elektronlardan
oluşmaktaydı. Elektronlar aşağı yukarı gezegenler gibi sabit yörüngelerde dolanmaktaydı.
Ne var ki, Bohr'un atom modeli birden çok elektronlu atomların varlığını ve atomların birbirlerine nasıl
bağlandığını açıklamada yetersizdi. Bohr’dan Schrodinger’e ve De Broglie'ye kadar uzanan
fizikçileri uğraştıran bir diğer problem, atomun yapısını açıklarken bazen klasik fizik yasalarından, kimi
zaman da kuantum fiziğinden yararlanılma-sıydı.
Günümüzde atoma ilişkin dalga mekaniği görüşü, bir elektronun konumunu ve momentumunu aynı anda tam
olarak belirlemenin mümkün olmadığını öngörür. Böyle bir perspektifte artık elektron yörüngeleri yoktur.
Bunun yerine elektronların hareketi dalga fonksiyonu denen bir matematiksel fonksiyonla açıklanır ve
belirlenir. Dalga fonksiyonu değeri, elektronun verili bir küçük hacim içinde bulunma olasılığını verir.
Atomun çevresinde bir elektronun bulunabileceği bölgenin kendine özgü bir biçimi vardır; bu bölgeye
“orbital” (yörünge) denir.
Silikon atomunun kaba bir gra-nüllü yapı taşıdığı elektron mikroskobuyla görülebilir.
21. YÜZYIL
ESKİDEN SIRF MANTIĞA dayanan bir kavram, bugün artık doğrudan gözlemle geçerlilik kazanmış
bulunuyor. Yeni aletler ve daha ileri mikroskop çözünürlüğü, atomların somut biçimde görülmesine olanak
veriyor.
ELEMENTLERİN SIRASI
Dünyadaki her kimya sınıfının duvarında periyodik tablo asılıdır. Bu tabloda yer alan 112 element
özelliklerine göre düzenlenmiştir.
41 92.91 42 95.94 ■
ıs Nb i.» Mo
■ = Ametal
■ = Metalsi BU = Metal
H = Gaz
Hg = Sıvı (20°C'de)
Mg = Katı
7 0.7 fr 09 Ra Ac*-Lr* Rf
Db
Çarların Onayı
19. yüzyıl ortalarında çok sayıda yeni element bulundu; böylece elementleri sistematik bir düzene
göre sınıflandırma yönünde önemli bir adım atıldı. Rus Dimitri Mendeleyev ve Alman Lothar Meyer
1869’da, birbirlerinden habersiz olarak peri-
Dimitri Mendeleyev atomların ağırlığı ve kimyasal özellikleri arasında sistematik bir ilişki kurdu.
yodik tabloyu geliştirdiler. Mendeleyev “bir elementin niteliğini atom ağırlığının belirlediğini” ileri
sürdü. Buna uygun olarak, elementleri atom ağırlığına göre artan bir sıraya koydu ve ilgili elementleri
dikey sütunlar halinde üst üste yerleştirdi. Yarattığı tabloda, ileride bulunacak elementler için
alüminyumun ve silikonun altındaki alanları boş bıraktı. Yaklaşık 100 yıl sonra, Mendeleyev’in
öngördüğü özellikleri taşıyan galyum ve germanyumun keşfedilmesi, periyodik tablonun bilim dünyasında
kabul görmesine çok büyük katkıda bulundu.
Periyodik tablo, elementleri kimyasal simgeleriyle gösterir ve atom numaralarına göre sıralar
halinde düzenler. Atom çekirdeğindeki pozitif yüklü parçacıkların, yani protonların sayısına göre her
elemente bir numara verilir. Atomlar elektriksel bakımdan nötr olduğundan, atom numarası aynı zamanda
bir atomdaki elektron sayısına eşittir; negatif yüklü elektronlar çekirdeği saran yörünge (“kabuklar”)
üzerinde yer alır. Hidrojen atomu (element simgesi: H) çekirdeğinde tek bir protonun bulunması nedeniyle
en basit
21. YÜZYIL
YENİ ELEMENTLERİN atomların nükleer füzyonuyla üretilmesi mümkündür; ancak bunlar kısa bir yan
ömre sahiptir.
yapıya sahip. Atom numarasının yükselmesiyle birlikte, atom kütlesi ya da ağırlığı da artar.
Uranyum atomu 92 proton içerir ve doğada bulunan en büyük atomdur.
Elementlerin kimyasal özelliklerini büyük ölçüde atomun en dış kabuğundaki elektronların sayısı belirler.
Benzer özelliklere sahip elementler dikey gruplar halinde düzenlenir. Örneğin, helyum hariç, sekizinci ana
grupta yer alan bütün elementler (soy gazlar) dış kabuklarında sekiz elektron barındırır ve öbür
elemenlerle tepkimeye girmez. Tablonun yatay sıraları periyotlar (l’den 7’ye kadar), dikey sütunları ise
gruplardır (l’den 18’e kadar).
(tablo numarası) ^
Elektronegatiflik — 2,0
Bora
Element adı _ı
Sc 5 Ti 1.6 y 1.6 Cr 15 Mn
Co 18 Ni
5 10.81
2.0 B
Bor
13 2638
1.5 Al
31 69.72
1.6 Ga
6 12.01
2.5 C
14 28.09
î.Mg 16 7.Mg 17
Ru 22 Rh 22 Pd 19 Ag 17 Cd 17 İn
Antimon Tellür
Hg 18 Tl 8 Pb 13 Bi 20 Po 22 At
Bh
158.92 66 162.50
Dy
Ho
Er 12 Tm
Yb
71 174.97
Lu
Atomlar birbirleriyle temasa girdiğinde, elektron kabukları etkileşir ve bir kimyasal bağ oluşur. Bu bağlar
kovalent, iyonik ya da metalik olarak sınıflandırılır.
Elektronegatiflik
Elektronegatiflik (EN), bir moleküldeki atomun girdiği kimyasal bağda ne kadar elektron çektiğini
gösteren bir ölçüdür. Değeri, bağlanan elektrona göre değişebilir. Bununla birlikte, bağlanan elektronların
bir atoma tamamen aktarılıp aktarılmadığını belirleme açısından yararlıdır. Atomların EN farkı 1,8'den
büyük olduğunda iyonik bağ oluşur. Çok küçük EN farklarında
ise kutupsuz kovalent bağ kurulur. En elektronegatif element 4,0 EN değeriyle flüordur.
ÖZEL BİLGİLER
HAFNİYUM KARBÜR 4160°Csıcaklıkta erir; bu bir bileşik için bilinen en yüksek erime noktasıdır.
SOFRA TUZUNUN (NaCI) erime noktası 801°C, suyun erime noktası ise 0°C’dir.
METALLER ARASINDA tungsten element, 3422°C'lik erime noktasıyla ilk sırayı alır.
İyonik Bağ
Elektronların bağlanma dağılımı (birleşme değeri) kovalent bağlarda ve iyonik bağlarda farklıdır.
Belli koşullarda atomlar birbirleriyle bağ kurarlar. Örneğin, iki hidrojen atomu çok ayrı durduğunda,
birbirlerine etkide bulunmazlar. Yakın temasa girmeleriyle birlikte bu durum değişir. Elektrostatik
yasaları uyarınca, bir atomun negatif yüklü elektron kabuğu diğer atomun pozitif yüklü çekirdeğini çeker.
İyonik bağ: Tuzun, pozitif yüklü sodyum ve negatif yüklü klorür atomlarından oluşan kristal bir yapısı
vardır.
Elektron kabukları kaynaşır ve her iki çekirdeğin çevresinde bir negatif yük alanı ortaya çıkar.
Çekme ve İtme
Hiç kuşkusuz bu sürecin sınırları vardır. Çekirdekler birbirlerine daha da yaklaşınca, aralarındaki
itme kuvveti artar. Böylece iki atom çekme ve itme kuvvetlerinin koruduğu bir mesafede kalıp bir molekül
oluşturur.
Farklı atomlar arasında kovalent bağın kurulduğu durumlarda, sözgelimi hidrojen klorürde bağa
katılan elektronlar hidrojen atomuna oranla klor atomuna daha güçlü biçimde çekilir. Kimyasal bağlarla
bir araya gelen böyle basit moleküllere mo-nomer denir. Bir bileşik iki mo- t nomerli olduğunda dimer,
üç monomerli olduğunda ise trimer olarak anılır. Hidrojen klorür molekülünde elektrik yükünün
dağılımı eşit değildir. Hidrojen klorür gibi moleküllerin iki kutbu vardır; dolayısıyla oluşan bağ polar
kovalent olarak tanımlanır.
Kovalent bağlara dayanan moleküller çoğunlukla birkaç atomdan oluşur -karbon atomu
içermedikleri sürece. Kükürt dioksit (S02), amonyak (NH3), ozon (03) ve su (H20) en bilinen
örneklerdir.
kalmaz kendi aralarında da bağlar kurarlar doğrusal ve dallı zincirler, veya halkalar oluştururlar.
EN yukarıdan aşağıya doğru azalırken, soldan sağa doğru yükselir (soy gazlar hariç).
türden milyonlarca karbon atomu bağı bulunur. Bunlar ilaç ve plastik gibi insan yapımı maddelerin
üretiminde büyük önem taşır.
KİMYA
Motorlar benzini egzoz gazlarına dönüştürür; demir zincirler paslanır; rostodaki moleküller fırının ısısıyla
birleşerek yeni maddeler haline gelir; vücuda giren besinlerden yeni bileşikler ortaya çıkar. Kısacası, her
yerde kimyasal süreçler vardır. Sanayide kimyasal tepkimeler denetim altına alınarak büyük ölçekte
madde üretilir.
© Maddeleri farklı bir şeye dönüştürmesi kimyasal tepkimelerin ayırıcı bir özelliğidir.
I
YENİ MADDELER OLUŞUYOR
Kimyasal tepkimelerde yeni maddeler oluşur. Maddenin dönüşümü enerjide artış ya da düşüş ile
sonuçlanır.
KİMYA
Koruyucu gözlük takın, eldiven giyin ve odayı havalandırın. Çinko ve kükürdün bir araya getirildiği
her türlü deney, bu önlemleri gerekli kılar. Kuru bir cam kapta 4 g çinko tozu 2 g kükürtle birlikte
çalkalan-dığında bir karışım elde edilir. Buna akkor bir telle dokunulduğu anda hemen alevler ve beyaz
bir duman
Alüminyum ve demir tozları yandığında kıvılcımlar saçar ve böy-lece sıcaklık ortaya çıkar.
çıkar. Soğuduktan sonra geriye gri-beyaz bir karışım kalır. Bu deneyde, bir kalorimetreyle bile
ölçülebilecek ısı biçiminde enerjinin salındığı bir kimyasal tepkime meydana gelmiştir. Bu tür
tepkimelere ekzo-termik tepkime denir. Endotermik tepkimelerde ise ortamdan enerji
Günlük hayatta oksitlenme süreci: Nemli havadaki oksijen demirle tepkimeye girerek pas oluşturur.
çekilip alınır. Endotermik tepkimenin bir örneği, elektroliz (s. 135) yoluyla tuzdan kostik soda ve
klor elde edilmesidir.
Çinko-kükürt tepkimesinde, kimyasal sürecin tetiklenmesi için karışımı ısıtmak gerekir. Tepkimenin
başında gerek duyulan enerji miktarına aktivasyon enerjisi denir.
Kimyasal Denklemler
Çinko (Zn) ile kükürt (S) arasındaki tepkime bir kimyasal denklemle anlatılabilir:
Zn + S — ZnS
Okun solunda başlangıç maddeleri (“tepkenler"), sağında ise nihai madde (“ürün”) yer alır. Aynı
tepkimede çinko, havadaki oksijenle (02) tepkimeye girerek çinko diok-sit haline gelir:
2 Zn + 02 — Zn02 Denklemdeki 2 katsayısı çinko atomu sayısını belirtir. Üstsimge 2 ise bir oksijen
molekülünün iki oksijen atomundan oluştuğunu ve bir çinko oksit molekülünde iki oksijen atomunun
bulunduğunu göstermek için kullanılır, iki çinko atomunun bir oksijen molekülüyle tepkimeye girdiğini
söylemek yerine, her maddenin miktarı “mor denen birimlerle ifade edilebilir. Bir mol 6xl023 parçacıktan
oluşur. Denklem, iki mol çinko atomunun bir mol oksijen molekülüyle tepkimeye girerek bir mol çinko
oksit molekülü verdiğini söyler. Bir mol miktarındaki maddenin kütlesi, periyodik tablodaki bilgilerle
hesaplanabilir. Bir mol çinkonun kütlesi 65,37 g, bir mol moleküler oksijenin kütlesi 31,999 gramdır.
Elektron Aktarımı
Bir maddenin oksijenle birleştiği tepkimelere oksitlenme denir. Bu terim günümüzde daha geniş bir anlam
kazanmıştır. Tepkimeye giren madeye elektron aktaran her parçacığın oksitlendiği söylenir. Örneğin,
kükürtle tepkimeye giren çinko oksitlenir. Buna karşılık, elektron alan her parçacık için indirgenme terimi
kullanılır. Çinko ile
kükürt arasındaki tepkimede olduğu gibi, elektronlar aktarılır. Bu bir oksitlenme-indirgenme ya da in-
dirgenme-yükseltgenme (redoks) tepkimesidir. Asit-baz tepkimesi bir başka önemli tepkime türüdür.
Üstsimgeler, klorun tek negatif yüklü bir iyon, amonyağın ise pozitif yüklü bir iyon haline geldiğini
belirtir.
Asit-Baz Tepkimeleri
Asitler metalleri eritir ve ekşi bir tada sahiptir, bazlar ise bazlar kayganlık duygusu uyandırırve acı birtat
bırakırlar. Asitler turnusol kâğıdını kırmızıya, bazlar ise maviye boyar. Asitler diğer iyonlara ya da
moleküllere proton (H+) veren maddelerdir. Bazlar proton alan maddelerdir. Bir asit bir bazlar ise
tepkimeye girdiğinde, protonları baz tarafından alınır. Hidroklorik asit (HCI) ile amonyak (NH3)
arasındaki tepkime bunun bir örneğidir:
Kömürün yanması bir kalorimetredeki s uyu ısıtır. Suyun sıcaklığındaki artış, tepkimenin enerji yaydığını
gösterir.
Bir maddeyi elde etmek için öncelikle hangi tepkimelere başvurulacağını bilmek gerekir. Deneme-
yanılma, bir maddeyi sanayi ölçeğinde üretmenin en iyi yöntemini sağlayabilir.
Klor-alkali membran elektrolizi: Tepkime ürünleri bir membran yardımıyla ayrı tutulur.
Yüksek ısılı fırında demir oksidinden çekilen demirle pik elde edilir.
Katalizörler
EN İYİ BİLİNEN katalizör otomobillerde olandır. Zehirli gazların havayla tepkimeye girerek zararsız
hale gelmesini sağlar. Katalizörler kimya sanayisinin birçok alanında kullanılır. Tepkime için gerekli
olmamalarına karşın, sanayi ölçeğindeki birçok işlemin daha çabuk yürümesini sağlarlar. Günlük
hayatta kullandığımız bir sürü ürün katalizörler sayesinde ekonomik bir maliyetle üretilir.
Çoğu durumda tepkimeler kendiliğinden başlamaz; aktivasyon enerjisine ulaşmayı sağlayan enerji
girişinden sonra başlar. Katalizörler gerekli aktivasyon enerjisini azaltır; böylece geçiş halinin enerjisi
hatırı sayılır ölçüde düşer.
KİMYA
Mikro reaktörün birçok mikro kanaldan oluşan bir iç yapısı vardır. Bu bir tepkime sırasında maddelerin
çok randımanlı karışmasını sağlar.
18. yüzyılın sonunda Fransız Bilimler Akademisi sofra tuzundan (sodyum klorür) çamaşır sodası (sodyum
karbonat) elde etmeyi sağlayacak bir yöntemin geliştirilmesi için bir para ödülü koydu. 0 sırada bu soda,
çamaşır yıkamada ve cam üretiminde büyük miktarda kullanılmaktaydı. Birkaç yıl sonra Nico-las
Leblanc'ın geliştirdiği işlem mo-
dern kimya sanayisinin başlangıcı oldu. Çamaşır sodası fabrikalarının üretimi olağanüstü arttı ve
çamaşır sodasının maliyeti, birkaç yıl içinde Leblanc'ın işleminden önceki maliyetin dokuzda birine indi.
Leblanc işleminin geride bıraktığı atık ürünler insan sağlığına ve çevreye zararlıydı. Dolayısıyla
yerine başka bir yöntem bulundu. Günümüzde verimliliğin yanısıra çevre kaygıları da kimyasal maddeler
için yeni üretim yöntemleri geliştirilmesinin ardındaki önemli bir sebeptir. Çamaşır sodası ilk başta
kostik soda (sodyum hidroksit) üretiminde de kullanılıyordu. Bugün dünya genelinde devasa miktarda
kullanılan bu maddenin yıllık tüketimi 60 milyon ton dolayındadır.
Kostik soda sodyum klorüre elektroliz işlemi uygulanarak üretilir. Bu yöntemle sodyum klorür suda
çözülerek, negatif yüklü klorür iyonları ve pozitif yüklü sodyum iyonları haline gelir. Sudaki klorür
iyonları, pozitif yüklü ve doğru akım kaynağına bağlı bir grafit çubuğuna yönelir. Klorür iyonlarının
elektronlarını “anot” denen pozitif yüklü çubuğa aktarmasıyla klor oluşur. Elektrik kaynağı bu elektronları
anottan “katot” denen negatif yüklü bir çelik levhaya pompalar. Elektronların (e) su moleküllerine (H20)
aktarılmasıyla, şu denkleme göre hidrojen (H2) ve hidroksit iyonları (OH') oluşur:
2 H20+2 e — 2 0H+H2 Kostik soda (sudaki sodyum hidroksit) hidroksit ve sodyum iyonlarından
elde edilir, istenmeyen yan tepkimelerden kaçınmak için hidrojen ve kostik sodanın katot ürünlerini
klorürün anot ürününden ayrı tutma gereği teknik bir güçlük yaratır. Klor-alkali elektroliz denen bu işlem
aradan geçen yıllarda daha da geliştirilmiştir.
Bir kimyasal tepkimenin keşfi ve teknik uygulanışı arasındaki zorlu yolun bir başka örneği demir ve
çeliktir. Demir 14. yüzyıldan beri yüksek fırınlarda demirden elde edilirdi.
Makine ve sanayi çağında demirin önemli bir malzeme haline gelişi, ancak 18. yüzyılda, oksijeni
demir cevherlerine bağlamak için kok kömürünün kullanılmasıyla başladı. Demirdeki karbon içeriğini
olabildiğince ekonomik biçimde denetim altına almak amacıyla, yeni çelik imalat yöntemleri bugün
bile geliştiriliyor.
En basit tepkimeleri bile uygulamadaki teknik güçlük, gübre ve patlayıcı için türevlerine gerek duyulan
amonyumun üretiminde görülür. Azot ve hidrojenden amonyum sentezi (N2 + 3H2 - 2NH3)
önceleri başarısızlığa uğradı. Zaman alıcı birçok girişimin ardından, Fritz Haber 20. yüzyıl başlarında
tepkimenin dış basınç altında uygulanmasıyla amonyum miktarının artırılabileceğini gösterdi. Ancak bu
büyük buluş tepkime hızını artırmak üzere özel bir katalizörün kullanılmasını gerektirdi.
21. YÜZYIL
MİKRO REAKTÖRLERDEKİ tepkimeler büyük çalkalama teknelerindeki tepkimelere oranla daha iyi bir
ürün verir. Ayrıca işlem daha sağlam yürütülür; çünkü tepkimeler hedefe dönük bir şekilde denetlenebilir.
Kimyasal maddeler üretme hızının da daha yüksek olması, mikro reaktörlerin sanayide gittikçe daha
fazla kullanılacağı anlamına geliyor.
Kimya ve beslenme | Plastikler her yerde \ Bilgisayarlar ve modern yaşam için yarı-iletkenler | İlaçlar ve
kozmetik ürünleri
KİLİT BİLGİLER
YAPAY GÜBRELER ve tarım ilaçlan ürün rekoltesini birkaç kat artırabilir. PLASTİKLERİN AVANTAJI
dayanıklı olmaları ve kolayca kalıba dökülmeleridir.
Günlük hayatta hemen herkes kimya ve ilaç sanayisi ürünlerinden yararlanır. Geniş bir yelpazeye yayılmış
olan gıda maddeleri, hastalıkların etkili biçimde tedavisi ve önlenmesi, hesaplı konut ve mobilya, giyim
eşyası, ulaşım ve modern enformasyon teknolojisi gibi birçok şeyi onlara borçluyuz.
KİMYA VE BESLENME
Yapay gübreler ve tarım ilaçları olmasaydı, zirai üretimde eşit dağıtım sağlansa bile, ihtiyaçlarımızı
karşılamaya yetecek miktarda gıda ürünü yetiştirilemezdi. Mamul koruyucu maddeler gıda israfını önler.
i Günümüzde uçaklardan ürünlere püskürtme yoluyla, geniş alanlar çok verimli biçimde gübreleniyor.
Nitrat
Nitrat gübrelerin vazgeçilmez bir bileşenidir. Ne var ki, yağmurla birlikte arta kalan nitrat kolayca yeraltı
sularına karışır. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, içme suyu en fazla 50 ppm nitrat içermelidir. Yüksek
yoğunlukta nitrat içeren kuyu suyundan hazırlanmış mamalarbebek ölümlerine neden olmuştur. Başka bir
sorun göller ve nehirlere boşalan nitratın biyolojik dengeyi bozmasıdır. Bu durumda aşırı biçimde alg
yetişmeye başlarken, diğer su canlıları yok olup gider.
Günümüzde bir çiftçi yapay gübrelerin üstünlük kazanmaya başladığı 1850’deki bir çiftçiye oranla
dönüm başına beş misli buğday ya da mısır hasat ediyor. Alman kimyacı Justus von Liebig bitkilerin besin
elde ettiği toprağın, sonra ki hasatta aynı düzeyde bitki yetiştirmeye elverme-di-ğini saptadı. Zirai
üretimin azalmasını önlemek için bu besinlerin, özellikle de azot, fosfor ve potasyumun toprağa geri
kazandırılması şarttı. Gübreler işte bunu sağlıyor.
Günümüzde kimyasal yoldan elde edilen gübrelerin bileşimi özgül beslenme gereklerine göre her
bitki türü için ayrı tasarlanıyor. Gübreler kalsiyum, magnezyum, kükürt ve bazen de bitki beslenmesinde
rol oynayan eser elementler içeriyor.
Zararlılarla Mücadele
sağlayan sadece gübreler değildir. Ürünlere zarar veren organizmalarla mücadele etmeye yönelik
kimyasal bileşikler, 19. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlandı. Örneğin, çiftçiler ürünlerini tehdit
eden mantar hastalıklarına karşı Borde-aux karışımına (bir bakır sülfat çözeltisi içindeki yanık
kireç) başvurdu.
'KvpmJ
mıyııreîTaM
Koruyucu maddeler birçok gıda ürününe uzun bir raf ömrü kazandırır.
Klorlanmış hidrokarbonların ve organik fosfor bileşiklerinin böcekleri etkili biçimde yok edebileceği
1940'larda anlaşıldı. Bu arada tarım uzmanları ürünlerin ışık, su ve besin kaynaklarına ortak olan otların
yetişmesini önlemek için de öldürücü ilaçlar kullanmaya yöneldi.
Günümüzde sürekli, daha etkili sonuç almaya yönelik yeni tarım ilaçları geliştiriliyor. Bunu gerekli kılan
sebeplerden biri, mantarların ve böceklerin eski ilaçlara karşı direnç geliştirmeye ya da
duyarsızlaşmaya başlamasıdır. Bir çiftçi 50 yıl önce bazen dönüm başına 2 kilo tarım ilacı kullanmak
zorunda kalırdı. Modern ilaçların kullanıldığı günümüzde zararlılarla aynı ölçüde mücadele etmek için 40
gramdan az bir miktar yeterlidir.
Eski çağlarda kıtlıkların yaygın olmasının sebeplerinden biri gıdaların çabuk bozulmasıydı. Koruyucu
katkı maddeleri böcekleri kovar ve mantar gelişimini önler. Gıdaları daha uzun süre korumak amacıyla,
patojenlerin çoğalmasının önüne geçen sorbik asit, nitrit, C ve E vitamini gibi maddeler kullanılır. Gıda
koruyucularının yol açabileceği olumsuz etkiler günümüzde tartışma konusudur.
yukarıda: Aşın gübreli sularda bolca alg yetişir; temiz içme suyu bebeklerin sağlığı için önemlidir.
ÖZEL BİLGİLER
"İŞLEVSEL GIDA” besleyici içeriğinin yansıra sağlığa yararlı olan taze ya da işlenmiş gıda anlamına
gelir.
ÖRNEK OLARAK canlı organizma kültürleri içeren yoğurt ve omega-3 yağ asitleri katılmış ekmek
verilebilir.
UZMANLAR işlevsel gıdaya dönük dünya pazarının 80 milyar dolar dolayında olduğunu tahmin ediyor.
Döşemeli mobilyalar, lake ve boyalar, DVD’ler, ev aletlerinin gövdeleri ve arabalardaki hava yastıkları
plastiklerden yapılır. Bu liste sonsuza kadar uzatılabilir; çünkü plastik ucuzdur ve kolay işlenir.
Üretim sürecini gördüğünüz poliüretan deri rüzgâr ve su geçirmez, ayrıca terin buharlaşmasına olanak
verir.
Isıyla şekillenen plastiklerde ise molekül zincirleri çapraz bağlantılıdır ve ısınma sırasında gelişigüzel
kopar. Bunun bir sonucu olarak plastik ayrışır.
Plastikler çoğu kez, çevreciler tarafından dünyayı atıklarla doldurmanın ve kirletmenin bir simgesi
sayıldı. Bu görüşün yaygınlığına karşın, Fransız filozof Roland Barthes'ın “Plastikler gündelik kullanıma
yatkın ilk sihirli malzemelerdir.” sözleri gibi bazı övücü yaklaşımlar da vardır. Bu malzemenin ekonomik
önemi aslında olağanüstüdür. Plastiklere yakıştırılan olumsuz niteliklerden biri genellikle biyolojik
bozunuma uğramamalarıdır. Bu nedenle geri dönüştürülebilir plastik ürünlerin kullanımı, çevreyi
korumanın olmazsa olmazlarındandır.
GÜNLÜK HAYATTA karşılaştığımız plastiklerin çoğu ısındığında erir. Bunun sebebi ipliğe benzer
molekül zincirlerinin, sözgelimi kauçukta olduğu gibi, başka kimyasal bileşiklerle birbirlerine bağlanmış
olmamalarıdır. Ter-moplastiklerdeki moleküller sadece zayıf moleküler kuvvetlerle bir arada
tutulduklarından, yüksek sıcaklıklarda kayarak birbirlerinin yanından geçerler.
Bileşim
Plastikler birbirine bağlanarak tek bir büyük molekül haline gelen binlerce küçük atom grubunun yer
aldığı makro moleküllerden oluşur. Bu nedenle plastiklere Yunanca po/y (“çok”) ve mero (“parça”)
sözcüklerinden türetilmiş bir adla poli-mer denir. Termoplastikler ısıtılınca yumuşar ve kolayca kalıba
dökülür.
Polietilen, bir termoplastik türü olup aynı zamanda dünyada en çok üretilen plastiktir. Diğer
termoplastikler arasında poliamitlerve poli-karbonatlar sayılabilir.
Isıyla şekillenen plastikler artan sıcaklıkta yumuşamaz; bunun yerine renk değiştirir ya da genellikle ayrı
şır. Bu tür plastiklere en önemli örnek, lake yapımında kullanılan sentetik reçinelerdir. Elastomerler, oda
sıcaklığında basınç ya da gerilim altında deforme olabilen, ama daha sonra eski biçimine dönen polimer-
lerdir. Tipik elastomer örnekleri köpük malzemeleri ve polyesterlerdir.
Plastikler yararlı özelliklerinden dolayı birçok alanda ahşap ya da metal gibi geleneksel malzemelerin
yerini almıştır. Başta gelen üstünlükleri, hava koşullarının ve kimyasalların yol açtığı hasara dirençli ve
hafif olmalarıdır. Plastikler ayrıca sesi emer, elektrik ve ısıya karşı yalıtım sağlar, sergiledikleri başka
bir üstünlük, plastiklerin her alana girişine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Esas olarak,
enjeksiyon kalıplama yoluyla ucuz biçimde her türlü biçime sokulabilirler. Bu yöntemde termoplastik
maddenin grandileri eritilir ve basınç altında bir kalıbın içindeki boşluklara enjekte edilir. Kalıp nihai
ürünün biçimini ve yüzeyini belirler.
Geri-Dönüşüm
Plastiklerin sıklıkla kısa ömürlü ürünlerde kullanılması bir atık sorunu yaratır. Kimyasal
kararlılığın getirdiği avantaj bir dezavantaja dönüşür. Plastikler çöp yığınlarında yavaş ayrışır ve sağa
sola saçılır. Bu nedenle plastiklerin geri-dönüşümü özellikle önemlidir.
Polikarbonat
Bugün CD’ler, CD-ROM’lar ve DVD’ler akla sığmayacak kadar çok kullanılıyor. Sadece
2001’de üretilen 35 milyar disket üst üste konursa, yaklaşık 30.000 km yüksekliğinde bir kule ortaya
çıkar. Bu disketlerin hepsi esas olarak poli-karbonattan yapılır.
Polikarbonat kökenli termoplastik-lerin yaygın kullanımı, saydam, yapı olarak sağlam, mekanik darbelere
dayanıklı ve ışığa dirençli olma özelliklerinden kaynaklanır. Termoplastikten yapılan sayısız şeyler
arasında stat ve kışlık bahçe çatıları, koruyucu camlar ve gözlükler, farlar, sinyal ve kontrol
ışığı kapakları sayılabilir.
Geri-dönüşüm sürecinde plastikler toplanır, ayıklanır, kesilir, eritilir ve yeniden kalıba dökülür.
21. YÜZYIL
PPV FOLYOLARI gelişkin plastikten yapılmış malzemeler olarak, yeni ve esnek bir ışık kaynağı işlevini
görebilir.
ELEKTRONİK KÂĞIT plastik folyolardan yapılmış, gelecekte mürekkep ve kâğıdın yerini alması
beklenen ince ve esnek bir ekrandır.
KİMYA
OZEL BİLGİLER
Belli malzemelerin iletkenliğinin sıcaklığa bağlı olduğu 19. yüzyılda saptandı. Yarı-iletken özelliğe sahip malzemeler modern enformasyonun temelini
oluşturur.
Bilgisayarlar, cep telefonları, dijital kameralar, uzay yolculuğu, bilgisayarlı tomografi gibi tıbbi
teknolojiler ve yapay kalp pilleri, günümüzde yarı-iletkenlerden yapılan parçalar olmaksızın düşünülemez
bile. Bu
Bunların başında galyum arsenit gibi lll-V yarıiletkenler gelir. Bunlar periyodik tablonun
I
Bu küçük
Silikon yongaları (ön planda) elektronik parçalara dönük yarı-iletkenlerdir ve mikroçip üretiminde
kullanılır.
malzemeler 20°C’de elektriği yalıtkanlara oranla daha fazla, ama metallere oranla daha az iletir. Yarı-
iletkenlerin iletkenlik düzeyi sıkı sıkıya sıcaklığa bağlıdır ve genellikle ısıyla birlikte artar.
“Yarı-iletken”den söz edilince, insanların aklına genelde silikon gelir. Gerçekten de silikon teknolojik
bakımdan en önemli malzemedir; ama bilinen 600’ü aşkın inorganik yarı-iletken daha vardır.
Yarı-iletkenler çoğunlukla kusursuza yakın kristaller biçiminde kullanılır. Bunlar, bir yarı-iletken
malzeme çubuğunu parça parça eritme yoluyla üretilir. Yavaş soğuma sayesinde atomlar tekörnek bir atom
yapısı içinde düzenlenir ve yarı-iletken kristalleşir. Bu “alandan alana” eritmenin bir çeşidine silikonu
temizlemede başvurulur. Çok ince bir kristal katmanı elde etmek amacıyla, gazlı yarı-iletken bileşikler
soğuk bir taşıyıcı yüzeyde yoğunlaştırılır. Kristalin atom konumlarını düzenlemek için
kullanılan yöntemler günümüzde gittikçe önem kazanmıştır.
iletkenliğini değiştirebilme olanağından gelir. Bunun için yarı-iletke-nin kristalli yapısına verici atomlar
katılır.
Bu “katkı" bir iyon demetini yarı-iletkene ışınlayarak sağlanır, iyonların yarı-iletken yüzeyine çarpması
sırasındaki enerji ne kadar yüksek olursa, o ölçüde daha derine girerler.
Entegre devrelerin ve mikroçiplerln yapımında, yarı-iletkenlere katkı işleminin yanısıra ufak yapıların
da verilmesi gerekir. Yarı-iletken katmanlar ışığa dirençli maddeyle kap-
MİKROÇİPLER 30 litre havada azami tek bir toz zerresinin bulunduğu odalarda üretilir. Bir karşılaştırma
yapmak gerekirde, kent havasının 30 litresinde 15 milyon zerre bulunur.
PERSONEL temiz odalarda özel elbiseler giyer; aksi halde havaya saniyede 5O.OOO'den fazla küçük
zerre salınır.
malı ve temiz odalarda yapılır. Havadaki zerre yoğunluğu olabildiğince düşük tutulur. Minicik devresine
bir toz zerresi giren bir mikroçip düzgün çalışmaz.
Yarı-iletkenler sadece mikro teknolojide ve enformasyon teknolojisinde değil, ama ışık enerjisini ve
elektrik enerjisini birbirine dönüştürmede de önemli bir rol oynar. Güneş pilleri ışığı elektriğe, ışık saçan
diyotlar elektriği ışığa çevirir. Birçok cep hesap makinesinde
Yarı-İletkenin İşleyişi
KATI MADDELERİN elektronik bant yapısı yarı-iletkenlerin özelliklerini açıklar. Tıpkı serbest
atomlardaki elektronların enerji düzeyleri gibi, katı maddelerdeki elektronların da enerji bantları vardır.
Farklı enerji bantları arasında bant boşlukları bulunur. Bir yarı-iletkende elektronların yer aldığı
en yüksek enerji düzeyine değerlik bandı, boş olan en düşük enerji düzeyine ise iletim bandı denir.
Yalıtkanlarda elektronlar bant boşluğuyla başa çıkamazlar. Bir an bunu başarsalar bile, atom
çekirdeklerinin olağanüstü çekimiyle hemen geri kapılırlar. Elektrik akımının akıcı olmaması
bundan kaynaklanır.
□E
xxxxxxxxxx
Yalıtkanlara oranla yarı-iletkenlerde daha küçük bir bant boşluğu vardır. Elektronlar oda sıcaklığında
birleşme bandından iletim bandına getirilebilir.
! QE
xxxxxxxxxx
Katkılı bir yarı-ilet-kende elektronlar ek bir dar bant oluşturur. İletim bandına kolayca ulaşarak
iletkenliğe katkıda bulunur.
xxxxxxxxxx
Yarı-iletken geniş bir aralıkta iletkenliği denetle-nebilen bir katı maddedir. Teknolojik bakımdan önemli
olması, katışık maddeler ekleyerek
lanır. Ardından yapılar için gerekli model (“maske”) morötesi radyasyona ya da elektron demetine tutma
yoluyla yarı-iletkene aktarılır. Bir kimyasal banyoyla kaplamanın seçilen kısımları ayrılır.
Cilanın çözüldüğü yerlerde, yarı-iletken katmanı aşındırmak için asitler kullanılabilir. Bu işlemler
havalandır-
enerji için güneş pilleri, birçok elektronik alette de sayısal göstergeler için ışık saçan diyotlar kullanılır.
Aspirindeki salisilik asit sanayi alanında 100 yılı aşkın bir süredir üretilmektedir.
Yeni bulunan ilaçlar birçok hastalığı önlemede ve tedavi etmede belirleyici bir rol oynar. İlaçlardaki
etken maddelerin yüzde 80'inden fazlası kimyasal yoldan elde edilir.
İLAÇLARDA olduğu gibi, güneşten koruyucu krem gibi kozmetik ürünlerinde ve vitaminlerde de etken
maddeler vardır. Ama bir kozmetiğin en önemli bileşeni etken madde değil, bazdır. Bu baz şampuanlarda
ve duş jölelerinde suya, arıtıcı ve suyun yüzey gerilimini azaltıcı maddelere dayanır. Kremlerde ve
losyonlarda ise suya, yağlara, ağdalara ve çözücülere dayanır. Yağlı su kremleri suda dağılmış küçük yağ
damlacıklarından oluşur; sulu yağ kremlerine göre daha kolay kullanılır ve daha rahattır.
yukarıda: Derinin koruyucu maddelerle desteklenebilen asitli bir dış örtüsü vardır.
KORUYUCU İLAÇLAR ve kozmetik ürünleri bir bazdan ve bir etken maddeden yapılır.
KOZMETİK ÜRÜNLERİ güzellik vaat eder; ama gerçekte etkileri geçicidir ve tehlikelerin de gözardı
edilmemesi gerekir.
Şampuan köpüğü çamaşır deterjanlarıyla ortaya çıkar. Sabun moleküllerinin suyun yüzey gerili mini
azaltması, su kabarcıklarının oluşmasını ve uzun süre kalmasını sağlar.
KREMLER derinin koruyucu dış katmanının durumunu ve işlevini etkiler. Reklamlarda belirtilen yararları
sınırlıdır. Kozmetik ürünleri yasal kısıtlamalara tabidir ve deri yoluyla vücuda girip kan akışına
karışabilen hiçbir madde içermemeleri gerekir.
ilaçlar ömür boyu sağlıklı kalmayı güvence altına almaz, ama onlara yine de çok şey borçluyuz.
Çocuk felci, bulunan aşılar sayesinde dünyanın çoğu yerinde ortadan kalkmıştır. HIV taşıyıcıları çeşitli
ilaçlar kullanarak, AIDS’in başlamasını önemli ölçüde geciktirebilir, ilaçlar mide-bağırsak ülserlerini bir
hafta içinde iyileştirdiğinden, cerrahi müdahaleye artık gerek kalmamıştır. Statinler, kalp-damar hastalığı
olan ya da bu riski taşıyan kişilerin kolesterol düzeyini düşüren bir ilaç sınıfıdır. Liste daha da
uzatılabilir. Örneğin, ilaç şirketleri, kanserleri ileri aşamalarda bile ilaçlarla ya da
Geliştirilen aşılara rağmen, yoksul bölgelerde insanlar hâlâ çiçek hastalığından ölüyor.
ÖZEL BİLGİLER
YENİ BİR İLACI geliştirmek ortalama 12 yıl alır ve yaklaşık 800 milyon dolara mal olur.
başka yöntemlerle tedavi etmenin tamamen akla yakın olduğunu ileri sürüyor.
Her ilacın en önemli bileşeni etken maddesidir. Etken madde örneklerinden biri doğal kökenli olan ya
da genetik yoldan edilen bitki özütüdür. Ancak birçok etken madde kimyasal yollarla üretilir ve bu
durumun gelecekte de süreceği söylenebilir.
Hastalıklara çoğunlukla, dışarıdan vücuda giren virüsler ya da vücut moleküllerinin yanlış etkileşimi yol
açar. Dolayısıyla araştırmacılar yeni bir ilaç geliştirirken, önce bir hedef bulmaya çalışır. Bu sözgelimi
hastalıkla bağlantılı bir vücut ya da virüs molekülü olabilir. Etken maddenin doğrudan hedefe yö- —m
neltilmesinden sonra, Sİ
hangi moleküllerin buna bağlanabileceğine ilişkin ipuçları toplanır. Genellikle bir sürü olasılık ortaya
çıkar. Araştırmacılar otomasyon yardımıyla yüz binlerce farklı molekülü test eder ya da hedef molekülle
temasa giren biyolojik moleküllere bakar. Ardından bunların biçimini ve işlevini kopya etmeye çalışırlar.
Son olarak, bilgisayarlarda hedefte moleküllerin bir araya getirildiği si-mülasyonlar oluşturulur.
Eğer uygun moleküller bulunursa, başka konular araştırılır: Bu moleküller yağda yeterli ölçüde çözünüyor
mu? Olası etken maddeler sadece hedefe mi, yoksa benzer biyolojik moleküllere de mi bağlanıyor? Böyle
bir durumda maddenin istenmeyen yan etkiler doğurması yüksek bir olasılıktır.
Kapsamlı Testler
Etken madde açısından umut verici adaylar, önce hücre kültürleri ve hayvanlar üzerinde test edilir. Bu
testlerde ilaç araştırmacıları, maddelerin organizmalarda nasıl bir değişim geçirdiğini, ' . ayrıca
çözüldükten sonra ortaya çıkan ürünlerin vücutta nasıl bir dağılım gösterdiğini analiz eder. Ayrıca,
21. YÜZYIL
DİYABETLİ KİŞİLERDE kan şekeri düzeyini denetim altında tutmak için enjeksiyonu gerektirmeyen daha
etkili ilaçlar yakında piyasaya sürülecek. Multipl sklerozu iyileştiren ilaçlar da mevcut olacak.
KORUYUCU HEKİMLİĞE daha büyük ağırlık verilecek. Örneğin, rahim kanserine ve zonaya karşı aşılar
muhtemelen kısa sürede geliştirilecek.
maddenin ne kadar zehirli olduğu ve organizmanın genetik yapısına zarar verip vermediği saptanır. Bütün
etken maddelerin yaklaşık dörtte üçü bu denemeler sonucunda kapsam dışı bırakılır. Geri kalan
maddelerle
insanlar üzerinde klinik denemelere başlanır; bu süreçte önce ilacın güvenilirliği ve ardından etkinlik
düzeyi belirlenir.
KİMYA
KİLİT BİLGİLER
YENİ MALZEMELERE, daha iyi ve optimum özelliklere sahip ürünleri geliştirmek açısından gerek
vardır.
Ekonominin hiçbir alanı kimya sanayisi ürünleri olmaksızın işleyemez. Kimya şirketleri milyarlarca dolar
brüt gelir yaratır ve dolayısıyla ekonominin önemli bir kesimini oluşturur. Ne var ki, yaşanan yıkıcı
kazaların da gösterdiği gibi, kimyasalların seri üretimi gittikçe artan sayıda ciddi tehlikeler barındırır.
© Bhopal ve Seveso kimya sanayisinin karşılaştığı riskleri, Çemobil de nükleer enerjinin tehlikelerini
yansıtan örneklerdir.
KİMYA
Kimya endüstrisi ve ürünleri, otomobil ve inşaat endüstrisi dahil olmak üzere tüm üretim dallarına kaynak sağlar.
Kimyasal yoldan sentezlenmiş renkler ve pigmentler çeşitli sanayi dallan için gereklidirler.
Kimya sanayisi sürekli yeni malzemeler geliştirir. Böylece şirketlerin yeni ve daha iyi ürünleri
piyasaya sürmesini sağlar.
Yeni malzemeler sayesinde ayakkabı ve spor gereçleri gibi tüketim mallarının dayanıklılığı artarken,
sanayi robotları ve makineler gibi yatırım malları daha uzun ömürlü hale gelmiştir. Yeni ve çığır açıcı
sentetik ürünlerin devreye girmesiyle, daha hafif ve daha rahat otomobiller üretilebiliyor. Ahşap
döşemeler ve mobilyalar artık etrafa tehlikeli maddeler saçmıyor; çünkü üreticiler bunların montajında
çözücü içermeyen yapıştırıcılar kullanıyor. Yeni optik özelliklere sahip malzemeler ışık dalgaları
aracılığıyla yüksek hızda ve büyük miktarda veri alışverişini sağlıyor. Bunlara ek olarak, kimyasal
buluşlar üretim işlemlerinin maliyetini düşürmeye katkıda bulunuyor.
Nihai ürünün toplam değeriyle karşılaştırıldığında, kimyasal ürünlerin katma değeri görece
küçüktür. Ancak bunların yokluğu bütün küresel ekonomiyi bir dar boğaza sokar.
Kimyasallarda en yüksek üretim düzeyine sahip ülke ABD’dir. Amerikan kimya şirketleri
2005’te yaklaşık 593 milyar dolar (450 milyar avro) değerinde kimyasal madde üretti ve 880.000
dolayında kişiyi istihdam etti. Başka birçok iş yan sanayi olarak kimya sanayisine dayanır. Ayrıca
kimyayla ilişkili ürünlere dönük tüketim harcamaları başka birçok alanda istihdam yaratır. Uluslararası
arenada ABD'yi izleyen ülkeler İngiltere, Hollanda, Japonya, Çin ve Almanya'dır.
Yapıştırıcılar önemli bir sanayi malzemesi olduğu gibi, evlerde de büyük çapta kullanılır.
ÖZEL BİLGİLER
2. BASF (Almanya)
4. ExxonMobil (ABD)
5. Total (Fransa)
HAMMADDEDEN SON ÜRÜNE: Kimya sanayisinin en önemli müşterisi bizzat kimya sanayisidir. Bu
durum hammaddeden son ürüne kadar birçok üretim aşamasının, maddeleri işlemeyi gerekli kılmasından
kaynaklanır. Başta gelen üretim zincirlerinden biri klor-alkali elektroliziyle, öbürü amonyak
üretimiyle başlar (s. 135). Bir başka önemli üretim zincirinin ilk ürünü ham petroldür.
Benzen önce kümene dönüştürülür. Daha sonra burdan elde edilen maddeler lake ve plastik üretiminde
kullanılır. Bu tabloda yer almayan nokta şudur: Benzen başlangıç aşamasında etil benzene, sikloheksana,
aniline ve klor benzene de dönüştürülebilir.
Ham
Petrol
Benzen
Çeşitli
Etilen
Kırıcı
Kü
Bisfenol
Fenol
Reçineleri
Polikarbonat
Reçineleri
Futbol
Kaskları,
Gözlükler,
Bilgisayarlar
Tutkal
Reçineleri
Çeşitli
Koruyucu
Astarlar,
Yapıştırıcılar
Kontrplak,
Astarlar,
Kılıflar
Birçok kimyasal maddenin karanlık bir yanı vardır. Özellikle çevreyle ilgili yasal düzenlemelerin daha gevşek uygulandığı ülkelerde dumanlı sis ve kirli su
kimyasal üretimin yan etkileridir.
Bir film fabrikasının yıllarca ürün atıklarını boşalttığı yüz kızartıcı “gümüş denizindeki pis kokulu ve
toksik çamur tortuya karşı kullanılan biyolojik filtre.
Zehirli Dioksinler
Uygulamalı kimyanın yararlarına inanan en katı çevreler bile kimya tesisleri açısından güvenliğin garanti
edilemeyeceğini kabul etmeye yatkındır. Ne var ki, değişen küresel koşullara bağlı olarak, bu
tekniklere bağımlılığımızın daha da güçleneceği ve güvenlik sorununu daha da nazik hale getireceği kanısı
yaygındır.
Kimya tesislerinde çıkan yangınlar ya da patlamalar ve kimyasalların taşınması sırasında yaşanan kazalar
ÖZEL BİLGİLER
asitleyici, patlayıcı, çok yanıcı, yanıcı, çok zehirli, zehirli, aşındırıcı, tahriş edici, zararlı, çevre için
tehlikeli
Hava kirliliği büyük bir sorundur: Mexico City'yi kaplayan dumanlı sis. aşağıda: Seveso felaketinden
sonra topraktan örnekler alınıyor.
bildik olaylardır. En korkunç felaket 1984'te Hindistan'ın Bhopal kentinde bir gaz tankından 30 ton
metil izosiyanatın sızmasıyla meydana geldi. Gaz bulutu en az 1.400 kişinin ölmesine ve 100.000’i
aşkın kişinin yaralanmasına yol açtı.
Kazalar olmasa bile, kimyasal madde üretiminin olumsuz yan etkileri vardır ve gelişen birçok ekonomik
bölge bunun sıkıntısını çekmektedir. Asya ve Güney Amerika ülkelerinde, gaz atıkları kükürtten arındırma
gibi konulardaki yasal düzenlemeler, Avrupa veya Kuzey Amerika’daki kadar sıkı değildir. Sanayi
üretiminin ve taşıtların saldığı gaz atıkları hava koşulları yüzünden atmosferin daha üst
katmanlarına çıkamayınca dumanlı sis oluşur. Bu “yaz pusu”nun kaynağında, çözücü maddelerin saldığı
uçucu bileşikler yatar. Güneş ışınları bu bileşiklerin araba dumanlarından çıkan nitrik oksitle tepkimeye
girmesine yol açar. Böylece oluşan ozon ve
mayı etkiler, mukoza zarlarını tahriş eder ve dolaşım bozukluklarına yol açabilir.
Çevre kirliliğinin zamanında saptanamaması halinde, etkilerinin ancak hasarın meydana gelişinden yıllar
sonra anlaşılabilyor olması büyük bir sorundur. Bu koşullarda bütün karşı önlemler durumu kurtarmaya
yönelik gecikmiş girişimler olarak kalır. Bu kategoriye giren çevre sorunları arasında
CFC’Ierin (kloroflüorokarbonlar) ozon tabakasında açtığı delik, asit yağmuruna bağlı orman tahribatı ve
DDT (dik-loro-difenil-trikloroetan) kaynaklı küresel çevre kirliliği sayılabilir. Bir böcek öldürücü ilaç
olan DDT geçmişte sivrisineklere ve sıtmaya karşı etkili bir araç olarak kullanıldı ve böylece hastalık 20.
yüzyıl ortalarında önemli ölçüde azaldı. Çiftçilerin büyük miktarda kullandığı DDT’nin beslenme
zincirinde yoğun olarak biriktiği ancak sonraları anlaşıldı. Bunun olumsuz etkilerinden biri, kuş
yumurtalarının kabuklarındaki incelmedir. Bütün sanayi ülkelerinde, DDT yasağı kademeli olarak
yürürlüğe girmiştir.
Dioksinler çöp yakma, kâğıt üretimi, orman yangını ve dizel kamyon gibi kaynaklardan doğar. Bu son
derece toksik madde çevreye hızla yayılır; yiyeceklere ve insanlara da küçük miktarlarda bulaşabilir.
1976’da İtalya’nın Seveso kasabası yakınında kimya fabrikasından çıkan bir bulut birçok hayvanın telef
olmasına ve 200 kadar kişide klor kaynaklı akneler oluşmasına yol açtı. Diok-sin, benzer kimyasal yapıya
ve değişik toksisite derecelerine sahip yaklaşık 210 bileşiği belirtmek için kullanılan toplu bir
terimdir. Dioksinlerin yaygın örneklerinden biri poliklor dibenzofuran (PCDF), en zehirlisi ise 2,3,7,8-
tetrakloro-dibenzo-p-dioksindir (TCDD), yukarıda: Dioksinle kasıtlı olarak zehirlendiği için yüzünde
klor kaynaklı akneler çıkan Ukrayna devlet başkanı Viktor Yuşçenko.
KİMYA
21. YÜZYIL
SAICM (Uluslararası Kimyasal Maddeler Yönetimine Stratejik Yaklaşım) bir süre önce Birleşmiş
Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından yürülüğe konmuştur. Kimyasal maddelerle bağlantılı sağlık
ve çevre tehlikelerini azaltmaya yönelik yol gösterici ilkeleri içerir. Hedefi 2020’ye gelmeden dünya
genelinde kimyasal güvenliği sağlamaktır.
Günlük yaşamda koku ve tattan farkına vardığımız üzere, kimyasal maddelerle çevrilmiş durumdayız. Bu
maddeleri inceleyen kimya biliminin kökleri simyanın gizemli dünyasında yatar. Ama kimyanın konusu
artık ileri teknolojiye dayalı analiz araçların yardımıyla en ufak miktardaki malzemelerin bile kimyasal
yapısını araştırıp bulmaktır. Şimdilerde yeni maddeler ya da yeni ilaçlar sadece laboratuarlarda
geliştirilmiyor. Bu uğraş gittikçe artan oranda bilgisayar başında yürütülüyor.
e Modern kimya, temel direkleri oluşturan teori, deney ve bilgisayarlı simülasyona dayanır.
KİMYA
Onlar hâlâ var. Laboratuar araştırmacıları hâlâ her gün yeni maddeler sentezliyor. Ancak bir kimya
uzmanının görevleri hayal edebileceğinizden çok daha renklidir.
Moleküler modeller bir bilgisayarla değerlendirmek kimyacıların önemli bir işidir.
Bilgisayarda yaratılmış bir moleküler model, to poloji gibi molekül özellikleri konusunda sonuç tara
varılmasını sağlar.
İş İstasyonu-Laboratuar
Çalışan bir kimyager resmini kafamızda canlandırdığımızda, çoğumuzun aklına laboratuarda test tüpleri
ve imbikler (damıtma kapları) kullanarak maddeleri karıştıran be-
Bunsen ocağı bir kimya laboratuarının standart envanterinde hâlâ yer alır.
yaz önlüklü bir insan gelir herhalde. Özellikle sanayi kimyagerleri açısından, gerçek hayattaki kimyacılık
rutini bundan çok farklıdır. Zira sanayide yeni bulunan üretim işlemlerinin büyük bir ölçekte
uygulanması gerekir. Bu işi yerine getirmek için, kimyagerler pilot
tesislerde çalışarak kontrol mühendisliği ve çok sayıda hesaplama yapar.
Bir kimyagerin sorumlulukları araştırma ile üretim arasındaki bir başka arabirime katılımı da
kapsar. Kimyagerler müşteri firmalara ürünlerini etkili ve güvenli bir biçimde pazarlama konusunda
yardım eder; pazarlama başarısını daha ileriye götürmek için gelecekte ürünün nasıl geliştirilmesi gerekti-
ğine dair tavsiyelerde bulunur.
Otoklavlar son derece yüksek basınç altında tepkimelerin meydana geldiği basınçlı kaplardır.
Günümüzde, kimyagerler yeni bir madde üretmek üzere imbiğe el uzatmadan önce çoğu kez bilgisayarın
başına oturur.
Örneğin, araştırmacılar henüz var olmayan bir ilacın moleküllerindeki yüzey biçimini bir bilgisayar
ekranında simülas-yonla oluşturarak, çıkarsama yoluyla özelliklerini saptayabilir. Böylece bir maddenin
vücuttaki bir proteinle tepkimeye girip girmeyeceğini belirleyebilir. Madde sentezlemenin büyük bir
yatırım gerektirmesinden dolayı, etken maddenin uygunluğu ancak bilgisayar si-mülasyonundan sonra ele
alınır. Örneğin, yeni katalizörlerin arayışında bilgisayar gittikçe daha fazla kullanılıyor. Teorik kimya
uzmanları, moleküllerin yapısını ve özelliklerini önceden belirlemeye dönük yöntemlerde büyük
ilerlemeler sağlamış bulunuyor. 19. yüzyılda yaşayan filozof ve matematikçi Au-guste Comte’un bir
saptaması, bilginlerin de zaman zaman yanlış hükümlere varabileceğini gösteriyor.
Bu büyük adam şöyle demişti: "Kimya sorunlarını incelerken matematiksel yöntemler uygulama yönündeki
her girişim, son derece akıldışı ve kimyanın ruhuna aykırı sayılmalıdır.”
ÖZEL BİLGİLER
yeni maddelerin yapımında kullanılır. Böyle kaplarda basınç 10 giga paskala kadar çıkar. Bu düzey hava
basıncının 100.000 katıdır, ama Dünya’nm çekirdeğindeki basıncın ancak 1/40'ıdır..
Kimyasal analizin amacı, bir molekülün içinde neler bulunduğunu öğrenmektir. Sonuca ulaşmak kimi
zaman detektif becerilerini ve çoğu zaman sayısız yönteme başvurulmasını gerektirir.
AÇIK SÖZLER: “Dopingin uygulanmadığı varsayılabile-cek bir spor dalı yok." —Jacçues Rogge,
Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı.
İSTATİSTİKLER: 2005’te ruhsatlı laboratuarlar dünya genelinde 183.337 örneği test etti. Bütün
örneklerin %2,13'nde doping maddeleri saptandı.
1988 Olimpiyat Oyunları’nda Ben Johnson 100 metre yarışını 9,79 saniyede koştu, ama birkaç saat
sonra dopingden suçlu bulundu.
Doping Analizi
İDRARDA YASAK MADDELER: İlaç kalıntıları idrarda kana oranla daha uzun süre kalır. Bununla
birlikte, sırf idrarında performans yükseltici yasak bir madde bulunduğu kanıtına dayanarak bir sporcuyu
dopingden suçlu bulmak her zaman mümkün değildir. Doping analizi uzmanının doping maddesinin
miktarını da saptaması gerekir. Örneğin, kafein gibi bir maddenin çok büyük miktarda olması doping
kapsamına girer. Buna karşılık, kahve, çay ya da kola gibi içecekler yoluyla normal miktarda kafein alan
bir sporcu doping yapmış sayılmaz.
TARTIŞMALI DÜZEYLER: Bir maddenin vücut tarafından mı salgılandığı, yoksa doping yoluyla vücut
sistemine dışarıdan mı girdiği, tıbbi testlerle saptanabilir; çünkü bilinen ve kabul gören sınırlar vardır.
Ama sınırları aştığı kanıtlanan bir sporcu, bunun vücuttaki bir işlev bozukluğundan ya da olağandışı bir
tıbbi durumdan kaynaklandığını her zaman ileri sürebilir.
Bir örnekteki elementler ve bileşikler bir kütle spektroskopunun yardımıyla belirlenebilir.
Havada tehlikeli maddeler, yiyeceklerde kimyasallar ve kanda toksik madde kalıntıları var mı? Bir
sanat eseri gerçekten söylenen tarihte mi yapılmış? Bir silikon kristali, mikro-çip işlevini görmeye
yetecek kadar kusursuz mu? Böyle sorulara analitik kimyagerler cevap verebilir.
Alman kimyager Fresenius’un 19. yüzyılın ortalarında yazdığı şu sözler belki bugün de geçerlidir:
“Kimyadaki bütün büyük atılımların, yeni ve gelişkin analiz yöntemleriyle doğrudan bağlantılı olduğu
kolayca kanıtlanabilir.” Çünkü kimyasal tepkime ürünlerinin
tanımlanmaları gerekir, ilaç gibi ürünlerde ve güneş pili ya da uçak motoru gibi malzemelerde daha
ileriye gidiş ancak bir kimyasal maddenin yapısına ve bileşimine ilişkin kesin bilgilerle mümkündür.
Genellikle analiz için bir maddenin öbür malzemelerden ayrılması gerekir (s. 130). Karışım ya da
örnekteki malzemeleri ayırırken, yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC) gibi işlemlere
başvurulur.
Bu işlemde sıvı, yüksek basınç altında pompalanarak kolondan geçirilir. Karışım, enjeksiyon supabı
kullanılarak sıvıya katılır. Karışımdaki değişik molekül tipleri, kolondan değişik hızlarla geçer. Kolonun
altındaki test tüplerini hızla değiştiren otomatik aygıtların yardımıyla, karışım bileşenlerine ayrılır.
Ayrılan moleküllerin yapısını saptamak için genellikle bir kütle spek-trometresi kullanılır. Karışımdan
elde edilen farklı kütlelerdeki iyonlar elektrik ve manyetik alanların yardımıyla ayrılır. Araştırılan
konuya bağlı olarak, malzemeler kromatog-rafi ön aşamasına başvurulmaksızın doğrudan analiz edilebilir.
Kütle spektrometresi bir kilogramlık malzeme içinde bir gramın milyarda biri ağırlıkta bir maddeyi
saptayabilir.
Çok yüksek yoğunlukta bir maddeyi belirlemek için nükleer manyetik rezonans (NMR) spektrometresi
kullanmak gerekir. Bu aygıt kimyacılara, bir maddedeki atomların birbirlerine nasıl bağlandığı
türünde önemli ek bilgiler de sağlar. Genelde analiz yöntemleri, aranan bütünsel cevabın sadece bir
bölümünü verir. Aradıkları sonuca ulaşmak üzere çeşitli yöntemlerin bir bileşimine başvurular: bu,
sonucun birikim yoluyla elde edildiği bulmaca çözmeye benzer. Eksiksiz bir cevaba varmalarını ancak
bu yaklaşım sağlar.
Bir tecavüz zanlısını mahkûm etmek için son derece küçük bir sperm ya da deri parçası yeterlidir. Çünkü
hücrelerdeki genetik malzeme, yani DNA, polimeraz zincir tepkimesi (PCR) denen bir teknik sayesinde
enzimlerle kopya edilebilir. Daha sonra bir jel üzerinde büyüklüklerine göre ayrılarak parçalar halindeki
DNA molekülleri, analiz edilir. Parçaların konum-lanışı, bir süpermarketteki ambalajlarda
gördüklerimize çok benzer bir barkot biçiminde gösterilir. Aynı genetik yapıya sahip tek yumurta ikizleri
hariç, her kişide bu gen kodu özgün ve ayrıdır.
yukarıda: Suç mahallinde bulunmuş bir sigara izmaritindeki tükürük örneği DNA analiziyle inceleniyor.
21. YÜZYIL
•**
GÖRÜNECEK KADAR BÜYÜK olan hafıza metalleri ve plastikleri, yapılarını kalıcı olarak kendi
belleklerinde tutarlar.
MIVIYA
PERFORMANS ARTIŞLARI
Çelik ve seramik gibi malzemeler hâlâ çok güncel bir konudur. Kimyacılar bunların özelliklerini sürekli
geliştirerek, en zorlu koşullara uymalarını sağlıyor.
Lifle güçlendirilmiş seramiklerin ayırıcı özelliği aşırı sıcaklıklarda kararlı yapılarını korumalarıdır.
Çelik her zaman aynı şekilde üretilmez. Çelik ağırlıklı olarak demirden oluşur; ama farklı çeliklerde
farklı alaşım unsurları kullanılır. Örneğin, araştırmacıların yakın dönemde geliştirdiği yüzde 15 manganez
içerikli ve yüzde 3 oranında alüminyum ve silikonla zenginleştirilmiş çelik, 1.100 mega paskallık
gerilimlerde bile kopmaz. Bu gerilim, posta pulu
büyüklüğündeki bir alanda duran 10 erkek filin ağırlığıyla eşdeğerdir. Otomobil karoserlerinde kullanılan
geleneksel çelik ise ancak 700 mega paskala direnebilir.
Yeni üretilmiş başka bir çelik türü ise, kopmaksızın boylamasına yaklaşık % 90 oranında gerilebilir.
Bu bir kazada otomobillerin esneme düzeyinin önemli ölçüde artabileceği anlamına gelir. Dahası, bu
çeliğin kullanılması karoser ağırlığını yaklaşık % 20 oranında azaltacaktır. Bu özelliklere sahip bir süper
çeliğin üretimi çok zordur; dolayısıyla bununla yapılmış otomobillerin piyasaya çıkması yılları alacaktır.
Özel şirketler ve tüketiciler için kazançlı malzemelerin çevre için de mutlaka yararlı olması
gerekmez. Bununla birlikte metal alaşımların ve seramiklerin ısı ve strese dayanma gücünün daha da
artırılması, enerji tasarrufu ve çevre koruma yanlılarını da memnun edecektir. Çünkü böyle bir
gelişme daha verimli enerji santrallerinin devreye girmesini beraberinde getirecektir. Bunun anlamı, fosil
yakıtlardan daha fazla enerji alınması ve
BİÇİM BELLEKLİ MALZEMELER, çok küçük kesiklerle yürütülen modern bir ameliyat tekniği olan
laproskopik cerrahide kullanılır.
Stent, hastalıklı bir atardamarın içinde genişleyerek kan akışını sağlayan ufak bir tel ağıdır.
Bellekli Maddeler
KENDİNİ ONARAN ÇAMURLUK: Bir araba kazası oldu ve çamurluk göçtü. Göçüğün hemen yok olması
harika bir şey olmaz mı? Biçim bellekli malzemelerle bu bir gerçeğe dönüşebilir. Bu tür maddeler özgün
biçimlerini “hatırlar” ve ısınmayla birlikte bellek etkinleşir. Göçüğü ısıtıp bırakmak yeter.
BİÇİM BELLEKLİ MALZEMELER: Biçim bellekli plastiklerin yanısıra bellekli metaller de vardır. Özel
bir nikel-titanyum alaşımı sayesinde, araştırma uydusu ENVISAT-1 2002'de yörüngesine ulaştıktan sonra
“gözlerini açabildi. Böyle metaller artık tıpta da kullanılıyor. Hastalık sonucunda daralmış koroner
atardamarlara stent denen destekleyici bir tel ağ yerleştiriliyor. Bu aygıt, kanın sıcaklığıyla genişleyerek
kan akışını sağlıyor. Araştırmacılar, kendi kendine şekil alarak atardamarda akışı sağlayacak takma kalp
kapakçığına dönük prototipler gibi malzemeler üzerinde de deneyler yürütüyorlar.
aynı zamanda atmosfere daha az karbon dioksit salınmasıdır. Yeni süper alaşımlar ve seramikler
sayesinde, buhar enerjisi santralleri şimdiden 600°C’yi, gaz türbinleri de 1200°C’yi aşan
sıcaklıklarda çalışıyor. Enerji santrallerinin performansını daha da arttırmaya dönük araştırmalar yoğun
biçimde yürütülüyor.
Günümüzdeki yüksek performanslı seramiklerin, eski çağlardaki çanak çömleklerle hemen hiçbir or
Bunlar, karbon elyafı takviyesiyle kırılmaya dayanıklı hale getirilebilirler. Bu şekilde güçlendirilen
seramikler şaşırtıcı özellikler taşır. Burnu seramikle kaplanan uzay mekiği, dünya atmosferine girdiğinde
ortaya çıkan olağanüstü ısıdan korunur. Aşınmaya ve koroz-yona gösterdikleri direnç
sayesinde seramiklerin kullanıldığı bir başka alan, frenler için yıpranmaya dayanıklı rotor disklerinin
yapımıdır.
Bl ' r JJŞLf
GELECEĞİN MALZEMELERİ 145
Nano-Malzemelerin Özellikleri
Nano-teknolojiyle boyutları küçültülen malzemelerin özellikleri çoğu kez şaşırtıcı biçimde değişir.
Örneğin, bir altın sikkenin genellikle güzel ve değerli olduğu düşünülür. Ayrıca kimyasal reaktivitesi çok
düşüktür. Oysa birkaç na-nometre boyutundaki bir altın parçacığı kırmızı şarap rengine bürünür ve
katalizör olarak kimyasal tepkimeleri hızlandırabilir. Bu durum hacim ve yüzey
Bir nanometrenin (0,000000001 m) metreye oranı, bir fındığın çapının gezegenimizin çapına oranı
kadardır. Büyüklüğü 100 nanometrenin altındaki kontrol edilebilen yapıları üreten, inceleyen ya da
kullanan insanlar nano-teknoloji dünyasında çalışır. Burada fizik ve kimyanın klasik ilkeleri her
zaman işlemez. Nano-teknoloji dünyasını, bilim ve iş çev-
Nano-parçacıklarla kaplı bir kaşığa bal yapışmaz.
releri için heyecan verici kılan şey de budur. Araştırmalar ağırlıklı olarak nano-yapılı yüzeylere, nano-
parçacıklara ve nano-parçacıkları plastik gibi malzemelerle karıştırmaya odaklanmıştır.
Nano-parçacık üretiminde esasen iki farklı strateji izlenir. Birincisi, yapıları ve nesneleri istenen bir
boyuta indirmektir. Yarı-iletken sanayisi günümüzde mikroçipleri minyatürleştirirken bu yöntemi izler.
Alternatif bir yöntem olarak, atomları ya da molekülleri kontrollü yönlendirme yoluyla nesneler
oluşturulabilir. Bunun için kullanılan araçlardan biri taramalı tünelleme mikroskobudur. Uzmanlar tarama
ucunu kullanarak atomları tıpkı bir masadaki bilardo topları gibi ileri geri oynatabilir ve ayrıca daha
büyük yapılarla bütünleştirebilirler. Ancak bu işlem çok zaman alır ve sanayi ölçeğinde seri üretim
açısından pahalıdır. Bu nedenle birçok araştırmacı atom ve molekül parçalarının kendi başlarına düzene
girip nihai yapıya kavuşmalarını sağlayacak yollar arıyor.
Nano-parçacıkların birçok maddeye kontrollü olarak eklenmesi yoluyla, nano-teknoloji günlük yaşamdaki
bir dizi alana daha şimdiden girmiş bulunuyor. Nano-teknoloji sayesinde güneş yağları morötesi ışınlara
karşı eskisinden çok daha iyi koruma sağlarken, araba camları güneş ışığını ve ısıyı daha etkili
yansıtıyor. Zar inceliğinde astarlar, otomobil boyalarını ve plastik camları çizilmez, aynaları da buğu
tutmaz hale getiriyor. Nano-yapılı maddelerin sergilediği Lotus etkisi yani, toz tutmasını önleyen
özellikleri kullanılarak, kendi kendini temizleyen küvetler ve çatı kiremitleri yaratılmış bulunuyor.
Gelişkin yapıştırıcılar, daha yüksek performanslı aküler, tahrif edilemez belgeler, yakıt pilleri ve
enerji dönüştürücüleri gibi birçok farklı alanda da nano-parçacık kullanımına dönük çalışmalar
ilerlemektedir.
Taramalı tünelleme mikroskobunun ucu atomlar üzerinde dolaşır. Bir nano-yapı kontrollü
biçimde değişime uğratılabilir.
ÖZEL BİLGİLER
ABD'NİN BU SEKTÖRE verdiği destek 2004'te 1,58 milyon dolardı (1,2 milyon avroj.
METAL malzemelere dönük nano-parça-cıkların dünya pazarındaki ölçeği 2005’te tahminen 900 milyon
dolar dolayındaydı.
KİMYA
Monografik Kutular
Devridaim Makineleri, s. 152
Hidrodinamik, s. 159
Asansörler, s. 168
Devreler, s. 185
WWW—World Wide Web, s. 187 işletim sistemleri, s. 188 Kartuşlu ve Konsollu Oyunlar, s,
189 Hizmetler, s. 191 Dijital Teknoloji, s. 173
Analitik Kutular
Hoparlörler, s. 195
■ FİZİK VE TEKNOLOJİ
Fizik doğal fenomenlerdeki temel sebep-sonuç ilişkilerini matematik ve mantık yoluyla araştıran bilim
dalıdır. Teorik modelleri deneylerden çıkan sonuçlarla sürekli denetlenir. Araştırma konuları elektrik ve
termodinamikten görelilik teorisine kadar uzanır. Fiziğin bulguları bütün mühendislik alanlarında
kullanılır. Bunlar arasında, taşıtlarda itiş gücü, binaların yapısı, enerji yaratma, üretim işlemleri ve
bilgisayarlar gibi elektronik teknoloji ürünleri, televizyon ve cep telefonları gibi iletişim araçları
sayılabilir. Modern dünya teknolojilerinin büyük bir bölümü varlığını fizik ilkelerinin anlaşılmasına
borçludur.
Fizik alanındaki bilimsel araştırmalar, modern teknolojilerin vazgeçilmez temelleri olan kilit buluşlara
ulaşılmasını sağlamıştır. Klasik araştırma alanlarıyla birlikte yeni araştırma alanları fiziksel kimya ve
biyofizik gibi bilim dalları arası yaklaşımlar sayesinde bütünleşmiştir. Ne var ki, bilinen bütün fizik
teorilerini birleştirerek herşeyi kapsayacak bir teori ortaya koyma çabası fizikçilerin şimdiye kadar
gerçekleştiremediği görkemli bir düştür.
MEKANİK
Birçok mekanik fenomen, bilimsel açıdan incelenmeden çok önce uygulama alanı bulmuştur. Günümüzde,
yoğunlaşmış madde fiziği gibi birçok yeni alanda yoğun araştırmalar yürütülüyor.
Sarkaçlar dizisi sınıfta fizik yasalarını göstermede kullanılan gözde bir oyuncaktır.
YAN YANA KONAN bir dizi sarkaçla momentum korunumu görülebilir. Momentum kütle ve hızın
çarpımı olarak tanımlanır. Tek bir top yukarıya çekildiğinde aşağıya doğru sallanır ve momentumunu
bitişikteki topa aktarır; harekete geçen bu topla, momentum bir sonraki topa geçer. En son top ilk topla
aynı yönde ve aynı hızla sallanır. Eşzamanlı olarak yukarıya çekilen iki topun diğer yana doğru sallanması
topların aynı kütleye sahip olduğunu gösterir. Hava direncinin
Bir makara bir cismi kaldırmak için gerekli kuvveti etkide bulunduğu mesafeyi uzatarak azaltır. Yapılan |
iş aynı kalır.
Foucault sarkacı her zaman aynı yönde sallanır. Hareket eden şey altındaki yerküredir.
Mekanik, nesnelerin hareketini ve onlara etkide bulunan kuvvetleri inceler. Hesaba katılan
faktörlerden bazıları şunlardır: Hız ve ivme, ağırlık ve kuvvet, momentum ve enerji. Mekanik aynı
zamanda gezegenlerin yörüngede dolanışı, bir sarkacın sallanışı ve maddedeki dalgaların davranışı gibi
periyodik devinimleri de inceler. Mekaniğin temel kavramlarının kullanıldığı düzenekler arasında
kaldıraçlar, yaylar, cayroskoplar, dişliler, makaralar ve sarkaçlar sayılabilir.
Nevvton Mekaniği
Mekaniğin temelini atan kişi Sir Isaac Nevvton’dur (1643-1727). Nevvton kuvvet, ivme ve kütle
arasındaki temel ilişkiyi buldu. Hızı (v) belli bir zamanda (t) alınan mesafe (x) olarak (v = Ax/At)
tanımladı, ivme (a) hızın ne kadar çabuk değiştiğini (a = Av/At) gösterir.
Duran bir nesneyi belli bir sürede belli bir hıza ulaştırmak için, nesneye bir kuvvet (F) uygulamak gerekir.
Bu ivmenin miktarı nesnenin kütlesine bağlıdır. Nesne ne kadar ağırsa, ona belli bir ivme kazandırmak
için gerekli kuvvet o ölçüde artar. Bir nesnenin ivmeye karşı koymasını sağlayan dirence “eylemsizlik"
denir.
Karmaşık Sistemler
Dairesel devinim ve diğer periyodik devinim türleri nesnelerin doğrusal devinimine oranla daha
karmaşıktır. ideal koşulların varsayılmadı® ve sürtünmenin (örneğin, aerodinamik direnç) göz önünde
tutulmadığı durumlarda hesaplamalar daha da karmaşık hale gelir. Cayroskop gibi üç boyutlu nesnelerin
döngüsel devinimi de çok karmaşıktır.
Mekanik Enerji
Enerji bilim ve teknolojinin birçok alanında kilit bir önem taşır (s.170). Mekanikte enerji, belli
bir miktarda iş (W) yapma kapasitesidir. Enerjiye sahip bir cisim, enerjisini başka bir cisme aktararak
bir işi yerine getirebilir.
Kütlesi 1 kg olan bir litre su bir saniyede 1 m yukarıya kaldırıldığında, suya bir jul enerji aktarılır ve bir
vat elektrik üretilir. Bu bir jul enerji potansiyel enerji biçiminde ortaya çıkar. Potansiyel enerji, sözgelimi
suyu bir su çarkına dökme yoluyla kinetik enerjiye ve daha sonra bir jeneratörle elektrik enerjisine
dönüştürülebilir.
Hava direncinin bulunmadığı bir vakumda tüy ve kurşun top aynı hızla düşer. Kütleçekimi kuvveti
kütleyle doğrudan orantılıdır.
OPTİK
Optik daha iyi mercekler yapmanın ötesinde bir anlam taşır ve fotonlar, lazer ışın demetleri, holografi gibi birçok alandaki araştırmaları kapsar.
Bir kalsit kristali olan “İzlanda spatı” çifte kırınımlıdır. Kutuplanmamış ışığı kutuplanmış iki demete
ayırarak iki görüntünün oluşmasına yol açar.
Gözlerin gördüğü bu iki fotoğraf beyinde bir araya gelerek üç boyutlu bir \ görüntüye dönüşür.
pprg,,,r -_-
Licht
on Ucht
Örneğin, bir cam tabakası dışarıdan gelen ışığın bir bölümünü geçirirken, bir bölümünü yansıtır. Işığın bir
mecradan başka bir mecraya geçişine kırınım denir. Bir ışık demeti mecralar arasındaki arayüze bir
açıyla vurduğunda yön değiştirir. Bir prizma kırınımdan dolayı beyaz ışığı bileşimindeki farklı
renklere ayırır. Bu durum atmosferdeki su damlacıklarının güneş ışığıyla birlikte gökkuşağı oluşumuna
nasıl yol açtığını açıklar.
Büyütme ve Evirme
Bir dışbükey mercek (“büyüteç”), paralel ışık demetlerinin odak noktasında biraraya gelmesini
sağlar. Odak noktasından merceğe olan uzaklığa odak mesafesi denir. Küçük bir nesnenin büyütülmüş
bir görüntüsünü ya da büyük bir nesnenin evirilmiş küçük bir görüntüsünü yaratmada bu etkiden
yararlanılabilir. Dışbükey merceklerin iki dışbükey yüzeyi vardır, içbükey yüzeyleri olan mercekler ışık
demetlerinin ayrılmasına yol açar ve nesneden daha küçük görüntüler yaratır. Kameralar, teleskoplar ve
mikroskoplarda istenen görüntüleri elde etmek için çok sayıda mercek kullanılır. Kameralar nesnelerin
daha küçük, mikroskoplar ve teleskoplar ise daha büyük görünmesini sağlar.
Geometrik optik, ışığın yeni bir mecraya girip kırınıma uğrayana kadar tekil ışınlardan
oluştuğunu öngörür. Dalga optiğinde ise ışık renklerinin dalga boyları ve ışığın dalga özellikleri göz
önünde tutulur. Işık uzamda titreşen elektrik alanları ve manyetik alanlardan oluşmuş bir elektromanyetik
dalga sayılır. Işık, mikrodalga ve radyo dalgası arasındaki farklılık dalga boyu uzunluğuna dayanır.
Bir atomun elektronları daha yüksek enerji düzeyinden daha düşük enerji düzeyine sıçrayınca ışık saçılır.
Her elektron geçişinde bir foton (ışık parçacığı) salınır. Foton salımı bir elektron hızla yavaşladığında da
görülür. Elektronlar bir X-ışını tüpündeki bir hedefi bombardımana tuttuğunda X ışınları ortaya çıkar. Işık
dalgalardan mı, yoksa parçacıklardan mı oluşur? Her iki model de, gözlemlenebilen ve gözlemlenen
fenomenlerin hepsini açıklamaya yetmez. Bu iki teorinin paralel varoluşu ışığın dalga-parça-cık ikiliği
olarak nitelendirilir.
Işığın dalga boyu dışında da özellikleri vardır. Yayılmanın yönüne dikey bir düzlemde, elektrik alanları
ve manyetik alanlar titreşir. Kutuplanmış ışıkta manyetik alanların ve elektrik alanlarının titreşimi
tek yönde olur. Kutuplayıcı bir ekran sadece belli bir kutupluluktaki ışığın geçmesini sağlamaya yönelik
uzun moleküllerden oluşur. LCD ekranlarında (s. 182, 193) kutuplayıcılar kullanılır. Lazer ışınları
çoğunlukla çok yüksek yoğunlukta kutuplanmış ışıktır. Optik araştırmaların diğer bir ileri teknoloji
uygulaması hologramlardır. Hologramlarda üç boyutlu
Yeryüzüne ulaşan güneş ışığının atmosferdeki hava moleküllerinin ve su damlacıklarının içinden geçmesi
bütün yönlere doğru saçılmasına yol açar. Bu saçılmanın miktarı, tıpkı ışık yansımasında olduğu gibi,
ışığın dalga boyuna bağlıdır. Örneğin, mor ışık kırmızı ışıktan 16 kat daha fazla saçılır. Daha kısa dalga
boyları bütün yönlere doğru daha güçlü saçılır; böylece göz, tayfın bu kısmındaki ışığı daha çok görür.
Gökyüzünün mor yerine mavi görünmesinin sebebi, gözün maviye daha duyarlı olmasıdır.
görüntüler elde etmek üzere içindeki ışık dalgalarının arasındaki girişim kullanılır.
ÖZEL BİLGİLER
ARILAR morötesi ışığı görür, ama kırmızı ışığı görmez. Ayrıca ışığın kutuplanma yönünü de
belirleyebilir.
KURBAĞA kırmızı ışığı zayıf saçılımın-dan dolayı diğer renklere oranla daha iyi görür.
FİZİK ve teknoloji
ELEKTRİK VE MANYETİZMA
Elektrik kuvvetleri ve manyetik kuvvetler öylesine iç içe geçmiştir ki, çoğu kez elektromanyetizma terimi
kullanılır. Her iki kuvvet de atomun işleyişi çerçevesinde ortaya çıkar.
FİZİK ve teknoloji
Elektrik akımı elektron gibi yüklü parçacıkların harekete geçmesiyle akar. Normalde madde elektrik
yönünden nötrdür; çünkü yükler dengelidir ve elektronlara ya da protonlara etkide bulunan net
elektrik alanı yoktur. Statik elektrikte, sürtünme pozitif ve negatif yüklerin ayrılmasına yol açar; sözgelimi
cama bir ipek parçası sürtülünce, ipekten cama elektronlar aktarılır. Pozitif ya da negatif yüklerin
yoğunluğunu gösteren ölçüye voltaj ya da elektrik potansiyeli denir.
Akülerde bir elektrik potansiyeli farklılığı yaratmak için metallerin farklı elektronegatiflik (elektron
salmaya yatkınlık) düzeylerinden yararlanılır (s. 171). Fotoelektrik etki, ışığı bir elektrik akımına
dönüştürür. Foto-diyotlarda elektrik akımları üretmek için hafif ve yarı-iletken malzemeler kullanılır (s.
184).
Elektromanyetik endüksiyonda bir manyetik alanın içinden bir tel geçirmek ya da manyetik alanın gücünü
değiştirmek yüklerin ayrılma
Güneş’in manyetik alanları, yüzeyindeki iyonlaşmış gaz patlamalarına yol açar. Yaylar manyetik alanların
biçimini izler.
Bir pile bir tel takıldığında, uçların tel içinde yarattığı bir elektrik alanı elektronları çeker. Yüklerin hızı
ne kadar yüksek olursa, yük sa
Direnç Yasası
ELEKTRİK AKIMI, voltaj ve direnç arasındaki ilişki, ayarlanabilir vanası bulunan su dolu bir varil
benzetmesiyle anlaşılabilir. Vana kapalıyken su akmadığı için, suya karşı sonsuz derecede yüksek bir
direnç vardır. Sonsuz derecede yüksek dirence sahip elektrik devresi ise düğmesi açık olduğu için kesik
durumdaki bir devredir. Böyle bir devredeki akım sıfır olur. Su varilinin vanası biraz
açıldığında, varilden küçük bir miktar su akıntısı gelir. Bu kapalı bir devredeki düğmeye denk düşer;
devrenin yüksek bir direnci olduğundan akım düşüktür. Vana sonuna kadar açılırsa, büyük miktarda su
akar. Bu küçük bir dirence ve dolayısıyla büyük bir akım akışına sahip bir devreye denk düşer. Böylece
bir devrenin direncini voltaj bölüakım (R = V/l) olarak tanımlayabiliriz. Ohm voltaj değiştirildiğinde bir
devredeki direncin değişmediği yolundaki deneysel olguyu bulmuştu. Bu bize Ohm yasasını verir: V = İR.
yısı ve akım o ölçüde büyük olur. Dahası, telin içinden geçen bir elektrik akımı telin çevresinde
bir manyetik alan doğurur. Akım
taşıyan bir telin çevresine küçük mıknatıslar yerleştirerek bunu görmek mümkündür.
Manyetizma
Elektrik yükünün ve elektrik akımının hareketi, dairesel akım yönü çevresinde manyetik alanlar yaratır.
Hareket eden yükler iyonlardır (s. 151). Dünya’nın ve Güneş'in manyetik alanlarının
çekirdeklerindeki iyonların devinimiyle ortaya çıktığı sanılmaktadır.
Manyetik alanlar demir ve diğer birkaç metalden yapılan mıknatıslarla da oluşur. Maddedeki
atomlar aslında elektron ve protonlardaki yüklerden dolayı ufak birer mıknatıs gibidir. Olağan koşullarda
atomdaki manyetik alanlar birbirlerini giderir. Ama kalıcı mıknatıslarda elektronların dönüşleri net bir
manyetik alan yaratacak düzendedir.
Manyetik alan güney kutbunda mıknatısa girer ve kuzey kutbunda mıknatıstan çıkar. Aynı kutuplar birbirini
iterken, zıt kutuplar birbirini çeker.
Dünya’rıın manyetizması çekirdekteki akımlardan kaynaklanıyor olabilir. Manyetik alanlar her 250.000
yılda bir yön değiştirir.
Volta] yeterince yüksek olduğunda, akım hava direncinin üstesinden gelir ve bir elektrik yayı yaratır.
Manyetik alanların hareket eden elektrik yüklerine etkisine Lo-rentz kuvveti denir. Bu kuvvet manyetik
alanına ve yükün devinime dik yöndedir. Başta jeneratörler ve elektrik motorları olmak üzere
çeşitli aygıtlar Lorentz kuvveti-
Aynı yükler birbirini iter. Bu kadının saç tellerinde de aynı statik yük var.
ATOMLAR VE RADYOAKTİVİTE
20. yüzyılda kuantum mekaniğinin bulunması insanların dünyaya bakışını değiştirdi. Evrendeki bütün madde biçimlerine dönük arayış hâlâ sürüyor.
Bir bulut bölmesindeki su buharı tek bir iyonla yoğurılaştırıldığında, geriye gözle görülür radyoaktif izi
kalır.
Doğada üç hidrojen izotopu bulunur. Bunların en yaygını olan protiyum birer proton ve elektrondan
oluşur.
Atomların yapısını açıklamak için geliştirilmiş farklı fiziksel modeller vardır. Kabuk modeline göre,
bir atom pozitif yüklü bir çekirdekten ve onun çevresinde dairesel yörüngelerle dönen elektronlardan
oluşur. Çekirdekte, nükleer kuvvetlerin birarada tuttuğu pozitif yüklü protonlar ve nötr yapıdaki nötronlar
yer alır. Elektron sayısı proton sayısına eşittir ve elektronlar kuantum mekaniği ilkelerinin belirlediği
yörüngelerde hareket eder. Katyonlar pozitif yüklü, anyonlar negatif yüklüdür. Bunlar eksik elektronlu ya
da ilave elektronlu atomlardır.
İzotoplar
Çekirdekteki protonların sayısı kimyasal özelliklerini ve ait olduğu elementi belirler. Aynı elementin
farklı nötron sayısına sahip varyantlarına izotop denir. Bunu belirtmek için bir izotoptaki nötronların ve
protonların toplamı element adının ya da simgesinin yanında yazılır.
topu (Au-197) vardır. Karbonun ise iki kararlı izotopu (C-12 ve C-13) ve bir kararsız izotopu (C-14)
vardır. C14 bir elektron salarak bozunun Karbonun başka bir dizi izotopu (C-10, C-ll vb.) ve bazı
altın izotopları doğada bulunmamakla birlikte, laboratuarda yapay yoldan elde edilebilir.
Nükleer Fizyon
Proton ve nötron sayısındaki artışla birlikte çekirdek kararsız hale gelir. Büyük çekirdekli atomlar -
örneğin plütonyum ya da uranyum- belirli koşullarda nötronlarla bombardıman edilince ayrılır (s. 173).
Nükleer fizyon denen bu süreç bir enerji ve yeni izotop kaynağıdır.
Radyoaktivite ve Radyasyon
Parçacıklar ve enerjiden oluşan radyoaktif radyasyon nükleer fizyonla ortaya çıkar. Alfa radyasyonu iki
proton ve iki nötronun birbirine bağlanmasıyla meydana gelir. Bir kâğıt tabakasıyla kapatıldığında bile
insan sağlığına çok zararlı bir etkide bulunabilir. Beta radyasyonu elektronların ve pozitronların yüksek
hızda salınmasıdır. Gamma radyasyon en yüksek frekansa sahiptir ve elektromanyetik radyasyonun en
enerjili biçimidir. Gamma ışınlarından korunmak için çok kalın beton ya da kurşun duvarlara gerek vardır.
Nükleer fizyon sırasında zararlı miktarda X-ışını salınır. Diğer fizyon ürünleri radyoaktif izotoplardır.
Bu izotoplardan bazıları ilk nükleer fizyon işleminden yüzyıllar sonra dağılıp radyoaktif radyasyon
salar. Uranyum-235 ve plütonyum-239 izotopları atom enerjisi santrallerinde ve nükleer silah
yapımında fizyon malzemesi olarak kullanılır.
Karbon Tarihlemesi
Her canlı organizma besinlerden ve havadan karbon alır. Canlı organizmalarda radyoaktif C-14 izotopu
miktarının kararlı C-12 izotopu miktarına oranı atmosferdeki oranla aynıdır. Ölü bir organizmada C-14
5.730 yıllık bir yarıö-mürle bozunuma uğrarken, C-12 miktarı sabit kalır. Böylece bir organizmanın
kalıntılarında C-12’nin C-14’e oranından hareketle ölüm tarihi hesaplanabilir. Atmosferin C-14
içeriğindeki değişiklikler bu tarihleme yöntemini belli dönemler açısından geçersiz kılar.
yukarıda: Birçok kişinin Hazreti İsa'ya defnedilirken giydirildiğine inandığı Torino kefeni karbon
tarihlemesi işlemine göre MS 1300 dolaylarından kalma bir bezdir.
ÖZEL BİLGİLER
KUTUP BUZ TAKKELERİNDEKİ hidrojen izotoplarının oranı bize iklim değişiklikleri konusunda
bilgiler verir.
HER ELEMENT X-ışınlarıyla ya da elektronlarla bombardımana tutulduğunda ayrı bir ışık tayfı
salar. Malzemelerin kimyasal bileşimlerini belirlemede bu yönteme başvurulur.
FİZİK ve teknoloji
NZ.II\ Vt I tKNOLUJI
Bir lokomotif motoru enerji yaratmaz; bir enerjiyi başka bir enerjiye dönüştürür.
BİR DEVRİDAİM MAKİNESİ kendi devinimini kabalaştırdığı için, bir dış enerji kaynağına gerek
duymadan sürekli çalışır.
Chester piskoposu John Wilkins'in bir tasarımına göre mıknatıslı ve demir toplu devridaim düzeneği, y.
1670.
Devridaim Makineleri
BİLİM İNSANLARI yüzyıllardan beri devridaim makineleri tasarlamışlardır. Bir örnek: Bir şelale bir su
dolabını harekete geçirir. Su dolabına bağlanan bir pompa suyu tekrar yukarıya pompalar. Su dolabı bir
yandan değirmeni çalıştırırken, bir yandan da kendi suyunu sağlar.
BÖYLE BİR DÜZENEK aslında işlemez. Su dolabının devinimine bağlı sürtünme şelalenin enerjisinde
kayba yol açar. Suyun asla tükenmemesini bir pompayı çalıştırmak için şelaleyi kullanmaya kalkışmak
sürtünme yoluyla daha büyük enerji kaybını getirir. Diğer olası makineler, aygıtlar ve motorlara gelince,
enerji ya sürtünmeden ya da çevreye salınan ısıdan dolayı kaybolur.
Ulrich von Cranach’m 1664’te, bir çark, bir Arşimet burgusu ve toplarla tasarladığı bir devridaim
makinesi.
TERMODİNAMİK
Termodinamik çoğu kez “ısı enerjisi bilimi" olarak nitelendirilir. Oysa enerjinin ve ayrıca maddenin diğer bütün biçimlerini de inceler.
Termodinamik yasaları bir nesnenin sıcaklığı, ısısı ve içsel enerjisi arasındaki ilişkileri açıklar.
Katiların erimesi ve sıvıların buharlaşması enerji değişiminin örnekleridir. Kapalı bir sistem çevresiyle
madde ya da enerji alışverişine girmez. Bu yalıtılmış bir test tüpü, bir makine ya da bütün evren olabilir.
Birinci Yasa
Termodinamiğin temel bir varsayımı farklı enerji türlerinin bulunduğudur: Kinetik enerji,
potansiyel enerji, kimyasal enerji, enerji, ışık enerjisi vs. Bu farklı enerji biçimleri birbirine dönüşür;
ama kapalı bir sistemdeki toplam enerji miktarı sabittir. Termodinamiğin birinci yasası enerjinin yoktan
yaratılamayacağını ve yok edilemeyeceğini öngörür.
İkinci Yasa
Termodinamiğin ikinci yasası birincisine kısıtlamalar getirir. Entropi evrendeki düzensizliğin bir
ölçüsüdür. Örneğin, bir çay kaşığı kadar barut yakılınca gaz salar ve ısı üretir. Böylece uzaya dağılan
parçacıklar daha değişken hızlara kavuşur.
Aynı şekilde ısı sıcak nesnelerden soğuk nesnelere doğru akar. Bunun anlamı entropinin artmasıdır; çünkü
evrende düzen azalır, yani evrene dair bilgi kısıtlanır. Yanma süreci tersine çevrilebilir; ama bu
Bir gaz daha fazla alan bulduğunda genleşerek bütün alanı doldurur.
bir enerji girdisini gerektirir. Buna dönük adımlar ise daha fazla entropi doğurur. Termodinamiğin ikinci
yasası evrende entropinin artması yönünde bir eğilimin bulunduğunu öngörür.
Üçüncü Yasa
Bir milyon dereceyi aşkın sıcaklıklara ulaşmak mümkün olsa da, varılabilecek en düşük sıcaklık
273,15°C, yani Kelvin ölçeğindeki sıfırdır. Bu olası en düşük dereceye mutlak sıfır denir. Teorik olarak,
bu noktada madde artık bir enerji biçiminden yoksundur; çünkü parçacıklar hareket etmez.
Termodinamiğin üçüncü yasası mutlak sıfıra ulaşılamayacağını öngörür. Deneysel düzeyde laboratuvarlar
mutlak sıfıra bir derecenin birkaç milyonda biri kadar yaklaşmış, ama bu noktaya asla ulaşamamıştır.
Sıcaklık ne kadar düşerse, daha aşağıya inmek o ölçüde zorlaşır.
Isı Ölümü
Evrenin kapalı bir sistem olması nedeniyle, zamanın bir anında ısı ölümünün ortaya çıkması mümkündür.
Bu durum evrenin sıcaklığı tekörnek hale geldiğinde yaşanacaktır. Hayatı yaratan kimyasal ve fiziksel
süreçlerin işlemez hale gelmesi nedeniyle, o anda hiçbir canlı varlık yaşayamaz. Isı ölümü azami entropi
durumudur ve termodinamikte öngörülen bir şeydir. Bütün enerji dönüşümleri gerçekleştiğinde ve bütün
parçacıklar aynı kinetik enerjiyle hareket ettiğinde, hiçbir enerji akışı olamaz.
Bilim ve teknoloji sıklıkla termodinamiğin bilgi ve bulgularına başvurur. Örneğin, kimyada tepkimelerde
enerji soğurmanın meydana gelip gelmediğini bilmek önemlidir. Mühendislikte motorların ve diğer termal
makinelerin randımanı termodinamiğin ikinci yasasıyla ilişkilidir.
ÖZEL BİLGİLER
OLASILIK TEORİSİ ve istatistiksel mekanik, bir sistemin davranışını anlamak amacıyla termodinamikte
kullanılan önemli araçlardır.
İKİ SİSTEM aynı sıcaklığa sahip olduğunda bir termal denge durumunda olur.
ZAMAN referans alınan çerçeveye bağlıdır.
GÖRELİLİK TEORİSİ
Albert Einstein’ın teorileri fiziği ve dünyayı algılayışımızı değiştirdi. Öngörülen etkilerin geniş kapsamı,
onun teorilerinin bütün sonuçlarını deneylerle doğrulamayı imkansız kılıyor.
Albert Einstein 1905'te dört önemli makale yayımladı ve fizikçi olarak ün kazandı. Makaleleri
arasında özel görelilik teorisini ve fotoelektrik etkiyi açıklayan çalışmaları da vardı. Einstein 1915’te
genel görelilik teorisini yayımladı ve 1921’de Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı.
EINSTEIN’IN TEORİSİ biri yerde sabit duran, diğeri bir uçakla taşınan iki saatin karşılaştırılmasıyla
doğrulanmıştır.
Fizikçilerin karşılaştığı sorunlardan biri, Nevvton’un teoremlerinin (s. 148) atom düzeyinde
uygulanabilir olup olmadığıydı. Einstein fotoelektrik etki üzerine çalışmasıyla bu konuyu açıklığa
kavuşturdu. Soyut fiziğe dayanan yaklaşımının ilham
E=mc2
Görelilik teorisinin ve fotoelektrik etkinin getirdiği bir sonuç, madde ile enerji arasındaki ilişkidir.
Ünlü denklem E = mc2 uyarınca, madde enerjiye dönüştürülebilir ve tersi de olabilir. Güneş enerjisinin
kaynağı nötronlardan ve protonlardan oluşan helyumun kütlesindeki azalıştır. Nükleer fizyon enerjisi
de buna benzer. Söz konusu denklemin atom bombasını ve nükleer fizyon teknolojisini
geliştirmeyle özdeşleşmesine karşın, bu aslında Einstein’ın doğrudan çalışmadığı bir alandır.
Einstein’ın Yaklaşımı
Nevvton’a göre uzay ve zaman, hızı hesaplamada kullanılabilecek bağımsız değişkenlerdi. Einstein ışık
hızını olası en büyük hız, ayrıca gerçek uzay ve zaman değişkenlerini hesaplamada doğal bir sabit değer
sayma yoluna gitti.
Işığın Güneş’ten Dünya’ya yolculuğu yaklaşık 8 dakika alır. Bu da ışık hızının yaklaşık 300.000 km/s
olduğu anlamına gelir. Yeryüzünden bakan bir kişi o andaki Güneş parlaklığını değil, Güneş’in 8 dakika
önceki parlaklığını görür. Einstein referans çerçeveleri arasındaki dönüşüm denklemlerini türetmek için
bu çıkarsamaları kullandı.
Genel görelilik teorisinde, yerçekimini uzay-zamanda bir eğri olarak açıkladı. Buna göre, yıldız gibi
oldukça büyük kütleye sahip cisimler uzayı büker ve ışığın sapmasına yol açar. Kara deliklerin varlığına
ilişkin teorisi daha sonraları bu temelde geliştirildi. Bir kara deliğin öylesine büyük kütlesi vardır
ki, kütleçekimi alanı herhangi bir ışığın kaçmasını önler.
İkiz Paradoksu
İKİZLERİN birbirinden ayrıldığı bir örnek düşünün. Biri yeryüzünde kalırken, diğeri ışık hızına yakın hıza
sahip bir uzay gemisiyle uzayda yolculuk etsin. Uzaydan iki yıl sonra dönen kardeş, görelilik teorisi
denklemlerinin kullanıldığı hesaplamalara göre, kardeşiyle karşılaştığında onun 40 yıl
yaşlanmış olduğunu görecektir.
UZAY GEMİSİNİN hızı ne kadar yüksek olursa, zaman o ölçüde yavaş ilerler. Kütleli madde ışık hızıyla
hareket edemez; ama bu hipotezde ışık hızına yakın bir hız varsayılarak hesaplamalar yapılabilir.
Yeryüzünde kalan kardeş alışılmış biçimde yaşlanır. Yolculuk eden kardeş ise hareketli bir referans
çerçevesinde zamanın daha yavaş ilerlemesi nedeniyle daha geç yaşlanır.
İkizler örneği hızın zaman akışını nasıl etkilediğini gösterir.
başaramadı. Onun fotoelektrik etki, ran teknolojik atılımların temelidir, görelilik teorisi ve genel
görelilik üzerine çalışmaları modern fiziğin
FİZİK VE TEKNOLOJİ
yukarıda; Einstein karatahtada Samanyolu'nun yoğunluğuna ilişkin bir denklemi yazarken görülüyor.
Uygulama ve Kapsam
Einstein yerçekimi kavramında bir çığır açtı ve elektromanyetik radyasyonun yayıldığı mecra anlamındaki
esirin var olmadığını kanıtladı. Ayrıca kuantum mekaniğinin kurucuları arasında yer aldı. Bununla birlikte,
Einstein yanılmaz bir dâhi değildi. Yıllarını evrensel bir madde teorisini ortaya koyma ça-
KİLİT BİLGİLER
Otomobiller | iki Tekerlekli Araçlar | Demiryolları | Gemi Taşımacılığı | Rüzgâr
ve Dalgalar | Uçaklar | Helikopterler | Roketler
HAREKETLİLİK
küreselleşen bir
dünyayla ortaya çıkan
ve ona katkıda
bulunan bir
gelişmedir.
OTOMOBİLLER—MOTOR VE KAROSER
Otomobil ulaşım gücü, hareketlilik ve bireyselliği biraraya getirir. Kişisel ve sosyal yaşamı bu düzeyde
etkileyen başka bir taşıt hâlâ yoktur.
rız.ır\ vt ilimnuluj
Dört zamanlı bir motor döngüsü silindir içindeki bir pistonun dört hareketine dayanır.
Yüksek performanslı motorlar, esas olarak, bu spor araba gibi ticari araçlar da kullanılır.
Benzinli Motor
Bir arabanın can damarı olan motorun görevi, termal ve elektriksel ya da kimyasal enerjiyi
kinetik enerjiye çevirmektir. Otomobillerde ve ticari araçlarda çoğunlukla ben-zinli ya da dizel motorlar
kullanılır. Ne var ki, petrol fiyatlarındaki artış
ÖZEL BİLGİLER
LOREMO LS 1,51/IOO km gibi düşük yakıt düzeyine inen ilk arabadır ve fiyatı yaklaşık 15.000
dolardır (11.000 euro).
göz önünde tutulursa, bir değişimin yaşanması kaçınılmazdır. Otomobil sanayisi geleneksel yanmalı
motorların yerine daha değişik enerji kaynaklarının kullanıldığı “biyodizel,” elektrikli ya da karma sürüş
düzenekleri gibi randımanlı alternatifleri geçirmeye çalışıyor.
Şanzıman ve Şasi
Güç iletimini sağlayan şanzıman, motor ile direksiyon arasında yer alır. Debriyaj, düz vites, güç bölücü,
çevirme mili ve diferansiyelden oluşur.
Motorun sağladığı dönel hareket debriyaj ve vites tarafından aktarılır, dağıtılır ve düzenlenir (s. 156).
Motorun yarattığı dönme momenti tekerleklere şanzımanla ve bir dönüş sırasında tekerleğin iç ve dış
kısımlarındaki farklı hızları birbirine uyduran dişli takımıyla iletilir.
Şasi motor gücünün yola aktarılmasını sağlar. Lastikler, tekerlek süspansiyonu, amortisör, fren
ve direksiyon bir otomobilin sürülüşünü etkiler.
Karoser
Bir otomobilin görsel unsurlarını büyük ölçüde karoser çalışması belirler. Karoserin yapısı ağırlık ve
aerodinamik özelliklerin yanısıra yolcuların güvenliği açısından da önemlidir.
karoserler yaygındır; ama en son gelişmeler sağlamlık, sertlik ve hafiflik gözetilerek tasarlanmış içi
boş kesimlerden bir yapı yaratmaya yöneliktir. Böyle bir yapının avantajı
ince bir püskürtüyle beslenen yakıt karbüratörde veya püskürtme pompalarında havayla karışır.
Bu karışım silindire yönlendirilir ve bir pistonun hareketleriyle sıkıştırılır. Bir bujinin karışımı
tutuşturmasıyla ortaya çıkan patlama pistonu dışarıya doğru iter. Günümüzde yaygın olan dört zamanlı
motorlarda yakıt püskürtme ve egzoz boşaltma pistonun ayrı vurularıyla gerçekleşir. Benzinli motorlar
dizel motorlara oranla daha hızlı döngü sayısı sağlar; ama daha düşük randımanlı ve daha yüksek
sarfiyatlı-dır.
daha hafif malzemeler kullanma olanağıdır. Şasi yapımında çoğu kez çelikle birlikte
alüminyum, magnezyum ve sentetik malzemeler kullanılır.
Otomotiv Elektroniği
Bir otomobilin gerilim uygulanan ateşleme sistemi, batarya ve marş gibi parçalarının hepsi
otomotiv elektroniği alanına girer. Modem güvenlik standartlarıyla ve tercihe bağlı konfor unsurlarıyla
da bağlantısı olan otomotiv elektroniğ. mekanik kumandaların ve güvenlik sistemlerinin yerini almaktadır.
J
Modern otomobiller sadece konfor, sürat ve tasarım sunmaz, doğal çevreyle uyum ve yol güvenliği
açısından gittikçe artan gerekleri de yerine getirir.
Katalizörler
ELEKTRONİK DENGE KUMANDASI aktif bir güvenlik sistemidir. Farklı alıcılar direksiyonun
kilitlenme ya da savrulma tehlikesi taşıyıp taşımadığını sürekli izler. Bir mikrobilgisayar verileri
değerlendirir ve acil durumlarda kumandayı ele alır ya da yardımcı frenleri harekete geçirir. Bir patinaj
riski varsa, dengeli çekiş yeniden sağlanana kadar tekerlekler birbirlerinden bağımsız olarak durdurulur.
Sistem, frenleme sırasında tekerlekleri kilitler ve bir acil durum varsa bütün fren düzeneğini otomatik
olarak işletir.
Seyir sistemleri arabayı daha iyi yönlendirmeyi sağlar. Bir otomobilin bulunduğu yer uzaydaki 24
GPS uydularıyla kumlan telsiz iletişimiyle saptanır. Bir bilgisayar bu noktadan varılması öngörülen yere
en kestirme yolu dijital kartların yardımıyla hesaplar. Seyir sistemlerinin çoğu en son trafik radyo
haberlerine "tepki” verir; trafik sıkışıklıklarına karşı uyarıda bulunur ve sürücüleri buna uygun olarak
yönlendirir.
izleme sistemi arabayı geriye sürmeye yardımcı olur: Bir engele asgari bir mesafe kaldığında, bir uyarı
sinyali verilir. Sistem öndeki arabaya çok yaklaşmayı, kör noktalar-
Kaza testleri sırasında kemer ve hava yastığı gibi pasif güvenlik sistemleri kontrol edilir.
Son yıllarda artan trafik yoğunluğuna karşın, ciddi yaralanma ya da ölümle sonuçlanan kazalarda bir
azalma vardır. Bunu sağlayan etkenlerden biri sayısız
Artan araç trafiği yoğunluğu hem sürücülerin, hem de çevrenin korunmasını gerekli haie getirmiştir.
Patinaj önleme düzeneği kayma tehlikesinde her tekerlekteki ayrı frenleri kısa bir süre için tetikler. 1
riye indirmek için pasif güvenlik sistemlerine başvurulur. En iyi bilinen unsurlar emniyet kemerleri,
koltuk başlıkları, hava yastıkları ve çarpma sırasında yumuşakça deforme olan ve böylece enerji soğuran
“sıkışma alanı”dır. Direksiyonda ve gaz pedallarında önceden belirlenmiş frenleme noktaları, ayrıca
lamine cam ve karbon elyaflı karoser yapısı gibi yeni malzemeler de kazalarda yaralanma riskini azaltır.
Kazalardan olabildiğince sakınmak amacıyla kullanılan aktif güvenlik sistemleri yardımcı fren ve
direksiyon araçlarını ve uyarı sistemlerini kapsar. En büyük ilerleme elektronik güvenlik sistemleri
alanında
sağlanmıştır. Yolcu güvenliğini arttırmak açısından pasif ve aktif güvenlik sistemleri, elektronik araç
izleme sistemleriyle birleştirilmek-tedir.
Sürücü birçok önemli işten kurtulmuş veya en azından yardımcı sistemler aracılığıyla araba sürmek
epeyce kolaylaşmıştır.
daki diğer araçları ve şerit sınırlarında, çıkmayı bildiren uyarılar da verebilir. Seyir kontrolü seçilmiş
bir hızda kalmayı sağlar. Önde ilerleyen daha yavaş bir araç şerit değiştirdiğinde, otomatik olarak fren
tutar ve şerit boşalınca arabayı yeniden hızlandırır.
Çevre Koruma
iklim değişiminde, insanlar ve hayvanlar açısından artan sağlık risklerinde egzoz salımlarının da payı
vardır. Yasal düzenlemelerin otomobil sektörü için zorunlu kıldığı çevre koruma önlemlerinin amacı
atmosfer kirliliğini azaltmak, yenilenemez kaynakları tutumlu kullanmak ve gürültü kirliliğini azaltmaktır.
Randımanlı yakıt tüketimi, biyodizel gibi yenilenebilir yakıt kullanımı, karma motorlu ve elektromotorlu
sürüşü sağlayacak alternatif sistemlerin
Seyir Sistemleri
21. YÜZYIL
AB arabalann 2003'te 175 g/km olan karbondioksit salımlarının 2008'de 140 g/km 'ye indirilmesini
öngörüyor. BİTKİSEL YAĞ karbondioksit açısından nötr bir yakıttır. Yanma sırasında bitkinin büyürken
aldığı kadar karbondioksit salar.
DOGALGAZDA kilometre başına karbondioksit salımı benzin ya da dizele oranla yaklaşık %25 daha
düşüktür.
İÇTEN YANMALI motorun elektrik motoruyla desteklendiği karma düzenek karbondioksit s alimim %10-
50 azaltır.
İki tekerlekli araçlarda sırf kas gücünden motosikletin beygirgücüne kadar hemen her şey mümkündür. Bu
araçlar günlük yaşamda ulaşım, spor ve eğlence için kullanılır.
ileri teknolojiye dayalı dağ bisikletlerinin sağlam ama hafif bir şasisi, ayarlanabilir maşası ve
süspansiyonları, hidrolik disk frenleri vardır.
Yüksek kapasiteli yol motosikletleri saatte 300 km’lik hıza ulaşabilir. Otomobillere oranla çok daha
hafif olan motosikletlerde hava direnci daha düşüktür ve sürtünmeye bağlı enerji kaybı daha azdır.
Dolayısıyla iki tekerlekli araçların randımanı dört tekerlekli araçlarınkinden daha yüksektir.
Merkezkaç Kuvvet
Bisiklet ve motosiklet sürücüleri hız yapmanın ve aracı kullanmanın keyfini çıkarır. Ancak bu keyfin
ardında fiziğin karmaşık konuları yatar. Saatte 10 km gibi düşük hızlarda bile, merkezcil kuvvet
ve cayroskop etkisi iki tekerlekli bütün araçların sürülüşünü etkiler.
Bir merkezcil kuvvet hareket ettiği yönü değiştiren her cisme etkide bulunur. Kütlenin eylemsizliği ilkesi,
hareketli bir cismin yön değiştirmesi için devinim yönüne dik bir kuvveti gerekli kılar. Merkezcil
kuvvetin büyüklüğü hareketli cismin kütlesine, hızına ve ne ölçüde yön değiştirdiğine bağlıdır. Hızlı
sürülen iki tekerlekli bir araç için merkezcil kuvvetler tehlikeli olabilir, çünkü kuvvet dengesini değiştirir.
Sağa dönüşte sürücü bir merkezkaç kuvvetin sola dönük etkisi altına girer. Dolayısıyla motosiklet
sürücüleri dönemeçlerde kuvvetleri dengede tutmak amacıyla iç tarafa doğru yatarlar.
Beygirgücü
Motosikletler ve bisikletler arasındaki asıl farklılık sürüş yöntemine dayanır. Bisiklet sürücüsü
pedala basarak ön zincir dişlisinin dönmesini sağlar. Bir zincir dairesel devinimi arka zincir dişlisine ve
arka aksa aktarır. Doğrudan dişli orantısına bağlı olarak, arka tekerlek pedalla çevrilen tekerlekten daha
çabuk hareket eder. Motosikletlerde ise dairesel devinimi çoğunlukla iki ya da dört zamanlı ve içten
yanmalı bir motor (s. 154) sağlar. Bir otomobilde olduğu gibi, güç bir zincirle arka tekerleğe ya da bir
çekiciyle aksa ve şanzımana iletilir. Dairesel devinimin arka tekerleğe ulaşmasından önce, motor burusu
bir vites kutusuyla yükseltilir ya da düşürülür.
ÖZEL BİLGİLER
BİSİKLETLERDE karbon şasiler çelik şasilere oranla daha hafif, daha sağlam ve daha esnektir.
ELEKTRİK üretmeye yarayan vitessiz göbek dinamoları %70 randımanlıdır. Bakım maliyeti düşüktür
ve karda bile güvenilirdir.
HİDROLİK CANT FRENLERİ verimli çalışır,kontrolü kolaydır, uzun ömürlüdür ve bakım gerektirmez.
uzun bir geçmişe dayanır. Bisiklet ve motosikletlerdeki yenilikler sırf stile değil, daha çok güvenlik
ve rahatlığı arttırmaya dönüktür. Karbon elyafıyla güçlendirilmiş plastik gibi yeni malzemeler şasileri
daha hafif hale getiriyor. Diskli ve kampanalı frenler artık eskisinden daha güvenli. Son yıllarda
bisikletlere sele, maşa ve şasi süspansiyonları takılıyor. Bunlar şasi üzerindeki baskıyı hafifletmenin
dışında, tekerleklerin yolu daha iyi kavramasını sağlıyor. Aynı teknolojiler motosikletlerde zaten uzun bir
süreden beri kullanılıyor. Motosikletlerdeki bilgisayarlar sürücü güvenliğini arttırmış bulunuyor.
Cayroskop Etkisi
Fiziğin bakış açısıyla tekerlek bir oyuncak topaca benzer. Bir topaç yeterince hızlı fırıldarsa, dönüşü
açısal momentum korunumundan dolayı kararlı hale gelir. Topacın dönüş ekseni dikeydir. Sözgelimi
parmakla dürterek deviniminde yaratılan küçük bozulmalara karşı koyarak dönmeye devam eder.
Bir tekerlekte ise dönüş ekseni yataydır ve yola paraleldir. Topaç sürtünme nedeniyle yavaşlayınca, dikey
ekseni boyunca sallanmaya ya da yalpalamaya başlar. Cayroskop etkisi iki tekerlekli bir aracın dengede
kalmasını sağlar; ama iki tekerlekli bir aracı sürmede merkezcil kuvvetlere oranla çok daha az bir
rol oynar.
Vites Kutusu
BİR MOTORUN dakika başına dönüş sayısı vites kutusunda değişir. Giriş milindeki küçük bir dişli çıkış
milindeki daha büyük bir dişliyi tutarsa, dönüş hızı azalır (düşük vites). Büyük bir dişli daha küçük bir
dişliyi tutarsa, dönüş hızı artar (yüksek vites). Dönüş devinimi daha sonra vites kutusundan tekerleklere
aktarılır.
DEBRİYAJ motorun dönüş deviniminin vites kutusuna aktarılmasını sağlar. Bu iş sürtünmenin bir arada
tuttuğu iki diskle yapılır. Debriyaj serbest bırakılınca, diskler birbirinden ayrılır ve vites kutusuna güç
aktarılmaz. Bu arada vites değiştirilebilir.
* Farklı büyüklükteki vitesler mo-Bir motosikletteki debriyaj bir arabadaki torun devinimini hızlı ya da
debriyajla aynı ilkelere göre çalışır. yavaş dönüşlere çevirir.
TRANSRAPID Almanya'da kullanılan tek raylı bir sistemdir. Uçak hızının yarısına, yani ses
hızının 0,4’üne varan bir hızla yol alır.
“Adler" adlı en eski Alman lokomotifinin bir tıpkı-yapımı bir test sürüşünde Fransız topraklarından
geçiyor.
BUHARLI LOKOMOTİF zamanında en hızlı ulaşım aracıydı. Toplu kara taşımacılığının öncüsü
olarak toplumu değişime uğrattı.
“LOCOMATION NO 1” 1825’te Kuzey İngiltere’de düzenli hizmete giren ilk buharlı lokomotif oldu.
Saatte 25 km’lik bir hıza ulaştı. İşleyen sıvının sıcaklığıyla birlikte randımanın yükselmesi nedeniyle,
süper ısıtmalı buharla motorun daha iyi çalışmasını sağlama yoluna gidildi. Bu arada başka yenilikler de
yapıldı. Böylece 1830’larve 1840’larda saatte 200 km’yi aşan hız rekorları kırıldı.
AVRUPA VE ABD’DE ekonomiye bağlı sebeplerle neredeyse bütün buharlı lokomotiflerin yerini
elektrikli ve dizel lokomotifler aldı. Bunların özel hatlarda ulaştığı hızlar saatte 280 km’nin üzerindeydi.
TRANSRAPID manyetik asılı tutma gücüne dayandığı için önemli bir yeniliktir. Bir ray hattı üstünde
tekerleklerle yol almaz; bir manyetik alanda (s. 150) sürtün-mesiz olarak hareket eder. Bu da saatte 500
km gibi rekor bir hız sağlar.
Transrapid bir manyetik askı sistemi sayesinde hattın yukarısında uçarcasına ilerler. Gerekli enerjiyi
alternatif elektromanyetik alanlardan alır.
DEMİRYOLLARI
Dünya genelinde yüzey ve demiryolu hatlarının toplam uzunluğu 1 milyon kilometreyi aşıyor. Trenler ve
tramvaylar yolcu trafiğinde ve yük taşımacılığında kullanılıyor.
Demiryolu üstünde giden araçlar kara araçlarına oranla daha ekonomiktir; çünkü sürtünme daha düşüktür
ve daha büyük bir yük taşınabilir. Ama demiryolu araçları her zaman sabit bir sisteme bağlıdır.
Demiryolu hatlarını döşemenin çeşitli yöntemleri vardır. Hat inşasının temeli kırık taşlardan ya da
betondan yapılan yataklardır; trenlerin yüksek hızda geçeceği kesimlere tamponlar eklenir. Hat yatağına
düzenli aralıklarla ahşap ya da ön gerilimli beton putreller yerleştirilir ve bunlara çelik raylar tutturulur.
Vagonlar tekerleklere takılı flanşlarla raylar üstünde durur. Ayrıca sağ ve sol tekerlekler birlikte bir tür
çifte “kesik koni" oluşturur; bu yapı tekerlek-ray bağlantısını sağlamlaştırır. Ray açıklığının büyük çapta
tekörnekleştirilmesi uluslararası tren seferlerini basitleştirmiştir. Polonya-Belarus sınırında olduğu gibi
farklı standartlar varsa, yolcuların tren değiştirmesi ve kargonun yeniden yüklenmesi ya da vagonların bir
bütün olarak farklı bir şasiye aktarılması gerekir.
Çekiş Gücü
Trenler genellikle hiç yolcu ya da yük alınmayan lokomotiflerce çekilir. Lokomotifler buhar
makineleriyle, elektrik enerjisiyle ya da dizel motorlarla çalışabilir. Dizel-elektrikli ya da dizel-hidrolik
sürüşlü dizel lokomotifler de vardır. Elektrikli lokomotiflerde sadece bir elektrik enerjisi sistemi
kullanılır; gerekli enerji bir akım çubuğuyla ya da yukarıdaki kontak hattıyla sağlanır.
Akım Sağlama
Elektrikli vagonlara alternatif akım ya da doğrudan akım verilebilir. Doğrudan akım esas olarak
metrolarda ve tramvaylarda kullanılır. Büyük demiryollarının çoğunda kullanılan alternatif akım ağır
transformatörleri gerektirir. Demiryolu transformatör istasyonlarında çoğu kez, bir sanayi şebekesindeki
akım daha düşük frekanslı alternatif akıma dönüştürülür. Üç fazlı alter-
İki elektromotor!u Fransız treni TGV (Train â Grande Vitesse) saatte 575 km’lik hıza ulaşır.
Elektromanyetik Frenler
ÖZEL BİLGİLER
TRANS-SİBİRYA DEMİRYOLU dünyadaki en uzun demiryolu hattı olarak 9.288 km'yi bulur.
EN YÜKSEK DEMİRYOLU Tibet’ten Çin'e giderken 5,072 m'ye kadar çıkan hattır.
natif akım düzeneği yaygın değildir; çünkü hız ayarlamasını hataya açık ve karmaşık hale getirir.
FİZİK ve teknoloji
GEMİ TAŞIMACILIĞI
Malların gemilerle deniz üzerinden taşınması artıyor. Bu bakımdan güvenliği ve kârlılığı geliştirecek
sürekli teknik yeniliklere gerek var.
FİZİK ve teknoloji
Bir denizaltının yüzeye çıkması için, tanklarına hava pompalayarak suyu dışarıya atmak gerekir.
SUYA DALIŞ nesnelerin sudaki davranışına ilişkin basit bir fizik yasasına dayanır. Filozof Arşimet iki
bin yılı aşkın bir sûre önce, bir sıvının yukarıya doğru bir nesneye uyguladığı kuvvetin o nesneyle
taşırılan sıvının ağırlığına eşit olduğunu buldu. Bu kuvvete kaldırma kuvveti denir ve Arşimet ilkesi bazen
yukarıya itme yasası olarak anılır.
AĞIRLIĞI 20.000 ton olan bir denizaltının suda yüzmesi, taşırılan suyun ağırlığının 20.000 ton olduğu
anlamına gelir (üstteki çizim). Denizaltı suyun altına dalacaksa, denizaltının ağır-l lığı arttırılır. Bu iş
denizaltı
Azami talep: Bir seyahat gemisinin narin gövdesi hız, kıvraklık, düşük su çekimi ve yüksek kapasite
sağlar.
21. YÜZYIL
Kıtalar arası mal trafiğindeki artış küreselleşmenin sonucudur. Yük gemiciliği yıllardır düzenli bir
büyüme sağlıyor; çünkü denizyolu büyük miktarda mal ve ağır şahsi eşya taşımada hâlâ en ekonomik
ulaşım biçimidir. Tarihsel ve arkeolojik bulgular yük gemiciliğinin daha MÖ 1000’lerde yaygın olduğunu
gösteriyor.
Gemi Yapımı
Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya’daki tersaneler gemicilik şirketlerinin hızlı, güvenli yük ve
yolcu gemileri yönündeki taleplerini karşılıyor. Ancak gemi yapımının ana sorunu iki bin yıl öncekiyle
aynıdır. Bir geminin hızını ve dengesini su hattının altındaki gövde biçimi belirler. Konteynır gemileri
kamyon büyülüğünde kon-teynırlarda her türlü malı taşıyan
yük gemileridir. Geniş ve görece düz yapıları çok büyük ve dengeli, ama hantal olmalarına yol açar.
Bu gemilere her biri 100.000 bg üzerinde enerji sağlayan 12 ya da 14 silindirli dizel motorlar takılır.
En fazla 8.000 konteynırın üzerindeki bir yükle ulaştıkları ortalama hız saatte 25 deniz milidir (46,3
Dünyanın en büyük konteynır gemilerinden biri olan ve 2005’te hizmete giren “Colombo Express” 8.750
konteynır alabilir.
genellikle kuru yük ya da imalat ürünleridir. Kömür ve buğday gibi dökme yük taşıyan gemilerin yapısı da
aynıdır. Tankerler petrol ve klor gibi sıvı yükleri taşımak için kullanılır.
Tamamen farklı ilkelerin uygulandığı sürat teknelerinin yapımında amaç yük kapasitesini değil, hızı azami
düzeye çıkarmaktır. Gövde asgari miktarda su taşırmayla suyu çabuk yaracak bir biçim taşımalıdır. Sürat
tekneleri aslında yüksek hıza ulaşınca yukarıya doğru kalkar. Motorlu teknelerin birçok değişik
biçimi vardır; motorlar içeride, dışarıda ya da ikisinin karması bir yapıda olabilir.
Motorlar
Her motorlu geminin esası motordur. Dizel motorların yanısıra gaz türbinleri ve elektrikli motorlar vardır.
Motorun sağladığı enerji geminin pervane şaftı aracılığıyla doğrudan pervanelere
■••Hııııiıe
■■■■
aktarılır.
Bir istisna oluşturan uçak gemileri ve nükleer denizaltılar gibi askeri gemilerde gaz türbinleri kullanılır.
Jet itişi sağlayan gaz türbinleri bu gemilerin yakıt ikmali yapmaksızın uzun yol almalarına olanak verir.
UZAKTAN KUMANDALI ve yelkenli planörlerin konteynır gemilerini çekmesi, %50 yakıt tasarrufu
sağlayacak ve hızı %10 arttıracaktır.
SU AKIMI GÜCÜYLE çalışan jeneratörler ekolojiktir ve iç suyolu ulaşımında önemli bir gelişmedir.
159
Aerodinamik ve kuvvet farklılıklarına göre her tekne belirli bir sınıfa girer.
RÜZGÂR VE DALGALAR
Rüzgâr enerjisinin, akıntıların ve kas gücünün kullanıldığı deniz taşıtlarında ya da eğlence teknelerinde
bir önkoşul olarak fizik yasalarından optimum düzeyde yararlanmak gerekir.
Sörfçü Rebecca VVoods Sydney'deki bir yarışta. Sörfün arkasındaki iki kanatçık devinimi dengede tutar;
gerisi vücut kontrolüne kalmıştır.
Motorsuz araçlarla yapılan başlıca su sporları sörf, rüzgâr sörfü, uçurtma sörfü, kürekle kano ve kürek
çekmedir. Rüzgâr sörfünde gerekli gücü yelkenler aracılığıyla rüzgâr sağlar; uçurtma sörfünde ise aynı
işlevi uçurtma görür. Sörfçü hareket yönünü vücut ağırlığıyla ve kas gücüyle belirler. Aynı şey sırf
bir tahtayla dalgaya binmeye dayanan dalga sörfü için de geçerlidir. Sporcu tahtanın hızını ve
yönünü kontrol ederek, dalgayı aşmadan ya da içinden geçmeden dalga yamacında kalır.
Son derece ince gövdeli bir trimaran neredeyse tamamen suyun yukarısına çıkabilir.
Yük ve yolcu gemilerinde gövde çoğunlukla düz olur. Bu özellik çok yük taşımalarını sağlarken, hızlarını
düşürür.
Yelkenlilerin uluslararası ticaretteki önemi sanayi devriminin başlamasıyla ortadan kalktı. Yerlerini, hava
koşullarına daha az bağımlı olan, sefere kısa sürede çıkabilen ve daha az insan gücü gerektiren buharlı
gemiler aldı. Yelkencilik günümüzde çok popüler bir eğlence biçimi olarak varlığını sürdürüyor.
Yelkenciliğin Fiziği
Yelkenliler rüzgâr enerjisinin sağladığı güçle hareket eder. Rüzgâr yelkene arkadan vurunca, yol açtığı
basınçtaki farklılıkla yelkene binen net bir kuvvet ortaya çıkar. Eğer rüzgâr tekneye yanlardan vurursa,
yelkenin biçimine göre iki akıma ayrılır. Uçakların havalanmasını sağlayan aerodinamik ilkesi (s. 160)
aynı şekilde yelkenlileri yönlendirir. Rüzgârüstü tarafta akan hava rüzgâraltı tarafta akan havadan daha
hızlı hareket eder. Bu durum rüzgâraltı tarafta daha fazla basınca yol açar. Böylece basınç farklılığıyla
yelkenli gemiyi hareket ettiren bir kuvvet oluşur. Sürüklenmeyi yelkenin rüzgâr yönüne açısı belirler. Eğer
hamle açısı yanlışsa, yelken pırpırlamaya başlar ve rüzgâr enerjisi kesilir. Yelkenliler tra-mola denen bir
işlemle rüzgârın estiği yöne karşı ilerleyebilir. Tekne bir süre rüzgâra 45 derecelik açıyla yol alır ve
ardından yön değiştirir. Genelde yelkenli gemiler düzenli rüzgâr manevralarıyla ve her zaman rüzgâra
yakın yol alarak varış noktasına ilerler.
Tekneye yanlardan vuran hava akımı, teknenin uzunlamasına ekseni boyunca yatmasına yol açar. Deniz
çalkantıları, dengesiz yükler ve tramola sırasındaki merkezkaç kuvvetleri yana yatma denen bu durumu
daha da kötüleştirir. Tekne alabora olabilir.
Bir geminin stabilitesi yatmaya karşı koyma gücünü belirtir. Ağırlık stabilitesi ve form stabilitesi
farklıdır. Alt kısımları toplam ağırlığın yüzde 30-50’sini oluşturan yelkenli gemilerin ağırlık
stabilitesi vardır. Yatma açısının artmasıyla birlikte, omurga bu devinime karşı koyan bir kuvvet yaratır
ve genelde gemiyi dik durumda tutar. Daha küçük yelkenlilerde form stabilitesi esastır. Bunların gövdeleri
geniştir ve geniş gövdeleriyle kolayca doğrulurlar.
Küçük bir teknedeki mürettebat teknenin bir tarafına hareket ederek dengeye katkıda
bulunabilir. Katamaran ya da trimaran gibi birden çok gövdeli deniz taşıtlarının form stabilitesi yüksektir.
GÖVDE HIZI ancak kayma yoluyla aşılabilir. Kayma bir teknenin hidrodinamikle oluşan kaldırma
kuvvetine bağlı olarak su yüzeyini sıyırarak ilerlemesiyle ortaya çıkar. Bunu sağlamak için özel
gövdeler tasarlanır. Geniş kıçlı, uzun ve düz gövdeye sahip tekneler, yüksek hızlarda topuk ve burun
dalgalarının dinamiğiyle suyun yukarısına kalkar.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
Hidrodinamik
BİR TEKNENİN gövde biçimi hızını belirler; çünkü devinim sırasında burun ve dümen suyu dalgaları
yaratır. Bir gemi bu dalgalardan daha hızlı hareket edemez. Ulaşabileceği azami hıza gövde hızı denir.
Daha uzun gemiler daha yüksek gövde hızına ulaşır; çünkü yarattıkları daha uzun dalgalar hızla dağılır.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
Uçaklar havadan daha ağırdır. Dolayısıyla, uçak ağırlığından daha büyük kaldırma kuvvetinin sağlanması
gerekir.
Havalanma
Pistteki bir uçağın hareketi sırasında oluşan hava akımı, uçağın kavisli kanatlarıyla ikiye ayrılır. Kanadın
üst kısmının biçiminden dolayı, üst hava akımı alt hava akımından farklı bir yol izler. Hava akımının hızı
üst kısımda alt kısma oranla daha yüksektir. Hız artışının basınçtaki bir azalmayla ortaya
Uçağın yerden havalanmasını sağlayan şeylerden biri de kanatların hücum açısı, yani kanadın karşıladığı
havayla oluşturduğu açıdır. Hücum açısı yükselince kanadın karşıladığı hava miktarı artar ve böylece hem
taşıma kuvveti, hem de sürükleme kuvveti artar. Uçağın hızını yükseltmek ya da pervanelerin yardımıyla
hava akımı hızını arttırmak, taşıma kuvvetinin sürükleme kuvvetinden daha fazla artmasını sağlar.
Kaldırma kuvvetinin büyüklüğü hücum
Yönlendirme
Bir uçak havalandıktan sonra yön dümeni, irtifa dümenleri ve kanatçıklar aracılığıyla yönlendirilir. Pilot
bu düzeneklere levye, volan ve dümen pedallarıyla kumanda eder. Kumanda, mekanik bir şekilde
kumanda kolları ve bowden kablolarıyla ya da elektronik kumandalı uçuş sistemiyle
gerçekleşir. Kanatçıklar uçağın uzun-kisi olan kuyruk savurmayı dengeler. Dümene bağlı kumanda
pedalları yerde ilerlerken uçağın tekerleklerini de idare eder.
irtifa dümenleri uçak kuyruğunun parçasıdır ve uçağı yan ekseni boyunca döndürür, yani uçağın burnunu
kaldırıp indirmesini kumanda eder. Kanatların hücum açısı irtifa dümenleriyle düzenlenir. Belli uçak-
Hava akımı kanatlara çarptığında ikiye ayrılır. Üst hava akımı alt hava akımına oranla daha uzun bir yol
alır. Bunun yarattığı basınç farklılığıyla uçak yukarıya doğru “çekilmiş" olur.
Bir uçak kanatçıkların, yön dümenlerinin ve irtifa dümenlerinin yardımıyla üç ekseni etrafında dönebilir.
ZZSSU- •
Uçağı levyeler, volanlar ve pedallarla idare eden pilotların çok sayıda kumandayı çalıştırması gerekir.
hareketini düzenler. Bu harekete “yalpa” denir. Kanatların dış yüzünde yer alan kanatçıklar birbirlerinden
bağımsız olarak yukarıya ya da aşağıya doğru hareket ettirilebilir. Bu manevra kanatların taşıma kuvvetini
değiştirir. Uçak daha küçük taşıma kuvvetli kanadın yönüne doğru yalpa vurur.
Yön dümeni dikey eksen boyunca uçuş hareketine kumanda eder. Bu harekete “kuyruk savurma” denir.
Dümen bir teknedeki gibi, uçağın kuyruğuna dik olarak takılıdır, iniş için yere yaklaşırken kullanılır ve
kanatçıkların bir yan et-
21. YÜZYIL
SÜPERSONİK ve dikey kalkışlı uçakların Amerika'da ticari seterlerde hava taksileri olarak kullanılması
tasarlanıyor.
UÇAN KANATLAR kuyruklu uçaklara kıyasla %25-35 yakıt tasarrufu, daha yüksek yük kapasitesi ve
daha uzun menzil sağlayarak havacılık teknolojisinde bir devrim yaratabilir.
Hafif planörler yükselen havayla asılı kalarak süzülür. Ağır ve daha hızlı uçakları sürmek için jet
motorlarına gerek vardır. Süpersonik uçuşlar hâlâ askeri alanla sınırlıdır.
tılır. Duruma göre bombardıman ya da önleme uçağı işlevini görebilir. Askeri uçakları dünyanın her
tarafına taşıyabilen uçak gemileri vardır.
Planörler hafiftir ancak iki pilot taşıyabilir. Daha çok eğlence ve hava fotoğrafçılığı amacıyla kullanılır.
Turbo Fanlar
Yanma bölmesinde yakıtla karıştırılarak tutuşturulan hava, ısıdan dolayı genleşir ve ivme kazanarak
dışarıya çıkar.
Hava akımının devre dışı kalması motorun sessiz ve randımanlı çalışmasını sağlar.
Planörler, yamaç paraşütleri ve delta kanatlar takılı bir güç kaynağı olmaksızın uzun mesafeler boyunca
uçabilir. Planörler yükseklik kazanmak için, havaya yükselen ve “termik” olarak bilinen sıcak hava
sütunlarından yararlanır. Bunlar bir dağın rüzgârüstü tarafında yamaç rüzgârları olarak ve bir dağın
rüzgâraltı tarafında ortaya çıkabilir. Planörler başlangıçta biraz yükseklik kazandıracak bir dışsal enerji
kaynağına gerek duyar. Bu iş için genellikle sabit motorlu vinçler ve motorlu uçaklar kullanılır. Bazı
planörlerin kendi motorları vardır, irtifa kaybı ile alınan mesafe arasında optimum düzeyde bir ilişki
sağlamak açısından, planörlerin hava sütunlarında çabuk yükselecek kadar hafif olması gerekir. Ancak
hızın ağırlıkla birlikte artması nedeniyle, aşırı hafiflikten kaçınmak gerekir. Termiklerde az süre
geçirildiğinde bu özellik işe yarar. Planörler bir sı
TURBO FAN bir tür türbo jet motorudur ve geri tepme ilkesine göre işler, içine giren hava birkaç
aşamada sıkıştırılır ve yaklaşık 600°C’ye kadar ısıtılır. Yanma bölmesinde yakıtla karıştırılarak
tutuşturulur. Yanma sırasında akış hızları artan gazlar bir türbinden geçirilir. Bu işlem diğer araçların
yanısıra uçaktaki kompresörler için enerji üretir. Gazlar bir ağızdan salınırve çıkış kuvveti uçağı iter.
cak hava sütununun çevresinde dolanabilecek şekilde keskin dönüşler yapabilmelidir. Gözetilmesi
gereken başka bir nokta, pist dışında bir yere iniş yapıldığında planörü taşıma kolaylığıdır.
Bazı planörlerde ilave ağırlık sağlamak ve planörün kütle merkezini ayarlamak üzere kanatlarda su
tankları bulunur. Gövde üzerinde basınçtan kaçınmak açısından, bu su inişten önce boşaltılmalıdır.
Askeri Uçaklar
Askeri uçaklar nakliye, keşif ve hava harekâtları için kullanılır. Muharebe uçakları havadan karaya ya da
havadan havaya füzelerle dona-
Süpersonik Hız
Sivil hava ulaşımından farklı bir yön olarak, askeri uçaklar çoğu süpersonik hızlarla, yani havadaki
sesten daha hızlı yol alır.
Bu hız Mach sayısı denen birimlerle belirtilir. Mach sayısı, uçak hızının, uçağın içinde hareket ettiği
havadaki ses hızına bölünmesiyle elde edilir. Mach 1 ses hızıdır ve normal havada yaklaşık 1.200
km/ saattir. Askeri jetler Mach 2 dolayında hızlara ulaşır; Mach 3 hızına ulaşan birkaç model vardır.
Süpersonik hızlara varmak için “art yakıcılar" denen yüksek performanslı özel jet motorları kullanılır.
Kamuflaj
Askeri
uçuşlar optik, akustik ve radar kamuflajı gözetilerek planlanır. Hayalet uçakların yüzeyi üçgenlere
ayrılmıştır; gizleyici teknoloji sayesinde bunlar radar sinyallerini geri yansıtmak yerine saptırır. Teorik
olarak hayalet uçaklarını saptamanın bir dizi yolu vardır, ama şimdiye kadar hiçbiri işe yaramamıştır.
Örneğin, kamuflajlı uçuşları bir radar istasyonları ağıyla belirlemek mümkündür.
S üpersonik Uçuşlar
Bir nesne bir ortam içinde hareket ettiğinde, bir sıkışmış madde cephesi yaratır. Bir uçak havadaki sesten
daha hızlı ilerlerse, ses dalgaları uçağın yarattığı cephenin yanından geçemez. Bu bölgede ortaya çıkan
basınç bir şok dalgası yaratır. Uçağın ucunda ve arkasında oluşan küresel şok dalgaları dışa doğru yayılır.
Buna bağlı olarak, birsüpersonik uçağın uçuş yolu boyunca bir şok dalgaları örtüsü oluşur. Bunlar ses
dalgaları değildir; ama bir insanın kulağına ulaştığında tek ya da iki patlama gibi algılanır.
yukarıda: Uçuş halindeki bir uçağın orta kısmında oluşan alçak basınç alanı suyun yoğunlaşmasına yol
açar.
Elektromanyetik enerjiyi ısıya çevi-ren radar soğurucu malzeme-ler (demir karbonil boyalar) kullanılarak
daha kapsamlı kamuflaj sağlanabilir.
ÖZEL BİLGİLER
KÖPEKBALIĞI PULLARI yakıt randımanı için tasarlanan uçaklara model oluşturdu. Pulların yüzey
yapısını örnek alma yoluyla, %5'e varan yakıt tasarrufu sağlandı.
SPACESHİPONE bir uçağın yardımıyla havalandıktan sonra roket itiş gücüyle 100 km yüksekliğe
ulaşabilir. Dünyada özel sektör tarafından finanse edilen bu ilk insanlı uzay aracının benzersiz bir
atmosfere yeniden giriş sistemi bulunmaktadır.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
HELİKOPTERLER
Helikopter, uçuşa dikey başlama, tek bir noktanın yukarısında asılı durma, yavaş uçma ve geriye doğru
uçma özelliklerinden dolayı birçok alanda kullanılır.
Taşıyıcı Plakalar
Kızböceği bir helikopter gibi uçar. Birbirinden ayrı hareket edebilen kanatları sayesinde uçarken
durabilir, asılı kalabilir ve geriye doğru uçabilir.
Schiebel Camcopter: Kayıp kişileri kurtarmada veya jeolojik araştırmalarda havadan keşfi için kullanılan
uzaktan kumandalı bir helikopter.
Kumanda kolu*
Rotor pallerinin düzeni açısı yalpa düzeni, kumanda ve güdüm kolları aracılığıyla yönlendirilir.
Yalpa düzeni
Denge
bağlantıları
solda: Kuyruk pervanesi kanatları helikopterin fırıl fırıl dönmesini önler. sağda: Rotor palleri dönerken
sürekli ayarlanır.
Helikopterlerde sabit kanatlar bulunmadığı için, aerodinamik önemli bir tasarım unsuru değildir. Yapımda
daha çok yük hacimlerini, sabit ağırlığı ve helikopterin dengesini optimum düzeyde tutmaya önem verilir.
Başlıca helikopter türlerinin hepsi rotor kanatlarının bağlı olduğu mili çalıştıran türbinlerle hareket
ettirilir. Türbin ile dişliler arasında, rotordan türbine dönme kuvvetlerinin aktarılmasını önleyen bir
Muharebe Helikopterleri
Boeing AH-64D Apache gibi muharebe helikopterleri, silahlı kuvvetler için tasarlanmış son derece
hareketli ve etkili silah sistemleridir. ABD Kara Kuvvetleri için yapılan Apache, 1984'ten beri
çeşitli askeri görevlerde kullanılmıştır. Ana rotoruna bağlı kontrol radarıyla hedefleri saptayabilir
ve topladığı verileri diğer birimlere iletebilir. AH-64D Apache muharebe için 30 mm’lik otomatik bir
topla donatılmıştır; ayrıca güdümlü ve güdümsüz bir dizi Hydra 70 roket fırlatıcısı vardır.
serbest harekette kavrama sistemi vardır. Dişli hareketi ana rotora iletmeden önce dönme hızını
azaltır. Neredeyse bütün helikopterlerde gövdenin rotorla ters yönde dönmesini önleyen bir kuyruk
pervanesi vardır. Ters yönlerde işleyen iki rotorlu helikopterler dönüş kuvvetlerini dengeler ve böylece
kuyruk pervanesi gereğini ortadan kaldırır.
Helikopterler aerodinamik taşıma kuvvetini kanatlı uçaklarla aynı şekilde sağlar. Ama sabit kanatlar
yerine rotor palleri vardır. Taşıma kuvvetinin büyüklüğünü rotor pallerinin hücum açısı belirler. Palin
yukarısından geçen havanın aşağısından geçen havaya oranla daha hızlı olması bir basınç farklılığı
yaratır. Helikopterin kumanda sistemleri kullanılarak, dikey kalkış yatay bir itiş gücüne dönüştürülür.
Helikopterler her üç eksende yalpa, kuyruk savurma ve burnu aşağı yukarı hareket ettirme yoluyla yön
değiştirir. Helikopterlerin kumanda düzenekleri kolektif kumanda manivelası, çevrimsel kumanda
manivelası ve kuyruk pervanesi pedallarıdır. Yükseliş ve alçalışı düzenlemek için, bütün rotor pallerinin
hücum açısı kolektif kumanda manivelasıyla değiştirilir. Rotor pallerinin hü-
yalpa düzeni için ise taşıyıcı plakalar rotor ekseni boyunca yukarıya ya da aşağıya doğru kaydırılır.
cumaçısı ne kadar yüksek olursa, rotor palleri tarafından itilen hava miktarı ve taşıma kuvveti o
ölçüde artar. Kolektif kumanda manivelası çoğunlukla pilotun sol tarafındaki bir levyedir.
Helikopterin öne, arkaya ve yanlara doğru yatması için, dönen rotor pallerinin hücum açısı dönüşün farklı
noktalarında değiştirilir. Çevrimsel kumanda manivelası ileriye doğru itildiğinde, arka rotor
palinin hücum açısı yükselir. Öne doğru dalış helikopterin ileriye hareket etmesini sağlar. Sağa ya da sola
yalpayı kontrol etmek için, dönüşün uygun anında rotor paline daha yüksek bir hamle açısı verilir.
Kuyruk pervanesini kontrol eden tork etkisi karşıtı pedallar, sabit kanatlı bir uçaktaki yön dümeni
pedallarına denk düşer. Kuyruk pervanesi pallerin hücum açısı helikopterin normal ekseni boyunca
hareketini (yalpayı) kontrol eder. Kuyruk pervanesinin bulunmadığı iki rotorlu helikopterlerde yalpa
kontrolü her iki rotorun çevrimsel pal ayarlamasıyla sağlanabilir.
Her yerde kalkıp inme özelliklerinden dolayı, helikopterler kurtarma operasyonlarına uygundur.
ÖZEL BİLGİLER
BİR HELİKOPTERİN ulaşabileceği en yüksek hız yaklaşık 400 km/saattir; rotor kanatlarının çevresindeki
hava akımının getirdiği sorunlar hızı kısıtlat.
MOTOR ARIZASINDA tecrübeli pilotlar rotor kanatlarının dönüşünden yararlanarak yere inişi
yavaşlatabilir.
Roketlerin itiş gücü tıpkı jet uçaklarında olduğu gibi geri tepme ilkesine dayanır. Ama roketlerin atmosferden çıkması çok daha güçlü bir itmeyi gerektirir.
Gudumlu Füzeler
Güdümlü füzeler 450 kiloya kadar patlayıcı taşıyabilen insansız roketlerdir. Denizaltılarından,
gemilerden, uçaklardan ve karadan ateşlenebilirler. Atalet-sel seyrüsefer sistemleri, harita esaslı
sistemler, Küresel Konumlandırma Sistemi (GPS) ve radar sistemleri güdümlü füzelerin büyük bir
isabetle hedefi
Güdümlü füzeler basit patlayıcılardan nükleer silahlara kadar birçok değişik yükle donatılabilir.
FARKLI ÜLKELERCE uzaya gönderilerek monte edilen modüllerin sonuncusu istasyona 2010'da
bağlanacak.
KURULUŞU Ekim 1998’de başlayan ISS, yaşam ve çalışma alanları gibi farklı modüllerden oluşur. Bütün
modülleri 2010’a kadar monte etmek için, uzay mekiğiyle ve insansız fırlatma araçlarıyla kırk üssün
gönderilmesi gerekecek. ISS’nin önemli bileşenleri konum kontrolü, yaşam desteği, elektrik kaynağı ve
güvenlik sağlayıcı sistemlerdir. Uzay istasyonunun tamamı 2007'de 445 m uzunluğa, 27,5 m yüksekliğe ve
73 m genişliğe ulaştı. Güneş panolarının açıklığı 73 m’dir.
BİTTİĞİNDE uzaydaki en büyük araştırma laboratuvarına dönüşecek olan ISS’nin 35,6 m uzunluğundaki
sekiz güneş panosu 120 volt düzeyinde 100 kW elektrik enerjisi sağlıyor, insanlar 2000’den beri ISS'de
kalıyor.
Ağırlıksız olmak ISS'de birçok deneyin yürütülmesini sağlıyor; ama uzmanlar için epeyce destek
malzemesini gerektiriyor.
FİZİK ve teknoloji
Isaac Newton iki cismin birbirine kuvvet uygulamasındaki simetriyi kavrayan ilk kişiydi. Bir cismin ivme
kazanması ancak başka bir cisme aynı büyüklükte bir kuvvetle ve aksi yönde ivme kazandırılmasıyla
mümkündür.
Roket itiş gücü Nevvton’un üçüncü yasası olarak bilinen bu etki ve tepki ilkesine dayanır. Bir
kütlenin yüksek hızla roketten ayrılmasını itiş gücü sağlar. Bu etki kütle-çekimi kuvvetinden güçlüyse roket
havalanır.
Böyle bir itiş gücü yaratmanın çeşitli yolları vardır. Katı ya da sıvı yakıtın kullanıldığı kimyasal itiş halen
en yaygın yöntemdir.
Uygun yakıt bir yanma bölmesinde tutuşturulur ve ardından yanıcı gazlar yüksek basınç altında bir ağızdan
boşaltılır. Sıvı yakıt için sıvı oksijen ve sıvı hidrojen yanma bölmesinde karıştırılır.
Katı yakıtlarda ise yakıt ve oksitleştiricilerden oluşan bir karışım doğrudan yanma bölmesinde biraraya
getirilir.
Tutuşmadan sonra yanma bölmesinde malzeme sürekli yanar. Katı yakıtlar çoğunlukla büyük çaplı bir yük
sözkonusu olduğunda ana roketlere ek motor olarak takılan roketlerde kullanılır. Sıvı yakıtlar ana roketler
için kullanılır; çünkü 300 bara kadar basınç yaratabilir.
Roketin Kalkışı
Roketin en büyük kısmı yakıt tanklarından oluşur. Taşınan yük uçta, yanma bölmesi dipte yer alır.
Dünya’nın kütleçekiminden kurtulmaları için 28.800 km/saate, yani ses hızının 20 katını aşan
hıza ulaşmaları gerekir. Bir roketin alt kısmı ana motordan ve ek motor-
-100 m olduğundan, radarlarca neredeyse görülmezler. Hindistan ve Rusya'daki şirketlerin yaptığı Brah-
Mos güdümlü füzelerin en hızlısıdır ve ses hızının 2,8 katına ulaşır.
lardan oluşur. Bu koca yapının üzerinde daha küçük olan ikinci bir motor yer alır. Yük roketin
ucuna yerleştirilir. Ek motorlar kalkıştan beş dakika sonra kopar. Denize düşer ve yeniden kullanılmak
üzere çıkarılır. Yaklaşık 110 km irtifada ana roket de ayrılır ve büyük bir bölümü atmosferde dağılır. Uydu
küçük bir roketle yörüngeye oturtulur. Kapsülün açılmasıyla uydu uzaya bırakılır.
Uzay Mekiği
Uzay mekiği bir roket gibi havalanır ve bir uçak gibi iner. Yörünge aracı, ana motor ve katı yakıtlı ek
motorlardan oluşur. Sekiz insan ve 29 tona kadar yük alabilir. Uzay mekikleri uzaydaki araştırma
görevleri, uzay istasyonlarının kontrolü, ayrıca
21. YÜZYIL
İYON MOTORLARI iyonlaşmış gazı bir elektrik alanıyla hızlandırır ve itiş gücü için geri tepmeden
yararlanır. Gazın roketten çıkmadan önce nötrleşmesi gerekir.
GÜNEŞ YELKENLERİ ince bir polyester filmden yapılır; uzayda güneş radyasyonu basıncıyla itiş gücü
sağlar.
KİLİT BİLGİLER
Yapı ve inşaat mühendisliği \ Mekanik ve seri inşaat | Gökdelenler | Çevre dostu evler
BETON VE ÇELİK 21. yüzyılda da en önemli inşaat malzemeleri olmaya devam edecektir.
EKOLOJİK BİNA yapımında geleneksel inşaat malzemeleri ve modern konut teknolojisi bir araya
getirilir. İNŞAAT TEKNOLOJİSİ yapıyı, inşaat alanını ve yapı malzemelerini hesaba katar.
İNŞAAT TEKNOLOJİSİ
İnsanoğlu hayatta kalmak için doğa güçlerinden korunma gereğini her zaman duymuştur. Önceleri insanlar
mağaralarda ve çadırlarda barınıyordu. Gittikçe yerleşik bir yaşam tarzının benimsenmesi, doğada
bulunan malzemelerden ve daha sonraları tuğla gibi imal edilen malzemelerden evler inşa edilmesini
getirdi. Yüzyıllar önce devasa yapılar ayrıntılı hesaplamalar yapılmaksızın dikilirdi. Günümüzde, statik
denge hesabına yönelik yazılım programları gibi teknolojik ilerlemeler ve yeni inşaat malzemeleri, isteğe
uygun yapıların inşa edilmesini kolaylaştırıyor.
© Teknik ilerleme, kentsel gelişim ve alan sıkıntısı mimariyi etkiler.
_ YAPI MÜHENDİSLİĞİ
Müstakil evler, apartmanlar, iş merkezleri ve konser salonları farklı işlevleri olan yapılardır ve bu farklı işlevler göz önünde bulundurularak inşa edilirler.
FİZİK ve teknoloji
yukarıda: Burç Dubai gibi binaiarda çelik kafes kullanılır. aşağıda: Planlarda statik kuvvet hesapları yer
alır.
desteklemelidir. Temel, bir binaya etkide bulunan kuvvetleri soğurur ve bunları, yeraltını deforme
etmeksizin zemine aktarılacak şekilde dağıtır.
bu farklı işlevler yapıların inşa biçimini de belirler. Bu yapıları planlama süreci yapı malzemelerine ve
tasarıma ilişkin temel kararlar kapsar.
Temel
Yapı mühendisliği inşaat alanı ve zeminle başlar, inşaat alanı ve zemin, binanın ağırlığını ve dış yükleri
İnşaat Evreleri
Önce temel üstünde yapının iskeleti kurulur. Destekleyici bileşenlerden ve kaba haldeki ana duvarlardan
oluşan bina iskeleti (s. 166-167) çeşitli yöntemlerle inşa edilebilir. Duvarlar ya da taşıyıcı kafes, yapının
üzerine binen yük ve basıncı soğuracak şekilde tasarlanır. Duvarlar aynı zamanda hava koşullarına ve
sese karşı koruyucu bir işlev görür. Bazı durumlarda çatıyı da kapsayan bina iskeletinin
tamamlanmasından sonra, taşıyıcı olmayan bölme duvarlarının örülmesi ve elektrik kablolarının
döşenmesi gibi işlerin yürütüldüğü iç işçilik aşaması başlar.
Kullanım ve Gerekler
Binanın nasıl kullanılacağına bağlı olarak, yüksek yapılara çeşitli güvenlik düzenekleri yerleştirilir.
Yapının dengesiyle ve sese, ısıya, neme ve yangına karşı korunmasıyla ilgili gerekleri, binada yaşayacak
insan sayısı gibi faktörler etkiler. Bunları yerine getirmek için, farklı fiziksel
FARKLI YÖNLERDE
işleyen kuvvetler bir binaya basınç uygular. Bunlar binanın kendi ağırlığı, hareketli yükler, rüzgâr kuvveti,
kar örtüsünün ağırlığı ve yer sarsıntılarından kaynaklanan yanal kuvvetlerdir. Yükler ve baskılar
yapı bileşenleri ve temel aracılığıyla zemine yönlendirilir. Malzemelerin bu yükler ve basınçlar altında
deforme olmaması gerekir.
Statik Kuvvetler
özelliklere sahip birçok değişik inşaat malzemesi vardır.
İNŞAAT MÜHENDİSLİĞİ
İnşaat mühendisliği karayolu, tünel, kanal, baraj ve köprü yapımını da kapsar. Tasarımda belirleyici bir faktör jeolojik zeminin sağlamlığıdır.
Yollar ağır trafik yüküne yıllarca dayanacak şekilde inşa edilir. Bir karayolu üstünden geçen trafiğin
sarsıntısına bağlı kuvvetlerin yanısıra sıkıştırıcı ve kesici kuvvetlere maruz kalır. Virajlarda, yüksek hız
yapılan kesimlerde ve fren yapan araçlar yüzünden ani sarsıntılara uğrayan kesimlerde başka etkenler de
devreye girer. Trafik yükünün yanısıra gibi aşırı sıcaklık değişkenlikleri gibi doğa güçleri de yollara zarar
verir.
Yolların Yapısı
ÖZEL BİLGİLER
önünde tutularak tasarlanmış bir üstyapı ve bir altyapı bulunur. Üstyapı koruyucu bir yüzey yatağından ve
yükü dağıtıcı bir taban yatağından oluşur. Eğer gerek varsa, dona karşı bir koruma tabakası da kullanılır.
Altyapı 20-80 cm kalınlığında bir temel katmanı ve bazen sıkıştırılmış topraktan bir dolguyu kapsar.
Koşullara bağlı
Yol Eğimi
Bütün yolların yüzey sularının akmasına olanak veren çapraz bir eğimi vardır. Virajlarda
araçların merkezkaç kuvvetine karşı koyması için bir eğim daha verilir. Yolun boylamasına eğimini arazi
yapısı belirler. Ancak bu eğimde araçların sürüş hızına uyacak bir düzenleme yapılması gerekir. Yoldan
geçen trafik ne kadar hızlıysa, yol o ölçüde düz olmalıdır.
Tüneller
Tüneller daha kestirme güzergâhlar sağlar. Güvenli tünel yapımı için jeolojik analiz önkoşuldur. Tünel
yapımında önce kaya kütlesi kırıcılar, delgi makineleri ya da dinamitle
KATRAN yeraltı sularına kirletici maddeler sızdırır; bu nedenle karayolu yapımında kullanılması
1970'lerden beri yasaktır.
Doğal bentler çakıl, toprak ya da kayaların yığılmasıyla ortaya çıkar, insan yapımı barajların
çoğu sıkıştırılmış dolgu barajlardır. Betondan yapılmış barajlarda olduğu gibi, dolgu barajlarda da su
yapının kendi ağırlığıyla durdurulur. Dolgu barajlar toprakla ya da taşla doldurulabilir.
Gölet barajları nehirlerin akışını durduran, istinat duvarları ise toprak kaymasını önleyen yapılardır.
ASMA KÖPRÜLER basıncın bir bölümünü askı halatları aracılığıyla yanlara yönlendirir.
Roma sukemeri Pont du Gard üç kemer katlıdır. Üst katının uzunluğu 235 m’yi bulur.
KÖPRÜLER nehirler, vadiler ve kavşaklar üzerinde kurulur. Kemerli köprülerde destekleyici unsur
olarak çelik, masif köprülerde ise beton gibi basınca dayanıklı malzemeler kullanılabilir. Kemerden
dolayı yapının parçaları olağanüstü basınç altında kalır. Çelik kemerli köprülerin açıklığı 500 m’yi
bulabilir.
AÇIKLIĞIN 800 m’yi aştığı durumlarda asma köprüler kurulur. Bu köprülerde iki yüksek pilon bulunur.
Pilonlara bağlı olan destekleyici iki yatay çelik halat, beton karayolunu askı denen dikey halatlarla tutar.
Bütün yük ve baskı askılar aracılığıyla destekleyici halata aktarılır ve bir dikey kuvvet olarak pilonlara
yönlendirilir. Asma köprüler rüzgârın tetiklediği titreşimlerle ortaya çıkan hasara duyarlıdır.
solda: San Francisco Koyu üzerindeki Golden Gate Köprüsü’nûn açıklığı 1,6 km 'dir. Bu tür mesafeler
ancak asma köprüyle aşılabilir.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
FİZİK ve teknoloji
Saman yağmura karşı iyi yalıtım ve koruma sağlar. Ancak yağmur sularının akması için çatının eğimi %45
olmalıdır.
KONUT YAPIMI
Günümüzde konut inşasında çoğunlukla geleneksel tasarımlar kullanılır. Bunlar kişisel zevklere ve çevre
özelliklerine uygundur ancak konut büyüklüğü kısıtlıdır.
inşaat malzemelerinin bükülmeye dirençli, kalıba dökülebilir, hafif, aşınmaya dayanıklı, ısı yalıtıcı,
ses emici, hesaplı ve çevreye dost olması gerekir. Genellikle istenen sonuçlara ancak böyle
malzemelerin bileşimiyle ulaşılır.
Ahşap, kil ve tuğla İyi yalıtkan özellikler taşıyan doğal yapı elemanlarıdır. Nemi emme ve
salma özelliklerinden dolayı yılın her döneminde dayanıklı olurlar. Bu geleneksel inşaat malzemeleri
kütük evlerin, ahşap iskeletli evlerin ve
tuğlalı evlerin yapımında kullanılır. Böyle yapıların çoğu tek ailenin oturacağı türden konutlardır.
Aynı malzemeler anıtların restorasyonu ve alanın doğal yapısını korumak için de kullanılır.
Ahşap
Ahşap kütük evlerin ve ahşap iskeletli evlerin seri üretiminde kullanılan çok yönlü bir
inşaat malzemesidir. Modern kütük evler çok kalın duvarlı olduğundan ek yalıtım malzemesini pek
gerektirmez. Ancak büyük miktarda ahşap gerektirdiği için günümüzde nadiren inşa edilir. Ahşap iskeletli
evler daha ekonomik ve daha pratiktir. Yatay ve çapraz kirişlere dayalı destekleyici bir kafesten
oluşur. Aradaki boşluklar kil ve kum, tuğla ya da harçtan oluşan bir bileşimle doldurulabilir. Ahşap
iskeletli kons-trüksiyonlar tarihsel binaların onarı-mında kullanılır. Çevreye dost özelliği nedeniyle
gönümüzde revaçtadır.
Ahşap direklere dış kaplama giy-dirilirken, iç ve dış duvarların arasındaki boşluklar yalıtkan
malzemelerle doldurulabilir. Böyle hafif yapıların kurulması çok kolaydır.
Tuğlalar ve Briketler
inşaat tarihinde taş ve tuğlanın uzun bir geçmişi vardır. Pişirme ya da yakma yöntemiyle kilden
yapılan tuğla 5.000 yılı aşkın bir süreden beri kullanılmaktadır. Normal gözenekli tuğla 800-900°C’de,
masif klinker tuğla ise 1100°C’de pişirilir. Çeşitli bileşimlerden yapılan tuğla biçimli briketler de vardır.
Bunlar gözenekli tuğlayla benzer yalıtkan ve yapısal özellikler taşır. Her iki tuğla türü de dayanıklıdır ve
basınç dayanımına sahiptir. Ayrıca yanmaz, gözenekli yapı sayesinde ısıyı korur ve sese karşı iyi
yalıtım sağlar.
Klinker tuğla daha fazla yük taşıyabilir ve yangına karşı daha iyi koruma sağlar; ama ısı yalıtımı
yetersizdir. Çeşitli renklerde yapılabildiği için daha çok bina cephelerinde kullanılır.
Doğal Taşlar
Klinker tuğlayla benzer özellikler taşıyan doğal taşlar dış cephelerde ve iç mekânlarda sıklıkla
kullanılır. Taş çıkarma, yontma ve biçme işlemlerinin çok zaman alması nedeniyle, taş evlerin yerini tuğla
evler almıştır. Öte yandan, harçsız örülmüş taş duvarlar ilgi görmektedir.
Ahşap kullanmayı savunan çevreler sadece geleneksel inşaat tekniklerinden yana olanlar değildir.
Günümüzde binanın geri kalan bölümü betonarme olsa bile, neredeyse her eğimli konstrüksiyo-nun destek
yapısı ahşaptandır. Lamine kirişler daha hafif oldukları için daha yüksek denge sağlarlar. Çevreye dost
evlerde (s. 169) çoğu kez ahşap kullanılır. Çok katlı ve modern görünümlü binalar tamamen ahşaptan
yapılabilir.
PREFABRİKE İNŞAAT
Modem mimari çelik, betonarme ve cam gibi yeni yapı elemanlarıyla tanımlanır. Farklı özelliklere sahip yeni malzemelere dayalı deneyler halen sürmektedir.
YALITICI CAMIN geniş pencere cepheleri olarak kullanılması modern bir yapı unsurudur.
CAM CEPHELER yapıya bir destek vermez. Asıl iskeleti bir dış kabuk gibi kaplar.
MODERN CAMLAR sağlam ve aşırı basınca dayanıklıdır. Örneğin, insanlar cam çatılarda yürüyebilir.
Birçok iş merkezinin camdan yapılmış dış cepheyi destekleyen bir iç iskeleti vardır.
Cam Yapılar
YAKIN ZAMANA KADAR evlerde pencereler ısının ve güneş ışığının içeriye girdiği yerlerdi.
Günümüzde yalıtıcı cam bir enerji israfına yol açmaksızın camı büyük çapta kullanmaya olanak veriyor.
Son on yılda camın ısı yalıtım özelliklerini arttıran işlemler geliştirilmiştir. Artık cam için geniş bir
olanaklar yelpazesi var. Örneğin, tavanlarda, cephelerde, merdivenlerde ve balkonlarda cam
kullanılabiliyor.
ÖN CEPHELERDE kullanılan cam bir destek sağlamaz. Daha çok yapıya çekici bir görünüm kazandırmak
ve binayı yalıtmak amacıyla içerideki biryapı kafesine giydirilir. Cam kubbelerde destekleyici çelik
yapıya cam tabakaları doğrudan yerleştirilir.
Beton ve çelik 21. yüzyılın en önemli inşaat malzemeleri olmaya devam edecektir. Beton çimento, su ve
çeşitli granül yapılı çakıl ya da kumdan yapılır. Örneğin, alüminyum tozu gibi diğer malzemeler katılarak
özellikleri değiştirilebilir. Birçok farklı beton türü vardır. Yoğunluklarına göre, ağır, normal ve hafif
beton ayrımı yapılır. Farklılık yaratan diğer özellikler basınç dayanımı, çekme dayanımı ve elas-tikliktir.
Normal beton sesleri iyi yalıtır, ama titreşimlere ve ısıya karşı yeterli koruma sağlamaz. Ancak yalıtkan
özel beton da geliştirilmiştir.
Betonun inşaat mühendisliğindeki önemi özellikle yüksek basınç dayanımından gelir. Yetersiz çekme
Betonarme yapı için betona beton çeliği gömülür; bu işleme esas olarak eğilme basıncına, yani
eğilme kuvvetine maruz kalan kesimlerde başvurulur. Beton çeliğine betonarme demiri adı da verilir.
Donatıda çubuk çapı genellikle 4-12 mm arasında değişir. Nervürlü çeliklerde, çelik ile beton
arasındaki bağlantı daha güçlüdür.
Betonarme, normal betonun yüksek basınç dayanımını çeliğin yüksek çekme dayanımıyla biraraya getirir.
Beton uygun yoğunluk ve bileşimdeki su geçirmez özelliğiyle çeliği korozyona karşı korur. Öngerilmeli
beton yapımında çelik gerilimliyken betona yerleştirilir. Bu işlem normal betonarmeye oranla malzemenin
gücünü önemli ölçüde arttırır.
Konut sitelerinin, ticari komplekslerin, sanayi birimlerinin ve ses geçirmez duvarların yapımında
prefabrike beton ya da betonarme elemanları kullanılır. Diğer kullanım alanları arasında yol orta
ayrımları, kanallar, kanal sistemleri ve köprüler sayılabilir. Prefabrike parçalar kullanıldığında, ayrı
birimleri monte işlemi bütün yapının inşasıyla eşgüdümlü hale getirilir. Bir cephe, duvar ve çatı
kurulurken, parçalar pencere ve kapı aralıklarıyla birlikte monte edilir. Prefabrike inşaatta ahşap bile bir
bileşen olarak kullanılır.
Bir bütün olarak bakılınca, prefabrike malzeme kullanmak hesaplıdır; çünkü işgücü maliyetini ve inşaat
süresini azaltır, inşaat parçalarının imalatı kaliteyi yükseltir; ama bu tip inşaatın bir dezavantajı çeşitliliği
sınırlamasıdır.
21. YÜZYIL
YARI SAYDAM BETON üretilmektedir. Saydam malzemeler, mimaride yeni kullanım alanlarına olanak
verir. KENDİLİĞİNDEN SIKIŞAN beton geleneksel betondan daha akışkandır ve vibratör kullanmaya
gerek kalmadan kendi kendine sıkışır.
PREFABRİKE yapı bileşenleri fabrika binalarının ve konser salonlarının birkaç günde kurulmasını
sağlar.
FİZİK ve teknoloji
Betonla her türlü şekil yaratılabilir. Mimar Antonio Gaudi’nin yarattığı bir örnek.
GÖKDELENLER
Gökdelenler yüksekliğe duyulan hayranlığı tutumlulukla bira-raya getirir. Yükseklik beraberinde bir dizi
tehlikeyi de getirir; bu nedenle güvenlik önlemleri çok önemlidir.
Bir dizi askı halatına bağlı olan asansörler bir fren sistemiyle emniyete alınır.
Asansörler
Dubai’deki Emirlik Kulesi gibi yüksek binalar hızlı ve güvenli asansörler gerektirir.
.........
EN HIZLI ASANSÖR Taipei 101 binasındadır; hızı 61,2 km/saat, yüksekliği 508 m'dir.
HER GÖKDELENDE eşgüdümlü çok sayıda asansörden oluşan bir sistem bulunur.
MÜHENDİS Elisha Graves 1853’te New York'taki Kristal Saray’da fren sistemli ilk güvenlik asansörünü
kurdu.
ASANSÖRÜN BULUNMADIĞI çok katlı bir binayı hayal etmek olanaksızdır. Yüksek binaların modern
asansörlerinde kabinleri çıkarıp indirmek için bir elektrikli motorla çalışan dişli çekiş mekanizmaları
kullanılır. Bunların işleyişi bir çekiş makarasıyla sağlanan sürtünme gücüne dayanır.
GÜVENLİK AMAÇLI biri dizi sistem ve birimden dolayı, asansörler en güvenli toplu ulaşım araçlarıdır.
Bir kabini tutmak için on kadar halat kullanılır. Kısa bir süre sözkonusu olduğunda, güvenli işleyiş için bu
halatlardan sadece biri yeterlidir. Dahası, hız limiti aşıldığında ve elektrik kesildiğinde otomatik olarak
devreye giren bir mekanik fren sistemi vardır.
Gökdelenler, tutumlu bir bakış açısıyla, bir çelik kafes üstüne inşa edilir. Binanın geometrisi mümkün olan
asgari destekleme maliyetiyle azami miktarda kullanılabilir kat alanı elde edilebilecek şekilde tasarlanır.
Çok yüksek binalarda rüzgâra bağlı yan yüklere direnç özel bir güçlük yaratır. Binanın yüksekliği arttıkça,
rüzgâr kuvveti doğrusal değil, katlamalı bir artış gösterir. Uygun yapı tasarımı açısından bunun
kesinlikle gözetilmesi gerekir.
Gökdelenlerin çoğu çelikten yapılmış bir iskelet yapı üstüne inşa edilir. Ahşap konstrüksiyonlu bir
binada (s. 166) olduğu gibi, dikey kolonlarla ve yatay kirişlerle
bir destekleyici kafes kurulur. Dikey kolonlar bütün yükü mümkün olduğu ölçüde dikey olarak
zemine yönlendirir. Çelik kafes genelde dikey, yatay ve çapraz çelik putrellerden oluşur; bunlara dökme
betonarme birimler ve dış duvar panoları takılır.
Güçlendirici Sistemler
Dikey destek yapılarının birkaç türü vardır: Çelik kafesler, beton çekirdekler, iç içe tüp düzenekler
ve mega-yapılar. Çelik kafeslerde, sabit duvar birimleri takılmış dikey kolonlar binanın orta kesimine
yerleştirilir. Tüplü destek yapılarında binanın dış örtüsü tüp şekilli bir enine kesit olarak oluşturulur.
Bunlar gökdelenler için en güvenli destek iskeletleri sayılır.
Gökdelen Güvenliği
Gökdelenlerin doğal afetlerden kaynaklanan basınçlar gibi olağanüstü yüklere, yangınlara ve terörist
saldırılarına karşı da dayanıklı olması gerekir. Yangın denetim mevzuatı temel destek yapısının yangın
ısısına iki-üç dakika dayanması şartını öngörür.
Diğer güvenlik önlemleri de vardır. Asansörler ve acil çıkış kapıları yangına dayanıklı kafesler içinde yer
alır. Asansörlerin kumanda panoları güvenlik açısın
dan kalın çelik duvarların ardına yerleştirilir. Ayrıca yangının sıçramasını önlemek amacıyla
katların arasında hava boşlukları bırakılır.
Dünya'nm en yüksek binaları: Taipei 101, Petronas Kuleleri, Empire State Binası, Jin Mao Binası,
Chrysler Binası, Eiffel Kulesi
ÖZEL BİLGİLER
Bir kompresörle enerjisi arttırılan soğutucu madde tanklarda toplanır. Enerjinin yaklaşık %75’i ortamdan,
%25’i kompresörün güç kaynağından gelir.
Karbondioksit sahralarının yol açtığı küresel ısınmaya ilişkin korkutucu raporların yanısıra artan petrol
ve doğalgaz fiyatları ev yapımında enerji tasarrufunu ön plana çıkarmıştır.
Isı Pompaları
ISI POMPALARI enerji kaynağı olarak su, toprak, hava ve güneşten yararlanmayı sağlar. Kapalı bir
sistemde, soğutucu bir madde buharlaştırıcı aygıt içindeki ortamdan ısı soğurur. Yaklaşık 9°C’li bir
sıcaklık farklılığı sıvı soğutucunun buharlaşmasını sağlayabilir. Gaz halindeki soğutucunun basıncı bir
kompresörle arttırılır. Bu süreçte sıcaklık daha da yükselir. Son olarak, buharın genleşme vanasından
geçişiyle birlikte basınç düşüşü ortaya çıkar. Kondansatördeki ortama ısı salınır. Soğutucu madde yeniden
sıvılaşırve bir kez daha ısıyı soğurur.
Geleneksel evlerin yıllık ısınma ihtiyacı 80-300 kW-saat/m2 arasında değişir, ihtiyacın 80 kW-saaVm2
altında olduğu evler düşük enerjili evler olarak nitelendirilir. “Üç litrelik evler” metrekare başına üç
litreden az yakıt kullanır ve genellikle ısınma ihtiyacı 40 kW-saat/m2 altında kalır. Pasif enerjili evlerin
yıllık ısınma İhtiyacı 15 kW-saat/m2’nin atında-dır.
Artı Enerjili Ev
Fotovoltaik donanımın bulunduğu artı enerjili evlerde kullanılandan daha fazla enerji üretilir. Bu
artık enerji bir genel güç kaynağı sistemine verilebilir. Artı enerjili evlerin ve çevreye dost diğer
evlerin elverişli enerji dengesi kusursuz yalıtımın ve konut teknolojisinin yanı-sıra alternatif enerji
kaynaklarını (s. 174-175) kullanmaya ağırlık veren mimarinin sonucudur.
Ekolojik evlerin çoğu ahşaptır; çünkü ahşabın son derece yararlı m yalıtkan özellikleri vardır. Ahşap
yenilenebilir bir hammadde olduğu için de çevre dostudur. Çatı ve dış duvarlarda hurda kâğıttan ya da
kenevirden yapılmış selüloz gibi yalıtkan elemanlara da yer verilebilir (s. 178).
Üç kat sırlı yalıtkan pencereler güneş ışığının içeriye girmesini sağlarken, ısının dışarıya salınmasını
önler. Bu etki yaşam alanlarının mimari tasarımıyla güçlendirile-bilir. iyi tasarımın bir örneği
oturma odasındaki büyük cam pencerelerin güneye bakmasıdır. Pasif enerjili
evlerde bu türden bir güneş ısıtması rahat bir oda sıcaklığı elde etmek için yeterlidir. Küçük pencereli
yatak odalarının kuzeye bakması gerekir. Ekolojik evlerin çoğunda
çatıya kurulmuş fotovoltaik donanımla güneş enerjisi kullanılır. Bu durumda çatı yüzeyinin yönü güneye
dönük olur.
Konut Teknolojisi
Güneş teknolojisi dışında, ısıyı korumayı sağlayan havalandırma sistemleri, jeotermal enerjiye dayalı
ısıtma sistemleri, yağmur suyu toplama birimleri ve güneş enerjisiyle su ısıtma düzenekleri ekolojik
evlerin önemli bileşenleridir. Atık su toplama sistemleri bu suyun verdiği sıcaklıkla temiz suyu ısıtmaya
yarar.
Ekolojik İnşaat
Ekolojik inşaat kendisini evlerin enerji dengesiyle sınırlamaz. Bir binanın bütün “yaşam döngüsü”nü
hesaba katmak gerekir.
MİKRO FİLTRELEME kirli s uyu arıtarak, suyun yeniden su sistemine akıtılmasını sağlar.
6.0 °C
T 6
7 4
1- 2
r 0 -2
r _4 i- “6
7.0
Enerji üretim | Enerji taşıma ve depolama | Fosil yakıtlar | Nükleer teknoloji | Alternatif enerji kaynakları
KİLİT BİLGİLER
FİZİKSEL BAKIŞ AÇISINDAN enerji kullanımı çok yönlü değişimler sağlayan karmaşık bir süreçtir.
ENERJİ TEKNOLOJİSİ
Ateşin bulunuşundan beri enerji üretimine ve kullanımına dönük teknolojiler gittikçe daha karmaşık ve
randımanlı hale gelmiştir, ilk enerji kaynakları arasında odun ve su enerjisi vardı; sanayi devrimiyle
birlikte bunları kömür ve elektrik izledi. Bu yelpazeye 1950’lerde nükleer enerji eklendi. Günümüzde
fosil yakıt rezervlerinin azalması, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmayı öne çıkaran yeni teknolojik
gelişmelere itici güç sağlıyor. Enerji esas olarak ısınma, ulaşım, elektrik üretimi ve makineleri
çalıştırmak için kullanılır.
500- ■
ENERJİ ÜRETİMİ
Enerji aslında “üretilmez”, sadece dönüştürülür. Bunun bir örneği kinetik enerjinin endüksiyon ilkesine
göre elektriğe dönüşmesidir.
1.
Enerji çeşitli biçimler alabilir. Örneğin, kimyasal bakımdan benzinde depolanabilir ve daha sonra yanma
işlemiyle kullanıma elverişli hale getirilebilir. Harekete geçirilmiş bir sarkacın kinetik enerjisi,
gerilmiş bir yayın ise potansiyel enerjisi vardır. Elektrik en rafine enerji biçimi sayılır; çünkü verimli
olarak taşınabilir ve birçok değişik alanda kullanılabilir.
Fiziksel bakış açısıyla bütün enerji üreten ya da kullanan teknolojik aygıtlar enerji transformatörleri
olarak görülebilir. Kömür gibi doğal bir kaynaktan elde edilen enerjinin insanlarca kullanılan elektrik gibi
bir biçime dönüştürülmesine enerji üretimi denir.
Ortaya çıkan enerji bir bilgisayarı açma ve çalıştırma gibi belirli bir uygulama için kullanılabilir. Enerji
üretiminde kullanılan teknolojik araçlar arasında jeneratörler, ısıl çiftler (elektrik üretimi için) ve fırınlar
(ısı üretim için) sayılabilir. Enerji kullanan araçlara ise elektrikli motorlar, ampuller ve ocaklar örnek
verilebilir.
Enerji Verimliliği
Termodinamiğin birinci yasasına (s. 152) göre, kapalı bir sistemdeki enerji miktarı dönüşümlere
rağmen sabit kalır. Eğer bir sistem (sözgelimi bir labo-ratuvar şişesi, bir makine ya da atmosfer) dışarıya
hiç enerji salmazsa, toplam enerjisi azalamaz; yani tüketile-mezya da yok edilemez.
yakıldığında, taşıdığı enerji yok olmak yerine hareket ve ısıya dönüşür. Benzer şekilde, yoktan enerji
üretilemez; ancak var olan bir enerji insana yararlı olan elektrik gibi bir biçime dönüştürülebilir.
Jj
İL
I Dünya I Almanya
1960 2010
Çin
Son 40 yılda dünyanın enerji tüketimi iki katın üzerinde bir artış göstermiştir. Uzmanlar gelecekte artışın
daha da hızlı olacağını öngörüyor.
değirmeninin pervanesini rüzgâr döndürür. Pervanenin bağlı olduğu milin ucunda, bir tel bobininin
manyetik alanı içinde duran bir mıknatıs yer alır: İşte bir elektrik jeneratörü. Bir transformatör elektriği
istenen voltaja çevirir.
mıknatısın pozitif ucuna bir tel tutulduğunda, telin içindeki pozitif ve negatif yükler birbirlerinden
uzaklaşır ve böy-lece tel kutuplanır. Eğer mıknatıs ters çevrilir ve telin negatif ucuna tutulursa,
telin içindeki pozitif ve negatif yükler uç değiştirir: Elektrik akışı başlamıştır! Tel bir bobine sarıldığında
ve mıknatıs bobinin içine konup hızla döndürüldüğünde bu etki yükselir. Jeneratörler işte böyle çalışır.
ELEKTRİKLİ MOTOR: Bir motor aynen jeneratör gibi, ama tersi yönde çalışır. Bir tel bobinine alternatif
akım verilmesi manyetik özellikler taşıyan bir elektrik alanı yaratır. Bobinin içinde bir mıknatıs ya
da mıknatıslanmış ikinci bir bobin yer alır. Alternatif akımın kutup yapısını sürekli değiştirmesi
nedeniyle, iç mıknatıs ya da bobin hep yön değiştirmeye zorlanır ve böylece döner. Bu devinim dişlilere
aktarılır ve orada örneğin elektrikli aracı çalıştırmak için kullanılır.
Mıknatıs
Bobin
Pervane başlığı
Son derece hareketli ve iletişim esaslı bir toplum her yerde bulunabilecek enerjiye gerek duyar. Bu gereği
yerine getirebilmek için birçok değişik teknik araca başvurulur.
Geleceğin bir rüzgâr enerjisi tesisine dönük bu koca jeneratörde görüldüğü gibi, dişli düzenekler kinetik
enerjiyi aktarabilir.
KAPASİTE: Kapasitesi 4.000 mA/saat olan bir kuru pil 60-vatlık bir aygıta 15 voltluk bir çalıştırma
potansiyeliyle bir saat enerji verebilir.
PİL TEKNOLOJİSİ aynı hacme depolanabilecek enerji miktarını sürekli arttırıyor ve böylece taşınabilir
aygıtları daha uzun süre çalıştırmayı mümkün kılıyor.
Piller ve Bataryalar
ENERJİ DEPOLAMA araçlarından pil ve batarya yaygın kullanılır. Bu araçlarda elektrik enerjisi
kimyasal biçimle depolanır. Eskiden görece düşük performanslı nikel-kadmiyum piller yaygın
kullanılırdı. Bunlar çevreye zararlı bileşenlerinden dolayı şimdi birçok ülkede yasaktır.
Enerji gerek duyulan yerde her zaman bulunmaz. Bu nedenle taşınması gerekir. Birçok eve hizmet verecek
büyük miktarda elektrik üreten bir enerji santrali örneklerden biridir. Elektrik enerji hatlarıyla görece
kolay taşınabilir. Ancak diğer bazı enerji türlerinin taşınması o kadar basit değildir. Sözgelimi, güneş
ışığı doğrudan alınıp başka yere götürülemez. Bu sorunu çözmek için, mühendislerin enerjiyi daha kolay
taşınabilir bir biçime dönüştürmesi gerekir. Örneğin, güneş ışığıyla su hidrojen ve oksijene ayrılır. Bu
süreçte elde edilen hidrojen, basınçlı konteynır-lar içinde yerleşim merkezine ulaştırılabilir. Orada
hidrojen bir
Süper-İletkenler
Süper-iletkenler elektrik direnci olmayan maddelerdir. Elektriği enerji kaybı olmaksızın iletirler. Ne var
ki, süper-iletken özelliklerin ancak sıfırın epey altında sıcaklıklarda ortaya çıkması bu ilkenin teknik
uygulamalarını engeller. Dahası, niyobyum-titanyum gibi süper-iletken alaşımların üretimi çok pahalıdır.
Süper-iletkenler çok duyarlı ölçüm aygıtlarının, jeneratörler volanlar için sürtünmesiz yuvaların
yapımında, ayrıca iletişim teknolojisinde kullanılır.
yukarıda: itriyum, baryum ve bakır oksidi karışımı -183°C’de bir süper-iletken haline gelir.
aracın içindeki yakıt pillerini çalıştırmak üzere kullanılabilir. Bu dönüşümlerle bir araba dolaylı olarak
güneş enerjisiyle çalıştırılabilir.
Enerji Taşıma
Elektriği taşımak için yüksek gerilim telleri biçimindeki bakır kablolar kullanılır. Elektrik bir iletken (bu
durumda bir tel) içinde akarken, iletkenin direnci bir enerji kaybına yol açar. Telin kendisi elektrik
enerjisinin bir bölümünü ısıya çevirerek elektriği “sarf” eder. Böyle kayıpları asgariye indirmek
amacıyla, enerji farklı bir hale dönüştürülür. Düşük voltajlı elektrik daha yüksek voltaja ve daha düşük
akıma çevrilir; böy-lece enerji istenen hedefe verimli biçimde taşınır (s. 150).
Enerji hangi biçimde taşınırsa taşınsın, termodinamiğin ikinci yasası enerji dönüşümlerinin (neredeyse)
her zaman bir enerji kaybı getirdiğini belirtir (s. 152). Sözgelimi, kinetik enerji dişliler, kayışlar ya da
zincirler aracılığıyla taşınabilir. Ama aynı zamanda kinetik enerjinin bir bölümü sürtünme yoluyla
istenmeyen ısı enerjisine dönüşür. Radyasyon enerjisi dağılma yoluyla kaybolur; bir sarkaç hava direnci
yüzünden yavaşlayarak ısı verir.
Enerji Depolama
Enerji depolama daha kolay taşımayı sağlamanın dışında, gerektiği zamanda ve yerde kullanmak
üzere enerji tasarrufuna gitme gibi başka yollarla da yararlı olabilir. Elektrik batarya ya da
pillerde galvanik yolla veya bir kondansatörün içinde yük olarak depolanabilir. Diğer enerji biçimlerine
dönüşüm çok sayıda başka olanak da sağlar. Örneğin, bir pompayla su çekmek için enerji kullanıldığında,
artan su basıncı biçiminde potansiyel enerji depolanmış olur.
ÖZEL BİLGİLER
YAZIN bir metrekareye bir saat boyunca düşen güneş enerjisine denktir.
TASARRUFLU bir ampulde 200 saat boyunca ışık elde etmeye yeter.
ŞARJ EDİLEBİLİR piller gittikçe popüler hale geliyor. Dizüstü bilgisayarlarda ve cep telefonlarında
yaygın olarak kullanılan lityum-iyon pilleri özellikle iyi performans gösterir. Bir sonraki ürün kuşağı olan
lityum poli-mer pilleri halen taşınabilir en güçlü enerji depolama birimleri arasındadır. Şarj edilebilir
bütün pillerin özel tasarlanmış aygıtlarla şarj edilmeleri gerekir. Aksi halde aşırı yüklenerek ateş alabilir,
hatta patlayabilirler.
Fosil yakıtlar enerji kaynağı olarak sanayileşmiş dünyanın belkemiğini oluştuyor. Ancak bu kaynaklara
dönük talebi karşılamak için gerekli teknik uğraşlar sürekli artıyor.
DÜNYA genelinde fosil yakıt üretimi: Yılda 4 milyon ton petrol ve 2,7 milyar metreküp doğalgaz.
BİR VARİL petrol yaklaşık 159 litre ve 136 kilodur. REZERVLER azalırken petrol üretiminin
artması mucizesi uzun süre devam edemez.
ON BİNLERCE ÜRETİM TESİSİ dünya genelinde kara ve deniz demeden petrol ve doğalgaz rezervlerini
işliyor. Üretici ülkelertoplam petrol rezervlerinin yaklaşık 1,2 milyar varil (160 milyarton) olduğunu
tahmin ediyor. Bu rakama bakılırsa, ancak 40-50 yıla yetecek kadar petrol var.
YERYÜZÜNÜN ya da denizin altında yatan yataklardan elmas uçlu sondaj başlıklarıyla donatılmış
borularla petrol çıkarılabilir, ilk başta yatağın doğal basıncı çoğu kez petrolün yukarıya çıkması için
yeterlidir. Daha sonra pompalara, su enjeksiyonlarına ya da doğalgaza gerek duyulabilir; rezervin
tükenmeye yüz tutmasıyla birlikte bunları karmaşık özel işlemler izler. En son teknolojiyle bile
bir petrol yatağı tam işletilemez; petrolün %20-40 kadarı yerin içinde kalır. Boru hatlarıyla ya da
tanker gemileriyle rafinerilere taşınan petrol ve doğalgaz çeşitli işlemlerden geçirilerek kullanıma
elverişli ürünlere dönüştürülür.
Ortalama bir ağaç C02, su ve topraktan aldığı besinleri kullanarak her yıl yaklaşık 40 kg yaprak ve dal
üretir. Bu süreçte yaklaşık 20 kg C02 depolarken, havaya oksijen de salar. Almanya’nın bütün C02
üretimini (yılda 200 milyon ton) odun ve oksijene çevirmek için, 66 milyon hektarlık ormana gerek vardır.
Oysa bu ülkenin ormanlık alanları ancak 10 milyon hektardır. Dünyanın bütün bitki biyosferi (karadaki ve
sudaki bütün bitkiler) her yıl yaklaşık 2,5 milyar ton C02 üretiyor.
nın temelini oluşturuyor. Bu maddeler araç yakıtı, ısı ve elektrik üretimini de kapsamak üzere birçok
farklı alanda kullanılıyor.
Üretim ve Kullanım
Petrol yakıt, ısı kaynağı ve kimya sanayisi için hammadde olarak en büyük önemi taşır. Ama
kullanılmadan veya kullanılabilir enerjiye dönüştürülmeden önce arıtılması gerekir. Bir rafineride ilk iş
olarak ham petroldeki kükürt çıkarılır.
Daha sonra petrol damıtma yoluyla hafif ve daha ağır bileşenlerine ayrılır: Benzin, dizel, mazot ve zift.
Motor performansını arttırmak ve aşınmayı azaltmak amacıyla, benzine çeşitli maddeler katılır.
Kömürde ise çoğu kez kullanımdan önce mekanik bir temizleme yeterlidir. "Çatlama" denen tekniklerle
kömürden akaryakıt, sözgelimi araç yakıtı elde etmek de mümkündür. Ancak bu işlem teknik bakımdan
karmaşıktır ve hâlihazırda ekonomik değildir.
Doğalgaz yüzde 85-98 metan, ayrıca başka hidrokarbonlar, karbon dioksit ve bazen helyum içerir. Daha
kolay taşınması ve yakıt olarak kullanılması açısından, sıkıştırılıp kısmen sıvılaştırılır. Bu sıkıştırma
sürecinde ortaya çıkan ısı, evleri ısıtma ya da yüzme havuzlarını çalıştırma gibi birçok amaçla
kullanılabilir.
Enerji Üretimi
Benzinde ve diğer yakıtlarda kimyasal yolla depolanmış enerji çeşitli yöntemlerle açığa çıkarılıp
kullanılır. Sözgelimi, içten yanmalı motorlar bu enerjiyi harekete dönüştürür (s. 154). Benzer şekilde,
birçok enerji santralinde elektrik üretimi yakıtın yanmasıyla başlar. Yakıtta saklı enerjiyi açığa çıkararak
elde edilen ısı suyu buhara çevirir. Bu süreçte oluşan yüksek basınç bir türbini döndürmek için kullanılır.
Türbinin dönüşüyle çalışan bir jeneratör, endüksiyon (s. 170) yoluyla elektrik üretir. Kömür, petrol ya da
doğalgazdan sağlanan enerjinin elektrik biçiminde kullanılabilmesi için çok sayıda dönüşümden geçmesi
gerekir. Elektrik üretimi sırasında artık ısı da salınır. Bunu sözgelimi binaları ısıtmak üzere başka yerlere
aktarmak mümkündür. Böyle bir enerji-ısı eşleşmesi ya da birlikte üretim aynı miktarda yakıttan daha iyi
yararlanmayı sağlar. Dolayısıyla bu tür enerji santralleri son derece verimli çalışır ve toplam fosil yakıt
tüketimini azaltır. Bu sonuç karbon sa-lımlarını filtrelemek kadar önemlidir; çünkü yanmanın açığa
çıkarıp atmosfere saldığı karbondioksit sera etkisine yol açar.
21. YÜZYIL
“ZİRVE PETROL'' terimi petrol üretiminin olası en yüksek düzeye ulaştığı ve ardından düşmeye başladığı
noktayı belirtir. Uzmanların 2007-2020 arasında ulaşılmasını beklediği bu noktadan sonra petrol fiyatı
hızla yükselecek.
ENERJİ KAYNAKLARI arasında petrol fiyat öncüsüdür: Petrol fiyatı yükselince, doğalgaz ve kömür
fiyatları da artar.
KAPIDAKİ ENERJİ KRİZİ: Yükselen fiyatlar ve enerji sıkıntıları iş dünyası ve tarım için güçlükler
yaratıyor; yaşam standartları da buna tepki olarak gerileyecektir.
İlk zamanlar nükleer teknolojisi sınırsız enerji yönünde umutlar doğurmuştu. Ne var ki, çok geçmeden
potansiyel tehlikeleri görüldü. Ancak enerji üretiminin bir parçası olmaya devam ediyor.
Reaktör haznesi
Muhafaza
yapısı
Kontrol
Birincil su pompası
Basınçlı
tepkime
bölmesi
Jeneratör
Kondansatör
Nükleer teknoloji atom çekirdeklerinin bölünmesi (fizyon) sırasında büyük miktarda enerjinin salınması
olgusuna (s. 151) dayanır. Bu süreci başlatmak için, uranyum ya da plütonyum gibi fizyona elverişli
malzeme nötronlarla bombardıman edilir. Bir nötron bir atom çekirdeğine tam doğru hızla çarptığında
parçalanmasına yol açar. Bu parçalanmayla daha küçük atomlar, diğer serbest nötronlar ve enerji A
Çemobit'de 1986’da patlayan Sovyet nükleer enerji santralindeki Reaktör Blok 4'û kapatan beton tabut.
Bu kazada milyonlarca insan radyasyona maruz kaldı ve binlerce kişi yaşamını yitirdi.
BU TÜRDEN ilk reaktör 1950'lerin sonlarında hizmete girdi. Günümüzde 250 kadar enerji santrali ve
600 gemi (denizaltılar dahil) basınçlı su reaktörleriyle donatılmıştır. Dolayısıyla bu reaktörler dünya
çapındaki en yaygın reaktör türüdür. Ortalama elektrik üretimleri bir ila iki gigavattır. Avrupa’da
yeni geliştirilen ve 2010’da hizmete girmesi öngörülen EPR bir basınçlı su reaktörüdür.
ortaya çıkar. Salınan nötronların diğer çekirdekleri ayırması bir zincirleme tepkimeyi başlatır.
^ Teknik İşleyiş
Bir nükleer reaktörün ana bölümünde kontrollü bir atom fizyon süreci meydana gelir. Fizyona elverişli
malzeme demetler halinde birbirine bağlanmış yakıt çubukları biçimine bürünür. Nötronları yavaşlatıp
uygun hıza getirmek için, su ya da grafit gibi ılımlaştırıcılar kullanılır. Gerektiğinde kontrol çubukları
zincirleme tepkimeyi yavaşlatır ya da durdurur. Nükleer fizyondan doğan enerji bir soğutucu maddeyle ısı
biçiminde toplanır. Bu ısıdan elde edilen kinetik enerji daha sonra türbinleri ve jeneratörleri çalıştırmak
için kullanılır.
Reaktör Tipleri
bir bozukluk dolaşım sisteminden suya bulaşan radyoaktivitenin dışarıya kaçmasına yol açabilir.
Çakıl yataklı reaktörlerde helyum 1000°C’yi aşan bir düzeye kadar ısıtılır. Suyla temas halinde,
birdenbire buharlaşıp bir patlamaya yol açabilir. Reaktörler düzgün çalıştıklarında bile, yarattıkları
radyoaktif atık insanlar ve çevre için binlerce yıl tehlike oluşturur.
Nükleer füzyon
Bir nükleer füzyon sürecinde, aynen Güneş’in içinde olduğu gibi, küçük atom çekirdekleri
(örneğin döteryum ve trityum) kaynaşır. Bu ancak maddenin son derece yüksek sıcaklıktaki plazma halinde
olmasıyla meydana gelebilir; çünkü çekirdekler düşük sıcaklıklarda birbirlerini iterler. Olağanüstü
miktarda enerjiyi açığa çıkarmak üzere bu süreci dünyada uygulamaya geçirmek teorik olarak mümkündür.
Ne var ki, bilimciler plazma yaratmak amacıyla tüketilenden daha fazla enerjiyi sağlayacak kontrollü bir
füzyon sürecini henüz bulabilmiş değil.
Bu teknolojinin elektrik üretiminde kullanılmaya yetecek olgunluğa varması için 50 yıla daha
gerek olduğu tahmin ediliyor.
Bütün risklerine rağmen, nükleer enerji kullanımı muhtemelen sürecektir. Daha etkili güvenlik
mekanizmalarına ve fizyona elverişli malzemenin daha verimli kullanılmasına dönük araştırmalar
sürmektedir.
ÖZEL BİLGİLER
YARI ÖMÜR bir maddenin radyoaktivitesinin yarısını salma süresidir. Sezyum-137’nin yarı ömrü 30
yıl, uranyum-238'in yarı ömrü ise dört milyar yıldan fazladır.
RADYOAKTİF bozunum bir Geiger sayacıyla ölçülür. Ölçüm birimi bekerel-dir: 1 Bq = saniye başına 1
çekirdek bozunumu.
GRAY (GY) radyoaktif bozunum sırasında salınan enerjinin ölçüsüdür. Kilo başına bir jule eşittir.
FİZİK ve teknoloji
Güneş radyasyonu zararlı salımları açığa çıkarmadan yararlı enerjiye dönüştürülebilir. Güneş teknolojilerini geliştirmek günümüzde yoğun araştırma
konusudur.
FİZİK ve teknoloji
Güneş devasa bir nükleer reaktöre benzer, içindeki atom çekirdekleri sürekli kaynaşarak çok büyük
miktarda enerji salar ve bu enerji yeryüzüne güçlü güneş radyasyonu olarak , ulaşır. Güneş
Güneş aygıtları güç düzeylerine göre sınıflandırılabilir. Örneğin, onlarca vat (parkmetre gibi makineler),
birkaç kilovat (konut sistemleri) ya da birkaç megavat (büyük “güneş parkları” ya da güneş panosu
dizileri) kullanabilirler. Daha yüksek güçlü kategorilerde, enerji üretimi ve kullanımı çoğu kez bağımsız
süreçlerdir; güneş ışığına dayalı elektrik uzak mesafelere (örneğin, güneş parklarından çok uzaktaki
evlere) taşınır. Daha küçük sistemlerde, enerji çoğu kez belli bir amaç için üretilir ve doğrudan kullanılır.
amacı böyle bir kaynağı insanlara yararlı hale getirmektir. Güneş’in bütün enerjisini
değerlendirmek mümkün olsaydı, dünyada şimdi kullanılanın 2.500 katı kadar enerji bulunurdu.
Güneş Teknolojisinin Artıları ve Eksileri
“Güneş teknolojisi” terimi çeşitli tipte sistemleri kapsar. Örneğin, fotovoltaik aygıtlar LED (ışık
yayan diyot) ilkesini aksi yönde kullanır. Işık silikon esaslı yarı-iletkenler aracılığıyla elektriğe çevrilir.
Yaygın kullanılan güneş pilleri aldıkları ışığın yüzde 8-16’sını elektriğe dönüştürebilir. Güneş termal
aygıtları ise güneş enerjisini suyu ısıtmak için kullanır; bu su daha sonra “güneş bataryalarfnda
(yalıtılmış su tankları) depolanır. Güneş enerjisinin kullanıldığı diğer teknolojiler arasında güneş
bacaları, güneş-
MÜSTAKİL BİR EVDE GÜNEŞ DÖNGÜLERİ: Burada görülen sistem ürettiği güneş enerjisi genel
elektrik şebekesine eklenir. Ev aletleri ve elektrikli aygıtlar gerekli elektriği her zamanki gibi elektrik
tesisa-
kimya ve foto-kimya tesisleri sayılabilir. Güneş teknolojilerinin düşük maliyetli ve salimsiz işleyişi
büyük avantajlar sağlar. Ama önemli dezavantajları da vardır. Güneş pillerinin ömrü ancak 20-30 yıldır.
Dahası, güneş pili üretimi son derece pahalıdır ve çoğu kez devlet sübvansiyonlarına bağımlıdır.
Araştırma ve Geliştirme
sağlanarak güneş pillerinin verimliliği arttırılacak ve böylece “yoğunlaştırıcı piller” elde edilecektir.
Ayrıca, çok katmanlı yarıiletkenler sayesinde güneş pillerinin daha geniş bir ışık tayfından yararlanması
bekleniyor. Pillerde son derece ince bir silikon örtünün kullanılması da üretim maliyetlerini önemli
ölçüde düşürebilir.
Bir metrekarelik güneş pilileri parlak güneş ışığında 1 saatte (bulutlu havada 20 saatte) yaklaşık 1 kilovat
üretebilir. Tek kişilik bir eve tam enerji s ağlamak için 6-7 metrekarelik piller gereklidir.
Doğrudan akım tellerle bir evirgeç sistemine ulaştırılır ve alternatif akıma dönüştürülür.
tından çekiyor. Üretilen güneş enerjisinin yerel şebekeden sağlanan elektriğin maliyetinden daha büyük
değer taşıması halinde bu yöntem bir anlam taşır.
KENDİNE YETERLİ “ada sistemleri"nde güneş enerjisinin depolandığı bataryalar daha sonra
aygıtları çalıştırmak için kullanılır.
Güneş termal sistemi: Bir pompa güneş ışığı toplayıcısına soğuk su sağlar.
ÖZEL BİLGİLER
YENİLENEBİLİR kaynaklardan elde edilen enerjinin oranı AB'de %15’tir; hedef 2010'a kadar %22'ye
ulaşmaktır.
Son yıllarda yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesine ve kullanımına ağırlık veriliyor. Peki, bunlar geleneksel enerji
kaynaklarının yararlı alternatifleri olabilir mi?
Yaklaşık 3 km derinlikten çıkarılan 150°C sıcaklığındaki suyla 5.000 kadar eve elektrik sağlanıyor.
ister yerin derinliklerindeki ısı, ister okyanus dalgaları, nehirler ve rüzgârdaki kinetik güç olsun,
enerji doğada çeşitli biçimlerle karşımıza çıkar. Enerjiyi elektrik, ısı ya da yakıt üretimi yoluyla insanlara
yararlı hale getirmek için birçok değişik teknik işleme başvurulabilir. Bu işlemlerden bazıları uygun
maliyetli olmalarından dolayı güvenilir enerji kaynakları sağlamak üzere öteden beri kullanılırken,
diğerleri henüz test aşamasındadır ya da sadece kâğıt üstündedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarından
yararlanma çabalarının ardında karbondioksit (C02) şahımlarını azaltma ve fosil yakıtlara bağımlılıktan
kurtulma isteği de vardır.
Rüzgâr ve S u Enerjisi
Hidroelektrik santrallerin çoğu ve rüzgâr enerjisi tesisleri, jeneratörler (s. 170) aracılığıyla kinetik
enerjiyi elektriğe çevirir: Örneğin rüzgâr jeneratörleri ve nehirlerde kurulan alçak basınç hidroelektrik
santralleri. Barajlardaki yüksek basınç enerji santralleri önce gölet suyunun potansiyel enerjisini
kinetik enerjiye dönüştürür. Yeni gelgit enerji santralleri bir pervaneyi çalıştıracak hava akımını elde
etmek üzere deniz suyunun hareketinden yararlanır.
Hâlâ deney aşamasında olan geçişmeli aygıtlar çeşitli tatlı ve tuzlu su bileşimlerini kullanarak basınç
yaratır. Dalga jeneratörleri endüksiyon ilkesi (s. 170) yoluyla elektrik üretmek üzere dalgaların inişli
çıkışlı deviniminden yararlanır.
“Biyodizel" petrol esaslı yakıtların yerini alabilir; ev ocaklarında tüp gaz yerine odun kaynaklı yakıt
tabletleri kullanılabilir. Büyük enerji santralleri hem elektrik, hem de ısı üretebilir. Uygun kaynaklar
arasında odun, bitki yağları, mayalanmadan ya da çöplerden elde edilen gazlar, biyolo-
Birkaç milisaniyeye sığan yüksek voltaj boşalmasına rağmen, bir yıldırım çakımının enerjisi bir litre
kalorifer yakıtınınkinden düşüktür.
jik yolla üretilen alkol ve mayalanmış hayvansal ürünler sayılabilir. Çok yönlü hammaddelerden iri olan
biyokütle kolayca depolanabilir ve enerjisinin büyük bölümünü yenilenebilir kaynaklardan alır.
Jeotermal teknolojisi yerin derin katmanlarında bulunan yüksek sıcaklıklardan yararlanır. Bir sondaj
kuyusundan çekilen sıcak su, ısıtma amacıyla doğrudan kullanılır ya da elektrik üretmek üzere bir ısı
pompasına aktarılır, ikinci bir sondaj kuyusuyla eşit miktarda soğuk su toprağa geri bırakılır. Aynı
tekniğin bir varyasyonu “sıcak kuru kayaç” yöntemi, yüksek sıcaklıkların görüldüğü ve doğal su
kaynaklarının bulunmadığı yerlerde uygulanır. Yeraltına pompalanan su daha sonra ısınmış halde yüzeye
çıkarılır. Jeotermal enerjinin en yüksek potansiyele sahip yenilenebilir enerji kaynaklarından biri olarak
görülmesine karşın, uygulama alanı henüz başlangıç aşamasındadır.
RÜZGÂR JENERATÖRLERİ, yüksek basınç hidroelektrik santralleri ve güneş parkları birçok yerde daha
şimdiden kullanılan olgun teknolojilerdir. Deniz akıntısı türbinleri ise şimdiye kadar sadece prototip
biçiminde işletilmiştir. Güneş pillerinin görece yaygınlaşmasına karşın, güneş teknolojisiyle üretilen
elektriğin oranı rüzgâr ya da su enerjisiyle üretilenin bir hayli altındadır.
Rüzgâr
çiftliği
cantrali
Yüksek basınçlı
Kıyı
Biyokütleler
rız.ır\ vt ı tr\iNULUJi
ÜRETİM SÜRECİ
Modern fabrikalarda, üretimin büyük bir bölümü işgücü, otomasyon ve bilgisayar desteğinin doğru şekilde
dağılımıyla yürütülür.
imalat sürecinde hammaddeye biçim ve kalıp verilir. Ham halde gelen malzemeler bazı aletler
ve mekanik donanımlar kullanan işçilerin yürüttüğü çeşitli üretim
imalat
imalatta hemen her zaman bir işleme unsuru devreye girer. Ma-kinelerve montaj hatları kullanılsa bile,
ürünler el emeğine dayalı bir üretim sürecinden geçer. Üretim süreci farklı makineleri kullanan farklı
işçilerin yerine getirdiği aşamalara ayrılır. Bu şekilde büyük miktarda ve yüksek kaliteli birim kısa bir
sürede üretilebilir. Bugün bile porselen figürler ve müzik aletleri gibi değerli eşyalar elle yapılır.
işlemleriyle bir nihai ürün haline getirilir. Piyasanın isteğine göre, nihai ürün çok sayıda ayrı
parçadan oluşabilir. Kalite kontrolü, depolama, taşıma ve satış nihai ürünün yapımını izleyen işlerdir.
Üretimde çoğu kez yan ürünler ve atık malzemeler de ortaya çıkar (s. 179). Bu atıkların ve istenmeyen yan
ürünlerin geri-dönüşümü üretim süreci bir kelimeden türetilen teknoloji, insan ihtiyaçlarını ve
arzularını karşılamak üzere bilimi uygulamayı ifade eder. 19. yüzyıldan beri üretim sürecine yönelik
analitik yaklaşımlar artmıştır.
Üretim sürecini olabildiğince etkili biçimde tasarlamak için çeşitli faktörleri hesaba katmak
gerekir. Örneğin, ücretler ve hammaddeler için gerekli işletme sermayesi tutarını, üretilecek malların
kalitesini ve miktarını bilmek önemlidir. Mal dağıtımı karayolları, demiryolları ve diğer ulaşım
biçimlerini kullanmayı kapsar. Aynı ürünün büyük miktarda mı, daha küçük miktarda mı, yoksa özgün
kalemler halinde mi üretileceğini, yani seri üretim, parti üretimi ve sipariş üzerine üretim seçeneklerinden
hangisinin seçileceğini saptamak önemlidir.
Parçaların imal mi edileceğini, yoksa dışarıdan mı alınacağını, yarı mamul ürünlerin dünya
pazarındaki fiyatları belirler. Yarı mamul ürünlerin temin zamanına ilişkin kesin planlama, depolama
masraflarında tasarruf sağlar (tam zamanında envanter stratejisi). Bir şirketin ürünlerini müşteri
isteklerine göre üretip teslim etmesi açısından, uygulanan teknolojinin esnek olması gerekir.
Bütün bu farklı üretim planlarının eşgüdümü kolay değildir, işlem kararlarını diğer firmaların kararlarıyla
karşılaştırmak, bir firmanın çalışma tarzını optimumlaştırmaya katkıda bulunabilir.
KİLİT BİLGİLER
Üretim süreci \ Sanayi mühendisliği | Çevre koruma—tüketim, ambalaj ve atık
yönetimi
DÜNYA ÇAPINDA
STANDARTLAŞMA
ÜRETİM
ARAŞTIRMASI İMALAT TEKNOLOJİSİ
hammaddeler, taşıma,
depolama, teknoloji, içinde bulunduğumuz küreselleşme çağında enformasyon ağları uluslararası
üretim sistemlerinin bir parçasıdır. Bir aygıtın baştan aşağı tek bir fabrikada
lojistik, ğeri-dönüşüm, imal edilmesi nadir görülen bir durumdur. Bilgisayar, otomobil ve uçak gibi
yeniden kullanım ve atık karmaşık ürünler yerkürenin birçok değişik yerinde imal edilmiş : parçalardan
boşaltma konularını oluşur. Genellikle yalnız son montaj için kullanılan tek bir merkez vardır.
inceler. Üretim sırasında lojistik, kaynakların ve çevrenin korunması kadar önemlidir.
SANAYİ MÜHENDİSLİĞİ
İmalat üretim sürecinin ana aşamasıdır; çünkü bu ürünler doğrudan hammaddelerden yapılır.
CNC Makineleri
Freze makinesi
CNC bir üretim makinesinin bilgisayar denetiminde çalışmasını sağlar.
Metal zımba makinesi metalden kesitler çıkarır ve bunları presleyerek üç boyutlu hale getirir.
Hammaddeler binlerce yıl iş aletleriyle ya da elle işlendi. Sanayi devrimi 18. ve 19. yüzyıllarda sırf bu
işle uğraşan makinelerin yapılmasını sağladı. Bilgisayarlı denetim aygıtlarının ve robotların kullanılması
1980'lerden itibaren azami düzeyde bir otomasyon sağladı. Daha yirmi-otuzyıl önce fabrikalar üretim
sürecinde çalıştırılan çok sayıda işçiyle doluydu. Günümüzde birçok sanayi dalında bu işçilerin yerini bir
mühendisin ve birkaç teknisyenin çalıştırdığı tam otomas
Güç Kaynağı
Güç kaynakları açısından da değişiklikler var. Ortaçağın su dolapları sanayi devrimiyle birlikte yerini
buhar makinelerine bıraktı. 20. yüzyılın başları, elektrikli motorun fabrikalarda birincil güç kaynağı
olarak öne çıkmasına sahne oldu. 20. yüzyıl sonlarında ise, üretim hatlarını üretim sürecini denetleyen
bilgisayarlı bir merkeze bağlayan veri kablolarında hızlı bir artış görüldü.
S anayi İşlemleri
Biçim verme ve kalıba dökme işlemleri biçimsiz ya da granüllü hammaddeleri işlemeyi sağlar.
Bu tekniklerle sözgelimi demir eritilir, dökülür ve bükülür; plastikler ve sentetik malzemeler ısıtılır ve
biçimlendirilir. Lazer ışınlarıyla törpüleme ve biçme işlemleri üretim malzemelerini gerekli biçim ve
boyuta getirir. Perçinleme, kaynak yapma ve yapıştırma gibi teknikler ayrı parçaları birleştirmede
kullanılır. Bir parçanın yüzeyini değiştirmek (kaplama işlemi) ya da malzemeyi tamamen dönüştürmek için
kimyasal işlemler uygulanır.
Kaplama işlemi çürümeye ve paslanmaya karşı korumak amacıyla araba karoserlerini galvanizleştir-meyi
de kapsar. Malzemeleri fırınlamak ve ısıtmak fabrikalarda başvurulan yaygın bir kimyasal işlemdir.
RFID (Radyo Frekansıyla Tanımlama) malların akışını mini aktarıcılarla izlemek için kullanılır ve
lojistiği optimumlaştırmayı s ağlar.
densel ve ruhsal sağlığını korumak amacıyla, montaj hattı üretim ekip çalışmasını özendirme
yönünde değiştiriliyor.
Mekanik işlerini gittikçe bilgisayar denetimli robotlar üstleniyor; öyle ki, bir montaj hattında artık
neredeyse hiçbir insan çalışmıyor, insan uğraşları planlama aşamasıyla, işlem denetimiyle ve planlandığı
gibi işlemeyen şeylere müdahaleyle sınırlı tutuluyor.
Montaj Hatları
Henry Ford araba imalatında montaj hattı üretimi kavramını 20. yüzyıl başlarında uygulamaya geçirdi.
Günümüzde bu kavram çoğu kez bütün üretim sürecini belirtmek için kullanılıyor. Üretkenliği arttırmak
amacıyla, üretim süreci vasıfsız işçilerce yürütülebilecek çok sayıda işlevsel aşamaya ayrılır.
Günümüzde montaj hatlarına oluklar, vinçler, çatal kaldırıcı gibi taşıma araçları ve robot kollar
eklenmiş bulunuyor, işçilerin be-
FİZİK VE TEKNOLOJİ
Otomobil sanayisindeki montaj hatlarında robotlar yoğun şekilde kullanılır.
21. YÜZYIL
ÇEVRE KORUMA-TÜKETİM
Kaynak kıtlığı ve gittikçe artan ekolojik yıkım, tüketimi azaltacak önlemler alma ve çevreyi koruyacak
teknolojiler geliştirme gereğini doğuruyor.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
Dünyadaki ağaç kesiminin yüzde 10-157 kâğıt üretimine yöneliktir. Bu yıkım kullanılmış kâğıtların geri-
dönüşümüyle önemli ölçüde azaltılabilir.
Hammadde S ıkıntısı
Tüketim toplumlarında petrol ve metal gibi hammaddelerin tüketimi çok yüksektir. Bu yüzden, yakın
gelecekte bir hammadde sıkıntısının yaşanacağı öngörülebilir. Ayrıca, çevre atık malzemelerin
boşaltılmasıyla zarar görüyor. Bu olumsuz sonuçlar, hammaddeleri ekonomik bir tarzda kullanan ve atık
malzemeleri geri kazanmaya çalışan üretim yöntemleriyle düzetilebilir.
Ekonomik liretim
Ürünler ve imalat işlemleri hammadde tüketimini asgari bir düzeyde tutacak şekilde tasarlanabilir. Bu
tasarımlarda hammaddelerin ekonomik kullanımını ve malzemelerin geri-dönüşümünü bütünleştiren bir
bakış açısıyla hareket edilebilir.
Set
Üretimden ardakalan hammaddeler ve atık ürünler geri-dönüşüm amacıyla saklanmalıdır. Atık enerjiyi
başka bir işlemde kullanma yoluyla enerji de geri kazanılmalıdır.
ÖZEL BİLGİLER
1980'LERDEN SONRA Çin'in demir ithalatı 3 kat, bakır ithalatı 55 kat artmış bulunuyor.
YILLIK BİR HESAPLA, bir PolonyalI 270 kg, bir Japon 410 kg, bir Alman 590 kg ve bir Amerikalı 730
kg atık üretiyor.
Diğer yöntemlerden biri katalizör kullanımını içerir. Bu maddeler tepkimede yer almaksızın
tepkimeyi hızlandırır. Belli metal alaşımların araçlardan çıkan egzoz gazlarıyla temasa girmesi tehlikeli
madde sa-
Iımını azaltabilir. Katalitik dönüştürücü denen böyle araçlar azotpro-toksiti, hidrokarbonları ve karbon-
monoksiti oksijen, karbon, azot ve su gibi zararsız maddelere çevirir.
Başka bir strateji zehirli bileşenleri nötrleştirmektir. Sanayi egzoz akıntılarından tanecikli maddeleri ve
tehlikeli gazları ayırmak için aşındırma sistemleri kullanılır. Kireçtaşının uygulandığı
aşındırma teknikleri, kükürtdioksiti kartonpiyer yapımında kullanılabilecek alçıya dönüştürür.
Ekolojik hasarı önemli ölçüde önlemek ve gidermek teknik bakımdan mümkündür. Ancak çevre
mühendisliği daha yüksek üretim giderlerine yol açar. Bu nedenle böyle bir yola gerektiği
kadar başvurulmaz. Çevre koruma prosedürlerinin ekolojik yıkımı önlediği henüz söylenemez. Aksine
süreçte bir gerileme ve yavaşlama vardır. Bütünsel çevre korumaya ancak üretimi kısma yoluyla
ulaşılabilir.
Yenilenebilir
Hammaddeler
Ham petrol sıkıntısı nedeniyle sentetik malzemeler, plastikler ve diğer organik kimyasalların üretimi için
alternatif kaynaklar geliştirmek gerekiyor. Kereste, kenevir, kolza gibi yenilenebilir hammaddelerden ve
diğer organik malzemelerden petrolün yerini tutacak kaynaklar elde etmeye yönelik araştırmaların hedefi
budur. Geleneksel makinelerle işlenen plastik granüller artık patates nişastasından üretilebiliyor. Bu
malzemeden yapılan nesneler ve levhalar su geçirmez bir özellik taşıyor. Ayrıca, belli koşullarda toprağa
gömülerek ve tehlikeli maddeler salmaksızın çürümeleri mümkün.
İstenmeyen ürünlerin ve çöplerin yönetimi pahalıdır. Büyüyen çöplükler, çevre kirliliği ve hammadde
sıkıntısı atık ve geri-dönüşüm alanında değişikliklere yol açmıştır.
GERI-DÖNÜŞÜMLE elde edilen kâğıtların mat ve gevşek olduğu görüşü artık doğru değildir.
Günümüzde, yüksek kaliteli olanları kâğıt hamurundan yapılmış ürünlerle neredeyse aynı kalitededir.
Ancak kâğıdın geri-dönüşümü bir noktaya kadar mümkündür; çünkü her yeniden kullanımda lifler daha da
kısalır. Baskı
kâğıdı için önemli oranda taze hamur kâğıdının gerekli olmasının sebebi budur. Günümüzde yüzde yüz geri
kazanılmış kâğıt gazeteler, hijyen ürünleri ve ambalaj için kullanılır. Geri-dönüşüm sürecinden birçok kez
geçmiş kâğıtlardan karton yapılabilir.
Geri-dönüşümlü kâğıt yapımı odundan kâğıt yapımına oranla oldukça az enerji kullanımını gerektirdiği
için ekolojik bakımdan çok yararlıdır.
Kâğıdın Geri-Dönüşümü
sebebi budur. Ayrıca, atık ürünleri sıklıkla sentetik yoldan yapılmış malzemelerden oluşur;
bunlar ayrışmaz ya da ayrıştığında çevreye zehirli maddeler saçar.
Toplanan atık malzeme ve hurda metal geri-dönüşüm için ayrılır, sökülür ve ayıklanır.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
imal edilip satılan şeylerin hemen hepsi ambalajlanmış olarak piyasaya sürülür; bu şekilde ürünler
kirlenmeye ve hasara karşı korunur. Öte yandan, ambalaj ürüne ilişkin bilgi verecek yer sağlar ve
reklamın önemli bir parçasını oluşturur. Birçok ambalaj biçimi taşıma sırasında alan ve ağırlık
tasarrufuna uygun olarak tasarlanır. Bu, üretim masraflarını düşürür ve çevreye olumsuz etkileri azaltır.
Ama her durumda, ürün kullanıldıktan sonra ambalajın atılması gerekir.
Sadece ambalaj değil, ürünün kendisi de belli bir süre sonra kullanılmaz hale gelir veya yerini daha iyi ya
da daha gözde bir ürüne bırakır. Sanayi ülkelerinde eskiye göre daha fazla atığın ortaya çıkmasının
Çevredeki tehlikeli atıkların etkilerini önleyecek ve sınırlayacak yollar bulmak için artık çaba
gösteriliyor. Bunları yok etmenin en iyi yöntemi atığın türüne, zarar verme potansiyeline ve maliyet
hesaplarına bağlıdır.
Atık çöplükleri, yani atıkların bırakıldığı alanlar yeraltı sularını korumak açısından, geçirimsiz bir tabanı
bulunan ya da yapay bir temelin oluşturulduğu yerlerde kurulur. Toksik maddelerin denize boşaltılarak
elden çıkarılması yasağı son yıllarda giderek yayılıyor. Döküntü ve atıkları yakmak, atığı bir enerji
kaynağı olarak kullanma fırsatını verir. Ama bu işlem sırasında, sıklıkla, atmosfere toksik gazlar salınır.
Nükleer enerji santrallerinden, nükleer denizaltılardan, nükleer silahlardan ve tıpta kullanılan radyoaktif
malzemelerden kaynaklanan radyoaktif atıkların çevre açısından tam güvenli biçimde yok
edilmesi mümkün değildir; çünkü atıkların yarattığı tehlike çoğu kez yıllarca sürer.
Geri-Dönüşüm-Aşağı-Dönüşüm
Malzemelerin ömrünü geri-dönüşüme uygunluk belirler; çünkü atıklardan ya da hurdalardan işe yarar yeni
ürünler elde edilebilir. Geri-dönüşüm mürekkep kartuşlarını ve iade edilebilir şişeleri yeniden
doldurmanın yanısıra, eski malzemelerden yeni ambalaj malzemeleri üretmeyi de kapsar. Aşağı-dönü-şüm
(down cyçling) terimi orijinalinden
daha az değerli ürünlerin imalatına dönük geri-dönüşümü belirtir. Örneğin, sentetik ya da plastik ambalaj
malzemeleri doğranarak beton üretiminde kullanılabilir. Geri-dönüşüm işlemlerinin yüksek teknik
gerekleri vardır; atıkların sistematik biçimde ayrılması bir önkoşuldur. Hammaddeleri idareli kullanmaya
yönelik etkili bir koruma programının önemli bir yönü gerçek anlamda yurttaş sorumluluğu ve katılımıdır.
Konrad Zuse bir Z1 versiyonuyla beraber. Orijinali 1931’de yapılan bu aygıt dünyadaki ilk
programlanabilir bilgisayardı.
rak, ABD'de 1943'te ENIAC (Elektronik Sayısal Tümlev Alıcı ve Hesaplayıcı) sistemi kuruldu.
Hiçbir rölenin bulunmadığı ve anahtar olarak elektron tüplerinin kullanıldığı bu aygıt, elektronik yoldan
prog-
Bilgisayar teknolojisinin günlük yaşamımıza ne kadar sızdığını 2000 yılındaki “binyıl problemi” gösterdi.
Yeni yılın gece yarısında hiçbir uçak havalanmadı. Uzmanlar yerleşik bilgisayar mikro-çiplerinin
“99”dan “00”a zaman değişimini yanlış yorumlaması yüzünden kazaların yaşanmasından korkuyordu.
Günümüzde tost makinelerinden kalp pil-
“Üst düzey" en modern ve en randımanlı teknolojileri barındırmak anlamına gelir. Bilgisayar teknolojisi
alanında farklı üst düzey sistemler vardır. Süper-bilgisayarlar son derece yüksek bilgi işlem gücüyle
ayırdedilir; tıpkı IBM’in 280 teralop (saniyede milyar hesap) gücüne sahip Blue Gene/L modeli gibi. Son
derece yüksek bilgi işlem gücüne ulaşan ya da bütün bilgisayar sistemlerini tek bir parçada birleştiren çok
minyatür bilgisayarlar ve tek mikroçipler de üst düzey ürünlerdir.
yukarıda: IBM'in California'daki Livermore Ulusal Laboratuarı’nda bulunan süper-bilgisayarı Blue
Gene/L. sağda: Japonya’da yapılan Teacube bilgisayarı ve ölçek için yanına konmuş bir portakal.
-t
>
İlk başta sadece büyük işletmeler bilgisayar alabiliyordu. Şimdi çocukların odalarında 1960’ların büyük
anabilgisayarlarından daha üstün performanslı PC’Ier var.
ilkokul üçüncü sınıf öğrencileri bile bir şekilde bilgisayar kullanmayı öğreniyor.
ramlanabilir ilk bilgisayardı. Askeri uzmanlar mermilerin uçuş yörüngelerini ENİAC’ia hesapladı. Bu
arada devlet kuruluşlarının, üniversitelerin ve büyük şirketlerin kullandığı birkaç büyük bilgisayar
geliştirildi.
KİLİT BİLGİLER
Yaygınlık | Parçalar | Giriş ve çıkış | Bellek | Elektronik \ Devreler | İnternet |
Sistemler \ Programlar
ELEKTRONİK
PARÇALAR,
silikon çipler ve
dijital sinyal işleme
enformasyon çağının
temel bileşenleridir.
İNTERNET
KÜLTÜRÜ günlük BİLGİSAYAR TEKNOLOJİSİ
yaşamımıza temelli
İlk dijital bilgisayar 1940’larda yapıldı. Günümüzde bu aygıt artık günlük
yerleşmiş
yaşamımızın bir demirbaşı sayılıyor. Bilginin toplandığı, işlendiği ve aktarıldığı
bulunuyor.
her yerde bilgisayarlar vazgeçilmez hale gelmiş bulunuyor. Özel ve kamusal
yaşamda bilgisayarların oynadığı kilit rolden dolayı bir “enformasyon : çağfndan
TELİF HAKKI VE bile söz ediyoruz. Araştırma ve geliştirme çalışmalarının amacı bilgisayarları
VERİLERİ küçültmek, yerine getirdikleri işlerin sayısını arttırmak, bilgisayar teknolojisini
KORUMA daha evrensel hale getirmek ve bilgisayarların hem hızını, hem de güvenilirlik
düzeyini yükseltmek.
yeni 21. yüzyıl
teknolojisinin en © Bilgisayarlar programlanabilir devrelerden oluşur ve karmaşık hesaplamalarla
önemli sorunlarıdır. dijital verileri işler.
YARIM MİLYAR
bilgisayar internete
bağlanıyor.
Digital Equipment Corporation’ın başkan Ken Olsen’in 1977’de şöyle dediği aktarılır: “Bir
kişinin evinde bilgisayar bulundurması için hiçbir sebep yok.’’ Devir değişti artık.
İlk Bilgisayar
Alman mühendis Konrad Zuse çalışan ve programlanabilir ilk bilgisayar Z3’ü 1941’de yaptı. (Zlve Z2
prototiplerdi). Ağırlığı yaklaşık bir ton olan ve anahtar olarak rölelerin kullanıldığı bu bilgisayar,
uçak tasarımı için hesap yapmaya yönelikti. Bu gelişmeden bağımsız ola
Geleceğe Doğru
Bilgisayar dünya ekonomisinin en dinamik ve en önemli sektörüdür. Sürkli daha yüksek performanslı ve
daha fazla işlevli yeni bilgisayarlar piyasaya sürülüyor. Yüksek performanslı süper-bilgisayarların
ortaya çıkmasıyla birlikte, bir merkezden kopuk bilgi işlem gücü önem kazanıyor. Örneğin, NASA, özel
kullanıcılara indirmeye uygun veri paketleri (s. 186) sunuyor ve böylece onların bilgisayarlarını boşta
bırak-
tıkları zamanı kullanarak, gerek duyduğu kapsamlı hesaplamaları yapıyor. “Grid” denen bu yöntemde, tek
bilgisayarda çözülmesi zaman alan bir problem küçük kısımlara ayrıldıktan sonra, şebekeye bağlı
binlerce bilgisayara dağıtılır. Onlardan gelen hesaplamaların bir araya getirilmesiyle çözüme varılır.
Ameliyathanelerde bilgisayarla yönlendirilen robotlar giderek daha sık kullanılıyor. Ama son kontrol
yine cerrahların elinde.
Bilgisayar türlerinin yelpazesi geniştir, ama temel parçalar sayıca azdır. Bir bilgisayarda parça seçimi
sistemin randımanını belirler.
Bilgisayarlar iş dünyasına ve evlere 1980’lerin başlarında girdi. O sırada çeşitli bilgi işlem
sistemlerinin mimarisi farklıydı; ama bugünün bilgisayarlarıyla birçok benzerlikleri vardır.
Kişisel bilgisayarlar esas olarak ofis uygulamaları için, ayrıca daktilo ve eğlence aracı olarak kullanılır.
Büyük
şirketlerin ve devlet kuruluşlarının kullandığı yüksek performanslı merkezi bilgisayarlara aynı anda
birçok kullanıcı erişebilir. Bunlarda bile kişisel bilgisayarlarınkiyle aynı parçalar kullanılır.
Temel Parçalar
Bilgisayarların kilit unsurlarından biri anakart denen basılı devre kartıdır; neredeyse bütün
bilgisayar parçaları onun aracılığıyla iletişime girer. BIOS (Temel Giriş Çıkış Sistemi) anakarttaki ufak
bir çiptedir ve bilgisayarın donanım parçalarına erişimi sağlayan küçük bir programdır. Bilgisayarın
merkezi bilgi işlem birimi olan ve küçük bir fanla soğutulan işlemci bile anakarta bağlıdır.
Yüksek performanslı ekran kartları gerçekçi görüntülerle gerçek zamanlı oyunlar bile sunuyor.
işlemci bilgi işlemlerin çoğunu yürüttüğünden, bütün sistemin niteliğini ve verimini belirleyen en önemli
unsurdur, işlemcinin çabuk erişmesinin öngörüldüğü veriler ana belleğe yüklenir. Eğer ana bellek küçükse,
büyük miktarda veri işlemeyi gerektiren programlar (örneğin video programları ya da oyunlar) yavaş
çalışır.
