You are on page 1of 6

Müziğin İnsanları Ayrıştırma Gücü

İSMET BURKAY

Müziğin insanlar, hatta hayvanlar ve bitkiler, üzerindeki etkileri bilinmekte, ama müziğin etkisi
insanoğlu söz konusu olduğunda nedense hep olumlu bir şekilde ele alınmakta…

“Çağa uygun” düşünce yapısına göre “hurafe” olarak değerlendirilebilecek olsa dahi, geçmişte bazı
âlimler müziğin insan üzerindeki uyarıcı ve rahatlatıcı etkilerini keşfettikten sonra, birtakım
hastalıkları iyileştirmede müziği kullanmışlardır. Bu o kadar böyledir ki, kadim devirlerden günümüze
ulaşan müzik risalelerinde ve bunların güncel uzantısı olan “müzik ile tedavi” konulu çalışmalarda,
hangi makamların/armonilerin/tınıların hangi dertlere deva ya da hangi ağrılara şifa olduğuna yönelik
ciltler dolusu “bilgi” vardır.

Platon’dan Konfüçyüs’e kadar sayısız âlim tarafından müziğin rahatlatıcı ve uyarıcı yönleri öne
çıkarılarak, güzel müzik dinleyen insanların daha ahlaklı, hoşgörülü, uyumlu ilişkiler kurmakta başarılı,
karşısındakinin halinden anlayan ve toplum içinde doğru değerlere sahip bireyler olacaklarından
bahsedilmiştir. Dahası, toplumların, devletlerin ve “yeryüzü nizamının” bekası, müzikte yozlaşma
yaşanmasının önlenebilmesine bağlanabilmiştir!

Bütün bunlar, bir yere kadar, elbette akla ve mantığa aykırı düşmemektedir…

Oysa aynı bir müzik, olağan koşullarda insanı rahatlattığı ve huzur verdiği kadar, farklı koşullarda
onun üzerinde olumsuz etkiler de meydana getirebilecektir!

Nasıl mı?

Birçoğumuz Mozart’ın, Vivaldi’nin, Çaykovski’nin bestelerini, günün yorgunluğunu atmak için müzik
setlerimizden ya da bilgisayarlarımızdan dinliyoruz ve keyif alıyoruz.

Haydi, gelin; şimdi hayali bir deney yapalım…

Varsayalım ki, bu deneyimizin uygulama sahası, ağızdan yel alsın, bir neo-Nazi toplama kampı olsun;
herhangi bir bölgeden belli bir etnik veya dini kesime mensup kimseler toplatılarak, zifiri karanlık
barakalara tıkılmış olsun. Allah bir daha öylesini göstermesin tabii, ama o arada barakaların etrafı,
geçmişte yaşandığı gibi, dikenli tel örgüler ile çevrilmiş olsun.

Diyelim ki, böyle bir toplama kampının gaddar ve cani yetkilileri, her sabah güneşin doğmasıyla
birlikte hoparlörlerden Klasik müzik çalmaya başlıyor; yarım saat sonra gestapo kılıklı azmanlar ite
kalka bir-iki kişiyi alıyor ve kamyon kasasına bindirip götürüyorlar. Gidenler bir daha kampa geri
dönmüyor. Manzara daha ilk bakışta her vicdan sahibinin kanını donduruyor… Öyle değil mi?

Bu işlem, diyelim ki, her gün aynı şekilde devam ediyor…


Her Allah’ın sabahı bu tertip çalınan Vivaldi’nin “Dört Mevsim” parçasının veya Mozart’ın “Eine Kleine
Nachtmusik” eserinin anılan koşullar altında eziyet gören insanlara huzur verdiğinden, onların
sinirlerini yatıştırdığından ve kendilerini erdemli bireyler kıldığından söz edilebilir mi?

Kuşkusuz ki hayır! O zulmü yaşayanlar, dinledikleri müziği bir süre sonra “acı” ve “korku” ile
ilişkilendireceklerdir.

