You are on page 1of 230

Pegasus Yayınları: 836

Gençlik: 132

Efsane
Marie Lu
Özgün Adı: Legend

Yayın Koordinatörü: Berna Sirman


Editör: Sibel Yıldız
Düzelti: İlker Sönmez
Sayfa Tasarımı: Cansu Gümüş
Film-Grafik: Mat Grafik
Baskı-Cilt: Alioğlu Matbaacılık
Sertifika No: 11946
Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: 0212 612 95 59
1. Baskı: İstanbul, Nisan 2014
ISBN: 978-605-343-274-6
Türkçe Yayın Hakları © PEGASUS YAYINLARI, 2014
Copyright © Xiwei Lu, 2011

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Penguin Group
(USA) Inc.'in alt yayıncısı olan Penguin Young Readers Group'un bir dalı olan G. P.
Putnam's Sons'tan alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler Pegasus YayıncılıkTic.
San. Ltd. Şti.'den izin alınmadan fotokopi dâhil, optik, elektronik ya da mekanik herhangi
bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.


Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han
No: 11/9 Taksim/İSTANBUL
Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46
www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com
MARIE LU

EFSANE

İngilizceden Çeviren:
Sefa Emre İlikli

PEGASUS YAYINLARI
“Hakkında yapılan abartılı reklamları hak ediyor.”
—New York Times
İÇİNDEKİLER
Künye
Giriş
Bölüm 1
1. Kısım DAY
2. Kısım JUNE
3. Kısım DAY
4. Kısım JUNE
5. Kısım DAY
6. Kısım JUNE
7. Kısım DAY
8. Kısım JUNE
9. Kısım DAY
10. Kısım JUNE
11. Kısım DAY
12. Kısım JUNE
13. Kısım DAY
14. Kısım JUNE
15. Kısım DAY
16. Kısım JUNE
17. Kısım DAY
18. Kısım JUNE
19. Kısım DAY
20. Kısım JUNE
21. Kısım DAY
22. Kısım JUNE
Bölüm 2
23. Kısım DAY
24. Kısım JUNE
25. Kısım DAY
26. Kısım JUNE
27. Kısım DAY
28. Kısım JUNE
29. Kısım DAY
30. Kısım JUNE
31. Kısım DAY
32. Kısım JUNE
33. Kısım DAY
34. Kısım JUNE
35. Kısım DAY
36. Kısım JUNE
37. Kısım DAY
38. Kısım JUNE
39. Kısım DAY
40. Kısım JUNE
TEŞEKKÜRLER
LOS ANGELES, KALİFORNİYA
AMERİKA CUMHURİYETİ

NÜFUS: 20,174,282
BÖLÜM BİR

IŞIKTA YÜRÜYEN
ÇOCUK
DAY

ANNEM ÖLDÜĞÜMÜ DÜŞÜNÜYORDU.


Tabii ki ölmedim ama böyle düşünmesi onun için daha güvenliydi. Ayda en
az iki kere, Los Angeles şehir merkezinin her yerine dağılmış JumboTron
ekranlarında "Aranıyor" posterimin yayınlandığını görüyordum. Orada pek
yersiz duruyordu. Ekranlarda gösterilenlerin çoğu mutlu resimlerdi: açık
mavi bir gökyüzü altında gülümseyen çocuklar, Golden Gate Harabeleri
önünde poz veren turistler, neon renklerdeki Cumhuriyet reklamları. Aynı
zamanda Koloni karşıtı propagandalar da yer alıyordu. İlanlarda: "Koloniler
topraklarımızı istiyor,” yazıyordu. "Ellerinde olmayanı istiyorlar. Evlerinizi
zapt etmelerine izin vermeyin! Davayı savunun!”
Ardından benim suç duyurum çıkıp rengârenk ihtişamıyla JumboTron'ları
aydınlatıyordu:

CUMHURİYET TARAFINDAN ARANIYOR DOSYA NO: 462 1


VB - 3233 “DAY”
----------------------
SALDIRI, KUNDAKLAMA, HIRSIZLIK, ORDU MALINA
ZARAR VERME VE SAVAŞ ÇABALARINI ENGELLEME
SUÇLARINDAN ARANMAKTADIR. TUTUKLANMASINI
SAĞLAYACAK BİLGİYİ VEREN KİŞİYE 200,000
CUMHURİYET NOTU ÖDÜL.

Duyurumun yanında her seferinde farklı bir fotoğraf oluyordu. Bir keresinde
fotoğraftaki gözlüklü ve kızıl rengi, kıvırcık saçları olan bir çocuktu. Başka
birinde siyah gözlü ve dazlak bir çocuktu. Bazen siyahi, bazen beyaz tenli,
bazen esmer ya da kahverengi ya da akıllarına her ne geliyorsa o oluyordum.
Başka bir deyişle, Cumhuriyet’in benim neye benzediğim hakkında en ufak
bir fikri bile yoktu. Genç olduğum ve parmak izimi taradıklarında veri
tabanlarında eşleşen bir sonuç bulamamaları dışında hakkımda hiçbir şey
bilmiyor gibi görünüyorlardı. İşte bu yüzden benden nefret ediyorlardı, işte
bu yüzden ben ülkedeki en tehlikeli değil, en çok aranan suçluydum.
Akşamın erken saatleri olmasına rağmen dışarısı zifirî karanlık olmuştu bile.
JumboTron'ların saçtığı ışık su birikintilerinden yansıyordu. Üç kat yukarıda,
parçalanmış bir pencerenin pervazında oturuyordum, paslanmış çelik
çubukların ardında gözlerden uzaktaydım. Burası eskiden bir apartmandı ama
artık kaderine terk edilmişti. Odanın zemininde kırılmış lambalar ve cam
kırıkları vardı, duvarların boyası soyulmuştu. Bir köşede Seçmen Primo’nun
eski bir portresi yüzü yukarı dönük şekilde yerde duruyordu. Burada kimin
yaşamış olduğunu merak ettim; kimse seçmenimizin portresini öylece yerde
bırakacak kadar çıldırmış olamazdı.