Parçalar arasında veri alışverişi çok sayıda ileticinin yer aldığı bir bağlantı düzeneği olan veriyolu
aracılığıyla sağlanır. Sistem bünyesindeki aktarma hızı veriyolunun bir zaman biriminde aktarabileceği
enformasyon miktarına önemli ölçüde bağlıdır.
Bir bilgisayarın yerel alan ağına (LAN) ya da internete bağlanması için, veriyoluna modemler ve
ağ kartları takılır (s. 186).
Evrensel seri veriyolu (USB) bağlantılarıyla birçok farklı aygıt bilgisayara bağlanabilir
ve çalıştırılabilir.
1971 — Intel 4004-0.1 MHz 1985 — Intel 80386-12-30 MHz 1993 — Cyrix 486-33-100 MHz
2007—Intel Pentium 4 Prescott-3800 MHz hafif olması gerekir. Küçük boyutlar çoğu kez daha yüksek
maliyetli olan parçalar kullanılarak sağlanır.
Mobil yapının bir başka şartı randımanlı bir bataryadır. Şarjsız çalışma süresini olabildiğince uzatmak
amacıyla, dizüstü bilgisayarlar düşük akım tüketimi sırasında çalışan özel “mobil” işlemcilerle donatılır.
PC kartları genişletme kartlarının takılmasına olanak verir. Avuçiçi bilgisayarlar, kişisel
dijital bilgisayarlar (PDA) ve cep telefonları dizüstü bilgisayarlardan daha ufak bir yapı taşır.
fizik ve teknoloji
ÖZEL BİLGİLER
APPLE INC. bilgisayarın tarihsel gelişiminde belirleyici bir rol oynadı. Bir grafik giriş aygıtı
kullanmayı 1980’lerde ilk kez bu şirket başlattı. Diğer şirketler aynı yola sonradan yöneldi. Apple
bilgisayarları grafik işleme alanında diğer kişisel bilgisayarlar karşısındaki üstünlüğünü uzun süre korudu.
Halen Apple İne. kişisel bilgi işlem alanında üstünlük iddiasını sürdürüyor. işletim sistemi ve
donanım ayarları Apple bilgisayarlarının sistem çökmelerinden daha az etkilenmesini sağlıyor.
Anakart
Grafik kartı
CD-ROM sürücüsü
İç bellek
İşlemci
Ses kartı
Monitör, klavye, fare, hoparlör, şebeke kablosu, dış sürücüler, USB-bellek ve daha birçok şey için
farklı bağlantılar vardır.
Giriş ve çıkış aygıtları bilgisayarın işlemcisiyle iletişim kurmayı sağlar. Bir kullanıcının bir bilgisayarı ne kadar verimli
kullanabileceğini büyük ölçüde bu aygıtlar belirler.
ırmnMvnı ha vıi7u
Diyotlar sıvı kristal ekranlarda (LCD) sürekli ışık üretir. Ku-tuplayıcı filtrelerin ve sıvı kristallerin
“sıkıştırması” içinden geçen ışık miktarı bir elektrik alanı uygulanarak saptanır.
Sanal Dünyalar
Kulaklıklar üç boyutlu ses efektleri üretir.
Bilgisayarlar 1960’larda hâlâ devasa makinelerdi. Sayıları ve matematiksel işlemleri girmek için
velalarve düğmeler kullanılıyor, çıkışlar ise kontrol ışığı dizilerini gözlemleyerek izleniyordu.
Çıkışları daha belirgin göstermek amacıyla hava trafik kontrolü istasyonların-dakine benzer bir
“monitör’’ün eklenmesi yılları aldı. Klavye benimsenmesine ise muhtemelen tele-yazı makineleri örnek
oluşturdu.
Giriş ve çıkış aygıtlarını sürekli geliştirme çabası bilgisayarları daha ergonomik, yani insan hareketlerine
ve düşünme kalıplarına daha uygun hale getirmeye yöneliktir. Daha az yorgunluk, kesin kontrol ve basit
işlemler bu şekilde optimum hale getirilir; çünkü çok büyük mik-
Fare
Kullanıcı bir mekanik fareyi oynatınca, içerideki bir top hareket eder. Delikli disklerin iliştirildiği
iki dikey eksen bu topla birlikte döner. Bir diyot ışığı disk deliklerinden geçerek ışığa duyarlı bir alıcıya
vurur. Eksenlerden biri döndüğünde, alıcının üzerine düşen ışın aralıklarla kesilir. Alıcı “ışıklı” ya da
“ışıksız" durumu bir dijital sinyal olarak bilgisayara gönderir, iki eksenden alınan ışık sinyallerinin
sayısına göre, farenin ekrandaki imleci hareket eder.
Giriş Aygıtları
En önemli giriş aygıtı kullanıcının karakterleri yazmasını ve bilgisayara birçok komut vermesini sağlayan
klavyedir. Karakterler her ülkede farklı düzene dayanır. Başka bir önemli giriş aygıtı olan fareye alternatif
olarak dokunmatik yüzeyler ve iztopları geliştirilmiştir. Bunlar di-züstü bilgisayarlarda ve kütüphaneler
ya da müzelerde bulunan yoğun veri aramaya yönelik bilgisayar terminallerinde kullanılır.
Demiryolu istasyonlarında ve sinemalarda bilet almayı sağlayan açık bilgisayarlarda klavye yerine
dokunmatik ekran vardır. Dokunmatik ekranlar bilgisayarın nasıl çalıştırılacağına ilişkin çok açık ve
anlaşılır komutlar bildirir. Özellikle belli oyun konsolları için giriş aygıtı olarak oyun tablaları
geliştirilmiştir. Optik enformasyon tarayıcılar, akustik enformasyon ise mikrofonlar aracılığıyla
kaydedilir. Sese duyarlı olarak çalışan bilgisayarlarda da mikrofonlar kullanılır.
Çıkış Aygıtları
En önemli çıkış aygıtı monitördür. Kullanıcıya sonuçların grafik görüntülerini sunar. Sözgelimi metin
ve resimleri monitör olmadan düzeltmek olanaksızdır. Hantal katot ışın tüpleri yerlerini gittikçe düz
ekranlara bırakmaktadır. Diğer çıkış aygıtları 1990'lardan beri standart donanımın parçası olan
hoparlörler ve yazıcıdır, internet birçok olası bağlantıyı barındıran bir çıkış aygıtı sayılabilir.
SİBER UZAY senaryoları varolmayan sanal dünyaları bilgisayarlar aracılığıyla olabildiğince gerçekçi
gösterebilmek için kullanılır. Amaç insanların koşma, kavrama, çevreye bakma gibi normal hareketlerini
girdiler olarak vermek ve böy-lece sanal dünyadaki eylemlerle bunların yorumlanıp tepki gösterilmesini
sağlamaktır. Girdilerin ve çıktıların olabildiğince çok sayıda duyuyu ve hareketi kapsaması gerekir.
Kuvvet geri-bildirimi: Örneğin, dokunma duyusunu uyandırmak amacıyla manevra kollarına motorlar
yerleştirilir.
Normalde kullanıcı bilgisayarın başında oturur ve sadece bazı duyularını kullanarak ekran, fare
ve klavyeyle etkileşime girer. Ekrandaki ikonların oynaması gibi eylemler kullanıcının algılaması
açısından simgesel düzeyde gerçekleşir. Simülatörler monitörlerin sınırlı imkânlarını aşar. Simü-
latörlerde bilgisayar sözde gerçek bir ortamda geçen sanal olaylar yaratır. Sözgelimi pilot
eğitimine dönük uçuş simülatörleri bunu sağlar. Gerçek bir kabindeki pilotun kullandığı işletim ve
gösterim aletleri giriş ve çıkış aygıtları işlevini görür. Simülatörler teknik bakımdan karmaşıktır;
ama gerçekliği doğru yansıtmaları nedeniyle etkili öğrenme araçlarıdır. Eğlence sektöründe de
simülatörler yaygın biçimde kullanılır.
TEMEL İPUCU veri saklama malzemesinin “sıfır" ve “bir” değerlerini temsil edecek iki biçiminin
olmasıdır.
“640 KB herkes için yeterli olsa gerek. ” —Bili Gates, Microsoft’un kurucusu, 1981
Manyetik veri saklamaya uygun oluklar barındıran bir sabit diskin taramalı tünelleme mikroskobuyla
(STM) çekilmiş fotoğrafı.
SABİT DİSK yan yana dizilmiş çubuk mıknatıslardan oluşan çok büyük bir manyetik alana benzer. En
küçük manyetik birimlerin (kuzey ya da güney) kutuplanması dijital “sıfır” ya da “bir” durumunu temsil
eder. Bir USB bellek çipinin en küçük veri saklama birimleri, akımları ileten ya da kesen ufak
transistorlardır (elektronik anahtarlar, s. 184). Veriler bir CD-ROM’un yüzeyine çukurlar ve tümsekler
çentikler olarak işlenir ve bir lazer ışın demetiyle taranır. Genişliği yaklaşık 300 nanometre (0,00003
milimetre) olan bir bitlik arazi bir bit veri içerebilir. Manyetik-optik disklerde, plastik örtüyle kapatılmış
ferromanyetik bir malzeme olan veri ortamının manyetik durumunu değiştirmek için bir lazer kullanılır.
ŞU 1 GB’lık bellek çipi iki milyon sayfaya ' , eşit metni saklayabilir.
Megabayt Nedir?
En küçük bellek birimi bittir ve iki yükle (pozitif ve negatif) gösterilen iki değer (O ve 1) taşıyabilir. Bir
PC klavyesinin bütün karakterlerini gösterebilmek için 256 karakterin kodlanması gerekir. Bu amaçla 8
bite bir bayt denir (28 = 256, yani O ila 255 arası bir değer). Bir megabayt 1 milyon bayttır. Ancak
bilgisayar belleği ikinin üsleriyle karşımıza çıktığından, bilgisayarlar için kullanılan birimlerle
belirtildiğinde 1 megabayt= 220= 1.048.576 bayt olur. Yaklaşık 2.000 sayfalık bir metin, 7
saniyelik sıkıştırılmamış müzik ya da çeyrek saniyelik yüksek kaliteli bir video bir me-gabaytta
saklanabilir.
Veri saklamada yüksek teknolojik standartlar geçerlidir. Uzun bir süre güvenli biçimde saklanması
gereken veri miktarı gittikçe artmaktadır. Veri saklama ortamı olabildiğince küçük ve taşınabilir, hızlı
erişimli ve her sisteme bağlanabilir olmalıdır -hem de bu özelliklerin hepsini cazip bir fiyatla.
Disketler ve zip diskleri (esnek diskler) artık yerlerini büyük ölçüde salt-okunur bellekli kompakt
disklere (CD-ROM) bırakmıştır. Piyasaya
1996’da sürülen çok yönlü dijital diskler (DVD) daha randımanlıdır. Rakip ürünler olarak geliştirilen
yüksek tanımlı DVD'ler (HD DVD) ve Blu-Ray (BD) diskleri 50 GB'a kadar bellek saklama kapasitesi
sunar. Daha hızlı bir erişim süresine sahip çok-yüzlü aygıtlar USB bağlantısına sahip sabit disk
sürücüleridir (s. 181). Sabit disk sürücüleri özel okuma aygıtları olmaksızın neredeyse bütün
bilgisayar sistemlerine bağlanabilir. Elektriksel olarak silinip yeniden programlanabilen flaş belleğin
kullanıldığı USB bellek çubuklarının yüksek gigabaytlı
kapasitesi ve bir USB bağlantısı vardır. Küçük oldukları gibi, kullanımları da basittir.
Birinci veri saklama ortamında, yani anakartın ana belleğinde veriler daha çabuk işlenmek üzere
sadece geçici olarak kaydedilir. Grafik ve video kartlarının bile kendi ana bellekleri vardır. BIOS ise tam
tersine üreticinin önemli sistem verilerini sakladığı bir tür kalıcı bellektir.
değiştirilemez. Okumaya izin veren, ama veri kaydetmeyi önleyen belleğe salt-okunur bellek
(ROM) denir. Buna karşılık, sabit disklerde ve USB bellek çubuklarında verileri kaydedebilen
rastgele erişimli bellek (RAM) kullanılır.
Yeni Veri S aklama Teknolojileri
Veri saklamaya dönük daha randımanlı malzemeler ve yeni tasarılar yoğun biçimde araştırılıyor. Bir
Japon araştırma grubu umudunu 500 nanometre çapında plastik topların flüoresan bir
renklendiriciyle donatıldığı bir optik veri saklama ortamına bağlamış durumda. Veri kaydı sırasında topun
bir kesimi değişiyor ve böylece okuma sırasında renklendirici ışık veriyor—her top bir bit gücünde. Bu
yöntem bir
DVD'ninkinden birkaç kat büyük belleğe kavuşmayı sağlayacak. Nükleer saldırılara dayanabilecek
veri saklama ortamlarına dönük girişimlerde, veriler sanki genetik enformasyon gibi DNA moleküllerine
aktarılmış ve bakterilere yerleştirilmiştir. Yüzlerce bakteri kuşağından sonra bile, bu verileri değişmemiş
halde okumak mümkün. Bu araştırmanın pazarlanabilir bir ürün getirip getirmeyeceğini ise bekleyip
görmek gerekiyor.
ÖZEL BİLGİLER
3,5 İNÇ DİSK: 1.4 MB ZİP DİSK: 100 - 750 MB CD-ROM: 650 - 900 MB FLAŞ BELLEK KARTI
(KOMPAKT DİSK): 4 MB - 16 GB DVD: 4.7-17 GB
GB’a kadar
FİZİK ve teknoloji
ELEKTRONİK PARÇALAR
Elektronik parçalar bilgisayarların içindeki ve iletişim teknolojisindeki temel elemanlardır. Çok karmaşık devreler birçok
elektronik elemanın bileşimleridir.
rlZ.lr\ vt I tKNULUJI »H
Bir İşlemcinin Elektronik Parçaları
Elektronik devreleri anlamada parçaların işlevlerini bilmek çok önemlidir. Yarıiletkenlerden yapılan
diyotların ışık yayan diyot (LED) gibi çeşitli biçimleri vardır. Diyotlar akımın belli biryönde girmesini
sağlarve sözgelimi alternatif akımı doğru akıma çevirir. Ayrıca voltajı koruma ve elektriği ayarlama
amacıyla da kullanılır. Indüktörler bir kolonun çevresine bobin biçiminde sarılmış tellerden oluşur.
Alternatif voltajın akışını değiştirmeye ve bir transformatörde olduğu gibi, voltajı düşürmeye ya da
yükseltmeye yarar. Transistorlar yükseltici olarak ya da veri saklama amacıyla kullanılabilir. Rezistanslar
akımı sınırlamanın ya-nısıra, voltaj değiştirmeyi de sağlayabilir. Kondansatörler voltaj dalgalanmalarını
dengelemek üzere bir şarjı depolayabilir. Monitörü kapattıktan sonra ekranın birkaç saniye daha
titreşmesi kondansatörden kaynaklanır.
Bir bilgisayar devre kartının işlevini parçalarının düzeni ve bağlantı biçimi belirler.
Bir bilgisayarda kullanılan elektronik parçaların farklı çalışma voltajları vardır. Örneğin, ışık yayan
diyo-tun çalışması için daha az akım gerekir; çünkü yüksek akımlar bu aygıta zarar verebilir. Böyle
birdiyot ana güç kaynağına doğrudan bağlanırsa hemen erir. Akım geçişini azaltmak için, diyotun
yer aldığı devrenin direncini yükseltmek gerekir (Ohm yasası, s. 150). Bu amaçla devreye konan parçaya
re-
Devden Cüceye
Farklı türde işletimler için tasarlanmış farklı türde elektronik parçaları vardır. Güç elektroniğinde yüksek
voltaj ve akım değerlerine sahip parçalar kullanılır. Buna karşılık, sinyal ve iletişim elektroniğinde
parçalar 100 voltun epey altında voltajlarla ve bir am-minyatürleştirme eğilimi yeni parça türlerini
doğurmuştur. Daha eski parçaların küçük bacaklar biçiminde bağlantı kısımları vardır; bunlar deliklerden
geçirilip devre kartına tutturulur, diğer tarafta lehimlenir ve tellerle bağlanır. Bilgisayar ve iletişim
teknolojisinde kullanılan yeni bir parça sınıfına yüzeyden takmalı aygıtlar (SMD) denir. Bir devreye daha
fazla parça sığdırılması amacıyla geliştirilmiş olan SMD parçaları, bir basılı devre kartının yüzeyine
doğrudan lehimlenir. Basılı devre kartları artık mekanik destek ve parçalar arasında elektrik bağlantısı
sağlamaya yarar.
Üretim Teknolojisi
Elektronik aygıtların seri üretimi çoğunlukla tam otomasyonlu montaj hatlarında gerçekleşir.
Parçaları geliştirme, kontrol etme ve onarma işlemlerinde, teknisyenler ince aletler, lehimleme
istasyonları, büyü-
Elektronik parçalar statik şarjlara çok duyarlıdır ve elektronik duyarlı aygıtlar (ESD) olarak anılır.
Teknisyenler çoğu kez bir topraklama keçesi üstünde durur ve metal bantlı ayakkabılar giyer. Böyle
parçaların sevkiyatında ESD açısından güvenlik köpüğü ve torbaların kullanılması gerekir.
zistans denir. Voltaj değişmediği sürece, yüksek direnç gelen voltajı düşürür ve böylece diyot
düzgün çalışır. Akım, voltaj ve direnç bileşimi bütün elektronik devrelerinin temelidir. Örneğin,
bilgisayarların yapımında çok sayıda parça bi-raraya getirilir. Her parça da kendi içinde daha küçük
birçok parçadan
perden düşük akımlarla çalışır. Farklı uygulama alanlarına denk düşecek biçimde, parçalar farklı biçimler
ve boyutlar taşır. Bir elektrik gücü sisteminde birkaç kiloluk anahtarlar kullanılabilirken,
sinyal teknolojisinin hassas ve dakik anahtarları çoğu kez cımbızlarla monte edilir.
TRANSİSTORLAR çoğunlukla silikon ya da germanyumdan (s. 138) yapılır ve elektron tüplerinin yerini
almıştır. Bir transistor elektrik devresindeki ışık yayan diyota bağlandığında, önce akımın geçmesine izin
vermez ve bu haliyle bir kapalı devreye benzer. Tabanına bir voltajın uygulanmasıyla birlikte iletken hale
gelir. Böylece bir açık devreye dönüştüğü için, akım geçer ve diyot ışık saçar. Bir transistor iletken ve
yalıtkan durumları sayesinde bir dijital değeri (“sıfır” ya da “bir”) yansıtabilir. Yani, en küçük mantıksal
birime (s. 183) denk düşer. İşte bu yüzden bir bilgisayar işlemcisinde yüz milyondan fazla transistor
vardır.
MANTIK KAPILARI olan ve, veya, ve değil, veya değil ile dışlamak veya bir bilgisayardaki
mantıksal işlemleri yerine getirir.
İŞLEMCİLER çok sayıda devreyi barındıran son derece randımanlı entegre devrelerdir.
OTOMATİK SATIŞ MAKİNESİ ancak alıcının içine bir madeni para bırakmasından VE istediği şeyi
seçerek gerekli düğmeye basmasından sonra bunu verir. Bu işler bir entegre devre tarafından yerine
getirilir. Makine entegre devrenin bir VE mantık kapısına ait iki pimin her birine 5 volt verir, iki pimin de
yüksek bir girdi alması nedeniyle durum 1 VE durum 2 aynı şekilde yüksek olur; kapının çıktısı olan bir
üçüncü pim 5 volt üretir. Bu sinyal istenen şeyin çekmeceden çıkarılıp verilmesini sağlar. Ödemenin
banknotla yapılabildiği durumlarda, bir VEYA mantık kapısı tutarın maddenin madeni parayla mı, yoksa
banknotla mı yapıldığını sorgulayabilir. Pimlerden biri ya da her ikisi yüksek bir girdiye sahip olursa,
bir VEYA kapısında yüksek bir çıktı oluşur.
DIŞLAMALI VEYA kapıları tam olarak bir durumun yerine getirilmesine izin veren VEYA kapılarıdır.
VE DEĞİL kapıları VE şıkkını, VEYA DEĞİL kapıları ise VEYA
şıkkını dışta bırakır. Bir entegre devre farklı mantık kapılarını eşleştirme yoluyla karmaşık sorgulamaları
yürütebilir.
DEVRELER
Elektronik devreler birçok alanda metalden yapılan mekanizmaların yerini almıştır. Yaratıcı yeni devrelerde beynin bilgiyi işleme
süreci örnek alınır.
ilk bakışta bir devre kartı elektronik parçaların renkli bir kaosu gibi görünür. Ancak bütün devreler bazı
düzenlere uyar. Çalışma voltajı güç kaynağı ya da pil gibi bir voltaj kaynağından gelir. Sinyal ve
bilgisayar teknolojisinde veriler için gelen ve giden kutuları vardır. Bir devrenin işlevini kullanılan
parçaların türü ve büyüklüğü belirler.
Bir devrenin duyarlılığı parçalarının derecelerindeki toleranslara (kabul edilebilir sapmalara)
bağlıdır, işlemler sırasında devrenin (örneğin değişken dirençli bir gerilimölçerin ya da değiştirilebilir
değere sahip bir elemanın) işlevini değiştirmenin ya da ayrı iletim yollarını (örneğin düğmelerle ya da
anahtarlarla) kesmenin mümkün olduğu durumlarda, değişimler işlevde bir değişiklik olmaksızın devreye
entegre olur.
Bazı gerili-mölçerle-
rin düğmeleri kabin üstündeki bir açıklıktan dışarıya çıkar. Bir hi-fi ses sistemindeki ses ve ton
düğmeleri buna örnek verilebilir. Ayrıca, sadece bir teknisyenin erişimine açık devrelerde farklı
parametreleri ayarlamaya yönelik seçenekler vardır. Bunun bir örneği bir cep telefonundaki alıcı
birimdir. Sorun giderme devreleri için, doğru voltajları »V. tablolarda belirtilen noktalarda ölçümler
yapılabilir.
S inyal İletimi
Enformasyon ve sinyal yaratma, işleme, aktarma ve saklama elektroniği enformasyon çağında büyük önem
kazanmıştır. Sinyal iletimi teknolojisinin önemli bir şartı enformasyonun tam ve doğru aktarılmasıdır.
Uzun kabloların direnci ve başka aygıtlarca yaratılan elektrik alanları gibi birçok faktör bir iletimi
aksatabilir. Bu nedenle bir enformasyon iletimi sistemini planlarken denetimlere ve yedeklemelere yer
verilir. Yedeklemeler gerekli olmayan, fazladan kopyalardır, iletimin hatasız gerçekleştiğinin gönderici
tarafından bilinmesi için, bazı sistemler alınmış bir mesajı tekrarlar. Ancak böyle bir iletim gecikir ve
gereksiz veriler gönderilir.
Modern teknoloji veri paketlerine mesajın hatasız alınıp alınmadığının alıcı tarafından bir iç
analizle anlaşılmasını sağlayacak denetim enformasyonu ekler. Bunun bir örneği veri aktarımına ilişkin
kurallar ve standartlar çerçevesinde internette kullanılan iletim denetimi protokolüdür (TCP/IP). E-
posta, dosya aktarım protokolü ve world wide web, sistemin başlıca uygulama alanlarıdır.
Veri iletişiminde “anlaşma” veri aktarımının ancak alıcının hazır olduğu sinyalini vermesinden
sonra başlaması anlamına gelir. Bu iyi bir veri aktarımını sağlar. Örneğin, bir yazıcı verilerin
gönderilmesinden önce bilgisayara “çevrimiçi" mesajını verir. “Kâğıt tablası boş” mesajı geldiğinde,
verilerin kaybolmaması
Sinir Ağı
insan beyni birçok yönüyle bugün kullanılan bilgisayarların hepsinden daha verimli çalışır.
Uzmanlar beyin üzerindeki araştırmalardan bazı yararlı bilgiler edinmeyi umuyor. Yapay sinir ağları
(ANN) verileri beynin işleyişine benzer bir tarzda işler. Geleneksel bilgisayar sistemleri görevleri dizi
halinde yerine getirir; yani bilgi işlemler birbirini izler. Paralel işleyiş bilgi işlemlerin tam aynı anda
yürütülmesi anlamına gelir. ANN gelişiminde hedef eşzamanlı işleyişe ulaşmaktır. ANN'ler mantıkla
değil, daha çok deneme-ya-nılma temelinde çalışırlar; ayrıca olasılıklardan ve yaklaşık durumlardan
yararlanırlar. Simülasyon ve tahmin amacıyla iktisat ve meteorolojide kullanılırlar.
21. YÜZYIL
ROBOT EGEMENLİĞİ birçok Şlmde işlenmiş bir konudur. Ancak bu üstünlük herhalde 21. yüzyılda da
bilimkurgu olarak kalacak.
ÇOK İŞLEVLİ ve uyuma açık yapay zekânın yaratılması çok uzak bir hedeftir.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
İNTERNET—YAPISI
“İnternet” birbirine bağlı bilgisayar ağlarından oluşan küresel şebeke anlamındaki “interconnected
netvvork” teriminin kısaltılmasıdır. Başlıca kullanım alanları iletişim ve data saklamadır.
ABD 1958'de, çok sayıda kullanıcının eşzamanlı olarak anabilgisayar-ların bilgi işlem gücünden
yararlanmasını sağlayacak bir teknoloji geliştirdi. Dört üniversiteye ait bilgisayarlar 1969'da bir
şebekeye bağlandı ve İleri Araştırma Projeleri Kurumu Şebekesi (ARPANET) hizmete girdi. Şebekeye
1970’lerde başka bilgisayarlar katıldı ve mesajları gönderme yolunu tanımlayan protokol daha işler hale
getirildi. E-posta ve dosya aktarımı gibi hizmetler geliştirildi. Telefon şebekesiyle paralel çalışan özel
veri şebekelerinin ortaya çıkışı daha hızlı veri aktarımını sağladı. 1972'de “eternet" adıyla yeni
bir teknoloji oluşturuldu. Eternet yerel alan ağlarının (LAN) kurulmasına olanak veren ayrı bir teknoloji
ailesidir. LAN ise ev, büro ya da bina topluluğu gibi küçük bir coğrafi alanı kapsayan bir
bilgisayar şebekesidir.
internette veriler paketler halinde aktarılır; yani, iletilecek enformasyon küçük birimlere bölünür. Bu ayrı
paketler göndericiden alıcıya birçok farklı yolla gönderilebilir. Telefon teknolojisine özgü devre-
anahtardan farklı olarak, hizmet kullanıcı ile ana bilgisayarlar arasında tek bir kablo yoktur. Bunun yerine
verilerin yolunu bulduğu karmaşık bir bilgisayarlar ve düğümler sistemi vardır. Düğümler bir yönlendirici
olarak programlanmış bilgisayarlardır. Her veri paketinin enformasyon biti olarak hedef adresi içermesi
nedeniyle, yönlendirici gelen verileri nereye yönlendireceğini bilir. Bu akıllı düğümler ilkesi sayesinde,
internet merkezi bir yönlendirici nokta olmaksızın çalışır. Şebekenin bir bölümü ak-sasa bile, internet iş
görmeye devam eder; çünkü enformasyon başka yollardan aktarılabilir.
Yapı ve Araçlar
Bir ana bilgisayar bir hizmet (örneğin birweb sayfası) sunar ve bir kullanıcı uzak bir yerden buna erişir.
Enformasyon yönlendirmeyle
ÖZEL BİLGİLER
1969: 4
1981: 213
1989: 80,000
1991: 375,000
2003:172 milyon
çok sayıda şebekeden geçerek hedefine ulaşır. Farklı şebekelerin birbirine bağlanabilmesi için başka bir
şebekeye giriş sağlayan bir düğüme “ağ geçidi" denir. Örneğin, bir şirketin bilgisayar şebekesine
internetle bağlanılabilir, internet ile bireysel kullanıcılar arasındaki bağlantıya çoğu kez bir
ücret karşılığında bir internet hizmet sağlayıcısı aracılık eder, internetten gelen verilerin aktarıldığı
hizmet sağlayıcısı son kullanıcılarla nihai bağlantıyı kurar. Bir PC ile telefon
İNTERNET-HİZMETLER
İnternet kablo ve bilgisayar şebekesinin ötesinde bir nitelik taşır. Sohbet etmek, bilgi aramak ya da bir e-posta göndermek
isteyen kullanıcıya çok sayıda protokol ve hizmet sunulur.
ARPANET’in (s. 186) ilk hizmeti sisteme bağlı bilgisayarlar arasında veri alışverişini düzenlemekti.
Bu amaçla uygulanan iletim denetimi protokolü (TCP) tekörnek veri for-matlarını belirlemenin yanısıra
verilerin telsiz ve uydu yoluyla iletilme-
İnternet Omurgaları
Ayrı şebekeler arasındaki büyük çaplı bağlantı topluluklarına “internet omurgası” denir. Bunlar farklı
ülkelerdeki bilgisayar merkezlerinin internet alışveriş noktalarını birbirine bağlayan fiber
optik kablolardan oluşur ve verileri çok yüksek hızla taşır. Başlangıçta ulusal kuruluşlarca yönetilen
internet omurgaları günümüzde çoğunlukla özel hizmet sağlayıcılarının elindedir. Önemli bir internet
omurgası saniyede 10 giga-bayta ulaşan kapasitesiyle EuroRing'dir. Amsterdam Internet Exchange (AMS-
IX) Avrupa’daki en önemli ve dünyadaki en büyük alışveriş noktasıdır.
sine olanak verir. Bilgisayarlar 1971'de geliştirilen telnet (tele yazıcı şebekesi) aracılığıyla
uzaktan çalıştırılabilir. Bilgisayarlar arasında dosya alışverişini sağlayan dosya aktarım protokolü (FTP)
günümüzde yaygın biçimde kullanılmaktadır. E-posta hizmeti de 1971'de ortaya çıktı. RayTomlinson adlı
bir uzman kendi bilgisayarını kullanan diğer kişilere elektronik mesajlar göndermek üzere küçük bir
program hazırladı. 0 sırada icadının bu kadar çabuk yayılacağı aklının ucundan bile geçmemişti.
Bülten pano sistemleri (BBS) yükleme ve indirme yazılımıyla birlikte mesaj göndermeyi sağlayan bir
internet hizmeti olarak 1979’da devreye girdi. BBS’de yayımlanan katkıları sıralama sürecinden,
on binlerce haberleşme grubuna kaynaklık eden USENET doğdu. Gerçek zamanda metin
alışverişini sağlayan internet aktarmalı sohbet (IRC) 1980’lerin sonuna doğru hizmete sunuldu, internetin
niteliği 1991'de world wide web (“dünya çapında ağ”) sisteminin devreye girmesiyle temelden değişti.
Bu ağ bilim dünyası dışındaki kesimlerin internete erişmesinin yolunu açtı. Reklam yasağının kalkmasıyla
birlikte, internet bir kitle iletişim aracına dönüştü. Bireyler arasında iletişim, ticari satış ve eğlence
en popüler uygulamalar haline geldi.
Veri akışı işlemleri 1995’ten beri radyo ve video verilerinin gerçek zamanlı aktarımına olanak veriyor.
Veri akışında iletiler küçük birimlere bölünerek aktarılır. Aktarım kesintilerine karşı önlem olarak, bir
geçici bellek verileri kaydeder ve düşük aktarım hızı durumunda köprü işlevini görür. Hızlı görüntü ve
ses aktarımı reklam ve eğlence sektörü açısından internetin çekiciliğini arttırıyor. 2005'te genel erişime
açık ve 75 dilde hazırlanmış 11,5 milyar web sayfası vardı.
Güncel Gelişmeler
Elektronik ödeme işlemleri interneti bir pazar olarak kullanma fırsatını sağlıyor, internet siteleri,
satış sözleşmeleriyle mal ve hizmet sunmanın yanısıra, bir ücret karşılığında enformasyon hizmeti
sağlamaya da yöneliyor. Kredi kartı ya da kişisel banka bilgileri gizli
internet üzerinden kurulan özel ve ticari temasların sürekli artması nedeniyle, artık bir şirketin internette
varlık göstermeden tutunması zor görünüyor. Katılımcı sayı
sındaki artışa bağı olarak, mevcut İP (IPv4) sisteminin yerini almak üzere internet protokolü versiyon
6 (IPv6) geliştirilmiş bulunuyor. Bu protokol İP adreslerinin sayısını 4 milyar (232) dolayından 340 seks-
tilyona (2128) çıkaracak.
WWW İsviçre'nin Cenevre kentindeki bir araştırma enstitüsünde geliştirildi ve birkaç yıl içinde
bütün dünyaya yayıldı.
HTLM FORMATLAMA DİLİ renk, font ve köprü belirleme yoluyla internet sayfalan yaratır.
Bir e-posta hesabının ekran resmi. Kişisel e-postalarla birlikte, çok sayıda kişiye isteği dışında
gönderilen “spam" e-postalar da dolaşır.
W0RLD WIDE WEB (“dünya çapında ağ”) internetin sunduğu bir hizmettir. Web sayfalarındaki önemli
unsurlar görüntü, metin ve diğer sunuculara yönelik köprülerin yanısıra e-posta ya da haberleşme grubu
gibi diğer hizmetlere erişim olanağıdır. Web sayfaları metni sayfa yaratımına ilişkin ek
bilgilerle birleştirilen zengin metin işaret diliyle (HTML) kurulur. HTML'nin ardılı olan genişletilebilir
HTML (XHTML) bir yapılandırma dili olan genişletilebilir işaret diline (XML) denk düşer. Yeni
programlama dilleri mültimedya sunuma ve kullanıcıyla etkileşime olanak verir. Adobe Flash animasyon
yazılımı web sayfalarına hareketli grafiklerden oluşan küpler katmayı sağlar.
Bilgisayarı internete bağlamanın bir çok yolu vardır. Modem ve kablo ile, kablosuz yerel ağ (WLAN) ile
ve bluetooth ile.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
LINUX bir açık kaynak işletim sistemidir. Kullanıcı programların yazıldığı kaynak koduna erişebilir;
bunu değiştirebilir ya da ek lenecek programlar yazabilir. Linux programlan parasız dağıtılır, işletim
sisteminin yazılım olarak CD’lerle dağıtıldığı sistemler de vardır; bunlar sabit diske
yüklenmeksizin doğrudan çalıştırılabilir. Firmalarveözel kullanıcılar giderek açık kaynak sistemlerine
yöneliyor.
MICROSOFT VVINDOVVS dünyada en yaygın kullanılan işletim sistemi olarak, OS/2 ve Mac OS'u
geride bırakmış bulunuyor. Piyasaya 1985'te MS-DOS’un bir eklentisi olarak sürüldü. Kaynak kodu hâlâ
tescilli markadır. Yapımcı şirket Microsoft Corporation bir yandan Windows’u geliştirirken, mevcut ürün
yelpazesine internet tarayıcıları, e-posta programlan ve eğlence medyasına dönük araçlar gibi
uygulamaları eklemiştir.
yukarıda: Tuxadı verilen penguen LINUX işletim sisteminin maskotudur. solda: Microsoft'un kurucusu
Bili Gates yeni Win-dows XP’yi tanıtıyor.
İşletim Sistemleri
Programlama dilleri işletim sistemleri ve uygulama programları yaratarak bilgisayarları yönlendirir. İşletim sistemi bir
bilgisayarın yapısını belirler.
internet sitelerinde kaynak metin HTML format-lama diliyle (s. 187) yazılır.
TANINMIŞ işletim sistem aileleri Linux, Mac OS, Microsoft Windows ve Unix’tir.
Mac OS X işletim sistemi Apple, İne. tarafından Macintosh bilgisayarlar için özel olarak tasarlanmıştır.
Bilgisayarlar ancak programlanmış oldukları bir işlevi yerine getirebilirler. Programlama dilleri katı
bir mantık izler ve kurallaştırılmış komutları kullanır. Birçok programlama dilinin esası karmaşık
algoritmalardan oluşan matematiksel ve mantıksal denklemlerdir.
Bir programlama dilinde işlemci, bilgi işlemeye ve bellek alanı atamaya dönük komutlar alır.
Çevirme dilleri kolay öğrenilir ve bilgisayar koduna çevirici aracılığıyla aktarılır.
Dezavantajı, her işlemcinin kendine özgü çevirme dilini gerekli kılmasıdır. Daha yüksek düzeyli program-
lama dilleri farklı tipte işlemcilerce uygulanabilir. Bu programları çevirme diline ya da bilgisayar koduna
aktarmak için derleyiciler kullanılır.
Günümüzde yüksek düzeyli programlama dilleri sadece uygulama programları geliştirmek için kullanılır.
Genel amaçlı diller birçok değişik uygulama için kullanılabilen yüksek düzeyli dillerdir. Alana
özgü diller sadece özel uygulamalara uygundur. Programın yerine getirmesi gereken koşullar bir bildirim
diliyle tanımlanır. Nesne yönelimli diller sanal nesnelere ilişkin komutları yerine getirir. Birkaç yeni
dilin işleyişi metin biçimindeki komut girdilerine dayanmaz; bunlar ekran üstündeki fare
tıklamalarıyla erişilen simgelerle çalışır.
Dil Örnekleri
C+ + nesne yönelimli programlama ya da veritabanı ve arta-lan uygulamaları için kullanılan popüler bir
yüksek düzeyli dildir. JavaScript internet açısından olanaklar yelpazesini genişleten bir dildir. Sözgelimi,
alıcının donanım konfigü-rasyonunu sorgulayan programları uygulayabilir ve gösterimi bu konfi-
gürasyonla uyumlu olacak şekilde otomatik olarak ayarlayabilir. JavaScript'i web sayfaları için küçük
uygulamalar yapmaya yarayan nesne yönelimli diğer bir karmaşık dil olan Java’yla karıştırmamak gerekir.
HTML (zengin metin işaret dili) bir programlama dili değil, web sayfaları yaratılırken
metinleri işaretlemeye yönelik bir format-lama dilidir (s. 187). Zengin metin
Virüsler ve Truvalar
Yunan mitolojisine göre, savaşçı Odysseus aşamadığı Truva kenti surlarının ardına gizlice
girmeyi sağlayacak bir ahşap at yaptırmıştı. Günümüzde de bir kullanıcının bilgisayarına görünüşte
zararsız bir programla birlikte girerek zarar vermek üzere tasarlanmış programlara “truva" denir.
Kişisel verilere ve parolalara ya da şifrelere izinsiz erişimi sağlayan böyle programlar “casus
yazılım” olarak bilinir. Virüsler bir e-posta ekiyle sistemlere girebilen programlardır; bulaştıkları
sistemlerde hasar yaratırlar. Dikkatsiz kullanıcıları pahalı telefon numaralarına bağlayan programlarda
vardır.
yukarıda: Virüsten koruyucu web sitelerinden birinin yeni bilgisayar virüsü W32.Blaster’a karşı
uyarı duyurusu
önişlemci (PHP) rağbet kazanmakta olan bir dildir; çünkü dinamik web siteleri sağlar ve özellikle
veritabanı uygulamalarına elverişlidir.
ÖZEL BİLGİLER
KOŞULA BAĞLI sorgulamalar, çevrimler ve boşta kalma süresi NESNELERİN boyut ve konum
gibi özelliklerini işleme SABİT DİSK ya da internet gibi dışsal işlevlere erişim
UYGULAMA PROGRAMLARI
Uygulama programları ve veri formatlarına ilişkin temel bilgilere sahip olmak kaçınılmazdır. Bilgisayar
oyunları yüksek programlama becerileri ve yüksek bellekli bilgisayarlar gerektirir.
Görsel Kurgu
Görsel kurgunun temel amacı bir filmi son haline getirmektir. Genellikle görüntü ekleme, görüntü çıkarma,
kesilmiş görüntü parçalarını birleştirme işlemlerine dayanır. Standart araçlar tekil sahneleri ayırmayı ve
bir araya getirmeyi, ayrıca sahneler arasında geçişleri kolaylaştırır. Ses kaydının ayrı kurgulanmasını ve
arkaplan müziğinin postprodüksiyon aşamasında eklenmesini sağlayan programlar da vardır. Çok sayıda
görüntü ve ses kaydı karmaşık programlarla ardışıklık içinde birbirine eklenebilir. Görsel kurgu, kamera
hareketlerine ve araya yazı yerleştirmeye ilişkin işlevleri de kapsar.
GELİŞİM açısından video oyunları, bilgisayar oyunları ve jetonlu makineler arasında karşılıklı bir ilişki
vardır.
OYUN TABLALARI bireysel oyunlar için geliştirilmiş konsollarda kullanılan giriş aygıtlarıdır.
YAZILIMA bağlı olarak, bir bilgisayar birçok değişik işlevi yerine getirilebilir. Bunlardan biri de
oyunlardır. Konsollar oyun amacıyla tasarlanmıştır ve sadece birkaç hizmet daha sunar. Playstation, Wii
ve Xbox gibi sabit konsollarda çıkış aygıtı olarak televizyon kullanılır. Game Boy, Sega Game Gear ve
Atari Lynx gibi avuç içi konsollarının kendi ekranı vardır; bunlar küçük boyutludur. Ancak bunlarda
gittikçe PC’Ierle uyumlu hale getirilmektedir. Konsollar aynen PCTerdeki müzik ve video formatlarını
kullanır. DVD çalabilir, başka hizmetler ve internet üzerinde çok-kullanıcılı oyunlar sunabilir. Ayrıca
WLAN aracılığıyla internete bağlanabilir. Konsolların avantajlarından biri düşük başlangıç maliyetidir.
Dahası, konsollarda donanıma bir işletim sistemi yüklemeye gerek yoktur. Buna karşılık dezavantajlardan
biri, çeşitli çevrel aygıtlar ekleme esnekliğinin ortadan kalkmasıdır.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
Ofis amaçlı bilgisayar programlarını kullanma becerisi birçok işte aranan bir özelliktir. Kişisel
yaşamda, e-posta mektubun yerini, arama motorları da ansiklopedilerin yerini almıştır, internetin artan
öneminden dolayı web sitelerine girmek ar-
tık genel bilgi edinmenin bir parçasıdır. Kolay çalıştırılan çok sayıda programın yanısıra, karmaşık
ve pahalı birçok profesyonel program da vardır.
Ofis Uygulamaları
Ofis işlerine dönük programlar kelime işlemciler, hesap tabloları, sunum araçları ve veritabanlarıdır. Bu
piyasada Microsoft Office'in başı çekmesine karşın, bir dizi rakip de ortaya çıkmıştır. OpenOfice.org
kullanıcıların parasız yararlanabildiği bir “açık kaynak” programıdır. Açık kaynak uygulamaları
deneyimli kullanıcıların değişiklikler yapmasına olanak veren programlardır. Bu tür programları kullanma
yönündeki eğilim giderek güçlenmektedir.
Mültimedya
Mültimedya yazılımları fotoğraf çekmeye, görüntü ve ses/ton işleme ve kurgulamaya dönük programlardan
oluşur. Ayrıca canlandırma araçlarını, sayfa düzeni programlarını ve web sitesi yaratıcılarını kapsar.
Günümüzde fotoğraf makinesi ve video kamera satın alındığında, nasıl çalıştıkları sezgiyle öğrenilebilen
basit programlar da verilir. Buna karşılık profesyonel programlar yoğun eğitim ve beceri gerektirir. GNU
görüntü işleme programı (GIMP) gibi yazılımlarla birlikte yüksek performanslı programlar müşteriye
“bedava yazılım" olarak sunulur.
Fotoğraf çekme ya da görüntü kurgulama programları çeşitli sıkıştırma tekniklerine, renk derinliği ve
çözünürlüğü özelliklerine göre farklılıklar gösterir. Ses kurgulamada olduğu gibi, kalite doğrudan
görüntünün gerektirdiği bellek büyüklüğüne bağlıdır. “Veri kayıplı” sıkıştırma teknikleri ile verileri
koruyan teknikler arasında bir kalite farkı vardır. Görsel kurgu açısından videoların tam görüntü dizileri
halinde mi, yoksa sadece birkaç kilit görüntü halinde mi kaydedileceği önemlidir; bu kilit görüntüler
arasındaki farklılıkları da kaydetmek gerekir (s. 194).
1980'lerde ortak bir oyuna katılan oyuncular sıklıkla bir ev bilgisayarına ait klavyeyi birlikte
kullanırdı. Günümüzde bütün katılımcılar aynı işi bir şebeke (büyük olasılıkla internet) aracılığıyla
birbirine bağlanmış bilgisayarlarının başında oturarak yapabiliyor. Eskiden oyunlar büyük ölçüde
bilgisayarların düşük bellek kapasitesinden dolayı kısıtlıydı. Şimdi işlemcilerin ve ekran kartlarının artan
performans düzeyi bu sınırlamaları ortadan kaldırmış bulunuyor. Birçok oyun özel bir konfigürasyona
gerek kalmaksızın bilgisayarda oynanabiliyor. PC, Mac ve diğer sistemlerde kurulu platformlarla birçok
internet oyununu çalıştırmak mümkün. Ayrıca özel donanım gerektiren ve belirli üreticiler tarafından
satışa sunulan konsol oyunları da var.
Kişisel bilgisayarda oyun çalıştırma yönündeki talep merkezi işlem birimi ve görüntü kartı gibi
parçalardaki ilerlemeleri körüklüyor.
21. YÜZYIL
Sabit hatlı telefon | Cep telefonları ve çok amaçlı aygıtlar j Radyo j Televizyon \ Fotoğraf ve video [
İşitsel aygıtlar
DİJİTALLEŞTİRME analog sistemlerin yerine geçmek üzere bilgileri ikili sayılar (0 ve 1) halinde
kodlamaktır. YENİ İLETİŞİM ARAÇLARI herkesin yaratıcı ürünler sumasına olanak veriyor.
BİLGİ VE EĞLENCE yeni iletişim araçlarında da eskisi gibi kol kola ilerliyor.
Dijital teknoloji telefonun yanısıra radyo, televizyon, fotoğrafçılık, sinema ve müzikte de analog
teknolojinin yerini almış bulunuyor. Çeşitli iletişim araçları arasındaki sınırları ortadan kaldırma yönünde
gittikçe güçlenen bir eğilim var. Telefonla görüşmek, metinli mesaj göndermek, fotoğraf ve kısa film
çekmek, müzik çalmak ve takvime not düşmek için çok-işlevli aygıtlar kullanılabiliyor.
© Latince'de “parmak” anlamındaki digitus'tan türetilen “dijital" sözcüğü s ayıya dayalı sistemleri
belirtir.
FİZİK ve teknoloji
1990’lardan beri, dijital teknoloji sayesinde sabit hatlı telefonlara yeni hizmetler ekleniyor. Birçok hizmet
sağlayıcısı artık telefon, internet ve kablolu televizyon yayınını birlikte sunuyor.
TELEKOMÜNİKASYON araçlarının tasarımında önemli bir ölçüt, konuşmaları ve ses tonlarını aynen
aktarmaktır. Bu anlamda ses/telefon şebekelerini çok yük
sek bir kaliteyle çalıştırmak teknik bakımdan mümkündür. Ama iletilmesi gereken veri miktarını
sınırlamak amacıyla, frekans aralığı insan konuşmasının
yor.
ilk denizaşırı telefon kabloları 20. yüzyıl ortalarında döşendi ve bugün bile uydu bağlantılarıyla boy
ölçüşebilecek önem taşıyor.
om
0110 ^
0100
0011 \
0010
0001
1111 —
1110
1101
1100
1011
1010
1001
1000
T V c
c c c s
c c c c o c ■H c c 1010
' v T- V- T- 1101 1111 !
c T- T- T— 8? ■H t-O C ■H r- mu
ı C c V- T-
c c c
DİJİTAL TELEFONLARDA analiz edilen ses dalgaları 0 ve 1 dizileri halinde bir dijital sinyale çevrilir.
Bunlar daha sonra fiber optik kablolarda elektrik vuruları, "ışıklı" ve “ışıksız” durumlar olarak aktarılır.
Telefon 20. yüzyılda geçirdiği evrimle bir ayrıcalık olmaktan çıkarak, herkesin kullandığı bir iletişim
aracına dönüştü. Yüzyılın sonları analog tek-
Günümüzde analog tel sarma bağlantıları yerine, internet yönlendiricilerine benzer dağıtım noktalarında
dijital kontrol kutuları kullanılır.
nolojiden dijital teknolojiye geçişe sahne oldu ve telefon hizmetinde yeni bir dönem başladı.
Bu dönüşüm için terminallerin ve dağıtım merkezlerinin bir dijital telefon şebekesiyle donatılması
gerekiyor. Veriler artık internette (s. 186) olduğu gibi paketler halinde aktarılıyor. Ancak internetten
farklı olarak, telefon şebekeleri bir merkezden yönetiliyor ve müşterilere fatura çıkarılıyor.
Dijital teknolojiyle birlikte hizmet yelpazesi önemli ölçüde genişledi. Arayan numarayı öğrenme,
çağrı yönlendirme, sesli mesaj, çağrı bekletme ve telekonferans hizmetleri getirildi. Faks gibi diğer
hizmetler önemli ölçüde basitleştirildi. Telefon şebekesi evdeki aygıtları uzaktan kumandayla
yönlendirme gibi hizmetler sağlıyor. Böylece ev-sahibi gözetleme kamerasının yardımıyla bir alarm
sistemini uzaktan kontrol edebiliyor. Bu ve benzer ev otomasyon teknolojileri bazen “akıllı ev” olarak
nitelendirili-
Ş ebekelerin Birleşmesi
Cep telefonu şebekelerindeki düzey yükselişi sabit hatlı telefonlarda da kısa mesaj servisi (SMS) ve
sesli mesaj hizmetlerinin sunulması gibi gelişmeleri sağladı. Yenilikler arasında, sabit hatlı aletler için
telsiz şebekesi adaptörleri ve çeşitli diğer hizmetler de sayılabilir.
Telefon bağlantılarının internet erişim noktaları olarak kullanılması veri aktarma kapasitelerinin
arttırılması yönünde talepler doğurmuştur. Bakır kabloların kapasitesi belli bir düzeyle sınırlı
olduğundan, sabit hatlı telefon hizmet sağlayıcıları günümüzde doğrudan fiber optik kablolar yerleştiriyor.
Öte yandan, internet protokolü üzerinden ses aktarımı sayesinde internet artık telefonla ciddi rekabete
girmiş durumda.
Bu teknoloji bir adaptörün yardımıyla internetin uzak mesafeli konuşmalarda kullanılabileceği anlamına
geliyor.
Değişik sektörlerdeki şirketler de telefon hizmetleri, sözgelimi kablolu TV yayını sağlıyor. Telefon ve
internet hizmetlerini TV kabloları ya da yüksek voltajlı akım
Ayrıca, sabit bir şebekeden tamamen bağımsız olarak, radyo ve uydu teknolojisi aracılığıyla geniş bantlı
telefon ve veri bağlantıları kurulabilir.
internet protokolü üzerinden ses teknolojisi, konuşmaları ve video görüntülerini internet aracılığıyla
aktarır.
Cep telefonundan başka hiçbir iletişim aracı, bu kadar büyük bir pazarı böyle kısa bir sürede
bulamamıştır. Cep telefonları artık diğer birçok işlevi de yerine getiriyor.
CEP TELEFONUNUN ortaya çıkışıyla birlikte başka hiçbir aygıtın sunmadığı yeni hizmetler
devreye girmiştir.
ASLINA DÖNÜŞ: Japonya'da sadece telefonla konuşmaya yarayan cep telefonları rağbet görmeye
başlıyor.
Hizmetler
SMS (kısa mesaj servisi ya da metinli mesaj iletimi) 1991’den beri var. Teknik olarak bir SMS, e-
postadan farklı nitelikte bir adresten (başlık) ve bir mesajdan (metin) oluşur. Birtelefon konuşmasına
oranla veri miktarı küçüktür. Sinyal iletim protokolünden dolayı birSMS’de ancak 1.120 bit bulunabilir.
Mesajla uyarma hizmetleri ve tsunami erken uyarı sistemi geliştirilen diğer teknik yeniliklerden
bazılarıdır. Aygıtları uzaktan kumandayla yönlendirmek için de SMS kullanılabilir. Dünya genelinde
2000’de 17 milyar olan yıllık SMS sayısı 2004’te 500 milyara çıkmıştır.
M MS (Mültimedya Mesaj Servisi) mesajda fotoğraf, video klip ve giriş bileti gibi mültimedya
nesnelerine yer verilmesini sağlar. Bir başka hizmet, anında iki yönlü iletişime olanak veren SMS
sohbetleridir. Telsiz uygulama protokolü (WAP) bir cep telefonundan internete erişimi sağlar.
İsviçre Federal Demiryolları'riın (SBB) cep telefonlarına uygun bir bilet alma sistemi vardır. Kredi kartı
ödemesinin onaylanmasından sonra verilen kodlu MMS görüntüsü bilet yerine geçer.
Kulaklıklı ve mikrofonlu başlıklar cep telefonuyla konuşurken ellerin serbest kalmasını sağlar.
“Elektro Manyetik Alan Kirliliği”
TV ve radyo aktarıcılarının, yüksek voltajlı enerji hatlarının saldığı elektromanyetik radyasyonun çevre
için oluşturduğu tehlikeyi belirtmek için “elektro manyetik alan kirliliği” terimi kullanılıyor. Eleştirel
çevreler, baş ağrıları, konsantrasyon eksikliği hatta daha ciddi rahatsızlıkların ortaya çıkmasından
çekiniyor. Konu i tartışmalı olsa da, olumsuz etkilere dair kesin bilimsel kanıtlar yoktur.
Cep telefonları günlük yaşamımız hızla girdi. Ücra ve seyrek nüfuslu bölgeler telsiz iletişim
olanağından özellikle yarar gören yerlerdir.
Düşük fiyatlar cep telefonunu sabit hatlı telefon karşısında kusursuz bir alternatif haline getiriyor.
Dijital telefon şebekesi gibi, cep telefonu şebekesi de bilgisayara dayanır, bir merkezden kontrol edilir ve
enformasyonu paketler halinde (s. 186) dağıtır. Bir cep telefonu şebekesinin çalışması için birbirine yakın
kurulmuş aktarıcı kulelere gerek vardır.
Her hizmet sağlayıcısı kendisine ait iletim teknolojisini kullanmaz. Bunun yerine, başka bir şirketin
altyapısını kiralar. Cep telefonu
şirketleri arasında müşterilerin bulundukları yerdeki hizmetten yararlanmasına olanak veren çeşitli
düzenlemeler de vardır. Buna “dolaşımlı” sistem denir.
Aktarıcı kulelerin ve dağıtım merkezlerinin dışında, sabit hatlı şebekeler ile internet arasında bağlantı
sağlayacak ağ geçitleri kurulur. Bunlar bir cep telefonundan sabit hatlı bir telefonun aranmasına ve metinli
mesaj ya da e-posta gibi diğer hizmetlere olanak verir.
Cep telefonları bir metroda çalışamaz; çünkü metal yapılar sinyalleri kesen bir Faraday kafesi etkisini
gösterir. Bununla birlikte, metro yolcularına cep telefonu hizmeti sunmak amacıyla tünellerde anten ve
telsiz alıcıları kurulabilir.
Cep telefonunun yaygınlaşması özellikle Avrupa’da 1980’lerde başladı. Halen mobil iletişimin önemli
bir bölümü GSM (küresel mobil haberleşme sistemi) şebekesiyle gerçekleşiyor. GSM hizmeti 212 ülkede
2 milyarı aşkın kişi tarafından kullanılıyor.
ABD ve Kanada 850 MHz ve 1900 MHz bantlarını, Avrupa ise 1800 MHz bandını kullanır.
Başlangıçta cep telefonlarının bir seferde bantlardan ancak birini kullanması mümkündü, iki bantlı cep
telefonları iki farklı bandı kullanmaya olanak verirken, üç bantlı cep telefonları Avrupa'nın yanısıra
ABD’de de telekomünikasyonu sağlar.
iletim kapasitesini arttırmak amacıyla GSM şebekesine dönük ileri aktarım protokolleri geliştirilmiştir.
Evrensel mobil telekomünikasyon sistemi (UMTS) bir üçüncü kuşak (3G) cep telefonu teknolojisidir.
Hizmet sağlayıcıları, veri aktarımındaki daha yüksek hız
Aynı şekilde, cep telefonu ya da UMTS kartları aracılığıyla cep telefonunun internete
bağlanmasını sağlamak için dizüstü bilgisayarlar kullanılabilir.
UMTS teknolojisinin daha ileriye götürülüşü bir dördüncü kuşak şebeke yaratma umudunu veriyor.
FİZİK VE TEKNOLOJİ
HP
Birçok kişi kullandığının dışında bir ya da iki eski cep telefonuna sahiptir.
Kişisel dijital asistan (PDA) telefonla konuşma, e-posta, veritaban-larına erişim gibi birçok işlevi yerini
getirir.
RADYO
1920'lerde, radyo, ilk gerçek zaman kitle iletişim aracı haline geldi. Dijital teknolojiye geçiş büyük çaplı
değişiklikler getiriyor.
Radyo dalgaları müzik ve konuşma sesi üretmek üzere modüle edilen bir taşıyıcı dalgadan oluşur; örneğin
UKW eriminde 100 MHz frekansa sahip düz bir sinüs dalgası bulunur. Frekans modülas-yonu (FM) süreci
taşıyıcı dalganın frekansını, yani saniye başına salınım sayısını değiştirir. Amplitüd modülasyonu (AM)
süreci radyo dalgasının genliğini, yani gücünü değiştirir. Alıcı aygıt, taşıyıcı dalgadan elde ettiği
iniş çıkışları işleyerek modüle edilmiş sesler yaratır. FM radyo daha
Jeneratörü içinde olan çok bantlı bir radyo yüksek kalitede yayın alır. AM radyo teknik bakımdan
daha kolay kurulur; ama şimşekli fırtına gibi bozuk havalara daha duyarlıdır. Dijital radyo yayınlarında
dijital evrensel radyo (DRM) ve dijital işitsel yayın (DAB) gibi çeşitli teknolojiler kullanılır. Bu
protokoller dijital radyo şebekesi içinde ses verilerini taşıyan dijital veri paketlerinin formatlarını
tanımlar.
Günümüzde radyo yayınlarının büyük bir bölümünde hâlâ analog teknolojiler kullanılıyor. Ama Avrupa
Dijital radyo yayınları Kuzey Amerika’da 2,5 GHz, başka yerlerde 1,4 GHz frekanslar kullanılarak
uydular aracılığıyla iletilir.
ÖZEL BİLGİLER
AKTARICI KULELERİN en yükseği, 1991'de yıkılana kadar Varşova'daki 646 metrelik kuleydi.
Birliği 2012'ye kadar dijital iletim ve yayın almaya tamamen geçmeyi planlıyor.
Antenlerce alınan radyo dalgaları, indüktörlerin ve kondansatörlerin yer aldığı bir salınım
devresince elektrik salınımlarına çevrilir. Salınım devresini belirli bir rezonans frekansına getirme
yoluyla bir radyo istasyonu seçilir. Anten uzunluğu alınmak istenen radyo dalgasının boyuna göre değişir.
FM radyo dal-
galarına oranla daha uzun dalga boyuna sahip olan AM radyo dalgalarının uzunluğu 577 metreye kadar
ulaşabilir. Radyo iletimi bir kablo şebekesiyle sağlanabilir. Bu durumda veriler elektromanyetik dalgalar
biçiminde değil, yüksek frekanslı elektrik salınım-ları biçiminde iletilir. AM ve FM radyolarının
dışında, yayının frekans
aralığına bağlı olarak antenlerin ya da uydu çanaklarının kullanıldığı uydu radyo programları da
vardır. Dijital yayınların yanısıra analog sinyaller için aygıtın üstüne takılı kutular biçimindeki dijital
alıcılar kullanılabilir.
Dijital radyo teknolojisi daha kusursuz yayın dışında birçok artı sunar. Örneğin, yayınla ilgili ek bilgileri
alıcıdaki bir ekranla göstermek mümkündür. internet radyoları tamamen farklı bir teknolojiye
dayanan gerçek zamanlı işitsel veri iletimini sağlamak amacıyla bir işitsel veri akışı teknolojisini (s. 186)
kullanır, işitsel veri tek bir kullanıcıya yönlendirilebileceği gibi, bütün kul-
Çok yüksek frekanslı dalgalar yüksek aktarıcı kulelerle doğrudan alıcılara iletilirken, kısa dalgalar
iyonosferden yansıtılır.
iyonosfer
kanslı dalgalar (LF: 150-300 kHz) aynı şekilde uzun erimli olurlar. Avrupa’daki radyo istasyonlarınca
kullanılırken, ABD’deki radyo istasyonlarınca kullanılmazlar.
Dünya
Radyo
Radyo ve telsiz telgraf uzamda yayılan enformasyon sistemleridir. 20. yüzyıl başlarında
karmaşık işlemlerin eşgüdümünü sağlamada ve gemilerin konumunu doğru saptamada önemli bir rolleri
vardı. Günümüzde radyo yoluyla iletişim (telsiz) hava, deniz ve demiryolu trafiğinin ayrılmaz
bir parçasıdır. Mikrodalgaların kullanıldığı bir uçuş kontrol sistemi gibi yollarla telsiz enformasyon
sistemlerini daha ileriye götürmeye dönük araştırmalar sürüyor.
TELEVİZYON
Teknoloji bir televizyon yayınının kalitesini ve başarısını giderek daha çok belirliyor. Dijital teknolojiye geçiş her alanda
büyük değişiklikler getirdi.
Televizyonun ilk prototipi 1928’de geliştirildi, ama ticari dağıtım 1950’lerde başladı. Uydularla iletim
1960’lardan itibaren devreye girdi. Dijital teknolojiye geçiş, bera berinde köklü değişiklikler getirdi.
TV Yayınlarındaki Teknoloji
Film videolarının izleyicilere iletilmeden önce büyük bir teknik uzmanlıkla çekilmesi ve kurgulanması
gerekir. Randımanlı bilgisayar şebekeleri ve dijital aygıtlar modern yayınların temel unsurudur.
Eşlik eden seslerle birlikte görüntüler manyetik bant kasetlerine ya da doğrudan bir sabit diske kaydedilir.
Gösterim aygıtları kurgulama için kullanılan bilgisayarla otomatik
Dijital teknoloji
TELEVİZYON STÜDYOLARINDA Betacam tipi kameralar sıklıkla kullanır. Net bir görüntü elde etmek
amacıyla bu kameralar ayaklara monte edilir. Tekerlekli olan ayaklar yerde hareket eder ya da halatlarla
sahnenin yukarısına asılı halde dolaşır. Çabuk ve hareketli girdi için Mini-DV kameralar da
kullanılır; ama bunlarla çekilen görüntülerin resim kalitesi biraz daha düşüktür. Her iki kamera tipinde de
kurgu programlarını destekleyen profesyonel video mikro-çipleri bulunur.
TELEVİZYON İLETİMİ dijital radyo iletimine (s. 192) benzer. Kablo, anten, uydu ya da internette veri
akışı (s. 186) yoluyla gönderilen yüksek frekanslı sinyaller biçimine bürünür. Uluslararası düzeyde
farklılıklar gösteren dijital iletimi formatlarından dijital video yayın (DVB) Avrupa’da, ileri televizyon
sistemleri komitesi (ATSC) ABD’de kullanılır.
Bir televizyon stüdyosunun reji odasındaki kumanda konsolu
FİZİK VE TEKNOLOJİ
Gün ışığı tayfın bütün renklerini barındırır (s. 149). Renkli bir madde tayfın görünür renge denk düşen
bölümünü yansıtırken, geri kalan bölümü soğurur. Boyaların parlaklığı azaltması nedeniyle, bazen
eksiltmen renk karışımına başvurulur. Birleşik renk karışımında ise renkli ışık karıştırılır. Renkler ne
kadar çok olursa, parlaklık o ölçüde artar. Kırmızı ve yeşil karışımı sarı ışık, kırmızı, yeşil ve mavi
karışımı beyaz ışık yaratır. Televizyonlar ve monitörler bu ilkelere göre tasarlanır.
olarak iletişime girer. Kayıtların kurgulandığı stüdyolarda kapasiteleri terabaytla ölçülen son
derece yüksek bellekli ve sabit diskli özel bilgisayarlar kullanılır.
Yayınların kurgulanmış son versiyonları yüksek antenlerle iletilir. Analog yayınlarda PAL, SECAM
ve NTSC gibi formatlar kullanılır. Dijital yayınlar için piyasada birçok değişik iletim teknolojisi ve
formatı vardır.
Dijital Artılar
Dijital iletim teknolojisi tamamen yeni bir olanaklar dizisi sunar, “isteğe bağlı film” kullanıcının
televizyon hizmet sağlayıcısına herhangi bir anda film sipariş etmesine olanak verir. Bu
durumda programların bütün bölge için yayınlanmasına gerek yoktur. Kullanıcının telefon şebekesini
kullanarak ekrandaki olaylara müdahale edebileceği ve aktif olarak katılabileceği interaktif
yayınlar mümkündür. Örneğin, televizyonda yayınlanan bilgisayar oyunlarında ya da izleyici anketlerinde
yapılan iş
Yardımcı
elektrot
Katman kuşağı
Plazma ekranlarda her piksel kırmızı, yeşil ya da mavi fosforlu üç alt pikselden oluşur. Neon ve ksenon
gazlar elektrotlarla iyonlaştırılır ve böylece oluşan plazma morötesi ışık saçar. Bu ışığın fosforla
çarpışması sonucu farklı renkler ortaya çıkar.
Ön levha camı
Adres elektrotu
budur. Dijital teknoloji sayesinde, yayınları almak ve izlemek için televizyon alıcıları artık şart
değildir. Görüntü kartı takılmış bilgisayarlar televizyon izlemek için kullanılabilir. Yeni cep
telefonu modelleri de aynı şekilde televizyon yayınlarını alabilir.
Koruyucu katman
Ekranların piyasaya sürülmeden önce işlevsellik ve güvenlik açısından test edilmesi gerekir.
FOTOĞRAF VE VİDEO
Fotoğrafçılık ve video filmciliği dijital devrimden yarar görüyor. Kayıt ve gösterim aygıtlarındaki küçülme daha mobil ve daha
ucuz hale gelmelerini sağlıyor.
Dijital Fotoğrafçılık
FİZİK ve teknoloji
Günümüzde birçok kişi hobi olarak dijital video kamera kullanıyor ve görsel kurgu programlarıyla film
çekiyor.
Yüksek netliğe sahip video kameralar, tüketicilerin olayları olağanüstü resim kalitesiyle kaydetmesine
olanak verir.
DİJİTAL FOTOĞRAFÇILIK görüntüleri ya da resimleri dijital veriler olarak kaydetmeye yönelik çok
sayıda dönüşüm sürecini gerektirir. Gelen ışık mikro-mercek-lerce odaklanır ve ışığa duyarlı yarı-iletken
detektörlere yönlendirilir. Bunlar iliştirilmiş araçlardır (CCD) ve renkleri ve ışık yoğunluğunu elektrik
sinyallerine çevirebilir. Her pikselin parçaları kırmızı, yeşil ve mavi ışık açısından taranır. Kullanılan
resim formatına bağlı olarak, renkler farklı ayrıntı dereceleriyle kaydedilebilir; örneğin, 8 bitlik renk
grafikleri için her piksel bir baytla gösterilir. Diğer formatlar “yüksek-renk" (15/16 bit) ve “gerçek-
renk”tir (24/32 bit). Son olarak, veriler sıkıştırılırken kontrast ve gölge optimum hale getirilir.
DVD'lere uygun video filmlerinin satışı video kasetlerini ilk kez 2000 yılında aştı. Günümüzde artık
sadece DVD’ler üretiliyor.
VHS gibi analog video formatları-nın yerini MiniDV ve Digital8 video bantları ile DVD ve Blu-ray
diskleri gibi dijital formatlar almış durumdadır. Modern bir MiniDV kamerası cebe sığan türdeki bir
kamerayla aynı büyüklüktedir. Eski analog kameralar ağır ve hantaldı. Dijital video teknolojisi büyük
miktarda veri kaydının yanısıra, daha kusursuz post prodüksiyon işlemleri ve optimum resim kalitesi
sağlar.
Renk efektlerini yaratmaya ve görüntü kayıtlarını bir kişisel bilgisayarda kurgulamaya elverişlilik de ek
işlevler arasındadır.
Enerji tasarrufu sağlayan teknikler ve randımanlı piller sayesinde beş saati aşkın kayıt süresi mümkündür.
Fotoğraf makinelerinin zum mercekleri asıl görüntünün boyutlarını iki ila on kat arttırabilir. Bir dijital
televizyon kamerasında asıl görüntüyü büyütme oranı 700 kata kadar ulaşır. Asgari veri kaybıyla yeni ve
daha büyük görüntüler elde edilebilir. Video kameralarda çoğu kez stereo mikrofon da bulunur.
Dijital Fotoğrafçılık
Dijital teknolojinin önemli yararlarından biri, düğmeye bastıktan hemen sonra, çekilen resmi ya da
görüntüyü izleme olanağıdır. Görüntü, kameranın belleğinden aynı şekilde hemen silinebilir.
iki objektifli dijital kameralar ışık : koşulları son derece yetersiz olduğunda bile iyi fotoğraf kalitesi
sağlar.
Bir dijital kameranın kalitesini belirlemenin farklı yolları vardır. Çözünürlük grafik gösterimdeki toplam
piksel sayısıdır. Bu sayı birkaç yüz binden yedi milyonu aşkın bir düzeye yükselmiştir.
Bir ürünü satın alırken çoğu kez gözetilen ölçüt yüksek çözünürlüktür. Oysa görüntüleri bir
monitörde izleme ya da alışılmış boyutlarda resim basma açısından çözünürlüğün bu kadar da büyük payı
yoktur. Görüntü ve fotoğrafların kalitesini büyük ölçüde optik özellikler ve merceklerin büyüklüğü
belirler. Ob-türatör hızları ve diyafram ayarları dijital zum, renk dengesi ve kontrast kontrolü gibi çok
sayıda dijital efektle tamamlanmıştır. Kullanılabilecek veri saklama ortamlarının çeşitliliği çok geniştir.
Üreticiler kendi standartlarını piyasaya benimsetmeye çalışıyorlar. Geleceği en parlak formatlar cep
telefonlarında da kullanılmaya elverişli olanlardır. Kameralarda bilgisayarlara fotoğraf aktarımını
sağlayan USB bağlantıları bulunduğu için, özel resim kartı okuma araçları nadiren kullanılır.
Evrensel bîr Mecraya Doğru Mu İlerliyoruz?
Genelde çeşitli aygıtlar arasında bir kaynaşma görmekteyiz. Video kameralar fotoğraf çekebilirken,
dijital fotoğraf makineleri sesli kısa video
ÖZEL BİLGİLER
DİJİTAL KAMERALARDA optik yapı yüksek çözünürlükten daha önemlidir. VİDEO KAMERALAR her
görüntüye ya da resme bir sayı veren kurgulama programlandı destekler.
RENK AKTARIMINDA en çok yöntem, kırmızı, mavi ve yeşil verileri seçici bir şekilde kaydetmek üzere
CCD önünde bir renk filtresi mozaiğidir.
küpler kaydediyor.
Ayrıca, cep telefonu ve kişisel dijital asistan (PDA) gibi görüntü ve video kaydı yapabilen diğer
araçlar var. Özel işlevli aygıtların çok-işlevli aygıtlar karşısındaki üstünlüğü sürüyor. Aygıtlar arasında
tam bir kaynaşma mı yaşanacak, yoksa tek bir işlevi kusursuzca yerine getiren, yüksek kaliteli aygıtlara
doğru tersine bir yöneliş mi yaşanacak bekleyip göreceğiz.
SES AYGITLARI
Minyatür radyodan sinemalardaki stereofonik ses sistemine kadar, yüksek kaliteli ses teknolojisi cazip fiyatlarla edinilebilir.
Dijital ses çalarlar her yerde müzik dinleme olanağını sağlıyor.
Aktif gürültü önleme sistemli kulaklıklar, parazitle kulaklara ulaşan sesleri dengeleyici bir ses dalgası
yaratır.
Hoparlörler
P *0^
Bir kutuda çeşitli frekanslar için çok sayıda hoparlör bira raya getirilir.
1979'da volkmenin icadı, her yerde ve her an müzik dinleme olasılığının önünü açtı. Bu aygıt bir
mobil eğlence elektroniği çağının ilk adımı ve hayata karşı yeni bir tutumun bir ifade biçimiydi.
Günümüzde aynı rolü MP3 formatının kullanıldığı dijital ses çalarlar üstlenmiş bulunuyor. “Dakika olarak
çalma süresi” gibi kavramların yerini dijital eşdeğerleri almış durumda.
S es Teknolojisi
Ses teknolojisinin mobil hale gelerek, günlük yaşantı alanlarına sızdığını görüyoruz. Minyatür radyolar
“bedava" veriliyor ve MP3 çalarlar artı özellik olarak cep telefonlarına ekleniyor. Taşınabilir
CD çalarlar volkmeni gündelik yaşamdaki yerinden etmiş bulunuyor. Modern CD alternatif WAV
ve MPEG gibi alternatif bilgisayar for-matlarını çalabiliyor.
Minyatürleştirmenin getirdiği so
MÜZİKAL DENEYİM sadece veri saklama ortamına ve bilgisayar donanımına bağlı değildir.
Hoparlörlerde belirleyici bir rol oynar. “Çok-çıkışlı kutular" müziği farklı frekans aralıklarına
ayırır. Küçük bir hoparlörün diyaframı daha yüksek bir tınlama frekansı taşır ve yüksek tonları daha iyi
verir. Büyük diyaframlar ise düşük frekansları aynen yansıtmada daha iyidir. Donanım ve hoparlörün ayarı
ve eşgüdümü, kabinlerin tasarımı ve malzemesi, ayrıca hoparlörlerin odadaki yerleşim düzeni iyi ses
kalitesi için önemlidir.
nuçlardan biri ses kalitesi kaybıdır. Tersine bir yönelimle, dinleyicide canlı bir olayın içindeymiş
izlenimini uyandırmaya yönelik kapsamlı stereofonik sistemler geliştiriliyor. Bir Dolby Surround film
müziği dört ses kanalıyla hazırlanır; bunlar daha sonra iki dijital enformasyon kanalına indirgenir. Dolby
Pro Logic sinemalar ve ev sineması sistemleri için
Kabin bir rezonans hacmi oluşturur.
ses prodüksiyonu kalitesini yükseltmek amacıyla Dolby Surround'a donanım ve “yerleşik yazılım” ekleyen
bir sistemdir. Dolby Digital 5.1 biri düşük frekanslı “derin bas” olmak üzere beş hoparlörlüdür. Sesleri
olabildiğince etkili yansıtmak amacıyla sekiz ya da daha fazla hoparlörün kullanıldığı diğer sistemler de
vardır.
Virtual Dolby Digital ise bir odada sadece iki hoparlörle benzer ses efektlerini sağlamaya yönelik bir
girişimdir.
Bazı bilgisayar oyunlarında özel yazılımla sesleri ve tonları ayarlayarak, oyuncunun kendisini gerçek
ortamda, sözgelimi futbol maçının ortasındaymış gibi hissetmesini sağlar.
Veri S ızdırma
internet üzerinden karşılıksız müzik ve video klip değiş tokuşu yapmanın bir dizi yolu vardır. Bazı
çevrelerce korsanlık olarak nitelendirilen bu gayri resmi alışveriş 1990'larda müzik sektörü açısından
ciddi gelir kaybına yol açtı. Şimdi müzik parçaları bir ücret karşılığında resmi internet sitelerinden yasal
biçimde indirilebiliyor. Ses CD’lerinden birkaç müzik parçasını seçip kopyalamaya “kapma” (grabbing)
denir. Dijital ses sızdırması (“sökme”) ise ses verilerini ya da görsel verileri bir mecra tipinden sabit
diske kopyalama işlemidir. Örneğin, internet radyoları için ses verisi akışlarını sökmek (rip-ping)
yasadışı yayın kaydına girer.
Konuşmaları kaydetmek ve dinlemek için yapılması gereken tek şey ses kartı ve ses çaları olan bir
bilgisayara mikrofon takmaktır.
MP3 Kodlaması
MP3 kodlamasında çeşitli psikolo-jik-akustik olgulardan yararlanılır. Örneğin, işitme yetimiz yüksek
gürültüye maruz kaldıktan hemen sonra yumuşak sesleri algılamaya elvermez. Gürültü
maskelemesinin başka bir örneği arkaplan sesleri zihnimizden uzaklaştırmamızdır. Aynı şekilde,
frekansların işitilebilir aralıklarının sınırlarındaki işitme kapasitemiz kısıtlıdır. Veri saklama belleğinde
tasarruf sağlama açısından, MP3’le veri sıkıştırmada belli ses bileşenlerine yer verilmez. Matematiksel
sıkıştırmayla birlikte, MP3 kodlaması ayırdedilebilir bir ses kaybı olmaksızın müzik dosyalarını hatırı
sayılır bir derecede küçültebilir.
dönük aygıtla donatılmış bir USB bellek çubuğuyla da benzer sonuçlara varılabilir. Dış mikrofonla
birlikte kullanılan mini disk aygıtlarında daha iyi ses kalitesi elde
Şimdiki kulaklıklarda çok yüksek kaliteli ses ve ton sağlayan hi-fi bileşenleri kullanılabilir.
edilebilir. Sesler kayıttan sonra Adobe Audition ve GarageBand gibi programlarla kurgulanabilir.
FİZİK ve teknoloji
Monografik Kutular
Aksiyomlar, s. 199 Hesaplama Yasaları, s. 201 Fizikte Vektörler, s. 203 Antik Çağda “integral Hesabı”, s.
205 Bilgisayarlarla Matematik, s. 209
Analitik Kutular
Sayı Sistemleri, s. 198 Dikaçının Çizimi, s. 200 Kartezyen Koordinat Sistemi, s. 202
MATEMATİK
Matematik bir akademik bilim dalı olarak esas itibariyle “insan bilimleri”ne girer. Somut nesneleri ve
süreçleri inceleyen doğa bilimlerinin tersine, insanoğlunun yarattığı soyut nesneler ve yapılar üzerinde
durur. Ancak geçerliliği birçok akademik alanı kapsar; bu nedenle matematik araçları neredeyse bütün
diğer bilimlere hizmet eder. Saf matematik ve uygulamalı matematik arasındaki sınırlar bulanıktır. Bugün
“sanat uğruna sanat” sayılan bir şey yarın yeni teknolojilerin geliştirilmesine katkıda bulunabilir.
Matematik güzellik ve incelik algılamamızı zenginleştirir, düşüncelerimizi kesin bir dille açık seçik ifade
etmemizi sağlar.
MATEMATİĞİN KONUSU
Bir bilim olarak matematiğin temeli Antik Çağ Yunan dünyasında Samos’lu Pythagoras tarafından atıldı.
Pythagoras ve onun öğretmeni Miletoslu Thales uygarlığın ilk Filozoflarıdır. Matematik eskiden felsefenin
bir dalı olarak görülürken, günümüzde mantıkla yakından ilintili, bağımsız bir alan sayılıyor. Matematiğin
içeriği ve kavramları nesnel gerçekliğe dayanır. Bununla birlikte matematik her türlü somut yapıdan
soyutlanır; aksiyomlar, tanımlar ve mantıksal çıkarsamalar üzerine kurulur. Böylece somut problemleri
çözmede kullanılabilir.
O Matematik çalışmalar bu bilim dalını belirten “matematik" teriminin kullanılmasından çok önce
başlamıştır.
İLK MATEMATİKÇİLER
Antik Çin, Hindistan ve Amerika’da insanlar matematiğin bir bilim haline gelmesinden çok önce
matematik problemleriyle uğraşırlardı.
Sayı Sistemleri
SAYILAR temel bir matematik kavramıdır. Sayılar, özellikle yapı bakımından binlerce yıl içinde
değişime uğradı. Sayı gösteriminde ortaçağa kadar sıralı bir sistem izlendi. Bir çubuğun üzerinde, bir
sayısına denk düşen bir çizgi ya da çentik yer alırdı; daha yüksek sayıların çentikleri bu sırayla artardı.
Sayıların çok uzamaması için, belirli aralıklarla çizgiler demet halinde toplanırdı. Örneğin, “lllll” yerine
“V”, iki “V” yerine “X” kullanılırdı.
BASAMAKLARA dayalı sayı gösterimi Avrupa’da sıfır sayısının katılmasıyla 10. yüzyılda kullanılmaya
başladı. Bu sistemde bütün doğal sayılar sadece on rakamla gösterilebilir.
Avrupa 0 12 3 4 5 6 7 8 9
Yunan a fi y ö e ç ç n e
Çin O• —H B s A -t A %
Devanagari
o ? i Y \ % & %
(Hint)
X- on L- elli
uygun değildir.
Tepede buluşmaları için bir piramidin yüzeylerinin açısı tam tamına hesaplanır.
Günümüzde matematik olarak adlandırdığımız bilimin ilk kullanılışı beş bin yıl kadar önceye
dayanır, insanların matematikten yararlanma güdüsünün kaynağında günlük yaşam vardır, ilk zamanlar,
matematik insanların bir dizi pratik işi basitleştirmesini sağladı.
insanoğlu sayıları doğuştan edinmedi. Ama, örneğin bir hayvan sürüsünün büyüklüğünü kolayca belirlemek
için sayılara ihtiyaç vardı. Şimdi bize olağan gelen bu yeti uzun ve dolambaçlı bir gelişme ve buluş
sürecinin sonucuydu. Genel bir nicelik tarifinde aynı nicelikteki nesneler için aynı rakamları kullanmak
gerekir. Üç sayısı sadece üç tabağı değil, üç kaşığı, üç portakalı
Sıfırdan dokuza kadar on rakamın yer aldığı onluk sistem bütün dünyada benimsenmiştir. Ama rakamların
gösterimi farklılıklar taşır.
vb. belirtir. Yani, üç sayısı kavramı soyut akıl yürütmeden doğar. Bugün bile matematik kaba sayı
sistemlerini kullanan kültürler vardır. Örneğin, üç tekne üç hindistancevi-zinden farklı bir şekilde ifade
edilebilir; daha büyük niceliklere sırf “çok” demekle yetinilir.
Uygulamada S ayılar
Matematiğin temelleri ilk gelişkin uygarlıklarda görülür. Sanat, mimari, yazı, hukuk ve
felsefenin gelişmeye başladığı yerlerde, sistematik hesapları ve geometriyi öğrenmeye dönük girişimler
de ortaya çıktı. Ticaret ve alışveriş insanlara sadece mal ulaştırılmasını değil, ortak deneyimlere ve
yeni kavrayışlara ilişkin bilgilerin aktarılmasını da sağladı. Örneğin, Arap rakamlarının kökeni
aslında Hindistan’dı. Avrupa'ya Arap matematikçilerin eserleriyle ulaştı.
Geometriye dönük ilk kavrayışlar pratik ihtiyaçlarla bağlantılıydı. Örneğin, Mısır’daki Nil Nehri
deltasının yıllık su baskınları çiftçilere bereketli topraklar sağlarken, tarla sınırlarının belirsizleşmesine
ve karışmasına da yol açıyordu. Bu da tarlaların her yıl ölçülüp hesaplanmasını gerektiriyor,
hesaplamalarda gelişmiş yöntemlerin uygulanmasını zorunlu kılıyordu. Mimaride de hesaplamalara ve
geometrik araçlara gerek vardı. Sözgelimi, mimarlar anıtsal yapıların planlama- i
yukarıda: On iki düğümlü sicim 32 + 42 = 52 olarak ifade edilen Pythagoras teoremine dayanır.
sında sadece fizik kuvvetlerini değil çevre şatlarıyla ilgili dini prensipleri de hesaba katmak zorundaydı.
MATEMATİĞİN KONUSU
Matematik çoğu kez sayılarla ve geometrik şekillerle bağlantılıymış gibi görünür. Oysa temelde yapı,
alan, nicelik ve değişim üzerinde duran bir mantıksal bilimdir. Matematikçiler bu kavramlar arasındaki
ilişkileri öğrenmeye çalışır.
\ Diferansiye
FonksıyonelHpternle
-Analız SBfi
Analiz
Sayısal
Analiz
Sayı
Teorisi
Matematik kendi yarattığı teorilere göre işleyen bir bilimdir. Bir teori, nesnelere ilişkin bir açıklamalar
sistemidir. Matematikte nesnelerin ayırıcı özellikleri, aralarındaki ilişkiler kadar önemlidir. Bu
ilişkiler bir yapı doğurur; matematiğin bir yapısal bilim olarak bilinmesinin sebebi budur. Bir teorem
doğruluğu apaçık sayılan, ama başka varsayımlarda bulunmaksızın kanıtlanamayan açıklamalardan, yani
aksi-
ÖZEL BİLGİLER
SAYISAL SİSTEMLER algoritmaları, yani bir problemin çözümünü sağlayan sabit ardışıklıkları ya da
komut dizilerini ortaya koyup inceler. Algoritmalar bu şekilde formüllerle ifade edilebilir ve böylece
otomatik olarak işlenebilir.
Bir depoya girip çıkan mallar lojistiğinde eşgüdümü sağlamak için nicelik, kütle ve hacmin doğru
hesaplanması gerekir.
yomlardan türetilir.
Matematiğin pratikteki önemi teoremlerinin gücünden gelir. Matematiksel olarak ifade edilebilen her
soruya matematiksel olarak cevap verilebilir. Matematik soyutlama yapmaya ve somut nesnelerden kopuk
düşünmeye olanak verir. Daha sonra yaşanılan dünyaya uygun bir aktarım sağlar.
BİR AKSİYOM SİSTEMİ tutarlı bir aksiyomlar ve ilkeler dizisini tanımlar ve mantığa dayanarak yeni
ilkeler türetir.
Aksiyomlar
belli bir sayıyı ortalama kaç kez tutturmanın mümkün olduğu gözlem yoluyla saptanabilir.
Ama matematiğin yardımıyla, zarı atmaya bile gerek kalmaksızın “şeş" yakalama şansı hesaplanabilir.
Dahası, bu matematiksel yöntemler olasılıkları içeren başka birçok duruma uygulanabilir.
Uygulama Alanları
Matematik günümüzde çeşitli kavramlara dayalı birçok değişik dalı kapsar. Bu dallar birbirinden
keskin çizgilerle ayrılmış değildir. Böylece problemler bir dizi farklı yoldan çözülebilir; bu da çözümlere
varmayı kolaylaştırır.
Matematikçiler saf matematik ve uygulamalı matematik arasında bir ayrım yapar. Ama bu ayrım, üzerinde
çalışılan matematik dalından ziyade matematikçinin hedefleriyle ilgilidir.
Başlıca matematik dalları okullarda öğretilen cebir ve geometri gibi disiplinlerin yanısıra sayı teorisi,
topoloji (geometrinin bir uzantısı), sayısal analiz ve sayılabilir sonlu yapılar üzerinde duran ayrık
Geometri
Topoloji
Olasılık
Teorisi
Karmaşık
Analiz
Ayrık
Matematik
Küme Teorisi
Mantık
yaygındır.
©HU
Toplu ulaşımın randımanlı olması, yani daha az taşıtla daha düşük bekleme süresinin sağlanması gerekir.
Buna benzer problemler bile matematik yoluyla çözülebilir.
MATEMATİK
AKSİYOMLAR bir mantık sisteminin temel terimlerini ve ayırıcı özelliklerini tanımlar. Tutarlı biçimde
ifade edilmek kaydıyla, birkaç temel açıklama bir aksiyom sistemi oluşturabilir. Bu aksiyomlardan başka
önermeler türetilebilir.
ÖRNEĞİN, doğal sayılar iki aksiyomla tanımlanır. Birincisi, sıfırın bir doğal sayı olduğudur. İkincisi, her
n sayısının ardından n + 1 sayısının geldiğidir. Buradan doğal sayıların sonsuz olduğu apaçık ortaya çıkar;
çünkü her sayıya “bir” eklemek mümkündür. Başka bir örnek Eukleides geometrisinin (s. 202-
204) aksiyomlarıdır. Geometri aksiyomları nokta ya da çizgi gibi kavramları ve tanımlanan nesneler
arasındaki temel ilişkileri ortaya koyar. Eukleides geometrisine özgü bütün teoremler mantık yardımıyla
aksiyomlardan türetilebilir.
Bir tünelin yapımı: Noktalar arasındaki en kısa mesafe bir düz çizgidir.
matematiktir.
Sayısal analiz ve ayrık matematik esasen pratik uygulamalar gözetilerek 20. yüzyılda geliştirilmiştir.
Bu dallarda
matematiğin yardımıyla mal ya da trafik akışı gibi gerçek olayların modelleri çıkarılır. Boyut, maliyet ya
da süre gibi önemli nicelikler arasındaki ilişkiler tam olarak ortaya konur ve böylece optimum hale
getirilir.
KEY FACTS
GEOMETRİ VE ARİTMETİK
matematiğin ilk dallarıydı.
■ Geometri | Aritmetik
KLASİK MATEMATİK —
Geometrik şekiller, sayılar ve hesaplamalar matematiğin klasik alanlarıdır. Klasik geometrinin en ünlü
habercisi Yunan matematikçi İskenderiyeli Eukleides’ti. En iyi bilinen eseri “Elementler", bir düzlemdeki
ve üç boyutlu uzamdaki geometrik şekilleri ele alır. Matematiğin diğer bir klasik dalı, sayıların bilimi
olduğu için sayı teorisi olarak da bilinen aritmetiktir. Ve diğer şeylerin yanısıra, temel aritmetik işlemleri
ve sayıların bölünebilme kurallarını kapsar.
GEOMETRİ
Klasik geometri Eukleides’in ortaya koyduğu aksiyom sistemine dayanır. Geometrinin konusu geometrik
yapılar arasındaki ilişkileri açıklamaktır.
Ölçüm bir nesnenin bilinen ve kolay çoğaltılan bir standartla karşılaştırılmasıdır: Bir açı, bir uzunluk ya
da bir yüzey.
Başlangıçta geometrinin kapsamı buydu. Eukleides geometrisi nokta, çizgi ve düz çizginin net
tanımlarını kullanır. Sayılara başvurmaksızın sırf görüşle bir dereceye kadar geliştirilebilir.
rini bilmeye gerek duymadan ikiye bölmektir. Her işlem temel adımlara indirgenebilir: Verili iki
nokta arasında bir düz çizgi çizmek, verili bir noktanın çevresinde ikinci bir verili noktayı kullanarak bir
daire çizmek ve verili bir uzunluğu aynen işlemek. Bütün bu işlemler ölçeksiz iletkiler ve cetvellerle
yürütülebilir.
İletkiler ve Cetveller
Platonik cisim eşdeğer çokgenlerden oluşur. Bütün yüzleri, kenarları ve açıları aynıdır.
Bir hipotenüs karesinin alanı (c2) iki dikkenar karelerinin toplam alanına (a2 ve b2) eşittir.
Dikaçının Çizi
mı
VERİLİ BİR NOKTADA verili bir düz çizgiye bir dikaçı oluşturmak için önce bu M noktasının
çevresinde bir daire çizilir. Böylece dairenin düz çizgiyle kesişim noktaları A ve B elde edilir. Bu sefer
A ve B’nin çevresinde birbirine eşit olmak üzere daha büyük yarıçapta birer daire çizilir. İki daire Sİ ve
S2’nin kesişim noktaları birleştirilir. Sİ ve S2’yi birleştiren çizgi verili noktada verili çizgiyle bir dikaçı
biçiminde kesişir.
AB ÇİZGİSİ VERİLİ olduğunda, bunun dikey açıortayını elde etmek için aynı işleme başvurulur. A
noktasının çevresinde bir daire (Sİ) ve aynı yarıçapta olmak üzere B noktasının çevresinde ikinci bir
daire (S2) çizilir. Merkez noktası (M) Sİ ve
Daireler ve çizgilerle bir dikaçının çi- S2>i birbirine bae|ama V01^'3 elde zimi. edilir.
J S ayılarla Geometri
j Geometrik kurgular aynı zamanda aritmetik işlemlerinin temelini oluşturur. Örneğin, iki uzunluğu
birleştirmek toplamaya denk düşer. Bir dikdörtgen uzunlukların çarpımına denk düşer. Dolayısıyla
dikdörtgenin her iki kenarı için sayılar kullanılabilir ve bunların çarpımından çıkan sonuç dikdörtgenin
yüzey alanını oluşturur.
Özel bir durum bir karedeki diyagonalin uzunluğu sorusudur. Bu Pythagoras teoremi kullanılarak
hesaplanabilir: Diyagonalin uzunluğu c olmak üzere c2 = a2 + b2. Eğer karenin kenarlarının (a ve b)
yerine “1" konursa, denklem c2 = l2 + l2 = 2 haline gelir.
Bu beraberinde başka bir soruyu getirir: Kendisiyle çarpıldığında iki sonucunu veren sayı hangisidir? iki
sayısının karekökü nedir? Böylece aritmetikte yeni bir sayılar sınıfı yaratmaya yöneliriz.
Birdaire aslında herhangi bir kesit sayına bölünebilir ve bir açı herhangi bir değer taşıyabilir. Babilli-
lerin daireye ilişkin 360° tanımının avantajı, bir dizi bölme işleminden sonra hâlâ tam sayıların
kalması, bir başka deyişle açıların integral değerler taşımasıdır. Bunun sebebi 1 ile 100 arasındaki
sayılar içinde 60 sayısının en fazla bölene (2: 3; 4;...) sahip sayı olmasıdır. Eğer 60° iki defa
bölünürse, 15° elde edilir ve bu da zaman ölçümü için bir köprü haline gelir (15° = 360°: 24).
Böylece Dünya’nın dönüşü bir saate denk düşer. Bir saatte 60 dakika ve 60 çarpı 60 saniye vardır.
iki sayısının kareköküne irrasyo nel sayı denir; bu terim, o sayının iki tam sayının oranı olarak ifade
edilemeyeceği anlamına gelir.
ARİTMETİK
Aritmetik ya da sayı teorisi, en kesin tanımlamasıyla sayılarla hesap yapmayı kapsar. Ayrıca farklı türden
sayıların ilkelerini inceler ve ortaya koyar.
KURAL SAYILAN “toplama ve çıkarmadan önce çarpma ve bölme" gibi şartlar esasen tanımlara dayanır.
DEGİŞİRLİK YASASI
a+b=b+a ab = ba
Rasyonel sayılar dizisi Q, eksi ve artı tam sayıların yanısıra kesirleri kapsar.
ÖZEL BİLGİLER
VERİ KODLAMA gittikçe önem kazanan bir konudur ve sayı teorisinin bir pratik uygulaması sayılır. Sayı
teorisinde girişik problemlerin çözümleri, sözgelimi Online bankacılıkta verilere erişimin Anahtarı
işlevini görür.
MATEMATİK
Aritmetik esas olarak hesaplamaları konu alır. Hesaplamaların temel kuralları nesneleri sezgiyle ve doğal
güdüyle ele alıştan doğar. Örneğin, iki koyuna önce üç ve sonra dört koyunun mu, yoksa üç koyuna önce
dört ve sonra iki koyunun mu eklendiğinin önemi yoktur. Bu genel formülasyona birleşirlik yasası denir:
(a + b) + c = a + (b + c). Birleşirlik yasası sadece doğal sayılar için değil, sayı sistemindeki bütün sayılar
için geçerlidir.
Aritmetikteki bölme ve çıkarma işlemleri doğal sayılarda (1; 2; 3; ...) her zaman uygulanamaz.
Sekiz banknotu üç kişiye paylaştırmak maddi olarak mümkün değildir; on
BİRLEŞİRLİK: Toplamın mı, yoksa çarpımın mı önce hesaplandığı önem taşımaz. Ama hesaplamanın
parantez içindeki sayılarla başlaması gerekir.
DAĞITILIRLIK: Toplama ve çarpma işlemleri bir arada olunca, bir parantezdeki her toplananın
parantezden önceki ve sonraki çarpanla çarpılması gerekir. Eğer ortak çarpanlar varsa, çarpma işlemi her
toplamın hesaplanmasından sonra yapılabilir, iki terimli teorem bu ilkeye dayanır.
banknotun sadece sekiz kişiye dağıtılmasında da aynı durum karşımıza çıkar. Böyle problemler yeni
türden sayılar yaratma yoluyla matematiksel olarak çözülebilir. Üçte birlik banknot veya eksi bir insan
diye bir şey yoktur; ama kesirli ve eksi sayıların devreye girmesi hesaplamaları mümkün hale getirir. iki
problemin çözümünde, seki
BİRLEŞİRLİK YASASI
a ■ (a + b) = a-b + a c
a2 + 2ab + b2 = (a + b)2= (a + b)- (a + b)
zin üçe bölünmesiyle 8/3 ve sekiden onun çıkarılmasıyla eksi iki elde edilir. Böylece ilk
başta çözülemeyen her iş beraberinde uzantılı bir sayı getirir.
S ayı Aralıkları
Toplama ve çarpma işlemleri doğal sayı kümeleriyle koşulsuz olarak yapılabilir. Tam sayı kümeleri eksi
tam sayılar (-1; -2; -3; ...) eklenerek elde edilir. Bu durumda çıkarma işlemi koşulsuz olarak yapılabilir.
Bölme işlemlerini yapmak amacıyla, sayı aralığı bir Q+ kesirli sayı kümesiyle genişletilir, N, Zve
Q+ birlikte Q rasyonel sayı kümesini oluşturur; böylece sıfıra bölme dışındaki bütün temel
aritmetik işlemleri yapılabilir. Her rasyonel sayı, a ve b değerlerinin birer tam sayı olduğu bir a/b kesri
olarak
NCZ NCQ,
N = znQ( i
Q,CÛ ZCÛ
ifade edilebilir.
Sonlu ve tekrarlı olmayan ondalık kesirleri ifade etmek için rasyonel sayıları irrasyonel sayılara
doğru genişletmek gerekir. Örneğin, bir dairenin çevresi ve çapı arasındaki ilişki (ji) bu yoldan
anlaşılabilir. Aynı şekilde, irrasyonel sayılar devreye girince, kısıtlamasız karekök hesaplaması mümkün
hale gelir. Rasyonel sayılar it ya da karekök gibi irrasyonel sayılarla genişletildiğinde, R gerçek sayılar
kümesi elde edilir.
Gerçek dünyayla hiç ilişkisi yokmuş gibi görünen başka bir sayı kümesi de oluşturulabilir.
Aritmetik diliyle bu sanal sayılar şu şekilde tanımlanır: Bir i2 = -1 denkleminin çözümü “i”dir. Bir başka
deyişle, “i” eksi birin köküdür. "Sanal” terimi sayıların tamamen kurmaca olduğuna işaret eder. Bununla
birlikte, gerçek hayatta çok somut uygulamaları vardır. Fizik ve mühendislikteki hesaplamalar gerçek
ve sanal sayıları kapsayan karmaşık sayıların yardımıyla kolaylaşır.
KOORDİNAT GEOMETRİSİ
Koordinat geometrisinde bir grup eksen seçilir ve her nokta bu koordinat sisteminde belirli bir yerde
belirlenir. Nokta kümeleri grafik yöntemleriyle ya da denklemlerle gösterilir.
Tanımadığı bir kente yeni gelmiş bir kişinin sabit bir referans noktasına göre yön bulması gerekir. Bu
sözgelimi sık uğranan bir bina olabilir.
Günlük yaşamda devasa binalar sıklıkla yön bulmak için referans noktası işlevini görür.
Aynı kişi başka bir yeri görmek isterse, yönün yanısıra varış noktası ile referans noktası arasındaki
mesafeyi de bilmesi gerekir, işte koordinat sistemi böyle noktaları tarif etmeye yarar. Bir ortogonal
koordinat sisteminde, iki dik eksen seçilir. Koordinat sisteminin başlangıç
ÖZEL BİLGİLER
NOKTA KÜMESİ bir uzamdaki sabit bir nokta topluluğunu ifade eder. FONKSİYON girdi kümesinin her
unsuruna (x-değeri) çıktı kümesindeki bir unsuru (y-değeri) verir.
GRAFİK, bir fonksiyonla verilen bütün çiftlen (x, y) gösterir. Fonksiyon doğrusal olduğunda, grafik düz
bir çizgidir.
noktası eksenlerin kesiştiği yerdir (0, 0). Koordinatlar (2, 3) başlangıç noktasının iki birim sağına ve üç
birim yukarısına düşen
Bu New York haritasındaki gibi, çoğu haritada yerleri doğru vermek için koordinat çizgileri kullanılır.
Bir nokta kümesini -örneğin bir düz çizgiyi- tarif etmek için yönergeler gerekir; çünkü düz çizgi sonsuz
sayıda noktadan oluşur. Bu işi yapmanın kolay bir yolu vardır.
Örneğin y=2x+3 denklemi bir düz çizgiyi tarif eder. Koordinat noktalarının cebirsel çözümleri anlaşılırsa,
noktaların haritasını çıkarmak mümkündür. Eğer x için 1 değeri konursa, y 5 olur; x için 2 değeri konursa,
y 7 olur. Bunların ikisi de aynı düz çizgi üstünde yer alan P1 (1, 5) ve P2 (2, 7) koordinat noktalarıdır. Bir
düz çizgideki her noktanın (x, y) koordinatları denklemi karşılar.
Geometri ve Cebir
Geometri ve cebir arasında belli ölçüde işbirliği gerçekleşir; çünkü geometri problemleri cebirsel olarak,
yani cebirin yardımıyla açıklanıp çözülebilir. Öte yandan, grafik yöntemleri kullanılarak bir denklemin ya
da bir dizi denklemin çözümleri bulunabilir.
Grafiklere çoğu kez, tam bir çözüme varmanın olanaksız ya da çok zor olduğu durumlarda başvurulur, iki
ya da daha fazla nokta kümesinde kaç ortak nokta bulunduğu sorusuna hem geometri, hem de cebir cevap
verir; böylece denklemler için bir çözümün olup olmadığını
Koordinat geometrisi matematik içindeki öneminin dışında, diğer bilimler için de önemli bir araç olabilir.
Fizikte zamanı bağımsız değişken olarak seçme yoluyla hareketi grafikle betimlemek mümkündür.
“DÜZ ÇİZGİ,” “daire” ve “parabol” kümelerindeki noktaların yerleri bir denklemle belirtilir. Sırf
denklemin yapısına bakarak, nokta kümesini saptamak mümkündür.
GRAFİKLER düz çizginin ve parabolün ortak bir noktası (-1, 0) bulunduğunu gösterir.
Grafikte gösterilmeyen bu türden başka bir noktanın (5,12) bulunduğu kolayca anlaşılabilir.
Kesişim noktalarını belirlemenin en sağlam ve kesin yolu denklemleri cebirsel yoldan çözmektir.
KİLİT BİLGİLER
Koordinat geometrisi | Vektör geometrisi
ANALİTİK GEOMETRİ
cebir ve geometriyi
biraraya getirir.
VEKTÖR GEOMETRİSİ
Düzlemdeki ve uzamdaki hareketler vektörlerle tarif edilebilir. Bir koordinat sisteminde vektörler x, y ve
bazen z yönlerindeki bileşenleriyle gösterilir.
Üç boyutlu uzamda vektör. Her P (x,y,z) noktası, koordinatları x, y ve z olan p = (y) vektörüyle tanımlanır.
FİZİKTE hem yönü, hem de boyutu olan nicelikleri vektörlerle tanımlamak yaygın bir uygulamadır.
tek BİR NESNENİN kuvveti, hızı ve ivmesi her zaman aynı yönü işaret eder.
Fizikte Vektörler
BİR CİSME etkide bulunan kuvvetler vektör olarak toplanır, iki lokomotif bir yük trenini çektiğinde,
katkılarını toplama yoluna gidilir; çünkü kuvvetlerin yönü aynıdır. Bazen kuvvetler birbirini giderebilir.
Hattın yanında yol alan bir traktörün treni çekmesi durumunda, kuvvetin sadece aynı yöndeki
bileşenleri hesaba katılır. Hattın sağladığı ilerleyişe dik bileşenler trenin devinimine katkıda bulunmaz.
BİR haber UYDUSU Dünya’nın yörüngesinde kesintisiz bir hızla dolanır. Devinimi sürekli ivme kazanır;
çünkü devinimin yönü sürekli değişir. Uydunun yönünü değiştiren şey kütleçekimi kuvvetidir; eylemsizlik
ancak bir nesnenin bir kuvvet olmaksın bir düz çizgide yol almasıyla ortaya çıkar. Uydunun hızının
Yanal kuvvetlerin sudaki teknenin hareketine katkıda bulunmaması nedeniyle, atın çekiş kuvvetinin bir
hayli yüksek olması gerekir.
Vektörler çoğu kez ok biçiminde çizilir. Her ok uzamdaki bir noktanın hareketini gösterir. Bir
vektör niceliğinin hem yönü, hem de boyutu vardır. Bir okun uzunluğu ve yönü aynı sırayla vektörün
boyutunu ve yönünü yansıtır.
boyuttaki bütün oklar aynı vektörü gösterir. Bir vektör koordinat sistemindeki herhangi bir
yere yerleştirilebilir. Vektörler ayrıca ikili sayılarla ya da üçlü sayılarla tanım lanabilir; bu durumda
vektörün çıkışının başlangıç noktasında yer aldığı anlaşılır.
Bir vektör uyamı, çeşitli işlemler eşliğinde bir dizi vektörden oluşan bir cebirsel yapıdır. Analitik
geometri, vektör hesaplama larının birçok olası uygulama alanından biridir. Yapısal içeriğin gerçek
niceliklerden bağımsız olması nedeniyle, vektör hesaplamaları fizik ve mühendislikte kullanılır.
Bir vektör birçok farklı niceliği ifade etmek için kullanılabilir. Konum vektörü bir koordinat
sisteminin başlangıç noktasına göre bir noktanın yerini tanımlar. Hız vektörü bir nesnenin hızının yönünü
tanımlar. Bir nokta kümesini tarif etmek için, işe tek bir noktadan başlamak ve c daha sonra diğer
noktalara varmaya dönük yönergeleri vermek gerekir. Tek nokta bir konum vektörüyle belirtilir. Normalde
bir nokta kümesi sonsuz sayıda nokta barındırırken, tanımlayıcı bir denklem sonsuz sayıda değer taşıyan
bir değişkeni içerir.
Örneğin, bir düz çizgideki noktaların oluşturduğu kümeyi tanımlayan doğrusal denklem x = a + rb olur.
Düz çizgideki x noktasına varmak için, a noktasından hareket etmeye başlamak ve b tarafından belirlenen
yönde b uzunluğunun r katına eşit bir mesafeyi almak gerekir.
Bir düzlem benzer biçimde x = a + rb + sc denklemiyle gösterilebilir. Bir ofis binası örneğiyle
bu denklem gözde canlandırılabilir. Binanın konum vektörü a çerçevesinde belirlenmiş her katına
vektör merdiveniyle ya da asansörüyle çı-kılabilir. Bir kişi koridor (birinci yön vektörü b) boyunca belli
sayıda adımla (r) ve ardından bir hol (ikinci yön vektörü c) boyunca belli sayıda adımla (s) yürüdüğünde
varış noktasına ulaşır.
Çizimsiz Geometri
Geometrik nesnelere ilişkin benzer basit tarifleri, somut diyagramlar çizmeye gerek kalmaksızın
hesaplamalar yoluyla yapmak mümkündür. Farklı nokta kümelerinin ortak noktaları aynı yolla
bulunabilir; mesafe hesaplamaları da çok az bir çabayla yapılabilir. Böylece vektörlerin bir rol
oynadığı karmaşık problemler sırf hesaplamayla çözülür. Örneğin fizikte ve bilgisayar grafik işlerinde bu
durum sıklıkla görülür.
© ©
Vektör grafik görüntüleri (solda) sürekli resim çözünürlüğüyle büyütülebilir. Ama taramalı grafik
görüntülerinde (sağda) çözünürlük olumsuz etkilenir.
21. YÜZYIL
MATEMATİK
ANALİTİK GEOMETRİ 203
KİLİT BİLGİLER
SONSUZ KÜÇÜKLER sıfırdan daha büyük, bir ondalık olarak ifade edilebilen her artı sayıdan daha
küçüktür.
İNTEGRAL HESAP bir fonksiyonun kümülatif değeriyle ilgilidir. UYGULAMADA bir ilişki
matematiksel fonksiyon olarak tarif edilir.
Sonsuz küçükler hesabı son derece küçük sayılarla hesap yapma anlamına gelir; ama son derece büyük
sayılarla hesap yapmayı da kapsar. Daha doğru, bir değişkenin belli bir limite yaklaşmasıyla birlikte belli
matematiksel ilişkilerin nasıl değiştiğini inceler. Sonsuz küçükler hesabı temelde fonksiyonları inceleyen
analizin bir parçasıdır. Diferansiyel hesap ve integral hesapta bir matematiksel fonksiyonun davranışı
sonsuz küçük kesimlerdeki fonksiyonlara bakılarak açıklanır.
DİFERANSİYEL HESAP
Diferansiyel hesap bir fonksiyonun son derece küçük bölümlerdeki davranışını açıklar. Sir Isaac Nevvton
ve Gottfried Wil-helm Leibniz diferansiyel hesabın en ünlü yaratıcılarıdır.
Dağa tırmanan bir kişi deniz seviyesinden epey yükselir. Ama ona en ilginç gelen şey dağın çeşitli
noktalarındaki dikliğidir. Diklik için kullanılan matematiksel terim eğimdir. Diferansiyel hesap fonksiyon
grafiklerinin eğimi üzerinde durur.
göre hesaplanabilir:
x2-x,
Dolayısıyla sekantlar kullanıldığında, bir eğrinin eğimi ancak belli bir eğri kesiti açısından
yaklaşık olarak belirlenebilir.
Çekiç bırakıldığında saha boyunca bir düz çizgide ilerler. Bu uçuş yolu çekici bırakma noktasındaki
dairesel yörüngenin teğetine denk düşer. Teğet, vektör esaslı hesap kullanılarak belirlenebilir.
Sekant bir fonksiyonun graŞğini iki noktada keser: x1 ve x2. Eğim üçgenin kenarlarına göre saptanabilir.
Ar-0 Ax dx
Eğimleri hesaplamak üzere oluşturulan sekant, f(x) gibi bir fonksiyonun grafiğini x2 ve x2 gibi iki noktada
kesen bir düz çizgidir. Grafikteki bu kesitin ortalama eğimi diferansiyel katsayısı denen şu orana
Belirli bir kesitte bir eğrinin eğiminin olabildiğince kesin ölçülmesi için, noktalar arasındaki
mesafenin olabildiğince küçük olması gerekir. Mesafe aslında sıfıra kadar inmelidir. Ne var ki, eğimi
hesaplamak için gerekli mesafe paydada yer aldığına göre sıfır olamaz. Sıfır varılmak istenen,
ama ulaşılamayan sınır değeri sayılır.
Bu durum şöyle de ifade edilebilir: Sekant eğriyi son derece küçük bir kesit, yani bir sonsuz küçük kesit
yaratacak şekilde keser. Böyle bir düz çizgi teğet olarak nitelendirilir ve grafik diliyle belirtmek
gerekirse, bir fonksiyonun grafiğinin “sırt”ına oturur. “Çıkış” ve “akış"ı ölçme yoluyla dikliği belirlemek
üzere teğet çizgisinin üstüne ufak bir üçgen kurulabilir. Teğet çizgisinin eğimi sekant eğiminin “limit”i
olarak anılır ve matematiksel olarak şöyle ifade edilir:
Tam olarak eğrinin eğimine denk düşen bu değere grafiğin x noktasındaki türevi denir. Doğrusal olmayan
bir fonksiyonun belli bir konumdaki eğimi fonksiyonun türevini oluşturur ve f (x) ya da df/dx olarak
ya zılır.
Leibniz’in diferansiyel katsayısını da kapsamak üzere sonsuz küçükler hesabı için geliştirdiği işaretler
sistemi genel kabul görmüştür.
ÖZEL BİLGİLER
LEİBNİZ VE NEVVTON 17. yüzyıl sonlarında birbirlerinden habersiz olarak sonsuz küçükler hesabını
ortaya koydular; ama Leibniz bilgi hırsızlığıyla suçlandı. Newlon'un nüfuzunu kullanmasıyla, Londra
Kraliyet Derneği Leibniz'in bu fikri çaldığını öne sürdü. Şimdi bildiğimiz kadarıyla ortada böyle bir
durum yoktu.
rin matematiksel formülasyonla-rında bir uygulama alanı bulur. Türev bir sürecin farklı
noktalardaki hızını belirlemek için kullanılır. Örneğin, işletmecilikte son birim maliyeti bu şekilde
tanımlanabilir. Bir şirket toplam maliyetinin türevini üretilen miktarın bir fonksiyonu gibi alarak, son
birim maliyetini difernsiyel hesapla saptayabilir. Bu da kârı tehlikeye düşürmeksizin maliyetin -
son derece küçük adımlarla- ne ölçüde kısılabileceğini belirlemeyi sağlar.
Sir Isaac Newton
Leibniz matematik problemlerine geometrik yaklaşımla matematiksel çözümler ararken, Newton konuya
tamamen farklı bir perspektiften yaklaşıyordu. Onu ilgilendiren problem ivme kazanmış bir cismin anlık
hızını saptamaktı. Bir cismin konumunu gösteren eğri grafiğinin bir sabit ivmenin sonucu olması
gerektiğini varsaydı. Ayrıca bir noktayı sonsuz derecede küçük bir çizgi olarak ele aldı. Cismin hızının
gözlemlendiği zaman aralığı o kadar kısadır ki konum değişikliği ortadan kalkar. Böylece konum
grafiğinin eğimi, yani türevi cismin anlık hızını oluşturur.
İNTEGRAL HESAP
İntegral alma işleminde, verili bir f fonksiyonu için türevi f fonksiyonunu verecek bir F fonksiyonu aranır.
Bu durumda F artık f nin integrali olur.
f(x)
Bir eğrinin altındaki alanın dikdörtgenleri toplama yoluyla yaklaşık hesaplama yöntemi.
TÜKETME YÖNTEMİ, içine çok sayıda çokgen çizme yoluyla bir alanı hesaplamayı sağlayan bir
işlemdir.
BİR PARABOL ve onu kesen çizgi arasındaki bölgenin alanını o bölgeye çokgenler çizerek hesapladı.
çevresinde döndürülünce
integral hesapta grafik altındaki alan son derece yüksek bir sayıya bölünmüş son derece küçük alanları
toplama yoluyla hesaplanır.
Antik çağda Arşimet’in geliştirdiği integral alma yöntemi daha sonra modern çağda Leibniz ve
Nevvton tarafından genelleştirildi. Grafiğin eğri çizgisel olması durumunda, eğrinin altındaki alan basit
bir geometrik formülle hesaplanamaz. Bu hesaplamayı yapmak için, önce eğrinin x-ekseninin altına
inmediği varsayılabilir. Dikdörtgen bir yüzeyin alanını hesaplamak kolay olduğundan, eğrinin altındaki
alan aynı ende birçok dikdörtgene bölünür. Her dikdörtgenin eni iki komşu x-değeri arasındaki mesafeye
eşit, yani Axolur. Herbir dikdörtgenin alanı, eni ile yüksekliğinin çarpımı olarak hesaplanır; yükseklik,
x’e uygun fonksiyon değeridir. Şu denklemler şerit için geçerli olur:
Ax ne kadar küçük olursa, toplam o ölçüde doğru sonuca yaklaşır. Ax’in sıfıra yaklaşmasıyla birlikte,
toplam f(x) fonksiyonunun integrali haline gelir.
f: F’(x) — dF(x)/dx= f(x). B durumda F fonksiyonu f fonksiyonunun basit ya da belirsiz integrali olur.
Böylece sonsuz küçükler hesabinin iki dalı birbirine bağlanır. Diferansiyel ve integral hesabın temel
ilkeleri bu bağlantıyı kurar ve F farklılaştırılabilir bir fonksiyon olduğu sürece, geçerli
integralleri hesaplamanın bir yöntemini sunar. ff(x)dx = F(b) - F(a).
Yukarıdaki denklem sonsuz sayıda alanların toplamının limitidir: f(x).dx. integral almanın
simgesi "toplam” anlamındaki Latince summa’dan gelen ve uzatılarak çizilen bir "S” harfidir, ifadenin
tamamı a'dan b'ye kadar fnin belirli integrali demektir. Bunun sağında şu yönergeler yer alır: F’ (x)=
f(x) sonucunu verecek bir F fonksiyonunu, ardından a ve b'de elde edilen fonksiyon değerleri
arasındaki farkı bul.
Bir örnek olarak, f(x)= x2 fonksiyonunu ele alalım. Fonksiyonu O’dan l’e kadar bütünlemek için, türevi f
olan basit ya da belirsiz F integraline gerek duyulur. Bu da
F(x) = i-x3’tür.
Formül diferansiyel katsayısıyla türevi alınarak kanıtlanabilir. Belirli integralin değeri şu olur: fx2dx =
F(l) - F(0) = j-13-±CF=İ
Uygulamalar
integral hesap, fiziğin birçok alanında kullanılır. Örneğin, bir mesafe boyunca bir nesneyi etkileyen
bir kuvvetin yaptığı mekanik iş, bu kuvvet sabit bir değer taşıdığında, kuvvet ve mesafenin çarpımına
eşittir: W = F.s. Kuvvet mesafe boyunca değiştiğinde şu formülle, W=afaF(s) ds. formülüyle integral hesap
kullanılır.
Mavi yüzeyler birlikte tam tamına turuncu üçgen yüzeye eşit bir alan kaplar.
MATEMATİK
BİR PARABOLÜN ALTINDAKİ ALAN Arşimet’in integral alma yöntemiyle yaklaşık olarak
hesaplanabilir. Alanın içine çizilen dikdörtgenler en açısından (ana metinde anlatıldığı gibi) çarpanlara
ayrılabilir. Böylece alanla ilgili formülde geriye sadece sayıların karelerinin toplamı kalır. Arşimet O'dan
l'e kadar olan parabol altındaki alan içini- değerine ulaşmıştı (bkz. ana metindeki örnek).
.çeyrek daireye karşılık gelen dik üçgenin alanına eşit, yani ^-a.b olduğunu gösterdi.
OLASILIK saptanmış belli olaylar ile bütün olası olaylar arasındaki ilişkiyi ifade eder.
Ebette sayıların kendisi yalan söylemez. Sayılar yanlış anlamalara ve hatta bazen zararlara yol açtığında,
hata istatistiği sunan ya da yorumlayan kişiye aittir. Olasılık teorisi ve istatistik doğru kullanılınca,
olayları açıklamaya yarayan sayılar verir. Belli olayların meydana gelme olasılığı konusunda öngörüleri
ortaya koyarken, belirli birkesinliğe sahip tahminler yapması da mümkündür. Neredeyse bütün doğa
bilimlerinde, ayrıca sosyal ilişkilerle ve insan toplumuyla ilgili bilimsel incelemelerde matematiksel
istatistiğe dönük uygulamalar vardır.
MATEMATİK
MATEMATİKSEL İSTATİSTİK
Bir seçim sırasında sandıklar kapandıktan sonra, kesin sonucu oldukça doğru tahmin eden projeksiyonlar hazırlanır. İstatistik bu
öngörülerde bulunmayı sağlayan araçları sunar.
Çocuklar
0-13
Gençler
14-17
2000'deki karbondioksit salımı pasta grafikle sunulduğunda veriler daha net görülür.
Son beş yılda silahlı soygunların sayısı: Sunuma ve ölçeklemeye göre, artış aslında sadece yüzde ikiyken
çok keskinmiş gibi görünebilir.
Verileri sunuş tarzı her zaman bilgilerin yanısıra sosyal anlama ilişkin bir yorumu ve anlayışı gerektirir.
Bir grafikli sunumda veriler için bir ölçeğe karar verilmelidir. Bu da tamamen tarafsız ve değerlerden
arınmış birveri sunumunun neredeyse olanaksız olduğu anlamına gelir. Verileri bir eksene
işlemeye yönelik ölçeğin seçimine bağlı olarak, işsizlik oranı ya da gayri safi yurtiçi hasıla gibi önemli
bir sosyal parametre bazen bir düz eğri, bazen bir dik eğri izliyormuş gibi görünebilir. Grafiğin
bir bölümünü kesip çıkarma yoluyla da yanlış bir izlenim uyandırılabilir.
Değişik zamanlarda her kıtanın toplam dünya nüfusu içindeki oranı yan yana dizili çubuk diyagramlarla
gösterilebilir.
Yaş
Sıklık
Yetişkinler Yaşlılar
18-59 60 +
1,546
ilk başta ham verileri gösteren kaba bir liste hazırlanır; daha sonra gruplara göre tablolu bir döküm
oluşturulur.
Betimsel istatistik toplanmış verilerin sunumu üzerinde durur. Genelde tekil olaylar hakkında belli
değişkenlere göre özetlenmiş çok büyük çaptaki bilgileri işler. Bunun amacı çoğu kez bir grafik gösterimle
verileri açıkça ortaya koymaktır.
Verilerin toplanmasından sonra kaba bir liste haz ırlanır. Bu işlem sırasında, bir topluluktaki
birimlerin ayırıcı özellikleri saptanır -örneğin bir kentte yaşayan insanların yaş durumu. Çok büyük bir
topluluk söz konusu olduğunda, bir temsili örnek kullanma yoluna gidilebilir, üstede yer alan yaş durumu
gibi özelliklerle defalarca karşılaşılacağı açıktır. Dolayısıyla sonraki adım bir sıklık tablosu
oluşturmaktır.
Bu durumda mutlak sıklık, yani fiilen sayılan bir özelliğin sayısal değeri sözkonusudur. Göreli sıklık bazı
durumlarda ilginç ve anlamlı sonuçlar verir. Örneğin, bir kasabada toplam 3.050 sakin varsa ve bunların
47’si 70 yaşındaysa, kasabanın 70 yaşındaki insanlarının göreli sıklığı f=4^= 0,01541 olarak ifade edilir.
Bu yüzde 1,541’e denk düşer. Ancak sıklık tabloları genellikle veri sunumunda kullanılmaz; daha çok bir
grafik halinde sunulur.
Verileri Değerlendirme
istatistiğin amaçlarından biri verileri en az bilgi kaybıyla özetlemektir. Kasabanın belli bir yaş
grubundaki sakinlerinin sayısı merak ediliyorsa, bu durumda vasıf özetlerine başvurulabilir,
istatistiğin önemli bir parametresi toplanan verilerin ortalama değeridir.
Çoğu durumda tekil veri değerleri ortalama değerden oldukça farklı olur. Bu bizi istatistiksel dağılım
kavramına götürür. Gözlemlenen farklılıklar istatistiksel dağılımın bir ölçüsüdür. Başka bir dağılım
ölçüsünde, tekil değerlerin ortalama değerden sapmalarının karesi alınır ve bu kareler toplanır. Toplamın
karekökü standart sapmayı verir.
Bu değer birçok bakımdan önemlidir. Örneğin, cep telefonu pili üreten bir firma bu ürünün tam 70 saat
çalışacağı vaadinde bulunamaz. Ama yeterli testlerden sonra standart sapmaları kullanarak, yüksek
derecede bir güvenle pilin ömrünün aşağı ya da yukarı 5 saat sapmayla 70 saat olduğunu belirtebilir.
OLASILIK TEORİSİ
Olasılık teorisi tesadüfi sonuçlu süreçleri matematiksel olarak incelemeye dayanır. Karmaşık süreçleri planlamak ve maliyetleri
kestirmek için kullanılır.
Olasılık teorisi, matematikte, daha başından itibaren pratik uygulamalara dönük olan birkaç
disiplinden biridir. Aslında kumarda kazanma şansıyla ilgili sorulardan doğmuştur.
Genel olarak belirtmek gerekirse, olasılık teorisi gelecekteki olayların sonuçlarını kestirme
gereğinin duyulduğu durumlarda karar almak için kullanılır.
Örneğin, kaza sigortasının bedeli çok pahalı olmamalıdır; ama sigortacının masraflarını
karşılamaya yetecek düzeyde de olmalıdır. Sigortacının “risk” dediği şey bir kazanın ortaya
çıkmasının matematiksel olasılığıdır.
Eğer sigortacı bir yılda bir kazanın meydana gelme olasılığının yüzde beş olduğunu bilirse,
sigorta yaptıran kişinin ödediği yıllık prim o kazanın getireceği ortalama giderin en az yüzde beşi olur.
ÖZEL BİLGİLER
BİR OLAYIN yaşanma olasılığına ilişkin sezgisel tahminler çoğu kez yanlış çıkar. Toplam 23 kişilik bir
sınıfta, doğum günü aynı olan iki öğrenciyle karşılaşma olasılığı nedir? Çoğu kimse cevabın yaklaşık
yüzde i 5 olacağını tahmin eder. Oysa gerçek olasılık yüzde 50 dolayındadır. insanlar gelişigüzel tahminde
bulu-: nurken, tek bir doğum gününün aynı çıkması olasılığını göz önünde tutar.
Olasılık Hesabı
Olasılık teorisinde olay teknik ifadeyle “sonuç” denen belirli ortaya çıkışların bir toplamıdır. Bir olayın
meydana gelme olasılığını saptamak için başvurulan temel hesap, olaydaki sonuçların sayısını bütün olası
sonuçların sayısına bölmektir. “Zar atarken çift sayı bulma” olayının yüzde 50 (0,5) olasılığı vardır;
çünkü tercih edilen üç sonuç (iki, dört ya da altı sayısı) ve altı olası sonuç vardır. Bu hesaplamada bütün
olası sonuçların aynı ölçüde ortaya çıkabileceği varsayılır.
Sonuçlar olaylar çerçevesinde gelişirse, hesaplama karmaşık hale gelir. Bu durumda ikincil
olayların birbirine bağlı olup olmadığını belirlemek gerekir. Tek bir iskambil destesinden art arda kart
çekerken, deste küçüldükçe belirli bir kartı çekme olasılığı artar ve kartın bulunmasıyla sıfıra düşer. Oysa
zar oyununda atışlar birbirinden bağımsız olduğu için olasılıklar aynı kalır. Birkaç bağımsız olayın
meydana gelme olasılığı bütün olasılıkları çarpma yoluyla bulunur. Zarda iki defa altı atma olasılığı
i-i=âyaniyüzde
2,8'dir.
Bilimde, özellikle ekonomik ya da sosyal konularda olasılık teorisinin kullanılması son derece incelikli
ve çok gelişkin bir yapıya kavuşmuştur. Çünkü matematiğin
Olasılık Dağılımları
Sir Galton’ın 19. yüzyılda hazırladığı düzenek ardışık olarak meydana gelen çok sayıda olaylar için bir
modeldir. Toplar üst taraftaki engellere doğru bırakılır. Her top ya sola ya da sağa düşer. Sekiz engel
sırası bulunduğuna göre, bir topun 28= 256 düşme yolu vardır. Ama topların çoğu daha ortada yer alan
bölmelerin birine iner. Genelleştirilmiş iki terimli teoremde olasılıklar katsayılardan hareketle
hesaplanabilir.
yukarıda: Galton tahtası, %50 bir olasılığa dayanan birbirinden bağımsız olayların olasılık dağılımını
gözler önüne serer.
Bir hidrojen atomundaki bir elektronun dalga fonksiyonuna ilişkin grafik. Çekirdekten uzaklık arttıkça,
belirli bir yerde bir elektrona rastlama olasılığı azalır.
Atomlar ve atomdan daha küçük parçacıklar için, klasik fiziğin determinist kuralları geçerli değildir.
Kuantum mekaniği teorisinde bir atom çekirdeğinin çevresinde dolaşan bir elektron hem bir dalga, hem de
bir parçacık sayılır. Elektronun devinimini ve konumunu kuantum mekaniği dalga fonksiyonu belirler. Bir
elektrona ilişkin dalga fonksiyonu sadece onu uzaydaki belirli bir noktada bulma olasılığını tanımlar.
Çeşitli nükleer ve atomik olaylara ilişkin
Bir bekleme odasında oturulacak iki koltuk varsa, iki kişinin yan yana oturma olasılığı yarı yarıya
sayılabilir. Ancak bu durumda başka etkenler devreye girer. Örneğin, bu iki kişinin birbirlerini
tanıyıp tanımamaları nereye oturacaklarını etkiler.
Hava durumu tahminlerinde bulunmak için, örneğin yağmur olasılığını hesaplamaya dayanan olasılıklı
yöntemlere başvurulur.
kilit bilgiler
MATEMATİKSEL KANITLAR
doğrulanmak istenen önermeyi bir dizi aksiyoma ve/veya daha önce kanıtlanmış önermelere
bağlayan adımları açıklar.
AMACA UYGUNLUK bir önermeyi kanıtlamak için başvurulacak yöntemi belirler; ama sezgi de
önemlidir.
Saf düşünmeye dayanan mantıksal kanıt matematiğin temelidir. Kanıtlanmış açıklamalar aynı zamanda
genel kabul gören doğrulardır. Bu nedenle, matematiğin başlı başına bir amaç mı, yoksa bilim için bir
araç mı olduğu günümüze kadar hep bir çatışma vesilesi olmuştur. 20. yüzyıl başlarında, matematiksel
nesneleri temel ayırıcı özelliklerine indirgeme, bir başka deyişle olabilecek en yüksek soyutlama
düzeyine ulaşma yönünde güçlü akımlar vardı. Öte yandan, hayatın matematiğe dönük talepleri de sürekli
artıyor.
DOMİNO İLKESİ
Matematikçi, bir saptamanın yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca durum için geçerli olmasıyla yetinmez.
Matematiksel saptama akla gelebilecek her durum için geçerli olmalıdır.
Matematiksel tümevarım düşüncesi ilk dominonun devrilmesinden sonra bütün taşların onu izlemesidir.
Doğrudan Kanıt
Pythagoras teoreminin doğrudan kanıtlarından biri büyük bir kareyi eş boyutta dört üçgene ve ilk kareden
daha küçük bir kareye bölmeye dayanır. Büyük karenin a + b uzunluğunda kenarları ve (a + b )2= a2 + 2ab
+ b2 olarak ölçülen bir alanı vardır.
Saptamaları sonsuza varan sayıda matematiksel objede kanıtlama uğraşı niçin gerekli olsun?
Astrofizikçilere bakılırsa, evrende sadece 1078 kadar temel parçacık var. 0 zaman neden daha büyük
sayıda obje kanıtlamak için uğraşalım? Ancak bu soru bizzat matematiğin doğasına götürür bizi; çünkü
matematik kendisini sonlu varlıklarla sınırlamayan bir bilimdir.
Işgal edilen hacmi asgariye indirmek için küreleri nasıl yerleştirmek gerekir? Tecrübeli manavların çok
iyi bildiği bu konu matematiksel olarak henüz kesin biçimde kanıtlanmış değildir.
sanlarda her şeyi bilme’ye yönelik bir dürtü vardır; bu da saf matematiği öğrenme ve anlama arzusunu
kamçılar. Böyle bir çabayla edinilen bilgilerin pratik bir kulanım alanının bulunup bulunmadığına çoğu
kez ancak daha sonra karar verilebilir. Bilgiye ulaşmanın alternatif yolları sezgi ya da bilimsel deneylerle
elde edilen bilgidir.
Matematikte Kanıtlar
Kanıt bilinen, doğrulanmış olan ya da varsayılan saptamalardan çıkarılmış bir mantıksal türetmedir. Bu
saptamaları temel alarak adım adım ilerlemek ve kanıtlanan bir saptamayı formüle etmek mümkündür.
Peki ama, sonsuza varan sayıda matematiksel objeyle ilgili bir saptama sonlu bir sürede
nasıl kanıtlanabilir?
Bütün doğal sayılarla ilgili saptamalar doğal sayıların tümevarımlı karakterinden dolayı
kanıtlanabilir. Her doğal n sayısının ardından n + 1 gelir. Bu nedenle, devrilen dominolar ilkesi temelinde
bir kanıt oluşturulabilir: iki koşulun yerine gelmesi halinde bütün domino taşları devrilir. Öncelikle bir
domino devrilmen ve devrilen her domino bir sonrakine çarpmalıdır. Bu ilke doğal sayılara şöyle
uygulanır: Eğer bir saptama ilk sayı (“temel durum”) için geçerliyse ve bir n sayısı için geçerli
olduğundan n + 1 için de geçerli olduğunu (“tümevarım adımı") kanıtlamak mümkünse, o zaman bütün
doğal sayılar için geçerli olur.
ayırıcı özellik saptanır. Örneğin Tha-les teoremi, tabanı bir dairenin çapı ve tepe noktası bu dairedeki
bir nokta olan bir üçgenin her zaman birdiküçgen olduğunu belirtir.
Böyle bir saptama sadece tanımlanmış bir çapa sahip belirli bir daire için değil, sonsuza varan sayıda
daire için de geçerlidir.
Bu bölge alanı c2 olan bir kareden ve kenarları a, b ve c olan eş boyutta dört üçgenden oluşur. Her
üçgenin alanı 1 ab’dir^-
Böylece toplam alan c2 + 2ab olur, iki ifadeyi karşılaştırma yoluyla c2= a2+b2 denkleminin
geçerli olduğunu görürüz.
Eukleides teoremi buna bir örnektir. Önce “en büyük” asal sayının varlığına dair bir hipotez ortaya konur;
sonra daha da büyük bir sayı bulma yoluyla bu hipotez çürütülür.
ÖZEL BİLGİLER
DOLAYLI KANITLAR geçersizliğinin yanlış olduğunu gösterme yoluyla bir saptamayı doğrular.
TÜMEVARIMLI KANITLAR tekil durumlardan hareketle genel bir duruma ilişkin bir saptama türetir.
MODERN MATEMATİK
Yaşadığımız yüzyılda hiç kimse matematiğin tamamını kavrayamaz. Matematik gittikçe yeni yöntemlere
başvurmayı gerektiren ve işbirliğine dayanan bir uğraş niteliğine bürünüyor.
20. yüzyıl başlarında Kurt Gödel matematikte tutarlılığı ve eksiksizliği bağdaştırmada sınırlar olduğunu
ortaya koydu.
Matematik bize doğal fenomenleri açıklayacak modeller sunar. Eğer bir “dünya formülü” yani
doğadaki bütün temel etkileşimler için ge-
çerli bir model diye bir şey günün birinde bulunursa, bu tek bir denklem biçiminde değil, karmaşık
bir matematiksel yapı biçiminde olacaktır. Bu yapı deneysel bulgularla uyumlu ve mantıksal bakımdan
tutarlı olacaktır.
Köye Dönüşen Dünya
internet, sosyal ve ekonomik etkileşimlerdeki büyük çaplı artışı gösteren bir örnektir. Bu sanal dünyadaki
alışveriş sırf verilerle sınırlı değil. Geçmişe oranla 21. yüzyılda daha fazla insan dolaşıyor ve daha fazla
mal dünyanın dört bir yanına taşınıyor. Matematiğin görevi diğer şeylerin yanısıra, olabildiğince verimli
yürütülebilmeleri için bu küresel etkileşimleri açıklamaktır. Büyük işletmelerin stratejik kararları
bile uygulamalı matematiğe geniş bir uğraş yelpazesi sağlıyor. Bilgisayarların yardımıyla iş planlarının
hayata geçirilmesi ve projelerin yönetilmesi
Matematik 21. yüzyılda birkaç somya cevap bulacak, birkaç soruyu açık bırakacak ve hatta belki yeni
soruları gündeme getirecek. Her halükârda, profesyonel olarak ya da boş zamanlarında matematikle
uğraşan insanlar için bir ilham kaynağı ve gerçek dünyaya
birçok ayrı faktörün değerlendirilme- ilişkin kavrayışı bileyen bir araç sini gerektirir. olarak kalacak.
(X2 + y2 + z3-1)3= x2z*+ y2^ x2yz + x2z2= y3-!-Y'z (x2 + y3)2 = (x + y2) z3
MATEMATİK
BİLGİSAYAR PROGRAMCILIĞININ
BİLGİSAYARLAR henüz çok karmaşık matematiksel kanıtlar geliştiremiyor, ama ayrıntılı hesaplamaları
ve rutin işleri yerine getirebiliyor.
Bilgisayarlarla Matematik
BİLGİSAYAR DESTEKLİ KANITLAR için matematikçiler önce problemi basamaklara ayırır. Ardından
bu basamaklardaki işlemleri yapmak üzere bilgisayarlar kullanılır. Asıl yaratıcı iş hâlâ insanlar
tarafından yürütülür; sadece tekil basamaklarda makine (bilgisayar) devreye girer. Bir bilgisayarın
hatasız çalışabileceğinin kanıtı yoktur; çünkü programlamada hatalar olabilir. Bazı matematikçilere göre,
bu ihtimalden dolayı kanıtlar için bilgisayarlar kullanmak makbul değildir.
DÖRT RENK TEOREMİ bir bilgisayarın yardımıyla çözülebilecek belki de en ünlü matematik
problemidir. Soru bir haritadaki alanları boyamak için kaç rengin gerektiğidir. Sadece dört rengin yeterli
olduğu 19. yüzyıl ortalarında Francis Guthrie tarafından ortaya atıldı. Ama bunun kanıtı henüz tam
ortaya konabilmiş değildir.
“S af” Matematik
Yeni bilgilerin ekonomik kazanımlar getirip getirmeyeceği sorusu yeni gelişmelerden sonra kaçınılmaz
hale gelmiş durumda. 20. yüzyılın başında matematikçi Da-vid Hilbert, başka matematiksel ve bilimsel
bilgilerin türetilebileceği eksiksiz ve tutarlı bir aksiyom sisteminin, yani bir “iç matematiksel dünya
formülü”nün gerekli olduğu önermesini ortaya koydu.
Hemen birkaç yıl sonra, Kurt Gödel böyle bir sistemin olanaksızlığını kanıtladı. Gödel’in eksiklik
teoremine göre, iki nesne arasında yeterince karmaşık ilişkiler kurulduğunda, ya eksik ya da çelişkili bir
sistem oluşur. Bu bakımdan matematik bilginin sınırlarını gözetmek zorundadır: Kanıtlanamayan
saptamalar vardır.
Dahası, geometri ve cebir gibi disiplinler arasında yapısal ilişkiler ve köprüler söz
konusudur. Matematiğin ayrı disiplinleri arasındaki her köprü muazzam bir yeni bilgi kaynağı doğurur;
çünkü
ÖZEL BİLGİLER
NOBEL ÖDÜLÜ verilen dallar arasında matematik yoktur; çünkü Alfred No-bel matematiğin sırf bir
“yardımcı bilim" olduğu görüşündeydi.
FIELDS MADALYASI matematikçiler için en yüksek ödül sayılır ve her dört yılda bir verilir.
21. YÜZYIL
GELECEKTE matematik modelleme, simülasyon, ayrıca bilim ve teknolojide kullanılan diğer çeşitli
işlem ve yöntemleri optimumlaştırma için vazgeçilmez nitelik kazanacaktır.
HER ÜÇ MATEMATİKÇİDEN biri mühendislik ve diğer teknik alanlarda çalışıyor; böylece bilimi ve
yeni teknolojileri geliştirmede önemli bir rol oynuyor.
Monografik Kutular
Toplulukçuluk, s. 228
AB Genişlemesi, s. 233
SİYASET VE HUKUK
İnsan özünde bir “siyasal varlık”tır. Yunan filozof Aristoteles bunu biliyordu. Her birey daima daha geniş
bir sosyal birimin, bir ailenin, bir topluluğun ve bir ülkenin parçasıdır. Siyasetin ve dayandığı ku-
rumların görevi bir ulusal topluluk için bağlayıcı kurallar koymak, bunları genel düzeyde geçerli
kılmak ve uygulamaktır. Diktatörlüklerde, demokrasiye oranla daha az sayıda yurttaşın bu kararları
alma sürecine katılmasına izin verilir. Çeşitli ülkelerin ekonomileri ve medyaları birlikte gelişme
çizgisine ne kadar yönelirse, ulusal sınırlara ilişkin ortak kararlar ve küresel ortaklık bilinci o ölçüde
önem ka
zanır.
Kabileler ve krallıklar \ Feodal ve hükümran devletler \ Devrimlerle modern çağın doğuşu | Demokrasinin
yapısı ve tarihi
kilit bilgiler
ÜLKE ESASLI modern devlet yapısı 17. yüzyılın mutlakıyetçilik döneminde doğdu.
Aile öbeklerinden modern çağın bürokratik merkezi devletine kadar, insanoğluna özgü sosyal sistemler
basit topluluklardan gittikçe karmaşıklaşan yapılara doğru bir gelişim gösterdi. 18. yüzyılın büyük
devrimleri aristokratik üst sınıfın ayrıcalıklarına son vererek, devlet ve toplum yaşamında kapsamlı bir
demokratikleşme sürecini getirdi.
€> Yeni girdiğimiz 21. yüzyılda, dünyanın büyük bir bölümünde, demokrasiye dayandığını ileri süren
devletler var.
t? ^ ^ fi fi
hsM-D 1,
..... ..
Aile, insanın toplu yaşamındaki ilk örgütlenme biçimiydi. Aileler süreç içinde klanlara ve kabilelere
dönüştü. Bu küçük topluluklardan ilk imparatorluklar çerçevesinde tarihin ilk devle-timsi yapıları doğdu.
ilk imparatorluklardan birini kuran Perslerin hükümdarlarından biri Büyük Dareios’tu (MÖ 522-486).
rajp,. «•»^
f r t
mİ
Mısır gibi kadim Doğu krallıklarında ilk kez tarımı merkezden denetleme ve düzenleme girişimleri ortaya
çıktı.
Tanrısal Yönetici
En eski sosyal sistemlerin temeli aileydi. Aynı ataya bağlılık zamanla ortak bir kimliği getirdi.
Bunun gereği yiyecek bulma ve savunma gibi işlerde birbirine yardım etmekti. Taş Devri kültürlerinde
birçok kuşaktan gelen aile üyeleri köylerde biraraya gelerek daha büyük topluluklar oluşturdu. Öte
yandan, aile ilişkileri sosyal işbirliğini düzenler hale geldi. Bir kişinin bu akrabalık yapısı içindeki özel
konumu topluluktaki rolünü de belirlerdi.
Daha büyük kabile toplulukları çoğu kez bir ortak dile, soy çizgisine ya da kökenlerine dair ortak bir
efsaneye dayalı karşılıklı
#St « *
T ^ '4 ^ > * * *
*k.
bağlara sahip küçük aile öbeklerinden doğdu. Bunlar sınırları belirlenmiş bir toprak iâ
İlk Krallıklar
Bir tür merkezi devlet gücü MÖ 3000 dolaylarında Mısır, Mezopotamya, Çin ve Hindistan’ın ileri
kültürlerinde gelişmeye başladı.
Bu ilk krallıkların kuruluşuyla birlikte akrabalığın bağlayıcı ilkeleri yerini bir dine dayanak
oluşturan örgütlenmeye bıraktı. Böylece başında tanrımsı bir hükümdarın bulunduğu bir devlet yapısı
ortaya çıktı. Bu hükümdar kendisine bağlı bir idare oluşturarak iktidarını sağlamlaştırdı, idari yetkililer
vergiler koydu, imar projelerini planladı, kurallar belirledi ve savaş hazırlıklarını üstlendi.
Karmaşık bir idarenin kuruluşunu esas olarak yazının bulunuşu mümkün hale getirdi. Yazı, bilgileri
kayda geçirip aktarmayı sağladı. Uyulması zorunlu yasalar artık belgeye bağlanabilir ve sözleşmeler
bağlayıcı nitelik taşıyabilirdi.
Fakat ilk imparatorlukların fethedilen toprakların hepsini idare edecek çok az memuru vardı. Romalılar
nüfuz alanlarını büyük çapta düzen altına alabilen ilk halk oldu. Eyaletlere yönetimi doğrudan yürütecek
valiler gönderildi. Akdeniz’i kuşatan devasa Roma
Eski monarşilerde krallara siyasal önemin yanı sıra büyük dinsel önem yakıştırılması yaygın bir durumdu.
Krallar tanrının kişileşmiş biçimi, tanrının oğlu veya en azından tanrı tarafından gönderilmiş sayılırdı,
iktidar konumuna bağlı olarak az çok kutsal ve dokunulmaz görülürdü. Örneğin, ilk sülaleler ve eski
krallık döneminde (MÖ y. 2400’e kadar) Mısır firavunlarına ilahi varlıkmış gibi bakılırdı. Mısır
anlayışına göre, krallık makamı tanrıların insanoğlu için yarattığı bir kurumdu. Bu makamda oturan her
kişi dosdoğru tanrı Horus’un soyundan gelmiş sayılırdı. Böyle bir tanrılaştırmada halkın payına düşen tek
konum edilgen bir tavırla boyun eğmekti.
Ortaçağ’da yönetim biçimi topraklan elde tutmaya ve dağıtmaya dayanırdı. Kralların ya da prenslerin
merkezden yönettiği modern hükümran devlet 17. yüzyılda ortaya çıktı.
Ortaçağda toplumun yapısını feodal bey ile tebaası arasındaki ilişki belirlerdi.
İÜ
Ortaçağda seküler ve dinsel otorite arasında büyük bir çekişme vardı. İmparator ve papa üstünlüğün
kimde olduğu kavgasına tutuşmuştu.
HERKESİN HERKESE KARŞI SAVAŞI Hobbes’un devlet teorisi insanlıkla ilgili kötümser bir
bakışa dayalıydı.
MUTLAK DEVLET OTORİTESİ: Hobbes’a göre devlet bireye huzur ve asayiş güvencesi vermeliydi.
Thomas Hobbes’un Eseri “Leviathan”
İNGİLİZ FİLOZOF Thomas Hobbes modern çağın ilk siyasal teorisyeni ve “mutlakıyetçiliğin babası”
sayılır. Ona göre, siyasal otorite ne tanrısal, ne de doğal kaynaklıydı. Gerekçesi ancak bireyin yararına
dayandırılabilirdi. Devletin temeli yurttaşların ortak çıkarlarını gözeten yöneticilerin ve yönetilenlerin
arasındaki bir sözleşmeydi. İngiltere’deki vahşi iç savaş döneminde yaşayan Hobbes, devletin esas
görevini huzur ve asayişi sağlamak olduğu görüşüne vardı. Böyle bir arka perdeden dolayı, 1651'de
“Leviathan" adlı eserinde mutlak güce sahip devleti savunan bir teori ortaya koydu.
Ortaçağ Avrupa’sının Hıristiyan toplumu hiyerarşik bir yapıyla sınıflara bölünmüştü. Ruhban kesim
ve başında kralın bulunduğu aristokrasi üst sınıfları oluşturmaktaydı. Onların altında halkın çoğunluğu yer
almaktaydı: Tüccarlar, zanaatkarlar, köylüler ve sertler. Toplumun büyük ölçüde donmuş bir yapısı vardı.
Herkes doğduğu sınıfın içinde kalır ve buna uygun sosyal ortamla bütünleşirdi.
Ortaçağda Yönetim
Ortaçağ krallarının egemenliği sınırları belirlenmiş bir ülkedeki merkezi idareye değil, kişisel bağlılık
üzerine kurulu bir ilişkiler ağına dayanırdı. Bir tarım toplumunda kralın yetki düzeyi yurtluk olarak
dağıtabileceği arazi miktarına bağlıydı. Elindeki toprakları kişisel tasarrufta bulunmaları için soylu
dalkavuklarına ya da tahtın vasalı olan büyük kiracılara bırakırdı. Onlar da bunun karşılığında krala
sadakatle hizmet eder ve savaşlarda peşinden giderdi.
Tahtın vasalları da daha düşük konumlu vasallara toprak kiralardı. Feodal devlet olarak bilinen bu
karmaşık egemenlik yapısı içinde böy-lece bir dizi üst ve ast makam ortaya çıktı. Kraliyet yurtluklarının
dışında, genellikle vasalların kendi arazileri de vardı.
Bu nedenle kral her zaman onların iyi niyetine muhtaçtı ve dağıtacak yeni araziler edinmeye çalışırdı.
Ortaçağın katı sosyal düzeni 15. yüzyılda çatırdamaya başladı. Fı-nans ve ticaretin artan etkisi aris-
tokrasiyi zayıflatırken, orta sınıfı güçlendirdi. Belirlenmiş sınırlarıyla ve merkezi yetkileriyle modern
hükümran devlet 17. yüzyılda feodal yapının yerini aldı.
gelişim çizgisi bunun tipik örneğidir. Kral XIV. Louis daimi bir ordunun ve sadık bir bürokrasinin
yardımıyla aristokrasiyi alt etmeyi ve iktidarı
sarayında toplamayı başardı. Böy-lece kendisine otoriteyi tek başına kullanma hakkını kazandıran bir
siyasal tekel kurdu. Artık kralın elinde geniş yetkiler vardı; devlet işlerini yürüten, yasaları koyan ve üst
yargıçlık yapan oydu. Altyapıyı genişletti, devletçi iktisat politikaları uyguladı ve kiliseyi devlet
sisteminin içine kattı.
Ulusallaşma süreci her yerde merkezi ulus-devletler doğurmadı. Alman imparatorluğu’ndaki prensler
bağımsız kaldı ve çok sayıda bölgesel iktidar odağı oluşturdu.
HOBBES’UN insana bakışı olumsuzdu. Doğası gereği kendini koruma yönünde acımasız bir güdüyle
davranan insanın sürekli gücünü arttırma peşinde olduğunu ileri sürdü. Bu durum çatışmaya yol açar ve
“herkesin herkese karşı yürüttüğü savaşın” önüne geçmek açısından, insanlar yönetim yetkisini hiç
kimseye karşı sorumlu olmayan bir hükümdara bırakır. O da herkesin uymak zorunda olduğu kuralları tek
başına belirler.
ÖZEL BİLGİLER
Ortaçağda, bir yıl boyunca feodal beyi tarafından geri çağrılmaksızın kentte kalan sertlere özgürlük
verilirdi.
Hobbes’un “Leviathan” eserinin resimli baş sayfası: Devlet mutlak otoritesiyle bütün uyruklarını
birleştiren güç olarak tepede yer alıyor.
Avrupa’nın 19. yüzyılda yaşadığı demokrasi atılımına 1776-1789 devrimleri zemin hazırladı. Sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfı
ortaya çıktı.
Orta sınıf 17. yüzyılda eğitim ve para sayesinde sosyal nüfuz kazandı. Böylece 18. yüzyılda geleneksel
siyasal otoriteyi bir ölçüde sorgulayan Avrupa Aydınlanma akımının motoru haline geldi.
Sayısız yayınlarda aristokrasinin ayrıcalıklarına sert eleştiriler yöneltildi, siyasal temsil talebi dile
getirildi ve devletin koruma sorumluluğu taşıdığı dokunulmaz haklar (s. 222) ortaya kondu. Bu
fikirler sonraki yıllarda Avrupa ve Amerika’da toplum yapısını köklü
biçimde değiştiren devrimlerin düşünsel beslenme kaynağını oluşturdu.
Bu metin İngiliz kolonilerinin özgürlük ve eşitlik adına anavatandan resmen kopmasını getirdi.
İngiliz kralınca atanmış valiler görevden alındı ve 1789’da başkanlık sistemine (s. 225) dayalı bir
cumhuriyeti, güçler ayrılığını, temel hakları (s. 222), hukuk ve adalete bağlılığı öngören ABD anayasası
onaylandı. Hâlâ yürürlükte olan bu anayasa, dünyadaki en eski demokratik anayasadır.
Fransa'da orta sınıf temsilcilerinin 1789'da devrimci bir adım atarak ilan ettiği Ulusal Meclis çığır
açıcı bir dizi karar aldı. Başka düzenlemelerle birlikte aristokrasiyi kaldırdı, insanlık ve yurttaşlık
haklarını (s. 222) ilan etti. 1791 anayasasıyla kurulan meşruti monarşi öbür Avrupa devletlerine örnek
oluşturdu.
Fransız Devrimi’nin aşırılıkları özgürlüğe dönük yurttaşlık ideallerini kısa bir süre için çamura batırdı;
ama bu arada geleneksel soylu elit tabakanın başat konumu geri dönülmez biçimde son buldu. Avrupa'nın
neredeyse her yerinde 19. yüzyıldaki yurttaşlık hareketlerinin baskısıyla resmi makamlar anayasalar
çıkardı ve siyasal kararlar üzerindeki kraliyet etkisini az çok sınırladı. Böylece orta sınıf siyasal süreçte
söz hakkına sahip olmayı büyük ölçüde güvence altına aldı. Teknolojik ilerlemeyle köklü biçimde
değişime uğramış olan toplumda belirleyici bir faktör haline geldi.
S osyal Karışıklıklar
Ekonomik üretimin sanayileşme-si başlangıçta haklardan yoksun olan yeni bir emekçi sınıfını öne çıkardı.
Sendikalar ve sosyalist partiler (s. 230) çok geçmeden eşit hakların yanı sıra siyasal temsil talebini
dile getirdi. Avrupa’da 20. yüzyıl başlarında modern demokrasilerin (s. 215) ortaya çıkmasını
sağlayan temellerin atılmasında etkili bir rol oynadı.
Rusya'da 1917’de bir komünist diktatörlüğün kurulması (s. 218) milliyetçi ve faşist çevrelerin
güç kazanmasına fırsat verdi. Bunun etkisiyle, özellikle Avrupa’da birçok demokrasi totaliter rejimlere
(s. 216) dönüştü. Komünizm her iki dünya savaşından güçlenmiş olarak çıkarken, Batı Avrupa'da yeni de
mokrasiler kuruldu. Sovyetler ‘ Birliği’nin çöküşünden sonra, yeni özerk bölgelerin büyük bir
bölümü liberal demokrasi ideallerini benim semeye yöneldi (s. 222-223).
“ŞİDDETSİZ ERDEM GÜÇSÜZ KALIR.” Robespierre 1793/1794’te Fransa’da bilinçli olarak bir
terör havası estirdi.
“AKLIN EGEMENLİĞİ": Robespierre'in ilham kaynağı, Aydınlanma filozoflarından
Rousseau’nun öğretileriydi.
Erdem ve Terör
HALK ADINA yapılan sosyal devrimler kurtarıcılık hedefleri ve devrimcilerin aşırılıkları yüzünden
canice tiranlığa dönüşme tehlikesini her zaman barındırır. Fransız Devrimi’nin 1791’den sonra
radikalleşmesiyle ayrılmaz bir ilişkisi olan Maximilian de Robespierre, bu tarihsel tecrübenin somut bir
örneğidir. Cumhuriyetin bağnaz bir destekçisi olan bu usta hatip 1793’ten sonra neredeyse sınırsız güce
dayanan bir konum edindi.
HEDEFİ, gerçek bir demokratik toplumda “genel irade”nin (volonte generale) bireysel iradeden üstün
olması gerektiğini savunan Jean-Jacques Rousseau’nun öğretilerini hayata geçirmekti. Bu “genel irade”yi
bildiğine inandığından, bir “erdem yönetimi”ni zorla ve yıldırmayla kurmaya kalkıştı. Binlerce muhalifi
“devrinV'e karşı çıkma gerekçesiyle giyotine gönderdi ve kendisi de 17941'te aynı akıbete uğradı.
Robespierre’in “insanlığa karşı suç işlemiş biri” olarak gördüğü Kral XVI. Louis 21 Ocak 1793’te
Fransız halkı tarafından idam edildi.
Antik çağın Yunan kent-devletleri demokratik yönetim sisteminin temellerini attı. Temsili organlara ve
evrensel oy hakkına dayalı modern demokrasiler ilk kez 20. yüzyılda kuruldu.
Medya çağında demokrasi: ABD’de 2000 başkanlık seçiminin adayları George W. Bush ve Al Göre
televizyonda halkın gönlünü kazanmaya çalışırken görülüyor.
Atina Demokrasisi
MÖ 5. YÜZYILIN Atina demokrasisinde parlamento ve partiler yoktu. Atina’nın bütün özgür yurttaşları -
kadınlar ve köleler hariç- meclislerde yer almanın ya-nısıra yasama, yürütme ve yargı erkini doğrudan
kullanıyordu. Kamu görevleri sadece sınırlı bir süre için oylamayla ya da kurayla veriliyordu.
Areopagos Hükümet
Seçim yoluyla
Kura yoluyla
Halkın siyasal yönetimi doğrudan belirlediği ilk toplumsal yapı, antik Yunan dünyasında ortaya çıktı.
MÖ 5. ve 4. yüzyılların kolay çekip çevrilebilir küçük kent-devletlerinde, çarşıda düzenli toplanan
yurttaşlar
Eski Atina'da halk meclisi Akropol'de (“Yukarı Kent") toplanırdı. Burası günümüzde Yunan başkentinin
en ünlü nirengi noktasıdır.
bütün kamusal işleri görüşüp karara bağlar ve davalara bakardı. Bu düzene verilen “demokrasi”
adının Yunanca kökeni özüne uygun biçimde “halkın yönetimi” anlamına gelir.
Parlamenter sisteme geçişle birlikte, hükümdar (bu resimde İngiltere kraliçesi I. Eiizabeth) artık tek
başına karar almak yerine parlamentonun onayına başvurmak zorunda kaldı.
Halkın Egemenliği İlkesi
Tarihin gelişim sürecinde çeşitli demokrasi biçimleri (s. 224) ortaya çıktı. Günümüzün karmaşık toplum-
larında doğrudan bir demokrasi pek mümkün değildir. Bununla birlikte Yunan dünyasından miras
kalan halkın egemenliği ilkesi her demokratik devlet sistemi için belirleyici ölçüt olma özelliğini koruyor.
Bütün siyasal iktidar halkın iradesine dayanmalıdır. Bu irade genelde halkın çoğunluğa göre seçtiği
temsili organların üyeleri aracılığıyla dolaylı olarak belirlenir (s. 223). Günümüzde bir demokratik
sistemin daha önemli unsurları devlet gücünün kullanılması üzerindeki denetim, temel yurttaşlık ve azınlık
haklarının güvence altına alınması ve bütün yurttaşlar, eşit siyasal katılım hakkının tanınmasıdır (s.
222). Özellikle son ölçüt 20. yüzyıla kadar birçok devlette uygulanmıştır.
Modern demokrasinin ortaya çıkışı İngiltere'de soyluların krala bir parlamento oluşturmayı zorla
kabul ettirdiği 13. yüzyıla kadar iner. Bu kurum daha sonraları aristokratik üst kamara ve halkın seçtiği
üyelerden oluşan bir alt kamara biçiminde ikiye ayrıldı.
Parlamento yavaş bir evrimle danışma kurulundan bağımsız karar organına dönüştü. İngiltere
kralı 1688’de iktidar odağı olmaktan çıktı ve parlamento yasa çıkarma yetkisiyle siyasetin asıl
egemen gücü haline geldi. Zamanla üst kamara önemini yitirmeye yüz tuttu ve seçilmiş alt kamara
gittikçe daha fazla yetkiye kavuştu. İngiliz parlamentarizmi Amerika ve Fransa’daki devrimlere (s. 214)
örnek oluşturdu. Bununla birlikte halkın çoğunluğu siyasal sürecin dışında tutuldu.
Herkese Oy Hakkı
19. yüzyılın genellikle zayıf parlamentolara sahip diğer anayasal monarşilerinin çoğunda oy kullanma
hakkı uzun süreden beri yürürlükte olan bir uygulamayla mülkiyet ve sınıfa bağlı kaldı. Evrensel oy hakkı
önce Fransa’da 1852'de, ardından Almanya’da 1871'de ve sonunda İngiltere'de 1918’de be-
kaldırarak yapılırdı.
nimsendi—üstelik erkek nüfusla sınırlı olma açısından kısmi düzeyde. Fransa’da kadınlar
parlamentonun bileşimin söz sahibi olmak için 1944’e kadar beklemek zorunda
ÖZEL BİLGİLER
İROKUA BİRLİĞİ içinde Kuzey Amerika Yerlilerinin uyguladığı demokrasi ABD anayasasının
şekillenmesinde etkili bir rol oynadı.
POLONYA 3 Mayıs 1791 'de Avrupa ’nın ilk demokratik anayasasını onayladı.
DİKTATÖRLÜK—DOĞASI VE ÇEŞİTLERİ
Bütün iktidar bir kişinin elinde olduğu zaman, o yönetim biçimi diktatörlük olarak adlandırılır. Bazı
diktatörlükler yurttaşların kişisel özgürlüklerini diğer diktatörlüklerden daha fazla ihlal eder.
Karizmatik Yönetim
Totaliter diktatörler çoğu kez halkla yarı-dinsel bir ilişki kurmaya çalışırlar. Baştaki kişi insanlarda ebedi
kurtuluş özlemini uyandırmak üzere gösterişli kitle gösterileri ya da kandırıcı filmler aracılığıyla bir yarı-
tanrı gibi sunulur. Bunun amacı diktatörün iradesine bağlılıkla ve özveriyle boyun eğecek sadık bir
yandaş kitlesi yaratmaktır. Adolf Hitler nutuklarında çoğu kez kaderin kendisini Alman halkına “kurtarıcı”
olarak gönderdiğinden söz ederdi.
Sicilya'daki Syracusa kent-devletini MÖ 406-367 arasında yöneten I. Dionysos antik çağın en gaddar
tiranlarından biri olarak kabul edilir.
Alman asıllı General Alfred Stroess-ner 1954'ten 1989'a kadar ordunun desteğiyle Paraguay'ı diktatörce
yönetti.
KİLİT BİLGİLER
TOTALİTER
DİKTATÖRLÜKLER
insanların özel
yaşamını bile
politikleştirmeye DİKTATÖRLÜK BİÇİMLERİ
çalışır.
Diktatörlük bir kişinin ya da küçük grubun yönetimidir. Tarih boyunca birçok
değişik diktatörce yönetim biçimi uygulanmıştır, iktidar delisi tiranlar, baskıcı
budala iyilikçiler ya da milliyetçi askeri klikler antik çağdan beri vardır. 20.
LENİN’İN KADRO
yüzyılın ayırıcı bir özelliği birçok diktatörlüğün sadece otorite sağlamaya
PARTİSİ anlayışı
yönelmemesi, bunu bir bütün olarak toplumu devrimcileştirmeye yönelik büyük
komünist dünyaya
ölçekli bir tür sosyal ütopya adına yapmasıdır. Böyle hırslara milyonlarca insan
belirleyici bir etkide
kurban olmuştur.
bulundu.
© Diktatör terimi Latince'de “buyurma"ya da “dayatma" anlamındaki dictare
kelimesinden gelir.
NASYONAL
SOSYALİZM faşist
devlet
örgütlenmesini
canice ırkçı
nefretle birleştirdi.
Diktatörlük ve demokrasi temelde birbirlerini dışlayan yönetim biçimleridir. Demokratik iktidarın
kullanıl ması halkın iradesine bağlı ve sis
tematik bir denetime tabidir (s. 222); bir diktatörlükte ise bütün iktidar tek kişinin ya da grubun
elinde toplanır. Bununla birlikte birçok demokratik devlet bazen iktidarın geçici olarak diktatörce
yönetime benzer bir tarzda yürütülmesine açık kapı bırakır. Bu yönetim biçimine genelde olağanüstü
durumların üstesinden gelmek için başvurulur. Örneğin, Almanya’da bir kriz durumunda temel demokratik
haklar (s. 222) sınırlanabilir. Fransa’da olağanüstü hal ilan edilince bütün temel haklar 12 günlüğüne
askıya alınabilir. Büyük Britanya’da Savaş Önlemleri Yasası hükümete savaş sırasında ek yetkiler tanır.
Değişik tarihsel tezahürlerine karşın, bütün diktatörlükler tipik ortak özellikler taşır.
Gerçek anlamda bir diktatörden söz etmek için, kalıcı ve sınırsız bir iktidar savının bulunması
gerekir. Güçler ayrılığının (s. 222) askıya alınması da kilit bir unsurdur. Mahkemeler ve eğer varsa
parlamento sadık yandaşlarla doldurulur. Temel demokratik haklar ve siyasal sürece katılım (s. 222, 227)
kısıtlanır ya da ortadan kaldırılır; bütün muhalefet şu ya da bu ölçüde şiddetle bastırılır. Özellikle 20.
yüzyılda birçok diktatör iktidara demokratik süreçlerle gelmiştir. Bunlar sözde demokratik bir görünüm
verilen güdümlü seçimlerle yönetimlerini meşrulaştırırlar.
Totaliter Diktatörlükler
Topluma kapsamlı bir yeni değerler sistemini benimsetmeye ve otoritelerini genel yaşamın kişisel
alanlarına kadar genişletmeye çalışan siyasal yönetim biçimlerine “totaliter” diktatörlükler denir,
insanları devletle ve devlete bağlı kuruluşlarla bütünleştirmek için çocukluktan itibaren düşünsel
yönde güdümlemeyi amaçlayan kitlesel propaganda da ayırıcı bir özelliktir. “Devletin düşmanlarına”
karşı keyfi terör özgür iradeleri kırmaya ve halkı yönlendirilebilen uysal bir kitleye dönüştürmeye
yöneliktir. 20. yüzyılın komünist (s. 218) ve faşist (s. 220) diktatörlükleri tipik örnekler sayılır.
“Etnik Temizlik”
MİLLİYETÇİ REJİMLER kendi etnik topluluklarını diğerlerinin hepsinden üstün sayarlar ve sınırları
içinde etnik ya da dinsel bakımdan homojen bir nüfus yaratmaya çalışırlar. Eğer gerekirse, bu amaca zor
yoluyla ulaşılır. Özellikle 20. yüzyılda istenmeyen topluluklara karşı sistematik sürgünler ya da
soykırımlar, başat etnik topluluğa daha avantajlı barınma ya da yaşama koşulları sağlamıştır.
AVRUPA'DA 1991’de çok-etnik yapılı Yugoslavya'nın bölünmesi ulusal sınırlar konusunda kapışan eski
cumhuriyetler arasında yıllarca süren savaşların fitilini tutuşturdu. Bu çatışmalara bütün tarafların
azınlıklara karşı işlediği vahşice suçlar eşlik etti. Olayların tırmanmasının asıl sorumlularından biri
olarak görülen Sırbistan devlet başkanı Slobodan Miloseviç 1999’da bir BM mahkemesine çıkarıldı.
İran'da bugün de saygıyla anılan Ayetullah Humeyni, 1979’daki İslam Devrimi’nin ruhani önderiydi ve
1989’a kadar ‘rehber’ sıfatıyla ülkeyi yönetti.
Modern diktatörlükler genelde otokratik yönetim tarzlarını halka haklı göstermek için bir
ideolojiye dayanırlar, ilk başta uluslararası bir yönelim taşıyan komünist sistemler (s. 218) bir yana
bırakılırsa, bu konuda en önemli referans noktası ulustur. Diğer uluslardan farklılaşmayı sağlamak
amacıyla ortak kültür, din, köken ya da gelenek, propagandacı bir yaklaşımla şişirilir.
Bu da esas olarak bireyin kendisini yönetimle daha fazla özdeşleştirmesine hizmet eder.
Latin Amerika'daki birçok askeri diktatörlüğün (s. 220)yanısıra Afrika'nın klan ağırlıklı hükümetlerinin
çoğu böyle milliyetçi özellikler
taşımıştır ve taşımaya devam ediyor. Ancak birçok komünist diktatörlüğün de bu tür milliyetçi unsurlara
bilinçli olarak başvurduğu söylenebilir. Sovyet diktatörü Stalin (s. 218) ülkesinde komünizmi inşa etmeye
çalışırken böyle bir tutum izlemişti.
Romanya diktatörü Nikolay Çavu-şesku 1974’ten sonra “bütün Ru-menlerin önderi” sanını benimsedi ve
kendisini büyük ulusal kahramanların arasına kattı. Halen kalan son Stalinist sistem olarak Kuzey Kore'yi
yöneten rejim gittikçe ulusal değerleri öne çıkarıyor. Aşırı milliyetçilik çoğu kez etnik ya da
dinsel azınlıkların sindirilmesine yol açar,
Srebrenitsa Anneleri Derneği Başkanı Hajra Eatiee, Srebrenitsa katliamında hayatlarını kaybedenlerinin
fotoğraflarının bulunduğu duvarın önünde. Hajra Eatiee bu katliamda kocasını ve oğlunu da kaybetmiş,
genciyle yaşlısıyla 8.000'den fazla erkek Sırp ordusu tarafından Srebrenitsa'da katledilmişti.
ideolojik diktatörlüğün özel bir biçimi, bir ilahi hukuku kendisine dayanak yapan teokrasidir. Bu sistemin
başında “ilahi” ya da “ilahi takdirle seçilmiş” bir hükümdar ya da din adamı yer alır. Devlet ve din işleri
tek bir yapıda bütünleşir. Mısır, Çin ve Hindistan’daki ilk devlet sistemlerinin (s. 212) çoğu teokrasilerdi.
Batı kültürü dünyasında bu yapının günümüzde süren tek örneği Hıristiyan Vatikan devletidir.
İran’da 1979’daki “İslam Devrimi”nden beri dünyanın en güçlü teokrasisi iktidardadır. “İslam
Cumhuriyeti”nin demokratik biçimde seçilmiş bir parlamentosunun ve devlet başkanının bulunmasına
karşın, bunların gücü büyük ölçüde sınır-lan-mıştır. On iki kişilik “Vesayet şurası”nın bütün yasaları ve
yönetmelikleri İslam ilkelerine uygunluk açısından denetleyerek onaylaması gerekir.
Uzmanlar Meclisi’nce seçilen “velayet-i fakih” dinsel
önder olarak en yüksek makamı temsil eder. Silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır, başyargıcı atar ve
tek başına devlet politikalarına yön verir. Bir anlaşmazlık çıktığında, ruhban kesim her zaman son
kararı verir.
Nikolay Çavuşesku Romanya’yı 1974’ten 1989'a kadar “Securitate" denen güçlü gizli polis
örgütünün yardımıyla yönetti.
LENİNİZM VE STALİNİZM
Lenin tarihte bir ilki başararak, Rusya'da sosyalizm adına bir rejim kurdu (s. 230). Ortaya attığı
“proletarya diktatörlüğü” kavramı sonraki komünist devletleri büyük ölçüde etkiledi. Ardılı Stalin, parti
diktatörlüğünü kanlı bir otokrasiye dönüştürdü.
Lenin 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni (SSCB) kurdu.
19. yüzyılda Alman filozof Kari Marx kapitalizmden proletarya diktatörlüğüne geçişi, devlet iktidarının
oto-matikman proletaryaya aktarılacağı zorunlu bir tarihsel süreç olarak nitelendirdi (s. 230). Oysa 20.
yüzyıl başlarında Rus sosyalist Vladimir Lenin sınıf mücadelesinde proletaryayı, yani mülksüz işçi
sınıfını ancak “yeni türden bir parti”nin zafere
taşıyabileceği doktrinini geliştirdi. Buna göre siyasal bakımdan yetişkin bir profesyonel
devrimciler çekirdeği proletarya diktatörlüğünü zorla gerçekleştirmeli ve sıradan halkı eğiterek
sosyalistleştirmeliydi. Rusya’nın azgelişmiş bir kapitalizm aşamasında bulunması nedeniyle, Marx’ın
“tarihsel zorunluluk” saptaması atlanmalı ve devrim olabildiğince erken yapılmalıydı. Çarlık
imparatorluğuna karşı 1917 Devrimi dünya çapında komünist devrimin başlangıcı olacaktı.
Lenin’in yandaşı Bolşevikler Rusya'da 1918’de bir darbeyle iktidara gelince, otoritesini
sistematik biçimde devlete ve topluma dayattı. Serbest seçimle oluşturulan parlamento kapatıldı, sosyalist
olmayan basına ve partilere yasaklar getirildi, kilisenin nüfuzu kısıtlandı. Mahkemelerin bir kişinin
davranışını sosyalist toplumdaki işlevine göre yargılayan ve evrensel insan haklarını (s. 222) tanımayan
sosyalist hukuku uygulaması zorunlu kılındı. Bu yeni doktrinin muhalifleri “devrim düşmanı" diye
damgalanarak, devletin gizli polisince sindirildi. Bütün üretimi merkezden planlamak ve denetlemek
üzere muazzam bir idari aygıt yaratıldı. Devletçi ekonomiye karşı 1923'ten sonra özellikle çiftçiler
arasında gelişen muhalefet karşısında, Lenin ürünlerini devlet yerine açık pazara satmalarına izin verdi.
Partinin ülke üzerindeki denetimi henüz sınırsız değildi.
Ülke 1928'den sonra Lenin'in ardılı Josef Stalin'in yönetimi altında tam bir totaliter diktatörlük (s. 216)
altına girdi. Çiftçiler acımasızca bastırılarak kolektifleşmeye, yani devlete
ait kolektif bir işletmede yer almaya zorlandı; aşırı bir sanayileşme programı yürütüldü. Gerçek ve sözde
siyasal muhalifler partiden tasfiye edildi; ordu ve idarede düzenli “temizlik” yapıldı. 1938'e
varıldığında, Stalin eski parti ve devlet elitlerinin neredeyse hepsini öldürtmüştü. Onların yerini alan
sadık görevliler emsali görülmemiş bir kişi kültünü yarattı. Komünist partinin Leninist diktatörlüğü
milyonlarca can pahasına tek adam diktatörlüğüne dönüştü. Bugün bile tek kişinin ya da küçük bir grubun
mutlak iktidarını sosyalist bir ideolojiyle maskeleyen böyle rejimler “Stalinist” olarak anılır.
Komintern
Lenin'in girişimiyle bütün komünist partiler dünya genelinde “proletarya diktatörlüğü”nü sağlamak
amacıyla 1919'da “Komünist Enternasyonal” (Komintern) çatısı altında biraraya geldi. Üye partilerin
önderliğe bağlı olması şarttı. Sovyet partisinin başından itibaren sahip olduğu büyük nüfuz nedeniyle
ulusal partiler gittikçe bağımsızlıklarını yitirdi. Stalin’in yönetiminde “Komintern” tamamen Sovyet
diktatörünün bir dış politika aletine dönüştü. Yine onun keyfi kararıyla 1943’te dağıtıldı.
ÖZEL BİLGİLER
STALİN aslında bir rahip olmak istiyordu, ama devrimci uğraşlarından dolayı ilahiyat okulundan atıldı.
1917 DEVRİMİ öncesinde Lenin sürgünde olduğu İsviçre’den Rusya’ya ancak Alman yardımıyla
geçebildi.
MAOCULUK—KÖYLÜ KOMÜNİZMİ
Mao Zedung Çin’e kendi Marksizm-Leninizm çeşitlemesini dayattı. Ekonomideki yeni yönelime karşın,
ülkenin devlet ve parti önderliği hâlâ Mao’yu temel kaynak saymaktadır.
KIZIL KM ERLER Kamboçya Komünist Partisi saflarından çıkan bir gerilla birliğiydi.
Pol Pot 20. yüzyılın en akıl almaz terör rejimlerinden birini kurdu.
KAMBOÇYA’DA Pol Pot önderliğindeki Kızıl Kmerler 1976’dan 1979’a kadar Maoculuğun kendine
özgü kanlı bir sapkınlığını uyguladı. Ülkeye komünist bir köylü devleti yaratmaya yönelik bir sosyal
şekillendirme sürecini dayattı. Bütün kentsel nüfus -çocuklar, yaşlılar ve hatta hastalar dahil- kırsal
kesime göç ettirilerek, çiftçilere köle işçiler gibi hizmet etmeye zorlandı.
TARIMSAL ÜRETİMİN beklendiği gibi yükselmemesi üzerine, Pol Pot halkı sistematik olarak yok
etmeye yöneldi. Aydınlar özellikle hedef seçildi ve binler-cesi “işe yaramaz yiyici” sayılarak öldürüldü.
Gözlük takmak aydın tanımı için yeterli bir ölçüydü. Yaklaşık 2 milyon Kamboçyalı teröre kurban oldu.
Vietnam birliklerinin 1979’da iktidardan düşürdüğü Pol Pot 1998’de intihar etti.
Pekin 'deki Tiananmen Meydanı'nda Yasak Kerıt'e girişi süsleyen bir Mao portresi.
Çin’de Mao Zedung’un önderliğinde komünist bir rejim hayata geçirildi. Bir halk cumhuriyetinin
kurulduğu 1949’dan sonra Lenin’in doktrini genişletilerek Çin’in özgül koşullarına uyarlandı. Mao’nun
komünist devrimi gerçekleştirmeye ilişkin yorumu saf Marksist-Leninist doktrinden temelde farklıydı.
Dünya çapındaki bir komünist devrime ileri derecede sanayileşmiş Batı ülkelerinin ve hatta Sovyetler
Birliği’nin değil, Çin gibi gelişmekte olan tarım ülkelerinin öncülük edeceği kanısındaydı. Ayrıca kentsel
proletar-
yadan ziyade kırsal kesimdeki köylüleri devrimin taşıyıcısı olarak gördü. Toprak ağalarına karşı
bir gerilla savaşı devrimi kentlere taşıyacak ve böylece tutuşan bir halk savaşı sosyalist bir
devrimi başlatacaktı.
S ürekli Devrim
Mao Zedung uygulamada esasen Sovyet ideolojinin dışına pek çıkmadı. Ödünsüz bir tavırla
komünist partinin otokratik otoritesini zorla dayattı ve aynen Stalin gibi, büyük bir ulusal kahraman olarak
yüceltilmesini sağladı. Öncelikle tarımda kolektifleştirmeye yöneldi. Ama bir yandan da Batı dünyasının
ileri sanayi düzeyine yetişmek amacıyla, ülkede 1958'den 1960'a kadar “ileriye Doğru Büyük Atılım”
çerçevesinde ağır sanayi dallarını kurmaya çalıştı. Bu sürece damgasını vuran büyük ölçekli çelik
üretimi kampanyası ve komünlerin kurulması Çin'in büyük nüfusundan yararlanmaya yönelikti.
Maocu felsefeye göre, sosyalist devrim sürekli devingen olmalıydı ve aynı zamanda insanların tutumları
sıkı bir eleştiriye tabi tutulmalıydı. Halkın sosyalist anlayışla “yeniden eğitilmesi” için özel kampanyalar
yürütüldü.
Mao’nun 1966’da başlattığı ve resmen ancak 1976'da onun ölümüyle sona eren Kültür Devrimi’nin amacı
Çin toplumunu “iç düşmanlardan “temizlemek" ve “çürümüş burjuva” düşüncesini ortadan kaldırmaktı.
Bu dönemde bağnaz parti kadroları Çin’in kültürel zenginliğini yok etti; okumuş elitler halkın
önünde aşağılandı.
Mao’nun Mirası
Maocu model özellikle Vietnam, Kuzey Kore ve Laos gibi gelişmekte olan komşu ülkelerde birçok
komünist hareketi etkiledi. Hatta Arnavutluk yönetimi 1961’de Maoculuğu resmî devlet doktrini ilan etti.
Sovyet bloğunun 1989 ve 1991’de çöküşünden sonra Mao-culuk değişti. Mao’nun ölümünden sonra ülkeyi
Batı dünyasına gittikçe açan devlet ve parti önderliği bir “sosyalist piyasa ekonomi”sini benimsedi.
Dahası, komünler dağıtıldı ve bireysel haklar genişletildi. Ama Mao’nun Şkirle-rine resmen bağlı kalma
çizgisi
sürdürüldü. Komünist partinin iktidar tekeli az sayıda siyasal muhalife gösterilen hoşgörüyle hâlâ capcanlı
ve sağlam duruyor.
Roma’da 1942 Dünya Fuarı için Mussolini'nin planına göre düzenlenen alan bunun bir örneğidir.
Üstün bir öndere bağlı faşist ideoloji özellikle Avrupa’da 20. yüzyıl başlarının ayırıcı bir özelliğiydi. Bu
düşünce bazı otoriter askeri diktatörlüklerde de geçerlilik kazandı.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’da eski sosyalist Benito Mussolini’nin çevresinde bir milliyetçi hareket
gelişti. Bu kesim Eski Roma’nın iktidar sembolü olan huş ağacı değnekleri demetine (Latince fasces)
atfen kendisine “faşist” adını taktı. Mussolini 1924’te bir yönetim krizinden yararlanarak demokratik
kurumlan ortadan kaldırdı ve tamamen yeni türde bir lider diktatörlüğü kurdu. Bunu örnek alan sağcı
milliyetçi hareketler zamanla dünya genelinde siyasal güç kazandı. Böylece 1945’e doğru ispanya,
Almanya ve Portekiz'de parlamenter demokrasilerin yerini faşist yönetim sistemleri aldı.
Çeşitli ülkelerdeki faşistlerin çok farklı hedefler gütmesi nedeniyle, yekpare bir faşizm doktrininden
söz etmek zordur, ideolojik bakımdan hepsinin ortak yanı modern çağın siyasal akımlarına karşı
çıkmaktı. Belirgin biçimde anti-komünist, anti-kapitalist, anti-demokratik ve anti-liberal yönelimleri
İtalyanların “Duce" olarak andığı Benito Mussolini faşistler için bir modeldi.
vardı. Faşist hareketler şiddeti bir siyasal araç olarak yüceltiyor ve propaganda yoluyla ulus üstünlüğünü
işliyordu. Askeri örgütlere benzer bir yapıya dayanıyor ve bütünleştirici önderin çevresinde bir kült
oluşturuyordu. Halk iradeden yoksun, isteğe göre şekil verilebilecek ve önderin iradesine koşulsuz boyun
eğmesi gereken bir “yığın” olarak görülüyordu. Faşistlerin bütün toplumsal alanlara sızma ve önder ile
halk arasında mutlak bir bütünleşmeyi zorla sağlama emeline nasyonal sosyalistlerin yönetimindeki
Almanya’da neredeyse ulaşıldı (s. 221).
21. YÜZYIL
SOLCU PARTİLER bugün de siyasal muhaliflerini faşistlik kuşkusu altında bırakmayı sürdürüyor.
Faşist ideolojinin anti-komünizm, gençliğin eğitiminde askeri ülküler ve aşırı ulusal gurur gibi
klişeleri daha sonraları otoriter askeri dikta-törlüklerce kısmen benimsendi. Özellikle Güney Amerika
ve Afrika’nın sosyal bakımdan istikrarsız ülkelerinde, subay grupları 1960'tan sonra genellikle
istikrarı sağlama ve yapısal reformlar yapma gerekçesiyle zorla iktidarı ele geçirme yolunu buldu.
Örneğin, Şili (1973-1990), Arjantin (1976-1983) ve Yunanistan’da (1967-1974), acımasız diktatörlükler
kuruldu, demokratik haklar askıya alındı ve muhalefet cephesindeki binlerce kişi tutuklandı ya da
öldürüldü.
Diğer askeri diktatörlüklerde -örneğin geçmişte Brezilya'da (1963-1988) veya bugün Pakistan’da- çoğu
kez görüldüğü üzere, iktidarı tehlikeye düşürmediği sürece göstermelik demokratik unsurları
diktatörlükle bütünleştirme yoluna gidildi. Bu unsurlar arasında sınırlı serbest seçimler ve kısıtlı bir ifade
özgürlüğü de vardı. Söz konusu ülkelerin çoğunda yavaş bir demokratikleşme süreci başlamış
olmasına karşın, ordu iktidar mücadelesinde önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Özellikle gelişmekte
olan ülkelerde ordunun çoğu zaman dikta
GENERAL FRANCİSCO FRANCO Ispanya'yı 1936'dan 1975'e kadar neredeyse mutlak yetkiyle yönetti.
Francisco Franco
Franco Rejimi
İSPANYA’DA Francisco Franco’nun 1936’da kurduğu kısmen faşist, kısmen otoriter diktatörlük
1977’deki serbest seçimlerle sona erdi. Milliyetçi Franco cumhuriyetçi hükümeti ordunun yardımıyla
devirdikten sonra, kendisini “bütün İspanyolların önderi" ilan etti ve her türlü muhalefeti acımasızca
bastırdı. Böylece kurduğu mutlak otorite faşist Falanj partisinin, ordunun ve şaşırtıcı biçimde Katolik
kilisesinin bağlılığına dayanıyordu. Kiliseye çok sayıda ayrıcalık tanıdı ve Katolikliği İspanyol ulusunun
tek mezhebi ilan etti.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA tarafsız kalan Franco 1947’de monarşiyi resmen geri getirdi, ama bütün
iktidarı kendi elinde tuttu. Uluslararası baskı sonucunda ekonomi 1959’da liberalleştirildi, sansür
gevşetildi ve yurttaşlara sistemle çatışmama çerçevesinde bazı sınırlı haklar verildi. Franco’nun
1975’teki
Francisco Franco cumhuriyetçiler karşısındaki zaferinden sonra bir geçit törenini izliyor.
törle bağlantılı olduğu, ama kimi zaman ondan bağımsız davrandığı görülüyor.
Adolf Hitler 1933’te Almanya’da insanlığı aşağılayan ve ancak acılı bir savaşın sonunda yıkı-labilen bir
rejim kurdu. Totaliter “Führer” (Almanca “Önder”) devletine damgasını vuran özellik çekişen iktidar
yapılarının kafa karıştırıcı birlikteliğiydi.
Faşizmin bir çeşidi olan nasyonal sosyalizm, merkezinde Adolf Hitler'in yer aldığı bir hareket olarak
Almanya’da 1933’te iktidara geldi. Harekete tamamen kendine özgü bir ideoloji kazandıran unsur ise
aşırı ırkçılıktı.
Hitler kendi ırk teorisinin ilkeleri doğrultusunda Avrupa'yı baştan aşağı yeniden düzenlemeye çalıştı. Bu
teorinin çıkış noktası ırksal bakımdan en üstün halk Ârilerin efendi olarak aşağı ırkları yönetmesi
gerektiğiydi. Böyle bir amaçla 1939'da başlattığı savaş özellikle Doğu Avrupa’da milyonlarca
insanın yaşamına mal oldu. Nasyonal sosyalist iktidar sistemi ancak başını büyük devletlerin (İngiltere,
Fransa,
İkili Devlet Yapısı
Alman siyaset bilimci Emst Frân-kel 1940/1941’de sürgündeyken, nasyonal sosyalizmin iktidar ilkelerini
inceledi. Ona göre, Alman terör rejimi yapı olarak farklı, ama birbirine bağlı iki yönetim sistemine
ayrılabilirdi. Bunlaryerleşik yasaların yürürlükte olduğu ve normallik görüntüsünü sağladığı kuralcı devlet
ile bu yasaların çiğnendiği ve siyasal takdir yetkisine göre keyfi biçimde uygulandığı ayrıcalıklı devletti.
ABD ve SSCB) çektiği bir uluslararası koalisyonun Almanya’yı kesin yenilgiye uğratmasıyla yıkılabildi.
Adolf Hitler çok kısa bir süre içinde Alman demokrasisini totaliter bir Führer diktatörlüğüne (s.
216) dönüştürdü ve nasyonal sosyalistlerin ideolojik ilkelerinin bütün siyaset ve toplum kademelerinde
evrensel geçerliliği savını zorla benimsetti. Temel haklar yürürlükten kaldırıldı, medyaya boyun eğdirildi
ve Hitler’in başında yer aldığı resmi devlet partisi (Nazi Partisi) dışındaki bütün siyasal partiler
yasaklandı. Ordu mensuplarının doğrudan Hitler’e kişisel sadakat yemini etmesi zorunlu hale getirildi.
Sanayi işçileri parti denetimindeki kitle kuruluşlarında örgütlenmeye mecbur bırakıldı. Boş zamanlar bile
rejim tarafından düzenlenirken, gençliğin eğitimine özel bir önem verildi. 1940’tan itibaren 10 ila 18 yaş
arasındaki çocuklar partinin gençlik örgütlerine katılmaya zorlandı.
Terör Aracı S S
Nasyonal sosyalist devletin başında hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir iktidar bloku yoktu. Çekişme
içindeki devlet ve parti örgütleri oldukça ka-otik bir yapıyla biraradaydı. Geriye
kalan tek başvuru makamı Hitler’di. Bütün baskı sistemi ilk başta devlet ve parti organlarından oluşan
kalın bir kördüğüm biçimindeydi. Ama Heinrich Himmler küçük bir elit birim olan “SS"İ (Schutzstaffel)
zamanla güçlendirerek rejimin ana iktidar aracı haline getirdi. Bu askeri birliği ve polis örgütünü sıkı
sıkıya birbirine bağladı ve sonunda nasyonal sosyalist devletin bütün terör sistemini denetim altına aldı.
Alman işgali altındaki topraklarda kurulan ve “istenmeyen” kişilerin sistematik biçimde işkenceden
geçirildiği ve/ veya öldürüldüğü toplama ve imha
Berlin'in Alman yurttaşlarının milliyetçilik gösterisi için Ağustos 1936’da Nazi bayraklarıyla donattığı
bir cadde.
kamplarından SS sorumluydu. Müttefik askeri mahkemesi 1946’da SS’İ bir cinayet örgütü olarak ilan etti.
1933'TEN İTİBAREN Yahudiler sistematik olarak toplumdan dışlandı. “Kırık Camlar Gecesi”nde (9~10
Kasım 1938) Yahudi evleri, mağazaları ve sinagogları yeriebir edildi.
NASYONAL SOSYALİSTLERİN bakış açısıyla başlıca düşman bütün uluslararası hareketlere hükmettiği
ve ulusal "saflığı” bozduğu düşünülen “uluslararası Yahudilik”ti. Naziler Almanya’da iktidara geldikten
hemen sonra yargı kararlarına, ekonomik yaptırımlara ve canice yollara başvurarak, Yahudi kökenli
bütün yurttaşları sistematik biçimde hayatın her alanından dışlamaya girişti.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN başladığı 1939’da Yahudiler önce gettolara ve çalışma kamplarına
sürüldü. Sovyetler Birliği’ne karşı 1941’de girişilen istiladan sonraki toplu idamlar bürokrasi eliyle
düzenlenen soykırımın habercisiydi. Avrupa’nın her yanından toplanan Yahudiler planlı yoketme
merkezlerine gönderilerek öldürüldü. En büyük Nazi “ölüm fabrikası” Auschwitz-Birkenau’da en az bir
milyon kişi esas olarak zehirli gazla yaşamını yitirdi.
kilit bilgiler
DEMOKRATİK YÖNETİM insan haklarını korumaya hizmet eder. DEMOKRATİK DEVLETLER serbest
piyasayı şu ya da bu ölçüde düzenleyici bir müdahalede bulunur.
Temel haklar ve güçler ayrılığı | Sivil toplum ve refah devleti | Demokrasinin temel biçimleri | ABD'hin
yönetim sistemi
DEMOKRASİNİN İLKELERİ
Bugün dünyada uygulanan demokratik yönetim sistemleri birbirinden çok farklıdır. Ama işleyen bütün
demokrasiler insan haklarını, güçler ayrılığını ve her yurttaş için oy hakkını öngören temel ilkelere
dayanır. Siyasal karar alan çeşitli organlar belirli bir süre için seçilirken, devlet kurumlan yasama ve
yargı erkleriyle kısıtlanır. Bu tip bir sistem sosyal çıkarların serbestçe gelişmesine fırsat verir.
© “Demokrasi bütün diğer yönetim biçimleri hariç en kötü yönetim biçimidir..."—Winston Churchill
Temel haklar güvencesi ve devlet gücü üzerinde kurumsal bir denetim bir demokraside iktidarın kötüye
kullanılmasını önleyen zorunlu yapısal unsurlardır.
“Bütün insanlar onur ve haklar bakımından özgür ve eşit doğar." BM Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948’de
ilan ettiği evrensel “insan Hakları Bildirgesi" böyle başlar. Bu metinle üye devletler yurttaşlık haklarının
ve siyasal hakların (örneğin ifade özgürlüğü hakkı) ya-nısıra her bireyin sosyal haklarını (örneğin çalışma
hakkı) korumayı neredeyse oybirliğiyle benimsedi. Yasal bakımdan bağlayıcı olmamasına karşın, bildirge
ülkeler üzerindeki siyasal ve ahlaki baskıyı arttırdı ve günümüzde devlet edimlerinin meşruiyeti açısından
insan haklannın tekörnek biçimde uyulan bir standart haline gelmesine katkıda bulundu.
yukarıda: 20Q6'da kurulan BM insan Haklar Konseyi'nin amacı dünya genelinde yurttaşlık haklarını
korumaktır.
bir demokraside devletin bütün kararları anayasaya tabidir. Sonuç itibariyle, meşru bir demokratik
Baron de Montesquieu 1748'de “Yasaların Ruhu ” adlı eserinde güç ler ayrılığı sistemini ilk kez
ortaya koydu.
Demokrasi, yönetimin yurttaşlarca belirlenmesi düşüncesinden doğar. Ancak yurttaşların siyaseti
etkileme gücü hiçbir kuralla bağlı olmadıkları anlamına gelmez. Bütün yurttaşlar devletin aldığı kararlara
uymak zorundadır ve işlenen suçlar devletçe kovuşturulur. Bir demokraside devlet gücünün kötüye
kullanılmasını önleyen iki ana ilke vardır. Bunlardan biri iktidarın farklı erklere bölünmesini sağlayan
güçler ayrılığıdır; diğeri ise özgürlüğe ilişkin temel hakların yasalarla güvence altına alınması ve bunların
özünde çiğnenmesine karşı her bireyin korunmasıdır.
Bireysel Haklar
Her kişi korunması gereken bireysel haklara sahiptir; bu anlayışın kökleri Aydınlanma çağına (s.
330) iner. Özgürlük ve eşitlik sağlayan soyut insan hakları modern demokratik anayasalarda kural
olarak bütün yurttaşlara tanınmış somut temel haklar biçiminde açıkça güvence altına alınır. Bu temel
haklara uyulması siyasal bakımdan tarafsız mahkemelerin yasal edimleriyle sağlanır.
Her demokrasi temel haklara dayanır. Öncelikle, temel haklar yurttaşın kendisini devlete karşı savunma
hakkını yansıtır ve ayrıca devletin siyasal yaşamına katılma hakkını güvence altına alır. İşleyen yönetişim
sistemi özgürlüğe ilişkin bireysel hakları korur.
Güçler Dengesi
Demokratik anayasalarda içiçe geçmiş güçler ayrılığı ilkesi devlet yapısında bu yurttaş
özgürlüklerini güvence altına almaya ve iktidarın
Fransız Ulusal Meclisi’nin kabul ettiği insan Haklar Bildirgesi demokratik bir anayasal devletin yolunu
açtı.
tek merkezde toplanması tehlikesini önlemeye yöneliktir. Devletin üç ana işlevi olan yasama, yürütme ve
yargı erkleri ilke olarak birbirinden bağımsız olan ve diğerlerinin anayasal çerçevede kalmasını sağlayan
ayrı devlet organlarına (parlamento, idare, mahkemeler) verilir. Başkanlık sistemine
dayalı demokrasilerde (s. 224) bu erkler sıkı sıkıya birbirinden ayrılmıştır; ama görevlerini yerine
getirirken karşılıklı denetim sistemiyle birbirine bağımlıdır. Parlamenter demokrasilerde (s. 224)
yasama (parlamento) ve yürütme (idare) içiçe geçmiştir; denetim parlamentodaki muhalefetle,
sözgelimi soruşturma komiteleri aracılığıyla uygulanır. Yargı ise iktidarı dengelemek açısından her
ikisinden de bağımsız kalır.
İstikrarlı bir demokrasi yurttaşların aktif katılımını gerektirir. Devlet organları demokratik düzeni korur
ve ayrıca değişen derecelerde yurttaşlarına asgari ekonomik refahı sağlar.
bir ölçüde merkezi hükümetten alınıp yerel birimlere verilmesini sağlar.
Almanya'da demokrasiyi dışa karşı güçlendirmek üzere devlete bağlılık yemini eden askerler.
Hükümetin karar alma süreçleri üzerinde etkili denetim kadar önemli bir nokta şudur: Bir
ülkedeki demokratik kültürün niteliği her şeyden önce aktif bir yurttaşlığa dayanır. Yurttaşlar sadece
birkaç yılda bir seçimlerde oy atmakla kalmaz; siyasal partiler, dernekler, yurttaş grupları ya da
komiteler aracılığıyla günlük yaşamdaki çıkarlarını savunmaya da aktif biçimde katılır (s. 227). Böylece
yurttaşların dertleri ve sorunları kamusal düzeye taşınarak, demokratik kurumlar siyasal karar alma
sürecini etkiler ve belirler. Bu da çeşitli yurttaş gruplarının çıkarlarını aynı ölçüde ve açıkça dile
getirebilecekleri bir kamusal alanı gerektirir.
ABD’dekine benzer federal yapılı bir devlet sistemi böyle bir sivil topluma elverir; çünkü karar alıcı
makamlar olabildiğince dağıtılmıştır.
Sosyal-siyasal dengeleme mekanizmaları ve ekonomik özgürlük siyasal özgürlükten pek ayrılamaz. Öte
yandan, serbest bir ekonomi demokrasiyi pekâlâ tehlikeye düşürebilir. Yarattığı sosyal ve ekonomik
dengesizliklerle, demokratik düzenin meşruiyetini tartışmalı hale getirebilir.
Bu nedenle bütün demokratik devletler serbest piyasa ilkesine düzenleyici bir yaklaşımla az ya da çok
müdahalede bulunur. Örneğin, iş dünyasının belirli çalışma, sağlık ve çevre standartlarına uyması zorunlu
kılınır, işsizlik, emeklilik ve sağlık sigortalarına dayanan kapsamlı bir güvenlik sistemi insanları aşırı
sosyal risklerden korumaya yöneliktir. Olağanüstü durumlarda devletin sosyal refah düzeni asgari bir
ekonomik standardı güvence altına alır.
Bir devletin sosyal hizmetlerinin kapsamı sonuçta hükümetin siyasal yönelimine bağlıdır.
Sözgelimi, sosyal demokrat (s. 230) yönelimli İskandinavya ülkelerinde yurttaşlara kapsamlı sağlık
hizmeti sunma amacı gözetilirken, ABD gibi geleneksel liberal devletlerde (s. 229) devlet güvencesi
altındaki sosyal güvenlik sistemi daha zayıftır. Böylece yurttaş kendisini sosyal risklere karşı koruma
sorumluluğunu taşır.
Demokratik devletin iki ana işlevi vardır: Mahkeme ve polis gibi devlet Federal devletlerde ortak
özyönetime ağırlık ve-organlarının işlerliğini rilir. sağlamak; liberal anayasayı içeriden ve dışarıdan
gelecek haleye ve temel haklan askıya al-tehlikelere karşı korumak. Her maya ne ölçüde
başvurabileceği şeyden önemlisi, toplumdaki anti- tartışmalıdır, demokratik güçlerden korunmayı bir
demokraside düzenlemek güçtür. Devietin açık bir kamuoyu oluşturma sürecine kısmen müda-
ABD'de federal kolluk görevini yerine getiren Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) amblemi
Yüksek Endişe
ÖZEL GÖREVLİLERE devletin iç ve dış güvenliği açısından önem taşıyan gizli bilgileri toplama ve
siyasal karar alıcılara aktarma yetkisi verilir. Soruşturmalar esas olarak demokratik düzene karşı
girişimleri önlemek için yürütülür; bu süreçte telefon ya da posta iletişiminin gizliliği gibi temel yurttaşlık
haklan askıya alınabilir.
DEMOKRASİLERDE yetkilerin keyfi biçimde kötüye kullanılmasını önlemek açısından gizli polis
örgütleri genellikle parlamentonun denetimine tabidir; ama istihbarat çalışmalarının açıkyürütülmemesi
nedeniyle bu denetimin etkililiği çoğu kez tartışmalıdır. 11 Eylül 2001 olayının ve başka bir dizi terörist
saldırının ardından, başta ABD olmak üzere birçok devlette güvenlik kurumlarının yetkileri büyük ölçüde
genişletilmiştir.
Yurttaşlara dönük bir “gizli dinleme operasyonu" için her şey hazır; bir mikro-aktancı, bir gizli mikrofon
ve bir telefon devre kartı.
Günümüz demokrasileri başkanlık sistemi ve parlamenter sistem olarak ikiye ayrılabilir. Halk
birincisinde devlet başkanını, İkincisinde parlamentoyu seçer.
Yolsuzluk ve esrarengiz karar alma yapıları Afrika'daki birçok sözde demokratik devletin ayırıcı
özellikleridir. Kenya'nın devlet başkanı Mwai Kibaki 2005'te kabinesini dağıtmıştı.
Otoriter Demokrasiler
1990’LARDA özellikle Afrika ve Asya’da, ayrıca Avrupa’nın bazı eski komünist devletlerinde (örneğin
Rusya) teknik bakımdan demokratik sayılan, ama otoriter eğilimler taşıyan birçok yönetim sistemi ortaya
çıktı. Serbest seçimlerin güvence altına alınmasına ve demokratik kurumlara yer verilmesine karşın, bu
sistemlerde devletin yurttaşlık hakları müdahalesine karşı koruma ve iktidar üzerindeki denetim genellikle
yetersizdir.
ÇOĞU ZAMAN parlamento dışında canlı bir sivil toplumun gelişebileceği özgür demokratik yapılar
yoktur. Basın özgürlüğüne genelde kısıtlamalar getirilebilir. Söz konusu devletlerin çoğu eskiden
diktatörlüğe dayandığından, bu durum gelişkin demokrasiye doğru kısa süreli bir geçiş aşamasını
yansıtıyor olabilir.
“Kusurlu" demokrasilerde hükümeti protesto eden göstericiler devletin baskıcı önlemlerine karşı her
zaman korunmaz (Rusya’dan bir kare).
Parlamenter demokrasilerde şimdiki İngiliz kraliçesi gibi devlet başkanlarının çok az siyasal gücü vardır.
Temsili demokrasilerde halk sözgelimi eski Atina’da olduğu gibi (s. 215) siyasal konular için
doğrudan oy kullanmaz. Bunun yerine anayasada öngörülmüş devlet organlarına seçilen temsilciler halk
adına siyasal kararlar alır. Temsilcilerin kural olarak sadece kendi vicdanlarına karşı sorumlu
olmalarına karşın, yeniden seçilmek için düzenli aralıklarla halkın karşısına çıkma gereği bir baskı
yaratır.
Çeşitli temsili demokrasilerde esas olarak parlamento, idare ve devlet başkanı arasındaki ilişkiler
açısından farklılık gösteren iki temel yönetim biçimi gelişmiştir.
Parlamenter Demokrasiler
Parlamenter yönetim sisteminin geçerli olduğu Almanya ya da İtalya gibi ülkelerde, devlet başkanını
seçen parlamento aynı zamanda onu istifaya zorlayabilir. Hükümet parlamentonun güvenoyuna bağlıdır;
bu yapıya genellikle parlamento çoğunluğuyla yakın işbirliği eşlik eder. Hükümetin
parlamentoda çoğunluğu yitirmesi halinde, devlet başkanı çoğu kez yeni parlamento seçimini isteme
hakkına sahiptir. Yürütmenin başında esasen temsili ve törensel işlevleri yerine getirmek üzere seçilmiş
bir cumhurbaşkanı ya da İngiltere ve Hollanda’da olduğu gibi bir hükümdar yer alır.
Başkanlık Demokrasileri
ABD’dekine benzer başkanlık sistemlerinde, parlamento ya da yasama organı ile hükümet açık seçik
birbirinden ayrılmıştır. Halkın doğrudan yürütmenin başına seçtiği kişi hem devlet başkanı, hem de
hükümet başkanı işlevini görür. Yasama organından bağımsızdır ve onun oyuyla görevden alınamaz.
Buna karşılık, o da yasama organını dağıtamaz. Birçok ülkede başkanlık ve parlamenter demokrasi
unsurlarını barındıran karma bir yönetim biçimi vardır. Örneğin, Fransa ve Finlandiya’da doğrudan
seçilen bir cumhurbaşkanı ve bir başbakan parlamentonun güvenoyuna bağılıdır ve hükümet
yetkilerini paylaşır.
Doğrudan Demokrasiler
Bütün temsili demokrasilerde yurttaşların doğrudan katılımının (s. 223) sınırlı biçimleri vardır.
Özellikle federal yapılı devletlerde, yurttaşlar belirli bir konuya destek vermek üzere bölgesel düzeyde
yeterli imza
ÖZEL BİLGİLER
dönemlerinde daha doğrudan bir demokrasi isteği daha gür dile getirilir.
toplayarak parlamentoya bir yasa tasarısı sunabilir. Hükümet ve parlamento da önemli konularda
referandum yoluyla halkın görüşüne başvurabilir; ama bu şekilde alınan kararlar hükümet her zaman
için bağlayıcılık taşımaz.
Fransa cumhurbaşkanı Jacçues Chirac gibi doğrudan seçilen devlet başkanları bağımsız kararlar almaya
yetecek güce sahiptir.
Güçler Ayrılığı
ABD ANAYASASI UYARINCA üç yönetim erki bir karşılıklı denetim sistemiyle dengelenmiştir. Yasama
organı ayrı eyaletlerin çıkarları arasında dengeyi sağlar. Senato her eyaletçe altı yıl görev yapmak üzere
gönderilen ikişer senatörden oluşur. Her altı yılda eyalet yurttaşlarının
oyuyla yeniden seçilir. Buna karşılık Temsilciler Mecli-si’nin 435 sandalyesi eyaletlerin nüfus
büyüklüğüne göre dağıtılır ve üyeler iki yıllık bir süre için görev yapar.
Kongre
Temsilciler Senato
Temsilci ikişer)
A, ▲
Altı yıllık görev süresi (her iki yılda bir üçte bir yenileme)
ABD’deki yönetim sisteminin ayırıcı özelliği tek bir grup ya da kişide aşırı yetki toplanmasına karşı
koymadır. Başkanın güçlü konumuna karşın, yönetim birçok omuza yüklenecek biçimde paylaşılmıştır.
Sözgelimi, yasa çıkarma yetkisi sadece Kongre’dedir.
ABD 50 eyaletten oluşan bir federal devlettir. Katı güçler ayrılığına dayalı bir cumhuriyeti öngören 1787
anayasası hâlâ yürürlüktedir (s. 222). Yürütme erki başkanın, yasama erki ise, Senato ve Temsilciler
Meclisi'nden oluşan Kongre'nin elindedir; en yüksek yargı makamı ise Yüksek
1787 anayasası “Halk olarak biz" sözleriyle başlar.
Mahkeme’dir (s. 248). Her eyalet birçok alanda federal yönetimden bağımsız olarak kararlar
alabilir. Eyaletlerin siyasal yapısı genelde federal devletinkiyle aynıdır; aradaki tek fark yönetimin
başında doğrudan seçilen bir valinin yer almasıdır.
Başkanın Gücü
ABD'de başkan federal düzeyde iktidarın odak noktasıdır. Başkan, yardımcısıyla birlikte dört yıllık bir
dönem için seçilir. Yurtdışında ülkeyi temsil eder, dış politikayı şekillendirir ve tek başına
uluslararası antlaşmalara varma yetkisini taşır. Anayasada öngörüldüğü gibi, silahlı kuvvetlerin
başkomutanıdır. Başında bulunduğu Beyaz Saray Ofisi, bütün siyasal alanlarda ona danışmanlık eder
ve öneriler hazırlar. Başkan ancak Kongre’nin mahkemeye verme kararıyla görevden alınabilir; bunun
için anayasanın hangi hükümlerinin çiğnendiğinin kesin olarak saptanması gerekir. Ama başkanlık
yetkilerinin kapsamı neredeyse sınırsız gibi görünür. Başkanın nüfuzu büyük ölçüde diğer yönetim erkleri
karşısındaki girişkenliğine bağlıdır.
Başkanın gücüne getirilmiş önemli bir sınırlama, resmen başında bulunduğu yürütme erkinin yapısında
yatar. Her bir politika alanına ilişkin siyasal sorumluluk birçok farklı makama dağılmıştır; yetki alanları
çoğu kez örtüşen bu makamlar sıklıkla karşıt siyasal hedefler izler. Bu durum başkanın bütün bu makamlar
arasında eşgüdümü sağlayarak iradesini benimsetmesini güçleştirir.
Kongre yürütme erkine yetki verir ve para sağlar. Senato ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan bu yasama
organı tek başına yasa tasarılarını geçirir ve savaş açma yetkisini kullanabilir. Ayrıca antlaşmalar ancak
yasama organının onayıyla yürürlüğe girer. Federal yönetim resmen Kongre’ye yasa tasarısı sunamaz;
daha çok kendi adına inisiyatif üstlenip yasa tasarısı hazırlayacak temsilcilerin desteğine başvurur.
Başkan geçen bir yasayı veto edebilir; ama Kongre bir üst çoğunlukla bu vetoyu aşabilir. Federal yönetim
Başkanlık S eçimi
ABD’de başkan çok aşamalı bir süreçte seçilir. Parti içindeki bir seçim kampanyasından sonra, partinin
ulusal kurultayınca aday belirlenir. Halk aslında seçmenler kurulunda yer alacak kişiler için oy kullanır.
Her eyalet Kongre’deki temsilci sayısı kadar seçmeni bu kurula gönderir. Çoğu eyalette seçmenler gayri
resmi olarak kendi parti adayına oy vermek zorundadır. Söz verdiği yükümlülükten sapanlar çok az çıkar.
Bir eyaletin seçmen oylarının hepsi çoğunluğu kazanan adaya gittiğinden, 2000 seçiminde olduğu gibi, bir
adayın ülke genelinde halk oyunun çoğunluğunu kazanmaksızın seçmen oylarının çoğunluğunu alıp başkan
olması mümkündür.
girişimlerinin yasallığını denetlemek üzere soruşturma komiteleri kurulur. Özgür medya da yönetim
içindeki yetki istismarlarını engellemeye katkıda bulunarak önemli bir rol oynar.
İH
III I I I I ««ttu
Büyük Britanya parlamentarizmin beşiği olarak kabul edilir. Devlet resmen bir monarşi olmasına karşın,
gerçek iktidar parlamentoya karşı sorumlu olan başbakanın elindedir.
Seçmenler
ABD’nin siyasal sistemindeki katı güçler ayrılığının aksine, Büyük Britanya’nın yürütme ve yasama
erkleri sıkı biçimde iç içedir. Hatta İngiliz parlamentarizmi geçici bir “seçilmiş diktatörlük” olarak
nitelendirilir; çünkü parlamento çoğunluğu sayesinde hükümet, karar alma sürecinde isteğine ulaşmasını
sağlayacak neredeyse sınırsız yetkilere sahiptir. Demokratik denetim öncelikle hükümet ile
muhalefet partisi arasındaki çekişmeye dayanır. Güçler ayrılığı açısından, yargı bağımsızlığının gelecekte
güçlendirmesi gerekir. “Soylu hukukçular” yerine bir yüksek mahkemenin kurulması yargının üst meclisten
ayrılmasını sağlayacaktır.
İngiltere, Galler, iskoçya ve Kuzey İrlanda’nın üye ülkeler olarak yer aldığı Birleşik Krallık (BK) bir
parlamenter monarşidir. Yazılı olmayan bir anayasaya dayanır; yani anayasa tek bir belge
halinde düzenlenmemiştir. Siyasal kurum-
lar -monarşi, hükümet ve parlamento- aralarındaki ilişkilerle birlikte yüzyıllar içinde yürürlükteki
yasalardan ve görenek hukukundan (s. 243) doğmuştur. Bu bakımdan bütün iktidar sonuç itibariyle
parlamento denen yasama organına dayanır. Yakın zamana kadar BK merkezi bir yapı çerçevesinde
başkent Londra'dan yönetilirdi. Şimdi İngiltere dışında her ülkenin belirli alanlarda bağımsız kararlar
alma yetkisine sahip kendi parlamentosu (Galler'de meclis) vardır.
Monarşi ve Parlamento
Hükümdar krallığın devlet başkamdir ve teorik olarak yürütme, yasama ve yargı erklerini kişiliğinde
birleştirir. Ama uygulamada erkler her demokraside olduğu gibi (s. 222) ayrıdır ve yüzyıllardan beri
görenek hukuku uyarınca monarşi sadece sınırlı bir siyasal rol oynamıştır. Günümüzde ülkenin
tarihsel sürekliliğinin timsali olan tahtın üstlendiği konum törensel işlevlerle sınırlıdır. Devlet başkanı
genellikle hükümetçe hazırlanmış olan yıllık “Kraliçenin Mesajı”nı okur.
Yasama yetkisi Lordlar Kamarası (üst meclis) ve Avam Kamarası'n-dan (alt meclis) oluşan iki
kanatlı parlamentonun elindedir. Eskiden Lordlar Kamarası’na sadece kalıtsal soyluluk unvanı taşıyanlar
girerdi. Günümüzde ileri gelen din görevlilerinin yanısıra devlete hizmetlerinden dolayı soyluluk payesi
verilmiş sıradan kişiler de bu mecliste yer almaktadır. Lordlar Kamarası’nın yüksek mahkeme makamı
gibi işlevleriyle birlikte yasama sürecine katılımı da büyük ölçüde daraltılmıştır. Bununla birlikte yasalar
tavsiye edebilir ve bir yıllık süreyle tasarıların geçişini önleyebilir. Asıl yasama yetkisini demokratik
biçimde seçilmiş Avam Kamarası kullanır. Bu meclis hükümeti denetler ve gerektiğinde istifaya
zorlayabilir.
Başbakanın Gücü
iktidar merkezinin başında bulunan başbakan, kabinesiyle birlikte yürütme erkini kullanır. Avam Kamara-
sı’nda çoğunluğu elde eden siyasal lider hükümdarca başbakanlığa atanır. Başbakan kabinenin -
çoğunlukla Avam Kamarası’nın dışından seçilen- üyelerini belirler,
onların çalışmalarında eşgüdümü sağlar ve hükümet politikalarının yol gösterici ilkelerini saptar.
Beş yıllık bir dönem içinde sonraki seçimlerin kesin tarihini belirleme yetkisi vardır.
ÇOĞULCULUK VE KATILIM
İnsanlar seçimlerde oy kullanmanın dışında, siyasal partilerde veya çıkar gruplarında aktif rol üstlenerek
demokratik karar alma sürecine katılabilir.
ÖNGÖRÜ: Bazıları internetle birbirine bağlanan bir sivil toplum düşünü kuruyor. İNTERNETİN daha
fazla demokrasiyi gerçekten sağlayıp sağlamadığı tartışmalıdır.
Elektronik Demokrasi
İNTERNET ekonomik yaşamda devrim yaratmanın yanısıra, siyasette daha doğrudan bir demokratik
yapıyla görüş belirtme şansını sunuyor. Özellikle gençlik açısından, internet bilgi edinmeyi ve yön
belirlemeyi sağlayan önemli bir mecraya dönüşmüş bulunuyor. Tartışma forumlarında interaktif görüş
alışverişi yapılabiliyor ya da kampanyalar düzenlenebiliyor.
POLİTİKACILAR için deyeni olanakların önü açılıyor. Dijital monologlar (“bloglar”) kararların
saydamlığını arttırıyor ve insanlarla doğrudan diyaloga olanak veriyor. Hillary Clinton’ın başkanlığa
adaylığını ilk kez Şubat 2007’de internet yoluyla duyurması bu mecranın siyasette ulaştığı konumu
gösteriyor. Böylece yaratılan sanal kamu piyasası bazı çevreleri dünya genelinde internet yoluyla
birbirine bağlanmış bir sivil toplum düşünü görmeye yöneltiyor. İdari sürecin internet yoluyla örgütsel
bakımdan daha saydam ve halka daha yakın hale getirilebileceği açıktır.
Bir liberal demokrasinin siyasal gerçekliğinde sadece parlamento ve hükümet gibi devlet organları
yer almaz. Yurttaşların siyasal kararlara etkide bulunmasını sağlayan siyasal partiler, dernekler ve medya
gibi kurumlar da büyük önem taşır.
Partilerin Görevleri
Siyasal partiler devlet ile toplum arasındaki en önemli aracılardır. Devletin yönetim biçimi
konusunda benzer görüşlere sahip yurttaşlar biraraya gelir. Partiler böyle fikirleri derleyerek bir siyasal
programa dönüştürür, bunu halka açıklar ve siyasal önderleri yetiştirir. Avrupa’nın büyük bölümünde
parti lerin sıkı bir örgütsel yapısı vardır;
hatta Almanya'da anayasal statü taşıyan partilere kamu kaynaklarından mali yardım yapılır. Buna karşılık
ABD’de partiler bütünleşik bir felsefeye sahip bir örgütten ziyade tekil grupların gevşek bir
birliği niteliğini taşır. Asıl amaçları kamu görevleri için adaylar göstermektir. Kongre üyeleri parti
ilişkisinden bağımsız kararlar almakta serbesttir. Adayların partilerin eyalet örgütlerince seçilmesi
nedeniyle, Kongre’deki parti grubu yönetimi tasarılar için senatörlerin ve temsilcilerin hangi yönde oy
kullanacağını pek fazla etkileyemez. Oysa ulusal parti merkezinin seçime girecek adayları
belirleme sürecini denetlediği İngiltere’de Avam Kamarası'ndaki parti liderleri bir "grup kararı”
dayatabilir; parlamenterlerin bir isyanı parti önderliğinin otoritesini sarsmaya yönelik bir girişim olarak
görülebilir.
Bir demokraside her yurttaş kendi çıkarlarını dile getirmek üzere kulüplere ve derneklere üye
olma hakkına sahiptir. Meslek birliklerinin yanı sıra çeşitli alanlarda siyasal bakımdan aktif gruplar
vardır: Ekonomide işveren örgütleri ve sendikalar; sosyal refah alanında hayır kurumlan; sosyal-
siyasal alanlarda çevreci gruplar. Genelde bunların hepsi siyasal karar alıcılar üzerinde baskı
kurmak için amaçlarını kamuoyuna duyurmaya çalışırlar.
Seçim Sistemleri
Oyları parlamentodaki partilerin siyasal bileşimine dönüştürmek için temelde başvurulan iki işlem vardır.
Başka ülkelerin yanısıra Büyük Britanya ve ABD'de dar bölge basit çoğunluk sistemi uygulanır ve bir
seçim bölgesine ayrılmış bütün sandalyeler en fazla oyu alan partiye verilir. Öbür partilere verilmiş
oyların artık hiç önemi kalmaz. Bu yöntem tek partinin parlamentoda kararlı bir çoğunluk elde etmesini
sağlar. Ama çoğu Avrupa ülkesinde seçim bölgesindeki sandalyeler alınan oy oranına göre
partilere dağıtılır; bu nispi temsil sistemiyle halkın iradesi parlamentoya olabildiğince tam yansıtılır.
yukarıda: ABD’de 2004 başkanlık seçimi sonuçlarını eyaletlere göre gösteren çizelge
ken, ABD’de sendikalar ve işveren kuruluşları çoğulcudur ve özgüce dayanır. Sosyal bakımdan
daha önemli bir örgütlenme, karar makamlarıyla daha doğrudan temas kurulmasıdır. Lobiciler ya da
çıkar gruplarının temsilcileri dünya genelinde kendilerini ilgilendiren kararlar için politikacıları etkileme
uğraşına girerler.
KİLİT BİLGİLER
LİBERALLER bireyin
sorumluluğunu ve özgür SİYASAL İDEOLOJİLER
iradesini öne
Politikacılar toplumun nasıl kurulması gerektiği ve daha da önemlisi, ideal
çıkarır. SOSYALİSTLER
olarak nasıl işleyeceği gibi temel kanaatlerine göre davranırlar.
eşitlik ilkesi
Muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizmin klasik siyasal kavramları
temelinde dayanışmanın
günümüzde de başlıca partilerin temellerini oluşturduğu gibi, somut siyasal
sergilendiği bir
girişimlere ve kararlara yol gösterir. Elbette bu ana ideolojik grupların
toplum kurmak ister.
birçok alt hizbi vardır. Ayrıca son yıllarda alternatif siyasal kavramlar,
sözgelimi Yeşil partiler önem kazanmıştır.
YEŞİLLER çevreyi 1 © ideolojiler insanların siyasal davranışlarını güdüler.
korumayı vurgular ve
daha geniş bir demokrasi
kurmaya çalışır.
MUHAFAZAKÂRLIK—GELENEĞİN GÜCÜ
Güvenlik ve devamlılık, muhafazakâr ideolojinin başat ilkeleri olmayı sürdürür. Aynı zamanda, 19. yüzyıldan bu yana kavramsal
görüşler büyük ölçüde değişmiştir.
çevenin istikrarı için zorunlu olduğunda istenir.
AvusturyalI muhafazakâr devlet adamı von Metternich 19. yüzyılda Avrupa'nın güç yapısını yeniden
düzenlemek peşindeydi.
Köklü bir muhafazakâr tutum esasen mevcut sosyal düzeni koruyup sürdürmekten yana olmak
anlamına gelir. Bir muhafazakâra göre devlet, toplum ve kültür tarihsel evrimden geçmiş yapılardır;
bunları göreneklerin 5 yanısıra in-| sanların alışkanlıkları birarada tutar. Yenilikler ancak siyasal çer-
HeinetHpenmemel POH
Alman muhafazakârların
Muhafazakârlık 18. yüzyılın sonunda Fransız Devrimi’nin fikirleri karşısında savunmaya dönük tepkiden
doğan bağımsız bir siyasal duruş olarak ortaya çıktı. İngiliz filozof Edmund Burke gibi siyasal teo-
risyenler ayrıcalığa ve dinsel otoriteye dayalı eski sosyal düzeni savundu. Aristokratlar ve mülk sahipleri
kıta Avrupa’sında 19. yüzyılın muhafazakâr partilerine destek verdi. Sosyal yapıları korumada devlete
kilit bir rol yüklendi ve gerekli durumlarda sosyal refah hizmetlerini yerine getirmesi öngörüldü.
Tamamen farklı bir gelişim çizgisinin yaşandığı İngiltere ve ABD'de muhafazakârlar bireyin
kişisel sorumluluğunu ilk destekleyen çevreler arasında yer aldı. Geleneksel olarak İngiliz “Toriler” ve
Amerikalı “Cumhuriyetçiler” sosyal yardımlara karşı bir tutum takınırlar.
Günümüzde Muhafazakârlık
Klasik muhafazakârlık II. Dünya Savaşı’ndan sonra aristokratik tabanını kaybetti. Muhafazakâr
partiler her yerde demokrasiyi ve serbest ekonomiyi destekleyen bir çizgiye yöneldi. Bu arada özellikle
İtalya ve Almanya’da Hıristiyan yönelim güç kazandı. Ulusal özelliklerin ötesinde,
modern muhafazakârlık her bakımdan güçlü bir devleti savunmanın yanısıra belirgin bir anti-
sosyalist yaklaşımın damgasını taşır. Günümüzde görülen eski muhafazakâr tutumlar esas olarak dinle ve
eğer varsa monarşiyle yakın bir ilişki için dedir.
Siyasal bakımdan muhafazakâr ve ekonomik bakımdan liberal: Ronald Reagan ve Margaret Thatcher.
Toplulukçular kimliksiz bir devlet aygıtı yerine topluluklar arasında dayanışmayı ister.
Toplulukçuluk
TOPLULUKÇULUK 1980'lerde ortaya çıkan bir siyasal teori hareketine verilen addır. ABD’Iİ aydınlar
Michael VValzer ve Amitai Etzioni en önemli savunucuları olarak kabul edilir. Hareket modern
toplumdaki abartılı bireyciliği eleştirir.
LİBERALLERİN AKSİNE, toplulukçular kişiyi esas olarak kültür ve geleneğin şekillendirdiği topluluk
içindeki bir sosyal varlık sayar. Bireysel tatmin ve bencilce kâr güdüsü topluluk dayanışmasını ve onunla
birlikte özgür, demokratik birtoplumun temelini yok eder. Siyaset bireyin topluluğa karşı
sorumluluğunu geliştirmek amacıyla, ortak yarara daha fazla yönelmeli ve yerel toplulukların bunu
belirleme gücünü arttırmalıdır. İngiltere başbakanı Tony Blairgibi politikacılar toplulukçu fikirleri kaynak
almıştır.
Liberalizmin en önemli ilkesi devletin müdahalelerine karşı bireyin özgürlüğünü korumaktır. Başta gelen liberal talepler modern
demokrasilerde yerine getirilmiştir.
Liberalizm bireyin özgür gelişimini odak alır ve dışsal zorlamaya karşı olumsuz bir tutum takınır.
Devletin esas görevini her kişinin kendi yaşamını belirlemesini sağlamak olarak görür. Liberallerin
üzerinde durduğu ana noktalar devlet karşısında bireysel yurttaşlık haklarının korunması ve siyasal
iktidara anayasal kısıtlamaların getirilmesidir.
j John Stuart Mili 19. yüzyılda bireyin kendi efendisi olması gerektiğini savundu.
Anayasal Devlet
Aydınlanma fikirlerine dayanan bu siyasal düşünce 18. ve 19. yüzyıllarda sosyal bakımdan esas olarak
yükselen orta sınıftan destek gördü (s. 214). Bu kesim mutlakıyetçi iktidar savına karşı koymak için,
insanların bütün alanlardaki özel yaşam hakkının ve siyasal katılımının devletçe korunmasından yana bir
tutum takındı. Temel hakların (s. 222) ve yurttaş katılımının bağlayıcı ve uygulanabilir bir biçimde
belirlendiği bir anayasayla devletin gücünü sınırlamak gerekiyordu.
ABD'deki 1776 ve Fransa’daki 1789 devrimlerinden (s. 214) doğdu. Bu devlet biçimi 19. yüzyılın
sonuna doğru bütün Avrupa'da geçerlilik kazandı. Güçler ayrılığı (s. 222) ve hukukun üstünlüğü modern
yönetim sistemlerinin ilkeleri haline geldi.
Klasik ekonomik liberalizm 18. yüzyılda yaşayan İskoç filozof Adam Smith'in öğretilerine dayanır. Ona
göre, zorunluluğun yanısıra bencilce kazanç güdüsü de ortak yarara yöneltici bir unsurdu. Zenginliği ve
ekonomik ilerlemeyi sadece serbest rekabet sağlayabilirdi. Devletin ekonomiyle ilgili tek görevi özel
mülkiyeti korumak olmalıydı.
Nitekim 19. yüzyılın liberalleşen ekonomisi sahiden olağanüstü zenginlik yarattı; ama sosyal bir
saatli bombayı da gizledi. Sanayideki üretim araçlarının sahipleri işçilerin yoksulluğu pahasına çok büyük
kârlar elde etti. Bunun sonucunda gelişen işçi hareketlerinin atılımlarına tepki olarak, 20. yüzyılda
ekonomide devlet müdahalesini savunan güçlü liberal sosyal akımlar ortaya çıktı. ABD'de “liberal”
terimi yurttaşlık haklarını gözetmenin dışında, öncelikle ekonomik güçler üzerinde devlet denetiminden ve
sosyal yapıyı düzeltmekten yana bir tutumu belirtir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra hukukun üstünlüğü ve şu ya da bu ölçüde dizginlenmiş ekonomi ne-
redeyse bütün demokratik partilerin başlıca kaygıları haline geldi. Örgütlü liberalizm gittikçe
etkisini kaybetti. Günümüzde sadece Kanada ve Avustralya'da hâlâ büyük liberal partiler vardır. Halen
modern liberalizm dünyadaki çeşitli devletlerin gittikçe artan düzeyde siyasal, kültürel ve ekonomik
etkileşime girmesiyle birlikte küreselleşen bir eko- sağlanabileceği sorusuyla karşı nomide özgürlük
değerlerinin ve ikti- karşıyadır, dar üzerindeki denetimin nasıl
JOHN LOCKE, 1632'de Bristolyakınında (Büyük Britanya) doğdu, 1704'te Oates'ta öldü.
John Locke liberalizmin babası sayılır ve 1776 ABD anayasasını büyük ölçüde etkilemiştir.
JOHN LOCKE’UN 1689’da imzasız yayımladığı “Yönetim Üzerine İki İnceleme” adlı siyasal broşür
liberalizmin kilit eseri olarak kabul edilir; çünkü siyasal ve ekonomik talepler arasında teorik bağlantı
kurar. Ona göre, insanoğlu doğası gereği özgürdürve dolayısıyla emeğinin ürünleri hakkında karar
verebilir. İnsanlar kendi özgür iradeleriyle bir toplum halinde biraraya gelir; yürütme ve yasama erklerine
ayrılan çoğunluk yönetimi ilkesine göre tercihlerde bulunur.
DEVLETİN GÖREVİ bireysel mülkiyeti korumaktır. Eğer devlet bunu sağlayamazsa, birey başkaldırma
hakkına sahiptir. Locke mülkiyeti esas olarak kazancı arttır-- »t- manın bir aracı olarak
değil, her şeyden önce insanın siyasal bağımsızlığının bir güvencesi ve yurttaş katılımının gerekçesi
olarak görür.
Resimde bir İngiliz malikânesiyle temsil edilen kişisel mülkiyetin koruması hâlâ ana liberal ilkedir.
Sosyalistler bütün toplum katmanlarının kamu yararından eşit pay almasını sağlayan toplumsal dayanışma üzerine kurulu bir
sosyal düzene ulaşmaya çalışırlar.
Dünyanın her yanındaki sosyal demokrat partilerin yer aldığı “Sosyalist Enternasyonal’in 1997'de
Roma'daki bir toplantısı.
ALMAN FİLOZOF Kari Marx “bilimsel sosyalizm" kurdu. Friedrich Engels’le birlikte 1848’de yazdığı
“Komünist Manifesto”da 20. yüzyılda komünizmin ideolojik temelini oluşturan bir tarih-felsefe teorisi
ortaya koydu. Bu ikili proletaryaya insanlığı baskıdan kurtarma ve tahakkümden arınmış birtoplum
yaratma yönünde bir tarihsel görev biçmişti.