Ivan Pavlov’un köpekler üzerinde yaptığı, bazıları şehir efsanesi haline gelmiş, korkunç deneyleri
şimdi aklınıza getirin. Her zil çalışında vahşice elektrik verilen zavallı bir köpeğin, artık elektrik
verilmediği halde aynı zili duyduğu anda nasıl can havliyle feryat ettiğini düşününüz…

Yine söz konusu toplama kampı örneğine dönelim. Bu kez bir Nazi kampı değil de bir “eşek şakası
kampı” olduğunu farz edelim: Kandırılarak getirildikleri ve zorla alıkonuldukları kamptan karga-
tulumba götürülen herkes, rızası olmadığı halde katılmaya mecbur edildiği iğrenç bir deneyin parçası
olduğu için Maldivler’de lüks bir otelde ağırlanıyor olsun. Fonda yine Klasik müzik parçaları çalarken
onlara şöyle dendiğini tasavvur ediniz: ’’Lütfen merak etmeyin! Emniyettesiniz! Deneyimiz on gün
içinde sona erecek ve diğer deneklerimiz de yakında size katılacaklar. Biz insanlar üzerinde izinsiz şaka
yapmanın sınırlarını zorlamaya dönük bilimsel bir proje üzerinde çalışıyoruz. Rızanız dışında sizi bu
deneye katılmaya mecbur bıraktığımız için tarafınıza yüklü bir tazminat ödenecek ve sizi konuk
ettiğimiz süre zarfında her tür konforunuz temin edilecektir. Anlayışınız için teşekkür ederiz!’’

Aynı soruyu yine soralım: Mevzubahis konforlu otelde dinletilen efkârlı bir Mozart ya da narin bir
Vivaldi, bu cümleleri duyan o insanlara huzur mu verir yoksa onları “terörize” etmeye mi yarar?

Bu örnek, herhangi farklı bir müzik kültürüne mensup insanlar ve başka müzik türleri için de
genişletilebilir.

(Nitekim, pek sevdiğim saydığım ve çok-yönlü müzik alimi olan bir dostumun on yıllar öncesinden bir
anı olarak bana aktardığı kadarıyla, her okul günü alacakaranlıkta, “en iyisi uyarıcı güzel bir müzikle
uyandırılmasıdır” denilip, Gershwin’in Mavi Rapsodisi ile bangır bangır yatağından hoplatılarak
kaldırılmaya çalışılan uyku problemli bir çocukken yaşadığı “travma” ve şimdilerde dahi ebeveyninin
bilgisayar hoparlörlerinden söz konusu parçayı her duyduğunda hissettiği “kronik iritasyon” 1
anlattığımız çerçeveye dahil edilebilir!)

Ne yazık ki, koşullar hiç hesaba katılmaksızın, belli bir müziğin hep olumlu, heyecan verici veya
dinginleştirici yönleri üstünkörü öne çıkartılabilmektedir. Zannımca, herhangi bir müziğin mutluluğu
artırıcı ve tedavi edici yönü, insanların içinde bulunduğu şartlarla ilgilidir… Müzik, insan davranış
bilimi tahtında ele alınmalıdır. Aynı bir müziğin, iyi yönde kullanılmak istendiği zaman ferahlatıcı, kötü
yönde kullanılmak istendiğinde ise insanları bezdiren, öfkelendiren ve isyan ettiren boyutları olduğu
sonucuna rahatlıkla varabiliriz.

Demek oluyor ki müzik, sadece davranışlara katalizördür.

Tam da bu noktada, konuyla bağlantılı olduğunu düşündüğüm tarihi bir saptama üzerinden
anlatımıma devam etmek istiyorum…

1.Kas, sinir veya bir organın uyarıya karşı gösterdiği tepki.


1950’lerden bu yana, belki daha bile öncesinden, Türkiye’yi yönetenler, yurttaşların büyük bölümünü
birçok yönden, isteyerek yahut istemeyerek, ihmal etmişlerdir. Türk Halkı, klasikleşmiş filmlere bile
konu olan meşhur örnekler itibariyle, pek çok açıdan eğitimsiz ve biçare bırakılırken, siyasiler ve
onların komprador destekçileri, müziğin ülke insanı üzerindeki etkisinden, kendi çıkarlarına yönelik,
hep yararlanmışlardır.

Ancak, müzikteki asıl yozlaşma, her ne kadar kentlilerin sınırlı sayıda gazino, pavyon, taverna gibi
imkânları hep oldu ise de, kanaatimce, eğitimsiz ve biçare bırakılan halkın şarkı-türkü dinleme ve fıkır
fıkır eğlenme ihtiyaçlarını kendi kendilerine karşılama gayretleri ile birlikte başlamıştır.