Saçım genelde olduğu gibi, eski bir şapkanın içine tıkılmış haldeydi.
Gözlerim yolun karşısındaki tek katlı küçük eve odaklanmıştı. Ellerim
boynumdaki kolye üzerinde gidip geldi.
Tess odanın diğer penceresine dayanmış beni izliyordu. Bu akşam
huzursuzdum ve o her zamanki gibi bunu hissedebiliyordu.

Veba, Lake bölgesini sert vurmuştu. JumboTron’ların ışığında, Tess’le


birlikte sokağın sonunda askerleri her bir evi kontrol ederken görebiliyorduk.
Parlak siyah pelerinleri sıcak dolayısıyla gevşetilmişti.

Her biri bir gaz maskesi takmıştı. Bazen bir evden çıktıklarında evin kapısını
büyük kırmızı bir X koyarak işaretliyorlardı. Bundan sonra kimse o eve girip
çıkamıyordu ya da bunu en azından kimsenin göremeyeceği bir şekilde
yapıyorlardı.

“Hâlâ göremiyor musun onları?” diye fısıldadı Tess. Gölgeler yüz ifadesini
gizliyordu.

Kafamı dağıtma çabası içinde eski PVC borularından derme çatma bir sapan
yapmaya çalışıyordum. "Akşam yemeği yemediler. Saatlerdir masaya
oturmadılar.” Duruşumu değiştirip rahatsız olan dizimi esnettim.

"Belki de evde değillerdir?”


Tess’e gıcık olduğumu belli eden bir bakış attım. Beni avutmaya çalışıyordu
ama istediğim bu değildi. "Bir ışık yanıyor. Şu mumlara bak. Eğer evde
kimse yoksa annem asla mumları boşa harcamaz."
Tess yakınlaştı. "Birkaç haftalığına şehirden gidelim bence, ne dersin?" Sakin
konuşmaya çalışıyordu ama sesinde korku vardı. "Yakında veba geçmiş
olacak, o zaman geri gelirsin. Paramız iki tren bileti almaya yeter de artar
bile."

Başımı salladım. "Haftada bir gece demiştik, hatırladın mı? Haftada bir gece
onları kontrol etmeme izin ver."
"Evet. Bu hafta her gece onları kontrol etmeye geldin zaten."

"Sadece iyi olduklarından emin olmak istiyorum."

"Peki ya, hastalanırsan?"


"Şansımı deneyeceğim. Ayrıca benimle gelmek zorunda da değilsin. Alta’da
durup gelmemi bekleyebilirdin."

Tess omuz silkti. "Birinin sana göz kulak olması lazım." Benden iki yaş
küçük olmasına rağmen bazen bana bakabilecek kadar olgun biri gibi
konuşuyordu.

Askerler evimize doğru yaklaşırken sessizlik içinde izledik. Bir evin önünde
her durduklarında, bir asker kapıyı vururken diğer bir tanesi de hemen
yanında silahı çekilmiş halde beklerdi. Eğer on saniye içinde kapı açılmazsa
ilk asker kapıyı tekmeyle açardı.
İçeri aceleyle girmelerinden sonra onları göremedim ama işin raconunu
biliyordum: Bir asker ailedeki herkesten kan örneği alır, daha sonra örnekleri
elindeki okuyucuya sokarak veba bulunup bulunmadığını kontrol ederdi. Bu
işlem on dakika sürerdi.

Askerlerin durduğu yer ile ailemin bulunduğu yer arasındaki evleri saydım.
Akıbetlerini görmeden önce bir saat daha beklemem gerekiyordu.

Sokağın diğer ucundan bir çığlık yankılandı. Hemen gözlerimi sesin geldiği
yere çevirdim, ellerim ise kınında duran bıçağa yapıştı. Tess nefesini tuttu.
Bir veba kurbanıydı. Durumu aylardır kötüye gidiyor olmalıydı çünkü
kadının derisi çatlamış ve her yerinden kanlar akıyordu. Askerlerin bunu
önceki taramalarda nasıl gözden kaçırdıklarını merak ediyordum. Bir süre
için yönünü bilmeden sendeledi, sonra ileri atıldı ama ayağı takılıp dizlerinin
üzerine düştü. Askerlere döndüm. Kadını görmüşlerdi. Silahını çeken asker,
kadına yaklaştı, diğer on bir tanesi ise olduğu yerde bekleyerek izlemeye
devam etti. Tek bir veba kurbanı pek tehdit sayılmazdı. Asker silahını
doğrultup nişan aldı. Bir kıvılcım yağmuru hasta kadını yuttu.