MARX DÜNYA TARİHİNİN yönetenler ile yönetilenler arasındaki bir dizi sınıf mücadelesine dayandığı
görüşündeydi. Proletaryanın burjuvazi karşısındaki kaçınılmaz tarihsel zaferinin ardından her bireyin
özgür gelişiminin mümkün hale geleceğini ileri sürdü. Bireylerin hertürlü baskıdan kurtulmuş olarak
yaşaması için, üretim araçlarının kamu mülkiyetine girmesi zorunluydu. Komünist bir toplumda bütün
tahakküm biçimleri ortadan kalkacaktı.
Sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir toplum hayali 19. yüzyılın kötü muamele gören işçileri için umut
doluydu.
Genelde liberal ekonomik sosyal sistemleri eleştirmeye dönük girişimler ve öğretiler için sosyalist terimi
kullanılır (s. 225). Sosyalistlerin amacı eşitlik ve dayanışma ilkeleri üzerine kurulu daha insanca bir
toplum yaratmaktır. Liberalizmin tersine, bireyin sosyal sorumluluğunu vurgularlar. Onlara göre,
kapitalizme dayalı ekonomik sistem kü-
ÖZEL BİLGİLER
1878’den 1890'a kadar yasaklı olmasına karşın, dönemin kıtadaki en büyük partisi haline geldi.
çük bir azınlığı zenginleştirmeye yarar ve sosyal eşitsizliği getirir. Bu bakımdan kaynakların adil
üretimi ve ortak yarara dönük paylaşımı için şu ya da bu ölçüde devlet denetimi altına alınması gerekir.
Reformculuk ve Devrim
Siyasal başarılarla birlikte işçi hareketi içinde reformcu ve devrimci diye anılan iki ana akım belirdi.
Bunların arasındaki görüş ayrılıkları gittikçe keskinleşti. Biri daha iyi sosyal koşullar yönünde kademeli
bir dönüşüme yönelirken, diğeri hemen sonuca varmak üzere çabuk ve gerekirse şiddet yoluyla bir
devrimi savundu.
işçi hareketi 20. yüzyıl başlarında sosyal demokratlar ve komünistler biçiminde temelli bir
bölünmeye uğradı. Komünistler 1917’de Rusya'da iktidara geldi (s. 218) ve sosyalizm adına bir rejim
kurdu.
Lenin'in ve ardından Stalin’in diktatörce yönetimi altında ekonomi devlet denetimine girdi. Totaliter
sosyalizm
Bu tahta baskı resimde işlenen uluslararası dayanışma işçi hareketinin ana ilke-slydi keye yayıldı (s.
219). Bu “reel sosyalizm”le anlaşmazlığa düşen demokratik sosyalizm akımı ise bireysel yurttaşlık
hakları ve bütün sosyal alanlarda demokrasi olmaksızın insanca bir toplumun kurulamayacağını vurguladı.
Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin çoğu 1945'ten sonra piyasa ekonomisini temelde benimsedi ve
sadece belli alanlarda gelir eşitliğini ve mülkiyet paylaşımını sağlamaya çalıştı. Açık bir sosyal refah
devletinin (s. 223) kurulması esas olarak sosyal demokratların eseriydi. Batı demokrasilerinin günümüzde
yaşadığı sosyal refah devleti krizi, Avrupa'da birçok sosyal demokrat partiyi öne çıkarmış bulunuyor.
Büyük Britanya'da “Yeni işçi Parti-si”nin belirgin bir piyasa ekonomisi çizgisine geçişi başardığı
söylenebilir. Buna karşılık, Latin Amerika'da eski sosyalist fikirlerin bir dirilme süreci yaşadığı
görülüyor.
Ferdinand Lassalle (1824-1865) Alman sosyal demokrasisinin kurucusu olarak kabul edilir.
Yeşil politikalar rüzgâr enerjisi istasyonları gibi alternatif enerji kaynaklarını geliştirmeyi destekliyor.
ÖĞRENCİLERİN TALEBİ Batı toplumlarında daha geniş katılım ve demokrasiydi.
rock MÜZİĞİ VE GİYİMİ tıpkı gösteriler ve yıkıcı eylemler gibi bir protesto aracıydı.
“Savaşma, seviş”: Bazı gençler için cinselliğin açıkça işlenişi de bir protestoydu.
1960'LARDA ABD'DE bir öğrenci protesto hareketi başladı ve bütün Batı dünyasına yayıldı. Vietnam
Savaşı için askere alma kampanyası ilk kıvılcımı tutuşturan etkendi; ama kısa sürede hareketin kapsamı
genişleyerek mevcut siyasal koşullara karşı temel bir muhalefete dönüştü. Amerikalı öğrenciler Afrika
asıllı Amerikalıların yurttaşlık hakları davasına sahip çıkarken, AvrupalI öğrenciler esas olarak düzeni
sosyal demokrat bir yapıya kavuşturma talebini öne çıkardı.
SİYASAL PROTESTOLARA “otoriter iktidar yapılarf'na toptan karşı çıkış eşlik etti. Birçok genç aykırı
giyim ve müzikle geleneksel sistemi kesin kesin olarak reddetmeye yöneldi. Barışçı “hippi” hareketi
özgür seksi ve uyuşturucu kullanımını yücelterek, orta sınıf değerlerinin yanısıra her türlü baskıya karşı
isyan etti.
Herbert Marcuse ve Max Horkheimer gibi düşünürlerin eserleri asi öğrencilerin ideolojik donanımını
sağladı.
YEŞİLLER-ALTERNATİF SİYASET
1980’lerin çeşitli sosyal protesto hareketlerinden doğan Yeşiller yeni bir siyasal akım olarak özellikle Avrupa parlamentolarında
kendisine yer bulmuştur.
1960’ların otorite karşıtı hareketleri Batı demokrasilerinde sosyal protesto hareketlerinde bir
yükselişe yol açtı. Yerleşik siyasal parti yapılarının dışında kalan bu hareketler belirli alanlarda
sosyal değişim talebini dile getirdi. Çevre, barış, yurttaşlık hakları ve feminizm gibi birçok değişik
konuda mücadele eden grupların biraraya gelmesiyle 1980'lerden itibaren dünya genelinde ortaya çıkan
Yeşil partiler özellikle Avrupa’da siyasal parti yelpazesinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş bulunuyor.
Şimdi Avrupa'da ulusal parlamentolarda temsil edilen 12 Yeşil parti var. Sözgelimi İsveç, Fransa ve
Almanya'da bazı Yeşil politikacılar sorumlu yönetim mevkilerinde yer alıyor. iki partili sistemin
belirgin olduğu Büyük Britanya ve ABD gibi ülkelerde ise güçlü bölgesel başarılara karşın, Yeşillerin
ulusal düzeydeki etkisi sınırlı kalıyor.
Ekoloji ve Özgürleşme
Bütün Yeşil partilerin alameti farikası ve programlarının öne çıkan odak noktası, kapsamlı çevre
korumasına ve özellikle çevreye dost yeni enerji kaynağı biçimlerine dö-
nük tutarlı mücadeledir. Çoğu kez Yeşillerin klasik sol-sağ yelpazesine girmeyen ve yerleşik partilerce
yetersiz ya da yüzeysel biçimde ifade edilen konularda da tutum takındıkları görülür. Bunlar için esas
alınan ana değer standartları bireyin sosyal sorumluluğu, isteklerini yerine getirme hakkı ve iktidar
mevki-lerindeki kişilere kuşkucu yaklaşımdır. Tipik talepler dünya genelinde barışçı politikalar,
bürokratik dayatmaların azaltılması, azınlıkların daha iyi korunması, kadınların daha aktif desteklenmesi
ve hepsinden önemlisi, bütün yurttaşlara siyasal söz hakkının tanınmasıdır.
Bütün siyasal süreçlere daha geniş katılım yönündeki bu çağrı ve protesto kültürü mirası da çoğu
Yeşil partinin görece demokratik taba-
Büyümenin Sınırları
yukarıda: Yeşil partiler çevreyi koruma düşüncesini genel bilince yerleştirmiş bulunuyor.
nına ve merkeziyetçilikten uzak örgütsel yapısına yansır. Parti önderliği diğer partilerin çoğuna oranla
üyelerin oylarına daha fazla bağlı kalır. Cinsiyet kotaları ve görev süresi sınırlaması gibi kurallarda
parti içinde Yeşil değerleri sağlamlaştırmaya ve bir yüksek kademe kastından kaçınmaya yöneliktir.
Güçlü parti liderleri genelde diğer partiler karşısında şansı arttırmasına karşın, bazı kesimlerce parti
ideallerine ihanet olarak görülür.
21. YÜZYIL
SİYASAL ARENADAKİ herkes çevreyi koruyacak enerji kaynaklarını kullanma gereğini ilke olarak
kabul ediyor.
PİYASA EKONOMİSİNİN mi, yoksa planlı ekonominin mi çevreyi korumaya en iyi çözümler getirdiği
birçok Yeşil partide hâlâ tartışılıyor.
KENYALI Yeşil politikacı Wangari Maathai 2004 Nobel Barış Ödütü'nü kazandı.
AVRUPA BİRLİĞİ ülkelerin bir ölçüde uluslarüstü işbirliğine dayalı sıkı bir konfederasyonudur.
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI devletlere bağlı olmaksızın küresel düzeyde çalışmalar yürütür.
ULUSLARARASI ÖRGÜTLER
Üyelerin ele almayı kararlaştırdığı siyasal, ekonomik, askeri ya da sosyal konulara uluslararası çözümler
bulmak ilke olarak uluslararası örgütlere düşen bir görevdir. BM, NATO ve AB ulus-devlet-lerin
uluslararası hukuk çerçevesinde kendine özgü organlarla ve sorumluluk alanlarıyla kurduğu özgür
birliklerdir. Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü gibi uluslararası örgütler ise ulusal hükümetlerden
bağımsızdır ve dünya genelinde açıkça tanımlanmış bir dava için çalışır.
© Dünyada karşılıklı ekonomik bağların artmasıyla birlikte, uluslararası siyaset de daha önemli hale
geliyor.
ununu ı‘lAim^nı
NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ daha iyi bir dünya yönündeki çalışmalarından dolayı 2001’de BM’ye verildi.
BİR ÇOK BM BARIŞ GÖREVİ çatışmalarda barışı sağlamaya başarıyla katkıda bulunmuştur.
YENİ DEVLET VE SOSYAL SİSTEM inşası gittikçe BM görevlerinin birincil hedefi haline geliyor.
BM Barış Görevleri
DÜNYA BARIŞINI korumak amacıyla BM Güvenlik Konseyi askeri harekâta karar verebilir. Bu iş için
üye devletlerin birlikler sağlaması gerekir; çünkü BM’nin kendi ordusu yoktur. Bir saldırgan devlete karşı
birlikler doğrudan harekete geçirilebilir. 1990 Irak-Kuveyt çatışması örneğinde olduğu gibi, böyle
durumlarda Güvenlik Konseyi daha sonra ilgili devletlere barışı zorla sağlama iznini verir.
ÖNLEMLERİN ÇOĞU bir çatışmanın ardından barış gücü görevi niteliğindedir. Bu durumlarda BM
ambleminden dolayı “mavi bereliler” denen çokuluslu askeri-birlikler, çatışan tarafların arasındaki bir
tampon bölgeye yerleşir ve ateşkesi korumaya çalışır. Halen Kongo'da, İsrail, Lübnan ve Hindistan-
Pakistan sınırlarında ve başka bazı yerlerde barış gücü vardır. Afganistan ve Kosovo’daki BM barış gücü
görevlerinde barışı sağlama ve barışa zorlama arasındaki ayrım gittikçe belirsizleşmektedir. BM
birliklerine sorun çıkaran kesimlere karşı askeri önleme başvurma izni verilir ve BM uzmanları sivil
altyapının > kuruluşuna destek sağlar.
BM —BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
Dünyanın neredeyse her ülkesi barışı sağlamak üzere BM’ye katılmıştır. BM ancak üye devletlerin verdiği ölçüde yetkiye
sahiptir.
Savaşı'ndan sonra 1945'te 51 ülke tarafından kurulmuştur ve merkezi New York’tadır. BM’nin 2007
itibariyle 192'e ulaşan üye
ülkelerini içine alır. Üyelikle birlikte devletler dünya barışını korumak, anlaşmazlıkları barışçı yoldan
çözmek ve insan haklarına saygı göstermek gibi çeşitli yükümlülüklerin altına girer. BM'nin
hedeflerine ulaşma derecesi üyelerin işbirliğine istekliliğine bağlıdır. BM kendi güç araçlarına sahip
bir “dünya devleti” değil, daha ziyade ilke olarak egemen devletlerin özgür bir birliğidir.
Bu dünya örgütünün karmaşık yapısında, Genel Kurul resmen en üst organdır. Bütün üye devletler
bu “seçilmemiş dünya parlamento-su”nda eşit temsil edilir. Genel Kurul başka görevlerinin
yanısıra bağlayıcı olmayan kararlar alır ve BM'yi dışarıya karşı temsil edecek bir genel sekreter seçer.
Ayrıca BM’ye bağlı çocuk fonu UNICEF gibi özel kuruluşları vardır.
BM'nin asıl iktidar merkezi Güvenlik Konseyi'dir. Dünya barışının tehlikede olup olmadığına karar verir
ve gerekli durumlarda ekonomik boykottan askeri harekâta kadar uzanan bir dizi önlem alır. Beş daimi
üyesi (ABD, Rusya, Büyük Britanya, Fransa ve Çin) ve iki yıllığına seçilen on üyesi vardır.
Kararların geçmesi için beş daimi üyenin oybirliği şarttır.
Dünya Bankası gibi birçok özel kuruluşla birlikte çalışarak BM'nin ekonomik ve sosyal
uğraşlarında eşgüdümü sağlayan Ekonomik ve Sosyal Konsey ile Uluslararası Adalet Divanı'dır (s. 247).
Reform Tartışmaları
Soğuk Savaş'tan beri BM'nin yeni sorunlarla ve 21. yüzyılın güçlükleriyle (s. 236-239) daha etkili
başa çıkması için hangi temel reformların gerekli olduğu tartışılıyor. Ele alınan başlıca konular
Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesi, genel sekretere daha fazla yetki verilmesi, bir dünya çevre
örgütünün ve özerk bir BM ordusunun kurulmasıdır.
AVRUPA BİRLİĞİ
I. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa devletleri siyasal dan gittikçe daha fazla iç içe geçti.
Günümüzde ötesi kararlar alan özerk devletlerin sıkı bir
' Avrupa devletleri 1945’ten sonra kıtayı hem siyasal, hem de ekonomik bakımdan adım
adım birleştirmeye yöneldi. Hedef gelecekte Avrupa’da savaşları olanaksız hale getirmekti, ilk adım
1951'de aralarında Batı Almanya ve Fransa’nın da bulunduğu altı ülkenin kömür ve çelik için bir ortak
pazar oluşturmasıyla atıldı. 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruldu; böylece diğer sanayi
sektörlerinin önündeki gümrük tarifeleri ve diğer ticaret engelleri çeşitli antlaşmalarla kaldırıldı.
Birleşik Avrupa yönündeki dönüm noktalarından biri 1992’de AB'nin kuruluşuna ilişkin
Maastricht Antlaşması'nın imzalanması oldu.
Bu antlaşmayla AET serbest ticaret bölgesi daha da gelişerek, günümüzün sıkı siyasal ve ekonomik
Avrupa topluluğunun gözetmeni konumundaki Avrupa Komisyonu’nun başkanı, AB'yi geri kalan
dünyaya karşı temsil eder.
birliğine dönüştü. Ortak bir para birimine geçiş kararı yeni bir atılımın önünü açtı. Euro 2002’de 11 AB
ülkesinde yerel para birimlerinin yerini aldı. Siyasal birlik de daha ileriye götürüldü; ortak bir dış
güvenlik politikası, ayrıca yargı ve içişleri alanlarında işbirliği konuları karara bağlandı.
Bunların dışında AB üye devletlerdeki insanların yaşamını doğrudan etkileyen sorunları da ele alır,
iş alanı yaratmaya destek verilir. Farklı ülkelerdeki yaşam koşullarını aynı düzeye çıkarmak hedeflerden
biridir. Ayrıca her üye devletin uyrukları özel haklar tanınmış birer AB yurttaşı sayılır. Bütün AB
yurttaşları her AB ülkesinde sınırsız oturma hakkına ve yaşadıkları yerin belediye seçimlerinde oy
kullanma hakkına sahiptir.
Kimlik ve Kurumlar
AB her biri kendi özgün kimliğini koruyan devletlerin bir konfederasyonuna dönüşmüş durumdadır. Bu
yapı ne ABD gibi bağımsız bir merkezi iktidarın bulunduğu bir federasyon (s. 225), ne de BM gibi
egemen devletlerin birlikte çalıştığı bir uluslararası örgüttür (s. 232).
Üye devletler ilke olarak özerkliklerini korumakla birlikte, uluslararası güç kazanmak ve ortak
çıkarlara ilişkin konuları demokratik biçimde açıklığa kavuşturmak amacıyla Avrupa düzeyinde biraraya
gelirler. Birçok alanda yasama yetkisini kendi yarattıkları AB kurumlarına gönüllü olarak kısmen ya da
tamamen devretmişlerdir.
En yüksek AB makamı esas olarak üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarından oluşan
Avrupa Konseyi’dir. Bu organ temel siyasal hedefleri belirler ve her beş yılda bir
Komisyon öbür görevlerinin yanısıra AB yasalarının hazırlanışını ve hayata geçirilişini izler. Yasa
çıkarma yetkisi bazen kısaca “Bakanlar Konseyi” denen “Avrupa Birliği Konseyi”nde ve Avrupa
Parlamentosu'ndadır. "Avrupa Adalet Divanı” geçen yasa-
DÜNYANIN EN BÜYÜK İÇ PAZARI olan AB 27 ülkeyi kapsar ve 490 milyona yakın sakini barındırır.
ÜYE OLMAK İSTEYEN devletler belli siyasal ve ekonomik gereklere uymak zorundadır.
AB Genişlemesi
BİRLEŞİK AVRUPA HAREKETİ şimdiye kadar büyük bir başarıya ulaşmış sayılır. Birleşme yolunda
1950’ler ve 1960’larda atılan ilk adımlara sadece Batı Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, Lüksemburgve
Hollanda katılmıştı. Ama neredeyse bütün Batı Avrupa devletleri birbiri ardı sıra bu birliğe girdi:
Danimarka, İrlanda ve Büyük Britanya (1973), Yunanistan (1981), İspanya ve Portekiz (1986), Avusturya,
Finlandiya ve İsveç (1995).
NATO ÜLKELERİ 1991'e kadar “Varşova Paktı"nın yüksek düzeyde silahlanmış komünist
ülkeleriyle karşı karşıya kaldı.
SÜPER GÜÇLER arasındaki kapışma, yerini gelişmekte olan ülkelerin karıştığı dolaylı savaşlara bıraktı.
NATO antlaşmasının 1949’da imzalanışı; Başkan Harry Truman ortada duruyor.
Soğuk Savaş
NATO 1949’DA komünist devletlere karşı bir savunma ittifakı olarak kuruldu. Bu devletler de 1955’te
Varşova Paktı çatısı altında biraraya geldi. İttifakın amacı Sovyetler Birliği’nin askeri varlığından
kaynaklandığı söylenen tehdide Batı Avrupa’da etkili bir silahlı kuvvet bulundurarak karşı koymaktı.
Soğuk Savaş’ın temel anlayışı hasımlara bir saldırının kendileri için de vahim sonuçlar doğuracağını
açıkça göstermekti. Böylece kitle imha silahları alanında başlayan yarış, kâğıt üzerinde her iki tarafı da
bütün insanlığı birkaç sefer yok
NATO 1990’a kadar Batılı ülkelerin komünist Doğu blokuna karşı bir savunma ittifakıydı. Bugün ise odak
noktası çatışmaları önlemek ve krizleri çözmektir.
Kurumlar ve İşlevler
NATO hedeflerine göre askeri ve siyasal olmak üzere iki örgütsel yapıya ayrılır. Üye devletlerin siyasal
temsilcilerinden oluşan ve merkezi
ABD, Kanada ve birçok Avrupa ülkesi 1949’da biraraya gelerek, NATO (Kuzey Atlantik
Antlaşması Örgütü) adıyla askeri ve siyasal savunma amaçlı bir ittifak oluşturdu. Daha sonra Batı
Almanya, Yunanistan, Türkiye ve ispanya'nın katıldığı NATO’nun başta gelen amacı 1990’a kadar
komünist yayılmacı girişimleri caydırmak, yani Sovyet-ler Birliği ve uydu devletlerinin önünü kesmekti.
Günümüze kadar değişmeden yürürlükte kalan Kuzey Atlantik Antlaşmasında, NATO üyeleri bir saldırı
halinde birbirlerine yardım
etme (kolektif savunma girişimi) taahhüdünde bulunur. Bunu yaparken her devlet gerekli gördüğü
önlemleri bağımsız olarak alabilir. Karşılıklı yardıma ilişkin otomatik bir askeri yükümlülük yoktur.
Üyelikle birlikte devletler askeri işbirliğinin yanısıra siyasal, ekonomik ve kültürel işbirliği
yükümlülüğü altına girer.
ittifakın bir amacı da belli değerleri savunmaktır. Başından itibaren üye devletlerin anayasal devleti ve
özel mülkiyeti liberal demokrasi ilkeleri olarak kabul etmesi şart koşulmuştur.
Temel siyasal kararları alma yetkisine sahiptir. Savunma ve nükleer politika konularında onunla eşgüdüm
halinde çalışan Planlama Komisyonu üye devletlerin savunma bakanlarından oluşur. Özel konularla
uğraşan çok sayıda teknik komite de Konsey'e yardımcı olur. NATO'nun kendi bürokrasisi vardır ve
başında günlük işleri yürütmekten sorumlu bir genel sekreter bulunur. En yüksek askeri organ ise ittifak
ortaklarının üst düzey komutanlarının yer aldığı Askeri Komite’dir. NATO Konseyi’ne tavsiyelerde
bulunur ve onun talimatlarını yerine getirir. NATO silahlı kuvvetleri acil bir durumda
önceden belirlenmiş bir prosedüre göre NATO komutası altına giren ulusal birimlerden oluşur.
Bu arada eski Doğu bloku devletleri yeni anlaşmalarla NATO bünyesine alınırken, yeni yapılara ve
işbirliğine dönük çabalar da
Greenpeace gibi resmi bir yetkiye dayanmaksızın belirli sosyal uğraşlar adına dünya çapında çalışan
örgütler vardır. Son yıllarda bunların dünya sahnesindeki önemi gittikçe artmıştır.
“Sınır Tanımayan Doktorlar" savaş ya da felaket bölgelerine ilaç ve teknik tıbbi donanım
yardımı sağlıyor.
KENDİ KAYITLARINA göre ATTAC dünya genelinde 90.000’i aşkın üyeye sahiptir.
1998’DE FRANSA’DA küresel finans piyasaları üzerinde demokratik denetimi savunan bir dernek
kuruldu. Fransızca karşılığının kısaltılmış biçimiyle ATTAC (Yurttaşlara Yardım için Finansal işlemleri
Vergilendirme Derneği) olarak anılan bu dernek, günümüzde dünya genelinde aktif bir şebeke olarak
kapitalizmin "neo-liberal" aşırılıklarını eleştiriyor. “Dünya satılık değildir” sloganıyla, zengin ve yoksul
ülkeler arasındaki uçurumları dengelemek üzere küresel düzeyde siyasal,
Günümüzde geniş üye tabanına dayanan ve uluslararası düzeyde çalışan çıkar gruplarına genellikle
sivil toplum kuruluşu (STK) denir. Bu özel kuruluşlar kâr amacı gütmez, hemen harekete geçmeye uygun
ve iyi işleyen bir yapı taşır, gerekli kaynakları bağışlardan ya da üyelik ödentilerinden sağlar. Her biri
belirlenmiş bir alandaki hedefler peşinde koşar. Başlıca odak noktalan genel insancıl, sosyal ve ekolojik
sorunlardır, imza toplayarak, dilekçeler vererek ya da gösteriler yaparak bu konularda kamuoyunu duyarlı
hale getirmeye, siyaset ve iş dünyasındaki karar alıcıları etkilemeye çalışırlar.
insancıl alanlardaki STK’lar sırf 20. yüzyıla özgü bir olgu değildir. Dünyanın neredeyse her
yanında örgütlenmiş yapılarıyla en iyi bilinen örnekler arasında yer alan Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay
19. yüzyılda kurulmuştur. Bunların görevi silahlı çatışma ve doğal felaket mağdurlarının acılarını
hafifletmek, ulusal sivil savunma örgütlerine ve silahlı kuvvetlerin sıhhiye birliklerine destek vermektir.
Böyle klasik insancıl işler “Sınır Tanımayan Doktorlar” gibi tıbbi kuruluşlarca da yürütülür.
Çocuklara yardım etmeye yönelik Terre des Hommes [ (“insanların Dünyası”) gibi özel olarak
insan haklarını korumaya adanmış birçok STK vardır. Dünya genelinde 1,7 milyonu aşkın üyesiyle en
tanınmış ve en etkili insan hakları kuruluşu “Uluslararası Af Örgütü”dür. BM insan Haklar Evrensel
Beyannamesi (s. 222) temelinde, 1961’den beri insan hakları ihlallerini soruşturmakta ve düzenli
yayımlanan raporlarda bunları açıkça kınamaktadır. Profesyonel yaklaşımla düzenlenen ve uluslararası
düzeyde yürütülen “Kadınlara Karşı Şiddeti Durdurun” gibi kampanyalar insan hakları konusundaki
duyarlılığı yükseltmeye yöneliktir.
SON YILLARDA Afrika'da kurulan birçok STK varlığını esas olarak Batı dünyasının kalkınma
yardımlarından sağlanan kaynaklara borçludur.
DİNAMİK BÜYÜME: Dünya genelinde 1964'te sadece 1.470 olan STK sayısı 2004 sonunda resmen
7.306'ya ulaştı.
KAMU YARARINA ORTAKLIK: Özel şirketler sosyal projelerin finansmanına gittikçe daha fazla
katkıda bulunuyor.
olan Greenpeace medyayı etkili biçimde kullanarak bir davaya nasıl ilgi çekilebileceğini
defalarca göstermiş olan bir kuruluştur. Nükleer denemeleri ve balinaların ticari amaçla
öldürülmesini durdurmaya yönelik başarılı eylemler yapmıştır. Kurulduğu 1971’de Amerikalı
çevrecilerin yer aldığı küçük bir yurttaş eylem grubuyken, bugün hiyerarşik örgütsel yapılarla ve kendi
araştırma birimleriyle küresel düzeyde etkili bir şebekeye dönüşmüş durumdadır.
STK’lar uluslararası demokrasinin önemli bir unsurudur. Gittikçe profesyonelleşen örgütsel yapılarından
dolayı, birçok STK artık hü
EĞİLİM OLARAK siyasal yelpazenin solunda yer almasına karşın, ATTAC kendisini benzer amaçlar
güden bütün siyasal akımlara açık bir kuruluş olarak nitelendiriyor. Merkezi bir yönetimin yokluğu
nedeniyle, ulusal bölümler, ele alınacak konulara ve belirli eylemlerin örgütsel biçimine büyük ölçüde
özgürce karar veriyor. Tek sınırlama şiddetin temelden reddedilmesidir.
Küreselleşmenin örneği: Amerikan ayaküstü yiyecek zinciri dünyanın her yanında restoranlar açmış
durumdadır.
I
lUHLUM, SİYASET VE HUKUK
Dünya ve özellikle de gelişmiş toplumlar modern iletişim araçları sayesinde yapısal bir değişim
geçiriyor. Gelecekte, bilgiyi elde etmek kişinin toplumsal konumunu gittikçe artan bir biçimde
belirleyecek.
OTORİTER VE DİKTATÖR REJİMLER internete erişimi denetim ve düzen altında tutmak için daha fazla
çaba gösteriyor.
DÜNYA GENELİNDE enformasyon devrimi bireysel özgürlük ve demokratik söz hakkı yönünde umut
uyandırıyor. Artık herkes internet yoluyla ticari enformasyon erişiminin ötesinde bilgi, görüntü ve görüş
yayma açısından sınırsız olanağa sahip. Böylece ulusal sınırları aşan “sanal topluluklar” ortaya çıkıyor ve
sansüre uğrayan materyaller uluslararası düzeyde yayılıyor. İşte bu yüzden bazı çevreler internet yoluyla
otoriter iktidarları sarsmayı ve siyasal özgürleşme çabalarını desteklemeyi umuyor.
ÖZGÜR VE DEMOKRATİK bir dünya topluluğuna ulaşmak büyük olasılıkla uzun bir süre hayal olarak
kalacak. Yakın dönemde özellikle demokratik olmayan ülkeler istenmeyen içerikteki bilgileri sansür etme
ya da tamamen önleme yollarını bulmuştur. Dahası, uluslararası iletişim hâlâ büyük ölçüde zengin
ülkelerle sınırlı; bu durum değişmediği sürece, dünyadaki ekonomik ve kültürel uçurumlar büyümeye
devam edecektir.
Haber ajansları okurları için gündelik bilgi akışını işlemeye ve düzenlemeye çalışır.
Sanayi işlemlerinin mekanikleşmesinin 19. yüzyıla etkisi neyse, enformasyon teknolojisindeki ilerlemeler
de 20. ve 21. yüzyıllar için aynı anlamı taşıyor. Bu atılım insanoğlunun çalışma ve yaşama koşullarını
temelden değiştiriyor.
Enformasyon Devrimi
Eskisinden daha büyük miktarda veri işleyen güçlü bilgisayarların geliştirilmesiyle ve telefon gibi
klasik iletişim araçlarının dijitalleşmesiyle
Karşılıklı bağlantılı ve bilgi esaslı bir toplumda eğitim ve meslek içi kurslar daha da önem kazanıyor.
birlikte, dünya genelinde bilgi alışverişi artık zaman ve mekân engeline takılmıyor.
internet bu enformasyon Çevriminin somut örneğidir. Birbirine bağlı bilgisayarların “dünya çapında
ağ”ı (world-wide-web) herhangi bir yerden sınırsız türde bilgiye saniyeler içinde erişme olanağını
sağlıyor. Telsiz bilgisayar, cep telefonu ve uydu çanağı modern toplumun göstergelerine dönüşmüş
durumda. Bu mecralar başka sosyal ve teknolojik gelişmeler yönünde de insanlığa yardımcı olma işlevini
görüyor.
S osyal S onuçlar
Genelde modern küresel iletişim araçları hemen herkese yeni bilgi alışverişine ulaşma olanağını sağlamış
bulunuyor. Bilgi gittikçe modern toplumun en önemli hammaddesi haline geliyor. Her şeyden önce, farklı
üretim faktörlerini (emek, toprak, sermaye) verimli kullanmada kilit bir rol oynuyor. Malların sınai seri
üretiminde çalışan insan sayısı azalmaya devam ediyor; çünkü bu işler gittikçe makinelerle yapılıyor ya
da ücretlerin düşük olduğu ülkelere aktarılıyor. Çok gelişmiş ülkelerde işgücünün yaklaşık yarısı
enformasyon teknolojisini kullanmaya ya da geliştirmeye yönelik işlerde çalıştırılıyor. Enformasyon
teknolojisi daha şimdiden modern toplumun en hızlı gelişen
sektörü haline gelmiş bulunuyor. Bu akımın güçlenmesiyle birlikte, geleceğin bilgi temelli
toplumuna katılımı, kişinin eğitim düzeyi daha önce hiç olmadığı kadar belirleyecektir.
Seyahat olanaklarındaki artışla birlikte insanların yabancı ülkeleri gezme ve farklı kültürleri ilk
elden tanıma fırsatları da genişliyor.
KİLİT BİLGİLER
Bilgi temelli toplum \ Küresel ekonomi \ Küreselleşme ve parçalanma
\ Yeni dünya düzeni | Uluslararası terörizm
KÜRESELLEŞME ulusal
toplumların gittikçe artan siyasal,
21. YÜZYIL AKIMLARI
ekonomik ve kültürel
bütünleşmesidir. Teknolojik ilerleme ve Doğu-Batı çatışmasının sona erişi 20. yüzyılın
sonlarından itibaren dünyayı daha da birbirine yaklaştırmıştır.
SİYASET, KÜLTÜR VE İŞ
Siyasal, ekonomik ve kültürel karar alma süreçlerinde ulusal
HAYATI alanlarında
sınırların önemi gittikçe azalıyor. Dijital bağlantılı bir “dünya
küreselleşme arttıkça, geleneksel
toplumu”nun yaratılması geleneksel engelleri yıkıyor ve bireylere
değerleri ve kimliği koruma
kişisel gelişim için daha önce hayal edilemeyecek ölçüde
duygusu o ölçüde
birçok değişik fırsat sunuyor. Ne var ki, bir yandan da tehlikeli yeni
güçleniyor. KÜRESEL TERÖR
sosyal ve kültürel bölünmeler günışığına çıkıyor.
ŞEBEKESİ El-Kaide şiddet
eylemlerini haklı göstermek için | @ Ekonomik ilerlemeyi çevrenin etkin bir biçimde korunmasına
İslam’ı istismar ediyor. bağlamak 21. yüzyılın başlıca küresel görevidir.
Küreselleşmenin etkilerini en belirgin olarak ticarette görmemize karşın, artık ulusal devlet çerçevesinde
çözülemeyen küresel siyasal konular da her geçen gün artıyor.
Wall Street’teki New York Borsası dünyanın en büyük borsasıdır. Büyük şirketlerin hisse senetlerinin
değeri buradaki alım satımlarla belirlenir.
Çin gibi hızı ekonomik gelişme içindeki ülkelerde artan enerji kullanımıyla birlikte çevre sorunları ortaya
çıkıyor.
Soğuk Savaş’ın 1989/1990'da sona ermesinden ve yeni pazarların açılmasından bu yana, dünya
ekonomisinin küreselleşmesi yeni bir mahiyet kazanmış bulunuyor. Günü-
müzde ticaret, ürün ve hizmet piyasaları sıkı bağlarla iç içe geçmiştir. Bir ülkeden başka bir ülkeye
devasa sermaye akışına olanak veren yeni teknolojiler sayesinde, uluslararası finansal piyasalar en fazla
küreselleşen kesimi oluşturuyor.
Büyük ulusötesi şirketler dünya genelindeki faaliyetlerini eşgüdüm içinde yürütüyor ve en kârlı olabilecek
ürünleri ve dağıtım noktalarını seçiyor. Bütün dünyanın pratikte tek bir pazarda bütünleşmesi nedeniyle,
ülkeler yerli sermayeyi içeride tutmak ve iş alanları yaratmak açısından şirketleri kendi sınırları içine
çekmede sıkı rekabetle karşılaşıyor. Birçok ülke vergi teşviklerinin yanı sıra ticareti daha
fazla serbestleştirme gibi elverişli koşullar sağlayarak yatırımcıları ve yüksek vasıflı personeli çekmeye
çalışıyor.
Kazananlar ve Kaybedenler
Ekonomideki küreselleşmenin sonuçlarından biri dünya ticaretinde 1990’lardan beri süren yüksek
düzeydeki büyümedir. Yabancı yatırım-lar hızla artıyor ve hatta bir bölümü gelişmekte olan bazı ülkelere
akıyor, işgücünün çoğu kez sanayileşmiş ülkelere oranla daha ucuz olması nedeniyle, bu ekonomiler
şirketlerin küresel üretim sistemleriyle bütünleştiriliyor. Pazarların dış dünyaya açılması özellikle Çin ve
Vietnam gibi sahneye yeni çıkan ülkelerde yüksek büyüme ve işgücü piyasasına olumlu etkiler sağlamış
bulunuyor.
Afrika ülkeleri ve Latin Amerika'nın bazı kesimleri esas itibariyle küresel ekonominin avantajlarından
hâlâ yoksundur.
Buralarda rekabete açık ekonomik yapılar yoktur ve kısmen istikrarsız siyasal koşullar hüküm
sürmektedir. Ayrıca yoksulluk düzeyinde bir artış söz konusudur.
Diğer yandan, zengin ülkelerin de orta vadede herkesin ekonomik ve teknolojik ilerlemeye dengeli
katılımını gözetmesi gerekir. Aksi halde gelişmekte olan ülkelerden pek kontrol edilemeyen bir
kaçış başlayabilir ve sanayileşmiş ülkelerin ekonomik istikrarını sarsabilir.
Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun derinleşmesi tehdidi ekonomik küreselleşmenin dünya
çapındaki sıkıntılarından sadece biridir. Uluslararası finansal sistemin istikrarı ve çevrenin etkin bir
biçimde korunmasının güvence altına alınması da bütün ülkeleri ilgilendiren siyasal görevlerdir. Sonuçta
bu konular ancak birlikte inisiyatifler alarak çözülebilir.
Böyle küresel sorunlarla etkili biçimde başa çıkmak için, siyasetin de gelecekte bir noktada
küreselleşmesi gerekir. Küresel bir yönetişim biçiminin küresel ekonomiye karşı koyması açısından,
BM’nin (s. 232) güçlendirilmesi ve bir tür uluslararası hukuki otoritenin kurulması şu anda kaçınılmaz
gibi görünüyor. Dünya çapında bir şebeke aracılığıyla özgül davalar için siyasal karar
ÖZEL BİLGİLER
dünya genelinde 1950'den beri ortalama beş kat artarken, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurum daha
da genişliyor.
GELİŞMEKTE OLAN birçok ülke uluslararası ticarette, özellikle de en önemli dal olan tarımsal
ticarette hâlâ dezavantajlıdır. Koruyucu gümrük tarifeleri sanayi ülkelerinin pazarlarına girişi
güçleştiriyor.
makamlarına baskı uygulayan Gre-enpeace ve Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum kuruluşları
uluslara rası politikaları hayata geçirmede gittikçe önemli bir rol oynuyor.
Baskı Altındaki Sosyal Devlet
Şirketleri kendi sınırları içinde tutmaya dönük yoğun rekabetten dolayı, zengin sanayi ülkeleri gittikçe
sosyal hizmetleri esas olarak bir maliyet faktörü görüyor. Özellikle işverenlerin ek ücret giderleriyle
sosyal sistem ödentilerine katkıda bulunduğu ülkelerde, iş çevreleri düşük ücretli ülkelerle rekabet etme
açısından finansal kolaylıklar için bastırıyor. Birçok yerde yapılan reformlar çalışanlara sözgelimi sağlık
sigortası giderlerinde daha fazla sorumluluk yüklemeye yöneliktir. Uluslararası rekabetin sosyal
kazanımlara zarar vermesini önlemek amacıyla, bütün ülkelerin işçileri için asgari sosyal koşullar birkaç
yıldan beri küresel düzeyde tartışılıyor.
yukarıda: Sosyal hizmetlerdeki kısıntılar nedeniyle zengin ülkelerde yoksulluk yeniden yükseliyor.
Küreselleşmeyle birlikte tüm dünyanın aynı seviyye gelmesi kültürel sınırların gittikçe bulanıklaşmasını
da getirmiş bulunuyor. Öte yandan ulusal kültürel kimliklere dönüş yönünde belirgin eğilimler görülüyor.
Genişleyen ekonomik bütünleşme çeşitli ülkelerin kültürü ve yaşam tarzını da etkiliyor. Modern
kitle iletişim araçları ve insanların artan hareketliliği kültürel küreselleşmeyi getiriyor. Yabancı etkiler
gündelik sosyal yaşamın her alanına sızıyor ve bir ülkenin özgün gelenekleriyle gittikçe daha fazla
karışıyor.
Günümüzde Meksika mutfağı ve Hint filmleri Avrupa'da ne kadar yaygınsa, Amerikan hazır
yiyecekleri Asya'da veya Hollywood filmleri Arap ülkelerinde o ölçüde yaygındır. Amerikan pop müziği
Afrika ve Uzakdoğu
radyolarında bangır bangır çalınıyor. En azından siyasal düzeniyle liberal bir devlette, bir kişi değişik
kültürel toplulukların geleneklerini biraraya getirerek kendine özgü bir yaşam tarzı kurabiliyor, hem de
ülkesinin kültürel geçmişinden büyük ölçüde kopmayı getirecek kadar.
Direniş ve Ş iddet
Ancak hayatın neredeyse bütün alanlarında kültürlerin kaynaşması, iyimserlerin umduğu biçimde oto-
matikman yabancılara karşı hoşgörüyü ve açıklığı geliştirmiyor.
Harvard'da siyaset bilimi dersleri veren Samuel Huntinğton aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığının bir
danışmanıdır.
Siyasal-Dini köktencilik
SİYASALLAŞMIŞ DİNSEL HAREKETLER dünya genelinde güç kazanıyor. Liberal modernliğe karşı
çıkmaları açısından çoğu kez “köktencilik” terimi altında toplanan bu hareketler arasında Hıristiyan
hakları grupları, İslamcı akımlar, Yahudi göçmen hareketi ve Hindistan’daki Hindu milliyetçiliği
sayılabilir. Hepsi din ve devlet işlerini ayıran modern anlayışı reddederek, siyasal kararların belirli bir
dinin geleneklerine ve akidelerine göre alınmasını istiyor. Temel alınan değişmez ilkeler kural olarak
dinsel metinlerin (Kitabı Mukaddes, Kuran vs.) lafzi yorumlarına dayanıyor. Böyle gruplara damgasını
vuran tipik özellikler, aykırı bir görüş savunanlara karşı hoşgörüsüzlüğün yanısıra dar çerçevedeki iyi ve
kötü kavramlarıyla düşünme eğilimidir.
ÖZELLİKLE ÖDÜNSÜZLÜK TUTUMU nedeniyle dinsel- siyasal köktencilik özünde şiddete dönük
bağnazlık tehlikesini barındırıyor. Bütün dünya dinlerinin ilke olarak barışçıl olmasına karşın, bazı
köktenci militanlar “Tanrı buyruğu" ya da
“doğru” olduğuna inandıkları düzeni zorla ve hatta şiddet yoluyla benimsetmek istiyorlar.
Radikal Yahudi göçmenler atalarından kalma Kutsal Toprakladın tamamı üzerindeki haklarının Kitabı
Mukaddes’e dayandığı görüşünde ısrar ediyorlar.
Aksine, dünya genelinde birçok insanın sağlam bir kişisel dayanak olarak ayrı bir kültürel kimliğe sarılma
gereğini daha fazla duyduğu görülüyor.
Özellikle gelişmekte olan ve sosyal bakımdan istikrarsız ülkelerde, zengin sanayi ülkelerinin
ekonomik üstünlüğünün medyada işlenmesine, “Batı" refah modellerine özgü değerleri daha zayıf ülkelere
zorla benimsetme girişimi olarak bakılıyor.
Buna tepki olarak birçok yerde ortaya çıkan ve bazıları şiddete yönelen hareketler, dinsel ya da ulusal
geleneklere ve değerlere dönüş fikrini yayarak modern keyfiliğe karşı
Çok-kültürlü toplum: Londra’daki bu sahnede görüldüğü gibi, birçok büyük kentte farklı kültürlerden gelen
insanlar barış içinde birarada yaşayabiliyor.
çıkıyor. Şu anda dünya genelinde öne çıkan islami gruplar içindeki bir azınlık bazen terörist
yöntemlere başvuruyor (s. 241).
Tehdit duygusu ve sosyal endişeler liberal devletleri kendi toplumlarını “aşın yabancılaşma”dan koruma
çabasına yöneltiyor. Başvurulan önlemler dışarıdan göçle ilgili yasal düzenlemelerin
katılaştırılmasını, ayrıca göçmenleri kültürel ve siyasal özümleme yoluyla kurulu toplumsal yapıya
katmaya daha fazla ağırlık
yurttaş katılımına dönük bölgesel haklar güçlendiriliyor. Bu durum neredeyse bütün ülkelerin çeşitli yerli
kültürel varlıklan desteklemek üzere kamusal kaynaklar sağladığı Avrupa’da açıkça görülüyor.
ÖZEL BİLGİLER
KÜLTÜRÜ KORUMA gerekçesiyle bütün Batı Avrupa ülkelerinde yerli kültürel varlıklara indirimli bir
vergi oranı uygulanıyor. Örneğin, bazı ülkelerin kitaplarda sabit fiyat uygulaması daha geniş bir satış
sağlamaya yöneliktir.
BATI KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ sinemadan müziğe ve kitaplara kadar dünya piyasasına egemendir.
Doğu-Batı çatışmasının sona ermesi dünyayı daha barışçıl hale getirmedi. Aksine, tırmanan yerel
çatışmalar uluslararası güvenlik politikaları için yeni güçlükler yaratıyor.
iç savaşların en yoğun olduğu Afrika'da çocuklar sıkça asker olarak kullanılıyor.
FİLİSTİNLİLER 1995'TEN BERİ İsrail'in yanı başında ayrı bir devletin temelini kurmak üzere bölgenin
bir kesimini özerk bir yapıyla yönetiyor. İsrail sınır boyunda bir duvar örerek saldırılardan korunmaya
çalışıyor.
Ortadoğu Çatışması Bitmeyen Savaş mı?
“KUTSAL TOPRAKLAR” için İsrailliler ve Filistinliler arasında süren çatışma 60 yıldır uluslararası
siyasetin odağında yer alıyor. Ama defalarca yaşanan bu kanlı kapışmaların geçmişi 19. yüzyıl sonlarında
Avrupa'dan zorunlu Yahudi göçünün başlamasına kadar iniyor.
BM'NİN 1947 PLANI bu toprakların Yahudilereve Filistinlilere ait iki devlete bölünmesini öngörüyordu.
Fakat Filistinliler ve bütün Arap dünyası bu bölünmeyi kabul etmeyerek, başından itibaren plana karşı
çıktı, izleyen savaşlar BM’nin öngördüğü sınırın ötesindeki bazı toprakların da İsrail'in eline geçmesini
getirdi. Filistinliler buna şiddete dayalı bir direnişle tepki gösterdi. Filistinliler ve İsrailliler arasında bir
uzlaşma sağlamaya dönük bütün girişimler şimdiye kadar çatışmanın her iki tarafındaki radikal gruplarca
kösteklendi.
Gerek İsrailliler, gerekse Filistinliler şiddete başvurmanın gerekçesini öbür tarafın şiddetine
dayandırıyor. Ufukta bu feci çatışmanın sona ereceği yönünde bir belirti yok.
sona erişi bir küresel nükleer savaş tehlikesini azalttı. Ne var ki, kalıcı bir barış sağlama umudu ancak kut
Çin’in Yükselişi
Dünyanın en kalabalık nüfuslu ve üçüncü büyük ülkesi, bir nükleer güç ve BM Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyelerinden biri olan Çin, II. Dünya Savaşı’ndan beri önemli bir uluslararası rol
oynuyor. Ayrıca, ekonomisi 1980'lerden beri neredeyse yüzde 10’a varan ortalama bir büyüme hızıyla
gelişiyor. Şu anda dördüncü büyük ulusal ekonomi konumuna ulaşmış durumda. Birçok uzman zengin
kültüre sahip bu ülkenin girişken bir ekonomik süper güç olarak 21. yüzyılda birincilik için
ABD’yle yarışa girebileceği öngörüsünde bulunuyor.
zey yarıkürenin ekonomik küreselleşmeden en kazançlı çıkan gelişmiş ülkelerinde gerçekleşti. Birçok
bölgede 1990’lar-dan itibaren silahlı çatışmaların sayısı çarpıcı bir şekilde yükseldi. 2005’te şiddetin şu
ya da bu ölçüde devreye girdiği 278 krizin çoğu farklı ülkeler arasındaki anlaşmazlıklardan ziyade
ülkelerin içindeki sorunlarla ortaya çıktı.
Şiddetin Özelleşmesi
Önde gelen iki güç ABD ve SSCB'nin küresel kapışması birçok iç sorunun üstünü örtmüştü. Komünizmin
1989/1990'daki çöküşünden sonra, eski kırgınlıklar, etnik-dinsel ayrılıklar ve unutulmuş sınır çatışmaları
yeniden alevlendi. Yugoslavya’nın 1990’ların ortalarında dağılmasıyla ilintili savaşlar bu kaosun kanlı
örnekleridir. Ru-anda, Somali ve Liberya gibi gelişmekte olan ülkelerde merkezi devlet
otoritesinin yıkılması bölgeleri anarşiye sürükledi. Şu anda özellikle Afganistan ve Irak’ta zorla sağlanan
rejim değişikliklerinden sonra iç savaşa benzer koşullar hüküm sürüyor. Siyasal ve ekonomik bakımdan
zaten patlamaya hazır Ortadoğu bölgesi, uluslararası topluluğun istikrarı sağlama çabalarında başarıya
ulaşamaması halinde, denetlenemez bir
soruna dönüşme tehlikesini barındırıyor. Dahası, devlet yapılarının çöküşü uluslararası suçlara ve terörist
gruplara (s. 241) elverişli bir zemin hazırlıyor.
Bu gelişmelerden dolayı günümüzde nükleer, biyolojik ve kimyasal kitle imha silahlarının çoğalması bir
küresel güvenlik sorunu ve siyasal sorun haline gelmiş bulunuyor. Terörist grupların böyle silahları ya da
en azından bunları üretmeyi sağlayacak malzemeleri ele geçirebileceği korkusu gittikçe artıyor. Soğuk
Savaş sırasında kitle imha silahları esas olarak iki süper güç ABD ve ^ SSCB'nin elinde veya en
™ azından denetimindeydi.
leer güçler arasında sayılıyor; üstelik bunlar BM’nin nükleer silahların çoğalmasını önleme
antlaşmasına imza atmamış ülkelerdir. Günümüzde izlenemeyen teknik bilgi ihracı sonucunda başka
ülkeler de kısa sürede yıkıcı güçte silahlar üretecek bir konuma gelebilir. Bu bakımdan genel nükleer
silahsızlanma yönünde yeni politikalarının acilen gerekli olduğu söylenebilir.
21. YÜZYIL
ULUS İNŞASI: Uluslararası topluluğun kriz bölgelerine müdahalelerinin askeri harekâtlarla
sınırlı kalmayarak, uzun vadede sivil ve devlet altyapılarının inşasını da sağlaması gerekiyor.
Teröristler mevcut bir yönetim sistemini şiddet yoluyla yıkmaya çalışırlar. Eylemleri 20. yüzyılda ulusal
düzeyden uluslararası düzeye taşınmıştır.
Ispanya'da ETA, Türkiye’de PKK, İrlanda'da IRA, Filistin topraklarında El-Aksa Şehitleri Tugayı.
MUHAFAZAKÂR TERÖRİZM esas olarak mevcut bir devlet düzeni adına kendi yöntemleriyle
adaleti sağlamaya kalkışır. Bir örnek Ku Klux Klan'dır.
Etnik-Milliyetçi Terörizm
ETNİK-MİLLİYETÇİ terör grupları bir işgal kuvvetinin etnik topluluklan bastırdığı ya da etnik
azınlıkların çoğunluk tarafından sindirildiği ve ayrımcılıkla karşılaştığı ülkelerde yaygındır. Ulusal
bağımsızlığa ulaşmayı amaçlar ve kendi kaderini tayin hakkını dayanak alırlar. Avrupa'daki en tanınmış
örnekler Basçue Eus-kadi Ta Askatasuna (ETA) ve Katolik İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu'dur
(IRA). Şiddetten 2005’te vazgeçen ve artık Kuzey İrlanda’daki İngiliz egemenliğine karşı siyasal
mücadele yürüten IRA 2007’de iktidarda bir yer edinmiştir. ETA ise acımasız eylemlerle İspanyol
toplumunu sarsmaya devam ediyor. Bu yoldan Bask bölgesinin bağımsızlığını zorla elde etmeye çalışıyor.
FİLİSTİNLİ GRUPLAR Ortadoğu'da kuruluşundan beri İsrail'e karşı terörist yöntemlerle mücadele ediyor
ve bir Filistin Arap devleti kurmayı amaçlıyor. Militan bir grup olan Flamas şimdi yönetimdedir.
ABD’nin Irak’ta zorla rejimi değiştirmesinden bu yana, bir dizi grup terörist intihar saldırılarıyla yeni
hükümete karşı savaşıyor.
Terörizm banka soygunlarından ve seçilmiş hedeflere dönük suikastlardan uçak kaçırma ya da rehine alma
gibi eşgüdümlü büyük harekâtlara kadar uzanan siyasal amaçlı şiddet eylemleri olarak tanımlanır. Bu yola
başvuranlar genellikle toplumdaki bir azınlık kesiminde yer alan ve saldırılarla siyasal düzeni bozmaya
çalışan tekil bireyler ya da gruplardır. Saldırı hedefleri çoğu kez devletin ya da sosyal düzenin
temsilcileridir; ama gittikçe masum siviller de hedef olmaktadır.
( ummando
rjrvJHıuıner
• Tİahmeh
1968 öğrenci hareketinin radikal bir uzantısı olan solcu terörizm 1970’lerde özellikle Avrupa'da güç
kazandı. Alman “Kızıl Ordu Fraksiyonu" (RAF), İtalyan “Kızıl Tugaylar” ve Fransız "Doğrudan Eylem”
grupları nefret ettikleri kapitalist sistemi esas olarak devletin önde gelen temsilcilerini kaçırıp öldürme
yoluyla istikrarsızlaştırma çabalarında başarıya ulaşamadılar. Solcu terörizm
komünizmin 1989/1991’deki çöküşüyle dünya genelinde önemini kaybetti. Bununla
birlikte, küreselleşmenin çeperinde yeni terörist yapıların ortaya çıkma ihtimali yok sayılamaz.
yukarıda: RAF 1977'de Atman işveren temsilcisi Hanns-Martin Schleyer’i kaçırıp öldürdü.
Somut amaçlarından bağımsız olarak, bütün teröristler baskıcı bir devlet aygıtının ezdiği mağdur
bir kesime mensup olma duygusundan hareketle, kurallara göre gayri ahlaki sayılan şiddet
araçlarına başvururlar. Giriştikleri saldırılarda öncelikle insanların tutumunu değiştirmek isterler.
Eylemlerin amacı kestirme yoldan kamuoyunun ilgisini davalarına çekmek ve devletin güvenlik aygıtına
karşı toplumun güvenini sarsmaktır. Devletin karşı eylemleri hesaba katılır ve orta ya da uzun vadede bir
‘‘devrimci durum” yaratmak üzere ‘‘gizli" yandaşları harekete geçirmede ve yenilerini kazanmada
kullanılır.
IRA’nın bombalı saldırılarında 1.700'ü aşkın kişinin yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.
Ağırlıklı olarak Filistinli grupların giriştiği adam ve uçak kaçırma gibi çarpıcı eylemler 1960'ların
sonlarında terörizmin uluslararası bir boyut kazanmasını getirdi. Yabancı uyruklular ve diğer ülkeler
gittikçe saldırılara hedef olmaya başladı. Bunun amacı bölgesel davaların uluslararası düzeyde
bilinmesini sağlamaktı. Dinsel-köktenci güdümlü terör gruplarının büyümesiyle birlikte şiddet
tırmanmaya devam etti.
Terörist anlayışta “kötülüğün timsali”ne karşı mücadelede çok sayıda kurbana yol açan eylemler mazur
görülür. Örnekler bir Japon mezhebinin Tokyo metrosunda gerçekleştirdiği zehirli gaz saldırıları ve 11
Eylül 2001’deki yıkıcı terör saldırısıdır. El-Kaide şebekesi yeni küresel terörizmin başta gelen bir
örneğidir.
Köktenci, totaliter ve sınırsız: İslamcı terör şebekesi El-Kaide modern küresel terörizmin prototipi
sayılır.
internet üzerinden gerçekleştiriliyor. Saldırılara ilişkin teknik bilgiler bile bu yoldan veriliyor, ilke olarak
herkes El-Kaide adına eylem üstlenebiliyor.
“El-Kaide” geleneksel anlamda kesin belirlenmiş hiyerarşiye dayalı bir terör örgütünden çok, aşırı
İslamcı militanların dünya çapındaki gevşek bir şebekesidir. Öncelikle tek bir ortak hedef etrafında
birleşmiştir: Arap dünyasını -ve zamanla bütün yerküreyi- “kâfirlerden kurtarmak ve İslam şeriatına uygun
bir teokrasi kurmak. Asıl düşman Müslüman dünyayı ezmekle suçlanan dünya güçleri, yani ABD ve
müttefikleridir. Başlıca görev Batı nüfuzu altında olan ve geleneksel olarak İslam kimliği taşıyan
bölgelerdeki rejimlerle askeri mücadele yürütmektir. Ayrıca, doğrudan “düşman topraklarda en yüksek
sayıda kayba yol açacak terör saldırılarıyla Batı dünyasının ve yaşam tarzının zayıflığı gösterilmeli ve
böylece Batı
Karşı S tratejiler
KÜRESEL TERÖRİZME KARŞI kalıcı bir etkinlikle mücadele edebilmek için, şimdiye kadar ulusal
düzeyde çalışan istihbarat örgütleri arasında daha güçlü uluslararası işbirliğine gerek vardır. Karşılıklı
düşmanca ve önyargılı görüşleri yıkmak açısından, İslamcı terörizme karşı mücadelenin yanıstra siyasal
İslam'ın ılımlı temsilcileriyle diyalog da geliştirilmelidir.
relerin oluşumunu önlemek açısından, Ortadoğu’dakine benzer sıcak bölgesel çatışmaların fitilini
sökerek teröristleri siyasal üreme alanlarından yoksun bırakma yoluyla uzun vadede daha umut verici
başarılar elde edilebilir.
USAME BİN LADİN 1957'de Riyad'da Suudi bir tüccar ailenin oğlu olarak doğdu ve iktisat öğrenimi
gördü.
Usame Bin Ladin İslamcılar arasında daha şimdiden şehit konumuna ulaşmış bulunuyor.
TERÖRİST ŞEBEKE “El-Kaide”nin kurucusu Usame Bin Ladin, 11 Eylül 2001 saldırılarını perde
arkasından düzenleyen kişi olarak kabul ediliyor. Bir Suudi müteahhidin zengin oğlu olarak, 1980'lerde
Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı İslamcı direnişi Pakistan’dan yönlendirdi. Destekçileri arasında
ABD istihbarat örgütü CIA de vardı. Sovyet kuvvetlerinin çekilmesinden sonra, bir süre Suudi
Arabistan’da kaldı; ama kraliyet ailesini eleştirmesi üzerine 1991’de Sudan’a sürgün edildi. 1996’da
Afganistan’a geçerek radikal İslamcı Taliban rejimine sığındı.
sına karşın, yeni militanlar devşirme işi ulusal sınırlar içinde değil, dünya genelinde yürütülüyor. El-
Kaide’yle bağlantılı gruplar ve kişiler dünyanın bütün bölgelerine dağılmıştır; bu durum
şebekenin eylemlerinde çok esnek ve gezgin olmasını sağlıyor. Afganistan’daki kumanda merkezinin
askeri olarak yıkıldığı 2001'den beri, ilk bağlantılar ve ideolojik eğitim esas olarak
ŞAHSİ SERVETİNİ kullanan bin Ladin 1988'den itibaren 30’u aşkın ülkedeki bölgesel hücrelerle militan
savaşçılardan oluşan yaygın bir şebeke oluşturdu. Dünyadaki terör saldırılarına hazırlık amacıyla
Afganistan'da bir askeri eğitim kampı kurdu. NevvYorkve VVashington’daki 2001 saldırılarının ardından,
ABD onu "bir numaralı devlet düşmanı" ilan etti. ABD’nin Afganistan'a düzenlediği büyük çaplı askeri
saldırıya ve merkezi terörist yapıların yok edilmesine karşın, hâlâ yakalanabilmiş değil ve
akıbeti hakkında ancak çeşitli tahminler ileri sürütebili
yor.
Bin Ladin 2001’den beri sadece video kasede alınmış mesajlarda görülüyor.
KİLİT SİLGİLER
ADALET bütün hukuk Haklar ve adalet | Haklar ve hukuk | Doğal hukuk ve pozitif hukuk | Roma hukuku |
düzenlerinin esas Dinsel temel
aldığı yol gösterici
ilkedir.
İLK HUKUK
DÜZENLERİ din
kurallarına dayalıydı. ADALET VE DÜZEN-HUKUKUN TEMELİ
j insan toplumunda temel adalet ve eşitlik ilkeleri yönündeki arayış bütün hukuk
DEMOKRASİLERDE sistemlerinin temel amacıdır. Böyle ilkelerin yasalar biçiminde ifade edilmesine
yasaları karşın, kişinin doğal ve dokunulmaz hakları bunlardan bağımsız olarak vardır.
parlamentolar ya da Babil’deki Hammurabi yasaları, Hindistan’daki Manu yasaları ve Filistin’deki
meclisler çıkarır. Musa yasaları gibi eski kanunnameler etik ve dinsel makamlar aracılığıyla
meşrulaştırılırdı. Zamanla hukuk sistemleri daha seküler teorilere dayandırıldı.
İNSAN YAPIMI
yasaların daha temel 1 © Yasalar toplumda ideal bir durumu sağlamak üzere belirlenmiş davranış
doğa yasalarına kuralları ve usullerdir.
dayanması ya
da dayanma gereği bir
tartışma konusudur.
Yasalar ilke olarak bir hukuki yönergeler sistemiyle eşitlik idealine ulaşmaya çalışır. Bu yönergeler
bireyin toplumla ilişkisindeki haklarını ve ödevlerini belirler.
Adalet arayışı bütün hukuksal ve cek en yüksek etik normlardan biri toplumsal düzenlerin ana amacını
adalettir. Bu ideal bütün hukuk sis-oluşturur. Bir topluma yön verebile- temlerini ölçüye vururken esas
alın-
“ADALET TEORİSİ” (1971) kitabıyla büyük ilgi uyandıran ABD'li filozof John Rawls, hakça davranış
olarak anladığı adaletin siyasal ve yasal eşitlik, bireysel özgürlük ve toplumda eşit fırsat ilkeleriyle ayırt
edilebileceği kanısındaydı. Aşağı yukarı 17. yüzyıl düşünürleri Thomas Hobbes (s. 213) ve John Locke
gibi, onun teorisi de sosyal sözleşme fikri üzerine kuruluydu. Ama böyle bir sözleşmeyi insan toplum-
lannın doğal ve tarihsel durumunun bir parçası olarak gören önceki düşünürlerden farklı olarak, Rawls
bunun adil bir sosyal düzenin temel ilkeleri üzerine düşünürken başvurulan varsayımsal bir araç olduğu
görüşündeydi.
HOBBES GİBİ, Rawlsda insanın “rasyonel egosu" fikrinden yola çıkar. Birey toplumda hangi konum ya
da statüde olacağını bilmez. Bu bakımdan sadece, her
kese konumlara ulaşmak için eşit fırsat tanıyan ve herkesin yararına olan yasaların çıkarılması gerekir.
Belirli kesimleri kayıran yasalar sonuçta onları dezavantajlı bir duruma düşürebilir. Rawls sosyal ve
ekonomik eşitsizliklerin ortaya çıkacağını kabul eder; ama herkese açık ve herkesin yararına fırsatlarla
birlikte var olduğu sürece bun
Uygulamada hakça davranış: Bir futbolcu karşı takımdan bir oyuncunun ayağa kalkmasına
yardımcı oluyor.
ması gereken standarttır. Daha geniş adalet ve eşitlik talepleri tarihteki çoğu devrimin ve ayaklanmanın
temelinde yatan sebeptir. Hukuk sistemleri bu normları kullanarak, adaletin kalıcı yasalar ve
düzenlemeler biçimine bürünmesini sağlamalıdır. Kuşku duyulan durumlarda, bu yasalar
hukuksal bakımdan sorgulanabilmelidir.
Ne var ki, bu ideale ulaşılabilmiş değildir; çünkü yasalar bireysel özgürlükleri ve doğal hakları
da gözetmek zorundadır.
Adaletin tanım ve yararı antik çağdan beri siyasal düşünürleri uğraştıran bir konudur.
Aristoteles’e göre, hukuk “herkese layığını verme” ilkesini esas almalıydı. Bu anlayışta adalet her kişinin
hak ettiğini alması, yani eşitlere eşit davranılması olarak tanımlanır. Böylece Aristoteles servet ve
iktidar paylaşımına dönük “dağıtıcı adalet” ile insanlara eşit davranmaya dönük “karşılıklı adalet”
arasında bir ayrım yaptı. Her iki adalet yorumu modern hukuk sistemlerinin çoğunda
benimsenmiş ideallerdir. Bu sistemlerde dağıtıcı adalet sosyal avantajların ve payelerin dağıtımı
açısından, İnsanlara bireysel
Tanrıça lustitia elinde adaletin simgesi teraziyle. Kılıç, yasaları çiğneyen kişilerin karşılaşacağı
cezayı temsil ediyor.
Adalet ilkesini içermesi gereken yasalar bir davranış kuralını ortaya koyar ve genelde yorum anlaşmazlığını asgariye indirecek
biçimde ifade edilir.
Bütün yurttaşların hukuk önünde eşitliği antik çağda bile bir gereklilikti. AtinalI Solon'un (ortada) MÖ
594’ten sonra çıkardığı yasaların da temel ilkesi buydu.
KİŞİ AKLA DAYALI ödevlerini yerine getirmelidir. BİREYSEL YETKİNLİK ve toplumsal mutluluk
etiğin ödevi ve hedefidir.
Aydınlanma çağının en önemli teorisyenlerinden olan Kant, etik ve hukuk anlayışına yenilik getirdi.
IMMANUEL KANT GÜÇLÜ BİR İNANÇLA ahlakın gerekliliğinden yanaydı. Bu inancın nedeni, bu
ahlaki gerekliliğin dini makamlarca buyrulması değil, bu gerekliliği göstermek için mantıksal akıl yürütme
gücünü kullanabilmesiydi. Ahlaki duruşunun kilit kavramlarından biri “koşulsuz buyruk”tu. Bunun en
özlü tanımını yine kendisi şöyle vermekteydi: “Sadece evrensel bir yasa olmasını
BİR YASA EVRENSEL nitelik taşıdığında, varsayıma dayalı yasalar gibi tekil bir durumun özelliklerine
göre doğrulanamaz ya da çürütülemez. Dolayısıyla daha büyük yarara zarar verdiği gerekçesine dayanarak
cinayetin yanlış olduğunu öngörmek yeterli değildir; çünkü daha büyük yararda hiç çıkarı olmayan bir kişi
bu yasayı pek önemli bulmayacaktır.
Kant özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini Aydınlanma düşüncesinden ilham alan Fransız
Devrimi'nin destekçilerinden biriydi.
Hukuku anlamak adaleti anlamaktan daha az karmaşık değildir. Aslında hukuk diye bir şey yoktur; sadece
somut yasalar vardır. Bunların hepsi bir toplumun yaşamını düzenleyen hukuk düzenini sağlar. Yasalar bir
dizi yönerge biçiminde işler ve adalete ilişkin ahlak ilkesi çerçevesinde dü-
Eski Ahit’te yer alan On Emir bilinen en eski hukuk normları dizilerinden biridir.
zenlenir. Haklar ve yasalar “olması gereken durum’la ilgili bir rehber oluşturur; yani herkesin bütün
haklara ve yasalara uyması ve aynı zamanda bunlara uygun olarak yaşaması halinde toplumun nasıl
bir durumda olacağını açıklar. Aynı şekilde bir toplumun yaşamını düzenleyen göreneklerin,
alışkanlıkların ve ortak âdetlerin tersine, yasalara uyma gereği toplumsal düzenin koruyucusu sıfatıyla
devletçe istenebilir. Bir yasa çiğnendiğinde, devlet ceza ya da yaptırım yönünde gözdağı verebilir ve
bunları uygulayabilir. Hukukun bu yönü mahkemelerin sorumluluğuna girer.
Yasalar
Yasalar belirli bir usule göre çıkarılır. Örneğin, demokrasilerde yasama yetkisi ülkenin anayasasına
uygun hareket etmek zorunda olan parlamentoların ya da diğer temsili meclislerin elindedir.
Kolektif yapıyla ve bireyler arası ilişkiler açısından bir toplumdaki bütün mensupların hakları ve
ödevleri yasalarla belirlenip düzenlenir. Alman “Temel Yurttaşlık Yasası” (s. 222) gibi yasalar genel ve
soyut nitelikte toplumsal ilkeleri ortaya koyar. Dolayısıyla, özgül bir edimin ya da durumun bir yasanın
kapsamına girip girmediğini saptamada belli bir esneklik vardır. Geniş hukuk dili yargıçların yasaları
uygularken esnek olmasına olanak verir; ancak bu esneklik kural olarak keyfi dava açmaya ya da hukuksal
belirsizliğe yol açmamalıdır.
Anayasal hukuka dayalı bir devlette bütün kuralların ve düzenlemelerin her yurttaşın erişebileceği
biçimde yayımlanması gerekir. Böylece insanlar kendi ülkelerinde geçerli yasaları ve yönetmelikleri
bilirler.
Anayasal Devlet
Bir demokraside bütün yasalar bir hukuk düzenini korumalı, desteklemeli ya da belirlemeli, ayrıca adalet
ve eşitlik ilkelerine hizmet etmelidir. Anayasal devlet kavramıyla kastedilen şey budur.
Adalete ilişkin ahlak ilkesi hukukun üç veçhesine ayrılabilir: Eşitlik, sosyal adalet ve hukuksal kesinlik.
Eşitlik hukuk önünde eşitlik anlamına gelir: Hukuk sistemi dil, din, ten rengi ya da zenginlik gibi
farklılıklara bakmaksızın insanlara eşit biçimde davranmalıdır. Ancak, herkese adil davranmak açısından,
günümüzde yasalar belirli durumlarda esnek bir yaklaşımla yorumlanabilir.
Sosyal adalet belli dokunulmaz hakların güvence altında olması anlamına gelir. Hukuksal kesinlik,
yasaların olabildiğince kesin ve açık bir dille ifade edilmesini, ayrıca yurttaşları yönlendirme ve onlara
güven verme açısından sürekli değişmemesi gerektiğini belirtir.
YAKINLAŞMA KURAMI: Her hukuksal bildirim ilke olarak geçicidir; yani yeni hususlar
öğrenildiğinde düzeltilebilir.
HUKUK SORUNLARINDA yeni toplumsal mutabakat konuya ilişkin bütün olası görüşlerin
irdelendiği rasyonel tartışmaların ürünüdür.
Hukuk sistemi değişen bir toplumla tutarlı kalmak açısından sürekli yeni koşullara uyarlanmalıdır.
HUKUK BİLİMİNİN ileriye doğru gelişimine önemli bir katkı, insanların özel doğası üzerinde duran
yakınlaşma kuramından gelir.
Almanya 'da bir yüksek mahkeme yargıcı; yasaları esnek yorumlamalıdır.
İNSAN hem mevcut haliyle, hem de değişime açık yönüyle anlaşılır. Her kişinin kendine özgü ve
değişmez bir kimliği (varoluş hali) vardır; ama insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinin bir toplamı
anlamında da varlık gösterir. Bu ilişkiler ise asla statik değildir, sürekli bir değişim sürecinden geçer.
Hukukun bu dinamiği göz önünde tutması gerekir. Dolayısıyla hukukçular suçlara ve faillere ortamdan
kopuk olarak bakmamalıdır; bunun yerine saikleri, durumu, failin olay anındaki duygusal halini de
kapsamak üzere suçun işlendiği koşulları hesaba katmalı ve hepsini bir perspektife oturtmalıdır.
Birçok uzman hukuk düzenlerinin insan yapımı ya da “pozitif yasalar’Tn aksine herkes için geçerli ve yaradılışa bağlı doğal
yasalardan türetilebileceği kanısındadır.
Hukuk tarihindeki en büyük tartışma doğal hukuk ile pozitif hukuk arasındaki ilişki üzerinedir.
Doğal yasalar bütün insanların “doğadan kaynaklanan” hakları olarak nitelendirilir ve insan yapımı bütün
yasalara temel oluşturur. Doğal hukukun insan yasaları (pozitif yasalar)
Doğal Hukuk
Eski çağlarda bile insanların akıl, dil ve özgür irade sahibi varlıklar olarak belli temel haklara
Kral Süleyman'ın hukuksal kararları bugün bile adil ve bilgece yargıların simgesi olarak görülür.
sahip olduğu varsaydırdı. Bunlar bazen dokunulmaz nitelikte kabul edilir; hiç kimse için vazgeçilir
olmadığı gibi, başkalarınca da tartışma konusu edilemez. Hıristiyan ortaçağında antik çağın doğal hakları
yaratılışa ilişkin Hıristiyan görüşü içine alındı: Bütün insanlar Tanrı’nın yaratıkları olduğuna, onun
suretinde yaratıldığına ve özgür iradeyle donatıldığına göre, siyasal ve hukuksal düzenin saygı göstermesi
gereken haklar. Aydınlanma çağından itibaren, gerekçe tekrar daha ağırlıklı olarak kişinin rasyonel bir
varlık olmasına dayandırıldı. Bu nedenle doğal hukuk artık temel insan hakları olarak yorumlanıyor.
Doğal hukukun sorunlu bir yönü, değişken yapısıyla doğayı, insan top-lumunu gerektiği biçimde
düzene koymanın temeli saymasıdır. Dolayısıyla bu yaklaşım çok farklı hukuk ilkelerini meşrulaştırmada
kullanılabilir. Bunun bir sonucu olarak, gerek bütün bireylerin yasal eşitliği düşüncesi, gerekse iktidarın
en güçlüye ait olduğu düşüncesi doğal hukuk teorileriyle desteklenebilir.
Pozitif Hukuk
insan yapımı yasalar, yani pozitif yasalar doğal hukukun yazıya dökülmemiş yaygın tasarımlarıyla sürekli
karşılaştırılır. Aydınlanma çağından beri, kesin ve yazılı pozitif yasalara büyük değer verilmiştir; çünkü
bunlar soyut doğal hukukuyla sınırı çizmede insanlığın akıl yetisini kullanır. Bu şekilde rasyonelliği
odak alma 19. yüzyılda bir yasayı çıkarma sürecini içeriğinden katı yaklaşımla ayıran bir
doktrine (hukuksal pozitivizm) yol açtı. Yasalar bu doktrin uyarınca içeriklerine bakılmaksızın geçerli
sayıl-
Adcılık
Ortaçağ sonlarında tümel önermelere ilişkin felsefi anlaşmazlık genel ilkeler ile gerçeklik arasındaki
ilişki üzerineydi ve haklar konusundaki teorilere kesin bir etkide bulundu. Gerçekçiler tasarımların gerçek
olgular olduğu kanısındaydı; adcılara göre ise tasarımlar sahiden varolan şeylerle karşılaştırma ve
biraraya getirme yoluyla anlaşılabilecek soyutlamalardan ibaretti. Bu adcılık öğretisi yargıyı ele alınca,
hukukun tek gerçekliğin somut durumlar olması gerektiğini ve genel hukuk tasarımlarının ancak kurguyla
sonradan ortaya konabileceğini savunur.
maya başladı. Yasaların gücü kurallara uygun ve doğru biçimde çıkarılmalarına dayandırıldı. Bu tutum 20.
yüzyılda diktatörlerin canice ve adaletsiz sayılan yasaları kurallara dayalı ve meşru yasama
işlemleriyle çıkarması üzerine gözden düştü.
Roma hukuku hem içeriğiyle, hem de biçimiyle bütün Batı hukuk sistemlerine yansımıştır. Aradaki farklılıklar öteden beri var
olan çeşitli bölgesel hukuk göreneklerine dayanır.
bulundu. Hıristiyanlık aracılığıyla meşruiyet kazanmasına karşın, çok geçmeden seküler hukuk ile dinsel
Kral Dolmitianus kararını bildiriyor. Yunan modeline dayanmayan Roma hukuku. Avrupa'da 19. yüzyıla
kadar hukukun standart kaynağı olarak kaldı.
hukuk arasında bir ayrım ortaya çıktı. Bir ülkenin hükümdarı bütün dünyevi konularda en yüksek makam
olarak da görülmeye başladı. Germen topraklarının Roma imparatorluğu ve daha sonra Kutsal Roma-
Germen imparatorluğu tara
fından bölünmesi, güçlü bölgesel farklılıkların gelişmesini hızlandırdı. Böylece ayrı devletlerin
ihtiyaçlarına uygun yasaların çıkarılması, Almanya'nın şimdiki farklı hukuk sistemlerine temel oluşturdu.
Ortaçağda seküler hükümdarlar aynı zamanda en yüksek yargıçtı. İngiltere kralı II. Richard muhaliflerin
yargılandığı mahkemeyi yönetirken görülüyor.
Roma devlet örgütlenmesi ve hukuk sistemi modellerinin damgası bugün bile Batı kültürel geleneğinde
görülebilir. Günümüzde hâlâ kabul gören birçok hukuk ilkesi bu sisteme dayanır:
Kuşkulu durumda sanık lehine karar verilmelidir (in dubio pro reo)\ sözleşmelerin gereği yerine
getirilmelidir (pacta s unt ser-vanda); mahkemede her iki taraf da dinlenmelidir (audiatur et aitera pars).
Roma Hukuku
Roma hukuk sistemi önceleri uzun uygulama döneminden doğan ve yazılı olmayan görenek
hukukuna dayalıydı. İlk yazılı ve sabit yasa MÖ 451 dolaylarında çıkarılan On iki Levha Kanunları’ydı.
Bu metinde bugün hâlâ süren ayrımla hukukun neredeyse bütün alanları vardı: Kamu hukuku, özel hukuk,
dinsel hukuk, ceza hukuku ve idare hukuku.
Romalı hukukçular eklerle ve yorumlarla yasaları düzenli biçimde genişletirken, birçok farklı eyaleti
ve hukuk geleneğini barındırdığı için imparatorluğun sürekli değişen koşullarına da uyarladılar.
Labeo gibi ünlü hukuk bilginleri genel olarak sistemden ziyade özgül hukuk anlaşmazlıkları üzerine
yorumlarda bulundu.
Böylece Roma hukuku imparatorluğun çöküşünden sonra da varlığını sürdürmesini sağlayan pratik ve
davaya özgü bir yönelim kazandı. Ortaya çıkan yeni hükümdarlar bu hukuku büyük ölçüde benimseyerek
Avrupa ve Kuzey Afrika'ya taşıdı.
Bölgesel Farklılıklar
Bölgesel farklılaşma yönündeki eğilim özellikle Anglikan hukukunda belirgindir. İngiltere'de 13.
yüzyılda ortaya çıkan görenek hukuku yazılı yasalardan çok teamüllere dayalıydı. Bu durum özgül
davalara ilişkin yargı kararlarında yoruma çok daha geniş yer bırakılmasına olanak verdi.
Aydınlanma çağıyla birlikte, Roma hukuku ilkeleri kapsam bakımından önemli ölçüde genişledi. Daha
önce sadece belli kesimler (örneğin, Eski Roma’da özgür yurttaşlar veya ortaçağda bazı sınıflar) için
geçerli olduğuna inanılan haklar artık herkese tanındı. Bu hakların din, köken ya da mevkiden bağımsız
olarak sadece kişinin “insan oluşu”na dayandığı görüşü benimsendi.
Eşitlik vurgusuna bireysel hakların genişlemesi eşlik etti. Devletçe tanınan haklardan
ayrıştırma açısından, bunlar mülkiyet hakkını, can güvenliğini ve din özgürlüğünü kapsayan temel haklar
olarak ifade edildi. Böylece bireylerin yaşamıyla ilgili yasalarda devletin temel hakları uygulamasını
istemenin yolu açıldı. 1679 tarihli İngiliz “Habeas Corpus Yasası” bu alanda bir kilometre taşı oldu;
çünkü hiç kimsenin yasal gerekçe ya da soruşturma olmaksızın tutuklanamayacağı yolunda bir yükümlülük
getirdi.
Jüstinyen Kodeksi
Birçok Roma imparatoru hukuk sistemini standartlaştırmak amacıyla, sürekli büyüyen yasalar ve yorumlar
yığınını ayıklayıp sistemli hale getirdi. Batı hukuk bilimi için önemli bir kılavuz, Bizans imparatoru I.
Jüstinyen’in MS 534’te yayımlanan hukuk kodeksiydi. Jüstinyen Kodeksi olarak bilinen bu medeni hukuk
manzumesi 12 kitap halinde derlenen 4.600’ü aşkın yasayı ve geçerli hükmü içermekteydi. Daha sonraları
Batı hukuk sistemi, özellikle de kıta Avrupa'sının özel hukuk, ceza hukuku ve idare hukuku yasaları
için sağlam temel oluşturdu. Örneğin, bir vasiyetname düzenlenirken kaç tanığın bulunması gerektiği,
evli kadınların hakları ve vergi düzeyleri bu kodeksten alınmadır.
yukarıda: I. Jüstinyen eski Roma imparatorluğumun Bizans olarak bilinen bütün doğu
kesimini Konstantinopolis'ten yönetmekteydi.
1679 “Habeas Corpus Yasası" Büyük Britanya'da hapiste yatan birçok masum insanın serbest
bırakılmasını sağladı.
ilk hukuk sistemleri dinsel ilkeler üzerine kuruluydu; adalet ve hukukun hem kaynağı, hem de
gerekçesi Tanrı gibi bir ilahi güçtü. Hukuk sistemleri hükümdarlar, rahipler ya da peygamberler
aracılığıyla gönderilmiş kutsal vahiyler sayılmaktaydı. Gerekli durumlarda bu kişiler Tanrı buyruğunu
yorumlama yetkisine sahipti.
Dinsel Hukuk
Dinsel hukuk iki ilkeye dayanır: Birincisi, insanlar birarada yaşamak için bir hukuk düzenine gerek
duyar. Bu düzen kendi başına ortaya çıkmaz; ilahi yol göstericilikten doğar. İkincisi, Tanrı buyrukları
toplum için temel kuralları sağlar; bizzat ondan
Baş meleklerden Cebrail'in Âdem ile Havva’yı cennetten kovuşu.
Ortaçağ sonlarına kadar yasalar ağırlıklı olarak dine dayalıydı. Bugünkü birçok hukuk sisteminde dinsel
normların ve değerlerin izleri hâlâ görülebilir.
değiştirilemez ve mutlak sayılır. Ayrıntılar daha sonra insan yasalarıyla düzenlenebilir. Tanrı'nın
bildirdiği yasalar genellikle dünyevi ve ruhani alanlar arasında bir ayrım yapmaz; her şeyi kapsayan bir
yaşam tarzını ortaya koyar. Ayrı bir dinsel hukukun oluşturulması ancak ortaçağ başlarına iner.
Haklar ve İnanç
Bilinen en eski hukuk sistemlerinden biri Hammurabi’nin MÖ 1700 dolaylarından kalma Babil
kanunnamesidir. Kaynaklarda bu metni Babil kralına adalet tanrısı Şamaş’ın verdiği belirtilir. Kitabı
Mukaddes de Tanrı’nın on taş tablete yazılı yasalarını Sina Dağı'na çıkan Musa aracılığıyla İsrail
kavmine sunduğunu aktarır. Bu yasaların özü olan On Emir, Tanrı’ya ve insanlara karşı görevlerin yanısıra
ahlaka aykırı davranışlara ilişkin temel yasakları ortaya koyar. Hukuk tarihinde dinsel esaslı doğal
hakların (s. 240) kısa bir versiyonu olarak görülür.
Ortaçağ Avrupa’sında yargı kararlarına varılırken din esas alınırdı. Suçluluğu ya da masumiyeti
kanıtlamak için, sanıklar yeminli ifadeye ya da tanık beyanlarına göre yargılanırdı. Bu “yargılamalar” bir
mahkeme münazarası biçiminde geçer ve üstün çıkan taraf masum sayılırdı. Bir davanın sonucunu
belirlemede itiraf gibi rasyonel kanıt biçimleri ancak hukukun dinsel dayanaklardan kurtulmasıyla
öne çıktı.
BÜTÜN BÜYÜK DİNLER hukuk sistemlerini dünyevi işlere dönük bir düzenleme olarak görür ve
etkilemeye çalışır.
“İKİ KRALLIK DOKTRİNİ" Hıristiyanları iki dünyanın, yani hukuk sistemine dayalı dünyevi devletin ve
Tanrı buyruğuna dayalı kutsal düzenin uyrukları olarak nitelendirir.
ESKİ AHİT’TE insanların kutsal buyruklara ve yasalara nasıl uymadığı defalarca anlatılır. Tanrı da her
seferinde -çoğunlukla bir uyarının ardından- bir ceza gönderir; Nuh Tufanı bunun bir örneği sayılır.
Bireylerin işledikleri suçlar için hesap vereceği belirtilir.
HIRİSTİYANLIK ise tam tersine bir tutumla suçluluğun sebebini açıklamaya çalışır: Cennetten kovuluştan
sonra, insanoğlu bu ilk günahın getirdiği kusurlu duruma düştü. Böylece bireyler insan doğasına özgü
zaaflarla yaşamaya
başladı. Bu durum insanlar arasında acımasız çatışmalara ve şiddete yol açtığından, yeryüzünde insanlığın
doğal zaaflarını denetim altına alacak ve sosyal istikrarı sağlamlaştıra-cakTanrı buyruğu bir hukuksal ve
siyasal düzene gerek doğdu. Hıristiyan toplumlarda bu görüşten hareketle, hukuksal ve siyasal önlemlerin
genelin yararına ve adil bir barışın kurulmasına hizmet etmesi gerektiği teorisine varıldı.
hukukunun bir unsuru haline gelmiştir. “Yaşamın kutsallığı” dinsel ilkesi birçok hukuk metninde cinayet
yasakları ya da iftiradan koruma gibi biçimlerle karşımıza çıkar. Evlilik ve aile kurumlanna
yasal ayrıcalıklar tanınırken, diğer alternatif yaşam biçimlerinin bundan yoksun bırakılması da
dinsel inanca dayanır.
Kuran'ın buyurduğu hukuk anlamına gelen şeriat çoğu İslam ülkesinde hâlâ önemli bir yer tutmakla
birlikte, uygulamada modern hukuksal haklara özgü unsurlarla karışmıştır. Kuran’ın ya-nısıra sünnet de bir
hu
kuk kaynağıdır. Bu kaynak Medine’de bir sosyal ve hukuksal düzen yaratan Peygamber Muhammed’in
yaşamı örnek alınarak belirlenmiş kurallara dayanır.
İslam şeriatı, yasaklanmış eylemler için kamçılama gibi bedensel cezaları öngörür.
ULUSLARARASI HUKUK
21. YÜZYIL
Uluslararası hukuk egemen ülkeler arasındaki ilişkileri düzenler. BM gibi uluslararası örgütler 20. yüzyıl
boyunca genel, bağlayıcı ve kabul edilebilir hukuk standartları belirlemeye çalışmıştır.
Egemen devletler uluslararası hukukta antlaşma tarafları sayıldıkları için, bütün ilgili tarafların görüş
birliğinde olması halinde, antlaşmalar yoluyla yeni yasalar oluşturabilirler. Belirli bir sorun konusunda
vardıkları bir çözüm daha sonra geçerli bir yasa niteliğini kazanabilir. BM ya da AB gibi uluslararası
örgütlere üyelik, ülkeler arasındaki antlaşmalara çoğu kez bu örgütlerin hukuksal gereklerinin
de eklenmesini getirir. Örneğin, AB içindeki iki ortak antlaşmaya varırken, çalışanlarına ancak öbür
AB ülkelerindeki diğer bütün işverenler için öngörüldüğü düzeyde tazminat ödeyebilirler.
yukarıda: İki ulusal lider Gorba-çov ve Reagan 1988'de bir silahsızlanma anlaşması imzalıyor.
İnsanlar ve devletler arasındaki ilişkilere tarih boyunca hukuk kuralları yön vermiştir. Modern
uluslararası hukuk açısından temel nokta, devletlerin de yasalara tabi olduğu anlayışıdır. Yani, bütün
devletler, özellikle yöneticileri eşit haklara sahiptir; iç ve dış konularda bağımsız kararlar alabilir.
Her devlet diğer devletlerle karşılıklı yarara dönük antlaşmalara ve mutabakatlara varabilir. Bunlar sınır
sorunları ya da ekonomik ticaret gibi politikalara ilişkin olabilir. Ulusal hukuk sistemlerindeki
mahkemeler gibi, haklarla ya da antlaşmaları yorumlamayla ilgili anlaşmazlıkları giderebilecek, genel
kabul gören, kapsayıcı ve arabulucu bir organ ilke olarak yoktur. Dolayısıyla imza işleminden sonra
antlaşmanın bütün ilgili taraflarca kabul edileceği ve yerine getirileceği devletlere bildirilir. Pacta sunt
servanda (Latince: “anlaşmalara uymak gerekir”) düsturu ülkelerin de sözleri yerine getirme yönündeki
temel hukuk ilkesine bağlı kalması gerektiğini öngörür.
Arabulucu bir makamın yokluğu nedeniyle, uluslararası hukuk ilkelerinin ulusal hukuk sistemleriyle tutarlı
olması önemlidir. Doğal hukuku ve daha sonra insan haklarını (s. 240-243) “uluslararası” niteliğe
kavuşturma yönündeki girişimler bu olgudan kaynaklanır. 20. yüzyılın kanlı dünya savaşlarından sonra,
ülkeler arasındaki sorunları ve çatışmaları yetkili biçimde çözmeye çalışacak (1918’deki Milletler
Cemiyeti ve 1945’teki BM gibi) uluslararası ku-rumların gerekli olduğu kanısına varıldı. BM sözleşmesi
(s. 228) ulusal devletlerin ve uluslararası örgütlerin anayasası olarak görülebilir.
1988’de savaş suçlularını ve aynı çapta bir davayı gerektirecek kadar ağır suçlar işlemiş diğer
sanıkları yargılayıp hüküm vermek üzere bir uluslararası mahkeme oluşturuldu. Henüz bütün ülkelerce
kabul edilmiş olmasa da, BM ülkelerin bir krizde uluslararası hukuk standartlarının çiğnenmesini
önlemesi için başvurduğu kuruluştur.
DÜNYA ÇAPINDA geçerli bir hukuk düzeni talebi bölgesel geleneklerin ortadan kalkacağı korkusu
uyandırıyor.
ULUSLARARASI HUKUKUN insan haklarına uymayı sağlaması ve gerekli durumlarda zor kullanma
yetkisinin tanınması tartışmaya açık konulardır.
Mültecileri korumaya ilişkin bir BM anlaşmasına karşın, her ülke bu politikaya uymuyor.
YAŞAMA HAKKI gibi temel insan haklarının evrensel kabul görmesi, ülkelerin hukuk geleneklerinden
bağımsız olarak, bütün insanlar için geçerli olması anlamına gelir. BM’ye üye devletlerin hemen hepsi
1948 insan Hakları Sözleşmesi’ni (s. 218) kabul etmiştir. Bununla birlikte, sözleşme hükümlerinin yerine
getirilmesi birçok ülkede gittikçe güç ve epey sorunlu hale gelmektedir.
EN YAYGIN İNSAN HAKLARI İHLALERİ arasında devlet onaylı cinayetler ve işkencenin yanı sıra
etnik ya da dinsel azınlıklara yönelik baskılar sayılabilir. Birçok ülkenin ulusal egemenlik üzerindeki
kısıtlamaları ilke olarak kabul etmemesi nedeniyle, BM’nin bu konuda başvurabileceği yollar sınırlıdır.
Bir grup ülke söz konusu ülkeyi tecrit etmek üzere sözgelimi bir ticari ambargo uygulayabilir. Ama iç
siyasal çıkarlar ya da uzun süren tartışmalar çoğu kez insan haklarını çiğneyen ülkelere karşı yaptırım
girişimlerini aksatır ve yavaşlatır.
2006'da kurulan BM insan Haklan Komisyonu bütün dünyada insan haklarını korumak için görüşme açar
ve bunlara ne ölçüde uyulduğunu değerlendirir.
KİLİT BİLGİLER
BİR HÜKMÜN TEMYİZİ alt mahkeme kararının bir üst mahkemece bozulması yolunu açar.
CEZANIN KAPSAMI ancak meşru yargılamanın ardından bir hükme varılmasıyla belirlenir. Kararda
hem failin, hem de suçun kendine özgü yönleri gözetilmelidir.
HUKUKUN UYGULANMASI
Sulh ya da ceza mahkemelerindeki bir yargılama sıkı usullere dayanır ve birkaç farklı kesimin taraf
olmasını gerektirir. Savcı mahkeme önünde devleti, savunma avukatı ise sanığı temsil eder. Yargılama
sonunda yargıç çoğu kez bilirkişilerden yardım alarak bir karara varır. Mahkemenin sanığı suçlu bulması
halinde, varılan hüküm, bir cezanın belirlenmesine yol gösterir. Suçun ağırlığına bağlı olan cezada, yasa
gereğince sanığın durumunu ve suçun işlendiği koşulları göz önünde tutmak gerekir.
& Mahkemeler işlenen suçun niteliğine göre yürütülen bir yargılamanın sonunda verilecek cezanın
kapsamını belirler.
Mahkeme sisteminde yargıçların tarafsız ve bağımsız olması gerekir. Savcı devleti, savunma avukatı ise sanığı temsil eder.
TOPLUM, SİYASET VE HUKUK
Yüksek Mahkemeler
ULUSAL HUKUK SİSTEMLERİNDE yüksek mahkeme önemli bir yer tutar. Örnekler arasında ABD
Yüksek Mahkemesi ve Alman Federal Anayasa Mahkemesi sayılabilir. Bu organlar farklı devlet birimleri
arasındaki yetki anlaşmazlıklarını karara bağlar ve yasaları ya da hükümet tedbirlerini anayasada
belirlenmiş normlara göre inceler. Temel hakları bir hükümet edimiyle çiğnenmiş olan her yurttaş
şikâyetini yüksek mahkemeye götürme hakkına ilke olarak sahiptir.
YÜKSEK MAHKEMELERİN kararları itiraz konusu edilemez ve kural olarak bütün alt mahkemeler için
bağlayıcıdır. Anayasa mahkemeleri çoğu kez kararlarının
siyasal değil, hukuksal olduğunu vurgular. Bununla birlikte kararlar bazen siyasal bakımdan çok
sert tartışmalara yol açabilir.
YÜKSEK MAHKEMELER yasaların anayasaya uygunluğunu denetler ve belirli davalarda nihai kararlar
verir.
MAHKEME SİSTEMİ hiyerarşiktir. Her hüküm temyiz yoluyla bir üst mahkemeye ğötürülebilir.
Bazı çevreler yüksek mahkemeleri gittikçe siyasal kararlar vermelerinden dolayı eleştirmektedir.
Mahkeme hukuk biliminin uygulamadaki bir örneğidir. Yasaya göre bir cezai eylemin işlenip
işlenmediğini saptar, suçlamaları karara bağlar ve suçlulara ceza verir. Yargılama sürecinde yargıç, savcı
ve avukatların oluşturduğu farklı taraflar bir hükme varmak üzere birlikte çalışır.
\ * W
Yargıçlar ve Kararları
Bütün anayasal devletlerde her resmi mahkemeye hukuk öğrenimi görmüş en az bir yargıç başkanlık eder.
Yargıç mah-
keme önüne getirilen konularda karar verir. Cezai 1 yargılama sürecinde sanık ya cezaya çarptırılır ya da
aklanır; hukuk davalarında ise tarafların uyuşmazlığa düştüğü konuda bir karar bildirilir. Genelde
bir devlet görevlisi olan yargıç tarafsız ve bağımsız olmalıdır. Bir hükme varırken geçerli yasalara, insan
haklarına ve kendi vicdanına göre hareket etmelidir. ABD’de ceza davalarında halktan oluşan jürilere çok
sıklıkla başvurulur. Yargıç duruşmaları yürütür ve davanın hukuksal yönlerini saptar; jüri kendi içinde
karara vararak bir hüküm verir.
S avcı ve Avukatlar
Savcı sanığı sorguya çeker ve verilmesi gereken cezanın derecesiyle birlikte uygulanma biçimine
ilişkin görüş bildirir. Yargılamaya hazırlık aşamasında bir soruşturma yürütebilir. Çoğu savcı bu işi
polise bırakır ve sonuca göre iddianame hazırlayıp hazırlamamaya karar verir.
Savcı gibi avukatlar da hukuk öğrenimi görmüş kişilerdir, ister sanık tarafından seçilmiş, ister mahkeme
tarafından atanmış olsunlar, görevleri yargılama sırasında müvekkillerini savunmaktır.
Yargıcın Gücü
Özellikle İngiliz-Amerikan sistemlerinde yargıçlara kararlarını verirken görece geniş bir takdir yetkisi
tanınır. Bu da her davanın kendi koşulları içinde daha iyi ele alınmasını sağlar. Hüküm rasyonellik ve
hakkaniyet (yani doğal adalet duygusu) ilkeleriyle tutarlı olmalı ve esas alınan yasanın hem özüne, hem de
amacına uygun olmalıdır. Bir kararda bu ilkelerin çiğnenmesi durumunda, hüküm bir üst mahkemece
genellikle bozulur ya da geri çevrilir.
yukarıda: Bir yargıç karar verirken birçok etkeni göz önünde tutmalıdır.
Nazi “Halk Mahkemesi’’nin hükümleri resmi yargılama usullerini çarpıtmanın bir örneğiydi.
Hukuk davalarında hukuksal ilişkilerin büyük bölümünü oluşturan medeni hukuk anlaşmazlıkları karara bağlanır. Ceza
davalarında olduğu gibi, yargılama belirli mahkeme usullerine göre yürütülür.
Ceza hukuku devlet ile bireyler arasındaki ilişkileri düzenler. Medeni hukukun konusunu ise
karşılıklı olarak bireyler, ayrıca kişiler ile nesneler arasındaki etkileşimler oluşturur. Hukukun
üstünlüğünü esas alan modern devletler yurttaşların devlet müdahalesi ol-
Savcı mahkemede devleti temsil eder ve konulan savunma avukatına karşıt bir cepheden irdeler.
ÖZEL BİLGİLER
ASIL YARGILAMAYA geçilmeden önce mahkeme davalıdan sadece “sanık" diye söz eder.
SAVUNMA AVUKATI s anık tarafından bilgileri ancak müvekkilinin özel olarak izin vermesi halinde
açıklayabilir; avukat-müvekkil ilişkisinin ayrıcalığı bunu gerektirir.
maksızın hukuksal ilişkilere girmelerine izin verirken, anlaşmazlıkların giderilmesi için resmi bir yargı
yeri sağlar. Bu hukuk alanı esas olarak alım satım ve kiralamadan mülkiyet haklarına kadar
uzanan sözleşmeler üzerinde durur. Geçerli bir hukuksal işlemin ortaya çıkması için, en az iki kişi olması
gereken sözleşme taraflarının genellikle 18 yaşında kazanılan hukuksal ehliyete sahip olması gerekir.
Yurttaşlar arasındaki uyuşmazlıklar sulh mahkemelerince ele alınır. Cezai suçlar için ise devletin bir
taraf olarak katıldığı ceza yargılaması sürecine başvurulur. Çoğu kez böyle davalar cinayet ve ırza
tecavüz gibi yaşama karşı suçları ya da hırsızlık ve dolandırıcılık gibi mülkiyete karşı suçları kapsar.
Bir ceza yargılaması birçok aşamadan geçer. Polisin bir tutuklaması ya da savcının bağımsız
bir kovuşturması temelinde, olayla ilgili hususları belirlemek ve suçluları saptamak üzere bir soruşturma
süreci başlatılır. Eğer bir suç işlenmişse, savcılık makamı resmi bir iddianame hazırlar. Yargılama
öncesindeki bir duruşma mahkemenin sunulan suçlamaların somut temele dayanıp
dayanmadığını incelemesine olanak verir.
Suçlamalar yerinde görülürse, normal olarak kamu yargılaması başlayabilir. Sorgu aşamasında sanığın
kimlik tespiti yapılır ve ardından savcı iddianameyi okur. Ardından geçilen “deliller aşama-sı”nda
dinlenen tanıklar hem savcı, hem de savunma avukatı tarafından sorgulanır; böylece dava konusu eylem
hakkında bir anlayışa varılır. Doğruyu söyleme yükümlülükleri hatırlatılan tanıkların mahkeme huzurunda
yemin etmesi gerekir.
Bütün delillerin sunulmasından sonra, yargıç davanın deliller aşamasını kapatır. Sonraki aşamada savcı
ve savunma avukatı birer kapanış konuşması yaparak, sanığın suçlu ya da suçsuz olduğu yönündeki
görüşle birlikte istenen cezayı belirtir. Son söz sanığa verilir. Ardından mahkeme heyeti kararı görüşmek
üzere çekilir. Mahkeme salonuna yeniden girişte, yargıç hükmü, cezayı ve sanığın temyiz hakkını bildirir.
Bazı durum
Mahkeme davayla ilgilenenlerin duruşmalara girmesini sadece olağanüstü durumlarda yasaklar.
larda savcılık makamı ya da sanık temyiz için bir haftalık süre verilmesini isteyebilir. Bu sürede
başvurunun yapılmaması halinde, hüküm hukuksal bağlayıcılık kazanır ve infaz edilir.
yaygınlaşması nedeniyle, birçok yerde kısmi sorumluluk yaşını 14’ten 12’ye indirme olasılığı
tartışılıyor. ABD’de ergin olmayan kişilerin yargılanmasında suçun niteliği, savcının görüşü ve devlet
politikası belirleyici hususlar olarak göz önünde tutulur.
Uyuşturucu kullanımı ve kaçakçılığı, hırsızlık ve şiddet eylemleri nedeniyle mahkemeye çıkarılan genç
suçluların sayısı gittikçe artıyor.
ÇOĞU ÜLKEDE tam hukuksal sorumluluk 18 yaşında başlar. Küçükler 14 yaşından sonra kısmen sorumlu
sayılır. Genç (18-20 yaş arasındaki) yetişkinlere ilişkin suç isnadı ve ceza kararları mahkemenin takdir
yetkisine bırakılır. Çoğu durumda suçun niteliği belirleyici etken olur. Çocuk ceza yasaları yetişkinlere
oranla daha hafif cezaları öngörür; örneğin, cinayet için en uzun hapis süresi on yıldır. Hüküm verilirken
cezanı yanısıra çocuğun gelişimi
ÇOCUKLARIN YARGILANDIĞI davalarda duruşmalara çoğu kez uzmanlar ya da bilirkişiler (s. 247)
çağrılır.
Küçük suçlarda gençler çoğu kez ceza olarak bir sosyal hizmet işinde çalıştırılır.
Hukuksal Sorumluluk
Anayasal bir devlette insanlar ancak yasaları bilerek çiğnemeleri halinde cezalandırılabilir. Cezaların
anlamı ve amacı bütün çağlarda bir tartışma konusu olmuştur.
BOYUNDURUĞA VURMA cezasında suçlular alaya alınır, üstlerine sebze ve pislik atılırdı.
Sözde cadılar ve dinsel sapkınlar kimi zaman ateşte yakılarak işkenceyle ölüme mahkûm edilirdi.
FİLOZOF MICHEL FOUCAULT tarihsel gelişim sürecinde halka açıklığın cezayla ilişkisinin tamamen
değiştiğine işaret eder. Eskiden yargılamalar gizli yapılırken, cezalar herkesin önünde çektirilirdi.
Özellikle ortaçağda bedensel ceza çektirmek halkın ibret saydığı bir açık tiyatro oyunu gibiydi; ama
aslında acımasızlaşmaya katkıda bulunan bir uygulamaydı.
1890.
17. yüzyıla kadar eziyetli bedensel cezalar çektirmeye yönelik birçok yöntem ve çeşitli infaz tarzları
vardı.
ESKİ ÇAĞLARDA her suç (cinayet, hırsızlık, kilise soygunu, sapkınlık vs.) belirli bir infaz çeşidiyle
cezalandırılırdı.
Hukuksal anlamda bir ceza ancak kurallara uygun bir mahkemece verilebilir. Halkın temsilcisi
sıfatıyla mahkeme, suçluyu toplumsal düzene zarar vermekten dolayı cezalandırır.
Mahkeme bir kişiye bilerek yasaya aykırı davrandığında ceza verir. Davranışın sırf yasayı
çiğnemesi yetmez; açıkça kaçınılabilir olması da gerekir. Suçun karşılığı çoğu durumda hapis ya da para
cezasına dayanır; kural olarak hapis cezalarını şartlı tahliye dönemi izler. Cezanın ağırlığı suçun
niteliğine ve derecesine bağlıdır. Ceza verilirken suçlunun içinde bulunduğu koşullar
ve suça yol açmış olan etkenler de göz önünde tutulur. Demokrasilerin çoğunda eski zalimce ya da
olağandışı cezalar kaldırılmıştır. Mahkemeler cinayet ya da ırza tecavüz gibi suçlarda, toplumu
korumak adına hükümlü kişileri şartlı tahliye olanağından yoksun bırakabilir.
Cezanın Anlamı ve Amacı
Cezanın yararına ve işlevine ilişkin tartışmalara en eski hukuksal kaynaklarda bile rastlanır. Bazıları
cezayı bizzat yasadışı eylemin haklı kıldığı bir yaptırım olarak görür. Bu görüşün destekçileri ceza
için başka sebebe gerek olmadığını savunur; böylece cezanın ağırlığının temelde suçun ağırlığına denk
olması gerektiğini ileri sürmek makul sayılır. Bazıları ise cezayı başlı başına bir amaç olarak görmez;
onlar için cezanın gerekçesi caydırıcı bir önlem olarak sağladığı yararda ve dolayısıyla başka suçların
önüne geçme (“genel önleme”) rolünde yatar. Buna göre, cezanın temel amacı suçluya eyleminin yasadışı
olduğunu kavratmak ve daha sonra topluma yeniden girmesini mümkün kılmaktır. Böylece ceza toplumu
ve değerlerini suçlara karşı koruma yoluyla daha iyi bir gelecek sağlamaya yarar. Öte yandan,
suçluları toplumdan süresiz ayrı tutmak yerine, yeniden bütünleşme amacıyla hapis süresinde ıslah etmek
gerekir.
Özellikle çocukları cezalandırmada, birçok ülke faillerin ve mağdurların görüşlerini dengelemeye çalışır.
Birbirlerinin korkularını, ihtiyaçlarını ve acılarını anla-
Psikiyatrik Kapatma
Akıl hastası ya da uyuşturucu bağımlısı suçluların hapishane yerine psikiyatrik kliniklere (veya
nadir durumlarda uzaklaştırıcı rehabilitasyon programlarına) yerleştirilmesine “psikiyatrik kapatma”
denir. Böyle suçlular hukuk tanımına göre suç işleyebilecek ehliyette olmadığından esasen hasta
olarak kabul edilir. Bu tip cezanın başta gelen gerekçeleri tedaviyle iyileştirme ve toplumu
korumadır. Böyle kumruların güvenliği kameralarla ya da çitlerle sağlanır. Son yıllarda psikiyatrik
kısıtlamaya daha sık başvurulmaktadır. Bazı mağdurların ve başka toplum kesimlerinin bu yaklaşım
konusunda çekinceleri vardır.
malarını sağlamak amacıyla taraşar bir araya getirilerek konuşturulur. Bu yaklaşım sosyal
uyumu geliştirmeye yardımcı olur.
Bir İngiliz hapishane hücresi. yukarıda, solda: BirTexas hapishanesinde geçmişten kalma bir elektrikli
sandalye: bazı ABD eyaletlerinde idam cezası hâlâ uygulanıyor.
TIP VE HUKUK
Özellikle adli tıp psikologu gerektiren davalarda, adil bir yargılama için yargıç ve avukatlar çoğu kez
uzman görüşü ve tanıklığına başvurur. Çocuk mahkemelerinde uzman ya da danışmanlar genç suçluları ve
akrabalarını sakınmak için gözetmenlik yapabilir.
Morg hekiminin önemli bir görevi kesin ölüm sebebini belirleyebilen otopsidir.
Günümüzde ceza hukuku suçu ve buna uygun bir cezayı saptamada, suçlunun kişiliğini ve suçun
işlendiği koşulları gittikçe daha fazla göz önünde tutuyor. Dolayısıyla uzmanların tanıklığı mahkemede
daha büyük anlam kazanıyor.
Bilirkişi
Görüşüne başvurulan bilirkişiler çoğunlukla bilgileriyle ve uzmanlıklarıyla mahkemenin doğru bir
yargıya varmasına yardımcı olan kişilerdir. Davanın mahkeme heyetince anlaşılamayacak yönlerini
açıklarlar ve uzman görüşü belirtmeye yarayacak somut sorgulamaları -yazılı ya da sözlü olarak-
yürütürler. Böyle uzmanlar bakılan davayla ilgili alanlardan seçilir. Bilirkişilik için çoğunlukla delilleri
dikkatle incele-
Batıl inançların geçerli olduğu ortaçağda uzman görüşü: Cadıları ayırt etmek için ağırlıklar kullanılırdı.
21. YÜZYIL
BİLİRKİŞİYE davanın her iki tarafı da davalı kişiye karşı kesin önyargı gerekçesiyle itiraz edebilir. Bazı
davalarda bilirkişiler olmadan bir hükme varmak olanaksızdır.
Duruşmalarda adli tıp psikologları özel bir rol oynar. Özellikle cinayet ya da cinsel saldırının
sözkonusu olduğu ağır suçlarda, sanığın bir psikolojik profili çıkarılır. Psikiyatrik kapatma (s. 250) kararı
verilirken, bunun göz önünde tutulması gerekir. Kıta Avrupa’sında bilirkişiler kural olarak mahkeme
tarafından çağrılır; ama her iki taraf da kendi uzmanlarını önerebilir. Anglo-Ameri-kan hukukunda ise
bilirkişiler savcılık ya da savunma makamı tarafından çağrılabilir. Dolayısıyla “kiralık silah” olarak
nitelendirilen bu uzmanların görüşleri çoğu kez karşı tarafın itirazları yüzünden keskin anlaşmazlıklara yol
açar.
Geçmişte yargının ilgi odağında suçlunun güvenilirliği yer alırdı. Günümüzde ise uzmanlar daha çok
sanığın belli ifadelerinin inanılır olup olmadığı, kendi yaşam durumunu nasıl aktardığı ve topluma
yeniden başarıyla girme şansının ne kadar olduğu üzerinde durur. Çocuklarla ilgili davalara katılması
gereken çocuk mahkemesi asistanları hukuk uzmanlarınınkine benzer bir rolü oynar. Yargılama
sürecinde genç failleri ve ailelerini kollayarak tavsiyelerde bulunur, mahkemeye aile ve yaşam koşullarını
açıklar ve verilecek ceza için görüş bildirir. Özellikle suçların gençlik mizacıyla bir ilgisinin bulunduğu
durumlarda, çocuk ceza yasalarının uygulanma
sını savunur. Ayrıca hapishaneye ya da başka kuruma konan çocuk sanıkları izleme sorumluluğunu üstlenir.
DAVRANIŞLARININ sonuçlarını anlama yeteneğinden yoksun failler hakkında dava açılmaz. Akıl hastası
ya da uyuşturucu bağımlısı kişiler bunun yerine özel psikiyatri ku-rumlarına yerleştirilir.
EYLEMİ İŞLERKEN suçun tam bilincinde olmak suçlu tanımının bir şartıdır.
Polis davranışlarıyla halk için tehlike oluşturan bir kişiyi gözaltına alıyor.
Sınırlı Sorumluluk
FAİLİN CEZA ALMASI için işlediği eylemin yanlış olduğunu anlayabilecek durumda olması gerekir. On
dört yaşın altındaki küçükler, ayrıca psikoz gibi ciddi zihinsel rahatsızlıkları, takatsizlik ve zihin
bulanıklığı gibi sebeplere bağlı bilinç bozuklukları ya da başka zihinsel kusurları bulunan kişiler
eylemlerinden sorumlu sayılmaz. Bütün bu durumların bir mahkeme psikiyatrı tarafından saptanması
gerekir.
ALKOL YA DA UYUŞTURUCU
nedeniyle bilinci zayıflamış kişilerin sınırlı sorumluluk taşıdığı kabul edilir. Ancak kişinin kendisini
kasıtlı olarak böyle bir duruma düşürmemiş olması gerekir.
Monografik Kutular
John Maynard Keynes, s. 254 Euro Bölgesine Katılım, s. 259 OPEC, s. 260
Japonya’nın Büyümesinde MİTİ Anahtarı, s. 261 Dünya Ekonomik Forumu, s. 267 Mikro Krediler, s.
269 F. W. Taylor, s. 272
Analitik Kutular
Bilanço, s. 279
253
■ EKONOMİK VE
SOSYAL KONULAR
İktisat bilimi malların ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimini analiz eder. Farkında olalım ya da
olmayalım, bugün bildiğimiz biçimiyle hayatın ardındaki itici güç iktisattır: Satın aldığımız ürünler,
televizyonda izlediğimiz reklamlar, internet bankacılığı seçeneği ve belli bir kalemde “marka adı”na
iki misli para harcamamızın sebepleri, iktisat sadece ulusal hükümetler açısından zorunlu bir rol oynamaz;
sokağın aşağısındaki küçük dondurmacı dükkânında da önemli bir yeri vardır. Çeşitli
ekonomik incelemelerde kullanılan yöntemleri ve ölçümleri anlamak, günlük yaşamımızda birçok biçime
bürünen bu her şeye kadir gücü yorumlamamızı mümkün kılar.
KİLİT BİLGİLER
GSYİH (gayri safi yurtiçi hasıla) genellikle bir ülkenin ekonomik gücünün en iyi ölçüsü olarak kabul
edilir.
GÜDÜMLÜ ekonomilerde devlet ağırlıklı olarak geniş bir planlama kurumu aracılığıyla bütün
ekonomik kararları verir.
ULUSAL EKONOMİLER
Ekonomik faaliyet her ülke için zenginlik kaynağıdır. Dolayısıyla ekonominin devletçe denetlenmesi ve
düzenlenmesi sadece refah ve büyümeye değil, siyasal ve sosyal esenliğe de belirleyici bir etkide
bulunur. Devletin ekonomik üretim ve faaliyet ağırlıklı bir denetim uyguladığı ekonomik sistemlere
güdümlü ekonomi denir. Buna karşılık rekabetin fiyatları belirlemesine olanak veren ekonomik sistemler
serbest piyasa ekonomisi olarak anılır. Karma ekonomi ise hem güdümlü sistemlerin, hem de serbest
piyasa sistemlerinin özelliklerini taşır.
SANATA BÜYÜK İLGİ DUYAN Keynes Londra’daki Blooms-bury grubunun aktif bir üyesiydi.
John Maynard Keynes hizmetleri ve yazılarıyla 20. yüzyıl iktisadında belirleyici bir otorite oldu.
BÜYÜK BUNALIM John Maynard Keynes'i durgunlukların nasıl ortaya çıktığını ve bunalımlara
dönüştüğünü açıklamak amacıyla ulusal ekonomilerin işleyişini analiz etmeye yöneltti. Böylece
ekonomilerin sürekli tekrarlanan iş çevrimlerinden geçtiğini saptadı. Tam bir iş çevrimi güçlü bir
ekonomi dönemini zayıf bir ekonomi döneminin izlemesidir. Keynes iş çevrimi analiziyle modern
makro iktisadın temelini attı.
EKONOMİYE MÜDAHALEDEN yana olan Keynes devletin konjonktür çevriminin olumsuz yönlerine
karşı koymaya yönelik maliye ve para politikaları izlemesi gerektiğini ileri sürdü. İş dünyasının kâr
kaygısından dolayı yeni fabrikalar kurmadığı ve daha fazla mal üretmediği dönemlerde, devlet çıkmazdaki
ekonomiyi canlandırmak üzere vergileri indirmeli, büyük miktarda krediler açmalı ve geniş çaplı
projeleri ihaleye çıkarmalıydı.
EKONOMİK SİSTEMLER
Ulusal ekonomilerin düzenlenişi sosyal, siyasal ve teknolojik değişimlere bağlı olarak değişkenlik
göstermiştir. Günümüzde serbest piyasa demokrasileri küresel ekonomiye egemendir.
Batı metropolleri kapitalist sistemi simgeleyen bir anlam kazanmıştır.
Serbest piyasa ekonomisi ve güdümlü ekonomi ilke olarak ekonomik örgütlenme yelpazesinin karşıt
uçlarında yer alır. Gerçek hayatta bütün ulusal ekonomiler karma
ekonomiye dayanır; yani iki aşırı kutup olan serbest piyasa ve güdümlü sistemlerin arasında bir yerde
durur ve her ikisinin önemli özelliklerini taşır.
Bir serbest piyasa ekonomisinde devletin ekonomik faaliyete müdahalesi çok sınırlıdır ya da hiç
yoktur. Fransızca laissez faire (“bırakınız yapsınlar”) terimi saf bir serbest piyasa ekonomisinde
devletin işverenlere, işçilere ve tüketicilere karşı tutumunu belirtmek için kullanılır. iktisatçılar açısından
“piyasa” mal ve hizmet alıcılarının ve satıcılarının buluşup alışveriş yaptığı her türlü maddi ya da sanal
yerdir. Özel mülkiyet ve büyük ölçüde kısıtlanmayan bireysel özgürlük serbest piyasa ekonomisinin diğer
kilit özellikleridir. Günümüzde artık saf piyasa sisteminin bulunmamasına karşın, ABD ekonomisi en
köklü serbest piyasa eğilimlerini yansıtır.
Güdümlü Ekonomi
Bir güdümlü ekonomide devlet genellikle büyük ve bürokratik bir planlama kurumu aracılığıyla üretime,
mal ve hizmet dağıtımına ilişkin bütün kararları alır. Kilit bir özellik, mal ve hizmet üretiminde kullanılan
bütün binaların ve donanımların devlet mülkiyeti altında olmasıdır. Bireylerin üretim sürecindeki rolünü
de devlet belirler. Çok az özel mülkiyet vardır ve bireysel özgürlük sınırlıdır. Günümüzde güdümlü
ekonominin geçerli olduğu ülkeler arasında Küba ve Kuzey Kore sayılabilir.
Karma Ekonomi
Saf piyasa ekonomisi ve güdümlü ekonominin özelliklerini birleştiren karma ekonomiler günümüzde
en yaygın sistemdir. Bir karma ekonomide hem şahıslara, hem de devlete ait işletmeler vardır.
Yurttaşlar birçok özgürlükten yararlanır: Mülk edinebilir, seyahat edebilir, mal ve hizmet alıp satabilir,
insanları işe alabilir ve işten çıkarabilir, şirketler kurabilir ve sendikalara üye olabilir. Devlet ulaşım
gibi vergi indirimli ve sübvansiyonlu hizmetler sunarak ekonomide etkili bir rol oynar, insanlar maddi
durum açısından büyük ölçüde özerk davranır; ama refah, sosyal güvenlik ve diğer sosyal hizmetlere
katkıda bulunmak zorundadır. Devlet ürün güvenliği, asgari ücret ve fikri mülkiyet hakkı mevzuatıyla
yurttaşlarını korumak üzere yasalar ve yönetmelikler çıka rır.
MODERN MAKRO İKTİSAT VE DEVLETİN ROLÜ
20. yüzyıl çok farklı iki ekonomik alanın küresel rekabetine sahne oldu. Bu mücadelenin özünde yatan sorun devletin
ekonomide oynaması gereken roldü.
II. DÜNYA SAVAŞI'NDA totaliter Nazi ideolojisinin yenilgiye uğratılmasından ve Almanya'nın ekonomik
altyapısının büyük ölçüde yıkılmasından sonra, Almanya Federal Cumhuriyeti (Batı Almanya) demokratik
bir anayasayla bağdaşacak yeni bir ekonomik sistem kurma gereğiyle karşı karşıya kaldı. Alman
iktisatçı Alfred Müller-Armack 1947'de sosyal piyasa ekonomisinin ilkelerini tanımladı. Batı Almanya
şansölyesi Ludwig Erhard'ın bunu hayata geçirmesi 1960’ların “Alman ekonomik mucizesi”ni getirdi.
Sosyal piyasa ekonomisinin amacı serbest piyasa ilkesini sosyal hakkaniyetle birleştirmektir. Buna bağlı
olarak devlet rekabete dayalı serbest piyasaları ve ekonomik bakımdan aktif bir orta sınıfı destekler; ama
piyasa yönelimli gelir dağılımını özendirirken, gelir ve zenginlikte keskin farklılıklara yol açmaktan
kaçınır. Bu da bütün yurttaşlara dönük güçlü sosyal refah hizmetleriyle sağlanır.
Devlet ulusal ekonomiyi istikrara kavuşturmayı, enflasyon ve işsizliği önlemeyi amaçlar. Ekonomik
önlemleri pi- Ludwig Erhard Batı Almanya’da yasa ilkelerine uyacak biçimde düzenler, markı 1948’de
yürürlüğe koydu.
Doğu Berlin’de 1962’de bir mağazadaki uzun kuyruğun gösterdiği gibi, merkezî planlamaya dayalı
ekonomilerde mal sıkıntıları ciddi bir sorundur.
Doğu İktisadı
SSCB öncülüğündeki Doğu blo-kunda merkezi planlamaya dayanan güdümlü bir ekonomi kuruldu.
Bireysel özgürlüklere çok az yer veren bu ekonomide devletin ekonomik kararlara müdahalesi
yoğundu Sovyet ekonomisinin tepesinde üretimi geliştirmeye yönelik “beş yıllık plan'ların çerçevesini
hazırlayan Devlet Planlama Komitesi (Gospan) vardı.
Bu beş yıllık planlar hızlı sanayileşmeyi ve gerçekçilikten uzak üretim hedeflerini öngörüyordu.
Gospan sistemi 1985’te Mihail
Batı İktisadı
Ekonomik sarsıntılar ve Keynes’in etkisi, Batı dünyasında serbest piyasa ağırlıklı karma ekonomilerin
ortaya çıkışını getirdi. Bu ekonomilerin kitlesel işsizliğin ve enşasyonun yıkıcı sonuçlarından sakınmasını
sağlayacak kurumlar oluşturuldu. Büyük Bunalım döneminde ABD’de Başkan Franklin D.
Roosevelt’in öncülüğünde “New Deal" programı uygulamaya kondu. Keynes’in görüşlerinin güçlü etkisini
taşıyan bu politika sonraki yıllarda Amerikan ekonomisini şekillendirdi.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük ölçüde sosyal piyasa ekonomisinin sağladığı Alman ekonomik
mucizesinin etkisiyle diğer Avrupa ülkeleri de aynı politikanın çeşitlemelerini uygulamaya yöneldi.
Keynes'in iş çevriminin olumsuz etkilerine karşı önerdiği çözümlerin işlerliği 1970'lerde azaldı. Bir dizi
iktisatçı Batılı karma ekonomilerde piyasaya daha geniş rol vermek ve devlet müdahalesini sınırlamak
gerektiğini ileri sürdü. Bu görüşler özellikle ABD ve Büyük Britanya'da destek buldu. Başkan Ronald
Reagan’ın ve Başbakan Margaret Thatcher’ın 1980’lerde izlediği ekonomik politikalarda Friederich A.
Hayek ve Mil-ton F. Friedman’ın güçlü etkisi vardı.
Sovyetler Birliği devlet güdümlü beş yıllık planlarla, doğal kaynak kullanımında verimin gittikçe
düşmesi pahasına altyapısını geliştirdi.
Her ikisi de Nobel iktisat Ödülü'nü kazanan bu yetenekli iktisatçılar, serbest piyasanın bireysel
özgürlük için bir önkoşul olduğunu savundu. Onlara göre, Keynes'in piyasa güçlerini terbiye etmek
amacıyla salık verdiği devlet müdahalesi büyük ölçüde beyhudeydi ve hatta uzun vadeli ekonomik başarı
açısından ters tepmekteydi. 21. yüzyılda ABD ve Büyük Britanya’nın ekonomik sistemleri yelpazenin
serbest piyasa ucuna yakın duruyor. Almanya, Fransa ve İskandinavya ülkelerinin ekonomileri ise
yelpazenin ortasında yer alan sistemlere örnek oluşturuyor.
ÖZEL BİLGİLER
MODERN İKTİSAT Adam Smith'in Ulusların Zenginliği kitabının 1776’da yayımlanmasıyla başladı.
ŞİRKET İÇİ TİCARET, yani çokuluslu şirketlerin bünyesinde mal dolaşımı küresel ithalat ve
ihracatın neredeyse yarısını oluşturur.
Performans ölçümü | CSYİH | Büyüme ve istikrar | Devletler ve merkez bankaları | Enerji politikası |
Sosyal hizmetler
EKONOMİ YÖNETİMİ
Devletler, şirketler ve kişiler politika, yatırım ve tüketim kararlarına varırken ekonominin nasıl bir
performans gösterdiğini bilmek isterler. GSYİH, enflasyon artışı, işsizlik ve faiz oranları ekonomik
performansı ölçmede yaygın olarak kullanılan dört kilit göstergedir. Ekonomi uzmanları, hükümetler ve iş
çevreleri bu göstergeleri yakından izlerler; şimdiki ve ilerideki ihtiyaçları karşılamaya yönelik kaynak
dağıtımı konusunda kararlar almak açısından, mevcut eğilimlere bakarak gelecekteki performansı
yorumlamaya çalışırlar.
Ekonomiyi hareket halindeki bir araba gibi düşünürsek, gösterge panosunda hızını, motor sıcaklığını ve
deposunda ne kadar benzin bulunduğunu bize gösteren araçların olması gerekir.
Makroekonomik performans esas olarak dört kilit ölçüyle belirlenir: Gayri safi yurtiçi hasıla
(GSYİH), enflasyon artışı, işsizlik ve faiz oranları.
GS YİH
GSYİH bir ülkenin coğrafi sınırlar içinde çoğunlukla bir yıl ya da üç ay olmak üzere belli bir sürede
üretilen bütün nihai mal ve hizmetlerin piyasa değeridir. Bir ekonominin yarattığı maddi zenginliğin temel
bir öçlüsü olarak kabul edilebilir.
GSYİH ne kadar büyük olursa, ekonomide üretilen mallar ve hizmetler yurttaşların ihtiyaçlarını o
ölçüde karşılar.
Enflasyon
Ekonomik performansın bir başka göstergesi enflasyon oranıdır, iktisatçılar enflasyonu satın alma gücünün
standart bir düzeyine göre bir ekonominin fiyat düzeylerindeki genel artış olarak tanımlar. Enflasyonu
ölçmek için, iktisatçılar ve istatistikçiler bazı mal ve hizmetleri belli sepetlerde topladıktan sonra, bu
sepetlerin fiyatını zaman içinde izlerler. Enflasyon paranın satın alma gücünü aşındırır. Bu bakımdan
elinde para tutan insanlar, bir enflasyon döneminin sonunda başlangıca oranla daha az mal ve hizmet satın
alabilirler.
İşsizlik
işsizlik oranı aktif olarak iş aramakla birlikte hâlihazırda çalışmayan, yani mal ve hizmet üretimiyle
uğraşmayan kişilerin sivil işgücüne olan yüzdesidir. işsizlik doğrudan etkilenen insanlar açısından
maddi sıkıntılara ve sosyal karışıklığa yol açar. Bir bütün olarak ekonomi açısından ise yükselen bir
işsizlik oranı firmaların ekonomide talep edilenden daha az mal ve hizmet ürettiğine işaret eder. Bu durum
iki sonuç doğurur. Artan maddi sıkıntılar zamanla yoksulluk düzeyini yükseltebilir ve devletin işsizlere
yaptığı ödemelerin artması kamu mâliyesine zarar verebilir. Yüksek ve süreğen bir işsizlik oranı
genelde ekonomik ve sosyal istikrarsızlıkla özdeşleştirilir.
Devletin Rolü
Ekonomide devletin rolünün artmasıyla birlikte, devlet mâliyesi bir ekonominin sağlıklı işlemesinde daha
büyük bir önem kazanmıştır. Devletin bütçe açığı ya da fazlasının ve borçlanma düzeyinin ekonomiye
etkisi enflasyon beklentilerine ve faiz oranlarına ya da faiz oranlarının yükselmesi halinde çalışıp tasarruf
etme yönündeki teşviklere yansıyacak bir boyuta varabilir.
Faiz Oranı
Tasarruf, yatırım ve ekonomik büyümeyi etkileyen kilit bir sinyal faiz oranıdır. Faiz “paranın fiyatı "dır.
Aileler tasarruf ettikleri paradan faiz elde ederler; şirketler üretim, ciro ve kârı arttırmak amacıyla
arazi, makine ve donanıma yatırım yapmak üzere ödünç para alırlar. Faiz borç para verenlerin daha
ilerideki tüketim uğruna şimdiki tüketimden vazgeçme karşılığında sağladıkları bedeldir. Faiz oranı ne
kadar yüksek olursa, para tasarruf etme o ölçüde çekici hale gelir ve kısa vadeli borç alma o ölçüde
çekici olmaktan çıkar. Son olarak, bir ülkeden ihraç edilen ve o ülkeye ithal edilen mallar ve hizmetler
arasında değer farkı iç ekonomik büyümeye artı ya da eksi katkıda bulunur. Dış ticaret dengesinde
(mallar) ve cari hesapta (mallar ve hizmetler) fazla ekonomi için net bir teşviktir ve bir ülkenin dış
tasarruflarını arttırır. Ticaret ve cari hesap açığı ise iç ekonomik büyümeyi düşürür ve dış borçları arttırır.
ÖZEL BİLGİLER
GUVERNÖRLER KURULU başkam olarak 1987’den 2006'ya kadar ABD Federal Rezerv Sistemi'ni
yöneten Alan Greenspan, döneminin en başarılı para politikası mimarları arasında sayılır. ABD
ekonomisinin başarısı ona bağlanır.
iktisatçılar makroekonominin işleyişini gösteren dairesel akış modelini geliştirmiştir. Bu model ekonomik
faaliyetin hem mal ve hizmet akışlarını, hem de bir ülkenin ekonomisinde yer alan katılımcılar arasındaki
para akışlarını ortaya koyar. Temel düzeyde bir ulusal ekonomiye ilişkin dairesel akış modeli hanelerden
ve firmalardan oluşan bir yapı olarak çizilebilir. Haneler mal ve hizmetleri satın alıp tüketir. Ayrıca
firmalara mal ve hizmet üretimi için gerekli araçları sağlar, iktisatçılar bunlara üretim faktörleri
der. Üretim faktörleri işgücü, arazi/bina,
sermaye ve girişimciliktir, işgücü ücret, arazi rant, sermaye faiz ödemesi, girişimcilik de işle sağlanan kâr
elde eder. “Mal ve hizmet piyasalarında firmalar ve haneler mal ve hizmetleri parayla değiş tokuş
ederler. Hanelerin firmalarca ödenen para karşılığında üretim faktörlerini sağladığı piyasalar da vardır.
Elbette her hane bütün üretim faktörlerini sağlamaz. Bazıları işgücünü sunarken, bazıları arazi kiralar.
GSYİH BİLEŞENLERİ —
EKONOMİK GÖSTERGELER
Devletin ekonomi ve istatistik uzmanları karar alıcılar için GSYİH’yi hesaplarken döküm çıkarır, ölçüm yapar ve karmaşık
tahmin teknikleri uygular.
GS YİH Faktörleri
Makroekonominin kilit göstergelerinden biri olan GSYİH, bir yıllık dönemde mal ve hizmet piyasaları
aracılığıyla sunulan mallar ve hizmetler karşılığında hanelerden firmalara akan para olarak
ölçülür. Ayrıca, firmaların ürettiği, ama henüz satmadığı malları kapsar; bunlara envanter denir.
Ekonominin asla durmaması nedeniyle, bir dairesel akış diyagramındaki akışlar süreklidir. Firmaların kâr
elde etmesi, insanların da mal ve hizmet satın alabilmek için üretim faktörlerini satması gerekir.
Uygulama
iktisatçılar devleti, dış ekonomileri ve finansal piyasaları ekleyerek, dairesel akış diyagramını daha
gerçekçi bir modele dönüştürmüştür. Haneler yine mal ve hizmet satın alıp tüketirler. Firmalar mal ve
hizmet üretmek için işgücü ve hammadde gibi kaynakları biraraya getirirler. Satmayı tasarladıkları
malları ve hizmetleri üretmek için kullandıkları arazi ve donanıma da yatırım yaparlar. Devlet merkezi ve
yerel yönetim kurumlarını ve dairelerini kapsar. Ana işlevleri yasalar çıkararak ekonomiyi düzenlemek,
vergi toplamak ve sosyal güvenlik gibi ortak hizmetleri sağlamaktır. Vergilerin bu işler için yeterli
kaynağı sağlayamadığı durumlarda, bir devlet finansal piyasalardan para ödünç alabilir. Dış ekonomiler
ulusal ekonomi sınırlarının dışındaki haneleri, şirketleri ve devlet kuruluşlarını kapsar. Bu dört
sektör ekonominin bütün üretimini birlikte satın alır.
EKNOMİNİN DÖRT SEKTÖRÜ (yani haneler, firmalar, devlet ve dış ekonomiler) üç piyasada
etkileşime girer. Mal ve hizmet piyasasında mallar ve hizmetler parayla satın alınır. Satıcı esas olarak iş
sektörüdür; alıcılar ise her dört sektördür. Üretim faktörleri piyasasında iş sektörü mal ve hizmet üretimi
için gerekli işgücü, arazi, donanım ve girişimciliği esas olarak hanelerden satın alır. Finansal piyasalarda
tasarruşarla faiz kazanılır ve faiz ödenerek ödünç para alınır. Tasarrufu yapan esas olarak hanelerdir; iş
sektörü mal ve hizmet üretimi için gerekli arazi ve donanıma yatırım yapmak amacıyla borç alma yoluna
gider. Tasarruf ve yatırımın bedeli faiz oranlarıdır. Daha yüksek bir faiz oranı tasarrufu çekici kılarken,
daha düşük bir faiz oranı yatırımı çekici kılar. Düşük faiz oranları uygulandığında firmalar ödünç aldıkları
para için daha az bedel öderler; dolayısıyla bu parayla yapılan yatırımdan elde edilecek potansiyel kâr
daha yüksek olur.
Üretim
faktörleri
Yukarıda devletin ve finansal piyasaların da devreye girdiği daha gerçekçi bir dairesel akış diyagramı yer
alıyor. Bir makroekonomi sistemi içinde ortaya çıkan para akışlarını gösterirken, aksi yönde hareket eden
malların, hizmetlerin ve üretim faktörlerinin akışını göstermiyor.
Devletler değişen ekonomik koşullar bağlamında istihdamı arttırmaya, enflasyonu denetim altına almaya ve ekonomide
sürdürülebilir büyümeyi sağlamaya yönelik politikalar benimser. Maliye ya da para politikaları bu hedefe varmaya yardımcı olur.
EKONOMİK VE SOSYAL KONULAR
Doruk
Tipik bir iş çevrimi grafiği daralma, toparlanma ve köpük evrelerini açık seçik gösteriyor.
Daha uzun erimli bakılınca, ekonomiler iş çevrimine uygun olarak büyüme (genişleme) ve küçülme
(daralma) dönemleri geçirirler, iş çevriminin gelişiminde işsizlik, enflasyon ve gerçek ekonomik büyüme
kestirilebilir kalıpları izler. Makroekonomik politikanın uğraşı zaman içinde sürdürülebilir (enflasyonsuz)
büyümeyi ve istihdamı sağlamak amacıyla iş çevrimlerindeki savruluşların şiddetini azaltmaktır.
İş Çevrimi
iş çevriminde ayrı evreler görülür. Daralma evresinde reel GSYİH büyümesi yavaşlayarak ya da
gerileyerek "dip”teki en düşük noktaya iner. Daha sonra genişleme evresinde toparlanarak “doruk"taki
en yüksek noktaya varır. Genişleme ve daralmanın orta noktalarını birleştiren bir düz çizgi uzun vadeli
eğilimi ifade eder.
Maliye politikası bir devletin harcamalara (savunma, hizmetler, projeler vs.) kaynak bulmak için izlediği
gelir toplama yöntemlerini (vergiler ve borçlanma) belirtir.
Para politikası devletin, hâzinenin ve merkez bankasının dolaşımdaki para miktarını ve ekonomideki
faiz hadlerini etkilemek için başvurduğu araçları belirtir.
Para ve maliye politikaları iş çevriminin belirli evrelerini dengeleme gereğine uygun olarak genişletici ya
da daraltıcı bir nitelik taşır. Örneğin, iş çevrimi çok hızlı bir genişleme içindeyse, faiz oranını yükseltmek
gibi daraltıcı politikalar ekonomide istikrarı sağlar; çünkü insanlar yüksek borçlanma maliyeti nedeniyle
kredi kartlarını daha az kullanmaya eğilimli olur.
Bu şekilde devletler durgunluğun önüne geçmek, ekonomiyi aşırı ısıtmaktan kaçınarak büyüme ve
istihdamı azami düzeye çıkarmak üzere iş çevrimlerine müdahale etmeye yönelik para ve maliye
politikası önlemlerine başvurur.
Küreselleşme
Küresel ekonomide karşılıklı bağımlılığın daha geniş boyuta varması, bir ülkenin izlediği
ekonomik politikaların diğer ülkeler ve dünya ekonomisi üzerindeki etkisini arttırmıştır. G8 ve GlO
sanayi ülkeleri gibi uluslararası forumlar, IMF ve Dünya Bankası gibi çoktaraflı kurumlar görüş
alışverişinde bulunmayı ve bir ölçüde politikaları uluslararası düzeyde eşgüdümlü hale getirmeyi
sağlayan bir araç olarak gittikçe önem kazanıyor.
Çin’in Shenzhen kentindeki bir liman deposunda yüklenmeyi bekleyen mallarla dolu konteynırlar. Çin
sağladığı dış ticaret fazlasıyla dünyada en yüksek döviz rezervine ulaşmış bulunuyor.
DIŞ TİCARET DENGESİ mal ihracatı ve ithalatı arasındaki farkı, cari hesap ise mal ve hizmet ihracatı
ve ithalatı arasında farkı ölçer. Cari hesap fazlası diğer ülkelere yapılan ihracatın onlardan yapılan
ithalattan daha yüksek olduğu anlamına gelir. Net bir açık ise diğer ülkelere ihraç edilenden daha fazla
mal ve hizmetin ithal edildiği anlamına gelir. Cari hesapta fazla mutlaka “iyi” ya da açık mutlaka “kötü”
değildir. Cari hesap fazlası ihracat sektöründeki üreticilerin dış rakiplere oranla daha iyi
performans gösterdiğine işaret ederken, iç tüketicilerin genelde daha az tükettiğini ve yurtdışına
borç verdiğini örtük biçimde ifade eder. Cari hesap açığı iç tüketicilerin bir bütün olarak daha
fazla tükettiğini ve yurtdışına borçlandığını gösterir; öte yandan dış üreticilerle rekabette iç üreticilerin
daha düşük performanslı olduğuna da işaret edebilir.
Bir merkez bankası ekonomideki para arzını ve faiz hadlerini yöneterek, enflasyonu denetim altına almaya ve sürdürülebilir
ekonomik büyümeyi sağlamaya çalışır.
Günümüzün Bankaları
Demokratik ülkelerde hükümetler dört ila altı yıl arasında değişen dönemler için seçilir. Yeniden iktidara
gelişi çoğu kez bu görev süresindeki ekonomik performans belirler. Bu bakımdan liderler bir
daha seçilebilmek amacıyla ekonomiye genişlemeyi destekleyecek bir müdahalede bulunma dürtüsüne
kapılabilir. Siyasal güdümlü genişleme sürdürülebilir ekonomik büyüme için zararlı olabilir.
20. yüzyılın ikinci yarısında birçok demokratik ülke merkez bankalarına para politikalarında daha büyük
sorumluluk ve devlet müdahalesine karşı yüksek derecede bağımsızlık tanıyan dinamik makro ekonomik
sistemlere yönelmiştir. Merkez bankalarının siyasal konjonktüre bakmaksızın uzun vadeli ekonomik
performansa odaklanmaları beklenir. Enflasyonun önüne geçmeyi birincil sorumluluk sayarak, paranın
değerini korumaları gerekir. Bir ucunda hazine ya da maliye bakanlığının, diğer ucunda merkez bankasının
yer aldığı çatışma para ve maliye politikası önlemleriyle gerek işsizlik, gerekse enflasyon risklerini
gidermeye ve denetim altında tutmaya yöneliktir.
Genişletici politikaların amacı bir durgunluğun etkilerini önlemek ya da aşmaktır. Genişletici mali
politikalar devlet harcamalarını arttırmaya ya da vergileri azaltmaya dayanır. Sözgelimi bir otoyol
yapım programıyla devlet harcamalarını arttırmak, bir ekonomide mal ve hizmetlere dönük talebi
doğrudan yükseltir. Vergileri azaltmak ise insanların cebine mal ve hizmetlere harcanabilecek para koyma
yoluyla dolaylı olarak talebin yükselmesini sağlar. Vergileri indirmenin avantajı paranın nereye
harcanacağına devletin değil, bireylerin karar vermesidir. Olası bir sakınca geleceğe emin bakmayan
kişilerin temkinli davranarak, ellerindeki fazla parayı harcamak yerine tasarrufa yatırmalarıdır.
Genişletici para politikaları dolaşımdaki para miktarını arttırır. Para arzının yükselmesiyle birlikte, faiz
oranları -paranın fiyatı- düşer. Düşük faiz oranları borçlanma ve yatırımı teşvik eder, böylece ekonomik
faaliyeti canlandırır.
Daraltıcı politikaların amacı aşırı hızlı genişlemeye bağlı olarak ekonominin ısınmasını önlemek ya
da aşmaktır. Daraltıcı maliye politikaları vergileri arttırmaya ya da devlet harcamalarını kısmaya dayanır.
Bu önlemlerin ilki kişilerin mal ve hizmetlere harcayacağı para miktarını, İkincisi devletin şirketlerden
mal ve hizmet için yapacağı harcamaları azaltır. Daraltıcı para politikaları dolaşımdaki para miktarını
düşürür ve faiz oranlarını yükseltir; bu da borçlanma ve yatırım üzerinde caydırıcı etki yaratır.
1970'terden önce bütün önemli para birimleri devletin altın rezervleriyle desteklenirdi. Birçok ülke
rezerv tutmaya devam ediyor.
MAKROEKONOMİ “gösterge panosu”nu kullanmanın yakın dönemdeki somut bir örneği, Avrupa Birliği
ülkeleri için euronun yürürlüğe girmesidir. Ortak bir para birimi benimseme kararı alınırken, politika
belirleyiciler ülkelerin ekonomik politikalarındaki büyük performans ayrılıklarının potansiyel
güçlükler doğuracağını kavradı. Belçika ve Almanya sınırına yakın bir Hollanda kentinde imzalandığı için
“Maastricht” adıyla anılan parasal birlik antlaşmasında, AB ülkeleri “birleşme ölçütleri” denen belirli
ekonomik göstergelere ilişkin yaklaşık hedefleri tanımlayıp kabul etti. Buna göre, euroyu para birimi
kabul ederek parasal birliğe katılmak isteyen bir AB üyesi, sıkı bir takvim içinde birleşme ölçütlerine
uyum sağlamak zorundadır. Böyle bir düzenlemenin gerekçesi kamu mâliyesinin ve borç düzeyinin başta
Almanya olmak üzere ana ülkelerin tutarlı istikrarlı para birimi değerlerine dayalı düşük enflasyonla
tutarlı olmasını sağlamaktır.
Euro banknotları ve madeni paraları 2001 'de dolaşıma girdi. Bu para biriminin bir yüzü her
yerde aynıyken, diğer yüzü basıldığı ülkeye
ENERJİ POLİTİKASI
Self
Serve
21. yüzyıl başlarında petrol dünya ekonomisi için en önemli enerji kaynağı olma özelliğini koruyor. Bunun
çevreye olumsuz etkilerden küresel siyasal sorunlara kadar uzanan birçok sonucu vardır.
HALEN dünya petrol üretiminin toplam yüzde 35’ini sağlayan 12 üyesi vardır.
OPEC
PETROL ÜRETİCİSİ ülkelerin OPEC’İ kurmasının amacı, bir grup egemen petrol şirketiyle pazarlık
gücünü arttırarak petrol gelirlerini korumak ve yükseltmekti. Ekim 1973’teki Yom Kippur Savaşı'yla
OPEC öne çıktı. OPEC üyeleri Arap dünyası ile İsrail arasındaki çatışmada petrolü bir siyasal silah
olarak kullandı. O zamandan beri petrol piyasası Ortadoğu ve Basra Körfezi bölgesindeki krizlere fiyat
artışlarıyla tepki veriyor.
PETROL FİYATININ 1970’lerve 1980'lerde hızla yükselmesi önde gelen petrol tüketicisi ülkelerde
enflasyona ve durgunluğa yol açtı. Bunun üzerine OPEC dışı ülkeler alım kaynaklarını çeşitlendirme,
başka enerji biçimlerine geçme ve petrol kullanımında randımanı yükseltme yoluyla OPEC petrolüne
bağımlılığı azaltmaya yöneldi. Böylece OPEC'in petrol fiyatları üzerindeki etkisi azaldı.
Siyasal Yaklaşım
Dünya petrol üretiminin yaklaşık yüzde 40'ı Venezüella’yla birlikte Petrol ihraç Eden Ülkeler
Örgütü’nü (OPEC) kurmuş olan Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelir. Rusya ve diğer eski Sovyet
cumhuriyetleri ise dünya petrol üretiminde yüzde ll’lik bir paya sahiptir. Batı dünyasının sanayileşmiş
ülkeleri dünya nüfusunun yüzde 20’sinden azını barındırmakla birlikte, dünya petrol üretiminin yaklaşık
yüzde 60’ını tüketir. Tek başına ABD’nin tüketimi yüzde 25'tir. Son yıllarda başta Çin olmak üzere
Asya’da hızlı ekonomik büyüme petrol tüketiminin yükselmesine yol açmıştır.
ÖZEL BİLGİLER
HAM PETROL yerden çıkarılan petrolün saf halidir; arıtma işlemiyle yakıt ve gazyağı gibi normal
kullanıma dönük ürünlere dönüştürülür.
HİBRİT ya da elektrikli arabalar yükselen yakıt fiyatları ve tüketicilerin dile getirdiği genel çevre
kaygıları ne-j deniyle rağbet görmeye başlamıştır.
İş Dünyası ve Petrol
Fiyat artışıyla birlikte şirketlerin petrolü daha tutumlu kullanma çabalarının getirdiği sonuçlardan biri
1970-2002 arasında petrol randımanının yükselmesidir. Ekonomide bir çıktı biriminin üretiminde kullanı-
Bununla birlikte devasa petrol gelirleri otoriter rejimler doğurarak, bölgesel ve uluslararası
düzeyde önemli finansal ve siyasal nüfuz kazanmalarını sağladı.
lan petrol miktarı yüzde 40-50 oranında düşmüş durumdadır. Sanayileşmiş birçok ülkede, özellikle de
Avrupa’da hükümetler petrole vergi ve harç koyduğu için, benzin istasyonundaki fiyatın yarısından fazlası
çoğu kez kesinti olarak devlete gidiyor. Siyasal bir perspektifle bakılınca, bunun ikili bir avantajı
var. Devlet için önemli bir vergi geliri kaynağı sağlanırken, şirketler ve tüketiciler petrolü daha tutumlu
kullanmaya ve özellikle enerji-yoğun alanlarda petrol tüketimini azaltıcı yeni araştırma ve geliştirme
çalışmalarına yatırım yapmaya özendiriliyor. Her halükârda, petrol fiyatları oynaktır ve büyük ölçüde kısa
vadeli arz ve taleple belirlenir, iktisatçıların hesaplamalarına göre, dünya talebindeki yüzde l’lik
beklenmedik bir artış petrol fiyatında yüzde 15’lik bir yükselişe yol açabilir.
Petrol Rezervleri
Uzmanlar küresel petrol rezervlerinin, yani işlenebilecek petrol miktarının önümüzdeki 20 yıl içinde
doruğa varmasını bekliyor. Hatta bazıları bu gidişle petrol rezervlerini kaçınılmaz olarak daha
erken tüketeceğimiz uyarısında bulunuyor. Ancak 21. yüzyılda yeni küresel petrol rezervleri
keşfedilmeye devam ediyor. Dahası, mevcut kaynaklardan petrol elde etmeyi daha hesaplı hale getiren
teknolojiler de kullanılabilir petrol miktarının artmasında bir rol oynuyor. Uzmanlar halen bilinen
ve tahmin edilen rezervlerle dünya petrol tüketiminin 40 yılı aşkın bir süre daha karşılanabileceğini
tahmin ediyor.
Ham petroldeki kıtlıklar tüketicilere yansıyor ve daha yüksek benzin fiyatlarıyla harcamalarını arttırıyor.
yaklaştığı bir konu şudur: Petrolü birincil bir enerji kaynağı olarak yoğun biçimde kullanmak, çevreye
olumsuz bir etkide bulunmanın yanısıra iklim değişimi ve küresel ısınmada önemli bir rol oynayan zararlı
karbondioksit şahımlarına yol açıyor. Hibrit teknoloji ve elektrik ampulleri sayesinde geleneksel
arabalara oranla çok daha az enerji tüketen aile tipi arabaların ortaya çıkışı, iktisatçıların hayati
kaynaklar pahalı hale geldiğinde gelişeceğini öngördüğü çözümün belirtileridir. Petrolü tutumlu
kullanmayı sağlayıcı vergiler ve teşvikler getirme, alternatif yenilenebilir ve daha az zararlı
enerji kaynaklarına geçme gibi önlemler bu eğilimi daha da güçlendirecektir.
SANAYİ POLİTİKASI
Sanayiyi etkileyen devlet politikaları tarih, coğrafya, ulusal kültür, ekonomik kalkınmışlık düzeyi ve sanayinin olgunluğu
temelinde değişkenlik gösterir.
AĞIRLIĞI Japon başbakanlarının bir süre burada görev yapmış olmasının âdetten sayıldığı bir düzeye
ulaştı.
JAPON DIŞ TİCARET VE SANAYİ BAKANLIĞI (MİTİ) sanayi politikasının tek bir güçlü kurumda
merkezleşmesinin bir örneğidir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Japon sanayisinin gelişmesinde ve dünya
ekonomisindeki Pazar payını arttırmasında önemli bir rol oynadı. Japonya’nın sanayi temelini
güçlendirmek üzere teknoloji ve yatırım konularında yol gösterdi, ihracat ve ithalatı düzenledi. Elektronik
ve otomotiv sanayileri bu yaklaşımın başarısının örnekleridir.
1980’LERDE saldırgan Japon ihracat politikaları sanayileşmiş diğer ülkelerle gerginlikler yaratınca,
MİTİ ihracata kısıtlamalar getirilmesini sağladı. Japonya’daki gelişmelerin, ayrıca aşırı sübvansiyonları
ve korumacı önlemleri yasaklayan küresel anlaşmaların etkisini azalttığı MİTİ yine de Japonya’nın sanayi
politikasına yön veren güçlü bir merkezi kurum olarak varlığını sürdürüyor.
Batı ülkelerine ihracata dönük elektronik parçaların seri üretimi Japonya’nın savaş sonrasındaki hızlı
büyümesinde kilit bir etkendi.
iş dünyası bir ekonomide zenginliğin motorudur. Devletler önemli iş faaliyetlerini korumaya, büyümeyi
desteklemeye ve değişimlere ayak uydurmaya yönelik önlemler alır. Ekonomik çıktıyı etkileme
çabaları sanayi politikasının bir parçasıdır ve çoğu kez belirli bir sanayi sektörünü hedef seçer. Sanayi
politikaları tek bir bakanlıkta ya da devlet kuruluşunda merkezi olarak hazırlanabileceği gibi, bir
merkeze bağlı olmaksızın farklı devlet kuruluşlarının eşgüdümüyle de oluşturulabilir. Bütün
ekonomilerde bir tür sanayi politikası vardır.
Piyasayı Düzenlemek
nın önemli bir yönüdür. Örneğin, ABD'nin anti-tröst mevzuatında aynı sektördeki şirketlerin görüşerek
fiyat saptamasını yasadışı sayan bir hüküm yer alır.
Çünkü bu yöntem fiyatları rekabete açık pazarlardaki düzeyin yukarısına çekerek tüketicilere zarar verir.
Korumacılık
Bazen devletler sanayi politikasını kilit sanayi dallarını rekabetten korumak amacıyla kullanır. Alman
hükümeti kömür madenciliği sektörüne yıllardır çok büyük sübvansiyonlar öder. Kömür
madenciliği Almanya için 20. yüzyılın ilk yarısında çok önemliydi; ama daha sonra daha ucuz ürün satan
uluslararası rakiplerle ve diğer enerji biçimleriyle rekabet edemez duruma düştü. Böyle bir sübvansiyon
ancak geçici olması ve etkilenen bölgelerde başka bir sanayi dalına geçişi sağlayacak diğer önlemlerle
desteklenmesi halinde başarılı olabilir.
Hindistan
Günümüzdeki Eğilimler
21. yüzyıl başlarında sanayi politikası artık küreselleşmeyle kafa kafaya çarpışıyor. Pazarları açmaya
ve ticareti arttırmaya dönük uluslararası anlaşmalar mevcut sanayileri dış rekabetten korumaya dönük
sanayi politikalarıyla gittikçe daha bağdaşmaz hale geliyor. Bununla birlikte tarım, savunma ve
eğlence sektörünün bazı bölümleri gibi istis-
Çin 1980’lerden itibaren seçilmiş coğrafi alanları özel ekonomik bölgeler olarak belirledi.
Ekonomik girişim konusunda gevşek kuralların ve mevzuatın uygulandığı bu bölge-: lerde özellikle
yabancı yatırımcılara i vergi teşvikleri sağlanıyor ve bölge- i sel dış ticarete daha geniş bağımsızlık
tanınıyor. Yoğun biçimde yabancı yatırımlara dayanan j fabrikaların ekonomik faaliyetlerine j j piyasa
güçleri yön veriyor ve mallar j I esas olarak ihracata dönük üretili- i yor. Şirketler çoğunlukla Çinli ve
yabancı firmalar arasında ortak j girişimler olarak kuruluyor.
yukarıda: ilk özel bölgeler 1980’le-rin başlarında Shenzen, Zhuhai ve j Shantu, Xiamen ve Hainan
eyaletinin bütününde kuruldu.
Modern sanayi politikası genelde firmalar ve girişimciler için elverişli bir iş ve mevzuat ortamı
yaratırken, yollar ve telekomünikasyon dahil güçlü bir kamusal altyapıya yatırım yapmaya odaklanıyor.
Yüksek eğitimli ve iyi yetişmiş bir işgücünün varlığı can alıcıdır; özellikle daha az beceri-yoğun
alanlardaki işçiler geçim masraflarının daha düşük olduğu gelişmekte olan ülkelere göç ediyor.
ÖZEL BİLGİLER
UNIDO (Birleşmiş Milletler Sanayi Kalkınma Örgütü) gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmesine
yardımcı olmaya çalışır. Diğer BM kuruluşlarıyla eşgüdüm içinde, sanayi politikalarının
ve programlarının oluşturulmasına katkıda bulunur.
İşgücü sağlayan bireyler ile işgücüne ihtiyaç duyan işverenler arasında adil bir dengeye ulaşmak için
sağlam bir mevzuat çerçevesi zorunludur.
Bangalor'daki “24/7” çağrı merkezleri hızlı gelişen bir iş alanıdır. Dünyanın dört bir yanından arayan
müşteriler Hindistan’daki bir müşteri hizmetleri temsilcisiyle konuştuğunun farkında değildir.
Seçkin eğitim kurumlanna giriş için rekabet daha erken yaşta başlar.
Ücretli çalışma her toplumda önemli bir yer tutar. Bireylerin mal ve hizmet alımı için gelir elde etmesinin
ve emeklilik için para biriktirmesinin başlıca yolu budur. insanın yaptığı iş bu ekonomik önemin ötesinde,
toplumdaki yerini ve bireysel mutluluğunu da büyük ölçüde belirler. Şirketler mal ve hizmet üretimini
kendileri için çalışan insanlarla sağlar.
19. yüzyıl sonlarında işçiler işverenlerle görüşmelerde çıkarlarını savunacak sendikalarda örgütlenmeye
başladılar. ABD ve İngiltere’de sendikalar ve işverenler ayrı ve çatışan çıkarlara sahip taraflar olarak
görülür. Birçok AB ülkesinde birlikte karar alma kavramı işçi temsilcilerine şirketleri yönetmede bir rol
üstlenme olanağını verir. Bu amaçla oluşturulan kurullar çalışma koşullarının ve ücret artışı taleplerinin
ekonominin performansıyla uyumlu olmasını sağlamaya çalışır, işçi-işveren çatışmaları yüzünden
ekonomide aksamalar nadiren yaşanır. Ancak istikrara verilen bu ağırlığın bir bedeli vardır; çünkü hızla
değişen bir ekonomik ortama ayak uydurma süreci yavaş işler.
Hükümetler için tam istihdamı sağlamak ekonomik ve sosyal politikaların temel hedeflerinden biridir.
Bu genellikle zorunlu eğitimini tamamlamış ve henüz emeklilik çağına varmamış (çoğunlukla 16-65 yaş
arası) yetişkin erkek ve kadınlar için ge-çerlidir. Faal işgücü oranı bu kesim içinde ücretli çalışanların ya
da ücretli çalışmak isteyenlerin yüz-desidir. Çoğu durumda bunlar şirketlerin, devlet kurumları-nın ya da
diğer kuruluşların çalışanlarıdır; geri kalanlar avukat ya da mimar gibi serbest meslek sahipleri ile kendi
işletmelerini yöneten küçük girişimcilerdir. Eğitimlerini sürdüren gençler, ücretsiz "ev işleri” yapan anne
babalar ve gönüllü işlerde çalışanlar bu kesimlere girmez, işsizlik oranı faal işgücü içinde belirli
biranda çalışma hayatının dışında olanların yüzdesidir.
Yüksek duyarlılık ya da yinelemeli hareket gerektiren üretim tesislerinde insan emeğinin yerini
gittikçe robotlar alıyor.
Bir ülkenin en önemli yatırımlarından biri eğitimdir; çünkü hizmet ve enformasyona dayalı işler
gittikçe artıyor.
21. yüzyıl başlarında küresel ulaşımın, internetin ve diğer iletişim ağlarının hızla gelişmesi, ayrıca ticaret
engellerinin kalkması küresel ekonomik büyümeye olumlu etkilerde bulunmuştur. Öte yandan aynı
eğilimler üretim tesislerinin sanayileşmiş ülkelerden Çin, Hindistan ve Brezilya gibi hızla
gelişen ülkelere kaydırılmasını getirmiştir. Bu bölgelerde işgücü maliyetinin düşüklüğü kısmen çalışanları
koruyucu mevzuatın yetersiz olmasından kaynaklanır. Küreselleşmenin baskılarına karşı koymak ve
yaşlanan bir nüfusun ekonomik sonuçlarıyla başa çıkmak ekonomik politika önündeki çetin sınavlardır.
ÖZEL BİLGİLER
BÜYÜK BUNALIMIN yaşandığı 20. yüzyıl başlarında ABD'deki Roosevelt yönetimi “New Deal”
programı çerçevesinde işçilere resmen sendikalarda örgütlenme hakkı ve ilk kez işverenlerle toplu
pazarlık gücü tanıdı.
SOSYAL HİZMETLER
Karma piyasa ekonomilerinde hükümetler işsizlik sigortası, sağlık hizmetleri, refah ödemeleri ve emekli
aylıkları gibi sosyal hizmetleri sağlamada önemli bir rol oynar.
Ulusal Farklılıklar
Sosyal hizmetler para gerektirir. Dolayısıyla, sosyal hizmetler sağlamaya yönelik en gelişkin sistemler
varlıklı ekonomilerde bulunur. Avrupa’nın sosyal piyasa ekonomisi ve İskandinavya'ya özgü refah devleti
modelleri bütün nüfusun yararlanabildiği kapsamlı sosyal hizmetlerin örnekleridir. İsveç’te merkezi
hükümet bu hizmetleri sağlamada önemli bir rol oynar; herkese görece yüksek bir asgari hizmet sunar ve
sosyal eşitlik hedefini gözetmekle yükümlüdür. Almanya’da sosyal devlet anlayışı ve sosyal piyasa
ekonomisi sosyal hizmetleri ekonominin performansına bağlar. Yani, sosyal hizmetlerin düzeyi insanların
işgücü piyasasındaki konumuyla bağlantılıdır.
Dahası, hizmetler genelde merkezi bir yapıya dayanmaz ve hükümetçe denetlenen bağımsız
kurumlarca sunulur.
ABD çoğu kez sosyal hizmetlerin zayıf olduğu varlıklı bir ülke olarak anılır. Varlıklı Avrupa
ülkelerine oranla federal yönetimin daha küçük bir rol üstlendiği doğrudur; ama eyaletler ve yerel
yönetimler önemli bir katkıda bulunur. Sosyal hizmetlerin sunuluşu çoğulcu bir yapı taşır. ABD’nin sosyal
hizmet sistemlerinde özgüce dayanma ve bireycilik fikirleri dışarıdan bakanların sandığı kadar baskın
değildir. Cömert sosyal hizmetlerin istismarı özendirdiği ve insanları sıkı çalışmaktan, kendi geçimini
sağlamaktan, topluma ve ekonomiye katkıda bulunmaktan caydırıcı bir işlev gördüğü kaygısı bazı
Amerikalı iktisatçıların ve politikacıların dile getirdiği bir görüştür.
21. yüzyıl başlarında yoksulluk gelişmekte olan birçok ülkeyi sosyal güvenlik sistemlerini finanse
etmekten alıkoyuyor. Ticaret engellerinin kaldırılmasından ve dünya genelindeki ekonomik
büyümeden yararlanabildikleri ölçüde, bu ülkeler kendi halkları için sosyal hizmetler
geliştirebileceklerdir.
Gelişmiş ekonomilerde sosyal sistemler doğum oranındaki düşüşün ve ortalama ömürdeki yükselişin
baskısı altına girmiş bulunuyor. Buna bağlı olarak gelişmiş ülkelerde nüfusun yaşlanması nedeniyle,
önümüzdeki yıllarda çalışan kişi başına yaşlı ve emekli insan sayısı şimdikinden çok daha yüksek
olacaktır. Dahası, yaşlanmanın yanısıra tıbbi teknolojilerin ilerlemesi sağlık giderlerinin hızla artmasına
yol açıyor.
Beklenen Değişimler
Batı ekonomileri bir dizi önlemle bu güçlükleri çözmeye çalışıyor. Emeklilik yaşını kademeli
olarak yükseltme yoluyla emeklilik sistemlerinde reform yapılıyor; böylece insanlar ortalama ömür
düzeyine uygun olarak daha uzun süre çalışacak. Sağlık sistemlerinde de insanlara kendilerine
bakmada daha büyük sorumluluk yükleyecek ve temel sağlık hizmetlerinin sunuluşunu daha verimli kılacak
reformlara gidiliyor. Son olarak, bir dizi devlet gelecekte sosyal hizmetlere kaynak bulmaya katkıda
bulunmak amacıyla bütçe açıklarını azaltmaya ya da önlemeye ve hatta bir bütçe fazlası
yaratmaya çalışıyor.
ABD’de de sosyal güvenlik sistemini bekleyen sorunlar var. Nüfusun 65 ya da daha yüksek yaştaki kesimi
2000’de yaklaşık 35 milyondu. Bu rakam 2050’de 87 milyona ulaşacak. Böylece emeklilerin sayısı
çalışan insanların sayısından çok daha hızlı yükselecek. Bush yönetiminin önerdiği tasarılardan
biri kişilerin sosyal güvenlik yardımlarıyla yatırım yapmasını sağlamak üzere emeklilik
hesaplarını özelleştirmektir; ancak bunun beklenen krizin önüne geçmede ne ölçüde işe yarayacağı
tartışmalıdır.
ÖZEL BİLGİLER
ALMANYA 1883'te ilk genel sosyal sigorta planını oluşturdu.
İSVEÇ'TE sosyal güvenliğin gayri s afi yurtiçi hasıla içindeki payı 1980’de yüzde 32’ye ulaştı.
ABD'DEKİ modern sosyal güvenlik sistemi hâlâ 1935’ten kalma “New Deal" programına dayanır.
ÜLKELER ARASINDAKİ ticaret engellerinin kaldırılması hâlâ dünya genelinde tartışmalı bir konudur.
GELİŞMEKTE OLAN ülkeler küreselleşmeye bağlı olarak kendine özgü sorunlarla karşılaşıyor.
DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ devletlerin uluslararası ticaret politikalarında eşgüdümü sağlayan tek
kuruluştur.
KÜRESELLEŞME
Hızlı teknolojik gelişmeler dünya ticaretinin genişlemesine katkıda bulunmuştur. Üretim süreci artık çok
sayıda uluslararası yere yayılabiliyor; her yer üstlendiği işlemde uzmanlık kazanıyor ve nihai ürün satış
yerine en yakın noktada monte ediliyor. Uluslararası ticaretin büyümesine katkıda bulunan etkenlerden biri
de ulaşım lojistiğindeki olağanüstü ilerlemelerdir. Başta internet olmak üzere enformasyon ve iletişim
teknolojilerinin gelişmesi uluslararası ticaretin büyümesini sağlayan bir başka itici güçtür.
© Küreselleşme ortak kültürel deneyim ve düşüncelerin yayılmasını ifade eden bir kavramdır.
Son 50 yılda uluslararası ticaret, küresel ekonomik büyümenin itici gücü oldu. Dünya emtia ticaretinin
toplam hacmi 2005’te 21 trilyon doların üzerindeydi.
ÖZEL BİLGİLER
Çin gibi ülkelerde ucuz işgücü olanağı birçok Batı firmasını bütün imalat sürecini denizaşırı
ülkelere taşımaya yöneltmiştir.
Küresel ekonominin çehresini uluslararası ticaretin genişlemesinden daha fazla değiştiren bir şey yoktur.
Bunun etkisi büyük ve küçük ekonomilerde aynı ölçüde belirleyicidir. Küresel ticaretin büyük bölümü
sanayileşmiş ülkeler arasındadır; ama gelişme yolundaki ülkelerin dünya ticaretindeki payı da 2005’te
yüzde 30’a varan bir oranla gittikçe artıyor.
Küresel ticaretteki genişlemeyle birlikte, üretim, satış ve montaj işlerini dünyanın birçok değişik yerinde
yürüten çokuluslu şirketlerin
Shanker Annasvvamy dünyanın en büyük bilgisayar hizmet sağlayıcısı IBM’in Hindistan’daki genel
müdürüdür.
sayısı hızla artıyor. Bunlar çoğu kez küresel düzeyde tanınan markaları her yerde kullanıyor. Mal ve
hizmet İhracatındaki büyümeye doğrudan yabancı yatırımlardaki (tesis ve donanım) genişleme eşlik
ediyor; çokuluslu sanayi grupları daha ucuz
İSVEÇ KÖKENLİ IKEA şirketi yaklaşık 30 ülkedeki mağazalarıyla dünyanın en büyük mobilya
perakendecisidir.
MICROSOFT işletim sistemiyle çalışan bilgisayarların oranı 1993'te yüzde 90'a ulaştı.
üretim ve yeni pazarlara giriş fırsatlarından yararlanmak amacıyla fabrikalar ve ofisler kuruyor. IBM,
Nestle, Toyota ve Unilevergibi çokuluslu şirketler dünya genelinde müşterilere kaliteli ürünler
sunan küresel üretim ve satış ağlarını yönetiyor. Ama uluslararası ticaret sırf çokuluslu büyük şirketlerle
sınırlı değil, internet küçük şirketlerin de küresel pazarlara girmesi için bir mecra sağlıyor.
21. yüzyıl başlarında iş dünyası liderlerinin, iktisatçıların ve politikacıların çoğu daha kapsamlı ticari
serbestleşmenin küresel büyümeyi ve refahı ileriye götürecek muazzam bir alan açtığı
kanısındadır. Tahminlere göre yılda 500 milyar dolarlık hacme ulaşılabilir. Öne sürülen ekonomik
gerekçe rekabete ayak uyduran ekonomilerin kaybedilenden daha iyi yeni işler yaratacağıdır. Düşük
ücretli ve emek-yoğun üretim işlemlerinin gelişmekte olan ülkelere kayacağı, sanayileşmiş ülkelerde ise
beceri-yoğun ve sermaye-yoğun işlemlerin canlanacağı ileri sürülüyor. Büyük Britanya'da emek-yoğun
tekstil sanayisindeki hasılanın İngiliz ekonomisindeki toplam hasılaya oranı 1970'te yüzde 9,4 iken
2003'te yüzde 3,6’ya inmiş durumdadır. Aynı dönemde ticari hizmetler sek-
törünün hatırı sayılır bir büyümeyle, uluslararası düzeyde rekabet edebildiği ve ihracatta önemli bir paya
ulaştığı görülmektedir. Ne var ki, küreselleşme sorunsuz değildir. Birçok ülke yerel sanayileri
artan rekabetten korumaya ve Dünya Ticaret Örgütü gibi makamların gözetimini sağlamaya çalışıyor.
Hindistan gibi ülkelerin hızlı büyümesi sürerken, Citibank gibi küresel markalar genişleyen pazardan
yararlanmak için çabuk davranıyor.
Uluslararası ticaret 1945’ten beri ekonomik büyümeye katkıda bulunmuştur. Zengin ülkelerin yanısıra
Hindistan, Brezilya ve Çin gibi yeni gelişen ekonomilerin kazançlı çıkmasına karşın, bu süreç birçok
çevre açısından ayrılık yaratmaya devam ediyor.
buna karşılık yoksul ülkelerin durumunun daha da kötüleşeceği endişesini taşıyor. Öte
yandan sanayileşmiş ülkelerde de uluslara
Bir ülkenin ihracatı kaçınılmaz olarak başka bir ülkenin ithalatı demektir. Ama ihracat pazarlarının
genişlemesi ekonomik büyüme açısından yararlı görülürken, ithalata açıklığın artması gerek
devletler, gerekse sıradan insanlar tarafından çoğu kez tehdit olarak görülür. Birçok ülkeye göre, ithalat
artışıyla birlikte içeride üretilen mal ve hizmetlerin yerini dışarıdan gelen ürünler alır ve böylece o
ülkede ithalatla rekabet içindeki sanayi dallarında istihdam tehlikeye düşer.
Serbest ticaret savucuları bundan sadece sanayileşmiş ve gelişmekte olan orta gelirli ülkelerin
değil, gelişmekte olan düşük gelirli ülkelerin de yarar sağlayacağını ileri sürerler. Ne var ki, uluslararası
ticaret birçok ülkede kaygılar uyandırıyor.
Karşılaştırmalı Üstünlük
Güney Kore’de küresel pazara ihraç edilmeye hazır arabalarla dolu Hyundai doku
rası rekabetin bazen bir ülkenin kültürüyle derin bağları bulunan ve ürünlerde maliyet, kalite
ve/veya pazarlama unsurlarını yeniden düzenlemeye elvermeyen ekonomik uğraşları tehdit edeceği
yolunda bir endişe var. Örneğin, Fransa’nın zengin bağcılık ve şarap üretimi
İNGİLİZ İKTİSATÇI David Ricardo (1772-1823) ortaya koyduğu karşılaştırmalı üstünlük ilkesiyle, her
ülkenin en iyi bildiği mal ve hizmetlerin üretiminde uzmanlaşması ve bunları aynı yolu izleyen diğer
ülkelere satması gerektiğini gösterdi.
İKİ HAYALİ ÜLKE sadece iki mal üretiyor: Kumaş ve şarap. A ülkesi kumaş ve şarap üretiminde B
ülkesinden daha randımanlı çalıştığından her iki üründe de mutlak üstünlüğe sahiptir. Ricardo’dan önce,
iktisatçılar öyle bir durumda A ülkesinin B ülkesiyle ticaretten hiçbir kazancı olmadığını söylerdi.
Ricardo ise her ülkenin karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu malda, yani daha randımanlı üretebildiği
malda uzmanlaşması halinde, kumaş ve şarabın toplam hasılasının yükseleceğini ve her iki ülkenin
ticaretten kazançlı çıkacağını ileri sürdü.
geleneği ABD, Avustralya, Güney Afrika ve Şili’nin rekabetinden kaynaklanan bir tehdit altındadır.
Sivil toplum kuruluşları üretkenlik düzeyi düşük ve kurumlan zayıf olan azgelişmiş ülkelerin zengin ve
güçlü sanayi ülkelerinin rekabetiyle baş edemeyeceği üzerinde duruyor. Birçok Afrika ülkesinin tarım
sektörü halen AB’den gelen yoğun sübvansiyonlu tarımsal ürünlerle rekabet etmek zorunda kalıyor. AB
tarım sübvansiyonlarının kademeli olarak kaldırılmasına kadar serbest ticaretten yarar sağlamaları
pek mümkün görünmüyor.
Korumacılık
Dolayısıyla devletler yerli sanayileri dış rekabetten korumaya yönelik önlemler alıyorlar. Bu önlemler
arasında ithalata konan gümrük vergileri, vergi mükelleflerinin parasıyla yerli firmalara uygulanan
sübvansiyonlar ve ihracatçı şirketlere vergi indirimleriyle sağlanan ihracat teşvikleri sayılabilir. AB
ve ABD'deki çok yüksek tarım sübvansiyonları tarım sektörünü korumanın örnekleridir. ihracatı teşvik
etmede yerli para biriminin değerini dış rakipler karşısında düşük tutma yoluyla para politikaları
da kullanılabilir. Çin’in 21. yüzyıl başlarında sağladığı muazzam dış ticaret fazlası önemli bir ölçüde Çin
para biriminin değerini diğer önemli para birimleri karşısında yapay yoldan düşük tutmasının sonucudur.
Devletler keyfi
ÖZEL BİLGİLER
ÇİN dördüncü büyük ekonomi olduğu gibi, son dört yılda %10'a varan yıllık büyümeyle en hızlı
gelişen ekonomilerden biridir. Bunun itici gücü büyük ölçüde ihracattır.
HİNDİSTAN dış ticarete ve yatırıma getirdiği engellerle görece kapalı bir korumacı ekonomiye sahiptir.
Almanya’nın en büyük çelik tesislerinden Tbyssen Krupp dünya çapında bir pazara ürün ihraç eder.
teknik standartlar dayatma ya da külfetli ithalat lisansları şart koşma gibi tarife dışı ticaret engellerine de
başvuruyor. Japonya bu konudaki yaratıcılığıyla şöhret kazanmıştır.
Bazıları büyük şirketlerce elde edilen kârların bunu gerçekleştirdikleri gelişmekte olan ülkelere
nadiren yarar sağladığı görüşündedir.
Artan ticaret ve küreselleşmeyle birlikte, devletlerin genel kabul gören ortak ticaret uygulamaları
belirlemeleri zorunlu hale gelmiştir. DTÖ başlıca eşgüdüm organıdır.
Tarım Sübvansiyonları
ORTAK TARIM POLİTİKASI (OTP) AB’nin tarımda izlediği korumacılığın bir örneğidir. AB’nin
merkezi bütçesinin yüzde 60’ından fazlası OTP’ye ayrılmıştır. OTP çiftçilerin gelirini üç yolla
yükseltiyor: Tarımsal fiyatları yüksek bir düzeyde tutmak, fiyatlar belli bir düzeyin altına indiğinde
alımlar yapmak ve dış ürünlere ithalat gümrük vergileri koymak. Bu uygulama tarımsal mallarını daha
zengin ülkelere kârlı biçimde ihraç edemedikleri için karşılaştırmalı üstünlükten yararlanamayan
gelişmekte olan ülkeler açısından yı
Dünya Ticaret Örgütü genel direktörü Pascal Lamy, dondurulan DTÖ ticaret görüşmeleri üzerine
Davos’ta yapılan bir panelde konuşuyor.
kıcı sonuçlar doğuruyor. Vergilerle doğrudan sübvansiyonları karşılamakla kalmayıp ürünlere daha yüksek
fiyatlar ödemek zorunda kalan AB’deki tüketicilere de zarar veri
Uluslararası ticarete katılan ülkelerin sayısı göz önünde tutulduğunda, tek tek ülkelerin ticaret
düzenlemeleri için doğrudan birbirleriyle görüşmeleri verimli bir işleyiş sağlamaz. Bu yüzden doğal
olarak üyeler arasında ticaret kurallarını belirleyen ticari bloklar ortaya çıkmıştır. Amaç ticaret
engellerini azaltma ya da kaldırma yoluyla üyeler arasındaki ticareti kolaylaştırmaktır. ABD, Kanada ve
Meksika’nın yer aldığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) böyle bir yaklaşımın sonucudur.
Bir başka örnek AB'dir. Bütün küresel topluluk arasında ticareti kolaylaştırmak için de dış
ticaret işlemlerini gözetleyecek örgütler oluşturma gereği duyulmuştur.
21. YÜZYIL
2007 İTİBARİYLE DTÖ'rıün 150’ye ulaşan üyelerine en son 2005'te Suudi Arabistan ve Ocak 2007'de
Vietnam katıldı. Hâlâ üye olmayan Rusya'nın girişiyle ilgili görüşmeler sürüyor.
yor.
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’na (GATT) II. Dünya Savaşı’nın ardından
1947’deki Bretton Woods Konferansında varıldı. GATT uluslararası ticaretteki engelleri azaltmaya
hizmet etti.
Toplam 123 ülkenin katılımıyla devletler düzeyindeki en büyük uluslararası ticaret görüşmeleri
1986’da başladı. Uruguay’ın Punta del Este kentindeki ilk toplantıdan dolayı Uruguay Turu olarak
anılan görüşmelerin tamamlanması yedi yılı aldı. Varılan sonuçlardan bazıları şunlardı: Gelişmiş
ülkelerin ithalat gümrük tarifelerinde önemli indirimlere gitmesi, tarımsal ticaretin daha piyasa yönelimli
hale getirilmesi, gıda güvenliği standartlarının kabul edilmesi, tekstil ticaretinin kademeli olarak
serbestleştirilmesi, fikri mülkiyetin koruma altına alınması, sübvansiyonların kısıtlanması ve fazla malları
maliyet altındaki fiyatlarla satma yoluyla haksız rekabete yol açan “damping” uygulamasına
karşı hükümler belirlenmesi. Görüşmelerden çıkan en önemli sonuç ise yeni bir örgütün kurulmasıydı.
Dünya Ticaret Örgütü
Yerine getirdiği başlıca işlevler uluslararası ticaret kurallarını saptamak ve uygulatmak, ticareti
serbestleştirmeye yönelik forumlar sağlamak ve ticaret anlaşmazlıklarını gidermektir. Ülkeler
arasındaki görüşmeler ticaret ortağı ülkelerin çoğu tarafından imzalanması ve ilgili parlamentolardan
geçmesi gereken “DTÖ anlaşmalarıyla resmi mahiyet kazanır.
Katılımlarla genişlemeye devam eden örgütün şu anda dört büyük ticaret ortağı olarak ABD, AB, Kanada
ve Japonya’yı kapsayan 150 üyesi vardır.
Kasım 2001’de Katar’ın başkenti Doha’daki bir DTÖ konferansında Doha Kalkınma Turu başlatıldı. Ana
hedef çok yüksek tarım sübvansiyonlarını, ithalat gümrük vergilerini ve diğer ticaret engellerini azaltma
yoluyla, sanayileşmiş ülkelerdeki tarımsal pazarları gelişmekte olan ülkelerin tarım ürünlerine açmaktı.
Böyle engeller AB ve ABD’de yaygındır. Bunun karşılığında ise gelişme yolundaki ülkeler sanayi
mallarına dönük ithalat gümrük tarifelerini düşürecekti. Doha Kalkınma Turu 2006’da çıkmaza girdi ve
farklı ta-raşarı buna yol açmaktan dolayı karşılıklı suçlamalarda bulundu. Görüşmeler sırasındaki dikkat
çekici bir olgu hızlı gelişen ülkelerin Brezilya ve Hindistan öncülüğünde bir koalisyon
oluşturarak, sanayileşmiş ülkelerle pazarlıklarda güçlerini ve yeni edindikleri özgüveni
göstermeleriydi. 2007’de Doha Kalkınma Turu’nu canlandırmaya yönelik girişimler gündeme geldi. Nasıl
bir sonuç çıkacağı ise henüz belirsiz, yukarıda: DTÖ katılımcıları İsviçre’nin Cenevre kentindeki
bir toplantıda
Küreselleşme birçok yönüyle toplumu etkilediğinden ve bu yöndeki kararlar ilgi çektiğinden, Dünya
Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Sekizler Grubu gibi küresel örgütler ince elenip sık dokunuyor.
1971’DE KURULAN Dünya Ekonomik Forumu her yıl İsviçre’nin Davos kentinde toplanır.
ÇOK ETKİLİ olmasına karşın, tüm dünya nüfusu yerine sadece zenginleri temsil ettiği gerekçesiyle
eleştirilere hedef olmuştur.
TOPLANTI çoğu kez dünyanın her yanından gelen küreselleşme karşıtlarınca protesto edilir. İngiltere
başbakanı Tony Blair gibi dünya liderleri Davos'taki düzenli konuşmacılardır.
Çalışmaları tartışma konusu olan DTÖ'nün toplantılarında genelde çok sıkı güvenlik önlemleri alınıyor.
Küresel kurumlaşmanın yayılmasıyla birlikte, DTÖ ve Sekizler Grubu (G-8) gibi örgütlerin toplantıları
büyük çaplı protesto gösterilerine hedef oluyor. Böyle örgütlerin kararları dünya genelinde çok büyük
etki yarattığı için, küreselleşme muhaliflerinin eleştirilerine uğruyor.
Küreselleşme karşıtlığı çevrecilik, anti-kapitalizm ve çokuluslu şirketlere muhalefet gibi farklı eğilimleri
kapsayan bir terimdir. Bu hareket esas olarak dünyadaki yoksulların, işçilerin ve çevrenin sömü
WORLD
conomic
forum
rülmesi konusundaki kaygılardan kaynaklanıyor. Özellikle mevcut durumda çokuluslu büyük şirketlerin ve
zengin sanayi ülkelerinin daha az sorumlulukla davranmasının kolaylaştığı ileri sürülüyor. Muhalifler
özellikle McDonald’s gibi çokuluslu kuruluşların yaygınlaşmasına bağlı olarak dünya genelinde
kültürlerin homojenleşmesi konusundaki endişeleri de dile getiriyor. Çevreciler ve Üçüncü Dünya
militanları küreselleşmeyle birlikte devletlerin ve demokratik kurumların iç ekonomik gelişmeyi sağlama
gücünün azalacağını belirtiyor.
Kaygı duyan sadece böyle eylemciler değil. Sendikalar üretimin daha ucuz yerlere kaymasıyla iş
kayıplarının yaşanmasından çekiniyor. DTÖ anlaşmalarının yoksullara hiçbir şey sunmadığını ve Batı
dünyasının güçlü sanayi ülkelerinin ekonomik çıkarları uğruna onların sorunlarına pek ilgi göstermediğini
belirtiyor.
Bu kesimlere göre, DTÖ küreselleşmeye yönelişin getirdiği her türlü tehdidi temsil ediyor. Dolayısıyla
DTÖ toplantıları böyle grupların şiddetli protestolarına vesile oluyor. Bazı sivil toplum kuruluşları ise
açık bir küresel ticaret sistemi kurma çabalarına tamamen karşı çıkmak yerine, görüşmelere
katılan hükümet temsilcilerini etkileyerek söz konusu kaygıların göz önünde tutulmasını sağlamaya
çalışıyor. Militanlar Uluslararası Para Fonu, Sekizler Grubu ve Dünya Ekonomik Forumu’nun
toplantılarını da hedef alıyor.
definden 30 milyar dolar geri kalma yolunda olduğunu bildirdi. Ayrıca ABD’nin iklim değişimi
konusunda, Amerikan sanayisinin rekabet gücünü düşürmemek açısından sa-lımları ancak Çin ve
Hindistan’la birlikte azaltmaya yanaşacağı anlaşıldı.
dünya EKONOMİK FORUMU (WEF) isviçreli iktisat profesörü Klaus Schvvab tarafından kurulmuş özel
bir vakıftır. Amacı dünyanın her yanından şirket yöneticilerinin ve önde gelen siyasal kişiliklerin küresel,
bölgesel ve ekonomik gündemlere yön vermesini sağlamaktır. WEF her yıl çoğunlukla İsviçre'nin Davos
kentinde bir toplantı düzenler. Burada iş dünyasının liderleri ve dünyanın değişik yerlerinden gelen
politikacılar ekonomideki gelişmeleri ve küresel düzeydeki siyasal konuları görüşür. Üst düzey şirket
yöneticileri ve siyasetle ilgilenenler WEF’in ilişki ağlarını geliştirme bakımından sağladığı benzersiz
fırsatları değerlendirmekten geri kalmaz.
Şaşırtıcı olmayan bir gelişmeyle, WEF çevrecilerin ve Üçüncü Dünya militanlarının eleştiri ve
protestolarının odağı haline gelmiştir. Medyanın yıllık toplantılara ilgisine karşı bir alternatif olarak, bu
gruplar Dünya Sosyal Forumu adıyla ayrı bir toplantı düzenlemeye başlamıştır. Eşzamanlı olarak
yapılan bu toplantı için çoğunlukla gelişmekte olan bir ülke seçilir.
Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda (WEF) Microsoft başkanı Bili Gates Web 2.0 üzerine özel
bir oturumda konuşurken görülüyor.
Gelecekteki Yönelişler
21. yüzyılda devletler ile Greenpe-ace ve Oxfam gibi STK'lar arasında küreselleşmeye ilişkin
daha doğrudan tartışma ve görüşmelerin ortaya çıkması bekleniyor.
Almanya'nın Rostock kentinde 2007’de yapılan G-8 toplantısında küreselleşmeyle ilgili bazı
sorunlar üzerinde duruldu; böylece iklim değişimi konusunda yeni girişimleri ve Afrika'ya yardımı
arttırmayı kapsayan çeşitli kararlar alındı. Afrika'da AIDS, sıtma ve tüberkülozla mücadele için 60 milyar
dolarlık yardım sözü verilirken, sekiz ülkenin küresel sera gazı salımlarını 2050’ye kadar yüzde 50
oranında azaltması ya da küresel ısınmadaki yükselişi indirmesi hedefi benimsendi.
Fakat eleştirel çevreler hâlâ kuşkulu. Oxfam zirve öncesinde G-8’in daha önceki 2010 yardım he-
Güney Koreli çiftçiler 2005'te Hong Kong’daki toplantı merkezi yakınında Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı
bir protesto gösterisinde sloganlar atıyor.
21. YÜZYIL
İNTERNET küreselleşme karşıtlarının protesto gösterilerine çok sayıda kişiyi çekmesini sağlıyor.
2006’DA Avrupa, Japonya, Kanada ve Güney Afrika'da düzenlenen “Live 8" konserlerinde G-8
politikalarına ilişkin bir kampanya için 30 milyon imza toplandı.
Küreselleşme çevreciler açısından bir mücadele konusu olmaya devam ediyor. Dünyadaki en büyük
ekonomiler genelde en büyük kirleticiler olma özelliğini de taşıyor. Özellikle iklim değişimi ve sera
salımları hem devletler, hem de sivil toplum kuruluşları tarafından geniş çapta tartışılıyor.
iklim değişiminin olumsuz sonuçlarının dünyaya dağılımının çok dengesiz olacağı, gelişmekte olan yoksul
ülkelerin en zengin sanayi ülkelerine oranla çok daha ağır darbeler alacağı açık seçik görülüyor, iklim
değişimi hemen şimdiden atılacak adımlarla uzun vadeli bir küresel uğraşı gerektiren en büyük
sıkıntılardan biri olacak, iklim değişimiyle bağlantılı ilginç bir ekonomik cephe, bunu çözmeye yönelik
strateji çerçevesinde ekonomik mekanizmaların kullanılmasıdır. Bir örnek karbon salım hakları
alışverişidir. Devletler önce şirketler için karbon salımı sınırları belirliyorve ardından bu
doğrultuda karbon salım haklarının alışverişine dönük bir küresel piyasa oluşturulmasına izin veriyor.
Böylece karbon salimim azaltıcı önlemler alan şirketler, sınırlarını aşmış olan diğer şirketlere karbon
salım hakları satarak finansal kazanç elde edebiliyor. Yani, şirketlerin çevre üzerindeki olumsuz etkilerini
azaltmaya yönelmesini sağlayacak teşvikler için piyasa gücünden yararlanma yoluna gidiliyor. Gelişmekte
olan ülkelerin iklim değişimine dönük düzenlemeler yapmasına katkıda bulunacak bir uluslararası fonun
oluşturulması ve çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi, 21. yüzyılda dünya ekonomisinin önemli bir
yeni cephesini oluşturacak diğer ekonomik önlemlerdir.
Küreselleşmeyle bağlantılı kaygılardan biri hızla artan uluslararası ticaretin çevre üzerindeki etkisidir.
Küresel Isınma
21. yüzyılın ilk on yılının sonuna yaklaştığımız şu sıralarda, uzmanlar insanlığın iklim değişimine
önemli ölçüde katkıda bulunduğu konusunda hemfikir, iktisatçı Sir Nicho-las Stern’in İngiliz hükümeti
için 2006’da hazırladığı bir rapor, siyasal ve ekonomik karar alıcıların bu sorunu ciddiye almaya
başladığını belirtiyor.
Böyle bir yaklaşım için haklı sebepler var. Çünkü 1900’den beri yaklaşık 0,7-0,8°C artmış olan ortalama
yüzey sıcaklığının bu yüzyılın sonunda 1990 düzeyinin 1,4-5,8°C yukarısına çıkması bekleniyor. Bu
düzeyde bir değişim gelişmekte olan ülkeler açısından çarpıcı sonuçlar doğurabilir.
Gana’nın ekonomisine önemli katkıda bulunan Akosombo Baraj Gölü, küresel ısınmaya bağlı kuraklıklar
yüzünden şu anda ancak yarı yarıya dolu. Bu yüzden Gana elektrik kısıntısına ve yeni enerji
kaynağı arayışına yönelmiş durumda. Baraj bir zamanlar ülkenin enerji ihtiyacının yüzde 95’ini
karşılarken ve hatta enerji ihraç etmesine olanak verirken, ortaya çıkan yeni durum ülke ekonomisini
olumsuz etkiliyor.
iklim değişimiyle ilgili çeşitli girişimlerin en önemlisi Kyoto Protokolü’dür. Aralık 1997’de BM iklim
Değişimi Çerçeve Sözleşmesine (UNFCCC) ek olarak önerilen Kyoto Protokolü, Şubat 2005’te yürürlüğe
giren bir uluslararası antlaşmadır. Amaç 38 gelişmiş ülkede altı sera gazının salımlarını 2008-2012
arasındaki bir taahhüt döneminde azaltmaktır. Japonya'nın Kyoto kentinde varılan bu antlaşma sera gazı
salımlarını azaltma yönünde şimdiye kadarki en büyük küresel çabadır.
Asya’nın Cakarta gibi kalabalık kentlerindeki trafik, atmosferi bozucu kirliliğe yol açan başlıca
etkenlerden biridir.
hâlâ tartışmaya açıktır, imza atan birçok ülkenin hedeflerine ulaşamayacağına ilişkin göstergeler var.
Ayrıca, sera gazları şahmında ilk sırayı alan ABD antlaşmaya taraf değildir; yüksek oranda sera gazı
salan ikinci ülke konumundaki Çin için de bir kısıtlanma konmamıştır. Başka etkenlerin yanısıra ekonomik
mülahazalar iklim değişimine kaşı mücadele önünde bir köstek olmaya devam ediyor.
Dünyanın beşte birinden fazlası günde bir dolardan az bir gelirle aşırı yoksulluk koşullarında yaşıyor.
Buna karşılık, sanayileşmiş ülkeler yoksul ülkelere sosyal ve ekonomik kalkınma için yardım etmeyi
kendi çıkarlarına uygun görüyorlar.
GRAMEEN BANK'IN açtığı küçük kredilerin toplamı 2005'te yaklaşık 5 milyar ABD dolarıydı.
YOKSULtARA yönelik ticari krediler ABD ve İngiltere'ye de yayılmış bulunuyor.
Muhammed Yunus yoksulluğu azaltma ve mikro finansman üzerine sıklıkla konferanslar veriyor.
Mikro Krediler
BANGLADEŞLİ İKTİSAT PROFESÖRÜ ve bankacı Muhammed Yunus yoksulluğu büyük bir ölçekte
azaltmaya yönelik yaratıcı bir yöntemi hayata geçirdi. Ürün ve hammadde satın almak için küçük kredilere
ihtiyaç duyan yoksul Bangladeşli çiftçilerin ve ailelerinin yerel tefecilerce istenen fahiş faiz oranlarıyla
karşılaşması onu böyle bir girişime yöneltti. Miktarın çok küçük olması ve krediye karşılık teminat
gösterilememesi nedeniyle, geleneksel bankalar bu kesime ilgi göstermiyordu. Böy-lece yerel tefeci
kurtların insafına kalanlar mecbur olmadıkça borçlanmaktan kaçınıyordu.
İLK KREDİSİNİ 27 ABD dolarıyla 1974’te açan Yunus, zamanla Gra-meen Bank adıyla kendi
bankasını kurdu. Çiftçilere ve girişimci adaylarına makul faiz oranlarıyla küçük miktarda borç vermeye
başladı. Büyük bir bölümü kadınlara açılan bu mikro krediler birçok ailenin yoksulluktan kurtulmasını
sağladı.
En başarılı mikro kredi girişimlerinden biri cep telefonu kiralama işi için verilen kredidir. Bunu çoğu kez
kadınlar alıyor.
İsveç'te 99 euroluk sandviçlerin s atışından sağlanan gelir destek için BM Kalkınma Programı'na verildi.
Madagaskar’da bir uluslararası kuruluşun hizmet verdiği bir sağlık kliniği önünde çocuklarıyla
birlikte toplanmış bir grup kadın.
Yoksulluk çoğu kez siyasal istikrarsızlıkla el ele gider; aşırı sosyal ve ekonomik sorunların bulunduğu
ülkeler, hedeflerine ulaşmak için şiddete başvurmaya hazır uluslararası eylemci gruplar içi verimli
bir militan kaynağı olabilir. Zengin sanayi ülkeleri de uyuşturucu kaçakçılığından siyasal ve dinsel aşırı
akımlara kadar uzanan tehlikelerle gelişmekte olan ülkelerin sosyoekonomik sorunlarından
etkilenebilirler. Bu ülkelerde ekonominin gelişmesine yardım etmek, zengin sanayi ülkelerine
uluslararası ticaret yoluyla önemli ekonomik kazançlar da getirebilir.
Dünya nüfusunun aşırı yoksul kesiminin oranı 1990’da yüzde 28 düzeyindeyken, belirli bir düşüşle
2002'de yüzde 21’e inmiştir. Ama genel tablo bu iyileşmenin çok dengesiz bir dağılıma dayandığını gös
teriyor. Aynı dönemde Sahraaltı Afrika bölgelerinde kuraklıklar ve HIV-AIDS hastalığı 150
milyon kişinin daha yoksulluk sınırının altına düşmesine yol açmıştır.
Kalkınma yardımı birçok biçime bürünebilir. Böyle yardımların çoğu finansal ve teknik desteğe
dayanır, iki taraflı olarak ülkeden ülkeye ya da çok taraflı olarak uluslararası örgütler aracılığıyla
sağlanabilir. Devletlerarası bir dizi kuruluş uluslararası yardımlarda önemli bir rol oynar. Birleşmiş
Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Paris merkezli Ekonomik işbirliği ve Kalkınma
Örgütü (OECD) dünyadaki gelişmeleri izleyen, bilimsel araştırmalar yürüten, gelişmekte olan ülkelere
finansal ve teknik destek sağlayan kuruluşlardan sadece birkaçıdır.
Zengin ülkelerde yoksulluğa ve dengesiz zenginlik dağılımına karşı bir şeyler yapma gereğini duyan
sorumlu yurttaşların başlattığı hareketler 1990’larda öne çıktı ve gittikçe daha aktif bir rol üstlendi.
Bu sivil toplum hareketlerinden devletlerin denetimi dışında finansal ve teknik yardım için çalışan
kuruluşlar doğdu. Böyle sivil toplum kuruluşları gelişmekte olan ülkelerin etik bakımdan kayıtsız
kalınamayacak ekonomik sorunlarını Batılı devletlerin gündeminde daha yüksek bir yere taşımada etkili
ve gittikçe başarılı oluyor.
Yardımların Geleceği
Yoksul ülkelerdeki ekonomik ve sosyal koşulları düzeltmek üzere başlatılmış bir dizi küresel
girişim vardır. Bunlardan Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri (MDG) en kapsamlı ve en
iddialı inisiyatiftir. Amacı 2015'e kadar aşırı yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldır-
mak, evrensel temel eğitimi geçerli kılmak, cinsiyet eşitliğini benimsetmek ve kadınların konumunu
güçlendirmek, çocuk ölüm oranını düşürmek, anne sağlığını geliştirmek, HIV/AIDS, sıtma ve diğer
hastalıklarla mücadele etmek ve sürdürülebilir çevre koşullarını sağlamaktır.
KİLİT BİLGİLER
ARZ VE TALEP EĞRİSİ karar alıcıların bir mal ya da hizmet için sosyal bakımdan optimum fiyatı
belirlemesine yardımcı olur.
iktisatçılar piyasaların nasıl işlediği ve hangi sebeplerle aksadığı konusunda değerli bilgilerle önemli
katkıda bulunmuştur. 21. yüzyılda şirketler daha büyük kârlar sağlama amacıyla piyasaları tanımaya ve
onlara ayak uydurmaya odaklanıyor, iktisatçıların ve devletlerin ağırlıklı hedefi ise ekonominin doğru bir
tablosunu elde ederek, istikrarlı büyümeyi sağlayacak ve piyasa aksaklıklarını önleyecek politikalar
benimsemektir. Optimum fiyatları ve üretimi belirleyen arz ve talep eğrisi gibi araçlar bu görevi yerine
getirmeye yardımcı olur.
Kapitalist toplumların merkezinde piyasalar vardır. İş dünyası burada, tüketicilerin arzu ettiği ve satın
alabileceği mal ve hizmetleri sunarak kârını en yüksek düzeye çıkarmaya çalışır.
Her ekonomide üreticiler ve tüketiciler karşımıza mal ya da hizmet satıcıları ve alıcıları olarak çıkar.
Piyasa satış ve alışın gerçekleştiği yerdir. Bu işlemler bir serbest piyasa ekonomisinde yapılınca,
iki kesim sosyal bakımdan optimum fiyat ve miktara ulaşmak üzere arz ve talep yasasına göre
pazarlık eder. Alım satımın eskiden maddi bir yere bağlı olmasına karşın, 21. yüzyılda bu işlemler
gittikçe internet üzerinden iletişimle yürütülüyor.
Arz ve Talep
ARZ VE TALEP İLKESİ satıcıların alıcılarla ilişkisi temelinde bir malın miktarını ve fiyatını açıklamak
için kullanılır. Her grup bir eğriyle temsil edilir, iki eğrinin kesiştiği nokta “denge" olarak anılır ve verili
bir mal için sosyal bakımdan optimum fiyatı ve üretimi belirtir. Her eğrinin eğimi arzın ya da talebin
esneklik derecesini gösterir ve fiyattaki değişiklikle beraber bir malın miktarının ne kadar artabileceğini
ya da azalabileceğini belirlemeye yarar.
internet satıcı sayısındaki patlamayla ve çok daha fazla müşteriye ulaşma olanağıyla
piyasayı genişletmiştir.
Ş irketlerin Rekabeti
şirketlerin kendi piyasalarını bilmeleri gerekir. Güvenli ve sağlıklı bir toplumu sürdürmek açısından,
iktisatçılar ve politika belirleyiciler piyasaların kötü işlemesine ya da “aksamasfna yol açan
sorunları bilmek zorundadır. Piyasanın gücünü sosyal refah fikirleriyle dengeleyecek çeşitli politika
seçenekleri vardır; böylece rekabete dönük fiyat ve üretim sinyalleri bir bütün olarak ekonomi ve
toplumun yararına kullanılabilir.
Çok sayıda firmanın aynı malları ürettiği ve birçok müşteriyle karşı karşıya geldiği bir durumda, firmalar
rekabet eder ve olası asgari maliyetle sosyal bakımdan optimum hasılayı sağlar, iktisatçılar bu durumu
tam rekabet olarak nitelendirir. Her firmanın ve tüketicinin kendi çıkarlarını sıkı sıkıya kollamasıyla
sosyal bakımdan optimum bir sonucun ortaya çıkması iktisat biliminin vardığı ilk şaşırtıcı bulgulardan
biriydi. 18. yüzyıl ünlü İskoç iktisatçısı Adam Smith buna “piyasanın görünmez eli” adını verdi.
Günümüzde Piyasalar
21. yüzyıl başlarında piyasa mekanizması dünyadaki ekonomik faaliyetin büyük bir bölümünü
düzenlemenin iyi bir yolu sayılıyor. Küresel döviz ve mal piyasaları beklenmedik yerlerde, sözgelimi
komünist
Çoğu ülkede elektrik üretimi tekelin bir örneğidir; piyasaya girişin yüksek maliyetli olması nedeniyle
bu alan rakiplere elvermez.
21. yüzyılda piyasalar küresel ekonomide kilit bir rol oynamaya devam edecek, internette eBay
gibi müzayede sitelerinin başarısı modern teknolojinin eski piyasa kavramını birçok evi kapsayan
bir genişliğe ulaştırdığını gösteriyor, internet bir maddi depo gereğini ortadan kaldırarak, daha yüksek
sayıda müşteriye ulaşmanın maliyetini düşürmüştür.
Özellikle ürünler benzer nitelikte olduğunda, marka kimliği pazar payı kapmada önemli bir etkendir.
PİYASA AKSAKLIKLARI
Serbest piyasalar doğal olarak verimli bir kaynak dağıtımı sağlama yönünde işlerken, tekeller, karteller ve asimetrik bilgiler
bunun önünde bir engel oluşturabilir.
tutuşur; Coca Cola ve Pepsi bunun bir örneğidir. Öte yandan, oligopol-cü firmalar tüketicilerin
aleyhine kârlarını azami düzeye çıkarmak amacıyla fiyat ve miktar belirlemeye yönelik gizli anlaşmalar
yapabilir. Rekabeti sınırlayarak bir tekel kurmak üzere biraraya gelen şirketler genelde bir kartel
oluşturur.
Karteller
Kartel oluşturmak bir oligopolü tekele dönüştürme girişimidir. Çoğu ülkede karteller yasadışıdır.
Devletler firmaların gizlice kartel kurmaya yönelip yönelmediğini saptamak amacıyla piyasa verilerini
dikkatle değerlendirir ve böyle bir durumda yaptırımlara başvurur.
Karteller yapıları gereği kararsızdır. Üretim kısıtlamalarına uymayan kartel üyeleri sırf daha fazla
üretme yoluna giderek, diğer kartel üyelerinin aleyhine kârlarını arttırabilirler. Çok sayıda firma
getirilerini azamileştirmeye çalıştığında, oligo-polcü davranış en iyi uygulamalı matematiğin ve oyun
teorisinin yardımıyla anlaşılabilecek karmaşık tercihler sunar.
Batı toplumlarında birçok firmanın biraz farklı ürünlerle yarıştığı serbest tekelci rekabet vardır. Tam
rekabette üretim maliyetleri biraz daha yüksek olur, ama potansiyel alıcılar ürün farklılaşmasından
kazançlı çıkar. Bu rekabet biçiminin yaygın olduğu sanayileşmiş ülkelerde tüketiciler sözgelimi
değişik markalı birçok binek araba arasında seçim yapma şansına sahiptir.
Tekeller ve Oligopoller
Bütün piyasalarda çok sayıda satıcı çok sayıda tüketiciyle karşı karşıya gelmez. Tek bir satıcının birçok
tüketiciye mal sağladığı durumlarda
Alıcı ve satıcıların biraraya gelmesiyle geçerli piyasa fiyatı ortaya çıkar.
Öteki Aksaklıklar
Örneğin, mülkiyet haklarının belirsiz olduğu ya da hiç bulunmadığı durumlarda, bireyci davranış
olumsuz dışsallıklara yol açabilir, yani üçüncü taraflara maliyet yükleyebilir. Ekoloji uzmanı Garrett
Hardin bireysel çıkarlar ile ortak yarar arasındaki bu çatışmayı 1968’de “Ortak Mera Trajedisi” başlıklı
makalesiyle popülerleştirmiştir.
Asimetrik bilgi piyasa aksamasının başka bir örneğidir. Bir alıcı ya da satıcı diğer taraf karşısında bir
Piyasada birçok araba markasının bulunması, tüketicilerin birçok faktörü ayırt etmelerini zorlaştırıyor.
bir tekel ortaya çıkar. Bunun bir örneği tek bir elektrik şirketinin belirli bir bölgedeki bütün
hanelere elektrik vermesidir. Hiçbir rakibi yoktur ve eğer denetim altında tutulmazsa, fiyatları yukarıya
çekmek için üretimi kısmaya yönelir; böy-lece daha az sosyal optimum hasıla yaratır. Bu yüzden
tekeller oluştuğunda, devlet tekelci eğilimlerin önüne geçmek için müdahalede bulunur ve tüketiciler
için adil fiyatlarda uzun vadeli arzı sağlayacak hasıla ve fiyat düzeylerini dayatır.
Bir oligopolde görece az sayıda firma bir piyasaya egemen olarak çok sayıda tüketicinin karşısına çıkar.
Meşrubat ve bira sanayileri bazen oligopol niteliğine bürünür. Oligopoller çoğu kez sert rekabete
ikinci el araba satın alınırken, tüketici dezavantajlı bir konumdadır; çünkü satıcı arabanın geçmişiyle ilgili
bütün bilgileri vermeyebilir.
ÇİFTÇİLİKLE uğraşan bir köyde herkesin davarını otlatabildiği ortak mera dışındaki araziler özel
kişilere aittir. Özel arazi sahibi davar otlatmayı sınırlayan bir güdüyle hareket eder. Haddinden fazla ineği
otlattığında kısa vadeli kârını arttırabilir; ama tarlasının verimini düşürdüğünde uzun vadede kârını
düşürmüş olur, inek sayısını ve mevcut ot miktarını dikkatle dengeleme gereğini duyar. Ortak merada ise
hiç kimse davar otlatma için bedel ödemez; herkes ineklerini oraya salmaya yöneldiği için, mera
kısa sürede aşırı otlanmayla işe yaramaz hale gelir. Bu durumda çıkarlarını kollayan bireyler,
“piyasanın görünmez eliyle" yaratılan sosyal sonucu düşünmeye yanaşmaz. Bütün farklılığı
yaratan mülkiyet haklarıdır, iktisatçılar iki çözüm önerir:
Ortak merayı özel mülkiyete çevirmek ya da otlatma izinleri çıkarmak. 21. yüzyılın çevre sorunlarının
üstesinden gelmede mülkiyet hakları ve ruhsat sistemi can alıcı unsurlar olacaktır.
avantaj sağlayacak özel bilgiye sahip olduğunda, aşırı kâr elde etme olanağını bulur. Diğer tarafların
haksız avantajı öğrenmesi durumunda piyasa çökebilir. Kullanılmış araba piyasası klasik bir durumdur:
ikinci el araba satıcısı kendi arabasının niteliği hakkında alıcıya oranla daha fazla şey bilir. Hakça bir
fiyat için pazarlık yapmayı sağlayacak geçerli bilgi temeli yoktur. Olası çözümler satıcıdan bir garanti
istenmesi ya da alıcının bir uzman görüşü almasıdır.
21. YÜZYIL
mahkemesinden “istismarcı tekel’ gerekçesiyle ayrı birimlere bölünmesi yönünde bir emir aldı. Bu karar
daha sonra Microsoft’un temyiz başvurusu üzerine kısmen bozuldu.
ANGOLA, EKVADOR VE SUDAN bir süre önce OPEC petrol karteline katılma isteğini açıkladı. Sudan
ve Ek-vador hâlâ cevap bekliyor.
İşgücünü örgütlemek ] Hiyerarşik yapılardan şebeke yapılarına \ Pazarlama J Stratejik analiz araçları
KİLİT BİLGİLER
İLETİŞİMİ VE İş AKIŞINI verimli biçimde düzenlemek işletme yönetiminin başta gelen bir
yükümlülüğüdür.
ÖRGÜTSEL YAPILAR değişen durumlara uyum sağlamaya yetecek ölçüde esnek olmalıdır.
ŞİRKET İŞLETMECİLİĞİ
Şirketler piyasa ekonomisinde kilit bir rol oynarlar. Tasarlama, geliştirme ve üretme aşamalarının
sonunda ortaya çıkan mal ve hizmetleri pazarlayarak müşterilere satarlar. Bu süreçte sermaye yatırır,
hammadde tüketir ve iş alanları yaratırlar. Ayrıca üretim maliyetinin üzerinde bir kâr elde etmeleri ve
aynı şekilde kâr amacıyla benzer mal ya da hizmetler üreten diğer şirketlerle rekabet edebilecek durumda
kalmaları gerekir. Bütün bu uğraşlar bir bütün olarak ekonominin büyümesine katkıda bulunur.
İŞGÜCÜNÜ ÖRGÜTLEMEK
TAYLOR ÜRETİM SÜRECİNİ analiz ederek, en randımanlı çözümlere ulaşmaya çalıştı. BİLİMSEL
İŞLETMECİLİĞİN babası olarak şöhrete kavuştu.
Meslek yaşamına kalıpçı olarak atılan Taylor daha sonra Dartmouth Coliege’da profesör oldu.
FREDRICK WINSL0W TAYLOR 20. yüzyılda sanayi üzerine en etkili ve en tartışmalı teorilerden biri
olan“bilimsel işletme yönetimi" kavramını geliştirdi. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına karşın,
Harvard'da okumak yerine bir çelik fabrikasında çalışmayı seçti. Tornacılık ve ustabaşlık yaptığı sırada,
çelik işçilerinin israfını, verimsizliğini ve kasıtlı yavaş çalışma eğilimini gözlemledi. En üretken işçilerin
izleyip her aşamayı ve uygulama süresini saptama yoluyla, makinelerin ve işlemlerin düzenlenişini analiz
etti.
Donanımı yeniden düzenleyerek ve en randımanlı işçilerin yöntemlerini zorunlu kılarak, özellikle işçilere
sonuca bağlı teşvikler verilmesi halinde, ortalama işçinin verimlilik düzeyinin yükseltilebileceği kanısına
vardı.
F. W. Taylor
Modern fabrika ortamında her işçinin yaptığı iş dikkatle tasarlanır ve randıman açısından optimum hale
getirilir.
ofislerde somutlaşan işbölümünün ortaya çıkışını getirdi, imalattan seri üretime, ayrı işletmelerden
zincirlere ve çokuluslu şirketlere doğru gelişim çizgisi iş dünyasının yapısını büyük ölçüde etkiledi ve
karmaşık
Günümüzde büyük şirketler bile hantal ve anonim departmanlara oranla daha dinamik olan ekiplere ve
görev birimlerine aynlmıştır.
Mikro iktisat tarihinin son yüzyılı esasen insanların ve teknolojinin bir hikâyesi biçiminde geçti. 19. ve
20. yüzyıllardaki sanayileşme büyük fabrikaların ve montaj hatları, üretim makineleri ve açık planlı
Örgütlenme Teorisi
Örgütleri ve içlerindeki insanları inceleyen örgütlenme teorisi, şirketlerin üretim ve iletişim kanalları
konusunda yararlı kavrayışlar sağlar ve günümüzde iş idaresinin önemli bir unsuru haline gelmiştir.
Amerikalı mühendis F. W. Taylor 19. yüzyıl sonlarında sanayi üretimini olabildiğince randımanlı hale
getirmeye çalıştı; bu amaçla her işçinin hareketlerini ve bunları yerine getirmek için gerekli süreyi
ayrıntılı olarak inceledi. Ayrıca işçilerin ve yöneticilerin etkileşimini analiz etti. Taylor'un çağdaşı Alman
sosyolog Max Weber bürokrasi adını verdiği hiyerarşik idari örgütlerin yararlarını inceledi. O sırada bu
terim sonradan edindiği aşağılayıcı anlamı içermiyordu.
İşçiyi Teşvik
insanlara ve onları motive eden şeylere ilişkin anlayışın gelişmesiyle birlikte, yöneticiler başarılı
şirketlerde insan ilişkilerinin önemini gittikçe kavradı. Aydın yöneticiler kuruluşları insanların ikna
edilmesi, harekete geçirilmesi ve çalışmaktan keyif alacak fırsatlar bulması gereken işbirliğ
toplulukları olarak görmeye başladı. Aynca insanların birey olarak ve gruplar halinde her zaman rasyonel
ilkelere uygun olarak davranmadığnı anladı. Örgütler içinde çatışmalar normal ve doğaldır. İktidar ve
nüfuz otomatik olarak kuruluşun tepesinden aşağısına doğru inmez. Çatışmayı önceden görmek ve
yapıcı yaklaşımla çözmek işletme yönetiminin kilit bir unsuru sayılmaya başladı.
Başarılı işletme yönetimi bütün karar alıcıların işbirliğine dayanır, m Ancak karizmatik bir başkan
bir şirketin kimliğine kendinden bir şey katabilir (solda: Apple Corp. başkanı Steve Jobs).
Başkan/CEO
v ~5~ ■*
Kalite
Pazarlama ve Satış Geliştirme Üretim İdare
güvencesi
Halkla Mühendis-
ilişkiler lik
Küresel markaların başarısı için kültürel sınırları aşabilen örgütsel modeller temel önem taşır.
Piramit yapısına dayalı örgütlenme şeması
İşletme yapılarının 21. yüzyılda bütün İlgili piyasalarda değişen durumlara çabuk ayak uydurmak açısından esnek olması gerekir.
19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında seri üretim ve standart çalışma prosedürleri çarçabuk bütün sanayi
dallarında katı hiyerarşik yapılara yol açtı. Uzun erimli üretim çevrimlerine dayalı istikrarlı piyasalarda
verimli sonuçlar veren bu sistemin değişim ve rekabetle belirlenen ekonomik ortamlarda esneklikten uzak
ve hantal kaldığı görüldü. Buna uygun olarak, tek yönlü güdüm yapılarının yerini iletişim şebekeleri
alırken, üst düzey yönetimin otokratik karar alma sürecine karşı ortak sorumluluklara dayalı ekip
çalışması tercih edildi.
21. yüzyılda küreselleşmeyle birlikte enformasyon ve iletişim teknolojilerinin (EİT) yayılması, düzgün
bağlantılı ve uygun maliyetli bir yapıyla farklı yerlerde çalışan son derece eğitimli ve uzman insanlardan
oluşan kuruluşları ortaya çıkarıyor. Microsoft,
Dell ve Google gibi teknoloji şirketleri bunun başta gelen örnekleridir. Birçok modern şirket günümüz
ekonomisinin bilgi temelli ve teknoloji güdümlü olanaklarını yansıtan işletme yapılarını ve tarzlarının bir
karmasını yaratmış bulunuyor. Daha az hiyerarşik yapılı bu şirketlerde iletişim, karar alma ve üretim
süreçleri, değişik ekiplerin esnek işbirliğinin yanısıra serbest çalışan elemanlarla ve dış şirketlerle geçici
birlikteliklere olanak veren çok katmanlı şebekelere dayanıyor.
Sürekli ilerleyen EİT kullanımı büyük ve küçük kuruluşların çağrı merkezi ya da veri işleme gibi
özel işleri dışarıya yaptırmasına, yerel şubeler açmasına ve bazı elemanlarını evden çalıştırmasına
fırsat veriyor. Bu çerçevede her işletme için bütün personelin eğitim düzeyinin ve meslek içi kurslarla
eğitimi sürdürmesinin can alıcı önem
MBA
20. yüzyıl başlarında ABD'deki üniversiteler sanayi şirketlerinin üst düzey yönetici adayları
için lisansüstü programları oluşturdu. Amaç özel öğrenimlerini bitirmiş öğrencileri genel işletme
yönetiminde önderliğe hazırlamak üzere iş dünyasının bütün alanlarındaki gerekli bilgi ve
becerilerle donatmaktı. İngilizce kısaltılmış adıyla MBA denen bu işletme lisansüstü programına
katılan öğrenciler yönetim, pazarlama, muhasebe, finans, işletme yönetimi, strateji, örgütsel davranış
ve uluslararası ticaret alanlarında yetiştirilir. Amerika, Avrupa ve Asya'daki önde gelen
işletme okullarının mezunları uluslararası sanayi, finans ve danışmanlık şirketlerinin kapmaya
çalıştığı elemanlardır.
taşıdığı açıktır.
Küreselleşme ve işgücü göçü artık bütün sanayilerde gözetilen bir faktördür. Örgütlenme teorisi farklı
kökenlerden ve ülkelerden gelen insanların etkileşimini ve işbirliğini inceleme yoluyla bu gelişmelere
ayak uydurmuştur. Bunun sonucunda, kültür kavramı iş dünyasının yönetiminde daha büyük önem
kazanmıştır.
21. YÜZYIL
BATI DÜNYASINDA eğitim gelecekteki ekonomik büyüme için ana dayanak haline gelmiştir; çünkü
doğal kaynaklar sınırlıdır ve üretim düşük maliyetli ülkelere kaymaya devam edecektir.
I
EKONOMİK VE SOSYAL KONULAR
MALLARIN ÜRETİMİ
Üretim süreci işlevsel ve doğal ortam açısından analiz edilip çözülmesi gereken teknolojik, ekonomik,
sosyal ve örgütsel konuların bir bileşimidir.
Toplam birim maliyet, birim sayısındaki artışla ancak biraz azalan doğrudan maliyet (örneğin hammadde)
ve dolaylı maliyet (örneğin yatırım) unsurlarından oluşur. Bir ürünün kâr payı birim başına satış gelirinin
toplam birim maliyetinden daha yüksek düzeye çıkmasıyla (yani A noktasından sonra) artıya geçer.
Küreselleşmiş bir ekonomide yüksek kaliteli hammadde ve tedarikçi kaynaklandı bulmak zor bir iş
olabilir.
Ticari işin özü satılabilecek bir ürün yaratmaktır. Ürün işletmenin ürettiği ya da ticaretini yaptığı
mallardan veya hizmetlerden oluşabilir. Her çaptaki bir ticaret ya da hizmet şirketi kısa sürede
kurulabilirken, malların üretimi yüksek yatırımın yanı sıra hatırı sayılır miktarda alan,
Kol gücünün devreye girmesine karşın, bu şirketi bir sanayi işletmesi haline getiren özellik saat başına
üretilen kurabiye miktarıdır.
personel, makine ve çıktı gerektirir. Bu bakımdan bir üretim şirketindeki en temel işletme kararları
stratejik önem taşır.
Ürün Yapımı
Bir şirketin kategorisini belirleyen ilk soru ürünleriyle ilgilidir: Bu şirket ne üretiyor? Bir şirket için yeni
bir
ürünü planlarken alınması gereken daha zor ve dolayısıyla stratejik bakımdan önemli bir karar
üretilecek miktardır: Fabrika ve idare alanı, makineler ve mühendislik büyük bir sermaye yatırımını
gerektirebilir ve daha sonra düşük ya da yüksek bir pazar talebiyle kolayca uyumlu hale getirilemez. Bu
bakımdan, ticari pratik her şeyi içeride üretmeye alternatif bir bulmuştur: “Yapalım mı, alalım mı?”
sorusu üretimin her kademesinde yeni baştan alınması gereken bir karardır. Yeni Boeing Dre-amliner
uçağının parçaları nasıl dünyanın çeşitli ülkelerinde üretiliyor ve ancak son aşamada Seattle'daki Boeing
tesislerinde monte ediliyorsa, sanayi dallarının çoğunda şirketler parçaları ve yarı mamul ürünleri içeride
üretmek yerine uzman tedarikçilerden satın alabilir.
Bir şirketin gelirleri neredeyse tek başına pazarlama ve satış başarısına bağlıdır. Ancak kârlılık ve
hisse değeri çeşitli üretim faktörlerinden güçlü biçimde etkilenir. Prefabrike parçalar satın almak hesaplı
olabilir; ama parçalar gecikir ve üretimi durdurursa ya da pahalı depolamayı gerektirecek şekilde
önceden büyük miktarda teslim edilirse böyle bir avantaj çarçabuk azalabilir. Tam zamanında teslimat
otomobil sanayisinde başvurulan yaygın bir çözümdür ve son derece randımanlıdır; ama üretim hızının
sürekli izlenmesini ve ilgili tedarikçilerle eşgüdümü gerektirir.
İşgücü ve Hammaddeler
temel üretim faktörü haline gelmiştir. Otomasyon, tesisleri düşük maliyetli ülkelere kaydırma ve dışarıdan
parçalar satın alma bu maliyeti düşürmeye devam ediyor; böylece merkezde daha vasıflı ve daha yüksek
ücretli, ama daha az sayıda iş kadrosu kalıyor. Ne var ki, işçiler ve elemanlar sırf maliyet faktörü değildir
ve insan sermayesi olarak nitelendirilmesi çok yerindedir: Vasıflı ve motive olmuş personel her üretim
aşamasında hayati önem taşır. Kalite kontrolü -ürünlerin ve hizmetlerin içeride gözden geçirilmesi-
standardın altındaki ürünlerin büyük çoğunlukla insan kusurundan kaynaklandığını ve daha
dikkatli yaklaşımla bundan kaçınılabileceğini açıkça gösteriyor. Üretim yeni yararlı mallar yaratmak
üzere kaynakların kullanılarak dönüşüme uğratılması-dır. Bu süreçte petrol, kereste, enerji, su gibi
kaynakların tüketilmesi ve atık çıktıların elde edilmesi çevreye olumsuz etkilerde bulunabilir. Üreticiler
salımları ve atıkları asgari bir standarda indirmekten sorumludur. Yasal mevzuat dünya genelinde
değişkenlikler göstermektedir; birçok Batılı şirket içeride uygun olmayan şeyleri bilerek ya da bilmeyerek
yurtdışında üretme ya
da satın alma yoluna gitmektedir. Ama bu konuda kamu duyarlılığı artmıştır ve birçok Batı markalı şirket,
tedarikçilerinin sosyal ve çevresel standartlara uymasını sağlamaya başlamıştır.
Ürünleri ve hizmetleri müşterilere dağıtmak ve satmak pazarlamanın sadece bir veçhesidir; pazar
mekanizmalarını ve tüketici ihtiyaçlarını anlamak, bütün iş ortaklarıyla uzun vadeli ilişkiler kurmak
bugünkü pazarlamanın asıl uğraş alanıdır.
Her ürün işlev, fiyat ve iletişim bakımından belirli bir hedef gruba yöneltilmelidir.
Bir şirketin başarılı olmak için yerine getirmesi gereken bütün işlevler arasında bugün belki de
en önemlisi pazarlamadır, yani tüketicilere ve başka şirketlere dönük olarak mal ve hizmet yaratma,
tanıtma ve dağıtma işidir.
Müşterilerle Buluşmak
Modern bir şirket öncelikle mevcut ve potansiyel müşterilerine bakar: Pazar araştırması yoluyla
potansiyel hedef grupların ihtiyaçlarını ve tüketim alışkanlıklarını anlamaya çalışır. Bunların saptanıp
şirket hedefleriyle ve ürünleriyle tutarlı nomide pazara giriş engelleri gibi başka birçok engel vardır. Bu
nedenle pazarlama ürün satmakla sınırlı değildir; daha geniş bir anlamda bir şirketin uğraştığı
bütün alanlarla ilgilidir: Vasıflı işgücü piyasaları, kaynak piyasaları, sermaye piyasaları ve hatta genel
ekonomik ya da hukuksal koşulları etkileyen kamusal karar alıcılarla ilişkiler.
Başarılı pazarlamanın anahtarı ilgili pazar dilimini ve bunun içindeki bir hedef grubu saptamaktır.
Örneğin, bir spor gereçleri şirketi yeni bir ürün yaratmak için, spor giyim eşyası pa-
Marka pazarlama, ürün pazarlamanın aksine, belirli bir s atışı değil, bir şirket imajı yaratmayı ve bu
imajı geliştirmeyi hedefler.
zarını ve bu pazar içinde spor ayakkabıları dilimini gözüne kestirebilir. Bir hedef grup olarak 16-35
yaş arası, orta gelirli tüketicileri belirleyebilir ve daha ileri bir adımla erkekler ile kadınlar arasında bir
ayrım yapabilir. Böylece şirket ilgili pazar dilimindeki her grup için farklı ürünler geliştirir ve yararlarını
iletir. Bu yararlar pratiğe dönük (rahat bir tenis ayakkabısı), heyecan uyandırıcı (ünlü bir spor kişiliğinin
giydiği bir tenis ayakkabısı), sosyal etki yaratıcı (belli bir sosyal statüye işaret eden lüks bir marka ürün)
ya da farklı bir amaçlı olabilir. Birçok durumda bir ürünün çeşitli yararları ilgi uyandırabilir. Pazar
araştırması yoluyla müşteriler için en anlamlı yararları saptamak uzun vadede önemlidir.
S adık Müşteriler
Müşteri memnuniyeti iyi müşteri ilişkileri kurmayı sağlayan temeldir. Memnun ve sadık müşteriler
gelecek açısından mükemmel bir hedef grup olduğundan, şirketler tedarikçilerin ve dağıtımcıların yanısıra
müşterileriyle de uzun vadeli ilişkiler geliştirme yönünde büyük çaba
gösterirler. Bu amaçla pazar iletişiminin hizmet ve ürünü geliştirecek şekilde iki yönlü olması, yani
şirketten dış dünyaya ve dış dünyadan şirkete bilgi taşıması gerekir. Günümüzde internet bu türden bir
pazar iletişimi için mükemmel bir platform sunuyor.
ÖZEL BİLGİLER
Pazarlama bir şirketin kendi değer yaratma zincirinin bütün katılımcılarıyla ilişkileri sürekli optimize
etmeye genel yaklaşımıdır. Kaynaklardan ve siyasal ortamdan ticaret kanallarına ve müşterilere kadar
uzanan bu katılımcılar şirketle ve kendi aralarında iletişime girerler.
HEDEF GRUP: Benzer sosyoekonomik özellikler taşıyan ve belli bir ürün ya da hizmet türüne benzer
bir “ihtiyaç" duyan müşteri kitlesi.
MÜŞTERİ İHTİYACI pazarlamayla yaratılamaz; ama genel bir ilgi varsa harekete geçirilebilir.
olduğunun görülmesinden sonra, pazarlama bölümü müşteriye kabul edeceği bir fiyat karşılığında
değer sunan bir ürünü üretmek, tanıtmak ve dağıtmak için gerekli önlemleri kapsayan “pazarlama
bileşimi"ne karar verir. Ne var ki, ürün, bu ürünün fiyatı, tanıtımı ve satış yerleri iyi seçilse bile, başarı
güvence altına alınmış olmaz; çünkü serbest eko-
kilit bilgiler
PLANLAMA potansiyel konuları ortaya çıkışlarından önce değerlendirmeye yardımcı olduğu için bir işi
kurmada önemli bir aşamadır.
işletmenin sürüp giden faaliyetlerinde hem yöneticiler, hem de yatırımcılar için önemli araçlardır.
wStrateji ve planlama j Fiyatlandırma ve gelir \ Hukuksal yapı ve şermaye toplama \ Performans ölçümü
Başarılı bir girişimi yönetmek harika bir fikirden daha fazlasını ister. Bir işi kurup yürütmek sadece
planlama evresinde değil, bir şirketin bütün ömrü boyunca sürecek bir temelde kapsamlı analizi gerektirir.
Girişimci bilgiye dayalı kararlar almak açısından iç ve dış faktörlere bakmalıdır. Bu yaklaşım internet
gibi dış faktörlerin önemli bir rol oynadığı günümüzde özellikle önemlidir.
STRATEJİK PLANLAMA
Girişimciler bir iş kurmak istediklerinde fikirleri hayata geçirmeden önce işin uygulanabilirliğini gözden geçirir ve bir plan
hazırlarlar.
Harika bir iş fikri bir girişimcinin en kötü düşmanı olabilir. Yeni bir ürün ya da hizmetin belli piyasa
gereklerini karşılayacağı ve sadece satılmak üzere üretilmesinin yeterli olacağı açık gibi
göründüğünde, başarısızlığın kapı eşiğinde beklemesi yüksek bir olasılıktır: Bir işi kur-
Ürün/Hizmet: Kullanıcıya yararı nedir? Piyasada satılan ya da rakiplerce sunulabilecek olan hangi yakın
ürünler var? Yeni projeyi mevcut ürünlerden daha iyi kılan yön nedir? Önerilen perakende fiyat nedir?
Dağıtım kanalı: Hedef gruba hangi kanalla ulaşılacak? Söz konusu kanallardaki oyuncular kim ve
beklentileri ne?
Ürün ömrü: Ürün piyasada ne kadar süre kalacak? (en kötü, vasat, en iyi durum senaryosu)
Üretim: Yapalım mı, alalım mı? Kimler neleri yeterli kalitede sağlayabilir? Ne zaman hangi niteliklere
gerek var?
Örgütlenme: Kadrolu ve serbest çalışacak ne kadar personele ve hangi altyapılara gerek var?
mak bazen kendiliğinden gerçekleşse bile, onu başarıyla yürütmek günlük taktik kararlardan
ziyade stratejik planlamayı gerektirir.
Umut bağlanan ürünlere, pazarların, üretim ve satış araçlarına, bütçelerine dönük nitelikli bir analiz
bütün planların vazgeçilmez hareket noktasıdır. Yeni bir şirketin kurucularının potansiyel iş girişiminin
sağlamlığını kesinleştirmesini, bir stratejik yön belirlemesini ve potansiyel zaafları saptamasını sağlayan
bir dizi araç vardır.