Hiç dikkat edildi mi, bilmem; dünyanın herhangi medeni bir yerinde, ülkemizde olduğu gibi,
‘’dolmuş’’ taşımacılığı yoktur. Hükümetlerimiz halkın taleplerine uygun düzeyde vatandaşlarımızı
onların arzu ettikleri istikametlere taşı(ya)mamıştır. Halk da bu yöndeki gereksinimini karşılayabilmek
üzere dolmuşu keşfetmiştir.

Yine dikkat edilirse, müziğimizdeki asıl dejenerasyon (bozulma), dolmuşların ortaya çıkması ile eş
zamanlıdır denilebilecektir.

İnsan beşikten mezara kadar, öyle ya da böyle, müzik ihtiyacı içerisindedir. Bu meyanda,
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “müziğin hayatta lazım olduğundan” değil,
“hayatın ta kendisi” olduğundan bahsetmiştir.

Müziğe “haram” gözü ile bakan insanlar dahi, ahenkli ve avazlı sema etmeye dönük açlıklarını
kendilerine göre yaptıkları manevi toplantılarda çeşitli ritimlerle ya da ilahilerle (o da değilse, ilahi
benzeri herhangi bir terennümle/teraneyle/yalelliyle) sağlamaktadırlar.

Diğer yandan, ezan, dua, mevlit okunurken, o an pek sevilerek dinlenen bir müziğin bile çirkin veya
uygunsuz algılanması olgusu ve hele hele yüksek sesle çalıyorsa hemen kısılması yönünde sergilenen
“yerleşik duyarlılık” da ortadadır.

Toplum bilimciler sanırım müziğin insanlar üzerindeki koşullardan bağımsız addedilemeyecek olumlu-
olumsuz yanlarını en başından beri gayet iyi biliyorlardı.

Toplumun değerlerinin çürümesi üzerinden insanların birbirlerine karşı saygılarını yitirmesini ve


bencilleşmesini hedefleyenler, birçok köklü kurumsal yapıyı ve geleneklerimizi tarumar etmek üzere,
müziğin yozlaşmasında etkili olabilirler ve hatta oldular diye düşünüyorum.

Soğuk Savaş döneminde, o veya bu sebeple kentlere göçen taşralıların istihdam sorunu ve yaşam
koşullarının dayanılmaz ağırlığı, kitleleri birbirinden koparmaya çoktan başlamıştı bile.

Bu bağlamda, köyünden göçen; hatta akraba olanların taşındıkları yeni bir kentte yan yana diktikleri
gecekondularda verdikleri varlık mücadelesi sonucu bir süre sonra birbirlerine yabancılaştılar.
Birbirlerine kem gözle bakmaları ile birlikte, kentli yerleşiklerin de adabı bozulmaya başlamış ve onlar
bile kendi mahallelerindeki çeyrek asırlık komşularına ilgisiz kalıp düşmanca tavır alır olmuşlardır.
Bugün ise, toplumun tüm katmanlarından hemen herkes, beraber yolculuk yaptığı, aynı çarşıyı
gezdiği, aynı yolda yürüdüğü hem şehrine büyük bir güvensizlik içinde ve düşmanca bir gözle bakıyor
değil midir?
Doğru düzgün kentlileşememiş taşralıların gündelik yaşamlarını yansıtacak biçimde tükettikleri müzik,
mevzubahis köklü ayrışmaları derinleştirmiştir diye düşünüyorum.

Aynı bağlamda, ezanların desibellerini insan kulağının normal algı sınırlarının ötesine çıkarıp
neredeyse sağırlaştıran “muhafazakâr anlayışın” gölgesinde, şehir içi olsun şehirlerarası olsun,
minibüslerin ve otobüslerin motorlarından kayışlarına, pistonlarından körüklerine kadar “ciyak ciyak
ötmeleri” ve radyolarından cızırtı dolu bağırtıların yayınlanması rastlantı mıdır? Hele hele, son birkaç
yıldır vurdumduymazca her yerde egsoz patlatan ve lastik yakan otoyol magandalarının meydanı boş
bulup habire zıvanadan çıkmaları ve manyakça hareketlerle ve gürültülerle kendi halinde yaşayan
halkı sadistçe zevkler alarak terörize etmeleri tesadüf müdür?