Kadın yere yığıldı ve bir daha da hareket etmedi. Asker, grubunun yanına
geri döndü.
Keşke askerlerin silahlarından birini ele geçirebilseydik. Pazarda böyle güzel
bir silahın fiyatı çok fazla değildi; 480 Not, bir ocaktan daha ucuz. Bütün
silahlar gibi hassas, mıknatıs ve elektrik akımı güdümlü ve üç bina ötedeki
bir hedefi tam on ikiden vurabilen bir silah. Babamın dediğine göre,
teknolojisi Koloniler’den çalınmıştı ancak tabii ki Cumhuriyet bunu asla size
söylemezdi. Tess'le istesek bunlardan beş tane satın alabilirdik... Yıllar
geçtikçe çaldığımız paradan arttıkça biriktirmeyi ve acil durumlar için
saklamayı öğrendik. Ancak bir silaha sahip olmakla ilgili asıl sorun parası
değil, izinin sürülüp sizi bulabilecek olmalarıydı. Her silahta kullanıcının
elinin şeklini, başparmağının izini ve bulunduğu yeri rapor eden bir alıcı
bulunuyordu. Beni herhalde bundan daha fazla ele verebilecek bir şey
olamazdı. Bu yüzden ben de kendi yaptığım silahlarla, PVC sapanlarım ve
diğer ıvır zıvırlarla idare ediyordum.

"Bir tane daha buldular," dedi Tess. Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı.

Aşağıya bakınca askerlerin başka bir evden çıktıklarını gördüm. İçlerinden


biri sprey boya kutusunu çalkalayıp kapıya devasa bir X çizdi. O evi
bitiyordum. Orada yaşayan ailenin benim yaşımda küçük bir kızları vardı.
Küçük bir çocukken erkek kardeşlerim ve ben, onunla ebelemece ve sokak
hokeyi oynardık. Buruşturulmuş kâğıtlar ve demir sopalar kullanırdık.
Tess ayağımın dibindeki bez bohçayı başıyla işaret ederek dikkatimi başka
yöne çekmeye çalıştı. “Onlara ne getirdin?”

Gülümsedim ve bezi çözmek için aşağıya uzandım. “Bu hafta sakladığımız


şeylerin bir kısmı. Tarama geçtikten sonra iyi bir kutlama olacak.’’ Bohçanın
içindeki küçük eşya yığınının içine elimi atıp kullanılmış bir koruyucu gözlük
çıkardım. Camlarında çatlak olmadığından emin olmak için tekrar kontrol
ettim. “John için. Erken bir doğum günü hediyesi." Ağabeyim bu haftanın
sonunda 19 yaşına giriyordu. Mahalledeki santralin friksiyon ocaklarında on
dört saat mesai yapıyor ve duman yüzünden eve hep gözlerini ovuşturarak
geliyordu. Bu gözlükleri ordu erzak sevkiyatından çalabilmem büyük şanstı.
Onu yere bırakıp diğerlerini karıştırdım. Çoğunlukla bir hava gemisinin
kafeteryasından çaldığım, içinde et ve patates kızartması bulunan tenekeler,
bir de tabanları sağlam bir çift eski ayakkabı. Keşke bunları verirken onlarla
aynı odada olabilseydim. Ama hayatta olduğumu sadece John biliyordu ve
anneme ya da Eden’a söylememe konusunda söz vermişti.

Eden iki ay sonra on yaşına girecekti, bu da iki ay içinde Denemeye girmek


zorunda olduğu anlamına geliyordu. Ben on yaşındayken kendi Deneme'mi
geçememiştim. Bu yüzden Eden hakkında endişeleniyordum çünkü aramızda
en zekimiz o olmasına rağmen, düşünce tarzı benimkine benziyordu. Kendi
Deneme’mi bitirdiğimde cevaplarımdan o kadar emindim ki onların not
verişini izlemeye bile gerek görmemiştim. Ama daha sonra gözlemciler beni
diğer bir avuç çocukla birlikte Deneme stadyumunun köşesine götürmüştü.
Test kâğıdıma bir damga vurup beni şehir merkezine giden bir trene tıktılar.
Yanıma boynumdaki kolye dışında hiçbir şey alamadım. Hoşça kal bile
diyemedim.
Deneme’ye girdikten sonra birkaç farklı şey olabilirdi.

Tam puan aldınız diyelim -1500 puan. Şu ana kadar hiç kimse bu puanı
alamadı- yani birkaç yıl önce ordunun acayip yaygara kopardığı bîr çocuk
hariç. Bu kadar yüksek puan alan birine ne olacağını kim bilir? Herhalde çok
para ve güç sahibi olur, değil mi?

1450 ve 1499 arasında bir puan aldınız diyelim. Kendinizle gurur duyun
çünkü bu, altı yıllık lise eğitimi ve sonrasında da Cumhuriyet’teki en iyi
üniversitelerden birinde -Drake, Stanford ve Brenan- dört yıllık eğitim
almaya hak kazandınız anlamına gelir. Daha sonra Kongre sizi işe alır ve çok
para kazanırsınız. Sevinir, mutlu olursunuz. En azından Cumhuriyet’e göre.
İyi bir puan aldınız diyelim, 1250 ila 1449 arasında. Liseye devam
edebilirsiniz, daha sonra da bir üniversiteye atanırsınız. Fena bir şey değil.

1000 ila 1249 arası bir puanla ucu ucuna geçtiniz diyelim. Kongre, liseye
gitmenizi yasaklar. Tıpkı ailem gibi yoksulların arasına katılırsınız. Büyük
ihtimalle ya su türbinlerinde çalışırken boğulacaksınız ya da enerji
santrallerinde buharla haşlanacaksınız.
Başarısız oldunuz diyelim.

Başarısız olanlar neredeyse her zaman gecekondu bölgelerindeki çocuklardır.