SWOT analizi hayatındaki çoğu durum, ürün ya da kararla ilgili seçenekleri ve tehlikeleri
belirlemeye yönelik oldukça basit, ama çok yararlı bir yöntemdir, içsel güçlülük (S) ve zayıflık (W) ile
dışsal fırsat (O) ve tehlike (T) unsurlarını kapsayan bir
listeden oluşur. Bu tarzda bir ayrım yapıldığında, karşılıklı bağımlılıklar ve belirsizlikler barındıran
karmaşık sorunlar daha açık hale gelir ve daha kolay değerlendirilir. Stratejiler düzenli olarak
değerlendirilmesi ge
reken uzun vadeli planlardır. Şirketi, ürünlerin, pazarların ve öngörülen büyüme hedeflerini ayrıntılı
biçimde tanımlayan bir iş planı, üstünde sürekli bir denetim sisteminin kurulabileceği iyi bir temeldir.
Girişimci yola koyulmadan önce bir projenin sağlam olduğuna emin olmak için kapsamlı bir analitik
planlama sürecini yürütmelidir.
ELEKTRONİK TİCARET interneti müşteriler için daha rahat erişilir kılan ilk grafik tarayıcı
yazılımın 1993’te devreye girmesiyle mümkün hale geldi. AMAZON.COM INC. bir “sanal kitabevi”
olarak 1995’te Seattle’deki (VVashington, ABD) bir garajda iş hayatına atıldı. Toplam net kârı
2006'da 10,7 milyar dolara ulaştı.
E-tlcaret birçok şirket için gözetilmesi gereken önemli bir stratejik konusudur.
YENİ GİRİŞİMLERE yönelik planlama evresinde göz önünde tutulan noktalardan biri internetten
yararlanmaktır. İnternet birçok işletmeye fiziksel mağazalar kurmaya gerek kalmaksızın dünya genelinde
milyonlarca müşteriye ulaşmanın işlerlikli ve randımanlı bir yöntemini sağlamıştır. İş dünyasında yeni bir
çığır açan internet yoluyla "e-ticaret” sayesinde artık küçük işletmeler bile büyük şirketlere kafa
tutabiliyor. Ama bu sektörün dezavantajları da yok değildir. Birçok internet şirketinin ticari rekabeti
nedeniyle, kâr payları düşüktür ya da sıfır düzeyindedir.
AMAZON.COM, INC. küçük işletmelerin geleneksel büyük perakendecilere kafa tutmak için interneti
nasıl kullandığının bir örneğidir. Kurucusu ve genel müdürü Jeffrey Be-zos, internetin müşterilere
ulaşmada alternatif bir kanal potansiyelini gördü. Böylece şirket on yılın biraz üzerinde bir süre
içinde, kurucusunun garajında faaliyet gösteren küçük bir işletme olmaktan çıkarak NASDAQ 100 borsa
listesinde yer alacak bir düzeye ulaştı.
Amazon.com, İne. şirketinin kurucusu ve genel müdürü Jeffrey Bezos 1999’da Time dergisince Yılın
Kişisi seçildi.
FİYATLANDIRMA VE GELİR
Her kuruluşta ana hedeflerden biri kârlılıktır. Bu hedefe maliyetleri düşük tutup gelirleri azami düzeye
çıkarma yoluyla ulaşılır.
Kâr bir işletmenin kazancıdır; basit bir yaklaşımla, gelirden maliyeti düşürerek hesaplanır. Gelir verili
bir dönemde işletmenin faaliyetleriyle içeriye giren para, maliyet ise aynı dönemde işletmenin diğer
taraflara ödediği paradır. Kârı azami düzeye çıkarmak için, maliyeti optimum düşük düzeyde tutarken,
geliri olabilecek en yüksek düzeye çıkarmak gerekir. Bir işletmenin bu hedeflere ulaşmasını sağlayan
birçok yol vardır.
Gelir esas olarak ürün ve hizmet satışıyla elde edilir. Dolayısıyla azami düzeye çıkarılması
öncelikle yönetimin fiyatlandırma kararlarına bağlıdır. Bu kararları etkileyen çeşitli faktörler arasında
tüketici talebi, rekabet ve maliyet sayılabilir, ilk iş olarak, yönetici bir ürün ya da hizmet için müşterinin
ne kadar ödemeye yatkın olduğunu saptamalıdır. Eğer fiyat çok düşük olursa, müşterinin ödemeye
yatkın olduğu kadar bir bedel biçilmiş olmaz; böylece gelir optimum düzeye çıkmaz. Buna karşılık fiyat
çok yüksek olursa, müşteriyi satın almaya yöneltecek bir teşvik unsuru olmaz; bu da şirket açısından gelir
kaybına yol açabilir. Buna ek olarak, özellikle işletmenin ürün ya da hizmetine bir alternatifin sunulduğu
durumlarda, karar alma sürecinde rakiplerce biçilen fiyatları da göz önünde tutmak gerekir. Bir rakip daha
düşük bir fiyat koyduğunda, benzer bir ürünü satan bütün şirketler tüketicinin o rakibe ait ürünleri satın
almamasını sağlamak amacıyla aynı ya da daha düşük fiyata yönelir. Sonuçta, maliyetin kâr
hesaplamasında bir
faktör olması nedeniyle, fiyatın kâr elde etmeye yetecek düzeyde olması gerekir.
Maliyeti Optimumlaştırma
Maliyetler sabit ya da değişken olarak sınıflandırılır. Değişken maliyetler bir iş alanındaki belli
faaliyetlere bağlı olarak değişen giderlerdir. Sabit maliyetler ise bir iş alanındaki faaliyetlere bağlı
olmaksızın aynı düzeyde kalır. Bir dondurmacı örneğiyle belirtmek gerekirse, saat başı ücretli bir eleman
ne kadar uzun süre çalışırsa, işletme için değişken maliyet o ölçüde yüksek olur. Buna karşılık, dükkân
kirası girişilen herhangi bir faaliyetle orantılı olarak değişmez.
işletme kârlılığını azami düzeye çıkarmak açısından maliyetler optimum düzeyde düşük tutulmalıdır; ama
maliyet kısma çabası şirketin hedeflerinden ödün vermeyi getirmemelidir: Bir şirket kaliteli
ürünler sunmayı amaçlıyorsa, maliyet bu kaliteyi tehlikeye düşürecek kadar düşürülmemelidir. Genelde
maliyet düşürme programında üç nokta odak alınır: Kaynak israfı, kötü yönetim ve katma değer eksikliği.
Kaynak israfı bir işin yürütülmesinde gereğinden fazla kaynak kullanımıyla ortaya çıkar. Örneğin, bir
dondurmacıda işletme müdürü mevcut durumda iki elemanın birlikte yaptığı bir işin tek elemanca yerine
getirmenin mümkün olduğunu saptayabilir. Kötü yönetilen işler gereksiz yere maliyeti arttırabilir, ama
aykırılık bildirimi yoluyla belirlenip düzeltilebilir. Dondurmacıda yeni elemanları işe almış olan
Karar alma süreci bazen kumar gibi görünebilir, ama her zaman hedefleri yansıtması gerekir.
Lüks mallar piyasasında bir farklılaşma stratejisi izlenir. Kaliteli ürünler ve ayrıcalıklı görünüm
aracılığıyla, bir ürün için fazladan para ödemeye hazır yüksek gelir grubundaki tüketicileri hedef alır.
Maliyetin epeyce yukarısında bir fiyat biçebilmek titiz bir pazarlama ve marka oluşturma sürecini, yüksek
düzeyde bir hizmeti ve çoğu durumda dağıtım kanalları üzerinde titiz bir denetimi gerektirir. LVMH Grubu
birçok kimsenin aşina olduğu lüks markalar satar; bunlar arasında Dom Perig-non, Christian Dior ve TAG
Heuer gibi markalar yer alır.
LVMH Grubu ürünlerine ortalama olarak üretim maliyetinin yaklaşık %180’i üzerinde fiyat biçer. Bu
sözgelimi maliyet liderliği stratejisi izleyen ve maliyetin yaklaşık %25’i üzerinde fiyatlar uygulayan
Kmart Grubu’yla karşılaştırıldığında büyük bir brüt kâr demektir. Böyle yüksek brüt kârla çalışma
gücü ağırlıklı olarak markaların ayrıcalığından ve müşterilere sunulan yüksek hizmet düzeyinden gelir. Bu
tür markaların indirimli satış yerlerinde pek bulunamaması, dağıtım kanalları üzerindeki sıkı denetimi
gösterir. Fiyatlan yüksek tutmanın bir başka sebebi fazla para ödeyen müşterilere diğer tüketicilerden
farklılaşmayı sağlayacak bir ürün sunmaktır; bu yöntemle nüfusun çoğunluğu biçilen fiyattan dolayı
pazarın dışında kalır.
Ancak ekonomide büyük çaplı bir darboğaz ortaya çıktığında, lüks mallann satışında her zaman bir azalma
görülür.
işletme müdürü, espresso makinesinin yüksek teknik yapısından dolayı hataların artmasına bağlı israfın
farkına varabilir. Bunu saptadığı anda, elemanların çalışırken başvurabileceği bir çabuk kulanım kılavuzu
hazırlayarak sorunu çözer. Son olarak, katma değer sağlamayan uğraşlar bir ürünün ya da hizmetin
maliyetine tüketicinin fazladan para ödemeye yanaşmayacağı bir maliyet ekleyebilir. Dolayısıyla böyle
maliyetlerin ortadan kaldırılması optimum kaliteyi etkilemez. Örneğin, en düşük fiyatlı
dondurmanın müşteri çektiği bir caddede hediye olarak vanilyalı dondurma vermek büyük olasılıkla israfa
yol açar. Bu tür işleri saptamak için kullanılan tekniklerden biri olan “değer mühendisliği”, her şeyden
önce, bir üretim
sürecinde değer katmayan aşamaları belirlemeye dayanır. Böyle aşamalar kaldırılırken, kuruluşun
hedeflerine ulaşması için temel önem taşıyan maliyet kalemleri korunur; böylece kuruluşun harcama
düzeyi optimize edilir.
Saat başı ücret bir değişken maliyet olarak kabul edilir; çünkü satılan ürün ya da hizmetle yakından
ilgilidir: Sunulan bira miktarı ne kadar yüksekse, garson o ölçüde uzun süre çalışır.
Bir iş kurma sürecinde hukuksal yapıyı belirlemek önemli bir karardır. Küçük işletmelerde en yaygın
yapılar şahıs şirketi ve ortaklıktır.
Bir ortaklık kurmak kişilerin bir kuruluşun yararına becerileri biraraya getirmelerini sağlar.
Sermaye Bulmak
Bir işletmenin kaynak bul masını sağlayan birkaç yol vardır. Bunların her biri kendine özgü avantajlar ve
dezavantajlar taşır; yeni bir girişimcinin optimum yolu seçmesi gerekir.
Her iki basit biçimde, yani şahıs şirketi ve ortaklık durumunda kişilerin borç para alması yüksek
bir olasılıktır. Bir şirketin riski ne kadar yüksek olursa, borç alma o ölçüde daha pahalı hale gelir;
çünkü banka açacağı kredi için daha yüksek faiz uygular. Yüksek riskle karşı karşıya olan bir kuruluşun
kaynak için borçlanmaya gitmesi düşük bir olasılıktır; bankalar ilave riski telafi etmek açısından çok
yüksek faiz ister ya da girişime kaynak sağlamaktan kaçınır. Bu durumda
Tüzel Kişilik: Anonim Şirket
Küçük bir işletme büyüdüğünde, şahıs şirketi ya da ortaklık biçimindeki mevcut hukuksal yapının
ihtiyaçlarına artık uygun olmadığı sonucuna varabilir.
Bu çoğu kez küçük işletmelerin hızlı büyümeye bağlı olarak yeni bir sermaye toplama aracına
gerek duyduğunda ortaya çıkar. Bu durumda “anonim şirket” ya da sınırlı sorumlu şirket uygun bir seçenek
olabilir.
Anonim bir şirkette hisseler seçilmiş yatırımcılara satılır ya da bir borsada açık satışa çıkarılır.
Hissedarlar şirketin sahibi konumunu taşır, ama şirkete yönelik herhangi bir şikâyetten genellikle sorumlu
olmaz: Sahiplerin riski genellikle hisseleri için ödedikleri para kadardır.
Anonim şirketin bir başka avantajı, yöneticilerin ölümünden ya da ayrılışından sonra işleyişini
kolayca sürdürebilmesidir; çünkü şirket yöneticilerden ya da sahiplerden ayrı bir tüzel kişilik taşır. Ancak
ağır yasal gerekler anonim şirketleri kurup yürütmeyi pahalı hale getirir.
Bir girişimcinin ilk stratejik görevlerinden biri işletmenin hukuksal yapısını belirlemektir, iç ve dış
ilişkilere, yani içerideki ortaklara ya da hissedarlara ve dışarıdaki müşteriler ya da bankalara uyması
gereken yapının uygulanacak vergi oranlarına da bir etkisi vardır, işletmenin büyümesiyle ya da
değişmesiyle birlikte hukuksal yapıda değişikliğe gidilebilir; ama bunun muhasebe, sözleşmeler ve
yatırımcı ilişkileri gibi bazı işlevler açısından getirdiği karmaşık ve maliyetli sonuçları vardır.
Ş ahıs Ş irketi
Öncelikle bir girişimci kuracağı işletme tipine en uygun hukuksal yapıyı seçmek zorundadır. Küçük
bir girişimde başvurulan başlıca şirket yapıları şahıs şirketi ve ortaklıktır. Şahıs şirketi en basit yapıdır.
Kurulup faaliyete geçmesi için tek kişi yeterlidirve bir tüzel kişilikte geçerli ağır yasal gereklerden
genellikle muaftır, işletmenin kârı fiilen girişimcinin şahsi geliri olarak vergilendirilir. Bunun
avantajlarından biri
ÖZEL BİLGİLER
SARBANES 0XLEY YASASI 2002’de ABD'de Enron ve Worldcom gibi büyük anonim şirketlerin iflası
üzerine çıkarıldı. Şirket yöneticilerinin edimlerinden dolayı hesap verme yükümlülüğünü arttıran
yasanın getirdiği önlemler arasında yasa ihlalleri için daha uzun süreli hapis ve daha ağır para cezaları
vardır.
ilgili iş alanı dışındaki masrafların gelirden düşürülebilmesidir: Bir işletmenin kârlı olmasına
karşın girişimcinin uğraştığı başka bir işte zarara uğraması halinde, bu kaybın hesaba katılmasıyla kişi
daha düşük vergi öder. Ancak bu tip tüzel kişiliğin başlıca sakıncası, işletmenin başına gelebilecek her
türlü şeyden kişinin sorumlu olmasıdır. Örneğin, işletme hakkında bir dava açıldığında, sahibi bütün
masrafları üstlenmek ve her türlü masrafı kendi cebinden ödemek zorunda kalır.
Ortaklık
Küçük işletmelerin başvurduğu ikinci yaygın biçim, iki ya da daha fazla kişinin sahip konumunu taşıdığı
ortaklıktır. Bu durumda zorunlu birkaç yasal şarttan biri ortaklar arasında bir sözleşme
hazırlanmasıdır; tarafların haklarını ve ödevlerini düzenleyen sözleşme, gelecekteki olası
(hukuksal) anlaşmazlıkları çözmeye yardımcı olur.
Bu biçime sıklıkla bir girişimin düzgün işlemesi için iki kişinin kabiliyetine ve tecrübesine gerek duyulan
durumlarda başvurulur; ikili mülkiyet yapısı her ortağın emeğinin karşılığını almasını sağlamanın daha iyi
bir yoludur. Başlıca dezavantajları taraflardan biri öldüğünde ya da ortaklıktan ayrıldığında ortaklığın
oto-matikman sona ermesi, ayrıca yeni bir ortağın katılımının bazen zaman alıcı ve maliyetli bir işlem
olmasıdır. Ortaklık belli alanlardaki uzmanlıkları karşılıklı katkı sağlayan ve işletmenin başarısı
açısından aynı ölçüde önem taşıyan iki ya da daha fazla girişimci için basit ve iyi bir biçimdir. Sınırlı
ortaklıklar aynı yapıdadır, ama daha sınırlı sorumluluğa dayanır.
daha yüksek riskli bir girişimde “öz sermaye”nin, yani yatırımcı kaynaklarının kullanılması daha yüksek
bir olasılıktır. Bir şahıs şirketinde şirket sahibinin kuruluşun mülkiyetinden vazgeçmek istememesi
durumunda böyle bir yola başvurmak mümkün değildir. Ortaklık biçiminde ise yatırımcılar "sessiz
ortaklar” olarak işin içine katılabilir.
solda: Manhattan dünyadaki en büyük anonim şirketlerin çoğunu barındıran bir yerdir.
Şahıs şirketleri iş hayatına atılırken çoğu kez kişisel kredi yoluyla borç para alır.
yukarıda: Wall Street'teki New York Menkul Kıymetler Borsası birçok şirketin hızlı büyümesine ve
ani çöküşüne sahne olmuştur.
Performans ölçümü yatırımcıların bir işe yapacakları yatırımın kârlılığı konusunda bilgiye dayalı
kararlar almasını sağlar.
olmayan hedeflerine ne ölçüde ulaştığını analiz etme olanağını verir. Örneğin, yüksek düzeyde
bir personel değişimi çalışanlar arasında hoşnutsuzluğun bir belirtisi olabilir. Çalışanların bir
işletmenin başarısında kilit unsurlardan biri olması nedeniyle, bir kuruluşun gelecekte başarıya
ulaşmasını sağlamak açısından dalgalanmayı izleme ve buna çözüm bulmak önemlidir. Ayrıca, çevre
duyarlılığı gibi finansal olmayan, ama şirketin iş felsefesinde önemli bir rol oynayan ve dolayısıyla
denetlenmesi gereken hedefler söz konusu olabilir.
Dengeli skor kartı yaklaşımı performans ölçülerini bir kuruluşun stratejisiyle uyumlu hale getirmeye yarar.
Bu yöntemde bir şirketin analizinde finansal olmayan ölçülerden yararlanmanın önemi vurgulanır. Daire
biçimli karttaki dört çeyrek, şirketi finansal ölçüler, müşteri ilişkileri, iç yapı (işletme yetkinliği) ve
öğrenme (buluşçuluk) perspektifinden analiz etmeyi sağlar. Böyle bir yaklaşım yöneticiyi gerek finansal,
gerekse finansal olmayan bütün ölçüleri göz önünde tutmaya zorlar; çünkü şirketin hedeflerine ulaşmada
her çeyrek diğerleri kadar önemlidir.
Aktifler
Cari aktifler:
Envanterler 7,000
Toplam cari aktifler 50,000
Pasifler
Cari pasifler:
Hissedar sermayesi:
PERFORMANS ÖLÇÜMÜ
Performans ölçümü yöneticilere ve yatırımcılara bir kuruluşun, hedeflerine göre başarısını belirleme olanağını verir.
Yatırımcılara, şirket sahiplerine ve yöneticilerine bir girişimin uzun ve kısa vadeli başarısını belirleme
olanağını veren çeşitli araçlar vardır. Tipik olarak bu amaca finansal ölçülerin analiziyle ulaşılır.
Finansal ölçüler finansal bilgilerden, yani kârlar, aktifler, pasifler gibi unsurlardan çıkar. Ne var ki,
finansal olmayan ölçüler de girişimcilere ve yatırımcılara elde edilen başarıları bir girişimin ana
hedefleriyle karşılaştırma açısından yardımcı olabilir.
Finansal Ölçüler
Finansal ölçüler bir işletme sahibi ya da yöneticisi için her şeyde önce bir girişimin kârlılığını belirleme
açısından önemli bir göstergedir. Bilanço (sağda bir örneğini görüyorsunuz), gelir beyanı ve
nakit akışından çıkan rakamlar finansal ölçülerin dayandığı başlıca bilgi kaynaklarıdır ve yöneticinin ya
da yatırımcının başka her şeyden önce kârlılığı belirlemesini sağlayabilir.
Finansal oranlar bir girişimin performansını analiz etmede de kullanılabilir. Ne var ki, finansal
göstergeler bir girişimin gelecekteki başarısını öngörmediği için tam bir tablo vermez. Genelde bu durum
finansal sonuçların daha çok içe dönük olmasından kaynaklanır. Bu bakımdan geleceğe ilişkin öngörülere
Şnansal olmayan göstergeler yardımcı olur.
21. YÜZYIL
ÜÇLÜ BİLANÇO RAPORLAMASI kamuoyunun kurumsal etik konusundaki endişesine cevap verecek bir
araç olarak birçok büyük şirketin : başvurduğu yeni bir iktisat kavramıdır. Ekonomik sonuçların yanısıra
sosyal ve çevresel sonuçların da rapor edilmesine dayanır.
Bilanço
Yatırımcıların kullandığı başlıca finansal araçlardan biri bilanço, gelir beyanı ve nakit akışından oluşan
mali tablodur. Bir mali tablo yatırımcıya sadece şirket performansının anlık durumunu sunar; ama daha
kapsamlı analiz için tablodaki rakamlardan yararlanılabilir.
A) AKTİFLER: Bir şirketin zenginlik yaratmak için kullandığı kalemler. Cari aktifler bir yıl içinde
kullanılan kalemleri gösterir. Aktifler bir şirketin kısa vadedeki sağlamlığının yanısıra büyümeye açık
olup olmadığını belirlemeye yarar.
B) PASİFLER: Bir şirketin aktifler edinmek amacıyla borçlandığı kalemler. Cari pasifler bir yıl içinde
ödenmesi gereken borçlardır. Pasifler toplamı aktiflerin toplamını açmamalıdır; böyle bir durum şirketin
gelecekte zenginlik yaratamayabileceğine işaret eder.
C) ÖZ SERMAYE: Aktiflerden pasiflerin çıkarılmasıyla ortaya çıkan tutar. Şirket sahiplerinin, yani
hissedarların birikmiş varlığını gösterir. Şirketler öz sermayeyi aktifler edinmede nakit borçlanmanın bir
alternatifi olarak kullanır. Öz sermaye borçlanmaya göre daha düşük riskli bir finansman biçimidir.
ORAN ANALİZİ:
Performans ölçümünde kullanılan bir başka yaygın araç oran analizidir. Bu yöntemde bir şirketi daha
kapsamlı analiz etmeyi sağlayabilecek anlamlı oranlar elde etmek üzere temel rakamlar kullanılır. Bu
oranlar önceki yıllara ya da farklı sektörlere ait başka oranlarla karşılaştırılabilir.
Borcun öz sermayeye oranı, öz sermayeyi borçlanmaya dayalı kaynakla karşılaştırmayı sağlar. Yüksek bir
oran çalışmaların esas olarak borçla finanse edildiğini gösterir; bu da saldırgan bir büyüme stratejisi
izlendiği anlamına gelebilir. Ancak böyle bir durumda faizle ortaya ilave masrafların ilave
gelirlerle dengelenmesi gerekir.
Cari oran işletmenin borçlarını bir yıl içinde ödeme gücünü gösterir. Yüksek bir oran kısa vadede daha
iyi ödeme gücüne işaret ederken, düşük bir oran ödeme gücünde sorunlar olduğu anlamına gelebilir.
Anti-Semitizm, s. 299
Sinagoglar, s. 300
Papalık, s. 304
Şiilik, s. 309
Analitik Kutular
Yogi’nin Yolu, s. 288 Budist Dünya Görüşü, s. 291 Ana Simgeler, s. 292 Yıllık Bayramlar, s. 301 Dini
Takvim, s. 307
DİN
Dünyanın gidişatına ve barındırdığı insanların yazgısına hükmeden yüce bir varlığa inanç bütün kültürlerin
ortak özelliğidir. Elbette aralarında birçok farklılık vardır. Örneğin, Doğu Asya dinlerinden Budizm etik
tutuma dönük yalın çağrılardan, Hinduizm ve Taoculuk ise görkemli panteonlara dayalı
davranış kurallarından doğmuştur; buna karşılık Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi Ortadoğu dinleri
tek bir Tanrı’ya inanır ve bu Tanrı’yla bir ilişki sağlamaya dönük kuralları ortaya koyar. Ama tapınılan
güç ister bir dağ, ister bir bilge öğretmen, ister bir kişisel Tanrı, isterse de bir Yehova olsun,
kutsallıkla iletişim kurmaya yönelik dinsel girişimler her zaman kendilerine özgü tören ve ayinlerin
damgasını taşır.
I
DİN
KİLİT BİLGİLER
Din nedir? | Afrika dinleri \ Okyanusya ve Avustralya dinleri | Orta, Güney
ve Kuzey Amerika dinleri
DİNİN ÖZÜ bu dünyadan
daha yüce ve "farklı” bir
gerçekliğe varmayı sağlayan
aşkınlıktır.
DİN NEDİR?
Kültler, kurbanlar, törenler ve dualar aracılığıyla insanlar daha yüce bir güçle irtibat kurmaya çalışır. Bunu korunma güdüsüyle,
ama belli bir ölçüde de korkudan dolayı yapar.
ya da yüce bir güç etik davranışın yol gösterici ilkesi de sayılır. Bu bakımdan dünyada kişiye kutsal
emirler ve yasaklar yön verir.
Yaratılış Hikâyeleri
Dinlerin hemen hepsi dünyanın ve insanların daha yüce bir varlıkça yaratıldığına inanır. Tektanrıcı
dinlerde görüş birliğiyle tanrı dünyanın yaratıcısı, yol göstericisi ve koruyucusu sayılır.
Çoktanrıcı dinlerde de çoğu kez yaratılış sadece belirli bir tanrıya bağlanır. Yaratılış hikâyelerinin ne
ölçüde kelimesi kelimesine ya da simgesel düzeyde yorumlanabileceği dindarlar arasında bir
anlaşmazlık konusudur. Bununla birlikte hayatın doğal evrim içinde bir “tesadüf” eseri ortaya çıktığı
görüşüne hepsi karşı çıkar.
Bütün dinlerin dayandığı temel deneyim gözle görülür dünyadan ruhani bir dünyaya varmayı sağlayacak
“aşkınlık"tır. Daha yüce dünyaya dönük bu anlayış çoğu kez kişisel bir temelde algılanır ve bir tanrıyla ya
da tanrılarla ilişkilendirilir. Dünyayı ve insanları kapsayan bütün varoluşa sindiği gibi, kişilere bir amaç
duygusu sağlar.
Dinsel duygu çatışmalıdır: İlahi bir varlığın dünyayı yaratıp denetlediğine inanılır; dolayısıyla kişi ona
ibadet yoluyla bir rahatlık ve bütünlük duygusu edinir. Ama bu her şeye kadir ve belki her yerde hazır
yüce varlık karşısında "korku”ya da kapılır. Kurbanlar, dualar ve kült şenlikleri insanları varsaydıkları
bu ilahi güce daha da yakınlaştırmaya hizmet eder; onun korumasına ve yol göstericiliğine daha
kolay ulaşmayı sağlar. Birçok dinde tanrı
İnananlar Topluluğu
Bütün dinlerin önemli bir yönü toplu ibadettir. Elbette ibadetin özel biçimleri vardır, ama tamamen
özel bir din yoktur. Genel
likle ibadet törenlerinde ilahiler, dualar, danslar ve ayinler yer alır; bunların hepsi bir topluluktaki
inananlar arasında dayanışmayı sağladığı gibi, kişiye bir aidiyet duygusu kazandırır.
Birçok dinde “yüce güç" bir tanrıyla temsil edilir; Şiva da Hinduizm’in en önde gelen tanrılarından
biridir.
«* mm M
o.
BİRÇOK DİNDE ölülerin yargılanacağı ve böylece mübarek kullar ile lanetliler arasında ayrım
yapılacağı inancı vardır.
ÖBÜR DÜNYADA her kişinin hayattaki edimlerine göre bir yaşam süreceği görüşü birçok dince
benimsenir. Ölülerin gömülmesi ve anılması en eski dinsel âdetler arasında yer alır.
DİN VE ÖLÜM: Dinde temel sorulardan biri kişinin, daha doğrusu ruhunun ölümden sonra da varlığını
sürdürüp sürdürmeyeceğidir.
ÖLÜMDEN SONRA HAYAT: Bu konuda değişik anlayışlar vardır. En yaygın görüş, kişinin ölüm
sonrasındaki varoluşunun hayattaki edimlerine ve dinin gereklerine ne ölçüde uyduğuna göre
belirleneceğidir. Hinduizm ve Budizm’deki diriliş döngüsü, ayrıca Hıristiyanlık ve İslam gibi dinlerdeki
“kıyamet günü” bu anlayışa destek verir.
Hıristiyanlık ve İslam, cenneti mübarek kulların sürekli kalacağı yer olarak betimler.
Vudu dinsel törenleri yaşayan insanlann tanrılarıyla ve atalarıyla bağlantıya girmesini sağlar. Bu tür
törenlerin çıkış yeri Karayipler'deki Benin ve Togo’dur.
DİN
Topluluk yaşamı içinde yer alan atalarla bağlantı, kabul ayinleri, mitler ve büyülü iyileştirme âdetleri
Afrika dinlerinde önemli bir rol oynar.
Afrika'nın yerli dinleri çoğunlukla doğa güçlerine ve bir kabilenin atalarına toplu inanca dayanır.
Geleneksel din bilgileri, sözgelimi köken mitleri ve şifa verme âdetleri sözlü olarak aktarılmıştır. Bu
yüzden geniş bir çeşitlilik gösteren bu dinleri ve kült âdetlerini özetlemek güçtür. Günümüzde
Afrikalıların yüzde 50’si Hıristiyan, yüzde 40’ı da Müslümandır; ama birçok insan uygulamada bu dünya
dinlerinin ve geleneksel dinlerin karma biçimlerini izler.
ÖZEL BİLGİLER
NİJERYA'DAKİ Yorubalar atalarının her yıl belirli bir günde köylerine dönerek yaşayanlara öğütler
verdiğine inanırlar.
ÇEŞİTLİ KABUL AYİNLERİ sünneti de kapsar. Mali'deki Dogon kabilesi erkek çocukların dünyaya ikili
bir “erkek-kadın” kimliğiyle geldiğine ve sünnetin onlara uygun cinsiyeti verdiğine inanırlar.
durumlarda ölü ruhlarının yaşayanlar arasında dolaştığına ve yazgılarında etkili bir rol
oynadığına inanılır; bu nedenle anılarına törenler düzenlenir. Buna karşılık tanrılar bir hayli uzak ve hem
iyi, hem de kötü özelliklere sahip varlıklar olarak görülür; insanlara keyfi biçimde iyiliklerde
bulundukları ve cezalar çektirdikleri düşünülür. Bu bakımdan birçok toplulukta atalar aslında tanrılar ile
insanlar arasındaki arabulucular sayılır. Kabile mitleri ve öyküleri esas olarak dünyanın, hayvanların ve
insanların ortaya çıkışı üzerinde durur.
Törenler temel bir rol oynar; çünkü insanlar, tanrılar, atalar ve doğa arasında bir denge kurarken, bireysel
koruma ve günlük yaşamdaki sorunların üstesinden gelme gücü sağlar. Kişinin toplulukla bütünleşmesi
erginlik çağında çoğu kez sınavların eşlik ettiği kabul ayinleriyle başlar. Bu ayinler önceki
kişiliğin “ölüm”ünü ve ardından yeni haklar ve ödevlerle daha yüksek konum sağlayan “yeniden doğuş”u
simgeler. Kabul ayinleri ve dinsel törenler genelde sıkı tabulara ve düzenlemelere tabidir. Bunların
çiğnenmesi güçler dengesini bozduğu ve yüce
varlıkları kızdırdığı için, suçu işleyenler açısından feci sonuçlar doğurur. Gömme ayinleri de
dinde önemli bir yer tutar; atalar diyarına göçen ölüler topluluk içinde yeni bir rol üstlenir.
Büyü âdetleri çeşitli ayinlerin ve törenlerin merkezinde yer alır. Gerek “kara”, gerekse “ak” büyü köklü
bir geçmişe dayanır. Kötü efsunların yanı sıra hastalıkları iyileştiren ve karanlık güçlere karşı koruma
sağlayan tılsımlar vardır. Dahası, gönül işlerinde ve kehanette büyüye bir talihsiz olayla ilintili
görüldükleri
başvurulması yaygındır. Bazı yöre- zaman baskıya uğrar ve kovulur, lerde “cadılar" ve "büyücüler” belirli
ÇEŞİTLİ AYİN DANSLARI şenliklerin, hasatların ya da avların ayrılmaz bir parçasıdır.
DANS ÂDETİ özellikle ölüm ve ata kültlerindeki cenaze törenlerinde de yer alır.
BELLİ DİNLERDE dönüşlü danslarla kendinden geçmek “öbür dünyayla ve yüce varlıklarla bağlantıya
geçmeye hizmet eder.
yukarıda: Kamerun’daki Matakamların ayin dansı sağda: Mali'deki Dogon kabilesinin maskeli dansı
Ayin Dansı
DANSIN YER ALMADIĞI bir dinsel Afrika töreni ender görülür. Bu törenler özgün bir adım sırasıyla ve
güçlü ritimlerle ayırt edilir. Dansçılar bedenen ve ruhen “uyum” sağlamaya yoğunlaşır. Çoğu kez bitkinlik
noktasına kadar oynar, ardından yere çöker ve bir esrime haline girer. Vudu inançlarına göre, bu
dansçıların bedenlerini tanrılar ve ruhlar “esir” alır.
AYİN DANSLARI çoğunlukla av sırasında güneş gibi belirli bir varlıktan ya da bir hayvandan yardım
istemeye yöneliktir. Dansçı başvurulan
Okyanusya ve Avustralya dinlerinin temelinde atalar ve ruhlar dünyasıyla güçlü bağları sağlayan inançlar yatar. Bu “öbür dünya”
günlük yaşamda her zaman vardır.
Okyanusya adalıları, Yeni Zelanda'daki Maoriler ve Avustralya Abo-rijinleri gibi yerli halkların dinleri
son derece değişkendir. Bu bakımdan dünyayı algılayışlarında sadece birkaç temel benzerlik saptanabilir.
Okyanusya Dinleri
Polinezyalılartemel “din" kavramını bilmedikleri gibi, bu dünya ile “öbür” manevi dünya arasında
bir ayrım yapmazlar. Atalar, ruhlar ve tanrılar günlük yaşamda yer alır ve canlılarla birlikte dünyada
barınır.
Din konusunda olası bir “kadim kavram” arayışı bizi Okyanusya kökenli “mana”ya götürür. Mana ilk
başta “büyük güç” anlamına gelen çok kapsamlı bir kavramdır. Görünmez ve görünür dünyaları
sararak aralarında bağlantıyı kolaylaştıran manevi ve evrensel bir enerjiyi belirtir. Ayrıca her
nesnenin, her canlının ve her kişinin onu büyük başarılar sağlayacak bazı olağanüstü güçlerle donatan bir
kişisel manasının bulunduğuna inanılır.
İnsanlar, atalar, tanrılar, hayvanlar ve bitkiler arasında büyülü bir bağın varlığına inanılır.
“Her iki dünya”nın bu karşılıklı kaynaşması Po-linezyalıların çoğunlukla güçlü hiyerarşik katmanlara
dayanan kamu yaşamına güçlü etkilerde bulunur. El işçiliği, sanat, avcılık, balıkçılık, şenlikler ve
çarpışmalar gibi insan uğraşlarının hemen hepsi sıkı kurallara ve arınma törenlerine tabidir. Örneğin, bazı
yerlerin ancak belirli zamanlarda veya belli kişilerce ziyaret edilmesi gerekir.
Sözlü aktarım geleneği bütün Okyanusya dinlerinin ortak özelliğidir. Anlatılar ve masallar çoğunlukla
adaların ve barındıkları insanların kökenini açıklayan yaratılış efsaneleriyle ilgilidir. Tanrılara ve ruhlara
saygı bölgeden bölgeye değişir ve her topluluğun yapısıyla ilişkilidir. Eski kabile atalarının çoğu kez
(yaratıcı) tanrılarla sıkı bir yakınlık içinde olduğuna inanılır. Belli adalarda tanrı-krallara doğrudan tanrı
soyundan gelmiş kişiler olarak saygı gösterilir. Dağlar ve özellikle yanardağlar gibi olağanüstü
doğal yerleri tanrıların yurdu sayma anlayışına sıklıkla rastlanır.
Avustralya Yerlileri ezeli ruhlar, atalar ve mitolojik varlıklarla meditas-yon ve toplu törenler yoluyla
bağlantı kurar. Aborijinlerin hayata bakışı dünyanın, bitkilerin, hayvan-
ÖZEL BİLGİLER
ların ve daha sonra insanların yaratıldığı kadim bir çağı ifade eden “düş görümü” inancıyla sıkı bir
ilinti içindedir. Düş görümünün şimdiki hayat üzerinde kalıcı etkileri vardır; çünkü “düş görümü”
sırasında dünyaya inen ruhani varlıkların özel
yerlerde bıraktıkları güçlerin varlığı sürmektedir. Ruhani varlıklar (“gökyüzü kahramanlan”) düş
görümü sırasında insan kültürünün, topluluk yasalarının ve doğayla uyumlu
Kargo Kültü
Melanezya’daki kargo kültü 19. yüzyılda yerli halkların deniz yoluyla adalara gelen Batılı kâşiflerle
ve onların getirdiği mallarla karşılaşması sonucunda ortaya çıktı. Melanezyalılar bu malların atalarından
gelen hediyeler olduğu kanısına vardı. Böylece oluşan kültler yeni hediyelerin ve vahiy sahibi bir
“kurtarıcı”nın gelişine hazırlanmaya yöneldi. Adalara çıkan paketlerin sürmesi ve öngörülen sonucu
getirmemesi üzerine, özellikle II. Dünya Savaşı’nda kıyamet beklentilerini arttırarak bir
sosyal huzursuzluk dalgası yarattı, yukarıda: James Cook’urı 1774’te Yeni Hebridler’e varışı
Günümüzde Güney Amerika’nın Yerli halkları dinsel inançlarını bölük pörçük korumuşlardır; Kuzey
Amerika'nın yerli halkları ise özgün şamanist dinlerine dönüş eğilimi içindedir.
ŞİFA BİLGİLERİ: Birkaç şaman kırık, ok ya da tüfek yarası gibi belirli rahatsızlıklardaki ve
doğumlardaki uzmanlığıyla öne çıkar.
BİRÇOK YERLİ ŞEFİ şifacı olmasıyla da nam s almıştı; bunlardan bir Apaçi şefi Geronimo’ydu.
Konutların ya da çadırların yakınına dikilen totem direklerinde bir ailenin atası sayılan hayvan tasvir
edilir.
Orta ve Güney Amerika'nın gelişkin kadim kültürlerindeki dinlerden günümüze sadece kalıntılar
ulaşırken, Gerek Amerikan Yerlilerini, gerekse Kuzey Kanada ve Grönland’ın Eski-molarını kapsamak
üzere Kuzey Amerika'nın yerli dinlerinin temelleri korunmuştur.
ispanyollar 16. yüzyılda Orta ve Güney Amerika’yı fethederken, bölgenin Aztek, inka ve Maya yerli
dinlerini sistematik biçimde yok ettiler. Devlet denetimli bir tarım biliminin uygulandığı savaşçı kent-
devletle-rinde tanrılara ve yaratılışa ilişkin mitlerin, takımyıldızlara dayanan astrolojik hesaplamaların,
bağımsız olarak geliştirilmiş takvimin ve insan kurban etmeyi kapsayan kült törenlerinin önemli bir
kültürel rolü vardı. Daha sonraları yoğun propagandayla Yerli halklara benimsetilen Hıristiyanlık kadim
dinsel kültüre özgü geleneksel kültlerle ve büyü törenleriyle karıştı; böylece "Maya Katolikliği” olarak
anılan ve hâlâ varlığını sürdüren benzersiz bir din ortaya çıktı.
Kuzey Amerika’nın asıl sakinleri çoğu kez Amerikan Yerlileri olarak anılır. Önceleri esas
olarak avcılıkla ve toplayıcılıkla geçinen bu halkların dinsel algılamalarında avcılık törenleri ve hayvan
ruhları, ayrıca avcılara yol gösterdiğine ya da onları koruduğuna inanılan “hayvan efendileri” önemli bir
yere sahipti. Yerleşik tarımsal topluluklar ise erişkinliğe geçiş, hasat ya da kuraklık gibi vesilelerle dinsel
törenler yürütürdü. Bu törenleri çoğunlukla rahipler yönetirken, şamanlar ve şifacılar da kutsal işlevleri
yerine getirirdi.
Ölüler özel bir duygusal bağla anılırdı. Çoğu kez bir kabilenin adını aldığı totem hayvan, çeşitli
topluluklar
arasındaki sınır çizgilerini belirlerdi. Ayrıca kartal, ayı, manda, samur gibi hayvanların adlarıyla anılan
“hekimlik bağlaşıklıkları” vardı. Bu topluluklar çoğu kez tıbbi ya da kutsal bilgileri paylaşırdı.
AvrupalIların kıtayı ele geçirmesiyle ve buna eşlik eden misyonerlik çalışmalarıyla birlikte Kuzey
Amerika Yerlilerinin birçoğu Hıristiyanlığı benimsedi. Bu durum
DİN
Şifacılar ve Şamanlar
Rumicucho adlı Kolomb öncesi İnka harabeleri yakınındaki bir kültürel tören sırasında büyü uygulayan
bir şifacı.
ŞAMANLAR avcılık-toplayıcılık üzerine kurulu kültürlerin hemen hepsinde vardı. Bazıları erkek,
bazıları kadındı. Rahiplik, hekimlik, kabilenin kültürel bilgi taşıyıcılığı ve rüya tabirciliği gibi işlevleri
yerine getirirlerdi. Esasen sorumluluklarının odak noktası ruhların, ataların ve totem hayvanların “öbür
dünya”sıyla irtibatı sağlamaktı. Bu amaçla meditasyon, dans, davul çalma ve hatta bazen sanrı gördürücü
ilaçlar kullanma yoluna başvurarak bir esrime haline girerlerdi.
ŞAMANLIK “İŞİ” öğrenilebilen bir şey değildir; ruhların iletişim kurmak istedikleri şamanı seçtiklerine
inanılır. Şaman çoğunlukla yaşamı tehdit edici bir krizde
ya da hastalıkta gösterdiği beceriyle bu konuma gelir. Böyle bir olaydan sonra başka bir
kişilikle “yeniden doğmuş” sayılır.
Tanrılara adanmış basamaklı piramit biçiminde tapınaklar Orta Amerika’nın Kolomb öncesi dinlerinin
ortak özelliğidir.
Bütün kabileler, içinde yaşanılan ortamla ilişkilendirilen doğaüstü ve çoğu kez kişilikten yoksun
güçlere yaygın inancı paylaşırdı. Bununla birlikte nesnelere ve canlılara özgü güçlerle temsil edilen
kişisel koruyucu ruhlar da vardı. Bazı kabileler daha yüce bir ruha da tapardı; bu ruh Siular arasında
“Wakan Tanka”, Algonkinler arasında ise
geleneklerden ani bir kopuşu getirdi. Daha sonraları canlandırılan eski Yerli dinleri geleneksel
kültürle karışmış Hıristiyan unsurların da yer aldığı yeni bir yapı taşır.
Hinduizm’in bilgelik öğretileri \ Edebiyat ve tanrılar | Hindu toplumu \ Okullar, bölünmeler ve karşıt
akımlar
KİLİT BİLGİLER
İNANÇLAR: İnsanın ve dünyevi ruhların birliği (insan-doğa birliği), ruh göçü, tanrılar panteonu ve
tapınakta ibadet.
HİNDU TOPLUMU önemli ölçüde katı sosyal katmanlaşmayı getiren geleneksel kast sistemiyle belirlenir.
Yaklaşık üç bin yıl önce ortaya çıkan Hinduizm, Doğu'dan Batı’ya kadar uzanan 900 milyon kadar
inananıyla dünyanın üçüncü büyük dinidir. Ayrıca ortak bir tanrıya, kurucuya, mabede ya da kutsal
metinlere dayanmayan çeşitli dinsel törenlere ve inançlara bağlı kesimleri belirten bir toplu terim
niteliğini de taşır.
© “Hindu" terimi Perslerin İndus Nehri kıyılarının sakinlerine verdikleri addan gelir.
Veda ateş tanrısı Agni, Brahmanizm’in önemli bir simasıydı. Ona kurban adaklar sunmak çeşitli törenlere
damgasını vuran özellikti.
HİNDUİZM'İN KÖKLERİ İndus Vadisi (Harappa) uygarlığına kadar indirilebilir. Bu son derece gelişkin
kentsel kültür şimdiki Pakistan topraklarında MÖ 3000’ler-den 2000’lere kadar varlığını sürdürdü.
Harappa dini hakkında çok az şeyin bilinmesine karşın, günümüze ulaşan mühürlerdeki yazıtlar bir kadın
tanrıçaya ve Şiva’nın boynuzlu bir önceline tapıldığını gösterir. Bu kültürde ağaçlar ve hayvanlar da
dinsel önem taşırdı.
BRAHMANİZM köken itibariyle Hinduizm’in ilk biçimlerinden biri olarak, Orta Asya’dan Hindistan’a
MÖ 2000’lerde geçen göçebe Ârilerin Veda dinine dayanır. Bu kültürün ayırıcı özellikleri çok sayıda
ayinin varlığı, yazı dili Sanskrit, Veda metinleri ve Brahman’ın yanısıra İndra, Agni, Vayu gibi tanrılara
tapmaktı.
Şiva’nın Veda tanrısı Rudra’dan doğduğu sanılmaktadır. Her iki tanrı da karşıt yıkıcı ve koruyucu güçleri
denetler.
Hinduizm’in büyük çeşitliliğine karşın, bütün Hindularca benimsenen birkaç benzer inanç vardır. Bu temel
inançlar arasında ruh göçü, moksha yoluyla samsara durumundan kurtuluş, karma ve dharma yasaları
sayılabilir. Hindu yaşam tarzı bu tür kavramlar çerçevesinde şekillenir.
Hindu dünya görüşü temelde samsara, yani yeniden doğuş döngüsü kavramına dayanır. Samsara'ya
göre, her kişinin bir ilahi iç hakikati ya da ruhu (atman) vardır. Bu, dünyadaki her şeyi kapsayan
sonsuz kozmik ruha (Brahman) benzer.
Maya’nın (Sanskrit: "hayal-büyü”) aldatıcı gücünün atman’ı teslim almasının kişiyi her türlü dünyevi
ve fani şeyle özdeşleşmeye yönelttiğine inanılır. Bu hayali gerçekliğin tuzağına düşen atman çeşitli
varoluşlar arasında gezinir ve samsara’dan bir türlü kurtulamaz. Ancak sezgisel kavrayış, yani ölümsüz
Brahman’la birleşme yoluyla gerçek doğasının bilincine varınca kurtuluşa (moksha) erer. Bu da atman’ın
yeniden doğuş döngüsünün ve karma yasasının dışına çıkmasını sağlar. Moksha’ya giden yollar yoga, çile
çekme, meditas-yon ve tanrılara tapınmadır.
Karma ve Dharma
Hindular kozmik karma (“davranışın meyveleri”) yasasına inanır. Ahlaki davranışların sonuçları ölümün
ardından bir sonraki varoluşa taşınır; böylece yeniden doğuşu izleyen hayatı olumlu ya da olumsuz
yönde etkiler. Doğuş, ölüm ve yeniden doğuş döngüsüne bağlı olan atman’ın her bencil davranışının
bir sonucu olduğuna inanılır. Sağlam inançlı Hindular dharma yasasına uymaya çalışır. Dharma'yı
(Sanskrit: “düzgün davranış'') evrensel doğru sayarak, günlük törenlerde buna bağlı kalmak için uğraşır.
Günümüzde dharma Hindular için bir etik rehber işlevini görerek, kişiye bir davranış düsturu
sağlar. Sanatana dharma şiddete başvurmama ve saflık gibi erdemleri her Hindu için genel yasa sayarken,
svadharma
Kathakali dansı büyük Hint destanlarındaki öykülen anlatan bir dans, tiyatro, mimik, müzik ve ayin
bileşimidir.
Hindular ineği Tanrı Brahman’ın bir hediyesi olarak görür ve dolayısıyla kutsal sayar. Bu inancın kökleri
sığır besiciliğiyle yakından bağlantılı bir göçebe yaşam tarzı süren Ârilere dayanıyor olabilir.
EDEBİYAT VE TANRILAR
Hinduizm'in ayırıcı özelliklerinden biri yüzyıllar süren bir evrimle oluşması ve Veda tanrılarını, çeşitli
yerel ilahları, halk tanrılarını kapsayan geniş bir panteonun varlığıdır.
Dişi İlahlar
Şaktizm Bengal, Assam ve Keşmir'de büyük önem taşır. Bu gelenek bütün varoluşu bir dişi yaratıcı güç
olan Şakti’ye bağlar. Ona duyulan saygı Hint put tapıcılığıyla kişileşir; Lakşmi, Durga ve Kali
gibi tanrıçalara Şaktizmin görünümleri olarak tapınılır. Kali günümüzde en geniş kitlenin taptığı Hindu
tanrıçasıdır. Çoğunlukla sekiz kollu yok edici bir güç olarak tasvir edilir; boynunda iblis kafataslarından
Burada düğün alayı tasvir edilen Rama ve Sita’ya ilişkin efsaneler çoğu kez “Ramayana” destanı içinde
birbirine sarmalanmış olarak yer alır. Resimde ayrıca maymun kral Hanuman, Rama’nın kardeşi
Lakshmana ve iblis Ravana görülüyor.
Dinsel Metinler
Hinduizm'in Sanskrit diliyle yazılmış kutsal kitapları sruti ve smriti olarak bilinen iki tür metinden
oluşur. Sruti (Sanskrit: "duyulan”) metinler ebedi doğruların ve bilgilerin tanrılar tarafından bir yazıcıya
aktarılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu şekilde kaleme alınmış olan ve topluca Vedalar (Sanskrit: "bilgi”)
olarak bilinen bu metinlerde kurban törenlerine ilişkin talimatlar, mantra’ larve ilahileryer alır. Smriti
(Sanskrit: “hatırlanan”) metinler kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Bunlar arasında "Maha-bharata” ve
“Ramayana” gibi destanlar, hukuk metinleri ve başka mitolojik masallar sayılabilir.
yukarıda: Vedalar yüzyıllar boyunca ezberden okuma yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. sağda:
“Mahabharata" destanının popüler bir bölüm olan “Bha-gavad-Gita", Krişna’nın savaşçı Arcuna'ya
talimatlarını anlatır.
Tanrıça Kali’nin yıkıcı gazabı fanilere değil, iblislere yöneliktir. Hin-dularca insan soyuna kol kanat
germiş bir koruyucu anne figürü olarak görülür.
Samkhya, Nyaya,
Hindu tanrıları konusunda çeşitli anlayışlar geçerlidir. Az sayıda Hindu bütün tanrıların dünyevi ruh
Brahman’ın tezahürleri olduğuna inanır. Bazı Hindular Vişnu'nun var olan her şeyin kökeni ve insan
bilincinin kaynağı olduğuna inanır. Diğer Hindular ise Vişnu’nun bedene bürünmüş biçimleri
olarak Şiva’ya ya da Krişna’ya inanır. Ama bütün bu anlayışların birleştiği bir ortak inanç vardır. Popüler
tanrılar yerel geleneklerde kökleşmiştir ve dolayısıyla geniş bir dindar kitle-since benimsenir. Bu üç
tanrı -iyiliksever koruyucu Vişnu, yıkım gücü Şiva ve yaratıcı Brahman-bir üçleme (trimurti) oluşturur.
Brahman günümüzde geniş bir ilgi görmez. Buna karşılık Şiva’ya Nataraca’nın (Dans Kralı) yanısıra bir
kaplanın sırtına binmiş ve bedeni küle bulanmış bir çileci gibi çeşitli tezahürleriyle tapınılır.
Hint tanrılarının çoğuna simgesel ulaşım araçları belirli hayvanlar yakıştırılır. Şiva üççatallı
mızrakla birlikte Nandi adlı boğa üstünde tasvir edilir.
Vişnu dünyanın yumuşak huylu koruyucusudur ve hem insansı, hem de hayvansı çeşitli biçimlerle insanlara
görünür. Onun yolunu izleyen Vaişnavalar, Buda ve Krişna'nın aslında bedene bürünmüş biçimleri
olduğuna ve gelecekte Vişnu'nun başka
Nataraca (“Dans Kralı") aslında Şiva'nın bir dans pozudur. Bir ateş çemberi içinde yaptığı bu kozmik
dans, dünyayı yıkma ve yeniden yaratma yönündeki kutsal ödevlerinden biridir ve Hint kültürünün gözde
simgeleri arasında yer alır.
bir biçimle tekrar ortaya çıkacağına inanırlar. Naga’sına (yılan) yaslanmış sakin Vişnu görüntüsü çok
yaygındır. Çoğu kez bir sedef kabuk, disk, nilüfer ve gürzle birlikte tasvir edilir. Binek hayvanı Garuda
yarı insan, yarı kartal biçimli efsanevi bir yaratıktır.
oluşan bir zincir taşır. Tasvirlerde çoğu kez Şakti'nin daha kibar bir görünümü olan Parvati’yle
birlikte Şiva’nın yanında görülür. Sarasvvat aslında eski Veda tanrıçalarından biri olmakla birlikte Hindu
panteonuna alınmıştır. Veda çağlarında ona nehir tanrıçası olarak tapınıl-masına karşın,
günümüzde öğrenim tanrıçası sayılır ve çoğu kez dört elinden ikisiyle bir müzik aleti çalarken görülür.
Ganeşa
Fil-tanrı belki de Hindistan'ın en gözde tanrılarından biridir. Efsanenin popüler bir versiyonu, Ganeşa’nın
fil başını babası Şiva’nın bir öfke nöbetine bağlar. Şiva’nın çileci zevkler uğruna terk ettiği eşi Parvati,
kendi ilahi gücüyle Ganeşa’yı yaratır. Buna kızan Şiva daha sonra Ganeşa’nın başını uçurur ve Parvati’yi
çok perişan bir duruma düşürür. Davranışının ne kadar düşüncesizce olduğunun farkına varınca, Ganeşa'ya
karşılaştığı ilk canlı yaratık olan bir filin başını takar. Talih tanrısı Ganeşa’nın hayattaki sıkıntıları
aşmaya yardımcı olduğuna inanılır. Binek hayvanı olan Vahan adlı fare, en küçük canlının bile sahip
olduğu gücün bir simgesidir.
yukarıda: Ganeşa çoğu kez yanında bir tatlı kâsesiyle ve bir nilüferle birlikte binek hayvanı farenin
sırtında oturmuş olarak tasvir edilir. Hindistan genelinde tapınılan bir tanrı olmasına karşın en çok saygıyı
Mumbai’de (Bombay) görür.
DİN
HİNDU TOPLUMU
Bir Hindu’nun yaşamına birçok geçiş töreni, sosyal ve dinsel norm, dinsel şenlik şekil verir. İlahlara kurban sunma törenleri ve
ailevi görevler de bu kapsama girer.
Geleneklere bağlı bir Hindu'nun yaşamı dört evreye (asrama) ayrılır. Birinci asrama bir gurudan
dinsel eğitimin alındığı öğrencilik evresidir. Bunu bir aile kurma evresi izler;
Diwali (“IşıklarŞenliği") Hindistan’ın her tarafında havai fişeklerle ve sokakları aydınlatan ışıklarla
kutlanır.
Kutsal Ganj Nehri’nde bir puca adağı sunmak son derece önemli sayılır.
daha sonra dünya işlerini bırakıp köşeye çekilme evresi gelir. Tamamen isteğe bağlı olan son evre ise her
türlü maddi dünya zevkinden vazgeçerek gezgin ve yurtsuz bir çileci olarak yaşamaktır. Geçiş törenlerinin
hepsi bu asrama'lardan biriyle bağlantılıdır, ilk tören upanayana öğrencilik evresini ve ikinci bir doğumu
başlatır; kişi dünyaya gelmesini sağlayan ilk doğumdan sonra yeni bir doğumla topluma girmiş olur.
Evlilik çoğu kez anne baba tarafından düzenlenen bir başka önemli geçiş törenidir. Evlilik ayarlanırken
kast üyeliği ve yıldız falı dışında ten rengi, eğitim durumu ve yaş gibi etmenler de göz önünde tutulur. Her
Hindu ailesinin reisi konumundaki baba için erkek çocukların anlamlı bir yeri vardır. Babanın ölümünden
sonra törenleri ancak bir oğul yürütebilir; bazılarına göre bu görev devri ölen kişinin ruh göçüyle
karşılaşmamasını sağlar.
Hindu kadınların yaşamında geçiş törenleri daha az yer tutar. En önemli olay sayılan evlilikten sonra gelin
kocasının aile evine taşınır. Böylece kaynanasının emrine girer ve ev işlerinin sorumluluğunu üstlenir.
Erkeklere oranla epeyce zayıf bir konum taşıyan Hindu kadınlar
Kumbh Mela en büyük Hindu şenliklerinden biridir ve her 12 yılda bir farklı bir yerde düzenlenir.
2001’deki kutlamalara yaklaşık 70 milyon Hindu katılmıştı.
Yogi’nin Yolu
YOGA iç ruh atman'ı ilahi ruh Brahman’la bütünleştirmeye dönük bir felsefe ve ibadet biçimidir. Bir yogi
bu yolla daha yüksek bir bilinç durumunu sağlayacak bedensel ve zihinsel özdenetime ulaşır.
Yogayı uygulayanlara göre, insan vücudu içinde gizli enerji akan kanallar (nadi) barındırır. Bu nadi'ler
omurga boyunca yer alan enerji merkezlerinde (çakra) kesişir. Sanskrit dilinde “hayat çarkı” anlamına
gelen çakra’ların vücuttaki sistemleri ve organları denetlediğine inanılır.
Vücutta altı çakra, yani enerji merkezi vardır Hepsini denetleyen sahasrara (bilincin taç çakra'sı) kişiyi
manevi dünyaya bağlar.
İbadetler
Hindu toplumu kast sistemine dayalı sosyal ve dinsel hiyerarşiye göre düzenlenmiştir. Eskiden
bu hiyerarşi dört büyük kasttan (varna) oluşurdu: Sudra (işçiler), vaişya (tüccarlar), kşatriya (savaşçılar)
ve en tepedeki brah-min (rahipler). Günümüzde mesleklere dayanan çok sayıda alt kast (cati) vardır.
Resmen 1949’da kaldırılmış olmasına karşın, kast sistemi bugün bile Hint toplumunu belirlemeye devam
ediyor.
Kast Sistemi
alan puca dua ayini hem evin içinde, hem de tapınaklarda yerine getirilir. Sade tereyağı (ghee), pirinç ve
çiçeklerden oluşan yiyecek sunuları çoğu kez tanrı suretlerinin önüne bırakılır. Puca sırasında kutsal
Sanskrit dizeleri okunurken, törene katılanlara kutsal yiyecekler dağıtılır. Hac ziyareti Hindu yaşamının
bir başka köşe taşıdır. Hindistan'da Varanasi, Puri ve Hari-dwar gibi kutsal kentler geçmişte tanrıların ve
mitolojik kahramanların yaşadıkları olaylara sahne olmaları nedeniyle hacıların gözde uğrak yerleridir.
Hac ziyaretleri çoğu kez Kumbh Mela, Holi ya da Dussehra gibi dinsel şenliklerle bağlantılıdır.
yukarıda: Kastsız insanlar, yani “dokunulmazlar" hiyerarşinin en alt kesiminde yer alır.
21. YÜZYIL
DALİT HAREKETİ: Kastsız Hintlilere “dokunulmazlar" anlamında dalit denir. Bugün hâlâ Hindu
toplumunun en alt kademesini oluşturan bu insanlar çoğu kez tuvalet temizleme ve deri işleme gibi düşük
işlerde çalışırken görülür. Programındaki başka hedeflerin yanı s ıra dalit’lerin hakları için mücadele
veren Bahucan Sa-mac Partisi, 2002 seçimlerinden beri kalabalık Uttar Pradesh eyaletindeki en büyük
partilerden biridir.
Günümüzde geleneksel mezheplerin dışında çok sayıda yeni Hinduizm okulları vardır. Ayrıca Hinduizm
bünyesinde karşıt akımlar olarak Sih dini ve Caynizm önemli bir konuma yükselmiştir.
mensup çileci Şaivalar hayvan kurban ederler, törenle alınlarına U, T ya da Y biçimli beyaz işaretler
küle bulanırlar sürerler.
Katı inançlı bir Khalsa-Sih beş K özelliğiyle hemen tanınır: Keş (tıraşsız saç), Kanga (tarak), Kaçera (diz
boyunda elbise), Kara (halka metal bilezik) ve Kirpan (merasim hançeri).
SİH DİNİNE inananların sayısı 23 milyon dolayındadır; bunların çoğunluğu Hindistan’ın Pencab
eyaletinde yaşar, inancının temelinde hem İslam'dan, hem de Hinduizm’den alınma unsurların yer
almasına karşın, Sih dini kendisini her ikisiyle de özdeşleştirmez. Sihler her kişinin içinde bulunan tek
bir tanrıya inanır; meditasyon ve tanrı adını sessizce tekrarlama yoluyla bu yakınlığa ulaşmaya çalışır.
Kişinin yeniden doğuş döngüsünden ancak ömür boyunca tanrıya derin bağlılıkla kurtulabileceğini
savunur.
SİHLERİN KARŞI ÇIKTIĞI Hinduizm görenekleri arasında kast sistemi, tanrı suretlerine tapınma ve
cinsiyet eşitsizliği sayılabilir. Dinin öğretileri ve ülküleri “Guru Granth Sahib” adlı kutsal kitapta yer alır.
Her türlü yaşamı kutsal kökenli saymalarından dolayı, Sihler arasında vejetaryenlik yaygındır.
Hinduizmin en önemli iki kolu Vaişnavizm ve Şaivizm’dir. Vişnu'ya ya da Şiva'ya tapmak bu kollan ayıran
temel noktadır. Vaişnavizm mensupları Vişnu’nun yanısıra başta Rama ve Krişna olmak üzere çeşitli
görünümlerine de tapar. Bu kol içinde Gaudiya Vaişnavizmi ve Svvaminarayanizm gibi çok sayıda
Kâse Taşıyıcılar”) Şiva'ya Yüce Bhairava biçimiyle taparlar, ölü yakma yerlerinde yaşayarak ve kafa-
taslarını kâse gibi kullanarak onu taklit ederler.
inançlarına bağlı olarak değişmesine karşın, bhakti genelde bir tanrıya özgecil adanmayı ifade eder.
Dahası, bu ibadette kişinin tanrıyla ilişkisine ruhtan ziyade gönül aracılık eder. Çok sayıda Hindu'yu
bhakti’yi benimsemeye yönelten şey de bu doğrudan bağlantıdır.
Yeni Hinduizm
1950'lerden beri Hinduizm ■ içinde çağımızın gurularınca j başlatılan çok sayıda yeni akım vardır. Yeni
ortaya çıkan bu mezheplerden bazıları, sözgelimi Hare Krişna akımı ve guru Oşo’ya bağlı Yeni-
Sannyasinler Batı dünyasına da yayılmıştır. Diğer ünlü gurular Vivekananda, Yogananda ve
Aurobindo’dur. Bu guruların öğretileri çoğu kez belli bir yoga uygulamasıyla ilişkilendirilir.
Caynizm
Budizm’le (s. 290) aynı dönemde ortaya çıkan Caynizm’in kurucusu Mahavira, bu dine mensup
olanlar arasında Cina (“Fatih”) olarak anılır. Buda gibi Mahavira da kast sistemine karşıydı ve kurtuluş
yolunun her insana açık olduğu inanandaydı. Ülkedeki 24 Cayn Tirthan-kar’ın (“Geçit Açıcı”)
sonuncusu olarak, insanlara kurtuluş yolunu göstermeye çalıştı. Hinduizm gibi
Caynizm de ruhun (atman) yeniden doğuş döngüsü içinde kapana kısıldığına inanır. Kurtuluş etik yasalara
sıkı sıkıya uymaya bağlıdır; bu yasaların en önemlisi ise ahimsa, yani canlılara karşı şiddet uygulamama
yeminidir. Caynistler yanlışlıkla böcek yutmamak için ağızlarını bir peçeyle örterler; hatta bazıları bir
canlıyı ezmekten kaçınmak amacıyla ayak basacakları yeri önce süpürürler. Caynist toplulukta sıradan
inananlar ile resmen görevli keşişler ve rahibeler arasında bir ayrım vardır.
Maymun tanrı Hanuman'a tapınma efsanevi kahraman Rama'yla yakından bağlantılıdır. Geniş bir kesimce
benimsenmesi bundan kaynaklanır.
DİN
KİLİT BİLGİLER
BUDİZM HİNDİSTAN’DA ortaya çıktı ve kutsal öğretileri oradan Doğu Asya’ya kadar yayıldı.
BUDİST CEMAAT sangha olarak anılır; sıradan inananları, keşişleri ve rahipleri kapsar.
Buda'hin hayatı | Varoluş döngüsü | Varoluş döngüsünden kurtuluş | Meditasyon \ Budist okullar
Budizm tanrısız bir dindir. Mensuplarını iç dünyalarına dönerek kendilerini tanımaya ve Budist kurtuluş
öğretilerini eleştirel bir yaklaşımla incelemeye yöneltir. Buda'nın temel öğretileri Dört Soylu Doğru ve
dünyevi acıların üstesinden gelmeye yönelik Sekiz Aşamalı Yol'dur.
Siddhartha Gautama’nın dört unvanından biri olan Buda “Aydınlanmış Kişi” anlamına gelir. Öğretileriyle
Budizm’in temelini atmasına karşın, hayatı çok sayıda efsaneyle çevrilidir.
Hayat Çarkı
Aydınlanmaya vardıktan sonra Buda, sayıları hızla artan müritler, keşişler ve rahibelerle çevrildi. Bunun
üzerine bulduğu kurtuluş yolu
Buda'nın doğumuyla ilgili efsanelerin birinde bir yolculuk sırasında Kraliçe Maya’nm sağ kalçasından
çıktığı söylenir, « sağda: Gandara'nın Hint l
Buda heykeli
Pipal cinsi bir Hint ağacı olan Bodh 'ı ağacı, Buda'nın ve geçirdiği aydınlanmanın simgesidir.
Budist mitolojiye göre, genç Siddhartha görkemli bir sarayda dünyadan kopuk bir yaşam sürüyordu. Bir
gün dış dünyayı merak ederek saraydan ayrılmaya karar verdi ve dört yolculuğa çıktı. Böylece
hayatında ilk kez yaşlı bir adam, hastalıklı bir adam ve bir ceset gördü; başından geçen olaylar onu allak
bullak etti. Siddhartha dördüncü yolculuğunda dilencilik yapan bir keşişle karşılaştı. Keşişin
sakinliğinden ve dinginliğinden öylesine etkilendi ki, dünyevi hayattan elini eteğini çekmeye ve sadece
varoluş sorularıyla ilgilenmeye karar verdi.
Çilecilik ve Aydınlanma
Siddhartha altı yıl boyunca çileciliğin gereklerine sıkı sıkıya uydu; ama şeylerin gerçek doğasına ilişkin
bir kavrayışa varamadı. Bununla birlikte çileci bir hayat ile debdebeli bir hayat arasında bir orta yol
bulunduğunu anladı. insanın çektiği acılara çözüm buluncaya kadar bir Bodhi ağacının altında derin
düşünmeye karar verdi, içindeki şeytani dürtülerle ve ilkel tutkularla kavganın ardından, iç dünyasında
özgürleşti ve aydınlanmayı başardı.
hakkında öğütler vermeye başladı ve “hayat çarkı” felsefesini ortaya koydu. Geri kalan bütün
ömrünü dolaşmaya ve kurtuluşa giden orta yolu öğretmeye adadı. Ardından 80 yaşında gıda
zehirlenmesine yenik düştü. Budist inanca göre, ölümüyle birlikte nirvana’ya ulaştı.
Mahabodhi tapınağı (tamamlanışı 14. yüzyıl) Buda'nın aydınlanmaya eriştiği Bodhi ağacının önünde inşa
edilmiştir.
Tarihteki Buda
BUDA’NIN HANGİ YILLARDA YAŞADIĞI tam olarak bilinmemektedir. Sri Lanka’nın ada kayıtlarında
Siddhartha Gautama’nın MÖ 560-480 arasında belirtilirse de, belgenin geçerliliği konusunda
kuşkularvardır. Tahminlere göre, yaşadığı dönem MÖ 5. ya da 4. yüzyıl dolaylarıdır.
BUDA'NIN HAYATINA DAİR sınırlı bilgilerin doğruluğu tarihsel olarak kanıtlanabilmiş değildir.
Buda’nın Hindistan ve Nepal arasındaki sınırda yer alan Kapilavastu'daki aristokratik Şakya kabilesinden
geldiği kesindir. Ayrıca Siddhartha Gautama'nın evlendiği ve 29 yaşında çileci yaşam biçimine yönelirken
bir oğlunun bulunduğu sanılmaktadır.
Samsara döngüsü ve acılara ilişkin öğretiler Budizm’in temelleridir. Ana Budist öğretileri esas olarak
bütün acıları giderecek bir kurtuluş yöntemi sunmaya çalışır.
Samsara “sürekli devinim’’ anlamına gelir ve çoğu kez bir döngü ya da ruh göçü olarak çevrilir.
Aşağı yukarı Hinduizm gibi, Budizm de doğum ve ardından acılarla belirlenen çöküş biçiminde bir
döngünün yaşandığı anlayışını benimser. Buda’nın öğretilerine göre, yeniden doğuş döngüsü üst üste binen
on iki etmenle kalıcılaşır. Birincisi Dört Soylu Doğru ve bütün canlıların çektiği elem konusunda
bilgisizlik ya da cehalettir. Yaşanan samsara'lardan kasıtlı manevi ve
maddi davranışlar ortaya çıkar. Budizm "nedensellik zinciri" denen bu karmaşık süreçte, isim ve
biçim arasındaki etkileşimi, duyunun, duygunun, mizacın ve bilincin oluşumunu anlatarak sürekli varoluş
arzusunu açıklar. Cehalet (avicca) başlangıç noktası olarak, hoş durumlara bağlanmaya ya da sarılmaya
veya tatsız durumlardan kaçınmaya zemin hazırlar; böylece hatalı davranışlara ve başka acılara yol açar.
Bu şekilde cehalet varoluş arzusunu uyandırdığından, doğum kaçınılmaz olarak kişiyi ’f yaşlılığa,
hastalığa ve ’ ölüme götürür. Budizm acıların bitmesinin bir yolu ve bu sonu
Hint imparator Aşoka taş fermanlar diktirerek uyruklarının Budist öğretilere ulaşmasını sağladı.
21. YÜZYIL
Avrupa'da popüler bir yaşam tarzıdır. Amaç esas olarak zindeliğe ve rahatlamaya ilişkin temel ilkelere
bağlı kalırken, Budizm'i Batılı yaşam gereklerine uydurmaktır.
Dört S oylu Doğru
Budist öğretilerin temelini Dört Soylu Doğru oluşturur. Birinci doğru dukkha acıların var olduğunu
öngörür. Buda hayattaki her şeyin acıyla ilintili olduğunu vurgulamıştır: Doğum, hastalık, yaşlılık,
ölüm, öfke, hışım ve ağrı. Aynı şekilde, sevilen bir şeyden ayrılmak ve sevilmeyen bir şeyle birlikte
olmak acı vericidir, ikinci doğru samudaya'ya göre, insan acılarının kaynağı cehalet ve nefretle birlikte
bütün kötü-
Hint bayrağında da yer alan hayat çarkı günümüzde Hintlilerin canlanışının ve birliğinin bir simgesidir.
gelmez yeniden doğuşlar döngüsünde bir kurtuluş çaresi olarak Sekiz Soylu Yol’u önerir. Cahil
yaratıkların iç dünyasında, söz konusu duygular başka duyumlara dönük bir arzuyu uyandırır. Arzu ve
cehaletin etkisiyle benimsenen yeni bir doğumdan, yaşlılığı ve ölümü de kapsamak üzere öncekinin
gelişim çizgisini izleyen ve benzer biçimde acı dolu bir hayat çıkar.
Samsara aslında ruh göçüyle aynı şey değildir. Budizm canlılar için ebedi ve sürekli bir ruh anlayışını
reddeder. Budizm’e göre bir kişi beş varoluş etmeninden (skandha) oluşur: Beden (rupa), duygular
(vebana), algılamalar (samcna), zihinsel oluşumlar (samskara) ve bilinç (vicnana). Kişinin kendisini
duygu ve düşünceleriyle tanımlaması ya da ayrı bir ebedi ruha sahip benzersiz bir varlık olduğunu
varsayması Buda tarafından kendini beğenmişlik sayılarak bir tarafa itilmiştir.
lüklerin kökeninde yatan tutkudur Ctanha). Buda üçüncü doğru nirodha’da acıların sona erebileceğini ve
mutlak bir şey sayılmaması gerektiğini öğretir. Dördüncü doğru magga Sekiz Aşamalı Yol'la acılardan
kurtulmanın ayrıntılarını verir.
Budizm’e göre Sekiz Aşamalı Yol acıların sona ermesini sağlar ve bilgelik, ahlaki denetim, zihinsel
disiplin olmak üzere üç kategoriye
ayrılır. Bir kişi bu yolu izlediğinde, her ikisi de insanları samsara’ya ve acılarla dolu bir dünyaya sürekli
yeniden doğuşa götüren arzudan ve bencillikten kurtuluşa erişir.
BİRÇOK BUDİST dünyada beş ve hatta bazen altı alanın varlığını öngörür. En alttaki üç kademe
cehennem alanı, açlık alanı ve hayvanlık alanıdır; daha sonra insanlık alanı ve asura’ların da yaşadığı
cennet alanı gelir. Asura’lar tanrılara yönelik kıskançlığın cenderesine sıkışmış iblislerdir. Preta denen aç
hortlakların kocaman göbekleri ve ufacık ağızları vardır; bu yüzden açlıklarını bir türlü gideremezler.
Samsara’dan çıkış ancak bir insan olarak yeniden doğuşla mümkündür. Devalar, yani tanrılar mutlu
bir yaşam sürdüklerinden Budist kurtuluşun gerekliliğini anlayamazlar.
CENNET
erişemezler. Bununla birlikte Buda derslerinde bağlıdır. Nihai hedef bu alanlarda yuka-onlara da öğütler
vermiştir. riya doğru tırmanmaktır.
ir
' \ '
Nirvana’ya giden yol ahlaki kurallara uymakla ve kişinin iç dünyasını yoklamasıyla bağlantılıdır.
Aydınlanma herkesin ulaşabileceği ve hiçbir tanrıya bağlı olmayan bir şeydir.
Tantra ve Tibet Budizmi'nde dakini denen dişi ruhani kurtuluş yolunda varlıklar Budistleri korur,
destekler ve aynı zamanda \ yoklamadan geçirirler.
Thanğka'lar ruio haline getirilebilen ve sunakların yukarısına asılan Tibet resimleridir. Çoğunda Buda ve
kutsal Tibet ilahları (mandala) tasvir edilir.
Nirvana ("tükeniş”) Budizm'in samsara döngüsünden çıkışla (s. 286) eşdeğer olan kurtuluş hedefidir.
Oraya ulaşmak yeniden doğuş döngüsünün yanı sıra üç zihin kirleticisi şehvet, nefret ve arzudan kurtuluş
anlamına gelir. Nirvana bir öbür dünya cenneti olmadığı gibi, ancak ölümden sonra varılan bir durum
da değildir. Kişi yaşadığı sırada da nir-vana'ya ulaşabilir. Nihai tükeniş (parinirvana) aydınlanmış kişi
öldüğünde ve yeniden doğma durumuyla karşı karşıya gelmediğinde gerçekleşir. Thera-vada Budizmi'nde
(s. 294) ağır basan görüş, nirvana'ya ansızın gelişen olaylarla değil, kademeli olarak ulaşıldığı
yönündedir. Bu yaklaşıma göre nirvana'ya ulaşanlar arhat (“değerli varlık”) olarak anılır. Böylece “Buda"
unvanı hem mahayana’ya, hem de nirvana’ya varış yolunu gösteren aydınlanmış çömezlerine verilir.
Buna karşılık Mahayana Budizmi'nde (s. 295) nirvana'ya ulaşanlar bodhisat-tva (“aydınlanma varlığı”)
olarak nitelendirilir. Bodhisattva’\ar bir örnek oluşturmak yerine, başkalarına aydınlanma yolunda yardım
etme güdüsüyle hareket ederler ve gönüllü
Budizm içinde nirvana'ya nasıl ulaşılacağı konusunda farklı görüşler vardır. Buda Dört Soylu Doğru'nun
sonuncusu olarak, kişinin varoluş döngüsünden kurtulmasını sağlayabilecek Sekiz Aşamalı Yol'u
öğretmiştir. Sekiz Aşamalı Yol sekiz unsurdan oluşur: Doğru anlama, doğru niyet, doğru konuşma, doğru
davranış, doğru geçim, doğru çaba, doğru özen ve doğru meditasyon. Budist aydınlanma yolu için temel
bir husus da beş ahlak kuralına (pança şila) uymaktır. Bunlar canlıları öldürmekten ya da incitmekten
kaçınmak, hırsızlıktan kaçınmak, zinadan kaçınmak, yalan söylemekten kaçınmak ve alkol ya da
uyuşturucu gibi sarhoş edici şeylerden kaçınmaktır. Kuralların hepsi kişinin samsara'da kısılıp kalmasına
yol açan şehvet, nefret ve arzudan kurtulmasını sağlamaya yöneliktir.
Üç Mücevher
Çeşitli mezheplerin ibadetlerine göre değişik biçimlerde yüceltil-mekle birlikte, Üç Mücevher temelde
Budizm'in üç ana özelliğini bir araya getirir: Buda, dharma (ıdhamma) ve sangha. Budistler için ana ilham
ve rehber kaynağı işlevini gören “aydınlanmış kişi'ler buda sıfatıyla anılır. Dharma esas olarak Budist
öğretileri belirtir, ama
ÖZEL BİLGİLER
BUDİZM'DE BÜYÜ: Aydınlanmaya varma sürecinde, Budist üstatlar büyü yetenekleri (siddhi)
kazanabilir. Dünyevi siddhi'ler görünmez olma, geleceği görme, akıldan geçeni bilme ve havada uçma
gibi mucizelerdir. Aşkın nitelikteki en yüksek siddhi ise kişinin aydınlanmasıdır.
evrendeki düzenin ilkeleri ya da evreni oluşturan varoluş unsurları anlamına da gelebilir. Sangha
keşişlerin ve rahibelerin büyük önem taşıdığı Budist cemaattir. Üç Mücevher Budist sangha’ya “sığınma”
törenlerinde tekrarlanarak okunan iman ikrarıdır.
Ana Simgeler
Yılan bilgeliği temsil ettiği için olumlu bakılan bir hayvandır. Budist mitolojiye göre, meditasyon
sırasında Buda’yı
Pada denen ayak izlerine Buda’dan kalan kutsal emanet olarak saygı gösterilir. Sinhali Budistleri
çoğunlukla hac ziyareti için Âdem Doruğu’na yayan çıkarlar.
korumuştur.
Nilüfer çiçeği saflığı ve aydınlanmayı temsil eder. Kökünün çamurda olmasına karşın, bundan
etkilenmeksizin suyun üstünde yüzer. Çamur kurtulmanın mümkün olduğu acılarla özdeşleştirilir.
BUDA ÖĞRETİLERİ birçok ikonografik biçimle tapınma konusu olur. En önemli iki simge birçok Budist
tapınağı ve stupayı süsleyen hayat çarkı (dhar-maçakra) ve nilüfer çiçeğidir. Diğer simgeler arasında
Bodhi ağacı, Buda’nın ayak izleri ve Budist öğretilerin timsali sayılan yılan, ejderha, karaca gibi
hayvanlar sayılabilir. Eril ilkeler yıldırımla, dişi ilkeler çanla temsil edilir. Tibet Budizmi’ne özgü
thangka'larda sıklıkla tasvir edilen hayat çarkı, varoluş döngüsünün ölüm tanrısı Yama
tarafından tutuluşunu gösterir.
MEDİTASYON VE İBADET
Budizm aydınlanmaya varmayı sağlayan birçok yol barındırır. Meditasyonla (kişinin iç dünyasına
dönmesi) birlikte, dövüş sanatları ve puca'lar gibi günlük uğraşlara katılmak da yararlıdır.
Meditasyon Budist ibadetin merkezinde yer alır. Amacı zihni dikkatli ve bilinçli davranmaya alıştırmak,
iç dünyayı denetlemek ve böylece bu dünyada manevi kurtuluşa varmaktır. Meditasyon sırasında kişi iç
duygularını olduğu gibi gözlemler. Birbirini tamamlayan iki ana meditasyon türü vardır: Vipassana
(kavrayış me-ditasyonu)vesamatha (dinginlik meditasyonu). Vipassana bedeni, duyguları ve düşünme
süreçlerini tanıma güçlüğünü aşma yönünde bir kavrayış kazandırır. Samatha
Mudra'lar Budist sanatta önemli bir yer tutan simgesel el hareketleridir veTantra Budizmi'ne (s. 295)
özgü meditasyon egzersizinin bir parçasıdır. Meditasyona dönük mudra’ları kullanmak aydınlanma
yolunda kişinin zihin durumuna katkıda bulunabilir. Genelde Sanskrit dilinde olan mantra'lar kişinin hem
yüksek sesle, hem de içinden okuyabileceği kutsal heceler ve kelimelerdir. Tekrarlamalar meditasyon
yapan kişinin dingin bir zihin durumuna
ZEN TERİMİ “düşünceye dalma" ve “meditasyon" anlamındaki Çinçe “zhan" kelimesinin Japonca
söyleniş biçimidir.
PRATİK EGZERSİZLER Zen Budizmi’nin kurucu ilkeleridir. Yalın ve hızlı fırça vuruşlarıyla belirlenen
çini mürekkebi resmi sumi-e, yalınlığı ve ansızın uyanışı vurgulayan Zen Budizmi’nin özünü simgeler.
ZEN BUDİZMİ’NİN KÖKLERİ Japonya'ya 12. yüzyılda ulaşan bir Çin Budizm okuluna dayanır.
Aydınlanmaya ansızın yaşanan bir uyanışla (satori) varılabileceği yolundaki temel inancı büyük olasılıkla
geleneksel Rinzai-Zen’den kalma bir özelliktir. Mezhep mensupları koan olarak bilinen paradoksal
soruların yardımıyla manevi sınırları aşarak buna ulaşmaya çalışırlar. Zen ibadeti oturarak girilen
meditasyona (zazen) ve özenle yürütülen gündelik uğraşlara dayanır. Bu uğraşlar arasında çiçek
düzenleme sanatı (ikebana) ve çay içme sanatı (sado) sayılabilir.
Çay içme sanatı sadece insanlarla etkileşimde özenli eğitimi değil, gündelik nesnelere saygı göstermeyi
de gerektirir.
girmesini sağlar.
Kültler ve Şenlikler
Puca Budizm’in en önemli ayinidir. Özel puca'larda ev sakinlerinin önüne kandiller, buhur çubukları ya da
çiçekler konur ve kutsal metinler ezbere okunur. Lumbini, Bodhgaya, Sarnath ve Kushinara gibi
Budist hac yerlerinde de kalabalık toplu puca'lar düzenlenir.
Her Budist ülkenin kendine özgü bayramları vardır. Japonya'da Buda’nın doğum günü kiraz çiçeklerinin
açışı sırasında düzenlenen Çiçek Bayramı’yla (“Hana Matsuri”) kutlanır. Tibet Budistlerinin en büyük
bayramı 15 günlük yeni yıl şenli® “Losar"dır. Budizm’i Tibet’e getiren Padmasambhava’nın doğum günü
de kutlanır. Ortak Vi-sakha şenliğinde Buda'nın hayatı ve aydınlanması anılır. Budizm’de az sayıda kişisel
şenlik vardır; örneğin, bir keşişin ailesi bu makama gelişini kutlar.
Mücadeleci Budizm
Siyasal ve sosyal sorunlara Budist çözümler bulmaya çalışan hareketler vardır. Günümüzün en etkili
Budist şahsiyetlerinden biri olan VietnamlI Zen öğretmeni Thich Nhat Hanh “mücadeleci Budizm’’
kavramını ortaya atmıştır. Tibet'in kurtuluşu birçok Budist hareketin hedefidir. Tibet’in Çin Halk
Cumhuriyeti tarafından işgal edilmesinden beri 14. Dalay Lama çatışmaya barışçıl bir çözüm bulma
çabası içindedir. 1960’lardaki Çin Kültür Devrimi sırasında Tibet’teki birçok önemli tarihsel ve kültürel
yer yağmalandı ya da tamamen yıkıldı.
DİN
Mandala’ lar
Esas olarak Tibet ve Tantra Budizmi’nde kullanılan yuvarlak çizimlere mandala denir. Kozmosu temsil
eden mandala'ların oluşturulması meditasyon sırasında daha derin bir bilinç düzeyine ulaşmaya katkıda
bulunur. Mandala'lar boyayla yapılır ya da çok renkli kumla oluşturulur. Hazırlanışı birkaç haftayı
bulabilen kum mandala'ların silinişi, canlıların geçici doğasını simgeleyen mandala ayininin bir
parçasıdır.
Büyük Sanchi Stupası: Köken olarak küçük kil tümseklerinden doğan stupalar çoğunlukla aydınlanmış bir
kişiden kalan kutsal emanetlerin saklandığı yerlerdir. sağda: Buda'nm ilk müritlerinden olan Arhat
Gopaka'ya onun öğretilerini koruma görevi verilmişti.
Theravada (“Yaşlıların Yolu”) varlığını sürdüren en eski Budist felsefe okuludur. Esas olarak Pali
metinlerine dayanır; en yaygın benimsendiği yer Güneydoğu Asya’dır.
ÖZEL BİLGİLER
Bu kurala öylesine sıkı uyulur ki, bir ağaçtan meyve koparırken bile “Bu kime ait?" nakaratını
tekrarlamaları gerekir.
kılındığı keşişlere ayrıca rahibe atamalarını onaylama yetkisi verilmiştir. Dahası, rahibeler talimatlarını
doğrudan keşişlerden alırlar. Bir rahibe kendisine Budist öğretileri aktaracak bir keşişi bulabileceği
belirli bir yerde oturmak zorundadır. Üstelik bu öğretim tek yönlüdür; bir rahibenin bir keşişe ders
vermesi ya da bilgi aktarması yasaktır.
Theravada Budist okulunun dayandığı kaynak Pali metinleridir. Sanskrit’le yakından akraba bir ortaçağ
Hint diliyle yazılmış olan bu metinler, üç kategori altında düzenlendiği için Tipitaka (“Üç Sepet”) olarak
bilinir. Buda’nın konuşmalarını, Budist keşiş tari-
yaşamı kapalı bir manastır topluluğuyla sınırlı değildi. Bunun yerine keşişler gezgin bir yaşam sürdürerek
yiyecek dilenirlerdi. Bir yerde kalıcı olarak ikamet etmeleri yasaktı. Yağışlı mevsimlerde sabit bir yerde
kalarak yoğun ibadet ederlerdi. Eşyaları bir cüppe, bir dilenme kâsesi, bir ustura ve bir iğneden ibaretti.
Ancak aradan geçen zamanla ve modern çağa girişle birlikte, bu gezgin keşiş ideali kısa
sürede zayıflayarak geçmişte kaldı. Rahibeler için belirlenmiş 311
kural manzumesi (bhikkhuni) keşişlerinkinden daha kapsamlıdır. Rahibelerin konum olarak bağlı
Manastır Yaşamı
Budist keşiş tarikatları bir manzume halindeki 227 kurala uyar. Şu dört edim tarikattan kovulmayı getirir:
Cinsel ilişki, hırsızlık, cinayet ve hünerlerini abartma.
i i! f-r3MÖİ
Budizm’de Kadınlar
Buda’nm cinsiyet eşitliğine inanmasına karşın, zamanla Budist topluluklarda esasen Budist öğretilere
dayandırılamayacak ataerkil yapılar oluştu. Budist kadınlar açıkça erkeklere bağımlı bir konum taşırken,
bazı rahibeler bunu alçakgönüllülük sağlayıcı bir alıştırma saymaktadır. Günümüzde rahibeler sadece
Tayvan ve Güney Kore gibi birkaç ülkede itibar görmektedir. Sakyadhita (“Buda’nm Kızları”) olarak da
anılan Uluslararası Budist Kadınlar Birliği 1987’de Alman rahibe Ayya Khema tarafından kuruldu. Bu
örgüt başka uğraşlarının yanı sıra, iletişimi ve karşılıklı anlayışı geliştirme yoluyla Budizm’de kadınların
eşitliğini sağlamaya çalışmaktadır.
yukarıda: VietnamlI rahibe
Myanmar’ın (Burma) Bağan kenti yakınında genç keşişler Shwezigon Pagodası’hda sadaka ve pirinç
topluyor.
Mahayana (“Büyük Taşıt”) okulu insanoğlunu “acılar deryası”ndan kurtarmak için çalışır. En çok bilinen
mezhebi Tibet Budizmi’dir; Mahayana felsefesinden çıkan bir başka kol Tantra Budizmi’dir.
Buda'nın erkek ve kadın biçimlerinin kutsal birliği olan Yab-Yum, şefkat ve bilgeliğin iç içe
geçişini simgeler.
Tantra Budizmi
SANSKRİT DİLİNDE “dokuma" anlamına gelen Tantra bir kutsal metinler derlemesin belirtir.
Mahayana’nın tersine, Tantrayana (“Tantra Taşıtı") insanların mutlak doğrudan kopuşunun gerçek
olduğuna ve sırf bir yanılsama olmadığına inanır. Bu kopukluğu aşmayı amaçlayan Tantra Budistleri
büyülü ve cinsel uygulamalar, translar, edimler, mandala'lar, mudra'tar ve mantra'lar gibi araçlara
başvurur. Bunlar bazen bir kültürün toplumsal normlarıyla çatışabilir. Kişinin Tantra yoluna girişi siddha
denen bir üstadın yol göstericiliğine ve öncülüğüne bağlıdır. Karşıtların iç içe geçişi Tantrayana’nın temel
bir unsuru olduğundan, cinsel birleşmeler bile manevi önem taşır. Bu da dişi ilkelere daha fazla önem
verilmesini ve Çinnamasta gibi Tantra tanrıçalarına saygı gösterilmesini getirir.
Mahayana okulu, rahip olmayanlara da aydınlanma şansı tanır; takipçileri tıpkı bodhisattvalar
gibi Buda'ya hürmet eder.
Mahayana Budizmi'nin odak noktası bodhisattva yoludur. Amaç sadece bir kişinin aydınlanması değil,
bütün canlıları kapsayan ve hedef alan aydınlanmadır. Bir bodhisattva bütün canlıların aydınlanma yoluna
girmesine kadar samsara döngüsünden kurtuluşu erteler. Maha-yana mensupları Theravada'da savunulan
kişisel kurtuluş anlayışını eleştirir. Mahayana
Varoluşun Boşluğu
Mahayana Budizmi’nde şunyata (“boşluk") bütün varoluşun mutlak niteliğini belirten kilit bir kavramdır.
Bu okul doğanın bir ruhtan yoksun olduğunu, buna karşılık her kişinin aydınlanmaya varma
gücünü sağlayan buda niteliğini içinde taşıdığını savunur.
1950) göre insan bir vazoya benzer. Vazonun içindeki ve çevresindeki uzamı aynı yapı belirler; bunları
ayıran şey sadece kırılgan bir duvardır. Aynı şekilde, insan ruhu gerçek niteliğinden ve varoluşundan
tattvas olarak bilinen duyguları ve düşünceleri aracılığıyla ayrılır. Vazonun kırılarak paramparça olduğu
özgül anda, içerideki uzam anında dışarıdaki uzamla birleşir. Aynı şekilde, aydınlanma kişinin bir varlık
olarak asla aydınlanmadan ayrılmadığını ve bunu ömrü boyunca hep içinde taşıdığını kavramasına
bağlıdır.
Tibet Budizmi
Hintli keşiş Padmasambhava 8. yüzyılda Budizm’i Tibet’e götürdü. Zamanla Tibet’in yerel Bon dini
ve Budist öğretiler kaynaştı; bu durum Tibet Budizmi’nin aktif deist görüşlerle bağlantısını açıklar. Dalay
Lama Tibet’in hem dinsel, hem de dünyevi önderi konumunu taşır. Tibetliler onu 14. yüzyılda
aydınlanmaya varan ve insanlığa karşı şefkati nedeniyle sürekli yeniden doğan bodhisattva
Avalokiteshvara'nın bedene bürünmüş bir biçimi sayar. Dalay Lama Gelug tarikatına mensuptur;
Tsongkhapa’nın »m. kurduğu bu tarikat “Sarı Şapka” mezhebi olarak da bilinir.
DİN
Tibet Budizmi’nde Tara bir kadın bodhisattva'dır. Şefkat, iffet ve tehlikeden korumayı temsil eder.
DİN
K'LIT BİLGİLER
Japonya ve Çin dinleri her iki ülkede de sülale ve aile bağlarına, geleneklere ve devlet kurumla-rına
kalıcı değer verilmesini sağlayan asıl etkendir. Özellikle Şinto ve Konfüçyüsçülük geleneklere uymayı ve
topluma hizmeti öne çıkaran saygın davranış kuralları ortaya koymuşlardır. Doğu Asya dinleri özümseme
ve değişim bakımından esnektir; dolayısıyla toplumun bütün katmanları din ve kült ihtiyaçlarına kolayca
ayak uydurabilmiştir.
& Japonya ve Çin dinleri bu ülkelerin kültürel ve tarihsel gelişimiyle yakından bağlantılıdır.
Şintoistler doğa güçlerine ve tanrılara {karni) tapar; yardım dilemek için törenler düzenler. Artık bir
devlet dini değildir ama, Şinto tarih boyunca hep Japon imparator kültüyle bağlantılı olmuştur.
imparator Akihito, “tenno"nun törensel görevleri arasında yer alan ayin niteliğindeki bir pirinç hasadında.
Şinto “tanrıların yolu” anlamına gelir ve Japon kültürüne geçmişte olduğu gibi bugün de şekil veren yerli
ani-mist dindir. Çok sayıda kültleri ve çeşitli ibadet biçimlerini kapsar. Günümüzde Japon halkının
yüzde 80’ini hâlâ bu dine inanır. Zaman içinde Şinto kavramları ile Konfüçyüsçülük ve Budizm arasında
çok yönlü geçişler ortaya çıkmıştır.
Kami
Şinto dininde birçok tanrı (karni) yer alır; çünkü her olağanüstü olay dinsel huşu uyandırır ve doğal
fenomenler ani-
Futamiğaura’daki kutsal kayalar her yıl halatlarla birbirine bağlanır. Bu tören Japonya'yı yaratmış olan iki
tanrı arasındaki bağlantıyı simgeler.
mist ruhlara bağlanır. Bu nedenle karni kavramı kişisel varlıkları değil, doğa güçlerini, dağ ya da pınar
gibi olağanüstü yerleri, ayrıca ölülerin ruhlarını kapsar. Önemli kişiler bile ilahi yaratık sayılır. Kami
yaşam gücü insanlara da "geçebilir" ve özel başarılar elde etmelerini sağlayabilir.
Şinto’ya inananların karni’yle uyumlu yaşaması, onların anısına dualar sunması ve tapınaklara şükran
ziyaretlerinde bulunması gerekir. Başta gelen kültürel uğraşlar arasında arınma ayinleri, doğaya saygı
gösterileri, çoğu kez oyunların ve yarışların eşlik ettiği dinsel şenlikler sayılabilir.
Japon devletinin kökenine ilişkin Şinto mitolojik masalları, izanagi ve izanami adlı tanrıların
imparatorluk hanedanıyla evlilik birliğiyle devletin ortaya çıkışını ay-nntılı olarak anlatır.
Japon imparatorunun (tenno) bir tanrı sayılması bu ilahi soy çizgisine dayanır.
ahlak düsturunu benimseyen samu-raylar için en büyük onur, imparatorun hizmetinde savaşmak ve ölmekti.
Bu anlayış 19. yüzyılda milliyetçi ve emperyalist bir çağrışım kazandı. Japonya’nın 1945’te teslim
olmasından sonra, imparator “ilahi köken” savına resmen son verdi. Ama tenno’nun önemli toplu Şinto
törenlerine katılması halen süren bir gelenektir.
AMATERASU başlangıçta koruyucu bir ilahtı ve savaş zırhlarında tasviri yer alırdı.
GÜNEŞ TANRIÇASI AMATERASU Japon mitolojisinde en çok saygı gösterilen tanrıçadır, ise’de
bulunan ve 65’ten fazla karmaşık yapıyı barındıran Büyük Mabet, gördüğü itibarın bir kanıtını sunar. Şinto
dinin ana tapınağı olarak, "devleti ve Japon halkının birliğini” simgeler. Kutsal Şinto simgeleri
ve Amaterasu’nun alametleri -kılıç, ayna ve yeşim taşı- en içteki tapınakta saklanır.
böyleoe tenno soy çizgisini başlatır. Onun da torunu olan ilk imparator Cimmu, imparator kültünü
başlattığı sanılan kişidir.
Büyük Mabet’teki yapılar her 25 yılda bir yıkılır ve yeniden inşa edilir; böylece her kuşağın bu işe
katılımı sağlanır.
KONFÜÇYÜSÇÜLUK VE TAOCULUK
Konfüçyüsçülük başlangıçta bir dizi etik öğretiye dayanırken, Taoculuk evrenin temel güçlerine dönük
arayışı esas alan bir dinsel topluluk olarak ortaya çıktı.
Konfüçyüsçülük-“İnsanlık” Ahlakı
Konfüçyüsçülük ahlaki-siyasal bir dünya görüşü sunan bir seküler ideoloji olarak ortaya çıktı. Hâlâ
Çin halkı için ahlaki görüşleri ve davranış kurallarını tanımlayan bir sistemdir. Öğretilerinin kökleri
devlet memuru ve bilgin Konfüçyüs’e kadar indirilebilir. Konfüçyüs tanrıların doğasına ve
ÖZEL BİLGİLER
ÇİN'DE insanlar Konfüçyüs'ün öğretilerini incelemeye yeniden yöneliyor; Mao tarafından “gerici"
ilan edilmesi uzun bir süre görüşlerinin baskı altında tutulmasına yol açmıştı.
TAOCU TOPLULUK öteden beri “Taocu rahip'Ter olarak da anılan “göksel öğretmen"terin denetimi
altındadır.
işlevine ilişkin herhangi bir saptamada bulunmamakla birlikte, geleneksel ayinlere uyulmasını, atalara
saygı gösterilmesini ve aile bağlarının korunmasını güçlü biçimde savunur. Bunların hepsi toplumdaki her
kişinin yaşamına istikrar getirir. Böylece “insanlık” temel kavramı oluşturur; yani insanın hemcinsleriyle
etkileşimi esastır. “Üstün" (junzi) olarak nitelendirilen ideal kişi “ömür boyu öğrenme" hemen her sanat
biçiminde yetkinleşir ve vardığı kavrayışları günlük yaşamda uygulamaya geçirir. Bilgi ve becerilerini
topluma hizmet etmek için kullanır.
Konfüçyüsçülükle karşılaştırıldığında, Taoculu-ğun bir din olarak nitelendirilmeye daha uygun düşen bazı
belirgin özellikleri vardır. Laozi (MÖ y. 4. yüzyıl) yazdığı Tao-te Ching (Yüce Aklın Erdemi) kitabıyla
Taoculuğu kuran kişi olarak kabul edilir. MS 2. yüzyıldan başlayarak Taoculuğa özgü bir ruhban
hiyerarşisi, bir manastır düzeni ve karmaşık bir ilahi doktrin ler dizisi ortaya çıkmıştır. Bu doktrinlerde
ismi geçen tanrıların çoğu belirli bir önem taşıyan tarihsel kişiliklere göndermedir. Tıpkı Konfüçyüs gibi,
Laozi de dünyanın kurtarıcısı olarak övülür.
“Tao” kelime olarak “yol” anlamına gelir; ama dünyanın ilkesini ve bütün canlıların kozmosu doğuran
nihai temelini ifade
Taocutuğun kurucusu Lao Tzu öğretilerini aktardıktan sonra dağlarda inzivaya çekildi.
eder. Her kişi kendine özgü bir tao’ya sahiptir; bunun kasıtlı ahlak dışı davranışlarla bozulmaması
ve özgürce gelişmesi gerekir. Taocular meditasyon, ayinler ve simya işleri gibi tao'yla uyum sağlamaya
yönelik çeşitli ibadetlerde bulunur.
KONFÜÇYÜS MÖ 551-4/9 arasında yaşadı; ona en yüksek ilahlara denk konum veren karar 1906’da
alındı.
İMPARATORLUK FERMANIYLA MS 267’de Konfüçyüs onuruna yılda dört kez bir “büyük kurban"
verilmesi zorunluluğu getirildi.
Konfüçyüs’ün Tanrılaştırılması
DEVLET KÜLTÜ: Çin’de Konfüçyüsçülüğün devlet ideolojisi haline gelmesiyle birlikte, insanlar onu
kutsal adam ve sonunda tanrı konumuna yükseltti. Devlet de Konfüçyüsçü toplum idealini
kurumlaştırmanın ve kitlelere benimsetmenin bir yolu olarak buna destek verdi. Bizzat imparator MÖ
194’te Konfüçyüs’ün Çufu’dak tapınağa dönüştürülen evinde ilk kez kurban sundu.
AŞAMALI İTİBAR YÜKSELİŞİ: Konfüçyüs ve 72 çömezi onuruna bütün Çin okullarında kurban sunma
âdeti MS 1. yüzyılda başladı. İmparator 555’te her il merkezinde Konfüçyüs’ün anısına birer tapınak inşa
edilmesi emrini verdi. Konfüçyüs 739’da “kral”, 1008’de “kusursuz bilge kişi” ve 1086’da “imparator”
ilan edildi. 1657’de
DİN
Yahudi din aslında Kitabı Mukaddes’te anlatılan zamandan sonra ortaya çıktı. Kitabı Mukaddes’te efsanevi ve tarihsel olaylar
Yahudi inançları çerçevesinde yorumlanır.
Tanrı’nın İsrail kavmiyle ahdi seçilmiş kullar olmalarını sağladı. Anlaşmayla verilen söz Nuh'a tufandan
sonra, İbrahim'e çocuklar vaadinden sonra ve Musa'ya Tevrat’ın indirilmesinden snra bildirildi.
KİLİT BİLGİLER
Köken ve ortaya çıkış | Tapınağın yıkılışından günümüze | Öğrenim ve
öğretim | Dindarlık ve bayramlar
MUSEVİLİK dünyadaki en eski
tektan-rıcı dindir.
TEVRAT Museviliğin başta Musevilik hem Hıristiyanlık, hem de İslam'la ortak özelliklere sahip,
gelen kutsal kitabıdır; İbrani hayat dolu ve çok yönlü bir tektanrıcı dünya dinidir. Kültür tarihine
Kitabı Mukaddesi'nin ve yaratıcı katkıları çok büyüktür. Yahudi kutsal kitabı Tevrat bütün dünya
Hıristiyanlığa göre Eski Ahit’in Yahudi yaşam düzeninin temelidir. Günümüzde dünyanın her yanında
ilk beş bölümünden oluşur. çeşitli Yahudi topluluklara rastlanabilir.
Kadim geleneğe göre, Musevilik Fırat ve Dicle nehirleri arasında doğdu. Kitabı Mukaddes ise
İsrail kavminin kökenini, Ur şehrinde yaşayan ve her şeye hükmedici yegâne birTanrı’ya tapan
İbrahim’e dayandırır. İbrahim'in soyundan gelenler altı kuşak sonra Mısır’da köle olarak yaşamaya
mahkûm oldu. Bir önder olarak ortaya atılan Musa, halkını Kızıldeniz’den geçirerek “vadedilmiş
topraklar”a götürdü. Çıkış olarak bilinen bu olay sırasında, Musa Yahudi dini açısından temel önemde bir
dizi yasayı içeren On Emir'i aldı.
Vadedilmiş topraklara yerleşen 12 israiloğlu kabilesi sonunda Saul’un yönetimi (MÖ 884-882) altında tek
bir kavim olarak birleşti. Ondan sonra Davut ve ardından Süleyman güçlü bir önderlik sergileyerek, Tanrı
Yehova'nın en önemli
Hâkimler döneminde Tanrı’nın emirlerini yorumlamak üzere Yeremya gibi birçok peygamber ortaya çıktı.
sunağı ve Yahudi dininin ruhani merkezi sayılan Kudüs tapınağını yaptırdı. Süleyman’ın ölümünden sonra,
İsrail kavmi ikiye ayrıldı. İsrail adını alan kuzey krallığı Asur-lularca ele geçirilirken, güney krallığı da
MÖ 597’de Babil kralı Nebukadnezar’a yenik düştü. On yıl sonra onun emriyle Kudüs tapınağı yıkıldı; üst
ve orta sınıflara mensup geniş bir kitle Mezopotamya’ya sürüldü. Sürgün olarak bilinen bu dönem
Yahudileri Yehova’ya inanç ve günün birinde vadedilmiş topraklara dönme umudu temelinde birleştirdi.
Vadedilmiş Topraklar
Perslerin Babil’i almasından (MÖ 538) sonra, birçok Yahudi İsrail’e döndü ve Kudüs’teki tapınağı
yeniden inşa etti. Pers krallığına bağlı bir eyalet haline gelen ülke, Büyük İskender’in MÖ 333'te
Perslere karşı zaferinden sonra da bu konumdan kurtulamadı. Böylece Helenistik kültür Museviliğe ulaştı.
Se-leukos kralı IV. Antiokhos'un MÖ 168'de tapınak kültürünü yasakla-
Kutsal Metinler
“Tanah” olarak bilinen Eski Ahit bin yılı aşkın bir tarihin ürünüdür. Hahamlar döneminde (MSy. 70-6.
yüzyıl) üç bölümlü (muhafazakâr sayıma göre 24 kitaplı) şeriat oluşturuldu. Buna dayanan tutarlı İbrani
kutsal metinleri Musa’nın beş kitabını (Tevrat), peygamberlerle ilgili kitapları (Ne-viim) ve mezmurların
da yer aldığı kutsal yazıları (Ketuvim) kapsar. Kitapların bölümler halinde düzenlenişi ortaçağda başladı;
dizelere numara verilişi ise 16. yüzyılda gerçekleşti.
Dört yıl sonra Makkabilerin önderliğinde işgalci kuvvetler kovuldu ve tapınak yeniden ibadete açıldı, iki
Makkabi kardeş arasında bir anlaşmazlığı çözmek üzere çağırılan Romalılar MÖ 63’te Kudüs’ü ele
geçirdi. Yahuda'nın vasal kralı yapılan Herod’un döneminde Nası-ralı İsa (s. 302) doğdu.
Kudüs’teki tapınağın MS 70’te yıkılması Yahudi diasporasının başlangıcı sayılır. Yahudiler 1948’de
İsrail'in kurulmasına kadar Yahudi olmayan toplumlar içinde bir azınlık olarak yaşadı.
Günümüz Museviliğindeki çeşitliliğin kökleri Tevrat'ın farklı yorumlarında yatar. Gelenekçi Yahudiler
(solda) kutsal emirlere sıkı sıkıya uyar; liberal Musevilikte ise kadın hahamlar (sağda) bile görülür.
Birçok Yahudi 2. yüzyıldan itibaren mülteci ya da köle olarak ispanya, Fransa ve daha sonraları
Kutsal Roma-Germen imparator-luğu top
raklarına yerleşti. Öte yandan, bir kâtip çevresi Filistin kenti Yebna’da toplandı ve işgalci
Romalıların hoşgörüsü sayesinde Yahudiler adına hukuksal işlevleri yerine getirmeye başladı. Bunlar ilk
hahamlar (s. 300) olarak bilinir.
Roma imparatorluğu'na karşı 132'de Simon Bar Kokhba önderliğinde girişilen bir Yahudi ayaklanması üç
yıllık çatışmanın ardından yenilgiye uğradı. Yahudilerin Kudüs ve civarındaki bölgelerden çıkarılmasıyla
diaspora (“dağılma") dönemi başladı. Böylece Filistin ve Babil’deki haham çevreleri daha büyük nüfuz
kazandı. Roma imparatorlarının Hıristiyanlığa verdiği desteğin artmasıyla birlikte, Yahudi azınlık
üzerindeki baskı da arttı. Yahudiler Müslüman yönetimi altında yısı 12.OOO'e vardı. Kuzey Amerika’ya
ilk Yahudi göçmenler 1646’da yerleşti.
Batı Avrupa ve ABD’de 19. yüzyıldan itibaren Aydınlanma akımına bir tepki olarak Museviliğin farklı
kolları ortaya çıkmaya başladı. Gelenekçi Yahudiler daha içe kapanmacı bir tutumu seçerken, diğer
kesimler dış toplumla kaynaşmaya yöneldi. Yahudiler bir azınlık olarak yaşadıkları toplumlarda eşit
haklar kazanma mücadelesine eskisinden daha fazla sarıldı. Bu hedefe Fransız Devri-mi’nin ardından ilk
kez Fransa'da ulaşıldı. Nazilerin 1933'te Almanya'da iktidara gelmesi, emsali görülmemiş anti-Semitik
eylemlere yol açtı. VVannsee Konferansında
Ortaçağdan Modern Çağın Başlarına
Musevilik ortaçağda esas olarak iber Yarımadası'nda ve Alman kentlerinde bir kültürel canlanma dönemi
yaşadı. Bununla birlikte baskılara ve sürgünlere de hedef oldu. Şiddetin yüksek düzeye ulaştığı Haçlı
seferlerine gittikçe pogromlar, yani örgütlü sindirme eylemleri eşlik etti; ayrıca Yahudiler
İngiltere’den (1290) ve ispanya'dan (1492) kovuldu. Modem çağa girilirken Almanya’da yaşayan
Yahudilerin sa-
“Judensau” resimleri ortaçağda Yahudi dinine karşı propagandanın maskaralık boyutuna vardığı bir
örnekti.
Anti-Semitizm
YAHUDİLER dinleri ve yaşam tarzları nedeniyle antik çağdan beri baskı ve zulme uğramışlardır. Anti-
Semitik anlayışlar 4. yüzyıldan itibaren Hıristiyan krallıkların siyasetini gittikçe belirlemeye başladı.
Yahudiler İslam yönetimi altında bile yurttaşlık bakımından tam eşitliği hiç yaşayamadı.
Haçlı seferleri sırasında Avrupa’nın her yanında birçok Yahudi vaftiz olmaya zorlandı ya da öldürüldü.
Kuyu zehirleme ya da çocuk öldürme gibi karalayıcı suçlamalar modern çağa kadar sürdü.
IRKÇI İDEOLOJİ VE KİTLESEL KIYIM: Anti-Semitik demagoglar 19. yüzyıldan itibaren Musevilerin
kamu çıkarı için bir tehdit olduğunu ileri sürdü. Nazi yönetiminin II. Dünya Savaşı’nda bu aldatmacayı
yayması altı milyon dolayında kişinin katline yol açtı.
ARAP DÜNYASINDA anti-Semitizm son yıllarda yükseliş eğilimi gösteriyor. Geleneksel dinsel üstünlük
savının İsrail devletine karşı saldırganlıkla birleşmesine yol açan bu hava, Batı dünyasına
karşı savunmacı tavrı büyük ölçüde güçlendiriyor.
yukarıda: Yahudi rozeti Nazi döneminde ayrımcı bir kimlik işareti işlevini gördü.
Siyonizm
Yaygın anti-Semitizm karşısında, Yahudi bilginler 19. yüzyıl sonlarında bir İsrail devleti kurma yoluyla
Yahudi toplumunu modernleştirmeye umut bağladı. Theodor Herzl (resimde görülüyor) “Yahudi Devleti”
(1896) kitabıyla Siyonist hareketi kuran kişi olarak kabul edilir. Basel'de toplanan Yedinci Dünya
Siyonist Örgütü dünyanın her yanındaki Yahudiler için Filistin'in bir yurt haline getirilmesi kararını aldı.
İsrail Bağımsızlık Bildirgesi Mayıs 1948’de Tel Aviv'de resmen okundu.
Almanya'da Nazilerin iktidara gelişi 1933’te Prag’da düzenlenen 18. Siyonist Kongresi’ni gölgede
bıraktı.
(20 Ocak 1942) Alman denetimi altındaki bölgelerde Yahudilere yönelik sistematik kitlesel kıyım kararı
alındı. Bir Yahudi yurdu oluşturmayı amaçlayan başarılı bir kampanyanın sonunda David Ben Gurion 14
Mayıs 1948’de İsrail devletini ilan etti.
21. YÜZYIL
KADİM KUDÜS her üç dünya dini için kutsal kenttir; 1980'de resmen İsrail sınırları içine alınmıştır.
İSRAİL'DE 5 milyonu aşkın Yahudi yaşar. Dünyada Yahudilerin i çoğunlukta olduğu tek ülke İsrail'dir.
ÖĞRENİM VE EĞİTİM
Yahudi inancının temeli Tevrat’tır. Bu kutsal kitapta yer alan emirler hahamlık metin yorumlama
geleneğiyle genişletilmiştir. Yahudi dinsel yasalar derlemesi Halaha’nın kaynağı bu yorumlardır.
TEVRAT sinagogun doğu duvarında s aklanır.
Sinagoglar
SİNAGOGLAR kolektif Yahudi yaşam tarzının korunmasını simgeler ve çoğu kez sosyal, kültürel ve
yönetsel kurumlan barındırır. Yahudi cemaati için birçok bakımdan önemli olmasına karşın, sinagogun en
önemli yönü çeşitli dinsel ibadetlerin ve cemaat toplantılarının merkezi olmasıdır.
TEVRAT RULOLARI sinagogdaki kutsal sandıkta tutulur ve ibadet sırasında çıkarılıp yüksek sesle
okunur, ibadeti yöneten kişi yüksek bir kürsüde ayakta durur ve Tevrat’tan bölümleri art arda cemaate
tekrarlatır. Şabat ve bayram ibadetleri sırasında Neviim kitabından bölümler de okunur. Yerel ayin
âdetleri, dualar ve ilahiler sinagoglarda önemli bir yer tutmaya devam eder. Geleneksel Musevilik
kadınların ayrı bir galeride oturmasında diretir.
Rusya'daki bu örnekte olduğu gibi, sinagoglar her zaman doğuya bakar. Tevrat'ın tutulduğu sandık da doğu
duvarındadır.
ların, kültürel yönergelerin ve normların bir derlemesi niteliğindeki Halaha’ya katkıda bulunur.
Tevrat'ı ve Tanrı’nın yasalarını anlamaya yönelik düşünsel uğraş Yahudiler ve önderleri için canlı bir
sınavdır. Bu bakımdan nihai ya da kesin yoruma dayanmayan Halaha sürekli değişir ve gelişir.
Farklı Halaha yorumları günümüz Museviliği içinde çeşitli akımlar
Museviliğin temel inançları katı bir tektanrıcılık, yani tek bir evrensel Tanrı’ya inanç ve
doğrudan Tanrı’nın bildirdiği Tevrat’ın, yani Musa’nın beş kitabının öne çıkarılmasıdır. Yahudi hahamlar
ya da din öğretmenleri yüzyıllar boyunca Tevrat’ı inceleyip yorumlamışlardır. Onların yazıları
Yahudilerin yaşamlarını düzenlemelerine ve sürmelerine temel oluşturan yasa
Bilginlik Geleneği
Yahudi bilginler Museviliğin Sina'daki başlangıcından beri Yahudi öğretilerinin kuşaktan kuşağa
hemen hiç değiştirilmeksizin aktarıldığına inanır. Günümüzde hahamlar bilginlik geleneğinin bu süreklilik
zincirini yaşatır. 3. yüzyıl başlarına kadar Filistinliler (Tanna-itler), ardından Filistin ve Babil haham
okulları (Amoriler) Tevrat’a ilişkin anlayışları ve yorumlan derleme, aktarma, ayıklama ve yazıya dökme
işiyle uğraştılar ve Hala-ha'nın temelini oluşturan kaynakların kütüphanelerde saklanmasını sağladılar.
Böylece Mişna ve To-sefta derlemeleri, Midraş metinleri, Kudüs Talmudu ve Babil Talmudu ortaya çıktı.
Ortaçağ başlarında Babil Talmudu Yahudi adalet sisteminin en güvenilir kaynağıydı.
Hahamlar
Haham temel olarak Tevrat uzmanıydı, karizması ve ehliyeti nedeniyle saygı görürdü. Yahudi toplumunca
hahamlara verilen yetki Tevrat’ın yorumlanmasına ve gündelik yaşama uygulanmasına ilişkin sorularla
sınırlıydı ve hiçbir dinsel işlev öngörmezdi. Ortaçağın ortalarından itibaren Yahudi cemaatlere hizmet
veren hahamlardan beklenen şey dinsel yasalara ilişkin bütün sorunları ehliyetle çözmekti. Modern çağa
girilirken, hahamlık özellikle Yahudi olmayan yetkililerle ilişkilerde Yahudi cemaatini temsil eden dinsel
ve ahlaki makam olarak gittikçe artan bir önem kazandı. Modern Musevilikte ibadetleri yönetmek gibi
rahiplik işleri de hahamın görevleri arasında girdi. 19. yüzyıldan başlayarak geleneksel Talmud
akımlarının çoğu akademik hahamlık okullarına dönüştü, ilerici Yahudi reform hareketinin 20. yüzyılda
güçlenmesinin etkisiyle, kadınlar bile haham olarak atanmaya başladı.
21. YÜZYIL
\*
DİNDARLIK VE BAYRAMLAR
Yahudi dindarlığını Tevrat'ın emirleri ve yüzyılların ürünü olan Midraş, yani Tevrat’a ve anlamına ilişkin
bilgince yorumlar belirler. Yahudiler Tanrı’nın iradesine uygun bir hayat sürmeye, gündelik yaşantıya ve
bayramlara düzen ve anlam kazandırmaya çalışırlar.
Yıllık Bayramlar
YAHUDİ DİNSEL TAKVİMİ ay-güneş döngülerine göre belirli aylara denk düşen bayramları saptar.
Gözlemlerden ziyade hesaplamalara dayanır. Bir ay yılındaki 12 ayın bir güneş yılına oranla 11 gün kısa
olmasından dolayı, ay takvimindeki gün eksikliğini ayarlamak üzere ilave bir ay eklenir.
Sivil ve dinsel bayramlar (yeşil) arasında Yahudi soykınmında öldürülenlerin anısına düzenlenen Yom
Haşoa ve İsrail’in 1967 Altı Gün Savaşı’ndaki zaferinin kutlandığı Yom Yeruşalayim (“Kudüs Günü”)
sayılabilir.
* »
Tevrat Yahudi yaşamının bütün alanlarında kurtuluşu ve yön bulmayı sağlar. Tevrat emirlerinin temel
unsurları sünnet, Şabat’ın gereklerine uyma, temizlik kuralları ve beslenme yasalarıdır,
insanların temizliği Tanrı’nın kutsallığını kirletmemeyi öngörür. Kirletici şeyler arasında deri hastalıkları,
vücut salgıları, kan ve her şeyden önce ölülerle temas sayılabilir, insanlar bir törensel yıkanma (mikva)
yoluyla temizliğe kavuşabilir; kirlenmiş nesneler de bir arınma yöntemiyle kullanılmaya elverişli hale
getirilebilir.
Beslenme yasaları domuz gibi belli et türlerini yemekten kaçınmanın yanısıra et ve süt ürünlerini
birlikte saklamama ve tüketmeme yasağını kapsar. Tevrat’ın emirleri uyarınca yenilebilir sayılan bütün
yiyecekler "kaşer" olarak nitelendirilir. Yahudiler haftanın yedinci günü olan Şabat’ta hiçbir iş
yapmayarak dinlenir. Evde ya da sinagogda ibadetle kutlanan bu tatil gününde ancak yaşam ve beden için
bir tehlike
'
\ 'VW
Şabat sırasında sofraya mayasız ekmekler, tuz ve bir sürahi şarap konur.
sözkonusu olduğunda Şabat'a ilişkin emir çiğnenebilir. Ayrıca kişisel dindarlık dua etmeyi, oruç tutmayı
ve hayır işleri yapmayı gerektirir.
İbadetler ve Bayramlar
Museviliğin toplu törenleri sinagogda düzenlenir. Gelenekçi Musevi inancına göre, vaaz sırasında on
yetişkin Yahudi erkeğinin hazır bulunması gerekir. Birlikte dua etmek ve Tevrat'tan bölümler okumak
ibadetin odak noktalarıdır; kutsal kitabın bütün metninin bir yıl (reformcu cemaatlerde üç yıl) içinde
okunması gerekir. Günümüzde ibranice Tevrat genellikle yerel dilde verilen bir vaaz çerçevesinde okunur.
Yahudi ibadetinin başlıca duaları şema (“Duy İsrail’’) ve am/cfa’dır (“On Sekiz Nimet"). Gelenekçi
Musevilikte dua sırasında teillin (kemer ve ceket), tailit (pelerin ya da şal) ve kipa (kep) giyilir.
Yıllık Yahudi şenlikleri ve âdetleri çoğunlukla ışık hareketleriyle ve bitkilerin yetişme çevrimiyle
bağlantılıdır. Bayram kutlamaları Mısır'dan çıkış gibi Tanrı iradesine bağlı olayları anma vesilesiyle
başlamıştır.
Hayatın her aşaması toplu törenlerle kutlanır: Erkek çocukların sekizinci günde sünnet edilişi, on üç
yaşına basan erkek çocukların Bar Mitzva töreniyle ibadet topluluğuna katılışı (reformcu Musevilikte
kızlar için de benzer bir kutlama yapılır), evlilik teklifi ve nikâh, son olarak ölüm. Önemli yıllık
bayramlar arasında Roşaşana (Yılbaşı), Hanuka ve Yom Kippur (Kefaret Günü) sayılabilir.
“Alma” anlamına gelen Kabala terimi 13. yüzyılda ortaya çıkan batini bir Musevilik akımını belirtir.
Kabala yolunu izleyenler görünür her olayın ardında görünmez bir olay yattığına inanırlar. Bu
anlayışa göre insan gelişim halinde bir eserdir ve tam potansiyeline dindarca uğraşlarla varabilir.
Doğu Avrupa Hasidi felsefesi 18. yüzyılda ortaya çıkan popüler bir Yahudi akımıdır. Kabala
geleneğiyle bağlantılı olan Hasidi mensupları dindarlığı içselleştirmeye çalışır. Bütün yaratılıştan
Tanrı'nın sorumlu olduğu görüşünden hareketle, yaşam boyunca işlenen bütün edimlerin Tanrı iradesine
bağlı olduğunu savunur.
yukarıda: Hayat ağacı on sefira'yı, yani Tanrı'nın on tezahürünü temsil eder. Tanrı'yı anlama düzeylerinin
bir görsel çizimidir.
Hanuka MÖ 164’te tapınaktaki kandillerin mucizevi biçimde dolmasının kutlandığı bir bayramdır.
Menora denen şamdanda her gün bir mum yakılır.
KİLİT BİLGİLER
HIRİSTİYANLIĞA İLHAM 1 İsa | Hıristiyanlığın Ortaya Çıkışı | Kadim Kilise \ Reform hareketi \
VEREN Nasıralı İsa'nın doğumu Temeller \ Günümüzde Hıristiyanlık
Batı dünyasında milat sayılır.
TEMEL HIRİSTİYAN
İNANÇLARI Tanrı’nın oğlu
sayılan İsa’nın öğretileri, HIRİSTİYANLIK-BİR YAHUDİ MEZHEBİNDEN DÜNYA DİNİNE
onun ölümüne ve dirilişine
ilişkin yorumlardır. Hıristiyanlık dünyadaki en önemli tektanrıcı dinlerden biridir,
inançları asıl kaynağını oluşturan Musevilikle yakından bağlantılıdır.
Hıristiyan dininin ana odak noktası Tanrı’nın oğlu Nasıra’lı İsa’nın
KİLİSE bugün bilinen biçimiyle çarmıha geriliş ve diriliş yoluyla kurtuluşa erdiği inancıdır.
4. yüzyılda kuruldu.
Q İsa için kullanılan Yahudi hükümdarlık sanı Mesih, ibranice’de
“yağla kutsanmış kişi” anlamına gelir.
ATEŞLİ HIRİSTİYANLIĞIN
sürdüğü yerlerin başında Güney
Amerika gelir.
DİN
İNCİLLER İsa’nın hayatını ve yaydığı dine temel oluşturan öğretileri anlatır, kitabı Mukaddes’in ilk
versiyonlarındaki İsa’nın doğuşu sahnesinde bir öküz ve eşek yer ahr.
İsa’nın Hayatı
DOĞUM VE VAFTİZ: İsa Roma İmparatoru Augustus döneminde (MÖ 27-MS 14) Celile eyaletindeki
Nasıra’da doğdu. Adını ilk kez Celile prensi Herod Anti-pas döneminde (MÖ y. 20-MS 39) duyurdu.
Yahudi vaiz Vaftizci Yahya tarafından Şeria Nehri’nde vaftiz edildi. Yıllar boyunca Celile’yi dolaştı ve
karizma-tik bir gezgin vaiz olarak öğretilerini yaydı.
ETKİSİ VE ÖLÜMÜ: İncil kitaplarında anlatıldığına göre, İsa hastaları iyileştirdi ve sinagoglarda
vaazlar verdi. İsrail kavmini din değiştirmeye ve kendisini izlemeye çağırdı.
Birçoğu toplumun dışlanmış kesimlerinden gelen yandaşlarının sayısı sürekli arttı. Bunun üzerine İsa MS
30 dolaylarında dine küfür ve siyasal kışkırtıcılık suçlamasıyla Kudüs’teki Roma eyalet yönetimince
tutuklandı, hakkında dava açıldı ve çarmıha gerilerek öldürüldü.
NASIRALI İSA
Hıristiyanlığın ve kutsal kitabı İncil’in ana kişiliği Nasıralı İsa’dır. Kurtuluş yolu olarak İsa Mesih'e
inanmak Hıristiyan dininin temelidir.
Markos İncili’nde İsa’nın hikâyesi Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmesiyle başlar.
Celile çiftçileri ve balıkçıları İsa’nın ilk yandaşlarıydı. Genesaret Gölü kıyısında Yeni Ahit döneminin
izlerine hâlâ rastlanabilir.
Kitabı Mukaddes’in Yeni Ahit bölümünde yer alan ve en eskisi Markos İncili olan İncil kitaplarında
Nasıralı İsa’nın vaizliği anlatılır. Hıristiyan inançları İsa’nın ölümünden sonra ortaya çıkan Hıristiyan
cemaatler
içinde mesellerinin ve kıssalarının anlatılmasıyla benimsendi, ilk başta sözlü olarak aktarılan bu
öğütler daha sonra toplandı ve bir edebi biçimle düzenlendi. İsa’nın doğumuna ve bir genç adam olarak
hayatına dair hikâyelere ilk Hıristiyan yazarların inançları da yansır.
İsa’nın Mesajı
İsa’nın ana mesajı Tanrı'nın krallığına uygun olarak Museviliğin yenilenmesidir. Öğütlerini çoğu
kez kırsal yaşama özgü alegorilerle sunması nedeniyle, hastaları iyileştirdiğine ve kadim Yahudi
toplumunun dışlanmış kesimlerine yardım ettiğine dair hikâyeler esas olarak tarımla uğraşan kitleye dönük
Hıristiyan mesajı içerir. Lukas İncili ve Matta İncili kitaplarında yer alan Dağdaki Vaaz bu öğretilerin bir
derlemesidir. Başta gelen tema insanların hem Tanrı'yı, hem de birbirlerini sevmeleri gerektiğidir. Bu
mesaj davranışlara sınırlamalar getiren ve günahların cezaya çarptırılmasını öngören Yahudi Tevrat’ının
son derece kısıtlayıcı emirlerine tepki niteliğini taşır. İsa tam tersi bir tutumla davranışlar ve sosyal düzen
için bir rehber olarak kapsayıcı sevgiyi teşvik eder.
İsa’nın Kimliği
İsa kendisini Tanrı’nın elçisi sayarken, çevresindeki kişiler onu özellikle “Mesih” ilan etti.
İsa’nın Tanrı’ya “Baba" diye hitap etmesi, dikkat çekici bir yakın ilişkiyi çağrıştırır nitelikteydi.
Museviliğin dinsel ve siyasal merkezi Kudüs'e vardığında, bu kışkırtıcı savın Roma hukuku çerçevesinde
hareket eden tapınak aristokrasisiyle çatışmayı te-tiklemesi kaçınılmazdı. Dine küfür suçlamasıyla
tutuklanan İsa idam edildi. İncil kitaplarında onun ölümüyle ilgili anlatımlar, Eski Ahit’te de yer alan bir
tema olarak, insanoğlunu kurtarmak üzere Tanrı tarafından gönderilmiş bir Mesih’in kehanetlerinin
gerçekleşmesini öne çıkarır.
İsa'nın beş bin insanı doyurma gibi mucizeleri tanrısallığının kanıtı olarak gösterilir.
HIRİSTİYANLIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI
ilk Hıristiyanlar birçok kimseye çekici gelen bir yerel cemaat oluşturdu. Küçük bir Yahudi mezhebi olarak
yola çıkan Hıristiyanlık, kısa sürede büyük atılım yaparak yaygın bir dinsel akıma dönüştü.
Çarmıha germe antik çağdaki acımasız bir idam yöntemiydi. Hıristiyan-lara göre, İsa'nın haç üstünde
ölümü bütün insanların günahlarının kefaretini ödemek uğruna gönüllü olarak kendisini feda etmesini
temsil eder.
ilk Hıristiyanlar İsa’nın Mesih olduğu ve çarmıha gerildikten sonra dirildiği inancına sahipti. Dahası,
kıyametçi görüşlere yatkınlıktan dolayı, yakında dünyanın sonunun geleceği beklentisi içindeydi. Yeni dini
benimseyenler önceleri Kudüs'te gizlice buluşuyordu; ama kısa sürede başka birçok cemaat
Matthias Grünevvald’ın “Isenheim Altarı" adlı bu tablosunda tasvir edilen İsa’nın dirilişi Hıristiyanlığın
temel olayıdır.
Roma yönetiminin Hıristiyanlığı bastırdığı dönemde, Hıristiyanlar ölülerini çoğu kez Hıristiyan
motişeriyle süslenen yeraltı mezarlarına gömerlerdi.
ortaya çıktı. Zamanla bu Hıristiyan cemaatlerin mensuplan birbirleriyle etkileşime girdiler; birlikte dua
etmeye, yemeklerde biraraya gelmeye ve birbirlerine destek vermeye başladılar. Bu ilk
Hıristiyan toplumda bütün erkekler eşitti; kadınların da önemli sosyal mevkilere gelmesine izin verilirdi.
İlk Çatışmalar
İsa’nın müritleri çok geçmeden başka dinsel inançlara mensup çoğunluk tarafından sapkınlıkla suçlandı ve
tehditlerle karşı karşıya
Petrus ve Pav-lus adlı havariler Hıristiyanlığın ilk döneminde öne çıkan vaizlerdi. Pavlus yeni cemaatlere
mektuplarıyla Hıristiyan teolojisinin temelini sağladı.
Mesih’ten Hristos'a
Kitabı Mukaddes’in ibranice versiyonunda, Mesih (ibranice: “yağla kutsanmış kişi”) Tanrı tarafından
israiloğullarının meşru yöneticisi olarak Kral Davut’un soyundan seçilmiş kişiyi belirten bir anlam taşır.
Kıyamet gününde kurtuluşu sağlayacak kişi anlamındaki Hıristiyan Mesih kavramı ise Kitabı Mukaddes’in
peygamberleri konu alan kitaplarında ifade edilir, ilk Hıristiyan-lar İsa'nın çarmıha gerilmesinin ve
dirilmesinin anlamına kafa yorarken, onu her iki vasfı yansıtmak üzere Mesih ve Hristos (Yunanca: “yağla
kutsanmış kişi") olarak anma yoluna gitti. Bu özdeşleştirme Hıristiyan inancın temel noktasını oluşturur.
kaldı. Birçoğu Sama-ria’ya göç ederken, bazıları Antakya’ya kaçtı ve ilk kez orada “Hıristiyan” olarak
adlandırıldılar.
Antakya'da Helenistik-Roma kültlerine bağlı kişilerde onlara katıldı.
Hıristiyan cemaatler çoğu kez yeni mensuplarını, Yahudi kökenli olsun ya da olmasın, sünnet, temizlik
şartları ve gıda kısıtlamaları gibi katı Yahudi yasalarından bağışık tuttu. Hıristiyan önderler vaftizi
simgesel temizlik ayini saydı; böylece sağlanan ruh ve davranış saflığını İsa’nın yolunu izlemek için
yeterli gördü.
Tutunma ve Çoğalma
Yeni dini aktarma çabalan sonraki yıllarda büyük güç kazandı. Genelde Hıristiyanların dikkat çekici
yaşam tarzı, cemaate katılma yönünde bir ilgi uyandırdı. Köleleri de kapsamak üzere aileler topluca yeni
dini benimsemeye yöneldi. Hıristiyanlık Ortadoğu'dan çevreye hızla yayılarak, yoksul ve köle kesimlerin
yanısıra eğitimli ve varlıklı kişileri de içine çekti.
Hıristiyanlığın bu başarısının ana sebebi kurtuluş ve diriliş vaadiydi. Dahası, ilk Hıristiyan
cemaatlerin dayanışması çekiciydi; çünkü varlıklı Hıristiyanlar yoksul, yaşlı ve hasta kişilere bağışlar
yapıyordu. Defin işlemleri cemaatçe yürütülüyor, göçmen Hıristiyanlara barınak sağlanıyor ve hekimler
bedava hizmet veriyordu. Dünyanın sonunun beklendiği gibi yakın olmadığının kavranması üzerine,
Hıristiyan yaşam tarzına gittikçe daha fazla önem verildi. Cemaatlerin çevrelerindeki normları ve
değerleri benimsemeye başlamasıyla birlikte, örgütlü kilisenin temelini oluşturacak hiyerarşik sosyal
yapılar ortaya çıktı. Hıristiyanlara Yönelik Baskılar
Düzenli komünyon ayinleri ilk Hıristiyanların kolektif yaşam tarzının ayırıcı özelliğiydi.
Hıristiyan inancını benimsemenin barındırdığı riskler de vardı. Roma imparatoru Neron MS 64'te
sözde kundakçılık suçlamasıyla Hıristiyanların zindanlara atılıp idam edilmesi yönünde bir ferman
çıkardı. Roma imparatorluğu'ndaki birçok Hıristiyan kurban olma pahasına boyun eğmeye yanaşmadı.
Baskılara direniş Hıristiyanlığın MS 2. ve 3. yüzyıllarda genel kabul görmesini getirdi.
DİN
DİN
KADİM KİLİSE VE ORTAÇAĞ
Hıristiyanlık kralların ve imparatorların desteğiyle yayıldı. Bünyesinde zamanla çeşitli inanç akımlarının gelişmesiyle, kısa
sürede Avrupa’da önemli bir güç unsuru haline geldi.
11. YÜZYILDAN BERİ her papa göreve geldikten sonra kendisine bir ad seçmiştir.
PAPA ANILIRKEN “kutsalpeder” sıfatı kullanılır; papa ise kendisinden “Tanrı kullarının kulu" diye söz
eder.
“Sen Petrus’sun ve bu kaya üstünde kilisemi inşa edeceğim." —Matta İncili 16:18
KATOLİK KİLİSESİ'NDE PAPA en üst makamdır. Roma piskoposunu Havari Petrus’un ardılı sayma
geleneğinin kökleri MS 2. yüzyıla kadar iner. Roma piskoposları 4. yüzyıldan sonra gittikçe artan bir güç
kazanarak bütün kilise örgütlenmesini denetim altına aldı. Papa I. Leon 5. yüzyılda ilk kez Petrus’un ardılı
sıfatıyla üstünlük savını ortaya attı. Barbar istilaları sırasında, papalığın siyasal otoritesi güçlendi.
Ortaçağ başlarından itibaren papa makamı hatırı sayılır siyasal nüfuz ve iktidar elde etti. Rönesans
sırasında papaların iktidara dönük siyasal taleplerinin artması Reform hareketinin (s. 305) başlıca eleştiri
noktalarından biri oldu.
Birinci Vatikan Konsili (1869-1870) papanın yanılmazlığı ilkesini ilan ederken, görevi itibariyle bütün
yukarıda: 21. yüzyılda papalık Hıristiyan geleneği modern yaşamla birleştirme çabası içindedir. solda:
Ortaçağda imparatorlar papanın elinden taç giyerlerdi.
Haçlı seferleri sırasında hac kavramı paganlara karşı bir “haklı savaş” fikriyle bağlantılı bir anlam
kazandı.
Hıristiyanlara yönelik baskılar 4. yüzyılda I. Constantinus döneminde son buldu. Ardılı I. Theodosius
Hıristiyanlığı Roma imparatorluğu'nun devlet dini ilan etti. Daha sonra Hıristiyan Kilisesi siyasal iktidara
bağlı olarak gelişti. Roma papalık makamı, yani kilise önderi papanın iktidar merkezi ve ikamet yeri
sayılmaya başladı. Piskoposlar Papanın önderliğini resmen tanıdı. Piskoposların biraraya geldiği kilise
konsilleri iman ilkelerini belirleyen amentüler konusunda görüş birliğine vararak Hıristiyan teolojinin
çerçevesini çizdi. Roma imparatorluğu'nun 395’te bölünmesi Roma ve Bizans kiliseleri arasındaki
ayrılığı getirdi.
Hıristiyanlığın Yayılması
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da özerk kiliseler ortaya çıktı. Çeşitli ülkelerde Hıristiyanlığın yayılmasını
ve manastırların kurulmasını esas olarak gezgin keşişler sağladı. Frank kralı I. Clovis'in Rheims’ta
vaftiz edilmesi (489) Hıristiyanlığın Avrupa genelinde yayılmasında bir dönüm noktası oldu. Kuzey
Afrika ve iber Yarımadası’nda İslam fetihleri 7. ve 8. yüzyıllarda Hıristiyanlığın güç kazanmasını
engelledi.
Ortaçağ-Papa ve Kral
Kilise ortaçağda dünyevi yönetimle yakından bağlantılıydı. Ortaçağın çok sayıda Avrupa hükümdarı,
papa ve piskoposlar üzerinden kiliseyle ittifaklar kurdu. Böylece Haçlı seferleri gibi askeri girişimler
hem dünyevi, hem de ruhani çıkarlara hizmet etti. AvrupalI Haçlılar kutsal toprakları, özellikle de Kudüs
kentini ele geçirmeye ve Hıristiyan yönetimi altına almaya çalıştı. Ama bu çabalar sonuçsuz kaldı. Papa
ile seküler hükümdarlar arasındaki iktidar müca-, delesi 1122 Tayin Çatışmasıyla doruk noktasına çıktı.
Papalığın kendisi de Büyük Batı Bölünmesi (1378-1417) olarak bilinen bir kriz geçirdi; bu dönemde VII.
Clemens Fransa'nın Avignon kentinde ve VI. Urbanus Roma’da hüküm sürdü.
Reform Hareketi
Manastırlarda ruhani bir reformla kilise düzenini değiştirmeye dönük çeşitli akımlar doğdu. Ortaya
çıkan dilenci tarikatları seküler dünyadan kopuş için her türlü malvarlığından vazgeçmeyi savundu.
Hıristiyan öğretileri klasik felsefeyle birleştiren skolas-tizm gibi görüşlerin belirlediği ortaçağ teolojisi
de manastırların bünyesinde gelişti.
Hıristiyan Kitabı Mukaddesi’nde hem Eski Ahit, hem de Yeni Ahit yer alır. Eski Ahit Yahudi kutsal metin
derlemelerine denk düşer. Hıristiyanlar Eski Ahit'te İsa Mesih'in gelişini Yeni Ahit’in anlattığı biçimde
bildiren kehanetleri ve öngörüleri okur. Yeni Ahit’teki 27 kutsal metnin düzeni 3. yüzyıldan itibaren
şekillendi. Bu metinler dört İncil kitabını, havarilerin hikâyelerini, (ağırlıklı olarak Pavlus’un yazdığı)
mektupları ve Vaftizci Yahya'nın vahyini kapsar. Katolik Kilisesi kanonu, yani Kitabı Mukaddes içeriğinin
resmi listesi 1546'da Trento Konsili'nde kesin karara bağlandı.
Engizisyon ve Misyonerlik
Kilise önderleri 12. yüzyılda sapkın akımları Engizisyon yoluyla cezalandırmaya yöneldi. Engizisyon 15.
yüzyıla doğru kilisenin bir “cadı” avı başlatmasıyla Avrupa’da muazzam bir güç haline geldi. Hıristiyan
hükümdarların ispanya’daki Müslüman varlığını, tamamen son verdiği 1492’den sonra İspanyol Enğzis-
yonu ürkütücü gücünün doruğuna ulaştı. Aynı tarihte Amerika’nın keşfini, Yerli halkları
Hıristiyanlığa döndürmeye yönelik misyonerlik seferleri izledi. Sömürgeleştirme girişimlerine Yerli
kültürleri sindirme ve büyük çaplı köleleştirme çabaları da eşlik etti.
Lucas Cranach’ın “Erasmus Reformcular Arasında" (1520) tablosu: Johannes Forster, George Spaiatin,
Martin Luther, Johannes Bugenhagen, Rolterdam'lı Erasmus, Justus Jonas, Caspar Cruciger ve Philipp
Melanchthon.
Mezhepler Arasındaki Farklılıklar
Katolik iman anlayışına göre, kilise öğretileri Kitabı Mukaddes’e ve Hıristiyan geleneğine dayanır.
Tanrı’nın sözleri kilise doktrinleriyle açıklanır. Reformcular iman geçerliliği için tek başına Kitabı
Mukaddes’in yeterli olduğunu vurgulayarak, kilisenin dinsel yorum üzerindeki geleneksel egemenliğine
karşı çıktı. Kilise bir kişinin Tanrı mafiretine ulaşma sürecinde “bedel ödemesi" gerektiği görüşünü
benimserken, Luther Tanrı inayetinin edilgenliği nedeniyle tek başına imanın yeterli olduğunu savundu.
Hiyerarşik yapılı kilise öteden beri Tanrı ile insanlar arasındaki tek aracı sayılmıştı; buna karşılık Luther
“bütün inananların ruhbanlığı” görüşünü öne çıkardı. Luther'e göre kilisenin yedi ayininden (vaftiz,
aşai rabbani, kefaret, kiliseye kabul, izdivaç, rahipliğe atanma ve kutsal yağla takdis) sadece ilk üçü ge-
çerliydi. Zwingli ise vaftiz ve aşai rabbaniyi sırf iman simgeleri saydı.
Martin Luther geleneksel Hıristiyanlığa yönelik sarsıcı saldırısıyla Batı Kilisesi tarihindeki en büyük
değişimi başlattı ve bugünkü Protestan mezheplerin doğuşunu sağlayan ilk adımı attı.
Martin Luther 1517 'de papalığın endüljans satışına karşı Wittenberğ’de ilan ettiği 95 tezle Reform
hareketinin kıvılcımını çaktı.
; ;......
Reform hareketini Martin Luther’in insanlar ile Tanrı arasında aracılık savlarıyla siyasal ve finansal
güç kazanan ve özel izinler ya da manevi kurtuluş vaatleri satan kilise yetkililerine karşı protestosu tetik-
ledi. Onun inançları Protestan Hıristiyanlık biçimlerine temel oluşturdu. Reform hareketi çok geçmeden
kilisenin Katoliklik ve Protestanlık arasında bölünmesine yol açtı. Böylece Katolik olmayan çok sayıda
özerk cemaat kuruldu: 1525’ten başlayarak Lutherci devlet kiliseleri ortaya çıktı; Ulrich Zvvingli daha
1523'te Zürih için reformcu bir kilise programı hazırlamıştı; 1535’te İngiltere Kili-
sesi oluşturuldu; Jean Calvin 1541'de Cenevre'de bir Protestan kilisesine öncülük etti. Reform hareketine
tepki olarak, Almanya’da bölgesel yöneticilere uyruklarının inancına karar verme yolunu açan
Trento Konsili toplandı. Ne var ki, mezhepler arasındaki gerginlikler tırmanmaya devam etti ve
bunun getirdiği siyasal sonuçlar Otuz Yıl
Aydınlanma ve Uyanış
Avrupa’da 17. yüzyılda başlayan Aydınlanma çağı Hıristiyanlığın sorgulanmasına sahne oldu.
Dinsel inançları körü körüne imandan ziyade insan aklına dayandırma yönünde girişimler başladı.
Fransız Devrimi’nden sonra radikal bir sekülerleşme süreci bütün Avrupa'yı sardı. Böylece kilise
ve devletin birbirinden kopuşu daha da hızlandı.
18. yüzyılda özellikle İngilizce konuşulan bölgelerde, kişisel dindarlığa ağırlık veren eski komü-nal
fikirlere dayalı Hıristiyan uyanış hareketleri ortaya çıktı. Daha 1609’da Amsterdam'da ilk Baptist cemaati
kuruldu. John VVesley 1629’da kardeşleriyle birlikte Me-todist Kilisesi’nin temelini attı. Baptist vaiz
VVİlliam Miller’ın etkisi Ad-ventist akımının doğuşunu getirdi. Joseph Smith 1830’da Ahir
Zaman Azizleri (Mormonlar) hareketini başlattı. Pentekostal akım 20. yüzyıl başlarında gelişti ve
özellikle çeşitli tezahürleri açısından kutsal ruhun etkisini öne çıkardı.
20. yüzyılda ortaya çıkan birçok Protestan mezhebi geniş bir taban buldu. Katoliklik
kendisini Protestanlığa ve seküler hümanizme tepki temelinde tanımlamaya devam etti, ikinci Vatikan
Konsili kilise hiyerarşisini daha geniş bir kesime açtı, ibadette Latince’nin yerine modern diller
benimsendi ve kilisenin bütün insanlığa bağlılığı ilan edildi.
BATI KÜLTÜRÜNÜN neredeyse bütün alanları Kitabı Mukaddes ve kilise geleneklerinin yoğun etkisini
taşır.
DİYALOG İÇİN Musevi ve İslam dünyalarına açılmak Hıristiyan kilisesinin modern çağda önüne koyduğu
görevlerden biridir.
.....
vrmoqıtA*«tc<İ C\
İspanyolların Meksika'yı fethinden sonra Yerlilerin vaftiz edilişi: Misyonerlik ve sömürgecilik 20.
yüzyıla kadar çoğu kez el ele gitti.
lerde köktenci ve evanjelik dinsel hareketler ortaya çıktı. Çoğu kez bu yeni dinsel ifade biçimlerine
“garip dillerde konuşma” gibi trans haline benzer ve yüksek heyecan uyandırıcı toplu deneyimler
damgasını vurdu.
DİN
Çok sayıda kültür ve geleneğin varlığı Hıristiyan yaşamının ayırıcı bir özelliğidir. Güney Amerika'da
Hıristiyanlığın son derece canlı bir biçimi geçerlidir.
ÖZEL BİLGİLER
Aşai rabbani ayini İsa'nın çektiği acıları ve dirilişini hatırlatırken, katılımcılarda dürüstlük duygusunu
uyandırmaya yöneliktir.
Tek ve ebedi bir Tanrı’ya ve onun oğlu Nasıralı İsa’nın kurtarıcı Hıristiyanlığın temelleridir.
Nasıralı İsa'nın kendini kurban edercesine ölümü ilk Hıristiyanlarca bir kefaret edimi sayıldı.
Onlara göre, Tanrı’nın insanlara ulaşmak üzere gönderdiği İsa Mesih bir kutsal aracı ve doğru manevi
yola giriş için bir rehber işlevini görmüştü.
Kurtarıcı Mesih
insanların Tanrı’ya yakınlığının İsa Mesih’in ölümü ve dirilişiyle yeniden sağlandığı kabul edilir.
İsa'nın kendisini feda etmesi sayesinde, bütün âlemin günahları bağışlanmıştır. Hıristiyanlar İsa Mesih'in
kıyamet gününde ölüleri
Hıristiyanlıkta bebeklerin vaftizi 2. yüzyılda başlayan bir âdettir. Vaftiz babası bu törende çocuğun imanlı
yetişmesine destek olacağına yemin eder.
diriltmek ve Tanrı’nın sağ tarafında oturmak üzere dünyaya bir daha döneceğine (ikinci geliş) inanır.
Tanrı'nın inayetini kabul etmeye hazır bütün insanlar için kişisel günahlardan dolayı bağışlanmayı,
kurtuluşı ve ebedi bir hayatı
Kutsal Üçleme
Baba, oğul ve kutsal ruhun ebedi öz birliğini (“kutsal üçleme”) öngören ve evrensel bağlayıcılık taşıyan
kilisesi doktrini Nikaia (325) ve Konstantinopolis (381) ekümenik kon-si I lerinde ortaya kondu. Buna
göre, tek ve eşsiz Tanrı dinsel tarih sürecinde insanlara sırayla görünen (baba-yaratılış; oğul-kurtuluş;
kutsal ruh-kişisel inanç) ve aynı özden gelen üç niteliği kapsar. Tartışmak üzere sunulan
aykırı yaklaşımların hepsi sapkınlık sayılarak reddedilmiştir.
mümkün hale getirmiştir. Dirilişe ve ölümden sonra hayata inanç Hıristiyan yaşam tarzının niteliğini
iki bakımdan belirler: Birincisi, ölümden sonraki hayat karşısında dünyevi varoluşu göreceleştirir;
İkincisi, diriliş ve ölümden sonra hayat beklentisiyle ahlaki davranışları özendirir.
Kitabı Mukaddes Eski Ahit (Yahudi Tevratı'na dayanan ilk beş kitap Pentateukhos dahil) ve Yeni Ahit
bölümlerinden oluşur. Hıristiyanlar bütün Kitabı Mukaddes’in Tanrı kelamı olduğuna
Mesih olarak dirilişine inanç inanır. Yeni Ahit İsa'nın hayatının ve öğretilerinin ilkelden anlatıldığı dört başlar ve Havari
Pavlus’un çeşitli kentlerde yeni oluşturulan Hıristiyan cemaatlere yazdığı mektuplarla devam eder. Günümüzde Hıristiyanlar
Kitabı Mukaddes'teki sözlerin lafzi yorumu konusunda farklı inançlar taşır. Köktenci Hı-ristiyanlar Kitabı Mukaddes’in harfiyen
doğru olduğunu savunur ve bu kanıdan hareketle birçok değişik konuda özgül anlayışlara varır.
Ayinler
Ayinler İsa Mesih’in kutsal yaşamını taklit etmeye yönelik törensel edimlerdir. Ancak Ortodoks, Katolik
ve Protestan kiliseleri arasında ayinlerin uygulanışına ve dayandığı anlayışa ilişkin ayrılıklar vardır.
Vaftiz bütün mezheplerce kişinin Hıristiyan topluma katılışını sağlayan bir ayin olarak görülür.
Günahlardan arındırıcı bu simgesel yıkanma Hıristi-
Yeni Ahit'in son kitabıdır. Dünyanın sonunun yaklaşmasını bildiren bir kehanet sayılır.
TEOLOJİ BİR BİLİM olarak Hıristiyanlığın geçmişteki ve şimdiki biçimlerini sistematik biçimde
incelemeyi kapsar.
BAŞLICA TEOLOJİK DİSİPLİNLER: Kitabi Mukaddes bilimi (Eski ve Yeni Ahit'i yorumlama), kilise
tarihi, sistematik teoloji (“dogmatikyaklaşım" ya da doktrinsel teoloji ve etik) ve pratik teoloji (vaazlar,
dinsel pedagojiler ve ayinler).
eden şarap dökülmüş ekmek yer. Bununla birlikte böyle bir deneyimin gerçekliğe uygunluğu konusunda
epeyce anlaşmazlık vardır.
Kilise
Kilisenin kuruluşu genellikle Pente-kostes mucizesiyle, yani kutsal ruhun içlerine dolmasıyla havarilerin
Hıristiyan mesajını öğretme ve yayma talimatını almasıyla ilişkilendirilir. Kilise örgütlenmesi siyasal bir
çizgide gelişmiştir; çünkü öncülük, öğreticilik ve yardımcılık gibi çeşitli işlevler kalıcı hiyerarşik
yan kimliği için temel önemdedir. atamalara temel oluşturur. Bir müminin İsa Mesih'in bedeniyle yakınlığı
aşai rabbani ya da komün-yon ayiniyle gösterilir. Her mezhebin benimsediği bu ayinde cemaat Veda
Yemeği’ni canlandırarak, İsa Mesih’in bedenini ve kanını temsil
GÜNÜMÜZDE HIRİSTİYANLIK
Birçoğunun daha açık diyalogla ve ortak hayır işleri yoluyla uyum sağlama arayışında olmasına karşın,
mezhep farklılıkları Hıristiyanlar arasındaki çekişmeleri körüklemeye devam ediyor.
Batı dünyasının birçok kesiminde, Hıristiyanlık dinsel bakımdan kararsız ya da ateist bir toplumla karşı
karşıyadır.
Hıristiyanlığa ilişkin klasik bir eleştiri noktası kutsal metinlerinin tarihsel bakımdan geçerli olmadığı,
benliği ve dünyayı bastırıp yadsımanın yanı sıra edilgenliğe yöneltecek biçimde insan arzularını
köreltmeye dönük bir tasarımdan öteye geçmediği suçlamasıdır.
Dahası, Hıristiyanlık tek doğru din olma savının yanı sıra başka dinlere karşı hoşgörüsüzlük gerekçesiyle
eleştirilmiştir.
Diğer tartışma konuları çoğu kez yapay dölleme, kürtaj ve eşcinsellik gibi meselelerle ilişkilidir.
solda ve sağda: Batı dünyasında geleneksel dindarlık biçimleri geriliyor. Dahası, modern etik çoğulculuk
Hıristiyan inançlar önünde büyük bir engel olarak duruyor.
teknolojisi, kök hücre araştırmaları ve ötenazi gibi tıp etiğine ilişkin sorunlar gelir.
Kuzey Amerika ve Avrupa’da ortaya çıkan feminist teolojinin amacı dinde cinsiyet eşitliğini sağlamaktır.
Sömürge
Günümüzde Hıristiyan teolojisinin gündeminde dünya gerçeklerinin ve dindarca bir yaşamın bağdaşabilir-
liğine ilişkin sorunlar vardır. Bir bilim olarak teoloji modern dilbilim ve tarih bilgileri üzerinde durur.
Batı demokrasilerinde Hıristiyan kilise-
leri din özgürlüğü güvencesi altında varlığını sürdürmekte ve ahlaki, sosyal, siyasal
meselelerde görüşlerini belirtmektedir. Dünyanın başka yerlerinde ise Hıristiyan-lar inançlarından dolayı
engellenmekte, sindirilmekte ve baskıya uğramaktadır.
Güncel Konular
21. YÜZYIL
KÜRESELLEŞME SÜRECİ Hıristiyan kiliseler için paradoksal biçimde hem bir köstek hem de bir
fırsattır.
ÖZGÜR YAŞAMA HAKKI İbrahim! dinler Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki diyalogların ana
temalarından biridir.
küreselleşme sürecinin ekonomik ve sosyal sonuçları, modern medyanın işleyişi ve arabuluculuğu, teoloji
ile doğa bilimleri arasında diyalog sayılabilir. Sürekli gündemde olan tartışma konularının başında doğum
öncesi tanı ve tedavi, gen
geçmişine sahip ülkelerde Hıristiyanlığın gittikçe önem kazanması kurtuluş teolojisiyle bağlantılıdır. Bu
akıma bağlı olanlar İsa’yı sadece manevi lanete değil, dünyevi sosyal adaletsizliğe ve ekonomik
eşitsizliğe karşı mücadelede bir kurtarıcı olarak görür. Latin Amerika'da yaygın bir taban bulan böyle
hareketler sosyalist bir nitelik taşır ve Avrupa’dan yardım almaksızın özgüven kazanmaya çalışır.
Çeşitlilik ve Diyalog
Dünya Kiliseler Konseyi (WCC) Afrika, Asya, Karayipler, Latin Amerika, Ortadoğu ve Pasifik
bölgesinde yaklaşık 400 milyon Hıristiyan’ın temsil edildiği bir çatı örgütüdür; bünyesinde 100’ü aşkın
ülkedeki 340’tan fazla kilise ve kilise topluluğu yer alır: Ortodoks kiliselerinin çoğu, Protestan
Reform hareketinden doğan Anglikanlar, Baptistler, Lutherciler, Metodist-ler ve Reformcular gibi birçok
kilise, ayrıca başka bağımlı ve bağımsız kiliseler. Katolik Kilisesi VVCC’ye üye değildir.
Hıristiyan kiliselerinin Musevilik, İslam, Hinduizm ve Budizm gibi diğer dünya dinleriyle ilişkisini esas
olarak barış çabalarının yanısıra kültürler ve dinler arası verimli bir diyaloga dönük hareketler belirler.
Papa II. Jean Paul’un 1986 ve 2002'de önayak olduğu uluslararası ve dinler arası barış için dua
toplantıları dinsel hoşgörü yönünde çığır açıcı bir girişim sayılır. Din önderleri arasında karşılıklı güveni
güçlendirdiği
Dini Takvim
DİNİ TAKVİM yıl içindeki kilise kutlamalarının ve şenliklerinin sırasını belirtir. Temeli Pazar günleri
yapılan haftalık ibadettir. Batı geleneğinde kilise takvimi İsa Mesih’in dünyaya gelişini belirten ve Noel
Yortusu öncesindeki dört haftayı kapsayan "Noel’Te başlar. Diğer önemli yortular İsa’nın ölümünü
(Hayırlı Cuma), dirilişini (Paskalya) ve göğe yükselişini anmaya yöneliktir. Kutsal ruhun yeıyüzüne inişi
Hamsin Yortusu’yla kutlanır.
Kutal Uçluk
Bayramı
Pentecost
Dünya Gençlik Günü’ndc dünyanın her yanından gelen gençlerin buluşması Katolik Hıristiyanların süren
dayanışmasını sergiler.
DİN
İslam öncesi Arabistan’da kabileler koruyucu yerel ilahlarına taparlardı. Muhammed tek bir tanrıya inancı dile getirdiğinden
öfke, kuşku ve şiddetle karşılaştı.
BUGÜN BİLE hayatının her yönüyle örnek oluşturan ideal kişi sayılır.
Dünyanın ilk camisi Peygamber Muhammed’in Medine'de oturduğu evde inşa edildi.
Muhammed’in Hayatı
PEYGAMBERLİK ÖNCESİNDEKİ 40 yıllık yaşamı hakkında çok az şey bilinen Muhammed 570
dolaylarında Mekke’de doğdu. Küçük yaşta yetim kalınca, amcası Ebu Talib’in vesayeti altında yetişti.
ÖZEL YAŞAM: Muhammed bir tüccardı ve hizmetinde çalıştığı Hatice adlı zengin dulla 595’te evlendi.
Ona sadık ve sevecen bir koca oldu; başarılı ve dürüst bir tüccar olarak itibar kazandı. Çağrı almadan
önce bile dikkat çekici bir dinsel
yaşamı vardı; dua etmek amacıyla sıklıkla çöllere çekilirdi. Sonra birkaç evliliğini ancak Hatice’nin
ölümünden (619) sonra yaptı.
SİYASAL VE DİNSEL ÖNDER: Muhammed yaşamına ve peygamberliğine son vermeye çalışan düşman
kabilelere karşı askeri seferler yürüttü. Hiçbir ardıl belirlemeden, 632’de Medine’de öldü. Bu daha
sonraları İslam’da bölünmeye yol açacak bir çatışma doğurdu.
Muhammed’in Mekke'den Kudüs’e “gece yolculuğu"’ndan sonra gökyüzüne çıkışını konu alan bir
minyatür.
Sünnet ve Hadis
KİLİT BİLGİLER
| Muhammed Peygamber | İslam'ın yayılışı | Kuran | Kuran'da Tanrı ve insanlar \
İslam'ı yaşam \ Günümüzde İslam
İSLAM’A GÖRE
Muhammed,
Allah'ın dünyaya
gönderdiği son
peygamberdir.
İLAHİ VAHİYLE
inmiş bir metin
sayılan Kuran, İSLAM-ALLAH’A TESLİM OLMAK
Allah’ın
insanoğluna İslam büyük dünya dinlerinden biridir. MS 7. yüzyılda Arap Yarımadası’nda ortaya
son mesajı olarak çıkışından beri dünyanın her tarafına yayılmıştır. Müslümanlar günümüzde
kabul edilir. Hıristiyanların ardından ikinci büyük dinsel topluluğu oluşturur. Müslümanların
çoğunlukla Asya ve Kuzey Afrika'da yaşamasına karşın, İslam 20. yüzyılda göçler ve
Şİİ-SÜNNİ din değiştirme yoluyla Amerika ve Avrupa'da bir varlık kazanmıştır. Günümüzde
BÖLÜNMESİNİN geniş bir inanç ve görenek yelpazesi Müslümanları ayırır; ama hepsi
kökleri 7. yüzyıla Muhammed’i peygamber sayar.
iner.
E ® İslam “Allah'a teslim olmak" anlamına gelir.
İSLAM’IN BEŞ
ŞARTI her dindar
Müslüman ’ın
yerine getirmesi
gereken dinsel
vecibelerdir.
Bir tüccar olan Muhammed ilk vahyini 610’da, ona Allah'ın resulü diye hitap eden baş melek
Cebrail’den aldı. Cebrail bu görüşmede Allah’ın kelamını başkalarına aktarma ve
onları Allah’a teslim olmaya çağırma görevini bildirdi. O geceden itibaren Muhammed gönlünü Cebrail
tarafından iletilen vahiylere açtı. Bu yolla aldığı mesajlar İslam’ın kutsal kitabı Kuran’ı oluşturur. Kuran
adı “oku” anlamındaki Arapça bir kökten gelir. Muhammed’in ortaya koyduğu din yolunu ilk izleyenler
aile mensupları ve yakın arkadaşlarıydı. Ancak peygamber büyük dirençle karşılaştı; Mekke’yi yöneten
kendi kabilesi Kureyş’ten bile ölüm tehditleri aldı. Bütün kabile sınırlarını aşan ve ortak bir inancı
benimseyen bir toplum kurma girişimi tehlike olarak görüldü. Bunun üzerine Muhammed dinsel
görüşünü öğretmesini isteyen Medine kentindeki kabile reislerinin davetini kabul etti. Yandaşlarıyla
birlikte Mekke' den gizlice ayrılarak Medine’ye gitti. Hicret olarak bilinen bu göç, İslam dininin
başlangıç noktası sayılır.
Medine’deki Ümmet
Medine’ye göçle birlikte, Muhammed “ümmet" adını verdiği yeni Müslüman topluluğun dinsel ve siyasal
önderi haline geldi. Hazırladığı Medine sözleşmesinde Müslümanların ve yerel Yahudi
kabilelerinin uyum içinde birarada yaşamasını sağlamaya yönelik hükümler vardı. Ama kısa bir süre
sonra ortaya çıkan anlaşmazlıklar Yahudi kabileleri Medine'den ayrılmaya yöneltti.
Aynı dönem Müslümanlar ile Kureyş önderleri arasında çarpışmalara da sahne oldu. Savaş 630’da bütün
Kureyş kabilesinin İslam’a dönmesiyle ve peygamberin
Müslümanlar sünneti, yani Peygamber Muhammed’in yaşam tarzını izlemeye çalışırlar. Bunun için sadece
Kuran’ı değil, hadisleri de esas alırlar. Peygamberin söylediği sözler ve yaptığı işler üzerine ilk ağızdan
anlatılan öykülere ve deyişlere “hadis” denir. Önceleri sözlü olarak aktarılan hadisler Muhammed’in
ölümünden 1-2 yüzyıl sonra derlenip yazılı hale getirildi. Bunların güvenilirliği konusunda bazı görüş
ayrılıkları vardır. Günümüzde sahih sayılan hadis derlemeleri 9. ve 10 yüzyıllardan (hicri takvime göre 2.
ve 3. yüzyıllardan) kalmadır.
barışçıl biçimde Mekke’ye girmesiyle son buldu. Arap Yarımadası’ndaki diğer kabilelerin yeni ümmete
katılması, İslam adına hareket eden güçlü bir kabile konfederasyonu yarattı.
İSLAM’IN YAYILIŞI
Peygamberin ölümünü izleyen 120 yıl içinde İslam hem doğuya, hem de batıya doğru yayıldı. Öte yandan,
önderlik konusundaki çatışmalar yeni dinde büyük bir bölünmeye yol açtı.
Karadeniz * Konstantinopolis
* Fustat (Kahire)
Umman Denizi
gelir._
Şİİ MEZHEPLERİNİN en büyüğü on iki imamı dinsel önder olarak tanıyan İmamiye'dir.
İ MAM İYE mezhebinin kuruluş tarihi bazı kaynaklarda 680 olarak belirtilir.
Bağdat’taki Altın Cami gibi bir imam türbesinin yanında kurulmuş mabetler Şiiler için önemli kutsal
yerlerdir.
Şiilik
BÖLÜNME: Şiiler Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra Sünni çoğunluktan ayrıldı. Bu bölünme
ilk üç halifenin meşruiyetini tanımaya yanaşmamalarının sonucuydu. Onlara göre, Muhammed’in yegâne
meşru ardılları ve ümmetin önderleri (imamlar) Ali ve peygamberin kızı Fatma’nın soyundan gelen
erkeklerdi. Şii inancı bu meşru imamların yanılmaz oluğunu, doğaüstü nitelikler taşıdığını ve ümmet
uğruna şehit düşerek öldüğünü öngörür.
din
İNANÇLAR: En büyük Şii mezhebi imamiye'nin bakış açısından on ikinci imamın 9. yüzyılda kayıplara
karışmasından beri ümmet meşru önderlikten yoksundur. Onun dönüşüne kadar bu boşluğu din âlimleri
doldurmalıdır. Dolayısıyla sıkı hiyerarşiye dayalı bir Şii ruhban sınıfı ortaya çıkmıştır.
Muhammed’in ölümünden sonra, Müslüman İslam ümmetinin önderi olarak siyasal ve askeri
işlevlerini üstlenecek uygun bir ardıl belirleme arayışı öne çıktı.
Muhammed’in ilk dört ardılı hule-fayı raşidin (“doğru yolda giden halifeler”) sayılır. Onların önderliği
altında yeni din askerî gücün yanı sıra ticaret ve inanç değiştirme yoluyla birçok yeni kente ve
bölgeye yayılırken uyumlu bir dönem yaşadı. Birinci halife Ebube-kir (632-634),
Harun Reşid'in
Masalları"ndan gelir.
ve Osman (644-656) başa geçti. Dördüncü halife Ali (656-661), Muhammed’in kızı Fatma'nın eşiydi.
Bu döneme damgasını vuran özellik İslam topraklarının hızla genişlemesiydi. Ali’nin öldüğü sırada,
Müslümanlar daha önce Sa-sani imparatorluğu’na bağlı bütün bölgeye (Irak ve İran’ın bir kesimi) egemen
olmuştu. İslam orduları kuzeyde Orta Asya içlerine, batıda
• Kurtuba İşbitiye
Akdeniz
*Trablus ^deriye.
eski Bizans bölgeleri Suriye ve Filistin’i aşarak Kuzey Afrika'ya kadar ulaşmıştı. Fethedilen bölgelerde
Müslüman önderler yerel sakinlerden hemen din değiştirmelerini istemedi. Bunun yerine ilk başlarda
İslam yönetiminin tanınması öne çıkarıldı. Gayrimüslimlere cizye denen bir vergiyi ödeme karşılığında
koruma ve din özgürlüğü sağlandı.
Ali'nin ölümü üzerine, Muaviye’nin yerine geçmesiyle Emevi halifeliği (661-750) başladı. Şam’ı merkez
edinen Muaviye valileri doğrudan atamaya yöneldi, ilk Müslüman hanedanın kurucusunun bu davranışının
meşruiyeti daha baştan tartışma konusu oldu. Ama İslam yayılması kesintiye uğramadan sürdü. Müslüman
orduları Kuzey Afrika'da Bizans yönetimindeki bölgeleri ve ispanya’yı ele geçirerek, Fransa'nın güneyine
kadar ilerledi. Flatta Hint yarımadasına kadar ulaştı ve Bizans başkenti Konstantinopolis’i birkaç sefer
kuşattı.
Emevi halifeliği 750'de Abbasi hanedanınca devrildi. Abbasi halifelerinden Harun Reşid’le
birlikte İslam topraklarında ve başkent Bağdat’ta bir refah dönemine girildi.
m Buhara Semerkant
* Şam * Kudüs
a Medine • Mekke
Kız.ldeniz
İslam imparatorluğu ertesi yüzyıl ispanya (Kurtuba) ve Mısır’da karşı halifeliklerin kurulmasıyla
dağılmaya yüz tuttu. Abbasi halifeler 11. yüzyılda siyasal iktidarı Arap olmayan Müslüman hanedanlara
kaptırdı. Halifenin rolü 11. yüzyıl ortalarından itibaren sultan sanıyla anılan bir siyasal yöneticinin
seçimini onaylama düzeyine indi. Mısır’da 13. yüzyılda başa geçen Memlûklar halifelik makamını
Bağdat'tan Kahire’ye taşıdı.
değiştirildi. Halifeliğin de merkezi haline gelen OsmanlI imparatorluğu gücün doruğundayken Avrupa,
Kuzey Afrika ve Asya’da geniş bölgeleri içine alan sınırlara ulaştı. Ancak 20. yüzyıla girilirken artık
zayıflamış olan halifelik Atatürk tarafından 1924'te kaldırıldı.
ÖZEL BİLGİLER
SÜNNİLERİN çoğunlukta olduğu Mısır 11. yüzyılda Şii Fatımi halifelerinin yönetimine girdi.
AYNI DÖNEMDE Şii Büvehyiler Bağdat'taki Abbasi halifeliğinin koruyuculuğunu üstlendi.
MISIR'DA 13. yüzyılda köle asker kökenli Memlûk hanedanı başa geçti. İSPANYA'DA İslam yönetimiyle
birlikte Museviliğin canlanması çok az bilinen bir tarihsel olgudur.
KURAN—ALLAH’IN KELAMI
Kuran İslam’ın kutsal kitabıdır. Allah’ın 610'dan 632’ye kadar 22 yıl boyunca Muhammed’e vahiy yoluyla bildirdiği sözleri içerir.
İlk başta ezberlenerek akılda tutulan bu ayetler daha sonra Muhammed’in yanındaki kâtiplerce yazıya geçirildi.
DİN
biçimde ifade edilemez; edebi inceleme yoluyla değiştirilmesi de caiz değildir. Her ne kadar
Kuran'ın çevrilmiş versiyonları varsa da, “meal" denen bu çeviriler her türlü ibadette okunan özgün
Arapça versiyonun yerini tutamaz, imanın gereklerini yerli dilde öğrenmenin yararlı olmasına karşın,
bir din adamının zamanla Kuran’ın özgün metnini okuyup anlamaya yetecek kadar Arapça öğrenmesi
zorunludur. Bu bakımdan İslam dünyasının öğrenim kurumlan Kuran mekteplerinden doğmuştur. Kuran’ın
dili olması itibariyle Arapça kısa sürede İslam sanat ve bilim dallarının ifade aracı haline geldi. Arapça
grameri öğrenmek günümüzde de Müslüman din âlimlerinin eğitim ve müfredatının gerekli bir parçasıdır.
Aradan geçen zamanla Kuran sureleri hat sanatı eserlerine de konu oldu ve bunlar çoğu kez hem
seküler, hem de dinsel mimari yapılarda süs unsuru olarak kullanıldı.
Kuran Mucizesi
İslam’ın kutsal kitabı ayetlerden oluşan 114 sureye ayrılmıştır. Her ayet emsalsiz bir ibare
ve Muhammed’in peygamberliğinin bir kanıtı sayılır. Kuran mucizesinin okurda uyanan güzellik
izleniminde yattığı düşünülür.
İslam'a göre, Kuran bizzat Allah’ın mesajını içerir ve insanların yazar sıfatıyla Tevrat ve incil’de yaptığı
gibi değişikliklere uğramamıştır. Dahası, bu kutsal metin sayesinde insanoğlunun tanrısal hakikati
öğrenmesi İslam öncesi cehaleti sona erdirmiştir.
Kuran’ı Okumak
Arapça Kuran kelimesi çoğunlukla "okuma" ya da “toplama” olarak çevrilir. Çeşitli tekrarları
barındıran şiirsel ve dokunaklı dilinden dolayı, Kuran yüksek sesle ve müzikal tonlamayla okunmaya son
derece elverişlidir.
Kuran'ın hem okunması, hem de dinlenmesi muteber bir iş sayılır. Tamamını ya da büyük bir kısmını
ezberlemeye de yüksek değer verilir. En gözde din âlimlerinin birçoğu daha çocukken Kuran'ı
ezberlemiş olmalarıyla tanınır. Günümüzde Kuran’ı ezbere okuyabilen kişiler “hafız” olarak bilinir ve
Müslüman toplumunda yaygın itibar ve saygı görür.
Fatiha S uresi
Kuran’ın birinci suresi “Fatiha" en sık okunan duadır. İslam inancının ve inanmış her Müslümandan
beklenen dindar tutum temel ifadelerinden biridir. Namazda okunan bir sure olmasının dışında,
gelenek uyarınca nikâh ve cenaze gibi törenlerde de topluca okunur.
[f
i *Ja
Kuran değişik sayıda ayetlerin yer aldığı 114 sureden oluşur. En kısa surede iki, en uzun surede ise 286
ayet vardır. “Fatiha” adlı birinci sureden sonra, sureler genellikle en uzundan en kısaya doğru belirli bir
düzenle sıralanmıştır. Önemli bir talimat niteliğindeki “Oku" sözüyle başlayan 96. sure,
Muhammed’e inen ilk vahiy olarak kabul edilir. Bütün surelerin başında “besmele" yer alır. Müslümanlar
“rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” anlamındaki bu ibareyi her işten önce söyler. Kuran'ı yazılı
olarak derleme ve ayrı sureler halinde sıralama çalışması, Muhammed'in ölümünden sonraki yılda
birinci halife Ebubekir’in gözetiminde başladı, ikinci halife Ömer döneminde her sureye Mekke
döneminde (hicretten önce) ya da Medine döneminde (hicretten sonra) indiğini belirten ayrıntılar
eklendi. Metne son hali üçüncü halife Osman'ın gözetiminde 650 dolayında verildi.
Allah'ı, insanları ve hayvanları resmetmenin Sünni İslam'da geleneksel olarak yasak sayılmış olması
nedeniyle, Delhi'deki Kutup Minaresi gibi mimari yapılarda süs olarak çoğu kez hat sanatıyla işlenmiş
Kuran metinlerine rastlanır.
Kuran’ın ana bölümleri Allah'ın tekliğine ve bölünmez bütünlüğüne ilişkin öğretilerdir. Gökyüzünü,
dünyayı ve hayatı yaratan tek bir ilahın olduğu belirtilir; ama bunların hiçbiri ona denk tutulmaz.
Müslümanlar Allah’ı Kuran’dan çıkarılmış 99 güzel isimle anar. Allah'ın en sık tekrarlanan sıfatları
rahman ve rahim oluşudur. Kuran’da Allah’a birçok ilahi vasıf yakıştırılır; bunlardan biri de insanlarca
kavranabilecek hiçbir şeyle kıyaslanamayacağıdır. Allah her şeye kadirdir ve ebedidir; Allah cezalandırır
ve yok eder, ama adil ve merhametlidir.
MÜSLÜMANLARA GÖRE İncil ve Tevrat kutsal kitaplardır; Kuran'da anlatılan olayları daha iyi
anlamayı sağlayabilirler.
KİTABI MUKADDESTE geçen Âdem, Nuh, Davut, Eyüp, İbrahim, Musa, Lût, Yusuf, Zekeriya ve İsa gibi
peygamberlerden Kuran'da da söz edilir.
İslam’a göre, Allah imana çağırmak üzere her insan kavmine peygamberler göndermiştir. Ama Muhammed, mesajları bütün
insanlığı ilgilendiren bir Arap peygamberidir.
Peygamberler
Allah insanlara doğru yolu göstermek ve ilahi ceza korkusuyla günahlardan kaçınmaları uyarısında
bulunmak üzere her zaman peygamberler göndermiştir. Bunlardan Musa Tevrat’ı, İsa incil’i ve
Muhammed de Kuran’ı getirmiştir.
İslam’da bütün peygamberler eşit itibara sahiptir; hiçbiri diğerlerinden daha önemli değildir. Ayrıca,
bütün peygamberler ve sahih haliyle kutsal kitapları eşit konumdadır. Müslümanlar birini diğerlerine karşı
kayırmadıklarını belirtmek zorundadır. Kuran'a göre, Allah'ın gönderdiği peygamberler çoğu kez
dinlenmemiş ve hatta insanlara aktardıkları
İSLAMİ BAKIŞ AÇISINDAN Kitabı Mukaddes lafzen ya da tamamen sahih bir mesaj sayılamaz; bunun
başlıca sebebi Kuran’daki bazı ifadelerle doğrudan çelişmesidir. Bununla birlikte gerek İncil, gerekse
Tevrat tarihi anlamak açısından başvurulabilecek kutsal kitaplar olarak kabul edilir.
Müslümanlar ishak’ın da babası olan İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan geldiklerine inanırlar. Kuran’da
Yusuf ve Isa peygamberler çok ayrıntılı biçimde ele alınır. Meryem'e de değinilir ve kendisini Allah'a
adamış olmasından dolayı seçkin bir konum taşıdığı belirtilir. İsa'yı doğurmak üzere Allah
tarafından seçilmiş olması buna bağlanır.
KURAN'DA İSA incil’i aktarmış kişi olarak, Muhammed’den önceki son peygamber sayılır. Ama
Müslümanlarca hiçbir biçimde Allah’ın oğlu olarak kabul edilmez. Yine islami yoruma göre,
İsa çarmıha gerilmemiştirve müritlerinin huzurunda Allah tarafından kurtarılmıştır.
Âdem ile Havva hikâyesi ve ikisinin cennetten kovuluşu Kuran’da da yer alır.
Tasavvuf
Tasavvuf 8. yüzyılda ortaya çıkan bir dinsel akımdır. Bu yolu tutan mutasavvıflar zahiri ibadeti
tamamlamak ve sağlamlaştırmak üzere Allah’la içsel ve duygusal biryakınlığa ulaşmaya çalışırlar. Eski
tasavvuf anlayışı Allah’a varma yoluna Kuran ve sünneti yoğun biçimde inceleyerek ve Allah'ın
emirlerini içselleştirerek girilebileceğini öngörür. Temel inançlarından biri Allah’ın birçok güzel ismini
ya da sıfatını anma yoluyla onu sürekli hatırlamaktır. Tasavvuf Allah’la mistik birliğe ancak bir vecit
haliyle varılabileceğini belirtir. Ruhani önder ve âlim olarak görülen tasavvuf pirlerinin çevresinde
zamanla tarikatlar ortaya çıkmıştır.
Nasihat ve Kıyamet
insanların sürekli gözetilmesi ve imana teşvik edilmesi gerekir. En önemli görevleri Allah'a ibadet etmek,
emirlerine uymak ve men ettiği şeylerden kaçınmaktır. Ancak insanoğlu zayıftır ve şeytandan kolayca
etkilenerek doğru yolun dışına çıkar. Âdem ve Havva'nın ayartılıp itaatsizliğe yöneltildiği ve böylece
cennetten kovulduğu görüşü Kuran’da da yer alır. Ama İslam miras alınmış “ilk günah” doktrinini
benimsemez. Bir Müslüman sadece kendi amelinden sorumlu tutulur. Kutsal emirlere karşı gelen ve
sahiden nedamet duymayan ya da Kuran’ı bilip iman getirmeyen herkesin Allah
tarafından cezalandırılması kaçınılmazdır. İslam'a uyar gibi görünen “riyakârlar" ya da “sahtekârlar" için
de aynı şey geçerlidir. Allah dışında bir tanrıya tapınmak en büyük günah olarak görülür.
İslam’ın temel inançlarından biri kıyamettir. Allah’ın dünyayı yarattığını kabul eden Müslümanlar, sonunu
da yine onun belirleyeceğine inanır. Kıyamette ölüler dirilecek ve her kişinin iyi ya da kötü amelleri açığa
çıkacaktır. Davranışlarına göre yargılanan insanlar ya mükâfat olarak cennete kabul edilecek
Mevlana tarikatının mensupları vecde gelerek Allah'la birliğe varmak için, def sesleri eşliğinde “sema"
denen hızlı ve canlı bir dans ayini yaparlar.
DİN
islam'ın beş şartından biri olan namaz, Müslümanların günde beş vakit yüzlerini Mekke’deki Kabe'ye
dönerek ibadet etmelerini gerektirir.
DİN
Müslümanların dinsel vecibeleri, yani İslamın beş şartı Kuran’a dayanır. Bunlara uymak inanan her yetişkin Müslüman için
zorunludur.
güneşin gökteki yerine göre belirlenen beş vakitte yerine getirilir. Her namazdan önce abdestli
olmak, yani belli kurallara göre yıkanıp arınmış olmak gerekir. Müminler namazı kıbleye, yani
Mekke’deki Kabe’ye doğru dönerek kılar. Bir imamın öncülüğünde camide toplu kılınan Cuma öğle
namazında ayrıca bir hutbe okunur; durumu uygun olan her erkek Müslüman'ın bu namaza katılması
beklenir.
CUMA NAMAZINDA çoğu kez güncel olaylann ele alındığı bir hutbe okunur. Namaz çıkışında
gösteriler yapılması yaygın bir durumdur.
Günde beş vakit minareden ezan okuyan müezzin İslam’a inananları namaza çağırır.
Kabe'nin çevresinde yedi sefer dönmek de yerine getirilmesi gereken önemli bir
Cami
İBADETHANE VE CEMAAT MERKEZİ: Müslüman ülkelerde hemen her kamu binasında ve her
yerleşim alanında mescitler vardır. Çok sayıda mümini alabilen ulu camiler ya da Cuma camileri daha
geniş katılıma sahne olan Cuma ve bayram namazlarının yanı sıra günlük namazlar için de kullanılır. Cami
külliyelerinde genellikle Kuran Arapça’sının ve diğer dinsel konuların öğretildiği dinsel okullar bulunur.
BİR CAMİNİN İçi: Her caminin avlusunda namaz öncesinde abdest almayı sağlayan bir çeşme ya da
havuz yer alır. Namaz bölmesinin temiz kalması için, Müslümanlar camiye girmeden önce ayakkabılarını
çıkarırlar, içeride duvara oyulmuş bir niş biçimindeki “mihrap" kıbleyi, yani namaz kılarken Mekke’ye
doğru bakmak için yüzün çevrilmesi gereken yönü gösterir. Cuma öğle namazı bir imamın öncülüğünde
topluca kılınır.
sağda: Çoğu kez zengin bezemeli olan mihrap, namaz sırasında peygamberin varlığını simgeler. solda:
imam Cuma hutbesini “minber" denen bir kürsüden okur.
İman İkrarı
İslam’ın birinci şartı iman ikrarı olan kelime-i şahadettir. Bir kişinin İslam dinine girmesi, yani bir
Müslüman olması için içten bir inançla şu beyanda bulunması yeterlidir: “Allah’tan başka ilah yoktur ve
Mu-hammed onun resulüdür.”
Namaz
Bayramlar ve Kandiller
Kuran’da bir bayramdan söz edilmez ama Müslümanlar peygamber göreneği sünnet uyarınca iki kutlama
yapar: Ramazan ayının sonundaki Şeker Bayramı ve Hac ayının onuncu gününe gelen Kurban Bayramı.
Şiiler Aşure Gûnü'nde peygamberin torunu Hüseyin’in katlini yas gösterileriyle anar. Bazı ülkelerde İslam
tarihindeki önemli olayların yıldönümü “kandil” olarak kutlanır. İslam’ın mübarek kişilerin doğum
günlerini kutlamaya izin vermemesine karşın, peygamberin doğumu vesilesiyle kutlanan Mevlit de bu
kandillerden biridir.
yukarıda: Erkek çocukların sünnet edilmesi Kuran'da belirtilmeyen İslam öncesi bir âdettir.
Suudi Arabistan’ın bayrağında kelime-i şahadet yer alır: Allah 'tan başka ilah yoktur ve Muhammed onun
resulüdür.
Zekât
İslam’ın üçüncü şartı fakirlere zekât vermektir; bu hayır işinin Allah'ı hoşnut edeceğine inanılır.
Günümüzde birçok Müslüman için zekât her yıl servetinden belirli bir payı mübarek uğraşlara harcamaya
ya da muhtaç kişilere dağıtmaya dönük bir vaat anlamını kazanmıştır.
Oruç
Ramazan ayında oruç (sevm) İslam’ın dördüncü şartıdır. İslam takviminin dokuzuncu ayı olan
Ramazan’ın başlangıcı ve bitişi Ay’ın evrelerine göre belirlenir. Sağlıklı her Müslüman'ın 29 ya da 30
gün süren bu dönem boyunca gündoğum-undan günbatımına kadar hiçbir şey yememesi, içmemesi ve
cinsel temastan kaçınması beklenir. Orucun amacı sıkıntı çekmek değil, nefsi köreltmek, şefkat
duygusu edinmek ve Allah’ın varlığını duymaktır. Hastalık yüzünden düzenli oruç tutamayan bir
kişinin hayır işlemesi, özellikle maddi gücü uygunsa fakirleri
Hac ziyaretin-
Hac
İslam’ın beşinci şartı, durumu elverişli her Müslümanın ömründe en az bir kere İslam takviminin 12.
ayında Mekke’ye hac ziyaretinde bulunmasını öngörür. Hacılar Mekke'de peygamberin hayatındaki
olayları canlandıran belli törenleri yerine getirir. Bunlardan biri de İbrahim (bazı geleneklere göre Âdem)
tarafından inşa edildiği söylenen, bizzat Muhammed'in eliyle putlardan temizlenen ve müminlerin
kalbini temsil eden Kabe adlı kütlesel siyah taş yapının çevresinde dönmektir.
21. YÜZYIL
HACILAR bir rehberin yer aldığı paket tura yazılarak bu vecibeyi yerine getirir.
2007 HAC MEVSİMİNDE 160 ülkeden 2 milyon mümin Mekke'yi ziyaret etti.
NAMAZ VAKTİNİ cep telefonundan okunan ezanla öğrenmek yaygınlaşan bir yöntemdir.
GÜNÜMÜZDE İSLAM
21. yüzyıl başları itibariyle İslam coğrafi bakımdan en geniş dağılım gösteren dindir. Günümüzde Müslümanların %69’u Asya’da,
%27’si Afrika’da ve yaklaşık %3’ü Avrupa’da yaşar.
İslam Konferansı Orgütü'ne (IKÖ) göre, halen İslam’ın çoğunluk dini ya da resmi devlet dini olduğu
toplam 56 ülke vardır. Bunlar arasında Türkiye, Endonezya, Sudan, Kazakistan, Suudi Arabistan, İran,
Irak ve Lübnan sayılabilir. Genelde İslam öncesinden gelen kültürel miras Müslümanların dinsel
yaşamına köklü bir etkide bulunur. Yerel gelenekler dışarıdan alınan Arap-islam kültürüyle karışmıştır. Bu
durum giyim ve mimarinin yanı sıra evlilik, cenaze ve sünnet törenlerinde açık seçik görülür. Örneğin,
Doğu Afrika’da kadınları sünnet etme âdeti uygulanırken, Mısır’da ölüler defin bölmesi
biçiminde kabirlere gömülür.
Ote yanda kişisel düzeyde yıllar boyunca evrimle ortaya çıkmış geniş bir dinsellik yelpazesi vardır. Batıl
inançlarla yüklü dindarlıktan akılcı ve tasavvufi İslam anlayışlarına kadar uzanan değişik eğilimlerle
karşılaşmak mümkündür.
Dinsel Makamlar
Sünni İslam hiyerarşik bir ruhban sınıfı öngörmez ve halifeliğin kaldırılışından beri bir dinsel
üst makamdan yoksundur. Bununla birlikte, âlimleri (şeyhler) dünya çapında tanınan dinsel kurumlar
ve eğitim merkezleri vardır. Ayrıca, çoğu Müslüman ülkede devletçe atanmış olan ve görüşüne
(fetva) büyük itibar gösterilen bir din âlimi (müftü) bulunur. Yeni gelişen islami hareketlerin yanısıra
çeşitli apolitik müminler devlet güdümlü bu makamları artık tanımıyor; daha çok bağımsız vaizlere
inanıyor. Klasik eğitimden geçmiş popüler şeyhler dışında, yeni bir tarzı savunan ve kasetler, TV ve
internet gibi iletişim araçlarıyla geniş kitlelere ulaşan vaizler de vardır.
Dinsel konulara yönelik merak ve günlük yaşamda dinen doğru yolu bulma ihtiyacı Müslüman toplum-
larda hızla güç kazanıyor; üstelik bu gelişmenin arka-planında İslam adına yürütülen terörizm yer
alıyor. Giyim, başörtüsü ve dinsel vecibelere uyma gibi dışa dönük yönlere ağırlık veren muhafazakâr bir
eğilim gözle görülür hale gelmiş durumda. Buna ek olarak, din âlimleri her gün oldukça yüksek sayıda
fetva sorusu alıyor. Avrupa ve Amerika’da gittikçe büyüyen Müslüman cemaatlerin mensupları Müslüman
ülkelerden seslenen din adamlarının öğütleriyle getirdiği karşı karşıya kalıyor. Bu çevrelerin Batı
toplumla-rında yaşayan Müslümanların gerçeklerini iyi bilmemesi bir sorun
yaratıyor. İslam ideallerini Batı kültürüyle gereğince kaynaştırabilecek Avrupai İslam kurumlarını
geliştirmek 21. yüzyıl açısından aşılması gereken bir güçlük olarak duruyor.
Her din âlimi şeriata ilişkin fetva verebilir, yani hukuki görüş bildirebilir. Ama çoğunlukla devlet bu
yorumlar için bir yüksek müftü atar.
Şeriat
ŞERİAT günlük davranışlarda İslam hukuku uyarınca izlenmesi gereken yol ya da yaşam tarzıdır.
Dayandığı kaynaklar Kuran, sünnet, Müslüman âlimlerin öğretileri ve akılcı düşüncedir.
Batı eğitimli Müslüman kadınların özgür iradeleriyle başörtüsü (“hicap") takması 21. yüzyılda gelişen bir
trenddir.
I
DİN
Çeşitli İslam akımlarının mensupları Batı kültürünün Müslüman toplumlar üzerindeki etkisine karşı gösteri
yapıyor.
İslamcılık
İslamcılık bazı Batılı devletlerin sömürgeciliğine ve müdahaleci dış politikasına yönelik bir tepkidir.
İslam dinini Batı’ya karşı tekrar siyasal güç kazanmayı sağlayacak sığ bir siyasal hareket düzeyine indirir.
Bu çevreler bazen kendi devletleriyle de mücadeleye girer. Bazı radikal İslamcıların belirli bir hükümeti
sarsmak için şiddete başvurmasına karşın, birçoğu hedeflerine sistem içinde çalışarak, özellikle de
sosyal hizmet ve eğitim yoluyla ulaşma uğraşı içindedir. Böyle gruplar çoğu kez yararlı hayır işlerini
başarıyla yürütürler. Aksayan resmi hizmetleri açığa çıkarmaları nedeniyle devletlerce tehlikeli
görülebilirler; nitekim bazıları siyasal katılımın dışında tutulmuş ya da baskılara uğramıştır.
İSLAM HUKUKU anlamına gelen şeriat, Kuran’da ve sünnette yer alan emirlerin ve yasakların
bütünselliğini ifade eder. Ancak bu kaynaklar hukuk adına uygulanabilecek ölçüde ayrıntılı hükümleri
sadece birkaç yerde içerir. İslam’ın ilk evrelerinde din âlimleri “kanunlar bulma" uğraşına yöneldi. Bu da
son derece farklı yorumlara dayanan ve bugüne kadar varlığını sürdüren dört Sünni İslam hukukunun, yani
fıkıh okulunun ortaya çıkmasını getirdi. Şeriat aslında evrensel bir kanunlar dizisi biçiminde değildir;
daha çok yoruma bağlıdır. Bu durum sözgelimi şeriata dayalı aile hukukunun çeşitli Müslüman ülkelerde
niçin o kadar büyük değişkenlik gösterdiğini açıklar.
İSLAMİ CEZA HUKUKU olağan kanun yoluna ilişkin (örneğin en az dört şahidin varlığı gibi) sıkı
hükümlerden habersiz olanları genelde şaşırtır. Belli suçlar için sert cezalar öngörülür; sözgelimi zina
yapan evli erkek ve kadınların taşlanarak öldürülmesi gerekir. Ancak böyle cezalar sadece birkaç
Müslüman ülkede değişik biçimlerde uygulanır ve normalde sadece diktatörlüklerde geçerlilik taşır.
FARKLI DİNLER: Vudu, Xango, Candomble, Macumba, Umbanda, Maria Lionza, Rasta-fari.
Candomble dini mensuplarının taptığı deniz tanrıçası Yemonja, Hıristiyanların Bakire Meryem'ine benzer
özellikler taşır.
AFRİKA YERLİLERİNİN 16. yüzyıldan itibaren kaçırılıp köle olarak Amerika kıtasına ve Karayip
adalarına götürülüşüyle birlikte, yoğun Hıristiyanlaştırma girişimine uygun olarak geleneksel dinlerine de
yasaklar kondu. Bunun bir sonucu olarak, çeşitli yerlerde geleneksel Afrika inançlarını Hıristiyanlıkla
harmanlayan dinler ortaya çıktı.
Kurban adama, doğaya dönük ayinler ve büyü âdetleri Brezilya'daki Umbanda dinini belirleyen
özelliklerdir.
Yeni dinler çoğunlukla mevcut farklı dinlere özgü konuların, öğretilerin ve örgütsel biçimlerin bir bileşimi olarak ortaya çıkar.
19. yüzyılın ortalarında İran’da ortaya çıkmış olan Bahailik'in merkezi İsrail’in Hayta kentidir.
KİLİT BİLGİLER
Yeni dinlerin belirtileri \ Kurtuluş özlemi ile modem eğilimler
arasında kalan kültler
YENİ DİNLER çoğu kez geleneksel
dinlerin ana öğretilerini başka
unsurlarla harmanlar. YENİ DİNLER VE KÜLTLER
Din gittikçe özel alana girmektedir. Özellikle Hıristiyanlık içinde kilise bi reysel yaşamlar üzerindeki
otoritesini kaybetmiştir. Bunalım dönemleri kendiliğinden “yeni" yollara
dönük arayışı getirir ve bu yollar geleneksel din unsurlarının başka dinler, manevi eğilimler, psikoloji ya
da felsefeden alınma unsurlarla karışımında bulunur.
Yeni dinsel akımlar çoğu kez mevcut dinlerle çatışma sonucunda doğar. Bu akımların çoğu
geleneksel dinlerin katı örgütsel yapılarını ve devlet güçleriyle şüpheli ilişkilerini eleştirir. Kimi zaman
da geleneksel öğretilerin belli yönlerini canlandırmaya ve ana inançlara dönüşü sağlamaya çalışır. Böyle
akımlarda sıklıkla modern ve yenilikçi öğreti ve dostluk biçimlerine yönelik dikkat çekici bir sezgi
görülür.
Hıristiyanlıkta Yehova Şahitleri, Mormonlarve Pentekostal kiliseler gibi değişik gruplar ortya
çıkmıştır. İslam’da Ahmedi akımı “yeni” bir peygamber çevresinde gelişirken, Bahailik bütün büyük
dinleri ve öğretilerini kaynaştırarak hoşgörülü tek bir evrensel din oluşturmayı amaçlar. Bhagvan ya da
Hare Krişna akımı Hinduizmin bir uyarlamasıdır. Özellikle Japonya’da çok sayıda yeni dinin doğuşu esas
itibariyle II. Dünya Savaşfndaki yenilgiye bir cevap bulma çabasının sonucudur.
Köklere Dönüş
Geçmişte yoğun misyonerlik çalışmalarının yürütüldüğü bölgelerde ortaya çıkan birçok yeni dinsel
topluluk yerli kültlere dönüş niteliğini taşır. Bunun yaygın olarak yaşandığı yerler Latin Amerika
ve Okyanusya’dır (s. 284, 285). Kuzey Amerika'da Yerli Amerikan dinlerinde görülen dirilmeye benzer
bir gelişme ABD ve Avrupa’da Germen ve Kelt dinleri için de geçerlidir. Diğer yeni dinlerin 19.
yüzyıldan beri farklı dinlerle ve kültür çevreleriyle kapışması esas olarak modern “gizemcilik” anlayışına
dayanır. Gizemcilik terimi kişisel manevi gelişimi destekleyen gizli bilgileri kullanmayı ifade eder.
Bütünleşik bir dinsel sistem olmayan bu Asya kökenli doktrin, Hıristiyanlığa alternatif öğretiler ve âdetler
sunar.
Pentekostal mezhebi esas olarak Afrika asıllı Amerikalılar arasında yaygın tabana sahiptir. Karizmatik
vaizleri katı Hıristiyan ahlakına uyma çağrı-
Yeni dinsel akımların tersine, “kült” terimi genellikle olumsuz çağrışımlar uyandırır. Kült mensupları çoğu kez toplumdan köklü
bir kopuş, katı disiplin ve maddi fedakârlık talepleriyle karşı karşıya kalır.
“Kült" terimi genellikle akla “mezhep” kavramını getirdiğinden olumsuz bir çağrışım uyandırır. Mezhebin
kelime olarak “ayrılma” ve “bölünme” anlamına gelen bir köke dayanması böyle bir izlenime yol açar. Bu
yüzden bir kült daha çok inançları ve davranışlarıyla toplumsal normlara ve tabulara karşı çıkan, böylece
toplumun çoğunluğuyla çatışmaya yol açan aykırı bir grup olarak bilinir.
İçerik ve Özellikler
Toplu yaşantı çerçevesinde işleyen kültler, manevi boşluk gibi konulara ilişkin mevcut eğilimleri ve
modern düşünceleri yeni dinlere oranla çok daha yüksek düzeye taşır. Birçoğunun 20. yüzyılda “gençlik
dini” ola-
Koreli Sun Myung Moon’un 1954'de kurduğu Birleşme Kilisesi bütün müritleri kapsayan görkemli bir
toplu düğün düzenlemişti.
rak nitelendirilmesi esas olarak daha genç kuşaklara hitap etmesinden ve saflarında geleneksel dinlerle ve
yaşam tarzlarıyla pek alakası olmayan kişileri toplamasından kaynaklanır. Birçok kült genelde tartışmalı
psikolojik uygulamalarla ve boyun eğdirme alıştırmalarıyla mensupları üzerinde tam bir denetim uygular.
Ayrıca, dış dünyadan kendini kopararak kültten çıkmayı son derece zorlaştırır. Topluma karşı protesto
özel giysiler, saç stilleri, işaretler ve simgeler yoluyla dışa vurulur. Mensupların çoğu kez “guru" olarak
anılan bir kült önderini ya da üstadını körü körüne izlemesi yaygın bir durumdur.
Kamuoyunun Bakışı
Olumsuz haber başlıklarının altında kültlerin mensuplarına mevcut yaşam tarzlarını ve sosyal
bağlarını tamamen bırakmalarını, kimi zaman cinselliği de kapsamak üzere
Asahara Şoko 1995'te Tokyo'da bir metroya gaz bombası saldırısına girişen Aum Şinrikyo adlı Japon
kültünün lideridir.
DİN
OŞO TARİKATININ sannyasi (“ferağatçi”) adıyla anılan müritlerinin dünya genelinde bir
milyonu bulduğu tahmin ediliyor.
RACNİŞ'İN ÖLÜMÜNDEN sonra en yakın çevresinin yasadışı finansal işlemlere ve canice entrikalara
karıştığı anlaşıldı.
Bhagvan Akımı
SAFRAN GİYSİLİ VE GERDANLIK TAKMIŞ Bhagvan Gençleri 1980’lerde kamuoyunda büyük ilgi
uyandırdı. Yeni-Sannyasin adlı bu akımı 1970’te Racniş Çandra Mohan başlatmıştı. ABD’nin Oregon
eyaletindeki Antelope kenti 1981-1985 arasında “Racnişpuram” adıyla bilinen cemaatin merkeziydi.
Oşo’nun ölümünden sonra 21 üyeli bir komite cemaati yönetmeye devam etti.
BHAGVAN’IN HAYATA OLUMLU BAKIŞI Doğu psikolojisini, Tantra Budizmi’nin cinsel açıklığını,
Taoculuğun ve tasavvufun gizemciliğini biraraya getiren öğretilere dayanır. Ona göre, manevilik ve
dünyevilik tek bir birim oluşturur; her kişi belli
meditasyon teknikleriyle bir “kutsal varlık” haline gelebilir. İKİYÜZLÜ BİR KÜLT GURUSU olan
Bhagvan kendinden geçmiş müritlerinin yanından geçerken süslü Rolls-Royce arabasından onlara el
sallardı.
L. Ron Hubbard 1954'te birleştirilmiş dinsel, felsefi ve psikolojik unsurlara dayalı bir doktrinle Bilim
Kilisesi’ni (Church of Scientology) kurdu. Bu akıma bağlı kişilerin birincil hedefi “manevi sağlık”
yoluyla daha yüksek randımana ve iradeye ulaşmaktır. Sunulan çok pahalı bazı kurslar, kişinin bir “faal
ruh” haline gelmesini sağlar. Böyle bir kişi madde, enerji, mekân ve zaman evrenine hükmedebilir.
Hubbard bunu insanlığın bütün sorunlarını çözecek evrensel bir yöntem olarak ileri sürdü. Bilim Kilisesi
dinsel cemaat olarak tanınmak için medyayı ustaca kullandığı ısrarcı kampanyalarıyla, ayrıca
misyonerlik çalışmalarıyla ve çok sayıda ticari girişimleriyle kamuoyunda adını duyurdu.
kısıtsız bağlılık göstermelerini dayattığı yolunda ayrıntılar yer alıyor. Bu nedenle birçok ülke ve
geleneksel din kurumu “kült temsilcileri” ve danışma merkezleri aracılığıyla gençleri korumaya,
en azından etkilenmeye açık olanları bilgilendirerek sakınmaya ve bazı ince yollarla kültleri belli bir
denetim altına almaya çalışıyor.
21. YÜZYIL
DİNSEL ÖZGÜRLÜK çerçevesinde bazı kültlere hoşgörü göstermek birçok toplum için büyük bir müşkül
yaratıyor.
DÜNYA DİNLERİNİN kimliklerini yitirmeksizin dinsel değişim gereğini daha ne kadar içinde
eritebileceği ucu açık bir soru olarak duruyor.
Monografik Kutular
Herakleitos ve Diyalektik, s. 318
Analitik Kutular
Mağara Alegorisi, s. 319 Mekanik Materyalizm, s. 329 Das Kapital s. 333 Pragmatizm, s. 336 Sibernetik,
s. 339 Dilbilimsel İşaretler, s. 340 Medya Teorisi, s. 342
FELSEFE
Felsefe göz korkutucu bir uğraştır. Diğer inceleme alanlarından farklı olarak, felsefenin amacı her şeye
ilişkin daha büyük bir kavrayışa varmak ve hatta bir türlü elde edilemeyen kesin bir “cevap" bulmaktır.
Filozofun bakışı dil, bilim, tarih, ahlak, tanrılar, zihin, güzellik, zaman, aşk ve ölüm gibi apayrı kavramlar
üzerinde dolaşır. Bir fizikçi roketin hızını ölçebilir; bir kimyacı asitleri karıştırabilir; bir biyolog cesedi
parçalayıp inceleyebilir. Oysa hipotezleri soyut teorileştirme dışında kanıtlama zevkini yaşamanın
nadiren mümkün ve hatta imkânsız olması, filozofun işini daha da karmaşık hale getirir. Yine de binlerce
yıllık zaman diliminde felsefenin getirdiği perspektifler, yöntemler ve bulgular bize insan düşüncesinin en
yetkin, en sağlam ve en inandırıcı örneklerinden bazılarını sağlamıştır.
FELSEFE
KİLİT BİLGİLER
Sokrates öncesi (MÖ 6. yüzyıl) \ Sokrates ve Platon \ Aristoteles \ Kinizmden
Yeni-Platonculuğa (MÖ 5. yüzyıl)
BATI FELSEFESİ
başta Atina olmak
üzere Yunan kent-
devletlerinde ortaya
çıktı.
İlk filozoflar her şeyin gelişimine kaynaklık eden ilkeyi ya da maddeyi (Yunanca: arkhe) bulmaya
çalıştılar. Sokrates öncesi filozofların arkhe'ye ilişkin çok somut kavramları vardı. Thales bunun su
olduğu, Empedokles ise dört unsur (ateş, toprak, hava ve su) olduğu kanısındaydı. Diğerlerine göre arkhe
soyut bir ilkeydi. Anaksimandros sonsuz (apeiron) olduğunu varsayarken, Anaksa-goras dünyayı saran bir
zihin (nous) olduğunu düşündü. Bölünemez ayrı birimler kavramına dayalı atom teorisi, soyut ve somutu
bir ara yolda bağdaştırmaya çalıştı.
SOKRATES ÖNCESİ
Batı düşüncesinin temelleri, ilk filozofların antik mitolojinin karşısına dünyayı açıklayıcı bir doğa felsefesi koymasıyla atıldı.
Felsefe (Yunanca:
Sokrates’in (s. 319) öncüleri olan kurucular Sokrates öncesi filozoflar olarak anılır.
Düşünce
Sokrates öncesi filozoflar mitolojiyi ya da tanrıları işe karıştırmaksızın dünyayı açıklayacak yeni
yaklaşımlar bulmaya çalıştı. Bunlar arasında iki seçkin matematikçi vardı: Miletos’lu Thalesve Samos’lu
Pythagoras. Matematikte köklü atılımlar sağlamış olan bu ikili, dünyanın doğasıyla paralellikler kurmaya
yöneldi.
Başka filozoflar dünya-nın varoluşunun ardındaki özgün maddeye ya da ilk ilkeye (arkhe) kafa yordu.
Parmenides akılla erişilemeyen deneyimler dünyası ile varoluş hakikatini oluşturan düşünceler dünyası
arasında bir ayrım yaptı. Buna karşılık, Herakleitos dünyayı sürekli değişen bir gerçeklik olarak gördü.
Empedokles dört te-
mel unsurun karşıt sevgi ve nefret kuvvetleriyle harekete geçtiğini ileri sürdü.
Atomculuğu savunan Leukippos ve De-mokritos gibi sonraki filozoflar bu çelişkili
önermeleri birleştirmeye çalıştı.
Pratik Felsefe
Protagoras, Gorgias ve Kratylos gibi sofistler bu tartışmalara girmekten kaçındı. Onlar, retorik becerileri
hukuk ve siyaset alanında kariyer peşinde koşan öğrencilerine öğretmek üzere tutuluyorlardı. Buna uygun
olarak, sofistler düşünce ve eylem bakımından genel değil, kişisel bir perspektifle, gündelik yaşama
yöneldi. Sosyal kurallar, tamamen kişisel çıkar açısından ele alınmalıydı, insanın nihai hakikati kavrama
yetisinden kuşku duyan sofistlere göre, bütün değerler ve felsefi yorumlar göreceydi.
Parmenides gündelik yaşamdaki devinim deneyiminin bir yanılsama olduğunu savundu. Ona göre, gerçek
dünya statik bir varlığa sahipti.
PANTA RHEİ (Yunanca: “her şey akış halindedir"): Herakleitos’a göre bütün dünya iç
çelişkilerin belirlediği sürekli değişime tabiydi.
SONU GELMEZ DEĞİŞİM anlayışı 19. yüzyıldaki diyalektik materyalizm (s. 332-333) kavramının en
eski ifade biçimiydi.
Herakleitos ve Diyalektik
DİYALEKTİK (Yunanca: “önermeler ve karşı önermeler sunmak”) rasyonel tartışma sanatını belirtir.
HERAKLEİTOS ilkdiyalektikçi filozoflardan biriydi. Dünyayı zıtlann şekillendirdiği bir yapı olarak
algıladı. Değişimi ancak uyuşmazlığın ve direnişin sağlayabileceğini savundu. Çelişkilerin geçici olarak
uyumlulaşması ya da kaynaşması çatışma yaratacak yeni çelişkileri doğurur. Bu bakımdan her şey sürekli
akış halindedir. Herakleitos'a göre, aynı nehre iki defa giremeyiz; çünkü kıyı ve yatak aynı kalsa bile, akan
su her saniye değişir ve nehrin niteliğini değiştirir. Biz de sürekli değiştiğimiz için, artık farklı bir kişi
oluruz.
Gerçeklik bir nehir gibidir; mekân ve zaman içindeki her hareketle değiştiğinden asla aynı değildir.
Herakleitos’a göre, “savaş her şeyin babası ve kralı”dır.
SOKRATES VE PLATON
Klasik Yunan felsefesi Sokrates ve Platon’la MÖ 5. yüzyılda Atina’da başladı. Her iki düşünür esas olarak insanoğlu ve yaşamını
inceledi.
ilk klasik filozof Sokrates’ten günümüze yazılı hiçbir şey ulaşmamıştır. Ama en önemli çömezi
Platon, onun bir dizi didaktik görüşünü kayda geçirmiştir. Kendisinden önceki doğa filozoflarının aksine,
Sokrates doğayı değil, daha çok insan yaşamını ve koşullarını inceledi. Sofistlere yakın bir tutumla, bir
“bilgelik sevdalısı” (philosophia) olarak, kişinin hakikate (sophia) varamayacağını ve ancak bu uğurda
çaba gösterebileceğini ileri sürdü, işte bu yüzden Platon'un eleştirel akıl yürütmesinin temeli şu cümledir:
“Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”
Sokrates bütün insan uğraşlarının nihai gayesinin “iyilik” ve “adalet” olduğu kanısındaydı. Kişi ancak
neyin iyi olduğunu bildiğinde iyi bir şey
Platon’a göre, anlamlı bir ötekiye dönük arayışımız aslında ölümsüzlüğe dönük bir arayıştır.
yapar. Bu bakımdan bilgi düzeyinin yükseltilmesi gerekir. Ama kişiye bilgiyi doğrudan vermek yerine, onu
kendi içinde bilgiyi ara-
sağdat: Platon (MÖ 427-347) Atina yakınındaki bir zeytinlikte ünlü felsefe okulu Akademi’yi
(Akademeia) kurdu.
maya yöneltmek gerekir. Bu nedenle Sokrates dinleyicilerine asla ders vermezdi; daha çok onlara sorular
sorardı.
Platon birçok diyalogunda, Sokrates’i diyalogun bir tarafı olarak sunar; karşısındaki kişiye
üstünlük taslamak yerine görüşlerindeki tutarsızlıkları kavramasına yardımcı olan biri gibi konuşturur. Bu
“ebelik sanatı” (Sokrates yöntemi) bir tartışmada fikirlerin kabul görmesini sağlamaya yöneliktir. Platon
da daha sonraları kendi okulunda aynı yöntemi uygulamıştır.
Sokrates’in eleştirel kafa yapısı MÖ 399’da Atina'daki yetkililerle çatışmasına yol açtı. Dine
saygısızlık etmekle ve gençleri yozlaştırmakla suçlandı. Kaçma fırsatını teperek, ölüm cezasını kabul etti.
Hücresinde dostlarıyla öbür dünyanın doğasını ve insan ruhunun ölümsüzlüğünü tartışarak geçirdiği
gecenin (bu sahne Platon’un Phaidros kitabında anlatılır) ardından, bir kadeh zehirli baldıran içerek
yaşamına son verdi.
Platon'un felsefesinde idealar insanların doğrudan erişemeyeceği bir hakikat âlemi oluşturur.
Mağara alegorisinde olduğu gibi, gerçeklik insanı ideaların eksik yansımalarıyla sarar. Buna rağmen
yüce hakikatlere erişebiliriz; çünkü hakiki idealara ilişkin bilgiler doğumdan önce ruhumuza verilmiştir.
Doğuştan gelme ve unutulmuş bilgileri aklımız sayesinde bilinçaltımızdan çıkarabiliriz. Bu anlamda
bilme yetisi bellektir.
Platonik Aşk
Platon aşkın doğasını “Symposion” (“Şölen") diyalogunda inceler. Aşkın bir ölümsüzlük arayışı
olduğu görüşünü ortaya atar: Soy verme içgüdümüz bunun bir belirtisidir. Ama Platon ideaların manevi
doğumunu sağlamanın aslında çocukların maddi doğumunu sağlamaktan çok daha iyi olduğunu belirtir. Bu
anlamda kişinin ölümsüzlüğe ulaşmasının en iyi yolu felsefi ilişkilerin meyvesi olan idealardır.
Dolayısıyla maddi aşk her ne kadar önemli olsa da, güzelliğe duyulan gerçek ve daha değerli aşka
girişten ibarettir. Böyle bir aşk sevilen kişinin
Ontoloji (Yunanca: “varlık bilgisi”) bütün varoluşun doğasını inceler. İçinde bulunduğumuz çevre
ve gözlemlenebilir şeyler hakkında ancak kısmi bilgi edinebileceğimizi varsayar. Somut belirtilerin
ardında ancak felsefe yoluyla kavrayabileceğimiz daha derin bir hakikat yatar.
Fenomenoloji görünümün biçimlerini inceler ve esas olarak somut gözlemlenebilir şeyler üzerinde durur.
İnsan kavrayışının olanaklarını irdeler ve daha derin hakikatlere varmaya çalışır.
yukarıda: Filozoflar gerçeklik “maske"sinin ardındaki daha derin hakikati öğrenmeye çalışır.
varlığından sıyrılır ve genel anlamda güzellik fikrine yönelik bir aşk biçimine bürünür. Maddi
olmayan aşkın timsali sayılan Platonik aşkın temelinde bu ideal yatar.
PLATON’A GÖRE, insan sağduyusunu kullanarak şeylerin özünü kavrayamaz; çünkü bilme yetisinin
karanlığına vuran şeylerin eksik yansımalarını görür sadece. Sanki bir mağaradaymış gibi, cehaletin ve
hurafelerin zincirlerine vurulmuş halde tutsak yaşar. Özgürleşmek için bu zincirleri kırması ve
güneş ışığına çıkması gerekir.
Mağara Alegorisi
ışığının kamaştırıcılığı nedeniyle etrafı göremez; ama gözlerinin ortama alışmasıyla birlikte, kısa sürede
gerçekliğin aslında nerede olduğunu kavrar ve ardından özünü anlamaya başlar.
Kişi mağarasında dururken gerçekliği değil, sadece vuran gölgesini görür; bu durum sağduyuyu önemli
ölçüde yararsız kılar.
Ontoloji ve Fenomenoloji
Ontoloji ve fenomenoloji yüzyıllar boyunca felsefi tartışmalara şekil veren iki farklı disiplindir.
FELSEFE
FELSEFE
DÜNYA ÇAPINDA tanınan Atina felsefe okullarının başında Platon’un Akademi'si, Aristoteles’in
Lykeion’u ve Stoa Poikile geliyordu.
Kent-Devleti ve Felsefe
ANTİK ÇAĞDA felsefenin kalesi, demokratik anayasasıyla Atina kent-devletiydi. Birçok yurttaş siyaset,
etik ve ahlak üzerine tartışmalara canlı bir ilgi duymaktaydı. Ne var ki, sadece erkek vergi mükelleflerinin
kamusal alana katılma hakkı vardı. Kadınlar, yoksullar ve köleler bu alanın dışındaydı.
DEVLET ADLI ESERİNDE Platon'un tasarladığı ideal devlet de sosyal sınıflar arasında katı bir ayrıma
dayalıydı. Filozoflar erdemin bekçileri olarak toplumu yönetmeliydi: savaşçılar devleti korumalıydı;
zanaatkârlarve çiftçiler herkesi beslemeliydi. Kişinin hangi sınıfa gireceğini soy ya da köken değil,
yetenekler ve eğitim belirlemeliydi. Her zaman tartışma konusu olan bu fikirler, yakın dönemde
totaliterlik anlayışıyla ilişkilendirilmiştir.
Platon’la birlikte öğrencisi Aristoteles de antik çağın en etkili filozoflarından biri sayılır. Kişinin
benliğini bulmasını sağlayan ideal koşulları ortaya koymaya çalışmıştır.
Filozof Platon yukarıya kaldırdığı parmağıyla idealar âlemini işaret ediyor. Öğrencisi Aristoteles yatay
duran eliyle gerçek dünyada öğrenebileceğimiz şeylere işaret ediyor (Raphael'in freski, 1508-1511).
Aristoteles’in eserleri büyük ölçüde Müslüman bilginler sayesinde sonraki çağlara ulaştı. Hıristiyan Batı
dünyasında skolastiklerce (s. 324) yeni koşullara uyarlandı (Aristoteles'in “Etik" eserini konu alan
ortaçağ resmi).
aşağıda: Köle emeği Eski Yunan’ daki düşünsel serpilmenin maddi temelini oluşturdu.
ARİSTOTELES
Aristoteles, Platon'un Atina'daki felsefe okulunun (s. 319) en önemli öğrencisiydi. Etik ve siyasetin
yanısıra mantık, estetik, bilim felsefesi ve epistemoloji öğrenimi gördü. Ama Aristoteles’e göre,
en önemli felsefi disiplin metafizikti (Yunanca: “doğanın ötesinde var olan şey”). Ayrı bilim dallarının
ortaya çıkışından önce, metafizik ge
S iyasal Hayvan
Aristoteles insanın bir “siyasal hayvan”, yani mutluluğu ancak bir topluluk içinde bulabilecek bir sosyal
yaratık olduğu görüşündeydi, içinde bulunduğu ortamca
kösteklenmediği sürece, genelde herkes benliğini bulma yetisine sahiptir. Aristoteles Nicomakhos' a Etik
ve Politika gibi eserlerinde benlik bulma çabasının yanı-sıra insanlığın peşinde koşması gereken
hedefler açısından ideal toplu yaşam biçimini ve yapısal koşulları ortaya koymaya çalıştı.
Eğitimle akıl yürütme yetisi kazanmış kişi davranışlarını seçerek belirler. Aristoteles'e göre,
hayvanlardan farklı olarak, her insanın rasyonel bir aklı vardır. Kişi mantık (onun ifadesiyle analitik
kavrayış) sayesinde aklını doğru kullanmayı öğrenir. Aristoteles her türlü düşüncenin kavramlarla
ortaya çıktığını varsayar. Bu kavramlar birbirine bağlanarak cümleler haline getirilir ve cümlelerden
sonuçlar çıkarılır.
Aristoteles kendi dönemindeki bilgileri düzenleyerek bir düşünce sistemi oluşturdu. Geliştirdiği birçok
yöntem arasında tümevarım
(tikelden tümele doğru akıl yürütme) ve tümdengelim (tümelden tikele doğru akıl yürütme) vardı. Bu
alanda vardığı sonuçlar ortaçağ sonrasına kadar geçerliliğini korudu ve büyük Bp tektanrıcı dinlerin
(s. m? 323-324) şekillenişi # açısından çok etkili | oldu.
yukarıda: Aristoteles (MÖ 384-322) Atina’da Lykeion adıyla kendi felsefe okulunu kurdu.
Dünyayı Tanımak
Platon'un tersine,
dünyanın belirsiz bir yansımasını değil, bizzat dünyayı kavradığı varsayımından yola çıktı. Duyularımızın
verileri doğru aktarabildiği konusunda temel bir inancı vardı. Aristoteles’e göre, potansiyel şeyler ilk
başta şekilsiz bir malzemeden (tuğlalar) oluşur. Daha sonra malzemenin yapısında bulunmayan ve belirli
bir şey (ev) olarak özünü gösteren özgül bir biçim ortaya çıkar. Özgül biçim Platon'un
“biçimler dünyasında (s. 319) yer alan “idea”ya denk düşer, ama somut hale gelmiştir ve şeylerde örtük
olarak vardır.
21. YÜZYIL
ARİSTOTELES'İN etik ve siyaset modelleri bugün hâlâ benimseniyor. Örneğin, dengeli ve adil bir
toplum isteği, 1947 doğumlu bir Amerikalı felsefeci olan Martha Nussbaum'u etkilemiştir. Nussbaum
insanlığın gelişme potansiyeli açısından, büyüme ve yoksulluk kavramlarını bir bütün olarak toplum
bağlamında irdeler.
ÖZEL BİLGİLER
Klasik Yunan felsefesinden çeşitli felsefe okulları doğdu. Bunlardan etkilenen Roma filozoflarının düşünceleri daha sonraları
Hıristiyanlığı etkiledi.
Atina siyasal bakımdan geriledikten sonra da bir düşünsel merkez olarak kaldı. Platon ve
Aristoteles'in öğretileri daha ileriye götürülürken, yeni felsefe okulları da gelişti. Bu okulların ve tek
başına hareket eden filozofların asıl uğraşı mutlu bir hayat sürmenin mümkün olup olmadığı sorusuna
cevap bulmaktı.
olmadığını soran bir AtinalIya “kö-peksi” tepkisini şöyle gösterdi: Doğrudan cevap vermek yerine,
tüylerini yolduğu bir tavuğu ayaklarının dibine fırlattı.
Diogenes’in “kinikler” olarak bilinen çömezleri sadakayla geçinen çi-leci gezginlerdi. Birçok bakımdan
yanlış yola saptığını düşündükleri bir
yaklaşımla kaçınmak herkes için mutlu ve çatışmasız bir yaşamı mümkün kılabilirdi.
Epikuros’un felsefesi çoğu yanlış bir anlamayla sefahati ve tensel zevklen onaylayan bir yaklaşım olarak
nitelendirilmiştir.
Sinoplu Diogenes (Diyojen) mutluluğu her türlü görenekten ve gereklilikten azade olmakta (autark-hia)
aradı. Çoğu kez edebe aykırı davrandığından, AtinalI diğer filozoflar ona kyon (“köpek”) adını
taktı. Böylece öğretiler bu kelimeden türetmeyle kinizm olarak anılmaya başladı. Diogenes bir
keresinde kendisine insanın iki ayaklı, dik yürüyüşlü ve tüysüz bir yaratık olup
toplumdan uzak durma yolunu seçtiler; doğayla uyum içinde ve kendileriyle barışık halde yaşayarak
mutluluğa ulaşmak amacıyla
Epikuros’un öğretilerine karşı, Kition'lu Zenon MÖ 300 dolaylarında stoacılık akımını başlattı.
Felsefesine verilen bu adın kökeni ders verdiği Stoa Poikile'ydi (“Resimli Sundurma”). Aklı
mutluluğa ulaşmanın aracı sayan stoacılara göre, tutku kesinlikle akla aykırıydı. Dolayısıyla en büyük
hedef her türlü hırstan kurtulmak (apathia) olmalıydı.
insanın kendisini dünyevi şeyler için didinmekten kurtarması gerektiği düşüncesi kiniklerin yaklaşımına
oldukça yakındı. Ama daha önce değinilen iki okuldan farklı olarak, stoacılar sadece sözlü olarak
aktarılan bir dogma yaratmakla kalmadılar; geliştirdikleri düşünce sistemi zaman içinde arındırıldığı gibi,
fizik, metafizik ve mantık üzerine düşüncelerle daha kapsamlı hale getirildi.
HIRİSTİYANLIK ilk başlarda klasik felsefenin yoğun etkisi altındaydı. Ama daha sonra Hıristiyanlar
bireysel felsefe geliştirmeye karşı tavır aldı. En ünlü kurbanlardan biri Mısır’ın İskenderiye kentinde
Platoncu felsefe dersleri veren Hypatia oldu. Bu kadın filozof 415'te bağnaz bir Hıristiyan ğüruhunca
katledildi. Atina'daki son felsefe okulu sofuluğuyla tanınan imparator I. iustinianos tarafından 6. yüzyılda
kapatıldı.
yaset bilimini ve dini stoacı etikle birleştirdi. Plotinus’un 3. yüzyılda kurduğu Yeni-Platonculuk,
Augusti nus (s. 323) ve diğerdin bilginlerinin kilise doktrinlerine büyük bir etkide bulundu.
Diogenes'ln bir fıçıda gösterişten uzak bir hayat sürdüğü ve bir dileği olup olmadığını soran Büyük
İskender'e “Gölge etme, başka İhsan istemem, " diye karşılık verdiği söylenir.
FELSEFE
Stoacılar öğrencileriyle Atina çarşısında sıra sütunlu Stoa Poikile’de bir araya gelirlerdi.
Epikuros MÖ 306’da Atina'da yeni bir okul kurdu. Amacı kişilere ömür boyunca dengeli bir mutluluğu
bulma yolunu göstermekti. Daha sonraları öğretilerine getirilen yanlış yorumların aksine, üzerinde
durduğu konu sırf arzuların tatmini değildi. Akıl şehvete gem vurmalı ve insana iç huzur (atarak-tos)
sağlamalıydı. Ayrıca kişiyi tanrıların, rahiplerin ve ölümün uyandırdığı korkudan kurtarmalıydı. Arzuları
ölçülü biçimde tatmin etmek ve duyarsızlıktan sağgörülü bir
Roma Kolları
Romalı filozoflar yeni öğretiler ortaya koymadılar; daha çok Yunan geleneğini sürdürerek, Roma
toplumlunun koşullarıyla uyumlu hale getirdiler. Cicero
Berlin Humboldt Üniversitesinde okutmanlar bütçe kısıntılarını protesto ederken, fıçı simgesiyle
Diogenes gibi azla yetinmeye niyetli olmadıkları mesajını veriyorlar.
KİLİT BİLGİLER
Asya bilgeliği \ Teolojinin hizmetinde \ Tanrı adına skolastizm \ imandan
vazgeçme
ASYA’DA YENİ
DİNLER ortaya
çıkarken özgün felsefi
sistemleri odak aldı.
ORTAÇAĞ
BOYUNCA BİLGİ VE İMAN
Avrupa'da,
Ortadoğu’da, Felsefe ve dinin -bazı durumlarda bilgi ve imanın- aslında ne kadar yakın
Hıristiyan Batı bağlantı içinde olduğu bilgeliğe ilişkin Asya öğretilerinde görülebilir. Klasik
dünyasında ve antik çağ felsefesiyle aynı sıralarda ortaya çıkmakla birlikte, bu öğretiler kısa
İslam’ın etkili olduğu sürede dinsel çağrışımlar kazandı. Antik çağdan ortaçağa geçiş sürecinde, Yahudi
yerlerde felsefe ve Müslüman bilginlerin yanısıra Hıristiyan bilginler de felsefe ve teoloji
teolojinin arasındaki ilişkiyi tartışmaya başladı. Hıristiyan Batı dünyasında iman ve akıl
hizmetine koşuldu. arasında tedrici bir ayrılığın tekrar ortaya çıkması birkaç yüzyıl aldı.
FELSEFE
ASYA BİLGELİĞİ
Üç bilgelik doktrini Budizm, Taoculuk ve Konfüçyüsçülük çok kısa sürede dinsel-kültürel bir yönelim kazanmakla birlikte,
felsefe ve etikle ilişkisini koparmadı.
Konfüçyüsçülük
Siyasal ve sosyal karışıklıkların yaşandığı MÖ 500 dolaylarında, Çinli filozof Konfüçyüs felsefi, sosyal-
etik ve siyasal yönleri birleştiren bir doktrin geliştirdi.
Budizm ve Taoculuk dünyadan kopmanın bir yolunu bulmaya çalışırken, Konfüçyüsçü lük esas olarak
bireyin toplum içindeki konumu üzerinde durur.
Asya’nın en büyük üç dünya görüşü temel insan sorunlarına farklı çözümler getirdi. Böylece dünyayla
bağları köklü bir biçimde koparmaktan, kişinin kendi doğasını benimsemesinin yolu olarak katı
standartlara ve normlara boyun eğmeye kadar uzanan bir yelpaze ortaya çıktı.
Budizm
MÖ 500 dolaylarında Hintli Sidd-hartha Gautama, yani Buda (“uyanmış kişi”) sonsuza kadar doğum,
ölüm ve yeniden doğum döngüsünden çıkış yolunu bulduğunu duyurdu. Onun öğretileri temelinde, Budizm
aydınlanmaya varmayı sağlayacak kapsamlı bir etik kurallar dizisi geliştirdi.
Budizm’e göre, iyi ya da kötü bütün edimler esas olarak hasret, nefret ve cehalet biçimine bürünen ve yeni
acılara yol açan misillemeyi ge
Yaşlılara saygıyı da içeren Konfüçyüs öğretilerine modem Çin'de hâlâ uyulur (fotoğraf, 2002).
tirir. Bundan kurtulmayı ancak bütün tutkuların kesin biçimde yok edilmesi sağlayabilir. Böylece ulaşılan
nirvana (“tükeniş”) sırasında kişi yeniden doğuş döngüsünden kurtulur. Nirvana yolu bilgiyi, sevecenliği
ve sorgulayıcı olmayan bir mizaç edinmeyi sağlar; bu sayede kişi dünyayı anla-
Taoculuk her şeyi kapsayan iki temel kuvvet yin ve yang gibi eski doğa öğretilerine de yer verdi.
yıp benimser.