Anlatılan çerçevede, Türk Halkının kulak gürültü eşiğinin alabildiğine yükselerek bazı seslere ve
nüanslara duyarsızlaşması ve sonuç olarak dinlemeye yöneldiği müziğin de bu duruma koşut bir hal
alması garipsenebilir mi?

Varoşlar ve müzik konusunun sosyolojik nedenleri elbette çoğu kez tartışıldı. Nedenlerine ve
nasıllarına belki ulaşıldı ya da yaklaşıldı. Ancak, Türkiye’de yaşanan toplumsal ayrışmada katalizör
olduğu kuşku götürmez olan müziğin layıkıyla irdelendiğine şahsen hiç rastlamadım. Müzik
sosyologları bu alandaki beklentiye hitaben elle tutulur bir çalışma hiç ortaya koydular mı acaba?

Bugün 1970’lere ait bir filmi izlediğimizde, ‘’özgün müzik’’ dediğimiz seslerle bezenmiş sahnelere
ağırlık verildiğini görürüz. Sadece bir beşli ( Buselik beşlisi, bazen Uşşak dörtlüsü, Hüseyni beşlisi,
nadiren de Rast beşlisi) kullanılarak uzun ve sürüncemeli çalınan bu müzikler, meşrebe bağlı sözlerle
desteklenerek, özellikle genç kitleler üzerinde uyuşturucu yönüyle öne çıkar…

İnsanlar kitleler halinde iken, bir marşı veya bir şarkıyı ya da türküyü söylediklerinde, bir beşliden
daha geniş bir ses sahasına eşlik etmekte pek başarılı değillerdir.

Sokağa çıkıp gösteri yapan bir kalabalığın, faraza, Eviç veya Dilkeşhaveran makamında bir marş ya da
türkü söylemek istediğini tasavvur edebiliyor musunuz? Bu mümkün olabilir mi? Bazı kesimlerin
Cumhuriyetimizin ilk döneminde yazılan marşları söylerken, ya da vacip namazlarda ‘’Bayram Tekbiri’’
okurlarken çıkarttıkları seslere bakıldığında, o parçaların şekilden şekle sokulduğuna ve tuhaflaştığına
şahit oluruz... (Burada müezzinlerin ve halkın müzik kültürünün eksik olması durumu da
azımsanmamalıdır!)

Bu da gösteriyor ki, toplumu ayrıştırmayı hedeflemiş kötü niyetli birileri varsa, o kimseler insanların
topluluk halinde söyleyebileceği ses aralığını oldukça iyi biliyor olmalılardır!

Hatırlatmaya gerek yoktur ki, mevzubahis özgün müziklerde ritimlerin de önemi oldukça fazladır.

Yeri geldiğinde, beyinleri basmakalıp fikirlerle uyuşturulmuş delikanlıları galeyana getirecek ritimlerin
seçilmesi tesadüf olamaz.

En ufak bir kıvılcımda, herhangi bir kesim, kendine özgü sloganları kullanarak, özgün müzik eşliğinde,
karşıt bellediği tarafa hücum ederek bir eyleme kalkışabilir. Daha ziyade, kitleleri o havaya sokmayı
hiç zorlanmadan uygun bir müzikle başarmak mümkündür.

Arabesk diye adlandırılan müzik de, zannımca, insanları böyle ayrıştırdı, ötekileştirdi.
Herkes anımsayacaktır: ‘’Orhancılar” ve “Ferdiciler’’ 70’li yıllara damga vurdular.

Genel olarak, bu müzik türlerini dinleyen varoş kökenliler, çoğunlukla uyuşturucuya ve alkole dayalı
ezik bir hayatı seçmişlerdi veya o hayata itilmişlerdi.

Öyle olmasa bile, yaşam koşullarının altında ezilen bu insanların kendilerini ifade edebilmesi adına,
adı geçenlerin müzikleri bir çıkış yolu gibi algılanıyordu denebilecektir.

Şu da var ki, bir ‘’Orhancı’’nın asla bir Ferdi T. şarkısı dinlediği vaki değildi; bunun karşıtı olarak da, bir
‘’Ferdici’’ katiyyen bir Orhan G. şarkısı dinlemezdi. Yapay bile olsa, ortada böylesine derin bir
“sosyolojik ayrışma” vardı.