Eğer bu şanssız kategoride bulunanlardansanız, Cumhuriyet evinize
yetkilileri gönderir. Ebeveynlerinize hükümete sizin tam vesayetinizi veren
bir kontrat imzalatır. Cumhuriyetin ı alışma kamplarına gönderildiğini ve
ailenin seni bir daha görmeyeceği söylenir. Aileniz başını sallayıp bunu kabul
etmek zorundadır. Bazıları kutlama bile yapar çünkü Cumhuriyet onlara
taziyelerini sunmak için 1000 Not verir. Hem para hem de bir boğazı daha
beslemekten kurtulmak mı? Ne kadar düşünceli bir hükümet.

Ancak bunların hepsi yalan. Kötü genlere sahip sıradan bir «ocuğun ülkeye
hiçbir faydası olmaz. Eğer şanslıysanız Kongre kusurlarınızın incelenmesi
için laboratuvarlara gönderilmeden once ölmenize izin verir.
Beş ev kalmıştı. Tess gözlerimdeki endişeyi görüp elini alnıma kuydu. "Yine
baş ağrıların mı tuttu?"

"Hayır. İyiyim." Evimizin açık pencerelerinden birine dikkatine bakıp ilk kez
tanıdık bir yüz görür gibi oldum. Eden geçti, pencereden bakıp ona doğru
yaklaşmakta olan askerleri gördü ve metalden el yapımı bir cihazı onlara
doğrulttu. Sonra içeri doğru

çekilip gözden kayboldu. Kıvırcık saçları lambanın titrek ışığında bir an için
parladı. Onu tanıdığım kadarıyla muhtemelen bu cihazı birinin ne kadar
uzakta olduğunu ölçmek ya da onun gibi bir şey için yapmıştı.
"Zayıflamış görünüyor,” diye mırıldandım.

"Hayatta ve ayakta," diye cevap verdi Tess, "bence bu iyi bir şey.”

Dakikalar sonra, John’un ve annemin pencerenin yanından geçtiğini gördük,


koyu bir sohbete dalmışlardı. John ve ben birbirimize çok benziyorduk ama
santralde çalıştığı uzun günler yüzünden o benden biraz daha yapılıydı.
Saçları, burada yaşayanların çoğu gibi omuzlarından aşağı dökülüp sade bir
şekilde toplanmıştı. Yeleğine kırmızı kil bulaşmıştı. Annemin onu şu ya bu
yüzden azarlamakta olduğunu görebiliyordum, büyük ihtimalle Eden’ın
pencereden dışarı bakmasına izin verdiği için. Kronik öksürük krizi tutunca
John'un uzanan elini savuşturdu. Rahat bir nefes aldım. Neyse ki üçü de
yürüyebilecek kadar sağlıklıydı. Eğer içlerinden biri enfeksiyon kapmış
olsaydı bile, hâlâ iyileşme şansları olacak kadar zaman vardı.

Askerler evimizin kapısını işaretlerse ne olacağını düşünmekten kendimi


alamıyordum. Ailem, askerler gittikten sonra saatlerce oturma odasında
donup kalacaktı. Sonra annem her zamanki cesur yüz ifadesini takınacak,
bütün gece uyumadan sessizce gözyaşlarını silecekti. Sabah olunca paylarına
düşen az miktarda yiyecek ve su almaya başlayacak ve öylece iyileşmeyi ya
da ölmeyi bekleyeceklerdi.
Aklım Tess'le sakladığımız paralara gitti. 2500 Not. Bizi aylarca beslemeye
yeterdi... ama aileme veba ilacı şişelerinden almaya yetmezdi.

Dakikalar yavaş ilerliyordu. Sapanımı saklayıp Tess’le birkaç el taş kâğıt


makas oynadık. (Neden bilmiyorum ama bu oyunda aşırı iyiydi.) Birkaç kez
annemin penceresine baktım fakat kimseyi görmedim. Tahtaya vurulduğunu
duyar duymaz açmaya hazır biçimde kapının orada toplanmış olmalılardı.

Ve zamanı geldi. Pencere pervazından öne eğildim, o kadar eğildim ki Tess


düşüp yere kapaklanmayayım diye kolumdan tuttu. Askerler kapıyı
yumrukladılar. Annem hemen kapıyı açtı, askerleri içeri alıp kapıyı kapattı.
Konuşma ve ayak seslerini ya da evden gelebilecek herhangi bir şeyi
duyabilmeye çalışıyordum. Bütün bunlar ne kadar erken biterse, John’a
hediyelerimi o kadar erkenden verebilecektim.
Sessizlik sürüyordu. Tess fısıldadı: "Hiçbir şey olmaması iyi haber demek,
değil mi?”

"Çok komik.”

Saniyeleri aklımdan sayıyordum. Bir dakika geçti. Sonra iki, sonra dört ve
sonunda on dakika.

Ve on beş dakika. Yirmi dakika.

Tess’e baktım. Sadece omuz silkti. "Belki okuyucuları bozulmuştur,” dedi.

Otuz dakika geçti. Yerimden kalkmaya cesaret bile edemiyordum. Sanki bir
şeyler o kadar hızlı olacaktı ki eğer gözümü kırparsam kaçıracağım diye
korkuyordum. Parmaklarım bıçağımın kabzasında ritim tutuyordu.

Kırk dakika. Elli dakika. Bir saat.

"Ters giden bir şeyler var,” diye fısıldadım.

Tess dudaklarını büzdü. "Onu bilemeyiz."

"Ben biliyorum. Neden bu kadar uzun sürsün ki?”