Taoculuk
Çin’in Taoculuk öğretisi de kuşkucu bir yaklaşımla insan bilgisini ve iradesini karşı karşıya getirir.
Çince’de daojiga denen Taoculuğun ortaya çıkışı MÖ 4. yüzyıla kadar gider.
Tao (Çince: “yol”) bütün varoluşun tanımla-namayan temelidir. Her şeye nüfuz eder, bütün çelişkileri
birleştirir ve birbirini tamamlayıcı zıtlıkların başında gelen yin ve yang) doğurur. Yin ve yang hasım
şeyler olarak görülmez; biri diğerine muhtaçtır ve birlikte işlerlik kazanırlar. Bunlar aydınlık ve karanlık,
gökyüzü ve yeryüzü, erkek
ve kadın gibi çiftlerdir. Taocu anlayışta kişi bile doğanın bir parçası sayılır. Ama bizzat kişinin düşünme
ve özgür iradeyle davranma yetisi onu yanlış yönlendirebilir. Doğaya ve tao’ya karşı koymak yerine,
bunları anlamak daha iyidir. Toplumsal değerler yapay şeyler olarak görülmelidir. Eğer kişi bunlara
gereğinden fazla önem verirse ve sıkı bir biçimde sarılırsa, tao'yu bozar ve mutsuz olur. Taoculuk
bu noktada Konfüç-âdetlere ve törenlere uyma ve bağlı kalma alışkanlığı olduğunu savunur. Çin
imparatorluk devleti bu öğretilerin getireceği yararı gördü ve
Konfüçyüsçülüğü bütün devlet memurları için zorunlu kıldı. MÖ 2. yüzyıldan itibaren resmi devlet dini
çerçevesinde bizzat Konfüçyüs’e bir tanrı olarak tapma yoluna gidildi. Sonraki
dönemlerde Konfüçyüsçülüğün savunduğu katı hiyerarşi ağır eleştirilere uğradı. Hatta bazı çevreler Çin’in
20. yüzyıl başlarındaki sosyal ve ekonomik geriliğini bu felsefeye bağladı.
Çinli filozof Konfüçyüs'e dinsel anlamda hâlâ tapan bazı kesimler vardır.
TEOLOJİNİN HİZMETİNDE
Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi bilginler daha önce “bilimlerin kraliçesi” olarak görülen felsefeyi
teolojinin hizmetine koştu. Böylece felsefe imanın temelini güçlendirmek için kullanıldı.
kirlerine karşı savaş için bir gerekçe buldu. Yeni-Platoncu-luktan (s. 321) aldığı ilhamla, De Civitate
Dei (“Tanrı Devleti”) kitabında tarihteki ilahi yasalara dayanan bir dünya planı ortaya koydu. Buna göre,
seçkin ve aydın Hıristiyanların kâfirlerle savaşı, ilahi müdahale sayesinde zafere ulaşılana kadar
sürecekti. Bu bakımdan Hıristiyan hükümdarların kâfirlere karşı bellum
İBN RÜŞD 1126'da Ispanya’nın Kurtuba kentinde doğdu, 1198'de Fas'ın Marakeş kentinde öldü.
AKILCILIĞI ilahiyattan bağımsız gördüğü için, İslam din adamlarının sert eleştirilerine ve baskılarına
hedef oldu.
İSLAM-YAHUDİ DÜNYASINDA el-Kindi (ö. y. 870), Farabi (ö. 950), ibni Sina (ö. 1037) ve Moşe Ben
Maimon (ö. 1204) gibi bilginler Aristoteles’in eserlerine ilginin canlanmasına katkıda bulundular.
AntikÇağfilozoflarının öğretilerini sonraki kuşaklara ulaştırdılar ve daha ileriye götürdüler. En önemli
Müslüman filozoflardan biri olan ve Batı dünyasında Averroes adıyla tanınan ibn Rüşd uzun süre en iyi
Aristoteles yorumcusu sayıldı. Aristoteles’in eserlerine ilişkin incelemeleri “Averroizm" denen felsefi
akıma temel oluşturdu.
İDEOLOJİK VE JEOPOLİTİK KARŞITLIKLARA rağmen, Haçlı seferleri gibi bir dönemde bile
Hıristiyan dünyasına metinlerin ve yorumların başarıyla aktarılmasının sebebi, İslam dünyasında
felsefenin aynı temel sorunla uğraşmasıydı: iman ve bilgiyi bağdaştırma. Ortaçağda sürgüne uğrayan antik
çağ felsefesi İslam dünyasında barınacak biryer buldu. Yahudi bilginler bile Hıristiyan Batı dünyasına
oranla hoşgörülü olan bu ortamdan yararlandı.
Arapça kitap tezhibi (y. 1204)
figürü (heykel, 13. yüzyıl). sağda: Ortaçağ felsefesi Hıristiyan öğretilerine bağımlıydı (oymabaskı,
16. yüzyıl).
Hıristiyan kiliseleri yüzyıllar boyunca Avrupa’daki düşünsel yaşamı denetim altında tuttu. Bu koşullarda
felsefe yapmanın anlamı felsefi gelenekleri imanla bağdaştırmak, yani esas itibariyle Hıristiyanlık
öğretilerinin doğruluğuna ilişkin kanıtlar sunmaktı.
Aziz Augustinus
Hıristiyan olmayan kesimler ve resmi kilise doktrinlerine karşı çıkan muhaliflerle başından beri
bir çatışma vardı. Germen halklarının istilasıyla Roma imparatorluğu’nun çöküşe geçtiği 400
dolaylarında, Piskopos Augustinus kâfirlere ve fi
lustum (“haklı savaş”) yürütmesi meşruydu. Sadece imanın bilgiye varmayı sağladığı doktrinini savunan
Augustinus’un yazıları ortaçağ düşüncesinin mihenk taşı haline geldi.
Felsefeyle Avunma
lozofve devlet adamı Boet-hius zindan hücresinde idamı beklerken başlıca eseri De consolati-one
philosophiae’yi (“Felsefeyle Avunma Üzerine”) kaleme aldı.
Bu kitapta “Felsefe Hanım” zindana atılmış bir mahpusu ziyaret eder ve ona niçin mutsuz olduğunu
açıklar. Servet ve iktidar gibi dışa dönük şeyler bir kişiyi gerçek anlamda mutlu edemez; çünkü kişi her
zaman daha fazla servet ve iktidar için didinir. Felsefe bilgiyle edinilen mutluluğa ancak kendine
yeterlilikle, Tanrı’nın iyiliğine ve çizdiği kadere güvenle ulaşılabilir. Aristoteles’in eserlerinin önemli
bir çevirmeni ve yorumcusu olan Boet-hius, bu yaklaşımla imanı bilgiye bağlamaya, başka bir ifadeyle
Aris-totelesçi fikirleri Hıristiyanlık öğretileriyle bağdaştırmaya çalıştı.
Tanrı'nm Varlığına Dair Ontolo-jik Kanıt
Canterbury başpiskoposu Anselmus da imanı akılla kavrama ve gerekçelendirme yolunu tuttu. 1080
dolaylarında yazdığı Proslogium’da (“Söy-
ÖZEL BİLGİLER
FELSEFE YAPMA KÜLTÜRÜ klasik antik çağın sona ermesiyle birlikte geriledi.
ANTİK ÇAĞ KAYNAKLARI güçlükle bulunur hale geldi. Örneğin, 12. yüzyıla kadar Aristoteles'in
bilinen tek eseri Orğanon'du.
lev") Tanrı’nm tartışmasız varlığını kanıtlama çabasına girdi. Tanrı'yı, ötesinde daha büyük hiçbir şeyin
tasavvur edilemeyeceği bir şey (“en büyük şey”) olarak tanımladı. Ortaya attığı ikinci varsayım
gerçek hayatta mevcut bir şeyin sadece zihinde varolan bir
şeyden daha büyük olması gerektiğiydi. Yani, tasarlanan “en büyük şey”in gerçek hayatta aşılması
kaçınılmazdı; çünkü sırf zihnin ürünü olan bir şeyin en büyük olarak kalması mümkün değildi. O halde “en
büyük
Anselmus'un Tanrı’ya ilişkin onto-lojik (s. 319) kanıtını daha sonraları eleştiren bilginlerden
Açuino'lu Thomas’a göre, tasarımlardan gerçekliğe ya da bir Tanrı tanımından Tanrı'nm gerçek hayattaki
varlığına ulaşmaya kalkışmak mantıksızdı.
felsefe
FELSEFE
TANRI ADINA SKOLASTİZM
Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın iman ve bilgi arasında öngördüğü bağlantı pekiştirildi ve kurallara bağlandı. Bu da esas olarak
skolastik yöntemle sağlandı.
AQUINOLU THOMAS 1224/1225’te Aquino (İtalya) yakınında doğdu, 1274'te Fossanova’da öldü.
TÜMELLER olarak bilinen genel kavramların gerçek hayatta var olup olmadığı bir anlaşmazlık
konusuydu. Adcılara göre gerçekliğin somut değil, soyut ifadeleri olan tümeller birer addan ibaretti. Buna
karşılık gerçekçiler genel kavramların asıl gerçekliği temsil ettiği, somut gerçekliğin ise sadece kusurlu
bir görüntüyü yansıttığı görüşündeydi. Dolayısıyla Platon'un mağara alegorisine (s. 319) yakın bir eğilim
içindeydi. Ortaya atılan birkaç ara görüş çoğunluk desteğini kazanamadı.
AÇUINO'LU TOMASSO gerçekçilerin bakış açısından bir çözüm önerdi. Tümeller arasında üçlü bir
ayrım yaptı. Buna göre, birinci olarak, Platon'un ideala-rına benzeyen ve somut şeylerden önce (ante rem)
Tanrı’nın yaratmış olduğu kavramlar vardır, ikinci olarak, Aristoteles’in belirttiği anlamda tekil
şeylerde varolan (in re) kavramlar vardır. Nasıl düşünülmeleri gerektiğini bizzat bu şeyler bize bildirir.
Son olarak, şeylerin yaratılışından sonra (post rem) oluşturulmuş kavramlar vardır, insan hatalarının en
büyük kaynağı burada yatar.
Skolastikler Kitabı Mukaddes’ten ve ilk kilise babalarının yazılarından çıkarılan Hıristiyan öğretileri
diyalektik akıl yürütme yoluyla felsefi geleneklere bağlamaya çalıştılar, izlenen yöntem önce belirli bir
kitaba ya da yazara dayanarak ortaya bir soru atmak (quaestio), sorunun içerdiği terimlerin sınırlarını açık
ve belirgin biçimde çizmek (distinctio) ve ardından mantıkla yürütülecek bir tartışmaya girmekti
(disputatio).
Bu yöntemin amacı çelişkileri ortaya çıkarmak yerine tartışmanın her iki tarafını bir anlaşma noktasında
buluşturmak ve varılan sonucu Aziz Augustinus gibi manevi otoritelerin (auctoritates) genel kabul gören
öğretilerine uydurmaktı. Böyle bir süreç bilgi sisteminde is
Rene Magritte'in “Bu Bir Pipo Değil” tablosu (1928-1929) aslında bir pipo resmidir. Burada aynen
adcıların bakışıyla, “pipo” terimi bir pipoya ilişkin soyut kavrayışı ifade eder.
Aquino!u Thomas
Skolastizm esas olarak Aristoteles’in yazılarının yeniden keşfedilmesiyle gelişti. Bu yazılar sayesinde,
Yeni-Platoncu iman ve bilgi kavrayışlarının tartışmaya açık ve reforma muhtaç olduğu görüldü. Böylece
Al-bertus Magnus (y. 1200-1280) ve öğrencisi Aquinolu Thomas, Aristo-telesçi felsefeye yeni bir
canlılık kazandırdı. Aquinolu Thomas aslında Aristoteles’in öğretilerine radikal bir yorum getiren
Averroizm (s. 323) akımına karşıydı. Onu korkutan şey radikallerin rasyonelliğe tek yanlı vurgusunun
felsefe ile teoloji arasında bir ayrılığa yol açmasıydı. Dönemin geçerli kanısına göre, Aqui-nolu Thomas
iman ve bilgi arasındaki bu çelişkinin üstesinden geldi. Summa Theologiae kitabında Hıristiyan imanın
temellerini savunmak üzere Yeni-Platoncu ve Aristo-telesçi yaklaşımlar arasında bir sentez kurdu.
Ne var ki, Aquinolu Thomas’ın eseri ortaçağın büyük tartışma konularından biri olan tümeller
sorununu sona erdiremedi. Aksine, sorun
İman Benzeşmesi
Aquinolu Thomas Tanrı ile yarattığı varlıklar arasında ilişkiyi analogia entis (“iman benzeşmesi”)
kavramıyla açıklamaya çalıştı. Bütün varoluşun kendisini Tanrı’yla eksik bir benzerlikle dışa vurduğu
varsayımını ortaya attı. Buna göre, dünyevi hiyerarşi ilahi hiyerarşiyi örnek alır. Ancak iki alan arasında
belirgin bir ayrım yoktur. Bunun örneklerinden biri Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi konumunda olan
papanın, Tanrı inayetiyle belirlenmiş bir yönetici olarak aynı zamanda ilahi düzenin bir parçası olmasıdır.
Böy-lece Tanrı’ya benzerlik ve dolayısıyla yakınlık bir merdiveni oluşturan basamaklar gibi kademeli
olarak yükselebilir.
Aquinolu Thomas’ın desteklediği eski “gerçekçi” yol (via antiqua) ile Ockharrr lı VVilliam’ın yanında
yer aldığı “adcı” yaklaşım (via moderna) arasında çatışmaya dönüştü. Böy-lece iman ve bilginin, yani
seküler ve ilahi düzenlerin birbirinden ayrılma süreci başladı.
Aquinolu Thomas felsefe, astronomi, teoloji ve gramer arasında tahta kurulmuş olarak otururken, alt ettiği
ibn Rüşd ayaklarının dibinde yatıyor.
İMANDAN VAZGEÇME
İmanın felsefi gerekçelerinin kabulü konusundaki kuşkular gittikçe güç kazandı. Hümanizm insanlığa ve onun sosyal
düzenlemelerine odaklanmaya yöneldi.
Köylü Savaşı sırasında eski siyasal düzenin bozuluşunu yansıtan bir alegori: Fareler kedilere saldırıyor.
Niccolö Machiavelli (tablo, 16. yüzyıl)
“Makul” Politikalar
THOMAS HOBBES ahlaktan yoksun bir doğa durumunu Homo homini lupus es t (“insan insanın
kurdudur”) sözleriyle nitelendirir. Bu ortamda “herkesin herkese karşı savaşı” hüküm sürer. insanlar
özgürlüğe kavuşmak amacıyla, bütün haklarını mutlak bir hükümdara, yani özgürlüğe uyulmasını
denetleyecek Leviathan’a devretmek zorundadır, insanlardan alınamayacak tek hak yaşama
hakkıdır. Leviathan bu hakkı savunmalıdır. Aksi halde, devrilebilir.
THOMAS HOBBES (1588-1679) Leviathan kitabında kiliseyi eleştirdiği için geçici bir süre Fransa’ya
sürgün edildi.
FELSEFE
Rotterdam'h Erasmus (y. 1469-1536) en önemli hümanistlerden biriydi. Kiliseye yönelik eleştirileri
Reform hareketine zemin hazırladı.
NICCOLÖ MACHIAVELLI (1469-1527) Floransa’nın yönetiminde görevliydi, ihanetinden kuşku
duyulunca işkenceden geçirildi, ama daha sonra affedildi.
Ortaçağın son evresine girilirken kilise insan yaşamının bütün alanlarını ve bilimleri yorumlama
üzerindeki tekelini kaybetmeye başladı.
Ockham'lı VVİlliam (y. 1285-1349) teoloji ve felsefeyi birbirinden ayıran ilk ortaçağ düşünürlerinden
biriydi. Tanrı'nın dünyayı özgür iradesiyle yarattığını varsaydı. Dolayısıyla yaratılışa ilişkin tesadüfler ve
keyfi şeyler insan mantığını zorlar. Tanrı’nın iradesi ölçülebilir bir şey değildir; çünkü insan
rasyonelliğiyle anlaşılamaz, daha doğrusu ancak iman ve teolojiyle anlaşılabilir. Felsefe sadece somut
fenomenler üzerinde durmalıdır.
John Duns Scotus (y. 1266-1308) benzer bir ayrıma vardı. Ona göre, felsefe bağımsız davranabilir; ama
teolojinin aksine, hatalara
ÖZEL BİLGİLER
ORTAÇAĞ SONLARINDA rasyonelliğin üstünlük taşıdığı yeni bir düşünme tarzı gelişmeye başladı.
ÜTOPYACI DÜNYA DÜZENİ peşindeki “makul" siyasal felsefeler günümüze kadar siyasetin gelişim
çizgisine büyük etkide bulundu.
EĞİTİMDE HÜMANİST idealler hem okullarda, hem de yeni kurulan üniversitelerde öğretim
yöntemlerini belirlemeye başladı.
düşebilir. Dahası, felsefe Tanrı'yı değil, sadece varoluşu konu alır; bu da imanın kesinliğine dayanmaması
nedeniyle çoğu kez kuşkuculuğa yol açar. Buna karşılık, teoloji insanlara Tanrı sevgisiyle dolmayı öğütler
ve dolayısıyla hayatta yararlıdır.
Nikolausvon Cusa (1401-1464) rasyonel ve teolojik bilgi arasındaki ayrımı daha da derinleştirdi. Bir
tür “olumsuz teoloji” çerçevesinde,
Tanrı’ya dair herhangi bir olumlu önerme ortaya konamayacağını ileri sürdü. Yapılabilecek tek şey bu
olanaksızlığı kabul etmekti. Böylece Cusa felsefe yapmayı teolojik uğraşların dışına çıkardı.
Daha sonraları bilginler seküler ve teolojik alanları ayrıştırmaya dönük birçok benzer girişimde bulundu.
Ama hiçbiri Martin Lutherve onun “iki krallık doktrini” kadar başarılı olamadı. Bu doktrin, maddiyatı
maneviyattan ayırarak “iman benzeşmesi”nden (s. 324) kesin bir kopuşu getirdi.
Hümanizm ve Rönesans
Felsefe imanı meşrulaştırma görevinden kurtulduktan sonra, birey ve ayırıcı özellikleri açısından
insanları ele alma olanağını buldu, “insancıl" anlamında hümanist adı verilen bilginler çevresi bu konuda
yetkin bir düzeye ulaştı. Önce Kuzey İtalya’da
14. yüzyılda ortaya çıkan akım, Rönesans süreciyle birlikte Avrupa’nın her yanına yayıldı.
Hümanistler antik çağın yaşam ideallerini ve bilgeliğini canlandırmak amacıyla Romalı yazarların eski
metinlerini okuyarak yola çıktı.
Ortaya attıkları sorular özünde pragmatikti ve kişinin nasıl iyi bir hayat sürebileceğine ya da
yararlı düşüncelerle uğraşabileceğine dair cevaplar bulmaya yönelikti.
Manevi düzeydeki bu tarihsel süreçlerin yanısıra, bazı buluşlar ve icatlar da insan ufkunu
genişletti: Kolomb Amerika’ya ulaştı, Kopernik evrenin merkezinde Dünya’nın değil, Güneş’in yer
aldığını kanıtladı ve matbaa görüşlerin daha çabuk yayılmasını sağladı.
Böylece ortaçağın dünyaya ve insanlığa bakışı yavaş yavaş aşıldı. Örneğin, Almanya'daki
Köylü Savaşı’nda ve işçi ayaklanmaları sırasında, ruhban-feodal kesim bile
sorgulandı. Bu gelişme gerçekliği daha makul algılamanın yolunu açarak, yeni tür bir siyasal felsefe gibi
birçok yeni düşünme tarzının gelişmesini sağladı.
FELSEFE
KİLİT BİLGİLER
MODERN BİR KAVRAM olarak “özne’nin benimsenmesi felsefe ve psikolojiye güç verdi.
AHLAK bir ölçüde bilimsel devrimlerin etkisiyle dinden koparıldı ve köklü biçimde irdelendi.
YENİ SİYASAL İDEALLER olarak ortaya konan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik Avrupa’da bir altüst oluşa
yol açtı.
Kilisedeki Reform hareketinin yanısıra emsali görülmemiş bilimsel ilerlemeler 17. yüzyıl felsefe
eleştirisinin dinsel dogmadan uzaklaşmasını, ortaçağa özgü dünya anlayışını bırakmasını ve Aydınlanma
çağına zemin hazırlamasını sağladı. Bu dönemin filozofları akla dayalı ve insan merkezli bir dünyayı
inceledi. Eski geleneklere ve kaynaklara kuşkuyla bakmaya, böylece bilimsel tartışmanın temelini
tamamen yeni baştan atmaya yöneldi. Sosyal-siyasal koşullara ilişkin eleştirileri zamanla Fransız
Devrimi’ne yol açtı.
GELENEKTEN KOPUŞ
Descartes’ın Discours de la methode kitabının 1637’de yayımlanmasından önce felsefi metinler hep daha önceki yazarların
eserlerini kaynak alırdı. Descartes bu geleneği kırdı.
Fransız filozof Descartes köklü bir kriz döneminde yaşadı: Din mezheplere bölünmüş, ortaçağ
düzeni bozulmuş ve Otuz Yıl Savaşlarımdaki mezalim karşısında insanoğlunun zekâsına dair hümanist
inançlar sarsılmıştı. Bir genç olarak bu savaşa tanık olan Descartes bir
hülyaya kapıldı: Evrensel insan bilgisine varmanın yolunu bulmak. Ama bunu sadece kendi içinde
ve yaşanan dünyada aramaya karar verdi; böylece geleneğin ve dinsel dogmanın dışına çıktı.
KARTEZYENCİLİK: Descartes'ın (Latince Cartesius) öğretileri birçok yandaş buldu, ama yeni
teoriler doğuran eleştirilere de hedef oldu.
GERİYE KALAN TEK KESİNLİK: Düşünen kişi vardır. Algılamaya ya da geleneksel düşünme biçimine
güvenilemeyeceğine göre, bilinçli özne, yani düşünen “ben” emin olabileceğimiz tek şeydir. Coğito, ergo
sum (“Düşünüyorum, o halde varım”) Descartes’ın en ünlü sözü ve bilgi ilkesinin dayandığı temeldir.
Kuşku Yoluyla Doğruya Varış
Descartes her türlü bilgiye kuşkuyla bakmak gerektiğini varsaydı. Sahici bilginin temelini bulmak
açısından, kuşku duyulabilecek bir fikri reddetmek gerekirdi. Algılamayı güvenilmez sayıp reddetmeyi ve
sadece tümdengelimi bir yöntem olarak kabul etmeyi öngören bu "yöntemli kuşku" onu bir temel ilkeye
götürdü: Düşünce vardır. Düşünce düşünen özneden ayrılamayacağına göre, “ben” öznesi de
vardır. Sadece “Düşünüyorum, o halde varım” cümlesi kendi başına kesindir ve bu bakımdan öznenin
temelini oluşturur.
Descartes daha sonraki bütün çıkarsamalarını bu evrensel kuşkuya dayandırdı. Dünyayı iki töze göre ikiye
ayıran düalizmi geliştirdi. Buna göre, “düşünen töz” anlamına gelen res cogitans (iç
Sanal gerçeklik dönemine özgü olmayan bir soru: Descartes daha yüzyıllar önce gerçek ve yanılsama
açısından duyumların nasıl aynştınlabileceği sorusunu ortaya atmıştı.
dünya) bütün düşünme ve algılama alanını, “geniş töz" anlamına gelen re s extensa (dış dünya) ise
bütün uzamsal alanı ve içindeki bütün nesneleri kapsar. Bu iki alan tamamen kendine yeterlidir;
aralarındaki tek bağlantıyı Tanrı’nın müdahalesi sağlar. Descartes’ın rasyonalizmi daha sonraları Spinoza
ve Leibniz’in (s. 327) felsefelerine ilham kaynağı olurken, deneycilerin (s. 328) temelden itirazıyla
karşılaştı.
MODERN ÖZNE KAVRAMI Descartes felsefesi üzerine kuruludur. Daha önce “özne” terimi öğrenme
sürecinde farkına varılan ayırıcı özelliklerin bir taşıyıcısı olarak kabul edilirdi. Kartezyenci yaklaşım
özne ve nesne algılaması arasında bir ayrım yapmayı getirdi. Descartes iç ve dış dünyaları saptayıp
değerlendiren “ben” öznesi kavramını ortaya attı. Bu özne kendisi için nesne haline gelebilir ve böylece
benlik bilinci edinebilir.
cfj! Ufîejbn
Toplu kıyımlar, ırza tecavüzler ve yağmalar Otuz Yıl Savaşlarının (1618-1648) gündelik bir parçasıydı.
Bu dönemde Alman ve yabancı hükümdarların orduları Orta Avrupa’nın geniş bir bölümünü harabeye
çevirdi.
SPINOZA VE LEIBNIZ
Rasyonalist olmalarına rağmen Descartes’ın düalizmine karşı çıkan Spinoza ve Leibniz, monizm ve
monadolojiyi geliştirdi. Her ikisi de Hıristiyanlığın yaratıcı Tanrı’sına büyük önem verdi.
Descartes in sinirler aracılığıyla ayak parmağından epifiz bezine giden bir duyu algılamasının uyuşma
sürecini gösteren çizimi.
Monizm ve Düalizm
Monizmde biçim ve gelişim tek bir temel ilkeye bağlanır. Bunun bir örneği Sokrates öncesi filozoflardan
Anaksagoras’ın saptadığı nous'tur (ruh). Düalizm ise iki temel ilkeye dayanır. Descartes’ın tinsel (res
cogitans) ve uzamsal (res extensa) tözler arasındaki ayrımı bir düalizm örneğidir, iki tözün temelde farklı
ve bağlantısız olması sorunlar yaratır. Kişinin dünyada her ikisiyle ilişkiye girerken uyum sağlaması nasıl
mümkün olabilir? Descartes “ruhun özü”nü barındıran yer olarak nitelendirdiği epifiz bezinde
bu uyuşmanın sağlandığını varsaydı.
Alman filozof, matematikçi ve tarihçi Gottfried VVİlhelm Leibniz (1646-1716) önemli bir evrensel
bilgindi.
Spinoza ve Leibniz zanaatkâr beceriyi bilimsel bilgiyle ve karmaşık felsefi düşünceyle birleştirdi.
Böylece Descartes’ın öğretisi eleştirel ve yaratıcı yaklaşımlarla daha ileriye götürüldü.
Baruch de Spinoza daha gençken Yahudi İnancını eleştirmişti. Mensup olduğu Amsterdam Yahudi
cemaatinden bu nedenle kovuldu. Hıristiyan kilise yetkilileri de bu düşünürden hoşnut kalmadı ve
1674’te Tractatus theologico-politicus kitabını yasakladı.
Spinoza'nın temelini attığı tümtanrıcılık, Tanrı’nın her şeyde bulunduğunu öngören bir doktrindir.
Yaratıcının yaratılmış olamayacağı, çünkü bunun yaratıcıdan daha güçlü bir şeyi gerektireceği
varsayımına dayanır. Bu bakımdan, yaratıcı kendi yaratılışının da vesilesi olmalıdır;
yani o natura naturans’tır (“doğanın yaptığı şeyi yapan doğa”). Yaratılış her zaman uzamda oluştuğuna
göre, bir yerin varlığını gerektirir. Tanrı dünyayı kendi görüntüsünde, yani natura naturata (zaten
yaratılmış doğa) halinde yaratmıştır ve bu nedenle her şeyde her zaman mevcuttur. Bu anlayışa göre,
Tanrı’yla bir olmak isteyen kişi önce doğayla bir olmalıdır. Böyle bir şey ilke olarak mümkündür; çünkü
hem uzamsal dünya, hem de doğa yaratıcının dışavurumlarıdır. Bütün mevcut şeylerin birliğini ve
gerekliliğini tanıma yoluyla, kişi Tanrı'ya daha yakın hale gelebilir.
Spinoza ilk başta düşünen dünyayı uzamsal dünyadan ayrıştırma anlamında Descartes’ın düalizmini kabul
etmişti; ama yaratıcıyı oluşturan nihai tözün her iki alana da sindiği kanısındaydı.
Descartes'tan farklılığını göstermek amacıyla, Yunanca mo-nos (“tek”) kelimesinden türetilmiş bir felsefi
kavram olarak monizmi ortaya attı.
Monadoloji
Gottfried VVİlhelm Leibniz çok değişik alanlarla ilgilenen bir düşünürdü. Finansal programlar ve
denizaltıları tasarlamış, bugün bilgisayarlarda kullanılan ikili sayı sistemini icat etmişti. Newton’la aynı
dönemde ve ondan habersiz olarak diferansiyel hesabı geliştirmişti. 1714’te yayımladığı “Monadoloji”
adlı kitapçığında, maddi gerçekliğin monadlardan oluştuğu görüşünü ileri sürdü. Kökeni Yunanca monas
(“birim” ya da “tek”) olan monad hem bölünemez, hem içe kapalı nitelikteki olası en küçük varlık
birimidir. Fizik için atomun taşıdığı anlamın metafiziksel eşdeğeridir. Leibniz’e göre, Tanrı da bir
monaddırve bütün monadların uyumu varlığının kanıtıdır. Monad-lar evren açısından her türlü olasılığı
sunar, ama bunlardan sadece bazıları gerçekleşir. Sonsuz sayıda olası evren vardır ve sadece biri gerçek
olabilir. Bu bakımdan, Tanrı bütün olası şeyleri yaratmış olmasa bile, mevcut dünyayı önceden
kararlaştıran odur.
Öyleyse Tanrı’nın yaratımında “kötü” nasıl ortaya çıkmış olabilir? LeibnizTheodicy (“Tanrı'nın Adaleti")
kitabında, mevcut dünyanın bütün olası dünyaların en iyisi olduğunu yazar. Yarattığı etki kadar dile de
dolanan bu teorisi daha sonraları Voltaire'in Candide’ırıe konu olacaktı. Leibniz'e göre, dünya Tanrı’nın
yaratımı olması hasebiyle kusursuz olmak zorundadır. O halde dünyanın kusurlarının asıl
kaynağı insanoğludur -özellikle de sonlu bir varlık olması ve iyi ile kötü arasında seçim yapma gibi Tanrı
vergisi bir özgürlüğe sahip olması yüzünden.
ÖZEL BİLGİLER
YERSİZ BİÇİMDE ateizm suçlamasına hedef olan Spinoza'nın fikirleri “tümtan-rıcılık anlaşmazlığı"m
tetikledi.
FELSEFE
FELSEFE
DUYUMCULUK VE DENEYCİLİK
18. yüzyılın İngiliz filozofları rasyonalizme karşı çıkarak, insan düşüncelerinin içkin tasarımlara değil,
duyusal izlenimlere dayandığı anlayışını geliştirdiler.
Beşeri Bilginin Prensipleri Hakkında Bir Eser'ı yazdığı 1710'dan itibaren, Berkeley'in teorisi
altlanamayan, ama algılayan bir töze ilişkin tartışmayla daha incelikli bir yapı kazandı: Tanrı’nın sonsuz
ve hep varolan özü. Tanrı her şeyi algıladığına göre, somut olarak algılanmadığında bile bütün varoluşu
sağlar. Bu durum melekler gibi gerçek hayatta karşılaşılmayan ve görünüşte somut tasarımları açıklar.
Kitabın değindiği bir başka önemli nokta, Tanrı’nın ve gerçekliğin uyandırdığı algılamaların hangileri
olduğudur.
Deneyciliğin başta gelen savunucularından David Hume, doğrudan algılamalar ve çıkarsamalı çağrışımlar
arasında bir ayrım yapar. Böylece, birçok doğa yasasının ayırıcı özelliği olan neden-sonuç
ardışıklıklarını benzer deneyimler temeline oturtur, insan her zaman doğrudan deneyimle olmasa bile, sırf
alışkanlığa bağlı olarak belirli sebepleri (“güneş ışıldıyor”) belirli sonuçlara ("hava
ısınacak”) bağlayabilir. Bu saptama o zamana kadar geçerli sayılan bilimsel bilgi ilkelerini sorgulamayı
getirdi.
Tabula rasa: İnsan zihni duyuların aşamalı etkisi sonucunda dünyevi deneyimlerle dolan boş bir yazı
tahtası gibidir.
Deneyciliğin kurucusu John Locke’a göre, insan zihni bir tabula rasa, yani bir “boş yazı tahtası”
gibidir. Duyular dünyevi deneyimlerden gelen girdilerle zihni yavaş yavaş doldurur. Böylece çevredeki
dünyaya ilişkin tasarımların ve imgelerin oluşması, kişinin çevreyle yaratıcı biçimde etkileşime girerken
yolunu bulmasını sağlar.
insan zihni sırf dış dünyadan değil, kendi iç dünyasından da bilgiler edinir. Vücut acıya, mutluluğa, açlığa,
susuzluğa vs. tepki verir ve bu duyusal verilerle de basit tasarımlar oluşur. Sonuçta, zihnin işlevi basit
tasarımları karmaşık tasarımlarla bir araya getirmeye ve daha sonra gerçekliğe uygulamaya daya-
ingiliz filozof John Locke (1632-1704) ayrıca seçkin bir siyasal düşünürdü. Teorileriyle liberal anayasal
devlet anlayışına damgasını vurdu.
nır. Ama bu tasarımların ve gerçekliğin birbirinden ayrı olması, hayalleri ve düşleri mümkün kılar.
İskoç David Hume (1711-1776) duyusal deneyimin bütün bilgilerin temeli olduğu, hatta ahlak ve
etiğin bile duygularla belirlendiği görüşündeydi.
Varoluş Algılanmaktır
Locke gibi, İrlandalI piskopos Ge-orge Berkeley de bütün bilgilerin duyusal deneyimden doğduğu
sonucuna vardı. Ancak, Locke'ün deneyimciliğini esse es t percipi (“varoluş algılanmaktır”)
ibaresiyle radikalleştirdi. Böyle bir anlayışta, somut olarak algılanmayan her şey bir hayal ürününden
ibarettir, çünkü resmen ortada yoktur. Bu çerçevede Berkeley "kırmızı” renk ya da “üçgen” biçim gibi
duyudan
Arılar Masalı
Londra’da çalışan HollandalI bir doktor olan Bernard Mandeville 18. yüzyıl başlarında kapitalizm öncesi
ekonomik koşulların ve buna bağlı sosyal yapının ilkelerini ortaya koydu. Ona göre, bu yapı başka çeşitli
etmenlerin yanısıra yoksulların sömürülüşü ve bireysel bencil çıkarların etkileşimi üzerine kuruluydu.
Savaş, şatafat ve diğer kötülükler ikbal ve zenginlik peşinde koşmayı erdem ve ahlakın çok önüne
geçirmekteydi. Filozof George Berkeley -ayrıca öteki idealistler ve kiliseye sadık kişiler- bu masalı dine
ve orta sınıfa yönelik bir saldırı olarak
eleştirdi.
yukarıda: İnsan toplumu için bir metafor işlevini gören arı kovanı.
Yetisi Üzerine Bir İnceleme’de “benlik" ya da “ben” kavramını eleştirdi. Kendimizi bir bütün olarak ve
statik halde algılayamadığımıza göre, öznellik yanılsamalı bir tasarımdır. Hume’un ahlak anlayışı
da radikaldir. Tanımlayıcı önermelerden kural koyucu önermelerin çıkarılamayacağını belirtir.
Olması gerekeni olandan anlayamayız: “Olandan olması gereken çıkmaz."
FRANSIZ MATERYALİZMİ
Fransız filozoflar 18. yüzyıl ortalarında kapsamlı Aydınlanma idealine yönelerek, 1789 Fransız
Devrimi’nin teorik temelini hazırladı.
Mekanik Materyalizm
L*nr*» P.-olTe i &
Deniş Diderot (1713 1767) Fransız Aydınlanma akımının başta gelen savunucularından biriydi.
Fransız materyalizmi geleneksel felsefi fikirlerin ve sorunların dışına çıktı. Materyalistler hayatın
somut düzeyde nasıl yaşandığına odaklandı ve siyasal alanda insan mutluluğunu daha ileriye
götürmek amacıyla doğayı daha iyi anlamaya çalıştı.
Encyclopedie
Jean Baptiste le Rond d’Alembert ve Deniş Diderot 1750-1772 arasında, 28 ciltten oluşan ve 75.000’den
fazla maddeyi içeren Encyclopedie'y'ı yayımladı. Eserin hazırlanmasına Voltaire ve Rous-seau (s. 331)
gibi filozoflar da dahil çok sayıda bilgin katkıda bulundu. Bu çevre zamanla “Ansiklopediciler” olarak
anılmaya başladı.
Encyclopedie Fransız materyalizminin çığır açıcı eseri ola rak kabul edilir. Amacı sanattan ticarete
ka-“Sadizm" terimi Fransız filozof Marquis de Sade'ın (1740-1814) adından ve eserlerinde işlediği
cinsel fantezilerden gelir. Yıllarca hapiste kalan Sade bir akıl hastanesinde ölmüştü.
ENCYCLOPEDİE,
DICTJONNAIRE RAISONNE
DES SCIENCES,
TOME PREMIER.
Fransız Ansiklopedicilerin yazdığı “Ansiklopedi: Bilimlerin, Sanatların ve Mesleklerin
Sınıflandırılmış Sözlüğü" (birinci cildin baş sayfası, 1751).
dar uzanan konuları ele alarak bütün bilim dallarına ilişkin bir genel bakış sunmaktı. Deneyci kavramlara
dayanan sistematik yaklaşımın felsefi temelini attı. Bütün bilgilerin bir araya getirilmesi hurafeleri ve
temelsiz inançları bertaraf etmek, böylece rasyonel bir gelecek yaratmaktı.
Ansiklopedicilere göre bilgi siyasal kölelikten kurtulmayı sağlayabilecek bir güç aracıydı. Özgürlük,
kardeşlik ve eşitlik hedeflerine doğru adım atmak için, insanların topluma dayatılan fikirlerin ve
yanlış anlayışların etkisinden sıyrılmaları gerekirdi.
Ateizmi ve ahlaksızlığı işlediği kuşkusuyla, Encyclopedie birçok kez sansüre uğradı. Ama bu çabalar
eserin yaygın bir ilgi görmesini önleyemedi; çünkü sansür nadiren uygulanabildi.
Fransız materyalistler gazete makaleleri, halka açık mektuplar, felsefi söylevler, romanlar ve şiirler gibi
başka mecralarla da fikirlerini yaymaya ve geniş bir taban kazanmaya çalıştılar. Aydınlanma’nın diğer
savunucularıyla, hatta Prusya kralı II. Friedrich (s. 328) ve Rus çariçesi II. Katerina gibi Avrupa'nın
mutlakiyetçi hükümdarlarıyla bağlaşıklıklar kurdular.
hayattaki yerine kafa yorma uğraşından kurtulan Sade ve diğer Fransız materyalistleri bunun yerine
rasyonelliğe yönelmeye başladı. Fikirlerinin ilham verdiği ve körüklediği 1789 Fransız Devrimi,
mutlak monarşi yönetimine son verdi, soylu ve ruhban kesimlerin geleneksel ayrıcalıklarını kaldırdı.
iktidara gelmesiyle, materyalizm siyasal nüfuzunu kaybetti. Ama bugün idealleri bütün Batı
demokrasilerinin kökeninde yatmaktadır ve insan Plakları Evrensel Beyannamesinin temelidir.
I
Bastille baskını (14 Temmuz 1789) Fransız Devrimi'nin kıvılcımını tutuşturan olaydı. Az sayıdaki
mahpuslardan biri, lüks eşyalarla döşenmiş hücresinde kitaplarını yazmakta olan Marguis de Sade idi.
FELSEFE
ANSİKLOPEDİCİLER arasında yer alan Paul-Henri Thiry (Baron d’ Holbach) dünyayı madde (cisimler)
ile hareketin bir nedensellik bağı olarak kavramlaştırdı. Belirli cisimler diğer cisimleri belirli bir
biçimde etkilediğinde (neden), istenen sonuç mutlaka elde edilir. Karşılıklı sonuçlar doğuran nedenleri
sürecin içindeki madde belirler.
İNSAN-MAKİNE: Julien Offray de La Mettrie L’Homme Machine (1747) kitabında, kişinin arzularına
göre davranması gerektiği sonucuna varır. Bir davranışın sonuçları önceden belirlenmiş olduğuna göre,
kişi ahlaka aldırış etmemelidir.
Neden ve sonuç bir saatin mekanizması gibi iç içedir. Bu karşılıklı ilişki değiştirilemez.
Akıl ve Tutku
Romanlarıyla ve felsefi metinleriyle kötü nam salan Marçuis de Sade, ahlakın tamamen akıldışı
olduğunu ve davranışlar için tek yol gösterici etkenin arzu olması gerektiğini belirtecek kadar ileri
gitti. Bu tutumun doğal ve dolayısıyla akılcı olduğunu savundu. Çılgınca yaşamı ve radikal
görüşleri başının mahkemelerle sürekli derde girmesine yol açtı. Tanrı'nın
21. YÜZYIL
SEKÜLERLEŞME: Batılı sanayi toplum-larında Aydınlanma hareketi din bağını gevşetti. Akılcılık ve
bilgi insan uğraşlarının temeli olarak görülmeye başlandı.
AHLAKIN GEÇERLİLİĞİ kanıtlanamaz. : Ahlaki kavramların başlı başına bir geçerliliği yoktur.
1-C.LSLI-L
KİLİT BİLGİLER
Aydınlanma (18. yüzyıl ortaları) | Romantizm | İdealizm | Materyalizm |
AYDINLANMA: Varoluşçu felsefe (20. yüzyıl ortaları)
Rasyonellik insanları
cehaletten kurtaracaktı.
AYDINLANMA FELSEFESİ
Kör inançlara ve hoşgörüsüzlüğe tavır alan Aydınlanma felsefesinin ilkelerinden biri “bilmekten korkma"ydı. Bunun yerine
insanlara rasyonelliğin yön vermesi gerektiğini savundu.
Aydınlanma akımı 18. yüzyılın ikinci yarısında Prusya kral II. Friedrich’in Voltaire gibi Fransız
Aydınlanma filozoflarını sarayına getirtmesiyle ve hatta kitaplar yazmasıyla kendisine bir barınak buldu.
Çok sayıda Al
man Aydınlanma filozofu görece yüksek hoşgörü ortamı, gevşek sansür ve hatırı sayılır ifade özgürlüğü
sayesinde orada gelişti.
HIMMANUEL KANT (1724-1804) mantık ve metafizik profesörü olarak 1770'ten sonra hep
Köniğsberğ’de ders verdi.
KANT'IN KOŞULSUZ BUYRUĞU her bireysel edimin evrensel düzeyde geçerli yöntemlerle
irdelenmesini öngörür.
KANT DİĞER ÇEVRELERİ özgün fikirlerden ziyade sistematik felsefi yaklaşımıyla etkiledi. “Eleştiri”
üzerine kurulu üç analizinde 18. yüzyılın geçerli birçok fikrini
“SAF AKLIN ELEŞTİRİSİ” nesnel bilginin niteliğini tanımlamaya dönük bir girişimdir. Kant bu kitapta,
deneyimle başlamasına karşın bilginin oluşumunda aklın da etkili olduğunu öne sürerek, rasyonalizm ile
deneyimcilik arasında kopukluğu giderir. Deneyimlerin doğrudan edinilmediğini, daha çok akılda içkin
olarak bulunan ve deneyimi mümkün kılan mekân, zaman ve nedensellik gibi kategoriler
aracılığıyla şekillendiğini belirtir. Diğer kitaplarından “Pratik Aklın Eleştirisi” katı bir ahlak felsefesini
etraflıca ortaya koyarken, “Yargı Yetisinin Eleştirisi” estetik teorisi üzerinde durur.
Kant’ın "Pratik Aklın Eleştirisi” kitabının birinci Almanca baskısının baş sayfası
grim
t>tr
reîiten$erııttıtff
3 m m a ıı u e { $ a n t
ÎJrofıffoc in <s6nİ9»fıT0.
31 i 9 <>/
Berlin Aydınlanması
Geniş ilgi uyandıran Alman Aydınlanma filozoflarından biri Gotthold Ephraim Lessing’di. Deneme,
makale ve tiyatro oyunlarında hoşgörü, insanlık ve halkın siyasete katılımı gibi Aydınlanma ideallerini
canlı bir dille sundu. Aristokrasinin ayrıcalıklarını ve kilisenin katı gelenekçiliğini eleştirdi. Bilge
Nathan (1779) oyunundaki “Üç Yüzük Hikayesi” Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin ortak
köklerine işaret eder.
Lessing’le yakın bağlantı içindeki Moses Mendelssohn din ve estetik sorunları üzerine eserleriyle
Aydınlanma felsefesine bir Yahudi perspektifi getirdi. O sırada henüz "normal” yurttaş statüsü
taşımayan Yahudilerin kurtuluşu gibi konularda rasyonelliği yol gösterici eylem ilkesi olarak ortaya
koydu. Yahudilerin Hıristiyan orta sınıfla düşünsel temas kurma şansı eğitim ve kültür düzeyiyle sınırlıydı.
Lessingve Mendelssohn’la birlikte, yayımcı ve yazar Friedrich Ni-colai de Alman Aydınlanma akımının
en etkili propagandacılarından biriydi. Ona göre, felsefe insanlığı daha iyi duruma getirmek
amacıyla toplum için kullanılmalıydı.
Berlin’den çok uzakta, Doğu Prusya’nın Königsberg kentinde Alman Aydınlanma felsefesinin en
önemli temsilcisi yaşıyordu: Imma-nuel Kant. Onun tanımına göre bu felsefe, bireylerin rasyonelliği
titiz analize tabi tutarak ve böylece deneyciler (s. 328) tarafından ileri sü rülen deneyimlerin nesnelliğini
irdeleyerek toyluktan kaçınmasını sağlayabilecek bir yöntemdi.
Lessing ve diğer Aydınlanma temsilcileri dinsel hoşgörüyü savunurken, bir yandan dinleri
barıştırmaya çalıştılar.
© ayrıca bkz.: Aydınlanma, Edebiyat Bölümü s. 424 | Koşulsuz Buyruk, Toplum, Siyaset ve Hukuk, s. 243
ROMANTİK FELSEFE
Almanya’da kendine özgü bir biçimle son derece yaygın kabul gören romantik felsefe, diğer Avrupa ülkelerindeyse aşırı
duygusal ve akıldışı bir akım olarak görüldü.
FRANSIZ MATERYALİSTLERİNİN AKSİNE, kültür ve uygarlık (s. 329) s avlarını reddederek doğanın
basit bazlarını övdü.
Rousseau ve Doğa
KİŞİ ÖZÜNDE İYİDİR, ilkel toplumda insanlar doğayla uyumlu yaşadıkları için mutluydu. Ne var ki, 18.
yüzyıla kadar olan tarihsel "ilerleme” özel mülkiyeti, tarımı ve feodal sistemi doğurdu. Bu da doğal
köklerine gittikçe yabancılaşan insanların yaşam koşullarının kötüleşmesine yol açtı. Dolayısıyla özgürlük
ve eşitlik gibi doğal durum ideallerinin modern toplumla bütünleştirilmesi gerekir.
TOPLUM SÖZLEŞMESİ NDE Rousseau “sosyal yurttaş” fikrini ortaya atar. Sosyal düzen ve siyasal
iktidar bizzat yurttaşların belirleyeceği kurallarla sınırlan-malıdır. Bu yapı herkes için daha yüksek
düzeyde bireysel özgürlüğü güvence altına alacaktır.
Rousseau uygarlıktan etkilenmemiş olan ve doğadan koparılmış özgün halinde yaşamayı sürdüren “vahşi
soylu “yu idealleştirdi.
FELSEFE
Alman romantiklerin sanat eserleri dönemin fikirlerini yansıtır: “Ben"e yönelmek ve doğayla ilişkisini
incelemek.
Friedrich Schelling, şair Fried rich Hölderlin ve Georg Wil-helm Friedrich Hegel (s.
332) 18. yüzyıl sonlarından romantik felsefenin temellerini attı. Bu üç .* adam birlikte “Alman
idealizminin / sistematik programım ortaya koydu. Buna göre Kant’ın yolu izlenerek, özgürlük, ahlak,
ilahilik ya da —-
güzellik gibi bütün fikirler tek bir kapsamlı sistem altında birleştirilmeliydi. Ama Kant’ın ter-
31 t f> c n « e u m.
£iıtt 3*irf«Şrifr susul* SiiMitı e«ı <s'f
'5 r i t 6 t i $ @ â) i t s 11.
Setlin, 1798.
Athenaeum
sine, grup Aydınlanma’nın rasyonelliğe ağırlık vererek duyguları ve gereksinimleri gözardı etmesine karşı
S chelling ve S chlegel
Schelling de değerlendirmelerinde “ben’’den yola çıktı. Bireyin feci bir durumda olduğunu, çünkü
doğayla uyumlu birliktelikle belirlenen geçmişten çok koptuğunu saptadı. Felsefenin önünde artık “ben”
ile dünya, doğa ile tin arasındaki ikiliği inceleme ve bu süreçte ayrılığın giderilmesini sağlama görevi
vardı.
Schelling’e göre sanat bu hedefe ulaşmada önemli bir ara noktaydı ve felsefeyle
Friedrich Schlegel temelde Hegel'in ve Schelling'in savunduklarına benzer fikirler geliştirdi, ama bunları
daha ileriye götürdü. Din ile felsefe arasında duran ve her ikisinin yerini alarak, insanlığın diğer bütün
bilgi alanlarına bakışına aracılık edecek bir evrensel şiir yaratmaya çalıştı.
Din Dönüşü
Aşırı rasyonel bir insan dünyasına çare olarak felsefe ile din arasında böyle yakın bir bağlantı kurma
çabası Friedrich Schleiermacher'in de ayırıcı bir yönüydü. Ortaya attığı "mutlak bilgi” ve “mutlak
kimlik” kavramlarıyla teolojiyi Aydınlanma fikirlerine bağlamayı başardı. Her iki terim de Tanrı’yı
temsil eder; çünkü kişi kendi sonluluğunun bilincine ancak onun sonsuzluğu üzerine düşünerek varabilir.
FELSEFE
Hegel insan bilincine ve sanat, tarih, din gibi alanlardaki tezahürlerine ilişkin gelişmelerin hepsini açıklamaya temel oluşturacak
bir sistem yarattı.
Hegel “yazı masasındaki dünya tini" olarak görülürdü. Berlin’de 1818'de başladığı felsefe
profesörlüğünü 1831’de ölene kadar sürdürdü.
Hegel için Napolyon esas olarak bir umut dayanağıydı. Fransız Devrimi'ni izleyen terör ve anarşinin
üstesinden gelmiş ve onun “bir at sırtındaki mutlak tin" anlayışına uygun olarak Avrupa’yı yeniden
düzenlemişti.
idealizm, deneyimden bağımsız bir varoluşa dayanan “mutlak” ya da “bütün” gibi idealara dayalıydı.
Romantik felsefenin (s. 331) ardından Hegel, Alman idealizmine kapsamlı bir düşünce sistemi verdi.
Fenomenoloji
Schelling diyalektiğe (s. 318) tez, anti-tez (yadsıma) ve gelişmelerin sonuca vardığı sentez
(yadsımanın yadsıması) üzerine kurulu bir süreç anlamını daha önce vermişti. Ama diyalektiği bilinç
süreçlerini açıklama yönünde her şeyi kapsayan ve genellikle geçerli bir yaklaşım haline ilk kez getiren
Hegel’di.
Hegel Tinin Fenomenoloji’smde (1807s. 319), bir dizi yeni diyalektik süreçle zihnin niteliğini
ve gelişimini inceledi. Bu süreçlerde düşünen özne her zaman kendisinin ötesine geçer. Zihnin farklı
bilinç düzeyleri birçok biçimiyle görülebilir; bu biçimler ilkel görüngülerden (fenomenler) sanat, din ya
da tarihteki zihin tezahürlerine kadar uzanır. Hegel evrim içindeki bu diyalektik süreçlerin nihai birliğinin
"mutlak idealar” olduğu kanısındaydı.
Efendi-Köle Diyalektiği
Hegel’in diyalektik yöntemini kullandığı bir başka alan tarihsel gelişimin ve güç dengesinin
incelenmesidir. insanlar arasındaki karşılıklı tanımaya dönük açık mücadelede, galipler efendi
ve mağluplar köle haline gelir. Eğer köleler bu konuma boyun eğerse, efendiler onları zorla çalıştırma
yoluna gidebilir. Ne var ki, efendiler de bu süreçte kölelerine bağımlı duruma düşer. Ellerindeki
kudretin bilincine varmaları halinde, köleler güç dengesini tersine çevirme olanağını elde ederler.
Böylece efendilerini alt ederek eşit bir konumu kabul ettirebilirler.
Burada diyalektik bir tez (tanınma arzusu), yadsıma (ölüm ya da kölelik) ve yadsımanın yadsıması
(efendileri alt ederek eşitliğe kavuşma) ardışıklığı olarak karşımıza çıkar.
Tarihin Ruhu
ÖZEL BİLGİLER
19. YÜZYIL FİLOZOFLARI arasında Hegel’e olumlu ya da olumsuz göndermede bulunmayan çok az
kişi vardı. Böylece Hegel tasarladığı gibi felsefeye son vermek yerine, felsefe için ilham kaynağı oldu.
Hegel’e göre, tarihteki bütün gelişmelerin ardında mutlak tin yer alır. Her gelişme bütün ideaların
en yücesi olan mutlak tinin nihai tecellisi yönünde işler. Hegel bu tinin izini sürmek amacıyla 1812-
1816 arasında Mantık Bilimi yazdı. Hegel’in tarih görüşü ilerlemecidir; çünkü her şey mutlak tinin
tecellisine doğru yönelir ve ancak bunun ışığında anlam kazanır. Bu bakımdan ortaya koyduğu şey,
her oluşumu açıklayan ve rasyonel temele dayandıran bütünsel bir sistemdir.
Estetik Üzerine
Hegel 1820-1829 arasında estetik üzerine verdiği derslerden oluşan Estetik Üzerine Dersler'de
ideaların sanattaki tezahürlerini ele alır. Sanat tarihini de bir dizi diyalektik süreç olarak görür, ilk başta
ideanın sanatta somut ifadesini bulmaya çalıştığı ve buna ulaşamadığı sembolik biçim vardır. Bunu
ideanın uyumlu dışsal tezahürünü bulduğu klasik biçim izler. Sonunda ideanın tekil dışavurumu aştığı ve
sonsuz
Buna göre, birleşik ideanın kavramsal düzeyde anlaşılması ve hatta genelleşmesi açısından, felsefede
ifade edilen sanatın bu noktada ortadan kalkması gerekir. Hegel eserleriyle her şeyi başardığı ve artık
ulaşılacak hiçbir şey kalmadığı kanısına vardı. Böylece kendisini "felsefenin sonu”nu getirmiş saydı.
Sanayi devriminin getirdiği değişimler siyasal felsefede yeni gelişmeleri körükledi. Kari Marx işçi
sınıfına geçmişten ve bugünden geleceğe varış yolunu gösterdi.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’yu 1848'de yayımladı ve diyalektik materyalizmin temelini attı
(Doğu Berlin'deki anıt).
Das Kapital
MARX'IN BAŞESERİ Das Kapital’in hareket noktası ticari alışverişin gelişim sürecidir. İlk başta mallar
doğrudan takas edilirken, işbölümündeki ve ticaret koşullarındaki karmaşık yapıyla birlikte, üçüncü bir
meta aracılığıyla mal değiş tokuşu başlar. Böylece bütün malların değeri parayla ifade edilebilir hale
gelir. Kapitalizmde para saf aracılık işlevini yitirir. Kârı arttırıp sermayeye dönüştürmeye hizmet eder ve
daha fazla kâr elde etmek için defalarca kullanılır. Ne var ki, değer artışı daha yüksek fiyatla satıştan
kaynaklanmaz; çünkü alım fiyatı piyasada belirlenir. “Artı-değer” formülüne göre, kâr etmeyi sağlayan şey
üretimde kullanılan işgücüne emeğinin tam karşılığının ödenmemesidir. Sermaye her zaman emeği
sömürme peşinde koşar.
c + v + M = c
Fabrikalar, kömür madenleri ve hammaddeler gibi üretim araçları kapitalizmde özel mülkiyet altındadır.
Vladimir İliç Ulyanov, takma adıyla Lenin komünist ilkelere dayalı Sov-yetler Birliği'ni kurdu.
Soyut idealara ağırlık veren idealizmin tersine, materyalizm her türlü düşünme ve insani gelişme sürecinin
ardındaki sebep olarak somut ve maddi şeylere yöneldi. Kari Marx ve Frederick Engels
idealist diyalektiği “tekrar ayakları üstüne oturttu", yani örtük bir ifadeyle Hegel’in bunu tepetaklak
etmesine son verdi.
Kapitalizm ve Komünizm
Özgürlük ve Zorunluluk
Marx diyalektik tarihsel analizinde insanlık tarihini bir dizi sınıf mücadelesi olarak nitelendirir. Bu
sürecin son evresinde, “Artı-değer” emeğin ödenmeyen kısmı, yani sömürüdür.
2 orta sınıf feodal soyluluk sistemine karşı mücadele etmiş ve zaten kısmen mevcut olan kapitalizm
sistemini genişletmişti. Ne var ki, Marx bu çığır açıcı atılımın ancak 19. yüzyıl başlarına kadar sürdüğü
kanısındaydı. Sonraki dönemde burjuvazi işçi sınıfının sosyal gelişiminin önünü kesmişti. Bu bakımdan,
sosyal gelişimi daha ileriye götürmek için bir devrim zorunluydu. Marksist anlamda özgürlük bu
zorunluluğu kavramaya dayanır. Varoluşu, yani maddi yaşam koşullarını belirleyen şey bilinç
değildir; tersine varoluş bilinci belirler. insanlar bunu anlayınca ve sosyal gelişimin yasalarını
benimseyince, bilinçli davranma özgürlüğüne ulaşır.
Lenin ve Troçki
Lenin bu Marksist yaklaşımda uyarlamalar yaptı. Ona göre, insanların önünde sadece iki seçenek
vardı: Kişi ya devrimden yana ya da devrime karşı olmalı ve bütün sonuçlarına katlanmalıydı. Dahası, tek
bir parti kolektif yapıyla bütün işçi sınıfını temsil etmeliydi. Lenin'in amacı bir sivil demokrasi değil, bir
sovyet cumhuriyetiydi. 1917 Şubat
Devrimi’ni izleyen iç savaş ve siyasal kargaşa sırasında, Lenin ideal komünist topluma varmanın bir
ön aşaması olarak “proletarya diktatörlüğü” kavramını geliştirdi.
Marxve Engels komünizmin gelecekteki siyasal biçimine ilişkin bir belirlemede bulunmadığından, yorum
için geniş bir alan vardı. Lenin’in yoldaşlarından Lev Troçki, komünizmin kesintisiz bir devrimle sürekli
değişim içinde olması gerektiğini ısrarla savundu, insanın uyuma yatkınlığı yönündeki Marksist görüşe
sıkı sıkıya bağlı kaldı. 20. yüzyılın birçok filozofu Manc'tan güçlü biçimde etkilendi.
Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm
Diyalektik materyalizmin temel öğretisi, soyut alandaki (idea, hukuk) canlı kavramları somut
alana (pratikteki sınama) taşımaktı. Tarihsel materyalizm ise bu öğretinin gelişim ilkelerine göre
tarihi araştırmaktı. Temel soru şuydu: Her şeyi belirleyen ekonomi (altyapı) toplumda nasıl
dönüşüme uğrar ve toplum, sözgelimi dinin bakış açısıyla kendisini nasıl görür?
FELSEFE
FELSEFE
Birkaç değişmez fikri ya da kavramı öne çıkararak katı sistemleri yaratan önceki düşünürlerin aksine,
yaşam felsefesini savunanların amacı daha
bütüncül bir yaklaşımdı. Dinamik ve yaratıcı hayat güçleri her bakımdan gerçekliğin belirleyici etmenleri
olmalıydı.
ArthurSchopenhauer’in (s. 335) fikirlerinden etkilenen Alman düşünür Friedrich Nietzsche, geleneksel
felsefenin köklü bir eleştirisine girişti. Belirgin bir sistem ortaya koymadı; zaten eski hurafeleri bilimsel
jargon
Ironik bir yaklaşımla, “Kadınının yanına gidince, kamçını yanına al" diyen Nietzsche, daha sonraları
görüş ayrılığına düştüğü Lou Andreas-Salome (solda) ve Paul Ree'yle (ortada) birlikte görülüyor.
Nietzsche, çoktan unutulmuş olan Sokrates öncesi filozoflara (s. 118) yöneldi.
Kader Sevgisi
Bergson'un elan vital kavramı bir vahşi ormanda yetişen sarmaşık gibi maddi dünyaya dal budak sarar.
YAŞAM FELSEFELERİ
Birkaç filozof gerçekliğe “daha canlı" bir erişim yolu bulmaya çalıştı. Bilimsel bilgi kandırmacılığına itirazlarındaki aynı
keskinlikle geleneksel ahlakı sorguladı.
altında örttüğüne inandığı bütün “sistem’lere karşıydı. Ahlaka ve tarihe ilişkin polemikçi
perspektifler içeren yazıları, sezgiye dayalı ve canlı bir güç olarak “hayat”ı özgürleştirmeye yöneliktir.
Nietzsche'nin inançlarından biri Museviliğin ve Hıristiyanlığın “köle ahlakı”nın dışavurumları olduğuydu;
çünkü bu dinler zayıf olanı yüceltip güçlü olanı yererken, insanlığı, hayat gücünü tam anlamıyla ifade
etmekten alıkoyuyordu.
Nietzsche'nin eserlerine damgasını vuran çoğu örtük özdeyişler çeşitli yorumlara konu oldu. Görüşleri 20.
yüzyılda sanatçılar ve düşünürler arasında olağanüstü etkili olmakla birlikte, siyasal yelpazenin her iki
ucundaki aşırı gruplarca benimsendiğinden kötü bir şöhret de kazandı.
Tragedyanın Doğuşu
Nietzsche Tragedyanın Doğuşu (1872) kitabında Eski Yunanlıların hayattan kademeli olarak
nasıl uzaklaştığını açıklar. Antik Yunan dünyası ilk başta “Dionysosçu ve Apolloncu” anlayışların uyumlu
bir dengesine dayanıyordu; bu kavramlar sırasıyla şarap ve şiir tanrılarının adlarından geliyordu. Arzular
ve tutkular ya dosdoğru hayatın içinde yaşanıyor ya da sanat aracılığıyla dolaylı olarak bunların tadına
varılıyordu.
Sokrates’in (s. 319) döneminde kuşku ve akıl, hayat güçleri karşısında üstünlük kazandı. Eylemin yerini
düşüncenin almasıyla birlikte insanın çöküşü başladı. Klasik felsefeye son derece eleştirel bakan
FELSEFİ SİSTEMLERE karşı gelenekten kurtulmuş bir felsefeye dönük yeni bir ifade biçimi geliştirdi.
Nietzsche ömrünün son yıllarını akıl hastası olarak geçirdi (“Nietzsche Hasta Yatağında” tablosu, 1899).
Nietzsche ve Ust-lnsan
NIETZSCHE’YE GÖRE ASIL SORUN bir kitabının başlığıyla “insanca, pek insanca” haldi ve bunu
aşmak şaşmaz hedefi oldu. Çağdaşlarını çok köhne, çok ahlakçı ve çok gelenekçi buluyordu.
BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT insanlığın gelişimini simgesel olarak anlatan bir felsefi romandır.
Başkahramanı hayatın bir kavga olduğunu ve bütün insan davranışlarının temelinde iktidar
isteminin yattığını kavrar. Bu bakımdan ahlakçı savlar ne doğru, ne de yanlıştır; boyun eğdirmeyi ya da
boyun eğmeyi kolaylaştıran bir strateji için başvurulan taktiklerden ibarettir, insan sıradan
varoluşunu aşmak için bu prangadan kurtulmalıdır.
BUNU BAŞARDIĞINDA, bir “üst-insan” haline gelebilir ve hayatın gücü kösteklenmeksizin özgürce
akar.
SONSUZ DÖNÜŞ, yani kişinin yaptığı her şeyin sonsuza kadar tekrarlanacağı görüşü bir tür hayatı
olumlamanın sınavıdır.
Üst-insarıın amacı duyarsız bir dünyaya karşı özgürce atılan kahkaha olmalıdır: "Gülmeyi kutsadım; ey
yüce insanlar, yalvarıyorum size, gülmeyi öğrenin!"
dan pratik önem taşımayan bir sürü olguyu ortaya koyan tarih bilimini eleştirdi. Kişi hayatı incelemek
yerine dosdoğru yaşamalıydı. Onun felsefesi en yüksek gaye olan amor fati’ye (Latince: “kader
sevgisi”) ulaşmaya yönelikti. Hayata dönük bu temel kabule ve sevgiye, her türlü trajik, sıradan ve ahlakçı
şeyin üstesinden gelmeyi sağlayacak özgürce kahkaha eşlik etmeliydi.
Yaşam ve Deneyim
Henri Bergson önemli bir Fransız hayat filozofuydu, insanlığın doğal yaratıcı itkisini elan vital
(“hayati güdü”) olarak nitelendirir ve Darvvin’in evrim teorisinin ardındaki itici güce benzetir. Özgür ve
yaratıcı gelişmeye dönük bu uyarıcı, maddenin eylemsizliğine sürekli karşı koyar. Bergson zihinden çok
yaratıcı sezgiye inanan biriydi.
VAROLUŞÇU FELSEFELER
Varoluşçu filozoflar birey olarak insanı ve dünyayı algılayış biçimini incelerken, üniversitelerde öğretilen
felsefeleri bir kenara ittiler.
Sürekli mücadele etmeye mahkûm Sisyphos efsanesi, Camus'ya göre insan varoluşunun özünü yansıtır.
Varoluşçu filozoflar için maddi ya da ideal olgular merak konusu değildir. Bunun yerine bireysel
davranışın olanakları ve koşulları üzerinde dururlar.
İstenen Dünya
Arthur Schopenhauer başeseri istem ve Tasarım Olarak Dünya'da (1818-1844), bireyin bilinçli
düşünmeyi dünyaya dair genel düşünceden ayı ramayacağına işaret eder. Bütün dünyaya sinmiş olan bir
istem vardır.
Herkes şu durumla karşılaşır: Bir yandan bedenimizle bir şey yapmak isteriz; öte yandan çevre, toplum
ve başka bedenler kendi isteklerini dayatır. istem çeşitli yollardan yetkinlik doğrultusunda ne kadar
uğraşırsa uğraşsın, buna tam ulaşamaz, istem hep doyumsuz kalır ve böy-lece acı çekmeye mahkûm
olur. Kişinin yapabileceği en iyi şey arzularından ve isteklerinden vazgeçerek, yaşama istemine teslim
olmasıdır. Schopenhauer’in fikirlerinde Budizm'in (s. 322) büyük etkisi vardı.
DanimarkalI ilahiyatçı Sdren Kierke-gaard (1813-1855) varoluşçuluğun babası sayılır.
Dinde Varoluş
Schopenhauer gibi, Soren Kierke-gaard da somut bireyi esas alan bir felsefeye yöneldi. Ona
göre, varoluşun üç evresi vardı: Gelişmeye denk düşen birinci evrede bireyin davranışları tamamen
estetiktir. Talihi ve talihsizliği bir gözlemci olarak yaşar. Daha sonra, seçimine bağlı olmaksızın,
ikinci “etik" evreye geçer.
haz ile uzun vadeli tatmin arasında seçim özgürlüğü vardır. Ama, insan kendisini başka insanlarla
ilişkilen-dirdiği için, yalnızlık korkusu, yani tek başına yaşama ve ölme korkusu ortaya çıkar. Birey ancak
üçüncü “dinsel” evrede bu korkunun üstesinden gelebilir. Yapabileceği tek şey Tanrı'nın var olduğunu
ummak ve bu belirsizlikle ölmektir, imanın irrasyonel unsuru burada yatar.
Schopenhauer ve Kierkegaard'ın felsefeleri ilk başta akademik çevrelerde pek kabul görmedi; ama
etki alanları 20. yüzyılda genişledi. Kari Jaspers ve Martin Heidegger (s. 338) varoluşçu
felsefeye 1920’lerde yeni bir başlangıç getirdi. Heidegger'in düşüncelerini gözden geçiren Jean-Paul
Sartre, “Varlık ve Hiçlik” (1943) kitabında bize seçme özgürlüğü veren hiçliğin bir parçası olarak
yaşadığımız yolundaki görüşü ortaya attı. Seçmek özgürlüğümüzün sınırıdır: Her özgür eylem olumsuz bir
yön içerir; çünkü kişinin her tercihi bütün diğer olası seçenekleri ortadan kaldırır. Böy-lece insan
“özgürlüğe mahkûm" olur. Özgür irade üzerindeki bu yıldırıcı sorumluluk Sartre'ı insanların ahlaki
yükümlülüklerden kaçmak için “kötü niyet”e sarılmaya yönelttiğini varsaydı. Sartre insanların etkileşimi
konusunda da kötümser bir bakışa sahipti. Başkalarıyla bir arada olduğumuz zaman, biz onları
nesneleştiririz ve onlar da bizi nesneleştirir. Yani, “cehennem başkalarıdır.”
S isyphos Efsanesi
Siyasal görüş ayrılığına düşene kadar Sartre’ın dostu olan Albert Camus'nün “Sisyphos Efsanesi” (1944)
kitabı inançlarının tipik bir örneğidir: Tanrılar Sisyphos’u bir kayayı ömür boyu bir tepeye doğru itmeye
mahkûm eder ve kaya yukarıya her çıkışında tekrar aşağıya yuvarlanır. Sisyphos’un çektiği sıkıntılar
insanlık halinin saçmalığını temsil eder. Kişisel amaçlar ancak koşullu olarak tatmin edilebilir. Ne var ki,
insan tasarılar yapmayı sürdürür ve bunların başarısızlığı varoluşun anlamsızlığını kanıtlar. Asıl soru
insanın bu saçmalığa katlanması mı, yoksa bir kaçış yolu olarak intiharı seçmesi mi gerektiğidir.
Hem Camus, hem de Sartre başarılı birer kurmaca yazarıydı; bu nedenle kitapları ve tiyatro oyunları
1950’ler boyunca geniş bir ilgi gördü.
Jean-Paul Sartre (1905-1980) ile hayat arkadaşı, yazar ve feminist Simone de Beauvoir (1908-1986).
ÖZEL BİLGİLER
SCHOPENHAUER, Hegelgibi Berlin Üniversitesinde ders verdi. Hegel'in 300, onun ise sadece üç
öğrencisi vardı.
SANSASYON yaratan “BirArapi Öldürmek" (1978) adlı pop şarkısının ilham kaynağı Camus'nün
Yabancı romanıydı.
SARTRE bir Batılı kuruma dönüşmek istemediği için Nobel Edebiyatı Ödülü'nû reddetti.
KİLİT BİLGİLER
ESKİYE GÖRE DAHA ÇOK İNCELENEN
MANTIK VE SİBERNETİK 20. yüzyıla damgasını vuran teknik ilerlemeye önemli katkılarda
bulunmuştur.
BU DÜNYA VE ÖTESİ-DİL
20. yüzyılda felsefecilerin ilgi alanı gittikçe dile yöneldi. Dil yenilikçi bir yaklaşımla irdelendi ve
sistematik hale getirildi. Ayrıca kısmen yeni bir yapıya kavuşturuldu ve yaratıcı biçimde kalıba döküldü.
Dil ve iletişimin analizi insanların dünyasını, ayrıca amaçlarını, davranış kalıplarını, görüşlerini ve
niyetlerini anlamanın ideal yolu olarak görülmeye başladı.
€) Ana odak haline gelen dil, analitik ve mantıksal bakımdan özetleniyor ya da yorumbilim çerçevesinde
inceleniyor.
r tLotr t
EDEBİ FELSEFE
1900’lerde toplumun, günlük varoluşun ve tarihin değişik yönlerini incelemek üzere sistema-tiklikten uzak
bir edebi felsefe biçimi ortaya çıktı. Acaba insanlar için doğru bir yol var mıydı?
Pragmatizm
Doğruluk tablolarının bir dizi bildirim bileşimini ve önermeli ifadeyi saptaması ve kurallara bağlaması
öngörülür: Örneğin, Ave/veya B’nin hiçbir doğru bildirimde bulunmaması doğru mudur?
Felsefeciler 20. yüzyıl başlarında teori kurma uğraşlarının temeli olarak tarihsel ve günlük
fenomenleri analiz etmeye yöneldi. Georg Sim-mel toplumsal gerçekliğin ürünü
Emst Bloch (1885-1977) başeseri “Umut ilkesi"nde ütopyanın anlamını ortaya koydu.
saydığı günlük fenomenleri bilimsel yaklaşımla gözlemlemeye öncülük etti. “Metropol ve Zihinsel
Yaşam” (1903) ve “Paranın Felsefesi” (1900) adlı eseriyle Alman sosyolojinin kurucusu oldu.
Düşünce-lmgeler
Ernst Bloch kendisini çevreleyen kapitalist toplumun sınırları içinde daha iyi ve sosyalist bir dünya
olanaklarını araştırdı: Şimdiki ortamda geleceğin toplumuna dönük ve ileride belki buna katılabilecek
neler bulunabilir?
Bir kişinin sırf daha iyi bir dünyayı hayal edebilmesi gelecekteki bir değişimin tohumlarını zaten
barındırır. Dolayısıyla Bloch için ütopya, tatlı hayaller, sanat eserleri ve edebiyat, insanların umutlarını
ve fikirlerini ifade ettiği için özellikle önemlidir. Bunlar kişinin kendi yaşamını fiilen
değiştirme konusundaki temel becerisine işaret eder. Aslında, bugün geçmişle belirlenir, ama olası
bir geleceğin ipuçlarını da taşır.
Bloch’un dostu VValter Benjamin'in is biraz kuşkucu bir hipotezi vardı. Savunduğu tarih felsefesi ve
ekonomik canlılık daha iyi bir geleceğe işaret edebileceği gibi, kasvetli bir senaryoya da pekâlâ yol
açabilirdi. Benjamin’e göre, tıpkı felsefeciler gibi, tarihçi-
I0NE W AY
Benjamin’in Tek Yön adlı metin derlemelerinde, okur faşizm ve sos-yalizm arasındaki simgesel
bir kavşakta tutum takınmaya zorlanır.
lerin de görevi tarihte akıllarına yatan fikirleri bulmak ve gereğince dile getirmekti. Bu çaba
insanları yaşadıkları durum konusunda bilinçlendirecek ve değişiklikler yap
DOĞRU NEDİR, YANLIŞ NEDİR? Eylem yönelimli bir etik olarak, pragmatizm verili bir zaman
ve mekânda başarılı sonuç veren şey anlamında doğruyu pratik günlük koşullarda arar. Pragmatizmin bir
bilim adamı olan kurucusu Charles Sanders Peirce (s. 339), bir bildirimin geçerliliğini nesnel biçimde
saptamak amacıyla mantığa dayalı “doğruluk tabloları” oluşturdu. İngilizce konuşulan ülkelerde çok
büyük ilgi gören pragmatizmin başta gelen temsilcileri felsefeci Wil-liam James ve John Devvey’di.
Bir statü sembolü olan havyar: İnsanı başarıya götüren şey asla yakışıksız olamaz. Tipik bir iş ahlakı mı?
maya özendirecekti.
Bloch ve Benjamin somut tarihsel ve günlük olayların, soyut anlamını ortaya koymak için alışılmamış
birçok değişik edebi araca başvurdu. Açık seçik kavramlar belirlemek yerine, okurun
içini doldurabileceği “düşünme boşlukları" sunmaya çalıştılar. Öte yandan, okurun düşünceleri daha iyi
bir topluma, Benjamin'in ifadesiyle “düşünce-imge'lere yöneltilmeliydi. Edebi felsefenin
örnekleri Benjamin'in “Tek Yön” (1928) ve Bloch'un “izler” (1930) kitaplarıdır. Benjamin’in son derece
etkili eserlerinin büyük bir bölümü ölümünden sonra yayımlandı.
Her durumda “VE DEĞİL" ve “VEYA DEĞİL” bileşimlerin doğru bir sonuç dizisi vermediğini belirtir.
i Y | D D
i Y D Y
: Y D Y
Y D Y
A ya da B bildirimlerinin bileşimi “VE DEĞİL” ya da “VEYA DEĞİL” yoluyla doğru (D) ya da yanlış
(Y) bir önermeye varmayı sağlar mı?
Felsefeciler 20. yüzyılda matematik ve mantıktan aldıkları ilhamla, dilin işleyişini öğrenmek, sınırlarını belirlemek ve içeriğinin
doğruluğunu saptamanın en iyi yolunu bulmak üzere dile daha analitik bir tarzda yaklaşmaya çalıştılar.
“HER YÖNÜYLE SÖYLENEBİLECEK ŞEYLER açık seçik söylenebilir; kişi üzerine konuşamayacağı
şeyler hakkında susmalıdır."
İLK BAŞTA VVITTGENSTEIN felsefeye ilişkin bütün sorunları çözdüğü kanısına vardı; ama sonra kendi
teorilerinden bazılarını eleştirel yaklaşımla sorguladı. Ludwig Wittgenstein (fotoğraf, y. 1940)
DEĞİŞİK BİREYLER farklı bağlamlarda konuşurlar. Aynı kelimeleri kullandıklarında bile, bunlara farklı
anlamlar ve çağrışımlar yükleyebilirler; dolayısıyla kavramların anlamı ve önemi kesin biçimde
tanımlanamaz. En fazla yapılabilecek şey, kavramların belirli bir “dil oyunu”nda, yani kullanım
bağlamında anlamlı bir tarzda işlev görüp görmediğini saptamaktır.
-
“Konuşma edimi” teorisi dildeki iletişim eylemlerini sadece doğru ya da yanlış olma çerçevesinde
değil, şeyler ve söyleniş tarzı, sözgelimi kullanılan belirli el hareketleri çerçevesinde de ele alır.
FELSEFE
Analitik felsefenin temelleri Almanca konuşulan ülkelerde atıldı. Gottlob Frege 1879’da Begriffssch-rift
(“Kavram Gösterimi”) kitabıyla dildeki kavramları temsil eden özel isim, cümle ve deyiş gibi
çeşitli işlevleri belirlemeye ve doğruluk değerleriyle (mantıksal değerler) ilişkilendirmeye çalışan ilk
kişi oldu. Bu girişimin amacı matematik ve mantık araçlarını kullanarak biçimci simgesel mantığa dayalı
bir ideal dil ortaya koymaktı.
Mantık Dili
Viyana doğumlu Ludwig VVİttgens-tein dile ilişkin analitik felsefenin ikinci kurucusu
sayılır. Manchester’da mühendislik
VVittgenstein felsefeye ilişkin bütün sorunları çözdüğü kanısına varınca, yeni uğraşlar aramaya
yöneldi. Böylece Viyana'da kız kardeşi için bir evin tasarımını hazırladı.
öğrenimine başladıktan sonra, okul değiştirerek Cambridge'de felsefe okudu. Çığır açıcı ilk
eseri Tractatus Logico-Philosophicus’u (1921) orada tamamladı.
Böyle bir gösterim rasyonel cümlelerle gerçekleşir. Bu bakımdan VVittgenstein her türlü
irrasyonel cümlenin dünyaya ilişkin herhangi bir belirlemeye denk düşmediği sonucuna varır. Dolayısıyla
belirsiz olan ya da irrasyonel biçimde ifade edilen her türlü şey mevcut değildir. Böyle şeyler
hakkında konuşmaya gerek yoktur; bunun yerine suskun kalmak gerekir.
VVittgenstein’in Tractatus’u kısa sürede Moritz Schlick, Rudolf Car-nap, Kurt Gödel ve Otto Neurath gibi
“Viyana Çevresi” mensuplarını etki altına aldı. Bir ilkokul öğretmeni olan VVittgenstein, bütün felsefi
sorunları çözdüğü kanısındaydı. Bununla birlikte eserindeki görüşleri gruptaki kişilerle tartışmaya ikna
edildi. Böylece ortaya çıkan önemli bir radikal
düşünce akımı, bilimcileri J bütün doğru düşüncelerin temelini oluşturacağı sanılan doğrulanabilir
önermeler biçiminde ampirik gözlemleri izlemeye yöneltti.
VVittgenstein’in II. Dünya Savaşı'ndan sonraki eserlerinin etkisiyle, dil felsefesi içinde yeni bir
yönelim gelişti. John Langshavv Austin ve John Rogers Searle'in “konuşma edimi" teorisi varsayımlarını
ideal ve doğru bir dile dayandırmak yerine, günlük varoluş bağlamındaki bireysel konuşmalardan ve
eylemlerden çıkarsamalar yapma yoluna gitti, izleyen dönemde özellikle ingilizce konuşulan ülkelerde bir
dizi felsefeci, analizlerinin önalanında bu kavramları kullanmakla birlikte, kavramların soyut
gerçekliğine daha az ağırlık verme noktasına geldi. Aynı kesim, kavramlara kullanım alanları dışında
doğru bir değer yüklenebileceğinden kuşkuludur.
ÖZEL BİLGİLER
ERNST BLOCH 1948’de sürgünden döndükten sonra Doğu Almanya’nın Leipzig kentinde profesör oldu.
Sıkı bir Marksist olmasına karşın, özgürlüğe bağlılığı nedeniyle resmî yetkililerle çatışmaya girdi.
Kendisine fahri profesör ünvanı verildi ve 1961’de Batı Almanya’ya göç etti. LUDVVIG
VVİTTGENSTEİN zengin bir sanayici ailedendi. Mirasının çoğunu genç sanatçılara bağışladı ve
bir bahçıvan olarak çalıştı.
FELSEFE
Heidegger Nazilerin kitap yakmasına karşıydı; ama Yahudi meslektaşlarını korumadı.
Heidegger varlık sorusunu yeniden değerlendirerek felsefede devrim yapmaya çalıştı. Dili incelerken yeni perspektifler buldu,
kendine özgü ve son derece karmaşık bir terminoloji geliştirdi.
Edmund Husserl'in (1859-1938) görüşleri Heidegger'in ilk eserlerine önemli bir etkide bulundu.
MARTIN HEİDEGGER 1889'da Messkirch'te (Almanya) doğdu, 1976'da Freiburg im Breisgau’da öldü.
ESERLERİYLE Jacques Lacan, Jacques Derrida (s. 343) ve Hannah Arendt gibi kişileri etkilerken,
Theodor Adomo (s. 341) ve Georg Lukâcs'ın sert eleştirilerine hedef oldu.
Heidegger Vakası
HEİDEGGER’İN FELSEFESİ partiyle kişisel bağından dolayı Nazizm’e göndermeler açısından sıkça
irdelendi. Sonuçta, davranışı büyük olasılıkla Nazi akımına karşı koymayan ulusal muhafazakâr
düşüncenin bir dışavurumundan ibaretti.
Savaştan sonra ders vermesi yasaklandı; bununla birlikte geniş bir yandaş kitlesi bulmaya devam etti.
Martin Heidegger bazılarınca 20. yüzyılın en büyük düşünürü sayılır. Bazıları ise onu anlaşılmaz
kitaplara imza atmış bir yazar ve Nazi rejiminin bir destekçisi olarak görür. Bu görüş ayrılıklarına karşın,
Heidegger’ in günümüz düşüncesinin gelişiminde son derece etkili olduğu yadsınamaz. Platon'dan itibaren
felsefe tarihini eleştirel bir yaklaşımla ele alarak, kadim varlık sorusunu yeniden tanımladı; buna önce
fenome-noloji (s. 319) ve ardından yorumbi-lim yoluyla bir cevap bulmaya çalıştı. Dili incelemenin
felsefe sorunlarını çözebileceğine inanmasına karşın, bilim ve mantık yerine şiiri incelemeyi yeğ tuttu.
Varlık S orusu
20. yüzyıl başlarında Edmund Hus-serl deneyimler ve nesneler dünyasıyla nasıl ilişkiye girdiğimizi
incelemenin bir yolu olarak fenomenolo-jinin temellerini attı. Nesnelerin özüne ulaşamayacağı-mızı, ama
fenomenleri inceleme yoluyla deneyimin temel özelliklerini çıkarabileceğimizi ileri sürdü. Bunun için
bir nesnenin gerçekliği sorusunu “parantez" içine alarak, birçok varoluş biçimimizde onu nasıl
tasarladığımızı ve onunla nasıl ilişkiye girdiğimizi analiz etmeliydik. Husserl’in fe-nomenolojisi Sartre'ı
(s. 335), Merleau-Ponty’yi ve özellikle başeseri Varlık ve Zaman’ı (1927) ona ithaf eden Heidegger'i
etkiledi. Husserl'e göre, deneyimleri analiz etmek için önce kişinin her zaman bir varlık dünyasında
olduğunu kavraması gerekirdi. Platon’dan beri felsefe bizzat “varlık” denen şeyin ne olduğunu
sormaksızın, birçok varlık biçimini incelemişti. Heidegger’in bütün eserlerinin can damarı işte bu “varlık
sorusu"dur.
“dört katlı" gibi terimlerle kendine özgü bir terminoloji geliştirdi. Varlığın gerçek doğasını açığa
çıkarabilecek olan şiirin tersine, teknolojinin bizi buna yabancılaştırma riskini taşıdığını, çünkü bütün
varlıkları gelişigüzel kullanabileceğimiz nesneler gibi sunduğunu savundu. Daha sonraları gaz odaları
trajedisini insanları nesnelere indirgeyen teknolojinin bir örneği olarak görmesi bu yaklaşımın bir
sonucuydu.
Hannah Arendt (1906-1975) totaliter yönetimin köklerini araştırdı. Yahudi olmasına karşın, savaş
sonrasında Heidegger'e itibarının iade edilmesi için çalıştı.
ÖZEL BİLGİLER
HUSSERL YAHUDİ olduğundan, Heidegger, Varlık ve Zaman kitabının 1941 baskısından ona ithafını
çıkardı.
CARL SCHMİTT bir siyaset felsefecisi ve anayasa hukukçusuydu; “Üçüncü Reich'ın Baş Hukukçusu" ilan
edildi.
iletişim teorileriyle yakından bağlantılıdır. Norbert VVienerve Heinz von Foerster’in kurduğu bu disiplin
1950’lerden sonraki gelişimiyle, insan ve makine sistemleri arasında ayrım yapmayan kapsamlı bir
tanımlayıcı sisteme dönüşmüştür. Bu bakımdan yapay zekânın gelişimine ve analizine katkısı önemlidir.
Sibernetikte çeşitli doğa bilimi yasaları, sözgelimi termodinamik yasaları bağlantısız ve öz-düzenle-meli
ayrı denetim ilmekleri olarak ele alınan düşünce sürecine ya da topluma uygulanır.
MANTIK—FREGE’DEN QUINE’A
Bir akıl yürütme bilimi olarak mantık matematik gibi bilimlerle yakından ilişkilidir. Savları doğru ya da
yanlış önermelere varmayı sağlayacak yapılara dönüştürmek üzerinde durur.
EVRENSEL DÜZEYDE GEÇERLİ EPİSTEMOLOJİ Dış dünyayla ilişki içindeki bir organizmanın
sibernetik modeli: Organizma ve
olan sibernetik, sistemlerin denetlenmesini ya da dlS dünya kar5"lk" olarak “ilerinin davranışlarını düzenler.
Sibernetik temel
Düzenleyicilik
Merkezî bir denetleyici yetke dış dünyadan ve kendi tekil organizmasından gelen uyarıları alır.
Çift değerli mantık, önermelere şekil verirken, doğru veya yanlış adlarındaki iki mantıksal değerden
sadece biriyle belirlenebilmelerini hedefler. Örneğin, bir doğruluk tablosu (s. 334) oluşturulabilir ve
bundan iki önerme bileşiminin verdiği sonuçların doğru mu, yoksa yanlış mı olduğu anlaşılır. Öncelikle,
Rus ressam Lyubov Popova'nm “Filozof' tablosu: 20. yüzyılda bütünleyici perspektifler felsefi analizin
yolunu açtı.
doğru ya da yanlış olduğu saptana-bilen bir şey temelinde koşulların açıklığa kavuşturulması gerekir.
Ne var ki, estetik, etik ya da siyaset gibi klasik felsefe alanlarını oluşturan doğrudan önermelere çoğu kez
böyle kesin değerler yüklenemez.
Önerme Mantığı
Aristoteles klasik mantığın temellerini Organon adlı eserinden attı. Charles Sanders Peirce ve
Gottlob Frege 19. yüzyıl sonlarında birbirlerinden habersiz yüklem mantığını ortaya koyarak bunu
modernleştirdiler.
Rosetta Taşı'nda aynı metin üç dilde yer alır: Wil-lard Quine (1908-2000) temelde böyle
çevirilerin mantığını sorguladı.
Sibernetik
Organizma
biçimsel kurallara bağlayıp ileriye götürdü ve önermelerin farklı yollardan analiz edilmesini sağladı.
Ayrıca nicel ölçümü uygulayarak, dilde yer alan bütün savları ifade etme olanağını buldu.
Mantığın gelişimi analitik felsefe (s. 337) için temel öneme sahipti. Bu felsefenin temelinde yatan fikir,
savları doğru biçimde mantığa çevirmenin akıl yürütmede hataları önleyeceğiydi.
Mantık ve S iyaset
Bertrand Russell 20. yüzyılın en önemli mantıkçılarından biriydi. Matematiksel mantığı etkiledi ve
1921’de Alfred North VVhitehead’le birlikte Principia Mathematica’ yı yayımladı. Russell'ın bir
başka yönü siyasal düşünür olmasıydı. Kuruluşuna önayak olduğu “Russell Mahkemesi” uluslararası
düzeyde tanınan aydınların yer aldığı ve devletlerce işlenen suçların tarafsız yaklaşımla
Ortam
Denetleyici yetke kararlı bir noktaya varmak için, bir organizmanın davranışını dış dünyayla ve
kendisiyle ilişkisi çerçevesinde düzenler.
MANTIK VE SİBERNETİK ilk satranç bilgisayarlarından bugünün karmaşık ve dijital denetimli sanayi
tesislerine kadar varmak üzere medya ve enformasyon teknolojisindeki buluşlar için gerekli önkoşulları
yarattı.
SİBERNETİK Fransız düşünür Ja-cques Lacan'ın (s. 340) psikanalizinin yanısıra Alman sosyolog Niklas
Luhmann'ın sistem teorisinin damgasını taşır.
Bertrand Russell'ın (1872-1970, ortada) adını taşıyan mahkemeler, Batılı devletlerin Vietnam Savaşı'nı
yürü-tüşünü yüksek sesle mahkûm ederken medyayı etkili biçimde kullandı.
soruşturulduğu bir kamu komite-siydi. Jean-Paul Sartre'la (s. 335) birlikte 1963’te topladığı ilk mahkeme,
Fransız ve Amerikan ordularının Vietnam'daki savaşı yürütme biçimini ele aldı.
Klasik Biçimin Eleştirisi
Çift değerli mantığın dayandığı ilke 20. yüzyılda temel bir eleştiriye uğradı. “Doğru” ve “yanlış” şıklarına
bir üçüncü kategori olarak “olası” eklendi. Böylece değişik biçimleriyle üç değerli mantık ortaya çıktı ve
bilgisayar programlarını geliştirme gibi amaçlarla kullanıldı. Bu mantıkla VVİllard Çuine bir metnin
kısmen çelişkili olabilen çeşitli çevirilerinden hangisinin doğru ya da yanlış olduğuna karar
verilemeyeceğini gösterdi.
FELSEFE
21. YÜZYIL
FELSEFE
YAPISALCILIK VE SEMİYOTİK
Dilbilimsel analitik felsefe İngilizce konuşulan ülkelerde mantığa dayanırken, Fransız yapısalcılığı dile bilinçdışı açıdan
yaklaşmayı esas aldı.
Dilbilimsel İşaretler
FERDINAND DE SAUSSURE kelime ve gösterilen nesne arasındaki bağlantı olarak ele aldığı
dilbilimsel işaretleri inceledi. Sözlü ve yazılı kelime, “imleyen” ve soyut anlam, yani “imlenen” arasında
bir ayrım yaptı. İmlenen şeyin ise “imlenY’e, yani eklenen dilbilimsel gerçekliğe göndermede
bulunduğunu belirtti. İmleyen ve imlenen bağlantısı rastlantısaldır. Örneğin, imlenen “ağaç” başka
dillerde “tree” ya da “arbre” gibi bir dizi imleyen belirtilir. Bir dil içindeki bağlantı ancak diğer bütün
imleyenler başka bir anlama geldiğinde yerine oturur. Yani, imlenen “ağaç” için sadece “ağaç" ses dizisi
kullanılır. Saussure’ün
teorisi sonrakilere oranla oldukça basit olsa da, dilin bir sistem içinde anlaşılabileceği yolundaki görüşü
yapısalcı teorinin imlem: Somut gelişmesinin yolunu açtı, bir nesne
Yapısalcı akıma bağlı Michel Foucault, Jacçues Lacan, Claude Levi-Strauss ve Roland Barthes (soldan
sağa) “vahşi" ortamda. Levi-Strauss Yaban Düşünce kitabında “ilkel" kültürlerdeki dünya görüşlerini
inceledi.
Barthes “Çağdaş söy-leyenler” kitabında gündelik eşyalara nasıl ek anlamlar yüklenebileceğini açıklar;
Citroen DS deesse (“tanrıça") olarak görülür.
KİLİT BİLGİLER
Yapısalcılık ve semiyotik \ Frankfurt Okulu ve dilbilimsel dönüş \ Söylem
analizi | Post-yapısalcılık
YAHUDİ SOYKIRIMI
sırasındaki mezalim her
türlü akla kuşku düşürdü.
1968 HAREKETİNE 1945
sonrasının sosyal
bakımdan eleştirel ve DÖNÜM NOKTASINDAKİ FELSEFE
öznel teorileri zemin
hazırladı. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren felsefeye başat bir yönelimden çok,
işbirliği ve çekişme halindeki çeşitli yaklaşımlar damgasını vurdu. Analitik
felsefe ve yorumbilim gibi eski okullar söylem analizi ve yapısökümcülük
gibi daha yeni yöntemlerle birlikte varlığını sürdürüyor. Fikir çatışması ve
YAPISALCILIK bütün
düşünce alanlarında alışverişi, teori kurmada verimli bir evreyi getirmiş bulunuyor. Bu gelişme
cinsiyet araştırmalarının yanısıra medya teorisi ve küreselleşmeye ilişkin
yapılar arar.
yeni siyasal felsefeleri de kapsıyor.
Dil ve İşaretler
Yapısalcılığın kurucusu sayılan dilbilimci Ferdinand de Saus-sure, dilin temelde yatan bir yapıya uyduğu
kanısındaydı. Etnolog Claude Levi-Stra-
İmleyen: Kelime
uss bu gözlemi ilişki sistemlerine aktardı. Böyle sistemler aile içi ve sosyal ilişkileri bilinçdışında
düzenleyen sabit yapıları izler. Semiyotik Saussure’ün yaklaşımını daha da ileriye götürdü. Roland
Barthes, Umberto Eco ve başka düşünürler işaretleri (Yunanca: semeion), anlamlarını ve insan düşüncesi
üze-
Ruh ve S iyaset
Psikanalist Jacques Lacan yapısalcılığı “dile benzer yapıda” gördüğü bilinçdışına uyguladı. Egonun
oluşumunda üç düzene dayalı bir ayrım yaptı, “imgesel düzende” yeni doğmuş bir bebek kendisini ayna
görüntüsüyle özdeşleştirir. Böylece hareketlerinin hâlâ eşgüdümsüz olmasına karşın, bütünleşik bir benlik
anlayışı edinir. Bu durum yaygın olarak “ayna evresi” diye bilinir.
Dilin öğrenilmesiyle birlikte, çocuk “simgesel düzen”e ulaşır. Bu evrede dil, benliğe uyması
gereken sosyal normları ve yapıları bildirir.
Egonun oluşumundaki üçüncü düzen “gerçek”tir. Bu gerçek durum dilin dışındadır ve simgeleştirmeye
karşı koyar, ifade edilemez olduğu için, bozukluğa yol açar.
Lacan'ın teorisini siyasete uygulayan Marksist Louis Althusser’e göre, sosyal davranışlar ideolojiyle
belirlenir. Aile, kilise ve okul gibi kurumlar bireyi yaratır ve yönlendirir. Böylece bireyler partilerle,
dinlerle ya da ülkelerle özdeşleşir ve kendilerini özgür sayarlar. Bu yüzden de gerçekliği kavramada
yetersiz kalırlar.
Julia Kristeva siyasal ve psikana-litik perspektifleri dille ilişkilendirdi. Düşüncelerin ancak dille ifade
edilerek özgürleşebileceğini savundu. Dilin özgül ve belirtici anlama yatkınlığından çok, içgüdüsel
belirsizliklerini öne çıkardı. Bu yaklaşım onu post-yapısalcılığa yöneltti; böylece Althusser'in
öğrencilerinden Foucault'un da (s. 342) içinde yer aldığı çevreye katıldı.
Sosyolog ve filozof Max Horkheimer 1930’larda Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nü bir siyaset
felsefesi merkezine dönüştürdü.
Horkheimer Frankfurt Okulu’nu ve dayandığı “eleştirel teori”yi Theo-dor W. Adorno, Erich Fromm
ve Herbert Marcuse'la birlikte kurdu. Marksist sosyal teoriden etkilenen bu çevre ilk başta kapitalizm
ve onun beraberinde getirdiği her
Jiirgen Habermas (d. 1929) egemenlikten arınmış bir iletişimi ve devlet gücünün kamuoyu
oluşumu süreçlerine bağlanması gereğini savundu.
şeye ve herkese bir meta olarak bakma eğilimi gibi fenomenler üzerinde yoğunlaştı. Daha sonra esas
olarak faşizmi analiz etmeye yöneldi. Horkheimer’e göre, bu kapitalizmin bir bunalımıydı: “Kapita-
ÖZEL BİLGİLER
ADORNO aynı zamanda modern bir ı klasik müzik bestecisiydi. Kültür endüstrisinin bir ürünü olarak
gördüğü pop müziğinden nefret ederdi.
RORTY günümüzün en tartışmalı felsefecileri arasındadır; bunda Amerika dış politikası konusundaki
tutumunun da bir payı vardır.
Marksist dünya görüşüne (s. 333) eklenen psikanalitik perspektif, insanlığın kolektif bilinçaltının baskı
altına alınmasını siyasal baskıyla ilişkilendirdi. Özellikle Herbert Marcuse gerçek siyasal özgürlüğe
kavuşmanın yolunu kolektif bilinçaltından kurtulmakta gördü. Böylece Almanya’daki 1968 öğrenci
hareketinin felsefi akıl hocalarından biri haline geldi. Frankfurt Okulu bu hareket aracılığıyla toplumun
özgürleşmesinde belirleyici bir rol oynadı.
Dilbilimsel Dönüş
iletişime dönük bu ilgisi, Habermas’ı dil felsefesiyle (s. 337) ilişkilendirilen “dilbilimsel dönüş"
çizgisine yöneltti. Bu dönüşten sonra dil artık sırf nötr bir bilgi iletme aracı değil, daha çok bir söylem,
bir iletişim alanı sayılır. Önermeler ve kavrayış, ayrıca doğruların saptanması sadece bu alanda
mümkündür, insan bilgisi ve düşüncesindeki her gelişme dilbilimsel yapıları izler.
İngilizce'nin konuşulduğu ve analitik felsefenin (s. 337) ağır bastığı dünyada ise başka yönde bir değişim
gerçekleşti. Richard Rorty klasik yorumbilime (s. 338) denk düşen bir post-analitik felsefeye yöneldi.
Ona göre, evrensel düzeyde geçerli doğrular yoktu. Bunun yerine, bireyin kendisini (yeniden) yaratabilme
özgürlüğünü savundu.
Siyaset ve ahlak felsefesi alanında, John Ravvls 1971'de bütün toplum mensuplarının eşitliğine dayanan
bir “adalet teorisi” ortaya attı. Soyut bir “adalet” ilkesiyle kısıtlanmayacak ve bunun yerine insanlık
dayanışmasını esas alarak, zenginlerin ulaştığı konumdan yoksulların da yararlanmasını sağ
THEODOR W. ADORNO 1903’te Frankfurt am Main'de (Almanya) doğdu, 1969’da Visp’te (İsviçre)
öldü.
YAHUDİ SOYKIRIMINI felsefede köklü bir yeni yönelimi gerektiren çığır açıcı bir kırılma noktası
olarak gördü.
ÖĞRENCİ HAREKETİ 1970’lerve 19801er boyunca büyük ölçüde onun görüşlerinden etkilendi.
Theodor W. Adorno, 19 68
Aydınlanmanın Diyalektiği
ADORNO 1944-1947 arasında Horkheimer’le birlikte yazdığı bir kitapta, Aydınlanma çağının son
noktasına vardığı görüşünü ortaya attı. Akıl dünyayı gizemli olmaktan çıkarmış ve doğaya egemen olmayı
sağlamıştı. Bu süreçte aklın kendisi yüceltilerek bir efsane gibi işlendi. Böylece önemini yitiren bireysel
özne yaşamın bütün alanlarının rasyonelleşmesine, ayrıca ekonomi ve teknolojinin üstünlüğüne boyun
eğmek zorunda kaldı. Kitleler faşizm gibi totaliter ideolojilere teslim olmaya artık hazırdır.
SANAT DALLARINDA da rasyonalizme karşı koyacak hiçbir şey kalmamıştır. Kapsamlı
ekonomikleşmeyle birlikte bunların yerini yönlendirici bir kültür sektörü almış durumdadır. Bu sektör
kitleleri gerçeklikten koparmaya yöneliktir.
Adorno’ya göre kitleleri oyalayan eğlenceler, bilinçli olarak beyinlerini donuklaştırmayı amaçlayan bir
kültür tasfıyesiydi.
“Siyasi olan özel yaşamdır”: 1968 kuşağı orta sınıfın egemenliğine ve ahlaki kavramlarına karşı bilinçli
bir tavır takındı.
FELSEFE
FELSEFE
Michel Foucault (1926-1984) için Paris'te “düşünce sistemleri tarihi profesörü" unvanıyla sfe özel bir
kürsü ■j oluşturuldu.
İnsan ve kültür bilimlerindeki en başarılı atılımlardan biri Foucault’un söylem analiziydi, modern düşünce
sistemleri tarihine büyük bir etkide bulundu.
Foucauit’un disiplinli toplumun ortaya çıkışını konu alan kitabı Hapishanenin Doğuşu, suikastçı Damien'in
1757’de halk önünde işkenceyle idam edilişinden modern ceza sisteminin temellerine kadar uzanan
gelişim sürecini anlatır.
Medya Teorisi
“GUTENBERG GALAKSİSİ” (1962) kitabında, Marshall McLuhan çeşitli medya türlerinin dünyayı
algılayışımızı değiştirerek toplumu, siyaseti vs. nasıl etkilediğini analiz etti. Çoğu modem değerin
köklerini baskı teknolojisine indirdi ve karşılıklı elektronik bağımlılık yoluyla dünyanın bir “küresel köy”
haline geleceğini ileri sürdü. Daha sonraları verili bir medya biçiminin bizi içeriğe oranla daha
fazla etkilediği anlamında ünlü “mecra mesajdır” saptamasında bulundu.
Fransa’da 1940’larda bilimleri incelemek için yeni bir yol bulmaya dönük bir arayış başladı. Bilişim
teorileri esas olarak insan öznelere yoğunlaşırken, epistemoloji, bilimsel teori kurmaya özgü temel
yapıları ve düşünce kalıplarını analiz etmeye yöneldi, ikinci alanda odak noktası ep/'s-tem (Yunanca:
"bilgi" ya da “bilim”), bilimsel teorileri mümkün kılan tarihsel koşullardı. Epistemolojinin savunucuları
arasında Gaston Bachelard, Georges Can-guilhem ve Louis Althusser (s. 338) vardı. Althusser
özellikle Michel Foucault doğrudan bir etkide bulundu.
Kelimeler ve Şeyler
Michel Foucault Deliliğin Tarihi, Kelimeler ve Şeyler, Hapishanenin Doğuşu adlı kitaplarında
belli tarihsel koşullar altında bilgi sistemlerinin nasıl değiştiğini açıkladı. Kelimeler ve Şeyler'de (1966)
bilimsel söylemin oluşumunda epistem’in rolü ve bu söylemin toplum üzerindeki etkisine odaklandı. Bir
“doğru”yu yaratan tarihsel koşulların dönemden dö neme değişkenlik gösterdiği görüşünü ortaya attı.
Foucault geleneksel düşünce tarihine söylem analiziyle karşı çıktı. Hayatın çeşitli alanlarında genel kabul
gören birçok kavramın tarihsel koşulların ürünü olduğunu gösterdi. Örneğin, Delili-
Hurufat dizgin baskıdan modem medya ve enformasyon teknolojisine varan gelişim insanlığı algılama
biçimini ve dünya görüşlerini değiştirdi. Bu da felsefede yeni soruları ve perspektifleri gündeme getirdi.
ğin Tarihi’nde 19. yüzyılın siyasal, sosyal ve bilimsel çerçevesinde tedavi edilebilir bir hastalık sayılan
deliliğin önceki yüzyılda neredeyse bir suç gibi görüldüğünü ortaya koydu.
Hakikat ve İktidar
Foucault’nun çalışmaları 1970'lerde yeni bir yöne kaydı. Daha önce belli bilgileri doğru saymaya yol
açan şeyleri incelerken, bağlantılı olarak bilginin etkisine ilgi duymaya başladı. Örneğin, Cinselliğin
Tarihi’nin birinci cildinde psikanalizin j Katolik itiraf tekniklerinden nasıl yararlandığını ve benzer
biçimde kendisine nasıl yetki biçtiğini anlattı.
iktidar sadece yukarıdan aşağıya dayatılmaz. Baskıya maruz kalanların da bunda payı vardır.
insanlar karmaşık ilişki ağlarıyla birbirine bağlanmıştır: Patron işçiyi sömürür ve işçi de sömürülmeye
razı olur.
Foucault Cinselliğin Tarihi’nde insanların niçin böyle hevesle boyun eğdiğini sorar. Antik çağdan
başlayarak, beden konusunda başka şeylerin yanısıra, cinsellik, beslenme ve hijyenle ilgili söy-
İletilen
sinyal
İletici
1
Bilgi i
lemler oluşturulduğunu ileri sürer. Bunların hepsi bedeni öz-disiplin altına alma yönünde işler. Öznelerin
kendilerine dayattıkları böyle bir denetim bütün diğer boyun eğme biçim-lerine uygun alan yaratır.
Bilim ve İlerleme
Bilimin tarihsel gelişimini inceleyen başka düşünürler de çıktı. Michel Ser-res “Bilimsel Düşünce Tarihi:
Bilim Tarihinin Unsurlarında 19. yüzyılda sanılanın aksine insan ve doğa bilimlerinin ne kadar yakın
olduğunu gösterdi. Isabelle Stengers,
Bruno Latour ve başka kişiler titiz yöntemlerin ve tarihsel koşulların bilgi sistemlerinin oluşumu
üzerindeki etkisini kuşkuyla karşıladı. Böy-lece doğrusal ilerlemeye inanç sarsıldı.
Alınan sinyal
Parazit
kaynağı
Medya iletim süreci modeli: “Kanardaki parazit iletilen bilginin çarpıtılmasına yol açabilir.
Hedef
alıcı
DİFFERANCE FELSEFESİ VE POST-YAPISALCILIK
Yapısalcılığın da dinamik süreçleri ve bir duruma özgü belirsiz olguları açıklama gücünden kuşku duyan birçok felsefeci ortaya
çıktı.
Deleuze “Duyumsamanın Mantığı"rida Francis Bacon'ı deforme bedenlerle soyut ve figüratif arasında
yeni bir resim okulu yaratmış bir differance ressamı olarak nitelendirir.
1970’lerden itibaren birçok felsefeci değişmez yapılar ve sistemler öngören düşünme biçimini eleştirel
bir yaklaşımla analiz etti.
Differance ve Difterence
Jacçues Derrida "Yazı ve Fark”ta (1967) yapısalcılığın konuşma diline temel bir konum
vermesini eleştirdi. Ortaya attığı differance terimiyle yazının önemine işaret etti. Bu yapay kelime
bilinen difference (Fransızca: "farklılık’’) kelimesiyle aynı şekilde okunur; farklılık ancak yazıda
anlaşılabilir. Dolayısıyla yazı sadece bir mecra değil, aynı zamanda bağımsız bir şeydir. Diffârance yazı
ile dil arasındaki ilişkide esrarlı ve tedirgin edici bir şeye göndermedir. Derrida yeni bir sistem
geliştirmek pe-
Felsefeci Jacques Derrida (1930-2004) yazıyı düşüncesinin merkezine oturttu ve yapısökümcülük akı mini
başlattı.
Yapısökümcü mimaride geleneksel yapı formları dağılır.
şinde değildi; istediği şey bütün önerme sistemlerini ve doğruluk savlarını “yapı bakımından sökmek”ti.
Bu yaklaşım her sistemin gerçek hayattaki olası anlamların çokluğuna denk düşmeyen irrasyonel
bastırmalara ve dışlamalara başvurduğunu gözler önüne serer.
Küresel Yapısökümcülük
Derrida’nın temel yaklaşımının görece yalınlığı ona büyük şöhret kazandırdı. izlediği yöntem sadece insan
bilimlerinde değil, mimari ve edebiyatta da benimsendi. Differance kavramı Luce Irigaray, Helene Cixous
ve Julia Kristeva gibi yazarların temsil ettiği Fransız feminizmi için de önemliydi. Bu çevre kadınların
konumunu bir differance durumu olarak nitelendirdi. Başlı başına bir kadın kimliği yoktur; bu cinsiyet
farklılığı yapı bakımından sökülmesi gereken erkek sistemlerinin bir sonucu olarak yaratılmıştır.
Gilles Deleuze 1972’de psikanalist ve felsefeci Felix Guattari’yle birlikte “Anti-Oedipus’’u yayımladı.
Dilbilim, psikanaliz ve etnoloji alanlarında yapısalcılığa yönelik bu temel eleştiri “post-yapısalcılık"
akımının başlıca bildirilerinden biri sayıldı. Deleuze’ün ilgi alanı dünyanın karmaşık biçimini açıklamaya
elverişli merkezsiz düşünce sistemleriydi. Bu amaçla Guattari’yle birlikte köksap, şizo-ana-liz, hat, mikro
siyaset, savaş makinesi, göçebe bilimi vs. gibi bir dizi terim geliştirdi.
Felsefenin iç meseleleriyle ilgilenen Derrida'nın tersine, Deleuze dünyayı olduğu gibi, ileride
olacağı halde kavramaya çalıştı. Ona göre, oluşma süreci asıl önemli şeydi. Belirgin siyasal eğilimleri
vardı. 1990’larda hâlâ kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi yeniden tanımlamak istiyordu. Felsefe
“cephe hatları olmayan birsavaş”ı yürütecek bir tür gerilla olmalıydı. Fouca-ult belki günün birinde 20.
21. YÜZYIL
GÜNÜMÜZ FELSEFELERİNİN
Olağanüstü Hal
anılacağını söylemişti.
FELSEFE
Monografik Kutular
G. Stanley Hall-Psikolojinin Öncüsü, s. 346 Özgür İrade Var mı? s. 348 Otorite ve İtaat, s. 351 Ergenlik,
s. 352
Reklam Tüketicileri Nasıl Etkiler? s. 355 Anksiyete Bozuklukları, s. 356 Bilinçdışına Erişim, s.
359 Kalıcı Bir Miras, s. 360
Analitik Kutular
E-Öğrenme, s. 354
PSİKOLOJİNİN KÖKLERİ
Tarihin başlarında bilginler -esas olarak filozoflar- insan zihnini incelemeye başladı. Psikoloji ancak araştırmacıların deneylere
yönelmesiyle bağımsız bir bilim dalı oldu.
AMERİKA’DA PSİKOLOJİ ÜZERİNE dört bilimsel derginin kurucuları arasında yer aldı.
American Journal of Psychology'nin ilk sayısının kapak sayfası.
19. YÜZYIL SONLARINDA psikoloji kabul gören bir bilim dalına dönüştü ve birçok ülkede psikoloji
laboratuvarları kuruldu. ABD’de bu alandaki öncülerden biri sayılan G. Stanley 1881’de Baltimore’daki
Johns Hopkins Üniversitesi’nde ilk psikoloji ve pedagoji profesörü oldu. Orada ülkenin ilk deneysel
psikoloji laboratuvarını oluşturdu. Bugün hâlâ psikologların dünyadaki en büyük örgütü olan Amerika
Psikoloji Derneği’ni 1892’de kurdu. Ayrıca ülkenin bu alandaki ilk bilimsel yayın organı American
Journal of Psychology’nin çıkarılmasına öncülük etti. Birçok konuda araştırmalar yürütmekle birlikte,
büyük ölçüde çocuk ve ergen gelişimine odaklandı.
BİR SÜRE LEIPZIG’DE VVİlhelm M. VVundt’un yanında öğrenim görerek onunla ortak araştırmalar
yürüten Hail, yeni gelişen psikanaliz teorilerine (s. 358-361) ilgi gösterdi. Sigmund Freud ve Cari G. Jung
gibi tanınmış düşünürleri
Clark Üniversitesi’nde 1909'da bir araya gelen psikologlar. Önde: S. Freud, G. S. Hail, C. G.
Jung. Arkada: A. A. Brill, E. Jones, S. Feren.
Ernst H. V/eber insanın kavrayışını incelemek üzere deneyler yürüten ilk araştırmacılardan biriydi.
insanların psikoloji sorunlarına antik çağdan beri kafa yorduğu açıktır. Örneğin, Platon beden ve ruhun iki
ayrı sistem olduğu kanısına vardı. Buna karşılık, Aristoteles be
den ve ruhun birbirine bağlı ve bütünleşik bir varlık olduğunu ileri sürdü. Aydınlanma çağına
kadar psikoloji sorunları soyut felsefi tartışmanın
»«o»
konusu olarak kaldı. Ancak aydınlanma çağında, insan kişiliklerini ve hayatın diğer veçhelerini
araştırmaya dönük ilgi de arttı. Sözgelimi, insanlar yüz profilleri gibi fiziksel özelliklerden hareketle
kişilerin karakter yapısını “okuma”ya çalıştı. Ayrıca gelişim psikolojisinin (s.
352) ilk adımları sayılabilecek girişimlerle çocuk gelişimine de odaklandı. Grup ve topluluk halindeki
insan davranışlarına büyük ilgi gösterildi. Bu çabalar günümüzde büyük ölçüde sosyoloji (s. 351)
disipliniyle ilişkilendirilen sosyal psikolojinin gelişimine yol açtı. Yine aynı dönemde psikolojik
bozukluklar sıradan hastalık süreçleri ve bilimsel inceleme konuları olarak görülmeye başladı.
Deneysel Atılımlar
Psikolojinin modern bir bilime dönüşme sürecinde laboratuar deneyleri gibi bilimsel
yöntemlerin kullanılması bir dönüm noktası olmuştur. Bireylerin düşünce, duygu ve deneyimlerine
ilişkin kendi öznel yorumlarını ve birey davranışlarıyla ilgili basit gözlemleri temel almaktan vazgeçen
19. yüzyıl araştırmacıları, evrensel düzeyde geçerli veriler elde etmek üzere deneyler yürüttü. Bunun bir
sonucu olarak, psikoloji yavaş yavaş doğa bilimlerinin bir dalı haline geldi. Modern psikoloji 1879’da
Alman araştırmacı VVİlhelm M. VVundt'un “psikolojik fenomenleri soruşturmak” üzere
Leipzig Üniversitesi'nde dünyanın ilk labo-ratuvarını kurmasıyla doğdu. Kısa sürede de bir bilim dalı
olarak kabul gördü.
Wilhelm M. Wundt 1879’da Leipzig'de dünyanın ilk psikolojik araştırmalar laboratuvarını kurdu.
İNSANLIK MODELLERİ
Psikologlar insan davranışlarını birçok değişik perspektiften inceler. Zaman içinde insanlığın doğası
konusunda ortaya çıkan beş temel bakış açısı vardır.
Bilişçi bakış açı-
Skinner Kutusu
Hayvan ışığın yanmasıyla birlikte manivelayı bastırınca, yiyecek verme kapağı açılır ve içeriye bir parça
yiyecek düşer.
nivela bastırıldığında elektrik akışı kesilir. Bu durumda ödül yiyecek değil, elektrik şokuna son
verilmesidir.
Psikolojide aynı soruna ya da fenomene farklı açıklamalar getirilebilir. Bu durum psikoloji tarihi
boyunca insan deneyimi ve davranışını incelemek üzere farklı yöntemlerin kullanılmış olmasından
kaynaklanır. Bazı araştırmacılar yalnız gözlemlenebilir davranışlara odaklanırken, diğerleri
incelemelerinde deneğin düşünce süreçlerini de göz önünde tutmuşlardır. Bazı psikologlar insanları kendi
ortamlarında gözlemleyerek sonuçlara varmaya çalışırlar. Diğerleri ise psikolojik süreçleri en küçük
öğelerine (sinir hücrelerinden gelen sinyallere) ka-
Kenneth Craik’in Beyin-Bilgisayar Modeli
Bir başka psikoloji okulu da insan beyninin çevreden nasıl bilgi aldığı ve bu bilgiyi nasıl işlediği
üzerinde duran bilişçiliktir. Bilişçiliğin kurucularından biri olan Kenneth Craik (1914-1945) beyni dış
dünyaya ilişkin bir model kuran bir bilgisayara benzetir. Beyin olabildiğince büyük miktarda deneyimi ve
bilgi unsurunu depolar, insanlar yeni bir durumla karşılaşınca, akıllarından geçen eylemle ilgili çeşitli
ola-sılılıkları taramak için bu bilgi şebekesine başvurabilirler. Böy-lece geçmişteki deneyimler
günümüzde uygun tepki vermelerini sağlar.
dar ayırmayı seçerler. Bu yöntemlerden her birinin ardında, insanların belirli davranışlara nasıl ve niçin
yöneldiğini, zihinsel ve biyolojik süreçlerde nelerin rol oynadığını ve bireylerin niçin birbirlerinden
farklı olduğunu açıklayan farklı bir “insanlık modeli’’ yatar. Genelde beş ana düşünce okulu vardır.
Davranışçılık okulu sadece maddi olarak gözlemlenebilir şeyler üzerinde durur. Bu bakış açısına
göre, insan davranışlarını esas olarak dış uyaranlar belirler. Temelde insanlar karşılığında ödül
aldıkları şeyleri yapmayı öğrenirler.
Davranışçılığın karşıtı
bilişçiliktir. Bu okula bağlı olanlar asıl ağırlığı düşünce süreçlerine vererek, insanların verileri aktif
biçimde işlediğini ve yeni bilgilere dönüştürdüğünü savunur. Dolayısıyla, insanlar uyaranların pasif
alıcıları değil, geçmişteki deneyimler temelinde aktif olarak plan yapabilen ve kararlar alabilen
oyunculardır (s.
koşullandırma bölmesi” adını verdiği, ama daha çok kendi adıyla anılan kutuda fareler üzerinde yaptığı
deneylerle üne kavuştu. Kutuda bir ışık kaynağına bağlı bir manivela yer alır. Buraya bırakılan bir fare
doğa! olarak manivelayı koklar ve ona dokunur. Işık yandığı anda düzeneğe dokunursa, kutuya yiyecek
atılır. Bu da hayvanın manivelaya daha sık dokunma olasılığını yükseltir. Zamanla fare yiyecek almak için
manivelayı bastırması gerektiğini öğrenir—hem de araştırmacının hiç müdahalesi olmaksızın. Bu
deneyler belirli davranışların bir ödüllendirme süreciyle öğrenilebileceğini gösterir (bak. Öğrenme,
s. 349).
Bilinçaltının Yönlendiriciliği
Psikanalizin savunucuları fikirlerini Sigmund Freud’un (s. 358) eserlerine dayandırırlar. Onlara göre,
insanlar çatışmaya eğilimli ve toplumsal kısıtlamalardan dolayı doyuramadıkları ve bilinçaltına ittikleri
arzularla dolu yaratıklardır.
Bu teori insan davranışlarının bireyin kişisel ihtiyaçları ile toplumun talepleri arasındaki sürekli
mücadeleyi yansıttığını öngörür. Bir-
sma göre, beyindeki bilgi işleme süreci uyarım ve tepki arasında ortaya çıkar. Bellekte saklanan
deneyimler insan davranışlarını etkiler.
Sözü edilen bu farklı bakış açıları çoğu kez birbirleriyle çekişir. Ancak, belirli bir durumda birden fazla
modeli uygulamak mümkündür. Örneğin, bir psikolog bir çocuğun korkularının kökenini hümanizme
dayanarak açıklarken, aynı çocuğun yürümeyi öğrenme çabalarını davranışçılığa göre yorumlayabilir. Bu
okulların hepsi bugünün psikoloji alanında etkilidir.
21. YÜZYIL
SAF BİÇİMİYLE davranışçı model günümüz psikologları arasında artık benimsenmeyen bir uç
yaklaşımdır. BUGÜNÜN DAVRANIŞÇILARI düşünce süreçlerinin inceleme ve deney konusu
olabileceğini yadsımaz.
HÜMANİST TEORİLER insan potansiyeline, yani kişinin kendini gerçekleştirme yönünde çaba gösterme
ve elindeki olanakları en iyi biçimde değerlendirme yetisine ağırlık verir.
Düşünme | Öğrenme ve bellek \ Güdülenim ve duygulanım | Sosyal Psikoloji | Gelişim psikolojisi | Kimlik
kilit bilgiler
PSİKOLOJİNİN TEMELLERİ
Psikoloji insanların nasıl düşündüğünü ve duygulandığını, hangi güdülerle harekete geçtiğini ve nasıl
davrandığını inceler. Çocuklukta belirli becerileri edinme gibi ortak öğrenme süreçlerinin ya-nısıra,
bireyleri ayırt eden ve onları özgün kılan etmenlerle ilgilenir. Psikolojinin bir başka inceleme alanı da
insan etkileşimidir: insanların iletişim kurma yollan, oluşturdukları topluluk türleri ve saldırgan
davranışların sebepleri.
Sorun çözmek ve karara varmak insana özgü düşünme süreçleriyle yakından ilişkilidir. Her ikisinin de
kilit unsuru bilgi toplama ve işlemedir.
PSİKOLOJİ
sağda: İnsan sırf bilinçdışı beyin işlemleri tarafından yönlendirilen bir tür robot mudur?
DAHA AYDINLANMA ÇAĞINDA özgür iradenin dış etmenlerle sınırlı olduğu görüşüne varıldı.
Günümüzde bazı uzmanlar insan davranışlarının beyindeki bilinçdışı işlemlerle düzenlendiği ve özgür
iradenin bir yanılsama olduğu kanısındadır. İleri sürdükleri kanıt ise Libet deneyidir. Bu çalışmada
katılımcılardan kendi karar verecekleri rastgele biranda ellerinden birini havaya kaldırmaları istenmişti.
Aygıt okumaları deneklerin el kaldırma işini bilinçli olarak yerine getirmelerinden önce beyinde
gözlemlenebilir bir hareketlenme olduğunu ortaya koydu.
ÖZGÜR İRADE herşeyden önce insanların özgürce ve bilinçli kararlar alması demektir.
Tony Blair gibi politikacıların yaşamları sağlam iradeye duydukları inanç üzerine kuruludur.
BAZI UZMANLAR ise karar alma sürecinin çeşitli düzeylerde gerçekleşen bir dizi aşamayı kapsadığını
vurgular. Bilinçli kararı karmaşık bir sürecin nihai aşaması olarak anlamak gerekir; bu özgür iradeye
bir sınırlama getirir, ama onunla çelişmez.
Düşünmek sürekli aktif bir süreçtir, insanlar her zaman bilgiler edinir ve sorun çözme, plan yapma ve
karar alma gereğiyle karşı karşıya kalır.
Bu işleri çabuk ve güvenilir biçimde yerine getirmek için, dışarıdan gelen bilgi akışını hızla işlemden
geçirmeyi ve önemli hususları gerek duyulduğunda kolayca bulup çıkarmayı sağlayacak bilişsel
stratejilere
; V*
'İp
başvurur.
Karar Alma
Yeni edinilen bilgiler belirli kategoriler altında düzenlenir ve mevcut ilişkili bilgilerin bağlamına
oturtulur. Bu sistem sayesinde edinilen bilgi anlamlandırılmış olur. Örneğin, turunçgillere alerjisi olan bir
kişi, daha önce hiç yememiş olsa bile, limonu "uyarı-alerji” zihinsel kategorisine yerleştirebilir. Bilgileri
kategoriler altında düzenleme önceki deneyimlere bağlı bilgileri tamamen yeni durumlara uygulamayı
ve böylelikle görece az ayrıntı temelinde çabuk kararlar almayı sağlar. Her kişinin kendi
deneyimlerini, beklentilerini ve eğilimlerini yansıtan benzersiz bir kategorileştirme yöntemi vardır.
Kimi zaman kişinin kategorileştirme sistemi yeni bilgileri edinmesini bile etkileyebilir. Örneğin, insanlar
kendi kanılarını destekleyen bilgilere çoğu kez özel ilgi gösterir (doğrulayıcı önyargı).
Dil ve Düşünce
insan düşüncesi ve dil arasında yakın bir ilişki vardır. Bu ilişki iki yönlüdür. Örneğin akıl yürütme
aşamaları sırasında yüksek sesle konuşan insanlar çoğu kez sorunları daha verimli çözer. Buna karşılık
“iç monolog”u bastırmak, çözümün doğrudan dile başvurmayı gerektirmediği durumlarda bile, sorun
çözmeye olumsuz bir etkide bulunur. Dilin ortaya çıkışının önkoşulu ise düşünmektir.
Yapay Zekâ
İnsandaki karmaşık düşünce süreçlerine benzer işlemler yapan bilgisayarlara “yapay zekâ” denir. Bunlar
sözgelimi dil ya da simge biçiminde bilgi toplayıp saklayabilir; gerektiğinde erişmek ve uygun biçimde
kullanmak üzere bunlara anlam yükleyebilir. İdeal yapılı bir yapay zekânın insanlarca kullanılanlara
benzer bir kategori sistemi kurabilmesi ve mevcut bilgileri yeni durumlara gereğince uygulayabilmesi
gerekir. Uzman sistem belirli bir yüksek uzmanlık alanıyla ilgili bilgiler depolayan bir yapay zekâdır.
Özel bir sorgulama işlemiyle, uzmanların kararlar almalarına yardımcı olabilir.
ÖĞRENME VE BELLEK
Öğrenme sadece bilgi depolamayı ve yeni beceriler edinmeyi değil, deneyimleri biriktirmeyi de kapsar.
Bu süreçte bellek kilit bir rol oynar.
Düzensiz aralıklarla verilen ödüllerin önemli bir bağımlılık potansiyeli taşıdığını gösteren bir örnek: Las
Vegas'ta kumar oynayan bir kadın.
Taklitle öğrenme: insanlar bazı sosyal kuralları başkalarının davranışlarını taklit ederek öğrenir.
Koşullanmayla Öğrenme
Temel öğrenme mekanizmalarından biri klasik koşullanma ilkesidir. Bu süreçte iki tetikleyici ya da
uyarıcı etken arasında bir bağlantı kurulur. Biyolog ivan Pavlov 19. yüzyılda bir köpek üstündeki
deneylerle bu mekanizmayı gösterdi. Köpeği beslemeden önce, tutarlı biçimde bir çıngırak çaldı. Köpek
çıngırak sesini duymanın yiyecek anlamına geldiğini yavaş yavaş öğrendi. Zamanla sadece doğal salya
salgılama refleksiyle sese tepki vermeye başladı, iki uyarıcı etken birbirinden ayrıldığında, buna benzer
koşullanma tepkileri de zamanla ortadan kalkabilir.
Ödülle Öğrenme
Daha aktif bir öğrenme biçimine B. F. Skinner’ın çalışmaları temelinde araçlı koşullanma
(işlemsel koşullanma) denir. Bu süreçte kişi kendi davranışı ile bunun sonuçları arasındaki bağlantıyı
kavrar. Belli bir davranıştan dolayı ödüllendirilen insanlar bunu tekrarlama eğilimi gösterir. Eğer ödül
verilmezse, aynı davranışı daha seyrek sergiler. Kural olarak, ödül davranışı ne kadar çabuk izlerse,
öğrenme etkisi daha güçlü olur.
Bir davranış düzensiz aralıklarla ödüllendirildiğinde, özellikle etkili bir sonuç görülür. Örneğin, kişi bir
şans oyununda ne zaman kazanacağını bilmediği için, kumar oynamaya daha sık yönelir.
insana özgü öğrenmenin önemli bir veçhesi kavrayış, yani bağlantıları tanıma yetisidir, insanlar aşina
olmadıkları bir sorunu çeşitli olasılıkları rastgele uygulama (deneme-ya-nılma) yoluyla değil, daha çok
enine boyuna düşünerek çözerler. Çeşitli çözümleri kafada tartarak, her birinin başarı şansını
değerlendirebilirler. Saptanan çözüm ileride benzer durumlara da uygulanabilir.
insanlar (özellikle çocuklar) karmaşık sosyal kuralları ve davranışları öğrenmek için, davranma biçimini
gözlemleyip taklit edebilecekleri rol modellerine bakarlar. Rol modelleri bilinen kişilerin yanısıra
kitaplar, filmler ve başka kaynaklardaki karakterleri de olabilir.
Bellek bilgileri üç farklı düzeyde toplar, saklar ve hatırlar. Birinci düzey duyulardan alınan girdilerin
geçici olarak saklandığı duyum belleğidir, ikinci düzey olan kısa vadeli bellek, bilgileri ayıklayıp seçer
ve uzun vadeli bellekte saklanmaya hazır hale getirir, insanın kendisi ve dünya hakkındaki bilgilerini
temsil eden uzun vadeli bellek, bilgileri sınırsız bir süre boyunca saklar. Kişisel deneyimleri, duyguları,
becerileri ve kuralları kapsar. Bilgi depolama işi bilgi unsurlarını birbirine bağlayıcı ilişki ağlarının
oluşmasıyla gerçekleşir.
21. YÜZYIL
ZİHİN HARİTASI gibi modern hatırlama teknikleri uzun vadeli bellekte bilgi depolamaya yardımcı olur.
BİYOLOJİK GERİ-BİLDİRİM kişinin kan basıncındaki değişiklikler gibi bilinçdışı biyolojik süreçleri
algılamayı ve bilinçli olarak yönlendirmeyi teknik destekle öğrenmesini sağlayan yeni bir koşullandırma
biçimidir.
Hatırlama ve Unutma
Hatırlama mevcut bilgileri bulup ortaya çıkarma süreci olarak görülebilir. Depolama ve hatırlama
koşullarının benzerliği bunu en kolay yoldan yapmayı sağlar. Örneğin, bir öğrenci sınav için çalışırken
tedirgin bir haldeyse, saklanmış bilgileri sınav heyecanı içinde daha iyi hatırlayabilir.
Bilginin bellekte kalması için, çoğu kez tekrarlanması gerekir. Bu alıştırma uygun bilgiye varmak için
izlenen zihinsel yolu pekiştirmeye yarar. Bu bakımdan, unutmak her zaman bilginin
Bedensel ceza uzun bir süre çocuk yetiştirmenin yararlı bir aracı olarak görüldü. Oysa günümüzde bu
tür cezaların istenen davranışsal sonucu vermediği kabul ediliyor. Bunun pek çok nedeni olabilir,
ancak bu durum esas olarak cezanın istenen alternatif davranıştan ziyade olumsuz davranışa
odaklanmasından kaynaklanır. Bir çocuğa uygunsuz bir davranıştan dolayı dayak atan anne baba bir doğru
davranış örneği sunmaz; dolayısıyla çocuk doğru davranışı öğrenemez. Ayrıca çocuk verilen cezaya belli
bir davranış biçimiyle değil, cezayı veren kişiyle ilişkilendireceği için ona karşı güçlü olumsuz duygular
beslemeye başlar.
yukarıda: Wilhelm Busch'un yarattığı “Profesör Lâmpel" karakteri çok gaddarca uygulanan bedensel
cezalan bile ısrarla savunur.
kaybolduğu anlamına gelmez; daha çok, ona varmak için izlenmesi gereken yolun silikleşmesi böyle
bir duruma yol açar.
PSİKOLOJİ
Unutma Eğrisi: insanlar aldıkları yeni bilgilerin büyük bir bölümünü ilk saatte unutur. Sekiz saatten sonra
hâlâ hatırlanan şeyler çoğunlukla bellekte kalır.
PSİKOLOJİ
İnsan davranışını harekete geçiren ve sürekli kılan şey nedir? Güdülenim kavramı insanların niçin belirli
amaçlara ulaşmak için uğraştığını açıklar. İnsanlar en başta duygular olmak üzere çok sayıda etmenle
güdülenir.
Duyguları iletmenin en etkili yolu yüz ifadeleridir. Bütün insanlar bu yolla aynı dili konuşur.
1950’LERDE Amerikalı psikolog Abraham Maslow “İnsan Güdülenimi Üzerine Bir Teori” başlıklı
yazısında, insanların iki farklı ihtiyaç sistemiyle güdülendikleri tezini ortaya attı. Açlık gibi, bir
eksiklikten doğan ihtiyaç, kişiyi iç dengesini eski haline getirmeye yöneltir. Buna karşılık, büyüme ihtiyacı
insanı potansiyelini değerlendirme, belli hedefler doğrultusunda çalışma ve böylece daha yüksek
bir aşamaya varma yönünde tetikler. Maslovv buradan hareketle bütün insanlarda bir piramit diyagramı
biçiminde sunduğu bir ihtiyaçlar hiyerarşisi bulunduğu sonucuna vardı. Bu modelde esasen biyolojik
kökenli daha ilkel ihtiyaçlar temeli ya da tabanı oluşturur. Tatmin edilinceye kadar bu temel ihtiyaçlara
dönük ilgi ağır basar; kişi ancak ondan sonra daha yüksek düzeyli ihtiyaçları karşılamak için çalışır.
İnsan davranışları birçok değişik etmenden etkilenir ve güdülenir. Bazı “güdüler’’ biyolojik kökenli
ve doğrudan insanın hayatta kalmasını sağlamaya yöneliktir. Diğerleri ise öğrenmeyle edinilir. Yani,
güdüler bilinçli ya da bilinçsiz olabilir.
Güdülerin Kökeni
Açlık gibi biyolojik güdüler bazen “dürtü” olarak da anılır. Bir organizmanın açlık gibi dürtüleri
yatıştırma çabası bir tür gerilimi yaratır ve bu ancak yemek yeme gibi bir davranışla azalır. Harekete
geçme güdülenimi bu gerilim azaltma çabasıyla ilişkilidir. Ne var ki, insanlar sadece açlıklarını gidermek
için
değil, sosyal ve duygusal nedenlerle de yemek yer. Stres bir kişiyi aşırı yemeye yöneltebilir; sözgelimi
çok lezzetli görünen pasta gibi bir dışsal uyarım güdüleme işlevini görebilir. Bunlar insanları aç değilken
bile yemek yemeye kışkırtabilir. Bir yarışa katılanların ödülleri önceden görmesi durumunda da benzer
bir olgu ortaya çıkar. Olası bir ödülün somut görüntüsü onları daha yüksek performans yönünde güdüler.
insanlar başarıya ulaşmak için çalışır ve bu da onları daha büyük başarılar için sürekli çalışmaya güdüler.
Ancak bu güdülenimin, yani “başarma ihtiyacı”nın gücü kişiden kişiye büyük ölçüde değişebilir ve başka
şeylerin yanısıra kişinin kendi performansına verdiği değere bağlıdır. Özgüvenden yoksun
insanlar genelde kendi yeteneklerine güçlü bir inanç duyan insanlara oranla bir işten daha çabuk vazgeçer.
insanların güdülenim düzeyi olayların sebeplerine ilişkin kanılarıyla da bağlantılıdır. Kişinin hayatında
olup bitenler onun kendi becerilerinden dolayı mı, yoksa şans gibi dış etmenlerden dolayı mı meydana
geliyor? Bu kanıların kişisel özsaygının yanısıra hedefler için çalışma güdüsüyle ve gelecekte
başarma inancıyla da önemli bir bağlantısı vardır.
Başarısız bir girişimi kendi düşük performansına bağlayan kişi, işin içine şanssızlığın girdiğine inanan
birine oranla daha kolay teslim bayrağı çeker.
Duygulanımın Kökeni
Öfke, korku ya da sevgi gibi duygular hem tetik-leyici, hem de sürdü-rücü bir işlev görerek insan
davranışlarında güdülenme sağlayabilir. Duygular çeşitli düzeylerde ortaya çıkar. Birincisi, duygulanımı
bir olay, bir durum, hatta bazen bir düşünce ya da anı gibi daha basit bir şey başlatır, ikinci adım duygusal
tetikleyi-ciye ilişkin öznel bir değerlendirmedir. Kişiliğin önemli bir rol oynadığı alan budur. Örneğin,
bir kışkırtma karşısında kişinin buna kızıp kendisini hakarete uğramış hissetmesi, ya da bunu
önemsiz sayıp geçiştirmesi onun değer sistemine ve özgüven düzeyine bağlıdır. Kalp atışı ve hızlı
soluma gibi tamamen fiziksel tepkiler de duyguları güçlendirmeye katkıda bulunabilir.
Duygular doğuştan gelir ve her insanda bulunur. Buna bağlı olarak, temel duygulan yansıtan ve
bütün insanlarda saptanabilen evrensel yüz ifadeleri de vardır. Araştırmacılar karşıt çiftler olarak
kümelendirilen sekiz temel duyguyu belirlemiştir: Sevinç ve üzüntü; öfke ve korku; şaşkınlık ve bekleme;
benimseme ve tiksinme. Bütün diğer duygular bu temel duygu tiplerinin varyasyonları ya da bileşimleri
sayılabilir.
Maslovv bu hiyerarşik düzen içinde en yüksek düzeyin kendini gerçekleştirme Kendini olduğu
Gerçekleştirme görüşündeydi.
Yetenekleri Sergileme •
Özsaygı
Aidiyet-Sevgi
Güvenlik
Fizyolojik
Su • Barınak •
Bedenen tatmin olmuş, kendisini güvende hisseden ve işleyen bir ilişkiler ağına sahip olan birisi özsaygı
kazanma, iş hayatında ve sosyal ortamda itibar görme çabası içine girer.
Denetim Yeri
İçsel Dışsal
“Çok iyi “Şanssız
jaC
geçemedim.”
co
-o
E N
"Yeterince akıllı j “Öğretmen beni
<0 3
0 geçemedim.” geçemedim.”
insanlardan bazıları bir sınava girmek gibi uğraşların sonuçlarını kendi becerilerine (içsel denetim yeri),
diğerleri ise dış etmenlere (dışsal denetim yeri) bağlama eğilimi gösterir.
Yiyecek <
SOSYAL PSİKOLOJİ
İnsan davranışları her şeyden önce kişinin kendisini (sosyal) durumların neresinde gördüğüne bağlıdır.
Grup üyeliği, rol beklentileri ve otoritelerin varlığı insanların tepkilerini ve başkaları hakkındaki
görüşlerini etkiler.
Grup normları çoğu kez insanların giyim biçimini etkiler. Net bir kıyafet kuralı olmasa bile, grup üyeleri
benzer biçimde giyinmeye eğilim gösterir.
MILGRAM DENEYİ otoriteye itaatin mağdurlara uzaklığın artmasıyla birlikte daha belirgin olduğunu
gösterdi.
İTAATLA İLGİLİ bu deneye değişik yaş, meslek ve eğitim düzeyinde iki bin kadar kişi katılmıştı.
Otorite ve İtaat
ÖZELLİKLE NAZİ ALMANYA’SINDA yaşanan olaylar insanların koşulsuz itaate nasıl razı olduğu
sorusunu gündeme getirdi.
MILGRAM DENEYİ sıradan insanların otorite otorite sahib bir kişinin (araştırmacı) talimatı üzerine
başka bir kişiye öldürücü olabilecek güçte elektrik şoku vermeye razı olduğunu ortaya koydu.
BELLİ koşullarda insanların otoriteye körü körüne itaat etmeye daha yatkın olduğu saptanmıştır. Özellikle
belirsiz durumlarda, kişinin boyun eğmekten ne zaman vazgeçeceğini kestirmek zordur; ilk adımların
kolay atılmış olması bunu daha da güçleştirir. Otorite sahibi kişi toplumun meşru temsilcisi olarak
görülürse ve ona güven duyulursa, insanlar onun peşinden daha kolay gider; çünkü sorumluluğun otorite
sahibi kişide olduğu düşünülür.
PSİKOLOJİ
insanlar sosyal varlıklardır. Günlük yaşamda gerek tanıdık, gerekse yabancı diğer insanlarla
sürekli etkileşim halindedirler. Sosyal durumlarda insan davranışlarını ve algılamalarını inceleyen
psikologlar başka şeylerin yanısıra grup dinamiği, rol beklentileri, önyargılar ve yetkilerin etkisi üzerinde
dururlar.
yukarıda: Katılımcılar rol yapma ile gerçeklik arasındaki sınırı kavrama duyusunu çok çabuk yitirdiler.
sağlayan ortak bir hedef etrafında oluşur. Genellikle grup beklentilerine göre her üye grup içinde ayrı bir
rol ya da işlev üstlenir. Gruplar bir üyenin uyması beklenen kurallar gibi belirli normlara
dayanır. Özellikle grubun güçlü bir birlik duygusuna sahip olduğu, bazı grup üyelerinin daha yetkin
sayıldığı ve grubun bir güçlük ya da gizli görevle karşı karşıya kaldığı durumlarda, insanlar çoğu kez
grupla uyum içinde davranır.
Gözlemler kendi grubunun sosyal baskısıyla karşılaşan insanların genelde boyun eğdiğini göstermiştir.
Grubun diğer üyeleri bir sorunla ilgili çözümde görüş birliğine varınca, kişi tek başınayken farklı
bir karar verecek olsa bile, grup kararına çoğu kez uyar. Bu davranış iki temel insan ihtiyacını yansıtır:
Bir yere ait olma ihtiyacı ve kendi algılamalarını sınayarak, belirsizliği azaltma ihtiyacı.
İzleyici Etkisi
Gruptaki üye sayısının artmasıyla birlikte kişinin bireysel sorumluluk duygusunun genelde
azaldığını gösteren birçok inceleme vardır. Böyle bir durum birçok kimsenin işlenen bir suça tanık
olduğu halde mağdura yardım etmemesini açıklar. Ne var ki, bu etkinin acil durumun niteliğine de bağlı
olduğu söylenebilir. Çoğunlukla bir kişinin inisiyatif alması yeterlidir; diğerleri onun peşinden
yardıma koşar.
Başkalarını Yargılamak
insanlar çoğu kez giyim, görünüş ya da davranış özelliklerine dayalı klişelere göre başkaları hakkında
daha ilk görüşte bir yargıya varır. Bir gözlemci gördüğü bir kişiyi daha tanımadan, zihninde onu belirli bir
kategoriye koyabilir. Bu kategorileştirme süreci yeni kişiden neler beklenebileceği konusunda çabucak
kaba bir fikre
M Uğram deneyinin düzeni: Araştırmacı (E) denekle (S) aynı odadır. Yan odadaki “öğrenci" (A) bir
soruya yanlış cevap verdiğinde, (S) onu bir elektrik şokuyla cezalandırır. A’nın bir aktör olduğunu
ve şoka uğramış numarası yaptığını belirtmek gerekir.
varmaya yarar. Ancak, bu tür önyargılar son derece oynaktır. Kişinin beklenmedik bir davranış
sergilemesi başka sebeplere bağlanabilir: Sözgelimi, Anna’nın çok zeki olduğu kanısına varmış olan
John, onun düşük not alması karşısında ilk görüşünü düzeltmek yerine, Anna’nın başarısızlığını sınav
yöntemlerinin adaletsizliğine bağlayabilir.
ÖZEL BİLGİLER
OTORİTER SİSTEMLER insanların yetkilerini bir lidere ya da örgüte devretmesiyle ortaya çıkar.
ANONİMLİK daha saldırgan davranma eğilimine yönlendirir; örneğin kalabalığın büyümesiyle beraber
bir grubun bir “linç güruhu’’na dönüşme olasılığı artar.
FARKLI KESİMLER arasındaki saldırganlığı gidermenin en kolay yolu ortak bir hedef için
birlikte çalışmalarını sağlamaktır.
PSİKOLOJİ
i İşlemsellik Öncesi-
5-7 Deneyimler hakkında dile getirilmeyen ilk yargılara ve sonuçlara varma
Sezgisel
; 7-
) Somut işlemsel Sadece somut şeylerle ilgili ilk mantıksal işlemler yürütme
11 |
Jean Piaget'nin bilişsel gelişim modelinde, her evre belirli düşünme becerilerinde ustalaşmayı sağlar.
GELİŞİM PSİKOLOJİSİ
Hayatın her evresinde farklı güçlüklerle karşılaşır ve bunları aşacak beceriler ediniriz. Sözgelimi çocuklukta soyut düşünme ve
dili kullanma gibi temel beceriler edinilir.
ORTALAMA OLARAK, kızlar ergenlik çağına erkeklerden iki yaş erken girer.
SON YILLARDA sanayi ülkelerinde ergenlerin cinsel olgunluğa varışı ve cinsel ilişkilere girişi daha
küçük yaşlara inmiştir.
Ergenlik
GENÇLER ergenlik çağında anne babalarından kopar, bağımsızlaşır ve geleceğe dair planlar yapmaya
başlar. Bu sürecin sabit bir başlangıç ve bitiş noktası yoktur. Bunlar başka etmenlerin yanısıra, belirli bir
kültürde yetişkinliğe varmak için gençlerin yerine getirmesi gereken görevlere bağlıdır.
YETİŞKİNLİĞE GEÇİŞLE birlikte karşılaşılan en önemli güçlükler anne baba evinden ayrılmak, kendine
özgü bir sosyal ve cinsel kimlik edinmek, gelecekte izlenecek hayat yolunu planlamaktır. Bu güçlüklerin
hepsi gencin kimliğinin oluşmasına katkıda bulunur.
ANNE-BABA EVİNDEN ayrıldıktan sonra, genç yetişkinler başka sosyal temaslara odaklanır ve yem
sosyal roller üstlenir. Bağımsız bir sosyal kimliğin gelişimi öncelikle akran grubu içinde gerçekleşir.
Gencin akran grubuna yönelişiyle birlikte, anne-baba evindeki ilişkiler değişir ve bu durum
bazen anlaşmazlıklara yol açabilir. Ama anne-baba ile ergenler arasındaki tartışmalar çoğunlukla gençlik
kültürünün yüzeysel yönlerine odaklanır; gerçek anlamda bir kuşak çatışması biçimine bürünmez.
yukarıda: ilk cinsel deneyim her zaman değilse bile genellikle bir romantik
Çocukluğun ilk evresinde gelişimi bir dizi etken belirler. Örneğin, bir bebeğin birinci ayda kötü
beslenmesi zihinsel yetileri üzerinde uzun erimli bir etki bırakabilir; çünkü bu dönemde beyin hızla büyür.
Çocuğun böyle kritik evrelerden yararlanması özellikle önemlidir. Çünkü bunlar çocuğun yeni beceriler
kazanmaya en hazır olduğu dönemlerdir. Eğer beceriler bu dönemde edinilmezse, çocuk daha sonra açığı
kapatmada güçlük çekecektir.
Bilişsel Gelişim
Büyümeyle birlikte çocuklar soyut düşünme, sorun çözme ve dünyanın zihinsel bir resmini oluşturma
yetisini kazanır. Jean Piaget’nin araştırmaları bu süreçlere önemli ölçüde ışık tutmuştur. Öncelikle
üzerinde durduğu konu çocukların düşünme süreçlerinin ve dış dünyayı anlama biçimlerinin çeşitli gelişim
aşamalarında nasıl değiştiğidir.
Bütün çocuklar zihinsel gelişimin dört aşamasından geçer. Gelişim hızı bazen farklı olsa bile, bu
aşamaların sırası her zaman aynıdır. Duyumsal-motor dönemde (0-2 yaş), bebekler belirli bir anda algıla-
namasa bile nesnelerin var olmaya devam ettiğini öğrenir (nesne sürekliliği). Yani bebeklerin zihinlerinde
her nesnenin bir tür iç resminin oluştuğu söylenebilir. Sonraki basamak olan işlemsellik öncesi aşamada
(2-7 yaş), çocuklar nesnelerin dış görünüm itibariyle değiştiklerinde bile kimliklerini koruduklarını
öğrenir. Örneğin, bir kedinin bir köpeğe dönüşemeyeceğini artık bilir. Ayrıca bir durumu başka bir kişinin
perspektifiyle gözünde canlandırabilir. Somut işlemsel aşamada (7-11 yaş), çocuklar kendi
algılamalarından çok kavramlara ağırlık vermeye başlar. Örneğin, belirli bir sıvının hacminin sırf onun
farklı bir kaba dökülmesiyle değişmediğini kavrar (hacim korunumu). Son dönemi oluşturan soyut
işlemsel aşamada (11+ yaş), ergenliğe giren genç, soyut sorunları çözme ve varsayıma dayalı sorular
yöneltme yetisini kazanır.
Sosyal gelişim anne ile çocuk arasında güçlü bir duygusal bağın oluşmasıyla başlar. Bu sonraki sosyal
ilişkiler için ge-, rekli bir temel yaratır. Uyumlu bir ebeveyn-çocuk ilişkisi açısından anne babanın ilgisi
hayati önem taşır. Çocukluğun sonraki evrelerinde işbirliğinin artmasına zemin hazırlayan dengeli bir
bağın kurulmasını sağlar. Çocuklar cinsiyetle ilişkili davranış kalıplarını çok erken yaşta öğrenmeye
başlar. Bu süreç bir
Yetkin Bebek
Bebekler birçok değişik yetiyle donanmış olarak dünyaya gelirler, ilk günlerde hukuken kör
sayılmalarına yol açacak kadar bulanık görüyor olsalar da, bütün diğer duyuları daha başta oldukça
gelişkindir. Tatlı besinler alma gibi hoş duyumları severken, gürültü ve yoğun ışık gibi tatsız uyaranlardan
kaçınmaya çalışırlar, insanların sosyal varlık haline gelişi doğumla başlar. Yeni doğmuş bebekler bile
insan konuşmasını diğer seslere yeğ tutarlar ve diğer görüntülere oranla yüzlere daha çok ilgi duyarlar.
Bir bebek daha bir haftalıkken annesinin sesini tanıyabilir ve onu diğer kişilerden ayırt edebilir. Bebekler
iletişim kurma becerisiyle donanmış olarak doğarlar. Çevreyle etkileşime girmeye ve deneyimlerden
öğrenmeye hazır oldukları hemen anlaşılır.
yukarıda: Yeni doğmuş bir bebek annesinin sesine tepki vererek onunla etkileşime giriyor.
i JLa
Çocuklar bir sıvının hacminin bir kaptan başka bir kaba dökülüşte değişmediğini yaklaşık yedi yaşından
itibaren kavramaya başlar.
yandan cinsiyete uygun sayılan davranışlardan dolayı ödüllendirilmeyle, diğer yandan örnek
almayla gerçekleşir. Çocukla aynı cinsiyetten ebeveyn çoğu kez rol modeli işlevini görür.
KİŞİLİK NEDİR?
Bireyler kendilerine özgü kişilik özellikleri ve becerilerinin ya-nısıra benlik algılayışları temelinde de farklılaşırlar.
İnsanların durumlara farklı tepki göstermeleri esas olarak farklı kişiliklere sahip olmalarından
kaynaklanır. Kişilik bir insanı birey yapan şeydir. Uzunca bir süre değişmeden aynı kalan
psikolojik özelliklerini, yani bir kişinin karakterini, becerilerini ve benlik algılayışını kapsar.
her biri ise bir dizi davranışsal özellikle ilişkilendirilir. Örneğin, dışa dönüklüğü yüksek düzeyde olan bir
kişi büyük olasılıkla konuşkan, açık, maceracı ve girgin
Ama bunlar kişinin sosyal durumunu ya da benlik algılayışını göz önünde tutmadığı için, birçok değişik
tepkiyi açıklamada yetersiz kalır ve davranışları doğru öngö-remez, yani insan kişiliğinin
Kişiliğe ilişkin ilk teoriler insanların sınıflandırılabileceği özellik kategorileri öngörmekteydi. En bilinen
modellerden biri iki ana karşıtlığa dayanır: içe dönüklük/dışa dönüklük ve dengelililVnevrotiklik. Buna
göre, bir insanın kişiliği bu iki boyuttaki yerine göre tanımlanabilir. Başka bir model farklı insanlarca
değişen ölçülerde sergilenen beş kilit niteliği esas alır: Nevrotiklik (duygusal den-gelilik ya da
dengesizlik), dışa dönüklük, deneyime açıklık, uyumluluk ve insaflılık. Bu temel boyutların
ideal benliğin ve gerçek benliğin uyuşmaması içsel çatışmalara ve duygusal bozukluklara yol açabilir.
olur. Dışa dönüklüğü düşük düzeyde olan bir kişi genelde sakin, titiz, temkinli ve çekingen olur.
Bu türden kategorileştirmeler belli başlı kişilik özelliklerinin belirlenmesi açısından faydalı olabilir.
Zekâ Testleri
ZEKÂ DÜZEYİ görece oturmuş bir kişisel özellik sayıldığı için, kişiliğin bir parçası olarak kabul edilir.
Peki, zekâ nedir ve nasıl ölçülebilir? Zekâ bilgi kapma, sözleri ve fikirleri anlama yetisini belirtir.
Dahası, mantıksal akıl yürütme ve nesneleri mekân içinde görselleştirme gibi sözel olmayan becerileri de
kapsar. Böylesine değişik becerilerin söz konusu olması nedeniyle, çoğu kez bir kişinin zekâsının kesin
belirlenemeyeceğine inanılır. Oysa zekâ bu yetilerin hepsinin birden değerlendirildiği testlerle
ölçülebilir. Böylece bir kişinin zekâ bölümü (IQ) kendi norm grubuyla, yani aynı yaş ve eğitim
düzeyindeki kişilerle karşılaştırmalı olarak hesaplanabilir. Zekâ sırf sözel becerilere dayanmadığı için,
görsellik üzerine kurulu ve dilden bağımsız zekâ testleri geliştirilmiştir.
Blok testinin bir örneği Hamburg-Wechs-ler Yetişkinler İçin Zekâ Testi’dir (HAWIE).
Mozaik probleminde deneklerden blokları belirli bir motif oluşturacak biçimde olabildiğince
çabuk monte etmeleri istenir. Böylece algısal düzenleme becerileri test edilir.
ağırbaşlı
kötümser
çekingen
soğuk
sakin
İçe Dönük
pasif
titiz
benliğe ilişkin iç resimlerini korumak amacıyla, genelde kendilerine dair bilgileri bu algılayışı destekle-
Dengesiz yecek şekilde çarpıtır
Bir kişinin davranışları duruma bağlı olarak çok farklılık gösterebilir. Sözgelimi, bir baba kendi
çocuklarına karşı yardımcı, sevecen ve özenli, ama başka bir bağlamda bencil ve saldırgan olabilir.
Aslında bireysel özellikler dışa vurulma sırasındaki duruma son derece bağlıdır. Belirli durumların farklı
deneyim kalıplarını harekete geçirdiği ve ardından davranışları etkilediği söylenebilir. Öte yandan,
insanların içinde bulundukları ortama aktif biçimde şekil vermeleri ve böylece ortamı kendi açılarından
daha olumlu sonuçlar doğurma yönünde değiştirmeleri de mümkündür.
Kişiliği ve davranışı etkileyen başka bir etmen, kişinin kendisini nasıl algıladığıdır. Bu benlik algılayışı
mizaç gibi doğuştan gelen niteliklerin sosyal deneyimlerle bir araya gelmesi sonucunda oluşur.
Dengeli
duyarlı
vesveseli saldırgan
US! geribildirim-
ivecen iyimser enerjik Dışa Dönük güler yüzlü girişken konuşkan açık görüşlü rahat neşeli gamsız yol
gösterici
Ingiliz psikolog Hans Ey-senck içe dö-nük/dışa dönük ve dengeli/dengesiz gibi karşıt özelliklere dayalı
bir matris kullanarak bireysel kişilikleri tanımlamıştı.
21. YÜZYIL
ÇEKİM GÜCÜ: İnsanlar arasında görünüş, tutumlar ve değerler açısından benzerlik ne kadar fazla
olursa, birbirlerini çekici ve kafa dengi bulma olasılıkları o ölçüde artar.
E-POSTAYA SIĞINMA: Duygusal kararsızlığa daha eğilimli kişiler görüş aynlıklarını daha çok e-
postayla ifade etmeyi yeğ tutarken, dışa dönük kişiler genellikle yüz yüze konuşmaya yönelir. E-posta
iletileri belirsizliği azaltmaya ve göndericinin durum üzerindeki denetimini arttırmaya yarar.
da daha olumlu biçimde yorumlanabilir. Genelde daha doğru benlik algılayışına sahip insanlar daha mutlu
ve hayatla daha barışık olur.
PSİKOLOJİ
Dışa dönük kişiler olayların merkezinde ve başka insanlarla çevrili olmaktan hoşlanırken, içe dönük
kişiler genelde çekingen davranırlar. Aslında çoğu insan iki uç arasında bir yerdedir.
EĞİTİM PSİKOLOJİSİ Çocuk yetiştirme | Gündelik yaşamda çalışma | Ruhsal hastalıklar ve bunlara
aile içinde ço-cuk tanı koyma | Tedavi biçimlen
yetiştirmeyi, ayrıca okul ve
işyerinde eğitimi konu alır.
PSİKOLOJİ
Sınıfta öğrenme için başarılı bir model olarak kabul edilen grup çalışmasında öğrenciler birlikte
çözümlere varır.
Çocuk yetiştirme hem aile içinde, hem de okulda yürütülür. Bu sürecin önemli bir yönü anne-babaların ve
öğretmenlerin belirli davranışlara tepkileridir.
Çocuk yetiştirme doğumla birlikte başlar. Sonraki eğitim biçimlerinin çoğunlukla dile
dayanmasına karşın, bebeklik çağında anne-babanın bir bebeğin gülücüklerine, seslerine ve göz temasına
tepkileri önemli bir rol oynar (s. 352). Bebekler gülümseme ya da ağlama gibi davranışların belli
sonuçlar doğurduğunu çok erken öğrenir. Bu deneyimler çocuğun bağlantıları anlamasına, bir güvenlik ve
denetim duygusu kazanmasına katkıda bulunur, ihtiyaçları anne-babasınca anlaşılmayan ve giderilmeyen
bir çocuğun sağlam bir denetim sistemi edinmesi ise olanaksızdır. Böyle bir durumda bebek
kendi davranışları ile anne-babasının tepkileri arasında bağlantı göremez ya da ancak zayıf bir bağlantı
kurar.
Ebeveynlik Tarzları
Otoriter bir tarzla yetiştirilmiş çocuklar çoğu kez saldırgan olur ve genelde düşük bir özgüven duygusu
taşır. Bu durum bağımsız davranma yönünde sınırlı fırsat bulmanın ve dolayısıyla başarma deneyimini
daha az yaşamanın bir sonucudur. Buna karşılık “kendi haline bırakma” yaklaşımını izle-
yen ve çocuklarına çok az denetim ya da destek sağlayan anne-babaların aşırı hoşgörülü bir ebeveynlik
tara uyguladığı söylenir.
Anne-babanın bir
yandan destek sunarak, çocuğuna kendi yaşına uygun güçlüklerle karşılaşma fırsatlarını vermesi
çocuğun gelişimine özellikle olumlu etkilerde bulunur. Bu destek hem uygun davranışlar için olumlu geri
bildirimi, hem de istenmeyen davranışlar için olumsuz geri bildirimi kapsar.
Okulların görevi öncelikle bilgi aktarmaktır. Ama çocuğun genel yetişimi açısından da belirli bir
rol oynarlar. Öğrencilerin sınıf topluluğuyla bütünleşmeyi ve grup kurallarına uymayı öğrenmesi gerekir.
Psikolojinin günümüzde genellikle uygulanan önemli bir anlayışı, derslere aktif biçimde katılan
ve cevapları kendi başına bulan öğrencilerin daha istekli çalıştığı ve daha verimli öğrendiği
yönündedir. Bugünkü öğretmenlerin aşmaları gereken özel bir güçlük, genel yaklaşımlarını öğrencilerin
özgül ihtiyaçlarına ve gittikçe farklılaşan yetiştirme biçimlerine uyarlamaktır. Her çocuğa özel ilgi
göstermek öğrenme evresinde de son derece önemlidir.
E-Öğrenme
INTERAKTIF MEDYA okul içinde ve dışında kullanılan bir öğrenme aracı olarak gittikçe önem
kazanıyor. Bu yöntemin avantajlarından biri her öğrencinin kendi ilerleme hızını görebilmesidir. Alfabeyi
öğrenmeye yönelik basit programların dışında, daha karmaşık “öğretici” programlar öğrencilerin belli bir
ders konusunda çeşitli öğrenme düzeylerine göre bağımsız olarak bilgi edinmelerini sağlar. Kullanıcı
bir soruya doğru cevap verince, program olumlu geri-bildirimde bulunarak sonraki soruya geçer.
Psikologların bir ilgi alanı da çalışma dünyasının mekanizmalarıdır. İnsanlar sadece geçimlerini sağlamak için değil, kişisel
hedeflerine ulaşmak için de çalışırlar.
Karar alma süreci süreçlerine katılan elemanlar daha istekli çalışır ve şirketin başarısı için daha fazla
sorumluluk duyar.
REKLAMIN AMACI müşterilerin ilgisini çekerek, ürünün zihinlerinde yer etmesini sağlamaktır.
“KİLİT UYARANLAR" ürünle ilgili olumlu çağrışımlar uyandıran unsurlardır.
TÜKETİCİLER reklamdan etkilenir, ama satın alma kararını kendi başına verir.
Küçük çocuklar reklamcıların onları etkilemek amacıyla başvurdukları yöntemleri henüz kavraya-maz.
REKLAM ÖNCELİKLE potansiyel alıcıları bir üründen haberdar etmeyi amaçlar. Önemli olan
tüketicilerin ürünü olabildiğince uzun süre ve olumlu biçimde hatırlaması, bu olumlu özellikleri alışveriş
zamanı geldiğinde göz önünde tutmasıdır. Bunu sağlamak için, reklam mesajları sıkça tekrarlanır. Ayrıca,
reklamda insanların bir duyguyla bağlantılı şeyleri genelde daha iyi hatırladığı anlayışı esas alınır. Bu
bakımdan reklamcılar mizah, seksi görüntüler, güzel sahneler, akılda kalıcı müzik gibi unsurları kullanarak
ürünü hoş duygularla (s. 349) ilişkilendirmeye çalışırlar.
Bir şirketin başarısında çalışanların mutluluğu en az uygun bir işletme yapısı ve işbölümü kadar
hayati önem taşır, işyerinde stres ve taciz ise şirkete zarar verir.
İş Memnuniyeti
Durumundan hoşnut işçiler daha verimli çalışır, genelde işyerindeki uğraşlara daha aktif katılır
ve işlerden daha az kaytarır, iş memnuniyetini çok sayıda etken belirler. Önemli konulardan biri
ücretin performansa denk olduğu duygusudur. Düşük ücret hemen her zaman motivasyonu düşürürken, tek
Taylorculuk
19. yüzyıl sonlarında F. W. Taylor belli bir ücret haddiyle işçilerin üretkenliğini arttırmaya yönelik
bir sistem geliştirdi. Çalışma süreci birçok küçük aşamaya ayrılarak, her işçiye tek ve monoton bir iş
verildi. Planlama ve düzenleme tamamen işletme yönetiminin eline bırakıldı. Daha yüksek
performans için ikramiye yoluyla para bir teşvik unsuru olarak kullanıldı. Böylece işçilerin yaptıkları işle
özdeşleşme duygusu azalırken, şirket yararına çalışma yönündeki motivasyon da düştü. Daha yoğun iş
yükü de çalışanların sağlığını olumsuz etkiledi. Bütün bu nedenlerle, daha “insani” bir işyeri ortamı
yaratmak üzere Taylorcu anlayışta zamanla düzeltmeler yapıldı.
yukarıda: Chariie Chaplin’in Asri Zamanlar filminde canlandırdığı bir fabrika işçisi.
Başarıları takdir edilen, daha fazla sorumluluk verilen ve gelecekte yükselme olasılığı gibi
beklentiler taşıyan işçilerin motivasyon düzeyi genelde yükselir.
Şirketin başarısı açısından temel bir konu da yöneticinin elemanları belirli hedefler
doğrultusunda çalışmaya yöneltme becerisidir. Araştırmalar iyi bir patron olmayı kişiliğin değil, bir dizi
duruma gereğince tepki verme yeteneğinin sağladığını göstermiştir. En önemlisi, çalışanlara adil
davranmak hem şirkete bağlılığı, hem de yöneticinin otoritesine güveni güçlendirir.
S tres ve Taciz
işyerindeki en büyük sorunlardan biri strestir. Aşırı durumlarda bedensel ve ruhsal bozukluklara bile yol
açabilir. Ancak nelerin stresli sayıldığı kişinin bir durumu değerlendirme biçimine, ayrıca stresle başa
çıkma için başvurabileceği kişisel olanaklara bağlı olarak değişir. Örneğin, bir eşin ya da çalışma
arkadaşının desteği bu kapsama girer, işyerindeki stresin en önemli kaynaklarından biri işini kaybetme
korkusudur.
Gerek hafif, gerekse ağır iş yükü strese yol açabilir. Bir başka deyişle, stres genelde bir dengesizlikten
kaynaklanır. Örneğin, tanınan zaman yapılacak işin hacmine denk olmadığında veya verilen görevler bir
işçinin becerilerine yeterince uymadığında böyle bir durum görülebilir. Hem kurumsal
önlemler (sözgelimi iş gereklerini değiştirme), hem de bireysel inisi-
ÖZEL BİLGİLER
İŞE ALINACAK KİŞİLERE psikologların tasarladığı ve çoğu kez bizzat yürüttüğü testler uygulanır.
DEĞERLENDİRME MERKEZLERİNDE
gündelik iş durumları simülasyonla canlandırılır ve üst mevkilere aday yöneticiler bu şekilde test edilir.
yatifler (sözgelimi beceri edinme eğitimi ya da gevşeme terapisi) bu yükü azaltmaya yardımcı olabilir.
işyerinde taciz sadece tacize maruz kalan kişiye değil, kuruluşa da zarar verir; çünkü işten kaytarmalara,
motivasyon ve üretkenlik düşüşüne ve hatta eleman kaybına yol açabilir. Taciz çalışma arkadaşlarının ya
da üstlerin uzun süre devam eden düşmanca davranışlarıdır. işyeri zorbaları mağdurlarına açıkça ve
doğrudan hakaret edebilecekleri gibi, tecrit etme ya da dedikodu yayma türünden daha incelikli
yöntemlere de başvurabilirler. Çoğu durumda taciz ancak şirketin buna karşı önlemler almasıyla durur.
PSİKOLOJİ
BAŞKA BİR TEKNİK DE hedef tüketici grup için rol modeli işlevini gören şöhretli kişilerin ürünü
tanıtmasını sağlamaktır.
Bir ürünün zihinlerde yer tutması için, reklamın ilgi çekici olması gerekir.
Ruhsal hastalığı olan kişiler düşünce ve davranış bozuklukları gösterir. Bu belirtiler bazen hastaların kendileri ya da başkaları
için bir tehlike oluşturmalarına varacak kadar ağırlaşabilir.
PSİKOLOJİ
Ruhsal hastalıklara bedensel (genetik) yatkınlık, travma ya da stres türünden tetikleyici unsurlar ile sosyal
ortam gibi çeşitli etmenlerin bira-raya gelmesi yol açar. Birçok vakada hastalar rahatsız olduklarının
farkına varırlar; bazılarında ise algılama öylesine çarpıklaşır ki hasta kendi durumunun ciddiyetini
kavrayamaz.
Depresyon
En yaygın bir bozukluklardan biri depresyondur. Etkileri kişiyi gündelik işlerle uğraşmaktan
alıkoyacak ve geleceğe olumsuz bakmasına yol açacak kadar ağırlaşabilir. Bu bazen intihara kadar
varabilir;
Akıl Oyunları filminin unutulmaz sahnelerle gösterdiği gibi, şizofreniye çoğu kez paranoya eşlik eder.
çünkü depresyona uğrayan kişiler özgüvenden, yaşama isteğinden yoksun ve son derece üzüntülü olur.
Neyse ki, depresyon görece
ANKSIYETE BOZUKLUKLARI kadınlarda erkeklere oranla yaklaşık iki kat fazla görülür.
EN YAYGIN FOBİLERİN başında yükseklik korkusu ve belirli hayvanlardan duyulan korku gelir.
Yükseklik korkusu (akrofobi) en yaygın bunaltı bozuklukları arasında yer alır; ünlü bir akrofobi k de
Johann Wolfgang von Goethe'ydi.
Anksiyete Bozuklukları
BİRÇOK KİMSE değişen yoğunlukta korkulara kapılır. Bunlar ancak irrasyonellik noktasına varınca
bozukluk ya da fobi sayılır. Özgül fobiler belirli bir nesneye, hayvana ya da duruma yönelik olarak ortaya
çıkar (örneğin, yükseklik ya da örümcek korkusu). Sosyal fobiler herkesin önünde konuşmaktan ya da bir
yabancıyla tanışmaktan korkma gibi belirli insan etkileşimi durumlarıyla
siyete bozuklukları kategorisine girer. Bir hareketi zorlamalı biçimde tekrarlamak korkuyu ve anksiyeteyi
azaltmaya yarayabilir.
“Kısır korku döngüsü": Korkunun yarattığı bedensel belirtiler, etkilenen kişi tarafından potansiyel tehlike
işaretleri olarak yorumlanır. Bu durum korkunun artmasına yol açar. Böylece kişi çıkılması zor bir
sarmala düşer.
başarıyla tedavi edilebilir. Özel bir depresyon türü olan iki kutuplu bozuklukta, kişi çökkün ruh hali
ile manik coşku arasında gidip gelir.
Yeme Bozuklukları
Son yıllarda yeme bozukluğu tanısı konan hastaların sayısı artıyor. Bu sıkıntılar anoreksi ve bulimi
başlıkları altında toplanabilir. Anoreksiye yakalanan kişi kendisini açlığa mahkûm eder. Bulimi hastası
ise çoğu kez aşırı ölçüde yedikten sonra, kusarak ya da müshil kullanarak fazla yiyeceklerden kurtulmaya
çalışır. Bir kişiyi yeme bozukluklarına yatkın kılan bir dizi etken saptanmıştır. Bunlar ne kadar fazla
varsa, hastalığa yakalanma riski o ölçüde artar. Başlıca etkenler arasında genetik kalıtım, anne babanın
yeme alışkanlıklarıyla oluşturduğu örnek ve zayışama yönündeki sosyal baskılar sayılabilir.
Ş izofreni
Eskiden “erken bunama” olarak anılan şizofrenide, kişi gündelik dünyada etkin olarak iş görme
gücünü kaybeder. Birçok vakada düşüncelerin içeriği karmakarışıktır.
Hasta kuruntulara kapılır, yani olaylara ya da gerçeklere denk düşmeyen düşünceler ya da kanılar edinir.
Üstelik bazen bunların doğru olduğuna hararetle inanır. Paranoyakça kuruntular en yaygın türdür.
Bir sanık mahkeme önüne çıktığında, çoğu kez psikologlardan onun “mümeyyiz”, yani doğru ve yanlışı
ayıracak ölçüde aklı başında olup olmadığını saptamaları istenir. Eylemlerinin sonuçlarını anlama
yeterliliğinden -çoğu durumda ciddi bir ruhsal hastalıkla bağlantılı olarak- belirgin biçimde yoksun kişiyi
genellikle bir psikiyatrik kuruma yatırma yoluna gidilir. Ne var ki, hasta suçluların terapiden yarar
görmeleri ortak hedef yönünde terapistle birlikte çalışmaya razı olmalarına bağlıdır. Hastanın isteksizliği
girişilen terapinin başarı şansını azaltır.
Kişilik Bozuklukları
Her bireyin kişiliğini oluşturan bir dizi özelliği vardır. Sağlıklı insanlar gündelik yaşamın
değişen koşullarına uyum sağlayarak, farklı durum-| lara ve işlere esnek - tepki verebilirken, kişilik
bozukluğu olanlar bunu başa-ap ramaz. Böylece başka kişilerle etkileşime girmede çoğu kez büyük güçlük
çeker. Örneğin, narsist kişilik bozukluğu olanlar hep çevre-
Anoreksi bedensel algılamaları çarpıklaştırır. Bir deri bir kemik kalınmasına karşın, normal ağırlıkta ve
hatta şişman olunduğu sanılır.
den hayranlık görmek ister. Para-noit kişilik bozukluğu olanlar hep güvensizlik duyar.
TEDAVİ BİÇİMLERİ
Günümüzde başvurulan başlıca tedavi biçimleri psikodinamik terapi, davranışsal terapi, bilişsel terapi ve
bazı insancıl terapilerdir.
temeyi bir grup içinde uygulama fırsatı verilir. Aynı amaçla rol canlandırmaya ve başka alıştırmalara da
başvurulur.
Depresyon çoğu durumda birlikte uygulanan bilişsel terapi ve ilaç tedavisiyle giderilebilir.
Psikolojik tedavi yöntemlerine psikoterapi denir. Amaç hastanın yersiz düşünce, yorum ve davranışlardan
sıyrılmasını sağlamaktır. Bunun için birçok değişik yöntem kullanılır.
Psikodinamik Terapi
Davranışsal Terapi
Davranışsal terapi anormal davranışı odak alır. Burada davranış kavramı öğrenme süreciyle (s. 349)
etkilenebilecek her şey için kullanılır; yani, düşünce ve duyguları da kapsar, istenen davranışları
çoğaltmak ve sorunlu davranışları azaltmak amacıyla öğrenme ilkeleri sistematik biçimde uygulanır.
Sosyal beceri eğitimi de bir davranışsal terapi biçimidir.
Grup esaslı bu tedavinin hedefi sosyal endişeler duyan insanlardır. Katılımcılara korktukları
durumları, sözgelimi bir yabancıdan yardım iş
Bilişsel Terapi
Anormal davranış kişinin açıklıkla göremediği sakat düşünme kalıplarından ya da yanlış fikirlerden
kaynaklanabilir. Örneğin, bir insan çevresinde yaşanan olayların özellikle kendisini hedef aldığı
yolunda yanlış bir kanıya varabilir ya da olayların önemini abartabilir.
Bilişsel terapide, bu yanılgılı düşünceler açığa çıkarılır ve hasta yaşadığı olayları daha
doğru değerlendirmeyi öğrenir.
İnsancıl Terapi
En iyi bilinen insancıl terapi biçimi Cari R. Rogers’ın geliştirdiği ve terapist ile hasta arasındaki
ilişkiyi merkeze alan “kişi odaklı konuşma”dır. Terapistin ana amacı hastanın kendisini güvende ve
koruma altında hissetmesini sağlamaktır. Bu ortamda hasta kendi başına keşiflerde bulunabilir
TERAPİ: Korkulan durum terapistin bulunduğu bir ortamda sunulur. Hasta gerginliğini atıncaya ve yavaş
yavaş sakinleşinceye kadar işlem sürdürülür.
ve kararlar alabilir. Terapist onu yönlendirmek yerine sırf desteklemekle yetinmelidir. Böyle sınırsız
bir onay vermesi, hasta-
ÖZEL BİLGİLER
HASTALIĞA OZGU tedavilerde belirli bir durumdaki hastaların ihtiyaçları odak alınır.
BİRKAÇ ZİHİNSEL BOZUKLUK aynı anda görüldüğünde, çeşitli tedavi biçimlerinin bir arada
uygulanması en etkili yol olabilir.
Korkularla Yüzleşmek
görülebilir. Eşler ya da aile fertleri arasında sorunlar çıktığında, terapistler bu dinamik içinde
oluşan iletişim kalıplarına daha yakından bakar, iletişim kişiler arası davranışsal, yani sözsüz iletişimi de
kapsayacak biçimde ele alınır. Terapi sırasında katılımcılar iyi işleyecek iletişim biçimlerini bulmaya
çalışır.
Terapilerin Yararlılığı
Her tedavi biçiminde aynı nihai amaç güdülür: Hastanın sıkıntılarını azaltmak ve yaşam
kalitesini yükseltmek. Günlük yaşamın stresiyle ve gerekleriyle daha etkili başa çıkmayı sağlayacak
stratejiler geliştirme çabasında hastaya destek verilir. Psikolojik bozukluğun türüne göre, çeşitli tedavi
biçimlerinin farklı yararlılık düzeyleri vardır. Bazı durumlarda birden fazla terapiyi birlikte uygulamak
yararlıdır.
FOBİLERİN TEDAVİSİNDE başvurulan bir davranışsal terapi tekniğinde, hastalar korktukları nesneyle
ya da durumla yüzleşmeye özendirilir. Eğer korku çok yoğunsa, hastanın buna dayanamaması riski vardır.
Böyle bir durumda kademeli bir duyarsızlaştırma süreci uygulanabilir. Hastada biraz endişe uyandıran
durumlardan en büyük korkuya yol açan durumlara kadar uzanmak üzere, bir korkutucu durumlar
hiyerarşisi çıkarılır. Olabildiğince gerçekçi bir yaklaşımla, hasta en kolayından başlayarak her durumu
gözünde canlandırmaya yöneltilir. Bu arada gevşetme tekniklerine de başvurulur.
BAŞARILI ÖĞRENME: Korktuğu olumsuz sonuçların ortaya çıkmadığını gören hasta, yeni ve daha
olumlu bir bakış edinir.
PSİKOLOJİ
İNSAN yaşamı çatışmalarla belirlenir; insanlar yaşamları boyunca iç ve dış talepler arasında denge
kurmak zorundadır.
İNSAN RUHU bilinçdışı, ön-bilinç ve bilinç düzeylerinden oluşur. Bunların arasındaki ilişkiler son
derece girifttir.
PSİKANALİZ
Psikanaliz teorisinin hareket noktası insan ruhunun birbiriyle sürekli etkileşim ve hatta çatışma halindeki
üç düzeyden oluştuğu varsayımıdır. Kilit fikirlerden biri ruhun her alanına ve içeriğine bilinç yoluyla
erişilemeyeceğidir. Her ne kadar varlıklarının bilincinde olmasak da, bunların düşünce ve
davranışlarımız üzerinde güçlü etkileri vardır. Çözülmedikleri zaman ruhsal bozukluklara yol açabilen
çatışmalar psikanalitik terapiyle açığa çıkarılıp işlenir.
PSİKOLOJİ
PSİKANALİZİN KÖKLERİ
19. yüzyıl sonlarında Sigmund Freud bilinçdışı süreçleri kapsayan insan ruhuna ilişkin bir teori geliştirdi. Ona göre, içeriği
bakımından bilinçdışının kişiler üzerinde önemli bir etkisi vardı.
Psikanaliz insan bilincini büyük bölümü su altında kalan bir aysberge benzetir.
Anna O. çoğu kez psikanaliz için önemli bir başlangıç noktası olarak görülür. Freud’un dostu bir hekim
olan Josef Breuer, kısmi felç, görüş bozuklukları ve trans haline geçme eğilimi gibi çeşitli belirtiler
gösteren ve Anna O. takma adı verilen Bertha Pappenheim’i iyileştirmeyi başardı. Bu süreçte morfine
dayalı ilaç tedavisiyle birlikte “konuşma tedavisinin uygulandığı bir yaklaşım izlendi. Breuer hastasını
hipnotize ederek içinden geldiği gibi konuşmasını sağladı; Freud’un daha sonraları “serbest çağrışım”
adını verdiği yöntemdi bu. Breuer’e göre psikolojik kökenli olan fiziksel belirtiler bu terapiyle ortadan
kalktı. Ancak, sonraki araştırmalar Anna O.’nun muhtemelen “konuşma tedavisiyle tam iyileşmediğini
gösterdi.
Moravya’da 1856'da doğan Freud, büyüdüğü Viyana'da tıp öğrenimi gördü. Kısa sürede kentin önde gelen
nörologları arasına girdi. Eğitimini sürdürmek üzere, Paris'e Profesör Charcot’nun yanına gitti. Orada
histeri için yeni bir tedavi yolu olarak kullanılan hipnoz tekniğini öğrendi. Viyana’ya dönüşünde kendi
muayenehanesini açtı ve psikanaliz teknikleri üzerinde çalışmaya başladı. ''Psikanaliz” terimini ilk kez
1896’da kullandı. Bilinçdışı zihin üzerine araştırmalarını yürütürken, Viyanalı dört hekimle birlikte
başlattığı ünlü “Çarşamba Toplantıları” 1902'de Viyana Psikoloji Derneği'ne
dönüştü. Uluslararası Psikanaliz Birliği 1911’de bu kuruluştan doğdu. Daha ilk yıllarında
Freud’un psikanaliz görüşünden çeşitli dallar türedi; örneğin, C. G. Jungve Alfred Adler kendi psikanaliz
okullarını kurdu. Nazilerin Avusturya’yı
Anna 0. Vakası
işgalinden sonra, Freud ailesiyle birlikte Londra’ya göç etti. Psikanaliz oradan dünyaya yayıldı.
Topolojik Model
Freud’a göre, insan zihni üç düzeyden oluşur: Bilinç, ön-bilinç ve bilinçdışı. Psikanaliz insan
ruhunun tıpkı su üstünde yüzen bir aysberg gibi büyük ölçüde gizli kaldığını öngörür. Bilinç insan
algılamasını ve davranışını belirleyen içeriğin sadece küçük bir bölümüne, yani aysbergin ucuna erişir.
Bilincin çoğu “sualtı”nda yatmakla birlikte, kişi üzerinde olağanüstü etki bırakır. Bu kısım
gizli korkuların, bastırılmış çatışmaların ve travma-tik deneyimlerin yanısıra doğuştan gelen itkileri ve
içgüdüleri barındırır, içeriği çeşitli gelişim evrelerine göre katmanlar halinde düzenlenir.
Kişinin erişemediği en alttaki düzey olan bilinçaltında içgüdüler, genetik özellikler ve psiko-cinsel
gelişimin dönüm noktaları yer alır. Doğrudan erişilemezse bile, bunlar hipnoz ve düş yorumu (s. 361) gibi
belli psikanaliz teknikleriyle açığa çıkarılabilir. Orta düzeyi oluşturan ön-bilince kısmen erişilebilir;
çünkü kişinin
Sigmund Freud (1865-1939) psikanalizi hem insan zihnine ilişkin bir teori, hem de ruhsal rahatsızlıkları
düzeltmeye yönelik bir teknik olarak geliştirdi.
yoğunlaşmasıyla önbilincin içeriği bilince taşınabilir. Ön-bilinç korkuları, kişilik özelliklerini ve
bastırılmış çatışmaları barındırır.
Freud’a göre, insan kişiliği üç bileşenden oluşur: İd, ego ve süperego. Kişinin olgunlaşması özgül gelişim görevleriyle ilişkili bir
dizi aşama olarak ele alınır.
“PRATİKTE önemsiz olmalarına karşın, düşler hayatta ilgi duyulan önemli konularla ilişkiyi kurar. ”
Freud bastırılmış çocukluk deneyimlerine ilişkin anıları açığa çıkarmak için hipnozdan yararlandı.
Bilinçdışına Erişim
FREUD BİLİNÇDIŞININ içeriğine erişmeye yönelik birkaç yöntem geliştirdi. Bilinçdışında gömülü erken
çocukluk deneyimleri hipnoz yoluyla açığa çıkarılabilir. Denek hipnoz seanslarında bunları hatırlayıp
anlatır. Böylece bilinçdışı çatışmalar açığa çıkarılıp çözülebilir.
DİL SÜRÇMELERİ Freud'a göre tesadüfi değildir; bilinçdışından gelen birer mesajdır. Kişinin yanlış
duyması, geç anlaması, dalgınlaşması, fazla uyuması, bir şeyi unutması ya da kaybetmesi durumunda,
bastırılmış arzular, suçluluk duyguları, saldırgan dürtüler vs. hakkında sonuçlar çıkarılabilir. Serbest
çağrışım sırasında, deneklerden saçma görünse bile akıllarına gelen her şeyi söylemeleri istenir.
Kelimelerin anında birbirini izlemesi, hangi düşüncelerin bağlantılı
DÜŞLER Freud’a göre idden kaynaklanan gizli arzuların örtük biçimde dışa vuruluşudur. Uykuda düş
görülürken ego zayıflar; ama gerçek bir arzuyu örtme gücünü hâlâ taşır. Düşün gerçek ya da örtük içeriği
yorum yoluyla açığa çıkarılabilir.
Düşler çoğu kez tuhaf biçimlere bürünebilir—ego bu şekilde düşlerin gerçek içeriğini örtmeye çalışır.
Freud'un kişilik teorisinin merkezinde “yapısal model” yer alır. Buna göre, insan ruhunda “id,” “ego”
ve “süperego” denen üç ayrı güç sürekli etkileşim ve çatışma halindedir.
id itkilere ya da içgüdülere bağlı dürtülerin -ihtiyaçlar, duygular ve arzular- bulunduğu yerdir, insan
ruhunun bu kısmı ahlak, mantık ya da düzen tanımaksızın işler, idin hedefi dürtüleri doğrudan
tatmin etmektir. Ego bilinçli düşünce ve
eylemi temsil eder. Gerçeklikle kısıtlanmış halde, ortamla etkileşimleri, iradeye dayanan bilinçli düşünce
ve eylemleri düzenler. Diğer iki güç, yani id ve süperego arasında bir tür aracılık işlevini gören ego,
hangi itici dürtülerin devreye gireceğine karar verir. Süperego vicdan olarak da görülebilir. Bir kişinin
değerlerini, sınırlarını ve ahlak kurallarını kapsar; onu denetleyen, uyaran ve hatta cezalandıran bir iç
iktidar görevini yerine getirir.
Gelişim Teorisi
Freud insanların doğumdan başlayarak cinsel deneyimler yaşayabildiği kanısındaydı. Burada cinsellikle
kastedilen şey, genel olarak zevk almaya çalışmaktır. Freud'un psiko-cinsel gelişim teorisine göre, kişilik,
cinsellik ve beden dört gelişim evresinde birlikte olgunlaşır. “Oral” evrede bir bebeğin başlıca zevki
annesinin memesini emmektir. Böylece bebek temel bir güven duygusu edinir. Bir-üç yaş arasında
çocuğun zevk alma odağı anal bölgeye kayar: Dışkılama sürecini bilinçli denetim altına almaya başlar.
Bu “anal” evrede çocuk sosyal davranış kurallarını ve çatışmaları nasıl ele alacağını öğrenir.
Ardından çocuğun bir cinsiyet kimliği edindiği ve ilk başta oyun yoluyla karşı cinsi keşfettiği
“fallus" evresi gelir. Bu evrede Freud’un “Ödip kompleksi” dediği bir olgu yaşanır. Erkek çocuk
bilinçaltında annesini arzular ve babasını bir rakip gibi görür; onun hadım etme yoluyla öç almasından
korkar. Suçluluk duyduğu ve cezadan çekindiği için, annesine ilgisini gittikçe bastırır ve babasıyla
özdeşleşir. Babasının değer sistemini benimser ve annesinden uzaklaşır.
mİ
Ergenlik öncesinde çocuğun bedensel zevk kaynaklarına ilgisinin azaldığı ve bastırıldığı bir
“bekleme dönemi” yaşanır. Psiko-cinsel gelişimin uç noktası “üreme organı” evresidir. Eğer bir kişi
sözko-nusu evrelerin birini geçemezse, bu “takıntı” kişiliği üzerinde bir etki bırakır. Örneğin, “oral”
kişilikli insanlarda yeme, içme ve sigara gibi ağızla tatmin kaynaklarına dönük bir düşkünlük vardır.
Bunlar güvenliği başkalarına sıkıca sarılmakta veya yeni deneyimlerden kaçınmakta ararlar. Anal
evredeki bir takıntı ise açgözlülüğün ya da aşırı bir düzen tutkusunun yanı sıra kom-pülsif davranışlarla
dışa vurulabilir.
PSİKOLOJİ
Freud'un teorisine göre, “Varyemez Amca" anal kişiliğin klasik örneğidir: Hırslı, pinti, düzen konusundan
takıntılı, servet ve kudrete aç.
PSİKOLOJİ
DAVRANIŞ GÜDÜLERİ
İnsan güdülerinin kökleri idde ve dolayısıyla bilinçaltında yatar. İde özgü dürtülerin bilince girmesini
önlemek amacıyla, insanlar “savunma mekanizması” denen çeşitli teknikler geliştirir.
ANNE-BABALARIN yaşadığı travma ne kadar güçlüyse, çocukların çektiği ruhsal ıstırap o ölçüde büyür.
Yahudi soykırımından sağ kurtulanların yaşadığı travmanın gölgesi üçüncü kuşağa da yansımıştır.
AŞIRI TRAVMALAR, sözgelimi Yahudi soykırımından sağ kurtulanların geçirdiği sarsıntı ikinci ve
üçüncü kuşakları da etkilemeye devam edebilir. Özellikle yaşanan olayların suskunlukla geçiştirildiği ya
da tabu sayıldığı durumlarda, travma belirtileri bilinçaltında çocuklara ve torunlara aktarılır. Gençler
anlamını çıkaramadıkları jestlere, göndermelere, yarıda kalan konuşmalara dikkat kesilirler. Çekilmiş
sıkıntılara bir deva olması için kendi acılarını ortaya koyarak, anne-babalarına destek vermeye çalışırlar.
KİŞİNİN HAYAT HİKÂYESİ bu şekilde anne-babanın geçmişine güçlü biçimde bağlanır ve bu geçmiş
çoğu kez üçüncü kuşağa da aktarılır. Dolayısıyla, terapide hastalar sadece kendi hayatlarını değil, anne-
babalarının ve/veya nine dedelerinin hayatlarını da anlatmalıdır; onların ve diğerlerinin deneyimleri
arasında ancak böyle ayrım yapılabilir.
Gözlemlenebilir
Davranışlar
Bilinç insan ruhunun sadece küçük bir bölümünü oluşturur. Savunma mekanizmaları bilinçdışı ve ön-bilinç
kaynaklı materyalin bilince girişini önler.
Yüceltici savunma mekanizması cinselliğin dans gibi sosyal bakımdan kabul edilebilir bir biçimle dışa
vurulmasına olanak verir.
Freud insanlara öncelikle itkilerin yön verdiğini varsaydı. İtki sürekli ortaya çıkan bir temel
ihtiyaçtır, insanlar bir itkiye uymayı erteleyebilirler, ama bu hep süremez; çünkü itkinin şiddeti gittikçe
artar. En önemli itki oral, anal, fallus ve üreme organı esaslı gelişim evrelerinin (s. 359) yön verdiği
libidodur (seks itkisi). Freud’a göre, insan ruhu libidodan aldığı enerjiyle varlığını koruyan bir “süreç”tir.
Nesneler ya da düşünceler ancak libidoyla ilişkilendirildiğinde kişiye anlamlı gelir. Örneğin, bir
bebeğin libidosunun ilk ilgi odağı annesinin memesidir; böylece meme bebeğin algılaması çerçevesinde
anlamlı bir nesne haline gelir.
S avunma Mekanizmaları
insanlar id kaynaklı birçok dürtünün bilince çıkmasını önlemeye çalışırlar. Bunun sebebi böyle dürtülerin
kabul edilemez sayılması, yani süperegonun standartlarına uymaması ya da gerçeklikle bağdaşmamasıdır.
Devreye giren savunma mekanizmaları idden gelen dürtüleri başka yöne saptırarak, kişinin iç çatışmadan
kaçınmasını sağlar. Ne var ki, bu sistemlerin aşırıya varacak ölçüde düzenli ve sık kullanılması
nevrozların (s. 361) ortaya çımasına yol açabilir.
Telafi Yadsıma İlaç tedavisi Duygusal Yalnızlık Fantezi Kurma Özdeşleşme İçe Atma İçe
Kapanma Yansıtma Rasyonelleştirme Tepki
“Rasyonelleştirme" yoluna başvuran kişi, asıl güdülerini gizlemek için davranışını mantıksal gerekçelere
dayandırmaya çalışır.
“özdeşleşme” denir.
“Telafi” mekanizmasında kişi bir alandaki zaafını başka bir alandaki aşırı doyumla dengelemeye
çalışır. Örneğin, kısa boylu olmasından dolayı aşağılık duygusuna kapılan bir kimse başka bir alandaki
olağanüstü başarılarla bunu aşma çabasına girebilir. “Yer değiştirme” mekanizması dürtülerin farklı
bir nesneye yöneltildiği durumlarda görülebilir. Sözgelimi, işyerinde patronuyla anlaşmazlığa düşen bir
adam öfkesini evde ailesine kusabilir.
Bütün bu savunma mekanizmaları tatsız olayları bilinçaltına gömmeye hizmet eder; böylece kişinin
sonuçlarından korktuğu çatışmalarla yüzleşmekten ve bunları çözmekten kaçınmasına olanak verir. Oysa
çatışmalar böyle önlemlerle tamamen bertaraf edilmiş olmaz; varlığını sürdürerek kişinin
davranış biçimine birçok değişik etkide bulunur.
Psikanaliz teorisine göre, ruhsal bozuklukların sebebi tam anlamıyla giderilmemiş çatışmalardır.
Terapinin amacı bu çatışmaları açığa çıkarıp çözmektir.
Psikanalitik yaklaşıma göre savunma mekanizmalarına (s. 360) başvurmak genellikle bir bozukluğa işaret
eder. Ancak kişide sabit bir nevroz bulunduğu kanısına varmak için, bozuk davranışın belli
birsinin aşarak mesleki ve sosyal uğraşları etkilemesi gerekir. Nevroz sonradan edinilmiş bir bozukluk,
yani egonun id kaynaklı dürtüleri tam anlamıyla bastıramamasının bir sonucu olarak kabul edilebilir,
insan ruhu bastırılmış dürtülerin bilince
rer.
C. G. Jung'a Göre Psikanaliz
Bir süre Freud'la birlikte çalışan C. G. Jung, daha sonra “analitik psikoloji” ya da “kompleksler
psikolojisi” adını verdiği kendi teorisini geliştirdi. Bilinçdışını kişisel ve kolektif olmak üzere iki biçime
ayırdı. Kişisel bilinçdışı kişinin unutulmuş ya da bastırılmış düşünce ve duygularının yer aldığı bölüm
anlamında aşağı yukarı Freud'un bilinçdışı tasarımına denk düşer. Kolektif bilinçdışı ise bütün insanlıkça
paylaşılan bir şeydir, içeriği kişinin kültüründen, etnik kökeninden ya da geçmişinden bağımsızdır.
Örneğin, efsanelerde ve peri masallarında birçok ortak temaya rastlanabilir. Bu arketipler değişik
kültürlerin ve çağların ötesinde bir benzerlik taşır. Arketip örnekleri arasında kahramanlarve canavarlar
gibi masal karakterleri sayılabilir.
Freud'un Londra'daki divanı: Klasik psikanaliz doğrudan göz temasına girmemeyi öngörür. Bu bakımdan
hasta bir divana uzanırken, analist arkasında oturur ve böytece onu serbest çağrışıma özendirir.
girmesini önlemek için nevrotik belirtiler verir. Bunun bir örneği içten gelen zorlamayla el
yıkamaktır: Bastırılmış suçluluk duygusu ellerin kirli olduğu yönünde sürekli bir duyum uyandırarak,
bilince çıkmayı sağlayacak bir yol arar. Kişi bu duyguya karşı koymak için defalarca elini yıkar.
Psiko-cinsel gelişim sürecindeki (s. 359) çözülmemiş çatışmalar da psikolojik bozukluklara yol
açabilir. En çok görülen biçim geriye dönüş, yani ilgili gelişim evresine savruluştur. Böyle bastırılmış ya
da çözülmemiş çocukluk deneyimleri psikonevrozlarda ifadesini bulabilir; her türlü histeri, fobi, kom-
pülsif davranış ve kişilik nevrozu bu kapsama gi-
Psikanaliz Yöntemi
ORTA VADELİ ya da kısa vadeli terapi bugünkü psikanalistlerin çoğunlukla benimsediği yaklaşımdır.
aklına gelen her şeyi hiçbir kısıtlama olmaksızın ifade etmesi istenir. Bu “serbest çağrışım’’ tekniğinde,
hasta aktif bir konuşmacı rolü üstlenirken, analist sadece açıklığa kavuşturucu sorular yöneltir, yorumlar
sunar ve hastanın rahatça konuşabileceği bir ortam yaratmaya çalışır.
Arka planda kalan analist, hastanın hayatındaki önemli kişileri (sözgelimi aile mensuplarını)
yansıtabileceği bir tür "boş duvar”)
temsil eder. Bu aktarım süreci her analizde kilit bir unsurdur. Bu bakımdan analist ile hasta
arasındaki ilişkiye özel ilgi gösterilir. Psikanaliz geçmişte travmatik biçimde yaşanmış çatışmaların
bilince çıkarılmasını ve artık yetişkin konumdaki hastaya uygun tarzda çözülmesini amaçlar. Bu süreçte
büyük bir direnişin kırılması gerekir ve psikanaliz tedavisinin önemli bir kısmı buna dönüktür. Klasik
psikanaliz yaklaşık üç ila beş yıl sürer. Ama günümüzde gittikçe daha kısa süreli psikanaliz terapileri
uygulanmaktadır.
Benlik Psikolojisi
1960’larda ABD'Iİ nörolog Heinz Kohut “benlik psikolojisi" adıyla bir düşünce okulu başlattı.
Bu yaklaşım insanı tekil birey olarak değil, başkalarıyla ilişki içinde ortaya çıkan bütün bireysel
gelişimi bağlamında ele alır. Benlik gelişimi çocukluk döneminde önemli yer tutan kişilere son derece
bağlıdır; güçlü bir benlik ancak onların çocuğa kendilerine özgü bir değer anlayışını aktarmasıyla oluşur.
Zayıf benliğe sahip insanlar gerçekte olduklarından daha iyiymiş ya da daha yetenekliymiş gibi
görünmeye çalışarak, çoğu kez korumaya dönük bir tavırla kendilerini kandırırlar. Eğer bu benlik
imajını sürdüremezlerse depresyona girebilirler. Terapide benlik gelişimi ve kişinin ilişkiler ağı odak
alınır; bu durum analist ile hasta arasındaki karmaşık bağa yansır.
yukarıda: Bir çocuğun hayatında ağırlıklı yer tutan insanlardan takdir ve koruma görmesi güçlü bir benlik
gelişimi açısından önemlidir.
PSİKOLOJİ
Caravaggio, s. 376
Rembrandt, s. 378
Goya, s. 382
Analitik Kutular
Kontrapost, s. 367
Esrar Dolu Bir Şaheser, s. 377 Kurgulu Resim, s. 381 Ressamın İşi, s. 383 Asıl Nokta—Noktacılık, s.
384 Kolaj, Montaj ve Hazır Yapım, s. 387
GÖRSEL SANATLAR
Sanat her zaman içinden doğduğu çağa ayna tutar. Dolayısıyla, eski çağlara ait resimsel eserler sanatçının
yaşadığı dünyanın derinliklerine inmek için aydınlatıcı bir ışık sunar: İnsanların nasıl yaşadığını, nelere
önem verdiğini ve dünyayı nasıl algıladığını gösterir bize. Geçmiş resimlerdeki açık seçik
dünya betimlemeleriyle karşılaştırıldığında, 20. yüzyılın modern sanatı çoğu kez saydamlıktan epey uzak
ve erişilmez görünebilir. Yerleşik kurallara mutlaka uyma zorunluluğu yok artık: Görme
alışkanlıklarımızı ve “güzel sanat” geleneklerimizi allak bullak etmek için soyut figürler ya da gündelik
nesnelerin çarpıtılmış biçimleri sıklıkla kullanılıyor. Bunlar algılayışımızı yenileyecek, böylece hayal
gücümüze ve düşünme yetimize esin verecek bir tarzda gösteriyor bize dünyayı.
Tarihöncesi sanat (y. 300.000 yıl önceden MÖ y. 3000’e) | Yerli sanat (y. 60.000 yıl önceden günümüze)
kilit bilgiler
İKİ MİLYON YIL ÖNCE insanoğlu tamamen elişi ilk taş aletleri yarattı. TARİHÖNCESİNİN ve yerli
halkların sanat eserleri elinle yakından bağlantılıydı.
Günümüzde insan yaşamının bilinen en eski izleri Doğu Afrika’dan gelir. Orada ortaya çıktığı anlaşılan
insanoğlu daha sonra Avrupa ve Asya'nın geniş alanlarına yerleşti. Zamanla Avustralya ve Amerika’ya
kadar ulaştı; her iki kıtada yerli toplulukların sanatı çok eski kalıp derlemeleri sayesinde günümüze kadar
ulaştı. Bu sanat yaratımlarının başlıca temaları dinsel törenler, hayvanlar ve gündelik yaşamdan
sahnelerdir. Böyle eserleri inceleyerek ilk insanların kültürel tarihi konusunda bir fikir edinmek
mümkündür.
TARİHÖNCESİ
Tarihöncesi sanatı günlük yaşam ve din şekillendirdi. Neolitik Çağ’da insanların yerleşik düzene
geçmesiyle birlikte sanatsal faaliyet yeni teknikler sayesinde incelik kazandı.
GÖRSEL SANATLAR
insanoğlunun estetik ve dinsel kavramlar edinmesi çok eskiye dayanır. Arkeologlar MÖ 300.000
dolaylarından kalma oyuk kemik
parçaları bulmuştur. Bilinen en eski takılar ve oyma nesneler yaklaşık 75.000 yaşındadır ve
Güney Afrika'da ortaya çıkarılmıştır, insa
insanların sığır sürüleriyle tasvir edilişi bu çölün geçmişte bereketli bir bölge olduğunu gösterir.
Mağara Resimleri
İLK ÇAĞLARDA hayvan resimleri minerallerden ve odun kömüründen elde edilmiş boyalarla yapılır ya
da kazıyıcı aletlerle mağara duvarlarına oyu-lurdu. Taslak çizimlerde ve çok-renkli resimlerde dikkate
değer bir doğalcılık ve canlılıkla betimlenmiş atlar, bizonlar, sığırlar ve geyikler, ayrıca mamutlar,
aslanlar ve ayılar görülür.
Bir köy yakınındaki sığır sürüsü, Orta Sahra’daki Tassili Platosu’hda bulunmuş kaya resmi (MÖy. 4000-
2000).
MAĞARA RESİMLERİ büyük olasılıkla hayvan görüntülerinin güçlü bir büyü taşıdığına duyulan bir
inancı yansıtır. Belki de kozmik ya da mevsimsel simgeler veya tarihöncesinde dünyaya dair bilgilerin
kayıtlarıdır.
Fransa Lascax’ta bir mağara ve ayin yerinde, sığır sürülerinin yer aldığı ve Magdalen döneminden (MÖy.
15.000-13.000) kalma bir kaya resmi.
nın (Homo sapiens sapiens) sanatsal uğraşlarının süreklilik kazanması Üst Paleolitik dönemde başlar
(MÖ y. 35.000).
Gündelik Yaşam ve Törenler
Taş, Tunç ve Demir devirlerinin sanatında hayvanların ağırlıklı konumu taşıdıkları özel ekonomik ve
törensel önemin sonucudur. Öte yandan, çok sayıda Venüs heykelciğinin varlığı kadınların hem
çocuk yetiştirme, hem de bitki toplama açısından oynadığı besleyici ve ge-çindirici rollerini
somutlaştıran bir dişi bereket timsaline saygı duyulduğuna işaret eder.
İlk Teknolojiler
Mezolitik dönemde MÖ 20.000’ler-de başlayan iklim değişimi, insanoğlunun yaşam tarzında Neolitik
dönemde de süren tedrici bir dönüşümü getirdi, insanlar göçebeliği yavaş yavaş bırakarak çiftçiliğe ve
hayvan besiciliğine yöneldi. Gömme ayinleri geliştirildi, avcılık ve kesim aletleri yetkinleştirildi.
Silahlar, ev eşyaları, takılar ve tören nesneleri sanatsal süslerle bezendi. Neolitik dönemden başlayarak,
değişik bezemeli çanak çömlekler ortaya çıktı.
Natuf kültürüyle (MÖy. 11.000) birlikte Yakındoğu'nun Bereketli Hilâl bölgesinde geliştirilen yeni zanaat
yöntemleri daha sonra Ana-
yukarıda: Aşağı Avusturya’da bulunmuş “VZillendorf Venüsü"; ooiitik kireçtaşından heykelcik (MÖy.
30.000-20.000). sağda: Almanya'da bulunmuş “Lonetal Aslan Adamı”; mamut dişinden heykelcik (MÖy.
35.000-30.000).
dolu, Balkanlar ve Avrupa’ya yayıldı. Örneğin, Kuzey Avrupa kültüründe tunç işlemeciliği MÖ
1500’den sonra yüksek bir zanaatkârlık düzeyine ulaştı. Aynı dönemde Anadolu’daki Hititlerin demir
üretmeye başlaması, tarihöncesinden ilkçağ tarihine ve klasik antik çağa geçişin habercisiydi.
Danimarka, Trundholm’de bulunmuş güneş atlı arabası, Kuzey Tunç Devri’nden kalma (MÖy. 1400).
YERLİ SANAT
Yerli halkların kendilerini ifade etmeye yönelik sanatsal biçimleri atalara tapınmayla, ayinlerle ve dinsel işlevlerle doğrudan
bağlantılıdır. Kökleri tarihin derinliklerinde yatar.
yukarıda: Orta Afrika ülkelerinden Gabon’da bulunmuş boyalı ahşap Kwele maskesi.
Avustralya Aborijinlerinin bu ağaç kabuğu resminde, avcı ve kanguru iç organları gös teren bir “röntgen
üslubuyla betimlenmiş.
Kuzeybatı kıyılarındaki Amerikan Yerlilerinin boyanmış bir tahta heykel biçimindeki totem direği.
korudular.
Cd
<
<
c/>
Törensel ve gündelik nesneler bugün bile yerli halkların büyük becerisini gözler önüne serer.
Heykelcilik Sahra altı Afrika sanatında ağırlıklı yer tutar. Bu bölgede kâse, tarak ve tabure gibi
gündelik kullanım eşyalarının yanısıra, ata ve defin figürlerini de kapsayan nesnelerin üretimi yaygındı.
En önemli nesne olan maskeler büyük bir üslup çeşitliliği taşırdı ve kabul ayinlerinde,
hava durumuna, avcılığa ve berekete dönük büyülü tılsımlarda, ayrıca kötü ruhları kovmada kullanılırdı,
ilk heykeller bugünkü Nijerya’da Nok kültürü (MÖ 500-MS 200) tarafından yapıldı. Daha güneyde MS
10-14. yüzyıllar arasında yaşayan Yorubaların pişmiş toprak ve tunç büstlerinde olduğu gibi, bunlar
idealleştirilmiş güzelliğin ifadeleri sayılabilir. Mezo-zoyik önemin sade ve kullanışlı çömlekleri, Batı
Afrikalı Akanların altın külçeleri ve Orta Afrika'daki Kongo'nun Küba Bantu halkına özgü . j dokumalar
Afrika el sanatlarının bazı örnekleridir.
Avustralya
Avustralya'daki Aborijinlerin göçebe yaşam tarzı nedeniyle sanatsal yaratım sadece birkaç parçayla
sınırlıydı. Bunlar arasında bumerang, kalkan ve mızrak gibi zarif silahlar sayılabilir. Bazen boyanan,
geometrik bezemeli taş ya da tahta tjuringa Aborijin sanatının en kutsal nesnelerinden biridir. Hayat
enerjisini ya da ataların ruhlarını temsil ettikleri sanılan bu nesneler kutsal törenlerde ve kabul
ayinlerinde kullanılırdı. Yazılı bir dilden yoksun olan Aborijinler, geleneklerini ve tarihle-
Okyanusya'nın yerli halkları sanatçılara büyük değer verirlerdi. Onların yarattığı maskeler, hasırdan tören
giysileri, oymalar ve heykelcikler ayin kutlamalarında bir ruhu simgeler ve onunla bütünleşmeyi sağlardı.
Pasifik adalarının hiçbirinde metal bulunmadığı için, taş, kabuk ya da köpekbalığı dişini aletlerle oyarak
yapılan heykeller, daha sonra yapraklarla ya da dikenli vatoz derileriyle ovularak düzeltilirdi.
Kuzeydoğu Sibirya’daki aşırı sert iklimden dolayı, avcılık 20. yüzyıl ortalarına kadar Eskimoların yaşam
tarzında belirleyici bir etken oldu. Es-kimolar rengeyiği kemiklerinden ve mors dişlerinden yaptıkları
gündelik nesneleri avcılık sahneleriyle süslerlerdi. Böylece kişi ile hayvan arasında ortaya konan bağlantı
aynı zamanda dinin temelini oluştururdu. Bu üslubun örnekler Okvik (MÖ 1000-MS 10i) ve Ipiutak
Kuzey Amerika
ister göçebe, ister yerleşik olsun avcı, toplayıcı, balıkçı ve tarımcı Yerli Amerikan kültürleri, binlerce yıl
içinde zengin bir sanatsal üslup yarattılar. Maskeler ve totem direkleri hayvanların özel bir rol oynadığı
dinsel kavramlarla ilişki-lendirilirdi. Tasvirlerde hayvanlar ana özelliklerine indirgenirdi; sözgelimi
kartal bir gagayla simgele-nirdi.
Kaliteli çömlek yapımı, sepet örücülüğü, giysileri ve gündelik nesneleri boyanmış kirpi dikenleriyle
bezeme Amerikan Yerlilerinin başlıca el sanatlarıydı. Dikenlerin yerini daha sonraları
Avrupalılarca getirilen cam boncuklar aldı.
21. YÜZYIL
AFRİKA VE OKYANUSYA sanatı Pi-casso, Matisse ve Braque gibi klasik modern sanatçıların yanı sıra
“die Brûcke" okuluna bağlı Alman ekspresyonistlerine ilham verdi. Onlarda hayranlık uyandıran biçimsel
berraklık, “doğallık’’ ve “saflık’’ modem sanat ile kadim gelenekler arasında bir bağlantı kurulmasını
sağladı.
LU
LO
Cd
■O
C5
Mısır (MÖ 3000-MS 395) \ Yunanistan (MÖ 1100-100) | Roma (MÖ 200-MS 565)
kilit bilgiler
TASARIM PALETLERİ MÖ 3000’lere dayanan geçmişiyle Mısır kabartma sanatının en eski kanıtıdır.
ROMA SANATININ ilham kaynağı İtalyan konularının yanı sıra Helenistik Yunan arketipleriydi.
Eski Mısır sanatın beşiğidir. Nil'in verimli kıyılarında binlerce yıllık bir süreçte, ebedi olacağına
inanılan bağımsız bir sanat üslubu ortaya çıktı. Bir örnek olarak MÖ 7. yüzyıldan itibaren Yunan ve
ardından Roma sanatını etkiledi. Yunan sanatı geç Girit ve Miken üslupları temelinde MÖ 11. yüzyıl
sonlarında Yunan anakarasında gelişmeye başladı. Özellikle Helenistik dönemdeki Yunan sanat eserleri
zamanla Roma sanatı için birer paradigma haline geldi.
© Antik çağ sanatı katılık ve canlılık, kusursuzluk ve gerçeklik arasında sıkışan bir insan imgesi yarattı.
GÖRSEL SANATLAR
HEYKELLER tıpkı mumyalar gibi, ölümden sonra kişinin ruhunu korumaya yönelikti.
DAHA AZ KATI daha bireysel üslup (“Amama üslubu”) Firavun Ahenaton’un (MÖ 1364-1348) başta
olduğu Amarna döneminde ortaya çıktı.
Portre Ressamlığı
MISIRLILAR ölümden sonraki hayat için ölülerini mumyalayarak saklarlardı. Tahnit edilip bez şeritlerle
sarılan ceset, ruhun sığınağı sayılırdı. Portreler de aynı amaca hizmet ederdi ve defin nesneleri olarak
çeşitli tasarımlarla yapılırdı.
Katılık, simetri ve ayrıntılar Mısır sanatının şaşmaz özellikleridir. Bunlara ilişkin kurallar sap- misir
sanati kolesİyonlari: Mısır
--------------—.............................................................................................
.................................................... British Museum, Londra
MISIR SANATI
Eski Mısır çevresindeki çöllerden görece kopuktu. MÖ 2900 dolaylarında merkezî bir krallığın
kurulmasıyla birlikte, rölyef, heykel ve resim alanlarında tamamen kendine özgü bir üslup gelişti. Öbür
dünyaya ilişkin Mısır inancına uygun olarak, sanat mezar kompleksleri ve tapınaklar üzerinde yoğunlaştı,
ilahlaştırılan firavunların, ailelerinin ve yüksek mevkilerdeki yetkililerin mezarları duvar resimleriyle,
ayrıca rahat bir
HEYKELTIRAŞ bir kişinin temel özelliklerini taşa aktarırdı. Ama bu suretler kişiyle hiçbir Şziksel
benzerlik taşımazdı. Giyim gibi simgeler tasvir edilen kişinin sosyal konumunu gösterirdi. Kişinin
oturmuş halde ya da ayakta tasvir edildiği daha büyük heykeller yekpare bir biçmeyi oyarak yapılırdı.
Bütün Mısır sanatında olduğu gibi, bu heykellerde de her zaman ileriye doğru bakma gibi katı kurallar
geçerliydi.
ikinci ömrü güvence altına almaya yönelik birçok değişik gömü nesnesiyle donatıldı.
Özellikle resim sanatı Mısır’daki gündelik yaşamın aslına uygun bir tasvirini sunar. Resimlerde
sadece dünyevi hayat işlenmez, Mısır tanrıları ve öbür dünya da betimlenirdi. Resimler ve kabartmalar
figür formlarına ilişkin sıkı kurallara göre yapılırdı. Önceden belirlenmiş oranlara uyulması, resim
alanının şeritlere ayrılması ve sabit bir referans çizgisinin taban olarak kullanılması bu kurallardan
bazılarıydı. Yandan kısaltmalı bir perspektife ve gölgelemeye başvurulmaması, silik bir arka-plana
ÖZEL BİLGİLER
Brooklyn Müzesi ve Metropoliten Sanat Müzesi, New York Louvre Müzesi, Paris Mısır Müzesi,
Berlin Ny Carlsberg Glyptotek, Kopenhag
yer verilmesi gibi ayırıcı özellikler, ölülerin hayatını çağrıştıran görüntüleri açık ve tam yansıtma
yönündeki kurala uygundu.
insan figürü tasvirinde kesintisiz olarak profilden (yüz, kollar ve bacaklar) bir cephe görüşüne (gözler ve
gövde) geçilirdi. Ayrıca, resmedilen figürün büyüklüğü kişinin önemine göre değişirdi ve erkek
figürlere kadınlarınkinden daha koyu bir ten rengi verilirdi.
Yunan sanatının ana teması mitolojideki ve gündelik yaşamdaki insan figürüydü. Roma döneminde sanat
esas olarak siyasal propaganda için kullanıldı.
Şarap tanrısı Dionysos’u tasvir eden kırmızı figürlerin yer aldığı vazo (sarmal kulplu çanak, MÖ 5.
yüzyıl).
Pompeii’deki “Gizemler Villası"nda kadınların gizli Dionysos kültüne alınışını gösteren Roma duvar
resimleri (MÖ 100).
Kontrapost
Doryphoros (Yunanca: “Mızrakçı"), Polykleitos’un özgün tunç eseri (MÖy. 440) örnek alınarak yapılmış
mermer Roma kopyası (MS 79'dan önce).
Kalçaların yana yatışı sol omzun sağ omuzdan daha yüksekte kalmasına yol açar.
Ön-geometrik ve geometrik sanat MÖ 1050’den 700’e kadar Yunan sanatının ilk üsluplarıydı. Bu
dönemde vazolar önce titiz ölçümlü süslemelerle ve daha sonraları kıvrımlı hatların yanısıra statik insan
ve hayvan figürü tasvirleriyle bezenirdi.
Atina akropolünde bulunan, Khios'tan lSakız) gelme kore heykeli (MÖ 6. yüzyıl)
Kouros ve Kore
MÖ 7. yüzyıl ortalarında başlayan Arkaik dönemde iki anıtsal heykel tipi ortaya çıktı: Kouros ve
kore. Genç bir tanrının ya da savaşçının tasvir edildiği çıplak erkek heykeli olan kouros’larda hem
simetri ve ileriye doğru bakış, hem de adım atma duruşu bakımından Mısır heykel üslubu taklit edilirdi.
Bunun dişi dengi olan kore ise elbiseli ve ayakta duran bir genç kadın figürü biçimindeydi. Çoğu kez adak
sunusu olarak kullanılan her iki heykel tipinde de Mısır heykel sanatının timsali olan "arkaik gülümseme”
sıklıkla görülür.
Gerçekliğin Tasviri
Vazo resminde siyah-figür tekniği Yunan anakarasında MÖ 6. yüzyılda ortaya çıktı. Bunu MÖ 5. yüzyılın
ilk yarısında gelişen kırmızı-figür tekniği izledi. Klasik dönemde her ikisi de an-latısal ve gerçekçi bir
üsluba kavuştu.
KONTRAPOSTUN İCADI
(kontrapost) yanısıra yandan kısaltmalı perspektife dayanan yalın üslubu geliştirdi. Zengin üslubun
temsilcileri "ruhun ifadesi”ni de yakalamaya çalıştı.
Helenizm'in Yayılması
Yunan sanatı Büyük İskender'in kurduğu imparatorlukla birlikte yayıldı. İskender’in ölümünden (MÖ 323)
sonra MÖ 1. yüzyıla kadar süren Helenistik dönemde, uzuvlar ve malzeme kıvrımlarının
düzenlenişi gittikçe daha dinamik hale geldi. Statik formlar çarpıcı biçimde canlı eserlere dönüştü.
MÖ 2. yüzyılda Helenistik devletlerin gerileyişiyle birlikte, Roma'da ayrı bir sanat anlayışı
şekillenmeye başladı ve imparatorluğun genişlemesine bağlı olarak çevreye yayıldı. Romalılar
heykelcilikte ve süslemede daha önceki İtalyan ve Helenistik modelleri taklit etti. Buna karşılık,
portrelerde ve rölyeflerde kendine özgü bir betimleme geliştirdi. MÖ 27'ye kadar süren cumhuriyet
döneminde, atalara tapınma geleneğinden dolayı aslına uygun büstler yaygındı. MS 14’te sona eren
Augustus döneminde, portre ressamlığında yüceltmeyi öne çıkaran daha tekörnek bir üslup gelişmeye
başladı. Yöneticilerin
heykellerinde, mezar ve lahit rölyeflerinde, zafer kemerleri ve sütunlarında askerî ve tarihsel olaylara
ilişkin bilgilere yer verildi.
GÖRSEL SANATLAR
KİLİT BİLGİLER
ÇİN SANATI VE KÜLTÜRÜ 1 Doğu Asya Sanatı (MÖ 5. yüzyıldan günümüze) | İslam Sanatı (7.
Budizm’in ardından MS 4-6. yüzyıldan günümüze)
yüzyıllarda Kore ve
Japonya'ya yayılmaya
başladı.
ASYA VE İSLAM SANATI
FİGÜR TASVİRİNİN İslam
dininde yasak sayılması, Çin kültürü dünyadaki en eski kültürlerden biridir. Özellikle Japonya ve
sanatçıları incelikli hat sanatı Kore’yi etkileyen geleneksel sanat biçimleri ve teknikleri bugün hâlâ
eserleri, ayrıca girişik işleniyor. AvrupalIlar özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda egzotik buldukları
bezemeli geometrik desenler Doğu Asya sanatına merak sardılar. İslam sanatı Akdeniz ve
ve zengin çiçek süslemeleri Ortadoğu’nun farklı kültürel etkilerini yaratıcı biçimde kaynaştırdı. Figür
yaratmaya yöneltti. tasvirine yönelik İslam yasağı zengin süsleme ve güzel hat sanatı
üsluplarının gelişmesini sağladı.
AVRUPA SANATI Doğu
Asya ve İslam dünyasıyla © Doğu Asya ve İslam dünyası dinsel ve seküler nitelikteki aristokratik
canlı kültürel sanat dallarını sıkı biçimde biraraya getirdi.
alışverişten kazançlı çıktı.
Çin yüzyıllarca, Doğu Asya’nın kültürel çehresini hem siyasal hem de sanatsal olarak etkiledi. Kore ve Japonya kendilerine özgü
biçim ve tekniklerini sonradan geliştirdiler.
GÖRSEL SANATLAR
türlerden biri olan Çin sanatının ilk örnekleri MÖ 5000-3000 arasında üretilen renkli Yang-
çizgileri daha sonra Çin sanatında ortaya çıkacak ayırıcı özelliklerin habercisiydi.
QİN SHİ HUANG Dİ'NİN anıt mezarı MÖ 3. yüzyılda inşa edildi; 1987'de bir dünya miras alanı ilan
edildi.
İÇİNDEKİ HEYKELCİKLER ilk kez 1974’te kuyu kazan bir çiftçi tarafından bulundu.
GERÇEK HAYATTAKİ BOYUTLARLA pişmiş topraktan yapılan 7.000'i aşkın asker atlarıyla ve savaş
arabalarıyla birlikte ilk Çin imparatorunun yeraltı mezar sarayını korumaktaydı.
Çinliler MÖ 15. yüzyılda tunç aletler, silahlar ve suretler yapmaya başladı. MÖ 11. yüzyılda porselen
yapımını icat etti. MÖ 3. yüzyıldan kalma duvar resimleri Çin’in o dönemdeki günlük yaşamını yansıtır.
Aynı dönemin ipek üstüne işlenmiş resimlerine ve lake işlerine de rastlanır. Görüntüleri reçineyle
korumaya dayalı bir teknik olan lake özellikle Japonlarca çekmeceli dolapları, sürmeli paravanları ve
kutuları süslemek için kullanılırdı.
S anat ve Budizm
Budizm Doğu Asya sanatına bir hafiflik ve sonsuzluk havası kattı, ilk başlarda dinsel sanat sembolizmle
sınırlıydı;
çünkü sanatsal yaratım bir tür meditasyon olarak görülürdü. Çinliler Buda'yı taş ve tunç eserlerde tasvir
etmeye ancak MS 1. yüzyılda, yani ölümünden yaklaşık 600 yıl sonra başladı.
büyük birgelime gösterdi. Çin'e 14. yüzyılda ulaşan ve beyaz porselenin kobalt mavisi sırla boyanmasına
dayanan bir İran tekniği özellikle popülerdi. Sanatçılar 10. yüzyıldan itibaren manzaralar ve hayvanlar
çizmeyi tercih etti.
Yeşim oymacılığı, ipek dokumacılığı, kitap basımı ve renkli gravür yapımında yüksek
standartlara ulaşıldı. Japon kaligrafisi Zen Budizmi'ne bağlı olarak incelikli bir yapı kazandı.
Sanatsal Gelişmeler
İslam’ın 7. ve 8. yüzyıllarda yayılmasıyla birlikte İslam sanatı Suriye üzerinden Kuzey Afrika ve İspanya’ya, Güneydoğu
Avrupa’ya, İran ve Irak üzerinden Kuzey Hindistan’a ulaştı.
iç ve dış duvarların çiniyle bezenmesi 9. yüz-yılda başladı. Çiniler farklı amaçlara göre farklı işlemlerle
üretilirdi. Tek renkli ve sırlı çiniler mozaikte kullanılırdı. Değişik tonlarda sırlı boyaların işlendiği büyük
çiniler de vardı; İspanya’nın Granada kentinde uygulanan cuerda seca (İspanyolca: “kuru sicim”) bu
işlemin bir örneğiydi. Sır-altı boyama tekniği OsmanlI İmpara-torluğu’nda yaygındı.
Kudüs’te çiçek motifli bir ahşap oyma (8. yüzyıl)
İslam sanatının ayırıcı özelliklerinden biri özellikle dinsel alanda figür yokluğudur. Sanatçılar 7.
yüzyıldan itibaren esas olarak zengin süsleme işleri ve karmaşık hat eserleri yaratmaya yoğunlaştı.
Klasik Miras
Emevi hanedanının başta olduğu 7. ve 8. yüzyıllarda İslam sanatçıları geç klasik Bizans
mirasından alınma üsluplarla çalıştı. Örgülü ve sarımlı süslemenin çeşitli karmaşık biçimlerini geliştirdi.
Kuran’ın bir ilahi vahiy olduğu yolundaki İslam inancı nedeniyle, canlıların tasvirine konan yasağa uymak
önemliydi. Dolayısıyla, sanatçılar Kuran metnini ör-gülü motişerle ve başka soyut formlarla bezenmiş
en güzel hat üsluplarıyla sunmaya çalıştı. Camilerin içindeki ahşap
minberlerin yanı sıra kilimler, dokumalar, seramik ve tunç kaplar arabesk denen karmaşık geometrik
desenlerle süslendi.
İslam sanatının farklı üslupları esasen revaçta olduğu dönemde hüküm süren hanedanın adıyla anılır.
Sözgelimi, Bağdat’taki Abbasi halifelerine valilik yapan Türk kökenli To-luniler 9. yüzyılda kendi sanat
anlayışlarını Suriye ve Mısır’a taşıdılar.
Irak’ın Samarra kentinde nesnelere metalik bir ışıltı veren perdahlı sır tekniğinin kullanılması seramik
üretiminde önemli bir gelişme sağladı. Kahire’deki Fatimilerin yönetimi altında 10. yüzyıldan itibaren
insan figürlü fildişi oymalar yaratılmaya başladı.
11. ve 12. yüzyıllar geniş bir imparatorluğu yöneten Anadolu Selçukluları göz alıcı tezhiplerle bezenmiş
yazmalar ürettiler. Bilinen en eski elişi düğümlü kilimler 13. yüzyılda Selçuklu başkenti Konya’da örüldü.
Özellikle şimdi Irak’ın bulunduğu bölgede 12. ve 13. yüzyıllarda minyatür sanatı serpildi. Bilimsel ya da
tarihsel edebi eserler özenli minyatürlerle süslendi. Nilüfer çiçeği, masal hayvanları ve bulut kümeleri
gibi Doğu Asya motifleri özellikle İran’da Moğol yönetimiyle birlikte İslam sanat formları
hâzinesine girdi.
Cam üfleme Mısır ve Suriye'yi 16. yüzyıla kadar yöneten Memlûkların döneminde gelişti. Öte yandan,
Elhamra Sarayı’nın seçkin bir örneğini oluşturduğu Mağribi üslubu iber Yarımadası'nda kökleşti. El
örmeli “av kilimleri" İran Safevilerinin 16. ve 17. yüzyıllardaki parlak halı dokuma üsluplarını yansıtır.
Hint alt-kıtasında Babürlü imparatorların yönetimi altında İslam, İran ve Hindu üsluplarını kaynaştıran
doğalcı bir üslup ortaya çıktı. Aynı dönemde OsmanlI imparator-luğu’nda daha gevşek ve daha
az geometrik desenlerin kullanıldığı saz üslubu gelişti.
sağda: İran'ın Isfahan kentindeki Lütfullah Camisi1hin kubbesi, yapımı 1602-1619.
ÖZEL BİLGİLER
ROKOKO MOTİFLERİ arasında yer alan “Çin işi" Batı dünyasında “egzotik" unsurların popülerliğinin
bir örneğidir. Japon sanatı empresyonizmi etkiledi. Fatımi sanat mirası Güney İtalya'da 11. ve 12.
yüzyıllarda Norman sanatı üzerinde izler bıraktı. iberYarımadası’nın Mağribi üslubu Latin Amerika'da
mimari üslubu etkiledi.
GÖRSEL SANATLAR
GÖRSEL SANATLAR
RABULA İNCİLLERİ Suriye’de 6. yüzyılda hazırlanmıştır ve günümüze ulaşan en eski kutsal resimleri
içerir.
KİTAP RESİMLEME sanatındaki “minyatür" ibaresi kalemle çizerken kullanılan kırmızı pigment
miniyumun-dan gelir.
BU SANATIN 14. ve 15. yüzyıllardaki önde gelen merkezleri Fransa, Burgonya ve Hollanda'ydı.
“R” baş harfi içinde ejderle dövüşen Aziz Georgios görülüyor (kitap resmi, 12. yüzyıl).
“Tres Riches Heures du Duc de Berry" adlı dua kitabında Limburg kardeşlerin Mayıs ayı için
1416'da yaptığı resim.
GÜZEL SANATLAR açısından yazmaları resimlemek son derece önemliydi. Kolay taşınan kitaplar
aracılığıyla sanatsal hünerleri kısa sürede geniş çevreye ulaştırmak mümkündü.