Öte yandan, her ne kadar ‘’Orhancılar” ve “Ferdiciler’’ yekdiğerini sevmiyor idiyseler de, çok şükür,
birkaç küçük olay dışında, üzerinde durulmaya değer şiddet eylemi ya da taşkınlık olmadı.

Ancak, unutulmamalıdır ki, popüler kasetlerden dolmuşların içine yayılan ezik Arap perdeli cazır-cozur
şarkılar ile toplum gözle görünür bir bölünme içine girmiştir; bunu sanırım o günleri yaşayan kimse
inkâr edemez.

Arabesk’in diğer şarkıcıları ise, insanlar üzerinde daha olumsuz sonuçların tetikleyicisi oldular
kanaatindeyim. İsimleri lazım değil, ancak o şarkıcıların müziklerini dinleyenler, Türk Milletinden
kendilerini neredeyse tamamen soyutlamış içine kapanık kimseler haline geldiler. O günlerde, çoğu
zaman şahit olduğumuz ‘’kendini jiletleme’’ ve “tiner bağımlılığı” olayları, halkın çoğunluğu üzerinde
son derece olumsuz bir etki bırakmış ve psikolojik harabiyet içinde oldukları her hallerinden belli olan
söz konusu gariban çocukların dışlanmasına neden olmuştur.

Öte yandan, Arabesk'in genel anlatım dünyasına bakıldığında ve birtakım taşkın taraftarlarının
davranışları göz ardı edildiğinde, makbul bir görüşe göre, orijinal tadında asla soysuzluk demek
olmadığı ve çoğunlukla namus ve sevda uğruna suç işlemeyi ve onulmaz acılara/yalnızlığa gömülmeyi
göze alacak kadar saf ve duygusal mertlik temalarını işlediği üzerinde durulabilecektir. Gelgelelim,
Arabesk ve Fantezi müzik, 1980’lerden başlayarak gitgide elektronikleşmiş ve orijinal değerini bile
koruyamayacak kadar bayağılaşmıştır…

Bugünlerde ülkemiz, Elektronik Müzik, Hip-Hop, Rap, Underground, R&B (Rhythm and Blues), Caz,
Pop, Rock gibi müzik türlerinin etkisi altındadır. Başka bir kesim de Suudi Arabistan ve Katar gibi
ülkelerin söyleme tarzı ile özdeşleşmiş (adına ilahi diyemeyeceğimiz “Yeşil Pop” diye sunulan)
müziklerden etkilenmektedir...

Görüleceği üzere, 70’lerden bu yana, müziğin daha ziyade hep katalizör olmasıyla, insanlar arasındaki
‘’ayrışma’’ devam etmektedir.

Bu ayrışma zaten var olduğu için mi müzikler farklılaştı, yoksa müzikler farklılaştığı için mi insanlar
ayrışmaya başladı. Yoksa her ikisi de birbirini besleyen bir kısır döngüyü mü işaret etmektedir? İşte
sosyologların ve en çok da müzik sosyologlarının çözmesi gereken bir problem…

Müziğin iyileştirici yanının ya da insanı kindar ve nefret sahibi kılmasının özellikle yöneticilerimizin
tutumları ile doğrudan ilgisi olduğunu düşünüyorum.
Ülkemizi yönetenler müziğin hangi yanını ortaya çıkarmak istiyorlarsa, Türk Milleti de müziğin o yanı
ile hemhal olacaktır.

08.10.2018

ANKARA

NOT: Bu makalenin hazırlanma öyküsü kısaca şöyle: Sayın Prof Dr. Ozan Yarman ile müzik üzerine
sohbet yaptığımız bir zamanda, benden; ‘’ Müziğin İnsanları Ayrıştırma Gücü’’ üzerine bir makale
yazmamı istedi.

Değerli arkadaşımın isteğine uyarak bu makaleyi hazırladım. Yazımı bitirdikten sonra, Sayın Dr. Ozan
Yarman makaleyi inceleme ve makaleye katkıda bulunma nezaketini göstermiştir. Yapmış olduğu
katkılardan dolayı Sayın Prof. Dr. Ozan YARMAN’a teşekkür ederim.

You might also like