Tess cevap vermek için ağzını açtı ama daha bir şey diyemeden iiskerler tek
sıra halinde, ifadesizce evden çıktılar. En son çıkan asker kapıyı ardından
kapattı ve belindeki bir şeyi aldı. Başımın döndüğünü hissettim çünkü neyin
geleceğini biliyordum.

Asker uzanıp kapımıza kırmızı renkte uzun ve çapraz bir çizgi çekti. Sonra da
bir çizgi daha çekerek X çizdi.

Duyulmayacak bir şekilde küfrettim ve arkamı dönmeye yeltendim ama asker


o anda beklenmedik, daha önce hiç görmediğim bir şey yaptı.
Kapıya X’i ikiye bölen üçüncü bir yatay çizgi daha çekti.
JUNE

SAAT: 13:47
DRAKE ÜNİVERSİTESİ, BATALLA BÖLGESİ.
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C
DEKAN SEKRETERİNİN OFİSİNDE OTURUVORDU. YİNE KAPININ
buzlu camından bakınca neler döndüğünü anlamak için bekleyen bazı sınıf
arkadaşlarımı görebiliyordum. (Hepsi de son sınıf ve benden en az dört yaş
büyüktü.) İçlerinden birkaçı beni askerî eğitim dersi sırasında tehditkâr bir
çift nöbetçi tarafından sınıftan yaka paça çıkarılırken gördü. (Bugünkü ders:
XM-621 tüfeği nasıl doldurulup boşaltılır.) Her seferinde de haberler
kampüse yayılırdı.

Cumhuriyet’in gözde minik dehasının başı yine belada.

Dekanlık sekreterinin bilgisayarından gelen zayıf uğultu dışında ofis sessizdi.


Bu odadaki bütün detayları ezbere biliyordum (Dakota’dan ithal özel kesim
mermer zemin, 324 plastik karoyla kaplı tavan, ofisin arka duvarında asılı
duran ihtişamlı Seçmenin portresinin her iki tarafındaki 6 metrelik gri
perdeler, yan duvarda sesi kapatılmış ve "HAİN
‘VATANSEVERLER’GRUBU YEREL ORDU ÜSSÜNÜ BOMBALADI,
BEŞ ÖLÜ”ve ardından “CUMHURİYET HILLSBORO
MUHAREBESİNDE KOLONİLERİ YENDİ” yazan 30 inçlik ekran). Dekan
sekreterinin Arisna Whitaker masasınmda oturuyor, |parmakları masanın
camında geziniyordu; raporumu yazdığından emindim. Bu dönem içindeki
dördüncü raporum olacaktı. Bahse girerim ki bir dönem içinde sekiz rapor
alıp da okuldan atılmayan tek Drake öğrencisiydim.
Bir süre sonra, “Dün elinizi mi incittiniz, Bayan Whitaker?” dedim.

Bana bakmak için yazmayı kesti. “Bunu da nereden çıkardınız, Bayan


Iparis?”

“Tuşlara düzensiz basıyorsunuz. Sol elinizi daha çok kullanıyorsunuz.”


Bayan Whitaker iç geçirip arkasına yaslandı. “Evet, June. Dün kivaball
oynarken bileğimi burktum.”

“Bunu duyduğuma üzüldüm. Bileğiniz yerine kolunuzu sallamalısımz.”


Bunu sadece olayı izah etmek için söylemiştim ama biraz alay edercesine
çıktı ve onu pek de mutlu etmiş görünmüyordu. “Bir şeyi açıklığa
kavuşturalım, Bayan Iparis,” dedi. “Çok zeki olduğunuzu düşünüyor
olabilirsiniz. Mükemmel notlarınız sayesinde özel muamele gördüğünüzü
düşünüyor olabilirsiniz. Hatta bu okulda hayranlarınız olduğunu bile sanıyor
olabilirsiniz, bütün bu saçmalıklardan dolayı.” Kapının dışında toplanmış
öğrencilere işaret etti. “Ancak ben ofisimdeki bu toplantılarımızdan bir hayli
sıkıldım, inanın bana, mezun olup da bu ülkenin sizin için seçeceği göreve
atandığınızda, bu maskaralıklar oradaki üstlerinizin hiç de hoşuna
gitmeyecek. Anladınız mı?”

Başımla onayladım çünkü benden yapmamı istediği şey tam da buydu. Ancak
yanılıyordu. Ben zeki olduğumu sadece düşünmüyordum. Bütün Cumhuriyet
içinde Denemesinde 1500 tam puan alan tek kişi bendim. Buraya, ülkenin en
iyi üniversitesine on iki yaşında, dört sene erkenden gönderildim, ikinci
yılımı atladım, üç yıl boyunca Drake’te hep tam not aldım. Zekiydim.
Cumhuriyetin iyi genler dediği şey bende vardı ve profesörlerim her zaman
iyi genlere sahip olanlar, daha iyi asker olur ve iyi askerler Koloniler
karşısında daha yüksek zafer şansı demektir derdi. Eğer ben öğleden sonraki
askerî eğitim derslerinin bana silah taşırken duvara tırmanma hakkında
yeterince şey öğretmediğini hissediyorsam, o zaman... yani, on dokuz katlık
bir binanın yan duvarını sırtımda bir XM-621’le aşmak zorunda kalmak
benim suçum değildi. Yaptığım tek şey ülkem için kendimi geliştirmekti.