Resimli Yazmalar
KODEKSLER kitap formatıyla ciltlenmiş parşömen ya da kâğıt yapraklardı. Kilise 4. yüzyılda ruloların
yerini alan bu yeni aracı dinsel eserleri korumak ve çoğaltmak için kullandı. Her manastırda yazma
nüshalarının elle çıkarıldığı
scriptorium denen yazı odaları vardı. Bu yazmalar bazen metnin içinde ya da kenarına, bazen ayrı
sayfalara işlenen süslü ya da figürlü minyatürlerle bezenirdi. Bu bezemlerde çoğu kez varak kullanılırdı.
Kitap kapakları ise değerli taş, altın ya da fildişiyle süslenirdi.
Klasik geleneğin varlığını en yaygın sürdürdüğü yer Bizans İmparatorluğu’ydu. Sanatsal üsluplar belirli bölgelerle sınırlı
kalırken, Romanesk, Avrupa genelinde geçerli ilk üslup oldu.
Bizans imparatorluğu 4. ve 8. yüzyıl lar arasında kendine özgü bağımsız bir üsluba kavuştu, “ikon”
denen kutsal aziz resimleri belirli kurallara göre yapılmaya başlandı. Hüküm
darların yanı başında azizlerin resmedildiği görkemli duvar mozaikleri Bizans sanatının çarpıcı
örneklerini sunar. Bu mozaiklerde amaç kişileri aynen tasvir etmek değildi. Resme konu olan şahsiyetlerin
şanı ve yüceliği yansıtılarak, cennetteymiş gibi görünmeleri sağlanırdı.
Bizans eserleri Ortodoks Hıristiyanlığın ağır bastığı Doğu Avrupa ülkelerinin dinsel sanatı üzerinde
kalıcı bir etki bıraktı. Bu bölgede ikon ressamları hâlâ eski kurallara uyar.
Manastır Okulları
Dinsel sanat eserleri Avrupa'nın başka kesimlerinde de yaratıldı. Manastırlar sanatsal yaratımın
merkezleriydi. Scriptorium’larda sanatçılar pahalı yazmaları antik modellere dayalı resimlerle bezerdi.
Ne var ki, bu çalışmalarda özgün sanat eserleri yaratmak ya da bir mekân duyusu uyandırmak gibi bir
kaygı yoktu. Yazma kitapların kapakları çoğu kez fildişi ya da altınla süslenirdi.
Romanesk
taya çıkışıyla birlikte, heykeltıraşlar müstakil heykeller yontmayı bıraktı. Artık çalışmalar binaların,
özellikle de kiliselerin ana kapıları ve iç mekânlarıyla bağlantılıydı. Bunlar Latince ayin metinlerini
okuyacak ya da anlayacak durumda olmayan kilise müdavimlerine Hıristiyanlığın temel ilkelerini
aktarmaya yönelikti.
Bizans imparatoriçesi Theodora’yı ermiş halesiyle gösteren bir 6. yüzyıl mozaiği.
KİLİT BİLGİLER
BİZANS olarak | Bizans sanatı (4/8-15. yüzyıllar) | Romanesk (11-13. yüzyıllar) | Gotik (12-15/16.
bilinen Doğu yüzyıllar)
Roma
İmparatorluğu'nda
klasik
sanat geleneği
uzun süre ayakta
kaldı.
ROMANESK
bütün Avrupa’ya
yayılan ilk
sanatsal üsluptu.
ORTAÇAĞ SANATI
SİMGELER VE
Ortaçağ sanatı birkaç geleneği birleştirdi. Bizans’ta varlığını sürdüren klasik kültür
ALEGORİLER Batı ve Doğu Avrupa’nın yanı sıra İslam ülkelerine yayıldı. Klasik mirasın bir başka
gerçek hayat
önemli unsuru Hıristiyanlıktı. Ortaçağ boyunca sanat neredeyse tamamen dinsel
tasvirlerinden nitelik taşıdı. Romanesk ve Gotik akımlarla gelişen yeni ve bağımsız üsluplar
daha önemli
zamanla Geç Gotik’ten Rönesans’a geçişi sağladı. Dolayısıyla, ortaçağ kültürel
sayılırdı. çöküşün değil, dönüşümün yaşandığı bir dönemdi.
GOTİK ÜSLUP © Ortaçağ sanatı resimler, yazma süslemeleri ve mimari bezemeler açısından esas
dışavurumcu,
olarak dinsel içeriğe sahipti.
zarif ve deneylere
açıktı.
ORTAÇAĞ
SANATÇILARI
çoğunlukla
isimlerini
saklardı.
Hayırseverler dindarca iyiliklerini portrelerle kalıcı bir anıya dönüştürmek istediler (Naumburg
Katedrali, 13. yy).
Yaklaşık 1395’ten kalma bu iki kanatlı altar tablosu, altın sarısı zeminiyle Bizans ikonlarını çağrıştırıyor.
GOTİK
Gotik üsluba yönelen sanatçılar doğaya yakın benzerliği, kalıpçılığı ve etkileyiciliği yakalamaya
çalıştılar. Anonimlikten sıyrılmaya ve artık adlarıyla tanınmaya başladılar.
Meryem Ana kıvrımlı duruşla kendi başına doğurmuş gibi betimlenir (y. 1400).
Yaklaşık 12. yüzyıl ortalarında Fransa'da mimarinin bir parçası olan yeni heykel formlarının
ortaya çıkması, arkaik Romanesk üsluptan hafif ve ince hatlı Gotik üsluba geçişi getirdi. Daha önce yalnız
hükümdarlar ve kilise sanat eserleri
sipariş ederken, onlara ticaret, ticaret ya da tefecilik yoluyla zenginleşmiş şehir seçkinleri de katıldı.
Bağışçı portreleri ve mezar heykelleri kalıcı iz bırakma eğiliminin ifadesiydi. Dilenci tarikatlar Meryem
Ana’ya saygıyı yaygınlaştırdı. Kıyamet ve İsa’nın dirilişiyle birlikte Meryem figürü sanatın
ana temalarından biri haline geldi. 14. yüzyıla doğru müstakil heykeller belirmeye başladı.
Haçlı seferlerinin etkisiyle 12. yüzyıldan itibaren Bizans sanatının ve klasik geleneğin unsurları Orta
ve Güney Avrupa’ya ulaştı. Bizans mozaikleri daha önce özellikle Venedik ve Sicilya’da büyük etki
bırakmıştı zaten.
Bizans modelleri İtalyan pano ve fresk resimlerine ilham verdi. 14. yüzyıl başlarında Duccio di Buonin-
segna (1255-1318) ve Giotto di Bondone (1267-1337) gibi sanatçılar, asıl belirleyici özelliği yüzlerin ve
giysilerin betimlemesi olan “Yu-nan-Bizans tarzı”ndan etkilendiler. Daha kapsamlı doğallık ve bireysellik
yaratmaya çalıştılar. Özellikle Giotto alışılmış altın sarısı zemin yerine manzaralar
kullanarak, resimlerine derinlik verme çabasına girdi. Bu nedenle Rönesans'ın (s. 372) öncülerinden biri
sayılır. 14. yüzyıl ortalarından itibaren, altar parçaları ve ibadet tabloları için duvar resimlerinin yerine
ahşap pano resimleri ağırlık kazandı.
Gotik kiliselerde sütunlar ve tonozlar dışında duvar resimleri için pek yer bulunmadığından anıtsal vitray
pencereleri ortaya çıktı, istisna örnekler arasında Giotto’nun Assisi ve Floransa’daki fresk çevrimleri ile
Pietro Lorenzetti’nin (1320-1348)
Siena Halk Sarayı’ndaki duvar resimleri vardı. Bunların yeni mekân çerçevesi ve canlı sahneleri
14. yüzyılın ikinci yarısında izlenecek yolu gösterdi.
S aray Üslubu
Alpler’in kuzeyine düşen Bohemya, Fransa ve Flaman Burgon-ya'da 1400 dolaylarında ince ve şık Gotik
"saray üslubu" gelişti. Bu üslubun tipik özelliği, S kıvrımlı ve bol giysili Meryem Ana figürüydü.
Tipik dinsel eserlerin yanısıra daha seküler kitaplar da resimlerle bezenmeye başlandı. Kitap resimleme
manastırlarla sınırlı olmaktan çıkarak kentlerdeki atölyelere de taşındı. Örneğin, Limburg kardeşler
1416’da Berry dükü için bir ibadet kitabı resimledi. “Tres Ric-hes Heures du Duc de Berry” adlı bu
kitabı süsleyen minyatürler hikâye anlatma tutkusunu, doğayı yansıtma keyfini ve ince ayrıntıların verdiği
doyumu birleştirir.
Almanya'nın Geç Gotik döneminde Tilman Riemenschneider (1460-1531) ve Veit Stoss (1450-1533) gibi
sanatçılar son derece etkileyici ahşap oymalar yarattılar. Flaman ressamlar Robert Cam-
pin ve Jan van Eyck (s. 375) doğalcı resim üsluplarıyla Rönesans'ın (s. 372) habercisi oldular.
ÖZEL BİLGİLER
yüzyılda ortaya atıldı. 0 sırada antik çağ ve Rönesans arasındaki dönemde kültürel bir çöküşün yaşandığı
kanısı yaygındı.
GÖRSEL SANATLAR
Tilman Riemenschneider'in “İsa’nın Başında Matem” (1515) adlı ahşap oyması derin üzüntü ve
empati duygusunu aktarıyor.
Erken Rönesans | Yüksek Rönesans \ Rönesans ve Maniyerizm \ Kuzey Avrupa'da Rönesans
KİLİT BİLGİLER
MERKEZÎ PERSPEKTİF insanlığa ve dünyadaki yerine dair yeni algılamayla birlikte gelişti.
RÖNESANS VE MANİYERİZM
Rönesans modern çağa geçişi belirtir. Sanatçılar ortaçağın görsel kalıplarından kurtuldu ve
gözlemlenebilir gerçekliğe yöneldi. Kutsal ve mitolojik temaların yanı sıra portre ve manzara resmi de
önem kazandı. Doğa bilimi araştırmaları ve antik çağın klasik sanatına yöneliş, yüzyıllar boyunca Batı
sanatına damgasını vuracak yeni bir sanatsal ifade tarzını getirdi.
® “Rönesans" terimi sanatların klasik antik çağın ruhundan yeniden doğuşunu nitelendirir.
GÖRSEL SANATLAR
ERKEN RÖNESANS
Dünyayı olabildiğince aynen yansıtmaya çalışan sanatçılar, doğaya dönük yoğun araştırmalara girişti ve
antik çağın klasik sanatına yöneldi. Erken Rönesans’ın ayırıcı özelliği, açık seçik belirlenmiş konturlarla
çizgileri öne çıkaran bir üsluptu.
“Bacchus veAriadne” (Tiziano'nun tablosu, 1520)
15. yüzyıldaki keşif seferleri, genişleyen ticari ilişkiler ve bilimsel buluşlar, kişiyi ilahi düzendeki basit
bir dişliden ibaret gören anlayışı geçersiz kıldı. Bunun yerine öz-güdümlü bireyler olarak bir bilinç
duyusuna ulaşıldı.
insanlığı yaratımın merkezine koyan yeni anlayışla birlikte, sanatçılar da ilgi odaklarını çevrelerindeki
dünyaya yönelttiler. Genel kabul gören teorilere dayanmak yerine, kendilerine dair gerçekliği
olabildiğince kesin yansıtma yoluna gittiler. Bilimsel bir araştırma ruhuyla, doğayı düzenleyen yasaları
açığa çıkarmaya başladılar. Gözlem ve tasarım yoluyla edinilen kavrayışlar artık sanat için “yapı
planlan” haline geldi.
Merkezi Perspektif
Bu yasalardan biri merkezî perspektifti (s. 375). Leon Battista Alberti’nin geliştirdiği matematiksel kurgu,
iki boyutlu bir görüntüde derinlik yanılsaması yaratmayı mümkün kıldı.
Masaccio “Kutsal Üçleme” (1427) freskinde bu yöntemi uygulayan ilk kişilerden biri oldu. Piero della
Francesca ve Andrea Man-tegna eserlerinde heykel kalıbında figürler ile hareketli ışık ve gölge oyunları
kullanarak bu yanılsamayı daha ileriye götürdüler.
Klasik Paradigmalar
Yüzyılın sonuna doğru sanatçılar perspektif mekânı oluşturmada öylesine ustalaştılar ki, ilk başlarda hâlâ
yapmacık görünen kompozisyonlar daha incelikli hale geldi. Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” tablosu,
15. yüzyıl sonlarındaki zarif teknik ressamlık üslubunu yansıtan akışkan hatların tipik bir örneğidir.
Bu tabloda Venüs kontrapost (s. 367) duruşuyla ağırlığını tek ayak üstünde dengelemiş olarak
görülür. Rönesans sanatçılarının büyük paradigması haline gelecek olan bu hareket biçimi antik çağın
sanatından öğrenilen bir unsurdu. Onlara göre, hümanist ideal klasik Yunan ve Roma heykellerinin gerçek
hayata uygun formunda somutlaşmıştı.
Rönesans’la birlikte isimsiz zanaatkârlık rolünden kurtulan sanatçılar yeni bir benlik anlayışı ve görev
duygusu edindi. Albrecht Dürer (s. 375) öz-portresinde, evreni yaratan ilahi güç ve Tanrı tarafından
bahşedilmiş yaratıcı yeteneklere sahip sanatçı arasındaki derin ilişkiyi görselleştirmek amacıyla,
kendisini belirgin biçimde İsa’ya benzer bir görüntüyle yansıtır. Rönesans’ta ortaya çıkan sanatçının
olağanüstü yeteneklerle donatılmış bir kişilik olduğu fikri modern çağa kadar varlığını sürdürdü.
yukarıda: Albrecht Dürer'in öz-portresi, 1500: Rönesans sanatçıları ilahi bir temele oturttu.
İdealin ve gerçekliğin eserlerdeki bu sanatsal birlikteliği, merkezi Roma olan Yüksek Rönesans (s. 373)
sanatını şekillendirir.
YÜKSEK RÖNESANS
Her bakımdan uyum ve oranın egemenliğindeki Yüksek Rönesans sanatı, dengeli kompozisyon temelinde ustalıklı resmedilmiş
dünyalar yarattı.
Da Vinci ’nin “Mona Lisa"sı (1503-1506) esrarengiz gülümseyişiyle ünlüdür.
LEONARDA DA VİNCİ 1452’de Vinci’de (İtalya) doğdu, 1519’da Clos Luce'de (Fransa) öldü.
Leonardo da Vinci
LEONARDO RÖNESANS İNSANININ TİMSALİYDİ. Floransa’da eğitim aldıktan sonra, ressam olarak
Milano sarayına girdi ve ölümüne kadar Fransız kralının hizmetinde çalıştı.
SEÇKİN BİR RESSAM olmanın yanı sıra parlak bir mucitti. Her alandaki yeteneğiyle ve yeni bilgilere
dönük dinmez açlığıyla büyük hayranlık kazandı. Birçok fikriyle çağının çok önündeydi; örneğin, bir uçan
makine tasarlamıştı. Kilise makamlarıyla her zaman görüş birliği içinde hareket etmedi ve sapkın olarak
suçlanmaktan çekindiği için, bazı bilimsel bulgularını gizli bir şifreyle kayda geçirdi.
“MONA LISA” bütün sanat tarihinin en ünlü tablolarından biridir. Tarif edilmesi zor yüz ifadesi ve
Leonardo’nun deyimiyle “ruh nesnesi”,bu tabloyu seyredenleri yüzyıllar boyunca büyülemeye devam etti.
Genç hanımın aklından geçenleri kestirmek mümkün olmasa da, doğrulanmış olan kesin bir şey vardır:
Model Lisa Gherardini del Giocondo’dur. Geniş bir manzaranın önünde oturmaktadır; figür ve zemin
sıcak bir ışığa boğulmuş durumdadır. Genellikle başlangıcı Leonardo’ya yakıştırılan ışık ve renk
perspektifi aslında daha önce Hollanda resminde kullanılmıştı.
“SON AKŞAM YEMEĞİ” İsa’nın yakında yaşanacak ihaneti anlatışını tasvir eder. Kompozisyon İsa’nın
heyecanlı el hareketleriyle konuşan havarilerinin ortasında sakin bir güç odağı olarak oturuşuyla
dramı yansıtır. Duvarda Leonardo’ya özgü ustaca renk çalışması, ince çizgi işçiliği ve dengeli yapı
görülür. Yumuşak ton geçişleri (sfumato) tabloyu parlaklığa boğan bir başka unsurdur.
GÖRSEL SANATLAR
Mekân, form, ışık ve hareketi kusursuzca yansıtmak 16. yüzyıl başlarında sanatçılara gerçekliği sanatsal
düzeyde taklit etmenin ötesinde, kendi hayal dünyalarının gerçekçi görüntülerini sanatsal kurallar
temelinde yaratma olanağını da verdi.
Michelangelo (s. 374) “Âdem’in Yaratılışı”nı çekici bir canlılıkla tasvir etti, “ilahi kıvılcım”ın
bahşedilişine ilişkin hayali senaryosu sadece Kitabı Mukaddes metninin etkileyici bir görsel aktarımı
değildir; insan bedeninin güzelliğinde ilahi güzelliğin bir yansımasının bulunduğu yolundaki Yeni-
Platoncu anlayışı da somut olarak canlandırır. Dönemin seçkin sanat kişilikleri arasında Leo-nardo da
Vinci, Michelangelo, Raf-faello ve Tiziano sayılabilir. Raffaello ve Michelangelo esas olarak Papa II.
Julius’un kurduğu komisyonun gözetiminde Vatikan’ın çehresini Roma sanatını yansıtacak
biçimde yeniden düzenleme çalışmalarına
21. YÜZYIL
RÖNESANS SANATI insanlar için bugün hâlâ geçerli olan bireyci bir ideali temsil eder: Kişinin,
güzelliğe ve kendini varetmeye yönelik özeleştiri temelli yoğun uğraşı.
Venedik Resmi
Papalık komisyonunca yaratılan klasik yönelimli Roma sanatının aksine, Venedik resminin ayırıcı özelliği
renklerin, duyarlılık ve işlenen konu açısından belli bir dünyeviliğin oluşturduğu zengin bir ihtişamdır.
Paolo Veronese “Cana'da Düğün” tablosunu görkemli Venedik mimarisi içinde şatafatlı bir kutlama olarak
ortaya koydu. Kitabı Mukaddes hikâyelerinin bu tür dünyevi yorumlarının yanısıra, mitolojik sahneler de
büyük rağbet gördü. Huzur verici pastoral görüntüler, antik çağ ayinleri ve tanrıların şölenleri
ışıltılı renklerle ve Tiziano'nun "Bacchus ve Ariadne” tablosunda görüldüğü gibi, belirgin bir dinamik
devinim duyusuyla, fantezi dolu betimlemeyle ve insan ifadesine dönük bir ilgiyle gözler önüne serildi.
Manzaralar ve Portreler
Venedik’in lagünleriyle ve adalarıyla ortam ışığına yönelik özel bir heyecan uyandırması, manzara
resmine
doğru bir yönelişi özendirmiş olabilir. Önceleri yalnızca dekor işlevi gören manzaralar öne çıkarak
bir ruh hali ve ortam yaratmaya yönelik bir araç ve böylece resmin temel bir unsuru haline
geldi. Giorgione’nin “Fırtına” (y. 1505) tablosu sanat tarihindeki ilk bağımsız manzara resmidir.
Portre resmi de bir yeniden değerlendirme sürecinden geçti. Giovanni Bellini ve Tiziano gibi ressamlar
sadece benzerliği değil, modellerin karakterini de yansıtma çabası içine girdi.
GÖRSEL SANATLAR
ÖZEL BİLGİLER
YARATICI HAYAL GÜCÜ, yani sanatçının kendine özgü yorumlama ve gösterme üslubu
Rönesans'taki trendlere karşı bağımsızlık kazandı.
Roma ve Venedik'in sanat ihtişamında keyif çatmasına karşın, 16. yüzyılın ikinci yarısı bir kriz ve
savaş dönemiydi. Kopernikçi devrim kilisenin bildirdiği dünya görüşünü sarstı ve düzenli bir dünya
uyumuna inanç gittikçe söndü. Klasik kompozisyon kalıpları baş aşağı
Parmigianino “Uzun Boyunlu Meryem Ana” (1534/1535) tablosunda görüldüğü gibi, figürlerin oranlarıyla
oynardı.
bir boyutun önünü açtı. Bilinçli biçimde insan anatomisini gözetmeyen ve bedenleri kavisli, büklümlü
yumaklar (figura serpentinata) halinde gösteren, doğaya aykırı ve
RÖNESANS VE MANİYERİZM
Maniyerizm son derece çalkantılı ve doğaya aykırı bir tasvir yöntemiyle ayırt edilir. Yapaylığa keskin
vurgu, yani tasarlanmış form üslubu (İtalyanca maniera) bu sanat akımına adını verdi.
dönmüş bir dünyayı betimlemeye sanki uygun değil gibiydi artık. Görsel mekânı daha dinamik hale
getirmek uğruna, perspektifte mekân sürekliliğinden vazgeçildi.
Parmigianino "Uzun Boyunlu Meryem Ana” tablosunda ön ve arka planları birden bitiştirerek
düzeni bozarken, Tintoretto eserlerinde aşırı diyagonaller kullanarak görsel yarıklar yarattı.
SANAT HAYATI boyunca resim, heykel ve mimari alanlarında bir bütünlük oluşturan eserler
yarattı. YARATICI İNSAN FİGÜRÜ bütün güzelliği, kudreti ve ıstırabıyla sanatının merkezinde yer alır.
Michelangelo Buonarroti
“ÂDEM'İN YARATILIŞI” Michelangelo’nun Sistina Şapeli'nin tavanına fresk olarak yaptığı en önemli ve
en ünlü eseridir. Fresk yapılırken boya ıslak sıvaya doğrudan sürülür. Sıvanın çabuk kuruması nedeniyle,
hızlı ve kendinden emin bir çalışma gerekir. Üste boya sürerek düzeltmeler yapmak pek mümkün değildir.
Bu çok yönlü sanatçı kendisini bir heykeltıraş saydığından, verilen görevi gönülsüzce üstlendi. Sağlam bir
üsluba dayanan çıplak figürlerinde heykelimsi üç boyut içkin bir niteliktir. Sanatçı bir virtüöze yaraşır
tarzda, yaratılışı dinamik ve statik yapının bir buluşması olarak ortaya koydu; resimde Âdem'e hayat
soluyan şey sadece ilahi ruhtur.
Michelangelo'nun dünyaca ünlü “Adem’in Yaratılışı” freski, Tanrı'nın insana hayat verdiği anı yansıtır.
Aykırı Doğa
Her türlü geleneksel oran yasalarına aykırı biçimde uçlara doğru uzayan narin uzuvlar, yayvan bedenler,
kıvrılmalar ve dönüşler maniyerizmin ayırıcı özellikleridir. Parmigianino’nun Meryem Ana tasvirlerinde
de uzuvlar olağandışı uzundur. Özellikle çarpıcı unsur “Uzun Boyunlu Meryem Ana" tablosuna adını
veren ve narin biçimde eğilmiş olan kuğu boyundur. Bu ressam çağdaşlarında hayranlık uyandıran üslupçu
bir zarafete yönelerek, Raffaello’nun organik figürünün idealize özelliklerini yoğunlaştırdı.
manevi dünyanın ve algılanabilir dünyanın artık birbirinden ayırt edilemediği imalı bir resim
üslubu Rönesans ressamlarına yabancı bir şeydi. Barok (s. 376) dönemde abartılı üslup, izleyicinin
duygularına hitap etmeye ve görünenin ardında ancak iç gözün erişebileceği bir gerçekliği açığa
çıkarmaya yönelikti.
El Greco’nun Kitabı Mukaddes hikâyelerine getirdiği esrik yorumlar bir rüyadan sızan görüntüler
gibidir. Bu ressam İspanyol sarayı için çalışırken, modern sanatın ipuçlarını veren bir yaklaşımla her
türlü görsel gerçekçilikten vazgeçti. Figürleri sanki içeriden iblis-lerce yönlendiriliyormuş gibi görünür;
kasvetli karanlık ile hayaletimsi, donuk parlaklık ara-sındaki güçlü kontrastlar bu duyumsamaya ağırlık
kazandırır. Maniyeristler izleyicinin her an girmeyi hayal edeceği aldatıcı bir gerçek resim
mekânı yaratmak gibi açık bir amacın peşinde değildi. Doğaüstü ve mistik atmosfer, gerçeğin ve hayalin,
El Greco'nun “Diriliş” (1584-1594) gibi tabloları günümüzde modern sanatın timsali olarak görülür.
Raffaello “Bakire Meryem’in Evlenmesi"nde (1504) bütün imge formatıyla binayı tablonun tam oturtur.
TEK NOKTA PERSPEKTİFİNDE geometrik formların ya da mekânların çizgileri (3) bir ufuk noktasında
birleşir. Böylece ortaya çıkan çatkı, uzaklığın artmasıyla birlikte şeylerin daha küçük göründüğü
yolundaki doğal optik yasayı doğrulayacak bir mekân gösterimini mümkün kılar (2).
hava perspektifiyle sağlanır. Arka-plandaki nesnelerin renk ve kontur yoğunluğunu yitirdiği (1) bu üsluba
ad koyan kişi Leo-nardo Da Vinci’ydi.
GOTİK ÜSLUBA (s. 371) özgü “öneme göre büyüklük” perspektifi, tek nokta perspektifinin
benimsenmesiyle aşıldı. Tek nokta perspektifi yorumda sanatsal kesinlik gereğiyle bağdaşan ve
matematiksel açıdan hesaplanabilir olmasından dolayı, Rönesans insanının dünyayı düşünsel yetkinlikle
kavrama yolundaki soyut savına uyan bir yaklaşımdı.
(D
Perspektifle virtüözce bağlantı: “Ölü İsa’nın Başında Matem" (Andrea Mantegna’nın tablosu, y. 1490)
MANTEGNA'NIN “ÖLÜ İSA’NIN BAŞINDA MATEM” tablosunda naaş dramatik biçimde kenarlardan
kısaltılmış olarak gösterilir. Sanatçı bu yoldan sadece zanaatkâr ustalığının kanıtını sunmakla kalmaz; bu
olağandışı görüş açısının akıl çelici gücüyle de oynar. İzleyici ölünün ayakları dibinde duruyormuş ve
resmin sol üst köşesinde seçilebilen ma-temci grup arasında yer alıyormuş gibi bir duyguya kapılır.
ÖV IJ.VIMVS Idbduy
KUZEY AVRUPA
Görsel gerçekliğe dönük ilgi Alpler’in kuzeyinde de 15. yüzyıl başlarından itibaren belirdi.
Bosch'un “Cehennem" (y. 1504) tablosunda, çalgılar işkence aletleri olarak kullanılır.
Hollandalıların gündelik sahnelere ve kılı kırk yaran ince ayrıntılara düşkünlüğü, van Eyck’im “Gio-vanni
Arnolini ve Karısının Portresi”nde açıkça görülür. Evli çiftin ve aynada görülen şahitlerinin mikroskobik
çizimine karşın, kompozisyon bir ortam birliğini korur. Bu da sahnenin her yanma eşit vuran doğalcı
ışıkla sağlanır.
İtalyan sanatının aksine, erken dönem Hollanda resmi antik çag incelemelerine ya da doğa
bilimi araştırmalarına değil, daha çok sıradan nesnelere ilişkin kesin gözlemlere ve maddi bileşimleri
konusundaki bilgilere dayalıydı.
Hollanda Resmi
Rogier van der VVeyden ve Jan van Eyck gibi ressamlar değişik yüzeylerin kompozisyonunu
yansıtmada son derece ustaydı. Kuzeyde yağlıboya kullanımının erken yaygınlık kazanması sayesinde,
sanatçılar maddenin neredeyse dokunulacak kadar gerçek görünmesini sağlayan bir doku
yetkinliğine ulaştı. İtalya’da freskler için kullanılan suluboyanın kuruyunca matlaşma özelliğinin aksine,
esnek yağlıboya tabloyu yarı saydam renk katmanları (perdahlar) aracılığıyla kabartmaya, yüzleri ve
giysileri benzersiz bir canlılık ve parlaklıkla dolgunlaştırmaya olanak verdi.
Hieronymus Bosch ve Pieter Bruegel'in (Yaşlı) eserleri de belirgin bir ayrıntı tutkusunu yansıtır. Bu
ressamlar erdemli ve yoz davranışlara ilişkin çarpıcı tasvirleriyle çağdaşlarına uyarıcı bir ayna tuttular.
Ahlak esaslı sahneleri ertesi yüzyıl Hollanda Barok döneminde (s. 378-379) tam serpilecek re-yukarıda:
Van Eyck'in “Giovanni Arnolini ve Karısının Portresi" (1434) sadakati temsil eden köpek simgelerle
doludur.
sim üslubunun önünü açtı.
Alman Rönesansı
İtalyan Rönesansı’nın düşünsel ve estetik idealleri 16. yüzyıl başlarında Almanca konuşulan bölgeye de
ulaştı. Erken Rönesans’ın ünlü eserleri bakır oymabaskılar halinde yayılmış ve çok sayıda
sanatçı İtalya’da eğitim gezilerine çıkmıştı. Dengeli ve simetrik kompozisyonlu öz-portresinin gösterdiği
gibi, Albre-cht Dürer (s. 372) İtalyan bakış açısının derin etkisi altında kaldı.
Bir ressam, ama öncelikle üstün bir ahşap ve bakır levha gravürcüsü olarak, klasik formun ideallerini
Kuzey Avrupa sanatına taşıdı.
Bununla birlikte, Reform hareketinin etkisiyle Kuzey Avrupa sanatı Katolik Güney'e oranla cılız
kaldı. Dürer dışındaki en önemli temsilcileri Lucas Cranach ve Hans Holbein oldu.
KİLİT BİLGİLER
İtalya’da Barok \ Avrupa saraylarında Barok \ Hollanda’da Barok | Barok
üsluplar
KATOLİKLİĞİN
MERKEZİ Roma'da doğan
Barok bütün Avrupa’ya
yayıldı. KİLİSE VE
HANEDANLAR Barok
sanatı halk üzerinde olumlu BAROK
bir izlenim bırakmak için
kullandı. Sanat tarihinde Barok terimi tek bir dönemdeki çok çeşitli üslupları
kapsayan bir anlamda kullanılır. 17. yüzyıldan başlayarak, Protestanlar ve
Katolikler arasındaki din savaşlarıyla sarsılan Avrupa'daki her ülkenin
NATÜRMORTLAR, ulusal ve mezhepsel kimliğine göre Barok sanatın ayrı üslupları
manzaralar ve gündelik gelişti. Katolik ülkelerde esrik anıtsallığa doğru bir eğilim ortaya çıktı.
sahneler resimde bağımsız Mutlakıyetçi Fransa’da klasik zarafet yeğ tutulurken, Protestan Hollanda bir
orta sınıf gerçekçiliğinin doğuşuna sahne oldu.
tarzlara dönüştü.
® Barok sanatta natüralizm ve idealizm kaynaşarak, zengin görüntülerden
oluşmuş bir dünya yaratır.
SIRADAN İNSANLAR da
sanat eserleri yaptırmaya
ve toplamaya yöneldi.
İtalyan Barok sanatı Karşı Reform hareketiyle yakından bağlantılıydı. Görkemli sanat eserlerinin amacı Katolik inancı yeni bir
ikna gücüyle kitlelere aşılamaktı.
GÖRSEL SANATLAR
Roma’daki Cizvit Sant’ignazio Kilisesi'nde tavan resmi (Andrea Pozzo’rıun freski, 1688)
bütünleştirdi. Gökyüzüne açılan ufukla, gerçeklik ve hayal iç içe geçti. Böylece resim ve mimari güzel
sanatların bir Barok sentezine dönüştü.
Adı Roma’da sanatın gelişmesiyle birlikte anılan Gianlorenzo Bernini, daha yaşarken 17.
yüzyılın Michelangelo’su (s. 374) olarak üne kavuştu. Bu büyük Rönesans
Resim sanatının büyük yenilikçilerinden biri olan Caravaggio, dramatik ışık kullanımıyla tanındı. Sonraki
sanatçılar üzerinde kalıcı bir etki bıraktı; bunlar arasında o dönemin bilinen tek tük kadın ressamlarından
Artemisia Gentileschi de vardı.
Bavyera'da Barok sanatı: “Meryem' in Göğe Yükselişi" (Egid Quirin Asam' ın alçı sıva heykeli,
1717/1725)
yukarıda: “Susanna ve Yaşlılar" (Artemisia Gentileschi'nin tablosu, 1610)
sanatçısı gibi çok yönlü yeteneklere sahipti. San Pietro Bazilikasının onarımında mimar kimliğiyle
belirleyici bir rol oynadı. Ayrıca bir heykeltıraş olarak, dramatik ifade biçimiyle, anlatı yoğunluğuyla ve
MANİYERİZMİN ÜSLUPÇULUĞUNA karşı çıkan Caravaggio bilinçli olarak gerçek hayata dayanan
güçlü bir gerçekçiliği benimsedi.
İnancı Dramatikleştirmek
Yüksek Rönesans’tan (s. 372) beri sanatçılar mitolojik Elysion cenneti gibi insan yaşantısı dışındaki
canlı dünyalar yaratmışlardı. Barok sanatla birlikte, Kitabı Mukaddes gelenekleri ve hikâyeleri coşku
dolu, enfes ve dinamik bir gerçekçilikle ve şaşırtıcı etkilerle canlandırılmaya başladı.
Andrea Pozzo Roma’daki Cizvit Sant'lgnazio Kilisesi’nin tavan freskinde, binanın mimari unsurlarını
resimle
Caravaggio
İSTİKRARSIZ YAŞAM TARZI Caravaggio’yu İtalyan sanat dünyasının “haşarı çocuğu” haline getirdi.
Kavgacılığıyla maruf bir kişi olarak, mahkemelerle başı birkaç kez derde girdi.
IŞIK VE GÖLGE ARASINDA dramatik kontrastlara dayanan chiaroscuro (İtalyanca: “ışık-gölge”) resim
tarzı, İtalya dışında da sanata yeni açılımlar getirdi. Tablolarında figürler sanki bir spot ışığınca
aydınlatılmış gibi, karanlık zeminden
fırlayıp çıkar. Caravaggio model olarak çoğu kez sıradan insanları seçti ve idealleştirmeye gitmeksizin
tuvale aktardı. Kitabı Mukaddes hikâyelerinin seküler tasviriyle büyük hayranlık kazandığı gibi, kutsal
şeylere saygısızlık suçlamalarına da hedef oldu.
Kilisenin yanısıra Avrupa hanedanları da önemli sanat hamileri olarak öne çıktı. Bu soylu aileler güzel sanatları iktidarlarını
yüceltmenin bir aracı olarak kullandı.
Görkemli Güzellik
17. yüzyılda Fransa’da ulaştı. Ağırlıklı olarak İtalya'da çalışmalarına karşın, bu akımın en önemli
temsilcileri Nicolas Poussin ve Claude Lorrain’di. Lorrain ışığa boğulmuş ideal manzaralar çizer-
mayesine bağlı olan bu akademi, devletin sanat alanındaki en önemli makamı konumundaydı. Bir
okul olmanın ötesinde, komisyon çalışmalarını düzenleme ve klasik
Barok Zenginlik
Flaman ressam Peter Paul Rubens katıksız bir klasikçilik karşıtıydı. Abartılı, dinamik, gürbüz
figürlerle ve 16. yüzyıldaki Venedik resmini (s. 373) çağrıştıran renklere dayalı kompozisyonlarla
belirlenen eserler verdi. Mitolojik ve kutsal sahneleri duyulara hitap eden bir şölen havasında işledi. Çok
rağbet gören bir sanatçı olarak, Anvers’te dört başı mamur bir atölyesi vardı; Avrupa saraylarından
siparişler aldı ve bir süre Roma’da çalıştı.
S aray Portreleri
Rubens’in en yetenekli öğrencisi Anthony van Dyck, 17. yüzyıl başlarında İngiliz kraliyet sarayında portre
ressamlığı yaparken kendine özgü zarif bir üslup geliştirdi. Aynı dönemde Diego Velâzquez
İspanyol tahtına hizmet etti. Karşı-Reform hareketinin kalesi konumundaki Katolik ispanya’da, resim
repertuarı esas olarak dinsel temalarla ve saray portreleriyle sınırlıydı. Ama yavaş bir gelişmeyle, aynı
dönemin Hol-
Eskiden soylular çoğunlukla ellerindeki iktidarın simgeleriyle ve idealleştirilmiş bir biçimde resme-
dilirdi. Anthony van Dyck İngiliz kralı I. Charles'ı konu alan portresiyle yeni bir arketip geliştirdi.
Bu tabloda kral gözde eğlencesi avcılığın tadını çıkaran kibar bir taşra soylusu gibi poz verir.
Azıcık tepeden bakış, rahat duruş ve ustalıkla işlenmiş olan hafife alma tavrı, geleneksel portrelere
oranla kralın egemenliğini daha güçlü biçimde aktarır.
(y. 1635)
av IJ.VIMVS idsauu
ÖZEL BİLGİLER
RUBENS İspanyol tahtı için diplomatlık yaparak başarılı bir kariyer edinmişti.
HOLLANDA’NIN “Altın Çağ”ı sırasında her yıl yapılan resim sayısı yaklaşık 70.000'd i.
ken, Poussin ortama sinmiş ruh hallerine ve mitolojik sahnelere dayanan “destansı manzaralar"
tarzını geliştirdi.
(“Nedimeler”, 1656) tablosu sanatsal ustalığının yanısıra çok katmanlı görüntü yapısıyla da bütün eserleri
arasında öne çıkar. Velâzquez resim ortamını bir tiyatro sahnesi gibi düzenlemiştir. Solda ressamı
işbaşında görmek mümkündür. Ama orada aslında neyin resmini yapıyor? Zekice kurulmuş gerçeklik
katmanları örtüşmesiyle, tablo bize ancak yakından inceleyince çıkarabildiğimiz bir hikâye anlatır. Bu
çalışma 20. yüzyılda ressam Pablo Picasso'ya bir dizi tablo yaratmak için ilham verdi.
Kraliyet çifti ressamın arkasındaki aynada seçilebiliyor. Karı koca görünen resim çerçevesinin dışında,
izleyicinin bulunduğu yerin yakınında ve muhtemelen o sırada ressama poz vermek üzere ayakta duruyor.
Küçük prenses Margarita ve nedimeleri (İspanyolca: meninas) portrenin yapımını izleyen gözlemciler
olarak dolaylı yoldan gösteriliyor. Kızın bakışı resim dışındaki kraliyet çiftine dönüktür.
GÖRSEL SANATLAR
Hollanda Barok akımı yükselen yeni orta sınıfın sanatıydı. Canlı bir sanat piyasasının yeni resim tarzları yaratmasıyla birlikte,
öne çıkan dünyevi temalar dinsel temaları kenara itti.
Kuzey Hollanda 1648’de ispanya’dan bağımsızlığını elde etti ve Avrupa'nın önde gelen ekonomik güçleri
arasına girdi. Böylece başlayan “Hollanda Altın Çağı”nda sanatsal repertuar ve sanat piyasası köklü
değişime uğradı.
Katolik ağırlıklı yapısıyla İspanyol egemenliğinde kalan Güney Hollanda’nın tersine, Protestan Kuzey
Hollanda sanatında Kitabı Mukaddes sahneleri sadece ikincil rol oynadı. Daha önce de
Hollanda resminin (s. 375) ayırıcı bir özeliği olan seküler konulara dönük ilgi ve kutsal görüntülere
ilişkin Kalvenci
yasak, gerçekliğe daha sıkı bir odaklanmayı getirdi. Katoliklerin kiliselerde dinsel
görüntüler kullanmasına karşı çıkan Jean Calvin, bunların ibadete ilgiyi dağıttığı kanısındaydı. Bunun
bir sonucu olarak, HollandalI ressamlar kırsal manzaralar, günlük yaşamdan sahneler ve gündelik sıradan
nesnelerin düzenlenişi gibi daha önce çizilmeye değer bulunmayan resim konularını seçti.
Genelde HollandalI ressamlar seçkin müşteriler yerine anonim bir piyasa için resimler yapmaya yöneldi.
Özellikle popüler tarzlara artan talebi karşılamak üzere, hemen her ressam tek bir resim
türünde uzmanlaşma ve kendisini çiçek, deniz manzarası, natürmort gibi belli bir konunun ustası
olarak sunma yoluna gitti.
Sadece konular değil, tabloların boyutları da değişti. Sanat koleksiyonculuğu yönetici sınıfın bir
ayrıcalığı olmaktan çıktı. Zenginleşmiş olan orta sınıftan kişiler de salonlarını antika eserlerle ve
tablolarla süslemekten hoşlanmaya başladı. Küçük formatlı “göstermelik eşya” bu yeni müşteri kesiminin
ihtiyaçlarına uygundu.
Öte yandan, anıtsal ve büyük ölçekli format kamusal ve temsili amaçlarla kullanılmaya devam
etti. Örneğin, muhafız birliklerine ilişkin resimler yaygınlaştı. Bu toplu portrelerin Hollanda portre
resminde özel bir yeri vardı. Portre konusunun kişiden ziyade bir yoldaş topluluğu olmasına karşın,
her mensubun kolayca tanınmasına epeyce ağırlık verilmesi doğaldı; çünkü resimde ölümsüzleşmek
için hepsi para ödemek durumundaydı.
Frans Hals “St. George Muhafız Alayı Subaylarının Ziyafeti” (1616) tablosunda, tekil portreleri
sıkıca örülü bir kompozisyonda ustalıkla birbirine bağlar. Ayrı figürleri hem bakışlarıyla, hem de
başlarının ve ellerinin duruşuyla biçimsel olarak biraraya getirir; bu da yakın bir dost topluluğu
izlenimini uyandırır. Yüzlerini tablo izleyicisine doğru çevirmiş birkaç milis, onu dostça bakışlarla
saflarına buyuruyor gibi görünür.
REMBRANDT HARMENSZOON VAN RIJN 1606'da Leiden'de doğdu, 1669'da Amsterdam'da öldü.
DUYGULARI KAVRAMA YETENEĞİ resim kalıplarına ruhu içeren yeni bir boyut kattı.
Rembrandt
HOLLANDA BAROK akımının en ünlü ve aynı zamanda en aykırı ressamı Rembrandt’tır. Yönettiği
başarılı atölyede yapılan tablolar bugün bile uzmanları uğraştıran bir bilmecedir. Bunlardan hangilerini
kendisinin, hangilerini öğrencilerinin yaptığı hâlâ tartışma konusudur. Rembrandt belirli bir
tarzda uzmanlaşmadı; manzaralar, otoportreler, kişi ve topluluk portrelerinin yanı sıra mitolojik ve kutsal
temaları işlediği eserler de verdi. Güçlü fırça vuruşlarıyla yaptığı tablolarında, Caravaggio’nun (s. 376)
ışık ve gölge oyunlarını Rubens’in dinamizmiyle ustaca birleştirdi. Çizdiği figürlere dönük psikolojik
ilgisi çığır açıcı bir yaklaşımdı. Kitabı Mukaddes hikâyelerinden çok insanların dünyasına ağırlık verdi.
“Gece Nöbeti" (1642) bir Amsterdam muhafız birliğinin devriyeye çıkış hazırlığını gösterir.
Aynı dönemde büyük ilgi gören diğer tabloları andırır.
“Arşidük Leopold Wilhelm Brüksel'deki Sanat Koleksiyonu Arasında" (Genç David Teniers, 1653).
BAROK
Natürmort, manzara, olağan günlük sahne ve iç mekân tabloları en çok rağbet gören resim türleri haline geldi. Bunlar gündelik
yaşamın gerçekçi tasvirini simgesel içerikle birleştirdi.
Hollanda Barok döneminde ayrı resim üsluplarına dönüşen konular arasında kırsal kesimin ve orta sınıfın
gündelik yaşamını aktaran betimlemeler de vardı.
“inci Küpeli Kız" (Delft'li Vermeer olarak bilinen Jan Vermeer'in tablosu, y. 1665)
Ayrıntılara düşkün olan Jan Steen ve Gerrit Dou gibi ressamlar 17. yüzyılda konu olarak meyhane
kavgalarını, canlı aile içi kutlamaları, iç gıcıklayıcı ayartma sahnelerini ve çalışan ev kadınlarını işledi.
Bu resimler bir yandan dönemin gündelik yaşamına ayna tutarken, diğer yandan izleyiciye birer ibret
mahiyetinde doğru ve yanlış yaşam tarzlarını görsel yoldan sunmaktaydı. Jan Steen’in fıkra tarzındaki
"Meyhanede Kavga Eden Köylüler” tablosu şaşmaz bir şekilde alkol ve kumar alışkanlığının insanı
nereye götüreceğini gösterir.
Jan Vermeer’in zaman dışı bir sükunet taşıyan “iç mekân” tablolarında ahlaki mesaj daha belirsizdir. Bu
ressam eğitimli insanlarca hemen anlaşılan alegorik figürlere ve simgelere sıklıkla başvurmuştur, “inci
Küpeli Kız” tablosu ahlaki vurgulardan tamamen uzak olmakla birlikte, nesnelerin renkleriyle
ve dokularıyla uyandırabilecek etki konusundaki sezgisini gözler önüne serer.
ÖZEL BİLGİLER
AKADEMİLERDE verilen sanat eğitiminin temeli modern sanatın doğuşuna kadar Poussin’in klasik
üslubuydu.
Manzara Resmi
Çalışmalarında bazen kırsal kesimde çizdikleri taslakları esas alan Jacob van Ruisdael ve Jan van Go-
yen gibi sanatçıların yerli manzara tabloları çoğu kez içerik bakımından ikili bir anlam taşır.
Natürmorttaki boş simgelere benzer biçimde, ölü ağaçlar ve harabeler hayatın geçiciliğine işaret eder.
Bugünkü izleyicilerin bakışıyla, düz manzaraların yukarısında maviliklerle ve bulutlarla dolu engin
gökyüzünün yükseldiği resimler Barok klasikçile-rin idealleştirilmiş “destansı manzara’larına oranla çok
daha doğal ve gerçeğe uygun görünür. Oysa o dönemin insanlarına göre, bunlar da alegorikti ve
doğanın heybeti karşısında insanoğlunun
Natürmort-Göz Aldanması
Parıltılı camlar, perdahlı gümüşler, seçme yiyecekler, zarif örtüler, egzotik meyveler ve benzer
biçimde değerli nesneler Hollanda natürmort tablolarında sanki gerçekmiş gibi sanılmalarını sağlayacak
dokular yaratan ince boyama teknikleriyle betimlenirdi. Bu gerçekçiliği daha da yoğunlaştırmak için,
ara sıra bir bıçak, birtabak kenarı ya da soyulmuş bir limon kabuğu gibi unsurlar tablonun sınırlarını
belirleyen masadan dışarıya doğru çıkıntı yapacak ve böylece gerçek mekâna doğru uzanıyormuş gibi
görünecek şekilde eklenirdi. Bu izlenime Fransızca’da “göz aldanması” anlamında trompe l’oeil denir.
Resmi gerçek gibi görme yanılsamasını uç noktaya vardıran trompe-l’oeil üslubu, 17. yüzyıl sonlarında
natürmortun en gözde uzmanlık formlarından biri konumuna yükseldi.
Hollanda'da 17. yüzyılda sıradan insanların gündelik yaşamına bir bakış: “Meyhanede Kavga Eden
Köylüler" (Jan Steen’in tablosu, y. 1668/1672)
KİLİT BİLGİLER
Rokoko (1715-1780) \ Yeni-Klasikçilik (1750-1830)
GEÇİŞ DÖNEMİ
sayılan 18. yüzyıl
modem çağa zemin
hazırladı. ROKOKO
aristokratik toplumun
sanatı olarak incelikli,
18. YÜZYIL
hoş ve erotikti. Rokoko ve yeni-klasikçilik 18. yüzyılda sanayi devriminin, ayrıca rasyonel ve
özgür iradeli insanı yaratımın merkezine oturtan Aydınlanma düşüncesinin uç
YENİ-KLASİKÇİ verdiği bir ortamda gelişti, iki sanat akımı üslup bakımından ancak bu kadar
yaklaşıma göre sanat farklı olabilirdi. Yüzyılın ikinci yarısına da taşan süslü, hayalci ve şen şakrak
akılla ele alınmalıydı; Rokoko üslubu Fransız Devrimi arifesinde yeni-klasikçiliğin
açık, mantıklı ve biçimsel ağırbaşlılığıyla ve statik görüntü içeriğiyle karşı karşıya geldi.
ahlakçı olmalıydı.
& Rokoko ve yeni-klasikçilik geleneksel resim konularını seküierleştirdi. Sanat
üslupları ilk kez çağdaş bir yapı da kazandı.
SANATÇILAR
geleneksel konuları
daha bağımsız bir
tavırla
yorumlamaya başladı.
GÖRSEL SANATLAR
ROKOKO
Duygu yüklü Barok üslup 18. yüzyıl başlarında yerini hafif ve ince Rokoko üsluba bıraktı. Yeni üslubu
belirleyen eğilim süslü, şık ve içten şeylere düşkünlüktü.
Barok’tan Rokoko’ya geçiş pürüzsüz oldu; çünkü Rokoko aslında Geç Barok üslubun içinde
sayılmaktaydı. Ama Barok’un tersine, Rokoko bunaltıcı bir inandırıcılıktan çok süsleyici ve keyif verici
bir yaklaşımı benimsedi.
“Kythera'ya Hac Ziyareti": Birkaç çift, Yunan aşk tanrıçası Aphrodite'nin adasında cilveleşmenin ve
baştan çıkarmanın keyfini çıkarıyor (Antoine VVatteau'nun tablosu, y. 1717).
olarak alt sınışarın mütevazı yaşamını ortaya koydu.
François Boucher ve Jean Honore Fragonard düzgün fırça vuruşlarıyla ve titrek renklerle erotik
çağrışımlı sahneler yarattı. Antoine VVatteau “Kythera’ya Hac Ziyareti” tablosunda dönemin toplumunu
yansıtmak için mitolojik temalardan yararlandı.
Yeni Duyarlılık
Jean-Baptiste Simeon Chardin'in görüntü dünyası ise o kadar revaçta değildi. Hollanda günlük
sahnelerine benzeyen sakin resimlerinde esas
MODERN KARİKATÜRÜN ilham kaynağı Hogarth’ın hiciv ve sosyal eleştiri içeren resimleridir.
TELİF HAKLARINI düzenlemek üzere İngiltere'de çıkarılan “Gravürcü Yasası", Hogarth'ın grafik
yöntemlerle çoğaltılan eserlerini koruma altına atma girişimiyle gündeme geldi.
Karikatürün Yaratıcısı
HOGARTH ANLATiSAL RESİM dizilerinde üst sınıfların çöküşünü ve çifte standartlarını sergiledi. Ama
yoksul kitlelerin yaşam koşullarına da aynı ölçüde eleştirel bir bakışla yaklaştı. Aşırı alkol tüketimini
kınayan “Cin Yolu” adlı baskı
resmi, yazar Henry Fielding’le birlikte yürüttüğü başarılı bir kampanyanın parçasıydı.
EĞİTİMLİ bir bakır levha gravürcüsü olan Hogarth, kendi tablolarını oy-mabaskı yoluyla çoğaltarak
“ahlak resimleri”nin geniş bir kesime ulaşmasını sağladı.
YENİ-KLASİKÇİLİK
Klasik antik çağdan ilham alan yeni-klasikçiliği belirgin çizgiler, düzgün renk uygulaması ve statik
kompozisyonlar belirler. Bu akım Fransa'dan bütün Avrupa’ya ve Amerika’ya yayıldı.
“Paulirıe Borğhese” (Antonio Canova'nın keli, 1804/1808)
Bilimsel metodoloji sanatı dışlamadı. Zanaat atölyelerindeki çıraklığın yerini alan sanat akademilerindeki
eğitim esas olarak eski ustaların eserlerini kopya etmeye, alçı ve çıplak modellere bakarak resim çizmeye
dayalıydı. Formülcü müfredat ve sanatsal gelenekçilik gittikçe eleştirilerle karşılaştı. Kadınlara sanat
akademilerinde eğitimi yasaklayan anlayış 20. yüzyıla kadar sürdü.
Yeni-klasikçilik 18. yüzyıl ortalarında berraklığı ve doğa yasalarına uygunluğu en yüksek ilkeler sayan bir
üslup olarak gelişti. Rasyonellik ruhuna ve bilimin gereklerine tam anlamıyla bağlı olan bu anlayışa göre,
sanat eseri duygudan ziyade akla hitap etmeliydi.
Yüzyıl kadar önce olduğu gibi, klasik antik çağ (s. 367) sanatı yeni doğan bir sanat akımına bir kez daha
örnek oluşturdu. Antik çağ eserlerinde görülen ve Rokoko akımının pek itibar etmediği sakin ihtişam, ulvi
sadelik ve gerçekçilik gibi gözden düşmüş özellikler yeniden canlandı. Bununla birlikte yeni-klasikçilik
başat üsluba karşı alternatif bir estetik cizeisi-sinde anlama sahipti. Yunan ve Roma antik çağı Fransız
Devrimi öncesinde yoğun biçimde tartışılan demokratik ve cumhuriyetçi ideallerin timsaliydi.
Resimli Manifesto
Tablo devrim öncesindeki Fransa'da hemen bir siyasal manifesto olarak anlaşıldı. Özgür
yurttaşların siyasal kararları alacağı ve sorumluluk üstleneceği yeni bir sosyal düzenin simgesi haline
geldi.
Zarif Hatlar
İtalyan heykeltıraş Antonio Canova' nın eserleri birsiyasal hedef gütmekten uzak olmakla birlikte, klasik
antik çağdan esinlenmiştir. Pauline Borghese'i konu alan dingin heykelleri Barok ve Rokoko üsluplann
sarmal figürlerinden belirgin biçimde ayrılır. Napolyon Bonapart’ın kız kardeşi olan bu prenses, çıplak
bir modellik yaparak bir skandala yol açmıştı.
Jean Auguste Dominique Ingres de sıkı kuralları İzledi. Ona göre, bir figürün uyumlu ana hatları
kusursuz çizgilerden kusursuz güzellik yaratmada belirleyici unsurdu. Bu teknik
Sanat Akademileri
<y. ısıl)
ÖZEL BİLGİLER
CİCİ BİCİ ŞEYLER: Porselenin icadı süs heykellerinin seri üretimini sağladı.
JACQUES-LOUIS DAVİD Fransız Devrimi sırasında giyotine gönderilmekten son anda kurtuldu.
ressam yaklaşımına rağmen, Ingres'in resimleri ince ve parlak boyama üslubuyla izleyiciyi
derinden etkiler.
GÖRSEL SANATLAR
Kurgulu Resim
“Horatius Kardeşlerin Yemini" (Jacques-Louis David'in tablosu, 1784)
sahne tuhaf biçimde katı görünüyor. Çünkü tablonun dikey, yatay ve diyagonal çizgilerden oluşmuş bir
çatkıya göre kurulması figürlerin hareketini kısıtlıyor. Üçgen formun kullanıldığı apaçık görülüyor. Bu
üçgen statik duruşu getiren bir karşı hareketle diyagonallerin dinamik hareketini doğrudan engelliyor.
Resimde aynı kalıbı birçok yerde görmek mümkün.
Bacakların paralel konumdaki diyagonal duruşu, mekân bakımından kısıtlanmış bir makas düzenine yol
açıyor.
Form analojisi: Kılıçların yelpaze biçimi yemin için kaldırılan ellerin sarsak düzenini yansıtıyor.
Kalkana bezer bir üçgen ■ Üçgeni dengeleyici bir unsur kompozisyon açısından olarak, kadınlar bir
piramit adamları birarada tutuyor. formu içine alınmış bulunuyor.
GÖRSEL SANATLAR
KİLİT BİLGİLER
FOTOĞRAFÇILIK ve
diğer teknik yenilikler yeni
bir imge repertuarının
19. YÜZYIL
gelişmesini getirdi.
19. yüzyıldaki teknik ilerleme ve geniş çaplı yeni toplumsal düzenleme
sadece insanların dünya görüşünde değil, güzel sanatlar ve sanatçının rolü
PARİS dünyanın akım konusunda da köklü değişimler getirdi. Soylu ve ruhban kesimlerle bütün
belirleyici sanat metropolü bağlardan kurtulan sanatçılar, bireysel kanılarına ve sanatsal ideallerine
haline geldi. AVANT-
uygun davranma özgürlüğüne kavuştu. Yarattıkları eserler bu dönüşümü
GARDE akımın doğuşuyla
yansıtırken, birbirinin yerine geçen ya da koşut bir gelişim çizgisi izleyen
birlikte, sanatçılar çok
ayrı üslup akımlarının doğuşu gittikçe hız kazandı. Böylece sanat açık
sayıda sanat akademisince
piyasadaki bir meta haline geldi.
savunulan geleneksel sanat
anlayışına karşı çıktı. © Görülmemiş bir üslup çeşitliliğinin 19. yüzyıl sonlarında sanat dallarına
damgasını vurmasıyla modern sanat çağına girildi.
KAFA DENGİ sanatçılar
yeni çevreler ve okullar
oluşturdu.
ROMANTİZM
Romantizm güzel sanatlara öznellik, sezgi ve duygu getirdi. Geleneksel imge repertuarından kurtulan sanatçı kendi tasarılarının
bilincine vardı.
gördükleri şeyleri de resmetmeye yöneldi, “içeriden gelen ses” üzerine kurulu bu yeni sanat
tanımı modern sanat anlayışının temelini oluşturur ve ilhamı iç dünyasından alan yaratıcı sanatçı imgesine
şekil verir.
liam Turner da duygusal halleri ifade etmek için manzara tarzını kullandı. Ama eserleri ruhsal bir içe
dönüşten ziyade, doğayı titizlikle incelemeye ve daha sonraki empresyonizm (s. 384) akımına dönük
ipuçları veren taze ve bazen cüretli bir sanatsal yoruma dayanır.
dore Gericault büyük bir cesaretle, Barok coşkusundan yansımalar taşıyan anıtsal ve tarihsel
tablolar yaptı. Canlı fırça vuruşlarının yanı-sıra tamamlayıcı renkleri kontrast olarak kullanmanın
parlaklığı arttırışı, Delacroix’nın ünlü “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosuna heyecan verici bir
dinamizm katar.
18. yüzyıl sonlarında romantik sanatçılar yeni-klasikçiliğin (s. 381) akla inancına köklü biçimde
karşı çıkmaya başladı. Duygunun önemini vurgulayan ressamlar sadece karşılarında değil, kendi içlerinde
Ortam Manzaraları
Romantik sanatçılar özellikle ruh halini ifade etmeye uygunluğu nedeniyle manzara tablolarını
tercih ettiler. Bu duygular izleyiciye çoğu kez arkadan betimlenen figürler aracılığıyla iletilir. Alman
ressam Caspar David Friedrich’in “Sis Denizinin Yukarısındaki Gezgin” tablosunda, izleyici bir dağ
panoramasının enginliğinin ve görkeminin uyandırdığı etkileri hisseder.
Friedrich'in manzaraları çoğu kez dünyadan bezmişliği, özlemi ve yalnızlığı aktarır. Napolyon'a karşı
savaşın etkisiyle, ara sıra yurtseverce bir havaya bürünür. Almanya'da 19. yüzyıl ortalarında
sakin Biedermeier dönemine girişle birlikte, romantizm coşkusu sönmeye yüz tuttu.
BİÇİM VE İÇERİK bakımından büyük çeşitlilik gösteren eserleri dönemin anlayışlarına aykırıdır ve
belirli bir üslubun çerçevesine konamaz.
DÜŞSEL MOTİFLERİ ve etkileyici boyama tekniği modern sanata önemli ilham verdi.
Goya
ROKOKO ANLAYIŞI esas alan Goya renkleriyle ve özgünlüğüyle canlı bir imge dili geliştirdi.
Romantizme benzer yönlerine karşın, bunu belli üslup içinde sınıflandırmak mümkün değildir. İSPANYOL
SARAY RESSAMI olarak, kraliyet ailesinin her zaman yaltaklanıcı olmayan gerçekçi portrelerini
yaptı. Sosyal bakımdan eleştirel içerikli eserler de verdi. Özellikle baskılı resimlerinde, insan hatalarının
ve siyasal kötülüklerin karanlık bir görüntüsünü çizdi.
GERÇEKÇİLİK
Gerçekçilik akımına bağlı ressamlar her türlü kutsal, mitolojik ve edebi kalıptan uzaklaştı. Doğaya uygun, yalın ve açık bir
üslupla gündelik gerçekliği yansıtmaya yöneldi.
Ressamın İşi
ADOLF VON MENZEL’İN “Demir Haddehanesi” Alman gerçekçilik akımının kilit sanat eserlerinden
biridir. Kompozisyonlarında aslına uygun, gerçekçi betimlemeler kullanmak amacıyla, dönemin en
modern çelik fabrikasında birkaç hafta geçirdi. Oradayken kurşunkalem ve tebeşirle, hatta bazen renkli
çizimlerle 100’den fazla insan ve makine eskizi çıkardı. Bir görsel bellek niteliğindeki bu yaprak daha
sonra stüdyosunda tabloyu yapmasına bir temel oluşturdu. Böylesine titiz bir hazırlık sanayi sürecini
doğru yansıtmanın ötesinde, işçilere fiziksel benzerliği yakalamasını da sağladı.
“Demir Haddehanesi” (Adolf von Menzel'in tablosu, 1872-1875)
Tablo için kısmi çalışma: Yoğun bir ortam ve ayrıntıya özen, modern bir sanayi tesisindeki ağır çalışmayı,
harareti ve gürültüyü resme dökmeye olanak verdi.
1848 devrimleri ve ilerleyen sanayileşme toplumda büyük çalkantılar yarattı. Ne var ki, resmi sanatta
hayatın gerçeklikleriyle hiçbir
Bazı sanatçılar 19. yüzyıl ortalarında bu aykırılığa tepki göstererek, anlamlı bir tavırla gündelik gerçeklik
dünyasına yöneldi ve bunu olabildiğince aslına uygun yansıtmaya çalıştı. Sanat tarihinde Rönesans’tan (s.
372) beri gerçekliği betimleme girişimlerinin görülmesine karşın, gerçekçilik sırf
Gerçek Hayat
Doğa ve insan bilimlerindeki yeni eğimlere paralel olarak, gerçekçiler olguya ve algılamaya odaklandı;
böylece sanatın sadece hayali dünyalara dayandığı anlayışına karşı çıktı. Ama asla gerçekliği
dosdoğru taklit etmeye kalkışmadı; zira bu işi bir süre önce icat edilmiş olan fotoğrafçılıkla (s. 382)
yapmak daha kolaydı.
Gustave Courbet, Adolf von Men-zel, Jean-François Millet ve Honore Daumiergibi ressamlar
sosyal koşulları sanat çerçevesinde gözler önüne serme yoluna gitti. Özellikle de sanayi dünyasından ve
kırsal kesimden hayata ve çalışmaya dair motifleri seçti.
Daha önce bu konular daha çok anekdot aktarma tarzındaki küçük tablolarda işlenmişti. Courbet
bu gelenekten koptu ve “Ornans’ta Cenaze Töreni” tablosuyla sanat tarihinde ilk açık skandala yol açtı.
Bu resimde sıradan bir defin işleminin ve köylü matemcilerin anıtsal bir ölçekte sunulması, dönemin
egemen sanat çevresinin genel kabul gören normlarına bir meydan okumaydı.
Gündelik Güzellik
Sosyal konulara eğilimli çağdaşı Courbet’ye oranla daha az kışkırtıcı ve militan bir yaklaşımla bile olsa,
Millet de sıradan hayatı resmetti. “Başak Toplayan Kadınlar" tablosunda gerçekliği örtbas
etmeksizin, günlük köy yaşantısının zahmetlerini yansıttı. Bununla birlikte, duru üslup, ölçülü ritim
ve yumuşak ışık yoluyla sahneye bir tür ağırbaşlılık kattı.
Millet “Barbizon Okulu" olarak bilinen ve Camille Corot'nun öncülük ettiği bir sanatçı grubu içindeydi.
Grubun
Lokomotifin icadı sadece insanları daha hareketli kılmakla kalmadı, dünyayı algılama biçimlerini
de değiştirdi. Hız katı konturları bulandırır. Işık ile renk arasındaki ilişki gibi optik yasalarına yoğun ilgi
duyan J. M. W. Turner, Büyük Batı Demiryolu’nu konu alan tablosunda bu olgudan yararlandı. Titrek ve
neredeyse soyut boyama üslubuyla daha önceki tablolarının somut betimlemeci tarzından koptu ve
duyumsal izlenimleri iletme yoluna gitti.
özelliği 19. yüzyıl ortalarında tabloları stüdyoda değil, “açık hava”da (en plein air) yapma gereğini
ortaya atmasıydı. Daha sonraları bu tarz resim empresyonist akıma bağlı sanatçılar için can alıcı bir önem
kazandı.
21. YÜZYIL
GERÇEKÇİLİK bugüne kadar sürekli yenilenmeler geçirdi. Anlatımcı ve soyut eğilimlere bir tepki
olarak, 20. yüzyılda yeni gerçekçilik biçimleri ortaya çıktı: Yeni nesnellik (neue sach-lichkeit), yeni
gerçekçilik (nouveau realisme), fotoğraf gerçekçiliği ve pop sanat. Sosyalist gerçekçilik ise bir siyasal
ideolojiyi yüceltti.
GÖRSEL SANATLAR
■
GÖRSEL SANATLAR
Empresyonistler sanatı yeni yollara sürükledi. Parlak renklerle ve gevşek fırça vuruşlarıyla ışığa boğulmuş manzaralar yarattı ve
modern büyük kentlerdeki yaşamı yansıttı.
Işık ve hava oyunu: “Paris'teki Sa-int-Lazare Garı” (Claude Monet'nin tablosu, 1877)
Empresyonistlerin gerçekçilik (s. 383) akımı içinde sayılmasına karşın, resimlerinde hiçbir
siyasal dokundurma yer almaz. 19. yüzyılın ikinci yarısında Claude Monet, Pi-erre-Auguste Renoir, Edgar
Degas, Alfred Sisley, Camille Pissarro ve Berthe Morisot gibi ressamlar daha neşeli konulara yönelerek,
tablolarında Paris bulvarlarının, eğlence bahçelerinin ve kırsal kesime günlük gezintilerin hareketliliğini
işlediler. Bütün sanatsal göreneklerden ko-
Oysa yüzeysel boyama üslubu bilinçliydi. Empresyonistler sadece gördükleri şeyi değil, bunu görme
biçimlerini de resmetme peşindeydi. Görsel izlenimi, ışık oyunlarını ve ortamı olabildiğince saf haliyle
yansıtmak açısından, stüdyoda çakılıp kalmak yerine
Doğrudan duyumsal izlenimleri yakalamak sanatçıların hızlı çalışmasını gerektiriyordu. Renkler önceden
kabaca karıştırılıyor ve çabuk, kısa fırça vuruşlarıyla tuvale işleniyordu. Detaylardan ve kontur-lardan
yoksun bir empresyonist tablo, yakından bakılınca karmakarışık bir renk halısı gibi görünüyordu. Ama
biraz uzaktan izlenince, açık seçik bir resim beliriyordu. Empresyonistler fırça
Manet ve Rodin
Edouard Manet empresyonistlerin iç çevresinde yer almamakla birlikte, akademik ideallere karşı çıkma
bakımından meslektaşlarıyla aynı görüşteydi. Çıplak kadınları mitolojik bir bağlam dışında işlediği
tabloları başta olmak üzere, eserleri sıklıkla skandallara yol açtı. “Olympia”yı her ne kadar Tiziano'nun
(s. 375) bir tablosundan esinlenerek yapmış olsa da, Manet'nin resmi gerçek bir kadını, büyük olasılıkla
da çıplaklığını apaçık ve özgüvenle sergileyen meşhur birfahişeyi göstermekteydi. Figürleri tipik heykel
duruşlarından kurtaran ve kelimenin gerçek anlamında kaidelerden çekip çıkaran Auguste Rodin de
heykelcilikte aynı ölçüde devrimci bir etki yarattı. “Calais Sakinleri" adlı heykeli gerçekçi bir canlılık
taşır ve herhangi bir kahramanca yüceltme içermez.
Asıl Nokta-Noktacılık
puk bu yeni resim tarzı ilk başta gerek halk, gerekse sanat eleştirmenleri tarafından anlaşılmadı. Gevşekçe
sürülmüş renklere ve gerçekliğin anlık, gelişigüzel ayrıntılarına dayanan resimler sanat eser-
yukarıda: Seurat’nın eskizi noktacı boyama yöntemini açıklıyor. Bitmiş olan tablo da birçok ayrı
noktadan oluşuyor.
Bir Paris açık hava kafesindeki şenlikli havayı ışık oyunlarıyla yansıtan Te Moulin de la Galette" (Pierre-
Auguste Renoir'nın tablosu, 1876).
tutarlı bir yaklaşımla açık havada (en plein air) resim yapmayı seçtiler. Hatta Renoir “Moulin de la
Galette” tablosunun geniş format görünümünü tamamen bu açık hava kafesinde yarattı.
GEORGE SEURAT formların yanı sıra renkleri de dağıtarak, empresyonist resim tarzını 1880’lerin
ortalarında daha uç bir noktaya götürdü. Bir nesnenin rengini, kendi deyişiyle lokal rengi sırf birincil
renklerden oluşan birçok ufak noktaya ya da beneğe ayırdı. Böylece renk tonları karışımının artık palette
değil, retinanın noktaları kaynaştırıp renge dönüştürme özelliği sayesinde izleyicinin gözünde
gerçekleşmesini sağladı.
POST-EMPRESYONİZM
Post-empresyonizm sanatçıların tıpatıp kopyalama anlayışından kurtulması ve sanatın içkin kurallarına ağırlık vermesi açısından
klasik modern sanatın doğuşunu sağladı.
Gustav Klimt'in “Öpücük’ü (1908) art nouveau akımının en iyi bilinen eserlerinden biridir.
VİNCENTVAN GOGH 1853'te Zunderl’te doğdu, 1890'da Auvers-sur-Oise’de öldü.
GÜÇLÜ RESİM ÜSLUBU görsel izlenimleri aynen yansıtmaktan çok, ruhsal durumunu dışa
vurmaya yönelikti.
ARA SIRA BİRLİKTE ÇALIŞTIĞI Paul Gauguin'le bir kavgadan sonra, psikolojik dengesi bozuk
olan sanatçı kulağının bir kısmını kesti.
GERÇEKÇİ BİR RESSAM olarak sanat hayatına başlayan van Gogh, memleketi Hollanda’daki çiftçilerin
ve işçilerin koyu tonlu resimlerini yaptı. Tabloları ancak Provence bölgesine taşınmasından sonra
aydınlandı. Empresyonistlerin eserlerinden esinlenerek, canlı renklere dayalı bir imge dili
geliştirdi. Çalışmaları daha sonraları ekspresyonist sanatçılar (s. 387) için önemli bir özendirici unsur
oldu.
BUGÜNE KADAR AÇIKLIĞA KAVŞMAMIŞ bir ruhsal hastalıktan sonra, renk ve fırça kullanımı
gittikçe yoğunlaştı. “Yıldızlı Gece” tablosunda tuval neredeyse
çarpar ve titrer. Burgaçlı sarmallar gökyüzüne enerji yüklü bir güç alanı görünümünü verir. Tablonun
uyandırdığı etki renk seçiminin ve boyayı tuvale sürüş biçiminin, yani bizzat resmin sanatsal araçlarının
sonucudur.
GÖRSEL SANATLAR
Henri Toulouse-Lautrec kolay ayırt edilebilir formlarla ve güçlü renklerle afiş sanatında devrim yarattı.
Çalışmaları daha yaşadığı sırada koleksiyoncularca kapışılmaya başladı (koro şarkıcısı Aristide Bruant
için afiş, 1892).
Post-empresyonizmle birlikte 1880’den sonra köklü bir gelenek son buldu ve yeni bir döneme girildi.
Paul Cezanne, Vincentvan Gogh, Paul Gauguin, James Ensor ve Edvard Munch gibi çığır açıcı post-
empresyonistler doğal yapı ve renklerin yanı sıra Rönesans'tan beri kullanılan perspektif kurallarını da
bir yana bıraktı.
Bu yaklaşım empresyonistlere göre gerçekliğin yanılsamalı yorumundan uzaklaşmayı getirdi.
Bizzat resmin araçlarıyla, sözgelimi renk ve form seçimiyle etkiyi ve
tf1 l
l Hk
Yabancı Diyarlar
Başta Doğu dünyası olmak üzere yabancı kültürler daha 19. yüzyıl ortalarında sanatçıları büyüledi. Erken
modern sanatın ressamları da egzotik şeylere merak duydu. Emperyalizm çağında sanatçıların asıl ilgi
odağı Afrika'nın ya da Güney Okyanusu’nun “ilkel” kültürleri oldu. Gauguin dünyadan
bezmiş AvrupalIların sanat ve hayat anlayışında bulunmadığını düşündüğü saflığı, doğallığı ve
masumiyeti Tahiti'de aradı. Japon tahta kalıp resimlerinin duru formları da birçok sanatçıya ilham verdi.
dışavurumu iletmek öne çıkarıldı. Resmin “neyi” gösterdiği değil, “nasıl” yapıldığı asıl odak haline geldi.
İzlenimden Dışavuruma
Cezanne analitik yaklaşımla dünyayı bileşenlerine indirgerken, Van Gogh, Ensor ve Munch
duyguların yönlendirmesiyle içten geldiği gibi çalıştı. Cüretli fırça vuruşlarıyla, çarpıtılmış formlarla ve
"yapay" renklerle, duygusal hallere ilişkin boğucu senaryolar yarattı.
ÖZEL BİLGİLER
GAUGUİN TAHİTİ'YE yerleşti ve böylece sanat tarihinde modern yaşamla bağlarını koparan ilk
kişilerden biri oldu.
Buna karşılık, Gauguin’in tablolarındaki dünya uyumlu bir cennet gibidir. Sıcak ve parlak renkler, akışkan
çizgili desenler ve yuvarlak, özgün formlar resimlerine hem denge, hem de bütünlük katar.
Ama Gauguin'in tabloları, özellikle Güney Denizi resimleri çoğu kez sembolik dokundurmalar içerir.
Bu bakımdan 1900 dolaylarında popülerlik kazanan ve aralarında Munch'un da yer aldığı sembolistlere
bir yakınlık taşır.
S embolizm-Ruhun Resimleri
Görsel dünyanın ötesindeki “daha derin hakikat” arayışına giren sembolistler resimlerinde insan ruhunun
derinliklerini yokladı. Sig-mund Freud daha sonraları bunu “bilinçdışı” olarak nitelendirdi.
Odilon Redon, Arnold Böcklin ve Franzvon Stuck’un üslup açısından heterojen ve çoğu kez rüyamsı
dünyalara dayalı resimlerinin başat temaları cinsellik, korku ve ölümdür. Kasvetli ruh halleri
“yüzyılın sonu”na (fin de siecle) özgü genel güvensizlik duygusunu yansıtır. Öte yandan, Gustav Klimt'in
“Öpüş” tablosu, dekoratif süsleme anlayışına sadece güzel sanatlarda değil, öncelikle iç mekân
tasarımı, sofra takımı, mücevherat ve tipog-rafi gibi uygulamalı sanatlarda rastlanan art nouveau akımının
izlerini taşır.
Sayrıca bkz.: Sigmund Freud, Psikoloji Bölümü, s. 358 | Art Nouveau, Mimari Bölümü, s. 409
KİLİT BİLGİLER
SANATÇI özerk sayılır; temalar, üsluplar ve kategoriler konusunda hiçbir sınır konmaz.
SANAT PİYASASI dünya genelinde milyonlarca dolarlık alışverişlere sahne olurken, yeni
yetenekli sanatçılara dönük arayış sürüyor.
-! Soyuta giden yollar | Ekspresyonizm | Konstrüktivizm | Sürrealizm \ Pop sanat | Günümüzde sanat
20. YÜZYIL
20. yüzyılın sanatçıları önceki kuşaklarca belirlenmiş bütün sanat geleneklerinden koptu. Modern dünyayı
bütün karmaşıklığıyla anlamak için, önceki bütün sanat kurallarını bir yana bırakıp soyuta yöneldi. Öznel
dışavurum ve yaratıcı yenilik sanatsal ustalığın önüne geçti. “Sanat dışı" malzemelerin kullanılmasıyla,
geleneksel resim ve heykel repertuarı daha yeni kategorileri de kapsayacak biçimde genişledi. “Sanat
nedir?” sorusu artık köklü biçimde farklı bir cevap buldu.
GÖRSEL SANATLAR
SOYUTA GİDEN YOLLAR- KÜBİZM, FUTURIZM VE FOVIZM
Form ve renk deneyleri 20. yüzyıl başlarında sanatta daha da soyut buluşları getirdi. Görünen gerçeklik analitik yaklaşımla
irdelenerek ya da yorumlanarak son derece duygu yüklü tablolara dönüştürüldü.
Post-empresyonistler (s. 385) geleneksel resim kurallarından kopmuştu. Onları izleyen sanatçılar kuşağı
yeni sanat üslupları, yeni resim tarzları ve yeni bakış açıları yarattı.
Kübizm
Pablo Picasso (s. 388) ve Georges Braque 1907’de tamamen yeni bir üslup geliştirdi: Kübizm. Bu
akım Paul Cezanne’dan esinlenerek, dünyayı ayrı yüzeylere böldü. Ama
Paul Cezanne
CEZANNE’IN TABLOLARINI güçlü yapılar, sakin çizgilerve incelikle harmanlanmış yumuşak renkler
belirler.
CEZANNE’A göre, sanat doğayı aynen yansıtmak yerine, “doğaya uyumlu bir paralel”, yani doğa yasaları
gibi kendi yasaları olan bağımsız bir dünya oluşturmalıydı. Bu iç yapıya yaklaşmak için, analitik bir yola
başvurdu: Görünen gerçekliği iki ya da üç boyutlu temel geometrik şekillere indirgedi.
Böyle yapıtaşlarından hareketle, görünen gerçekliğe gevşekçe bağlı bir kompozisyon yarattı. Ancak bunu
kurarken bizzat resmin öngördüğü gereklere uymayı yeterli saydı.
KUSURSUZ KURGULU bir resim yaratmaya çalıştı. Tablolarıyla izleyiciye doğanın bir kopyasını değil,
doğaya ilişkin bir “fikir” iletmek peşinde koştu. Bu çabalarıyla modern soyut sanatın temellerini attı.
Böylece Rönesans'tan beri Batı sanatında geçerli olan merkezi perspektife dayalı resimsel mekân yıkıldı.
Bunun yerine şeylerin görünümünü değil, mahiyeti konusundaki bilgileri esas alan özgür bir sanatsal
kurgulama ortaya çıktı. Kübistler birkaç bakış açısını bira-raya getirerek, gerçek hayatta izleyicinin ancak
bir nesnenin çevresinde dönerek edinebileceği tek bir algılama düzeyine çıkardı.
Fütürizm
İtalyan fütüristler mekânda zaman boyutun yanısıra hız ve hareketin de temel rol oynadığı
kanısındaydı. Umberto Boccioni ve Gino Severini tablolarında farklı perspektifleri ve hareket evrelerini
üst üste yığdı. Boccioni bu eşzamanlılık ilkesini heykele de uyguladı. Onun yürüyen insan figürüne tam
anlamıyla sinmiş hareket, perdahlı yüzeyde bile görülür.
Fovizm
Ekspresyonistler öznel deneyimleri ve kişisel duyguları güçlü renkler ve abartılı formlar aracılığıyla ilettiler. Asıl
amaçları izleyiciyle duygusal iletişime girmekti.
“Çeşme”
1917)
GÖRSEL SANATLAR
“Dejenere” Sanat
Ekspresyonizm 1920'lerin sonlarına kadar Almanya'da başat sanat biçimlerinden biriydi. Ama 1933’te
Nazilerin iktidara gelmesiyle birden son buldu. Max Beck-mann, Oskar Kokoschka, Marc Chagall gibi
önde gelen temsilcilerine, “Die Brücke” ve “Der Blaue Reiter” akımlarına bağlı ressamlara, ayrıca bütün
Yahudi sanatçılara “Alman dışı” ve “dejenere” damgası vuruldu. Nazi yönetimi onların eserlerini
müzelerden çıkararak yok etti ya da başka ülkelere sattı. Çalışmaları yasaklanan ve baskı tehditleriyle
karşılaşan sanatçılar ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. Daha sınırlı gözdağı verilenler ise
sanat yaşamından çekilerek bir "iç göç”e razı oldu.
yukarıda: "Gece" (Max Beckmanrı'ın tablosu, 1918/ 1919)
Fransız fovizm akımıyla eşzamanlı olarak, Almanya'da “Die Brücke” ve kısa bir süre sonra da “Der
Blaue Reiter” adlı sanatçı toplulukları ortaya çıktı.
“Die Brücke" (“Köprü” anlamına gelir) adıyla anılan sanatçı grubu tahta baskı kalıba benzer
keskin konturlar, yoğun renkler ve yalın formlar kullandı. Ernst-Lu-dwig Kirchner’in etrafında toplanan
genç ressamlar, kozaya çekilmiş olarak gördükleri toplumun normlarından kurtulmak için “ilkel" resim
formla-nnı kullanmaya yöneldiler. Manifestoları “saf ve doğrudan” olanı yakalamak,
Bunu ilk başta açık alanlarda ve daha sonra milyonlarca sakiniyle Berlin’de buldular. Kirchner “Sokak
Sahnesi" tablosunda dinamik metropoliten kent havasını gergin ve köşeli bir boyama üslubuyla yansıtır.
Perspektif bozukluğu nedeniyle, insanların ayaklarının dibinden sanki yer kayıyormuş gibi görünür.
“Der Blaue Reiter,” (“Mavi Binici” anlamına gelir) adıyla anılan grup da sanatı “görünmezi görünür”
kılmanın bir aracı olarak algıladı. Was-sily Kandinsky, Paul Klee, Franz Marc ve Alexei Jawlensky tez
canlı “Die Brücke” ressamlarına göre kesinlikle daha şiirsel ve duyarlı bir yol izledi. Resmin tıpkı bir
müzik parçası gibi uyandırabileceği “manevi” şeyleri, yani ince duyguları öne çıkararak, öznellik ve
benlikle belirlenen eserler verdi.
Bu “iç ses”e yaklaşmak ressamları somut nesneleri resmetmekten gittikçe daha fazla kurtardı. Kandinsky
1910’da sanat tarihinde nesnel gerçeklikten tamamen soyutlanmış ilk resmi yaptı. Bu resim izleyicide sırf
renkler ve formlar aracılığıyla duygusal bir tepki uyandırır. Sanatçının “Kompozisyon VII” (s. 388)
tablosu da aynı izlenimi doğurur.
Dadaizm
ÖZEL BİLGİLER
kadınlar o zamana kadar erkeklerin egemenliğinde olan sanat dünyasında daha kolay yer edinme olanağını
buldu. Frida Kahlo, Hannah Höch, Georgia O’Keeffe ve Meret Oppenheim gibi sanatçılar 19. yüzyıl
başlarındaki sanatın büyük simaları arasında sayılabilir.
guların çevresinde dönmekle ve gerçekçilikten uzak bir “ruh margarini” sunmakla eleştirdi.
I. Dünya Savaşı’nın korkunç olaylarından sonra, bu çevre kışkırtıcı ve sarsıcı bir sanat yaratmaya
yöneldi. Dadaistleri birleştiren şey ortak bir resim üslubundan çok, toplum ve sanata yönelik ortak
eleştiriydi. Gevşek kümelenmiş bir grup olarak, Zürih, Berlin, Köln ve Paris gibi merkezlerden
görüşlerini dünyaya yaymaya çalıştılar. Kolajlar, montajlar ve gündelik eşya derlemelerinden oluşan sanat
karşıtı ürünleri, sanatta o ana kadar benimsenen bütün güzellik kavramlarına aykırıydı. Dadaizm ve
geleneksel sanata dönük eleştirileri 1945’ten sonra nouveau realisme, pop sanat (s. 390) ve kavramsal
sanat (s. 391) tarafından benimsendi.
388 20.YUZYIL
SOYUT AVANT-GARDE-KONSTRÜKTİVİZM
Konstrüktivizm soyut sanat içinde sadece belirgin geometrik şekiller kullanan bir okuldur. Günümüzün bazı sanat eserlerinde
de konstrüktivist eğilimler görülebilir.
Kübizmin (s. 386) etkisiyle 20. yüzyıl başlarında resimlerin içeriği daha da soyutlaştı. Rus sanatçılar bu
yeni gelişmede öncü bir rol oynadı.
GÖRSEL SANATLAR
lubunu somut çağrışımlara açık üsluplardan daha üstün saydığı için, bu üsluba “süprema-tizm” adını
verdi. Rusya'da bu düşünsel sanat kavramı 1917 Ekim Devrimi'nden sonra sorgulanmaya başladı.
Vladimir Tatlin ve Aleksan-4 der Rodschenko gibi sanatçılar kendilerini daha çok yeni sosyalist
toplumun inşasına üretken biçimde katılmak isteyen sanat mühendisleri olarak gördüler. Farklı sanat
dallarında çalıştılar; sanayi tekniklerinden ve malzemelerinden ilham aldılar; konstrüksiyon sürecini
sanatlarının ana teması haline getirdiler.
Tatlin’in farklı malzemelerden monte ettiği “Denge Ağırlıkları”, ayrıca Macar Lâszio Moholy-
Nagy'nin hareketli “Işık-uzay Modülatörleri” heykel kavramına yeni bir tanım getirdi. Ne var ki, Sovyet
diktatörü Stalin 1934’te Sovyetler Birliği’nde bütün avant-garde sanat akımlarını yasaklayarak, “sosyalist
gerçekçilik” (s. 389) anlayışını dayattı.
“De Stijl”
HollandalI Theo van Doesburg ve Piet Mondrian büyük ölçüde Maleviç’e yakın bir yaklaşımla, resim
dilini sade çizgilere ve duru renklere indirgedi. Onların öncülüğünde bir grup HollandalI sanatçı 1917’de
“De Stijl” akımını başlattı. Grubun benimsediği “somut sanat” ibaresi, katı geometrik şekillerin
bir soyutlama sürecinden kaynaklanmadığını, sırf bağımsız dışavurum ileticileri olarak kullanıldığını
açıklığa kavuşturmaya yönelikti. Aslında,
Mondrian’ın tabloları incelendiği zaman, cetvel gibi düz çizgilerde ve pürüzsüz renk alanlarında bir
iç ritim ve dinamizm ayırt edilebilir, izleyici kesin biçimde adını koymaya ya da tarifini yapmaya gerek
duymaksızın bu canlılığın farkına varır.
Kandinsky’nirı “Kompozisyon VII" (1913) tablosundaki biçimler ve renkler bir duygusal “iç ses"
uyandırmaya yöneliktir.
hem sanat, hem de sanayi dünyasının biçimlerini barındıran Bau-haus adlı sanat akımını başlattı.
20. YÜZYILIN en yaratıcı ve en yenilikçi sanatçılarından biriydi; ressam, çizer, grafik baskıcı ve
heykeltıraş olarak verdiği eserlerin yanısıra seramik parçalar da yarattı.
KÜBİZMİN (s. 386) kurucularından biri ve kolajın (s. 387) mucidi olarak kabul edilir.
Pablo Picasso
VVassily Kandinsky (s. 387) gözle ayırt edilebilir konuları resmetmekten daha önce vazgeçmişti. Bununla
birlikte resimlerinde yoruma elveren hareket ve formlar vardır. Kazimir Maleviç’in “Siyah
Kare” tablosunda ise beyaz bir zemin üstündeki siyah bir kare dışında hiçbir şey görülmez.
Maleviç zaman ve mekâna dair felsefi düşünceleri birçok çeşitlemeyle tekrarladığı bu köklü biçimde
basit formları biraraya getirdi. Ona göre, basit ve temel geometrik şekiller katışıksız duyumsamayı
kusursuzca dışa vurmaktaydı. Kendi üs-
MODERN SANATLA birlikte anılan isimlerin başında Pablo Picasso gelir. Mavi ve Pembe
dönemlerinde figürlü resimler yaptı. “Avignon’lu Kızlar" (1917) tablosuyla yeni bir sanat dünyasına
girdi. Çıplak kızları parçalı biçimde betimlemesi izleyicileri şoka uğrattı; çünkü insanlar resim figürlerini
böyle görmeye alışkın değildi. Bu resim modern sanatın soyut anlayışa zemin hazırlayan kilit eseri sayılır.
Picasso 1920’lerin başlarındaki kübist bir evrenin ardınsan, klasik esinli bir gerçekçiliğe döndü ve ayrıca
kısa bir süre sürrealistlere katıldı.
“Aviğnon’lu Kızlar” (Pablo Picasso’nun tablosu, 1906)
Piet Mondrian tuvalini bir köşesi yukarıya gelecek şekilde yerleştirmekle, resmine nesnel bir karakter
vermişti (“Tablo No. IV", 1924-1925).
Guernica’nın yıkımı üzerine duyduğu nefret dolu tepkiyi ifade etti. Kompozisyon faşizme ve genel
anlamda savaşa karşı açık bir kınamadır. Sonraki üslubunun unsurları burada açıkça görülür: Resim
çizilmiş gibidir ve sahne birçok düz yüzeye ayrılmıştır. Picasso çok ileri yaşlara kadar resim
yapmaya devam etti.
“Guernica, ” 1937
Gerçeküstücüler eserlerinde ruhun gizli köşelerini yokladı. Bazı sanatçılar ise nesneleri gerçekçi
yaklaşımla yeniden betimleme ve günlük yaşama odaklanma arayışına yöneldi.
Farklı sanatçılar yeni gerçeklik anlayışlarını aradı. Bir bölümü önceki sanat üsluplarına yöneldi ya
da psikoloji gibi yeni bilimsel alanlardan yararlandı.
Sürrealizm
Dadaistler (s. 387) gibi, sürrealistler de acayip, mantıksız ve absürt şeyleri gözler önüne serdi.
Ancak bunu burjuva sanat anlayışını sorgulamak için değil, ama bilincin daha derinliklerine ulaşmak için
yaptı.
Sosyalist Gerçekçilik
SSCB’de 1989'a kadar tepeden belirlenmiş üslup olan “sosyalist gerçekçilik” akımına A bağlı ressamlar
günde-Y lik yaşamı konu alırken, propaganda amacıyla açık seçik idealleştirilmiş biçimlere
başvurdu. Rusya’da 1920'lerde varlığını sürdüren modern sanat formları 1930’larda bir yana bırakıldı;
tarz ve icra bakımından 19. yüzyılın modernlik öncesi sanatını
Sosyalist gerçekçi anlayışla çalışmayı yüceleştiren “Dokuma işçileri" (Alexander Deineka 'nın tablosu,
1927).
Dali’nin anlaşılması güç alametlerle ve imalarla dolu hayalleri günışığına sürüklenmiş rüya görüntülerine
benzer. Belçikalı Rene Magritte’in resim dünyası daha az boğucu olmakla birlikte, aynı ölçüde kafa
karıştırıcıdır. Flayatın gerçekliği ile tabloların gerçekliği arasındaki farklılığın izleyici tarafından
görülmesi için, gündelik nesneleri gerçeküstü bir kisveye büründürür.
Buna karşılık,
Joan Mirö’nun soyut figürleri hem neşeli, hem de oyunbazdır, ince, canlı çizgileri ve dans eden renk
lekeleri hayal gücünü kanatlandırır.
Benzer bir hafiflik Alexander Calder’in mo-bil heykellerinde de görülür. Bunlar en ufak esintiye tepki
verir ve rastgele biçim değiştirir. Rastlantısal ve kendiliğinden biçim sürrealistler açısından belirleyici
bir ağırlığa sahipti. Bu yoldan bilinçdışı güçlere özellikle yakınlaşmayı umuyorlardı.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok sanatçı esrik ekspresyonizme (s. 387) karşı çıktı ve soyutlamaya
elle tutulur nesneleri betimlemeyle manevi değer kazandırdı. Böylece bazı erkek ve kadın ressamlar “yeni
nesnellik” anlayışına ve dönemin gündelik yaşamına yöneldi. Örneğin, eleştirel bir yaklaşım izleyen Otto
Dix ve George Grosz, eğlencelerinin yanı sıra sosyal sefaletiyle Berlin'in ışıltılı kent yaşamını yansıttı.
Aynı dönemde ABD’deki bazı sanatçılar da gerçekliği odak aldı ve sahici olduğu kadar eleştirel
bir yaklaşımla işledi. Grant Wood kır insanlarını stilize portrelerle resmederken, Edvvard Flopper sakin
resimlerde modern kent insanlarının yalnızlığını betimledi.
Fotoğrafçılık ortaya çıktığı 19. yüzyıldan itibaren resim sanatıyla yarışa girdi, ilk fotoğrafçılar çektikleri
resimlere “boyanmış” izlenimi vermeye çalıştılar. Ama 20. yüzyıl başlarındaki fotoğrafçıların belgesel
çekimleri, detay incelemeleri ve portreleri sonucunda özgün bir sanatsal üslup gelişti.
Fotoğrafçılık Bauhaus, yeni nesnellik ve gerçeküstücülük akımları içinde bağımsız bir sanatsal mecra
konumunu kazandı. Böylece sanat tarihinde artık tartışmasız bir yer edindi.
örnek alan geleneksel bir üslup benimsendi. Sosyalist gerçekçilik bütün komünist ülkelerde birleştirici
sanat anlayışı haline geldi. Çin Halk Cumhuriyeti’nde de sanatsal yaratım konusunda bir süre benzer bir
yaklaşım dayatıldı.
GÖRSEL SANATLAR
Jackson Pollock’ın “aksiyon tabloları”ndan biri olan “7A Sayılı Resim" (1948).
üUKbtL bANAl LAK
POP SANAT BİR DEVRİM YA RATTI. Tüketim maddelerini ve sıradan resim motiflerini sanat eseri
konumuna yükseltti.
SANATÇILAR ÇOK SAYIDA KOPYAya da serigraü baskısı yaparak, bir eserin tek olduğunda değer
taşıdığı fikrine karşı mücadele başlattı.
SANATSAL BİR ÜSLUPyaratan Andy Warhol pop sanatın en parlak yıldızı oldu.
SOYUT SANATA karşı tasarlanmış bir girişim olarak doğan pop sanatla somut nesnelerin resmedilmesi
yeniden gündeme geldi. Pop sanatın yaratıcıları tüketimden eğlence sektörüne herkesin aşina olduğu bir
resimsel dil kullandı.
GÜNLÜK YAŞAMA dair sıradan motiflere yönelen Andy Warhol, Tom VVesselman, David Hamilton,
Roy Lichtenstein ve Claes Oldenburg resimler, nesneler ya da tesisatlardan aldıkları örnekleri büyüterek,
tekrarlayarak ya da taslaklaştırarak yabancı ve tuhaf görünmelerini sağladılar. Lichtenstein çizgi
romanların özel estetiğini farketmemiz için büyütme tekniğine başvurdu. Sanatın ve sıradan şeylerin iç
içe geçmesiyle, yüksek kültür ve pop kültür arasındaki sınır bulanıklaştı.
Roy Lichtenstein çizgi roman sahnelerini aslına bağlı kalarak büyük ölçekli tuvallere aktardı (“Whaam(",
1963).
II. Dünya Savaşı'ndan sonra sanat dünyasına tamamen soyut sanat egemen oldu. Ancak 1960’larda pop sanatın yanısıra yeni
sanat piyasaları sanat kavramını genişletti.
Soğuk Savaş’ın dünyayı iki ideolojik kampa bölmesi sanatı da etkiledi. Doğu Bloku’nun gerçekçi sanat
anlayışının aksine, Batı dünyasındaki sanatçılar ekspresyonist ve sürrealist üsluplar doğrultusunda serbest
ve çağrışıma dayalı resimler yarattılar.
Sanat dünyasında artık bir önderlik rolü üstlenen ABD'de yeni sanat üslubuna “soyut ekspresyonizm” adı
verildi. Bu üslup VVİllem de Kooning'in hâlâ
(1959) gibi “kom-j bine tablo "larında j kolaj ve resmi bir : arada kullandı.
landırıcı koyu renk tonlarına dayalı kompozisyonlarından Jackson Pollock’ın filigran desenli çizgi
ağlarına kadar uzanmaktaydı.
iki sanatçı da kendi üslubunda klasik kompozisyon kurallarına uymadığı gibi, belirli ve somut bir mesaj
verme amacı da gütmez, izleyiciyi resme anlam vermeye, kendi düşünce ve duygularını yüklemeye zorlar.
Bu “anlamlı izle-me” gözlemciye tamamen yeni bir rol biçmekle birlikte, modern sanatın
“anlaşılması zor” bir şey olduğu izleniminin oluşmasına da yol açtı.
Pollock “aksiyon tablolarında bir adım daha ileriye gitti. Geleneksel tarzda boya sürmek yerine, renkleri
yerde duran tuvalin üstüne savurma, püskürtme ya da damlatma yoluna gitti. Kendi deyişiyle "akıtma”
yönteminin bıraktığı boya izleri hiç kuşkusuz son derece soyuttu. Ama yaratım sürecini geriye doğru
izlemeyi mümkün kıldığı için, kendi tarzında bir gerçeklik kesiti de sunmaktaydı.
Gerçekliğe Dönüş
Robert Rauschenberg gerçeklikle bağlantıyı sağlayacak bir araç bulmaya çalıştı. Dadaistleri (s.
387) izleyerek, gündelik nesneleri çalış-mala-rına kattı. “Kombine tablo” adını verdiği resimleri, üç
boyutlu çeşitli nesneleri gevşekçe bütünleştirdi. Gündelik malzemeleri kendiliğinden, ama duyguları açığa
vurucu bir tarzda kullanması, Rauschenberg'i 1960'larda tamamen yeni bir gerçekçiliği gündeme getiren
pop sanatın öncülerinden biri haline getirdi.
Daha önceki dadaistler gibi, Yves Klein’in çevresinde toplanan “yeni gerçekçiler”, “Fluxus”
akımına bağlı sanatçılar, ayrıca tek başına hareket eden Joseph Beuys ve Allan Kaprovv gibi
sanatçılar 1960’lardaki “oluşunY’larla geleneksel sanat kavramlarına karşı bir devrime girişti.
Oluşumların esası birkaç sanatçının bazen izleyicileri de katarak, sanatı ya da toplumu eleştiren kışkırtıcı
bir eylem yürüt-mesiydi. Bunun yerini 1970’lerde bir sanatçının deneysel yaklaşımla dramatik sahneleri
canlandırdığı “performans”lar aldı.
yukarıda: Sanatçı Christo ve Jeanne-Claude’un 1995’te Almanya Parlamento Binası’m örtüyle sarma gibi
projeleri aksiyon sanatı geleneğine girer.
VVİllem de Kooning dinamik fırça vuruşlarıyla ve ışık saçan renklerle resimler yaptı (“Kadın II", 1952).
Cindy Sherman fotoğraflarında doğrudan sahneye girer; 1989’da Martha VVashing-ton kılığına gjrmesi
bunun bir örneğidir.
GÜNÜMÜZDE SANAT
Son yıllarda çok çeşitli sanat üslupları ve teknikleri ortaya çıkmış bulunuyor. Günümüz sanatçıları üslup,
malzeme ve tema açısından hiçbir sınır tanımıyor.
“Kim Korkar Kırmızı, Sarı ve Maviden IV" (Barnett Newman'm tablosu, 1969/1970)
Üç video projektörü ve altı monitör şarkıcı Rinde Eckert'i gösteriyor: “Antro/ Sosyo. Rinde Dönüşü"
(Bruce Nauman’ın kurulumu, 1992/1993).
aşağıda: Frank Stella'nın “Ktesiphon iII "ünde (1968) tek amaç renkli alanları bir düzene koymaktır.
Sanatı neyin oluşturduğuna dair anlayışın pop sanat, yeni-dadaist aksiyon sanatı ve katışıksız
estetik olguların yoğun analizi aracılığıyla gelişmesi, şimdiki zengin sanat formları ve üsluplarının
çeşitliliğini getirdi.
1950'lerin sonlarında bazı sanatçılar soyut ekspresyonizme (s. 390) karşı bir akım olarak “ressam
soyutlamasının ötesi" denen bir üslubu geliştirdi. Yeni akımlardan biri klasik konstrüktivizm ve “De
Stijl" (s. 388) akımlarından etkilenen “renkli alan resmi”ydi. Barnett Nevvman ve Ad Reinhardt’ın
temsil ettiği bu anlayışa bağlı sanatçılar saf rengin dışavurum gücüne odaklandı. Nevvman’ın anıtsal
tabloları, izleyenlerin sonu gelmez bir renk alanına dalmasına olanak verdi.
Öte yandan, “sert kenarlı resim” üslubunu uygulayan sanatçılar keskin hatlarla ayırdıkları ve daha yüksek
anlam biçmedikleri renk alanları yarattılar. Onlara göre, renkli bir yüzey düpedüz bundan ibaretti.
Frank Stella bu bakışı vurgulamak amacıyla tuvallerini resimlerinin biçimine uydurdu ve böylece renkli
yüzeylere nesnel bir varoluş kazandırdı.
Minimal Kavramlar
Özellikle heykelcilikte uygulanan minimal üslup da bir sanat eserinin mutlaka gizli anlam taşıması
gerektiği fikrini bir kenara itti. Donald Judd’ın basit geometrik unsurları biraraya getirdiği eserlerde,
izleyici aradaki boş alanları, yani hiçliği resmin bir parçası olarak algılar.
Bu noktadan kavramsal sanata geçiş için küçük bir adım yeter-liydi. Bir çalışmaya düzenli
biçim vermekten kaçınan ve daha çok dayandığı “fikri” öne çıkaran kavramsal sanatta, izleyicinin
taslaklara, notlara ve benzer unsurlara bakarak son hali zihninde kurması beklenir.
1970'lerde kavramsal sanatın, performans sanatının, ayrıca öncülüğünü “Fluxus” akımı (s.
390) sanatçılarından Nam June Paik’in yaptığı fotoğraf ve video sanatının başarılı bir çıkış
yapmasıyla birlikte resim sanatı eski ağırlığını kaybetti.
Günümüzde en önemli sanatsal araç kurulum sanatı, yani farklı nesnelerin belirli bir mekânda bir araya
getirilmesidir. Bunlar doğal malzemeleri de kapsayan gündelik eşyalardan (Joseph Beuys’un ve arte
povera akımının yaklaşımı), renkli ışıklardan ya da video sekanslarından (Bruce Nauman’ın yaklaşımı)
oluşabilir. Resimsiz sanat biçimini uygulayanla yeni gözlemleme, duyumsama ve düşünme tarzlarını
uyarmaya dönük deneyimler için bir mekân yaratmayı amaçlar.
Bununla birlikte, resim tamamen ortadan kalkmadı ve fotoger-çekçilikle yeniden yüksek bir noktaya ulaştı.
Gerhard Richterve Francis Bacon gibi sanatçılar resim karşıtı akımların hiçbirine kapılmadı. Richter
bulanıklık efektleriyle fotoğraf modellerinin garip görünmesini sağlar ve
21. YÜZYIL
P0STM0DERN ÇAĞDA bir eseri kesin olarak belirli bir üslupla nitelendirmek artık mümkün değildir.
Bugünün sanatçıları yaratıcılık eğilimleri doğrultusunda zengin bir sanat mirasından ve karma mecra
kategorileri, üslupları ve tekniklerinden yararlanıyor. Hangi sanatın geçerlilik kazanacağını
dünya genelindeki sanat piyasası belirliyor.
Fotoğrafçı Cindy Sherman da resimler ve klişelerin gerçekliği gösterip gösteremeyeceği sorusu üzerinde
durur, otoportrelerinde kadınların rollerini canlandırarak, geleneksel erkek egemen sanatta kadın imgesini
anlamlı bir tavırla sorgular.
GÖRSEL SANATLAR
Donald Judd’ın 1990 tarihli bu çalışmasında raflar arasındaki boşluk bile eserin ayrılmaz bir parçasını
oluşturuyor.
Monografik Kutular
Mezopotamya, s. 395 Akropol ve Parthenon, s. 396 St, Sernin, s. 400 Brunelleschi ve Kubbe, s.
402 VValter Gropius ve Bauhaus, s. 409
Analitik Kutular
Yunan Sütun Düzenleri, s. 396 Roma Kemeri, s. 397 Amiens Katedrali, s. 401 Egzotizm ve Eklektizm, s.
407 Uluslararası Sergi, s. 408 Postmodern Mimari, s. 410
MİMARI
İnsanların kötü hava koşullarına karşı ilk basit barınakları kurmak üzere doğal malzemeleri kullanması ve
böylece yaşamaya elverişli yapılar tasarlaması, Homo sapiens’m yeryüzüne yayılmasından
önceye dayanır. Daha karmaşık toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte, yeni malzemeler ve inşaat
teknikleri bulunup geliştirildi; bu da yeni formların ve yapıların doğmasını sağladı. Roma kemerleri,
Gotik kemerler, beton ve diğer bütün yapı unsurları çevremizde gördüğümüz dünyayı düzenleme
tarzımıza büyük etkide bulundu. Farklı kültürlerin ve dönemlerin siyasetleri, felsefeleri ve sanatsal
üsluplarıyla birlikte malzemeye yönelik bu unsurlar, gittikçe insan merkezli hale gelen gezegenimizin
yüzeyinde insanlığın zamana ve mekâna damga vurmak üzere geride bıraktığı anıtların çeşitliliğine dayalı
bir dünya yarattı.
KÖKLER
Antik kültürlere dair bilgileri, büyük ölçüde, mimari kalıntıların incelenmesiyle elde edilmiştir. Ta-
rihöncesinin taş anıtları binlerce yıl önce yaşayan insan topluluklarının bugünkünden çok daha basit
aletlerle çarpıcı mühendislik başarılarına ulaşma yeteneğinin kanıtıdır. Çiftçiliğin ve kent esaslı
kültürlerin gelişmesi, mimari projelerin ölçeğini Mısır piramitleri gibi muazzam yapıların
inşa edilebildiği bir düzeye çıkardı.
MÖ 10000 dolaylarındaki iklim değişiklikleri sonucu yeni bir küresel ortamın oluşmasıyla, yeryüzünün belli kesimlerinde tarım
yapılmaya ve yoğun yerleşmelerde yaşanmaya başlandı.
MİMARİ
Fransa’nın Nice kentine yakın Terra Amata'daki kazılar Paleolitik barınak kalıntılarını ortaya çıkarmıştır.
En eski insan konutları genelde onları kullanan avcı-toplayıcı halkların göçebe yaşam tarzını yansıtan
bir yapıyla geçici ve seyyardı. Hayvan postu, kemik, tahta, kil ve çamur gibi kolay taşınabilir şeyler ana
yapı malzemeleriydi. Bu yapılardan günümüze ulaşan çok az kalıntı vardır. Japonya’nın Çiçibu
yöresinde saptanan ve 500 bin yıl kadar önce Homo erectus tarafından inşa edildiği sanılan en eski
barınaklarda, bir volkanik kül katmanına kazılan direk çukurları bulunmuştur. Fransa’nın Terra Amata
yöresinde ortaya çıkarılan ve taş sıralarıyla desteklenmiş direklerden yapıldığı anlaşılan barınaklar ise
400 bin yıl önceden kalmadır.
Avcı-Toplayıcı Mimarisi
Yakın döneme kadar sadece yerleşik ve tarımcı toplulukların büyük anıtlar dikme kapasitesine sahip
olduğu sanılıyordu. Türkiye’deki Göbekli Tepe sit alanındaki son buluşlar bu görüşü değiştirmiş
bulunuyor. Buranın MÖ 9000’lerden kalma yekpare taş tapınakları ancak avcı-toplayıcı topluluklarca inşa
edilmiş olabilir; çünkü o sırada dünyanın hiçbir yerinde tarım henüz gelişmemişti. Yapı T biçimli yekpare
kireçtaşı sütunlardan oluşur; hayvan desenlerinin oyulduğu sütunların yüksekliği 7 m’yi, ağırlığı ise 50
tonu bulur. Göbekli Tepe avcı-toplayıcıların büyük, karmaşık ve kalıcı yapılar inşa edebildiğini gösteren
ilk yerdir. Yapının dini tören için mi, yoksa bilimsel çalışma için mi kurulduğu sorusu açıklığa
kavuşturulabilmiş değildir.
Çatalhöyük
Neolitik dönemdeki (MÖ 8000-3000) iklim değişimi çiftçiliğin gelişmesine ve yayılmasına olanak verdi.
Böylece ortaya çıkan yerleşik toplumlar tahta, saz, harç, tuğla ve taştan, daha kalıcı evler inşa etmeye
başladı. Çatalhöyük bilinen en eski ve en geniş Neolitik yerleşmelerden biridir. MÖ 7000 dolaylarında
yaklaşık 8.000 kişinin yaşadığı yerleşmede sokaklar yoktu; sakinler kerpiç evlerine yol gibi kullanılan
damlardaki deliklerden girmekteydi. Kamu binalarının hiçbir izine rastlanmazken, evlerin iç ve dış
duvarlarında canlı resimler bulunmuştur.
Anadolu'daki Çatalhöyük yerleşmesinin (MÖ 8000-6500) doruk noktasındayken 10 bin kadar insanı
barındırdığı sanılmaktadır.
KÖKLER 395
İlk yerleşmeler MÖ 6. blnyıla doğru su dağıtım sistemlerine kavuştu. MÖ 3. binyıla doğru yollar, çok katlı binalar ve
kanalizasyon sistemleri inşa edildi.
BABİL KULESİ'YLE ilgiii Incil’deki hikayenin Babillilerce inşa edilen zigguratlara dayandığı
sanılmaktadır.
ilk uygarlıklar genellikle sulamaya dayalı çiftçiliğin gelişmesiyle ortaya çıktı. Bu koşullarda
şekillenen merkezi yapılı ve yerleşik halkların, sulama sistemlerini kurup bakımlı tutma işini ve diğer
büyük inşaat projelerini basitleştirmeye olanak veren bir toplumsal örgütlenmesi vardı.
Eski Mısır
Nil taşkın ovasında kurulan Eski Mısır kentlerinin çoğu, kerpiç yapılarından dolayı çoktan yokolmuş-tur.
Günümüze ulaşan tek tük kalıntılar taş sütunlarla ve atkılarla
21. YÜZYIL
ÇATALHÖYÜK, GÖBEKLİ TEPE ve diğer antik yerleşmelerde atalarımızın nasıl yaşadığını öğrenmek
üzere sürekli gelişen tekniklerle kazı çalışmalan sürdürülüyor.
GÜNÜMÜZÜN SAAT DİLİMLEME sisteminde 12’nin katlarının kullanılması Sümerlerden kalma bir
uygulamadır. PERU'DAKİ SON KAZILAR Caral Supe uygarlığının Eski Mısırlılarla aynı tarihlerde
piramitler inşa ettiğini gösteriyor.
inşa edilmiş ya da kaya yüzeylerine ve piramitlere oyulmuş tapınakların çeşitli üsluplarını gösterir.
Firavunların heybetli mezarları olan piramitler daha mütevazı masta-balardan, yani yeraltı defin
bölmelerinin üzerinde kurulan dikdörtgen yapılardan doğdu. Boyutları gittikçe küçülen ardışık
mastabaların inşası MÖ 2700 dolaylarında ilk basamaklı piramidin ortaya çıkışını getirdi, ilk kez
MÖ 2600'de inşa edilen düz yüzeyli piramitlerin en görkemlisi Gize’deki Büyük Piramit’tir.
İndus Vadisi
Kalıntıları 19. yüzyılda ortaya çıkarılan indus Vadisi uygarlığı (MÖ 3300-1700) o dönem açısından
hayret verici bir mimari gelişkinlik düzeyini gösterir. Sokaklar düzgün bir ağ planına göre düzenlenmişti
ve dikdörtgen binaların hepsinde atık su ile temiz suyun ayrı kalmasını sağlayan bir lağım sistemi vardı,
indus Vadisi uygarlığı sakinleri ayrıca dünyada kemer yapısını kullanan ilk halklar arasındaydı.
Yunanistan ve Girit
Girit bilinen en eski Avrupa uygarlığının beşiğidir. Minos adıyla bilinen bu uygarlık MÖ 2000'e doğru
döşenmiş yollara sahip yerleşmeler ve gösterişli saraylar kurdu. Çok katlı bir yapı olan ve binden fazla
odayı barındıran Knos-sos Sarayı’nda (MÖ 1500) birsu-kemeriyle beslenen su tesisatının yanısıra sağlık
ve kanalizasyon sistemleri vardı.
Minos mimarisinin ayırıcı bir özelliği kaide kısmı dar olan ve yükseklikle birlikte çapı genişleyen sütun
düzenidir. Bunun sebebi ilk başta sütun olarak kullanılan servi ağacı gövdelerinin yeniden filizlenmeyi
önlemek için baş aşağı dikil-mesiydi. Taş sütun kullanmaya geçişten sonra da aynı estetik sürdürüldü.
Minos halkının çağdaşı olan ve Yunan anakarasında
yaşayan Mikenlilerin mimari üslubunu belirleyen özellikler masif kireçtaşı yapılar ve surlarla
çevrili yerleşmelerdi.
MİMARI
Mezopotamya
MEZOPOTAMYA'NIN MİMARİ TARİHİ MÖ 4000'de Sümerlerle başladı. Bölgenin daha sonra Asur ve
Babil yönetimine girmesine karşın, çeşitli Mezopotamya uygarlıkları mimari bakımdan yüksek düzeyde
bir süreklilik gösterdi.
EN ÖZGÜN YAPI olan zigguratlar esas olarak kerpiçten yapılmış ve hava etkilerinden korumak için dış
cephesi ateş tuğlasıyla örülmüş basamaklı piramitlerdi. Böyle yapılar Mısır’da olduğu gibi mezar olarak
değil, sadece rahiplerin girebildiği tapınaklar olarak kullanılırdı. Kentlerdeki evler kerpiçten inşa
edilirdi; kerpicin aşınmaya karşı dayanaksız olması nedeniyle binalar sıklıkla onarım gerektirirdi. Yeni
yapıları eski yıkıntılar üzerinde kurma alışkanlığına bağlı olarak, yerleşmelerin zemin düzeyi yavaş yavaş
yükselirdi. Kentlerin yapay tepelerde kurulmuş gibi görünmesi bu durumun sonucudur.
Fırat kıyısında kurulan ve surlarla çevrili olan Babil kenti, Babil imparatorluğunun başkentiydi.
MİMARI
KİLİT BİLGİLER
ROMA MİMARİSİ taş, tuğla ve betondan yapılan kemerlerin ve tonozların kullanılmasına dayalıydı.
SÜTUN KARNI, düz çizgilere ve yüzeylere hafif dışbükey bir biçim vererek yapıda, derinlik
algılamasından kaynaklanan daralma yanılsamasını ortadan kaldırmayı sağlayan bir tekniktir.
Eski Yunan ve Helenistik dönem mimarisi (MÖ y. 800 - MÖ 146) \ Roma imparatorluk mimarisi (MÖ y.
300 - MS 300)
KLASİK MİMARİ
Antik Yunan mimarisinin ağırlıklı konusu tapınak ve tiyatro gibi dini ve kamusal binalardı. Roma
mimarisi Yunan geleneklerini sürdürmekle birlikte, buna kemer ve beton kullanımı gibi önemli yenilikler
kattı. Bizans, Frank ve Rönesans gibi sonraki mimari üsluplar klasik mimarinin temelleri üstünde gelişti.
Modern mimari de Antik Çağ’ın üsluplarını ve buluşlarını bir referans noktası olarak kullanmaya devam
ediyor.
Eski Yunan tapınakları ve tiyatroları Batı dünyası için mimari arketipler haline gelmiştir.
Minosve Miken uygarlıklarının ardından, MÖ 800 dolaylarında, ortak mitlere, kültlere ve şenliklere
dayalı bir Yunan kimliği ortaya çıktı.
En görkemli Yunan mimari yapıları tapınaklar ve tiyatrolardı. Tapınaklar, dikme ve kirişlerle inşaa edilen
sütunların üzerine oturtulmuş alçak çatılı ve kapalı dikdörtgen şekilli yapılardı. Tiyatrolar ise dairesel bir
çukur alana inşa edilmiş basamaklı oturma sıraları biçimindeydi. Yunan mimarisinin başka bölgelerden
ve çağlardan miras aldığı birçok unsur vardı. Dor stili sütunlar önce Yunan anakarasında ortaya çıktı ve
önce
AKROPOL Yunanca’da “yukarı kent" anlamına gelir. PARTHENON Athena'nm anısına Atina
akropolünde inşa edilen ve Perikles döneminde restore edilen bir tapınaktır.
ORTA BÖLÜMÜ OsmanlI cephaneliği olarak kullanıldığı sırada 1687'de çarpan bir Venedik güllesiyle
Parthenon büyük hasar görmüştür. Akropoldeki Erekhtheion tapınağında üç boyutlu heykeller birer s ütün
işlevi görür.
Akropol ve Parthenon
PARTHENON Atina akropolünde Persler tarafından yıkılmış olan eski birtapınağın yerine MÖ 447-
436’da inşa edildi. Yunan tapınakları önceleri ahşap sütunlarla çevrili olan ve hava etkilerinden
beşikçatıyla, tuğla bir selladan (iç bölme) oluşurdu. Zamanla tapınakların inşasında daha dayanıklı
kireçtaşı kullanılmaya başlandı. Alışılmış altı sütunlu Yunan tapınak mimarisinden oldukça farklı bir
yapı taşıyan Parthenon, büyük ölçüde mermerden yapılmıştır ve ön cephesinde sekiz sütun yer alır.
Hatlarının haŞf dışbükey olması, aslında daha düz görünmesini sağlayan sütun karnı tekniğinden
kaynaklanır.
Miken tarzı başlığı, Yunanlıların MÖ 7. yüzyıldan beri ilişkili olduğu Mısır'a özgü üslupla yukarıya
doğru incelen sütun gövdesiyle bir araya getirdi. Zamanla Dor sütun düzeninin yerini Anadolu kökenli ion
sütun düzeni aldı, ilk örneği Apollo Epikurios tapınağında görülen Ko-rent sütun düzeni ion tarzına
dayanır, ama özenle işlenmiş çiçekli bir başlığı vardır. Bu üslup daha sonraları Romalılarda çok popüler
oldu.
Helenistik Mimari
venler popüler bir motif haline geldi, daha önce mütevazı olan Yunan evleri saray ölçeğine ulaştı ve sütun
dizili sokaklar varlıklı yurttaşların heykelleriyle süslendi. Bazı kesimlere göre bu
gelişmeler imparatorluğun aşırılıklarını ve Batı dünyasının mimari önceli sayılan daha önceki Yunan
mimarisinin ölçülü yalınlığından kopmayı gösteren bir çöküşün belirtisiydi.
ROMA MİMARİSİ
Romalılar mimaride büyük miktarda beton kullanımına, ayrıca kemer, tonoz ve kubbe uygulamalarına öncülük etti. Roma üslubu
büyük ölçüde Yunan mirasına dayalıydı.
Roma Kemeri
YARIM DAİRE biçimli Roma kemer düzeni büyük mesafelerin sukemeri ve viyadük gibi yapılarla
rahatça aşılmasına olanak verdi.
KEMER KALIBI KURMA tekniğinin uygulandığı Roma kemerlerinin yapımında, yarım daire biçimli bir
ahşap çerçeve kullanılırdı ve bu çerçeve üst kısmın ortasına denk gelen kilit taşın yerleştirilmesiyle inşaat
bittiğinde sökülürdü.
ortaya çıkan yan tarafların dışarıya doğru bel vermesine yol açar. Bu nedenle ilk kemerler ve tonozlar
yeraltında inşa edildi. Romalılar bu yatay kuvvetleri dengelemek için kemerleri ayaklarla desteklediler.
Roma uygarlığı İtalya’nın kuzey kesiminde doğdu. Romalılar bu bölgeye daha önce egemen olan
Etrüskler-den kemer, tonoz ve kubbe yapılarını devraldı. İtalya’da kolonileri bulunan ve toprakları MÖ
146’da Roma imparatorluğu’na bağlanan Yunanlar da Roma mimarisini önemli ölçüde etkiledi.
Gelenek ve Yenilik
Roma mimarisine klasik Yunan katkısı büyüktü; ama Yunan unsurları daha çok bezemede ve
cephelerde kullanıldı. Roma binalarının yapısı
Yunan kolon ve kiriş mimarisinden ziyade, kemerler ile tuğla ve beton duvarlar üzerine kuruluydu.
Tonozlar ve kubbeler Romalıların ara destekler kullanmaya gerek kalmaksızın daha geniş alanları
örtmesine olanak verdi. Bunu sağlayan en önemli gelişme, kireç, dolgu taş, su ve volkanik külden yapılan
betonun karışımında uygulanan Roma yenilikleriydi. Roma'daki Pantheon'un kubbe açıklığı Rönesans’a
kadar aşılamadı.
Gücün Dışavurumu
Roma yerleşmeleri ku-zey-güney ve doğu-batı eksenli iki ana yol çevresindeki bir ızgara düzenine göre
planlanırdı. Bugünkü kent meydanlarının ilk biçimlerinden biri olan ve Yunan agorasından doğan
forum, bu iki yolun kesişim noktasındaydı ve bazilika (adalet ve ticaret sarayları), tapınaklar ve zafer
kemerleri gibi kamu binalarıyla çevriliydi. Roma mimarisi aslında Roma gücünün ürünü ve onun
dışavurumuydu. Devlet doğal yapı malzemeleri üzerinde bir tekele sahipti; tuğlalar devlete ait tuğla
atölyelerinde üretilirdi ve sivil binaların inşaatlarını ordu üstlenirdi, imparatorluğu saran yollar ve köp-
21. YÜZYIL
rüler mal, bilgi ve askerlerin hızlı ulaşımına olanak verdi -bunların hepsi geniş Roma topraklarını
yönetmek için gerekliydi. Roma yurttaşlarının zenginliği bahçeler, teraslar ve sıra sütunlu hollerin
yer aldığı Roma villalarında somut ifadesini buldu. Kalabalık kentlerde ise yüksek binalar kurmak için
seri inşaat teknikleri kullanıldı.
Çöküş
Roma gücünün büyümesi gittikçe artan mimari ihtişama yansıdı. Ama MS 3. yüzyılda artan dış tehditlerle
ve devlet mâliyesindeki
Sukemerleri
Romalılar sukemeri inşasının öncüsü olmamakla birlikte, bunu emsali görülmemiş bir ölçeğe çıkardılar.
Başta Roma olmak üzere imparatorluğun çeşitli kent merkezlerindeki nüfus artışı, yerel su kaynaklarının
yetersiz kalmasını ve kolayca kirlenmesine neden oldu. Romalılar koca nehir vadilerini aşacak uzunlukta
sıra kemerler inşa ederek kent merkezlerine temiz su taşıma yoluna gitti. Kentlerin içinde ise aksamayacak
bir su akışını sağlamak ve suyun kirlenmesini önlemek amacıyla yüksek sukemerleri kullanıldı.
sattı. Kısa sürelerle birbirini izleyen imparatorların inşaat projeleri nadiren sonuca ulaşır hale geldi.
MİMARI
kilit bilgiler
İSLAM MİMARİSİ İslam'ın doğuşundan modern çağa kadar uzanan kesintisiz bir geleneğe dayanır.
YERLİ AMERİKAN kültürlerinin zengin ve ileri mimarisi, Amerika kıtalarının fethiyle birlikte
hızla çöktü.
SAHRA’NIN GÜNEYİNDE Ortaçağ’da çok sayıda büyük taş bina kom-pleksi inşa edilmişti.
Avrupa dışında yüzlerce kültür kendine özgü yapı tarzları geliştirdi. Üstelik bunlar Avrupa mimarisinin
büyük ölçüde kaynağı olan Yunan ve Roma üsluplarından çok önce vardı. Büyük Çin Seddi’nin yapımı
MÖ 5. yüzyılda başlamıştı. Amerika'nın yerli kültürlerinin köklü geçmişe dayanan çarpıcı mimari
gelenekleri AvrupalIların iki kıtayı fethine kadar gelişmeye devam etti.
© Güney Afrika'daki en geniş çaplı mimari örneklerden biri Büyük Zimbabve kentinin kalıntılarıdır.
MİMARI
İSLAM MİMARİSİ
Erken dönem İslam dünyası büyük çaplı mimariye gerek duymayan göçebe kabilelerden oluşmaktaydı.
Yayılma sürecinde çeşitli üslupları benimseyip kendine özgü bir mimari geliştirdi.
İslam’ın ilk yayılma evresinde çoğu kez daha eski dinler için inşa edilmiş binalar dosdoğru
camiye çevrildi; ama kısa bir süre sonra özgün camiler yapılmaya başlandı.
1 1 I,
i
i^ğsL
:ı
m rıCij \
Camisi (1610-1616)
(aşağıda: Hindistan’daki Tac Mahal (yapımı 1630-1653) cami tarzında l inşa edilmiş bir mozoledir.
.....
1 ''Ka
Arabesk
İnsan ve hayvan tasvirine getirilen yasak, İslam sanatının Avrupa’da-kinden çok farklı bir
yönde gelişmesine neden oldu. Arabesk terimi İslam sanatında başvurulan incelikli desenleri belirtmek
için kullanılır. Bunlar tekrarlamalı geometrik ve çiçekli formlara, ayıca Kuran ayetlerinin binaları
bezemede kullanılmasıyla birlikte son derece gelişkin bir sanat dalına dönüşen hat süslemelerine dayanır.
Muhammed’in Medine’deki evi camiler için örnek alındı. Bölgenin tipik evleri gibi, bu yapıda da hurma
ağacı gövdelerinden yapılmış sütunlar düz bir çatıyı ayakta tutmaktaydı. Böyle bir tasarıma
dayanan camiler “hipostil” olarak nitelendirilir. Bir caminin en önemli unsuru, namaz kılarken yüzün
çevrildiği kıbleyi, yani Mekke'nin bulunduğu yönü gösteren mihraptır. Mihrap duvarına paralel ya da
dikey uzanan kemerli sütun sıraları da namazda saf tutmaya yardımcı olur. Namaz bölmesinin dışında
abdest almak için bir çeşmenin ve ezan okunması için bir minarenin bulunduğu bir avlu yer alır.
İmparatorluk
İslam imparatorluğu 7. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla büyüdü ve İslam mimarisi
fethedilen topraklardaki birçok üslubu bünyesine kattı. Böylece Bizans, Roma, Iran ve Mısır üslupları
İslam mimari dağarcığının birer parçası haline geldi. Emevi hanedanlığının bir kolunun yönetimi altındaki
Müslüman ispanya, yani Endülüs, parlak bir İslam mimarisinin gelişmesine sahne oldu. Ispanya'daki son
Müslüman emirlerin ikametgâhı olan Elhamra (yapımı 1300 dolayları) sarkıt tonozlarla ve başka
dekoratif detaylarla konturları silikleşmiş yapıların yanısıra havuzların ve çeşmelerin bulunduğu geniş
bir kompleksti. Sonraki İslam imparatorlukları kendi özgün mimari üsluplarını ortaya koydu.
OsmanlIların Konstantinopolis’i ele geçirip başkent yapmasından sonra, BizanslIlar tarafından inşa
edilmiş olan Ayasofya bir camiye çevrildi. Bu yapı orta
kubbeli cami biçimindeki yeni bir üsluba ilham kaynağı oldu. Üçüncü önemli cami üslubu Perslerden
miras alınan eyvana dayanır. Tac Mahal’in ana girişinin birörne in oluşturduğu eyvan, tonozla örtülü ve
bir yanı açık bir mekândır.
S avunma
İslam mimarisi sadece dini değildi. İslam mimarları yığma topraktan masif kuleler gibi savunma
amaçlı yapılar ve imparatorluk sınırlarını korumaya surlu ve taç kapılı kentler de tasarladılar.
AFRİKA, ASYA VE KOLOMB ÖNCESİ AMERİKA MİMARİSİ
Avrupa kökenli mimarinin ağırlık kazanmasından önce, tüm yeryüzünde, yerel koşullara, mevcut yapı
malzemelerine, ibadet tarzına ve kültürel etki alanına bağlı olarak bir dizi özgün mimari üslup gelişti.
Burkina Faso'daki Bobo Dioulasso Camisi (yapımı 19. yüzyıl sonları) Afrika'nın Sahel bölgesine özgü
çamur mimarisinin bir örneğidir.
MS 1100'lerde yaptığı Et Castillo adlı piramidin Orta Meksika'daki örneklere birçok bakımdan
benzemesi bir kültürel alışverişe işaret eder.
Yeryüzünün her yanında toplumları kendilerine özgü çarpıcı mimari gelenekler geliştirmişlerdir.
Çin
Erken Çin tarihinden günümüze ulaşan kalıntıların çoğu taştan yapılmış anıt mezarlardır. Çin imparatorluk
mimarisi dünyanın en görkemli mimarileri arasında yer alır. Yaklaşık 2.400 km uzunluğundaki Büyük Çin
Şeddi uzaydan görülebilen bir yapıdır. İlk Çin imparatoru Quin Shi Huang’ın anıt mezarı küçük bir kent
boyutundadır. Geleneksel Çin evleri genellikle ahşaptan yapıldığı için depreme daha dayanıklı yapılardır.
Dikdörtgen plana dayanan bu evlerin kiremitli çatıları çıkmalardan ve kirişlerden oluşan bir sistemle
desteklenir. Belki de en iyi bilinen Çin yapı tipi, Budist Hindistan’dan alınma stupanın gelişmiş bir
biçimi olan pagodadır.
Afrika
Sahra’nın güneyindeki en geniş çaplı kalıntılar, 1100-1450 arasındaki bir tarihte inşa edilen ticaret kenti
Büyük Zimbabve'nin kalıntılarıdır. Bu sit alanındaki yapıların düzeni kazıklarla ya da çamurdan
duvarlarla çevrili geleneksel Afrika çiftliklerine dayanır. Ama ölçekleri daha büyüktür; harçsız
taşlarla örülmüş kalın duvarlarının yüksekliği 10 metreye kadar
Kuzey Amerika'da Missıssipi kültürlerinin höyükleri ve Güneybatı bölgesinin Pueblo halklarının hâlâ
oturduğu yerleşmeler dışında, günümüze ulaşan, Amerika yerlilerine ait çok az yapı vardır. Daha güneyde
ise durum farklıdır. Orta Amerika uygarlıklarının birçok ortak yapı tipine rastlanır. Bunların başında
törensel top oyunları için düzenlenmiş büyük sahalar ve tepesine dini amaçlarla kullanılan tapınakların
kondurulduğu basamaklı piramitler gelir. Yeni tapınakların çoğu kez eskiler üzerine inşa edilmesi
nedeniyle ortaya devasa piramitler çıkmıştır. Bunlardan biri olan Cholula Piramidi hacim
bakımından dünyadaki en büyük piramittir.
Güney Amerika
inkalar Güney Amerika’nın yerli uygarlıklarının son ve en güçlü halkasıydı. Taşlarla kaplanmış inka
yolları Güney Amerika’nın Pasifik kıyısını neredeyse boydan boya sarardı; boğazlar ve nehirler
halattı asma köprülerle aşılırdı, inka yapıları bazen birkaç ton ağırlığa varan kare ya da çokgen biçimli
taş bloklarla yapılırdı; bunlar birbirine öylesine sıkı otururdu ki, araya bir bıçak sokulamazdı. inka
mimarisinin harçsız taş örme ve hafif saz çatıları gibi birçok unsuru yapıları depreme karşı
sağlamlaştırmak amacıyla geliştirilmişti.
ÖZEL BİLGİLER
BİNDİRME KEMERLER çıkmalarla desteklendiği için gerçek kemerler kadar sağlam değildir.
AMERİKAN YERLİLERİ gerçek kemer geliştirmedi. Mayalar bunun yerine bindirme kemer kullanırdı.
MİMARI
Kamboçya’daki Angkor Wat, klasik Khmer mimarisinin 12. yüzyıl başlarında Kral II. Suryavarman
döneminde inşa edilmiş bir örneğidir.
Colorado Mesa Verde'de Anasazi Yerlilerinin yar konutları (y. 1200)
ORTAÇAĞ MİMARİSİ
Roma imparatorluğu’nun bölünmesi Avrupa’yı ikiye ayırdı. Bizans imparatorluğu’na dönüşen Doğu Roma
imparatorluğu 1453'te OsmanlIların akınına kadar varlığını sürdürdü. Batı Roma imparatorluğu tamamen
çöktü ve Batı dünyasında birleşik yapılı Kutsal Roma-Germen imparatorluğu'nun kuruluşu yüzyılları aldı.
Romanesk terimi Batı Avrupa’da bu dönemde gelişen mimari üslubu belirtmek için kullanılır. 11. yüzyıla
doğru, Romanesk mimariden doğan ve Gotik adı verilen yeni bir üslup zamanla yapısal ve estetik
bakımdan Avrupa’ya egemen oldu.
© Ortaçağ toplumunda kilise baskın konuma sahipti ve kamusal binaların çoğu dini nitelikteydi.
Bizans mimarisi aslında Roma mimarisinin devamı olarak görülebilir. Romanesk mimari ise Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra ortaya çıkmıştır.
MİMARI
KİLİT BİLGİLER
BİZANS MİMARİSİ daha çok Bizans olarak bilinen Doğu Roma İmparatorluğu’’nun yapı
üslubuydu. ROMANESK MİMARİ Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Batı Avrupa’da
ortaya çıktı. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yapı üslubuydu.
GOTİK MİMARİNİN üç ayırıcı özelliği sivri kemerler, kaburgalı tonozlar ve payanda kemerlerdir.
Bizans Mimarisi
Roma formlarına dayanan Bizans mimarisinde, başkenti Konstantino-polis’in konumuna bağlı olarak
dairesel planlı Roma tapınakları Ravenna’daki San Vitale (527-548) ve Konstantinopolis’teki Aya-sofya
(532-537) gibi Bizans yapılarına örnek oluşturdu. Merkezi
Romanesk Mimari j
afif Toulouse’daki St. Sernin’in netinden görünüş Roma’nın çöküşünden sonra Batı |
St. Semin
TOLOUSE’DAKİ ST. SERNIN halen ayakta olan en büyük Romanesk hac kilisesidir.
Önceki Hıristiyan kilise planlarının gelişimini yansıtan bir düzene göre 1080-1120 arasında inşa
edilmiştir. Düz çatı yerine tonozla örtülüdür ve apsitin çevresinde dizilmiş bir dizi şapeli vardır.
Orta sahnın iki kanadıyla bir haç biçimini taşır.
Başka bir Romanesk yenilik orta sahnın ana eksenle kesiştiği yerde kurulan ve dört büyük payanda üstüne
oturtulan haç kulesidir.
DIŞ GÖRÜNÜMÜYLE tipik bir Romanesk hacim yığışmasını sergiler; küçük şapeller apsitin çevresinde
kümelenmiştir ve haç kulesi her şeyin üzerinde yükselir. Kulenin sivri uçlu külahı 15.
yüzyılda eklenmiştir.
solda: St. Sernin'in planı yukarıda: St. Sernin
Avrupa’daki ilk birleşik mimari üslup olan Romanesk mimari, büyük ölçüde Ortaçağ kilisesinin
üstün konumunu yansıtan bir dini nitelik taşır. Batı dünyasında ilk kiliseler Roma bazilikasından doğdu.
Bazilika planında yeni işleve uyacak değişiklikler yapıldı. Binanın cephesi batıya taşınırken, doğu
bölümü rahiplerin duracağı altarve apsit olarak düzenlendi. Romanesk dönemde batı cephesi
süslü girişlerin eklenmesiyle anıtsal yapıya kavuştu ve kilisenin ana bölmesi ikiye ayrıldı. Batıdaki nef
ibadete gelenlerin, doğudaki kutsal alan ise ruhban kesimin kalacağı yer haline getirildi. Kiliselerin
dışa dönük yüzü olan batı cephesi, kulelere ve hatta seküler hükümdar için bir galeriye yer verilmesiyle,
zaman içinde daha da görkemli bir görünüm kazandı. Bu akım Frank krallarının gittikçe artan gücünün
somut
ifadesiydi. Romanesk dönemin sonuna doğru, tonozun yatay itme kuvvetini dengeleyici masif duvarların
çok kasvetli bir iç mekân yarattığı beşik tonozun yerine sütunlar üstünde duran çapraz beşik ya da geçme
tonozun getirilmesiyle yapılar daha ferah hale geldi.
ÖZEL BİLGİLER
ANITSAL BATI CEPHESİ kuleli giriş yerleriyle Romanesk kiliselerin ayrıcı bir özelliğidir.
ÇAPRAZ BEŞİKTONOZ üst üste bindirilmiş iki beşiktonozdan oluşur.
GOTİK önceleri İtalya’da barbarlara özgü sayılan üsluplar için kullanılan küçümseyici bir terimdi.
Gotik mimari Fransa’da 1144’te St. Deniş manastırının inşasıyla başladı ve bu üslup sonraki 400 yıl
boyunca Avrupa mimarisine egemen oldu.
Kutsal Topraklar'da gördükleri özellikler benimsendi. Gotik dönemin şatolarında sivri kemerler,
tonozlar ve Gotik bezemelere de yer verildi.
GOTİK MİMARI
Romanesk tasarımlarla çarpıcı bir tezat gösteren Gotik mimari, bina yapısına etkide bulunan
kuvvetleri ayak, sütun, kaburga ve dış payandalar gibi unsurlara aktarmak için mimarların başvurduğu
düzenlemelerin ürünüdür.
Gökyüzüne Doğru
Bu dönemde mimari hâlâ dini odaklıydı ve yeni sistem gökyüzüne erişiyormuş gibi görünecek çok yüksek
duvarlar ve tonozlarla çarpıcı katedraller yaratma isteğinden doğdu. Fazlalıklardan arındırılmış dayanak,
payanda ve kemer sisteminin, ayaklar arasındaki boşlukları pencerelerle kapatması bir avantajdı. Bu
pencereler sayesinde, kiliselere, masif Romanesk yapı üslubunda sağlanamayan ölçüde ışık girdi.
Kemerler ve Tonozlar
Romanesk mimarlar, yer yer, çapraz tonozların kenarlarını dekoratif kaburga yapılarla öne çıkarma
yoluna gitmişlerdi. Gotik mimarlar yeni bir işlev yükledikleri bu kaburgaları çatının ana yapı
unsurlarına dönüştürdüler. Kabaca yarım daire biçimli kemerler halinde inşa edilen kaburgalar arasındaki
bölmeler sivri Gotik tonozlarla dolduruldu.
Bu yenilik çok daha sağlam ve daha ferah bir düzen getirdi. Sivri kemerlerin ve tonozların bir sütunla ya
da duvarla buluştuğu yerlerde, daha fazla kuvveti doğrudan aşağıya aktarma ve böylece yarım daire
biçimli bir kemere ya da tonoza oranla daha az yatay itme kuvveti yaratma avantajı elde edildi. Yatay
itme kuvvetini soğurmaya dönük masif duvarlar, yüksek, ferah ve havadar yapılar yaratma yönündeki
Gotik arzuya aykırıydı. Gotik mimarlar bunu sağlayacak birçok değişik strateji geliştirdiler. Bunlardan
biri, yapı sütunlarını kaburgalara kadar uzanan ve tonoz kaynaklı itme kuvvetine payanda oluşturan yarım
kolonlarla takviye etmekti. Duvarlara ayaklar biçiminde dış payandalar konması ve bunların daha alçak
ve daha uzak ayakları örtecek kemerli payandalarla daha da güçlendirilmesi, geri kalan yatay itme etkisini
giderdi. Bütün bu unsurlar yapısal kütleyi iç mekânın dışına taşıdı ve pencereli duvarlardan
içeriye olabildiğince çok ışık girmesini sağladı.
Ş atolar
Ortaçağda Avrupa’da yaşanan siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle, Gotik dönem birçok şatonun ve
tahkimatın inşasına sahne oldu. Bunlar hem iktidar sahiplerinin ikamet yerleri, hem de askeri kaleler
olarak kullanıldı. Avrupa askeri mimarisinde büyük ölçüde İlaçlıların Bizans'ta ve
Gotik S iyaset
Gotik mimarinin Avrupa genelinde yayılması Fransız siyasal nüfuzunun yayılmasının somut ifadesiydi.
Nor-man istilasının ardından İngiltere’de benimsenen yeni üslup, Avrupa'nın Germen ağırlıklı doğu
kesiminde direnişle karşılaştı. Bu bölge eski Frank imparatorluğu’nun Romanesk mimarisine bir süre
daha bağlı kaldı. İtalya da Gotik üsluptan etkilendi; ama sadece belli unsurları alarak, Avrupa'nın diğer
kesimlerinde çok yaygın olan dış payandaları kullanmaktan kaçındı ve Romanesk mi-♦narinin daha geniş
oranlannı ko-rudıl. İtalyan Gotik dönemi
MİMARI
Amiens Katedrali
FRANSA'DA, yapımına 1220’de başlan Amiens Katedrali, Gotik mimarinin en iyi örneklerinden biri
sayılır. Gotik tonozlara, kemerlere, ayaklara, kemerli payandalara ve sütunlara dayanan gösterişli sistem
bu üslubun tipik özelliğidir.
Çatı
kuleciği
Triforyum
Arhat ayağı
— Nef
Ayak payandası /
Yan geçit
MİMARI
Rönesans mimarisi 15. yy'da İtalya'nın Floransa kentinde doğdu; kısa sürede İtalya'nın diğer kesimlerine
ve ötesine yayıldı. Avrupa’nın büyük bölümünde baskın üslup haline geldi.
15. yüzyıl ortalarından itibaren Rönesans mimarisinin gelişmesini, antik Yunan ve Roma mimari
formlarının yeniden keşfedilişi tetikledi. Yeni üslup zamanla bütün Avrupa’ya yayıldı; ama çok geçmeden
mimarlar yeni tasarım yolları aramaya yöneldi. Barok dönemde son derece dekoratif bir yapı üslubu
ortaya çıktı ve Rokoko dönemin tasarımlarıyla dekoratif anlayışın uç noktalarına ulaştı. Daha sonra bunun
yerini Yeniklasik mimarinin daha yalın hatları aldı.
Maniyerizm
Geç Rönesans'ın Maniyerizm akımı, orantı ve düzen kurallarını yıkarak, klasik motişeri dışavurumcu ve
heykelimsi bir tarzda. Michaelangelo'nun Laurentius Kütüphanesi bu etkili Rönesans mimarının
çalışmalarına bir örnektir. Burada bir dekorasyon unsuru olan kolonlar duvarlara gömülüdür, sarmal
başlıklardan çıkar ve zemine kadar bile ulaşmaz, yukarıda: Floransa’daki Laurentius Kütüphanesi'hin
merdivenli girişi
Roma'daki Tempietto San Pietro, Yüksek Rönesans’ın klasik üsluba getirdiği yeni yorumun bir örneğidir.
BRUNELLESCHI bilinen ilk doğrusal perspektifte çizimi yapmıştır ve bu yaklaşımın öncüsü olarak kabul
edilir. Al-berti, daha sonra bu üslubun geometrisini geliştirdi.
SANTA MARİA'NIN KUBBESİ en büyük örme duvar kubbedir; tuğlalarda başak örgü kullanılması bunu
mümkün kılmıştır.
Filippo Brunelleschi
Brunelleschi ve Kubbe
BRUNELLESCHI Rönesans mimarisine öncülük etti. Floransa'daki Santa Maria del Fiore Katedrali için
tasarladığı kubbe, iç içe iki kabuktan oluşur ve Gotik yapıların tersine, taşıyıcı kaburgaları gizlidir. Bu
yaklaşım yapısal yararlarının yanısıra, iç ve dış kubbenin kendi başına düzenlenmesine de olanak verdi.
KUBBELER Rönesans’ta yeniden revaç buldu. Daire, kusursuz uyum ve dengenin simgesi olarak kutsal
sayılıyor, Vitruvius’un oran ve simetri zevkinin uç ifadesi olarak görülüyordu. Mimarlık Üzerine’deki
tanımları esas alan Leo-nardo da Vinci'nin "Vitruvius insanı" gibi çalışmalar, Tanrı'nın
suretinde yaratılmış olan insan vücudundaki oranların daireyle nasıl ilişkili olduğunu gösteriyordu.
KİLİT BİLGİLER
MANİYERİST mimarlar yeni ve alışılmamış tasarımlar yaratmak için klasik unsurları kullandılar.
BAROK mimari izleyiciyi bezemelerle ve görsel oyunlarla etkilemeyi güden bir yaklaşım izledi.
15. yüzyıl italyası’nda, özellikle de ticaret yoluyla çok zenginleşmiş olan Floransa kentinde, tüccar sınıfı
gittikçe seküler ve hümanist bir anlayışa yöneldi. Güçlü aileler sanat dallarına destek verdi;
insanlar klasik eserleri inceledi, Eski Yunanca ve Latince belgeler çevirdi, antik harabelerde kazı
çalışmaları yürüttü.
Erken Rönesans
Yunan mimarisinin tapınakları ve düzenleri analiz ediliyordu. Böylece özgün Yunan ve Roma üslupları
yeniden keşfedildi. Antik Çağ’dan beri ilk kez Kuzey İtalya’nın bu varlıklı toplumunda konutların ilgi
konusu olması, Ortaçağ'ın tahkimli konutlarını örnek alan bir “şehir evi”nin ortaya çıkmasını
sağladı Palazzo adı verilen
bu evler bir kale görünümüne sahipti. Zemin katının dış duvarları kaba taşlarla örülmüştü ve
küçük dikdörtgen pencereleri vardı. Üst katlar daha açık ve daha basık tavanlarla inşa ediliyordu.
Yüksek Rönesans
Donato Bramante'nin tasarladığı Tempietto San Pietro yeni klasik mimari anlayışını yansıtır; Yunan
ve Roma yapılarının dikey üslubunda
kullanılan birçok geleneksel unsuru alıp dairesel forma dönüştürmüştür. Başka bir mimar Andrea Palladio
(1508-1580), katışıksız üslubunu Yunan tapınak düzenine dayandırdı. Konuya ilişkin yazıları 17.
yüzyıl ortalarında İngiltere’de Pal-ladioculuk akımını doğurdu.
Rönesans mimarisi Avrupa genelinde yayılırken, farklı ülkelerde bu üslubun farklı yönleri benimsendi;
böylece tarihsel ve siyasal koşullara bağlı bölgesel farklılıklar ortaya çıktı.
Gotik mimari 16. yüzyıl başlarında Avrupa'da kökleşmişti. Bu nedenle Rönesans üslubunun İtalya
dışında kendini kabul ettirmesi biraz zaman aldı.
Fransa
Rönesans mimarisi önce aristokrat Fransız ailelerinin görevlendirdiği İtalyan mimarlar aracılığıyla
Fransa'ya ulaştı. Kral François’nın 1516’da Kuzey İtalya seferinden dönerken beraberinde bir dizi İtalyan
mimar getirmesi Chambord Şatosu’nun inşa edilmesini sağladı.
İspanya
Rönesans üslubu ilk kez ispanya'ya ulaştığında, diğer bakımlardan Ortaçağ yapısının korunduğu binalara
önde gelen Ingiliz nfiimarı Inigo Jones bir süre İtalya'da öğrenim gördü ve Palladio’nun
eserierinden esinlendi. .- i"
Greenvvich’te, Jones'un daha sonraları Palladiocu üslup diye anılacak olan tarzda tasarladığı Kraliçe
Konutu, İtalyan geleneğine göre
geleneğinden yoksundu. Böylece daha katışıksız bir Yüksek Rönesans klasikçilik üslubu ortaya çıkmadı.
Bunun yerine, büyük dikdörtgen pencereler, döşemeler arasında saraklar ve dikilitaşlarla taçlandırılmış
kalkan duvarlar gibi birçok unsur benimsendi. Kubbeli binalar ise neredeyse hiç inşa edilmedi.
İngiltere
Rönesans, özellikle dini yapılarda Gotik mimarinin çok sağlam bir temele sahip olduğu İngiltere’ye
oldukça geç girdi. Hatta 1530’larda VIII. Henry’nin papayla mücadelesinin bir sonucu olarak İtalyan
mimarisine resmi bir yasak bile kondu. Seküler mimaride Rönesans özellikleri ancak 16.
yüzyıl sonlarında belirmeye başladı. Bu gelişmede Yunan tapınak düzeninin basit geometrilerinden ilham
alan İtalyan mimar ve yazar Andrea Palladio'nun eserle-
İtalya’daki Rönesans meydanları kamu binalarıyla çevriliydi. Fransa kralı IV. Henri’inin isteği
üzerine, Place des Vosges’nin çevresine birleşik cepheli özel konutlar yerleştirildi. Bu üslup
Fransa’nın dışına yayıldı ve Inigo Jones gibi mimarlara, Londra’da zenginler için yapılmış teraslı evlerle
çevrili benzer meydanlar düzenleme ilhamını verdi. Teraslı ev Sanayi Devrimi sırasında çok önemli
bir yapı üslubu haline geldi; kalabalık İngiliz kentlerinde düşük ücretli ve geniş aileli sanayi işçilerini
barındırmak için kullanıldı.
MİMARI
al'dir (1559-1584). Madrid'in dışında inşa edilen bu geniş yapı topluluğunda, II. Felipe ve mimarları,
içinde bir manastır bulunan tahkimli bir sarayı, bir kraliyet mezarlığını ve her şeye hâkim yapısıyla
Roma’daki San Pietro’dan esintiler taşıyan bir kiliseyi bir araya getirdiler.
sade taşlarla inşa edilmiş bir alt katın, büyük dikdörtgen pencerelerin, İon sütunlarının ve düz bir çatının
yer aldığı küp biçimli bir beyaz bloktur. Bu tür binaların etkisiyle yazıları coşkulu bir
Fransa'da Domenico da Cortona ve ğ i, Pierre Nepveu'nun tasarladığı Cham- ®
Madrid'de Juan Batista de Toledo ve Juan de Herrera'rıın tasarladığı El Escorial (yapımı 1590'larırı
sonları)
Almanya ve Hollanda
Rönesans mimarisi Flollanda ve Almanya'ya büyük ölçüde bakır gravürler, Vitruvius, Palladio
ve diğerlerinin mimari metinleri aracılığıyla ulaştı. Ama Güney Avrupa’nın aksine, Almanya ve Hollanda
referans alınacak bir Yunan ya da Roma mimari
MİMARI
BAROK MİMARİ
Maniyerizmden doğan Barok mimari üslubun hedefi, dışarıdan bakanları dinamizm, yanılsama ve aşırı
süsleme yoluyla etkilemekti.
Roma'da Giacomo Barozzi da Vignola' nın tasarladığı II Gesu (1568-1575)
“Barok" önceleri Bernini, Boromini ve Guarini gibi İtalyan mimarlarının biçimsiz ve klasik dışı sayılan
yaratımlarına yakıştırılan aşağılayıcı bir anlama sahipti. Aynı terim günümüzde ise bu ve başka
mimarların
coşkulu ve zengin süslemeli üsluplarını belirtici bir anlam taşıyor. Barok tarzı estetik 17. ve 18. yüzyıl
Avrupası’nın üstün mimari üslubu haline geldi ve Karşı-Reform hareketinin bir aracı olarak kullanıldı.
Rönesans maniyeristlerinin bir ölçüde klasik temalardan yararlanmasına karşın, Barok dönemde mi'
marlar klasikçiliğin ölçülü uyumlarından daha da uzaklaştı.
Hayranlık, eziklik ve şaşkınlık duygusu uyandırmaya yönelik yapılar yaratmak gibi açık bir amaç güdüldü.
Bu yönelimin kaynağı kısmen Karşı-Reform hareketinin dini mimari anlayışıydı. Katolik Kilisesi, aykırı
düşünceleri temsil eden Protestanlık ve hümanizm akımlarının ardından otoritesini yeniden sağlamak
peşindeydi. Bunun mimari alandaki ifadesi, Rönesans'ın merkezi planlı ve daire biçimli kilise düzeni ile
erken dönem Hıristiyan bazilikasına dayanan daha geleneksel, dikdörtgen biçimli ve eksenli kilise düzeni
arasındaki gerginlikti. Bernini'nin Roma’daki San Pietro Meydanı için hazırladığı tasarım, bu iki form
arasında bir erken dönem Barok uzlaşması olarak görülebilir. ikizkenar yamuk biçimini izleyen görkemli
ve perspektif bozucu sıra sütunlar yarı yolda bir daireye açılır. Rome’daki II Gesıı’yla geleneksel düzene
dönüş tamamlandı ve bazilika planı merkezi plana ağır bastı. II Gesü sonraki iki yüzyıl boyunca Barok
kiliseler için model oluşturdu.
Bezemeler
Rönesans mimarisini daireler ve düz çizgiler belirlerken, Barok dönemde içbükey ile dışbükey arasında
gidip gelen oval biçimler ve engebeli duvarlar öne çıktı. Barok yapılar gittikçe daha gösterişli süslerle
donatıldı, iç mekânlara tablolar asıldı; pencereler ve kapılar karmaşık şekillerle taçlandırıldı. Bezeme
amacıyla çelenkler, vazolar, kupalar, kabartmalar ve kıvrımlar kullanıldı. Karma sütun başlıklarına ve
antik sütun düzenlerinin diğer varyasyonlarına başvuruldu. Cephelerde gömme ayaklar (duvarlara kısmen
iliştirilmiş kolonlar), işlevsiz kolonlar ve büstlü gömme ayaklar bol miktarda yer almaya başladı. Daha
anıtsal görünmeleri için, kolonlar ve gömme ayaklar çift şeklinde kullanıldı ve çoğu kez iki ya da daha
fazla kat boyunca uzatıldı; böylece heybetli bir düzen oluşturuldu. Mimarlar canlılığı ve ihtişamı azami
düzeye çıkarmak amacıyla, yapıları çevreleyen alanları da tasarımlarına katmaya yöneldiler. Sıkı
denetlenen çevre düzenlemeleri yapıldı. Çalılar ve çitler küp biçimini alacak şekilde kırpıldı; çiçekler
geometrik düzenlere göre dikildi; sarayların etrafındaki bahçelerde ve korularda düz ışınlar biçiminde
yollar açıldı. Bu bütünsel denetim izleyicinin mekâna bakışını belirli kalıplar içine aldı.
ÖZEL BİLGİLER
18. yüzyılın Geç Barok döneminde birçok yerel üslup varyasyonu geliştirildi; Avrupa mimarisi gittikçe daha gösterişli ve
bezemeli bir görüntüye büründü.
Geç Barok dönemde Barok üslup İtalya sınırlarının ötesine taştı; sadece Avrupa'nın her yanına
değil, Atlantik'in diğer yakasındaki Ameri ka'ya ulaştı.
Rokoko akımı Fransa’da XIV. Louis döneminin sonlarında doğdu. Barok üslubun son derece süslü bir
biçimi olarak, önceki yılların dramatik ihtişamının ve ciddiyetinin yerine neşeli bir havayı geçirdi.
Duvarlara ve tavanlara pastel tonlarve akışkan bezeme kütleleri eklendi. Bezeme için melek çocuklar,
yapraklar, çiçekler ve kuşlar biçiminde kıvrımlı formlar oluşturuldu. Rokoko kelimesi, bezeme olarak da
sıklıkla kullanılan, suda aşınmış ve gevşek yapılı kabukları ve taşları belirten Fransızca rocaille'den
gelir.
Fransa
Barok mimari, Fransa'ya, ilham kaynağı olarak İtalyan mimarisini kullanarak bir dizi bina
tasarlayan Louis Le Vau aracılığıyla girdi. Le Vau'nun eserleri arasında Vaux-le-Vicompte ve Jules
Hardouin-Mansart'la birlikte büyük bir bölümüne damgasını vurduğu Versailles Sarayı sayılabilir.
Versailles Sara-yı'nda yer verilen özgün Fransız Rönesans unsurlarından biri cour d'honneur, yani onur
konuklarının kabulü için düzenlenmiş önü açık
Fransa'da Louis Le Vau ve Jules H. Mansart'ın tasarladığı Versailles Sarayı (yapımı 1661-1698)
Fetih Mimarisi
ispanya ve Portekiz'in kıtaları fethettiği bir dönemde gelişen Barok mimari, Avrupa
yayılmacılığının dışarıya taşıdığı ilk mimari üslup oldu. Duvarlardaki görkemli heykel bezemeleriyle
ayırt edilen Churrigu-eresque üslubu ispanya'da ortaya çıktı. Bu üslupta, İspanyol Rönesans mimarisinin,
Mağribi temalarının ve Latin Amerika’da yeni ele geçirilmiş sömürgelerin yerli bezeme geleneklerinin
etkileri görülür. Sömürgelerde de özgün mimari üsluplar gelişti. Kilise cephelerinde yerli temaların
eklendiği gösterişli bezemeler, Avrupa’nın imparatorluk gücünü ortaya koymaya ve yerli halkları
etkileyerek din değiştirmelerini sağlamaya hizmet etti.
Almanya'da Barok mimari ancak 18. yüzyıl başlarında bölgenin Otuz Yıl Savaşı'nın yıkımından
toparlanmasıyla belirmeye başladı. Kısa sürede çok gösterişli bir yapı kazanarak, bol süslü Rokoko
estetiğini benimsedi. Birçok İtalyan sanatçı özellikle Bavyera'yı dolaştı; bazı Alman kentlerinde Barok
mimari unsurları ve trompe l’oeil süsleme resimleri benimsendi. Şatafatlı üslup Bavyera, Franken,
Dresden ve Potsdam’da serpilirken, Reform hareketinin yanında yer almış kentlerde çok az ilgi gördü.
İngiltere
18. yüzyıl ingilteresi’nde mimari görece ölçülüydü. Avrupa'nın büyük bir bölümünde Rokoko
estetiğinden etkilenmiş gösterişli Barok yapılar inşa edilirken, İngiltere klasikçilik yönünde bir eğilim
taşıyan yalın bir Barok versiyonuna daha yatkın bir tutum gösterdi. Sir Christopher VVren’in başta gelen
mimari eseri olarak, Londra’da 1666'daki Büyük Yangın’dan sonra yeniden inşa ettiği St. Paul Katedrali
İngiliz Barok üslubunu özetler. Katedralin kubbesi üç kabuklu bir yapıdır: En dışta heybetli ve yüksek
kemerli bir kubbe; görünmez ve tamamen işlevsel nitelikteki daha alçak bir kubbe; yapının iç mekân
orantılarına uyacak biçimde tasarlanmış daha da alçak bir kubbe. Yapı bir bütün olarak Barok üsluptadır;
ama güçlü bir klasik hava taşır ve Yunan tarzı bir tapınak cephesi vardır.
Rokoko
ÖZEL BİLGİLER
(EIL-DE-BOEUF Barok dönem yapılarında görülen oval biçimli göz pencereyi belirtmek için kullanılan
bir mimari terimdir.
BÜSTLÜ GÖMME AYAKLAR duvara iliştirilen ve üst tarafı insan bedeninin üst kısmıyla son bulan
sütunlardır.
TROMPE L'CEIL, nesneleri sahiden oradaymış gibi görünecek kadar gerçekçi tarzda yüzeylere
resmetmeyi sağlayan bir tekniktir.
MİMARI
MİMARI
YENİ KLASİKÇİLİK VE GEORGE ÜSLUBU
18. yüzyıl ortalarında siyasete karşı Aydınlanmacı tepki ve Barok mimariye karşı Yeni Klasikçi tepki birçok farklı üslupla ortaya
çıktı.
Washington D.C. 'deki Capital (yapımı 1792-1827) birçok Amerikan kamu ve devlet binasında kullanılan
yeni klasik mimariye özgü “federal üslup"ta inşa edildi. Özgün tasarım 1814'te ingilizler tarafında
yakıldığında inşaat henüz tamamlanmıştı.
Fransız başkeşiş Laugier 1755 tarihli Essai sur l’Architecture kitabında bezemeye karşı yapıya ağırlık
verecek daha “dürüst” bir mimari çağrısında bulunmuştu. Daha sonraları mimar Claude-Nİ-colas Ledoux
ise yapıların izleyenlere işlevlerini iletecek bir “mimari dil”e başvurması gerektiğini yazdı. Fransız
Devrimi mimarisine küre gibi masif geometrik şekiller ve birçok tasarımın kâğıt üstünde kalmasına
varacak kadar aşırı bir ihtişam hevesi damgasını vurdu.
18. yüzyıldaki Aydınlanma dönemi daha önce Rönesans’ın başlattığı seküler ve demokratik akımı
canlandırdı. Bu değişim mimari dünyasına da yansıdı.
Toplumsal Değişim
18. yüzyılla birlikte Avrupa hükümdarları ve kilise, Barok dönemde sahip oldukları mutlak iktidarı
kaybetmeye başladılar. Bu durum, mimarları, Rokoko üslubun dekoratif aşırılıklarından vazgeçerek,
öteden beri seküler ve demokratik fikirlerle özdeşleştirilen antik Yunan ve Roma mimarisine dönmeye
yönlendirdi. Kiliselerin ve sarayların yerine müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar, bankalar, borsalar ve
üniversiteler önem kazandı.
Kazı Çalışmaları
Barok dönemin doruğunda bile, İngiliz Palladiocu üslup aslında hiç bırakılmamış ve klasik mimari
Fransa'da da bir ölçüde varlığını sürdürmüştü. 18. yüzyıl Yunan ve Roma mimarisinin bütün Avrupa’da
öncekinden çok daha otantik formlarla popülerleşme-sine sahne oldu. Bunu sağlayan etkenlerden biri
mimarların 18. yüzyılın ilk yarısında yürütülen çeşitli arkeolojik kazılara kaynak
olarak başvurabilmesiydi. Daha önce klasikçi tasarımcılar sırf binaların iç mekânlarını sütun ve tapınak
cephesi gibi dış unsurlarla bezemişti. Herculaneum (1738) ve Pompeii (1748) kazıları bu sit
alanlarındaki bulgular temelinde, iç mekân bezemesinde tarihsel bakımdan daha doğru bir üslubun
gelişmesine olanak verdi.
Yunan Canlanması
Yunanistan OsmanlI yönetimi altında olduğu için, AvrupalIlar Yunan mimarisini bizzat görme konusunda
uzun süre güçlükler çekmişti. 18. yüzyıl ortalarında İngiliz ve Fransız uzmanlar Yunanistan'daki harabeleri
gezme fırsatını bularak, gözlemlerinden elde ettikleri bilgileri Avrupa’ya taşıdılar ve “Atina'nın Antik
Eserleri" gibi kitaplar yazdılar. Bu yazarlardan biri olan James Stuart 1758'de İngiltere’nin ilk
Yunan tarzı binasını, Flagley Hall'deki Bahçe Tapınağı'nı inşa etti.
ABD'de Mimari
Yeni klasik üslup ABD’de bu ülkenin tarihinin daha başından itibaren kent mimarisine temel
oluşturdu. Thomas Jefferson’ın tasarımları arasında Virginia Üniversitesi, Virgi-nia Eyaleti Flükümet
Konağı ve kendi evi “Monticello" gibi binalar vardı. Bu tarz mimari zamanla “federal üslup” olarak
anılmaya başladı ve ABD’yi tarihsel bakımdan Roma’nın gücüyle özdeşleştiren bir yaklaşımla, ilk resmi
binaların birçoğunda kullanıldı.
Devrim Mimarisi
yukarıda: Etienne-Louis Boullee'nin uygulamaya geçirilmeyen bu Isaac Newton anıt mezarı tasarımında,
bir planetaryum işlevini de yerine getirecek kürenin yaklaşık 150 metre yükseklikte olması öngörülüyordu.
ÖZEL BİLGİLER
NAPOLİ KRALI Francesco Antik Çağ'da Vezüv Dağı’nın püskürmesiyle gömülmüş Pompeii'deki bulunan
bazı sanat eserlerini açık s açık bulduğu için kilit altına aldırdı. Koleksiyon ancak 2000'de açıldı.
TARIHSELCILIK
19. yüzyılın AvrupalI mimarları birçok değişik üsluptan ilham aldılar; Roma ve Yunan dışında Gotik, Romanesk, Rönesans, Çin
ve Hint mimari üsluplarından da yararlandılar.
AVRUPA KENTLERİ 19. yüzyılda Doğu'ya giden AvrupalI gezginlerin beraberlerinde getirdikleri Mısır
dikilitaşları ve diğer hatıra eserlerle dolmaya başladı.
18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl, Avrupa'da -özellikle desömürgecilik ve sanayi devrimi
sebebiyle Britanya’da- büyük bir değişim yaşandı. Dönemin mimarisinde sadece Avrupa’nın geçmişinden
değil, yeni İngiliz imparatorluğuna katılan ülkelerin geleneklerinden de alınma birçok değişik yapı üslubu
kullanıldı.
Tarihselci üsluplara dayanan yapılar, aslında bunların yaratılmasını sağlayan sanayi zenginliğini ve üretim
tekniklerini geçmişe özgü bina cepheleri altında gizlemeye yarayan bir yöne de sahipti. Britanya'da
19. yüzyılda güçlenen sanayici sınıfı eski feodal efendilerinin mimari üslubunu taklit etmek ve
böylece kendisini geçmişin kralları ve soylularıyla denk göstermek peşindeydi. Sanayi üretimi
malzemelerin kolay ve ucuz elde edilmesini sağladığı için, pahalı çalışan zanaatkârlara artık gerek
kalmamıştı. Bu yeni refahı ve alım gücünü mümkün kılan fabrikalar, su tesisatları ve enerji santralleri
böylece şatolar, belediye sarayları ve kiliseler kisvesi altında gözlerden gizlenmeye başlandı.
ÖZEL BİLGİLER
TARİHSELCİ temalar ülkeden ülkeye değişiklikler gösterdi. Fransızlar Yeni-Barok, ingilizler Yeni-Gotik,
Almanlar ise Yeni-Bizans ve Yeni-Romanesk üsluplara yöneldi.
Tarihselci Anlayış
Büyük ölçüde 19. yüzyılda ortaya çıkan tarihselci mimari tek bir üsluptan ibaret değildi. Geçmişe, sadece
ilham için değil, doğrudan taklit edilecek üslupların bir kaynağı olarak da bakan bir mimari yaklaşımdı.
New York'ta Cass Gilbert'in tasarladığı Wo-olvvorth Binası: Tarihselci üslupla 1910-1913'te inşa
edilmiş bir gökdelen
Egzotizm ve Eklektizm
AVRUPA SÖMÜRGECİLİĞİ yabancı üslupların 1750-1850 arasında Avrupa'ya taşınmasına neden oldu.
Böylece bu üsluplara dayanan binalar yaratıldı. Sözgelimi, bir süre Çin’de kalarak yerel mimariyi
inceleyen VVİlliam Chambers Kew Bahçeleri’nde “Pagoda” adlı binayı inşa etti. Çin tecrübesinden
dolayı Chambers’ın bir pagodayı örnek alan yeniden yaratımı Çin estetiğine nispeten uygundu. Ama diğer
birçok mimar taklit etmeye çalıştığı
üsluplar hakkında doğrusu çok az fikre sahipti; eserlerine çoğu kez somut araştırmalar kadar hayal güçleri
de şekil verdi.
BAZI MİMARLAR oldukça bilinçli birtavırla çeşitli mimari gelenekleri karıştırmaya yöneldi.
İngiltere'nin Brighton kentinde John Nash’in tasarladığı Kraliyet Pavyonu Gotik kuleler, Babürlü soğan
kubbelerin ve iç mekân bezemesine dönük Çin süslerinin eklektik bir karışımıdır. Yapının taşıyıcı
sisteminde demir kullanılırken, dış cephe betonla kaplanmıştır.
İngiltere’nin Brighton kentinde John Nash'in tasarladığı Kraliyet Pavyonu (yapımı 1818)
MİMARI
19. yüzyılda Ortaçağ mimarisi çoğu kez romantik ve nostaljik bir tarzda canlandırıldı. Bavyera kralı II.
Ludvvig’in isteği üzerine, dramatik Yeni-Romanesk üslupla Neuschwanstein Şatosu inşa edildi. Sanatçı
ve dekoratör Chris-tian Jank’ın Richard Wagner operalarından esinlenerek tasarladığı bu yapı, daha sonra
Disneyland’in Florida’daki Uyuyan Güzel Şatosu’na ilham kaynağı oldu.
Neuschwanstein Şatosu
Gotik Canlanma
Tarihselcilik, İngiltere'ye Ortaçağ’a dönük romantik ilginin bir sonucu olan Gotik canlanma biçimiyle
girdi. Canlanan Gotik üslup zamanla büyük dini ve ulusal önem kazandı. Yeni kiliselerin inşasında şablon
üslup haline geldi. Yeni kurulacak İngiliz Parlamento Binası'nın tasarımı için açılan yarışmada,
yapının Gotik üslupta ya da Elizabeth üslubunda olması şartı koşuldu. Tarihselci yapıların tipik bir
özelliği olarak, Parlamento Binası başka bir çağdan alınan, ama özgün (dini) bağlamından oldukça farklı
bir tarzda kullanılan bir üsluba dayanır. Taşıyıcı demir kolonlar ve kirişler dışarıdan görünmeyecek
biçimde gizlenmiştir.
işgüzar birtavırla, eski binalardaki üslup tutarsızlıklarını “düzeltme" ve önceki tadilatları ortadan
kaldırma yoluna gittiler. Köln, Ulm ve Bern katedrallerinin tamamlandığı bu dönemde, antika üslupların
hayali versiyonlarıyla, Bavyera'daki fantastik Neuschvvanstein Şatosu gibi yeni binalar da inşa edildi.
KİLİT BİLGİLER
SANAYİ DEVRİMİ esas olarak Sanayi mimarisi (1775-1900) | Erken modernizm (1900-1945) \
buhar makinesinin icadıyla ulaşım Modernizm ve sonraki üsluplar (1945’ten günümüze)
teknolojisinde ve üretimde
sağlanan ilerlemelere bağlı olarak
Britanya’da başladı.
SANAYİ ÇAĞINDAN İTİBAREN MİMARİ
SANAYİ ÜRETİMİ mimarlara yeni Sanayi devrimi yeni türde bir mimariyi hem mümkün, hem de gerekli
malzemeler sunarak, yeni türde kıldı. Yeni sanayi merkezlerindeki hızlı nüfus artışı, iki dünya
binaların yaratılmasını mümkün savaşının yol açtığı yıkım, sanayi toplumunun ve sanayi sonrası
kıldı. toplumun yeni yapısı ancak sınai düzeyde bir inşaatla kitlelere evler
sağlanabilmesini getirdi.
ULUSLARARASI ÜSLUBUN
ayırıcı özelliği tarihsel üsluplardan i © Sanayi devriminden bu yana yeni yapı malzemeleri ve
vazgeçilmesidir. teknolojiler mimarinin çehresini değiştirmiş bulunuyor.
21. YÜZYIL
MİMARİ
Kristal Saray
Sanayi devrimi, demirin, yapı malzemesi olarak kullanılmasına elverecek miktarda üretilmesini sağladı.
Victoria dönemindeki dünya fuarları bu tür yeni olanakların vitriniydi.
lararası Sergisi için 324 metreyle rekor bir yüksekliğe ulaşan bir demir yapı tasarladı. Eiffel Kulesi adı
verilen bu yapının, dünyadaki insan yapımı en yüksek eser olarak geride bıraktığı VVashington Anıtı
sadece 170 metreydi. Yeni rekor ancak 1930’da Chrysler Binası’nın inşasıyla açılabildi.
Paris Sergisi’nin rekor kıran başka bir eseri, üç menteşeli ve 117 metre genişliğinde bir kemer biçiminde
inşa edilmiş demir ve cam bir salon olan Makineler Galerisi'ydi.
Uluslararası Sergi
Demir üretimindeki teknik ilerlemeler 1775'te İngiltere’deki Severn Nehri'nin üzerinde bütün bir köp-
rüyü dökme demir parçalarından kurmayı finansal bakımdan mümkün kılacak bir düzeye ulaştı. Tarih-selci
mimari döneminde binaların inşaatında demir gittikçe daha fazla kullanıldı; ama bu yeni yapı malzemesi
bina cephelerinin ardında gizlendi.
1851’de, Büyük Sergi'yi barındıran Kristal Saray ile, demir, yapı malzemesi olarak görücüye çıktı.
Yapının tasarımcısı Joseph Paxton bir bahçecilik uzmanıydı ve De-vonshire dükünün yanında
çalışırken demir kafesli ilk serayı tasarlamıştı. Tamamen prefabrike ve standart parçalardan yapılmış ilk
bina olan Kristal Saray, aradaki boşlukların cam panolarla kapatıldığı 34 metre yüksekliğinde bir demir
kafes biçimindeydi. Yapımı sadece 17 haftayı almıştı ve 8,4 hektarlık bir alanı kaplamaktaydı. Serginin
sonunda söküldü ve Londra’nın Sydenham semtinde yeniden kuruldu.
İşlevsel Binalar
Dünya sergileri için rekor kırıcı yapılar kurulurken, sanayi mimarisi demiryolu hangarları, köprüler,
fabrikalar ve çok katlı mağazalar gibi sanayi devriminin ürünü gündelik binaların yapımında da uygulandı.
O zamanlar bu tür yapılar tam anlamıyla mimari bir iş sayılmıyordu. Bunun yerine “işlevsel binalar”
olarak nitelendiriliyordu ve Londra'daki St. Pancras istasyonu’nda olduğu gibi, asıl yapı sistemleri çoğu
kez tarihselci bina cepheleriyle örtülüyordu.
Gökdelenler
Amerika’da 1870’lerde gittikçe daha yüksek kentsel binalar inşa edilmeye başlandı. Demir iskeletlerin
kullanılması yüksek binalarda kalın duvarları gerekli olmaktan çıkardı; çünkü yapının ağırlığını
artık iskelet soğurmaktaydı. Gökdelenlerin yükselmesiyle birlikte, araları cam levhalarla doldurulmuş
kolonlar ve tuğla şeritlerinin kullanımıyla bunların görünümünü basitleştirme yönünde bir eğilim gelişti.
Daha önce de başta Ortaçağ Avrupası’nın katedralleri olmak üzere yüksek binalar inşa edilmişti; ama
gökdelenleri ayrı kılan özellik yaşama alanı ve ofis olarak günlük amaçla kullanılmalarıydı. 19. yüzyıl
sonlarında
Paris’te 1889'da Charles Dutert ve Victor Contamin tarafından inşa edilen Makineler Galerisi
EİFFEL KULESİ Paris'te hâlâ ayakta dururken, Kristal Saray 1936’da bir yangınla yokoidu; Makineler
Galerisi 1910'da söküldü.
21. YÜZYIL TEKNOLOJİSİ yapı malzemeleri ve sistemlerinde 19. yüzyılda başlayan devrimi
sürdürecektir.
20. YÜZYIL SONLARINDAN başlayarak modernizm dogmasından daha eklektik yaklaşımlara doğru bir
yöneliş görülüyor.
güvenli ve aksamadan çalışan asansör teknolojisinin gelişmesi gökdelenler açısından önemli bir atılım
getirdi.
20. yüzyıl, mimarların sanayi devrimiyle önü açılan yeni olanakları denemelerine sahne oldu. Yapıları tarihsel çehre verilmiş
cepheler ardında gizlemekten vazgeçildi.
NAZİ REJİMİNİN Bauhaus akımını ve genelde moder-nist mimariyi onaylamamasına karşın, İtalya’da
dönemin faşistleri arasında modern mimari çok tutuldu.
VVALTER GROPIUS’UN ilk karısı Alma Mahler, besteci Gustav Mahler’in dul eşiydi.
Art Deco
1920’li ve 1930’lu yılların gökdelenlerinin mimari üsluplarını tanımlamak için Art Deco terimi kullanılır.
Bu akım bir dizi Fransız tasarımcının 1925’teki “Uluslararası Dekoratif Sanatlar ve Modern Sanayiler
Sergisi”nde üslubu ilk kez görücüye çıkarmasıyla başladı. Art Deco mimarisi ilhamını Art Nouveau,
Bauhaus, konstrükti-vizm, modernizm ve fütürizm gibi birçok değişik kaynağın yanı sıra Aztek ve Eski
Mısır mimarisinden aldı.
PETER BEHRENS’İN ÖĞRENCİSİ olan VValter Gropius 1919’da sanatı ileri teknolojiyle birleştirecek
bir kurum yaratmak amacıyla Bauhaus Okulu’nu kurdu. VVassily Kandinsky, Paul Klee ve Josef Albers
gibi sanatçılar burada öğretmenlik yaptı. Bauhaus mimarisi, dikey görünümü Hollanda sanat akımı De
Stijl’in etkisini taşıyan ve genel felsefesi biçimin işleve uyması gerektiği fikrine dayanan binalar
yaratmak için cam, çelik ve betonarme kullandı.
MUHAFAZAKÂR VVEIMAR kentinde Gropius’un ve Bauhaus akımından diğerlerinin siyasal eğilimleri
tepkiler çekince, okul 1924’te Dessau'ya taşındı
ve orada Gropius yeni binayı tasarladı. Nazilerin iktidara gelmesinden sonra, Gestapo okulu kapattı
ve Almanya’dan ayrılan Gropius önce İngiltere’ye, ardından Amerika’ya yerleşti.
MİMARI
Art Nouveau
Estetik anlayışını büyük ölçüde doğal dünyadan alan Art Nouveau’nun ayrıcalığı stilize çiçek ve bitki
şekilleridir. Dönemin mimarları, biçimin işleve uyması ve bezemenin yapıdan türe-tilmesi
gerektiği, güzelliğin biçim
ve işlev uyuşmasından kaynaklandığı görüşündeydi. “Güzel sanatlar ve zanaatlar" akımının etkisi altında,
yeni teknolojiyle yapıcı ve insan merkezli bir ilişki kurmaya yöneldiler; sanatı ve güzelliği
kitlelere ulaştırmak için sanayi üretiminden yararlanılabileceğini savundular. Zamanla akım içinde
HectorGui-mard ve Antoni Gaudı’nin tasarladığı kıvrık ve organik yapılardan Charles Rennie
Mackintosh'un doğrusal çizgili çalışmalarına kadar uzanan birçok üslup değişikliği ortaya çıktı.
20. yüzyılın başlarında, genel hava dekoratif mimarinin aleyhine döndü. Alman mimar Adolf Loos, “Süs
bir cinayettir,” saptamasında bulunacak kadar ileri gitti. Peter Behrens 1907’de sanat danışmanlığına
getirildiği Alman firması AEG için, biçimin işleve uyması yolundaki modernist inanca dayalı bir
tasarımla monoli-tik bir çelik, cam ve betonarme yapı olan Türbin Fabrikası’nı kurdu. Ludwig Mies van
der Rohe, Le Cor-busier ve VValter Gropius gibi bir dizi tasarımcı, 1910 dolaylarında onun yanında
öğrenim görmeye gitti. Bu üçlü daha sonra 20. yüz-
yılın en etkili mimarları arasına girdi.
Avant-Garde
Uluslararası Üslup
Le Corbusier, Gropius, Mies van der Rohe ve bir ölçüde Frank Lloyd Wright'ın uyguladığı biçimiyle
uluslararası üslup Bauhaus mimarisinden büyük çapta etkilendi. Üslubun ayırıcı özellikleri düz çatılı
binaların ince metal ya da beton kolonlar üstüne oturtulması, pencere şerit şeklindeki bütün cephe
boyunca yatay olarak uzanması ve bezemeden kaçınılmasıydı.
MİMARI
Savaş sonrası dönem, modernist olarak şöhrete ulaşmış birçok mimarın çalışmalarını sürdürmesine sahne oldu; ama 1960’larla
birlikte tepkici bir tavır ortaya çıktı.
Modernizm savaştan sonra baskın yapı üslubu haline geldi; ama çok geçmeden modernist
tasarımdaki işlevselciliğin ve minimalizmin evrensel geçerliliğini sorgulayan bir eğilim gelişti.
Modernistler
Modernizmin mimari kolu olarak 1920'lerde ortaya çıkan uluslararası üslup, II. Dünya Savaşı’nın
ardından büyük binaların inşaatında kullanılan baskın üsluba dönüştü, ilk modernistlerin eldeki malzeme-
lerle olası en yüksek yararı elde etmek doğrultusunda ortaya koyduğu işlevselci felsefe,
yapının orantılarından ve yöntemlerinden kaynaklanması öngörülen güzellik uğruna fazla bezemeden
kaçınan görece bütünlükçü bir mini-malist estetik yarattı.
Le Corbusier gibi modernist mimarlar artık kendilerini sırf bina tasarımcıları olarak değil, topluma şekil
veren ve yaşam koşullarını ileriye götüren kişiler olarak görmeye başladılar. Savaştan sonra Avrupa
devletlerinin harabeye dönen kentleri yeniden inşa etmeye ve herkese uygun barınak sağlamaya
yönelmesiyle birlikte, mimarlara tam da bunu yapma fırsatı verildi. Le Corbusier Avrupa’da konut amaçlı
kule bloklar yaratırken, ABD’ye göç etmiş olan Ludvvig Mies van der Rohe ilk çelik ve cam şirket
gökdelenlerini tasarladı. New York'ta 1954-1958 arasında mo-nolitik bir tunç ve cam gökdeleni olarak
inşa edilen Seagram Binası, sonraki 30 yıl boyunca şirket mimarisinin standardı oldu.
Modernizm S onrası
Uluslararası üslubun sınırlı paleti 1960’a doğru daha değişken bir yaklaşım adına modernizmin üs-lupçu
formüllerine karşı çıkan postmodernizmin yeni bir akım olarak doğuşunu getirdi, izleyen dönemde
dekoratif unsurlar ve üslup göndermeleri inşaat alanına tekrar döndü. 20. yüzyıl son on yılında moder-
nizmden uzaklaşma eğilimi sürdü; bazı mimarlar işlevselcilik fikrinden vazgeçerek, tasarladıkları yapıları
her I şeyden çok heykelsi ve dışavurumcu formlar gibi görmeye başladı. Aynı dönemin bir
diğer gelişmesi, işlevselci felsefeye bağlı kalan ileri teknolojili mimarinin ortaya çıkmasıydı. Bu tarzda
çalışan mimarların amacı binalarında kullanılan teknolojiyi olabildiğince açıklıkla sergileyecek fütürist
bir estetik yaratmaktı. Yapısal desteklerin, boru tesisatlarının ve asansörlerin dış kısma yerleştirildiği
Pompidou Merkezi'nde bu amaca ulaşıldığı söylenebilir. Mo-dernizmin standart estetiğine diğer bir tepki
eleştirel bölgeci üsluptur. Bu akım modern yapı tekniklerine başvurmaktan yana olmakla bir
likte, doğal ve kültürel nitelikteki yerel unsurların kullanıldığı binalar tasarlayarak, mimariye yerellik
havasını geri getirmeye çalışmaktadır. Bölgeci yaklaşımın bilinen en iyi örneği, beton yapısıyla
limana vurmuş deniz kabuklularını ve dalgaları andıran Sydney Opera Binası’dır.
yukarıda: ABD'nin Oreğor eyaletinde Michael Graves'in tasarladığı Portland Binası (yapımı 1980)
Postmodern Mimari
Paris'te Richard Rogers ve Renzo Piano'nun tasarladığı Pompidou Merkezi (yapımı 1972-1976)
20. YÜZYIL
20. yüzyıl büyük mimari yeniliklerin yaşandığı bir çağdı. İnşaat tarzımıza yeni malzemelerin ve yeni ihtiyaçların şekil vermesiyle
birlikte, 21. yüzyıl daha da görkemli geçmeye adaydır.
21. yüzyıl daha şimdiden rekor yükseklikteki ilk gökdelenine kavuştu; bir diğeri ise çoktan inşaat
aşamasında. bu yüzyıl mimari dünyasında çok sayıda şaşırtıcı ve heyecan verici gelişme vaat ediyor.
Enformasyon Teknolojisi
1990'larda mimari alanındaki önemli gelişmelerden biri bina tasarımında bilgisayarların kullanıl-
masıydı. Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’nin karmaşık kıvrımları, ilk başta uçak tasarımı için
geliştirilmiş CATIA yazılım programı kullanılarak planlandı. 20. yüzyıl sonlarının ve 21. yüzyıl başlarının
dekonstrüktivist üslubunda binalara derme çatma yapılmış ya da çökmek üzereymiş gibi çarpıcı
görünümler verilmesi büyük ölçüde bilgisayar yazılımlarının desteğiyle varılan bir sonuçtur. 21. yüzyıl,
enformasyon teknolojisinin mimari formların evrimi üzerindeki etkilerine sahne olmaya devam edecek.
Dünyanın en yüksek yapısını kurmaya dönük uluslararası yarış sürüyor. Yapımı 2003’te biten Taipei 101
adlı gökdelen 448 metreyi buluyor; ama Birleşik Arap Emirliklerinde inşa halindeki Burç Dubai yakında
bunu aşarak 800 metreye ulaşacak. Dubai’de halen planlama aşamasında olan başka bir binanın bir buçuk
kilometrenin üzerinde, yani Taipei 101’in üç katını aşkın yüksekliğe varması öngörülüyor.
Yeni Ş ekiller
Yeni mimaride 20. yüzyıl moderniz-minin formlarından daha da uzaklaşma eğilimi görülüyor.
Dekonstrüktivist mimari bu eğilimin ifadelerinden biridir. Diğer farklı bir ifadeyi, doğal formlara ilişkin
incelemeleri mühendislik eğitimiyle birleştirerek organik, böceğimsi, iskeletli biçimlere dayalı binalar
yaratan Santiago Calatrava’nın çalışmalarında görü
Pekin’de Rem Koolhaas’ın tasarladığı Çin Televizyon Kulesi’nin bilgisayar maketi (öngörülen bitiş tarihi
2008)
yoruz. Pekin’de Metropoliten Mimarlık Dairesi'nce tasarlanan CCTV Binası'nın yamuk dikdörtgen
formları ise yerçekimine meydan okurcasına dev bir kristal ilmek oluşturuyor. Dış kısımdaki
putrellerin düzeni, yapının içindeki kuvvet dağılımını yansıtıyor.
Enerji Verimliliği
Çevre kaygıları, ekonomik teşvikler, ayrıca güneş panoları, hava deliği ve pencere kontrol sistemleri gibi
uygun teknolojilerden yararlanma olnağı birçok mimarı enerji tüketiminin daha düşük düzeye indirildiği
binalar tasarlamaya yöneltiyor. Londra’da Fos-ter and Partnere firmasınca tasarlanan ve “Acur” olarak da
bilinen 30 St Mary's Axe Bina-sı'nın (bitiş tarihi 2004) içindeki hava akımı klima sistemini ,. her zaman
kullanmaya gerek kalmaksızın uygun bir sıcaklığı koruyacak şekilde kontrol edilebiliyor.
Yeni Teknolojiler
Sanayi devrimi sırasında ve sonrasında mimari yaratıcılıkta görülen patlama demir, cam ve betonu ucuz
ve büyük miktarda üretebilme kapasitesinin sonucuydu. Aynı teknolojik ilerleme yönelimlerinin
sürmesiyle birlikte, 21. yüzyıl yeni olanaklardan yararlanmayı sağlayan binaların yaratılmasına sahne
olacak. Son derece sağlam cam, karbon fiber ve yeni plastikler gibi yeni malzeme ve teknolojilerle inşa
edilmiş yapıların artan gücü ve esnekliği, günümüz mimarlarının imkânsızı mümkün hale getirmeye
yönelik kesintisiz bir süreç içinde olduğunu gösteriyor.
S ürdürülebilir Mimari
Çevre sorunlarına duyarlılığın 20. yüzyılda artması birçok mimarı bina tasarımlarında bu tür kaygıları
gözetmeye yöneltiyor. Bunun bir örneği 2008'de tamamlanması öngörülen California Bilim Akademisidir.
Çatının bir hektarlık alanına yerel bitki türleri ekilecek ve çevresi güneş pilleriyle donatılacak. Büyük
modern binalarda artık pek görülmeyen bir özellik olarak, bütün pencereler elle açılabilecek ve çalışma
alanlarına azami doğal ışığın girmesi sağlanacak.
yukarıda: San Francisco'da Renzo Piano'nun tasarladığı yeni California Bilim Akademisi'nin bilgisayar
maketi
21. YÜZYIL
TASARIMINI Norman Foster'ın yaptığı Millau Viyadüğü'nün Eiffel Kulesi'nden daha yüksek payandaları
vardır.
MİMARI
” 3
ım
Monografik Kutular
Konfüçyüs ve Çin Edebiyatı, s. 415 Homeros, s. 416 Ortaçağ Ozanları, s. 419 Hafız ve İran Edebiyatı, s.
421 Shakespeare, s. 422 Moliere, s. 423
Masallar, s. 427
Lu Xun—Çin Modernizminin Kurucusu, s. 433 Faşizm ve Edebiyat, s. 434 Absürt Tiyatro, s. 436 Fransız
Varoluşçuluğu, s. 437
Analitik Kutular
sH&CRIİLES DICKIEISİİ,
1 mvırnm
îLjû&nt ats a
SIÎR3S 33tü!3CS«AH
KSW £©!TÎQW.
{ RevıseAfc Ccrrrected.
tınman
KİLİT BİLGİLER
KÖKLER-MİTLER VE İMGELER
Sözlü anlatılar başından itibaren insan kültüründe ağırlıklı yer tuttu. İnsanları sosyal etkileşime ve bilgi
aktarmaya özendirmenin yanısıra, toplumların kuruluşunu kolaylaştırdı. Birçok hikâye aradan geçen
zamanla daha da önem kazandı ve onları gelecek kuşaklar için korumak üzere görüntülere ya da yazıya
dökme çabasını doğurdu. Edebiyatın adım adım gelişmesi bir kültüre ait bilgilerin pekişmesine katkıda
bulundu. Belli dinsel kurallar gibi özellikle önemli birkaç “kanonik" kaynak erken bir evrede yazılı hale
getirildi.
EDEBİYAT
Anlatılar bir kültüre ait olayları ve bilgileri koruyarak sonraki çağlara ulaştırır. Bütün eski kültürler masallar unutulup gitmemeleri için imge ya da yazı
biçimine dökmeye çalışmışlardır.
Mısırlıların resimsel hiyeroglifleri dünyanın en eski yazı sistemlerinden biridir.
Dostu Enkidu’nun ölümü üzerine dehşete düşen Uruk kralı Gılgamış, ölümsüzlük arayışı içinde
Sümer’e (bugünkü Irak) seyahat eder. Yolda, daha önce bilgelik tanrısınca uyarıldığı için yıkıcı bir selden
sağ kurtulmuş olan Utnapiştim’le karşılaşır. Utnapiştim’in ölümsüzlük sırnnı bildiği ve buna ulaşma
yolunu kendisine anlatabileceği kanısına varır. Utnapiştim krala altı gün ve yedi gece uykuya yenik
düşmemesi gerektiğini bildirir. Ancak bu sınavdan başarıyla çıkamayan Gılgamış, her fani için kaçınılmaz
olan yazgıya boyun eğmeye mecbur kalır ve Uruk'a geri döner.
Tanrı’nın dünyayı yaratışı insanlığın en eski mitlerinden biridir.
MÖ 2. yüzyılda 12 kil tablete yazılmış olan “Gılgamış Destanı” bilinen en eski edebi eserdir.
Çeşitli bölümlerinin birçok dilde günümüze ulaşması, Ortadoğu kaynaklı masalların yaygın ve çok revaçta
olduklarını gösterir.
Bu bakımdan çeşitli yerlerde sürekli anlatılmış ve daha sonra yazıya geçirilmiş olmaları gerekir.
S özlü Anlatılar
Yazının bulunuşundan önce, sözlü anlatılar geçmişe ait olayları ve genel bilgileri korumaya, böylece
bir toplumsal bağ yaratmaya hizmet ederdi, ilk kültürlerin unutulmamasını sağlayan bir “kültürel
hafıza” yaratmakla birlikte, sözlü anlatılarda içeriğin aktarım sürecinde değişmesi riski vardı;
ayrıca başkalarına aktarmak üzere mutlaka bir kişinin hikâyeyi tam bilmesi gerekirdi. Bu özellikteki
hikâyelerin zamanla çoğalmasıyla yığınlar arasında sonsuza dek unutulmaları tehlikesi de büyüdü.
Böylece “Gılgamış Destanfnın tabletlerinden anlaşılacağı üzere, eski hikâyeleri edebi bir formatta kayda
geçirmeye dönük bir ilgi doğdu. Köklü geçmişe dayanan sözlü anlatı geleneği yazı sayesinde
korunup sonraki kuşaklara aktarıldı.
ilk yazı sistemleri MÖ 3500 dolaylarında Sümerlerve Mısırlılar tarafından geliştirildi. Mısır mitolojisine
göre, taş ve papirüs üstüne işlenen resimsel bir yazı sistemi olarak hiyeroglifleri yaratan
bilgelik tanrısıydı. 19. yüzyıl başlarında çözülen bu yazı sayesinde, şimdiki kuşak belki de çoktan
unutulup gitmiş olabilecek Eski Mısır hikâyelerini bilebiliyor, içeriğin
Mitos
Yunanca kökenli mitos, “anlatı” demektir. Mitler tanrıları, kahramanları ve doğaüstü şeyleri konu alan
kadim hikâyelerdir, insan yaşamının kestirilemezliğinden duyulan korkuyu hafifletmek üzere, dünyanın
işleyişini açıklamaya ve belli sebeplere bağlamaya çalışırlar. Tarihi yaratan ve birçok bakımdan
insanlığın gelişimini etkileyen mitler, nasıl ortaya çıktığını ya da zamanla nasıl evrim gösterip değiştiğini
anlatma yoluyla dünyayı sınıflandırmaya ve yorumlamaya dönük ilk girişimleri temsil ederler. Günümüzde
en çok bilinen örnekleri Yunan ve Roma tan-nlarına ilişkin hikâyelerdir.
gittikçe önem kazandığı kanunlar ya da dinsel emirler gibi kaynaklarla birlikte, anlatıları kayda geçirmek
daha ivedi hale geldi. İbrani kutsal kitabı Eski Ahit MÖ 1200’lerde yazıya geçirildi. Kitabı Mukaddes’in
bu eski bölümlerinde yer alan Nuh Tufanı aslında “Gılgamış Destanı”ndan beri tekrarlanmış bir temadır.
Dolayısıyla Kitabı Mukaddes’in sözlü anlatılara dayandığı sonucuna varılabilir.
Eski çağlardaki zengin edebi geleneğin bir örneği de Hint destanlarıdır. Çin’de Konfüçyüs “Beş Klasik”le
ilk edebi kanonu başlatmıştır.
“ÜSTAT KONG” diye çevrilebilecek olan asıl adı Kongfuzi’nin Cizvit keşişlerince Latinceleştirilerek
aktarılan biçimi “Confu-cius" birçok dilde kullanılan ada kaynaklık etmiştir.
Çince “Mozi” (Konfüçyüs’ün çömezi) ve “Zhuangzi" (MÖ 4. yüzyılda yaşamış Taocu Şlozof)
karakterlerinin yazılışı
ÇİN HÜKÜMDARLARINA öğretmen ve danışman olarak MÖ 6. yüzyılda hizmet veren Konfüçyüs kendi
öğretilerinden hareketle, bugün bile Çin kültüründe benimsenen bir değer sistemi yarattı. MÖ 200’den
sonra yüce bilge ve zamanla tanrı olarak tapılan bir kişi haline geldi.
“BEŞ KLASİK” bazıları MÖ 1000'den önceye inen eserleri içerir. Bunlardan "Sözler Kitabı” (Shi-Jing)
Çince lirik şiirlerin bir derlemesi, “Değişimler Kitabı” (Yi-Jing) çeşitli kehanetlerin yanı sıra yin veyang
ilkelerinin de yer aldığı bir eski Çin felsefesi özetidir. Lİ-Jİ ise nikâh ve cenaze gibi törenlerde yapılacak
ayinleri aktarır.
yatın ideal örneği sayılan €> ayrıca bkz.: Hinduizm ve Konfüçyüsçülük, Din Bölümü, s. 286-289, 297
Kitabı Mukaddes’teki ünlü bir hikâye insanlığın ortak bir dilden çok sayıda dile geçişinin
getirdiği kargaşayı anlatır, insanların Babil’de muazzam bir kule inşa
ederek, yeteneklerini ve aralarındaki birliği sergileyecek bir örnek sunmaya çalıştıklarını belirtir.
Sonunda Tanrı insanları bu yersiz kibir duygusundan dolayı dilleri karıştırarak lanetler,
insanların dünyanın çeşitli yerlerine dağılmasıyla birlikte her bölgede başka bir dil konuşulur olur.
Aslında dünya dilleri çeşitlenme yoluyla kademeli olarak ortaya çıkmıştır. Neredeyse tüm
Avrupa dillerine temel oluşturacak bir Hint-Alman dilinin varolmuş olması gerekir. Kadim Hint dillerinin
çoğunu bu tek Hint-Âri diline indirgemek bile mümkündür. En eski Hint edebiyat dili olan Sanskrit, bu
bağdan dolayı Latince ve Yunanca’yla aynı kökene dayanır. 18. yüzyıla kadar bunun aslında Avrupa ön-
dili olduğu düşünülmüştür.
Kullanım kapsamı çerçevesinde her dilin kendine özgü fabllarla ve efsanelerle dolu bir edebi geleneği
vardır. Kadim Hindistan zengin anlatılarıyla ünlüydü; bunlar dünyanın öbür kesimlerine oranla çok
daha geç bir evrede yazıya geçirildi. Bugün bile ruhbanlık bilgilerinin önemli bir bölümünü oluşturan
dinsel içerik başka kaynakların yanı-sıra bu eski metinlerde yer alır. MÖ 1200'lerden kalma bir ilahi
derlemesi olan “Rig-veda” günümüze ulaşmış en eski metindir. Diğer Veda metinleri de dinsel ve felsefi
konuları ele alır. En iyi bilinen örnekler “Upanishad’Tarın felsefe öğretileridir. Eski Sanskrit edebiyatının
en önemli iki destanı “Ma-habharata" ve “Ramayana”dır.
Rama’nın Hikâyesi
“Ramayana” (Sanskrit: “Rama'nın Hayat Yürüyüşü”) Rama adlı kahramanın yaptığı işleri konu alır.
Ana olay örgüsü kaçırılan karısı Sita'yı maymun tanrı Hanuman’ın yardımıyla kurtarması etrafında
döner, ilk başta insan olarak tasvir edilmesine karşın, Rama anlatı-\ larda tanrımsı nitelikler kazanmış ve
zamanla Vişnu'nun bedene bürünmüş bir biçimi olarak görülmeye başlanmıştır. MS 2. yüzyıldan kalma
kayıtlar günümüzde bilinen ilk kaynaktır; ancak hikâyenin ilk derlemelerinin çok daha eski
olduğu sanılmaktadır. Hindistan'da ı çok çabuk yayılan ve edebi-
ÖZEL BİLGİLER
SANSKRİT “ölü" bir dil olarak kabul edilir. Oysa 1981'de yaklaşık 6.000 Hintlinin bu dili anadil
olarak konuştuğu ortaya çıktı.
“Mahabharata”
Eski Hint edebiyatının başka bir popüler destanı da “Mahabharata”, yani "Bharata Hanedanına Dair
Harika MasaL’dır. MÖ 4. yüzyılda kayda geçirilen bu destanın “Ramayana”dan sonra ortaya çıktığı
sanılmaktadır. Olay örgüsü iki hanedan arasındaki korkunç bir çatışma üzerine kuruludur; daha küçük
anlatıların yanısıra çeşitli dinsel, felsefi ve hukuki mısralar da içerir.
Ünlü hikâyelerden biri kocasını ölümden kurtarmak için her şeyini feda etmeye razı olan Savitri adlı sadık
kadınla ilgilidir. Hindu kültürünün neredeyse bütün alanlarını ele aldığı için, “Mahabharata” bir tür
“Hintlilerin Kitabı” olarak nitelendirilebilir. En ünlü bölümü “Bhagavad Gita” Krişna'nın vahiylerini
temsil eden bir dinsel ve felsefi rehber içerir. Günümüzde Hindistan’da en yaygın okunan metinlerden biri
olduğu söylenebilir.
EDEBİYAT
Aradan yüzyılların geçmesine rağmen, “Mahabharata" destanının birçok değişik resimle süslenen
baskıları hâlâ yapılmaktadır.
EDEBİYAT
EFSANEDEN SANATA
Eski Yunan dünyasında aynen önceki kültürlerde olduğu gibi efsanevi masallar kuşaktan kuşağa
aktarılırdı. MÖ 8. yüzyıldan kalma İlyada ve Odysseia Batı dünyasının en eski edebi eserleri sayılır. Bu
destanlar trajedinin baş rolü oynadığı bir edebi akıma öncülük etti.
Homeros'un kendi döneminden kalma hiçbir tasviri yoktur. MÖ 200’den kalma bu büste benzer portrelerin
hepsi idealleştirilmiştir.
Homeros
BİR BAŞKA BELİRSİZ NOKTA Homeros'un Odysseia ve ilyada’yı bizzat mı yazdığı, yoksa ilyada’nın
bazı kısımlarını ve hatta tamamını öğrencilerine mi yazdırdığıdır. Başka bazı eserlerin de Homeros’a ait
olduğu ileri sürülmüştür. Bu savlar doğru olsun ya da olmasın, ona yakıştırılan eserler Yunan edebiyatına
büyük etkide bulunmuş ve birer arketip sayılmıştır. Homeros destanları geçmişte çocuklann eğitimi için
kaynak olarak kullanılır ve şiirlerini ezberlemeleri sağlanırdı.
Yunan tiyatroları her şeyin her yerden duyulabileceği ve görülebileceği bir şekilde inşa edilirdi.
Yunan antik çağının en eski edebi metinleri Yunanlı Homeros’a dayandırılan destanlardır. Günümüze
yazılı halde ulaşmışlarsa da, metinleştirilerek kayda geçirilmeden uzun bir dönem anlatımla ve şarkılarla
sözlü olarak aktarıldıkları sanılmaktadır.
Bu destanların merkezinde başlıca iki tema yer alır: Truva için yapılan savaş ve Odysseus adlı
kahramanın gezileri.
Truva bugünkü Türkiye'de Marmara'nın girişinde yer alan bir ticaret kentiydi, ilyada destanı Yunanlı
Menelaos'un güzel karısı Helena’nın Truvalı Paris tarafından kaçırılması üzerine çıkan savaş sırasında bu
kente saldıran Yunanlıların on yıllık kuşatmasını anlatır. Esas olarak destanın kahramanları Akhil-leus ve
Truvalı Hektor arasında geçen acımasız çarpışmalar kuşatmanın gidişatına damgasını vurur. Yunan
edebiyatının tipik bir unsuru olarak, Olympos Dağı’ndan olayları izleyen tanrılar keyfi
müdahalelerde bulunur. Destan Truva'nın yıkıma yol açan düşüşüyle, savaşın sona ermesiyle ve hem
Akhilleus, hem de Hektor’un ölümüyle biter. Homeros ilyada'da Truva kuşatmasının sadece son 51 gününü
aktarır, olayların akışı içinde bütün çatışma sürecine, sebep ve sonuçlarına da değinir.
Yunan Tragedyası
Yunan edebiyatında (s. 417) başta tragedya olmak üzere tiyatronun özel bir önemi vardı. “Üç
Büyük” olarak anılan Aiskhylos, Sophokles ve Euripides’in oyunları günümüzde tragedyanın şaheserleri
olarak görülür. Aiskhylos bu türün kurucusu sa
yılırken, ardıllarının yetkinleştirici katkılarda bulunduğu kabul edilir. Sadece tragedyanın değil, şiir
sanatının da teorisi daha sonraları Aristoteles tarafından geliştirilmiştir (s. 417). Tragedya hemen her
zaman bir kişinin tanrılara karşı gelmesiyle ortaya çıkar. Kahramanlann daima olağanüstü olmaları,
çektikleri acıları daha da ürkütücü kılar.
Odysseus, şarkılarıyla onu baştan çıkarmaya çalışan Skylla ve Kharybdis adlı iki denizkızının yanından
geçiyor (Dougga'da bulunmuş mozaik, MS 3. yy ortaları).
uru^ QV
416 KLASİK ANTİK ÇAĞ-İLK ÖRNEKLER VE DOĞU’YA YÖNELİM
m m "p
KİLİT BİLGİLER
Efsaneden sanata \ Altın çağlar
HOMEROS’UN
DESTANLARI
antik çağın en eski
edebi eserleri
olarak kabul edilir.
TİYATRO Eski
Yunan dünyasında
önemli bir rol
oynardı.
KLASİK ANTİK ÇAĞ-İLK ÖRNEKLER VE DOĞUYA YÖNELİM
LATİN
EDEBİYATI
doruğuna MÖ 1.
yüzyıl sonlarında
ulaştı.
ALTIN ÇAĞLAR
Romalılar Yunan edebiyatı içinde üstün nitelikte metinler buldular. Ama onlar da dünya edebiyatına klasik
yazarlar kazandırdılar.
Yunan Tiyatrosu
İlk Romalı şairin Yunan asıllı olması pek şaşırtıcı değildir. Lucius Livius Andronicus ülkesinin eserlerini
Romalılar için tercüme eden bir Yunanlı köleydi. Bu eserler arasında bir Yunan tragedyası ve MÖ 240’ta
sah-
Ovidius'un başkalaşım mitlerinden biri Zeus'un güzel Europa'yı baştan çıkarmak için bir
boğaya dönüşmesini anlatır.
nelenen bir komedyanın yanı sıra Odysseia destanı da vardı. Ancak Roma edebiyatının asıl kurucusu MÖ
239’da Calabria’da doğan Qu-intus Ennius’tu. Roma tarihi üzerine Annales’ı yazarak, Romalılara bir
tür//yada armağan etti. Bu eser Vergilius’un sonraki bütün epik şiirlere tartışmasız örnek oluşturacak
Aene/'s'i (MÖ 30-19) yazmasına kadar, yani iki yüz yıl boyunca ulusal destan sayıldı. Her iki Roma
destanı da Truvalı kahraman Aeneas'ın yıkılan Truva'dan kaçtıktan sonra Roma’yı kurmasını ayrıntılı
olarak anlatır.
Vergilius Roma’nın imparator Augustus yönetiminde bir kültürel canlanma yaşadığı dönemde şiirler
yazdı. Ondan bir süre önce, cumhuri-
Tacitus başeseri Germania'da (MS y. 98) Romalılar baş düşmanı Germen kabilelerini anlatır.
yetten imparatorluğa geçiş evresinde hukukçu ve siyaset adamı Marcus Tullius Cicero
nutukları, mektupları ve felsefi yazılarıyla Latince’yi Yunanca'ya denk bir dil konumuna yükseltti.
Mahkemelerdeki ve Roma senatosundaki konuşmaları efsaneye dönüşürken, retorik öğretileri bugün
hâlâ tartışılır. Metinleri ilkelerle ve en ünlüsü “O tempora, o mores!” (“Nerede o eski günler, nerede
ahlak!’’) olan düsturlarla doludur. Yozlaşma olarak görülen bu dönem, toplum ve siyaseti eleştiren birçok
hiciv şiirine konu olmuştu.
Öznel Duyarlılık
ürik şiir bile doruğuna MÖ 1. yüzyılda ulaştı. MÖ 84’te Verona'da doğan ve henüz 30 yaşındayken ölen
Catullus, özellikle Yunanlı kadın şairSappho’dan esinlenerek yazdığı aşk şarkısı “Lesbia”yla üne kavuştu,
içinde yer aldığı edebi akıma bağlı “neoterik” şairler kişinin duygularını ifade edecek güncel ve öznel bir
şiir biçimi yaratmaya çalıştı. Lirik şiirin çeşitlenerek aşk ağıtı, kaside ve epigram gibi farklı biçimlere
bürünmesi Catullus'la başladı. Kaside ustası sayılan Horatius asıl büyük ilgiyi kendi döneminde değil,
ortaçağda ve hümanizm akımıyla birlikte gördü.
İmparator S arayında Edebiyat
imparatorluk döneminde edebiyat bir saray işi haline gelerek onun otoritesi altına girdi, ilk
imparator Augustus esas olarak, az önce değinilen Vergilius gibi, şöhretini öven ve Roma’yı yücelten
yazarlara destek verdi. Muhalifleri ise sürgüne gönderdi. Aşk şiirleri ve birçok dönüşüm mitinin özeti
niteliğindeki popüler Metamorphoses'i kaleme alan Ovidius da MS 8’de bu akıbete uğrayanlardan biriydi.
Augustus'un yönetimi sırasındaki altın çağın ardından, Roma imparatorluğu dağılmaya yüz tuttu. Bu
dönemde antik çağın en önemli tarihçilerinden Tacitus, Historiae ve Germania
Filozof Aristoteles Poetika adlı eserinde değişik türleriyle şiir ve tiyatroyu ele alır. Bütün şiirlerin taklide
(mimesis) dayandığını, yani gerçekçi ve inandırıcı olması gerektiğini ileri sürer. Etki uyandırma
açısından, anlatılan olayın açık seçik ve kendi içinde eksiksiz olması gerekir. Dahası, okur eserdeki
kahramanla özdeşleşebilmelidir. Böylece karakter mutsuz bir duruma düştüğünde, okur acıma ve korku
duygularına kapılır; ardından kendi yaşamını düşünerek rahatlaması (katharsis) duygu dünyasının
güçlenmesini sağlar.
gibi eserleri verdi. Latince yazmadaki üstün becerisini sergileyen özgün bir üslup kullandı.
ÖZEL BİLGİLER
İLYADA 24 kitap ve 16.000 mısra-dan. Odysseia ise 24 kitap ve 12.000 mısradan oluşur.
HOMEROS destanlarını günlük hayatta kimsenin konuşmadığı bir sanatsal dille yazdı.
VERGİLİUS ölümünden sonra Aeneis'in yok edilmesini istemişti; bunu Augustus önledi.
EDEBİYAT
Kahramanları öven şarkılar \ Maceralardan aşk şarkılarına | Saray, devlet ve manastır \ Doğu Asya, İran
ve Arabistan
KİLİT BİLGİLER
5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar süren dönem, ulusal dillerin gelişimi açısından belirleyici öneme sahipti.
Avrupa içinde ve dışında dönemin geçerli dillerinde en üstün nitelikte metinler kaleme alındı.
Kahramanlık anlatıları ve estetik lirik şiirler gibi eserler doğdu ve edebiyata damgasını vurdu. Teknik
ilerlemeler matbaanın ortaya çıkışını sağladı.
EDEBİYAT
Büyük kahramanların yiğitlikleriyle ilgili şarkılar Avrupa ortaçağ edebiyatının önemli bir yanıydı. Bunları
okumak büyük rağbet gördüğü için çok geçmeden bu şarkılar yeni bir geçim kaynağı oldu. Ozan ve halk
şairi denen bu şarkıcılar özellikle şenliklerde halkı eğlendirirdi.
5“ Ur,
..¥*♦ •i>*rTailw
i\va \TLAnt\
/•* «i**
huı ^
iotntiı çoj
m ,4ü ------
“Beov/ulf" destanının günümüze ulaşan en eski yazması 1000 dolaylarında kaleme alınmıştı.
Avrupa’da kayda geçirilmiş en eski kahramanlık şiiri olarak kabul edilen “Beovvulf" destanı, aynı
adlı bir Anglosakson savaşçının maceralarını ayrıntılı olarak anlatır. Bu destanın 8. yüzyılda
Vergilius’un Aene/'s'inden (s. 417) esinlenen bir keşiş tarafından kaleme alındığı sanılmaktadır.
Beovvulf'un ömrünün baharına ve sonuna denk gelen en büyük iki yiğitliği destanda uzun uzadıya anlatılır.
Birincisinde, genç Beovvulf dönemin Danimarka kralı Hrothgar’ı ve annesini insan yiyen
Grendel adlı bir canavarın pençesinden kurtarır. Elli yıl sonra ise bir ejderhayla dövüşürken can verir
ve bir kahramana yaraşır biçimde gömülür.
Göç dönemindeki kahramanlıkların işlendiği anlatılar ve şarkılar zamanla bütün Avrupa'ya yayıldı. Bunlar
arasında Büyük Şarlman’ın hizmetindeyken Serazenlere karşı savaşan cesur şövalye Roland’ın hikâyeleri
de vardı. Sözlü anlatımla 8-12. yüzyıllar arasında İzlanda’ya kadar ulaşan birkaç hikâye, Eski İzlanda
yazısıyla kayda geçirildi ve Kuzey tanrılarının anlatıldığı şarkılarla birlikte “Manzum Edda” adlı şiir
derlemesine alındı. “Edda" destanları sanatçılara zengin bir ilham kaynağı sağladı. Hikâyeler bütün
İzlanda ve Norveç’te kuşaktan kuşağa aktarıldı. Viking çağında (9.-11. yüzyıllar) skald
denen İskandinavya ve İzlanda ozanları hükümdar saraylarında şarkılarını sunmaya özendirildi, içlerinden
bazıları yıldız denebilecek konuma ulaştı; yaşamlarını ve eserlerini anlatan biyografiler bile yazıldı.
Onların mirası Snorri Sturluson’un bir ders kitabı olarak derlediği “Nesir Edda"yla (1220-1230)
korundu, gelecek çağlara ulaşabildi.
Nibelung Geleneği
Burgonların yenilgisiyle ilgili hikâyeler, Orta Yüksek Almanca'yla yazılmış yaklaşık 1.200
Nibelung şarkısının odak noktasını oluşturur. Günümüze ulaşan 35 yazma 13-16. yüzyıllar
arasında destanların gördüğü rağbeti ortaya koyar. Bir ejderhayı kılıçtan geçirmiş Siegfried,
Worms Sarayı’nı ziyareti sırasında bir kavgaya karışır ve Hagen tarafından öldürülür. Karısı Kriemhild
bu cinayette kayınbiraderi Gunther’in de parmağı olduğunu öğrenir. Ondan intikamının yıllar sonra
Hun hükümdarı Attila’yla evlenerek alır. Kutlamalara katılmak üzere sarayına davet ettiği Burgonlar feci
bir ölümle karşılaşır.
Çadırların kuruluşu ve şövalyelerin ayrılışı: Eski bir Fransız epik şiiri olan “Roland’ın Şarkısı”ndan
bir sahne (1075-1110).
Kraliyet sarayları ortaçağ edebiyatının merkezleriydi. Soylu lirik şairler, gezgin müzisyenler ve
profesyonel ozanlar eserlerini halka oralarda sunardı.
Soylu çevrelerde bir saray kültürünün ortaya çıkışı edebiyatın çehresini değiştirdi. Kahramanların
yaşamlarına ve yiğitliklerine dair destanların karşısına saray destanları, yani şövalye maceralarına
dair manzum romanlar çıkmaya başladı. Şairler efendilerinin ideallerini göz önünde tutarak yazdıkları
eserlerinde, onların yaşamlarını ve deneyimlerini süslü bir anlatımla işlediler. Bu dönemde Fransa edebi
yenilikle
S aray Romanı
Dönemin en başarılı saray romanlarından biri Thomas d’Angleterre’in yazdığı Tristan'dı. Roman
Tristan'ın amcası İngiliz kralı Mark’la evlenecek Isolde adlı prensesi alıp getirmek üzere İrlanda’ya
doğru yola çıkmasıyla başlar. Dönüş yolunda Tristan ve Isolde aslında Mark ve Isolde için hazırlanmış
olan bir aşk
ÖNEMLİ ŞAİRLER: VValthervon der Vogelweide, Fri-edrich von Hausen ve Heinrich von Morunğen.
“SEVDİĞİM KİŞİYE HER ZAMAN KOŞACAĞIM /Umudumun hedefi hiç de yakın değil elbette/Ama
her gün ona ulaşma uğraşındayım." Reinmar von Hağenau Şair Oswald von VVolkenstein’in geç
ortaçağdan kalma bir şarkıyla ilgili metni ve notları.
Ortaçağ Ozanları
saray şairi Reinmar von Hagenau'nun (y. 1200) doruğuna ulaştırdığı bu şiir türünde bir devrim yarattı.
Şarkılarında karşılıklı aşkı (“gönlün gerçek aşkı") işledi. Bu yaklaşım min-nesang üslubunun ana
teması haline geldi ve 15. yüzyıl sonlarına kadar öyle kaldı. Percival efsanesini yazan Fransız
şair Chretien de Truvaes ve Aki-tanya dükü IX. Guillaume da türün önemli temsilcileriydi.
iksirini yanlışlıkla içerler. Sonsuz bir sevgiyle birbirine bağlanan ikili, bu gönül ilişkisini hiçbir şeyden
kuşku duymayan Mark’tan gizlemeyi başarır; ama sonunda yakınlaştıkları bir an yakalanırlar. Sırlarını
açıklayınca da ayrılmak zorunda kalırlar. Tristan'ûa gözlemlenebilen yeni bir edebi gelişme,
karakterlerin düşünce ve duygularına daha fazla ilgi gösterilmesidir. Anglosakson Beovvulf un aksine,
Tristan kusursuz bir kahraman değildir; acı çekerken, plan kurarken ve sonunda izleyeceği yola karar
verirken mizacı değişir.
Arthur’un Ş övalyelik Dünyası
Karakter çizme yönündeki eğilim Kral Arthur’un efsanevi maiyetiyle ilgili destanlarda daha da
belirgindir. Bu edebi eserler savaşta cesarete, Tanrı’ya ibadete ve merhamete değer veren ortaçağ
şövalyelik ideallerini gözler önüne serer. Destanlara konu olan her kahraman Yuvarlak Masa’nın mensubu
olmaya yaraşır sayılmak için bir dizi mace
Chaucer
Orta İngilizce’yle yazmış şairlerin en ünlüsü Geoffrey Chaucer, 1340-1344 arasında bir tarihte doğdu
ve 1400’de cinayete kurban gittiği savına yol açan koşullarda öldü. Bir şair ve yazar olarak verdiği
eserlerin
EDEBİYAT
Manesse Kodeksi’ndeki bir tezhipte ortaçağ Alman ozanlarından Heinrich von Veldeke
İngiltere kralı Arthur ve efsanevi Yuvarlak Masa şövalyelerini konu alan çok sayıda destan vardı (15.
yüzyıldan kalma bir minyatür).
raya girmeyi göze alır. Şövalyelerin bu maceralarında saygınlık için şan peşinde koşmalarının bir
örneği Percival’ın Kutsal Kâse’yi arayışıdır. Kadınların zor durumdan kurtarıldığı olaylarla, şövalyeler
arasındaki acımasız kavgalarla, kutsal emanetler ve özel öneme sahip nesneler peşindeki arayışlarla dolu
bir hikâyenin sonunda, Percival gençlikten gelen toyluğunu aşar ve bir kral haline gelir.
yanı sıra, birçok bürokratik ve hatta parlamenter görevlerde de bulundu. Bu bakımdan döneminin toplu-
muyla karmaşık bağları vardı. En tanınmış eseri Canterbury Hikâyeleri’nde karışık bir sosyal yapıyı
yansıtan Canterbury hacılarını yolda oyalanmak için anlattıkları hikâyeler çerçevesinde sunar. Kitap sivri
dilli hicvin, açık saçık komedinin, şiirlerin ve iyi gözlemlenmiş karakterlerin bir karışımıdır.
EDEBİYAT
Ortaçağda edebiyat kraliyet saraylarında bir yer edindi ve ardından kentlere ulaştı. Manastırlar bu
kültürel mirası kendi kütüphanelerinde korudular.
Assisi’li Francesco 1224 dolaylarında Tanrı’ya övgü niteliğinde 33 mısralık “Güneş ilahisi”ni yazdı.
Günümüzde Latince’den uzak sayılan bir dili kullanmasından dolayı, bu şiir genelde “İtalyanca’nın
temeli” olarak kabul edilir. Avrupa’da diğer yerel diller daha 8. yüzyılda Kitabı Mukaddes
çevirileri aracılığıyla ortaya çıktığından, İtalyanca’nın Latince'den kopuşunun çok daha geç gerçekleştiği
söylenebilir. Genelde Latince eğitimli ve seçkin kesimlerin dili olarak varlığını sürdürdü.
Gutenberg'in matbaası masif ahşap kirişlerden ve hareketli bir milden oluşmaktaydı. İlham kaynağı
dönemin şarap ve kâğıt cendereleriydi.
Tam bir baskıyı sağlamak için, kâğıt bir tablaya tutturulur ve baskı kalıbının içinden geçirilirdi.
Dizgi hurufatı için ideal bileşim bir kalay, kurşun, antimon ve bizmut karışımıydı. Kâğıda zarar vermeyen
bu harfleri kolayca eriterek yeniden kullanmak mümkündü.
Gutenberg’in bastığı ilk kitap büyük olasılıkla Aelius Donatus’un bir Latince gramer kitabıydı.
imparator II. Friedrich gibi hükümdarlar bile seçkin şairler olarak öne çıkmıştı.
Ortaçağda edebiyat saraya özgü bir uğraştı ve çoğu kez şairliğiyle de tanınan hükümdarların
vakayinamelerinde kayda geçirilirdi. 14. yüzyılda hazırlanan ve başka şairlerle birlikte Kutsal Roma-
Germen imparatoru VI. Heinrich’in şarkılarını içeren Heidelberg’li Manesse Kodeksi gibi birçok
derlemede izlenen yöntem buydu. Hohenstaufen hanedanından II. Friedrich (1194-1250) “Sicilya Okulu”
olarak anılan bir grup şairi Palermo’daki sarayında topladı. Kendisi de beş şiir ve doğanla avcılık
geleneği üzerine bir kitap yazdı. Oğulları Enzio ve Manfred'in yanı sıra Kudüs kralı da sarayındaki şairler
çevresinde yer
aJGtnssonn
Ortaçağ sonlarında birçok kentte üniversiteler kuruldu. Bu resim Paris'teki Sorbonne'da bir
ilahiyat dersini gösteriyor.
alıyordu. Diğer mensupların çoğu hukukçulardı. Lirik şiirleri derlemelerle Avrupa kıtasının her
yanına ulaştı.
Kentler 11. yüzyılda önemli iktidar merkezlerine dönüşmeye başladı. Buna bağlı olarak edebiyat ve
kültüre ilgi de arttı. Hohenstaufen hanedanının gerilemesinden sonra, Bologna ve Floransa gibi Orta
ve Kuzey İtalya kentleri edebi üretimin kaleleri olarak öne çıktı. Friedrich’in Bologna’da “şövalyece
gözetim” altında tutulan oğlu Enzio, Bologna Üniversitesi (1119) öğrencilerine Sicilya Okulu’nca
geliştirilen şiir üslubunu tanıttı. Orada ders veren Toscana’lı birçok hoca Floransa' dan hukuk eğitiminin
yanısıra şiir yazımına ilişkin bilgileri de getirdi. Böylece ortaya çıkan Dölce Stil Nu-ovo (İtalyanca:
“Yeni Tatlı Üslup”) Dante Alighieri gibi yazarların eserlerini etkiledi. Kentlerin zaten canlı olan edebiyat
ortamı 12. yüzyıldan itibaren bütün Avrupa’da çeşitli üniversitelerin kurulmasıyla daha da zenginleşti.
Bilginin Koruyucuları
Üniversitelerin kuruluşundan önce, manastırlar eğitim ve bilginin yegâne koruyucularıydı. Keşişlerin eski
yazmaların nüshalarını çıkarması İlk kütüphaneleri doğurdu. Onların çabalarıyla önemli metinler yokolma
tehlikesinden kurtuldu; bu
Matbaa
aktarma işi daha sonra matbaanın icadıyla basitleşti. St. Gall’lü Notker (9. yüzyıl) ve Assisi’li Aziz
Francesco (13. yüzyıl) gibi keşişler aralıksız verdikleri eserlerle yeteneklerini ortaya koydular.
Meister Eckhart ve Magdeburg’lu Mechthild’in (13. yüzyıl) mistik eserleri özellikle üne kavuştu.
JOHANNES GUTENBERG’İN 1450 dolaylarında matbaayı icat etmesi bütün bilgi kültürüne muazzam bir
etkide bulundu. Metinleri el yazısıyla çoğaltma gibi yorucu bir uğraşa artık gerek kalmadı; hurufat
dizgisiyle kitap basımı daha hızlı ve daha büyük çaplı dağıtımı mümkün kıldı. Hurufat dizgisinden önce
yaygın kullanılan yöntem baskı kalıbıydı; ama bu yöntemde her yeni sayfa için titizlikle bir ahşap
bloğun oyulması ve teker teker kâğıda basılması gerekiyordu. Gutenberg'in icadıyla kurşundan yapılmış
tekil hurufat parçalarını çeşitli bileşimlerle dizerek baskı kalıbı hazırlamak kolaylaştı. Basım sürecinin
rasyonelleşmesiyle birlikte, matbaacılık, dizgicilik, yayımcılık ve kitap satıcılığı gibi yeni
meslekler ortaya çıktı.
Asya, İran ve Arabistan bölgelerinin anlatıları ve şiirleri daha başından beri varolan bir konu bolluğunu
ve üslup zenginliğini derinden kavramayı sağlar.
Japonya’da 1190-1220 arasında “Heike Monogatari” adlı bir savaş anlatısı ortaya çıktı. On iki bölümden
oluşan hikâye başında Kiymori’nin (1118-1181) bulunduğu Taira samuray klanını ve 1185’te Minamoto
aile klanı karşısında uğradığı yenilgiyi anlatır. Gezgin keşişlerce okunan Japon Monogatari destanları
geleneğinde bu hikâyenin özel bir yeri vardı. Tiara ailesinin başından geçen olaylar başka hikâyelerle
birlikte 1371’de yazıya geçirildi.
Heike Mongorati
TAKMA ADI Hafız aslında Kuran'ı hatmetmiş kişilere verilen onursal bir unvandır.
İran’ın en önemli edebi eserlerinden biri Firdevsi'nin 1014'te tamamladığı Şehname’dir (yazma tezhibi,
1567).
İRANLI ŞAİR Hafız şiir derlemesi Divan'lyla ölümsüz şöhrete kavuşmuştur. Günümüzde İran’ın en büyük
şairi olarak kabul edilirve Goethe (Doğu-Batı Divanı) gibi yazarlara esin kaynağı olmuştur. Din eğitimi
gördüğü ve ardından fırıncı olarak çalıştığı sanılmaktadır. Daha sonra bu mesleği bırakarak, bir saray
şairi ve Kuran âlimi oldu.
Yaklaşık 500 şiiri kapsayan Divan sürekli dostluk, aşk, doğa ve şarap gibi konuları işler. Bununla birlikte,
tasavvufa özgü bir dilin kullanıldığı bütün şiirleri Allah'la bir bağlantı kurmaya dönüktür.
İran'da Hafız’dan önce de özellikle kahramanlık destanları ve aşk şiirlerinin ağırlıklı olduğu bir edebiyat
vardı. Firdevsi (940-1020) kahramanlara ilişkin vakayinameleri Şehname'de derlemişti.
EDEBİYAT
terraum
İh
Ceylan, kuzgun, kaplumbağa ve farenin konu olduğu bir fabl; Kel ile ve Dimne’den alınma minyatür.
Avrupa’da Roma İmparatorluğu dağılırken, Hint krallarının saraylarında dünya edebiyatının başka
bir biçimi, Budist bir edebiyat ortaya çıktı. Halk arasında oyunlar ve fabllar özellikle tutuldu.
“Panchatan-
tra” (“Beş Bölüm”) biçimindeki anlatı derlemeleri 200’den fazla versiyonu kapsar ve 50'yi aşkın
dile çevrilmiştir. Beş bölüm işlenen beş konuyla bağlantılıdır: Dostlarla anlaşmazlıklar, dost kazanma
sanatı, savaş ve barış, yakınların ölümü ve tez canlı davranışlar. Bütün anlatılar çoğu kez hayvan
masalları aracılığıyla bilgeliği öğretir ve genç prensler için bir eğitim rehberi işlevini görür.
Tang dönemi (618-907) özellikle şiir açısından Çin edebiyatının doruğu olarak kabul edilir.
Daha yaşarken bir kült konumuna ulaşan şair Li Bai bugün bile şiir sanatının ustası sayılır. Çin anlatı
geleneğinin enginliğini yansıtan bir hayali roman türünün ortaya çıkışı da aynı döneme rastlar.
Romanlardaki karakterler düş dünyasına dalar ve ruhani varlıklarla karşılaşır. Ortaçağın Çin edebiyatı
komşu ülkelerdeki edebi gelişmeler için de bir itici güç sağlamıştır.
Çin şiir ustası Li Bai (ahşap oyma-baskı)
saraylarında da şiir sağlam bir yer edindi. Önemli türlerden biri, iki ya da daha fazla şairin
sırayla söylediği üçlüklere dayanan renga’ydı. imparatoriçe maiyetindeki Sei Şonagon adlı bir hanıma ait
“Başucu Kitabı” 1000 dolaylarında saraydaki günlük yaşamı aktarır. Yine bu dönemde ilk Japon romanını
yazan kişi de bir kadındır, imparatoriçe maiyetindeki başka bir hanım olan Murasaki Şikibu, Genci
Monogatari adlı bu kitapta Prens Genci'nin başından geçenleri ayrıntılı olarak anlatır.