Dedikodulara göre, Day bir keresinde beş katı sekiz saniyeden az bir sürede
aşmış. Eğer Cumhuriyet’in en çok aranan suçlusu bunu başarabiliyorsa, en az
onun kadar hızlı olmadan onu yakalamayı nasıl düşünebilirdik ki? Ayrıca onu
yakalayamıyorsak savaşı kazanmayı nasıl düşünebilirdik?
Bayan Whitaker’ın masası üç kere bipledi. Parmağı bir tuşun üstündeydi.
“Evet?”
Gelen ses, “Yüzbaşı Metias Iparis girişte bekliyor,” diye yanıtladı. “Kız
kardeşi için gelmiş.”

“Pekâlâ, içeri alın.” Düğmeyi bırakıp parmağını bana doğrulttu. “Umarım


senin şu ağabeyin seninle doğru düzgün ilgilenmeye başlar çünkü eğer bu
dönem bir kez daha bu ofise gelecek olursan...” Sanırım istediğimden daha
sert bir şekilde, “Metias benim ölmüş annem ile babamdan daha iyi bir iş
çıkarıyor,” diye cevap verdim. Rahatsız edici bir sessizlik oldu.
Sonunda, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sürenin ardından, holden bir
kargaşa yükseldi. Kapının camına dayanmış olan öğrenciler aniden dağıldı,
gölgeleri uzun bir silüete yer açmak için kenara çekildi. Ağabeyime.

Metias kapıyı açıp içeri girerken, holdeki bazı kızların gülüşlerini elleriyle
sakladıklarını görebiliyordum. Ama Metias’ın bütün dikkati benim
üzerimdeydi. Altın bir pırıltı saçan siyah gözlerimiz âdeta birbirinin
aynısıydı, uzun kirpiklerimiz ve koyu saçlarımız da.

Uzun kirpikleri Metias’a çok yakışıyordu. Ardındaki kapı kapalı da olsa,


dışarıdan gelen fısıldamaları ve kıkırdamaları duyabiliyordum. Görünüşe
göre devriye görevinden sonra doğruca kampüsüme gelmişti. Üniformasıyla
çakı gibiydi: çift sıra altın düğmeli siyah subay paltosu, eldivenleri (neopren,
spectra astarlı, yüzbaşı rütbesi işlemeli), omuzlarında parlayan apoletler,
resmî asker şapkası, siyah pantolon, cilalı çizmeler. Gözlerimiz buluştu.
Çok kızgındı.

Bayan Whitaker, Metias’a göz alıcı bir şekilde gülümsedi. “Ah, yüzbaşı!”
diye bağırdı. “Sizi görmek ne büyük zevk!”

Metias şapkasının ucuna dokunarak kibarca selam verdi. “Tekrar bu


koşullarda olması üzücü,” diye cevap verdi. “Özürlerimi kabul edin.” “Sorun
değil, yüzbaşı.” Dekan sekreteri elini önemsemez bir tavırla salladı. Tam bir
yalakaydı; özellikle az önce Metias hakkında dediklerinden sonra. “Hiç de
sizin suçunuz değil. Kardeşiniz bugün öğle tatili sırasında yüksek bir binaya
tırmanırken yakalandı. Kampüsten iki blok öteye kadar gitmiş. Bildiğiniz
gibi, öğrenciler antrenman için sadece kampüsteki tırmanma duvarlarını
kullanabilirler, ve gün içinde kampüsten ayrılmak yasaktır...”
Metias gözünün ucuyla bana bakarak, “Evet, biliyorum,” diye sözünü kesti.
“Öğle vakti Drake’in üstünde gezen helikopterleri gördüm ve... June’un bu
işe bulaşmış olmasından şüphelendim.”

Üç helikopter vardı. Beni binanın kenarından kendileri tırmanarak


alamadıkları için bir ağla çektiler.
Metias, “Yardımınız için teşekkürler,” dedi sekretere. Bana doğru
parmaklarını şaklattı, kalkma zamanı gelmişti. “June kampüse döndüğünde
çok daha uslu olacak.”

Ağabeyimi hole doğru takip ederken Bayan Whitaker’in sahte gülümsemesini


görmezden geldim. Öğrenciler aceleyle yanımıza yaklaştı. Dorian adında bir
çocuk bizimle birlikte yürürken, “June,” dedi. İki yıldır Drake Balosuna
benimle gitmek istiyor ve benden olumlu yanıt alamıyordu. “Doğru mu? Ne
kadar yükseğe tırmandın?”

Metias ona sert bir bakış fırlattı. “June eve gidiyor.” Sonra da elini sıkıca
omzuma koyup beni sınıf arkadaşlarımdan uzaklaştırdı. Arkama bir bakış atıp
onlara gülümsemeyi başardım.
“On dört kat,” diye yanıtladım. Yine aralarında konuşmaya başladılar. Her
nasıl olduysa, benim diğer Drake öğrencileriyle aramdaki en yakın ilişkim bu
şekildeydi. Bana saygı duyuyor, hakkımda konuşuyor ve dedikodu
yapıyorlardı. Fakat benimle pek konuşmuyorlardı.

On altı yaş ve üstündekilerin gitmesi gereken bir üniversiteye giden on beş


yaşında bir son sınıf öğrencisinin hayatı böyleydi işte.

Metias, koridorlardan, merkez avlunun çimleri biçilmiş bahçelerinden,


muhteşem Seçmenin heykelinin yanından ve son olarak da kapalı spor
salonlarından geçerken tek bir kelime daha etmedi. Katılmam gereken
öğleden sonra askerî eğitimin yapıldığı yerden geçtik. Sınıf arkadaşlarımın
ıssız bir savaş cephesinin simülasyonunu yapan 360 derecelik bir ekranla
çevrili devasa bir parkurda koşmalarını izledim. Tüfeklerini önlerinde
tutuyor, koşarken olabilecek en hızlı şekilde silahı doldurup boşaltmaya
çalışıyorlardı. Birçok üniversitede bu kadar çok asker öğrenci bulunmazdı
ama Drake’te neredeyse hepimiz Cumhuriyet ordusundaki görevlerimize
atanmak için sıradaydık. Diğer birkaç öğrenci politikaya ve Kongreye
girecekti, bazıları da geride kalıp öğretmen olacak şekilde seçilmişti. Ama
Drake Cumhuriyet’in en iyi üniversitesiydi ve en iyilerin de orduya atandığı
göz önüne alınırsa, askerî eğitim sınıfının öğrenci dolu olmasına
şaşmamalıydı.

Drake’in daha dış tarafındaki sokaklarından birine varıp bizi bekleyen askerî
jipin arka koltuğuna geçerken, Metias artık sinirini kontrol edemiyordu. “Bir
hafta uzaklaştırma mı? Bunu bana açıklamak ister misin?” diye sordu. “Sabah
boyu Vatansever isyancılarıyla uğraştıktan sonra geliyorum ve bir de ne
duyayım? Drake’ten iki blok ötede helikopterler. Kızın biri bir gökdelene
tırmanıyor.”
Sürücü koltuğundaki asker Thomas’la dostça bakıştık. “Üzgünüm,” diye
mırıldandım.

Yolcu koltuğuna oturan Metias gözlerini kısarak arkasına döndü. “Aklından


ne geçiyordu? Kampüsten çıkacağım biliyor muydun?” “Evet.”

“Tabii ki. On beş yaşındasın. Bu yüzden gidip on dört...” Derin bir nefes aldı,
gözlerini kapadı ve kendini teskin etti. “Bir sefer olsun senin neye kalkıştığını
düşünerek endişelenmeden günlük görevlerimi yerine getirmeme izin
vermeni çok isterdim.”
Dikiz aynasında tekrar Thomas’la göz göze gelmeye çalıştım ama o gözlerini
yoldan ayırmıyordu. Aslında ondan yardım beklememeliydim. Mükemmel
derecede düzgün saçları ve kusursuzca ütülenmiş üniformasıyla her zamanki
gibi derli topluydu. Yerinden fırlamış tek bir saç teli veya iplik bile yoktu.
Thomas, Metias’tan birkaç yaş küçük ve onun devriyesinde görev alan bir
astı da olsa tanıdığım herkesten daha disiplinliydi. Bazen onun kadar
disiplinli olmayı dilerdim. Herhalde yaptıklarımı Metias’tan bile daha fazla
kınıyordu.

Los Angeles şehir merkezini ardımızda bırakıp dolambaçlı anayoldan


sessizce ilerledik. Manzara, Batalla bölgesinin yüz katlık gökdelenlerinden,
dip dibe duran her biri yirmi-otuz katlık kışla kuleleri ve sivil tesislere yerini
bıraktı. Çatılarında yol gösteren kırmızı ışıklar yanıp sönüyordu, çoğunun
boyası da geçen sene yaşanan bir dizi firtına yüzünden soyulmuştu. Duvarda
çaprazlamasına kesişen metal destek kirişleri bulunuyordu. Yakında bu
destekleri yenilemelerini umuyordum. Savaş son zamanlarda iyice
yoğunlaşmıştı. Yıllardır altyapı fonları cepheye aktarıldığı için yeniden
deprem olması durumunda bu binalar ayakta kalır mı kalmaz mı,
bilemiyordum.

Birkaç dakika sonra, Metias daha sakin bir sesle devam etti. “Beni bugün çok
korkuttun,” dedi. “Seni Day sanıp ateş edecekler diye korktum.”
Bunu iltifat olarak söylemediğinin farkmdaydım ama gülümsemeden
edemedim. One eğilip kollarımı koltuğunun üzerine koydum. Küçükken
yaptığım gibi kulağını çekerek, “Hey,” dedim, “seni endişelendirdiğim için
üzgünüm.”

Alaycı bir şekilde güldü ama sinirinin yatışmakta olduğunu


hissedebiliyordum. “Evet. Her seferinde böyle diyorsun, sevgili June. Drake
bile aklını yeterince meşgul edemiyorsa başka ne edebilir, bilmiyorum.”
“Aslında... görevlerinden birine beni de götürsen, hem çok şey öğrenmiş
olurum hem de başıma iş açmam.”

“İyi denemeydi. Mezun olup kendi devriyene atanmadan hiçbir yere


gitmiyorsun.”
Dilimi tuttum. Metias beni geçen sene bir kez -sadece bir kez- bir görev için
seçmişti: Drake’in bütün üçüncü sınıf öğrencileri, atandıkları birliği takip
etmek zorundaydı. Komutanı, Metias’ı Kolonilerden gelen kaçak bir savaş
esirini öldürmesi için gönderdi. O da yanına beni aldı ve birlikte savaş esirini
bölgemizin iyice içine, Cumhuriyet ve Kolonileri ayıran tel örgüler ve
Dakota’dan Batı Texas’a kadar süren kara parçasından ve hava gemilerinin
gökyüzünde nokta gibi durduğu cepheden uzağa kadar kovaladık. Montana,
Yellowstone City’deki bir sokağa kadar izini sürdüm ve Metias da onu vurdu.

Bu kovalamaca sırasında üç kaburgamı kırdım, bir de bacağıma bıçak


saplandı. O günden sonra Metias beni bir daha hiçbir yere götürmedi.