Arap Edebiyatı
Klasik Arapça döneminin en önemli türü lirik şiirlerdi. Hem övgü, hem de yergi şiirleri yazan şairler
arasında sıkı bir rekabet vardı. “Gazel” olarak bilinen aşk şiirleri de yaygındı. Özellikle talihsiz
aşkların işlendiği eserler “Romeo ve Juliet”e denk düzeydedir. Hiç kuşkusuz
Bireysel kahramanları konu alan eserler İran edebiyatında da yer alır. Seçkin bir örnek Basralı Hariri'nin
(1054-1122) kurnaz Ebu Zeyd’in maceralarını anlattığı Makamat'ıdır. Günümüzde hâlâ popüler olan Hint
hayvan masalları kitabı Kelile ve Dimne 8. yüzyıla doğru Arap yazarlarca uyarlandı.
21. YÜZYIL
ARAP EDEBİYATINDA lirik şiirlerin ve Kuran ayetlerinin etkisi sürmektedir. ŞEHNAME İran'ın ulusal
destanıdır.
EDEBİYAT
KİLİT BİLGİLER
Rönesans: Antik çağın dirilişi (1400-1600) | Barok: Istırap ve keyif
(1600-1720)
RÖNESANS antik çağı ve
akademik kurallarını örnek almaya
çalıştı. SOSYAL ÇALKANTILAR
erken modern dönemde yüksek bir
kültür düzeyine ulaşmayı ERKEN MODERNLİK-REFORM VE ZENGİNLİK
kolaylaştırdı.
Erken modern dönem zengin bir edebiyatın doğmasını sağlayan
İTALYA VE İNGİLTERE tezatlarla doluydu. Orta sınıfın yükselişi, sarayların gücü, Reform
Rönesans’ta kültürel bakımdan hareketi ve birçok savaş, dönemin düşünsel ve sosyal gelişmelerine
başı çeken ülkelerdi. kafa yoran yazarlarca üretilen çok sayıda metne ilham kaynağı oldu.
Bütün edebi türler aynı ölçüde temsil edildi ve önemli sayıldı.
Erken modern dönemde klasik antik çağın ruhunu yakalamaya yönelik bir kültürel atılım yaşandı. İtalya ve İngiltere’de edebi
şaheserler ortaya çıktı.
Kuzey İtalya’da kentlerin gelişmesiyle birlikte sadece üniversiteler gibi eğitim kurumlan değil, ticaret
şirketleri de kuruldu. Ekonomik pazarlar 12. ve 13. yüzyıllarda öylesine genişledi ki, İtalya bilinen bütün
dünyayla iş yapar hale geldi. Daha önce sosyal konumlarına
Boccaccio'nun yukarıda birinci sayfası görülen Decameron Hikâyeleri novella için bir temel oluşturdu.
sıkışıp kalmış sıradan insanlar servet ve nüfuz kazanma fırsatını buldu. Artan bu sosyal
dinamizmle birlikte ortaya çıkan reform hareketleri 13. yüzyılda İtalya'da su yüzüne çıktıktan sonra, 14. ve
15. yüzyıllarda geri kalan Avrupa'da da belirginleşmeye başladı. Böylece parlak bir kültürel döneme,
yani Rönesans’a zemin hazırlandı.
Edebiyatın Ş ahikaları
Yeni akıma, antik çağ dillerine ve metinlerine bir dönüş eşlik etti.
Bunlar yerel dil ve edebiyatı yetkinleştirmek için kullanıldı. Böylece mevcut edebi tür gelenekleri
Dante Alighieri’nin ilahi Komedya'sı (1307-1321) cehenneme yolculuğu ve araftan cennete geçişi anlatır.
korunurken, yenilerini geliştirmenin yolu açıldı. Rönesans'ta rol modelliğini İtalya üstlendi. Üç İtalyan
şair 13. ve 14. yüzyıllarda özellikle ön plana çıktı ve hâlâ benimsenen bir görüşle “edebiyatın
üç şahikası” sayıldı: Dante Alighieri,
Fransasco Petrarca ve Giovanni Boccaccio. Boccacci Decamerone (1350-1353) kitabıyla yeni bir edebi
tür olarak novella'nın temelini attı. Kraliçe I. Elizabeth döneminde (1533-1603) İngiltere büyük bir kültür
ülkesine dönüştü.
Shakespeare
ELİZABETH DÖNEMİNİN bu ünlü şairinin hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Londra’ya 1585’te
yerleşerek bir tiyatro topluluğuna katıldığı sanılmaktadır. Oyunlarının çoğunu 1603’ten sonra İngiltere
kralı James’ın himayesi altına giren bu topluluk için yazdı.
TOPLULUĞUYLA BİRLİKTE Londra’da 1599’da açtığı Globe Tiyatrosu çok yüksek maddi gelir elde
etti. Binanın 1613’te yanmasından sonra,
Shakespeare memleketi Stratford-upon-Avon’a döndü. 1616’daki ölümünün ardından, arkadaşları ona ait
oyunların yer aldığı bir kitabı piyasaya sürdü. Kitapta tarih, komedi ve trajedi başlıkları altında üç
gruba ayrılmış 36 oyun vardı. En ünlü oyunları komedi tarzındaki Bir Yaz Gecesi Rüyası, trajedi
tarzındaki Macbeth ile Romeo ve Juliet’ tir.
Londra’daki Globe Tiyatrosu o dönemdeki tiyatroların çoğu gibi küre biçimliydi. Hiçbir izleyici sahneye
20 metreden daha yakın bir yerde oturma-maktaydı.
BAROK—ISTIRAP VE KEYİF
Soylu saraylarındaki insanlar şatafat içinde yaşarken ve sanat geleneğini sürdürürken, çok sayıda savaş genelde halkın sefaletine
yol açtı. Bu tezat edebiyatta da ifadesini buldu.
Otuz Yıl Savaşı sırasında 1620'deki Beyaz Dağ Çarpışması gibi feci çarpışmaların yaşanması insanlara
hayatın belirsizliğini hatırlattı.
Ütopya
JEAN-BAPTISTE POQUEUN, namı diğer Moliere 1622’de Paris’te doğdu, 1673’te orada
öldü. YAZDIĞI SÖYLENEN 300 komediden sadece 32’si günümüze ulaşmıştır.
Moliere Fransız edebiyatının klasik bir yazarı olarak kabul edilir, işlediği temalar modem yapımlarla
günümüze aktarılmıştır.
Moliere
EDEBİYAT
MOLİERE bir Cizvit okulunda öğrenim gördü ve daha sonra avukat oldu. Babasına karşı çıkarak 1643’te
aktör olmaya karar verdiğinde, trajedi kabul gören tiyatro türüydü; komediye ise standarttan yoksun bir
eğlence olarak pek hoş bakılmamaktaydı. Komedinin makbul hale gelmesini o sağladı.
UZUN SÜRE gezici bir tiyatroda oyunculuk yaptıktan sonra, oyun yazmaya koyuldu. Zamanla XIV.
Kültürün merkezinin saray olması kentlerin gittikçe artan gücü için bir tehdit kaynağı değildi. Tam
aksine, kültürel gelişmenin önemli bir kısmının kökeni kentler ve saraylar arasındaki canlı rekabete
dayandı-rılabilir. Bu ilişkinin mahiyeti ülkeden ülkeye büyük değişkenlik göstermekteydi. Örneğin,
mutlakiyetçi Fransa'da her şeyin merkezi Versa-illes Sarayı’ydı ve orada 17. yüzyılın en dikkate değer
hükümdarlarından biri yaşamaktaydı: “Güneş Kral” olarak bilinen XIV. Louis.
Avrupa’daki mutlakiyetçi monarşiler “Güneş KraF’ın döneminde doruğa ulaştı. Louis’den sonraki
kralların hiçbiri aynı iktidarı elde edemedi. Kaldığı saray kentin çeşitliliği, zenginliği ve görkemi çok
geçmeden her Avrupa kraliyet sarayı için model haline geldi. Onun gösterişli üslubu bütün Barok
(Fransızca: “tuhaf”) döneme damgasını vurdu. Louis sarayında sanatçıların yanı sıra Racine, Corneille ve
Moliere gibi oyun yazarlarını ağırladı.
Savaşın Gaddarlıkları
Saraylar keyfe dalmışken, Avrupa savaşlarla kasıp kavruluyordu. Otuz Yıl Savaşı’nın yol açtığı
felaketler dönemin birçok anlatı, roman ve
Kökeni “olmayan yer" anlamındaki bir Yunanca kelimeden gelen “ütopya" erken modern dönemin tipik
edebi türlerinden biriydi. Tho-mas Moore’un 1516’da Ütopya’yı yayımlamasıyla ortaya çıktı. Bu kitapta
Hythlodaus adlı bir gemici karaya oturunca çıkmak zorunda kaldığı adaya ilişkin izlenimlerini aktarır ve
memleketi İngiltere’den tamamen farklı olduğunu belirtir. Ütopya bir ideal devleti ortaya koyarak
dönemin siyasal ve sosyal koşullarını eleştirme olanağını sağladığı için en gözde edebi türler arasına
girdi.
şiirine konu oldu. Hayata karşı genel tutumu, ölümün sürekli varlığı belirledi. Alman şair Andreas
Gryphius’un şiirlerinden biri “Her şey geçicidir," dizesiyle başlar. Alman şiirini diğer Avrupa
ülkelerinin edebiyatına denk konuma getirmeye çalışan çağdaşı Martin Opitz 1632’de Danzig’de veba
salgınında öldü. Bir dönem askerlik yapmış olan Grimmelshausen’in Simplicius Simplicissimus’u (1669)
İspanyol pilaresk tarzının bir örneğidir ve sonunda her şeyden elini eteğini çeken bir budalanın savaş
deneyimlerini ayrıntılı olarak anlatır.
Britanya’daki Değişimler
Aynı dönemde Büyük Britanya’da yaşanan büyük sosyal çalkantılar edebiyata yansıdı. Otuz Yıl Savaşı’nın
ardından patlak veren bir iç savaş I. Charles’ın tahttan devrilip idam edilmesini ve başında Oliver
Cromvvell’in bulunduğu bir Püriten cumhuriyetinin kurulmasını getirdi. Devrimin başarısızlığa uğraması
ve II. Charles’ın tahta çıkarılması, John Milton’ı Şeytan’ın
Tanrı’ya karşı devrimini ustalıkla anlattığı başeseri Kayıp Cennet’i yazmaya yöneltti. Ayrıca,
Oliver Goldsmith ve R. B. Sheridan gibi oyun yazarlarının “restorasyon komedileri”nde
sergilenen geçmişin açık saçık eğlence anlayışının da canlanmasına yol açtı. Britanya'da 17. yüzyıl Jonat-
han Svvift ve Alexander Pope'un eğlenceli yergilerinin de öne çıktığı bir dönem oldu.
ÖZEL BİLGİLER
BİRÇOK OKUR Yunanca adını anlamadığından, Thomas Moore’un Ütopya’sındaki adanın gerçekten
var olduğunu sanmıştı.
MOLİERE 1673’te Hastalık Hastası’nda başkarakteri canlandırırken sahnede fenalık geçirerek öldü.
kilit bilgiler
18. yüzyıla geleneksel otoritelerden kurtuluş ve bireysellik arayışı damgasını vurdu. Ama bunun edebiyata
da belirgin bir etkisi oldu -hem eserlerin içeriği ve biçimi, hem de yazarların ve eleştirmenlerin teorik
görüşleri açısından. Biçimsel kurallar reddedilirken, kısıtlamalar ortadan kalktı ve yeni bir çığır açıldı.
@ 18. yüzyıl akılcılık ve hoşgörü yoluyla geleneğin aşıldığı bir dönem oldu.
m Akılcılık, insancıllık ve hoşgörü Aydınlanma idealleriydi. Edebiyatın bilgi yaymanın bir aracı olabileceğinin keşfedilmesiyle
zengin bir edebi piyasa ortaya çıktı.
Prusya kralı Büyük Friedrich bugün bile aydın bir hükümdarın mükemmel örneği sayılır. Güzel
sanatlarda yetenekli ve edebiyata meraklı biriydi; ünlü Fransız filozof ve yazar Voltaire'le yazışırdı.
Kendi uyruklarına ibadet etmek istedikleri dini seçme hakkını tanıdı. 18. yüzyılda çeşitli mezhepler
hoşgörüye özellikle önem verdi. Bu ideali en iyi yansıtan kişilik, Alman şair Gotthold Ephraim Lessing'in
bir eserinin kahramanı “Bilge Nathan"dı.
Bilgiye S usamışlık
Aydınlanma'nın hoşgörü ideali akılcı uzlaşmaya dayalıydı. Bu da eğitimi özellikle önemli hale
getirdi. Başta tiyatro olmak üzere edebiyatın insanları eğitmek için uygun bir araç olduğu keşfedildi, ilk
kez kitaplar büyük miktarda basılırken, çok sayıda edebiyat dergisi çıktı ve basın özgürlüğü daha yüksek
sesle dile getirilmeye başlandı, ilgili yurttaşlar görüş alışverişinde bulunmak ve çeşitli meseleleri
tartışmak üzere salonlarda toplanmaya yöneldi. Doğa bilimleri ve bu alandaki deneyler kamuoyunda
heyecan yarattı. Gücü yeten herkes eğitim yönündeki arayışa katkıda bulundu.
Bu çağın bilgi birikimi Deniş Diderot’nun 1751-1780 arasında yayımladığı ve yaklaşık 60.000 madde
içeren Encyclopedie
EDEBİYAT
Kilise 17. yüzyılda hala sığınılacak bir yer sayılırken, 18. yüzyılla birlikte birçok kimse kilisenin
manevi egemenliğini fazla baskıcı buldu. Kilisenin otorite savları akılcılığın ve özgür iradenin yön
verdiği bir yaşam arzusuna aykırı görülmeye başlandı. Ayrıca, hükümdarların mutlak iktidar savına karşı
çıkan sesler yükseldi. Sosyal hoşnutsuzluğa ve hatta devrim, özellikle Fransa'da 1789’daki gelişmelere
yol açan şey işte bu düşünce çizgisiydi. Immanuel Kant’ın “Aklınızı kullanma cesaretine sahip olun,"
yolundaki cüretli çağrısı Aydınlanma'nın düsturu sayılabilir. Dönemin en etkili filozoflarından olan Kant’a
bir keresinde “Aydınlanma nedir?” diye sorulmuştu. Buna verdiği cevap şuydu: Bir insanın kendisine
verilen makamdaki görevlerini yerine getirme sorumluluğunu benimsemesi, ama kamu alanında
aklını kullanma cesaretini de göstermesi.
a
Bilge Nathan
Gotthold Ephraim Lessing Bilge Nathan oyununu 1779'da yazdı. Oyun Hıristiyanlık, Musevilik ve İslam
dinlerinin çatıştığı Kudüs’e yönelik Haçlı seferlerini anlatır. Özellikle alıntılanan ünlü bir sahnede, Sultan
Selahattin'in hakiki dinin hangisi olduğu sorusuna, Nathan üç yüzük meseliyle cevap verir: Bir baba bir
yüzüğün iki taklidini yaptırıp bunları üç oğluna dağıttığında asıl yüzük nasıl ayırt edilemezse, dinler de
hakiki ve batıl kategorilerine ayrılamaz; bunun yerine kişi edindiği öğretilere göre yaşama yolunu
seçmelidir.
solda: Sarayında birçok bilgine ve şaire görevler veren Büyük Friedrich bu resimde Voltaire’le felsefi
bir sohbet esnasında görülüyor.
aracılığıyla daha geniş bir kitleye ulaştırıldı.
Aydınlanma tartışmanın yüksek düzeye vardığı bir çağdı: Lessing, Jo-hann Kaspar Lavater ve Moses
Mendelssohn sohbet ederken.
TİYATRO VE ROMAN
Tiyatro ve romana Aydınlanma’nın bilgilerini ve akılcılığını aktarma görevi yüklendi. Ama buna nasıl
ulaşılacağı bir anlaşmazlık konusu olarak kaldı.
Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781) şiirin kurallarına karşı çıktı. Edebiyatta karakterler çizmeyi yeğ
tuttu.
I
Aydınlanma çağının en seçkin metinleri eğitim ve kültürü kapsamlı biçimde aktarmaya en uygun olanlardı.
Çok sayıda bilgi alanına ve kadınlar gibi çeşitli hedef kitlelere dönük ders kitapları dışında,
ağırlık verilen türler oyun ve romandı. En önemli tiyatro türü ise Aristoteles’le özdeşleştirilen ve en iyi
örneklerini Fransız oyun yazarları Ra-cine ve Corneille’in verdikleri trajediydi.
Kurallar ve Normlar
Aydınlanma çağının başlarında oyun yazarları çoğu Aristoteles'in Poetika' sından çıkarılmış bir dizi
kurala uymak zorundaydı, ilk iş halka iletilmek istenen bir tema bulmaktı. Ardından bunu
izleyicilere gösterecek bir konu seçiliyordu. Çoğunlukla imparatorların, kralların, prenslerin ya da başka
yüksek mevkili kişilerin yer aldığı tarihsel olaylara başvuruluyordu. Karakterin ilk başta çok zengin ve
güçlü olması, ama daha sonra dertlere boğulması trajediyi çok etkili kılan bir unsur sayılıyordu. Bu
“yüksekten düşüş” kuralı “sevimsiz” insanlarla ilgili “bayağı" konuların sahneye yansıtılmamasını
sağlıyordu.
Yazar ayrıca gelişim çizgisine ilişkin üç "birlik”, yani zaman, mekân ve yer birliği kuralına uymalıydı.
Örneğin, tutarlı bir olay örgüsü olmalı, son iki saati aşmamalı ve sahnede sürekli değişiklikler
yapılmamalıydı. Oyundan ders çıkarmak ve uyandırılan etkiyi yaşamak (katharsis) açısından, izleyicinin
tamamen tek bir temaya yoğunlaşmasını sağlamak gerekiyordu.
Ş efkat ve Heyecan
Gotthold Ephraim Lessing 18. yüzyıl başlarında genel geçerlilik taşıyan bu kurallara son derece aykırı bir
tutum izledi. Trajedide belirleyici unsur sahnedeki olayla duygudaşlık kurmaktı. Trajedi kahramanının
yazgısını içselleştirmek açısından, izleyici gördüğü şeylerle özdeşleşmeliydi. Lessing “yüksekten düşüş”
kuralını yıkarak, psikolojiye ve karakter çizmeye yöneldi. Bu yönler çok geçmeden önem kazandı ve
merkezinde sıra-insanların yer aldığı trajediler
Genç VVerther mektuplarında karşılıksız aşkından dolayı çektiği acıları anlatır ve sonunda intihar eder.
zandırdı. Mirına von Barnhelm komedisinde oda hizmetçisi gibi ufak roller bile bireysel kişilik
taşır. Fransız oyun yazarı Beaumarchais Figaro’nurı Düğünü (1784) gibi komedilerinde siyasal
bakımdan tartışmalı konuları ele aldı.
Mektuplar ve Maceralar
Tiyatroda yazarların gerçek karakterlere verdiği yüksek itibarın ardında yeni bir model vardı: Sha-
kespeare. Genç Johann VVolfgang Goethe, 1771'de Shakespeare’in karakterlerini doğaya
uygun oluşlarından dolayı övdü. Genel görüş Shakespeare’in şiir sanatının gereksiz kurallarına
uymaksızın, insani duyguları herkesten daha fazla yakaladığıydı. Bireysel duygu ve düşünceleri
yansıtmak artık edebiyatın ana görevi haline geldi.
Samuel Richardson Pamela romanıyla Avrupa’da bir moda haline gelen dokunaklı mektup
üslubunu geliştirdi. Jean-Jacques Rousseau (Julie yahut Yeni Heloi'se, 1761) ve Goethe (“Genç
VVerther’in Acıları, 1774) bile bu modaya katıldı. Macera romanları da aynı dönemde epey heyecan
uyandırdı. İngiltere’de 1720'de Robinson adlı bir kazazedenin başından geçen olayların anlatıldığı bir
roman yayımlandı. Daniel Defoe bu eseriyle yeni bir anlatı türüne öncülük etti. Rubinson’un mecburi
yalnızlığı sırasında güçlükleri aşarken izlediği düşünce tarzı ıssız bir adanın “vahşi” ortamına düşen aydın
bir İngiliz'in rasyonel davranışını yansıtır.
Friedrich von Schiller'in Hile ve Sevgi trajedisi ilk kez sahneye konduğu 1782'de bağnazca tepkilerle
karşılaştı.
ÖZEL BİLGİLER
KOMEDİLER VE TRAJEDİLER evliliklerle ya da ölümlerle dolu bir sonla bitmelerine göre ayırt
edilebilirdi.
GOETHE’NİN romanı Genç VVerther'in Acıları’nın yayımlanmasından sonra bir intihar dalgası baş
gösterdi.
EDEBİYAT
EDEBİYAT
“Deha” bu dönemin başta gelen terimine dönüştü. Geleneksel kuralları izlemeksizin yeni ve özgün bir şey
yaratan herkes dahi sayılır oldu. Akıl yürütmenin gönül ve duygunun gerisinde kaldığı sürekli bir
doğallık hali bir dahi için ideal olan şeydi. Bu dönemde sanatta akılcılığın yadsınması ve duyguların
ağırlık kazanması nedeniyle, edebi eserler tehlikeli bu
yukarıda: Faust'un el yazmasında sayfalar solda: Yaygın bilinen bir portre: “Goethe
Roma Campagna’sında"
Bireysellik ve bağımsızlık arzusu 1800 dolaylarında deha kültüyle doruğa ulaştı. Kuzey Amerika ayrıca ulusal kimliğe özgü bir
edebiyat anlayışına yöneldi.
Avrupa'daki yurttaşların hoşnutsuzluğu siyasal boşlukla birlikte artmaya başladı. Edebiyatta yerleşik
kurallara karşı çıkış bireysellik yönündeki ihtiyacın yansımasıydı. 18. yüzyıl sonlarının genç yazarları,
filozof Jean-Jacques Rousseau’nun eserlerinde öngörülen bireyselliğe ve gerçekçiliğe ulaşmaya
çalıştı. Geçmişten kopuş havası Fransa’da bir devrime yol açarken, diğer Avrupa ülkelerinde daha ölçülü
biçim
Hjohann vvolfgang von goethe 1749'da Frankfurt am Main'de doğdu, 1832’de Weimar'da öldü. ÖNEMLİ
ESERLERİ: Genç Werther'in Acıları, Faust, Torçuato Tasso, Wilhelm Meister’in Çıraklık
Yıllan BİRÇOK KADIN Goethe'nin eserlerini etkiledi; ama o sadece Christiane Vulpius'la evlendi
(1806).
Goethe geniş bir edebi yelpaze oluşturan türlerde eserler verdi (portre, 1828).
Öncülük ettiği “Fırtına ve Atılım” akımıyla sıradan varoluştan kurtulmaya çalışan metinlerin temsilcisi
oldu.
VVEIMAR’DAKİ GÖREV Goethe’ye idari işlerin, yazıların, doğaya dönük bilimsel araştırmaların,
sohbetlerin ve gönül ilişkilerinin doldurduğu disiplinli bir yaşam getirdi. Dönüm noktası niteliğinde bir
deneyim olan İtalya seyahatinde (1786-1788) özgür ve her türlü kısıtlamadan arınmış bir ortamda antik
çağ ve Rönesans sanatını inceledi.
1794’ten 1805’e kadar yoğun temas içinde olduğu Friedrich von Schiller’le birlikte “Weimar
klasikçiliği” üslubuna şekil verdi. Daha önceki “Fırtına ve Atılım” evresinin kabaca yontulmuş niteliğinin
biraz aksine, Goethe sonradan
lunmaya başlandı. Dizginsiz duyguların şairleri deliliğe sürükleyeceği korkusu uyandı. Nitekim
Friedrich Hölderlin gibi birkaçının akıbeti bu korkuyu doğruladı.
Bu kurallara uygun yaşantı ve bireysel üsluba dönük edebi arayış arasında sıkı bir bağ vardı. Eserlerine
bireysel kişiliklerinin şekil vermesi nedeniyle, 18. yüzyıl başlarındaki yazarları herhangi bir grup
içinde saymak mümkün değildi. Bunun yerine her biri kendi yazı ve yaşam tarzına uyan okulu ya da
üslubu oluşturma yoluna gitti.
Bütün bir kuşağın örnek aldığı Lord George Byron bir hovarda, seyyah ve şair olarak çok hareketli
bir yaşam sürdü.
Kuzey Amerika'da 19. yüzyılın sonlarından itibaren hatırı sayılır bir edebi üretim ortaya çıktı. Edebiyat
İngiltere’yle “göbek bağfnı kesme sürecinde esas olarak bir ulusal kimlik oluşturmaya hizmet etti. Edgar
Allan Poe ilk önemli Amerikalı yazarlardan biri sayılır. Günümüzde “Kuzgun” gibi şiirleriyle ve “Usher
Ailesinin Çöküşü” (1839) gibi korku hikâyeleriyle tanınır. Ondan kısa bir süre sonra, Herman Melville
macera romanı MobyDick’ı (1851) yayımladı. James Fenimore Coo-per hikâyeleriyle ve 1821’den sonra
macerayla eşanlamlı hale gelen “Deri Çorap” roman dizisiyle Kuzey Amerika’nın kendine özgü yönlerini
dünyaya gösterdi.
yukarıda: Kuzey Amerika halkı sadece savaşlarla değil, edebiyat sayesinde de bir ulusa dönüştü.
Romantizm sadece edebiyatla sınırlı kalmadı. Romantik duygusallık sanat ve müziğe de yansıdı.
Romantizm edebiyatına hayal gücü, duygudaşlık ve özgürlük uğruna kavgalar şekil verdi. Bireysel dahiler
farklı edebi eserlerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Friedrich von Schiller’in (1759-1805) eserlerinin merkezinde özgürlük düşüncesi yer alır.
Küçük denizkızı bir insan dönüşmek için cadıdan yardım istiyor.
“Romantizm” terimi altında toplanan edebiyatın en önemli yönü aslında çeşitliliktir. Bir başka deyişle,
bütün romantik şairlerin bağlı kaldığı tek ilke, konu alınan öznenin bireysel özellikleriyle öne
çıkarılmasıdır. Bu eserlerde gösteriş, heyecan ve çatışma olmak üzere üç bağlamsal eğilim ayırt
edilebilir.
Bilim adamı Frankenstein’in getireceği sonuçlan bilmeden bir canavar yaratması herhalde
dünya edebiyatının en çok bilinen hikâyelerinden biridir. Bunu 1818'de yazan kişi ilk İngiliz feminist
Mary
EDEBİ MASALLARININ sözlü olarak aktarılan halk masallarından farklılığı hemen anlaşılır.
ROMANTİK MASAL YAZARLARI: Hans Christian Andersen (1805-1875), VVİlhelm Hauff (1802-
1827)
EN SEVİLEN romantik edebi türlerden biri masallardır; çünkü kökleri “doğal” anlatı yoluyla yayılmış
sözlü geleneklere indirilebilecek bir edebiyata dayanır. Bu kaynağı korumak ve araştırmak üzere Grimm
kardeşler gibi bazı romantik yazarlar halk şiiri verilerini derlerken, diğerleri halk masalı üslubuyla
hikâyeler yazma yoluna gitti.
ÖZELLİKLE DanimarkalI Hans Christian Andersen'in çok sayıda derlemeyle yayımlanan masalları büyük
rağbet gördü. Andersen hikâyeleri için gerekli ilhamı geleneksel deyişlerden ve efsanelerden almakla
birlikte, anlatılarına tamamen yeni bir biçim verdi. Bu edebi masalların en ünlülerinden biri gönlünü bir
insana kaptıran küçük bir de-nizkızıyla ilgilidir. Sevdiği adamla birlikte yaşamak için insan olmak
isteyen denizkızı korkunç acılar çeker, ama sonuçta başarısızlığa uğrayarak bir cine dönüşür. Konuşan
nesneler ve hayvanlar Andersen’in masallarının tipik özelliğidir.
Doğal Duyumsamalar
Wordsworth’ün ünlü “Dolaştım yalnız bir bulut gibi/Havada süzülen vadilerin ve tepelerin üzerinden”
dizeleri enfes bir ritimle doğanın sakinleştirici etkisini kusursuzca hissettirir. Şiir anlatıcısının
“iç gözü”nün önünden geçen bu doğa görüntüleri karşısında hissettiği katıksız sevinç, kalbinin "nergis
çiçekleriyle dans etmesi”ni sağlar. Doğanın bittiği ve duygunun başladığı nokta bulanıklaşır; böylece
ikisi birleşir. Hasret, hayret ve huzur gibi duyguları uyandırması nedeniyle, doğa romantik edebiyatın
büyük bir bölümü için ideal bir odak noktası oluşturur.
Doğa çoğu kez başlı başına bir güç ya da karmaşık güçlerin yer aldığı doğaüstü bir dünyanın görünür
cephesi olarak sunulur. Sa-muel Taylor Coleridge’in ihtiyar Denizcinin Ezgisi şiirinin başkahramanı bir
albatrosu öldürme suçundan dolayı doğaüstü ruhların çabuk parlayan gazabına uğrar. Ruhlar ona musallat
olarak yolculuğunu engeller; sonunda lanetlenir ve ebediyen dünyayı gezip hikâyesini anlatmaya mahkûm
olur.
Romantik aşırılıklar epeyce alay ve eleştiri konusu oldu. Alman şair Heinrich Heine onların doğayı başka
biçime büründürmesine sürekli takıldı. Bunu sevimli bulmakla birlikte, başlı başına “bir
dünya” olmadığını belirtti.
Friedrich von Schiller de romantiklerin duyguya ağırlık verme eğiliminden dolayı zihni gözardı etmesini
eleştirdi. Edebi eserlere bol miktarda öznel duygu yüklemenin getirdiği kısıtlamalara karşı çıktı; çünkü
yazma sürecinde insanlığı
Romantik İroni
ironi her zaman başvurulan örtük bir eleştiri biçimidir ve söylenmesi beklenen şeyin tersini ifade etmeye
dayanır. Asıl kastı açığa vurmaya gerek kalmaksızın böyle çelişkili belirlemelerde bulunmak romantiklere
çekici geldi. Romantik yazarlar ironiyi üslup dağarcıklarının bir unsuru haline getirdiler. Böylece kesin
bir anlam yüklemeksizin dolaylı anlatım olanağını buldukları gibi, kendi eserlerine mesafeli ve her
türlü dogmatik hakikatten uzak durabildiler.
EDEBİYAT
above: Karikatür eleştiriyi mizahi, ama açık seçik şekilde ifade etmenin bir yoludur.
Gulliver’in Seyahatleri’’nden alınan bu çizimde Napolyon'un endamı ab-sürt bir yaklaşımla alaya
alınıyor.
bir bütün olarak göz önünde tutmaya çalıştı, ilk oyunu Haydut-lar'da bile odak noktası özgürlük
düşüncesiydi. Dolayısıyla özgürlük özleminden ve bireysel eylemlerin sorumluluğundan kaynaklanan
sorunları ele aldı. Döneminin birçok şairi gibi, Schiller de Fransız Devrimi’ne yakınlık duydu.
21. YÜZYIL
HANS CHRİSTİAN ANDERSEN'İN “Kral Çıplak" ve “Çirkin Ördek Yavrusu" gibi hikâyeleri
uyarlamalar, operalar ve filmler için malzeme sağlamaya devam ediyor.
KİLİT BİLGİLER
Gerçekçilik: insan yazgısı (1830-1890) \ Doğalcılık: Gerçek hayat
(1880-1900)
GERÇEKÇİLİK katı
gerçekleri ince bir edebiyat
anlayışıyla sunmayı esas
alır. DOĞALCILIK gerçekliği
olabildiğince hayata uygun GERÇEKÇİLİK VE DOĞALCILIK-MODERNLİĞİN HABERCİLERİ
biçimde yansıtmaya çalışır.
Gerçekçi ve doğalcı edebiyat insanların yaşam koşullarını ve
davranışlarını açığa çıkardı. Bu yazarların amacı gerçekliğin edebi
DOĞALCILAR özellikle sunuluşunu değiştirmekti. Doğalcılar tasvirlerini olabildiğince gerçek
büyük kentlerde insanlığa hayata uygun olarak sunmaya çalıştılar. Gerçekçiler insan yaşamının
aykırı modern bayağılığını yansıtmaya yönelmekle birlikte, yazılarında güzelleştirilmiş
yaşam koşullarını eleştirdiler. ve stilize bir ideali korudular.
EDEBİYAT
Gerçekçiliğin amacı gerçekliği sanatsal biçimler ve ifadeler kullanarak, acımasız ve eleştirel bir
yaklaşımla sunmaktı. Avrupa genelinde etkili olan bu edebi akım dünya edebiyatının en önemli
romanlarının ve anlatılarının ortaya çıkmasını sağladı.
Honore de Balzac eserlerinde toplumun değişik katmanlarındaki insanların alışkanlıklarını
ve davranışlarını ayrıntılı biçimde gözler önüne sermeye çalıştı. Çoğu zaman borç batağında olan yazar,
akıl almaz sayıya ulaşan romanla-
Çağdaşlarınca görenekleri yozlaştırıcı bir kişi olarak görülen Honore de Balzac (1799-1850) günümüzde
en önemli gerçekçi yazarlar arasında sayılır.
rında hep bu hedefi gözetti. Başlangıçta Fransız toplumunun ayırıcı özelliklerini 137 romanıyla saptamayı
tasarlamıştı. Bu işe 1829’da insan tutkularını, esas olarak da bütün düzeylerde mevcut para ve iktidar
hırsını göstermeye yönelik “insanlık Komedyası ”yla başladı. Henüz 51 yaşındayken öldüğünde ancak 90
roman yazabil-mişti; ama eserleri
(■Bp Charles Dickensin 1 “* 1 toplumsal romanı Oliver Twist (1838) öksüz bir çocuğun hayatını anlatır.
Fransa’da Balzac'ı izleyen Stendhal ve Gustave Flaubert edebiyatı hem bir gözlem aracı, hem
de psikolojik konularla uğraşmak için bir fırsat olarak gördü. Anlatıya geniş bir alan açan
düzyazı kurmaca gerçekçiliğin ana edebi türü haline geldi. Gerçeği eksiksiz temsil etmeyi amaçlayan bir
gerçekçilik kavramı konuşulmaya başlandı. Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ve İngiltere’de gerçekçi
üslupla yazılmış önemli eserler ortaya çıktı.
Zorlu yaşam koşullarını iddialı edebi betimlemelerle eleştiren anlatılar ilgi odağı olmaya devam etti.
Charles Dickens sanayileşme döneminin başlarında sosyal-eleştirel bir tavır takınan en önemli İngiliz
yazar sayılır. Ünlü romanları Oliver Tvv/'st (1838) ve David Copperfield (1850) okurları derinden
etkiledi ve daha sonraları günümüzün birçok yönetmeninin sinema uyarlamalarına ilham verdi.
Akımın temsilcilerinden Theodor Fontane Effi Briest (1895) gibi romanlarıyla Prusya'daki
yaşamdan kesitler sundu. ABD’de Harriet Bee-
cher Stovve’un Amerikalı Siyah kölelerin kötü yaşamını anlattığı Tom Amca’nırı Kulübesi (1852)
köleliğ kaldırma hareketinin destek görmesine katkıda bulundu. Başka bir Amerikalı yazar Henıy James,
Bir Kadının Portresi (1881) ve Yürek Burgusu (1898) gibi eserleriyle daha psikolojik derinliğe sahip
bir gerçekçilik anlayışını ortaya koydu.
LEV TOLSTOY'UN (1828-1910) Eserleri: Savaş ve Barış (1868), Anna Karenina (1877)
Rus Gerçekçiliği
EDEBİYATTA GERÇEKÇİLİK Avrupa genelinde bir akımdı. Her eser ancak çeşitli yönleri ele alıştaki
ton açısından farklılık gösterir. Dostoyevski, Tolstoy ve Tur-genyevgibi Rus gerçekçi yazarların
eserlerinin apayrı bir saygı görmesi, bireysel karakterleri ayrıntılı işlemeye gösterilen özene dayanır.
Dostoyevski son romanı Karamazov Kardeşler’de psikolojik zorunluluklarla, beklenmedik durumlarla ve
varoluşçu sorularla dolu bir evren sunar. Dört kardeş hayata hükmetmenin bir yolunu arar, ama hepsi
başarısızlığa uğrar.
Karamazov Kardeşler romanı ilk bakışta bir cinayet dramı gibi görünür (Ric-hard Brooks’un sinema
uyarlamasından bir sahne).
Doğalcılar gözlemlenebilir şeyleri edebi eserlerinde olabildiğince aslına uygun yansıtmaya çalıştılar.
Amaçları hayatın bütün alanlarındaki baskın halleri açığa çıkarmak ve değiştirmekti.
JANE AUSTEN toplumu konu alan Gurur ve Önyargı gibi gerçekçi psikolojik romanlar yazdı.
Bronte kardeşlerin en ünlüsü Uğultulu Tepeler'in (1848) yazarı Emily’dir (soldan sağa: Charlotte, Emily
ve Anne).
KADIN YAZARLAR hep vardı; ama edebiyatın erkek uğraşı sayılması nedeniyle, bu durum bir aykırılık
olarak görülür ve hatta pek bilinmezdi. Genel anlayış ancak 19. yüzyıl ortalarından sonra kadınlar için
siyaset ve yurttaşlık hakları talep eden ilk uluslararası hareketler dalgasıyla değişti. Daha çok “kadınlara
oy hakkı savunucuları" olarak anılan bu ilk feministlerin bir başka talebi kadınlara eğitim ve kazançlı
işlerde çalışma hakkının tanınmasıydı.
EDEBİYAT
Virginia Woolf (1882-1941) kadın edebiyatının timsali haline geldi. Bu yazar edebiyatta kadının rolünü
ve kendini kabul ettirme mücadelesini ortaya koyan "Kendine Ait Bir Oda" başlıklı makalesini
1928'de Cambridge Üniversitesi’nde kadın dinleyicilere okudu.
Gerçekçilerin odak noktası esas olarak ince edebi dille gerçekliği gözler önüne sermekti; buna karşılık
doğalcılar olabildiğince gerçekliğe yaklaşmak peşindeydi. Onların bakış açısından, güzelliği sağlayan şey
gerçekliğin sıkı bir serinkanlılıkla sunuluşuydu.
Empresyonistler bile gerçek yaşama uygun manzaralar ve kırsal yaşam sahneleri yarattılar.
Camille Pissarro: “Voisins Köyüne Giriş".
Temel gerçekçilik anlayışındaki bu radikalleşmenin sebebi 19. yüzyılda alt sınıfların yaşam
koşullarındaki gözle görülür bozulmaydı. Bu durumu gerçekçi yazarlar da eleştirmekten geri kalmadı,
içler acısı barınma koşulları, fabrikalar, hastalıklar ve her yanı saran açlık büyük kentleri edebiyatın ilgi
odağı haline getirdi. Bireyin kişisel ihtiyaçlarını doyurmasını ve düşlerini gerçekleştirmesini olanaksız
kılan dış baskılarla karşı karşıya kalması, çok daha büyük bir makinenin küçük bir parçası olarak görüldü
ve sunuldu.
Bu yeni akımın öncüleri esas olarak Fransız yazarlardı. Edmond ve Jules de Goncourt bilimsel tanımlama
ve sınıflandırma yöntemlerini edebiyata taşıdılar; ortak romanları Ger-minie Lacerteux’nün (1864)
önsözünde çağdaşlarına aynı yaklaşımı tavsiye ettiler.
Bilimden esinlenen Emile Zola (1840-1902) çeşitli makalelerinde edebiyatı sosyal deneyler
çerçevesinde açıkladı, insan yaşamının koşullarını somut vakalardan hareketle açıklamaya çalıştı.
Bu yaklaşımın en çarpıcı örneği olan 20 kitaplık roman dizisi Les Rou-gon-Macquart'ta (1871-1893) beş
kuşak boyunca üç aileye mensup bireylerin yaşamlarını anlattı.
Guy de Maupassant kendisini gerçekliğin acımasız bir tasvirine adadı. Romanları ve hikâyeleri duygu
paylaşımından ve psikolojik irdelemeden kaçınan bir anlatı tarzının damgasını taşır. Güzel Dost (1885)
romanında amaçları doğrultusunda yoz toplumu hiç vicdan azabı çekmeksizin istismar eden ahlaksız
bir iğfalcinin portresini sunar.
Empresyonist akım benzer bir şekilde gerçekliği doğru aktarmaya çalışmakla birlikte, doğalcı akımın
korkunç yaşam koşullarını radikal betimlemelerle sunmasına karşı çıkma temelinde doğdu. Empresyonist
yazarlar basit kırsal yaşamı öznel bir bakışla yansıtmaya yöneldi. 1920
Gerhart Hauptmann'ın “Die Weber"i (1892) bir Silezyalı dokumacının 1844'teki isyanını belgeler.
kazanan Norveçli yazar Knut Hamsun bu yapının modernleşme yüzünden çöküşünü aktarmakla kalmayıp,
bir alternatif olarak yeni bir kırsal yaşamı kavramsallaştırdı.
Yeni Araçlar
Gerçekliği doğru yansıtma çabası yeni dilbilimsel olanaklara dönük arayışı getirdi. Örneğin, Arno
Holz her eylemin kelimelere dönüştürüldüğü yeni bir yazı üslubu geliştirdi. Tiyatroda özellikle
Gerhart Hauptmann'ın oyunlarında alt sınıflar kendi çevrelerine has lehçelerle temsil edildi. Norveçli
yazar Henrik Ibsen kişiler arasındaki iletişimi merkeze oturtan modern gerçekçi
nin Yapı Ustası Solness (1892) gibi oyunlarında başvurduğu sembolizm sonraki oyun yazarlarını etkiledi.
ÖZEL BİLGİLER
BALZAC ROMANLARINDA gündelik yaşamın olağan akışı içinde 250 yemeği tarif etmişti.
DOSTOYEVSKİ gizli bir devrimci örgütle ilişkisinden dolayı bir çalışma kampına kapatılmıştı (1847-
1849).
EDEBİYAT
KİLİT BİLGİLER
YAZARLAR yeni ve çoğu kez çılgınca deneysel anlatı biçimlerine yöneldi. FÜTÜRÜSİTLER
VE EKSPRESYONİSTLER modernizmin bazı edebi kavramlarını ortaya koydu.
SÖMÜRGECİLİKLE BİRLİKTE yabancı kültürleri ve edebiyatları inceleme eğilimi gelişti.
1900-1933: Fin de siecle \ Yeni anlatılar \ Ekspresyonizm \ Yeni nesnellik \ Sömürge edebiyatı ve siyasal
edebiyat
20. yüzyıl başlarına damgasını vuran teknik ilerlemeler ve siyasal çalkantılar edebiyata da yansıdı.
Ortalığı bireysel üslupların ve tekniklerin sarmasıyla birlikte, yeni edebi akımları ayırt etmek
güçleşti. Gerçekliğin aslına uygun betimlemelerinden gerçek bir konunun işlenmediği tamamen
anlamsız şiirlere ve Aydınlanma tarzında tiyatro oyunlarına kadar uzanan bir yelpaze ortaya çıktı.
© 20. yüzyıla girilirken geniş çaplı edebi çoğulculuk modem çağa şekil vermeye başladı.
BUNALIM ÇAĞI
Yeni yüzyıla girilirken genel bir karamsarlık ve bunalım havası egemen oldu. Dil artık olguları ve
düşünceleri iletmenin etkin bir aracı olmaktan uzaklaşıyor gibiydi.
Daha 19. yüzyıl sonlarında, orta sınıf ahlakını ve modern ilerleme düşüncesini ele alan edebiyatta
kötümser bir dünya görüşü dile getirilmeye başladı. Kültürel gerileme (“dekadans”) korkusu 20. yüzyıla
girilirken bütün Avrupa ve Kuzey Amerika’da belirgin hale geldi. Edebi ifade biçimlerinin çokluğu
bir yönelim kaybını getirdi ve yazarlan kendi yazılarının gerçeklikle ilintisi konusunda kuşkuya düşürdü.
Hugo
EDEBİYAT 19. YÜZYIL SONLARINDA Sigmund Freud'un öncülük ettiği psikanalizden etkilendi.
DEKADANS bir çağın beklenen sonuyla bağlantılı kültürel gerilemeyi belirten bir terimdir.
FİN DE SİECLE ŞAİRLERİ: Hugo von Hofmannsthal, Stefan Georğe, Arthur Schnitzler.
Hugo von Hofmannsthal (1874-1929) Richard Strauss'un operaları için librettolar yazdı.
Fin de Siecle
ÇÖKÜŞ HAVASININ 20. yüzyıla girilirken yarattığı ruh hali aşırı bedensel ve psikolojik durumlara özel
ağırlık veren bir edebi ifade biçimi buldu. Rüyalar, ölüm, uyuşturucular, melankoli ve hastalık, yani
anlama sınırlarının ötesinde yer alan ve normal durumdan sapan konular anlatıldı ve irdelendi.
PARİS’İN YANISIRA Viyana da bu akımın bir merkezi haline geldi. Başta Hugo von Hofmannsthal,
Kari Kraus ve Arthur Schnitzler olmak üzere, “Viyana mo-dernizmi” yazarları kahvehane toplantılarında
yeni yazı tarzının olanaklarını tartıştı. Bu dönemin sembolizme yönelen özellikle ünlü yazarlarından biri
Alman şair Stefan George’du. Hofmannsthal’la yakın işbirliği yaptı ve katıksız rasyonel bir amaç peşinde
koşan her türlü edebiyata karşı çıktı.
solda: Art Nouveau fin de siecle döneminin sanatıydı (“Emilie Flöge’ün Portresi" Gustav Klimt). sağda:
Stefan George'un portresi
von Hofmannsthal “Bir Mektup" (1902) adlı denemesinde, dilin gerçekliği ifade etmedeki sınırlamaları
karşısında umutsuzluğa kapılan bir adamı anlatır. Bu karakter sonunda konuşma yetisini yitirir.
Güzellik ve Sembolizm
Bu belirsizliğe karşı bir tepki olarak, birçok yazar dünyayı doğru yansıtmak gerektiği yolundaki
doğalcı görüşe karşı çıktı. Edebiyat öğretme, açıklama ya da anlatma amacını gütmemeliydi artık. Yeni
filizlenen sembolist akıma göre, edebiyat bunu yapacak konumda bile değildi. Bir yazar gerçekliğe
doğrudan bir göndermede bulunmaksızın, dünyanın bağlamlarına yönelik bir kavrayış sağlayacak metinsel
imgelere başvurabilirdi ancak. Bu yaklaşıma göre, dil artık iletişim amacına hizmet edemez; gerçekliğe
algılanabilir erişimi sadece simgeler sağlayabilirdi.
Sembolizmin edebi eserlerini güzelliğe bir vurgu (“estetikçilik”) ve neşeli bir gençlik üslubu ("Art Nou-
veau”) belirler. Bu edebiyatın ana figürü orta sınıftan ve ahlaki göreneklerden kurtulmuş bireydir.
Psikoloji ve psikanalizin sağladığı yeni içgörü-ler edebi eserleri köklü biçimde etkiledi.
Art Nouveau bezeme akımına bu adı Youth dergisi vermişti.
Gözlen Tamamen Kapalı filmi Arthur Schnitzler'in gerçeküstücü Rüya Roman'mdan uyarlanmıştır.
YENİ ANLATI
Yeni yüzyıla girilirken yaşanan dil bunalımı çok sayıda yolu açtı. Her biri kendine özgü tarz izleyen
yazarlar 20. yüzyıl başlarında yeni anlatı olanakları aramaya yöneldi.
Yidiş Edebiyatı
Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudilerin konuştuğu Yidiş lehçesi Slavca, ibra-nice ve Almanca dilbilim
unsurlannın bir karışımıydı, ibranice yazma yönündeki ilk girişimlerin pek başarılı olmamasına karşın,
Mendele Moc-her Sforim zamanla Yidiş edebiyatını kurdu. "Kısrak" (1873) adlı romanında Yahudi
okurları kendi gelenekleri üzerine düşünmeye yöneltti. Museviliği, içinde bir prensin gizlendiği yaşlı bir
ata benzetti. Onun yolunu izleyen Isaac Leib Peretz ve Şolom Aleyhem gibi yazarlar da Doğu Avrupa'daki
Yahudi yaşamını konu alan eserler verdi.
Yüzyılın sonlarındaki bunalım döneminde, güvenilmezliği kanıtlanmış bir dil aracılığıyla da olsa
edebiyat yaratmaya çalışan çeşitli akımlar ortaya çıktı. Yazarlar arasındaki farklılıklar gittikçe arttı.
Birçoğu artık tam anlamıyla belirli bir akıma bağlı sayılamazsa bile, Viyana ve Paris gibi kentlerde doğan
edebi çevreler içinde yer almaya devam ettiler.
Thomas ve Heinrich Mann kardeşler oldukça farklı üsluplara ve amaçlara sahip yazarlardı.
Mann Kardeşler
Thomas Mann'ın Buddenbrook ailesinin çöküşünü acımasız biçimde işlediği romanıyla 1901’de
dünya genelinde elde ettiği şöhret 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla doruğa ulaştı, ince bir
ironi taşıyan romanlarında gerçekçi portreleri, anlatıcı değerlendirmelerini ve
psikolojik bakımdan karmaşık karakter çizimlerini ustalıkla bira-raya getirdi.
Kardeşi Heinrich ise bir siyasal yazar kimliğini öne çıkardı. Eserlerinde demokratik değerleri aktarmaya
ve sosyal değişimi etkilemeye çalıştı.
Esrarengiz Varoluşlar
Praglı yazar Franz Kafka tamamen yeni bir edebi dünya yarattı, insan varoluşuna ilişkin gizemli ve
karabasanı andıran betimlemeleri okurlarca bugün hâlâ yorumlanıyor. Kafka’nın üslubunun ayırıcı özelliği
düşsel şeylerin görünüşte normal bir dünyaya ansızın girmesi ve fantastik boyutlara varmasıdır. Örneğin,
Dönüşüm (1915) romanında satıcı Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini bir hamamböceğine
dönüşmüş halde bulur. Dava’da ise başkahraman Bay K tutuklanıp bir yargı bürokrasi labirentine
sürüklenir; bu süreçte kendisine yöneltilen suçlamayı ya da sonunda uğradığı infazın sebebini bir kez dahi
duymaz.
Acımasız Portreler
Kafka eserlerinde düş ve gerçekliği iç içe ele alarak bir umutsuzluk ortamı yarattı. Ernest
Hemingvvay aynı duyguyu amansız ve gerçekçi bir durulukla uyandırmayı başardı. Onun anlatı tarzının
ağırbaşlı bir dil, /] tutumlu bir üs-
lup ve olayların olup bitenden haberdar bir anlatıcının aracılığına gerek kalmaksızın doğrudan aktarılışı
belirler. Bu şekilde bir tarih dökümcüsü olarak elde ettiği şöhret,
ÖZEL BİLGİLER
HUGO VON HOFMANNSTHAL 1917'de Richard Strauss'la birlikte Salzburg Festivali oyunlarını
başlattı.
marcel proust duvarları baştan aşağı mantarla döşenmiş kapalı bir odada çalışırdı.
Elias Canetti benzer bir doğrudan anlatım tarzıyla karakterlerin çılgın dünyalarını okurlarına
taşıdı. Örneğin, Körleşme'de (1931-1932) okur, Dr. Peter Kiens'in gittikçe gerçeklikten koparak
sonunda kendisini ve kitaplarını ateşe vermesi sürecinde yaşadığı olayları aynen hissetmek durumunda
kalır.
FHFRIYAT
ınıret- n ov':>
EDEBİYAT
20. yüzyıl fırtınalı bir havayla başladı. Fütüristler, ekspresyonistler ve diğer avant-garde akımların takipçileri insanların modern yaşamın karmaşasını ve
hızını fark etmesini sağladı.
Filippo Tommaso Marinetti (1876-1944) 1909’daki manifestosuyla fütürizmin ortaya çıkışına öncülük
etti.
gelişmesine önemli katkıda bulunmakla birlikte pek uzun ömürlü olmadı. Faşist eğilimlerini ve militarizmi
körüklediğini gören çoğu sanatçı bu akımdan uzak durmakta gecikmedi.
Daha sonraları İtalya’da fütürizm siyasal içerik kazandı ve faşizme destek veren bir niteliğe
büründü. Akımın İtalya dışında geniş yandaş bulduğu Rusya’daki etkisi devrimle birlikte son buldu.
Yapısı gereği edebiyatın sanat formu kelimelerin ancak art arda okunabileceği ve dolayısıyla eylemlerin
sıralı halde algılanabileceği gerçeğiyle bağdaşmak zorundaydı. Ama yeni yaklaşımla artık karmaşıklığı ve
eşzamanlılığı akla getiren bir konum kazandı.
Bu yeni eşzamanlı teknik bir metropoldeki karmaşık süreçleri anlatmaya özellikle uygundu. Bir çığır açan
yeni anlatı biçiminin öncülerinden John Dos Passos 1925’te Manhattan Transferle ilk modern “büyük
kent” romanını yazdı. Bu türün daha da seçkin edebi örnekleri James Joyce’un U/ysses'i (1914-1921) ve
Alfred Döblin’in Berlin Aleksander Meydanı' dır (1929).
Dinamikleri açısından 18. yüzyıldaki Alman “Fırtına ve Atılım” edebi döneminin (s. 426) enerji ve
isyanını hatırlatan ekspresyonizm, ifade biçimi açısından fütürizmin ve montaj tekniğinin yanısıra henüz
yeni bir mecra olan sinemaya yaslandı. Bu nedenle ekspresyonist bölümlü oyunlar film sekanslarıyla aynı
etkiyi yaratır: Öne çıkanlan bir figür sürekli yeni durumlann içine taşınır; bu durumlar karakterin
deneyimlerinden etkilenerek değişime uğrar.
Büyük kentlerde birçok şiir çevresinin ortaya çıkmasını sağlayan ekspresyonizm tıpkı fütürizm
gibi 1920’lerde önemini yitirdi. Uluslararası devrimler hayatın kaotik gerçekliğine kesin ve olgulara
dayalı içerikle karşı koymaya çalışan uysal bir tutumun yolunu açtı.
Dada
Sanat akımı dadaizmin kökleri abartılı estetikçilikten kopuşun yanısıra kabare, nihilizm ve anarşizme
dayanır. Aslına bakılırsa, akımın temsilcileri kimliklerini anti-sanatçılığa göre tanımlamaktaydı. Hugo
Ball’un “Voltaire Kabaresi"nde dada akşamlarını düzenlediği Zürih'te doğan dadaizm kısa sürede
Avrupa’nın her yanına yayıldı. Verdiği mesaj, modern çağın çılgınlığına saçmalıkla karşı çıkmak
gerektiğiydi. Bizzat “dada” adının bir anlamı yoktu ve r aslında bebek di-- lini çağrıştırmaya yönelikti.
Mesaj iletmek yerine sırf sesler ve metinler üzerine kurulu metinler, ayrıca bağlantısız
materyallerden yapılmış kolajlar dadaizmdeki en önemli ifade araçlarıydı.
Ekspresyonizm
Fütürizmin ardılı olan ekspresyonizm (izlenimcilik") esasen bir protesto akımı olarak ortaya çıktı. I.
Fütürist yazarların en önemli üslup aracı, farklı kaynaklardan alınma tekil metin bölümlerinin biraraya
solda: Kolajlar dadaizmin tipik bir üslup aracıydı. (Burada 1921’in parodili bir baş sayfası görülüyor.
sağda: Evrensel sanatçı Kurt Schwitters ara sıra dada sanatçılarıyla işbirliği yapmasına karşın apolitikti.
Rabindranath Tagore (solda) Hindistan'ın Santiniketan kentindeki evinde Mahatma Gandi’yle birlikte.
Yaklaşık 1920’den sonra edebiyata bildik ve yabancı dünyaları nesnel biçimde anlatma arzusu damgasını
vurdu. Dünyada edebiyat yeniden siyasal amaçlarla kullanılmaya başlandı.
Duygusallıkla yüklü ekspresyonizme (s. 432), dünya genelinde karşı çıkan birçok yazar 1920'den
sonra nesnelliğe yöneldi, insanların günlük yaşantısını belgeleme çabası öne çıktı. Egon Ervvin Kisch ve
Er-nest Hemingway gibi yazarların görgü tanıklığına dayalı anlatılarından dolayı üne kavuşmalarıyla
birlikte, bu çerçevede ilk elden haber aktarımı makbul bir edebi tür haline geldi. Tarihsel romanlar, edebi
biyografiler ve radyo skeçleri bile kitlesel ilgi gördü. Amerikalı yazar Or-son VVelles 1938’de
ustaca gerçekçi hava verdiği bir yapımla radyo dinleyicilerini Marslıların yeryüzüne indiğine
inandırmayı başardı.
Uzak Hindistan
Teknik ilerlemeyle birlikte, edebiyatta işlenebilecek konuların sayısı arttı. Modern ulaşım araçları
sa yesinde uzak ülkeler de erişim alanı içine girdi. Dahası, sömürgeleştirilmiş birçok ülkenin bağımsızlık
mücadelesi Batı dünyasında ilgi çekti. Özellikle
Gandi’nin 1920’lerden itibaren barışçı yollarla bağımsızlığa kavuşturmaya çalıştığı Hindistan edebiyatta
bile epeyce tartışma konusu oldu. Batı dünyası Bengalli şair Rabindranath Tagore (1861-1941)
aracılığıyla ilk kez yabancı kültürle temas kurdu. Tagore eserleriyle Avrupa ve Hint
kültürlerini yakınlaştırmaya çalışırken, İngiltere ve ABD'ye birkaç seyahat yaptı. Gelgelelim, Avrupa’nın
çoğu kesiminde etnik-merkezci, yadsımacı ve anlayışsız bir tavırla karşılaştı. Batılı okurların 1913 Nobel
Edebiyat Ödülü’nü kazanan Tagore’ye bakışı daha çok bilge ve egzotik bir brahman olarak görülmesine
dayanıyordu. Oysa Batı’nın kendi dışındaki dünyayı incelemesine ve gizemli, mistik bir diyara ilişkin
kendine özgü kavramlar yaratmasına da katkıda bulundu. Batılı yazarların sömürge ülkeleri konu alan
romanları, özgün ve yerli edebiyata oranla Batılı okurlarının zevkine daha iyi hitap etmekteydi.
Rudyard Kipling’in anlatıları ve romanları, özellikle de Cengel Kitabı (1894) Hindistan’ın otantik
tasvirleri gibi görüldü. Kipling 1907 Nobel Edebiyatı Ödülü’nü kazandı.
S iyasetin Hizmetinde
20. yüzyılın başlarını belirleyen siyasal değişimler doğrultusunda, edebiyat daha önce de olduğu
gibi değişik ve yeni kopuş akımları yaratmanın hizmetine koşuldu. Çeşitli sol eğilimli örgütlerin
kurulmasıyla birlikte, dönemin edebi üslup araçlarından yararlanan bir işçi edebiyatı gelişti.
Edebiyat siyasal içeriği yaymak amacıyla, yani bir propaganda ve
eyleme geçirme aracı olarak kullanıldı. En başta da tiyatro kitleleri doğrudan etkileme gücünden dolayı
büyük rağbet gördü ve bu dönemde daha büyük atılım gösterdi. Bertoit Brecht, Üç Kuruşluk Opera’nın
(1928) Berlin'de sahneye konmasıyla yeni siyasal tiyatronun kurucusu oldu.
“DÖRT MAYIS HAREKETİ"NE öncülük ederek, Kon-füçyuscu devlet ahlakına ve emperyalizme karşı
çıktı.
“BİR DELİNİN GÜNLÜĞÜ” (1918) anlatısının merkezinde hemcinsi insanların kendisini yemek
istediğine inanan bir delinin notları yer alır. Çin’in “yamyam” ve donmuş geleneklerine örtük göndermede
bulunan yazar Lu Xun, modernist Çin edebiyatının kurucusu olarak kabul edilir.
ÇİN’İN DEVLET VE TOPLUM yapısında reformu ve yenilenmeyi savunan Lu Xun, 1919’da bir öğrenci
gösterisiyle başlayan “Dört Mayıs Hareketi”nin başına geçti ve modern Çin tarihinde ilk kez bütün
kesimleri ulusal birliğe dönük ortak özlem etrafında birleştirdi. Bilimsel ve sanatsal çalışmaları bu
sürecin gelişmesinde belirleyici rol oynadı.
Çin kenti Nanjing’de öğrencilerin 1920’lerdeki bir gösterisi
EDEBİYAT
Kipling'in “Cengel Kitabı" Batı dünyasındaki Hindistan imgesine belirleyici etkide bulundu (1919'e ait
bir çizim: Mowgli kaplan Şere Han'ı öldürüyor).
Edebiyat ve faşizm (y. 1925-1945) | Savaş sonrası edebiyat (1945-1955) \ Tiyatro reformu | Küresel kitap
piyasası
KİLİT BİLGİLER
FAŞİZM ALTINDA EDEBİYAT: Susturulan ya da yazı yasağı konan yazarların çoğu sürgüne gitti.
1945’TEN SONRA yazarlar siyasal ve sosyal alanda yeni bir başlangıcı sağlamaya yöneldi.
Savaşın dehşeti ve Yahudi soykırımı edebi deneyleri tam anlamıyla kamçıladı. Hâlâ şok içindeki yazarlar
yaşanmış olan dehşeti ifade etmek için 1945'ten sonra yöntemler aramaya yöneldi. Edebiyatın, özellikle
de tiyatronun böyle bir facianın tekrarlanmasını olanaksız hale getirmeye katkıda bulunacağı varsayıldı.
Daha sonraları edebiyat genç kuşağın kimlik kazanma arayışını ve kadınların özgürleşmesini dile getirdi.
Günümüzün küreselleşme çağında, dünya genelinde dinleyicilere dönük bir kültür sözcüsü olarak
edebiyatın taşıdığı önem gittikçe artıyor.
© II. Dünya Savaşı’ndan sonra edebiyat bu dehşetin üstesinden gelmeye ve yeni bir başlangıcın önünü
açmaya çalıştı.
1920’lerde yaşanan ekonomik atılımı 1930’larda Büyük Bunalım izledi. Avrupa’da faşizmin ve nasyonal sosyalizmin yayılması da
edebiyatı etkiledi.
EDEBİYAT
BİR İTALYAN ASKERİYKEN giyilmesine öncülük ettiği siyah gömlek daha sonraları faşist üniformaya
dönüştü.
GABRIELE D’ANNUNZIO İtalyan fütürist edebiyatının en parlak simalarından ve faşizmin önde gelen
savunucularından biriydi.
D’Annunzio’nun bazı eserleri filme çekildi. Örneğin, Cabiria (1914) filmine katkıda bulundu.
Faşizm ve Edebiyat
ALMANYA'DA NAZİLERİN sıkı sıkıya izlediği eşitleme siyaseti olası her türlü muhalefeti sindirmeye
yönelikti. Nazi iktidarının daha ilk evresinde Devlet Kültür Dairesi ülkede kimlerin yazmasına izin
verileceğini kararlaştırdı. “Uygunsuz” sayılan yazarlar baskılara uğradı ve tutuklandı. Berlin'in ana
meydanında 10 Mayıs 1933'te düzenlenen toplu kitap yakma eylemi bütün Almanya’ya yayıldı.
Nazi iktidarının bu gösterisi başta Yahudiler ve Marksistler olmak üzere bütün anti-Nazi yazarları
sindirme yönündeki acımasız kararlılığının açık işaretiydi.
ÇEŞİTLİ YAZARLAR Almanya’dan kaçtı. Örneğin, Thomas Mann İsviçre üzerinden ABD’ye göç etti.
Her ikisi de intihar eden Ernst Toller ve Stefan Zvveig gibi bazı
sağda: Nazi kitap yakma eylemlerinde, öğrenciler ve profesörler bile ateşe kitaplar attı.
AvusturyalI bir Yahudi ve savaş karşıtı olan Stefan Zvveig 1940'tan sonra eşiyle birlikte Brezilya'da
sürgün yaşadı.
Amerikan Düşü
F. Scott Fitzgerald'ın Muhteşem Gatsby (1925) romanındaki ana karakter Jay Gatsby, içki yasağı
döneminde kendi çabasıyla yükselen ve kaçakçılık sayesinde varlıklı bir hayat süren idealist bir adam
olarak Amerikan rüyasını temsil eder. Amerikan rüyasına sonuna kadar inandığından, eski sevgilisi Daisy
Buchanan’ı tekrar elde etmek için yeni servetini kullanır. Fitzgerald bu kitapta Nick adlı bir anlatıcının
perspektifinden, zenginlerin partileriyle ve aşırılıklarıyla dolu "kahkahalı yirmiler” döneminin yanısıra
toplumun kendini gerçekleştirmedeki yetersizliğini irdeler. Karakterlerin şatafatlı yaşam tarzına eşlik
eden umursamazlık Gatsby’nin haksız yere George VVİlson tarafından öldürülmesiyle sonuçlanır.
Gatsby karakterinin hedefine varmış gibi görünürken, Daisy’yi elde etmek yerine peşinde koşmayı
daha uğraşılmaya değer bulması söz konusu dönemde toplumun yaşadığı hayal kırıklığını yansıtır.
Büyük Bunalım
1920’lerin refahı uluslararası bir ekonomik krizin dünyayı sarsmasıyla kısa sürdü. Bu kriz esas
olarak enflasyon, daralan ticaret, düşüşe geçen fiyatlar ve artan işsizliğin sonucuydu. ABD’de Büyük
Bunalım 1930’larda işgücünün yaklaşık üçte ikisini işsiz bıraktı. Bu sıkıntılı dönemi anlatan Amerikalı
yazar John Steinbeck’in şaheseri Gazap Ozümleri’n'ın (1939) merkezinde elinden çiftliği alındıktan sonra
iş için Kaliforniya’ya yolculuk eden bir aile yer alır.
Kaçan Yazarlar
Avrupa’da 1920’den itibaren faşizm ve nasyonal sosyalizmin yayılması edebi deneyleri kesintiye uğrattı.
Özellikle Almanya ve İtalya’da yazarlara çoğunlukla sadece üç seçenek bırakıldı: Suskun kalmak,
yeraltında yazmak ya da başka bir ülkeye kaçmak. Aslında bazı yazarlar -en azından geçici olarak-
rejimin hizmetine girmeyi kendine yedirdi. Bunlardan biri olan Gottfried Benn bile 1938’de
yazma yasağıyla karşı karşıya kaldı. Başka bir işbirlikçi yazar Ernst Jünger’in rejime bağlılığı ise bugün
hâlâ tartışılıyor.
Muhteşem Gatsby (1974) filminde Gatsby'nin büyük aşkla bağlandığı Daisy Buchanan’ı canlandıran
Mia Farrovv'un filminden bir portresi.
li. Dünya Savaşı’nın dehşeti yazarları savaş sonrası dönemle nasıl başa çıkılacağıyla yüz yüze bıraktı.
“Bir Daha Asla” II. Dünya Savaşı’ndan sağ çıkanların sloganıydı. Böyle bir insanlık dışı ortam bir daha asla kabul edilmeyecekti;
edebiyattan beklenen de bu amaca katkıda bulunmasıydı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra edebiyat hem yeni bir başlangıç yapma, hem de yaşanmış dehşetin üstesinden
gelmeye çalıştı, insanların benzer bir faciaya bir daha asla sürüklenmemesini sağlamanın gerekli olduğu
fikri yaygındı. Yazarlar böyle bir bakış açısını kazandırmanın yant-sıra halkı siyasal bakımdan eğitmek ve
kendini yoklamaya özendirmek için edebiyatı kullanmaya çalıştı.
iki kez Pulitzer Ödülü kazanan Nor-man Mailer 2007'de ölene kadar savaş karşıtı eserler yazdı.
ÖZEL BİLGİLER
“BÜTÜN HAYVANLAR eşittir, ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir." —Hayvanlar Çiftliği’nden
alıntı. SOLJENİTSİN'İN es erleri SSCB'de ilk kez “perestroika" döneminde yayımlandı.
Norman Mailer ilk romanı Çıplak ve Ölü1 de (1948) bir Amerikalı tümen komutanının ve 13 kişilik bir
müfrezenin perspektifinden bir Japon adasının ele geçirilişini anlattı. Böylece savaşın “çıplak
gerçeklerini", tek tek askerlerin hastalıklı fikirleri, şiddetin anlamsızlığı ve böyle askerlerin yeniden
bütünleşmesi gereken Amerikan toplumunun çektiği yoksunlukları aktardı. Henüz 25 yaşındaki yazarın bu
pervasız teşhiri Amerikan kamuoyunu şoka uğrattı ve kendisini tartışmaların odağı haline getirdi.
Her türlü ahlaki anlayışın ötesinde bir yaklaşımla sosyal yapıdan koparılarak savaşa gönderilmiş
askerlerin cepheden dönüşte hissettiği dışlanmışlık duygusu savaş sonrası edebiyatı büyük ölçüde
etkiledi. Alman yazar VVolfgang Borchert’in Kapıların Dışında (1947) gibi eserleri bunun bir örneğiydi.
Yazarlar dönemin siyasal sistemlerini eleştirmeye başladı. Rus yazar Aleksandr Soljenitsin
1960’lardan itibaren Sovyetler Birliği’nin siyasal önderliğini geleneksel değerleri benimseyerek yeni bir
yola girmesi gerektiği yönünde uyardı. Stalin dönemindeki bir işçi kampındaki yaşama ve çalışma
koşullarını anlattığı ilk romanı ivan Denisoviç’in BirGünü'nde (1962), gittikçe bireysel özgürlükleri
çiğneyen SSCB için yeni bir başlangıcın ne kadar önemli olduğunu gözler önüne serdi.
SSCB’deki siyasal terör karşısında, Amerikalı Ray Bradbury ve İngiliz George Orwell gibi Batılı
yazarlar yergi romanları yazdı. Bradbury’nin Fahrenheit 451 (1953) romanındaki başkarakter Guy
Montag, devletçe yasaklanmış kitapları yakan bir itfaiyecidir. Orwell ise 1984’te (1949) geleceğin
“Büyük Birader” tarafından yönetilen totaliter toplu-munu anlatır. Bu güç her yerde hazırdır; toplum
üzerindeki denetimi propaganda ve hatta “düşünce polisi” aracılığıyla sağlar. Yine Orvvell’in SSCB’deki
sosyalizm uygulamasını yeren Hayvanlar Çiftliği'nde (1945), çiftlik hayvanları baskıdan arınmış ve
eşitlikçi bir toplum yaratmak üzere sahiplerine karşı ayaklanır. Hayvanlara öncülük eden domuzlar,
ilk baştaki hayvan eşitliği idealini tamamen zıt yönde bir şeye dönüştürür.
Yahudi soykırımı edebiyatının yapmaya çalıştığı şey tarif edilemez olanı tarif etmekti. Paul Celan
gibi Alman yazarlar suçlularla aynı dili konuşmamak ve böylece “korkunç olay”ı anlaşılır kılmak
açısından soyut birdil kullanmaya yöneldi. Buna karşılık, Macar Imre Kertesz ve İspanyol Jorge Semprün
gibi yazarlar direniş hareketindeki veya toplama kamplarındaki hayatı doğrudan ve sakınmasız bir
dille yansıttı. Dönemin en dokunaklı eserlerinden biri ailesiyle birlikte bir süre saklanmak zorunda kalan
ve daha sonra bir Nazi toplama kampında can veren Anne Frank bir genç Yahudi kızının tuttuğu günlüktü.
EDEBİYAT
KM
Oyun yazan Arthur Miller (1915-2005) hayatı boyunca Amerikan toplumunu ve siyasetini eleştirdi.
EDEBİYAT
Brecht (ortada) aktris eşi Helene Weigel’le (solda) birlikte 1949'da Berlin Topluluğu’nu kurdu (Cesaret
Ana ve Çocukları'mn provasında çekilmiş fotoğraf).
TİYATRO REFORMU
1940’tan sonra tiyatronun merkezinde hayal yerine eleştiri yer almaya başladı. İzleyiciyle doğrudan
bağlantıyı sağlaması açısından, tiyatro yeni fikirleri iletmek için ideal bir mecraydı.
ALFRED JARRY Kral Übü (1896) oyunuyla absürt tiyatroya öncülük etti.
Eugene lonesco sosyal göreneklerin anlamsızlığını kanıtlamaya çalıştı. Bu bakımdan klişeleri açığa
vuracak ve birbirleriyle çelişik amaçlar doğrultusunda konuşacak kişilikleri sahneye taşıdı.
Absürt Tiyatro
Tiyatro II. Dünya Savaşı'nı izleyen yeni başlangıç arayışı için son derece uygundu. Halka ulaşmak
açısından en dolaysız mecraydı.
Varoluşçu, absürd ve belgesel tiyatro akımlarının dışında, 1945'ten sonra sahnelerde sürekli
kamuoyu tartışmalarına konu olan çok sayıda deneysel oyunlar sergilendi.
S önen Düşler
Arthur Miller'in Cadı Kazanı oyunu 1950'lerdeki McCarthy döneminin siyasal koşullarını örtük
biçimde teşhir eden Amerikan skandal oyunları türüne girer. Sahnede 17. yüzyıldaki Salem cadı
yargılamalarını gören izleyici, Senatör Joseph McCarthy’nin komünistlere ve benimsenmeyen diğer
azınlık topluluklarına yönelik sindirme girişimleriyle olan benzerlikleri hemen kavrar.
Miller bu oyundan önce VVİlly Lo-man adlı pazarlamacının son gününü anlattığı, Satıcının Ölümü’yle
(1949) üne kavuşmuştu. Oyunun kahramanı işten atıldıktan sonra karşılaştığı güçlükler yüzünden
yetersizlik duygusuna kapılarak intihar eder. Bu dönemde körüklenen “Amerikan rüyası” böylelikle bir
sabun köpüğü gibi söner.
Epik Uzaklık
Her yazar tiyatro izleyicisinin oyunu öngörülen biçimde otomatik olarak anlayacağından emin değildi.
Bu nedenle insanların tiyatroya sırf eğlence amacıyla değil, sahnede sunulan oyundan ders
çıkarmak amacıyla gelmesi gerektiğini açıklığa kavuşturacak çeşitli girişimler gündeme geldi,
izleyicinin içeriği yorumlamasını kolaylaştırmak açısından, sahnedeki olaylara bir uzaklık yaratmak önem
kazandı.
Eleştiri ve S orumluluk
Brecht’ten sonra, PeterWeissve Heiner Müllergibi oyun yazarları epik tiyatro biçimine başvurdu, isviçreli
yazar Friedrich Dürrenmatt oyunlarında aynı şekilde yabancılaştırma tekniklerini kullandı; ama çoğu kez
sahnedeki olayı saptırarak grotesk ve çelişkili bir içeriğe kavuşturdu. Onun ve İngiliz yazar Harold
Pinter’ın oyun
ları öznel algılamanın geçerliliğini sorgular. Pinter “Mülk Sahibi” (1962) oyununda bir
kişinin başkalarına üstünlük duygusuna kapılması halinde otoriter özellikleri ne kadar çabuk
edinebileceğini gözler önüne serer. Savaş sonrası dönemin modern tiyatrosunun genelde Aydınlanma
çağının tiyatrosuna benzer bir tavırla, izleyiciyi eleştirel bir iç hesaplaşmaya ve sorumlu davranmaya
yöneltme amacını güttüğü söylenebilir.
■Hl
Godot’yu Beklerken’de oyun boyunca sahnede sadece dört karakter görünür. yukarıda: Samuel Beckett
1969 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
an
21. YÜZYIL
20. yüzyılın ikinci yarısında yazarlar insan varoluşunun özünü aramayı sürdürdü. Kimlik kazanmaya
yönelik çabalar her zamankinden daha uç noktalara vardı.
Henry Miller bir keresinde Jack Kerouac’ın Yolda (1957) romanının üslup bakımından savruk
olduğunu belirtmişti. Aslında, bu metin geleneksel okur beklentilerine cevap vermez. Küstah konuşma dili
üslubu içeriğe ayna tutar: Islahevi okulundan atıldıktan sonra bütün sosyal kısıtlamalardan uzaklaşan Dean
adlı genç bir Amerikalının sınır tanımayan ve derbeder
Henry Miller
ABD’Iİ romancı Henry Miller Oğlak Dönences/'nin (1934) yayımlanmasından sonra bir pornografi yazarı
diye eleştirildi. Oysa Paris'teki parasız pulsuz bir Amerikalının uçarı yaşamı üzerine anlattıkları sırf
cinsel özgürlüğü işlemez. Romandaki karakterler orta sınıfın katı sosyal yapılarının ötesine varacak yeni
bir kimlik arayışındadır. Miiler’ın romanları ve anlatıları “beat” kuşağı yazarlarının yanısıra 1960'larda
cinsel özgürleşme hareketine güçlü bir etkide bulundu.
varoluşu. Hep bir sonraki yeni “heyecanın” peşinde olan Dean’a sonraki iki yıl boyunca eşlik eden Sal
adındaki genç bir yazar olayları anlatır.
Kerouac’ın bu eseriyle yarattığı roman türü, savaş sonrası Amerikan gençliğinin yaşama karşı tutumuna
sözcülük eden ve “beat" kuşağı olarak anılan Amerikalı yazarlar grubunca benimsendi.
“Beat” kuşağı ağırlıklı olarak yoğun deneyimleri ve bazen uyuşturucu etkisinde yeni bilinç
düzeylerine dalışı işledi. NevvYork'ta 1940’larda gelişen ve birçok edebi deneye hareket noktası
sağlayan bu yeni edebi akımın Kerouac’ın dışındaki öncüleri Ailen Ginsbergve VVilliam Burroughs’tu.
Özellikle Burroughs'un geniş çaplı üslup denemelerine Çıplak Şölen (1959) romanı örnek verilebilir.
Bir uyuşturucu bağımlısının hatıralarının anlatıldığı bu kitapta, sanrılar ve gerçekler sürekli iç içe geçmiş
olarak sunulur.
Özgürleşme ve Bireysellik
Kimlik kazanma çabası, bireysel bilinç ve uzantısı 1950’lerden sonra edebi eserlerin temelini
oluşturdu. Bununla birlikte yazarlarca izlenen yollar son derece bireyciydi. Yeni öznelliğin ardından,
özgürleşmiş bireylerin hakları politikleşmiş “normatif” toplumun karşısına dikildi. 1970’lerin edebiyatı
esas olarak hayatın içinden aktarımları, günce yazılarını, aykırı ve marjinal kesimlerin görüşlerini
yansıtan bir yapıya büründü.
Bu marjinal kesimlerden biri kadınlardı. Öte yandan tanınmış kadın yazarların (s. 429) sayısı
gittikçe arttı. Kadın hareketiyle ve ondan doğan feminizmle birlikte, kadının toplumdaki rolü bir tartışma
konusu haline geldi.
Modernizm S onrası
20. yüzyılın ikinci yarısında sanat ve edebiyat için belirleyici slogan “post-modernizm"di. Bu terim mo-
harold pinter siyasete sürekli müdahalede bulunan bir yazardır; Ge-orge W. Bush ve Tony Blair'i
de Irak'taki politikalarından dolayı eleştirdi.
SİYAH GİYİMLİ VAROLUŞÇU yönündeki basmakalıp tipleme genelde entelektüel kesimleri kapsayan
bir yakıştırma haline gelmiştir.
dern sanatsal araçların kesintisiz gelişimine dönük isteğe işaret etmenin yanısıra, edebi yaratıcılığın bütün
olanaklarından oyunbazca yararlanma ve geleneksel üslup ka lıplarını yıkma gereğini ifade eder.
FELSEFE: Varoluş özden önce gelir, yani insan seçme özgürlüğüyle kendi varoluşuna anlam verir.
YAZARLAR: Al bert Camus (Yabancı, 1942; Veba, 1947), Jean-Paul Sartre (Bulantı, 1938;
Sinekler, 1943), Simone de Beauvoir (Mandarinler, 1954)
Albert Camus 1957 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı; Sarte 1964’te aynı ödülü geri çevirdi.
Fransız Varoluşçuluğu
JEAN-PAUL SARTRE Fransız varoluşçuluğunu felsefi bakımdan sağlam temellere oturtan kişiydi. Bir
yazar olarak felsefeyi edebiyatla bütünleştirmeye yönelmesi, Fransız modernizmine belirleyici etkide
bulundu. Sartre’a göre her insan özgürlük hakkına sahipti; bu anlayış kişiyi sorumlu davranmakla yükümlü
kılarken, kişinin ahlaki değerlerini ve davranış düsturlarını seçerken eleştirel bir yaklaşıma sahip olması
gerektiğini de öngörmekteydi.
FRANSIZ VAROLUŞÇULUĞUNUN DİĞER TEMSİLCİLERİ arasında Sartre’ın çok iyi tanınan hayat
arkadaşı ve feminizmin temel kaynağı haline gelmiş İkinci Cins’in (1949) yazarı Simone de Beauvoir ile
deneme ve romanlarında varoluşun saçmalığını vurgulayan Albert Camus sayıabilir.
EDEBİYAT
EDEBİYAT
20. yüzyıl sonlarında Batı kitap piyasasının gözleri sanki birden ağılmışçasına başka ülkelerin edebiyatına, kendi ülkelerine özgü
hikâyeleri anlatan yazarlara çevrildi.
Nobel Ödülü'nü alırken görülen şair Pablo Neruda (1904-1973) hayatı boyunca siyasal davasına
bağlı kaldı.
Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanını Philip Kaufman 1982’de filme çekti.
20. yüzyılın ikinci yarısında küreselleşme, yazara, kendi ülkesinin kültür elçisi ve temsilcisi olarak yeni
bir önem kazandırdı. Yazarların eserleri okurlara söz konusu ülkenin tarihini kavrama olanağı vermeye
başladı.
Bu anlamda üne kavuşan ilk kişilerden biri hem diplomat, hem de yazar olarak Şili kültürünün kilit bir
kişiliği olan Pablo Neruda'dır. “Evrensel Şarkfda (1950) Latin
Amerika'nın tarihini 300’ü aşkın şiirle gözler önüne serer. Örneğin, Aztekve inka kültürlerinden
kalma kadim mitleri ve gelenekleri aktarırken, siyasal ve sosyal sorunlara dikkat çeker. Düşünmeye
yöneltici bir üslupla, baskılara karşı çıkmalarını ve Latin Amerika’ya yardımcı olmalarını sağlamak üzere
dünya genelinde bir okur kitlesine seslenir. Neruda eserlerinden dolayı 1971 Nobel Edebiyat Ödülü'nü
aldı. Pino-chet diktatörlüğünün mağdurlarına yardım çalışmalarına katılması ona büyük saygınlık
kazandırdı.
Neruda’nın değerli ardılları vardı. Isabel Allende’nin Ruhlar Evi (1982) romanı Şili'nin
sorunlarını hiçbir siyasal dilin erişemeyeceği durulukla ortaya koyarak büyük yankı uyandırdı. Bu aile
tarihi askerî diktatörlük dönemine kadar dört kuşağın başından geçenleri anlatır. 1973 darbesinde
yaşamını yitiren Cumhurbaşkanı Salvador Allende'nin yeğeni olan yazar 1988’den beri ABD'de yaşıyor.
Başka bir büyük Latin Amerikalı yazar olan KolombiyalI Gabriel Garda Mârquez’in Yüz Yıllık
Yalnızlık (1967) romanı, Buendia ailesinin çöküşle noktalanan birkaç kuşaklık serüvenini aktarırken,
okuru Latin Amerika'nın gizemli ve soğuk gerçekliğiyle tanıştırır. Mârquez de 1982 yılında Nobel
Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu.
Sosyalist bloğun 1985'te çözülmeye başlamasıyla birlikte, Doğu Avrupa’nın neredeyse hiç bilinmeyen
edebiyatı uluslararası ilginin merkezine oturdu. Uzun süre baskı altında kalmış Mihail Bulgakov (Usta ile
Margarita, 1929-1939) gibi dünya genelinde okunur hale geldi. Vladimir Sorokin gibi genç yazarlar
sonunda anlatı becerilerini sergileme olanağı buldu. Sorokin'in eski Sovyetler Birliği’ne karşı sert
eleştiriler içeren romanları sürekli tartışma konusu oldu.
Öte yandan, sürgünde yaşayan yazarlar da Doğu Avrupa edebiyatını yansıttı. Örneklerden biri 1970'te
ülkesinde yayın yasağıyla karşılaşınca Fransa’ya göç eden Çek yazar Milan Kundera'ydı.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (1985) romanı şimdiki Çek Cumhuriyeti’nde iki sevgilinin başından
geçenleri ele alır.
Japonya’da Alman edebiyatı, İngiltere'de Çin romanları -geniş çaplı çeviri sektörüyle küresel kitap
piyasası daha 50 yıl önce neredeyse erişilemeyen edebi dünyaların içine dalmayı sağlıyor artık. Çok
geniş alana yayılmış ve son derece uzmanlaşmış kitap ticaretinin yanısıra internetten kitap siparişi verme
olanağı sayesinde, bugün dünyanın her yerinde hemen her basılı kitabı satın almak ve hatta dijital biçimde
bilgisayara indirmek mümkün. Ne var ki, kitap satıcıları ve yayımcılar satış rakamlarının gittikçe
düşmesinden yakınmaya devam ediyor.
KOPUŞ EDEBİYATI
Kitap piyasasının küreselleşmesine bağlı olarak, günümüz edebiyatına artık her yerde ulaşılabiliyor.
Dünyanın her yanında yazarlar bundan yararlanarak seslerini yükseltiyor.
Uluslararası kültürel mirasa katkıda bulunma olanağını keşfeden yazarların sayısı gittikçe artıyor.
Sırf vatandaşlar ya da yerli dili konuşanlar için yazma alışkanlığı çoktan bırakılmış bulunuyor. Bir İsrail
kibbutz’undaki yaşam veya bir Anadolu şehrindeki çatışmalar gibi değişik temaların işlendiği kitaplar
dünyanın çeşitli yerlerinde çok satılanlar listesine girebiliyor.
Amos Oz İsrail'in kültür elçisi konu- Nadine Gordimer ülkesindeki ırk
Ticarileşme
Her okur çok satılan kitaplara ilişkin en önemli listeleri ve kitapçılarda rafların buna göre düzenlendiğini
bilir. Kitap sektöründe satış rakamları kitabın kendisinden daha büyük önem kazanmış bulunuyor.
Kitapları çok satılan ünlü yazarların yeni yayınlarına artık devasa reklam kampanyaları eşlik ediyor.
Geleneksel okuma alışkanlıkları gittikçe arka plana düşüyor. Ayrıca, tutulan bir kitabın uluslararası telif
hakları film, radyo ya da kaset gibi çeşitli mecralarla satılıp pazarlanıyor.
yukarıda: Her yeni “Harry Potter" romanı gösterişli bir reklamla sunuluyor.
Kavrayışlar
Günümüz yazarları okuru hem bilgilendirme, hem de eğlendirme gibi yeni bir ikili sorumluluğun
bilincindedir. Yakın döneme kadar Beer-Şeva'da İbrani edebiyatı profesörü olan İsrailli yazar Amos Oz
sadece kendi vatandaşları için yazmıyor. Ülkesinin tarihini, Yahudi soykırımını ve İsrail'in
komşularıyla ilişkilerini eleştirel bir yaklaşımla irdelemesi, AvrupalI okur gibi dışarıdan bakan bir
kişinin İsrail'e özgü toplumsal bağlama ilişkin bir perspektif edinmesini sağlıyor.
Mısırlı yazar Necip Mahfuz ülkesindeki sorunlara dikkat çekmeye ve bunları dış dünyaya açmaya daha
1960'larda başlamıştı. Kahire’deki yaşamı tasvir ettiği romanlarında köktenci hareketleri eleştirel bir
yaklaşımla inceledi. Mısır'ın modernleşmesine ve Arap kültürünün modernliğe uyum sağlaması için
verdiği destek onu köktenci islami gruplarla potansiyel bir kavgayla karşı karşıya getirdi.
ÖZEL BİLGİLER
PABLO NERUDA 1923'te ilk kitabını kendi olanaklarıyla çıkarmak zorunda kalmıştı.
ORHAN PAMUK Salman Rushdie'yeyönelik fetvayı kınayan ilk Müslüman yazar oldu.
Mahfuz'un yanı sıra Hintli Salman Rüştü gibi başka yazarlar ve yakın dönemde Türk romancı Or-
han Pamuk yazarların kamuoyunda önemli yankı uyandırdığını kanıtlıyor. Rüştü’nün, Şeytan
Ayetleri (1989) romanında İslam’a hakaret ettiği gerekçesiyle iranlı Ayetullah Humeyni'nin bir fetvasıyla
ölüm cezasına çarptırılmasının başka bir açıklaması olamaz. Pamuk bir konuşmasında Türkiye’yi bir
milyon Ermeni'nin ve ayrıca Kültlerin i ölümünden sorumlu tuttuğu | için “Türklüğü aşağılama" suç-jf
lamasıyla yargılandı. Ama hak-m kında açılan dava 2006 I başlarında düştü.
EDEBİYAT
yukarıda: Necip Mahfuz uluslararası üne önce “Kahire Üçlemesiyle ulaştı. sağda: Nobel Ödüllü Orhan
Pamuk'un edebi eserleri çoğunlukla apolitiktir.
Monografik Kutular
Beşler, s. 459
Analitik Kutular
Nota Sisteminin Tarihi, s. 442 Ayin Müziği Missa, s. 444 Füg, s. 449 Sonat Formu, s. 451
Klasik Orkestra Yapısı ve Oturma Çizelgesi, s. 452 Kemanda Virtüöz Teknikleri, s. 455
MÜZİK
insanın müzikle ilişkisi çok eskiye dayanır. İlk dinsel törenlerle ortaya çıkan müzik, ortaçağ
dünyasının temel bir unsuruydu; Rönesans ve Barok dönemlerinde ise vazgeçilmez bir nitelik kazandı. 19.
yüzyılda konser salonları ve opera binaları burjuvazinin kendini ifade etmesi için birer sahne işlevi
gördü. Dinleyiciler virtüözlerin hünerlerine hayranlık duyarken, müzik sanayileşme yolunda gelişen
toplumlar için sığınak görevi de üstleniyordu. 20. yüzyılda II. Dünya Savaşı, nedeniyle büyük duraklama
müzik açısından da kapsamlı değişimleri beraberinde getirdi: Faşizm, savaş ve sürgünün damgasını
vurduğu bir dünyayı yaşamanın etkisiyle, birçok kimse geçmişle bağ kurmanın artık mümkün
olmadığını düşünüyordu. 1945’ten sonra ortaya çıkan farklı üsluplar, seslerin küresel düzeyde duyulduğu
bir çağa varmamızı sağladı.
KİLİT BİLGİLER
ESTETİK: Müzik teorisini incelemek kutsal uyumun kapsamlı doğasını anlamada temel öneme
sahipti. SOSYAL TABLO: Ortaçağda ilgi odağı insan yaratıcılığından çok ilahi yaratıcılıktı. Besteciler
13. yüzyıla kadar isimsiz kaldı.
ORTAÇAĞ VE RÖNESANS
Ortaçağda müziğin tam olarak nasıl icra edildiği ve ilk çoksesli müzik parçalarının ne zaman ortaya
çıktığı büyük ölçüde meçhuldür; zira birçok eser dosdoğru sözlü olarak aktarılmaktaydı. Manastır
müziğini Hıristiyan ayinlerinde okunan ilahiler belirlerken, dindışı halk müziğinde ve dansında
enstrümantal müzik baskındı. Bağımsız müzik formları ilk kez Rönesans döneminde doğdu, insan sesiyle
icra edilmeye uygun çok sesli besteler 15. ve 16. yüzyıllarda doruğa ulaştı. İtalya’nın muhteşem sarayları
dönemin müzikal yaşamının merkeziydi.
MÜZİK
Ortaçağda bilgi merkezleri olan hıristiyan kilise ve manastırlarında sonraki kuşaklar için müzik
metinlerinin nüshaları çıkarılırdı; enstrümantal müzik ise dindışı diye benimsenmezdi.
Günümüze ulaşan en eski müzik metinleri 8. ve 9. yüzyıllardan kalmadır. Bunlar kilise müziğini
(ayin ilahilerini) tarif eder ve neum olarak bilinen simgelere dayalı bir gösterime dayanır. Toplu ilahi
okumanın yanısıra doğaçlama icra için de bir temel niteliğinde kullanılmış olabilirler.
0jn,fcıpfum evın&mtnitmıoç
gdıcof UbcKvvv homınef Î*'/U r* 0 arne y/a nX dıcuıf o ccu Lenf y ■'*V‘ f
Metnin sağ tarafına neum’ların yazıldığı bir 9. yüzyıl Paskalya ayin bölümü.
enchiriadis'tir (y. 850). Bu metin tek bir vokal melodi için yazılmıştı; ama dördüncü ya da beşinci
aralıklarda şarkı söylenirken diğerlerinin doğaçlama yapması beklenirdi. Çok sesliliğin bu ilk biçimi
organum olarak bilinir. Özel olarak kontrpuan (bazı seslerin farklı melodiler söylemesi) temelinde
bestelenmiş çoksesli müzik parçaları 12. yüzyılda ortaya çıktı. 13. yüzyıl başlarında Rheims ve Rouen
gibi devasa Fransız katedrallerinin inşaa edilmesi, iki
A.
>1
i —
-O mıııaıııi-
< ■ ■-v‘
.mo.co-- m
♦>X-- \Y~ .
. ııı.th. _Omı_nc.
Beş çizgili portenin kullanıldığı bir 16. yüzyıl ilahi kitabı. Do anahtarını gösteren ilk nota biçimi sol
tarafta görülebilir.
ve üç sesli kilise müziğinin gelişmesini hızlandırdı. Çokseslilikle bağlantılı olarak 13. yüzyıl ortalarında
adı geçen ilk isimler, usta besteci Leo-ninus ve koro şefi Perotinus'tur. Her ikisinin de saygın şöhretinden
dolayı 1163-1250 döneminin müziğiyle özdeşleşen Paris’teki Nötre Dame Katedrali’nde çalıştığı
sanılmaktadır. Aynı dönemde bağımsız melodilere dayalı üç ve dört sesli ilk eserler verildi. Bu karmaşık
müzik artık doğaçlama icra edilemediği için, geniş çaplı bir nota sisteminin gelişmesine yol açtı.
Manastır Müziği
Sekiz saatin ibadete ayrıldığı günlük manastır yaşamında müzik önemli bir rol oynardı. Gün şafakta
okunan sabah “hamt" duasıyla başlar ve günbatımından iki saat sonra okunan akşam duasıyla biterdi.
Sabah erkenden başka dualar da okunurdu. Bu günlük döngü, mevsimlere uyarlanmıştı, iki günde bir
düzenlenen ayinler de vardı. Böyle bir ibadete aktif olarak katılan bir kimse her günün yarısını ilahi
söylemekle geçirirdi, ilk başlarda ilahi icraları aynı sayıda iki grubun karşılıklı okumasına ya da bir
solistçe okunan dizelerin bir grupça tekrarlanmasına dayanırdı. Manastır ve kiliselerde pagan kültlerle
bağlantılı olduğu ve dinsel öğretilere ilgiyi dağıttığı gerekçesiyle çalgılar bulun-durulmazdı. Doğu
Ortodoks kilisesinde bu yasak hâlâ sürmektedir, ilk hidrolik orgun geçmişi 3. yüzyıla kadar uzansa da,
körüklü org ancak 10. yüzyılda tekrar sahneye çıktı. Orgu dindışı bir çalgı sayan görüş ağırlığını korudu;
bununla birlikte Hildegard von Bingen gibi besteciler ayine güç kattığı düşüncesiyle farklı çalgılar
kullanmayı tercih ettiler.
Benedikten rahibe ve mistik Hildegard von Bingen (1098-1179) ortaçağın en önemli bestecisi
kabul edilir. Son derece bireyci besteleri, dönemi için alışılmamış eserlerdi.
21. YÜZYIL
Lavta, gitar ve kemanın ataları Avrupa’ya ispanya aracılığıyla Arap dünyasından ulaştı; ama şarkı
söylemek dindışı müzikte en önemli unsur olarak kaldı.
'Güney Fransa'nın en ünlü halk ozanı Bernart de Ventadour, adını Akitanya düşesi Eleanor'un sarayında
bile duyurmuştu.
Proseyonel müzisyenleri topluma aykırı tipler olarak gören anlayışın sürmesine karşın, Ortaçağ’da müzik
çok rağbet gören bir yan uğraş ve teorik araştırmalara konu olan bir alandı.
ÇALGICI, HOKKABAZ, HALK OZANI: Gezgin müzisyenlere takılan birçok ad Avrupa’da ne kadar
geniş bir alana yayıldıklarını yansıtır.
ÇALINAN MÜZİK PARÇALARI ortaçağtoplumunun bütün katmanlarına ilişkin hikâye ve temalarla iç içe
örülmüştü.
Şair Heinrich von Meissen davul, flüt, zuma, santur ve gayda çalgıcılarıyla çevrilmiş halde görülüyor.
oluşurdu.
GEÇİT TÖRENLERİ VE DÜĞÜNLER için çoğu kez müzik çalmaları nedeniyle, gezgin çalgıcıların sıkı
yerel bağlantıları vardı. Hatta bazıları saygı duyulan müzisyenler olarak lirik şairlere , eşlik eder ya da
eğitimli bir kitle önünde kahramanlık şiirlerini şarkı olarak okurdu. Toplumun dışlayıcı tutu- ^ muna
maruz kalmalarına rağmen, birçoğu mesleğini gururla çocuklarına aktarırdı. Sürekli ve geniş çapta
gezmeleri nedeniyle, Ortaçağ Avrupa’sında kültürel alışveriş açısından önemli bir yerleri vardı.
sağda: Kemanın atalarından biri olan vielle beş telliydi ve ayrıca titreşen telleri vardı.
Ulaşılamayan sevgili 1070’lerde Güney Fransa’da gelişen seçkin saray eğlencesinin ana temalarından
biriydi. Akitanyalı Guilla-ume gibi ozanlar troubadour (Kuzey Fransa’da trouvere), olarak anılırdı. Bu
terim “bestelemek” anlamındaki troöar fiilinden gelir; çünkü troubadour’lar hem şair, hem de besteci
sayılırdı. Soylu lirik şairler çoğunlukla şimdi Provans
Müzik ve Yedi Sanat
Ortaçağdan 18. yüzyıla kadar müzik her tür eğitimin önemli bir parçasını oluşturan yedi beşeri bilimden
biri sayıldı. Bunlardan üçü gramer, retorik ve diyalektik olmak üzere dil sanatlarıydı (tri-vium). Geri
kalan dördü aritmetik (matematik), geometri, astronomi (astroloji) ve müzikten oluşan matematiksel
konulardı (quadri-vium). Müzik yapısından dolayı özel bir konuma sahipti; çünkü hem matematikle, hem
de dille (özellikle retorikle) ilişkiliydi.
dili olarak bilinen ortaçağ Latince’siyle solo şarkı söylerdi. Ama onlara başta vtelle, arp ve lavta olmak
üzere çalgıyla eşlik edilmesine izin verilirdi. Aynı geleneğin Alman dengi olan minne-singer ozanlığı
1150’den şövalye tarikatlarının gerilediği 14. yüzyıla kadar sürdü. Minne (Orta Yüksek Almanca: aşk)
şarkılarında ortaçağ hikâyeleri ve Arapça aşk şiirleri örnek alınırdı. En ünlü minnesirıger VValther von
der Vogelvveide’ydi.
Birer zanaatkâr sayılan meistersinger adlı usta şarkıcıların yer aldığı loncalar Avrupa kentlerinde 15.
ve 16. yüzyıllarda kuruldu Bunların okuduğu şarkılar önceleri Kitabı Mukaddes konularına dayalıydı; ama
son raları sıkı kurallara göre okunan tarihsel ve başka temaları da kapsar hale geldi. Bir taburede oturan
şarkıcının sunduğu yeni şarkısı, siyah bir perdenin ardındaki bir hakemce değerlendirilirdi. En ünlü
şarkıcı olan Nürnbergli ayakkabı tamircisi Hans Sachs, 4.500’ten fazla şarkı bestelemişti. Ustalığın
temel işlevlerinden biri bilgi aktarımıydı;
Müzik, Latince okullarda ve üniversitelerde her eğitim programının önemli bir parçasıydı. Bütün tıp
ve ilahiyat öğrencileri yedi beşeri bilimden biri olması nedeniyle müzik eğitimi almak zorundaydı. Müzik
bir bilim sayılırdı; çünkü ilkçağlardan o güne gelen harmoni kavramı, basit armonik yapıların yatıştırıcı
etkiye sahip olduğunun görülmesi ile ispatlamıştı. (Teli bölme yoluyla bir oktav 1/2 oranında bir dalga
boyu verir.) Müziğin eğitim sistemindeki özel konumu, kilise müziği ve üni-
HANS SACHS Richard Wagner'in tek komik operası “Nümbergli Usta Şarkıcı-lar’da Beckmesser adil
bir müzik ustası olarak ölümsüzleşti.
CARMINA BURANA (y. 1300) Cari Orffun müzikleştirdiği bir deyişler, aşk şarkıları, içki şarkıları ve
dansları derlemesidir. 2004'te bir Çek stadında verilen konserin bütün biletleri satıldı.
versite öğreniminin sıkı sıkıya bağlantılı olduğu Paris gibi büyük öğrenci merkezlerinin kültürel yaşamına
şekil verdi. Nötre Dame gibi büyük katedrallerin müzik ustaları sadece koroları yönetmekle kalmaz,
katedral okulunda öğrencilere müzik teorisi dersi de verirdi.
MÜZİK
GEZGİN ÇALGICILARA değinen ilk kayıt 8. yüzyıldan kalmadır. Bunlar ortaçağ müzik kültürünün en
başta gelen koruyucusu sayılırdı; ama çoğu en düşük sosyal sınıflara mensuptu. Erkek ve kadın çalgıcılar
tek başına ya da gruplar halinde dolaşır; meydanlarda, meyhanelerde, hamamlarda ve batakhanelerde
toplanan insanlara şarkılar, danslar, akrobatik hareketler ve gösteri hayvanları sunarak para kazanırdı.
Gösteriler esas olarak selamlama, girizgâh, asıl icra ve bazen istek parçası bölümlerinden
MÜZİK
Çoksesli Latince ayinler ve ilahiler Rönesans kilise müziğinin başat formlarıydı. Ama müziğin dinsel
yaşamdaki rolü Reform ve Karşı-Reform hareketleri sırasında sorgulandı ve epeyce tartışma konusu oldu.
laert vardı. Onların üslubu bütün Avrupa’yı, en başta da İtalya’yı etkiledi. İtalya'ya yerleştikten sonra Or-
lando di Lasso adını alan Roland de Lassus’u Avrupa’nın “müzisyen
Kilise şarkıcıları bir ayinde; Hıristiyan ibadeti gittikçe oturmuş kurallara dayalı bir düzen izlemeye
başladı.
Çok sesli müzikte tekil sesler müzikal ve ritmik bakımdan bağımsızdır. Eşsesli müzikte ise solist parçayı
okurken, diğer sesler uyum içinde ona eşlik eder.
1. Giriş Duaları m
“missa” adlı ayin müziği 5. yüzyılda
1. Kyrie n w.
Oration
3. Halieluja ■
Evangelium m
bölümlerin besteleri 15. ve 16. yüzyıl-
Vaaz Mil
Kanon
Luther ve Müzik
Martin Luther müziğin ve ibadetin ilahi köken kavramıyla, şükretme ve iman beyanı amaçlı kilise
törenleriyle esastan bağlantılı olduğu görüşündeydi. Bu felsefe 20. yüzyıla kadar Protestan
kilise müziğindeki başlıca gelişmelere temel oluşturdu. Luther hem lavta, hem de flüt çalardı;
Johann VValter’ın müzikleştirdiği birçok şarkı metni de yazdı. Noel şarkısı “Yukarıdaki Gökten” gibi bazı
bestelerde, VValter halkın sevdiği dindışı melodileri uyarladı.
15. yüzyıl ve 16. yüzyıl başlan Fran-sız-Flaman vokal çokseslilik dönemi olarak kabul edilir. Çünkü önde
gelen bestecileri Flollanda’dan ve bugünkü Kuzey Fransa'dan gelmeydi.
Bestelenmiş bütün çoksesli missa-lar kilise müziğinin odak noktasıydı. Birkaç sesin yer aldığı daha
kısa besteler "çoksesli ilahiler” olarak anılırdı. Bestelerin çok sayıda ayrı sesi halı motiflerine benzer
zengin bir dokuda harmanlaması, ortaçağın paralel şarkı tarzına (s. 442) göre önemli bir gelişmeydi.
15. ve 16. yüzyılların seçkin bestecileri arasında Burgonyalı Guilla-ume Dufay, İtalya’da ürünler veren
Flaman Josçuin Des Pres ve Venedik’te bir okul açan Adrien Wil-ler prensi” konumuna yükselten şey
buydu.
Papalıkla 1521'de başlayan çatışmanın ardından 16. yüzyılda kurulan Protestan kiliseler Latince missayı
korudu. Yerel dilde ilahi tarzındaki şarkılar dinsel reformcu Martin Luther'in missayı Almanca’ya
çevirmesinden sonra tedricen ibadete girdi. Johann
VValter’in şarkı derlemesi “Witten-berg Gesangbuch” (1524) daha sonraki birçok Protestan ilahi
derlemesine örnek oluşturdu. Luther'in müziği ibadetin önemli bir bileşeni saymasına karşın, bu
konuda değişik görüşler ortaya çıktı. Zürihli Ulrich Zwingli ibadette müziği onaylamadı; Jean Calvin ise
Cenevre’de kilise müziğine izin verdi.
Trento Konsili
Karşı-Reform hareketi sırasında toplanan Trento Konsili’nin (1545-1563) amacı Katolik öğretileri
Reform hareketinin öğretilerinden ayırt etmekti. Kilise müziği özellikle çok sesli müzik metnini
anlamanın güçlüğü, dindışı melodilerin sıklıkla
kilise müziği için uyarlanması ve sanatsal bağımsızlığın gittikçe artması açısından ele alındı. Giovanni
Pierlu-igi da Palestrina’nın altı sesli “Missa Papae Marcelli”siyle (1555) ibadete dönük çoksesli müziği
kurtardığı kabul edilir. Bu ünlü besteci şapel missalarının anlaşılabileceğini, Roma’daki papalık
sarayında konsil üyelerine gösterdi.
Katolik Kilisesi bu resimde Papa III. Juiius’un huzurunda görülen Giovanni Pierluiği da
Palestrina’nın bestelerini tavsiye etti.
Fransız-Flaman bestecilerin bütün Avrupa’yı etkilemesine karşın, her bölge 16. yüzyıldan itibaren kendine özgü bir üslup
geliştirdi.
RÖNESANS ANLAYIŞI, yani klasik düşüncenin dirilişi Floransa Topluluğu'na göre müzik için
de geçerliydi.
MÜZİKAL DRAMLARIN merkezinde insan tutkuları, arzuları ve duygularının yer alması klasik
düşünce tarzına dayanır.
Floransa Topluluğu
Peri başka oyunların perde aralarında icra edilen intermedium’larda bir şarkıcı olarak sahneye çıkardı.
Rönesans, müzik üsluplarında canlılığın, sanat uğraşlarında zenginliğin öne çıktığı bir dönemdi. Müzik
alanında öncülüğü ise İtalya'nın birçok saray ve kilisesi üstlendi. Flaman besteci VVİllaert 1527’de
Venedik’teki San Marco Katedrali'nin müzik direktörü oldu. Dönemin en meşhur Venedikli bestecileri
Andrea Gabrieli ve Giovanni Gabrieli ile büyük oratoryoların yaratıcısı AvrupalI müzisyen
Heinrich Schütz’ü yetiştirdi.
Madrigaller
Bestelenmiş kısa şiir olan madrigal 16. yüzyılda İtalyan dindışı müziğinin en önemli formuydu. Metin, ye
niden keşfedilen ortaçağ şairi Petrarca’nın şiirleri ya da onun üslubunun taklit edildiği yeni şiirsel eserler
üzerine kuruluydu. Madrigaller saraylarda, üniversitelerde ve zamanla Floransa Topluluğu’nun doğmasını
sağlayan soylulara ait salonlarda icra edilirdi. Aynı dönemde profesyonel kadın müzisyenler de
saraylardaki gösterilerde öne çıktı.
Enstrümantal müzik Rönesans sırasında bağımsız bir forma dönüştü, ilk başlarda mevcut vokal
eserler çalgılarla icra edilmeye başlandı.
Ama belirli çalgıların ilk kez ne zaman kullanıldığına ilişkin kesin veriler yoktur. Ricerare gibi bağımsız
müzikal formlar, vokal müzik cümlelerinin çalgılara uyarlanmasıyla birlikte artan doğaçlamanın bir
sonucu olarak ortaya çıktı. Bu özellikle şanson için geçerliydi. Kayıtlarda bir çalgı formu olarak ilk
kez 1523’te geçen şansonlar, Fransız şarkılarının uyarlamaları ya da birçok bölgede büyük rağbet
gören üslupta yazılmış özgün bestelerdi. Böyle şarkıların çalgı topluluklarınca çalındığı İngiltere’de,
gelen konuğun kendi viyolasını ya da flütünü beraberinde getirmek zorunda kalmaması için, müzik
tutkunları evde eksiksiz bir çalgı koleksiyonu bulundururdu.
Venedik'te çalgılar çok-korolu kilise müziği icraları için kullanılırken, müzisyenler bestelerini bunların
belirli özelliklerine ve ses perdesi renklerine uyarladılar. Bununla birlikte metni odak alma
yaklaşımı Barok döneme kadar müzik yapımındaki temel önemini korudu. Dönemin çalgıları arasında
flavta ve viyolanın yanısıra vurmalı çalgılar (klavsen ve çembalo) ile nefesli çalgılar (kornet, ilkel obua
ve krummhorn) vardı. Lavta ev için tercih edilen çalgıydı; çünkü solo ve birlikte şarkı söylemek için
idealdi.
15. yüzyılda kendine özgü bir geleneğe kavuşan org, yüzyıl sonra da tükenmez bir zengin müzikal
ses kaynağı sayılıyordu.
İspanyol Vihuela’sı
16. yüzyılın ikinci yarısında İspanyol müzisyenler ve besteciler gitara benzer bir çalgı olan vihuela'yı
tercih etmeye başladı. Virtüöz çalgıcılar sırf vokal melodileri aktarmakla kalmayarak ve çalgıya uygun
ses perdesi renklerini esas alarak, bir çalgı için gerçek anlamda ilk bağımsız müziği yarattı.
Muhteşem Venedik
Bağımsız Venedik kent-devleti 15. yüzyılda gücünün doruğuna ulaştı. Soylular saraylarında gittikçe artan
bir ihtişamı sergilerken, kilise ve devletin resmî işlevlerinde müzik kilit bir rol oynamaya başladı. San
Marco Katedrali’nin koro şefliği bütün İtalya’da en çok gıpta edilen makamlardan biri haline geldi.
Katedral VVİllaert, amca-yeğen Gabrieli’ler gibi bestecileri çekti; Venedik Okulu dönemin
yüksek mevkideki birçok kişiliği için düzenlenen çok-korolu icralarda uzmanlaştı. Hurufatla müzik
eserlerini ilk kez basan yayımcı Ottavio Petrucci’nin matbaası Venedik’ teydi.
MÜZİK
Lavta dönemin en çok sevilen çalgılarından biriydi. Caravaggio’nun bu tablosunda görülen theorbo
bir bas lavtadır.
MÜZİK
kilit bilgiler
FÜG KONULARI usta yorumcuların tepetaklak ve tersyüz çevirebildiği melodik ve ritmik temalardı.
Barok (1600-1750) | Saray müziği kültürü \ Opera | Kantatlar ve oratoryolar \ Enstrümantal müzik
BAROK-MUTLAKİYETÇİ İHTİŞAM
Adını dönemin gösterişli mimari üslubundan alan Barok müzik, mutlak yönetimin ihtişamını yansıtan
özelliklere sahipti. Tutkulu saray müziği ve yeni opera formu dünyevi iktidarın sanatsal ifade
biçimleriydi. Yeni müzik türü oratoryo da görkemliydi, ama Kitabı Mukaddes temalarına
dayalıydı. Londra’da George Frederick Handel koro şarkıları ve başka parçalar bestelerken, Almanya’da
Jo-hann Sebastian Bach yaklaşık 300 dinsel ve dindışı kantat (yeni bir kilise müziği formu) besteledi.
Barok ihtişamı opera ihria (“ciddi opera ”), Barok enstrümantal müziği ise concerto grosso (“büyük
konçerto) temsil eder.
Mantua ve Ferrara gibi İtalyan Rönesans saraylarında müziğe ağırlık verilmesi müziğin gelişimine
büyük katkıda bulundu. Opera gibi yeni formlar ortaya çıktı. Orkestraların profesyonel yapıya kavuşması,
bestecilerin topluca çalan belirli sayıda çalgılar için beste yapmasına ola
nak verdi. Bu müzik uğraşı şölenleri, dansları, geçit törenlerini, avları, hatta kilise ve sahneyi kapsayan
mutlakıyetçi saray törenlerinin bir demirbaşı olarak 17. yüzyıla kadar sürdü, icracı müzisyenlerin
talepleri üstlendikleri görevlerin çeşitliliğiyle orantılı olarak arttı.
Jean-Baptiste Lully
Jean-Baptiste Lully
DANSÇI VE KEMANCI olarak eğitim gören Lully 15 yaşında Fransa’ya uşak sıfatıyla gitti. Versailles
Sarayı’nda emsali görülmemiş bir kariyere ulaştı. 1656’da Petits Violons adıyla seçkin bir orkestra
kurdu. 1661’de surinten-dant de la musiçue instrumental du roi unvanıyla saray müziğinin en etkili
makamlarından birine atandı. Dans tutkunu XIV. Louis’nin zevkine uygun hale getirmek üzere, saray
balesinde şair ve oyun yazarı Moliere’le birlikte reform yaptı.
VERSAILLES'DA 1673’ten itibaren her yıl yeni bir opera sunulmaya başlandı. Müzik ve dansın
muhteşem dekorlarla biraraya getirildiği bu zengin sahne çalışmalarıyla göz kamaştırıcı sanat eserleri
ortaya kondu.
Bestecilerin daha önce kilise müziğinde kullanılan konuşma ritimlerinin yerine dans ritimlerini
geçirmesiyle birlikte, profesyonel şarkıcılar ve müzisyenler gittikçe daha görkemli eserler icra
etmeye başladı.
ÖZEL BİLGİLER
MÜZİK UĞRAŞININ VAHİM SONUÇLARI: Lully orkestra yönetirken, Versailles Sarayı’nm zenginliğini
yansıtacak biçimde bezenmiş, uzun ve ağır bir değnek kullanırdı. Değneği yere vurarak ilk vuruşu işaret
etme alışkanlığı vardı. Bir keresinde değneği yanlışlıkla ayağına vurdu. Yara iyileşmedi ve iltihap kaptı.
Lully birkaç gün sonra kangrenden öldü.
Fransız klavsenci ve besteci Elisa-beth Jacquet de la Guerre de Versailles gözdeleri arasına girdi.
Saray müziği kapsamında şenlik müziği (yukarıda: II. Joseph ve Parma’lı Isabe-lla'nın 1760'taki
düğününden bir sahne), balolar için dans müziği, avcılık için açık hava müziği, ibadet için kilise müziği,
opera ve bale için sahne müziği yapılırdı.
BAROK OPERA
Venedik’te 1637’de ilk opera binasının açılması, şarkılı oyuna dayalı yeni bir tür olarak operanın
gelişimine ivme kazandırdı.
Maskeli Balo
Özellikle bir İngiliz opera formu olarak 17. yüzyıl başlarında ortaya çıkan maskeli balo dans, sözlü
diyalog ve şarkıyı biraraya getirdi, ilk İngiliz operası Henry Purcell’in bir kız okulu için bestelediği
“Dido ve Aeneas”tı (1689). Daha 20 yaşındayken VVestminster Katedrali orgcusu olan Purcell, hepsi
maskeli balo formuna uyan dizi halinde beş yarı-opera besteledi.
sonra daha geniş bir izleyici kitlesi çekti. Venedik operası büyük başarıya ulaştı ve çok
geçmeden İtalya’da başka opera binaları kuruldu. Opera topluluklarının ülkeyi dolaşmasıyla birlikte,
birçok farklı opera üslubu gelişti.
Ortaya çıkan iki ana opera türü opera seria (“ciddi opera”) ve opera buffa'ydı ("komik opera”).
Birincisi Venedik opera geleneğinden doğdu.
18. yüzyılda öğrencileri arasında Alessandro Scarlatti'nin de yer aldığı Napoliten Opera Okulu’nu
etkiledi.
Opera seria çoğunlukla antik çağın mitolojik ve tarihsel olaylarına dayanır. Kadro her eserde benzerdir;
genellikle iki çift bir tür entrika içine girer. Müzikal bakımdan opera seria birbirini izleyen resitatişer ve
aryalar biçiminde ilerler. Resitatişer müzik eşliğinde konuşurcasına söylenen ve olayın akışını yansıtan
söz-lerdir; aryalar ise karakterlerin o R ^
Oıw‘ -■’’’
kal parçalardır. Opera ser/a’nın ö karşıtı olan opera buffa’da Com- M media dell’Arte geleneğinde can-
o landırılan komik karakterler vardır. Eserlerin çoğunda sevgililerin kavgaları ve hataları işlenir.
San Carlo Tiyatrosu’nun bulunduğu Napoli 18. yüzyılda İtalyan operasının merkezi haline geldi.
Napoliten Opera Okulu ’ndaki opera seria yıllar boyunca Avrupa operasına yön verdi.
“ORFEO” (1607) adlı eseri müzik tarihinin ilk operası kabul edilir.
Claudio Monteverdi
Claudio Monteverdi
CREMONA’DA EĞİTİM GREN Claudio Monteverdi 1590’da gittiği Mantova’da müzisyen ve 1607’den
sonra saray orkestrası şefi olarak çalıştı. Büyük madrigal ustalarının sonuncusu olarak, orkestra
olanaklarını genişletme çabala-. ,t rina katkılarından biri telli çalgı bölümlerinde pizzicato
ve tremolo’yayervermesiydi. Yeni ve kesin bir opera formu-O nun gelişimine şekil verdi.
baskısı
MÜZİK
ilk başlarda opera sırf saraya özgü bir eğlence biçimi olarak kaldı. Cla-udio Monteverdi 1607'de
Mantova dükünün düğününü kutlamaya yönelik “Orfeo” operasını besteledi. Bu eser 1637’de Venedik'te
ilk ticari opera binasının açılmasından
Opera 17. yüzyılın ikinci yarısında bütün Avrupa'ya yayıldı ve İtalya dışında bağımsız gelenekler
biçimine büründü. Jean-Baptiste Lully 1670’lerde Fransa'da yeni bir gelenek başlattı. Ne var ki,
Giovanni Battista Pergolesi’nin "La Serva Padrona” operasının 1752’de bir sahnelenişine tepki olarak,
İtalyan opera buffa’nın ve Fransız geleneğinin yandaşları arasında “komik aktörlerin savaşı” anlamına
gelen que-relle des bouffons diye anılan ciddi bir kavga koptu.
MÜZİK
KANTAT VE ORATORYO
Bir tür dinsel opera olan oratoryo dinsel temaları konser salonuna taşıdı. Johann Sebastian Bach kantatı
Protestan kilise müziğinin ana unsuru haline getirdi.
TANINMIŞ ESERLERİ: “Aziz Matta Pasyonu", “Noel Oratoryosu", “iyi Düzenlenmiş Klavye",
“Branden-burg Konçertoları"
İKİNCİ EŞİ şarkıcı Anna Magdalena VVİlcken için “Küçük Org Kitabı"nı yazdı.
MÜZİSYEN BİR AİLEDEN gelen Bach henüz küçük yaştayken anne babasını yitirdiği için, ağabeyi
Johann Christoph tarafından yetiştirilip eğitildi. Lüneburg, Arnstadt ve Mühlhausen’da çalıştıktan
sonra, 1708’deWeimarSarayı’nda oda müzisyenliğine atandı. 1717’deAn-halt-Köthen Sarayı’nın müzik
yönetmeni oldu. Asıl parlak kariyeri 1723’te Leipzig'deki St. Thomas Kilisesi’nin kantorluğuna
getirilmesiyle başladı. Kentin müzik yaşamının sorumluluğunu üstlenmenin yanısıra, St. Thomas
Okulu’ndaki koro öğrencilerine ders verdi.
YİRMİ ÇOCUĞUNUN birçoğu müzisyenliği seçti: Johann Christoph Friedrich (“Bückeburg’lu Bach”),
Johann Christian (“Londralı Bach”), Wil- *^n helm Friedemann ve Cari Philipp Emanuel
“Oratoryo” önceleri Roma’da cemaatlerin dua, dinsel münazara ve ilahi için toplandığı ibadet salonlarına
verilen isimdi. 16. yüzyılda böyle yerlerde icra edilen müzik formunu ifade eden bir anlam kazandı;
birlikte şarkı söylemek insanlara, iman sorunlarına daha eğlenceli bir şekilde eğilme imkanı verdi.
Ağırlıklı olarak Hıristiyan din temalarına dayanan oratoryo solist, koro ve orkestra için düzenlenmiş
bölümleri içeren bir bestedir.
ibadet amacıyla bestelenmesine karşın, oratoryo ayinin ötesinde bir kapsama sahiptir.
Genellikle gösterişli biçimde icra edilir; zengin müzikalitesinden ve yapay kurgulu, ama dekorsuz olay
örgüsünden dolayı operayı hatırlatır. George Fried-rich Handel ilk oratoryosu "Esther"i (1732) bir
"dinsel opera” olarak nitelendirdi. Londra'da 1740’larda bir besteci ve opera yapımcısı olarak kariyer
edinmeye çalıştı; ama yapımlarının çok azı masraflarını karşılayabildi. Bunun üzerine son derece teatral,
Kitabı Mukaddes konularını işleyen ve şarkıları İngilizce okunan oratoryolar bestelemeye yöneldi, ilk kez
Dublin’de 1742’de sahnelenen “Mesih” oratoryosu en başarılı eserlerinden biri oldu.
Kantat
“Şarkı söyleme" anlamındaki Latince cantare'den türetilen kantat, oratoryoyla yakından ilişkili
bir formdur. Şarkıya ve çalgı eşliğine uygun bu çok bölümlü beste tarzı İtalya’da da benimsendi. Oda
kantatı aristokrasi için bir sosyal eğlence biçimiydi. Solist bir ya da daha fazla çalgı eşliğinde zor
bir edebi metni okurdu. İtalyan oda kantatı dindışı temalara dönüktü: Aşk, keyif ve hayat. Dinsel metinleri
konu alan kilise kantatı İtalya’da pek tutulmamakla birlikte, Protestan Almanya'da !’aş geniş bir dinleyici
kitlesi buldu. Leipzig’de Johann Sebastian Bach iki yılı aşkın bir süre (1723-1725) boyunca her Pazar
ayini ve kilise takvimindeki her kutsal gün için bir kantat besteledi.
Bach kantat için standart bir form geliştirdi: Davul takımlarının ve trompetlerin bolca kullanıldığı
bir orkestra girişi, ardından bir koro girişi, daha sonra bir ya da daha fazla solo ses için bir resitatif
ve arya. Opera seria (s. 447) esinli bu şema, kantat uzunluğuna bağlı olarak istenildiği kadar
tekrarlanabilirdi. Kantat en sonda dört sesli bir ilahiyle biterdi. Bach duygusal tepki teorisinin dayandığı
ilkeyi yetkinleştirmek için kantatı kullandı. Müziğin böyle tepkileri canlandırabileceğini ve hatta
uyarabileceğini savundu. Öğretici dinsel metinleri müzikleştir-diği kantatlarda özellikle
müzikal karakterler aracılığıyla belirli sözleri ya da ibareleri öne çıkardı.
Sahneleme Yerleri
Oratoryoların sahnelendiği yerler bir missaya eşdeğer olmayan ve sahne dekoru gerektirmeyen bu dinsel
operaların ses perdesi aralığı kadar değişkendi. Bir oratoryoyu sahnelemek için uygun yer ilk başlarda
kilise gibi bir ibadethaneydi. Daha sonraları soylu saraylarında ve özel konutlarda da oratoryolar
sahnelendi. Bunların yeterince büyük olmaması nedeniyle, birçok müzisyenin ve koro şarkıcısının
sığabileceği tiyatro sahneleri kullanılmaya başlandı. Değişen sahneleme yerleri diğer formlarla ortak
özellikleri yansıtır: Oratoryonun zengin sahne düzeni ve dramaturjisi operadan, konuları ise kilise
müziğinden alınmıştır.
17. yüzyılın ikinci yarısında çalgıcıların becerilerini en iyi biçimde sergileyebileceği enstrümantal müzik
formları ortaya çıktı: Büyük konçerto, süit ve üçlü sonat.
Antonio Vivaldi (1678-1741) saçının renginden dolayı il prete rosso (“kızıl rahip") diye anılırdı.
MÜZİK
Keman ve klavsen gibi çalgı ların yapımındaki hızlı gelişmenin Barok enstrümantal müziğine büyük etkisi
oldu.
Özellikle İtalya
bestedir. Bir grup solo çalgı besteyi bir toplulukla (orkestra) uyum içinde çalar. Concerto grosso Barok
enstrümantal müziğin en gözde formları arasındaydı. Corelli’nin 1714 tarihli eserleri standart örnekler
sayılırdı. Bach da “Brandenburg Konçertolarrndaki (s. 448) altı eserini bu formda bestelemişti.
Barok Çalgılar
15. ve 16. yüzyıllarda çok popüler olan lavta Barok dönemde yerini büyük ölçüde klavyeli çalgılara
bıraktı. İngiltere ve Hollanda’da klavyenin tellere paralel uzandığı dikdörtgen klavsen büyük
rağbet görürken, çimbalo özellikle İtalya ve Almanya'da tutuldu. Ancak Barok dönemin en önemli
klavyeli çalgısı klavsendi; bu durum yerini şimdiki piyanonun atasına bıraktığı 1760 dolaylarına kadar
sürdü. Biçimi 16. yüzyıldan beri büyük ölçüde aynı kalan yaylı çalgılar ailesi içinde ise keman, viyola,
viyolonsel ve kontrbas sayılabilir.
keman yapım merkezleri Brescia ve Cremona ile etkili bir konum kazandı, iyi eğitilmiş müzisyenlerden
oluşturulmuş büyük topluluklar kuruldu ve yaylı çalgılar için sanatsal icra teknikleri
geliştirildi. Arcangelo Corelli, Antonio Vivaldi ve “Şeytan Trili” sonatıyla tanınan Giuseppe Tartini gibi
besteciler çoğu kez hünerlerini sınamak için parçalar besteleyen virtüöz kemancılardı.
Concerto Grosso
Barok concerto grosso daha büyük bir çalgı topluluğu için yapılan bir
Antonio Vivaldi
Enstrümantal müzik, özellikle de süit Almanya ve Fransa’da büyük ilgi gördü. “İzleme’’
anlamındaki Fransızca bir kelimden gelen süitte çeşitli bölümler art arda sıralanır; bunların ritmi ve
karakteri dansa güç katar, iki bölüm her zaman bir çift oluşturur: Birincisi daha yavaş (adımlı) bir dans,
İkincisi daha hızlı (sıçramalı) bir danstır. Yaygın dans sırası atiemande (yavaş), courant (hızlı), sarabande
(yavaş), gigue (hızlı) biçimindeydi. Diğer olası bölümler nağme, menüet, chaconne
ya da passacaglia’ydı. François Couperin’in en önemli eserleri arasında 1713-1730’da dört cilt halinde
yayımlanan 27 klavsen süiti de vardı.
FÜg
KONTRPUANLI ve çok sesli bir beste olan füg, her biri ilkini taklide ve onunla uyuma dayanan eşit
önemdeki birçok
“Yanıt” açılımı izleyen füg konusunu (başata yanıt vermesinden dolayı biraz değişmiş olarak) belirler.
sesten oluşur. Karmaşık yapı ilkeleri nedeniyle Barok dönemde birçok kesimce ilahi dünya uyumunun bir
ifadesi sayılırdı. Bach’ın “İyi Düzenlenmiş Klavye” (1722,1744) ve “Füg Sanatı” (1749/1750) eserleri
Barok füg besteciliğinin doruğunu temsil eder. Fügden önce genellikle bir prelüt ya da serbest formlu
başka bir bölüm yer alır.
Karşı konu füg konusunun zıttıdır ve serbest kontrpuan ya da kontrpuanlı sesler formunda bestelenir.
Soprano, alto ve bas üç sesli bir fügün ayrı * seslerine işaret ederken, bunların enstrümantal bir besteyle
ilgili olduğunu da belirtir.
21. YÜZYIL
ANTONİO STRADIVARI'NİN Cremona’da yaptığı çalgıların özgün sesi büyük olasılıkla kullandığı
lakenin bileşimine bağlıydı. Bu sır ancak 21. yüzyılda çö-zülebildi. Günümüze ulaşan ve
önceki sahiplerinin adıyla tanınan yaklaşık 500 Stradivahus kemanı müzayede rekorları kırmaya devam
ediyor. Ham-mer kemanı 2006'da 3,5 milyon dolara (2,8 milyon euro) satıldı.
Klasik dönem (1760-1820) | Sonat ve yaylı kuartet \ Konçerto ve senfoni | Orkestra sesi \ Opera reformu
KİLİT BİLGİLER
VİYANA KLASİK MÜZİĞİ en çok Haydn, Mozart ve Beethoven’le ilişkilendirilir. HALKA AÇIK
KONSERLER bilet fiyatlarının hesaplı sayılacak rakamlara inmesiyle geniş bir kesim için
izlenebilir hale geldi.
PİYANO çok yönlü, ustalığa elverişli ve dolgun sesli yapısıyla dönemin ana çalgısı konumuna yükseldi.
MÜZİK
Klasik oda müziğinin hedef kitlesi yetkin müzik uzmanları ve her türlü yeniliğe büyük merak duyan müzik tutkunlarıydı.
18. yüzyıl sonlarındaki sosyal çalkantılar yeni estetik anlayışı ve müzikal formlar için önemli bir itici güç
oldu. Müzik artık sadece krali
yet saraylarında değil, soyluların ve burjuvaların evlerinde de icra edilmeye başlandı. Bu duruma
uygun daha fazla müziğe, özellikle de
Mozart ve diğer bestecilerin döneminde Avrupa ’nın en önemli müzik merkezlerinden biri olan Viyana'nın
Belvedere Sarayı'ndan görünüşü, Canaletto'nun tablosu.
BİR HARİKA ÇOCUK olarak piyano ve kemandaki ustalığıyla küçük yaşta bütün Avrupa’da üne
kavuştu. TANINMIŞ OPERALARI: “Saraydan Kız Kaçırma”, jg “Figaro’nun Düğünü", “DonJuan",
“Sihirli Flüt"
VVolfgang Amadeus Mozart, Dorothea (Dora) Stock’un gümüş uçlu kalem çizimi, 1789
MOZART'IN VE ABLASI Maria Anna'nın (Nannerl) erken yaşta fark edilen müzik yeteneği, saygın bir
müzik öğretmeni olan babaları Leopold tarafından geliştirildi, iki harika çocuk önde gelen saraylarda
müzik yapmak üzere çıktıkları turne neticesinde bütün Avrupa’da üne kavuştu. Babasının yolundan giderek
Salzburg prens-başpiskoposunun hizmetine giren Mozart, 1781’de bu görevi bıraktı. Viyana'da bir piyano
virtüözü ve serbest besteci olarak büyük başarı elde etti. Kendi konserleri için çok sayıda piyano
konçertosu besteledi. Özellikle Viyana ve Prag'da başarılı bir opera bestecisi olarak da tanındı.
yukarıda: Müziğin harika çocuğu olarak birçok Avrupa sarayına giren Mozart, imparatoriçe Maria
Theresa ve ailesiyle birlikte.
sağda: Mozart’ın Viyana’daki VVİeden Tiyatrosu’nda sahnelenen “Sihirli Flüt" operasının prömiyerinin
(1791) programı.
küçük topluluklar için daha geniş müzik zevkine dönük oda müziğine gerek duyuldu.
Müzik tutkunlarına dönük müziğin yanısıra, bilinçli olarak müzik erbabına hitap eden incelikli bir üslup da
gelişti. Başta Mozart ve Beethoven’in besteledikleri olmak üzere, yaylı kuartetler hem yorumcular, hem
de dinleyiciler açısından en çetin eserlerdi.
Piyano sonatı hoş bir eğlence sunma amacının ötesinde bir evrim gösterdi. Bu değişim 1760’ta klavsene
oranla piyanonun teknik performansının yükseltilmesiyle hızlandı. Yeni çalgı, ses düzeyinde
bir farklılaştırmayı, sözgelimi duruma göre gür ve yumuşak sesle çalmayı mümkün kıldı. Piyano için
besteler daha karmaşık bir yapıya büründü; ses perdesi ve teknik ayrıntılar sayesinde daha kolay
tasarlanır hale geldi. Yeni çalgının ses perdesi olanaklarını azami düzeye çıkarmak amacıyla dönemin
Nanette Stein-
Streicher gibi en iyi piyano yapımcılarıyla yakın ilişkiler kuran Beethoven’in 32 piyano
sonatı dinlendiğinde, bu özellikler hemen anlaşılır.
Yaylı Kuartet
Joseph Haydn, Barok üçlü sonatı biçimiyle yaylı kuartetin 18. yüzyılın ikinci yarısındaki
gelişimini sağlayan kişilerin başında gelir. Dört bölümlü formu da 1769'da o düzenledi. Mozart ilk
başta kullandığı bu modeli sonraki eserleriyle aştı. Beethoven 16 adet yaylı kuartet besteledi; bunlar
hâlâ her kuartet topluluğunun standart repertuarında yer alır. Bir kuartetteki çalgılar iki keman, bir
viyola ve bir viyolonseldir.
Konser düzenleyicilerinin ortaya çıkışıyla birlikte konserlerin niteliği kökten değişti. Paris'te halka
açık ilk önemli konser dizisi (concerts spirituels) 1725 dolaylarında düzenlendi ve Fransız
Devrimi'ne kadar bu müzik metropolündeki
konser yaşamına damgasını vurdu. “Akademi" olarak da bilinen halka açık konser, eskiden davetli bir
dinleyici grubuna sunulan saray müziği toplantılarının yerini aldı. Program çeşitli eserlerin bileşimine
dayanırdı. Mevcut müzisyenlere ve solistlere bağlı olarak belli senfoniler (ya
Sonat dört kısma ayrılır: Açılım (iki karşıt temanın girişi), gelişim (bu temaların açılımı), özet (açılımın
neredeyse tıpatıp tekrarı) ve koda (final).
KONSER VE SENFONİ
18. yüzyılda kazandığı nitelik görkemli konçertoları, renkli programları ve büyüleyici virtüöz çalgıcılar gerektirdi.
da ayrı senfoni bölümleri), uvertürler, opera aryaları, koro eserleri ve oda müziği parçaları seçilirdi.
Mozart’ın en kazançlı işlerinden biri, kendi eserlerini yorumlamak üzere sahneye çıktığı
akademilerdi. Viyana’da kaldığı döneme ait piyano konçertolarını bu vesilelerle bestelemişti. Bunlar 18.
yüzyıl sonlarının Viyana müzik zevkinde geçerli olan şaşırtıcı virtüözlüğe, canlılığa ve inceliğe uygundu.
Mozart bestelerini dönemin sahne gösterilerine uyarladı. Konçertolarının bazıları neredeyse oda müziği
tarzındaki küçük orkestra grupları içindir; diğerleri ise şatafatlı denecek kadar zengin
orkestral düzenlemeye özgü ihtişamı eksiksiz sergiler.
S enfoni: Haydn'dan Beethoven’a
Senfoninin 1759’dan 1824’e kadarki gelişimi eserlerin sayısından anlaşılabilir. Söz konusu dönemde
Haydn 100’den fazla senfoni, Beethoven ise sadece dokuz senfoni besteledi. Bu gelişim
Sonat Formu
KLASİK DÖNEMİN konçerto ve senfoni gibi eserlerinin çoğu sonat formuna dayalı bir bölümle başlar.
Bu unsur Viyana klasik müziğinin timsali haline geldi ve 20. yüzyıla kadar müzikal forma
damgasını vurdu.
Uzatma
Birinci Konu
ikinci Konu Öbeği Kısa Koda Temaların ve Ana İkincil
Öbeği Geçiş Kısa
(İkincil Tema) Konu Öbeklerinin | İşlenişi Tema Tema
(Ana Tema)
foda
İİModülasyon
Tonik Paralel Tonik Tonik Ton* Tonik
..............................
HLUDVVIG VAN BEETHOVEN 1770'te Bonn’da vaftiz oldu, 1827’de Viyana'da öldü.
TEK OPERASI olan ve ilk kez 1805’te sahnelenen “Fidelio”yu birçok kez gözden geçirip
değiştirdi. “HEILIGENSTADT VASİYETİ" (1802) kardeşine yazdığı ve sağırlığından yakındığı bir
mektuptur.
İLK MÜZİK EĞİTİMİNİ doğduğu kent Bonn'da alan Beethoven, bir süre sarayda oda müzisyeni olarak
bulundu ve 1792’de Haydn, Antonio Salieri ve Johann Albrechtsberger'den ders almak üzere Viyana'ya
gitti. Bu büyük müzik kenti hayatında hep kilit yer tuttu. Bir besteci olarak Viyana soylularının
himayesi altındaydı ve bir piyanist olarak Viyana halkının hayranlığını kazandı. Koruyu-culan arasında
müzik dersi de verdiği Arşidük Rudolph, Prens Lichnovvsky,
Prens Lobkowitz, Kont VValdstein ve Kont Kinsky vardı. Beethoven eserlerinin birçoğunu onlara ithaf
etti.
İŞİTME YETİSİNDE 1795'te başlayan bozulma 1819’da tam sağırlığa dönüştü. Konser vermeyi
mecburen bıraktı ve normal hayatla bağlarını kesip kabuğuna çekildi. Sağırlığının artmasıyla yazılı olarak
iletişim kurabildi.
Beethoven’in babası Johann ve annesi Maria Magdalena, Bonn’da şimdi Beethoven Evi (solda) oian
binanın bir tavan arası dairesinde yaşıyordu.
çizgisi Haydn’ın Rokoko tarzı canlılığa sahip ilk senfonilerini, konser izleyicilerine dönük 6 Paris ve
12 Londra senfonisini ve Beethoven’in köklü derinlik taşıyan eserlerini kapsar.
iki bestecinin senfonilerindeki müzikal anlayış da farklı formlara dayanır. Hız ve ses rengi bakımından zıt
dört bölüm, basit orkestras-yon (özellikle nefesli çalgılar için) ve büyük ölçüde sınırlı tematik
motif Haydn’ın senfoni üslubunu kesinlikle klasik tarza sokar.
Beethoven ise bu boyutların çok ötesine geçti. Nefesli tahta ve pirinç çalgıların ikili bölümleri
sesi güçlendirirken, ses rengi olanaklarını genişletti. Genelde üçüncü bölümü oluşturan klasik
menüet gelişerek daha değişken bir Skerzo’ya dönüştü. Ayrı bölümlerin birbiriyle ilintili hale gelmesi bir
MÜZİK
bütün olarak eserin müzikal yapısını sağlamlaştırdı. Beethoven ilave solistlere ve bir koroya yer
vererek, “Dokuzuncu Senfoni”nin vokallerine saf enstrümantal senfoni formunu uyguladı. Eserin 7
Mayıs 1824'teki prömiyeri sansasyonel bir başarı elde etti.
21. YÜZYIL
(Beethoven'in “Dokuzuncu Senfonisi) Friedrich Schiller'in “Neşeye Övgü" şiirine dayanır ve günümüzde
AB’nin marşıdır.
UNESCO "Dokuzuncu Senfoninin Beethoven tarafından yazılmış partisyonunu 2003 'te Dünya Belleği
Listesi'ne aldı.
I
MÜZİK
Yeni tarz konserler yeni mekânları gerektirdi. Leipzig'deki Gewandhaus (“Kumaş Hanı") 1780'de bir
konser salonuna çevrildi.
Küçük saray, büyük etki. Mannheim 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın önde gelen orkestrasına ev
sahipliği yaptı. Johann Stamitz yeni bir orkestra sesini orada yarattı.
Gerek Mannheim, gerekse Mannheim seçici prensi Cari Theodor’un sarayı Paris, Londra ve
Viyana’yla karşılaştırılınca önemsizmiş gibi görünebilir. Oysa bu kent 18. yüzyılın ikinci yarısında sürekli
birlikte çalma fırsatına özlem duyan müzisyenler için bir çekim merkezi haline geldi. Böylece zengin bir
sese ulaşan Mannheim saray orkestrası modern anlamdaki ilk orkestra kabul edilebilir.
Prens, sarayındaki enstrümantal müziği yönetmesi için Bohemyalı kemancı Johann Stamitz’i işe aldı. Ona
Franz Xaver Richter, Ignaz Holzbauer, Christian Cannabich, kendi oğlu Cari ve dönemin başka tanınmış
müzisyenleri katıldı. Orkestrada 1777’ye doğru hepsi de kendi alanında birer virtüöz çalgıcı olan yaklaşık
50 müzisyen bulunu-
Resimdeki Hof Tiyatrosu'nun yer aldığı Mannheim'da Cari Theodor'un desteğiyle özgün bir
orkestra geleneği ortaya çıktı.
Onun
öncülüğünde saray orkestrası Avrupa çapında üne kavuştu. Oğlu Cari Stamitz Paris'te besteci olarak
çatıştı.
BAROK ORKESTRA çello ve klavseni kapsayan bir sürekli bas grubunun yanısıra keman, flüt ve obua
gibi melodi çalgılarından oluşan bir gruba ayrılırdı. Klasik orkestra düzeninde dört unsurlu bir yaylı
çalgılar bölümü yer alırdı: Dörder birinci ve ikinci keman, viyolalar ve çello-lar/kontrbaslar. Standart
tamamlayıcı bölüm iki obua, iki korno ve iki fagottan oluşurdu. Trompetler ve davul takımı bir şenlik sesi
yaratırdı. Çalınacak bestelere göre bazen bu düzene pikolo, kontra-fagot ve trombonların yer aldığı
daha geniş bir nefesli bölüm ve daha fazla çalgılı bir vurmalı bölüm eklenirdi.
yarar sağladı. Bu farklı orkestra belirli becerilerini ortaya çıkaracak birçok yeni besteye esin verdi:
Birlikte virtüözlüğün sergilendiği (sırf solistler için değil, bütün orkestra için) pasajlar, ses gücü
(dinamik) bakımından muazzam artışa dönük deneyler ve marifet gösterisine uygun başka pasajlar.
Böylece Mannheim’dan yayılan enstrümantal müzik sevgisi bütün Avrupa'da yankı buldu.
Bu orkestranın önemli yeniliklerinden biri yönetiliş tarzıydı. Barok orkestraları çoğunlukla klavsenci-ler
yönetirken, klasik dönem orkestralarında belki de klavsenin eski rağbetini yitirmesinden dolayı bu görev
“konser üstadı” olarak anılan başke-mancılara verildi. Bu kemancı girişleri, dinamik yerleri ve tempoları
işaret etmek için yayını kullanırdı.
Konser yönetme tarzının yeniden düzenlendiği 19. yüzyılda orkestra şefi makamı oluşturuldu ve
eline keman yayı yerine "batan” denen bir değnek verildi.
18. yüzyıl sonlarının müziğini belirleyen özgün orkestra sesi büyük ölçüde nefesli çalgıların ve bu
çalgılardaki teknik yeniliklerin ürünüydü. Günümüzün basit pistonlu trompetinin atası olan
anahtarlı trompet 1793'te Viyana’da geliştirildi ve birkaç yıl sonra Paris teknik bakımdan daha yetkin
hale getirildi. Klarnet ve flüt gibi nefesli tahta çalgılar da ileriye götürüldü; yeni anahtar mekaniği bir
virtüöz tarzında daha berrak tonlar çalmayı kolaylaştırdı.
OPERA REFORMLARI: OPERA SERİA’DAN KOPUŞ
Müzikte dokunaklılığın yerine güncel deneyimlere özgü duygulan çağrıştırma amacının öne çıktığı 18.
yüzyılın ikinci yarısında opera seria dönemi kapandı.
Opera seria’nın katı ve kalıplaşmış bir temel yapısı vardı. Karakterlerin duygularını açık seçik
yansıtmak için olayın akışı şarkılarla kesintiye uğratılırdı. Müzik metin, konu ve sahnelenen oyunculuktan
daha öncelikli bir konumdaydı (prima la mu-sica, poi te parole). işlenen kahramanlık temaları ve
gösterişli sahne dekorları mutlak iktidarı yansıtırdı.
Gluck'un Opera Reformu
İtalya’da ortaya çıkan opera seria Fransa’da da “görkemli opera” adıyla yaygın olarak sahnelenirdi. Katı
ve yapay tarzı, daha dinamik ve daha gerçekçi bir forma dönüştürmeyi amaçlayan Ch-ristoph
VVİllibald Gluck’un girişimleriyle köklü bir değişim geçirdi. Onun getirdiği yenilikler metnin (libretto)
dramatik kurgulu ve izle-
yici tarafından anlaşılır olmasını, partisyonun da başlı başına icraya dönük olmaktan çıkarak, metne
ve oyunculuk güdülerine uygun bir yapıya kavuşmasını sağladı. Glucko dönemde geçerli virtuoso bel
canto okuma tarzının yerine yalın ve çoğu kez şarkıya benzer güfte okuma tarzını geçirdi. Başka bir önemli
yenilik uvertürün bağımsız bir müzik parçası olmaktan çıkması ve izleyicinin hikâyeyi kestirmesini
sağlayacak bir girişe dönüşmesiydi.
Orfeo-Bir Devrim
yansıtan bir ör- v nekti. Prömiyeri saray bestecileri Antonio Salieri ve Gio-vanni Paisiello'nun
temsil ettiği İtalyan opera tarzının ağır bastığı Viyana'da 1762’de yapıldı. Gluck’un Paris’teki sıkı
bağlantıları 1770’lerde operalarını orada sahnelemesine yardımcı oldu. Paris için gözden geçirdiği
“Orfeo’’nun ya-nısıra “Alceste” ve “Armide” François-Joseph Gossec, A. E. M. Gretry, Luigi Che-rubini
ve Etienne Nicolas Mehul gibi Fransız opera bestecilerini büyük ölçüde etkiledi. Richard VVagner (s.
457) bile müzikal oyunlarında Gluck’a göndermelerde bulundu.
İtalyan opera buffa'sı (s. 447) Alman bölgelerinde balat, kısa arya ve küçük koro gibi basit müzik
parçaları eşliğinde okunan Almanca metinli komik bir düzyazıya singspiel’e dönüştü. Johann Wolf-
gangvon Goethe aktris ve besteci Corona Schröter (“Die Fischerin") ve başkalarınca müzikleştirilen
birçok singspiel metni yazdı. Kayser II. Joseph’in 1778'de Viyana Ulusal Singspiel Tiyatrosu’nu açması
bu formun yapısının yeniden düzenlenmesini getirdi. Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası burada
çok tutuldu. Singpiel 19. yüzyılda Almanya’da romantik operanın gelişimini,
Antonio Salieri Viyana'daki en etkili opera bestecilerinden biriydi. “Falstaffossia Le tre burle"
(1799) operasının kitap süsü.
St. Petersburğ'da saray orkestrası şefi olan Giovanni Paisiello dönemin en başarılı bestecilerinden
biriydi.
özellikle de Cari Maria von Weber ve Albert Lortzing gibi bestecileri etkiledi. Oyun yazarı John Gay
“balat operası” denen yeni bir parodi operası türügeliştirdi. Partisyonunu Jo-
KOMİK OPERA sözlü diyaloga ve müziğe dayanan popüler bir opera formuydu. Fransa’da saraya
özgü lirik trajedinin bir alternatifi olarak 1750 dolaylarında ortaya çıktı.
LİRİK TRAJEDİ opera ser/a'nın Fransız dengidir ve “görkemli opera” olarak da bilinir.
SİNGSPİEL müzikleştirilmiş popüler tiyatro oyunuydu; hem metin, hem de partisyon icracılarına yorumda
hatırı sayılır özerklik sağlardı.
yukarıda: Mozart'ın partisyon baş sayfası görülen “Figaro’nun Düğünü” bestesi opera buffa türüne girer.
hann Pepusch'un düzenlediği “Dilenci Operası” 1728'de Londra’da sahnelendi. Gilbertve Sullivan
gibi bestecilerin 19. yüzyıldaki komik operalarının öncüsü olan bu eser Bertolt Brecht ve Kurt VVeill
tarafından iki yüz yıl sonra “Üç Kuruşluk Opera” adıyla uyarlandı.
21. YÜZYIL
PRİMA DONNA opera seria’da (genellikle bir soprano olan) baş kadın şarkıcıydı. Bir
yapımın başarısını onun ve (tenor ya da kas-trato olan) primo uomo’nun performansı sağlardı. 18.
yüzyıl prima donna’larının çevresinde oluşan hayran kitlesi kültü çekiciliğini yitirmiş değildir.
Maria Callas (1923-1977) ve Cecilia Bar-toli gibi şarkıcılar modern prima donna ’lar olarak kabul
edilir.
MÜZİK
Romantizm (1820-1890) | Kamusal ve kişisel müzik | Virtüözler [Opera | Senfoniler \ Ulusal müzik
KİLİT BİLGİLER
EDEBİYAT İLE MÜZİK zamanla birbir-leriyle yakından ilintili bir hal aldı
ÖNEMLİ MÜZİKAL FORMLAR: Şarki, müzikal oyun, oda müziği ve senfoni şiirleri.
............
Müzikal romantizm bir dizi farklı estetik görüşü ve gelişmeyi kapsayan bir terimdir: Piyano müziğinde
şiirselleşme, şarkılara dönük olağanüstü ilgi, oda müziğine genel bir dönüş ve evde müzik çalma. Büyük
virtüöz yorumcular etrafında bir yıldız kültü doğdu. Avrupa genelinde ulusal müzik akımları gelişirken,
İtalya, Fransa ve Almanya’da romantik operaların yanısıra müzikal oyunlara rağbet çok daha büyük
sahnelerin inşasını gerekli kıldı.
MÜZİK
SALON MÜZİĞİ
Burjuvazi müzik için basit çatı katlarından ve misafir odalarından oluşan salonlara uzanan yeni mekânlar keşfetti. Bu
buluşmaların merkezinde müzik yorumcusu sıkı bir konum kazandı.
Restorasyon döneminin etkisiyle bütün toplumu saran özel alana çekilme eğilimi müzik yaşamına da
yansıdı. Birçok
Robert Schu-mann şiirsel müzik bestelerinin yanı sıra müzik üzerine yazılar yazdı.
oda müziği parçası yaratıldı. Sözsüz bir sanat olan enstrümantal müzik, kamuoyu baskısı ve bazen
sansür yüzünden açıkça dile getirilemeyen
Şarkı
Müziğin edebiyata yakınlığından şarkı formatı da yararlandı. Şiirler artık müziğe uyarlanmış basit
halk şarkıları olmaktan çıktı; şiirlerdeki dil incelikleri müzikle ifade edilmeye başlandı. Müzik metni
yorumlayan ve ona yeni bir anlam düzeyi katan bir niteliğe büründü.
Franz Schubert kafa dengi dostlarıyla toplu müzik yapmak üzere biraraya gelirdi.
Müzik Salonu
Samimi ortamlı salon toplantıları arasında köklü farklılıklar vardı: Frederic Chopin’in piyanist olarak
adını duyurduğu Paris salonları modaya dönük ve seçkinciydi. Fanny Hensel'in sonntagmusiken'leri gibi
Berlin salonlarında sanatsal heves ağır basardı. Viyana'da Schubert’in çevresinde yapılan toplantılar ise
oldukça canlı ve kendiliğindendi. Gerçi salonlar farklıydı, ama hepsinin temelinde yatan ortak amaç
birlikte müzik yapmaktı.
yukarıda: Chopin toplum içine pek çıkmadığından, her gösterisi büyük yankı uyandırırdı.
Müzik ve Şiir
İKİ kardeş de besteciydi, ama sadece Felix'in müzikte bir kariyer yapmasına izin verildi.
Fanny Hensel'in 1842'de, “DasJahr" piyano çevrimini tamamlamasından kısa bir süre sonra yapılmış bir
portresi.
ÜSTÜN MÜZİK YETENEKLERİ küçük yaşta görülen iki kardeş, Goethe’nin yakın dostu Fried-rich
Zelter ve başka hocalardan mükemmel bir müzik eğitimi aldı. Felix bilinçli olarak bir müzik kariyerine
hazırlanırken, Fanny’nin hevesi çabuk kırıldı. Babası 14 yaşındaki kızına müziği meslek olarak seçmek
yerine dışarıya dönük bir gösteriş hobisi olarak sürdürmesini öğütledi. Felix besteci ve orkestra şefi
olarak uluslararası düzeyde başarılı bir kariyere ulaştı. Ressam VVilhelm Hensel’le 1829’da
evlenen Fanny ise Berlin’de kaldı; evinde sıklıkla düzenlediği müzik buluşmalarında kendisinin ve
başkalarının bestelerini yorumladı.
Niccolö Paganini, Franz Liszt, Clara Schumann ve daha birçok virtüözün zenginliğini katmaksızın 19.
yüzyılın kamusal müzik ortamını betimlemek imkansızdır.
Kemanda Virtüöz Teknikleri
PAGANINI solo keman için önceki teknik sınırları kolayca aşmasını sağlayan çok sayıda eser besteledi.
Tercih ettiği çalış teknikleri arasında tel değiştirmelerden ve konum kaydırmalarından yararlanarak ses
perdesinde sıkça büyük sıçrayışlar yapmak vardı (1). Yüksek efekte dönük birçok tekniğe .. , _
v b sağda: Paganını birçok romantik
başvurdu: Tellerin eşzamanlı vmüöz çalgıcının kusursuz çalındığı ve titremeyi uzattığı ikili örneğiydi.
Keman tekniğinin duraklar (2). Böyle teknik incelik- harikuladeliği şaşırtıcı ve lerin hızla birleştirilmesi
(3) zekâ görünüşü de aynı ölçüde heybet-parıltısını ve tutkulu müzikal ifa- üyrV/. Tutku ve yoğunluğu
bir deyi sağladı araya getirişi onu romantik sa
19. yüzyıl konser sahnesine egemen oldu. Bu ustalar geniş kapsamlı ve çoğu kez yüksek kazançlı konser
turnelerinde, çalışlarıyla dinleyicileri kimi zaman isteriye sürükleyecek ölçüde büyülediler.
Virtüöz Piyanistler
19. yüzyılın piyano virtüözleri arasında Mozart’ın öğrencisi Johann Nepomuk Hummel, Franz Liszt’in
bir çağdaşı olan Sigismond Thalberg, daha sonra Robert Schumann’la evlenen Clara VVİeck ve başka
bir tanınmış AvrupalI piyanist Eugene d’Albert’le bir süre evli kalan Vene-züellalı piyanist Teresa
Carreno vardı.
Genç Clara VVİeck çalışındaki duyarlılıkla dinleyicilerini hayran bira kırken, kavgacı çift Carreno-
d’Albert çoğu kez gazetelerin dedikodu köşelerine konu olurdu. Robert Schumann
bir keresinde Franz Liszt'e yazdığı bir mektupta, çalış tarzıyla ve konserlerindeki atmosferle
dinleyicilerini köleleştirme becerisini anlayabildiğini belirtmişti. Frederic Chopin’in de kendinden emin
bir tarzı vardı. Bir virtüöz için pek alışılmamış bir tavırla büyük sahnelerden kaçınırdı; mazurkaları,
polonezleri ve etütleriyle büyük bir heyecan uyandırdığı Paris salonlarında çalmayı tercih ederdi.
Virtüöz Turneleri
Virtüöz müzisyenlerin dolaşması kaçınılmazdı. Tek bir yerde konser vermek bir kariyeri sona
erdirebilirdi; çünkü halk sürekli yeni sanatçıları görüp duymak istiyordu. Clara Schumann’ın konser
turneleri bu gezginliğin vardığı boyutları gösterir. Daha 11 yaşındayken piyanonun harika çocuğu olarak
Leipzig’den Dresden’e gitti ve soyluların evlerinde gösteriler sundu. 1832'de Paris’e ilk
yolculuğunu yaptı. Bunu Almanya ve Avusturya-Macaristan’da çok sayıda konser turnesi izledi.
Robert
Schumann’la evlendikten sonra da Clara bir piyano virtüözü olarak bütün Avrupa’da büyük
rağbet görmeye devam etti. Almanya, Fransa, Danimarka, Rusya, Avusturya, Hollanda, Macaristan,
Britanya ve İsviçre'de 1888'e kadar konserler verdi.
Besteci Virtüözlüğü
Çoğu virtüöz sanatçı aynı zamanda besteciydi. Bu bakımdan kendi konserleri için beste yapmaları ve
hatta doğaçlama eserler yaratmaları tamamen doğaldı. Dolayısıyla besteleri olağanüstü becerilerini
sergilemeye uygun bir yapıya dayanırdı: Teknik incelikler, ses perdesinde büyük sıçrayışlar, hızlı geçişler
ve zekâ parıltıları. Yorumcular halkın zevklerini de haliyle gözetirdi. Ke-
Avrupa’daki siyasal ortam özellikle 1848 devrimlerinin ardından birçok koronun kurulmasına yol açtı,
insanlar siyasal ve ulusal özlemlerini korumakla birlikte, şarkı söylerken biraraya gelmeyi başardı -hem
de halk şarkılarından dönemin çağdaş repertuarına kadar varan her şarkıda. Koro şarkıcılığına dönük bu
olağanüstü ilgi yeni oratoryolar, kantatlar ve çok sesli ilahiler için talep yarattı. Mendelssohn Bartholdy,
Schumann ve Liszt'in yaraşıra Hector Berlioz, Charles Gounod, Camille Saint-Saens ve Augusta
Holmes bu türden birçok eser besteledi.
Franz Liszt sadık hayranları için müzik çalmaktan hoşlanırdı (karikatür, 1845).
mancı Louis Spohr Milano’nun La Scala Opera Binası'ndaki ilk gösterisi için şarkı söyleme
sahnesine benzer bir keman solo bestelemişti.
ÖZEL BİLGİLER
HARİKULADE GÖSTERİLERE dönüşen konserlerde bazen keman telleri kopar ve hatta çalgının
kırıldığı olurdu. Paganini'nin bir keresinde mi telinin kopması üzerine, parça bitene kadar diğer üç telle
çalmayı sürdürdüğü söylenir.
MÜZİK
MÜZİK
19. yüzyıl İtalya'sında opera Rossini, Bellini ve Donizetti kuşağının yerini Giuseppe Verdi’nin almasına
kadar bel canto formunun gölgesinde kaldı. Verdi opera sahnesine dramatik bireysel karakterleri taşıdı:
Othello, Macbeth ve fahişe Violetta.
Gioacchino Rossini’nin besteleri operaya, özellikle de opera buffa’ya ilgiyi canlandırdı. 19. yüzyıla
girilirken modası geçmiş olarak görülen bu opera formu, 1816’da onun eseri “Sevilla
Berberi”nin Roma'daki prömiyeriyle tekrar hayat buldu, ikinci kez sahneye konuluşunu Avrupa’nın önde
ge-
Vincenzo Bellini esas olarak “La Sonnam-bula" ve “Norma" operalarıyla üne kavuştu.
len bütün opera binalarını kapsayan çok başarılı bir turne izledi; izleyiciler operanın yeni canlılığına ve
ahenkli melodilerine olumlu tepkiler verdi.
ÖZEL BİLGİLER
VIVA VERDİ 1840’larda İtalyan kentlerindeki birçok duvarı kaplayan bir slogandı. Bu popüler
bestecinin “Nabucco" operasındaki köle korosu İtalyan Risorğimento hareketince milliyetçi bir marş
olarak kullanılıyordu. Ama duvar yazısının göndermede bulunduğu kişi Vittorio Ema-nuele Re D’ltalia,
yani birçok kesimin ülkeyi birleştireceğini umduğu Sardinya-Piemonte kralıydı.
Bel Canto
Bestecilerce operanın en önemli yönü sayılan bel canto (İtalyanca: “güzel şarkı söyleme”) tarzına
uygun melodi İtalyan müzik sahnesine egemendi. Vin-cenzo Bellini’nin kolo-ratür şarkıcıları için daha
önemli parçalar bestelemesi alışılmamış bir durumdu; çünkü o dönemde kendi parçalarını nasıl
okuyacaklarına şarkıcılar karar verdi. Rossini, Bellini, Ga-etano Donizetti ve diğer bel canto besteciler
soprano Giuditta Pasta’yla işbirliği yaptılar. Avrupa çapında ünlü bir prima donna olan Pasta’nın çarpıcı
vokal yeteneği bel canto operanın zorlu soprano rollerinin nasıl icra edilmesi gerektiğini belirledi.
Bel canto kuşağı ile Giuseppe Verdi arasında sadece birkaç yıl vardı. Verdi de ilk iki operasını bel
canto üslubuyla besteledi, ama üçüncü operası "Nabucco”yla birlikte kendine özgü melodram
yaklaşımını geliştirmeye başladı. Sürükleyici konuları işleyerek sahne yapımlarını daha canlı ve
dramatik hale getirmeye yöneldi.
Olay örgüsünün ve akıbetlerin daha kolay anlaşılır kılınması, operadaki karakterlerin dinleyicilerde yankı
uyandırmasını sağladı.
Verismo
Sonraki yıllarda Italyan opera bestecileri Verdi'nin açtığı yolda ilerledi ve gerçekçi edebiyatı örnek
alarak gerçek hayatı opera sahnesine
Gerçekçi anlatımıyla tanınan Gia-como Puccini’nin “La Boheme" operasının Paris’teki bohem yaşam
tarzının bir betimlemesi olduğu açık seçik anlaşılır. Belirgin bel canto yankıları taşıyan şarkılar bu
operaya damgasını vurur. Puccini’nin “Madam Butterfly”, “Tosça” ve “Tu-randot” gibi opera eserlerinin
hepsinde aynı özellik dikkati çeker.
SİYASET İÇİNDEyera/d; ve İtalya’yı birleştirme hareketini destekledi.
TANINMIŞ OPERALARI: “RigOlettO", “II Trova-tore", “La Traviata", “Aida", “Don Carlos”, “Otello",
“Falstaff”
Giuseppe Verdi
ŞÖHRETE toplumun alt kesiminden gelerek ulaşan Verdi, konservatuara giremeyince bir haminin
desteğiyle özel müzik eğitimi almıştı. Üçüncü operası “Nabucco”nun (1842) gördüğü ilgiyle bir anda
İtalyan opera bestecileri arasında ilk sıraya yükseldi. Ama ailesi bu başarıdan nasip alamadı; eşi ve
çocukları 1839’da ölmüştü.
Verdi’nin operaları en sevilen opera programları arasında yer alır (yukarıda: 2005'te Salzburg
Festivali’nde sahnelenen “La Traviata’dan bir görüntü).
Bellini’nin Norma'sı Maria Çatla s gibi prima donna'lara uygun bir roldü.
MESLEK YAŞAMINA 1833’te VVürzberg’de koro şefi olarak başlayan VVagner, alacaklılarından
kurtulmak için 1839’da eşi Minna’yla birlikte Londra’ya kaçmak zorunda kaldı ve daha sonra Paris’te
yoksul bir hayat yaşadı. İlk opera başarısını “Rienzi”yle elde etti ve Dresden’de saray orkestrası şefi
oldu. Aktif olarak katıldığı Mayıs 1849 Ayaklanması’ndan sonra yetkili makamların peşine düşmesi
üzerine İsviçre’ye kaçtı. En başta Mat-hilde VVessendonck’la olmak üzere yaşadığı gönül ilişkileri
“Tristan ve Isolde” gibi eserlerini büyük ölçüde etkiledi.
getirtmesiyle ve
opera çalışmaları için maddi destek sağlamasıyla başladı. Sonraki eşi Cosima von Bülovv’a aynı
sıralarda âşık oldu. Operaları Bayreuth’ta ilk kez 1876’da sahneye kondu.
Richard VVagner
Meyerbeer ve VVagner büyük romantik operanın birbirine tam zıt bestecileridir. Meyerbeer görkemli operayı temsil ederken,
VVagner müzikal dramı ideal biçimiyle ortaya koyar.
1831 Meyerbeer: “Şeytan Robert” 1837 Lortzing: “Çar ve Dülger” 1843 VVagner: “Uçan
HollandalI” 1849 Meyerbeer: “Peygamber” 1859 Gounod: “Faust”
MÜZİK
V/eber'in “Nişancı" operasında orman kolcusu Max şeytanla bir nişancılık yarışına girer.
Paris 19. yüzyılda Avrupa’nın en önemli opera merkezlerinden biri haline geldi. İtalyan
besteciler görkemli operayı orada geliştirdi. Gaspare Spontini’nin “La Vestale”
(1807) operası büyük yankı uyandırırken, Ros-sini 1824’te İtalyan bel canto tarzını (s. 456)
Paris’e taşıdı.
Berlin doğumlu Giacomo Meyerbeer (asıl adı Jakob Liebmann Ma yer Beer) de bel canto’dan etkilenmiş
bestecilerden biriydi.
Venedik’te eğitim gördükten sonra, Temmuz Devrimi’nin (1830) belirgin bir orta sınıf yarattığı
Paris’e 1831’de gitti. Opera yapımında artık anıtsal sahne gösterileri, çok yönlü olay örgüsü, bale
bölümlerinin yer aldığı sahneler, dramatik dönüşler ve değişken orkestrasyon aranıyordu. Meyerbeer’in
Paris'teki ilk operası “Şeytan Robert’’ halkın zevklerine uygundu ve bunu başarılı “Les Huguenots”
operası izledi.
Görkemli operaya bir alternatif olarak, Charles Gounod’un “Faust” ve Ambroise Thomas’ın “Mignon”
gibi eserlerinin temsil ettiği lirik drama Paris’te 1850'den itibaren gelişti. Bireylere ilişkin özel
konuları işleyen bu yapımlar duygusal melodiler üzerine kuruluydu.
Yüzyılın ilk yarısında komik opera (s. 453) sözlü diyaloglara, müzik parçalarına ve neşeli, duygusal
karakterlere yer vererek tutunmayı başarmıştı. Ancak lirik dramın etkisi eski formu değiştirdi.
Yaklaşık 1850’den sonra daha ciddi temalara ve George Bizet’in “Carmen”indeki baş şarkıcı gibi lirik ya
da dramatik karakterlere yer verildi.
Alman romantik operalarının birçoğu efsaneleri ve peri masallarını işlemesiyle öne çıktı. Derin ormanlar
ve şimşekli fırtınalar gibi sert nitelikleriyle doğa, birçok müzikal hayal gücüne ilham verdi. E. T. A.
Hoffmann gönlünü bir ölümlüye kaptıran ve insan kargaşasının içine giren çekici bir su perisiyle ilgili
hikâyeye dayalı “Undine”yi besteledi. Alman romantik döneminin ana temalarından biri, konu düğümünün
bağlılık olgusuyla, sözgelimi bu operada olduğu gibi insan ile su perisi arasındaki aşkla çözülmesiydi.
Cari Maria von VVeber’in “Nişancı” operasının temaları aşkın gücü ve Kurt Gırtlağı sahnesinde
görüldüğü
yukarıda: Paris’teki Palais Garnier gibi büyük opera binaları 19. yüzyılın ikinci yarısında birçok
Avrupa kentinde kuruldu.
MÜZİK
Müzik tarihinin en keskin anlaşmazlıklarından biri 19. yüzyıl ortalarında muhafazakâr ve ilerici kesimler
arasında koptu. FranzLisztve HektorBerlIozgibi geleceğe dönük müzisyenlere “Yeni Alman Okulu” adı
verildi; oysa içlerinde hiç Alman besteci yoktu. Savundukları estetiğin temeli program müziği (senfonik
şiirler) ve Richard VVagner'in müzikal oyun anlayışıydı. Buna karşı muhalefetin başını çeken Johannes
Brahms’ın müziğine gelenekçi damgası vuruldu. Viyanalı eleştirmen ve müzik estetiği uzmanı Eduard
Hanslick’e göre Brahms'ın besteleri “mutlak müzik”ti.
“Eduard Hanslick bestecilik konusunda Richard Wagner’e ders veriyor.’’
ROMANTİK SENFONİ
S enfoni formu 19. yüzyılda epeyce anlaşmazlık konusu oldu. Mutlak müziğin muhafazakâr savunucuları senfonik şiirin yeni yönelimi karşısında öfkeye
kapıldı.
Beethoven'in "Dokuzuncu Senfonisi (s. 451) 19. yüzyılın bestecileri üzerinde derin bir etki bıraktı.
Bazıları bunu klasik senfoninin uç noktası sayarken, diğerleri bir bestecinin böyle anıtsal bir eserden
sonra müzikal ilerleme anlamında senfoni olarak nasıl bir şey besteleyebileceğini sorguladı.
Schubert, Mendelssohn Bartholdy ve Schumann gibi ilk romantik besteciler Haydn ve Mozart’ın
senfoni formlarını benimsedi ve romantik ses perdesi diliyle süsledi. Mendelssohn 12 yaylı çalgıya
uygun senfoniler besteledi ve bilinçli olarak daha küçük orkestralar için partisyonlar hazırladı. Bunları
1824-1837 arasında bestelediği “iskoçyalı” ve “İtalyan" gibi beş senfoni izledi. Her iki bestede
de yolculukları sırasında karşılaştığı müzikal özelliklerin etkisi vardı.
Johannes Brahms genellikle senfoni alanında Beethoven’in ardılı olarak görüldü; bu durum onu şaheserler
üretmeye zorladı. Besteleme süreci 21 yılı alan "Birinci Senfonisinin prömiyeri 1876’da Karlsruhe’de
yapıldı. Sonuçta Beethoven’in yoğun etkisini taşıyan esere, orkestra şefi Hans von Bü-
Londra’da popüler gezinti konserlerini düzenleyen Louise Antoine Ju-lien harikulade senfoni
performansları elde etti.
low “Beethoven'in Onuncu Senfonisi" adını taktı. Brahms kısa aralıklarla üç senfoni daha besteledi.
Büyük tutkuları ve temaları işleyen edebiyat ile romantik dönemin müziği arasındaki yakın ilişki program
müziğinin ortaya çıkışına ilham verdi. Dramatik senfoniye yazılı bir program aracılığıyla anlatı
içeriği katmayı sağlayan bu türün bir örneği Hektor Berlioz’un “Fantastik Senfoni”sidir. Franz Liszt çok
bölümlü senfoniden ziyade tek bölümlü uvertür geleneğine dayanarak senfonik şiir türünü geliştirdi.
21. YÜZYIL
yüzyılda öylesine büyük rağbet gördü ki, izleyen iki yüzyıl boyunca bu alanda çok az eser verildi.
Örneğin Dmitri Şostakoviç’in 15 senfonisi ve Kari Amadeus Hart’ın 8 senfonisi.
Senfonik şiir “Yeni Alman Okulu” ve mutlak müzik savunucuları arasında bir kavga konusu olan senfoni
geleneğinden zamanla bağımsızlaşmayı başardı. Müzik dışı içeriği iletme düşüncesi senfonik şiirleri 19.
yüzyılın ikinci yarısındaki ulusal müzik akımları (s. 459) için özellikle çekici hale getirdi.
Bedrich Smetana bestelediği büyük senfonik şiir çevrimi "Ma Vlast”ta (1872-1879) ulusal
bağımsızlığın bir ifade biçiminin gerekliliğini işledi.
“Fantastik S enfoni”
Berlioz’un “Fantastik Senfoni”siyle ortaya çıkan program müziğinde, senfoniye müziğin dayandığı
ortamları açıklayıcı program notlarıyla “anlatılan” bir hikâye yakıştırılırdı. Eserin 1830 prömiyerinde,
program bir sanatçının yaşamından kesitleri betimliyordu. Birinci bölümde genç bir müzisyenin (Berlioz)
idealleştirilmiş bir kadına (Berlioz’un birkaç evlilik yaşadığı Flarriet Smithson) karşı aşkının filizlenişini
işleniyordu, ikinci bölümde kadını bir baloda başka bir adamın kollarında gören genç müzisyen kentten
kaçarak doğanın ıssızlığına sığınıyordu. Üçüncü bölümde felaket habercisi bir şimşekli fırtınanın uzaktan
gelen sesleri duyuluyordu. Dördüncü bölümde başkahraman sevgilisinin öldürülmesini tasarlıyor ve
mahkemeye çıkarılıyordu. Final bölümünde grotesk bir cadılar şenliği yer alıyordu.
Robert ve dara Schumann ’a yakınlığıyla tanınan Brahms'ın Clara'yla dostluğu onun ölümüne (1896) kadar
sürdü.
İLK RUS KONSERVATUARINI 1860'larda kuran bu gruptaki bestecilerin çoğu başka alanlarda uzmandı
ve çok az profesyonel müzik eğitimi görmüştü.
RUS BEŞLERİ: Mili Balakirev, Modest Mussorgski, Nikolay Rimski-Korsakov, Cesar Cui,
Aleksandr Borodin.
Beşler
RUSYA'DA 1860'larda ortaya çıkan ve “Zorlu Haşarılar” olarak anılan Rus Beşleri grubu, Batı müzik
geleneğinin armonik tıkanıklığını aşarak ulusal bir akıma öncülük etti. Grubun başını Mıh Balakirev
çekiyordu.
GRUBUN ÇIKIŞ NOKTASI Rusya’da bağımsız bir müzik formu yaratmanın mümkün olduğuydu. Birçoğu
Rus halk şarkılarını araştırarak, operaları için ulusal ve mitolojik konuları seçti. Bunlar arasında
Mussorgski’nın “Bo-ris Godunov”u, Borodin’in “Orta Asya Bozkırlarında” gibi senfoni şiirleri
ve Rimski-Korsakov’un “Sadko”su sayılabilir.
Nikolay Rimski-Korsakov, 1898’de yapılmış tablo sağda: Fyodor Şalyapin Rus besteci Mussorgski’nin
operasına adını veren Boris Godunov rolünde şarkı söylüyor.
ULUSAL MÜZİK
Halk şarkılarına ve danslarına yöneliş müzik için yeni ilham kaynaklarını açığa çıkardı. Bu şarkılar ve
danslar ayrıca ulusal bağımsızlık arzusunu dile getiren bir siyasal söylem de içeriyordu.
Avrupa'nın siyasal manzarası Na-polyon savaşlarından sonra kökten değişti. Habsburg hanedanına
ait Bohemya ve Moravya gibi birçok bölgede, ayrıca demokratik reformların bir sonucu olarak
Rusya’da ulusal bağımsızlık eğilimi güçlendi. Yeni siyasal hareketler kimlik oluşturmanın bir kültürel
aracı olarak ulusal köklere yöneldi. Müzik ulusal opera ve halk şarkıları gibi çeşitli olanaklar sundu.
(1866) ve “Dalibor” (1868) gibi operalarıyla doruğuna ulaştı. Sme-tana 1881’de Prag'daki
Ulusal Opera'nın açılışı için, Prag’ın efsanevi kuruluşunu dramatize eden “Libuse” operasını
besteledi. Prag’daki diğer mekânların tersine sadece Çek repertuarını sahnelemesi öngörülen bu bina kent
ahalisinin maddi desteğiyle inşa edilmişti. Antonın Dvorâk’ın “Sarışın Kız”ının prömiyeri 1901’de
burada yapıldı.
İtalyan operasının Rusya’daki büyük etkisine tepki olarak, daha 1830'larda bağımsız bir müzik
dili yaratmaya dönük bir girişim ortaya çıktı. Mihail Glinka “Çar Uğruna Bir Hayat” (1836) ve “Ruslan
ve Lyud-mila” (1842) operalarıyla Rus ulusal bestecilik okuluna öncülük etti, ilk başta opera
sahnelerinde sadece Rus tarihinden ve mitolojisinden alınma konular işlendi. Glinka halk şarkılarına
benzer melodilerle ve çalgı takımlarıyla Slav unsurunu daha da pekiştirdi. Aleksandr Dar-gomijski
“Sarışın Kız” (1856) ve "Taş Konuk” (1872) operalarıyla Rus düzyazı eserlerini müziğe uyarladı. Ondan
etkilenen Modest Mus-sorgski, ses ve piyano için “Çocuk Odası” ile “Ölüm Şarkıları ve Dansları” şarkı
divanını besteledi.
Romantik dönemde müzisyenler halk şarkılarını ilkel bir ulusal ifade biçimi olarak görmüştü. Bununla
birlikte halk şarkılarını derleme eğilimi 19. yüzyılın ikinci yarısında bütün Avrupa'da yayıldı.
Çoğunlukla sözlü gelenekle aktarıldığı için, müziğim kayda geçirmede güçlükler çekildi. Bir
halk şarkısının farklı varyasyonları vardı; ayrıca tipik halk melodi ve ritimleri
klasik müzik kanonuna uygun şarkılar oluşturmaya her zaman elverişli değildi. Böylece halk şarkıları
idealleştirilmiş biçimlerle derlendi ve bestecilerce uyarlandı.
MÜZİK
Antonın Dvorak “Slav Dansları”nda ilham kaynağını Slav müzik temalarından aldı.
KİLİT BİLGİLER
MODERN MÜZİK
Müzik akımları 19. yüzyılın sonuna doğru estetik açıdan çeşitliydi ve birbirine tezat oluşturan bir yapıya
sahipti. Geç dönem romantik müziği I. Dünya Savaşı’na kadar etkisini sürdürdü. Öte yandan,
empresyonizme özgü fikirler özellikle Fransa’da 1890’larda oldukça rağbet gördü ve müzikte tonaliteden
uzaklaşma yönündeki gelişmeyi hızlandırdı. I. Dünya Savaşı sonrası Fransa’da yeni-klasikçilik önemli bir
rol üstlendi. Arnold Schönberg “12 ton tekniği”ni 1923’te ortaya koydu.
Salome’nin “Yedi
Dekadan fin-de-siecle bilinci bir güzellik kültü ve egzotik seslere dönük bir arayış yarattı. Empresyonizm
yeni ses perdesi renkleri denedi.
bir şekilde bağladı. Igor Stravinsky "Petruşka" ve “Ateş Kuşu” gibi ilk balelerinde benzer bir
yaklaşımla birçok değişik orkestral ses rengini kullandı.
Tül Dansı" izleyicileri şoka uğrattı. Daha önce hiçbir soprano böyle açık saçık kostümlerle
baştan çıkarıcı tarzda dans etmemişti.
r ■-£L»' Bela Bartök ve Zoltan Kodâly halk müziğini araştırmak üzere Macaristan’ı dolaştılar.
Eserlerinin ilhamını büyük ölçüde derledikleri bu malzemelerden aldılar.
Birçok besteci ve müzisyen 19. yüzyılın bitişini aynı zamanda geç romantik dönemin son
bulacağı korkusuyla ya da beklentisiyle özdeşleştirdi.
19. yüzyıldan geriye senfoni anlayışının mirası kaldı. Mannheim Okulu'ndan (s. 452) sonra
orkestra gittikçe büyümüş ve böylece daha nüanslı sesler yaratma olanakları artmıştı. Bu evrim
Avrupa’da doruğuna ve uç noktasına 1900 dolaylarında ulaştı: Richard “Böyle Buyurdu Zerdüşt” (1896)
gibi çok sayıda senfonik şiir bestelerken, Gustav Mahler dünyaya ilişkin felsefi yorumları senfonileriyle
müziğe çevirdi. Claude Debussy parıltılı ses renkleri taşıyan doğa tabloları yarattı; müzikal biçimcilikten
arınmış bu yaklaşım dönemin resim üslubuna göndermeyle empresyonist olarak nitelendirildi.
Britanya’da Edward Elgarve Ralph Vaughan VVİlliams kendi üsluplarını doğanın empresyonist sunuluşu
olarak tanımladı.
çalgının varlığı, yeni ses perdesi renkleri aramaya uygun birçok fırsat sunuyordu. Bu keşif çabası
alışılmamış bir egzotik içerikle birleştirildi:
Strauss tek perdelik “Salome” (1905) operasında, müziğin egzotik duyarlılığını, Salome’nin erotizmine ve
Herod'un yoz sarayına etkileyici
Bartökgibi, Leos Janacek de halk müziğini araştırmaya dönük çeşitli gezilere çıktı.
SENFONİLERİNİ geç romantik dönemin büyük orkestralarını gözeterek besteledi ve çoğu kez vokal
parçalara yer verdi.
Viyana Devlet Operası'nm direktörü olan Mahler, dönemin önde gelen orkestra şeflerinden biriydi.
Gustav Mahler
ÖĞRENİMİNİ VİYANA'DA gören Mahler, burada kalmak yerine, orkestra şefi olarak Olomouc, Kassel,
Prag, Leipzig, Budapeşte ve Hamburg gibi kentleri dolaştı. Viyana Devlet Operası direktörlüğüne
1897’de atandı. 1907’de bu görevden ayrılarak New York’a gitti. Ağır iş yükünden dolayı ancak
tatillerde beste yapmaya zaman bulabildi. Başlıca eserleri orkestra şarkıları ve dokuz senfonidir. Onuncu
senfonisi yarım kalmıştır.
S esler ve Egzotiklik
Yüzyılın sonuna doğru yüceltilen güzellik kültü müziği de etkiledi ve daha şehvetli seslere dönük
bir arayışta ifadesini buldu. Artık 100’den fazla müzisyenin yer aldığı orkestranın büyüklüğü ve birçok
bestelemeyi bıraktı. Çiftin iki kızından Maria genç yaşta ölürken, Anna bir heykeltıraş oldu.
Mahler’in “Binler Senfonisi” olarak bilinen “Sekizinci Senfonisinin 1910 prömiyeri için yapılan bir
prova.
1913’te skandal yaratan “Bahar Ayini” izledi. Stravinsky'nin müziğinin temeli, neredeyse vahşi bir
ses perdesi diliyle birleştirilmiş, içe işleyen ve alışılmamış ritmiydi.
Richard VVagner (s. 457) yeni yüzyılda da hâlâ en etkili opera bestecisiydi. Claude Debussy
1902'de “Pelleas ve Melisande” operasını bestelerken,
eski gelenekten tam kopamasa da, bilinçli olarak VVagner'in opera felsefesine aykırı bir yol izledi. Bu
eseri
MÜZİK
Avant-garde eğilimler ta 1920’lere kadar muhafazakâr güçler karşısında gittikçe artan bir kabul gördü -tabii bu arada
karşı çıkışlar ve hatta açık skandallar da eksik olmadı.
ikinci Viyana Okulu’na mensup bestecilerin eserlerini sundukları halka açık konserler sıklıkla skan-
dallara yol açtı. Geleneksel armonileri 1907 dolaylarında bırakarak tonalite dışı arayışlara yönelen Ar-
nold Schönberg, müzik camiasının muhafazakâr kesim-
Paris’teki S kandal
Rus Bale Topluluğu'nun Paris’teki emprezaryosu Sergey Diaghilev, St. Petersburg'lu genç ve
tanınmamış bir besteci olan Igor Stravinsky’yi kadroya aldı. Daha önce Rimski -Korsakov’un yanında
çalgı düzeni eğitimi almış olan Stravinsky’nin topluluk için bestelediği ilk baleler içerdiği egzotik ve
erotik unsurlar ile büyüleyici bir ses şehvetinin karışımından dolayı yankı uyandıran başarılar elde etti.
Bu parlak çıkışı
On İki Ton Müziği
Schönberg 1920-1923 arasında "on iki tonlu beste” adıyla yeni bir müzikal düzenleme ilkesi geliştirdi. Bu
yaklaşım bir bestenin temelinin melodi değil, ton sırası olduğu düşüncesine dayanır. Bir oktavın on iki
tonuna göre önceden belirlenmiş böyle bir dizide, hiçbir nota bütün diğerleri seslendirilmeden
tekrarlanamaz. Ton sırasının temel düzeni (1) bazı ilkelere göre değişkenlik gösterebilir: Tonların tersine
bir sırayla çalındığı geriye gidiş (2); birinci tondan başlayarak bütün tonların ve/veya aralıkların önceki
tonla ilişkiye göre çevrilerek çalındığı çeviriş (3). Geriye gidişli çevirişte (4) geriye gidiş (2) ve çeviriş
(3) bir araya getirilir.
ARNOLD SCHÖNBERG’İN öğrencileri arasında Alban Berg ve Anton von Webern de vardı.
ikinci Viyana Okulu'nun etkisi bugün bile görülebilir. Dizisel müziğin (s. 463) sistematik beste
tarzı Schönberg'in (solda) geliştirdiği on iki ton tekniğinin bazı yönlerini çağrıştırır.
VİYANA'DA karizmatik bir öğretmen olan Ar-nold Schönberg, zamanla Alban Berg ve Anton von
VVebern gibi kafa dengi kişileri çevresinde topladı.
SCHÖNBERG ÇEVRESİ majör-minör armonisini (tonalite) 1907 dolaylarında bıraktı ve tonalite dışı
arayışlara girdi. Schönberg’in 1918'de kurduğu Özel Müzik Yorumları Derneği’nin üyeleri Mahler
döneminin müzik eserlerini haftada bir çalmaya başladı; bu arada en yeni sesleri ve teknikleri denedi.
Schönberg çevresi 1923'te on iki ton tekniğiyle besteler yapmaya yöneldi.
VVagner’in “Tristan ve lsolde”una daha az gelenekçi ses perdesiyle ve armoni yapısıyla doğrudan bir
karşılıktı. Geç romantik orkestranın şehvetli seslerinin etkisiyle, çok sayıda opera o dönemin temaları
üzerine kuruldu: Alexander Zemlinsky’ nin “Cüce”sindeki güzellik ve çirkinlik kültü ya da Franz
Schreker’in “Uzaktan Gelen Ses”indeki sanatçı ve dünyadaki yeri. Bu tartışmaya büyük ölçüde cinsler
arasındaki ilişki sorunu sinmişti.
Yeni ses olanaklarına dönük arayışta, birçok kişi geçmişin müziğini yeniden keşfetti. Ortaçağ
müziğine dönük araştırmalar sadece üniversitelerin müzik öğrenimi için açtığı yeni bölümlerde değil,
müzik icrasında da ana temalardan biri haline geldi. Yeniden tasarlanmış or-
taçağ (s. 442-444) ve Rönesans (s. 444-446) müziği yüzyıllarca aradan sonra ilk kez modern sahnelerde
çınlayıverdi. Geçmişin mü ziğine dönüş Fransa'da yeni-kla-sikçiliğin gelişimiyle birlikte ortaya çıktı.
Besteciler 18. yüzyıl Fransız ve İtalyan müziğinin yanısıra antik çağ müziğine baktı.
ÖZEL BİLGİLER
SCHÖNBERG müziğinde esas aldığı sistemi açıklamak üzere konserleri için özel programlar bastırırdı.
Stravinsky (solda) 1910'da Rusya'dan ayrılarak Paris'e yerleşti; Pablo Picasso, Vaslav Nijinsky ve Jean
Cocteau (sağda) gibi dönemin tanınmış birçok sanatçı, müzisyen ve dansçısıyla çalıştı.
ll. DÜNYA SAVAŞI sırasında ve sonrasında yaşanan baskılar; kıyımlar ve sürgünler Avrupa ve ABD'deki
müzik yaşamında çok büyük değişimlere yol açtı.
Avrupa, Kuzey Amerika ve başka yerlerin müzik kültürü II. Dünya Savaşı sırasında köklü değişime
uğradı. Birçok bölgede nelerin güzel ve sanatsal değere sahip sayılacağını, ayrıca kimlere beste ve yorum
izni verileceğini siyasal ideolojiler belirledi. Savaşın bittiği 1945’ten sonra, besteciler yüzyıl başındaki
avant-garde fikirleri canlandırdı ve benimsedi.
"Yeni Müzik” sanatsal yaratıma ilişkin yeni ilkelerden, yeni seslerden ve yeni dinleme alışkanlıklarından
yararlandı.
MÜZİK
MÜZİK VE FAŞİZM
Müziğin gücü ve büyük etkisi siyasal amaçlara uygun olarak kullanıldı. Müzik ideolojileri pekiştirmeye ve kitlelere iletmeye
katkıda bulundu.
Dusseldorfta 1938'deki “Dejenere Müzik" sergisinde baskıya uğrayan bestecilerin yanısıra avantgarde
müzik temsilcilerinin eserlerine de yer verildi.
Çelloist Pablo Casals 1933-1945 arasında Almanya'yı boykot etti; Francisco Franco'nun iktidarı ele
geçirmesinden sonra Ispanya'dan ayrıldı.
20. yüzyılın faşist rejimleri müziği amaçları için kullandılar. Hangi bestecilere müzik yapma izninin
verileceğini, nelerin besteleneceğini ve hangi eserlerin icra edileceğini belirlerken siyasal doktrini esas
aldılar.
SSCB: Şostakoviç
Josef Stalin dönemindeki Sovyet siyaseti sanatsal eser yaratımına ilişkin yol gösterici ilkeler
belirlemekle yetinmedi, bunlardan sapmaya kalkışanları cezalandırma yoluna da gitti.
Dmitri Şostakoviç'in nispeten zararsız avant-garde bestecilik yöntemlerini denemesine göz yumuldu; ama
“Minskli Leydi Macbeth’’ operasının 1936'da sahnelenişinden sonra resmî gazete Pravda’da sert biçimde
eleştirildi. Stalin'in yönetimi sırasında bunun açık anlamı bestecinin artık gözden düştüğüydü.
Bazı meslektaşlarının hapis ya da sürgün
ÖZEL BİLGİLER
; Max Steiner, Franz Waxman, Erich Wolfgang Korngold, Dimitri Tiomkin ve Miklös Rözsa.
Almanya’da Nazizm'in ırkçı-faşist ideolojik doktrini 1930’ların başlarından itibaren müzikte ciddi
kargaşaya yol açtı. Yahudi müzisyenlerin çalışması yasaklandı; Yahudi kökenli, siyasal bakımdan
sakıncalı ya da aşırı avant-garde eğilimli besteciler boykot edildi; Felix Mendelssohn Bartholdy ve
Gustav Mahler gibi besteciler devlet yardakçılarınca yazılan müzik tarihi kitaplarında karalandı. Sayısız
müzisyen kovuşturmadan kurtulmak için kaçıp başka ülkelere sığındı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra faşizm, sürgün ve savaş konuları sanatsal tartışmaların ana temalarıydı.
Birçok besteci savaş döneminde yaşadığı şeylere dayanan eserler verdi. Bunlar arasında Nazi
Almanya’sının 1933-1945 arasındaki “iç göç” politikasının mağdurlarından Kari Ama-deus Hartmann,
1947'de “Bir Varşova Felaketzedesi”™ besteleyen Arnold Schönbergve “Savaş Ağıtı” bestesi ilk kez
1962’de seslendirilen Benjamin Britten vardı. Besteci Le-nie Alexander birçok eserinde çifte sürgünle
geçen hayatından temaları işledi: Nazi Almanya’sından 1939’da kaçarak Şili'ye sığınan bu müzisyen,
Salvador Allende'ye verdiği destekten dolayı 1973'ten sonra da Paris’te sürgün yaşadı.
Theresienstadt’ta Müzik
Prag yakınındaki Theresienstadt toplama kampı, Nazi yetkililerince yabancı gözlemcileri kamplann
insanca ilkelere göre yönetildiğine inandırmak için kullanıldı. Kamp yöneticileri bu propaganda
doğrultusunda belli bir kültürel yaşama hoşgörü gösterdiler: Konserler düzenlendi, operalar ve operetler
sahnelendi. Bazı tutuklu besteciler kamplardaki sınırlı olanaklara uygun eserler besteledi. Kampa
atılan Viktor Ullman gibi seçkin sanatçılar ve müzisyenler olumsuz koşullara rağmen, Theresienstadt’ta
oldukça rafine bir müzik yaşamı yaratmak amacıyla mevcut asgari fırsatları değerlendirdiler.
“Yeni Müzik” birçok değişik beste formunu ve üslubunu kapsar. Hepsinin ortak yönü yeni ses ve düzen
ilkelerine dönük arayıştır.
MÜZİKAL TİYATRO "Yeni Müzik” akımının seslerinden ve teknik atılımlarından yararlandı.
LİBRETTOLAR için ise çoğunlukta von Büchner, Goğol, Shakespeare ve başka yazarların
klasik eserlerini yorumlamayı esas aldı.
Rumen-Alman besteci Adriana Hotszky müzikal tiyatro formuyla ilgili deneylere giriştiği birçok eser
verdi.
SAHNELEMEYE ilişkin bütünsel anlayış ve araçlar modem müzikal tiyatroya şekil verdi. Konusuz ya da
absürt konulu (György Ligeti'nin “Büyük Dehşet’l) ve değişen büyüklükte oyuncu kadrolarına dayalı
eserler ortaya kondu. Çok kısıtlı (Mauricio Kagel’in “Eşleşme”si, 1965) ve son derece karmaşık
karakterlerin (Karlheinz Stockhausen’in "Işık’l, 1978-2005) işlendiği besteler yapıldı.
SİYASAL MESAJI açık müzikal tiyatro bestecileri arasında Giacomo Manzoni (“Atomtod”, 1965), Hans
VVerner Henze (“El Cimarrön”, 1970) ve Luigi Nono (“Çiçek Açan Sevginin Büyük Güneşinde”, 1975)
sayılabilir.
II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, önceki yüzyılların beste ilkelerinden, kısmen de olsa uzaklaşan
birçok beste yöntemi ortaya çıktı. Elektroniğin devreye girişiyle birlikte, ses yaratımı artık
geleneksel çalgılarla sınırlı olmaktan çıktı. Çalgılarda “hazırlanmış piyano” gibi yoğun sesli yeni icra
yöntemlerine başvuruldu. Genişleyen icra teknikleri repertuarını gereğince kullanmaya ve ekstra müzikal
unsurları anlamaya yönelik grafik gösterim gibi yeni müzikal notalama yöntemleri yaratıldı. Mekân ve ses
arasındaki ilişki yeni bir yaklaşımla ele
alındı; böylece sahne ve dinleyiciler arasındaki mekân dağılımıyla ilgili daha önce kabul gören
anlayış tartışma konusu haline geldi.
Dizisel Müzik
Arnold Schönberg'in 12 ton tekniği (s. 461) 1950’lerde dizisel müzikle yetkinleştirildi. Bu müzikte bir
oktavdaki 12 tonun hepsini eşit ele almanın ötesinde, sesin perdesi, süresi, düzeyi ve duruluğu da
dahil olmak üzere “bestedeki bütün unsurların eşitliği” (Karlheinz Stock-hausen) gözetildi. Ama
birçok beste neredeyse çalınamayacak ölçüde karmaşıktı. Bunun mantıksal sonucu olarak, uygun bir
kesinliği sağlayan elektronik müziğin yanı-sıra, seslerin sırası ve tekrarı bakımından büyük ölçüde
rastlantıya dayanan aleatorik müzik ortaya çıktı. Bu tür örnekler Pierre Boulez, Witold Lutoslavvski ve
başka müzisyenlerin bestelerinde görülebilir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Pierre Schaeffer “somut müzik" olarak bilinen bir besteleme ilkesi
geliştirdi. Sanatsal eserler yaratmak için sıradan nesneleri kullanmaya dayalı "bulunmuş sanat” üslubunu
taklit ederek, doğada ve gündelik yaşamda bulunan nesnelerin akustik olanaklarından yararlanma yoluna
gitti.
Çek besteci Alois Hâba müziği için çeyrek tonluk piyano gibi özel çalgılar yaptırdı. Oktavı 12 yarım
ses basamağı yerine, “mikro aralık” adını verdiği daha da küçük aralıklara ayırdı. Olivier Messiaen
bestelerinde makamları ya da altı ve 10 basamaklı gamları esas aldı. Ayrıca bizzat kaydettiği gerçek
kuş ötüşlerini bestelerinde bir unsur olarak kullandı.
Mimimalizm
ABD’de 1965 dolaylarında ortaya çıkan minimalizm üslubu Steve Re-ich ve Philip Glass gibi
bestecilerce üne kavuşturuldu. Bu üslupta Fluxus sanat akımının yanısıra Doğu Asya felsefesinin etkisi
vardı. Minimalizmin ayırıcı özellikleri me-ditasyona dönük müzik çalma ve
Elektronik müzik 1950’lerde bestelerin elektronik bölümlerinin önceden kaydedilmesine olanak veren
manyetik teybin devreye girmesiyle ortaya çıktı. Karlheinz Stockhausen 1951’de Köln’deki bir stüdyonun
başına geçti; Luci-ano Berio ve Bruno Maderna 1953’ten sonra Milano’da benzer bir çalışmaya girdi;
Pierre Boulez Paris'te 1975’te bir stüdyo açtı. Besteciler 1960’ların başlarından itibaren, elektronik
müziği sahne yorumlarıyla birleştirdi. Synthe-sizers'in icadı canlı elektronik müzik çalmayı kolaylaştırdı.
yukarıda: Pierre Boulez 1984'te Paris 'teki IRCAM’da (Müzik Akustiği Araştırmaları ve Eşgüdümü
Enstitüsü) bir provayı yönetiyor.
Deneysel müziğin en önemli temsilcisi sayılan John Cage, başka çalışmalarının yanısıra
geleneksel dinleme alışkanlıklarını da araştırdı.
dinleme tarzı, ayrıca beste içinde belli belirsiz algılanabilen ses değişiklikleridir.
MÜZİK
Finli besteci Kaija Saariaho 1996'da kemancı Gidon Kremer’le sohbet ederken görülüyor.
BATI MÜZİĞİ Ortadoğu \ Hindistan | Doğu Asya \ Afrika \ Amerika \ Avustralya | Füzyon
dışında çokseslilik:
Gürcü şarkıları,
Pigme şarkıları, Zim-
babve mbira
çalgıcılığı,
gamelan müziği.
DÜNYA MÜZİĞİNİN KAYNAŞMASI
TRANSA dönük Her kültür müziğe aşinadır ve müzik her türlü yaratımda bir yer tutar. Buna bağlı
birçok törende müzik olarak, müzikal uygulamalar ve deneyimler büyük değişkenlik gösterir. Bazı
önemli bir unsurdur. kültürler armonik sesler yerine patırtılı sesler ve çeyrek tonları tercih eder. Her
dinleyici bir konserin sonunda alkış tutmadığı gibi, klasik f ve popüler müzik
arasında ya da amatör ve profesyonel müzisyenler arasında ayrım yapabilmesi de
0 KTAV A RA L1 ğ 1 beklenemez. Müzik evrensel bir olgu olmakla birlikte, çoğu kez çalındığı bağlam
birçok kültürde içinde anlam kazanır.
vardır. 1
PENTATONİK GAM Yakındoğu, Hindistan, Çin, Kore, Japonya ve Endonezya ’daki müzik gelenekleri
beş sesten (örneğin, yüzlerce ve hatta binlerce yıl öncesine dayanır.
do-re-mi-fa-sol)
oluşan bütünlüklü bir
dizidir.
İslam dünyasında müziğin çelişkili bir konumu vardır. Son derece bağnaz bazı mezhepler müziği hoş görmezken, diğerleri için
Yaradan’a ibadetin vazgeçilmez bir yoludur.
İslam’ın 7. yüzyıldaki yayılışı Arap dünyasında müziği büyük oranda etkiledi. Kuran'ın müziğe açık
bir yasak koymamasına karşın, İslam müziği haram zevklerden biri olarak gördü. Bu tutum putperest-lerce
büyük değer verilen müziğin İslam öncesi bir kökene dayanmasından kaynaklanmış olabilir.
Arap müziğinin 8. yüzyıldan başlayarak 12. yüzyıla kadar serpilmesi Halife Harun Reşid’in
(786-809) Bağdat sarayına bağlanabilir. Bu saray görkeminin yanısıra güzel sanatlara ve bilim
DOĞAÇLAMA VE USTALIK müzik icrasının kilit unsurlarıdır; bir icra birçok müzik parçasını kapsar.
SÖZLÜ GELENEK 9. yüzyılda yazıya geçirilen gösterim sistemine temel oluşturur.
KLASİK ARAP MÜZİĞİNİN kilit yönlerinden biri melodi ve ritim ilkelerine dayalı melodi kurgusudur.
Armonik esasın kapsadığı makam dizileri, Batı müziğinde olduğu gibi, yedi sesli bir gama temel oluşturan
bir kök sese sahiptir. Dahası, her makam motifteki ve vurgulu ana sesteki özel değişikliklerle ayırt edilir.
Müzisyenlerin ezberlediği ses dizileri, yıllarca süren bir eğitimin ardından doğaçlama için temel işlevini
görür.
Saltanat saraylarında gelişen klasik Arap müziği çok seçkinciydi; bununla birlikte solistlerce ya da
küçük topluluklarca çalınır ve/veya okunurdu. Klasik şarkılar İslam kültüründe saygın bir yere sahip
olan şiirle yakından bağlantılıdır. Sözlerdeki incelikli süslemelere karşın, metnin iletilmesi her zaman
odak noktasını oluşturur. Arap müzik dünyasının AvrupalI sömürgeci güçlerin yoğun etkisine girmesinden
sonra, keman, çello ve obua müzik geleneklerine katıldı.
Tasavvuf Gelenekleri
Bazı katı İslam mezheplerinin müzik düşmanlığına rağmen, Arap dünyasında birçok değişik müzik
geleneği ve kavramı vardır. İslam mutasavvıfları müziği Allah'a ibadetin bir biçimi olarak görür. Büyük
tasavvuf pirlerinin tekkelerinde tarikat mensupları zikir törenlerinde beden ve müzik birliğine ulaşmaya
çalışır. Türkiye ve Suriye’deki Mevlevi ayinleri bu tarz müziğin tipik bir örneğidir. Çoğu Fas ve Mısır'da
ortaya çıkıp Pakistan’a kadar yayılan tarikatlar içinde Pakistan’daki Kavvali müziği en ünlü gelenektir.
Kavvali formu baş şarkıcının ve bir koronun sevgi ve barış mesajları içeren parçaları sırayla okumasına
dayanır.
Evlerde, yaşam alanlarında hoparlörlerden, radyodan ve televizyondan duyulan ezgili Kuran ayetleri
İslam dünyasındaki en karakteristik seslerden biridir. Makam dizileri Kuran okumanın armonik esasını
oluşturur. İslam’da Kuran okumak müzik sayılmaz; gam, perde ve tempoya ilişkin sıkı kurallar sadece
Kuran’ın mesajını zenginleştirmeye yarar. Yalın ve hızlı bir okuma en tipik tarzdır.
Kuran Okuma
Sahra’da Arap etkisi yaygın olmasına karşın, Berberiler ve Tuaregler eski geleneklerinin çoğunu
sürdürüyor.
Asya dünyanın en eski müzik kültürlerinden birini barındırır. Birçok bölgede karmaşık din ve klasik müzik
gelenekleri özgün bir estetik yaratmıştır.
KLASİK HİNT KONSERLERİNDE genellikle üç çalgı yer alır: Sitar (bazen şarkıcı çalar), tambura
ve tabla.
KUZEY HİNT tarzı sitar uzun boyunlu bir lavtadır. Aynı çalgının Güney Hint tarzına vina denir.
SOLİSTE EŞLİK EDEN tamburada bir bas ses teli sürekli çekilir.
HİNT MÜZİĞİ ağırlıklı olarak doğaçlamaya dayanır. Temeli raga (“renk, tutku”) olarak bilinen bir
gamdır. Bu bir oktavla aynı ses dizisine sahiptir, ama 22 şruti’ye (kabaca çeyrek ton) ayrılır. Her biri için
ana notalara dayalı belirli bir ses dizisi ve kendine özgü melodi parçaları belirlenmiş yaklaşık 100 raga
vardır. Her raga belirli bir duyguyla, günün belirli birzamanıylayada bir mevsimle ilişkilendirilir.
DİNLEYİCİYE her raga’nın ayırıcı özelliklerini iletmek açısından, müzisyen bazen bir saat sürebilen ve
çok takdir toplayan bir peşrevle gamın bütün düzlemlerini dolaşır. Tabla çalgıcısı duru ve ritmik
temeliyle (tala) ayırt edilen konu
parçasını sunar.
Tabla (solda) her zaman çift olarak çalınır. Sarangi’yi (sağda) genellikle şarkıcı çalar.
Çin
Çin’in müzik mirası da çok köklü bir geçmişe dayanır. Çin’de daha MÖ 1000'de müziğin insanlar
üzerindeki etkisine ilişkin çalışmalara destek veren bir müzik dairesi vardı. Çin müziğinde tonal
sistemin Batı’daki gibi 12 yarım tona ayrılmasına karşın, nik ses dizileri tercih edilir. Tipik çalgılar armut
biçimli bir lavta olan p/pa, iki telli bir dik keman olan erhu ve yedi telli bir lavta olan gı/g/n'dir.
Bilginlerin ve soyluların 3.
yüzyılda çalmaya başladığı guqin uzun süre saray çevresiyle sınırlı kaldı. Çin’de enstrümantal
müzik parçalarına çoğu kez “Yumuşak Sarı Söğütler" gibi program niteliğinde adlar verilirdi;
bestelerin amacı böyle görüntülerle bağlantılı ruh hallerini ve duyguları yansıtmaktı.
Japonya ve Kore
Klasik Japon müziği büyük ölçüde Çin ve Kore etkisi altında gelişti. Gagaku (“kibar müzik”) denen saray
orkestra müziğinin geçmişi yaklaşık 1.500 yıl öncesine gider. Japon müzik teorisi de oktavı 12 yarım tona
ayırır; ama klasik müzik zevki daha incelikli ve daha şamatalı bir sese dayanır. Şakuhaçi flütünün kısık
sesi, şamisen lavtasının tiz tonları ve kanuna benzer toto’nun çapraşık tonları bu kapsama girer. Kore’nin
ölçülü bir ifade biçimiyle ayırt edilen bir saray orkestra müziği geleneği vardır. Buna karşılık Kore halk
müziği pansori epik şiir biçiminde görüldüğü gibi oldukça coşkuludur. Konu açıkça dışa vurulan
duygularla işlenir.
Endonezya
Cava ve Bali adalarına giden turistlerin birçoğu gamelan müziğine hayran kalmıştır. Bu vurmalı
orkestralar çeşitli tunç çalgılardan oluşur: Çapları 1 metreye varan asılı koca gonklar, küçük
yatay gonklar ve gamelan denen çok sayıda ve her boyda ksilofonlar.
Bu orkestralarda davullar, çanlar, vurmalı tahta çalgılar, büyük ziller ve melodik çalgılar da yer alır.
Geçmişte çok sesli müzik sadece saray törenlerinde ve dinsel ayinlerde çalın-
Çin Operası
Çin’de çeşitli biçimleriyle müzikal oyunun geçmişi en az 2000 yıl önceye iner. Pekin operaları
18. yüzyılda sahnelenmeye başladı. Profesyonel müzisyenler bu oyunlarda hükümdarlar ile ilahlar
arasındaki entrikaların yanısıra aşk hikâyelerini ve komedileri canlandırırdı. Şarkıcıların giydiği
maskeler ve kostümlerle tanınan karakterlere telli, nefesli ve vurmalı çalgılar eşlik ederdi. Bir dizi
gonk, davul ve tahta çan oyun metnini bilmeyen izleyicilere bile ortamı, ruh halini ve dramatik durumu
aktarırdı.
yukarıda: Çin operası bir görsel temaşadır.
21. YÜZYIL
BİR GAMELAN topluluğunun Paris ; Dünya Sergisindeki (1889) gösterisi Claude Debussy’ye ilham
verdi.
MISIRLI KADIN ŞARKICI Ümmii Gülsüm (1904-1975) Arap dünyasının en büyük yıldızıydı.
RAVİ ŞANKAR George Harrison’a ders vermiş ve kemancı Yehudi Menuhin’le birlikte çalışmıştı.
şakuhaçi'nin meditasyon amacıyla çalmışında Zen Budizmi’ne özgü düşünceler esas alınır.
* -
MÜZİK
MÜZİK
Batı Afrika hikâye anlatıcılarının en önemli çalgısı kora ’nın telleri baş ve işaret parmaklarıyla çekilir.
Güney Afrika 'dahi bir Zulu kabilesinin mensupları; Afrika kültürlerinde davul hayatın bütün alanlarında
kullanılır.
Bir Afrika atasözü ölen her yaşlı adamla birlikte bir kitaplığın yandığını belirtir. Batı Afrika’nın griot
denen hikâye anlatıcıları geniş bilgi dağarcıklarıyla birer kitaplığa benzer. Meslekten yetişme
bu müzisyenler kastı 19. yüzyılın sonlarına kadar kabile
Botsvana'nın Kung klanına mensup bir Siyah elinde tek telli müzik yayıyla görülüyor.
reislerinin saraylarında görev yapardı. Griot’lar yüzyıllar boyunca tarihsel olayları, aile hikâyelerini ve
soyağaçlarını aktardılar. Aynı zamanda güncel olayları bildirip yorumlayan birer muhabir işlevi de
gördüler.
Afrika müziğinin ayırıcı bir özelliği tamtamdır. Birçok Batı Afrika dilinde bir kelimenin anlamı ses
perdesine bağlı olduğundan, değişik ses perdelerine sahip davullar çalma yoluyla mesajlar çok
uzak yerlere iletilebilir.
ÖZEL BİLGİLER
DÜNYA MÜZİĞİ: Müzik sektörünün 1980’ierde yerli kültürlerin müziğine ve 21. yüzyılda farklı küresel
üslupların kaynaşmasından doğan müziğe verdiği ad.
bölgelerinde, ayrıca Gürcüler ve Pigmeler arasında özgün bir tarzda şarkı yakılır. Armonik sesle
şarkı okuma Batı Moğolistan’daki ve komşu Tuva bölgesindeki müziğin belirli bir özelliğidir. Titreşimli
ahenk tonlarının eşlik ettiği temel tondan oluşan bir akustik ses işitilir. Armonik seslerin bileşimi
dinleyicinin bir keman ile bir piyano arasında ayrım yapmasını sağlayan bir tonal renk yaratır. Armonik
okuma tarzında şarkıcılar iki ya da daha fazla şarkı dizesini eşzamanlı olarak okur; belli dudak, dil ve
gırtlak konumlarıyla ayrı seslerin düzeyini bilinçli olarak yükseltir. Böylece titreşen uhrevi bir ses ortaya
çıkar. Tibet'teki keşişler olağanüstü derin bas sesler çıkarmak için benzer tekniği kullanır.
Birçok Amerikan Yerli topluluğu müziğin doğaüstü güçler taşıdığına inanır. Birçok şarkının düş ya
da hayal görürken akla gelmesi nedeniyle, törensel davranışlar ancak seslendirme yoluyla açıklanır.
Toplantılara eşlik edecek davullar önceden törenle kutsanır. Böyle törenlerde kullanılan en
eski çalgılardan biri flüttür. ABD'nin güneybatı kesimindeki Amerikan Yerlilerinin bir kültürel
sembolü olan flütçü Kokopelli figürü bin yılı aşkın bir geçmişe dayanır.
SÖZLÜ GELENEKLER
Birçok kültürde müzik aktarımı sözlüdür. Bu, birçok Afrika bölgesinin ritmik bakımdan karmaşık müziği
için geçerlidir. Amerika ve Avustralya yerlilerinin müziği büyük ölçüde dinle ilişkilidir.
Bir devlet törenine saray kıyafetleriyle katılan üç davulcu (Benin’in Oba sarayı, Nijerya, 17. yüzyıl).
yukarıda: Puebio savaş dansı; Amerikan Yerli kültürlerinin neredeyse bütün uğraşlarına müzik eşlik eder.
Kongo'ya ait Kundi yay arpı; bazı arplar avcı yaylarından geliştirilmiştir. (
Zimbabve'de halk şarkılarına eşlik eden mbira'nın farklı uzunluklardaki metal klavyeleri her iki
başparmakla çalınır.
solda: ilk caz orkestralarının öncüleri blues topluluklarının yanısıra yürüyüş bandolarıydı. sağda: Siyah
ilahileri İngilizce dinsel şarkıların ve Afrika geleneklerinin bir karışımıdır.
Canlı müzik geleneklerinin temel bir özelliği değişimdir. Küreselleşme günümüzde birçok özgün bölgesel
üslubun kaynaşmasına katkıda bulunuyor.
Arjantin tangosu 20. yüzyıl başlarında Buenos Aires rıhtımlarındaki genelevlerde ve barlarda doğdu.
Salsa (“salça") New York'un Latin mahallelerinde caz türünde Küba ve Porto Riko ritimlerinin
karışımıyla ortaya çıktı.
Göçmenler
ürünüdür.
MÜZİK
Kuzey Amerika
ABD’de Siyah kölelerin Afrika’dan getirdiği müzik gelenekleri Avrupa’ nın halk, pop ve askerî
müziğiyle kaynaştı. Bunun ilk örneklerinde biri blues müziğiydi. Güney eyaletlerinde 19. yüzyıl sonlarında
ortaya çıkan caz, doğaçlama ve karşılıklı
1930’lu ve 1940'lı yılların Küba son müziğinin yer aldığı “Buena Vista Social Club" albümü (1999)
dünya genelinde Küba müziğine ilgiyi arttırdı ve dünya müziğinin popülerleşmesine katkıda
bulundu. yukarıda: Compay Seğundo
“Rock and roll”un kaynağı olan ritim ve blues müzik üslubunda da aynı unsurlara rastlanabilir.
Latin Amerika müziğinin en önemli merkezi Küba'dır. Bu ülkede Afrika ritimlerinin geleneksel Avrupa
danslarıyla karışması rumba, habanera ve sonu ortaya çıkardı. Maraca olarak bilinen çıngıraklı
çalgının kökeni Amerikan Yerli geleneğidir. Afrika müziğinin “sopa” olarak anılan bir temel ritmi vardır;
eşlik eden bütün çalgıların ritimleri bunun üstüne döşenir. 1920'lerin Havana’sında kurulan altılı ve yedili
müzik topluluklarının birincil çalgıları arasında gitar, kontrbas ve trompet vardı.
1940’larda büyük topluluklarda gitarların yerini piyano aldı. Bu mambo orkestraları küresel düzeyde
popüler salsa müziğinin öncüleriydi.
Brezilya sambası Portekiz ve Afrika müziğinin Salvador de Bahîa’da kaynaşmasıyla ortaya çıktı.
Daha sonra Rio de Janeiro’da Siyahların oturduğu mahallelere yayıldı. 1960’larda Ipanema
mahallesinde Brezilya müziğinin cazla bağlantısından “Bossa Nova” doğdu. Avrupa göçmen müziğinin
(Ispanyol fla-menkosu ve Güney İtalyan melodileri) Küba habanerasıyla ve Afrika vurmalı çalgılarıyla
karışımı Arjantin tangosunu yarattı.
Yaklaşık 1000 yıl önce Hindistan' dan göç eden Çingeneler, Pakistan ve Mısır’dan Doğu Avrupa ve
ispanya’ya kadar gittikleri hemen her ülkeye özgü bölgesel müzik geleneklerini özümseyip
dönüştürdüler. Bütün bu farklı gelenekleri bir arada tutan unsurlar yüksek düzeydeki çalgı ustalığı ve
büyük coşkuydu. Doğu Avrupa düğün müziği sbtet/s'in göçmenler aracılığıyla ABD'ye ulaşmasının
getirdiği yeniliklerin bir örneği Yahudi klezmer müziğiydi.
Dünya Müziği
Batı dünyasının pop ve rock müziğinin küresel egemenliği çeşitli bölgesel müzik geleneklerine
büyük etkide bulundu. Müzikologlar bunun sonuçları konusunda görüş ayrılığı içindedir. Bir yandan
birçok geleneksel müzik formu ortadan kalkarken, diğer yandan yeni formlar ortaya çıkıyor. 20. yüzyılın
sonları köklü biçimde farklı müzik geleneklerinin gittikçe artan karışımına sahne oldu. Bu süreç
Batı Afrika kora’sının ve İsveç
Çingeneler
fiddle'sinin yanısıra dijital örneklere ve sentez seslere dayalı deneyleri getirdi. Füzyon ürünü yeni
üsluplar Batı güdümlü dünya müzik sahnesinde geniş bir yer buldu.
Karnaval Brezilya sambasının yeni biçimlerinin sürekli gelişmesinde önemli rol oynar.
Monografik Kutular
Sermayenin Etkisi, s. 471 Yıldızlar, s. 473 Bilimkurgu, s. 474 Sinemada Siyaset, s. 475
Analitik Kutular
Sinemanın öncüleri 19. yüzyıl sonlarında ilk kısa filmlerini perdeye yansıtarak dünyayı hayran bıraktılar.
Ama bu işin gelişerek 20. yüzyılda en etkili kitle iletişim aracına dönüşeceğini o sırada
kimse kestiremezdi. Bir bilimsel başarı olarak başlayan sinemanın gelişimi teknolojiyle hep sıkı sıkıya
ilişkili oldu. Sesli film gibi ilk yenilikler sinema salonlarının toplu eğlence merkezi ve yüksek gelir
kaynağı olma potansiyeline güç kattı. Son yılların daha da şaşırtıcı ilerlemeleri karşısında, bazı çevreler
“filme çekilemeyecek" bir şey kalıp kalmadığını merak ediyor artık. Sinema çarpıcı bir büyümeyle
milyarlarca dolar değerinde bir sektör haline gelmiş bulunuyor. Ama film yapımcıları bu heyecan verici
ve genç mecrada hâlâ sanatçı kimliğini koruyor.
SİNEMA
İcatlar | Sinemanın doğuşu | Sessiz filmler | Sesli filmler | Savaş sonrası dönem | Değişim süreci \ Yüksek
gişe gelirli filmler | Geleceğe bakış
SİNEMA-YEDİNCİ SANAT
Beyazperdede akan ilk görüntüler kültür yaşamında bir devrim yaratı. Çekim ve gösterim tekniklerinin
sürekli gelişmesiyle, sinema 20. yüzyılın en önemli kitle iletişim aracı haline geldi. Daha önce hiçbir
sanat dalının yapamadığı ölçüde dünyaya şekil verdi. Sinemanın gelişimine sadece sanatsal tutkular yön
vermedi; sosyal, siyasal ve ekonomik çıkarlar da önemli rol oynadı. Böylece hareketli görüntüler seçkin
kültür ve popüler kültür arasındaki sınırları bulanıklaştırdı.
& Sinema “hareket kaydetme" anlamındaki sinematografi teriminin kısaltılmış biçimidir.
Sinematografi 19. yüzyıl sonlarında henüz ilk adımlarını atıyordu. Bir dizi mucit aynı sıralarda mevcut
icatları bir araya getirip teknik bakımdan gelişmesini sağladı.
Gerçek hayatın fotomekanik bir görüntüsünü yaratmaya yönelik girişimler uzun bir geçmişe dayanır.
Arap bilgin Ebu Ali el-Hasan'ın 980 dolaylarında geliştirdiği “karanlık oda" ve 17. yüzyılda icat edilen
“sihirli kutu" modern kamera ve projektör teknolojilerinin ilk örnekleri olarak kabul edilir.
19. yüzyılda esnek yapılı selüloidin icadı sinemanın doğuşu açısından çok önemliydi. Amerikalı
George Eastman ürettiği delikli rulo filmin patentini 1889’da aldı. Ama görüntüleri oynatmayı ancak
strobosko-
pik etkinin öğrenilmesi mümkün kıldı. Bu etki saniyede 12 görüntülük kare akış hızının yarattığı
yanılsamaya dayanır; böylece insan gözünün ayrı görüntüleri seçmemesi hareket izlenimini doğurur. Char-
les-Emile Rex-naud panayırlarda bu tekniği “fena-kistoskop” ya da “praksi-noskop" adıyla gösteri için
kullandı. Sinemanın bir başka önemli buluşçusu olan Eadvveard Muybri-dge, çektiği fotoğraf dizileriyle
insan ve hayvan hareketlerini belgeledi.
film gösterimleri ikili 50 mm ruloların kullanılması nedeniyle çok zahmetliydi. Sinemanın gerçek doğum
tarihi Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin Paris’teki Grand
“Sihirli kutu "da aygıtın içine yerleştirilmiş bir ışık kaynağı görüntülerin perdeye yansıtılmasını sağlardı.
Cafe’de ücret ödeyen bir seyirci kitlesine sinematografla hareketli bir görüntü sunduğu 28 Aralık
1895 olarak kabul edilir. Sinemanın bir
Edison projektörsüz çalışan kinetos-kopu 1890’lerde icat etti.
gerçeğe dönüşmesine birçok teknik başarı ve çeşitli başka etkenler katkıda bulunmuştu.
Sinematograf birçok teknik gelişmenin yetkinliğe ulaştığı ürün sayılabilir.
Lumiere kardeşlerin “Bir Trenin La Ciotat Garına Girişi” (1895) gibi kısa filmlerinin ilk gösterimi
coşkulu bir heyecan uyandırdı.
solda: Başlangıçta Lumiere kardeşlerin gösterimleri sadece üst sınıftan seyircilere yönelikti (reklam afişi,
1896).
ilk gösterim makinelerinin mucitleri bu çığır açıcı atılımlardan yararlandı. Thomas Alva Edison tek
izleyiciye göre tasarladığı kinetosko-puyla 1893’te ilk filmleri gösterdi. Sanayileşmeyle birlikte
kentlerde kitlesel tüketimin ortaya çıktığı bir dönemde böyle bir icadın yaygınlaşması mümkün değildi.
Alman Sklada-novvsky kardeşlerin Berlin’deki VVİntergarten Salonu’nda biyoskopla
Sinematograf Sunar
İlk başta gösterimler saniyede 16 ila 40 görüntü akışı hızıyla yapılırdı. Standart 24 görüntü akışı daha
sonraları benimsendi.
SİNEMANIN DOĞUŞU
Görsel sansasyona eşlik eden heyecanın ardından, sinema ekonomik çıkarların önemli bir rol oynadığı
yeni bir sanatsal mecra olarak yer edinmeye başladı.
FİLM DAĞITIMI 1904’te başladı; böy-lece gösterim seansları ve kârlar daha iyi denetim altına alındı.
Geçici “otomatik pikaplar" sinema salonlarından 1905'te çıkarıldı; Wur-litzer orgunun bulunduğu bir
sinema, 1920.
Sermayenin Etkisi
MAHKEMELİK SİNEMA: Amerikan sinemasının ilk yıllarına patentle (film malzemesi vs. için) ilgili
birçok hukuki anlaşmazlık ve film sektörünü denetim altına alma uğraşı damgasını vurdu. New York’ta
1909’da Film Patentleri Şirketi adıyla kurulan bir tröst, Edison’unkileri de kapsayan bütün patentleri
elinde topladı. Şirketin tekelci konumu bir dava furyasına yol açtı.
HOLLYVVOOD’UN KURULUŞU: Anti-tröst hareketin en etkili silahı buluşçuluktu. Yeni uzun filmler
bağımsız yapımların seyirci sayısını arttırdı. Birçok bağımsız film şirketi 1910’dan sonra NewYork’taki
tröstün nüfuzunun pek geçmediği Los Angeles’a taşınmaya başladı. Dahası, yörenin iklimi film yapımı için
ideal koşullar sağladı.
George s Melies “Ay'a Yolculuk"ta (1902) bugün bile kullanılan tekniklere başvurdu.
Buklelerin yarattığı markalar: Mary Pickford (yukarıda “Küçük Annie Ro-oney", 1925; sağda “Cilveli
Kadın”, 1929) gibi yıldızlar hedefe i dönük reklam ve basın kampanyalarıyla pazarlandı. Beyazperdenin
klişeleşmiş rollerdeki cici kızları sinema salonlarının dolmasını sağladı.
SİNEMA
Alman sinema sanatı: “Praglı Öğrenci”deki (1913) eş ruhlu hayalet teması ustaca ışık efektleriyle
yoğunlaştırıldı.
Teknik ilerleme sinemanın popüler bir sanat dalı olarak gelişmesinin sadece bir yönüydü.
Varyetelerdeki özel film gösterimleri çok geçmeden yerini profesyonel bir film sektörüne bıraktı. Sinema
bir ekonomik faktör haline geldi.
Lumiere kardeşler sinematografı sadece günlük yaşamı belgelemek için kullandı. Fransız
tiyatro işletmecisi George Melies ise yeni teknolojinin yanılsamalar yaratma potansiyelini kavradı.
Stüdyoların perde arkalarının kurmaca ortamlar sağladığı büyülü filmler yaptı.
Anıtsal İtalyan filmi “Ouo Vadis" (1912) daha sonraki birçok film destanını etkiledi.
korku ve hortlak hikâyelerini beyazperdeye aktardı. Çektiği “Ay’a Yolculuk” (1902) yaklaşık 15 dakikalık
ilk uzun film olarak sinemada bir kilometre taşı oldu.
Ekonomik faktörler filmleri kitlesel gösterilere dönüştürmede hayati bir rol oynadı. Lumiere kardeşler
filmlerinin yapımında yönetmenliği de üstlenmiş, ama patentlerini 1897’de Charles Pathe adlı şovmene
satmışlardı. Fransız sinema sektörünün kurucusu sayılan Pathe, dünya genelinde film ticareti üzerinde I.
Dünya Savaşı’na kadar hatırı sayılır bir nüfuz elde etti. Eskiden çok az seyirciye hitap eden varyete
gösterilerini daha geniş bir kitleye açtı. Çekimin bütün aşamalarını yürütecek Societe Pathe Freres adlı
bir şirket kurdu, işe aldığı yönetmenler şirkete ait stüdyolarda her hafta on yeni film çıkarmaya başladı.
Pathe kameralar ve projektörler satın aldı; Belçika ve Fransa’da 200 sinema salonu işletti.
Ulusal Özellikler
Başka ülkelerde de ulusal özellikler taşıyan film sektörleri kurulmaya başlandı. ABD’de Edwin S.
Porter ilk western filmi “Büyük Tren Soygunu”nu 1903’te çekti. Filmlerde kurguyu sanatsal
yaklaşımla kullanmaya öncülük etti.
Avrupa’nın Fransa'dan sonra gelen en önemli film yapım ülkesi Danimarka oldu. Pathe örneğini izleyen
Ole Olson, Nordisk Films Kompagni adıyla bir film yapım şirketi kurdu. Şirket adına Viggo
Larsen’in çektiği macera filmi “Lö-vejagten" (1906) bir taşkınlığa yol açtı.
İtalya’da tarihsel konuların tercih edilmesi ilk anıtsal filmlerin yapımını getirdi. Komedi türü Fransa’da
tutuldu.
Almanya’da film furyası ancak 1910’a doğru başladı, ilk başlarda çoğunlukla azılı bir çapkının kadın ve
erkek kahramanın mutluluğuna musallat olduğu aşk hikâyelerine dayalı melodramlar çekildi.
Film yapımcıları zamanla Ger-hart Hauptmann gibi tanınmış yazarlarla birlikte çalışmaya yöneldi.
Yönetmenin film üzerinde tam denetime sahip olduğu yaratıcı sinema doğdu. Avrupa’daki Asta Ni-elsen
ve ABD’deki Mary Pickford gibi aktrislerle 1910’dan sonra ilk film yıldızları sahneye çıktı. Onlar bile
sinema sektörünün gittikçe artan gücünün ve profesyonelliğinin bir işaretiydi.
SİNEMA
SESSİZ FİLMİN ZAFER GEÇİDİ
Avrupa film sektörü krize sürüklenirken, yeni sanatsal açılımların denendiği Hollyvvood birçok değişik
türe dayalı bir atılım yaşadı.
İki yönlü kilometre taşı: Destansı “Bir Ulusun Doğuşu" filmini lekeleyen bir unsur beyaz Amerikan
orta sınıfının ırkçılığıydı.
I. Dünya Savaşı sinema sektöründe köklü bir dönüm noktası oldu. Avrupa'da çekilen film sayısı
çarpıcı bir düşüş gösterdi.
S inemada S iyaset
Siyasetin sinema sektörü üzerindeki etkisi arttı. Almanya’daki özel film şirketleri 1917’de
Universium Film AG (UFA) adı altında birleşti.
Bu şirketin sermayesinin üçte biri, yeni mecrayı kendi ideolojisini yaymak için kullanmak isteyen
devlete aitti. Siyasal etkinin daha belirgin olduğu 1920’lerin İtalya ve Rusya’sında sinema faşist ve
komünist devletlerin bir propaganda aracı olarak kullanıldı.
ABD'de film tröstüne (s. 471) karşı sıkı mücadeleyle ortaya çıkmış film şirketleri başka bir şekilde
sanatsal bağımsızlıklarını kaybettiler. Filmlerin gördüğü büyük rağbet ancak ödünç parayla ve borsayla
finanse edilebilecek şubelerin pıtrak gibi büyümesine yol açtı. Dolayısıyla en önemli film yapımcıları
büyük şirketlerin denetimine girdi. Böylece düşünsel içerikten yoksun kalan filmlerde ırkçı eğilimler baş
gösterdi. Bütün ABD sinema sektörü şu ya da bu ölçüde oto-sansüre yöneldi.
Bununla birlikte aynı dönem sessiz filmlerde D. W. Griffith’in ve üç saatli iç savaş destanı “Bir Ulusun
Türlerin Çoğalması
ABD sinema dünyasındaki üstünlüğünü sırf savaşa ve Avrupa film kültüründeki gerileyişe borçlu değildi.
Hollyvvood'un sanayi kuruluşu gibi örgütlenmiş stüdyoları ekonomik büyümeye ağırlık vererek, uzun
filmlerin ve yıldızların gördüğü rağbetten yararlandı. Birçok değişik tür otaya çıktı: Charlie
rDPflDCTb,
f 2 il
PDHEHDCİU ÎİDTEM
Rus Devrimi filmlerinde başvurulan yeni kurgulama teknikleri SergeyAyzenştayn’ın “Potemkin Zırhlısı”
filmiyle yetkin düzeye ulaştı.
lS*
Robert Wienes’in ekspresyonist şaheseri “Dr. Caliğari'nin Muayenehanesi”hde (1919) asimetrik duvarlar
ve bir uyurgezerlik havası vardı.
Chaplin’in başrolünü oynadığı komediler, Douglas Fairbanks'in başrolünü oynadığı macera filmleri ya da
Greta Garbo’nun başrolünü oynadığı melodramlar.
Sovyetler Birliği’nde komünist avant-garde sinema kökten farklı bir yaklaşım benimsedi.
Seyirciyi duygusal değil, daha çok eleştirel yönde etkilemeye ağırlık verdi. Fransa’da Abel Gance sekiz
saatlik anıtsal film “Napolyon”u (1927/1928) çekti; filmin yenilikçi görsel üslubunun kaynağı bir el
kamerasının kullanılmasıydı.
Öte yandan Rene Clair ve Jean Renoir sosyal eleştiri içeren dokunaklı (“şiirsel gerçekçi”)
filmlerinde sessiz sinemanın olanaklarını ustaca kullandılar. 1920’lerin Alman ekspresyonist sineması,
bilinçaltının ve düşlerin somutlaştığı filmlerle en önemli estetik katkıda bulundu. İspanyol yönetmen Luis
“Sürekli diyalog kullanmanın yanlış yol olduğu bugün için kesinlikle söylenebilir,” diye yazmıştı
Alman eleştirmen Siegfried Kracauer. Birçok çağdaşı gibi, o da görüntü gücünün sesli filmlerle
tehlikeye girdiği görüşündeydi. Her teknik yenilik beraberinde benzer bir kuşkuculuğu getirdi. Televizyon,
video kayıt cihazı ve dijital teknolojinin devreye girişinde sinemanın artık sonunun geldiği
kehanetlerinde bulunuldu.
yukarıda: Billy Wilder “Sunset Bulvarıyla (1950) Gloria Swanson (resimde) ve Buster Keaton gibi sessiz
film yıldızlarını ölümsüzleştirdi.
Bunuel güzel sanatlardan ilham aldı. Ressam Salvador DalPyle birlikte ilk gerçeküstücü film “Bir
Endülüs Köpeği”ni (1929) çekti.
Çpanmom Çüdrnes
21. YÜZYIL
PARAMOUNT, stüdyo döneminin kapanışından sonra Gulf + Western tarafından satın alındı ve
1994’te medya devi Viacom’un eline geçti.
UNITED ARTISTS 1919’da Charlie Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fa-irbanks ve David VZark
Griffith tarafından kuruldu.
METRO-GOLDVVYN-MAYER (MGM)
ilk başta üç ayrı stüdyoyu kapsıyordu. Birkaç kez el değiştirdi ve 2004’te Sony şirketiyle bir
işbirliği anlaşması yaptı.
Klasik Hollyvvood sineması II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sından kaçan yönetmenlerin ve
aktörlerin de katkısıyla parlak bir dönem yaşadı.
Bütün zamanların en başarılı melodramı “Rüzgâr Gibi Geçti” yaklaşık 2 milyar dolar gelir getirdi.
1927’de ses teknolojisinin devreye girmesi sinema sektörünü temelden değiştirdi. Müzikal film gibi
tamamen yeni türler ortaya çıktı. Aralarında komedyen Buster Keaton ve sessiz film divası
Gloria Svranson’un da bulunduğu birçok oyuncunun meslek yaşamı son buldu. Sesli filmler 1930’ların
ortalarına kadar çoğu kez farklı kadrolarla ve yüksek bir maliyetle aynı anda iki ya da üç dilde
versiyonlar halinde çevrildi. Filmlere yabancı dillerde dublaj 1930’ların sonla-
Hitler’in siparişi: Leni Riefenstahl Nazilerin Nürnberg kongresini “İra denin Zaferi" (1935) adıyla
filme çekti.
ÖZEL BİLGİLER
SEKİZ BÜYÜK STÜDYONUN 19301a-rın sonlarında ABD sinema sektörünün kârındaki payı yüzde
90’dı. REKOR TUTAR: Hollywood 1946’da 1,7 milyar dolar kazandı.
MICHAEL CURTIZ sadece i930larda 44 film yaptı; toplam 100'ü aşkın filminden en ünlüsü
“Cazablanca"dır.
rında başladı. Kademeli olarak rengin devreye girmesi sinemayı daha gerçekçi hale getirdi. Bu
süreçte, sinemayı günümüze kadar belirleyen teknik koşullar yaratıldı.
Avrupa sineması Nazilerin 1933’te Almanya’da iktidara gelmesiyle ve 1939’da II. Dünya
Savaşı’nın başlamasıyla yeni bir krize girdi. Almanya'da daha 1920’lerin sonlarında birçok askerlik
filmi milliyetçiliğe doğru bir eğilimi yansıtmıştı. Milliyetçi görüşlü Alman yayımcı Alfred Hugenberg
bu ortamda UFA’nın sahibi oldu.
Dayatmacı gelenekçilik ve ırkçı politika, aralarında yönetmen Fritz Lang, senaryo yazarı Billy
VVİlder, yapımcı Erich Pommerve aktör Pe-ter Lorre’un da bulunduğu en iyi sinemacıları ABD’ye göç
etmek zorunda bıraktı. Naziler sinemanın gördüğü rağbetten yararlanmak üzere, Alman halkını
fedakârlığa çağıran anti-Semitikve propagandaya dönük filmler yaptılar. Ayrıca görünüşte apolitik eğlence
filmleriyle kitlelere ideal bir dünya sunuldu.
S tüdyoların Gücü
Kâr güdümlü film yapımcılığı koşullarında, stüdyo patronları sanatsal içerik konusunda son söz sahibi bir
konum kazandı. Her stüdyo kendine göre bir üslup geliştirdi. Bir istisna Orson Welles’in “Yurttaş Kane”
(1941) filmiyle elde ettiği olağanüstü başarıydı.
ERROL FLYNN macera filmi “Kanlı Kaptan"daki rolüyle bir anda yıldızlaştı; daha sonra bu türe başka
hiçbir yıldızın erişemediği biçimde damgasını vurdu.
Marlene Dietrich “Mavi Melek"teki (1930) Lola rolündeki büyük başarısının ardından Hollyvvood
filmlerinde oynayarak dünya çapında şöhrete ulaştı.
KİTLESEL HİSTERİ: Rudolph Valentino filmlerinden çok, ölümüyle bir efsaneye dönüştü. Yaklaşık
80.000 kişinin cenazesine katılması 1926’da bir kitlesel histeriyi tetikledi. Bir “Latin âşık” olarak,
tanıtımla bir rol modeline dönüşen yıldızların birinci kuşağındandı. Örneğin, Humphrey Bogart ne çok
yakışıklıydı, ne de olağanüstü bir oyuncuydu. Ama bütün bir erkek kuşağı onun tipik “yalnız adam”
karakterleriyle özdeşleşti.
İMAJ SORUNLARI: Mary Pickford 1920’lerin sonuna doğru masum kız dışındaki rollerde oynamaya
başlayınca kariyeri ^ sona erdi. Daha sonraları bir oyuncunun beyazperde ima- “ jıyla ironik bağlantısı
basitleşti. Çapkınlığıyla meşhur Mar-lon Brando “Don Juan de Marco"da (1996) seks sembolü
yaşlı adam karakterini başarıyla çizdi.
“ilahe" Greta Garbo hep soğuk karakterleri canlandırdı; 1941’de henüz 36 yaşındayken sinema
dünyasından çekildi.
Yıldızlar
“Caz Şarkıcısı" (1927) tarihteki ilk sesli film olmakla birlikte, sessiz filmin birçok özelliğini
yansıtıyordu.
SİNEMA
il. Dünya Savaşı’nın bitişini izleyen dönem sinemada yeni bir kültürel çeşitliliği getirdi. Televizyonun icadıyla sinemaya giden
seyirci kitlesi azaldı.
Roberto Rossellini harabeler arasında çektiği “Almanya Sıfır Yılı" (1948) filminde suç ve günah temasını
işledi.
BİLİMKURGU türünde ilk tam metrajlı ve konulu 51 iş film Sovyet propaganda yapımı “Aelita "dır
(1924).
Bilimkurgu
BUGÜNE AYNA TUTMAK: Daha 1920’lerde Fritz Lang ütopya olarak birtoplum tasarısını
(“Metropolis”, 1926 ve “Ay'daki Kadın”, 1929) kavramlaştırmıştı. Bu tür Soğuk Savaş sırasında büyük
rağbet gördü. Nükleer tehdidinin ve komünist avının toplumda uyandırdığı korku duygusu Franklin J.
Schaffner’in “Maymunlar Cehennemi” (1968) ve Don Siegel’in “Invasion of the Body Snatchers” (1956)
gibi filmlerine yansıdı. 1960’lardan itibaren hızlı teknolojik gelişme teması popüler hale geldi.
H. G. Wells’in “Dünyaların Savaşı” romanının radyo yayını 1938'de yaygın panik yaratmıştı; roman
George Pâi tarafından 1953'te filme çekildi.
Stanley Kubrick "2001: Uzay Macerası"nın yapımı için üç yıl NASA uzmanlarıyla birlikte çalıştı.
“YILDIZ SAVAŞLARI” şimdiye kadarki en başarılı bilimkurgu film olarak 775 milyon dolar gişe geliri
sağladı.
Humphrey Bogart koskoca berbat dünya karşısında güçsüz kalan kırgın kahraman tiplemesinde aşılamadı.
Kara Film (Film Noir) Fransız şiirsel gerçekçiliğinden ve Almanya ekspresyonizminden (s. 472)
etkilenmiş bir akımdı. Ana çerçevesi suç ve şiddetin görsel unsurlarıyla bezenmiş cinayet olayları ve
detektif hikâyeleriydi. Bu iç karartıcı siyah-beyaz filmlerin odağında, mutsuz geçmişiyle dünyaya küskün
olan ve ahlaktan yoksun ortamda yaşayan bir kahraman yer alırdı. Güvensizlik ve belirsizlik duygusu
erkek baş karakterin karşı cinsle ilişkilerine yansırdı. Lauren Bacall ve Rita Hayvvorth gibi oyuncular
canlandırdıkları vamp kadın tipine uygun düşen çekici ve özgür kahramanlar olarak öne çıktılar.
II. Dünya Savaşı'nın ardından sinema dünya genelinde gittikçe artan bir rağbet kazandı. Yeni siyasal
özgürlük ortamı çeşitli sinema kültürleri arasında alışverişi özendirdi.
; Ji.
Sinemanın uluslararası niteliğe kavuşması bu dönemde büyük Avrupa film festivallerine (Cannes 1946,
Berlin 1951) katılımlarla kendini gösterdi. Örneğin, Japon yönetmen Akira Kurosava “Raşomon” (1950)
filmiyle 1951 Venedik Festivali’nde birinciliği elde ederek dünya çapında üne kavuştu.
Japon sineması Batı etkisine daha 1920'lerde açıldı. Japon filmleri de dünyanın her yanında
yapımcılara ilham kaynağı oldu. Örneğin, John
Sturges’in çektiği “Muhteşem Yedili” (1960) Kurosava’nın "Yedi Sa-muray" (1954) filminin Amerika
kültürüne bir uyarlamasıydı. Totaliter yönetimlerin yıkılışı Batı Avrupa’da olağanüstü bir
üslup çeşitliliğini ortaya çıkardı. Roberto Rossellini (“Roma Açk Kent",
menler yarı belgesel nitelikte bir yeni-gerçekçi üslup geliştirdi. Bu apaçık gerçekçilik İtalyan
anıtsal filmlerine ve Mussolini’nin faşist
1960’larda televizyon önünde bir aile; evde film izleme olanağı sinemayı gereksiz hale getiriyor.
propagandasına bilinçli bir tepkiydi. İsveç’te Ingmar Bergman savaş sonrası dönemde hüküm süren genel
güvensizlik duygusunu ifade etmek için sinemayı kullandı. Alain Resnais (“Geçen Yıl Marienbad", 1961)
gibi Fransız yönetmenler konunun ikinci planda kaldığı yenilikçi ve cesur filmler çektiler. Birkaç istisna
dışında, Batı Alman filmleri
Nazi dönemini işlemekten kaçındı. Bunun yerine idealleştirilmiş ortam larda ucuz duygusal filmler,
silahlı kuvvetlerin cürümlerini örten savaş filmleri çevrildi. Doğu Alman DEFA (Deutsche Film AG)
nispeten daha eleştirel bir tutum takındı; örneğin, Konrad Wolf filmlerinde Yahudi soy kırımını ve
Nazizm’i işledi.
Savaş sonrasında Hollyvvood’da yeni film türleri ortaya çıktı: Bilimkurgu, kara film ve
Alfred Hitchcock’un korku filmleri. Bu filmlerin içeriğini siyasal durumun (Soğuk Savaş, McCarthy
dönemi) ve teknolojik ilerlemenin tetiklediği bireysel korkular belirledi. Sinema seyircisi kaliteye daha
duyarlı ve daha seçici hale geldi. Televizyonun doğuşu yaşça ileri kesimlerin sinemadan uzaklaşmasını
getirdi. Böylece film kahramanları gençleşirken, senaryolarda gençliği gözeten bir anlayışla yazılmaya
başladı.
ÖZEL BİLGİLER
JOHN CARPENTER'IN “Kara Yıldız"ı (1974) Kubrick’in “2001" filminin bir parodisiydi.
Sinemanın altın çağı kapanmıştı. Bu kriz döneminde sahneye sinemayla büyümüş olan yeni bir
yönetmenler kuşağı çıktı.
SİYAH AMERİKALILAR ilk kez 196O'ların sonlarında popüler filmlerde başrolleri canlandırdı.
1970-1975 ARASINDA Siyah Amerikalıların yurttaşlık hakları hareketinin etkisini taşıyan 200'e yakın
film çekildi.
JUUA ROBERTS çevre dramını işleyen “Erin Brockovich”teki rolüyle 2001'de Oscar ödülü aldı.
Pam Grier “Coffy" (1973) gibi aksiyon filmleriyle Siyah Amerikan sinemasının bir ikonu haline geldi.
Kahramanı Siyah Amerikalı bir detektif (Richard Roundtree) olan “Korkusuz" filmleri 1970'lerde büyük
gişe başarısı elde etti.
SİYASAL FİLMLER: Film klişeleri 1970’lerde kırılmaya başlandı. Ağırlıklı olarak sosyal ve siyasal
sıkıntıları konu alan yeni türfilmler ortaya çıktı. Temelinde bir siyasal amaç yatan filmler bazen
sırf eğlenceye dönük yapımlar kadar popüler olabilir; bunun yakın bir örneği “Brokeback Dağfdır
(2005). Ne var ki, böyle filmler çok azdır.
Sinemada Siyaset
YILDIZ DALGASI: Hollyvvood filmleri çoğunlukla heteroseksüel bir erkek bakış açısını yansıtır.
Amerika sinemasının parlak dönemindeki birçok yapım esas olarak gizli ırkçılık izleri taşırdı. Siyah
Amerikalılar ya da eşcinseller gibi azınlıklar daha çok suçlu, uşak ya da palyaço rollerinde oynardı.
1950’lerde kadınların konumu bir seks nesnesi (Marilyn Monroe) ya da masum bir bakire
SINFMA
Kentte savaş: Robert De Niro “Taksi Şoförü "ntie (1976) kendi ahlak anlayışının şerif yardımcısı.
Televizyonun dünya genelinde tutulması sinema kültüründe bir gerilemeye yol açtı; Hollyvvood bir
durgunlukla sarsıldı. Çok sonraları stüdyolar televizyonun getirdiği yeni olanakların farkına vardı ve
yeniden gösterimler için arşivlerini açma ya da bu yeni formatta filmler yapma yoluna gitti, ilk başta çok
geniş sinemaskop formatı ya da üç boyutlu film gibi kısa ömürlü yeniliklere başvurarak televizyonla
rekabet etme çabasına girildi. Ama stüdyo sisteminin (s. 473) tamamen köhneleşmesi nedeniyle, bu bir
çıkar yol değildi. John Wayne ve Cary
Grant gibi eski beyazperde idolleri western tarzı klasik türlerin sıradanlaşmasıyla revaçtan düşmüştü.
Büyük şirketler zamanla bütün sinema sektörünü ele geçirmişti.
Birçok Batı toplumunun kuşak çatışmasına ve değerlerdeki temel bir değişime girmesiyle birlikte,
belli bir noktada filmler bir yenilenmeden geçti. Fransa 1950'lerde eski otoritelere karşı seslerini
yükselten yeni bir sinemacı grubunun ortaya çıkışına sahne oldu. Jean-Luc Go-dard, Louis Maile, Claude
Chabrol ve François Truffaut gibi bu “Yeni Dalga” yönetmenleri yerleşik türlerin ve kalıpların dışına
çıktı. Filmlerde karakter sunuluşunu köklü biçimde değiştirdi. Eski filmlerdeki göze çarpmayan
kurgulama anlayışına karşı çıkarak, bilinçli olarak montaja ağırlık verdi.
“Yeni Dalga” başka ülkelere de yayıldı ve benzer film yapım okullarını etkiledi. “Yeni Alman
Sineması” üslubunu yaratan Rainer Werner Fassbinder, VVerner Herzog, Alexan-der Kluge ve Wim Wen-
ders 1950’lerde egemen olan moral verici sinema üslubuna bağlı kalmak yerine, dönemin en yakıcı
çatışmalarını işlemeye yöneldi.
Cinsel özgürlük bu yeni uyanışın bir unsuruydu. Örneğin, Ber-nardo Bertolucci büyük yankı
uyandıran “Paris’te Son Tango"da (1972) tipik erkek karakter çiziminden önemli ölçüde saptı. Pop
kültür de gittikçe filmleri etkiledi. Miche-langelo Antonioni’nin bu eğilimi yansıtan “Cinayeti Gördüm"
(1966) filmi, “Hareketli Londra'da” genç kuşağın hayata karşı tutumunu ortaya koyar.
Brezilyalı yönetmen Glauber Rocha siyasal alegori tarzındaki filmleriyle “Yeni Sinema”ya öncülük
etti. ABD'de bir grup genç yönetmen, aktris ve aktör büyük stüdyoların yaratıcılıktaki tıkanıklığına
tepki gösterdi. Bunun ilk örneği Dennis Hopper ve Peter Fonda’nın Amerikan düşüne toyca bir kötümser
yorum getiren “Bir Özgürlük Şarkısı”
(1969) filmi oldu. Ge-orge Lucas (“THX 1138", 1970) ve Ste-ven Spielberg (“Düello”,
1971) sinemaya ilk adımlarını attı. Martin Scorsese (“Arka Sokaklar”, 1973; “Taksi Şoförü”, 1976;
“Kızgın Boğa”, 1980) ve Fran-cis Ford Coppola (“Konuşma”, 1974;
“Baba”, 1972; “Kıyamet”, 1979) en iyi filmlerini çekti. “Yeni Hollyvvood” dönemi sinema için
beklenmedik bir talih oldu.
YÜKSEK GİŞE GELİRLERİ: SONU GELMEZ DEVAMLAR
Yapımcıların gücü 1980’lerde sanatçıların özgürlüğünü kısıtladı. Filmler zengin gösterilerin sunulduğu ve teknolojik ilerlemenin
yansıtıldığı araçlara dönüştü.
1920’lerde Rus yönetmen Dziga Vertov (“Kameralı Adam”, 1929) bağımsız bir mecra olarak belgesel
türüne öncülük etti. Hafif 16-mm’lik kameralar 1960’larda ABD’de Frederick VViseman, D. A.
Pennebaker ve Maysle kardeşlerin “doğrudan sinema” yapımlarını kolaylaştırdı. Vertov’un “sinemasal
gerçeklik” (kinopravda) kavramını esas alan Chris Marker gibi Fransız film yapımcıları 1960'larda
kamerayı bir “göz” gibi kullanarak cinema verite akımını başlattı.
Michael Moore “Fahrenheit 9/11" (2004) ve “Benim Cici Silahım" (2002) çekimleriyle belgesel filmi
popülerleştirdi.
Ev sineması: Videokaset yeni bir hedef kitle yarattı. Çoğunlukla korkuya ve boş konulara dönük filmler
video formatında piyasaya sürüldü.
“Yeni Hollyvvood” döneminin (s. 475) sonunu Michael Cimino'nun destansı “Cennetin Kapısı”
(1980) filmi getirdi. 50 milyon dolar bütçeli bu film United Artists'i finansal yıkıma sürükledi. “Geyik
Avcısı”yla (1978) bir Oscar almış olan Cimino mükemmeliyetçi yaklaşımları, zorlu çekim planları ve
kabarık bütçeleriyle yüksek risklere girişen müşkülpesent yönetmenlerin simgesi haline geldi. "Cennetin
Kapısı” için hüküm, orijinali beş saat olan bu filmin kısaltılmış bir biçimde sinemalarda gösterime
çıkmasından önce verildi. Böylece sinema tarihinin en büyük fiyaskosu oldu.
“Cennetin Kapısfnın batışı yaratıcı yönetmenliğin ve 1970’ler-deki ruh halinin sona erdiğinin sinyaliydi.
ABD ve Avrupa’daki siyasal ortam değişmişti. Ronald Reagan’ın sendika karşıtı
stratejileri Hollyvvood’u etkiledi; çünkü stüdyolar sinema sektörünü yeniden denetim altına aldı. Sadece
birkaç istisnai örnekte yönetmenler çektikleri filmlerin son haline karar verir oldu.
Sinemanın estetik niteliğinin 1980’lerde gerilemesine iki etken daha katkıda bulundu. Birincisi, video
teknolojisi, geniş çaplı dağıtım
aracılığıyla yeni bir film pazarı yaratarak, dünya genelinde etkisini duyurdu. Öte yan- »
İkincisi, televizyon ve
Tür karışımı: “Yıldız Savaşları" macera, bilimkurgu, peri masalı ve aksiyonun bir bileşimiydi. R2-D2 ve
C-3PO figürler hafifletici komik unsurlardı.
ÖZEL BİLGİLER
MALİYETİ 200 milyon doları aşan ilk film Peter Jacksonin 2005’te çektiği “King Kong” oldu.
YAKIN DÖNEMDEKİ en kazançlı film James Cameron’un 1,8 milyar dolar gişe geliri s ağlayan
“Titanik" (1997) filmidir.
buna bağlı olarak seyirci beklentisi değişti. Kablolu özel kanallar birçok değişik eğlence programı
sundu; bunlar arasında kendi videolarını yayınlayan müzik kanalı MTV de vardı.
Gösterişli tarzda çekilen ve büyük reklamı yapılan “yüksek gişe gelirli" filmler Hollyvvood’da
artan ticarileşmenin simgesine dönüştü. Böyle filmlerin finansal başarısı gittikçe ulusal
ayrımları bulanıklaştıran uluslararası pazarlamaya bağımlı hale geldi. Devamlar, yeniden yapımlar
ve edebiyattan beyazperdeye uyarlamalar öngörülebilir sinema başarısını sağlar oldu.
1980'lerin başat türü hızlı tempolu ve özel efektlerle dolu aksiyon filmiydi. Yeni yıldızlar artık devam
çekimlerine uygun basit beyazperde kişilikleriyle Sylvester Stallone (“Rocky”,
“Rambo") ve Arnold Schvvarzenegger’di (“Terminatör”). Yeni gelişmelere ayak uyduran bir dizi “Yeni
Hollyvvood" yönetmeni de aynı dalgaya kapıldı: Ge-orge Lucas (“Yıldız Savaşları”) ve Steven Spielberg
(“Jaws”, “Indiana Jo-nes").
Hollyvvood’un Etkisi
Avrupa sineması açıkça rotasını Hollyvvood'a göre belirledi. 1980'lerin başında İngiliz yapım şirketi
Goldcrest “Gandi” ve “Ölüm Tarlalarıyla dünya çapında elde ettiği başarıyı kutladı. Almanya’da yapımcı
Bernd Eichinger “Gülün Adı” (1986) ve “Ruhlar Evi” (1993) gibi filmlerle uluslararası başarıya ulaştı.
Hollyvvood, yapımlarında AvrupalI sinema sanatçılarına yer vererek bu rekabete karşılık
verdi. Hollanda'dan Paul Verhoeven (“Ro-bocop”, 1987), Almanya’dan Wolf-gang Petersen (“Ateş
Hattında”, 1993) ve Avustralya'dan Peter Weir (“Ölü Ozanlar Derneği”, 1989) gibi yönetmenler en
başarılı filmlerini ABD'de çektiler. Çin sineması ve yönetmenleri (Chen Kaige, Zhang Yimou) ilk kez
1980’lerin sonuna doğru daha geniş uluslararası ilgi gördü.
“Jurassic Park’taki dinozorlar masa başında hazırlanmış animasyonlu bilgisayar grafikleridir.
Hollyvvood’un yüksek gişe gelirli filmleri modaya uygun ve atak pazarlamaya dayalı medya olaylarıdır.
Ana akım sinema dışında, yeni bir bağımsız sinema biçimi de ortaya çıkmış bulunuyor. Dahası,
dijitalleşme günümüzün filmlerini temelden değiştiriyor.
Miramax'tan “bağımsız film": Çuentin Tarantino’nun 8 milyon dolar bütçeli “Ucuz Roman "ı (1994)
100 milyon dolann üzerinde gişe yaptı.
Hollywood için Hong Kong filmi: Anğ Lee’nin 19VO'terdeki dövüş sanatı ; filmlerine saygı niyetine
çektiği “Kap-\ lan ve Ejderha" (2000).
Günümüzde geleneksel sinema ile şifreli TV, dijital korsanlık ve kaçak DVD piyasası arasındaki
rekabet daha da kızışmış durumda. Artan ekonomik baskı karşısında, 1990’lardan beri yüksek kârlı devam
filmleri çekiliyor. Neredeyse her başarılı filmin bir devamı var. Artık birçok film baştan bir
diziye (“Matriks”, “Yüzüklerin Efendisi”) dönüştürme niyetiyle çekiliyor.
Tutulan kitapların (“Harry Potter”) ve süper kahramanlı çizgi romanların (“Batman", “Örümcek
Adam”), ayrıca son zamanlarda video oyunlarının (“Tomb Raider”, “Resident Evil”) beyazperde
uyarlamaları gişe başarısını sağlıyor. Yetişkin seyircileri çekmek için, böyle filmler kültürel olaylar gibi
sunuluyor. Bu arada yüksek gişe gelirli bir filmin pazar-lanması toplam bütçe içinde on milyonlarca
dolara mal oluyor. Öte yandan “Titanik”in 1997’de 100 milyon dolar sınırını aşmasından beri devasa film
bütçeleri daha yaygın hale geliyor.
1990’ların başlan ABD’deyeni yaratıcı yönetmen filmlerinin ortaya çıkışına sahne oldu. Bu tür “bağımsız
film'Terin öncülüğünü Bob ve Harvey VVeinstein kardeşlerin film dağıtım şirketi Mi-ramax yaptı. Seçilen
küçük bütçeli, yenilikçi ve etkili yapımlar kamuo-
Günümüzde beyazperdede gösterilen birçok film ancak bilgisayarla elde edilebilecek görsel efektler
içerir. “Kesintisiz dönüşüm” tekniği iki dijital görüntü arasında geçişi sağlayarak, ayrıntılı
kaynaştırma işlemini gereksiz kılar. “Birleştirme" çeşitli ayrı kayıtları biraraya getirme yoluyla sahnelerin
seri yapımına olanak verir. Tamamen “sahneleme” tekniğine dayalı bilgisayar yapımı ilk filmler
1990’ların ortalarında sinemalarda gösterime çıktı.
yunda yankı uyandırdı. Steven Soderbergh’in 1980’lere veda niteliğindeki “Seks Yalanları” (1989) filmi
sadece 1,2 milyon dolar maliyetle ABD’de 25 milyon dolar gişe geliri elde etti ve Cannes Film
Festivalinde Altın Palmiye kazandı.
Son 15 yılda sinemayı en çok etkileyen şeylerden biri, dijitalleşme-nin yanısıra küreselleşmedir.
Kısıtlı bütçeler nedeniyle Amerikan animasyon filmlerini Asya'da kotarma eğilimi güçlenirken, bazı
Hollyvvood yapımları da Doğu Avrupa’da çekiliyor. Gelişen uluslararası pazarlama mekanizması, türleri
ve kültürleri aşan yapımlara yöneliyor. Ama internet ve DVD yoluyla dünya çapında dağıtımın bilinmeyen
sinemalara ulaşmayı sağlamasından dolayı, bu süreç ulusal sinema kültürlerini de güçlendiriyor.
Dijitalleşme
Film gösterimcileri de yeni bir tehditle karşılaşıyor: Beyazperdeden korsan çekimle kopyalanan filmler
dijital formatla dağıtılıyor.
Egzotik Düş Fabrikaları: Bollyvvood
Hindistan’da her yıl (Hollyvvood'a göre üç katlık bir üretkenlikle) çekilen 900 filmin 250'den
fazlası Mumbai çıkışlıdır. Hint sinema sektörü Mumbai'nin eski adı “Bombay” ve “Hollyvvood"
kelimelerinin bileşimiyle “Bollyvvood” olarak anılır. Genelde üç saat süren duygusal melodramlar
dans, aksiyon, şarkı, komedi ve dini unsurların bir karışımıdır. Bu tarz, 1950'ler ve 1960’larda
ortaya çıkmıştır. Bollyvvood filmleri 1990’lardan beri Batı dünyasında da rağbet görüyor.
SİNEMA
Monografik Kutular
Sağlık Ölçümleri, s. 480 Beslenme Sorunları, s. 483 Akupunktur, s. 487 Yönlendirme ve Eleştirme, s.
489 Televizyon ve Şiddet, s. 493 Ağlı Bilgisayar Oyunları, s. 494 Korsanlık ve Veri Hırsızlığı, s.
495 Kesik Tempodan Caza, s. 496 Swing, s. 497 Rock’n’ Roll ve Soul, s. 498 Moda, s. 499
Vietnam Savaşı’nı Protesto, s. 500 Rap, Hip Hop ve Breakdance, s. 501 Grunge Sahnesi, s. 502 Gençlik
Popu, s. 503
Analitik Kutular
Omurga, s, 481
Kalp ve diğer organlar \ Hastalıklar \ Beslenme \ Yeme alışkanlıkları \ Zindelik \ Stres \ Alternatif tıp
GÜNÜMÜZDE SAĞLIK
Sağlığı sırf bedensel esenlik açısından değil, zihinsel ve duygusal esenlik açısından da düşünmek gerekir.
Kişinin, sadece faydalı beslenme ve egzersizlerle bedensel sağlığını değil, doğru stres yönetimiyle
duygusal sağlığını da gözetmesi önemlidir. Sağlıklı kalmak için uygulanabilecek birçok farklı yöntem
vardır. Bu yöntemlerin başarısı, kişiden kişiye değişir. En önemli adım, kişinin sağlıklı bir yaşam
sürdürmeye karar vermesidir.
Sağlıklı bir kalp sağlıklı bir yaşamın temelidir. Peki, kalp hastalıkları niçin hâlâ çok yaygın ve niçin
birçok kişi bunlara yol açan davranışları sürdürüyor?
Sağlık Ölçümleri
KAN ŞEKERİ DÜZEYİ hayati bir ölçümdür. Sürekli yüksek olması diyabet denen şeker hastalığına ya da
damar sertliği, yüksek tansi- e "Ififfmt
yon ve nörolojik bozukluklar gibi diğer komplikasyonlara yol açabilir. Normal değer açlıkta 65-100
mg/dl, toklukta 120-140 rrıg'd arasındadır.
YÜKSEK KOLESTEROL, yani kan lipitleri arteroskleroz denen damar sertliğine yol açabilir. Bunun
sonucunda inme ya da enfarktüs gibi kalp hastalıkları ortaya çıkabilir.
EN ÖNEMLİ KALP-DAMAR ölçümü nabızdır. Doğrudan kalp çarpmasına bağlı atardamar vuruşuna
denk olan ve bir dakikadaki kalp atış sayısıyla belirlenen nabız, yetişkinler için normal koşullarda 60 ile
80 arasında değişir. Kalp atış hızı kişinin yaşına, hem ruhsal, hem de bedensel bakımdan sağlık ve stres
durumuna bağlıdır.
yukarıda: Kan şeker düzeyinin bir çabuk test aygıtıyla belirlenmesi. solda: Kalp atış sıktığının bir elektro-
kardiyogramla (ECG) ölçülmesi.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) şunu belirtiyor: “Sağlık, insan mutluluğu ve esenliği için temel önem
taşır. Ekonomik ilerlemeye de önemli bir katkıda bulunur; çünkü sağlıklı top
lumlar daha uzun, daha üretken ve daha tutumlu yaşar.” Günümüzde tıptaki ilerlemeler ortalama
ömrü uzatmış ve genelde daha iyi sağlık koşulları sağlamıştır. Bütün sanayi
NORMAL TANSİYON vücudun dinlenme halinde yetişkinler için 80-120 mmHg, bebekler için 70-90
mrrıHg arasındadır.
KALP normalde her gün 6.000-8.000 litre kanı işlemden geçirir. Tansiyon ölçümü
ülkelerinin karşı karşıya olduğu sağlık sorunlarının yaşam tarzıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Kalp
hastalıklarının ve bazı kanser türlerinin temelinde kötü beslenme alışkanlıklar, alkol, sigara ya da
az egzersiz yatabilir. Bedensel sağlığın en önemli yönü dolaşım, sinir ya da metabolizma sistemleriyle
ilgili organları olumsuz etkileyen davranışlardan kaçınmaktır.
Nörolojik Bozukluklar
^ insanların tıptaki ilerlemeler sayesinde daha uzun yaşaması nedeniyle, Alzheimer hastalığı gibi
nörolojik bozukluklar gittikçe artan bir sıklıkta görülüyor. Genelde 65 yaşın üzerindeki kişilerin tutulduğu
bu hastalığı diğer bunama biçimlerinden ayıran özellik etkilerin beyinde saptanabilir olmasıdır.
Alzheimer sinir hücreleri ve bozulmuş sinir uçlan içinde lif düğümlerine yol açtığı gibi, sinir hücreleri
arasındaki iletişim için gerekli bazı beyin kimyasalı salgılarını azaltır.
Alerjiler
Alerji bağışıklık sisteminin anormal bir yanıtıdır. Normalde bağışıklık sistemi virüs gibi zararlı
maddelere tepki verir ve antikorlar üretir. Çoğu kez genetik yoldan geçen alerjiler, vücudun doğal
ortamda bulunan “alerjen” denen zararsız bir maddeye tepki göstermesiyle ortaya çıkar. En yaygın
alerjenler çiçektozları, küfler ve hayvan deri döküntüleridir. Alerjenlerin tetiklediği bir kronik astım
nöbetinde, hasta nefes almakta güçlük çeker ve değişen şiddetlerde öksürür.
ÖZEL BİLGİLER
TOPLAM KOLESTEROL: LDL (kötü kolesterol), HDL (iyi kolesterol) ve daha küçük başka bileşenlerin
toplam değeri.
ASTIM en çok çocuklar arasında yaygındır; halen bu hastalığı çeken yaklaşık 300 milyon kişi vardır.
ALERJİLER yaklaşık her üç kişiden birini etkiler.
VÜCUTTAKİ HASTALIKLAR
Sanayileşmiş bir ülkede yaşamanın sonuçlarından biri hareketsiz yaşam tarzıdır. Bu da belirli kas
gruplarına aşırı yüklenilmesine, boyun ve omurga üzerinde basınç oluşmasına sebep olur.
Kuzey disiplini yürüyüşü özellikle yaşlılara uygundur; vücut üzerinde asgari stresle eşgüdümü
ve dayanıklılığı arttıran bir egzersiz sağlar.
Omurga
Boyun omurları
Göğüs omurları
Bel omurları
Evrim sonucunda iki ayak üstünde yürümeye geçiş (s. 118) insan vücudunda bazı zaaflara yol
açmıştır. Dik duruş vücudun alt kısmına ağırlık yükleyerek, bel ve kalça bölgesini zorlar. Bu
durum yaşlanmayla birlikte düztabanlık, varis, disk hasarı ve hepsinden önemlisi sırt ağrıları gibi
sorunlar yaratır. Ayrıca çalışma alışkanlıklarımızın birçoğu gittikçe sık görülen kas-iskelet
sorunları doğuruyor, insanoğlu yüz binlerce yıl içinde dik durmayı öğrenmiş olsa da, haftada 40 saati bir
ofis
OMURGA vücudun bir destekçisi olarak hemen her harekete katılır. Sarsıntıları soğurur ve vücudun
dengede kalmasını sağlar. Aralarında disklerin bulunduğu 24 omurdan oluşan bu hareketli sistemi
kaslar bir arada tutar. Yeterli egzersiz yapılmadığında, omurganın kas sistemi körelir ve sonunda
omurları destek işlevini artık gereğince yerine getiremez duruma düşürür. Sırt ağrılarının, kronik omurga
tutulmalarının ve disk kaymalarının başta gelen sebebi egzersiz azlığıdır.
koltuğunda oturarak geçirmenin omurga üstünde, evrimin öngörmediği bir basınca yol açtığı açıktır.
Artrit
Vücudun yıllar boyunca yıpranması sıkça karşılaşılan artrit sorunuyla sonuçlanabilir. Her türlü kronik
eklem sorununu kapsayan bu rahatsızlığın en yaygın türü osteoar-trittir.
Osteoartrit çoğunlukla el, diz, kalça ve omurga eklemlerini tutar. Eklem kıkırdağındaki bozulmayla
başlar; böylece ağrı ve katılaşma ortaya çıkar. Bunun temelinde çoğunlukla kıv-
Kas gruplarını ayıran ve omurgayı dengeye getiren tıbbi toplar çoğu kez Ş-ziksel terapide ve kuvvet
geliştirmede kullanılır.
rılma ya da çömelme gibi yorucu hareketlerin sıkça tekrarlanması yatar. Yaralanma ya da fiziksel darbe
de rahatsızlığın gelişimine katkıda bulunabilir.
Böyle zorlamalar eklemlerin içindeki kemik kıkırdağını aşındırabilir. Kıkırdak normalde kemik ve
eklem arasında tampon işlevini görerek hareketi kolaylaştırır. Kıkırdağın hasara uğramasıyla ve eklem
dokusunun dağılmasıyla birlikte hareketler ağrılı hale gelir; çünkü kemikler kalınlaşır ve hatta birbirine
sürtünmeye başlar.
sağlam tutmaya ve korumaya yarar. ileri yaşlarda özel egzersizler kişiyi dinçleştirmeye yardımcı olabilir.
Kişinin gücüne uygun ve ölçülü kalp-damar aktivitesi vücudun oksijen alma kapasitesini büyük
ölçüde arttırabilir.
Dik Oturun!
Bazı egzersizler belirli eklemlerin ve kas gruplarının yıpranmasını önler. Hareketsizliğin kas-iskelet
sistemi üzerindeki olumsuz etkilerinden hafif ağırlık egzersizleri, yoga ve Pila-tes yöntemi (s. 485) gibi
düzenli aktivitelerle kaçınılabilir. Hafif egzersiz kişinin sırt sorunları ve duruş bozuklukları yaşamasını
engelleyebilir. Daha yaşlı kimselerde egzersizlerin önemi bedene işlevsel “dinçlik" kazandırmada yatar,
ilk başta sadece rehabilitasyon terapisinde kullanılan egzersiz topları gittikçe her yaştan ve fiziksel
yapıdan insanlar tarafından kullanılır hale gelmiştir. Bunların yararı omurgayı destekleyen mide kaslarını
güçlendirmelerinden gelir. Osteoartrit gibi rahatsızlıkları olanlar çoğu kez bu tür egzersizlerin büyük
bölümüne katılamaz. Ancak su aerobiği gibi alternatifler suyun kaldırma kuvveti sayesinde kişinin güç,
esneklik ve dayanıklılık kazanmasına olanak verir.
ÖZEL BİLGİLER
SADECE ABD'DE her yıl sırt ağrısı tedavilerine tahminen 24 milyar dolar harcanıyor.
İNİSİYATİF ALMAK: Bir İngiliz ulusal hayır kuruluşu olan BackCare sırt so-runlarını gidermeye yönelik
tıbbi araştırmaları destekliyor.
MODERN YAŞAM
MODERN YAŞAM
iskelet, sinir ve kas sistemlerinin yanısıra iç organların en doğru şekilde işlev görmesi
açısından beslenme önemlidir. Oksijen
dışında, vücudun çalışması için gerekli bütün maddeler besinlerle alınır. Vücut ancak sindirilen besinlerin
niteliği ölçüsünde iyi çalışır. Sağlıklı beslenme bütün gerekli besinlerin dengeli oranda alınmasına
dayanır.
Besinler ve İşlevleri
insan susuz yaşayamaz; çünkü insan vücudu yüzde 60-70’i sudan oluşur. Su en önemli metabolizma
işlevlerinin hepsinde yer alır. Hücrelere ve organlara besin taşır; atıkların vücuttan çıkmasını
sağlar; vücut sıcaklığını ayarlar. Bu bakımdan her gün yeterli miktarda, yani 1,5-2 litre kadar su
içmek önemlidir.
Üç ana enerji kaynağı karbonhidratlar, yağlar ve proteinlerdir. Karbonhidratlar, ayrı birimler, çiftler ya da
uzun molekül zincirleri biçimindeki şeker moleküllerinden oluşur. Dondurma, çikolata ve bal gibi
besinler çok yüksek oranda monosa-karit ve disakarit içerdikleri için çok tatlı olur. Patates, pirinç,
tahıllar ve bazı meyvelerde bulunan nişasta gibi polisakaritler ise tatsızdır. Basit ve kompleks şekerler
hemen enerji sağlar: ama ensülin tüketimini harekete geçirerek kan şekeri düzeyinde hızlı bir artışa yol
açar. Buna karşılık polisakaritler daha yavaş emilir ve daha yararlıdır. Bütün kas hareketleri ve sinir
sisteminin işlemesi için gerekli olduğundan, karbonhidratlar günlük besin aliminin yaklaşık yüzde 55-
60’ını oluşturmalıdır.
Vücuttaki en büyük enerji deposu yağ dokusu hücreleridir. Bunlar yeterli besin alınmadığında vücudun
yakabileceği yedek kaynak işlevini görür. Evrimle ortaya çıkan bu özellik hayatta kalmayı
sağlar. Vitaminlerin, ayrıca yiyeceklerdeki aroma, çeşni ve renk maddelerinin çözülmesi için yağlara
gerek vardır. Bitkisel yağlarda bulunan doymamış yağ asitleri, esas olarak hayvansal ürünlerde
bulunan doymuş yağ asitlerinden daha önemlidir. Doymuş yağ asitleri depolanırken, doymamış yağ
asitleri organik metabolizmada kullanılır.
Protein hücre yenilenmesi ve kas hareketleri için gerekli bir besindir. Günlük enerji ihtiyacının yüzde 5-
20’sinin et, baklagiller, tahıllar ve süt ürünleri gibi protein bakımından zengin besinlerden alınması
gerekir.
Vitaminler ve Mineraller
insan vücudu her metabolizma süreci için kalorili besinler dışında vitaminlere ve minerallere gerek
duyar. Bunlar sinir sistemini düzenleme, besinleri değerlendirme ve bağışıklık sistemini çalıştırma gibi
görevleri üstlenir.
insan vücudunun hiç üretmediği ya da yetersiz miktarda ürettiği vitaminler ve mineraller esas olarak
meyveler ve sebzeler aracılığıyla dışarıdan alınmalıdır. En yüksek düzey besin sağlayan “üstün
gıdalar” arasında ceviz, soya, somon, hindi, yabanmersini, ıspanak, yulaf, fasulye, domates, yoğurt
ve brokoli sayılabilir.
Günlük Beslenme
BESLENMENİN BİLEŞENLERİ: Aşağıda biryetişkin için önerilen günlük alım miktarıyla birlikte yedi
besin grubu yer alıyor. Her ne kadar bu bir kılavuz olsa da, sağlıklı ve dengeli bir diyetin her kişinin
beslenme ve kalori gereklerine göre özel belirlenmesi gerekir.
YEME ALIŞKANLIKLARI
İnsanın neleri ne kadar yediği kadar nasıl ve niçin yediği de önemlidir. Gıdalara karşı sağlıklı bir tutum
takınmak, beslenmeyle ilişkili hastalıklar riskini azaltabilir.
ABD VE İNGİLTERE şişmanlıkta başı çeken Batı ülkeleridir; dünyada ise ilk sırayı Nauru alıyor.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, 2005'te 15 yaş ve üzeri yetişkinlerin 1,6 milyarı fazla kilolu, en az
400 milyonu obezdi.
Beslenme Sorunları
OBEZİTE vücut kitle indeksinin (s. 484) 30 ya da daha yüksek olması anlamına gelir. Aşırı kilolu
olmanın yüksek tansiyon, osteoartrit, damar sertliği ve uyku apnesi gibi olumsuz etkileri vardır. Basit bir
tanımla, obeziteye yakılandan daha fazla kalori alımı yol açar. Ancak çevre, genetik yapı, hastalık ya
da psikolojik bozukluk gibi daha karmaşık faktörler de etkili olur.
DİYABET bir metabolizma bozukluğudur. Tip I, vücudun hiç ensülin salgılamamasından, tip II ise ensülin
salgısının ya da kullanımının yetersiz olmasından kaynaklanır. Ensülin yetersizliği yaşamı sürdürmek
açısından dengeli olması gereken kan şekeri düzeyini etkiler. Tip II diyabet çoğu kez aşırı kiloya ve kötü
beslenmeye bağlı olarak genellikle ileri yaşlarda ortaya çıkar.
Sanayi ülkelerinde başta gelen sağlık sorunu kötü beslenmenin yol açtığı kalp hastalıklarıdır, ister
aşırı şişmanlık, ister başka bir bozukluk
biçimine bürünsün, bu durum büyük ölçüde düzgün beslenmeyi yanlış anlamaktan kaynaklanır. Sağlıklı
ve dengeli beslenmenin nasıl olması gerektiği konusunda birçok görüş vardır.
Yeme Alışkanlıkları
Yeme alışkanlıkları çocuklukta şekillenir. Genetik yapı kısmen etkili olsa da gıdalara karşı
davranış çoğunlukla sonradan edinilir. Duygular da bunu etkiler; örneğin, insanlar stresli durumlarda
kontrolsüz yemek yer.
Yeme alışkanlıklarını değiştirmek için, öncelikle gıdalara karşı belli bir tutumun nedenlerini anlamak
gerekir. Bu özellikle kişinin sağlığı fazla
KÖTÜ BESLENMENİN başka birolum-suz sonucu dişeti hastalığıdır. Diş bakımı ve şekerden kaçınma
çürüklere, plak birikimine ve iltihaplanmaya karşı koruma sağlar, sağda: Aşırı şeker içeren bir beslenme
diş çürüklerine yol açabilir. solda: Kalem biçimli ensülin enjeksiyon aleti.
kilo yüzünden tehlikeye girdiğinde önemlidir. Anoreksi ve bulimi gibi yeme bozukluklarında psikolojik
müdahale şarttır. Kilo vermek gerektiğinde, öğrenilmiş kalıpları değiştirme çabası ancak “ya hep ya hiç”
yaklaşımından uzaklaşılmasıyla mümkündür. Diyet yapanların çoğu kez kendi başlarına belirledikleri katı
kurallar ve gerçekçi olmayan beklentiler daha sonraki başarısızlığın başlıca sebebidir.
Diyet Eğilimleri
Birçok diyet heveslisinin “başarı reçetesi” dengesiz gıda bileşimine ve çok az enerji çıktısına takılır.
Vücut kendisini bu duruma ayarlar ve diyetten sonra bile enerji saklar. Örneğin, kişinin
metabolizması sonraki “açlık zamanı” için “birikim” yapmak amacıyla yavaşlar. Bu da yo-yo etkisi olarak
bilinen kilo alımına yol açar.
Yakın zamana kadar “anti-kar-bonhidrat” ya da "düşük karbonhidrat” diyetleri çok tutulan yöntemlerdi.
Bazen çabuk sonuç verebilseler de, bu moda diyetlerin uzun süre uygulanması sağlık sorunlarına yol
açabilir. Sözgelimi, bazı popüler diyetler gerekli karbonhidratlar yerine yüksek protein içerikli olan, ama
her zaman düşük yağ içerikli olmayan - yiyecekleri teşvik eder. Bu-nun sonucunda kişinin beslenme
sağlığı bozulur.
Vejetaryenlik son yıllarda güçlenen bir eğilimdir. Hiçbirinde ete yer verilmemesine karşın,
vejetaryenliğin çeşitli biçimleri vardır: Ovo (yumurta yeme), lakto-ovo (süt ve yumurta ürünleri yeme),
lakto (süt ürünleri yeme) ve vegan (sadece bitkisel kaynaklı şeyleri yeme). Vejetaryen diyet doğru
uygulandığında, yani belli vitaminleri ve mineralleri yeterli miktarda almaya özen gösterildiğinde
sağlıklıdır. Günüsağda: Ayaküstü yiyecekler çok yüksek kalorili, bol şekerli ve düşük besin
değerlidir. solda: Çocukları sağlıklı bir yaşam tarzına alıştırmak daha sonraları sancılı bir değişim
gereğini önler.
ÇEŞİTLİLİK önemlidir, insan vücudu hiçbir yiyeceğin tek başına sağlayamayacağı 40'ı aşkın besine gerek
duyar.
DÜZENLİ YİYİN. Öğün atlamak daha sonra aşırı yemeye yol açabilir. HİÇBİR ŞEY YASAK DEĞİLDİR,
işin püf noktası ölçüdür.
ŞEKER VE TUZ tüketimini azaltın. PORSİYON KONTROLÜ açısından önerilen kap büyüklüklerine
uyun.
TAHIL ÜRÜNLERİNDE işlenmiş olanlar yerine katkısız olanları tercih edin. MEYVE VE SEBZE: Günde
beş kez ve mümkünse taze yiyin.
müzde piyasada satılan çeşitli vejetaryen soya peyniri ürünleri dışında, katkılı tahıllar (çinko),
yapraklı yeşillikler (kalsiyum) ya da baklagiller (protein) gibi gündelik yiyecekler de bütün gerekli
besinleri sağlayabilir.
MODERN YAŞAM
MODERN YAŞAM
Spora katılan çocuklar, aktif bir yaşam tarzına alışmanın dışında önemli sosyal beceriler de kazanır.
Dağ bisikleti sürmek bütün vücudu çalıştıran yoğun ve heyecanlı bir aktivitedir.
Spor yapmak bütün yaş grupları için boş zamanları değerlendirmenin popüler bir yoludur. Sağlık ve bedensel zindelik
konusundaki duyarlılığın yükselmesi, grup sporlarına ve spor merkezlerine katılımı arttırmıştır.
Vücut Kitle indeksi (VKİ)
VKİ kişinin ağırlığını boyunun karesine bölerek hesaplanan istatistiksel bir ölçümdür. Boyu 1,65 m ve
ağırlığı 68 kg olan birinde bu değer 24,98'dir.
Günümüzde spor, hareketsiz bir yaşam tarzının olumsuz etkilerine karşı bir çözümün ötesinde
anlama sahiptir, insanlar kendilerini sınamak, sosyal ilişkilerini geliştirmek, dışarıya iyi bir izlenim
vermek ya da rahatsızlıklar sonrasında toparlanmak amacıyla da spor yapıyorlar. Günlük yükümlülüklerin
ağırlığı ve geçmişte sağlığa ilişkin genel tutumlar, dinlendirici uğraşlara ve spor aktivitelerine zaman
ayırmayı güçleştiren etkenlerdir. Birçok kişi için iyi ve makul bir hedef haftada üç ila beş kez 30 ila 60
dakika sü
Egzersizler aerobik (“oksijenli”) ve anaerobik (“oksijensiz”) olarak ikiye ayrılabilir. Her ikisi de vücuda
farklı bakımlardan yararlıdır; dolayısıyla bunları birleştirmek sağlıklı bir vücut için temel önem taşır.
Aerobik egzersizler genellikle ölçülü bir yoğunlukta yapılır ve en az yarım saat sürer. Başta
futbol, basketbol, tenis gibi sporlar olmak üzere birçok egzersiz türünü kapsar. Aerobik akti-vite sırasında
yağların çözülmesiyle glikoz ortaya çıkar.
Alyuvar sayısındaki artışla birlikte, kaslara ve organlara sağlanan oksijen miktarı da artar. Bu tür
aktiviteler özellikle kalbi ve akciğerleri güçlendirerek, daha verimli çalışmalarını sağlar. Egzersiz kişinin
dolaşım sistemini, kan basıncını, metabolizmasını ve nabzını düzeltir. Aerobik aktivitenin aksine,
anaerobik egzersizler daha kısa ve daha yüksek yoğunlukludur. Başlıca örnekleri ağırlık kaldırma ve
hızlı koşmadır. Böyle durumlarda kaslar oksijene gerek duymaz. Böylece kas gücü artar,
kemikler sağlamlaşır ve performans yükselir. Kuvvet egzersizinin enerji yakıcı etkileri yaklaşık 24
saat sürer; ancak aerobik egzersizlere özgü kalp-damar yararlarını sağlamaz.
Bir egzersiz rejiminde ilerlemeyi görmenin en iyi yolu nabzı izlemektir. Bu iş kalp atış hızını ölçerek
yapılır. Kalp çarpmasının damarlarda yarattığı vuruşlar, işaret ve orta parmakları el bileğinin iç
tarafındaki veya boyundaki atardamara hafifçe bastırarak en doğru biçimde saptanır.
Bir yetişkin için ortalama nabız dakikada 60-90 arası atıştır, idmanlı bir sporcunun nabzı çoğunlukla 40-
60 arasında olur. Ortalama nabzın
hesaplanmasından sonra,
220’den kişinin yaşı çıkarılarak azami nabız belirlenir. Böylece azami nabzın yüzde 60-80'i olan bir
hedef nabız aralığı ortaya çıkar. Bedensel rejimlerde kalp-damar eforundan en üst düzeyde yararlanmak
açısından, bu nabız aralığına ulaşmaya çalışmak gerekir. Egzersiz sırasında aşırı ya da düşük efordan
kaçınmak için de nabzı izlemek yararlıdır.
Egzersizin Yararları
Bedensel egzersiz genel zindeliği yükseltmek açısından önemlidir. Sağlıklı bir kiloya, kas gücüne, kemik
yoğunluğuna ve eklem oynaklığına ulaşmaya yardımcı olur. Böylece özellikle ileri yaşlarda bedensel
hasar riskini azalttığı gibi, bağışıklık sistemini de güçlendirir. Sık ve düzenli egzersizin yüksek tansiyon,
obezite, kalp hastalığı, tip II diyabet, uykusuzluk ve depresyon gibi ciddi ve yaşamı tehdit edici kronik
durumları önlemeye ve
<18,5 Zayıf
18,5-24,9 Normal
25,0-29,9 Kilolu
>30,0 Obez
VKİ vücut yağlılığının güvenilir bir göstergesi olmakla birlikte, yağ miktarını doğrudan ölçmez.
Kişinin kilosu ve sağlığı konusunda kolayca bir perspektif edinmesini sağlar.
Buna ek olarak, egzersiz stres atmayı sağlayarak günlük yaşamı daha iyi hale getirir. Yatağa girmeden en
az üç saat önce böyle bir aktivitenin uykuyu düzeltebileceği bile kanıtlanmıştır. Egzersizin bir başka
yararı, bilişsel işlevleri ve ağrı eşiğini yükseltmesidir.
ÖZEL BİLGİLER
AKTİVİTEYE GÖRE SAAT BAŞINA YAKILAN KALORİ MİKTARI (70 KG AĞIRLIĞINDA BİR
YETİŞKİN İÇİN):
Aerobik: 422
Ev temizliği: 246
Jogging: 493
Yüzme: 563
Beachvolley: 563
Ruhsal esenlik, Batı toplumunun tarihi boyunca sağlığın bir belirtisi olarak çeşitli biçimlerde gözetilmişti
ama toplum bilincine ancak yakın dönemde girmiştir.
bir konum kazanmasına şaşmamak dan kurtulmak adına mükemmel bir gerekir herhalde. araçdır.
Modem toplum çoğu kez insanı bedensel ve zihinsel yönden strese sokar, insanlardan
kendilerini geliştirmelerinin beklenmesi, mevcut konumlarının yeterli bulunmadığını ima eder. Bu
dışa dönük imaj konusu, günümüzün, ancak hayat yolculuğumuza bakışımızı köklü biçimde
yeniden düşünerek düzeltilebilecek sorunlarından sadece biridir. Ruhsal egzersizler öteden beri böyle
çözümler sunmuşlardır. Bu bakımdan Batı dünyasında edindikleri yerin geçici bir modanın çok ötesine
geçmesine ve insanların hayatında kalıcı
Soluma
BİLİNÇLİ OLARAK denetlenebilen az sayıdaki bilinçdışı vücut işlevlerinden biri de solumadır. Birçok
ruhsal egzersiz sisteminde soluma kilit bir yer tutar. Bu durum göz önünde tutulunca, solumaya pek aldırış
edilmemesi tuhaftır.
DOĞRU SOLUMA: Karnınızı dışarıya salarak derin nefes verin. Karnınızı içeriye çekerken, yavaşça
nefes alın. Göğsünüzü içeriye çekerek ve omuzlarınızı kulaklarınıza doğru kaldırarak, nefes almayı
sürdürün. Birkaç saniye nefesinizi tutun. Bu sefer tersine düzenle yavaşça nefes verin. Omuzlarınızı
gevşetin, göğsünüzü gevşetin, karnınızı dışarıya salın. Baştan tekrarlayın.
yukarıda: Pranayama yogada doğru nefes atıp vermeyi geliştiren bir egzersizdir.
Yoga, Hindu felsefesinin altı direğinden biri olarak köklü bir geçmişe dayanır. Pek çok değişik biçim
ve yararı vardır. Swami Vivekananda 19. yüzyıl sonlarında yogayı Amerikan ğ
toplumuna tanı- ■
Ona göre, yoga kapitalizmin getirdiği maddiyatçılık sorunlarından bazılarıyla başa çıkmaya ve ruhsal
sağlığı yerli yerine oturtmaya katkıda bu lunabilirdi.
Günümüzde yoga bütün yaş gruplarında gittikçe rağbet görüyor. Çok esnek yapısı, zindelik ya da
yaş durumuna bakılmaksızın herkesin katılabileceği düzeyde sunu-labilmesini sağlamıştır. Gebe kadınlar
için özel olarak düzenlenmiş yoga bile vardır. Yogayla özdeşleştirilen duruşların (asana) çoğu Hatha
yogasına özgüdür. Oysa birçok farklı yoga varyasyonu geliştirilmiştir. Popüler biçimlerden biri olan
Bikram yogasında duruşlar 40,5°C sıcaklığa ve yüzde 50 nem oranına sahip bir odada yapılır. Bu koşullar
vücut kaslarının esnekliğini arttırmaya yarar.
Yoga sadece esnekliği geliştirmez, kişinin görünüş ve duygu bakımından genç kalmasını sağlar. Hatta
bağışıklık sistemini güçlendirebilir ve kan basıncını düşürebilir. Beden, zihin ve ruhu sağlamlaştırdığı
için, stres ve kaygı-
Pilates Yöntemi
Alman Joseph Pilates II. Dünya Savaşı sırasında Büyük Britanya’da hastabakıcılık yaparken,
yatalak askerler ve hastalar için sarsıcı olmayan yumuşak egzersizler tasarladı. Yoga gibi diğer egzersiz
felsefelerini de katarak, bedensel ve zihinsel sağlığı düzenleyecek eksiksiz bir egzesiz sistemi yarattı.
Bu yöntemin odak noktası vücudun “dinamo”su sayılan karın ve bel kaslarıdır. Ritmik solumanın
eşlik ettiği yavaş ve bi-
Yogada vrkshasana (ağaç duruşu) vücutta bir denge oluşturur ve istikrarlı kalmasını s ağlar.
linçli hareketlerle, “ana” kaslar denge ve istikran arttıracak şekilde güçlendirilir. Genelde direnç
ağırlığı olarak kişinin kendi vücudu esas alınmakla birlikte, Joseph Pilates'in tasarladığı özel aletler de
kullanılır.
Pilates yöntemi doğru uygulandığında birçok yarar sağlar. Derin ve ritmik nefes almalar akciğer
kapasitesini ve dolaşım verimliliğini yükseltirken, hareketler vücudu daha esnek hale getirir. Bel ve karın
kaslarını güçlendirmek, omurgayı koruyup desteklemeye yardımcı olur. Bu günümüzün sırt sorunlarından
muzdarip toplumu için özellikle önemlidir. Vücudun daha doğru duruşuyla, kişi daha uzun görünür, daha
rahat hareket eder ve sırt incinmelerine karşı daha korunmalı olur. Kemik yoğunluğu ve eklem sağlığı
da gelişir.
Tai Chi
Tai chi (“yetkin yüce güç”) düşük darbeli bir dövüş sanatı olarak sınıflandırılır. Çin’de bir savunma
biçimi olarak ortaya çıkan bu zarif egzersiz yaklaşık iki bin yıllık geçmişe dayanır. Her okulun
yaklaşımına göre, birlikte ya da tek başına uygulanan üç ana konusu vardır: Sağlık, medi-tasyon ve dövüş.
Duruşlar akıcı bir hareket dizisine dayanır.
Düzenli tai chi sağlık açısından kas, iskelet ve dolaşım sistemlerine bir dizi yarar sağlayabilir. Akıcı
hareketler yogaya benzer bir meditas-yon işlevini görür. Beden ve zihni geliştirirken, stresi azaltır.
Çok düşük darbeli olması nedeniyle, tai chi özellikle yaşlılarda ya da hastalıktan yeni çıkan kişilerde iyi
sonuçlar verir. Zarif hareketler kan dolaşımını ve esnekliği güçlendirir.
MODERN YAŞAM
Alışılmış rutinin dışına çıkıp birkaç dakika sakinleşmek ve gevşemek insanı rahatlatmaya yeter.
Artarı gerekler ve iş kaygıları aşırı yük yaratarak insanı hasta edecek noktaya varabilir.
MODERN YAŞAM
STRES
Stres bir kişinin iş görme gücünü arttırabilen, ama orantısız düzeye vardığında sağlığa olumsuz etkilerde bulunan fiziksel ya da
psikolojik bir uyarımdır.
Saunaya gitmek bağışıklık sistemini güçlendirir ve yüksek tansiyonu önlemeye katkıda bulunur.
insanın stresli durumlara tepkisi bunlarla başa çıkmamızı sağlayan bir yönde evrim göstermiştir. Ne
var ki, ilk insan atalarının vahşi bir hayvanın saldırısına uğrama gibi sıklıkla karşılaştığı durumlara
yönelik fiziksel tepkiler modern iş dünyasında her zaman yararlı olmayabilir. Masa başı işte karmaşık bir
sorunla uğraşan bir kimsenin mutlaka bedenen “dövüşmeye ya da kaçmaya’’ hazır hale gelmesi
gerekmez; ama evrim geçmişimizin bir kalıntısı olarak vücudun strese tepkileri karşısında, kişi
organizmanın “özdenge”sini bozan adrenalin gibi bir dizi hormon salgılamaya yönelir. Time dergisi 6
Haziran 1983’te stresten “Seksenlerin Salgım” diye söz etmişti; durumun son 20 yılda daha da
yaygınlaştığına hiç kuşku yoktur. Şimdilerde gittikçe daha fazla iş, stresi tetikliyor; ama bu tür işlerin
hareketsizliğe dayalı niteliği stresi zararlı hale getirebiliyor.
Stresle bağlantısı belirlenmiş depresyon, uykusuzluk, bunaltı nöbetleri, kalp hastalığı, inme ve yüksek
tansiyon gibi çok sayıda ruhsal ve bedensel bozukluk vardır. Stres kişiyi enfeksiyonlara ve
hastalıklara daha duyarlı hale de getirebilir. Stresin etkileri ayrıca deride (örneğin, isilik ve kurdeşen)
ve mide-bağırsak sisteminde (örneğin, peptik ülser ve karın sancısı) görülebilir.
Stresi azaltmanın ve önlemenin anahtarı yeterli uyku almak, doğru bir diyet uygulamak, aşırı kafein
alıntından kaçınmak ve dinlenmeye zaman ayırmaktır. Stres giderici diğer yöntemler arasında çeşitli
kas egzersizleri, derin soluma, masaj terapileri, akupunktur ve meditas-yon sayılabilir. Daha basit bazı
stratejiler müzik dinlemek, hobi edinmek, günlük tutmak, ev hayvanlarıyla oynamak ve sevdiklerimizle
birlikte olmaktır.
vermek, örneğin kısa bir yürüyüşe çıkmak gündelik yaşamın stresini azaltabilir.
Olumlu Düşünme
Kişinin hayata bakış tarzının strese girme yoluyla yakın ilişkisi ilgisi vardır. Kişisel ya da mesleki
düzeyde gerçekçi beklentiler içinde olmak yararlıdır. Pratik hedefler belirlemek, gerçekçi olmayan
yükümlerle aşırı iş yüklenme olasılığını en aza indirir, işler bir şekilde ters gittiğinde, en iyi yol dünyanın
kusursuz bir yer olmadığını hatırlamaktır. insanın kişisel denetiminin ötesindeki bazı şeyleri, özellikle
de başkalarının davranışlarını kabul etmeyi öğrenmesi daha iyi bir yaşam için temel önem taşır.
Daha yararlı düşünme yönünde atılacak başka bir adım, sorunları olumlu bir şeye dönüştürmektir. Fırsat
olarak görülen sorunların üstesinden gelmek daha kolaydır. Stresi çözen şeylerden biri de duyguları içine
atmaktan kaçınmaktır. Kişi duygulara kapılmak yerine, sevilen bir kişiye danışmak ya da başka
bir rahatlama yolu bularak duyguları denetim almayı öğrenmelidir.
Aroma Terapisi
Popüler stres giderme yöntemlerinden biri kişinin ruh halini ya da sağlığını etkileyecek kokulu maddeleri
ya da bitki esaslı yağları kullanmaya dayanan aroma terapisidir. Esans koklamak yorgunluğu hafifletebilir,
kaygıyı azaltabilir i ve gevşemeye, canlanmaya ya da berrak düşünmeye yardımcı olabilir. Bunu beyin ve
sinir sistemine ulaşan koku sinirlerinin uyarılması sağlar. Böyle esanslar banyo ürünlerinde, tene
sürülen losyonlarda ya da kokularını bütün odaya saçan mumlarda bulunabilir. Aroma terapisine evlerde,
kliniklerde ve hastanelerde birçok değişik amaçla başvurulur. Japonya’da mühendisler inşa ettikleri
binalara aroma saçıcı sistemler yerleştiriyor artık.
Uyku
Uyku insan vücudu için şart olan bir dinlenme halidir. Yetişkinler için sekiz-dokuz saat uyku önerilir; ama
bu süre kişiye göre değişebilir. Yeterli uyku almamak kişinin bilişsel yetilerini ve belleğini kösteklediği
gibi, obezite, diyabet, yüksek tansiyon ve depresyon gibi ciddi sağlık sorunlarına da yol açabilir. Yakın
dönemdeki bilimsel araştırmalar uykunun beyindeki hücre yenilenmesi süreciyle bağlantısını ortaya
koymuştur. En yaygın uyku bozukluklarından biri insomnia’dır. Kısa süreli ya da kronik olsun, nitelikli
uykuyu azaltan önemli bir etkendir. Sebebi stres, uyku düzeninde değişiklik, kötü yatma alışkanlıkları,
temelde yatan tıbbi ya da psikiyatrik bir durum olabilir.
ağaçlar, meyveler, kabuklar, otlar ve tohumlardır. Halen herbiri ayrı terapi özelliğine sahip 150
kadar esans vardır. Bazılarına, iltihap sökücü, ağrı giderici ya da anti-depre-san niteliklerinden dolayı
özel olarak başvurulur. Örneğin, okaliptüs kokuları dolaşım yetersizliği, roma-toid artrit, burkulmalar,
boğaz enfeksiyonları, suçiçeği, soğuk algınlığı, grip ve kızamık için kullanılır. Lavanta, reyhan, tarçın,
silhat, nane ve biberiye kokuları çoğu kez gevşetici bir etki yaratır, iyimserlik, özgüven ve mutluluk
duygusu uyandırdığı söylenen yasemin, özellikle depresyon tedavisinde yararlıdır.
ALTERNATİF TIP
Alternatif tıp yöntemleri sağlık makamlarınca resmen onaylanmış değildir; ama söylentiler ve başvuranların sayısını gittikçe
arttırıyor.
AKUPUNKTUR Çin, Japonya ve diğer Asya ülkelerinde çeşitli biçimleriyle binlerce yıldır uygulanıyor.
VÜCUDUN ENERJİ GÜCÜ olarak bilinen “qi"nin serbestçe akmasını sağladığına inanılır.
Akupunktur
BİR TEDAVİ BİÇİMİ olan akupunktur çok ince iğneler saplayarak vücudu uyarmaya dayanır. Birçok
farklı tekniğin uygulanmasına karşın, temel amaç vücudun fizyolojik işleyişini etkilemektir. Akupunktur
genellikle belirli otların yakılmasıyla elde edilen ısıyla birlikte uygulanır.
TARAFSIZ TESTLERLE akupunkturun etkisini belirlemek son derece zordur. İğne batışından dolayı
deneğin her zaman tedavinin farkında olması, “plasebo” etkisini yok saymayı güçleştirir. Klasik Batı tıp
camiası bu tekniğin tıbbi özellikler taşımasına karşın, akupunktura dayanak gösterilen geleneksel
açıklamaları reddetmektedir. Beyindeki doğal endorfinleri uyarmanın analjezik (ağrı kesici) etkiye
yol açtığı ileri sürülmüştür.
TEDAVİ AMACIYLA akupunkturun uygulandığı hastalıklar arasında bulantı ve kronik sırt ağrısı da
vardır.
Alternatif tıp terimi klasik tıbbi teknikler dışındaki tedavileri belirtir. Bunlar kimi zaman yerleşik tıbbi
uygulamalarla yan yana kullanılır.
Besin Takviyeleri
iyi beslenmek çok önemlidir, ama sağlıklı gıdalar yemek bazen bütün beslenme gereklerini
karşılamaya yetmez. Örneğin, ortalama bir yetişkinin her gün 4,7 gram potasyum alması gerekir. Bu madde
kan basıncını düşürmeye ve böbrek taşı riskini azaltmaya yarar. Oysa araştırmalar 31-50 yaş
arasında yetişkinlerin ancak yarısından biraz fazlasının önerilen miktarda potasyum aldığını gösteriyor.
Dolayısıyla besin takviyeleri düzenli alındığında yararlı olabilir. Ayrıca ameliyat öncesi ve sonrası gibi
olağanüstü durumlarda da güç kazanma, kemik kırıklarını iyileştirme, kilo alma açısından aynı
yola başvurulur.
Piyasada besin takviyeleri vitamin, mineral, ot ve bitki gibi çeşitli maddeleri içeren hap, kapsül, toz ve
sıvı biçiminde satılır. Bu kadar
çok ürün varken, belirli ihtiyaçlar için hangisinin uygun olduğu konusunda kafa karışıklığı
yaşanabilir. Dahası, besin takviyeleri çoğu kez yaygın ilaçlar gibi resmi mevzuata tabi değildi.
Ş ifalı Otlar
Sağlığa yararlı ya da iyileştirici değerinden dolayı belirli otların kullanılması şifa hekimliği olarak
da anılan geleneksel bir tedavi biçimidir. Böyle otlar vücuda etkide bulunan birçok değişik kimyasal
madde içerir. Örneğin, Asya kaynaklı gin-seng bağışıklık sistemini güçlendirebilir. Dayanıklılığı arttıran
bu bitkinin zihinsel ve bedensel performansı yükseltme, menopozla bağlantılı belirtileri giderme ve
kan basıncını denetim altına alma gibi yararları da vardır.
Şifalı otlar ve olağan ilaçlar arasında elbette bir ilinti vardır. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine
göre, sadece ABD'de satılan reçeteli ilaçların yaklaşık yüzde 25’i bitkisel kaynaklı en az bir etken madde
içeriyor. Dahası, halen 4 milyar insan, yani dünya nüfusunun neredeyse yüzde 80’i sağlık için şifalı otlar
kullanıyor. Bitkisel kaynaklı 119 ilacı kapsayan bir inceleme, modern tıpta bunların yaklaşık
yüzde 74'ünün yerli kültürlerin geleneksel yaklaşımıyla doğrudan ilintili bir tarzda kullanıldığını
göstermiştir. Şu anda birçok büyük ilaç şirketi potansiyel tıbbi yararlarını saptamak üzere yağmur
ormanlarından ve başka yerlerden toplanmış bitkisel maddeler üzerinde kapsamlı araştırmalar yürütüyor.
Etiketleri Okumak
Besin takviyeleri ya da şifalı otlar kullanmak gibi alternatif tıp yöntemlerine başvurmadan önce
bir doktora, diyetisyene ya da diğer bir tıp uzmanına danışmak önemlidir.
Sarımsak toplam kolesterol düzeyini düşürür, kan basıncını biraz azaltır ve anti-bakteriyel özellik taşır.
Örneğin, diyetisyen bir besin takviyesinin ilgili hastanın özgül metabolizma ihtiyaçlarına uygun olup
olmadığı kararını almaya yardımcı olabilir. Belli bir hastalığı ya da tıbbi sorunu olanlar,alternatif ilaçlara
daha da temkinli yaklaşmalıdır; çünkü bu tür maddeler bazen yararlı olmakla birlikte, klasik
ilaç tedavisiyle olumsuz etkileşim yaratma potansiyelini de taşır.
Piyasada özellikle çocuklara dönük birçok multivitamin vardır.
ÖZEL BİLGİLER
NANE YA DA ZENCEFİL ÇAYI karin sancısı ve bulantı gibi sindirim yolu sorunlarını hafifletebilir.
MODERN YAŞAM
MODERN YAŞAM
MEDYANIN GÜCÜ
Kitle iletişim araçları günümüzün gerçeklik tablosunu çiziyor. Gündelik yaşamımızın doğal bir unsuru
olarak, kamuoyunu olağanüstü etkiliyor.
yukarıda: Reklam figürleri medya aracılığıyla markanın tanınmasını sağlar. solda: Geniş spor haberleri
reklam için iyi bir platform sunar.
KİLİT BİLGİLER
MEDYANIN İŞLEVİ : Medyanın gücü | Kısa bir medya tarihi \ Basılı medya: Gazeteler ve dergiler |
haber vermek, Elektronik medya
eğlendirmek, tanıtım
yapmak ve denetim
sağlamaktır.
MODERN MEDYA
kanalları gazete, dergi,
radyo, televizyon, MEDYA-HER YERDE HAZIR VE NAZIR
internet ve cep
telefonudur. Bugün bir medya dünyasında yaşıyoruz: Sanayileşmiş ülkelerde herkes
neredeyse her an her şeyden haberdar olabiliyor. Başta gazete, radyo ve
televizyon olmak üzere klasik kitle iletişim araçları daha geniş kitlelere
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ulaşıyor; ama iletişimi ve bilgiye bireysel erişimi asıl internet sağlıyor.
demokrasilerde temel
haklardan biridir. Medya teriminin kökeni “aktarıcı" anlamındaki Latince medium’dur.
KONULARIN SEÇİMİ
ve sunuluş biçimi
gerçekliğin algılanışını
etkiler.
Medya ve Reklam
Medya finansmanının küçümsenmeyecek bir bölümü reklam gelirine dayanır. Bir yandan, tüketiciye
yansıyan maliyet bu gelir sayesinde düşer. Örneğin, özel televizyonlar izleyicilerden bir para almaz;
gazeteler ve dergiler de makul fiyatlara satılır. Sistemin savunucuları, reklamın böy-lece medyadaki
olağanüstü çeşitliliği ve değişik görüşlerin ifadesini sağladığını belirtir. Öte yandan, medya iyi bir reklam
ortamı sunmaya çalışır. Böylece medyanın kamu görevi ile milyarca dolarlık reklam geliri arasında
gerilimli bir çekişme ortaya çıkar.
Medya haber ve bilgi yaymayı sağlayan araçlar ya da belli süreçlerdir. “Kitle iletişim araçları”
terimi radyo, gazete ve dergilerin yüksek sayıya ulaştığı 1920’lerde ortaya çıktı. O zamandan beri de
gerçekliği algılamamızı belirleyen önemli bir etkendir. Basın, radyo, televizyon ve internet bunun büyük
bir parçasıdır. Hepsinin ortak özelliği, teknik bir dağıtım aracıyla çok yüksek sayıda insana açıkça ve
dolaylı olarak ulaşmalarıdır.
Dördüncü Kuvvet
Medyanın toplumda yerine getirdiği çeşitli görevlerin başında haber vermek gelir. Kamusal
yaşamdaki olayları izleyip öğrenmeleri için, kullanıcıları eksiksiz, nesnel ve anlaşılır bir tarzda
bilgilendirmesi gerekir. Ayrıca bir denetleyici organ olarak siyaset ve ekonomi süreçlerini eleştirel
yaklaşımla gözlemlemesi beklenir.
Bu nedenle basın çoğu kez “dördüncü kuvvet" olarak anılır. Dahası, kitle iletişim araçlarının siyasal görüş
ve kanıların oluşumuna kat-
kıda bulunması gerekir. Ne var ki, medyadan beklenen mutlak nesnellik ve tarafsızlık henüz ulaşılmamış
bir idealdir. Modern toplumda haber akışı öylesine yoğundur ki, muhabir yaklaşımıyla bütün olayları
aktarmak olanak-
sızdır. Bu nedenle, işlenecek konuların ayıklanması kaçınılmaz olarak, belli bir ölçüde yönlendirmeyi
de içerir.
Basın Özgürlüğü
Medyanın görevlerini olabildiğince yerine getirebilmesi için, siyasal ve ekonomik etkilerden özgür
olması gerekir. Basın özgürlüğünün de bir parçasını oluşturduğu ifade özgürlüğü, demokratik temel
haklardan biridir. Ama bazı ilkeler ve yasalar basın özgürlüğünü kısıtlar. Kişilere yönelik iftira, hakaret
ya da itibar sarsıcı haksız ithamdan kaçınılması gerekir. Dahası, bir haberin yayına verilmeden, yani
gazetede veya televizyonda çıkmadan önce, çocuklar ve gençler için uygunsuz sayılan unsurlar açısından
titizlikle incelenmesi gerekir.
ÖZEL BİLGİLER
DÜNYA GENELİNDE 300.000’i aşkın gazete ve dergi, 30.000 dolayında radyo, 3.000 TV kanalı ve
6.000 veritabanı vardır.
ARAŞTIRMALAR reklama yaklaşık 400 milyar dolar harcandığını ve bu tutarın gittikçe arttığını
gösteriyor.
Yaya ulaklardan uydu televizyonuna geçiş sadece birkaç yüzyılı aldı. Günümüzde medya olayları artık yaşandığı anda aktarıyor.
Uydular sadece radyo ve televizyon sinyallerini taşımaz, internete daha hızlı erişimi de sağlar.
Televizyon, radyo ve internet -bu araçlar olmadan günlük yaşamı sürdürmek neredeyse hayal
bile edilemez. Dünyanın öbür ucunda olup bitenleri anında öğrenmemiz mümkün. Oysa şimdi bize
olağanmış gelen bu durum her zaman öyle değildi.
Eskiden ulaklar ve ozanlar dünyaya dair haberleri yaymak için ülkeden ülkeye dolaşırdı.
Yaya ya da Atlı
Birkaç yüzyıl önce, haberlerin bir kentten başka bir kente ulaşması günleri ya da haftaları alırdı. Haberler
posta güvercinleriyle ya da yaya ve atlı ulaklarla ulaştırılırdı. Bir mesajın Paris’ten Floransa’ya
varması 1400 dolaylarında 21 günü bulurdu. insanların dünyadaki olaylardan haberdar olmasını
çarşılardaki ulaklar ya da kulaktan kulağa yayılan sözler sağlardı. Büyük çoğunluk okuma yazma bilmezdi.
Metinlerin nüshaları yalnız manastırlarda çıkarılırdı. Bu durum 15. yüzyılın ikinci yarısında Johann
Gutenberg’in matbaayı icat etmesiyle değişti. Çok geçmeden ilk
basılı gazeteler boy gösterdi. Almanya düzenli aralıklarla yayımlanan basına 17. yüzyıl başlarında
beşiklik etti; kısa bir süre sonra İngiltere, Hollanda ve Fransa’da da haftalık gazeteler çıkarıldı.
S es ve Görüntü
Günümüzde basılı medyanın hâlâ önemli bir haber kaynağı olmasına karşın, artık haberlerin çoğu en
hızlı mecralar olan radyo ve televizyon aracılığıyla tüketiciye ulaşıyor, ilk radyo iletimi 1906’nın Noel
Günü gerçekleşti. Telsizle donatılmış gemiler New York limanında demirliyken, radyodan klasik müzik
parçaları ve İncil alıntıları yayınlandı, ilk ticari radyo istasyonu 1920’de Pennsylvania'nın
Pittsburgh kentinde yayına başladı. Aynı sıralarda
araştırmacılar hareketli görüntü iletimini geliştirmeye yöneldi. Televizyon önceleri çok az ilgi
uyandırdı, ama Naziler bir propaganda aracı olarak
yararlılığını keşfetti.
Dünyada ilk düzenli televizyon programı 22 Mart 1935'te Almanya’da yayına girdi. Kentlerde toplam 28
televizyon salonu açıldı; çünkü kimsenin evinde henüz televizyon alıcısı yoktu. Yeni mecra 1945’ten
sonra hızla yayıldı. 1952'de ABD’de 15 milyon, Büyük Britanya’da 1,2 milyon televizyon izleyicisi
vardı. Sadece on yıl sonra, 26 ülkede toplam izleyici sayısı 100 milyon dolayına ulaştı.
Uzaya yerleştirilen uydular artık bilgiye sınırsız ve neredeyse anında erişimi sağlıyor. Gezegenimizin
çev-
resinde dönerken TV ve radyo programlarının yanısıra internet ve telefon sinyallerini alıp veriyor. İlk
haber uydusu 1960'ta ABD’den fırlatıldı. Şu anda yörüngede dolaşan yaklaşık 800 uydu var.
MODERN YAŞAM
BASIN VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ Birleşmiş Milletler'in 1948’deki bildirgesi uyarınca bir insan
hakkıdır. 2006'DA 167 MUHABİR çalışırken yaşamını yitirdi; çoğu o s ırada, çatışmalar, suçlar ya da
yolsuzluklarla ilgili haberler peşinde koşuyordu.
BİLGİ GÜÇTÜR: Özgür bilgi akışı demokrasinin temelidir. İnsanların politikacılara karşı eleştirel tutum
takınması ancak bilgi sahibi olmalarıyla mümkündür. Totaliter sistemlerde iktidarlarının sarsılmasını
istemeyen politikacılar rahatsız edici ya da olumsuz medya haberlerine yasak koyarlar. Başka bir iktidar
aracı yanlış ya da tek yanlı bilgi yayarak kamuoyu oluşturmayı sağlayan propagandadır. Bugün birçok
ülkede medya hâlâ sıkı denetim altında tutuluyor.
RESİMLER YALAN SÖYLEYEBİLİR: Canlı olarak gördüğümüzde bile, resimler her zaman doğruyu
söylemez. Başvurulan sunma, işleme ya da çarpıtma tarzı izleyicinin belli bir yönde etkilenerek kanıya
varmasına yol açabilir. Bazılarının buna bir örnek olarak verdiği yakın bir olay, İkinci Irak Savaşı
sırasında ABD birliklerine “katılmış" olarak görev yapan cephe muhabirlerinin durumudur. Onların
haber aktarma gücünün sınırları açıkça ordu tarafından çizilmişti.
Sevinçli kutlamalar yapan İraklıların eşliğinde bir Saddam Hüseyin heykelinin devrilmesinde olduğu gibi,
bazı sahneler onlar için özel olarak canlandırıldı.
YAZILI BASIN
Günlük gazeteler ciddi ve güncel haber verir. Dergiler ise nitelikli arkaplan bilgileri sunar ve özel temaları işler.
MODERN YAŞAM
internetten haber izlemek için bilgisayarlarının başına geçen insanların sayısı gittikçe artıyor. Buna
rağmen basılı medyanın belki farklı biçimde de olsa hâlâ bir geleceği var. Bugün bile gazeteler normal
sayfa düzenlerini koruyarak, internet üzerinden dosyalar halinde haber veriyor. Okurun bunları yazıcıyla
basması ya da küçük PC'Ieri andıran taşınabilir okuma aygıtlarına yüklemesi mümkün. Birkaç yıldır
araştırmacılar bir mini-PC gibi iş görecek, ama kâğıt kadar ince ve esnek olmanın ek estetik yararını
taşıyacak elektronik kâğıda dönük deneyler yürütüyor.
Radyo ve televizyonun devreye girmesinden önce şehir çığırtkanları, gazeteler ve broşürler dünyada
olup bitenleri öğrenmeyi sağlardı. Bugün bile yazılı basın daha hızlı elektronik akranlarının rekabetine
karşın sürümden düşmüş değildir. Günlük gazeteler yerel olayları ve dünyanın çeşitli yerlerinden
haberleri aktarır.
Her sabah okurlar dünya olaylarına ilişkin en son haberleri gözden geçirir.
Sayfaları genellikle siyaset, ekonomi, kültür ve spor üzerinde duran farklı bölümler halinde
ayrılmıştır. Yerel gazeteler ağırlıklı olarak çevredeki kentleri ya da bölgeyi etkileyen konuları haber
yaparken, ulusal gazeteler ülke ya da dünya çapında okunur. Gazeteler eskiden olduğu gibi haber
mecraları arasında ilk sırayı tutar ve en güvenilir haber kaynağı olarak görülür.
Bir mesajın nasıl yayıldığı sunuluş formatıyla yakından bağlantılıdır. Gazeteler ya da haber ve iş
dergileri gibi medya kurumlan bir mesajın haber içeriğine büyük değer biçer. Basılı medya okurlarda
heyecan uyandıran ve böylece tirajı arttıran konulara büyük ağırlık verir. En saygın gazeteler için içerik
önce gelir, ama eğlencenin önemi de göz önünde tutulur. “Tabloid” gazeteler açısından durum
bambaşkadır. Gözde haber konuları olan skandal-larve dedikodular birçok fotoğrafla ve görsel
malzemeyle sarmalanmış daha kısa metinler halinde sunulur. Bununla birlikte haber çarpıtma basın
haklarına getirilmiş sınırlara tabidir. Hakkında yanlış haber yapılmış kişilerin karşı önleme başvurma
hakkı vardır. Böyle durumlar çoğu kez zarar gören tarafın
Geleceğin Gazetesi
Gazetelerle karşılaştırıldığında dergilerin mutlaka güncel olmaları gerekmez; çünkü günlük değil, haftalık,
aylık ve hatta bazen daha uzun aralarla çıkarlar. Kitabı andıran daha küçük formatlarıyla,
görünüm bakımından da gazetelerden farklılık taşırlar. Dergilerde kâğıt daha kalın, fotoğraflar daha renkli
ve makalelerin çoğu görece uzun olur. İçerik bile farklıdır; dergilerde en güncel haberlere çok nadiren
rast-21. YÜZYIL
ELEKTRONİK YAYIMCILIK bilgi sağlamanın ve dağıtmanın yeni bir biçimi haline geliyor. Okurlara
basılı kâğıt yerine veri şebekeleri aracılığıyla ulaşıyor.
web GÜNLÜĞÜ gibi dijital köşe yazıları gazeteyi daha kişisel kılıyor ve olaylar üzerine çabuk
yorum yapmayı sağlıyor.
lanır. Okur daha çok arkaplan bilgilerle, konunun bütün çerçevesiyle ve daha geniş ayrıntılarla
karşılaşır. Bir dizi konuyu ele alan haftalık haber dergileri de vardır; ama dergilerin çoğu çeşitli okur
kesimlerine hitap eden belli konularda uzmanlaşmıştır. Örneğin, kadın dergilerinde moda, kozmetik
ürünler ve yemek tarifleri, gençlik dergilerinde yıldızlarla ilgili haberler öne çıkar. Bazı dergiler ise
bilgisayar kullanıcılarını, otomobil tutkunlarını, müzik hayranlarını, spor taraftarlarını, sanat meraklılarını
ve daha birçok küçük grubu hedef alır.
Gazeteler elektronik medyayla yarışabilmek için gittikçe daha güncel hale geliyor. Yeni haber bölümleri ve gazete ekleri basılı
haberciliğin geleceğe tutunmasını sağlıyor.
Basılı medya her türden ekte okurların gözünde daha çekici hale getirilir.
BUGÜN ALDIĞINIZ gazetede dünkü yazı işleri kadrosu toplantılarında genel yayın yönetmeni ve bölüm
şefleri tarafından haber yapılması karariaştınlmış şeyleri okursunuz. Gazete sahipleri ve yayımcılar bile
içeriğe etkide bulunurlar. Haberlerin bağlamına doğrudan müdahaleye nadiren başvururlar; ama gazetenin
siyasal eğilimini ve yazı işleri kadrosunun başında kimin bulunacağını belirleyen her zaman onlardır.
tarırken, foto editörleri hangi fotoğrafların kullanılacağını belirler. Yazı işleri kadrosundan ve reklam
departmanından gelen veriler "ön-baskı” denen taslak gazete sayfalannda bira-raya getirilir. Bu sayfalar
ancak dikkatle incelendikten sonra baskıya girer ve okur kitlesine ulaşır.
Yeni baskıda hangi haberlere yer verileceği yazı işleri kadrosu toplantısında görüşülüp karara bağlanır.
MODERN YAŞAM
sağda: Devasa bir montaj hattındaki gazeteler dağıtıma verilmek üzere paketlenir.
Gazetenin yazı işleri kadrosu yeni baskıda hangi haberlere yer verileceğini görüşmek üzere her sabah
toplanır. 0 günkü içeriği büyük ölçüde güncel olaylar belirler. Gazetenin kendi
araştırmalarına, ajanslardan akan haberlere, şirketlerin ve kuruluşların basın bültenlerine bakılarak
fikirler ortaya atılır. Editörlerin kendi bölümleriyle ilgili haberleri belirlenmiş bir sürede yazmaları
gerekir. Bu süreden sonra yaşanan olaylar, gazeteye
Gazeteler içeriklerini internet yoluyla yayar; böylece uluslararası okurlara ve izleyicilere bile
ulaşma olanağını bulur.
haber olarak girmez. Buna karşılık, güncel ve anlık elektronik medya muhabirlere günün her anında en son
olaylara ilişkin haber geçme olanağını verir. Gazeteler esas olarak dijital baskı sürecinin sağladığı
kolaylıkla çalışma programlarını sıkıştırarak buna ayak uydurmaya çalışır.
Gazeteyi okurlar için ilginç kılmanın bir yolu yeni “bölüm’’ler oluşturmaktır. Ek dergilerle ve araya
konan diğer şeylerle daha fazla haber sunulur. Hatta bazı gazeteler CD'ler, DVD’ler ve kitaplar verir.
Böylece güçlendirilen asıl ürün reklam şirketleri için de daha kârlı hale getirilir. Reklamlar
gazete gelirlerinin dörtte üçe kadar varan bölümünü sağlarken, gazete satışının payı ancak dörtte biri
bulur. Birçok yayın şirketi satış rakamlarındaki düşüşle hâlâ başa çıkmaya çalışıyor. Sorun
dünya genelinde aynıdır: Gazetelerin dağıtım maliyeti sürekli artıyor ve buna bağlı olarak pazarlamanın
kâr payı sürekli azalıyor. Bazı yayımcılar çözüm olarak sadece reklamla finanse edilen bedava günlük
gazeteler basmaya yöneliyor. Bunlar içerik, sayfa düzeni ya da nitelik açısından normal bir gazeteden
çok farklı değildir.
Gençleştirme ve Bireyselleştirme
Yayın şirketleri basılı söze hâlâ önem vermekle birlikte, büyüyen sanal pazara (s. 494) ayak uydurmaktan
geri kalmıyor. Şimdi neredeyse bütün gazeteler basılı içeriği sunan bir web sitesi kullanıyor, internet
baskısının sayfa düzenine bir hayli özen gösterilerek, mülti-medya bölümler bile hazırlanıyor. Bu arada
birçok editör web günlüğüne yazılarını koyuyor ve doğrudan internette olayları yorumluyor.
Gezici muhabirler bir adım daha ileri gidiyor. Bir dizüstü bilgisayar ve dijital kamerayla donanmış
olarak, haberlerini olay yerinde derhal yazıyor ve mobil bir bağlantıyla web sitesine doğrudan geçiyor.
Sanal gazeteler okurlarına röportajlar, fotoğraflar ve kısa filmlerle zenginleştirilmiş haberler de sunuyor.
Gazetelerin geleneksel tek yönlü iletişim yöntemi artık geçerliliğini yitiriyor; okurlarla doğrudan temas
kurma yoluna gidiliyor. Yeni dijital bölümler özellikle daha genç kuşaklar için çekici hale getiriliyor.
Yayın şirketleri bu hedef grubu başka yollarla da kazanmaya çalışıyor. Örneğin, Fransa’da yayımcılar
çocuklar ve gençler için özel gazeteler ya da dergiler çıkarıyor.
MUUtRN YAŞAM
Hiçbir mecra günlük yaşama televizyon kadar hükmetmiyor. Program yapımları gittikçe kullanıcının
isteklerine uyduruluyor. Böylece radyo neredeyse bir ikincil mecra haline geliyor.
Radyo ilk elektronik kitle iletişim aracıydı. Eskiden en hızlı haber mecrası sayılırdı. Ama
televizyonun ortaya çıkışıyla, şimdi haber iletmede bir eş-mecraya dönüşmüş durumda.
Arkadan Gelen S es
Günümüzde hep haber veren bir dizi “konuşkan radyo” yayını, ayrıca bilgiye, oyuna ya da başka konulara
ağırlık veren yayınlar var. Ama pop müzik ileten frekanslar kitlelerin dinlediği en popüler
radyoları oluşturuyor. Reklam gelirinin büyük
bir dinleyici kitlesine bağlı olması nedeniyle, özel radyo istasyonları çoğu kez revaçta olan
parçalardan oluşan karma bir müzik yayını yapar. Çoğu yayın istasyonunun sunduğu şarkı demeti
küçüktür. Bazıları 300’e bile varmayan bir derlemeyle idare eder.
S özlerin Kayboluşu
sağlayacak biçimde düzenlenir. Böylece genel program akışında konuşmaya çok az yer
verilir. “Reklamsız radyo” olarak bilinen halka açık istasyonlar özel istasyonlardan farklı bir yol izler.
Ekonomik ve siyasal çıkarlara aldırmaksızın daha eleştirel programlar sunar. Halka açık istasyon-
TV Dizileri
Ortada birçok seçenek varken, izleyiciyi haftalar boyunca şovları kaçırmamaya yöneltmek için benzersiz
ve ilginç konuları işlemek gerekli hale geliyor. Dram, melodram ya da romantizm üzerine kurulu günlük
dizilerin gittikçe sıklaşması, basit ve açık bir format oluşturma yönündeki bu eğilimin sonucudur. Forma-
tın temel ilkeleri ise tekrar, düzenlilik, süreklilik ve rutinliktir. Her yeni olayın hareket noktası, nasıl
çözülürse çözülsün, çatışmaya yol açması muhtemel bir durumdur. NBC'nin David Crane ve Marta Ka-
uffman tarafından yaratılan “Sıkı Dostlar” dizisi 1990’ların en başarılı TV dizilerinden biri olarak
ABD’de on sezon yayında kalmıştı.
Dünyayı küçülten televizyon 1950'lerde başlayan evrimle bir güdüm aracı haline gelmiştir. Esas itibariyle
televizyon bakımından eğlence yayını (filmler, diziler, şovlar) ile haber ve eğitim yayını (belgeseller,
siyasal, öğretici ve bilimsel programlar) biçiminde bir ayrım yapılabilir. Daha rahat izlenmeyi sağlamak
için bu değişik yayın türlerini harmanlama eğilimi gittikçe güçleniyor. Eğitici içeriğin ve haberin
eğlenceyle iç içe geçtiği "eğlendirerek bilgilendirme” programları (yemek tarifi, eğitim
danışmanlığı) ortaya çıkıyor. Pembe dizi ile belgesel karışımı gibi başka melez biçimler geliştiriliyor.
Sohbet programları bile yaygın bir medya olgusuna dönüşmüş durumda. Son yıllarda yeni yayın
biçimlerinin ortaya çıkışıyla program çeşitliliği artıyor. Ne var ki, pıtrak gibi biten böyle yayınlar, düşük
ya da yetersiz izlenme oranları bildirildiğinde, çoğu kez aynı hızla birden kesiliveriyor.
nır. Programlarında reklama yer vermeyen kablolu-şifreli kanallar ise yayın maliyetini tüketiciye yansıtır.
ABD’de böyle kanalların popüler olmasının sebebi kanallara ruhsat harcıyla kamusal
destek verilmemesidir.
21. YÜZYIL
MOBIL TV dijital medyayı cep telefonlarına ve diğer taşınabilir telsiz aygıtlara kadar götürüyor.
IPTV internet protokolü aracılığıyla televizyon yayınıdır. Böylece klasik televizyon programları ya da
özel olarak hazırlanmış internet programları dijital olarak yayınlanıyor.
Tek istisna olan PBS (Public Broa-dcasting Service) televizyonu, ödeneklerin yanısıra özel şirketlerin ve
kişilerin bağışlarıyla giderlerini karşılar.
David Letterman dünyanın en ünlü sohbet programı sunucularındandır. Üslubunu taklide yönelik birçok
girişim ortaya çıkmıştır.
Birçok kimse için televizyon gündelik yaşamın önemli ve ayrılmaz bir parçasıdır. Çoğu kez günlük
rutinimize anlam, yön ve düzen veriyor.
Berlin’de 2006 Dünya Futbol Kupası maçlarını dev ekranlardan izleyen kitleler.
Yoğun ve sıkışık hayat ana, babalan çoğu kez televizyonu bir bebek bakıcısı gibi kullanmaya yöneltiyor.
Toplumda gelişen bireycilik ve çoğulculukla birlikte, insanlar sosyal kurumlardan uzaklaşıyor. Okul,
devlet, din ve hatta klasik çekirdek aile otoritesini yitirmiş veya en azından köklü değişime uğramış
bulunuyor. Dolayısıyla televizyonun kitleleri bilgilendirme ve eğitme rolü artıyor.
Ama bu durum izleyicilerin artık dünyayı doğrudan tanımaktan büyük ölçüde yoksun kalmasına da sebep
oluyor, çünkü televizyonda görülen şeyler başkalarınca seçilmiş, düzenlenmiş ve yorumlanmış bir
dünyadır.
Televizyon çok basit ve rahat bir meşgaledir. Hiç yorulmadan "bilgi toplama”yı sağlar. Gittikçe
bu amaçla kullanıldığı açıktır. Hiç kuşkusuz, toplumun geniş bir kesimi bütün diğer medya türlerine oranla
televizyona daha fazla zaman ayırıyor. ABD’de ortalama izleme süresinin dört buçuk saati geçtiği tahmin
ediliyor. Avrupa'ya ilişkin istatistikler günde üç saat kırk beş dakikalık bir süreye işaret ediyor.
Birleştirici Güç
Yalın bir ifadeyle, oturma odası televizyon aracılığıyla dünyaya açılan bir pencereye dönüşmüş
durumda. Almanya’da düzenlenen 2006 Dünya Futbol Kupası bir yayın programının nasıl toplumsal
olay haline gelebileceğinin bir örneğidir. Dünyanın her yanında çok sayıda taraftar açık
alanlarda toplanarak, maçları dev ekranlardan izledi.
Günlük Düzen
Bir izleyicinin televizyonla etkileşim düzeyi sosyal konumuna, aile durumuna, eğitimine ve geçmişine
dayanır. Bazen günlük yaşamı düzenlemede televizyon esas alınır; günlük işler haber ya da spor
yayınlarına göre planlanır. Sohbet programlarının sunduğu yönelim, izleyicileri daha iyi yaşamlara
özendirir. Pembe dizi ve belgesel karışımları ve gerçek yaşam şovları doğrudan somut hayata ayna tutar.
Dizilerdeki kurmaca kahramanlar bile İzleyici davranışları için rol modelleri haline gelir.
Sürekli televizyon izlemekten kaynaklanan sorunlar birçok araştırmaya konu olmuştur. Bu sorunlardan
bazıları gerçeklik duygusunun kaybı, dolaylı deneyim, zaman israfı, artan pasiflik, izlenen savaş ve şiddet
görüntüleri gibi şeylerin etkisiyle taklide yönelmenin getirdiği tehlikelerdir.
Bir “Uyuşturucu”
Birçok kimse aşırı televizyon izlemeyi belirgin bir bağımlılık olarak görmektedir. Uzmanlar sürekli
televizyon karşısında oturmanın insanı asabi, ürkek ve hayal gücünden yoksun hale
getirebileceğini saptamıştır.
Kanal Dolaşma
Televizyon öteden beri pasif bir iletişim aracı olmuştur. Uzaktan kumandanın izleyicilere kanallar ya
da programlar üzerinden en azından kısmi bir denetim sağladığı doğrudur. Daha önce zaplama kötü bir
alışkanlık sayılırdı. Oysa izleyicinin birçok değişik kanal arasında dolaşmasını sağlaması
açısından zamanla benimsendi, insanlar artık izledikleri programları bir bakıma denetleme gücünü taşıyor
ve istedikleri zaman reklamları seyretmiyor.
DÜNYA GENELİNDE medya ve şiddet konusuna odaklı araştırmaların sayısı beş bini geçiyor.
ASİL TEHLİKE televizyonda gösterilen şiddetin etkisiyle oluşan birikimin çevrede ve gündelik yaşamda
görülen şiddete yatkınlıkla bir araya gelmesinde yatıyor.
Televizyon ve Şiddet
DUYGU DÜNYASI BOZUK çocukların sürekli örnekleri görülen cinayetlere yönelmesi bu güncel
tartışmayı pekiştiriyor. Daha yüksek izlenme oranı uğruna insanların ilgi duyduğu konular kolayca
kullanılabiliyor. İzlenmenin asıl hedefe dönüşmesiyle birlikte, televizyonda sergilenen acımasızlığın
içeriği daha da artıyor. Bu durum bireyler ve toplum açısından gerçek şiddetin artışına yol açabilir.
MEDYADA SERGİLENEN ŞİDDETİN saldırganlığı tetikleyici bir etken olup olmadığı sorusuna, çok
sayıda araştırmaya rağmen kesin cevap verilemez. Ancak bu araştırmalar böyle bir şiddeti izleyen
çocukların ve gençlerin olumsuz etkilere yatkın olabileceğini ve şiddeti haya
tın normal bir yönü olarak görebileceğini ortaya koymuştur. Bilgisayar oyunlarının gittikçe eleştiri konusu
olmasının sebebi de budur.
MODERN YAŞAM
MODERN YAŞAM
İlk başta ordu için veri güvenliği sağlayacağı öngörülen bir sistem şimdi günlük yaşamın bir parçası artık.
İnternetin sunduğu geniş seçeneklere bir fare tıklamasıyla ulaşılabiliyor.
Sonsuz sayıda bilgisayarın internete bağlanması teorik olarak mümkündür. Ana sunucular bu veri akışında
eşgüdümü ve denetimi sağlar.
ŞİDDET OYUNLARI gençler arasında çok popülerdir. Bazı uzmanlara göre şiddet ve işkenceyi
sergileyen oyunlar insanı gerçek hayatta aynı şeyleri yapmaya özendirir.
SANAL KAPIŞMA: Bilgisayar oyunlarının esası çabuk davranmak, beceriler kazanmak ve strateji
oluşturmaktır. En ünlü tür olan “Ego Shooter’’da oyun dünyası benmerkezci bir perspektifle algılanır.
Normalde sanal hasımların olabildiğince erken öldürülmesi gerekir. Diğer oyunlarda odak noktası strateji
ve simülasyon-lardır. Oyunların çoğu bilgisayara yüklenip oynanır; ama bu amaçla tasarlanmış özel oyun
konsolları da vardır.
BİRÇOK RAKİBE KARŞI OYNAMAK: Çoğunlukla oyuncu daha yüksek bir oyun puanına karşı ya da
sanal rakiplerle yarışır. “Çok oyunculu” varyasyonlarda rakipler internet yoluyla buluşulan ya da
tanışıklık kurulan “gerçek” kişilerdir. Odak noktası olayın heyecanını yaşamak, taktik ve beceri
bakımından performans düzeyini saptamaktır. Birçok “Ego Shooter” ya da strateji oyuncusu başkalarıyla
boy
ölçüşmek için oyun dünyasına girer. Özel bir oyun türü olan rol canlandırmada oyuncular sanal
karakterlere bürünür.
Baz/ bilgisayar oyuncuları bilgisayar başında yalnız oturmak yerine, LAN partilerinde buluşarak
becerilerini sınar.
Bitpazarına gitmek yerine, eBay sitesinde kelepir alışveriş dünyasına girmek mümkün artık.
İnternet birçok kişi için arkadaşlarla buluşmayı, bilgi edinmeyi ve sanal ortamda alışveriş yapmayı
sağlayan gözde bir eğlencedir.
Dünya genelinde bir milyarı aşkın insan internet kullanıyor. Bu yoldan elektronik mektuplar (e-posta)
gönderiyor, bilgi arıyor, müzik dinliyor ya da sanal ortamda alışveriş yapıyor. internet ülkeler ve kıtalar
arasında hızlı iletişimi kolaylaştırıyor.
internet 1969'da ABD’de geliştirildi. Efsaneye göre, bir ana bilgisayar olmadan çalışan bu kapsamlı
şebeke bir nükleer saldırı durumunda iletişimi güvence altına almaya yönelikti. Girişimin destekçisi
aslında ABD Savunma Bakanlığı’ydı. Süreç içinde bu çalışmadan yararlanmaya dönük birçok sivil
bilimsel proje de dev
reye girdi. Hepsinin ağırlık verdiği nokta elektronik postayla iletişimdi. Genel kitle açısından internet
ancak 1989'da dünya çapında ağ (www) sisteminin kurulmasıyla ilgi gördü. Günümüzde bu ağı
belirten web terimi internetle eşanlamlı gibi kullanılırken, e-posta ve diğer uygulamalar sadece bir
parçası sayılıyor. Görsel çıktı bakımından www ancak grafik kullanıcı arabirimiyle mümkündür,
ilk yazılım olan web tarayıcı 1993’te bu amaçla geliştirildi. Bilgisayar konusunda derin bir kavrayışa
gerek kalmadan web siteleri arasında çabuk dolaşmayı sağladı.
Kolaylaşan İletişim
internet kullanıcılarının en gözde uğraşı başka insanlarla etkileşime girmektir. Bu da e-postayla artık çok
basitleşmiştir. Alıcı kişi dünyanın öbür ucunda olsa bile, bir elektronik mesaj birkaç saniyede
iletilebiliyor. internet ayrıca interaktif eğlence sağlıyor. Katılımcıların anında metinler yazarak
birbirleriyle “konuşabildiği” sohbet odalarının yanısıra internet telefonu da benzer bir işlev görüyor. Veri
kablolarının daha randımanlı hale gelmesiyle, atık canlı ses ve görüntü bile internet üzerinden
aktarılabiliyor. Bu sistem uzak yerler arasındaki düzenli telefon konuşmalarının maliyetini hatırı sayılı
ölçüde düşürmüş bulunuyor.
Olanaklar Piyasası
internet kullanıcıları sadece bir tıkla sanal gazeteler de okuyabiliyor. Neredeyse bütün büyük
medya şirketleri içeriklerini sanal ortama taşıdıkları gibi, çoğu kez ek bilgilerle ve başka web sitelerine
göndermelerle zenginleştiriyorlar. Bir basılı kopya sürümünün getirdiği avantajlar arasında haberleri
görsel ve işitsel malzemeyle donatmak da var. Ancak medya hâlâ internet sunularından daha az gelir elde
ediyor. Diğer ticari hizmet sunucuları ise farklı bir yaklaşım izliyor. İnternet kullanıcılarının sayısında
süren artışla birlikte, ilk sanal şirketler bu alandaki fırsatı gördü. İnternet üzerinden ödemenin ilk başta
güvensiz olması nedeniyle, kullanıcıların yeni hizmeti benimsemesi zaman aldı. Kitap ve CD satan
Amazon ilk büyük web mağazası oldu. İnternetin olanakları eBay gibi müzayede sitelerinin de ortaya
çıkmasını sağladı.
ÖZEL BİLGİLER
İNTERNET KULLANICILARININ sayısı 2006 sonunda bir milyarı aştı; bu düzey 2000’e göre neredeyse
iki katlık bir artıştı.
DÜNYA GENELİNDE yaklaşık 100 milyon web sitesi vardır; bunlann ancak yarısı düzenli
ğüncellenmektedir.
JAPONLAR ayda 14 saat 50 dakikalık süreyi internet başında geçiriyor; İngilizlerde bu süre 11 saati
aşıyor.
İnternet tek yönlü bir sokak değil. Aslında içeriği yöneten ve erişimi denetleyen bir merkezi otorite yok.
Herkesin sanal ortamda metin, görüntü ve film yüklemesi mümkün.
MÜZİK SEKTÖRÜ korsanlık yüzünden her yıl yaklaşık 4,2 milyar dolar gelir kaybediyor;
sinema sektörünün yıllık kaybı ise yaklaşık 18 milyar dolar.
İNTERNET KULLANICILARI 2005’te yasal yoldan 470 milyon şarkı indirdi; bu önceki iki yıla göre
20 katlık bir artış demekti.
MODERN YAŞAM
ÇOK KOLAY: Yeni bir CD ya da film basit bir fare tıklamasıyla hiçbir masrafa girmeden sabit sürücüye
indirilebilir. Bu işi kaçak yapan kişi aslında eserin yaratıcısının geçimini sağladığı sanat ve kültür
emeğini çalmış olur. Böyle korsan kop-yaların pazarianması ve satılması da cezaya tabidir. Napster sanal
ortamda müziğe dönük ilk takas sitelerinden biriydi. Sistemde merkezi bir sunucunun yokluğundan dolayı,
böyle bir şebeke kullanıcının bilgisayarını diğer kullanıcılara rahatça bağlayabilir. Günümüzde Napster
artık yasal hizmet veriyor; ama film ve video işini yürüten birçok kaçak takas web sitesi var.
MÜZİK VE SİNEMA sektörleri gidişatın farkına geç vardıkları için, doğru zamanda gerekli yasaları
gündeme getirme şanslarını zora soktular. Korsan kopyalara bağlı etkilerin ortaya çıktıktan sonra, katı
telif hakkı yasaları çıkarıldı ve müzik CD’lerini koruyucu önlemler alındı. Yük- •——r—r-
sek para ve hapis cezalarının amacı korsan yazılımdan caydırmaktı. Müzik şirketleri tescilli dosyaları
ruhsatsız çoğaltmaya karşı koruyan kuruluşlarla da işbirliğine yöneldi.
Bir mecra olarak internetin özgün yanı interaktif ve katkıya uygun olmasıdır. Herkesin görüşünü
belirtebileceği açık bir platformdur. Hangi içeriklerin sanal ortama girebileceğine karar veren bir genel
yayın yönetmeni yoktur. Ama birçok web sitesinin, sözgelimi medya ve şirket sitelerinin bütün içeriği
özenle izleyen editörlük bölümleri elbette vardır.
Kafa Dengi İnsanlarla Buluşmak
insanlar artık aynı hobiye ya da benzer ilgi alanlarına sahip kişileri “forum” denen internet
topluluklarında bulabiliyor. Forumlar kafa dengi kimselerin sözgelimi günlük uğraşları aktarmak ya da
fotoğraf, video, ses kaydı gibi şeyleri sanal ortama taşımak üzere etkileşime girmesini sağlıyor. Amatör
filmleri ya da müzik parçalarını da kapsamak üzere gündelik yaşamdan çeşitli kesitleri arkadaş
çevrelerine sunulabiliyor. izleyiciler ve dinleyiciler yorumlar yaparak ve başka fikirler ekleyerek bu tür
katkıları değer-lendirebiliyor. Böylece çoğu kez internet olmadan asla buluşama-yacak insanlar arasında
basit bilgi alışverişleri ve hatta dostluklar kolayca gerçekleşebiliyor, internette en çok tanınan sosyal
ilişki ağı sitesi olan MySpace topluluğuna üye olarak kabul edilenlerin sayısı dünya genelinde 140 milyon
kullanıcıyı aşıyor. Bu portalda belli bir sanal ortam şöhreti kazanmak işten bile değil. İngiliz Arctic
Monkeys müzik topluluğunun bir plak kontratı elde
-I ■ - —n yfta
[jf Googİf
Google gibi arama motorları internet siteleri kalabalığında yol bulmayı sağlar.
Şimdi gerçek hayata paralel olarak internette ikinci bir kimlik yaratmaya olanak veren yeni oyunlar
var. Örneğin, üç boyutlu sanal bir dünya olan “ikinci Hayaf’ta her oyuncu bir kimliğe bürünüyor ve belirli
bir mesleği yerine getiriyor; mülk satın alma hakkını kazanıyor ve diğer oyuncularla birlikte yeni bir
dünya kuruyor. Birkaç “ikinci Hayat" sakini kendi
Napster web sitesi, kullanıcıların kaçak yoldan indirmek üzere yüz binlerce müzik parçasına ulaşmasını
sağlamıştı.
şirketlerini kurmuş bulunuyor. Şirketlerin sanal dünyada şubeler açtığı bile oluyor.
interneti özel kılan şey herkesin istediğini özgürce yapmasıdır. Kullanıcılar sanal ortama görüntüler
ve metinler yerleştirdiğinde, düzenleyici denetim ya da filtreleme uygulanmaz. Bu durum elinde
uygun içerik bulunduğu sürece herkesin bir ifade platformu bulması açısından oldukça yararlıdır,
internette böyle bir özgürlüğün ve anonimliğin sakıncaları ise pornografinin ya da şiddet dolu resimlerin
ve filmlerin yayılmasında görülebilir. Yaygın çocuk pornografisi daha şimdiden bir soruna dönüşmüş
durumda. Ama internetin bu yarı yasal kara delik konumu hızla değişiyor. Yetkili ma
_______ÎSpts
fmi s: v
kamlar suça dönük içerikleri bastırmanın yollarını sürekli arıyor. Yine de kullanıcıların
internetteki anonimliğin tehlikesini küçümsememeleri gerekir. Başka bir tehlike internet ve e-posta
yoluyla kolayca yayılabilen virüs ve solucan gibi hasar verici programlardan geliyor. Bunlar bulaştıkları
bir PC’deki dosyaları bozabiliyor ya da gizli verileri çalabiliyor.
Yıldız olma yolu açık: isteyen herkes kendi çektiği filmleri YouTube gibi internet siteleri üzerinden
piyasaya sürebilir.
Bozulan statüko \ Modern ruh \ Savaş sonrasının çocukları \ X-kuşağı | Disko \ “Ben" kuşağı \ Binyıllıklar
\ Küresel gençlik
KİLİT BİLGİLER
YAŞAM KALİTESİNİ yükselten daha iyi koşullar ve gençliğin tüketim eğilimi bir kimlik ifadesine
dönüştü.
MÜZİK her kuşağın yabancılaşma duygusunu ifade etmesinde önemli bir kişisel tercih haline geldi.
Sosyal değerlerin iki dünya savaşıyla kutuplaştığı 20. yüzyılda her genç yetişkin kuşağı enerjisini yeni bir
kimlik yaratmaya akıttı. Yerleşik din ve siyasete karşı tutumlar köklü değişime uğradı. Gençler bireysellik
ve sahici bir kimlik arayışıyla yeni modaları, sporları, boş zaman uğraşlannı ve siyaset akımları seçti.
Her yeni kuşağın simgesi seçtiği müzik oldu.
MODERN YAŞAM
BOZULAN STATÜKO
Gençlik kültürü 20. yüzyıl başlarında gözle görülür bir olgu olarak ortaya çıktı. Kurulu düzeni
sorguladıkları için gençlere sıklıkla “anti-sosyal” damgası vuruldu.
GEORGE GERSHVVIN (asıl adı Jacob GershowitZ) caz denemeleri yapan bir klasik müzik besteci-
siydi.
EDVVARD KENNEDY ELLINGTON birçok cazviıtüözü gibi bir lakapla anılırdı. “Dük' gençlikyıllarında
Washington’da bir süre piyano çaldıktan sonra, 1923'te New York’ta The VVashingtonians topluluğunu
kurdu. Cotton Club'ın sürekli orkestrasının başına 1927’de geçti. Üretken bir besteci olarak, konser
salonları için bestelere ve film müziklerine de imza attı.
BİRÇOK PLAK yaptı ve yurtdışı turnelere çıktı. “Mood Indigo”, “Sophisticated Lady”,
“İt Don’t Mean a Thing (If İt Ain’t Got That Swing)”, “Ain’t Misbehavin'” ve 50 yıl boyunca caz
orkestrasıyla en çok özdeşleştirilen şarkı “Take the ATrain” gibi parçalarıyla hemen hatırlanan bir kişi
haline geldi.
20. yüzyıl başlarında sanayileşmiş ülkelerin çoğunda zorunlu eğitim yasalarının çıkmasının ardından
gençlik kültürü olgusu ortaya çıktı. Gençler fabrikalarda veya tarlalarda çalışma becerileriyle değil,
yaş benzerliğiyle belirlenen bir kesim haline geldi.
Maddi Bağımsızlık
ABD ve İngiltere gibi ülkelerde daha fazla ailenin müstakil konutlarda yaşamaya başladığı ve sosyal
değerlerin evde yoğunlaştığı bir dönemde kabul edilen çalışma yasalarıyla çocuklar ve gençler
işgücünün dışına çıktı. Sanayileşmiş dünyada yaşam kalitesindeki köklü iyileşmeyle birlikte, çocuklar
küçük yaşta işçiler olarak aile ekonomisine sağladıklar cüzi katkıdan dolayı değil, bizzat varlıklarıyla
değerli sayılmaya başladı. Yarım günlük işlerde çalışarak cep harçlıklarını çıkaran gençler ortak
mekânlarda toplanmaya yöneldi, gençler tüketicilere dönüştü. Haftalık harcamaları yeni ürünlere dönük
pazarları açtı. Yasaların tanıdığı oy hakkıyla sosyal bilinç düzeyi yükselen gençler, siyasal iktidarın bütün
kademelerinde karar alma sürecine katıldı.
Caz Kuşağı
Yüzyıla damgasını vuran kültürel çalkantıların ilki caz müziği oldu. Kadınlar bağcıklı botları ve daracık
etekleri bıraktı; bu arada etek boyları kısaldı, ilk sesli filmler çekildi. Bunların birçoğu
kentlerdeki düzensizliği yansıtan gangster filmleriydi. Kadınlar ev dışındaki işlerde çalışarak para
kazanmaya başladı. Dans öylesine rağbet gördü ki, Con-verse şirketi 1917'de, pistte kaymayacak lastik
tabanlı ilk bez spor ayakkabısını üretti. ABD’de güneydeki sıkı ırk ayrımı yasalarından kaçan Afro-
Amerikan işçilerin gospel ve blues tarzı müzikleriyle birlikte kuzeye göç etmeleri, akıldan çıkmayan yeni
bir müzik türünü popüler hale getirdi.
Büyük Bunalım
Blues müziğinin yayılması 1929'da patlak veren küresel boyuttaki fı-nansal krizin yansımasıydı.
ABD’deki borsa çöküşünün yol açtığı Büyük Bunalım dalgalar halinde bütün dünyayı sararken,
ekonomilerin battığı, kentlerin bozulduğu ve işsizliğin yaygınlaştığı zorlu bir ortam 1930’ların başlarına
kadar sürdü. Birçok ülke savaş borçlarını ödeyemez hale geldi ve mal fiyatlarındaki düşüşe rağmen, aşırı
enflasyonla karşı karşıya kaldı. Ekonomilerin çoğu istikrarsızlaştı, toplu göçler başladı ve yoksulluk arttı.
Gençliğin itibarı yükseldi.
Gece Yaşamı
Kulüplerde ve sinemalarda çalınan caz, ten rengi ayrımını ortadan kaldırdı. Müzisyenler Afro-
Amerikanlara özgü armoniye ve ritme dayalı müzikle deneylere girişti. İçki yasağı (1919-1933)
döneminde dans orkestraları ve şarkıcıları ırksal olarak gittikçe karışan dinleyicilere hitap etti. Feminizm
de cazdan yararlandı. Kadın şarkıcılar erkeklerle eşit konuma ulaştı. Bu bir bakıma kadınla-nn 1920’de
oy hakkı elde etmesinin yansımasıydı. Blues ve caz topluluklarına solistlik yapan kadın şarkıcılar
arasında Ella Fitzgerald ve
MODERN RUH
I. Dünya Savaşı’nı izleyen sosyal huzursuzluk dalgaları otoriteyi darmadağın etti. Toplum, din, eğitim ve
bilimlerdeki yerleşik doğrular sorgulanırken, gençler gittikçe müziğe yöneldi.
ABD'de anayasaya eklenen bir maddeyle 1919’da içkiye getirilen yasak 1933 ’e kadar sürdü.
LOUIS ARMSTRONG müzik yaşamına New Orleans’taki bir yürüyüş bandosunda başladı.
“TORBA AĞIZLI” ARMSTRONG AlI Stars topluluğundaki trompet sololarına temel doğaçlama unsurunu
kattı.
Svving
Caz çağının şen şakrak genç kızları kısa kesilmiş saçlarıyla, savrulan uzun inci kolyeleriyle, sırtlarını ve
allık sürülmüş pudralı dizlerini açıkta bırakan giysileriyle ve kıvrık çoraplarıyla çarliston dansı yaparken
“uçarı" deyişine tam uyan bir hava taşırdı. I. Dünya Savaşı’nda delikanlılara kıyılmasının yarattığı düş
kırıklığıyla, “kahkahalı yirmiler” döneminin sahte büyüsünü yansıtırdı. Onların topluma meydan okuyuşu
sessiz sinemanın Clara Bowve “Sosyete Meşhuru” (1926) filminde “uçarı” tarzda giyinen Louise
Brooks gibi kadın yıldızlar tarafından sembolleştirildi. sağda: Louise Brooks
Pop müzik esas olarak pop dans müziğiydi ve halk danslarına eşlik eden müziğin tersine,
önceki kuşakların pek tadamadığı bireysellik peşinde koşan yeni bir kuşağı tanımlamada kullanıldı.
Dans S alonları
“Bütün savaşları sona erdirecek savaş” bitmişti; eski kesin yargıların yıkılışıyla birlikte, gamsız eğlence
ve kaynaşma anlayışıyla bağlantılı yeni bir yabancılaşma ortaya çıktı. Vurgulanan şey yenilik, özellikle
de gençlikti, iktidar mevkilerindeki kişilerin gençlere çoğu kez yakıştırdığı sıfatlar ise serkeşlik, kabalık
ve anlamsız yıkıcılıktı. I. Dünya Savaşı’nın askıya almış olduğu özgürlükler sonraki yirmi yılda kendisini
alabildiğine açığa vuracaktı.
S tving ve Büyük Orkestra
Etek boyları daha da kısaldı ve pantolon her iki cins tarafından giderek daha çok benimsendi. Dans
müziği kısıtlamalardan kurtuldu ve danslar yakın temas sporlarını andırır hale geldi. Tromboncu Glenn
Miller’ın büyük orkestrasının “İn the Mood” ve “Don't Sit Under the Apple Tree
with Anyone Else but Me” gibi çok tutulan parçaları dans, salonlarında yankılandı ve radyolarda
çalındı. “Kont” VVİlliam Basie gibi müzisyenler piyanoyla caz orkestralarını yönetti. Kostümlerini
mücevherlerle donatmış, alçak topuklu ayakkabılar ya da şeritli sandaletler giymiş dalgalı saçlı kadınlar
boogie-vvoogie eşliğinde dans etti.
Gençler yoğun duygular yaşama özlemine kapılarak, alkol ve uyuşturucu gibi yasak maddeleri denemeye
koyuldu. Pop müziğinin esrar içmeye ilk örtük göndermesi 1932'de Don Redman ve orkestrasının “Reefer
Man” plağında yer aldı. Orta sınıfa mensup aileler otomobil edindi ve sürat genç sürücüler için bir tür
uyuşturucu yerine geçti.
Yeni müzik radyo ve 78'lik plaklar aracılığıyla daha geniş kitlelere ulaştı. Hollyvvood merkezli sinema
sektörü de dünya genelinde İngilizce şarkılara aşinalığı arttırdı. Genç kuşaklar televizyon edinmenin
yaygınlaşmasından çok önce Shirley Tertiple gibi çocuk yıldızlarla özdeşleşti.
II. Dünya Savaşı edep perdesini yırttı. Küresel kıyımın yaşandığı bir ortamda, aşk havası her tarafı
sardı. “Mavi Gözlü” Frank Sinatra ‘TM Never Smile Again”i okudu, Bing Crosby “Pennies
from Heaven”ı mırıldandı ve Vera Lynn hüzünlü savaş ağıtı “We’ll Meet Again"i seslendirdi. Omuz
vatkaları ve daracık pantolonlar kadınlara erkeksi bir siluet verdi; deri orduda kullanıldığı için karneye
bağlandı; piyasada bulunmayan çorapları andırması için bacakların arka tarafına dikiş yerleri boyandı.
Christian Dior’un 1947’deki “yeni r görünüm” modası savaş ‘ ^ öncesinin
21. YÜZYIL
GEORGE VE IRA GERSHVVIN'İN sevilen birçok parçasının özgün telif hakkının bitiş tarihi AB’de
2007, AB D’de ise 2019-2027’dir.
BİNG CROSBY’NİN “White Christmas”ı dünyada en çok satılan plak olarak 2007 Guinness
Rekorlar Kitabı’ha girdi.
MODERN YAŞAM
MODERN YAŞAM
Gençlerin yaşa dayalı gruplar oluşturmasıyla rock and roll kuşak kimliğini simgeler hale geldi. Gelirlerin ve kredilerin artması
daha fazla insanın ev ve araba sahibi olmasını sağladı.
TROMPETÇİ MILES DAVIS cazın gelişmesinde önemli yeri olan kişilerden biriydi.
ROCK AND ROLL Siyah müzik tarzları ve ritimlerini country ve blues’u birleştirerek daha sert ve keskin
ritimlere dönüştürdü. Elektronik gitar Chuck Berry’nin yeni bir kuşak kimliğini dile getiren “Roll Över
Beethoven”i (1956) gibi şarkılarında radikal bir ses yarattı. Hayranların konserlerdeki çılgınlığı önemli
bir karşı-kültür gücünü göstermeye dönük başkaldırılara büründü. İlk soul müziği parçaları on yıl
sonraki Motovvn müziğinin temelini attı. Gospel, ritim ve blues’u uyarlayarak yeni bir müzik tarzı
oluşturan birçok şarkıcı arasında Ray Charles ve “Soul’un Babası” James Brown da vardı.
ELVİS PRESLEY (1935-1977) gelmiş geçmiş en popüler eğlence sanatçısı olarak kabul edilir. Kalkık
yaka, sımsıkı oturan pantolonlar ve sonraki gösterilerinde bir dizi ışıltılı takı “Rock and Roll Kralı”nın
markasıydı. “Hound Dog” ve “Don’t Be Cruel” gibi şarkılarıyla olağanüstü bir etki yarattı.
Tennessee’nin Memphis kentindeki evi Graceland günümüzde milyonlarca kişinin ziyaret ettiği bir anıt
gibidir.
1950’ler sınıf atlama yönünde bir hava yarattı. Gençlik kültürü müzik, moda ve tavırla tanımlanır oldu.
Sinemalar ve kafeteryalar otomatik pikaplarda müzik çalmaya, meşrubat içmeye ve tüketim markalarını
sergilemeye meraklı gençleri çekerek satışları daha da yukarıya tırmandırdı. Seri üretim ve teknolojik
yeni-
Yurttaşlık Hakları Hareketi
ABD'de ırklar arası ilişkileri gerginleştiren yurttaşlık hakları hareketinin talebi herkes için adil bir
toplumdu. Devlet okullarında ırk ayrımının 1954’te kalkmasına karşın, toplumda bu anlayış tam
kalkmış değildi. Şiddet dışı yöntemleri savunan Martin Luther King, Jr. karizma-tik söylevleriyle özgür
irade, etnik kimlik ve siyasal tartışma konusunda bir simge haline geldi. Nobel Barış Ödülü’nü aldığı
1964'te henüz 35 yaşındaydı ve buna layık görülen en genç kişi olmuştu. 1968'da uğradığı suikast
Siyahların mücadelesini militanlaştırdı ve bütün kesimlerdeki kuşak uçurumlarını öne çıkardı.
likler bu yeni gençlik pazarının isteklerini karşılamaya yöneldi. Elbiselerinin etekleri savrulan,
kısa çoraplı ve atkuyruklu kızların aktör James Dean'in “Asi Gençlik’’
(1955) filminde popülerleştirdiği tarzda alabros saçlı ve blucinli delikanlılarla dansa çıkması moda
oldu. Gençler için sanatçıların seçme parçalarını radyodan dinlemek tutkuya dönüştü. Birçoğu aile
arabasını sürmeye başladı. Boş zaman uğraşları takım sporlarından 1958’da pazarlanan frizbi gibi
bireysel oyunlara ve çember çevirme yarışlarına kaydı. Amerikan yaşam tarzı bir özenti yarattı. Nükleer
silahlanma yarışı hızla serpilen zenginliğe yönelik tehditlerle mücadele gibi sunuldu.
Filmler ve Taşkınlık
Ailen Ginsberg ve Jack Kerouac gibi yazarlar yeni edebi üsluplarla ortaya çıktı. “Karatahta Ormanı’’
(1954) filminde kısa pantolonlu ve kazaklı genç kadınlar Bili Haley ve Comets’in “Rock Around the
Clock’’ şarkısını haykırarak söylerken göründü. İngiliz sinemalarında gençlerin çıkardığı olaylara ilişkin
haberler üzerine, bu film Almanya ve Hollanda'da yasaklandı. Plak yapımındaki teknolojik ilerlemeler
Elvis, Little Richard, “Katil" Jerry Lewis ve Buddy Holly’nin okuduğu yeni müziği yaygınlaştırdı.
Televizyon oturma odalarının çoğuna girdi; “Lassie” ve “The Lone Ranger" gibi programlar sadık bir
izleyici kitlesi buldu. Kuşak uçurumu Elvis Presleyin 1956’da televizyona ilk çıkışında açıkça görüldü;
seksi hatırlatıcı kalça kıvırmalarını sansür-lemek için ekranda sadece gövdesinin gösterilmesi şartı
kondu. Oysa gençler onun plaklarını ve konser biletlerini kapış kapış alıyordu. Rock and roll’un bir yıl
sonra televizyonun en çok izlenen saatlerine alınması, savaş sonrasında doğmuş kuşağın önceliklerini
ortaya koydu.
Şaşırtıcı bir çıkış yakalayan rock and roll dünyanın her tarafında gençleri etkiledi. Bu durum banliyö
zevkleri ve maddiyatçılıktan duyulan rahatsızlığı ve değişen kültürel beklentileri yansıtıyordu. Gençler
kurulu düzenin hedeşerine yabancılaştı. 1910’ların modasına benzer ceketlerinden dolayı dönemin İngiliz
kralı Edvvard'a göndermeyle “Teddy oğlanları” diye anılan gençler rock and roll'un ilk günleriyle
özdeşleşti. Daha sonra siyah balıkçı yaka kazaklar içindeki “beat” çocukları muhafazakâr
inançlan protesto etti ve Soğuk Savaş’tan duyulan kaygıları dile getirdi. Beat akımı Ginsberg’in “Uluma"
(1956) kitabının müstehcenlik gerekçesiyle sansüre uğramasından sonra adını duyurdu.
X-KUŞAGI
Müzik 1960’ların tarihinde özel bir rol oynadı. Gençler alışılagelmiş fikirleri reddederek, cinsellik ve
uyuşturucu konusunda uç noktalarda dolaştı.
Sömürgeler bağımsızlığa kavuşurken ve Çin bir kültür devrimine yönelirken, Batı toplumunda iç
muhalefet yükseldi. Pop müziğinin politikleştirdiği birçok gencin tutuculuğa yönelik protestosu
öğrenci olaylarıyla, kentlerde karışıklıklarla ve özgür seks anlayışıyla belirlenen bir dönemi getirdi.
Değişen Zaman
Cinsel davranışlarda devrim yaratan özgürlük 1960’ta doğum kontrol haplarının piyasaya
sürülmesinin sonucuydu. Betty Friedan Kadınlığın Gizemiyle (1963) kadınları cinsel kimliklerini
tanımaya yöneltti. Eteklerin iyice kısalması karşısında, hükümetler vergi kaybını önlemek için çocukların
giyimini yeniden düzenledi. Dört kişilik Beatles topluluğuna göndermeyle “beatlemania" olarak anılan bu
dönemde yeniyetme kızların müzisyenleri görünce çılgına dönmesi konserlerde güvenlik ön-
VVoodstock
New York eyaletinde Ağustos 1969'da VVoodstock adıyla üç günlük bir müzik festivali
düzenlendi. Tarihin etkili müzik buluşmalarından biri olan bu olayı belgeleyen aynı adlı film rock, folk,
country ve blues sanatçılarını efsaneleştirdi, ilk başta sıradan gibi görünen festivale daha çok hippiler
katılmıştı. Bu kitle Janis Joplin, The Who, Santana, “We Shall Overcome” Joan Baezve “The Star
Spangled Banner”ın tartışmalı bir uyarlamasını çalan Jimi Hendrix gibi ünlü sesleri dinleme
olanağını buldu.
temlerini gerekli kıldı. Ama Beatles’ ın “Zorlu Bir Günün Gecesi” (1964) ve “imdat” (1965)
filmlerindeki dağınık saçlı haline oranla, Rolling Stones ve devrimci şarkısı “I Can't Get No
(Satisfaction)” ahlak açısından daha tehdit edici bulundu.
Müzikte Rönesans
Beach Boys'un yanısıra The Supre-mes gibi ilk Motovvn toplulukları müzik çeşitliliğine katkıda
bulunurken, “Soul Kraliçesi" Aretha Franklin 1967’de Siyahların feminist bildirisi “Respect”i çıkardı.
Sanrılı müzik ve sanatın çıkış ve esin kaynağı eğlence amaçlı uyuşturucu kullanımı ve yoğun Asya
etkileriydi. Bu hava Hıristiyanlığın hegemonyasını sorgulamayı getirdi. Gençlik grupları da değişkendi.
Uzun saçlı, tişörtlü ve eski parkalı şık gençler küçük motosikletlerle dolaşıyordu; ağır deri giysiler
içindeki rock’çılar havalı motosikletler sürüyordu; dazlakların kısacık saçları ve kocaman botlan vardı;
çıplak ayaklı hippilerin üstünde alacalı tişörtler vardı. The VVho’nun okuduğu “My Genera-tion”la
elektronik gitar karşı-kültürün en seçkin çalgısı haline geldi.
Siyasal yaşama katılma yolları engellenen gençler ruhani kavrayışı müzisyenlerde aradı. Bob
Dylan’ın balatlan sosyal adaletsizlik, savaş ve ırk ayrımcılığı üzerine veciz sözleriyle protestoyu
somutlaştırdı. “The Times They Are A-Changin”' (1964) ABD Başkanı John F. Kennedy’ye yönelik
suikastın ardından kuşak dışlaması uyansında bulundu. Dylan'ın sosyal bir yorum sunduğu “Blowin’ in the
Wind” yurttaşlık haklan hareketinin liberal kesimince marş gibi benimsendi. Siyasetçi
Robert Kennedy’nin ve Martin Lut-her King’in canını alan suikastlar sosyal altüst oluş karşısındaki
her türlü aldırışsızlığı sarstı.
lendiği 1967 bir aşk yazına sahne oldu. “Hair" müzikali bir hippi protestosuna büründü. Elizabeth Tay-
lor’ın “Kim Korkar Hain Kurttan” filminde oynamasından sonra, yaş sınırlamasıyla ilgili bir kuralla
sinema sansürü hortladı. Beatles savaş karşıtlığı ve eşcinsel hakları hareketlerine yetkili makamların aşırı
tepki gösterdiği yeni bir dönemin doruğunda “Let İt Be” plağını çıkardı.
TASARIM İŞİ GİYSİLER daha kolay ulaşılır ve daha ucuza alınır hale geldi.
MODA ÖZGÜRLÜĞÜ furyasında giyim mağazaları butiklere dönüşürken, her iki cins de stil konusunda
gittikçe bilinçlendi. Kadınlar pantolonlu takım elbiseler, mini ve mikro •** v
etekler giydi. Çorabın yerini tayt ve tek parça mayonun yerini bikini aldı. Erkekler geniş yakalı gömlekler
ya da Beatle tarzı yakasız ceketler, bol paçalı pantolonlar ve balıkçı yaka kazaklar giydi. Çiçekli desenler
her hippi giysisini süsledi; rengârenk kaftanlarda ve Afgan işi hırkalarda daha cüretli desenlere yer
verildi. Tasarımcı Mary Quant mini eteği ve büzgülü bluzu yarattı, insanların alışveriş
alışkanlıklarına yenilik getirdi.
KADINLARDA kovan saçın yerini kısa saç alırken, erkekler saç uzatmaya yöneldi. Sentetik yeni
kumaşlar arşına girdi ve zarif çizmeler Nancy Sinatra'nın “These Boots Were Made for VValking”
şarkısıyla moda haline geldi. Kullanıldıktan sonra atılan kâğıt giysiler bir süre rağbet gördü.
Süper manken Twiggy oğlansı tarzı ve kısa saç kesimiyle 1960’ların şık stilinin sembolü oldu.
Moda
LU
MODERN YAŞAM
SAVAŞ KARŞITI PROTESTOLAR Batı dünyasında 1960’larda tırmanarak 1970lere kadar sürdü. ABD
ULUSAL MUHAFIZLARI 1970’te Kent Eyalet Üniversitesinde bazı öğrencileri silahla öldürdü.
SİYASAL EYLEMLER karşısında ABD’li yetkililer Güneydoğu Asya’daki savaşı sona erdirme yönünde
baskı altına girdi. Kamuoyunda görüşler kutuplaştı; gençlerin otoriter yapıya yönelik protestoları
başkanlık kararlarıyla ilgili tartışmayı kızıştırdı. Televizyona yansıyan savaş haberleri çatışmanın
dehşetini ülkeye taşıdı. “Wa-tergate” skandali ve ABD Başkanı Richard Nixon’ın 1974’teki istifası
gençlerin siyaset konusundaki hayal kırıklığını arttırdı. Cepheden dönen Amerikan askerleri sivil yaşama
uyum sağlamada ciddi sorunlarla karşılaştı.
Fransa, Meksika ve ABD’de savaşları ve sosyal eşitsizliği protesto eden öğrencilere sert yöntemlerle
karşılık verilirken, uzay araştırmaları küresel bir rekabete dönüştü.
Uzay ve Ekran
Bir astronotun Ay'da yürümesinden altı ay sonra, bütün gözler uzay yarışının yoğunlaştığı ve
uyduların iletişimi sağladığı gökyüzüne çevrildi. Televi^on kitleleri ekran başına çekti. Kölelik üzerine
destansı bir dram olan “Kökler” dizisini ABD’de 100 milyonu aşkın kişi izledi; tenisçi Billie Jean
King’in Bobby Riggs'i yendiği “Karşı Cinslerin Kapışması” nı 50 milyon kişi izledi. Oy verme yaşı 18'e
indirildi ve kürtaj yasallaştı. Savaş karşıtı protestolarla sosyal huzursuzluk sürerken, nükleer karşıtı ve
yeşil hareketler çevre bilincini öne çıkardı. Boşanma yaygınlaştı. Gençler teknolojiyi benimsedi ve
bilgisayar sektörünün temelleri atıldı. Bilimkurgu ve korku filmleri rağbet gördü. Jogging modası
koşu ayakkabıları için bir pazar yarattı.
Ayakta Kalmak
Demokratik ve komünist sistemlerin küçük ülkeler sahnesinde sürdürdüğü çatışma tırmanırken gençler de
müzik ikonlannı putlaştırdı. Aile müzikalleri popülerleşti; bu alanda Michael Jackson’ın da yer aldığı
Jackson Five ve The Osmonds gibi topluluklar, ayrıca David Cassidy’nin oynadığı TV durum komedisi
“Par-tridge Family” öne çıktı. Gençlerin “Top Ten" müzik listelerindeki parçaları dinlemeye başlaması
pazarı daha da gençleştirdi. Beatles'in okuduğu “Lucy in the Sky with Dio-mands" (LSD) gibi
şarkılar uyuşturucu düşkünlüğüne dikkat çekerken, müzik ikonları Presley, Hendrix, Morrison ve Joplin
aşırı uyuşturucu kullanımından öldü.
Bob Marley’in funk ve reggae tarzıyla, müziğe yeni etnik çeşitlilik unsurları girdi. Elektronik gitar Eric
Clapton, Rory Gallagherve Jimmy Page gibi sanatçılarla doruğa ulaştı. Synthesizer’leryeni bir müzik
sesi yarattı. Led Zeppelin, Frank Zappa, Queen ve Pink Floyd gibi süper topluluklar daha görkemli yapıya
kavuştu ve rock grupları statlarda binlerce hayran için müzik yaptı. Hard rock topluluğu AC/DC'nin
hayranlan okul üniformaları giyerken, David Bowie ve Elton John “özenti’Teri onların büyüleyici rock
tarzını taklit etti.
Ş ok Tedavisi
“Punk” denen saldırgan rock 1970’lerin ortalarında bir yeraltı sahnesinden patlak verdi.
Ramones ABD’de ilk kez sahne aldı. Sex Pis-tols yaygın işsizliğin ve sınıf çatışmalarının yaşandığı bir
ortamda “Anar-chy in the UK” ve “God Save the Queen” şarkılarıyla hükümeti ve monarşiyi alaya aldı.
Topluluğun 1976'daki ilk TV gösterisinde kullandığı kaba dil ve cinsel göndermeler bir skandal yarattı.
Birçok genç statükoya ve metalaşmaya karşı bu sert başkaldırıyı benimsedi. Yırtık elbiseler, burunlara ve
yanaklara takılan kancalı iğneler, fosforlu renklere boyanmış diken gibi saçlar ve zincirlerle “şok edici
giyim” kavramı doğdu.
Disko
İsveçli ABBA topluluğunun uzay çağı tulumlarıyla ve gümüş çizmeleriyle Eurovision şarkı yarışmasını
kazanmasından sonra, “Cumartesi Gecesi Ateşi” filmi disko dansını bir salgına çevirdi. Diskolarda plak
çalan DJ’ler kısacık şortlu ve topukları yirmi santime varan ayakkabılar giyen gençleri akın akın
diskolara çekti. ABD’de Bee Gees ve Donna Summer şarkılarını kasetlere okudu. Village People
topluluğunun 1979’da diskoların kesin favorisi olan “Y.M.C.A.” parçası yükselen eşcinsel hakları
hareketi tarafından benimsendi.
Mick Jagger statükoyu alaya alan tarzıyla Rolling Stones’a öncülük etti.
ÖZEL BİLGİLER
NEŞE SAÇAN POP İKİLİSİ: Carpenter kardeşlerin şarkıları 1970’ierde liste başı oldu.
GENÇLERDE sigara tiryakiliği arttı. Üstelik reklamcılar 1971'de TV-radyo reklamla-nnda sigaraya yasak
getirmişlerdi.
SONY 1979’da piyasaya çıkan volkmeni iki yıl önce icat ettiğini ileri süren tasarımcı Andreas Pavel’a
sus payı verdi.
keksi tarz döneme damgasını vuran omuz vatkalarıyla ve koşu ayakkabılarıyla bütünlük kazandı. Gençlerin
toplumun ahlak anlayışına karşı öfkesi yeniden açığa çıktı. Özellikle nükleer enerji
santrallerindeki önemli kazalardan sonra gelişen nükleer silahsızlanma talebi ve dünya genelinde süren
yoksulluk bu çıkışı körükledi. Gençler 1984’te % Band Aid denen bir grup '*% sanatçının “Do They
Know ^ It’s Christmas?” adlı
tek parçasını satın ala-rak Etyopya’ya yardıma destek verdi. Güney Afrika’daki ırkçı sistem birçok kesimi
radikalleştirirken, glasnost kilitlenmiş Sov-
“BEN” KUŞAĞI
Gençlerin hızla gelişen teknolojiye yatkınlığı kuşak uçurumunu daha da derinleştirirken, rap şarkıcıları
toplumun dikkatini köhne mahallelerdeki yoksulluğa ve artan suçlara çekti.
Kişisel bilgisayarlar, atari salonları, Pac-Man ve Süper Mario Bros, gibi popüler video oyunları
1980’lerde ilk kez dışa kapalı bir gençlik dünyası yarattı. Öte yandan HIV/AIDS salgını karşı cinsle
ilişkiler ve okullara kadar inen yaygın uyuşturucu kullanımı konusunda endişeler doğurdu.
İktidar ve Yoksulluk
Kadın hakları için mücadele iş hayatında yükselmenin önündeki engelleri kırarak, kadınların Batı
şirketlerinde yönetim kurullarına bile girmelerini sağladı. Ofis ortam larında "iktidar kisvesi”yle dolaşan
bu kesimin benimsediği er-
RAP VE HİP HOP sanatçıları bağımsız kayıt markaları oluşturdu, videolar ve imzalı giyim ürünleri
çıkardı.
SOKAK ALTKÜLTÜRÜ hip hop akımı, rap müziğini akrobatik dansla ve grafiti sanatıyla bir araya
getirdi.
RAP MÜZİĞİNDE ezgiyle söylenen şiirsel kelime oyunları sert bir tempoyla birleştirildi. Gangster rap’i
NVVA’nın “Straight Outta Compton” albümüyle doğdu. Gençler NVVA’nın suç çetelerinin yaşam tarzı,
polis tacizi, kentsel yoksulluk ve uyuşturucu kullanımıyla ilgili sosyal yorumlarından hoşlandı. Buna
karşılık resmi makamlar rap müziğinde hapis yaşantısının yüceltilmesine kızdı.
GEÇİŞLİ RAP 1986’da Run-DMC’nin “Walk This Way” şarkısıyla popüler hale geldi. Beyaz gençlerin
de ilgisini çekti. Zamanla bu müziğe özgü yeni bir kelime dağarcığı ve diyalekt oluştu. Sokak modası
Michael Jordan gibi basketbol yıldızlarının bol giysilerini taklide yöneldi ve genç oğlanlar için spor
ayakkabılar önemli bir harcama kalemine dönüştü.
sağda: Michael Jackson’ın “Thriller" albümü 1980’lerde satış açısından ilk sıraya otururken, insanlar
onun yaylanarak yürüyüşüne ve tek beyaz eldiven takışma özendi.
1980’lerin Stilleri
Madonna'nın cinselliği konu alan uçuk “Material Girl” şarkısının sözleri yaşlı kuşaklan ve feministleri
şoka uğrattı; ergenlik çağındaki kızlarda ise, şarkıcının imzalı iç çamaşırlarını ve geceliklerini
dışarıda giyecek ölçüde heyecan uyandırdı. Kızlar saç bantlarını ve spor kıyafetleri benimsedi, tozluklar
takmaya ve sarkık tişörtler giymeye yöneldi. Statü sembolü sayılan pahalı kol saatlerinin yerini bileziğe
benzeyen parlak renkli plastik Swatch saatleri aldı. Moda tasarımcıları güçlü renkler ve frapan kumaşlar
kullanarak, “Yuppie” kesimini aşırı alışverişe özendirdi.
Müzik Piyasası
Taşkınlık hali 1980'lerde de sürdü. Müzik tutkunları megavatlık elektronik şovlara dönüşen rock
konserleri için stadyumların önünde saatlerce bekledi. U2, Prince, Guns n’ Roses, Metallica ve diğer
heavy metal rock toplulukları milyonlarca dolara mal olan setlerde müzik yaptı.
Hali vakti yerinde gençlerin evlerde düzenlediği danslı “çılgın partiler” çoğu kez polislerce basıldı ve
uyuşturucu aramaları yapıldı. ABD'de çocuklarını dizginlemeye çalışan anne babaların yürüttüğü örgütlü
kampanyayla, 1980’lerin ortalarında içki alımı için asgari yaş 21'e çıkarıldı. İngiltere’de çılgın partiler
1990'ların başlarında yasaklandı. Yeni iletişim araçlarından faks ve ilk mobil telefon gençlerin
eğlencelere ve başka olaylara ilişkin haberleri yaymalarını sağladı, ilk CD'ler 1983’te kasetlerin
ve plakların yerini almaya başladı.
DJ’ler video cokeylere (VJ’ler) dönüştü. Gençlere dönük MTV müzik kanalının 1981'de yayına girmesi,
pop müzikle bağlantılı I ürünler için geniş bir ticari pazar yarattı. MTV izlemek birçok genç için gençliğe
adım atma töreni, ana babaları için de zaman zaman bir panik vesilesi haline geldi. Müzik
ve spor sektörlerindeki rol modelleri doping ve uyuşturucu alışkanlığı nedeniyle eleştirildi. Popüler
filmler siyasal gelişmelere ayak uydurdu. “Uzay Yolu” ve “Yıldız Savaşları” dizilerindeki hayali savaşlar
Doğu ile Batı arasında hızla erimekte olan Soğuk Savaş'ın yerini aldı.
MODERN YAŞAM
Prince “Sign ’o the Times”ta (1987) disko, funk ve rock müziklerini kaynaştırdı.
Elektronik 1990’larda gençlerin dünyasında devrim yarattı. Dijital TV kanalları ve internet teknolojisi
trendleri daha çabuk yaydı. Elektronik iletişim pop kültüre şekil verdi.
MODERN YAŞAM
GRUNGE MÜZİĞİ karma birpunk ve rock tarzıydı; Nirvana ve Pearl Jam bu tarzın önde gelen
topluluklarıydı.
NIRVANA topluluğunun solisti Kurt Cobain 1990'la-rın müzik idolü haline geldi.
SEÇKİNCİLİK karşıtı grunge müziğine ekose gömlek, yırtık blucin ve Doc Martens ayakkabı karışımı
bir moda eşlik etti.
Grunge Sahnesi
GRUNGE ROCK tarzı metal ve punk karışımına, enerjik bir bas, güçlü melodiler ve toplumu
umursamazlık kattı. Birçok topluluk revaçtaki markaları geri çevirerek, ticari olmayan kayıt etiketleri
altında müzik yapmayı yeğ tuttu. Kurulu düzen ise grunge şarkı sözlerinde savunulan topluma
aldırışsızlığı, grunge sanatçılarının dile dolanan uyuşturucu düşkünlüğünü, pasaklı görünüşünü, kayıtsız
havasını ve konuşmalarındaki “boş vermişlik” tavrını beğenmedi. Vokalistlere verilen ağırlık, onları bu
müziği tutan kuşağın gözünde ilahlaştırdı.
ÖNE ÇIKAN SANATÇI Nirvana topluluğunun solisti Kurt Cobain’di. Dönemin sosyal değerlerinden
umutlarını kesen hayranları, bu şarkıcıyı sahici ve seçkinliğe karşı bir müzik akımının önderi
olarak benimsedi. Onun 1994’teki ölümüyle grunge müziğinin dünya genelindeki popülerliği azaldı.
Tıka basa dolu konserlerde bazı seyircileri kollar üstünde gezdirme çılgınlığı yaşanan ölümlerden
sonra yasaklandı.
Snowboard gençlere adrenalin coşkusu yaşattı.
Dijital olanaklar bilgisayarı ideal eğlence odağı ve bir özel vitrin haline getirdi. Gençler kişisel web
sayfaları oluşturmaya, web sitesi linklerini paylaşmaya ve sanal kimlikler tasarlamaya yöneldi.
1990’ların ortalarında internetin erişim ve rağbet açısından gösterdiği patlamayla birlikte, gençler sanal
dünyada dolaşma isteğiyle internet cafelere yönlendi.
Bütün kıtalarda birçok müzik video kanalının yayına girmesi, reklamcılara, daha genç müşterilere
ürünler satmak için asıl büyük mecrayı açtı. Modacılar ürünlerini TV izleyen gençlik için birer sembol
haline ge
tirmeye çalıştı. Başarılı markalar arasında Sony, Coca-Cola, Adidas, Nokia ve McDonalds öne
çıktı. Heyecanlı spor dalları gençlik giyim pazarında spor giysilerini ilk sıraya oturttu. Tiger VVoods
1997'de Ustalar Turnuvası’nı kazanarak, golfta ten rengi ve yaş engelini kaldırdı. Futbol çağın en hızlı
gelişen spor dalı olsa da, gençler ünlü golfçülerin küresel moda tarzını taklit etmekte gecikmedi.
Tasarımcılar rap ve hip hop müziklerinin pazarlama gücünü de fark etti. Tommy Hilfi-ger genç rap’çilere
özgür giysiler sunarak ve reklamlarında genç aktörleri kullanarak, gençlik pazarında en
büyük markalardan biri haline geldi.
Alternatif ve bağımsız rock'a grunge sahnesi katıldı. Canlı konserler sahne önüne yığılarak
“çılgınca tepişme” ve bazı gençlerin yukarıya kalkık kollar üstünde taşınmak üzere izleyici denizine
körlemesine daldığı “kalabalıkta sörf” modalarını doğurdu.
Yüzyılın sonuna doğru pazarlama fırsatlarını değerlendiren birçok topluluktan biri olan Backstreet
Boys, yaşlı kuşağın küçük çocukları için uygun idol sayacağı enerjik ve güleç yüzlü erkekleri sahneye
çıkarıp gösterilerin parçası haline getirdi. DJ’ler eski kayıtlara dayalı sentezler ve örnekler sunarak
elektronik müzikte etkili oldu. İngiliz topluluğu Oasis’in öncülüğünde Britpop olgusu gelişti, tekno tarzı
etkili oldu ve Almanya’da Rammstein sanayi rock'ından örnekler verdi. Yeni metal topluluk Korn
internetten müzik indirmenin potansiyelini ilk değerlendirenler arasında yer aldı; 1999’da indirilen her
şarkı başına çocuklara dönük hayır kurumlarına 25 sent bağışladı.
Müzik tarzlarının bu çeşitliliği modaya da yansıdı; süper mankenlerin ve şıklık heveslilerinin “sıfır
beden” kaygıları beraberinde anoreksi ve bulimi gibi yeme bozukluklarını getirdi. Düş kırıklığı içindeki
birçok
ÖZEL BİLGİLER
“KÜÇÜK HİPPİ” terimi 1960’ların sonlarında gençlik modalarına düşkün küçük kızları belirtmek için
ortaya atıldı. 2000 BAŞLARINDA gençlerin “ekran” başındaki günlük ortalama süresi altı saata ulaştı.
genç, Doğu ve Batı Almanya’nın yeniden birleşmesiyle umuda kapıldı. Kentlerin köhne mahallelerinde
ise gençliğin kızgınlığından ve yabancılaşmasından kaynaklanan protestolar ve ırksal gerginlikler görüldü.
Sokakların sesi spor giyimi öne çıkaran ve rock’la özdeşleşmiş büyülü havadan kaçınan rap tarzında
ifadesini buldu. Dövmeleri ve kancalı takıları kapsayan vücut süslerindeki ani artışla birlikte
grup bağlılığını sergileme eğilimi güçlendi.
Eşcinselliğe karşı hoşgörünün artmasıyla, bazı ülkeler aynı cinsten kişilerin evliliğine yasal izin verdi.
KÜRESEL GENÇLİK
Yeni yüzyılda tüketim düşkünlüğü ve küresel gençlik kültürü eşanlamlı hale geldi. Çok geniş bağlantı içindeki gençler çoğu kez
yeni teknolojileri benimsemeye öncülük etti.
POPA yön veren yapımcılar müzik yapan delikanlıların yanında şarkı söyleyen, dans eden ve moda
akımlarını belirleyen genç kız toplulukları yarattılar.
TOPLULUKLAR ana babalar için kabul edilebilir bir imaj sunmaya yönlendirildi.
Gençlik Popu
BRITNEY SPEARS 12 milyonun üzerinde satışa ulaşan “...Baby One MoreTime" adlı ilk albümüyle
küçük kızların oluşturduğu yeni pazara dikkati çekti. Bu kesimce sevilen danslı pop şarkılarının sembolü
haline geldi ve kızlar onun her dans hareketini evde saatlerce tekrarlar oldu. Spice Giriş 1990'ların
sonlarında kızları evde arkadaşlarla birlikte şarkılara dudak hareketleriyle eşlik etmeye alıştırdı. Kız ve
delikanlı topluluklarının gösterilerinde ergenlik öncesi çocukların özdeşleşebileceği cana yakın şarkıcılar
da destek için sahneye çıktı. Japonya her yerde biten delikanlı toplulukları akımına SMAP'la katıldı.
Pearlman’ın kuruluşuna önayak olduğu çok sayıda delikanlı topluluğundan biri olan Backs-treet Boys'un
“Millenium” albümü daha ilk haftada 1 milyonun üzerinde satıldı.
internete ve gittikçe genişleyen olanaklarına bağımlılık, yeni yüzyıla girişten hemen önce Y2K
bilgisayar virüsü konusunda yersiz bir paniğe yol açtı. Küresel gençliğe dönük ürünler, dünya genelinde
satın
alma gücü sağlam bir gençlik pazarı yarattı. Tüketim düşkünlüğü birçok gencin benimsediği tutumları
ve değerleri belirledi. Hip hop modası öylesine büyük bir pazara dönüştü ki, 2000’lerin ortalarına doğru
giyim ürünleri yılda 750 milyon-1 milyar dolar (564-752 milyon euro) satış düzeyine ulaştı, iç
çamaşırları açıkta bırakan bol pantolonlar giyme tarzı birçok okulda yasaklandı. iyi satmaya devam eden
rap sanatçıları kervanına son derece başarılı Eminem katıldı; bu topluluğun etkisiyle beyaz gençlerden
oluşan yeni ve geniş bir kesim rap’çilergibi giyinmeye yöneldi. Gençlik kültürünün süper starları
televizyonda, özellikle “Simpsonlar” adlı animasyon dizisinde parodi konusu oldu. Japonya çıkışlı
“Poke-mon" animasyonu dünyanın her yanında çok tutuldu; takas kartları ve başka binlerce ürün ortaya
çıktı.
S anal
Bağlantısallık
Geniş banda dayalı bağlantılılık sanal topluluklara özlemini duydukları iletişim hızının ya-nısıra,
“gerçek” zamanda sosyal ilişkiler kurma ve sanal oyunlar oynama gücünü kazandırdı. Cep telefonu, dijital
kamera ve internet bağlantısı tek bir avuçiçi aygıtta birleşti. “Süper İletişimci” gençler gündelik yaşamda
en az iki elektronik aygıt kullanır hale geldi. Cep telefonuyla konuşmayı ve mesaj çekmeyi, e-posta
göndermeyi, anında yazışmayı, MySpacegibi sohbet odalarını ve web günlüğünü kapsayan yoğun bir
sosyal ilişki ağı ortaya çıktı. Gençler kendisini bu kadar çok kişiye böylesine hızlı ifade etme olanağını
daha önce hiç bulamamıştı.
Dönemin ikon sembolü MP3’lerve iPod’lar sayesinde elektroniğin daha küçük, daha kolay taşınır ve daha
kişisel hale gelmesiyle birlikte, şarkı ve albüm indirme furyası başladı. Bütün müzik yapım ve telif hakkı
sektörü duruma boyun eğerek, haftalık Top 40 ve diğer listelerde indirmeyi geçerli saymak zorunda kaldı.
Resmi makamlar siber uzay uğraşlarıyla ilgili kaygıları dile getirirken, ana babalar birçok
evde bilgisayarları denetim altına alma yoluna gitti. Gençlerin bir noktada artık sanal ve gerçek
dünyalardaki sosyal ilişkileri ayırt edemeyeceği korkusu uyandı.
Genç Tüketiciler
Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılışını izleyen sevinç dalgası birçok ülkede terörist eylemlerle sarsıldı.
Oysa SSCB’nin dağılmasıyla kapitalizmin en yararlı siyasal ve ekonomik sistem olduğu saptaması
yapılmıştı. Dünya Ticaret Merkezi’nin
2001’de bombalanması, Afganistan ve Irak’taki savaşlar ve dünyanın birçok kesiminde süren çatışmalar,
Latin Müziği
Yeni yüzyıl başlarında İspanyol asıllı sanatçıların artan popülerliği, ABD'de derinleşen Latin etkisinin
ve yayılan çok-kültürcülüğün yansımasıydı. “Latin patlamasf’nın temsilcileri arasında Selena ve şarkıcı-
aktris Jennifer Lopez vardı. Lopez'in üne kavuştuktan sonra Porto Riko’da verdiği konserler hep dolu
geçti. Şöhrete ulaşan bir başka Latin yıldız, Menudo topluluğunun solisti Ricky Martin oldu; 1999’da
çıkan ilk İngilizce CD’siyle bütün İspanyol asıllı sanatçıları geride bırakan bir satış düzeyini yakaladı.
Shakira birçok ülkenin ve dilin etkilerini taşıyan şarkılarıyla Kolombiya'nın bir numaralı sanatçısı
oldu, yukarıda: Shakira göbek dansını “çılgın pop” şovlarının bir unsuru haline getirdi.
tıpkı yarım yüzyıl önce olduğu gibi gençleri bunalttı. Yeni yüzyılda sanayileşme sonrası
ekonomilerde nüfus hızla yaşlanırken, gelişme yolundaki ülkelerde gençler nüfusta ezici çoğunluğa ulaştı.
Karşılıklı bağlarından dolayı, bu iki dünya küreselleşmiş bir piyasada çoğu kez aynı sorunlarla
karşılaşıyor.
Diddy'nin moda ve televizyon alanlarındaki iş girişimleri hip hop müziğinin çok yönlü başarısının bir
örneğiydi.
MODERN YAŞAM
DİZİN
DİZİN
“Aelita” 474
“Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır” (Francisco Goya) 382 Akropol 396 Aksiyomlar 199 Akupunktur
487 Akü 150, 171 Albers, Joseph 409 “Alceste” (Christoph Willibald Gluck) 453
1984 (George Orvvell) 435 “2001: Uzay Macerası” 474 3 Mayıs 1808" (Francisco Goya) 382 30 St
Mary’s Axe Binası 411 51 Pegasi 49
ABBA 500
ABD 32, 35-39, 214-215, 221, 223-225, 227-234, 239, 248-249, 255, 258-269, 272-273, 276, 487, 489,
493-494, 496-499 Aborijinler 284 Absürt tiyatro 436 AC/DC 500 “Acur" 411
Adam, Robert 406 Adçılık 244 Âdem ve Havva 311 “Âdem’in Yaratılışı” (Michelangelo) 373-374
Adenozin trifosfat (ATP) 101 Adler, Alfred 358 Adli tıp 251
Aeneis (Vergilius) 417-418 Afganistan 232, 239, 241, 503 Afrika 18, 23-24, 30, 35, 37-39, 216-217,
220, 235, 237, 240-241, 260, 265-266, 268 Afrika mimarisi 399 Aguilera, Christina 503 AIDS 39, 126,
139, 266, 268, 501 “Aida” (Giuseppe Verdi) 456 “Ain’t Misbehavin” (Duke Ellington) 496
Anaksimandros 22
Anaksimenes 22
Anasazi 399
Anoreksi 356
Aristoteles 22, 61, 242, 320-324, 338-339, 346, 416, 425 Aritmetik 201 Arjantin 220
475
Armstrong, Louis 497 Aroma tedavisi 486 “Arşidük Leopold VVilhelm Brüksel’deki Sanat Koleksiyonu
Arasında” (Genç David Teniers) 378 Arşimet 158, 205 Art Deco 409 Art Nouveau (mimari) 409 Art
Nouveau 385, 430 Artrit 481 Arz ve talep 270 Asansör 166 Asit yağmuru 85 Asrama 288 Asteroitler 50,
54-55 Aşkınlık 282
476
“Ateş Kuşu” (Igor Stranvinsky) 460 Athenaeum (August VVilhelm ve Fried-rich Schlegel) 331 “Atina’nın
Antika Eserleri” (James Stuart) 406 Atman 286, 289 Atmosfer 84 Atoller 82 “Atomtod” (Giacomo
Manzoni) 463 ATTAC (Yurttaşlara Yardım İçin Finan-sal İşlemleri Vergilendirme Derneği) 235
Auschvvitz 221
233
“Ay'a Yolculuk” (Georges Melies) 471 Ayasofya 398, 400 Aydınlanma 29, 32, 214, 222, 229, 243-245,
330-331, 341, 346, 348, 406
Aynalar Salonu 405 Ayrık matematik 199 “Aziz Matta Pasyonu” (Johann Sebas-tian Bach) 448
“Baba” (Francis Ford Coppola) 475 Babalar ve Oğullar (İvan Turgenyev) 428
Bach, Johann Sebastian 448 Backstreet Boys 502-503 Bacon, Francis 31, 391 Bağımsız rock
502 Bahailik 314
“Bakire Meryem’in Evlenmesi” (Raffa-ello) 375 Bakteriler 126 Balakirev, Mili 459 Balinalar 108,
113 Balkanlar 27 Balzac, Honore de 428 Band Aid 501
“Bandajlı Kulakla Otoportresi” (Vin-cent van Gogh) 385 Bangladeş 268 Baptizm mezhebi 305, 307 Bar
Mitzva 301 Barok 31, 374-380, 382 Barok mimari 403-406 Barozzi, Giacomo 404 Barthes, Roland
340 Basie, VVilliam, “Kont” 497 Bastırma (psikoloji) 360-361 Bastille 214
“Başak Toplayan Kadınlar” (François Millet) 383 Başkalaşım 103 Başkeşiş Laugier 406 “Başucu
Kitabı” (Sei Şonagon) 421 Batı Roma İmparatorluğu 401 Batman 477
Bauhaus 388, 409 Beach Boys 499 Beatles 499-500 Beaumarchais 425 Beauvoir, Simone de 437 Beckett,
Samuel 436 Beckmann, Max 387 Becquerel, Henri 131 Bedene bürünme 286, 291-292 Bee Gees 500
458
“Belleğin Azmi” (Salvador Dalı) 389 Bellek (malzemeler) 144 Bellek 349 Bellini, Giovanni 373 Bellini,
Vincenzo 456 “Belshazzar Şöleni” (Rembrandt) 378 Benedikten tarikatı 26 “Benim Cici Silahım”
476 Benjamin, VValter 336 Benn, Gottfried 434 Benzen 140 “Beov/vulf” 418-419 Bergson, Henri
334 Berkeley, George 328 Berlin Aleksander Meydanı (Alfred Döblin) 432
“Berlin’den Sokak Sahnesi” (Ernst Ludvvig Kirchner) 387 Berlioz, Hektor 458 Bern Katedrali
407 Bernini, Gianlorenzo 376, 379 Bernini, Giovanni 404 Bernoulli ilkesi 160 Berotlucci, Bernando
475 Berry, Chuck 498 Beslenme 482-483, 487 “Beş Klasik” (Konfüçyüs) 415 Beşeri Bilginin Prensipleri
Hakkında Bir Eser (Piskopos George Berkeley) 328
“Betty” (Gerhard Richter) 391 Beyaz cüce 45 Beyin korteksi 123 Bezos, Jeffrey 276 Bhagavad Gita
415 Bhagvan 314-315 Bhakti 289 Bhikkhuni 294 BIOS 181, 183 Biedermeier 33 Bilanço 279 Bileşikler
130
“Bilimsel Düşünce Tarihi” (Michel Serres) 342 Bilişçilik 347, 357 “Binler Senfonisi” (“Sekizinci
Senfoni”) (Gustav Mahler) 460 Bindirme Kemerler 399 Binyıl Kalkınma Hedefleri (MDG) 268 Binyıl
problemi 180 “Bir Delinin Günlüğü" (Lu Xun) 433 “Bir Endülüs Köpeği” 472 Bir Kadının Portresi
(Henry James) 428
“Bir Özgürlük Şarkısı” (Dennis Hopper ve Peter Fonda) 475 “Bir Trenin La Ciotat Garına
Girişi” (Lumiere kardeşler) 470 “Bir Ulusun Doğuşu” 472 “Bir Varşova Felaketzedesi”
(Arnold Schönberg) 462 Bireycilik 213
Birleşmiş Milletler 37, 222, 232-233, 239, 247, 268-269 “Bisiklet Hırsızı” (Vittorio de Sica)
474
Bismarck, Otto von 34 Biyolojik psikoloji 347 Bizans 22, 26-27, 245 Bizans mimarisi 400 Blair, Tony
228 Bloch, Ernst 336
“Blovvin’ in the Wind” (Bob Dylan) 499 BM İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) 269 BM
İnsan Hakları Bildirgesi 222 Bobo Dioulasso Camisi 399 Boccaccio, Giovanni 422 Boccioni, Umberto
386 Boddhisattva 292, 295 Boeing 274 Boethius 323 Bogart, Humphrey 473 Bohr, Niels 131-132 Boill,
Ricardo 410 Bokassa, Jean-Bedel 216 Bolıvar, Sımon 33 Bolivya 220 Bollyvvood 477 Bolşevizm
218 Borchet, VVolfgang 435 “Boris Gudunov” (Modest Mus-sorgski) 459
Boromini, Francesco 404 Bosch, Hieronymus 375 Boşanma 500 Botticelli, Sandro 372 Boulee, Etienne-
Louis 406 Bovvie, David 500
Böyle Buyurdu Zerdüşt (kitap, Fried-rich Nietzsche) 334 “Böyle Buyurdu Zerdüşt" (senfonik şiir, Richard
Strauss) 460 Brahman 287, 288 Brahmanizm 286 Brahms, Johannes 458 Bramante, Donato
402 “Brandenburg Konçertoları” (Johann Sebastian Bach) 448-449 Brando, Marlon 473 Braque, George
365, 386-387 Brecht, Bertolt 433, 435-436 Brezilya 220, 262, 265, 267 Britpop 502 Britten, Benjamin
462 “Brokeback Dağı” 475 Bronşit 121 Bronte kardeşler 429 Brown, James 498 Brunelleschi, Filippo
402 Buda 21, 290-292, 294, 322 Budala (Fyodor Dostoyevski) 428 Buddenbrook Ailesi (Thomas
Mann) 431
315, 322, 335, 500 Buharlaşma 152 Bulantı (Jean-Paul Sartre) 437 Bulgakov, Mihail 438 Bulgaristan
233-234 Bulimi 356 Bunaltı 356-357 Bunuel, Luis 472 Burç Dubai 411 Burjuva trajedisi 425 Burke,
Edmund 228 Burkina Faso 399 Burroughs, VVilliam 437 Buzul çağları 65 Buzullar 71 Büyü 283-284,
292 Büyük Britanya bkz. İngiltere Büyük Bunalım 258, 262, 496 Büyük Çin Şeddi 399 “Büyük Dehşet”
(György Ligeti) 463 Büyük Duvar (süper küme) 43 Büyük İskender 23 Büyük patlama teorisi 42-
43 “Büyük Tren Soygunu" 471 Büyük Veba Salgını 31 Byron, Lord George Gordon 426 Cadı Kazanı
(Arthur Miller) 436 “Calais Sakinleri” (Pierre-Auguste Re-noir) 384
Calatrava, Santiago 411 Calder, Alexander 389 California Bilimler Akademisi 411 Calvin, Melvin
100 Cami 398
Campanella, Tommaso 31 Camus, Albert 335, 437 “Cana’da Düğün” (Paolo Veronese) 373
Canetti, Elias 431 Canova, Antonio 381 Canterbury Hikâyeleri (Geoffrey Cha-ucer) 419 Capitol Binası
406 Caravaggio 376-378 Cari hesap 258 “Carmen" (George Bizet) 457 “Carmina Burana” (Cari Orff)
443 Cassidy, David 500 CATIA yazılımı 411 Catullus 417 Caynizm 21, 289 Cayroskop etkisi 156 Caz
467, 496
“Caz Şarkıcısı” (Film) 470, 473, 496 CCTV kulesi 411 Cebir 199, 202, 209 Cebrail (baş melek)
308 “Cehennem” (Hieronymus Bosch)
375
Cengiz Han 27
476
Ceres 48
Chabrol, Claude 475 Chagall, Marc 387 Chambers, VVilliam 407 Chambord Şatosu 403
Chaplin, Charlie 472 Charlemagne (Kutsal Roma-Germen imparatoru) 27 Charles, Ray 498 Chaucer,
Geoffrey 419 Chiaroscuro 376 Chichen Itza 399 Chirico, Giorgio di 389 Cholula Piramidi 399 Chopin,
Frederic 455 Chretien de Truvaes 419 Chrysler Binası 408-409 Churchill, VVinston 222 Churrigueresque
405 Cicero, Marcus Tullius 321, 417 “Cilveli Kadın” 471 Cimino, Michael 476 Cimri (Moliere)
423 “Cin Yolu” (VVilliam Hogarth) 380 “Cinayeti Gördüm” 475 Cinsel arzu bkz. Libido Cinselliğin
Tarihi (Michel Foucault) 342
Cinsellik 352, 359-360 Clair, Rene 472 Clapton, Eric 500 Clinton, Hillary 227 Cobain, Kurt 502 Coca
Cola 271 Coffy 475
Coleridge, Samuel Taylor 427
“Cumartesi Gecesi Ateşi” (film) 500 Curie, Marie 151 Cusa, Nicholas of 325 Cüce gezegenler 48 “Cüce”
(Alexander Zemlinsky) 461 Çağa Aykırı Düşünceler (Friedrich Nietzsche) 334
“Çar ve Dülger” (Albert Lortzing) 457 Çatalhöyük 394 Çavuşesku, Nikolay 217 Çek Cumhuriyeti
233 Çekoslovakya 218 Çelik 144
Çıplak Şölen (VVilliam Burroughs) 437 Çıplak ve Ölü (Norman Mailer) 435 “Çiçek Açan Sevginin
Büyük Güneşinde” (Luigi Nono) 463 Çilecilik 290, 294
Çin 20-21, 28, 35, 38-39, 212, 217, 219, 232, 236-237, 239, 260-262, 265-266, 269-270, 485 Çin
mimarisi 399, 407, 411 “Çirkin Ördek Yavrusu” (Hans Chris-tian Andersen) 427 “Çocuk Odası” (Modest
Mussorgsky) 459 “Çocuk ve Ev Masalları” (Jacob ve VVilhelm Grimm) 427 “Çocuk Yaşamının ve
Eğitiminin Yönleri” (G. Stanley Hail) 346 Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi (Antonio
Negri ve Michael Hardt) 343
D’Alembert, Jean Baptiste le Ronde 32, 329
D’Annunzio, Gabriele 434 Dadaizm 36, 387, 389-391, 432 Dairesel akış modeli 257 Dalay Lama 293,
295 Dalga mekaniği 131 Dali, Salvador 389 “Dalibor” (Bedrich Smetana) 459 Dalton, John
131 Danimarka 233, 259 “Dans” (Henri Matisse) 386 Dante Alighieri 420, 422 Darfur 217
Dargomijski, Aleksandr 459 Darvvin, Charles 34, 95, 115 “Das Jahr” (Fanny Hensel) 454 Das Kapital
(Kari Marx) 333 Dava (Franz Kafka) 431 David Copperfıeld (Charles Dickens) 428
De Herrera, Juan 403 “De Stijl” 409 Dean, James 498 Debussy, Claude 460-461 Decameron Hikâyeleri
(Giovanni Boccaccio) 422 Defoe, Daniel 425 Degas, Edgar 384 Dejenere sanat 387 Dekonstrüktivizm
411 Delacroix, Eugene 382 Deleuze, Gilles 343 Deliliğin Tarihi (Michel Foucault) 342 Dell 273
Demir Elli Şövalye von Berlichingen (Johann VVolfgang von Goethe) 426 “Demir Haddehanesi” (Adolf
von Menzel) 383 Demir üretimi 135 Demokrasi 33, 38, 212, 215-216, 222, 254, 488
Demokritos 318 Dendrokronoloji 87 Deneyimcilik 326, 328 Deniz memelileri 113 “Deniz” (Claude
Debussy) 460 Denizaltıları 158 Denoviyen dönem 66 Depremler 74-75 Depresyon 356 “Der Blaue
Reiter” 387 Dergiler 490-491
Derrida, Jacques 343 Descartes, Rene 31, 326-328 Devridaim 152 Devrim mimarisi 406 Devvey, John
336
DİZİN
DİZİN
Dharma 286, 292
Diadokhoi 23
453
Differance felsefesi 343 Dijital teknoloji 192-194 Dikloro-difenil-trikloroetan (DDT) 141 Dil 119, 337,
340-341, 348 “Dilenci Operası” (John Gay) 453 “Dinlenen Kız” (François Boucher) 380
Diocletianus 25 Diogenes 321 Dioksinler 141 Dionysos I 216 Dior, Christian 497 Direnç yasası
150 Diriliş 303
“Diriliş” (El Greco) 374 Discours de la methode (Rene Des-cartes) 326 Disko 500 Divan (Hafız)
421 Dix, Otto 389 Diyabet 124
Diyalektik 318, 332-333, 341 Diyet bkz. Beslenme D iyotlar 184 DNA 95,143
(Band Aid) 501 Doesburg, Theo van 388 Doğalgaz 76 Doğalcılık 428 Doğrudan Eylem 240 Doğu-Batı
Divanı (Johann VVolfgang von Goethe) 421 Doha Kalkınma Turu 267 “Doktor Caligari’nin
Muayenehanesi” 472
“Don Carlos” (Giuseppe Verdi) 456 “Don Juan de Marco” 473 “Don Juan” (VVolfgang Amadeus Mozart)
450
“Don’t Be Cruel” (Elvis Presley) 498 “Don’t Sit Under the Apple Tree vvith Anyone Else but Me”
(Glenn Miller) 497
“Doryphoros" (Polykleitos) 367 Dostoyevski, Fyodor 428 Döbereiner, Johann 132 Döblin, Alfred
432 Dönüşüm (Franz Kafka) 431 Dört Soylu Doğru 291-292 Dua 282
Dukkha 291
Dutert, Charles 408 Duygular 350 Duyumculuk 328 Düalizm 326-327 Düklük Sarayı, Venedik 401 Dünya
50
Dünya Bankası 258, 266, 268 Dünya Ekonomik Forumu 266 Dünya Sağlık Örgütü 480-481 Dünya Ticaret
Merkezi’ne saldırılar 39, 503
266, 267
E. coli 124
eBay 270
Ebeveynlik 354
Ego 359
Egzersiz 481, 484 Egzotizm 407 Eichinger, Bernd 476 Eiffel Kulesi 408 Eiffel, Guporte 408 Einstein,
Albert 153 Eklektizm 407 Eklembacaklılar 103 Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) 268
Ekspresyonizm 36, 365, 387, 389-391
El Castillo 399
Elektro manyetik alan kirliliği 190 Elektronegatiflik 133 Elektronik denge kumandası 155 Elektronik
duyarlı aygıt (ESD) 184 Elektronik müzik 463 Elementler 130, 132-133 Elgar, Edvvard 460 Elhamra
398 El-Hariri 421 El-Kaide 240-241 Ellington, Edvvard Kennedy, “Dük”
496
Elmas 77
Elvis Presley 498, 500 Emekli aylıkları 263 Eminem 503 Empedokles 318 Emperyalizm
35 Empresyonizm 384-386 Encyclopedie (D’Alembert ve Deniş Diderot) 32, 329, 424 Endosimbiyont
teorisi 93 Endüksiyon 150, 170 Enerji verimliliği 260, 274, 411 Enflasyon 255-256, 258-
259 Enformasyon çağı 490-493 Enformasyon teknolojisi 273, 411 Engels, Friedrich 34, 333 Engizisyon
304 Ennius, Quintus 416 Ensor, James 385 Entasis 396 Enzim 124, 126
Epikuros 321
Erekhtheion 396
Eriş 48
Ernst, Max 387, 389 Eschenbach, VVolfram von 419 “Eski Değirmen” (Jacob van Ruisdael) 379
Essai sur l’Architecture (Başkeşiş La-ugier) 406 Estetik 332, 335 Estetikçilik 430
Estonya 233-234 “Eşleşme” (Mauricio Kagel) 463 “Et in Arcadia Ego” (Nicolas Poussin) 377
Eternet 186 Etken maddeler 139 Etnik temizlik 217, 221 Etrüskler 24 Etzioni, Amitai 228 Eukleides 200
“Euridice” (Giulio Caccini) 445 Euripides 22, 416 Euro bölgesi 259 Europa 53
Euskadi Ta Askatasuna (ETA) 240 Evcilleştirme 111, 114 Evlilik 288, 313
Eylemsizlik 148
Eyvan 398
Fagositoz 126
Fahrenheit 415 (Ray Bradbury) 435 “Fahrenheit 9/11” 476 Faiz oranları 256-259 Fallingvvater
409 “Falstaff” (Giuseppe Verdi) 456 “Fantastik Senfoni” (Hektor Berlioz) 458
Fassbinder, Rainer VVerner 475 Faşizm 216, 220-221 Faust (Johann VVolfgang von Goethe) 426
“Faust" (Charles Gounod) 457 Federal üslup (mimari) 406 Felsefi Soruşturmalar (Ludvvig Witt-genstein)
337 Fenomenoloji 319, 332 Feodalizm 28, 212-213 Fetiş 284 Fetva 313
“Fırtına” (Giorgione) 373 Fichte, Johann Gottlieb 331 “Fidelio” (Ludvvig van Beethoven)
451 Figaro’nun Düğünü (Pierre Beaumarc-hais) 425
“Figaro’nun Düğünü” (VVolfgang Amadeus Mozart) 450, 453 Filistin 23, 39, 239-240 Fin de Siecle
430 Finansal oranlar 279 Finlandiya 224, 233, 259 Fitzgerald, Ella 496 Fizyon 151, 173 Flaubert, Gustav
428 Floransa Topluluğu 445 Fluxus akımı 390
Flynn, Errol 473 Fobiler 356, 357 Foerster, Heinz von 339 Fonda, Peter 475 Fontane, Theodor 428 Ford,
Henry 177 Forum 397 Fosil 76, 93, 96 Foster, Norman 411 Foton 149
Franco, Francisco, General 36, 220 Frank Zappa 500 Frank, Anne 434 Frânkel, Ernst 221 Frankenstein
(Mary Shelley) 427 Frankfurt Okulu 341 Franklin, Aretha 499 Fransa 28, 31-33, 35-36, 214- 216, 221,
224, 229, 231- 234, 240,
255, 265
Fransız Devrimi 32-33, 214 Fransız mimarisi 400, 403, 405, 408 Fransisken tarikatı 28 Frege, Gottlob
337, 339 Fresk 371
Freud, Sigmund 346-347, 358-360 Friedan, Betty 499 Friederich II (Prusya kralı) 32 Friedman, Milton F.
255 Friedrich, Caspar David 382 Füg 449
“Fütürist Manifesto” (Filippo Tom-maso Marinetti) 432 Fütürist Mimari 409-410 Fütürizm 36, 386,
432 Füze 163
Füzyon 44, 46, 173 Gainsborough, Thomas 380 Galaksiler 42-43 Gallagher, Rory 500 Gana 269 Gance,
Abel 472 Gandi 476 Ganeşa 287 Garbo, Greta 472-473 Gaudi, Antoni 409 Gauguin, Paul 385 Gayri safi
yurtiçi hasıla (GSYİH) 256-258
Gaz devleri 53
Gazap Üzümleri (John Steinbeck) 434 Gazel 421 Gazeteler 490-491 Gebelik 108
“Gece Kuşlan” (Edvvard Hopper) 389 “Gece Nöbeti” (Rembrandt) 378 “Gece” (Max Beckmann)
387 “Geçen Yıl Marienbad'da” (Alain Res-nais) 474 Gehry, Frank 411 Gelir beyanı 279 “Gelişkin”
bilgisayar 180 Genci Monogatari (Murasaki Şikibu) 421
Genç Werther’in Acıları (Johann VVolfgang von Goethe) 425-426 Genel İstihdam, Faiz ve Para
Teorisi (John Maynard Keynes) 254 Genetik 95
Geometri 198-200, 202-203, 209 “George Muhafız Alayı Subaylarının Ziyafeti” (Frans Hals)
378 George, Stefan 430 Gerçekçilik 383, 388, 390, 428 Geri-dönüşüm 137,176, 179 Geriye dönüş
(psikoloji) 360 Germania (Tacitus) 417 Germinie Lacerteaux (Edmond ve Ju-les de Goncourt)
429 Gershvvin, George 496 Geviş getiren hayvanlar 111 “Geyik Avcısı” 476 Gezegen nebulası
45 Gezegenler 48-49 “Gılgamış Destanı” 414 Ginsberg, Ailen 437, 498 “Giovanni Arnolini ve Karısının
Portresi” (Jan van Eyck) 375 Gize Piramidi 395 Gizleyici teknoloji 161 Glinka, Mihail 459 Gluck,
Christoph VVillibald 453 “God Save the Queen” (Sex Pistols) 500
Goethe, Johann VVolfgang von 421, 424-426, 453-454 Goldsmith, Oliver 423 Goncourt, Edmond ve Jules
de 429 Goodall, Jane 115 Goodman, Benny 497 Google 273 Gordimer, Nadine 439 Gorgias 318 Gorki,
Maksim 435 Gospan 255 Gotik 371, 375 Gotik mimari 401, 403, 407 Goya 382 Göbekli Tepe 394 Gödel,
Kurt 209 Gökdelenler 408, 410 Göktaşları 51 Gömme ayaklar 404 Görelilik teorisi 153 Grameen Bank
268 Grant, Cary 475 Graves, Michael 410 Greenpeace 235, 237, 266 Greenspan, Alan 256 Grifith, D. W.
472 Grimm kardeşler 427 Grip 126
Gropius, VValter 388, 409 Grosz, George 389 Grunge sahnesi 502 Gryphius, Andreas 423 Guarini,
Guarino 404 Guattari, Felix 343 “Guernica” (Pablo Picasso) 388 Guggenheim Müzesi 411 Guillaume IX,
Akitanya dükü 419,
443
GuIIiver’in Seyahatleri (Jonathan Svvift) 427 Guns ‘n’ Roses 501 Guru Granth Sahib 289 Gurular 288,
315
Gurur ve Önyargı (Jane Austen) 429 “Gutenberg Galaksisi” (Marshall Mc-Luhan) 342 Guthrie, Francis
209 Güdümlü ekonomi 254-255, 270
“Güneş İlahisi” (Assisi'li Aziz Fran-cesco) 420 Güneş lekeleri 46 Güneş parlamaları 46 Güneş sistemi
48-49, 55 Güneş tutulması 46, 52 Güney Afrika 265 Güney Amerika 30, 35-36, 38-39 Güney Amerika
mimarisi 395, 399, 405
Hadis 308
“Hair" 499
Halaha 300
Halifelik 309
“Halka Yol Gösteren Özgürlük” (Eu-gene Delacroix) 382 “Halkların Hukuku” (John Ravvls) 242 Hail, G.
Stanley 346 Halley kuyrukluyıldızı 54 Hamas 240
Hammurabi Yasaları 242, 246 Hamse (Nizami) 369 Hamsun, Knut 429 Handel, George Frideric
448 Hanse Birliği 28
Hapishanenin Doğuşu (Michel Fouca-ult) 342 Haplorrhini 115 Hardin, Garrett 271 Hardouin-Mansart,
Jules 405 Hardt, Michael 343 Hare Krişna 314
“Hasta Bacchus” (Caravaggio) 376 Hastalık Hastası (Moliere) 423 Hat sanatı 369 Hatırlatıcı araçlar
349 Hauptmann, Gerhart 429 Hayali sayılar 201 Haydn, Joseph 450-451, 458 Haydutlar (Friedrich von
Schiller) 427 Hayek, Friedrich A. 255 Hayvanlar Çiftliği (George Orvvell) 435 Hegel, GeorgVVilhelm
Friedrich 39, 331-332
Heidegger, Martin 335, 338 “Heike Monogatari” 421 Heine, Heinrich 427 Helenizm 367,
396 Hemingvvay, Ernest 431-433 Hendrix, Jimi 499-500 Hensel, Fanny 454 Herakleitos
318 Herculaneum 406, 408 Herzl, Theodor 299 Herzog, VVerner 475 Hıristiyanlık 25-29, 282-283,
285, 302-307, 311, 499 Hidrodinamik 159 Hilbert, David 209 Hildegard von Bingen 442
Himmler, Heinrich 221 Hindistan 20-21, 23, 35, 38-39, 212, 217, 232, 239, 261-262, 264-267, 485
Hinduizm 282, 286-289, 314 Hipnoz 358-359 Historiae (Tacitus) 417 “Hit Me Baby One More Time”
(Brit-ney Spears) 503 Hitchcock, Alfred 473-474 Hitler, Adolf 37, 216, 221 Hobbes, Thomas 213, 242,
325 Hoffmann, E. T. A. 454, 457 Hofmannsthal, Hugo von 430-431 Hogarth, VVilliam 380 Holiday,
Billie 496 Hollanda 224, 233, 259 Hollanda mimarisi 403 Holly, Buddy 498 Hologram 149 Holz, Amon
429 Homeros 22, 416-417 Hopper, Dennis 475 Hopper, Edvvard 389 Horatius 417
“Horatius Kardeşlerin Yemini” (Ja-cques-Louis David) 381 Horkheimer, Max 341 “Hound Dog” (Elvis
Presley) 498 Hölderlin, Friedrich 426 HTML 188
Hubbard, L. Ron 315 Hubble, Edvvin 42 Humboldt Kütüphanesi 410 Hume, David 328 Humeyni,
Ayetullah 217 Huntington, Samuel 238 Husserl, Edmund 338 Huxley, T. H. 115 Hücre 93-95
“II Trovatore” (Giuseppe Verdi) 456 “İn the Mood” (Glenn Miller) 497 “Indiana Jones” (Steven
Spielberg) 476
“İt Don’t Mean A Thing” (Duke Elling-ton) 496 İbn Rüşd 323 İbrahim (peygamber) 311 İçbükey
mercekler 149 jd 359-360 İdealizm 332
İhtiyar Denizcinin Ezgisi (Samuel Taylor Coleridge) 427 İki kutuplu bozukluk 356 İkili devlet yapısı
(Ernst Frânkel) 221
İkinci Cins (Simone de Beauvoir) 437 “İki Sevgili” (Utamaro Kitagava) 368 İkiz paradoksu 153 İlahi
düzen 212
İlahi Komedya (Dante Alighieri) 422 İleri teknolojili mimari 410 İletişimsel eylem teorisi (Jürgen
Habermas) 341
İlkel çorba teorisi 64-65, 92 İlyada (Homeros) 22, 416 İmalat 176
“İnci Küpeli Kız” (Jan Vermeer) 379 İndus Vadisi mimarisi 395 İngiliz İmparatorluğu 407 İngiliz
mimarisi 401-405, 407-408 İngiliz Parlamento Binası 407 İngiliz Uluslar Topluluğu 226 İngiltere 35-36,
215, 221, 224, 226-228, 231-232, 245, 250, 255, 259, 262, 264, 268-269, 407-408, 489, 496
“İnsan Bilimlerinden Ruhun Kovuluşu” (Friedrich Kittler) 342 “İnsan Güdülenimi Üzerine Bir
Teori” (Abraham Maslovv) 350 İnsanca, Pek İnsanca (Friedrich Ni-etzsche) 334
İnsandan Kaçan (Moliere) 423 İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir İnceleme (David Hume) 328 “İnsanlık
Komedyası” (Honore de Bal-zac) 428
İnternet 38, 264, 270, 276, 489, 491, 494-495, 502-503 İnternet omurgası 187 “İradenin Zaferi” (film)
473 jran 217
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) 240 İsa 25, 298, 302-303, 306-307,
311
İspanyol mimarisi 398, 403, 405 İspanyol sömürge mimarisi 405 jsrail 39, 232, 239, 260 İstatistik 206
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (Art-hur Schopenhauer) 335 “İstiridyen Natürmort” (Pieter Claesz) 379
İşsizlik 255, 256, 258-259, 262 İştar Kapısı, Babil 395 İtalya 28-29, 34, 36, 220, 224, 228, 233,240
İtalyan mimarisi 397, 402 İustinianos Kodeksi 245 İvan Denisoviç’in Bir Günü (Aleksandr Soljenitsin)
435 İvme 148
DİZİN
“İsa’nın Başında Matem” (Tilman Rie-menschneider) 371 İshak (peygamber) 311 İskandinavya 223, 255,
263 İslam 27-28, 38-39, 282-283, 299, 308-313
İslam mimarisi 398 İslam’ın beş şartı 311 İsmail (peygamber) 311 İspanya 30, 36, 217, 220, 233-
234, 240
DİZİN
“İyi Düzenlenmiş Klavye” (Johann Se-bastian Bach) 448-449 İyonik bağlar 133 İyonlar 150 İzanagi
296 İzanami 296 İzlanda 234
Jackson, Michael 500 James, Henry 428 James, VVilliam 336 Jank, Christian 407 Japonya 20, 28, 35, 37,
238, 240, 261, 265, 267, 269, 503 Jarry, Alfred 436 Jaspers, Kari 335 JavaScript 188
Jeneratör 170
“Judith’in Holofernes’in Başını Kesişi” (Caravaggio) 376 Julie yahut Yeni Heloise (Jean-Ja-cques
Rousseau) 425 Jung, Cari G. 346, 358, 361 Jura dönemi bkz. Mezozoyik zaman “Jurassic Park”
477 Jünger, Ernst 434 Jüpiter 47, 51, 53 Kabala 301
Kabuksuz tohumlu bitkiler 97, 99
Kalıtım 95
Kali 287
Kalp sorunları 121, 480 Kalp-damar sistemi 480 Kambriyen Dönem 66 “Kameralı Adam” (Dziga Vertov)
476 Kami 296
Kanada 229, 234, 267 Kanalizasyon sistemi 395 Kandinsky, VVassily 387-388, 409 Kanıt 208 “Kanlı
Kaptan” 473 Kanser 127
Kara Cuma 36
Kara cüce 45
Kara madde 43
Karma ekonomi 254-255, 270 Karşılaştırmalı üstünlük 265 Karşı-Reform hareketi 404 Kartaca 24 Kartal
nebulası 44 Karteller 271 Kast sistemi 288 Katalizörler 135 Katoliklik 304, 306-307 Katyonlar 151
“Kavram Gösterimi” (Gottlob Frege) 337
Kayıp Cennet (John Milton) 423 Keaton, Buster 473 Kedi Gözü nebulası 45 Kel ile ve Di m ne
421 Kelimeler ve Şeyler (Michel Foucault) 342
Keltler 24
Kenya 224
Kew Bahçeleri Pagodası 407 Keynes, John Maynard 254-255 Kıbrıs Rum Kesimi 233, 259 Kırınım
149 Kırmızı cüce 44 Kırmızı dev 44-45 “Kırmızı Diskli Buruşuk” (Alexander Calder) 389 Kırmızıya
kayma 42 “Kısrak” (Mendele Mocher Sforim) 431
Kızılhaç 235
Kızılötesi radyasyon 55
“Kim Korkar Hain Kurttan” (film) 499 “Kim Korkar Kırmızı, Sarı ve Maviden IV” (Barnett Nevvman)
391 “Kind of Blue” (Miles Davis) 498 “Kral I. Charles” (Anthony van Dyck) 377
King, Billie Jean 500 King, Martin Luther (Jr.) 498-499 King’s College Şapeli 401 Kipling, Rudyard
433 Kirchner, Ernst Ludvvig 387 Kisch, Egon Ervvin 433 Kitabı Mukaddes 29, 246, 298, 300, 302-306,
310-311, 414-415 Kittler, Friedrich 342 Klasik mimari 396-397 Klee, Paul 387, 409 Klimt, Gustav
385 Kluge, Alexander 475 Kmart Grubu 277 Knossos Sarayı 395 Kohut, Heinz 361 Kokoschka, Oskar
387 Koku hücreleri 122 Kolesterol 480
Komünist Manifesto (Kari Marx ve Friedrich Engels) 230, 333, 343 Komünizm 36, 38, 214, 216-
219, 230
Konstrüktivist mimari 409 Kontrapost 367, 372 “Konuşma” (Francis Ford Coppola) 475
Koolhaas, Rem 411 Kooning, VVillem de 390 Kore 37 Korn 502 Korsanlık 495 Korumacılık 261,
265 Kosova 232 Koşer 301 Koşullanma 349 Kozalaklı ağaçlar 99 Kozmetik ürünler 139 Köln Katedrali
407 Kömür 76 Köprüler 165
Körleşme (Elias Canetti) 431 “Köşe Denge Ağırlığı” (Vladimir Tatlin) 388
Kral Übü (Alfred Jarry) 436 Kraliçe Konutu, Greenvvich 403 “Kraliyet Akademisi” 381 Kraliyet
Pavyonu 407 Kratylos 318 Kretase dönem 67 Kristal Saray 408 Kristaller 62, 138 Kristeva, Julia 340,
343 Krişna 287, 289 Kromosfer 46 Kshatriya 288
“Ktesiphon İli” (Frank Stella) 391 Ku Klux Klan (KKK) 240 Kumarbaz (Fyodor Dostoyevski)
428 Kundera, Milan 438 Kuran 308, 310-313, 421, 464 Kurosava, Akira 474 Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğu 27
Kutsal Roma-Germen mimarisi 400 “Kutsal Üçleme” (Masaccio) 372 Kuyruklular 105 Kuyrukluyıldız
50, 54-55 Kuyruksuzlar 105 Kuzey Amerika mimarisi 399 Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi
(NARA) 267 Kuzey Kore 217, 219, 239, 255 Kuzey Kutbu 47
“Kuzgun” (Edgar Ailen Poe) 426 Küba 255 Küba füze krizi 37 Kübizm 386, 388 “Küçük Annie Rooney”
471 “Küçük Denizkızı” (Hans Christian An-dersen) 427
Kütleçekimi 43-45, 54, 153 Kyoto Protokolü 85, 89, 269 “Kythera’ya Hac Ziyareti” (Antoine VVatteau)
380
“La Boheme” (Giacomo Puccini) 456 “La Dafne” (Jacopo Corsi) 445 La Mettrie, Julien Offray de 329 La
Nina 87
La Roche, Sophia von 429 “La Serva Padrona” (Giovanni Bat-tista Pergolesi) 447 “La Traviata”
(Giuseppe Verdi) 456 “La Vestale” (Gaspare Spontini) 457 Lacan, Jacques 340, 342 Laissez faire
254 Lang, Fritz 473-474 Lao Tzu, 297 Larsen, Viggo 471 Lassalle, Ferdinand 230 “Lassie” 498
Latin Amerika bkz. Güney Amerika Laurentius Kütüphanesi 402 Lazer 149
“Le Moulin de la Galette” (Pierre-Au-guste Renoir) 384 Le Vau, Louis 405 Led Zeppelin 500 Ledoux,
Claude-Nicolas 406 Leibniz, Gottfried VVilhelm 31, 204-205,326-327
“Leukippos’un Kızlarının Kaçırılışı” (Peter Paul Rubens) 377 “Leviathan” (Thomas Hobbes) 213, 325
Litosfer 69-70
Litvanya 233-234
Lovejagten 471
Lu Xun 433
DİZİN 509
Lully, Jean-Baptiste 446 Lumiere kardeşler 470-471 Lun-Yu, 415 Luther, Martin 305, 325 Lüksem bu rg
233 Lütfullah Camisi 369 Lynn, Vera 497
“Ma Vlast” (Bedrich Smetana) 458 Maastricht Antlaşması 233 Macaristan 36, 233 Macbeth (VVilliam
Shakespeare) 422 Mach sayısı 161 Machiavelli, Niccolö 29, 325 Mackintosh, Charles Rennie
409 “Madam Butterfly” (Giacomo Puccini) 456
Madonna 501 Macellan, Ferdinand 30 Magga 291 Magnus, Albertus 324 Magritte, Rene 389 Mağara
resmi 364 Mahabharata 287, 415 Mahfuz, Necip 439 Mahler, Gustav 460, 462 Mailer, Norman
435 Maimonides, Moses 323 Makamat (Basralı el-Hariri) 421 Makedonya 23 Makineler Galerisi
408 Makro iktisat 255, 257, 259 Maleviç, Kazimir 388 Maile, Louis 475 Malta 233, 259 Mana
284 Manastır 294 Mandala 293
Mandeville, Bernhard 328 Manesse Kodeksi 419-420 Manet, Edouard 384 Manhattan Transfer (John Dos
Passo) 432
Maniyerizm 374-375, 402 Mann, Heinrich 431 Mann, Thomas 431, 434 “Manon” (Jules Massenet)
457 Mantık 339 Manto 60, 68 Manyetik alan 61 Manyetizma 133, 150-151, 157, 168-169, 183 Mao
Zedung 38, 219 Marcus Aurelius 321 Marcuse, Herbert 341 “Marilyn Monroe” (Andy Warhol)
390 Marinetti, Filippo Tomaso 432 Marker, Chris 476 Marley, Bob 500 Mârquez, Gabriel Garda
438 Marquis de Sade 329 Mars 47, 50-51, 55 Martin, Ricky 503 Marvell, Andrevv 423 Marx, Kari
(Marksizm) 34, 218-219, 230, 333, 341, 343 Mascagni, Pietro 456 Maskeli balo 447 Maslovv, Abraham
350 Matbaa 420 Matematik 318 “Material Girl” (Madonna) 501 Materyalizm 329, 333 Matisse, Henri
365, 386 “Matrix” 477 Maupassant, Guy de 429 Mayalar 286
(Paul Cezanne) 386 Melville, Henry 426 Mendeleyev, Dimitri 132 Mendelssohn Bartholdy, Felix
454, 458,462
Mendelssohn, Moses 330 Menzel, Adolf von 383 Mercalli şiddet ölçeği 75 Merkezcil kuvvet
156 Merkezkaç kuvvet 156 Merkür 48, 50 Meryem 311
“Meryem’in Göğe Yükselişi” (Egid Qu-irin Asam) 376 Mesa Verde 399
Metamorphoses (Ovidius) 417 Metan hidratı 77 Meteorlar 54 Metodizm 305, 307 “Metropol ve Zihinsel
Yaşam” (Georg Simmel) 336
“Metropolis” (Fritz Lang) 474 Metternich, Prens von 33 Meyer, Lothar 132 Meyerbeer, Giacomo
457 “Meyhanede Kavga Eden Köylüler” (Jan Steen) 379
Mezopotamya 20-21, 212, 395 Mezozoyik zaman 67, 69 Mısır 20-23, 38, 212, 217 Mısır mimarisi
395 Michelangelo 29, 372-373, 376,
402
Mihrap 398
Mikroçip 138
Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki (Ro-bert Venturi) 410 Minare 398 Mineraller 62-63, 77 Minimalizm
391, 463
Mitos 414
“Moais”, Paskalya Adası 365 Moby Dick (Herman Melville) 426 Moda 499
“Mona Lisa” (Leonardo da Vinci) 373 “Monadoloji” (Gottfried VVilhelm Leib-niz) 327
Mondrian, Piet 388 Monet, Claude 384 Monizm 327 Monroe Doktrini 35 Monroe, Marilyn
475 Montesquieu, Baron Charles de Se-condat 32, 222 Monteverdi, Claudio 447 Monticello 406
“Mood Indigo” (Duke Ellington) 496 Moore, Charles 410 Morisot, Berthe 384 Mormonlar 305,
314 Morötesi ışınlar 46, 55 Morrison, Jim 500 Mozaik 370
Mozart, VVolfgang Amadeus 450-451, 453, 458 MTV 501 Mudra 293 Muhafazakârlık 228 Muhammed
27, 308-313 Muhteşem Gatsby (F. Scott Fitzge-rald) 434
“Muhteşem Yedili” (film) 474 Multipl skleroz 123 Munch, Edvard 385 Musa (peygamber) 298,
311 Musevilik 21, 28, 37, 298-302, 311 Musica enchiriadis 442 Mussolini, Benito 36, 220 Mussorgski,
Modest 459 “Mutfaktaki Aşçı” (Jean-Baptiste S. Chardin) 380 Mutlak sıfır 43, 53 “Mülk Sahibi” (Harold
Pinter) 436 Müller-Arnack, Alfred 255 Müslümanlık bkz. İslam Müzikal 463 N.VV.A. 501
NADPH 101
Namaz 312
Nano-malzemeler 145
Napolyon 33-34, 472
NASA 180
Nasır, Cemal 38
Neo-Gotik 407
Neolitik Devrim 19
Neptün 48, 51, 53 Neruda, Pablo 438 “Nergis Çiçekleri” (VVilliam VVordsvvorth) 427
“Nesir Edda” (Snorri Sturluson) 418 “Neşeye Övgü” (Friedrich von Schiller’in şiiri ve Ludvvig
van Beethoven’in senfonisi) 451 Neuschvvanstein Şatosu 407 Nevroz 360-361 Nevv York Borsası
278 Nevvman, Barnett 391 Nevvton, Sir Isaac 83, 148, 153, 163, 204-205, 327 Nibelung geleneği
418 “Nibelung Halkası” (Richard VVagner) 457
Nicolai, Friedrich 330 Nicomakhos’a Etik (Aristoteles) 320 Nielsen, Asta 471 Nietzsche, Friedrich 34,
334, 338 Nirodha 291
Nirvana (Budist ideal) 290, 292, 294 Nirvana (müzik topluluğu) 502 “Nişancı" (Cari Maria von VVeber)
457 Nitrat 136 Nixon, Richard 500 NMR spektrometresi 143 “Noel Oratoryosu” (Johann Sebastian Bach)
448
Nouveau realisme 387, 390 Nöron 123 Nötrino 46 Nötron yıldızlar 45 Nürnberg Savaş Suçları
Mahkemesi 37
Olasılık 207
Oligopol 271
Oliver Twist (Charles Dickens) 428 “Olympia” (Edouard Manet) 384 Om 150
On Emir 243, 246 On İki Levha Kanunları 245 On iki ton tekniği 461, 463 Ontoloji 319, 323 OPEC 260
“Orfeo” (Claudio Monteverdi) 447 Orff, Cari 443 Organon (Aristoteles) 339 Orion nebulası 44 Orman
Kitabı (Rudyard Kipling) 433 “Ornans’ta Cenaze Töreni” (Guporte Courbet) 383
Orta Amerika mimarisi 399 “Orta Asya Bozkırlarında” (Aleksandr Borodin) 459 Orta Atlantik Sırtı
69 Ortadoğu 20-23, 27-28, 30, 35, 38, 260
Ortak bağlar (kimyada) 133 “Ortak Mera Trajedisi” (Garrett Har-din) 271
DİZİN
DİZİN
Osman (halife) 309-310 Osmanlı İmparatorluğu 27 OsmanlI mimarisi 398 Oşo 315
“Otello” (Giuseppe Verdi) 456 Otoportre (Albrecht Dürer) 372 Otoportre (Francisco Goya) 382 Otorite
karşıtı hareketler 231 Ovidius 417 Oxfam 266
“Oyuncak Hikâyesi” (film) 477 Oz, Amos 439 Ozon tabakası 84-85 Ödip kompleksi 359 Ödüllendirme
(psikoloji) 347, 349 Ökaryotlar 93-94
“Ölüm Şarkıları ve Dansları” (Modest Mussorgski) 459 “Ölüm Tarlaları” (film) 476 Ömer (halife) 309-
310 “Öpücük” (Gustav Klimt) 385 “Örümcek Adam" (film) 477 Özel ekonomik bölgeler 261 Özgür irade
348 Paganini, Niccolö 455 Page, Jimmy 500 Pagoda 399, 407 Pakistan 38, 220, 232, 239 Palazzo
402 Palazzo Poli 404 Paleolitik yapılar 394 Paleozoyik zaman 65-66, 69 Palestrina, Giovanni Pierluigi
da 444 Pali metinleri 294 Palladio, Andrea 402-403 Palladiocu üslup 402-403, 406 Pamela (Samuel
Richardson) 425 Pamuk, Orhan 439 Panchatantra 421 Pangae 66 Pano resimleri 371 Panteon 400 Papalık
304 Paraguay 216
“Paris’teki Saint-Lazare Garı” (Claude Monet) 384 Parlamento 215 Parmenides 318 Parmigiano 374
“Parsifal” (Richard VVagner) 457 Parthenon 396 “Partridge Family” 500 Parzival (VVolfram von
Eschebach) 419
Passos, John Dos 432 Pasteur, Louis 92 Pathe, Charles 471 Patojenler 126
Pavlov, İvan 349 Paxton, Joseph 408 Payanda 401 Pearl Harbor 37
Peirce, Charles Sanders 336, 339 “Pelleas ve Melisande” (Claude De-bussy) 461 Peloponnes Savaşı
23 “Pennies from Heaven” (Bing Crosby) 497
Percival efsanesi (Chretien de Tru-vaes) 419 Perestroika 255 Pergolesi, Giovanni Battista 447 Periyodik
tablo 132 Permiyen dönem 66 Permoser, Balthasar 405 Perotinus 442 Petersen, Wolfgang 476 Petrarca
(Fransasco Petrarca) 422 Petrol 76, 260 Petrus, Aziz 304 “Petruşka” (Igor Stravinsky) 460 “Peygamber”
(Giacomo Meyerbeer) 457
Phaidros (Platon) 319 Philippos II (Makedonya kralı) 23 Pi sayısı 201 Piaget, Jean 352 Piano, Renzo
410, 411 Picasso, Pablo 365, 377, 379, 386-388
Pickford, Mary 471, 473 Pilates yöntemi 485 Pink Floyd 500 Pinochet, Augusto 220 Pinter, Harold 436-
437 Piramitler 395 Pissaro, Camille 384 PKK 240
Polikarbonat 137
Polonya 233
Pompeii 406
Pragmatizm 336
Proust, Marcel 431 Psikanaliz 340-341, 347, 358, 361 Puca 288, 293 Puccini, Giacomo 456 Pulsar
45 Punk 500 Purcell, Henry 447 Pythagoras 198, 200, 318 Qin Shi Huang Di’nin Anıt Mezarı 368, 399
Quant, Mary 499 Queen (rock topluluğu) 500 Quine, VVillard 339 “Quo Vadis” (film) 471 R. R. Donelly
Merkezi 410 Rabula İncilleri 370 Racine, Jean 425 Radyasyon (kozmik) 42-44 Radyo 488-489,
492 Radyoaktivite 151, 173, 179 Radyometrik tarihleme 60 Raffaello Sanzio 373 Rama 287
“Ramayana” 287, 415 Ramazan 312 “Rambo” (film) 476 Rammstein 502 Ramones 500 Rap
501 Rastafari 314 Raşomon 474 Rauschenberg, Robert 390 Ravvls, John 242, 341 Reagan, Ronald
255 Redman, Don 497 “Reefer Man” (Don Redman) 497 Refah devleti 263 Reform hareketi 29,
31 Reklam 355 Rembrandt 378-379 Renoir, Jean 472, 473 Renoir, Pierre-Auguste 384 “Resident Evil”
477 “Resim Dışı” (Kurt Schvvitters) 387 “Respect” (Aretha Franklin) 499 “Ressam ve Köpek”
(otoportre, Wil-liam Hogarth) 380 Ricardo, David 265 Richardson, Samuel 245 Richter ölçeği
75 Richter, Gerhard 391 “Rienzi” (Richard VVagner) 457 “Rigoletto” (Giuseppe Verdi) 456 Rig-Veda
415
Rokoko 369, 380-382, 405-406 Roland’ın Şarkısı 418 “Roll Över Beethoven” (Chuck Berry) 498
Rolling Stones 499 Roma 24-26, 212, 245 “Roma Açık Kent” (Roberto Rossel-lini) 474
Roma kemerleri 397 Roma mimarisi 397, 402 Romanesk 370-371 Romanesk mimari 400-401 Romantizm
33, 382, 389, 426-427 Romanya 217, 233 Romeo veJuliet (VVilliam Shakespe-are) 422
Romulus Augustus 26 Roosevelt, Franklin D. 255 Rosselini, Roberto 474 Rossini, Gioacchino 456-
457 Roşaşana 301
Rousseau, Jean-Jacques 32, 214, 329, 331, 425-426 Rovvling, J. K. 439 Rönesans 29- 31, 371-376,
386 Rönesans mimarisi 402-405 Ruanda 217, 239 Rubens, Peter Paul 377-379 Ruhlar Evi (film)
476 Ruhlar Evi, (kitap, Isabel Ailende)
438
Run-DMC 501 Rushdie, Salman 439 “Ruslan ve Lyudmila” (Mihail Glinka) 459
Russell, Bertrand 339 Rusya 36, 217, 224, 230, 232, 260 Rutherford, Ernest 131-132 Rüya 284, 359
Rüya Roman (Arthur Schnitzler) 430 Rüzgâr enerjisi 175 “Rüzgâr Gibi Geçti" 473 Sachs, Hans 443
Saf matematik 209 “Sahne Kapısı Kantini” (film) 497 “Sainte-Victoire Dağı” (Paul Cezanne) 386
Samatha 293
Samudaya 291
Sanayi devrimi 34
Sangha 292
Sant’lgnazio Kilisesi’nin tavan freski (Andrea Pozzo) 376 Santa Maria del Fiore 402 Santa Maria
Novella 402 Saray romanı 419 “Saraydan Kız Kaçırma” (VVolfgang Amadeus Mozart) 450, 453 “Sarışın
Kız” (Aleksandr Dargomijski) 459
“Sarışın Kız” (Antonin Dvorak) 459 Sarkozy, Nicolas 224 Sarmal nebula 45 Sartre, Jean-Paul 335, 338-
339 Satıcının Ölümü (Arthur Miller) 436 Satürn 53
Saul (İsrail kralı) 298 Saussure, Ferdinand de 340 “Savaş Ağıtı” (Benjamin Britten) 462 Savaş ve Barış
(Lev Tolstoy) 428 Savunma mekanizmaları 360-361 Sayı teorisi 198-199
Sayısal analiz 199 Schaeffer, Pierre 463 Schaffner, Franklin J. 474 Schelling, Friedrich 331 Schiller,
Friedrich von 426-427 Schlegel, Friedrich 331 Schleiermacher, Friedrich 331, 338 Schnitzler, Arthur
430 Schopenhauer, Arthur 334, 335 Schönberg, Arnold 460-463 Schubert, Franz 458 Schumann (VVieck),
Clara 455, 458 Schumann, Robert 455, 458 Schvvarzenegger, Arnold 476 Schwitters, Kurt 387 Scorsese,
Martin 475 Searle, John Rogers 337 Seghers, Anna 435 Sei Şonagon 421 Sekiz Aşamalı Yol 291-
292 Sekizler Grubu (G8) 258, 266 “Seks Yalanlan” (Steven Soderbergh) 477
Seleukos 23 Sembolizm 292 Semiyotik 340 Semprün, Jorge 434 Sendikalar 262, 266 Senozoyik dönem
67 Sera etkisi 50, 84, 269 Seramik 144
Serbest çağrışım 358, 361 Serbest piyasa ekonomisi 254-255, 270-271
Serres, Michel 342 Seurat, Georges 384 Severini, Gino 386 Severn Nehri Köprüsü 408 “Sevilla
Berberi” (Gioachino Rossini) 456
Sezar, Julius 24
Shakira 503
Sheridan, R. B. 423
Sıcak noktalar 69
Sibernetik 339
Silüriyen dönem 66 Simmel, Georg 336 Simplicius Simplicissimus (Grimmels-hausen) 423 Simpsonlar
503 Sinagog 300 Sinatra, Frank 497 Sinatra, Nancy 499 Sinekler (Jean-Paul Sartre) 437 Nörolojik
Rahatsızlıklar 480 Sirius 47
“Sirk” (Georges Seurat) 384 “Sis Denizinin Yukarısındaki Gezgin” (Caspar David Friedrich) 382 Sisley,
Alfred 384 “Sisyphos Efsanesi” (Albert Camus) 335
Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) 265, 268
“Siyah Kare” (Kazimir Maleviç) 388 Siyah tütenler 65 Siyanobakteriler 65 “Siyasal Liberalizm” (John
Ravvls) 242 Siyaset 320, 322, 325, 338-341 Siyonizm 299 Skald 418 Skandha 291 Skinner Kutusu
deneyi 347 Skinner, B. F. 347, 349 Skladanovvsky kardeşler 470 “Slav Dansları” (Antonin Dvorak)
459 Slovakya 233-234, 259 Slovenya 233-234 Smetana, Bedrich 458, 459 Smith, Adam 255, 270 Soda
okyanusu 64 Soderbergh, Steven 477 Sofizm 318-319 Soğuk madde senaryosu 43 Soğuk Savaş 37-39,
234, 239, 498, 501
Sokrates 319, 334 Soljenitsin, Aleksandr 435 Somali 239 Somut sanat 388 “Son Akşam Yemeği”
(Leonardo da Vinci) 373 Sonat 451 Sondalar 55
Soyca tükenme 67
Spor (bitkiler) 98
SSCB 37, 214, 218, 221, 234, 239, 255, 260, 503 St. Deniş Manastırı 401 St. Ivo della Sapienza Kilisesi
404 St. Pancras İstasyonu 408 St. Paul Katedrali 405 St. Sernin 400
Stalin, İosif 37, 217-219, 230 Stallone, Sylvester 476 Stamitz, Johann 452 Stanford hapis deneyi
351 Steen, Jan 379 Stella, Frank 391 Stern, Sir Nicholas 269 Stoacılık 321 Stonehenge 394
Strauss, Claude Levi 340 Strauss, Richard 460 Stravinsky, Igor 460 Strepsirrhini 115 Stres 486
Stroessner, General Alfred 216 Stuart, James 406 Stupa 399 Sturges, John 474
Su enerjisi 175 Subdüksiyon 69-70 Sudra 288 Sukemerleri 397 Sultan Ahmet Camisi 398 Summa
Theologica (Thomas Aquino’lu Tomasso) 324 Summer, Donna 500 Sunset Bulvarı 472 Suriye 23
“Susanna ve Yaşlılar” (Artemisia Gen-tileschi) 376 Suudi Arabistan 241 Süleyman (İsrail kralı)
298 Sünnet 246, 283, 308 Sünniler 309, 312-313 Süper küme 43 Süperego 359 Süper-iletkenler
171 Süpernova 45 Süpersonik hız 161 Sürrealizm 388-390 Sürtünme 148, 152 Svvanson, Gloria
473 Svvift, Jonathan 243 Svv/'ng 497 SWOT analizi 276 Sydney Opera Binası 410 “Symposion” (Platon)
319 Syon Evi 406 Şahıs şirketi 278 Şakti 287 Şanson 445 Şehname (Firdevsi) 421 Şeriat 39, 246,
313 Şeytan Ayetleri (Salman Rushdie)
439
“Şeytan Trili” (Giuseppe Tartini) 449 Şiddet 493 Şiilik 309, 312
Şili 220, 265 Şinto 296 Şiva 286-287 Şizofreni 356 Şostakoviç, Dmitri 462 Şunyata 295
“Tablo No. IV” (Piet Mondrian) 388 Tac Mahal 398 Tacitus 417
Tagore, Rabindranath 433 Tahkimat 401 Tai Chi 485 Taipei 101 411
“Takas Gelin” (Bedrich Smetana) 459 “Take A Train” (Duke Ellington) 496 Takımyıldız 47
Taklitle öğrenme (psikolojide) 349 “Taksi Şoförü” (Martin Scorsese) 475 Taliban 241
“Tannhâuser” (Richard Wagner) 457 Tantra Budizmi 292, 295, 315 Taoculuk 21, 297, 315, 322 Tao-te
Chinğ 297 Tapınaklar 396 Tarihselcilik 407 Tartini, Giuseppe 449 Tartuffe (Moliere) 423 Tasavvuf 311,
315 “Taş Konuk” (Aleksandr Dargomijski) 459
Tavşanımsılar 110
Tekdelikliler 109
Tekeller 271
Tektonik 68-71
Teleskop 48
Televizyon 489, 492-493, 500 Tempietto San Pietro 402 Temple, Shirley 497 Tenno 296 Teokrasi
217 Terminator (film) 476 Termoplastikler 137 Terra Amata 394 Tevrat 298, 300, 302, 310-311 Thales
22, 318 Thatcher, Margaret 255 “The Lone Ranger” 498 The Supremes 499 “The Times They Are A
Changin’” (Bob Dylan) 499 The Who 499 Theodosius 25
“These Boots Were Made for VVal-king” (Nancy Sinatra) 499 Thiry, Paul-Henri 329 Thomson, JJ.
131 Tiberius 25
Ticaret 257-258, 261-268, 275 Tinin Fenomenoljisi (Hegel) 332 Tintoretto (Jacopo Comin) 374 Tipitaka
294 Tiyatro 396
Tiziano Vecelli 373, 384 Toledo, Juan Batista de 403 Tolkien, J. R. R. 427 Toller, Ernst 434 Tolstoy, Lev
428
Tom Amca’nın Kulübesi (Harriet Bee-cher Stovve) 428 “Tomb Raider” 477 Tomlinson, Ray 187 Tonoz
397 Toplulukçuluk 228 Toplum Sözleşmesi (Jean-Jacques Rousseau) 331 Topoloji 199
“Tosça” (Giacomo Puccini) 456 Totaliterlik 216, 220-221 Totem direği 365 Toynaklı hayvanlar 108,111-
112 Tozlaşma 99
“Tres Riches Heures du Duc de Berry” (Limburg kardeşler) 370-371 Trevi Çeşmesi 404 Tristan (Thomas
d’Angleterre) 419 “Tristan ve Isolde” (Richard VVagner) 457, 461
DİZİN
Trompe-Toei! 405 Tropikal kuşak 86 Troubadour 419 Truffaut, François 475 Tsunami 75
“Turandot” (Giacomo Puccini) 456 Turbo fanlar 161 Turgenyev, İvan 428 “Turistler II” (Duane Hanson)
390 Turner, Joseph Mallord VVilliam 382-383
Tuzluluk 80
UFA 472-473
Uğultulu Tepeler (Emily Bronte) 429 Ulm Katedrali 407 “Uluma” (Ailen Ginsberg) 498 Uluslararası Af
Örgütü 235, 237 Uluslararası Para Fonu 266, 268 Uluslararası sergiler 408 Uluslararası Uzay İstasyonu
(ISS) 163 Uluslararası üslup 409-410 Ulusların Zenginliği (Adam Smith)
255
Ulysses (James Joyce) 432 “Undine” (E. T. A. Hoffmann) 457 Ünite d’Habitation 410 Upanayana
288 Uranüs 53 Uruguay Turu 267 Usame Bin Ladin 241 “Usher Ailesinin Çöküşü” (Edgar Ailen Poe) 426
Uzay mekiği 55 Uzay yolculuğu 500 “Uzay Yolu” (film) 501 Uzay-zaman 153
“Üç Kuruşluk Opera” (Bertolt Brecht ve Kurt Weill) 433, 453 Üçleme 306 Üstün erkek 117 Ütopya
(Thomas Moore) 423 Vaişya 288
Valencia Sanat ve Bilim Müzesi 411 Valentino, Rudolph 473 Van Gogh, Vincent 385 Vanvitelli, Luigi
404 “Varlık ve Hiçlik” (Jean-Paul Sartre) 335
Vau, Louis le 405 Vaughan-VVilliams, Ralph 460 Veba (Albert Camus) 437 Veda metinleri 286-
287 Vejetaryenlik 483 Velâzquez, Diego 377 Venezüella 220, 260 Venturi, Robert 410 Venüs 47-48, 50,
53 “Venüs’ün Doğuşu” (Sandro Botti-celli) 372
Verdi, Giuseppi 456 Vergiler 254, 259-261 Vergilius 417-418 Verhoeven, Paul 476 Vermeer, Jan
379 Versailles Antlaşması 36 Versailles Sarayı 405 Vertov, Dziga 476 Victoria dönemi 33 Victoria
mimarisi 408 Video oyunları 189, 494 Vietnam 37, 219, 231, 237 Vietnam Savaşı 500 Villa (Roma
döneminde) 397 Village People 500 Vipassana 293
Virüsler 188
Vişnu 287
Vitaminler 136
Vitruvius 402
Voltaire, (François-Marie Arouet) 32, 329-330 Voltaj 150 Von Trier, Lars 477 Voyager (uzay gemisi)
55 Vudu 314
VVagner, Richard 453, 457-458, 461 “Walk This Way” (Run-DMC) 501 Walter, Johann 444 VValzer,
Michael 228 VVarhol, Andy 390 VVayne, John 475
“VVe’ll Meet Again” (Vera Lynn) 497 Weber, Cari Maria von 457 Weber, Emst H. 346 Weber, Max
272 VVeill, Kurt 453
VVeinstein, Bob ve Harvey 477 Weir, Peter 476 Welles, Orson 433, 473 VVenders, Wim 475 “Whaam!”
(Roy Lichtenstein) 390 VVhitehead, Alfred North 339 VViener, Norbert 339 Wies Hac Kilisesi 400,
405 VVilder, Billy 473 VVilhelm II 36
Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları (Johann VVolfgang von Goethe) 426 Wilhelm Meister’in
Yolculukları (Johann VVolfgang von Goethe) 426 VVillaert 445 “VVillendorf Venüsü” 364 VVittgenstein,
Ludvvig 337 VVolf, Konrad 474 VVood, Grant 389 VVoods, Tiger 502 VVoodstock 499 VVoolf, Virginia
429 VVoolvvorth Binası 407 VVordsvvorth, VVilliam 427 VVorld VVide VVeb 38,187 VVren, Sir
Christopher 405 VVright kardeşler 160 VVright, Frank Lloyd 409 VVundt, Wilhelm M. 346 x ışını 46,
55,149, 151 Y.M.C.A (Village People) 500 Yabancı (Albert Camus) 437 Yağış miktarı 87 Yağmur
ormanları 88 “Yağmur, Buhar ve Hız—Büyük Batı Demiryolu” (J. W. M. Turner) 383 Yakınlaşma Kuramı
(hukuk) 244 Yalpa (uçak) 160-162 Yana yatma 159
Yanardağlar 62-63, 70, 72-73, 82, 89
Yansıma (fizik) 149 Yansıtma (psikoloji) 360 Yapay sinir şebekeleri 185 Yapay zekâ 348
Yapısalcılık 340 Yaratılış efsaneleri 282, 284 “Yargı Yetisinin Eleştirisi” (Immanuel Kant) 330 Yarı-
iletkenler 138 Yasak 496
“Yaz Zamanı” (George Gershvvin) 496 “Yazı ve Farklılık” (Jacques Derrida) 343
Yazmaları resimlemek 370 “Yedi Samuray” (Akira Kurosava) 474 Yehova bkz. Musevilik Yehova
Şahitleri 314 Yeme bozuklukları 356 Yengeç nebulası 45 “Yeni Doğmuş Bebek” (Georges de la Tour)
377 Yeni nesnellik 389 Yeni klasikçilik 381, 406 Yeni Platonculuk 321, 323-324 Yerel alan ağı (LAN)
181, 186 Yeşiller 231
“Yıkanan Valpinçon’lu Kadın” (Jean Auguste Dominique Ingres) 381 Yıldız kümeleri 47 “Yıldız
Savaşları” (film) 476, 501 Yıldızlar 43-44
385
Yimou, Zhang 476 Yin ve yang 297 Yoga 288, 485 Yolda (Jack Kerouac) 437 Yom Kippur
301 Yorumbilim 338, 341 Yörünge 50-51
Yörüngemsi 131 Yugoslavya 217, 238 “Yumuşak Sarı Söğütler” 465 Yunan mimarisi 395-396, 402,
406 Yunan sütun düzenleri 396 Yunan tiyatrosu 416-417 Yunan tragedyası 416 Yunanistan 21-24, 27, 212,
215, 220,234
Yunus, Muhammed 268 “Yurttaş Kane” (Orson VVelles) 473 Yurttaşlık hakları hareketi 499 Yusuf
(peygamber) 311 Yüce Uyum Salonu 399 Yürek Burgusu (Henry James) 428 Yüz Yıllık Yalnızlık
(Gabriel Garda Mârquez) 438
Yüzeyden takmalı aygıt (SMD) 184 “Yüzüklerin Efendisi” (film) 477 “Yönetim Üzerine İki İnceleme”
(John Locke) 229 Zafer kemeri 397 Zatürree 121 Zekâ 119, 353 Zekât 312 Zen 293 Zenon 321 Ziggurat
395 Zimbardo, Philip 351 Zimmermann, Dominicus 405 Zizek, Slavoj 343 Zola, Emile 429