Metias sonunda tekrar konuşmaya başlayınca, sesi istemeden de olsa meraklı


geliyordu. “Söyle bakalım,” diye fısıldadı. “O on dört katı ne kadar sürede
tırmandın?”

Thomas gırtlağından durumu onaylamadığını gösteren bir ses çıkarttı ama


ben sırıtmaya başladım. Alevler dinmişti. Metias beni yine seviyordu. “Altı
dakika,” diye ağabeyime fısıldadım. “Kırk dört saniye. Sence nasıl?”
“Bu bir çeşit rekor olmalı. Ama böyle bir şeyi yapmamalıydın elbette.”

Thomas kırmızı ışıkta jipi tam çizginin önünde durdurup Metias’a bitkin bir
bakış attı. “Yapmayın, yüzbaşı,” dedi. “June -ah- Bayan Iparis’i kurallara
uymadığı için övmeye devam ederseniz hiçbir şey öğrenemeyecek.”

“Endişelenme, Thomas.” Metias uzanıp sırtına hafifçe vurdu. “Arada bir


kurallara uymamak tabii ki tolere edilebilir, özellikle Cumhuriyet için
becerilerini geliştirmek amacıyla yapıyorsan. Kolonilere karşı zafer. Değil
mi?”
Yeşil ışık yandı. Thomas gözlerini yola çevirdi (görünüşe göre gaza
basmadan önce içinden üçe kadar sayıyordu). “Doğru,” diye mırıldandı.
“Yine de Bayan Iparis’i ne konuda cesaretlendirdiğinize dikkat etmelisiniz,
özellikle de artık anne babanız yanınızda olmadığı için.” Metias’ın ağzı ince
bir çizgi halini aldı ve gözlerinde tanıdık, gergin bir bakış belirdi.

Sezgilerim ne kadar keskin olursa olsun, Drake’te ne kadar başarılı olursam


olayım ya da savunma, hedef alıştırması ve yakın dövüşte ne kadar
mükemmel notlar alırsam alayım, Metias’ın gözlerinde hep bu korku vardı.
Başıma bir gün bir şey gelmesinden korkuyordu; anne ve babamızın ölümüne
yol açan trafik kazası gibi. Bu korku yüzünden hiç silinmiyordu. Thomas da
bunun farkındaydı.

Annem ile babamı, Metias’ın onları tanıdığı kadar tanımadığım için özlemim
onunkiyle boy ölçüşemezdi. Onları kaybetmenin üzüntüsüyle ağlamamın
sebebi, onlarla ilgili hiçbir anım olmamasıydı. Zihnimde sadece evimizde
dolaşan yetişkinlerin uzun bacakları ve beni mama sandalyesinden kaldıran
ellerin olduğu bulanık görüntüler vardı. Bu kadar. Çocukluğumun diğer bütün
anıları -ödül alırken oditoryuma bakışım ya da hasta olunca bana çorba
yapılması veya azarlanışım ya da yatağa yatırılmam- bunların hepsi
Metias’laydı.
Batalla bölgesinin yarısını ve birkaç yoksul bloğun yanından geçtik. (Bu
dilenciler jipimizden biraz daha uzakta duramazlar mıydı?) Sonunda
Ruby’nin teraslı, pırıl pırıl yüksek apartmanlarına vardık, evimize gelmiştik.
Önce Metias indi. Ardından inerken Thomas bana hafifçe gülümsedi.
Şapkasının ucuna dokunarak: “Görüşmek üzere, Bayan Iparis,” dedi.

Bana June demesine ikna etmeye çalışmaktan vazgeçmiştim, hiç


değişmeyecekti. Yine de insanın size düzgün bir şekilde seslenmesi o kadar
da fena değildi. Belki büyüyünce, Metias da biriyle çıkmam fikrine
dayanabildiğinde...

“Güle güle, Thomas. Getirdiğin için teşekkürler.” Jipten dışarı adımımı


atmadan önce ben de ona gülümsedim. Metias bana dönüp sesini alçaltmadan
önce kapının tamamen kapanmasını bekledi. "Bu gece eve geç geleceğim,”
dedi. Gözlerinde yine o gergin ifade vardı. “Dışarı yalnız başına çıkma.
Cepheden gelen haberlere göre bu gece havaalanı üslerine güç toplayabilmek
için evlerin elektriğini keseceklermiş. Bu yüzden olduğun yerde kal, tamam
mı? Sokaklar normalden daha da karanlık olacak.”

Moralim bozuldu. Keşke Cumhuriyet bir an önce şu savaşı kazansaydı da bir


kereliğine elektriğimiz kesilmeden bir ay geçirebilseydik. “Nereye
gidiyorsun? Seninle gelebilir miyim?”

“Los Angeles merkezindeki laboratuvara göz kulak olacağım. Mutasyona


uğramış bir tür virüsün bulunduğu şişeleri teslim edecekler; bütün gece
sürmemesi lazım. Ayrıca sana hayır demiştim. Görev falan yok)?’ Metias bir
an tereddüt etti. “Eve olabildiğince erken geleceğim. Konuşmamız gereken
çok şey var.” Ellerini omuzlarıma koydu, şaşkın bakışlarımı görmezden
gelerek alnıma hızlıca bir öpücük kondurdu. “Seni seviyorum, June,” dedi,
her zamanki gibi veda ederek. Jipe binmek için geri döndü.
“Seni beklemeden yatarım,” diye seslendim ardından, ama çoktan araca
binmiş gidiyorlardı. “Dikkatli ol,” diye mırıldandım.

Ancak şimdi bunu söylemenin bir anlamı yoktu. Metias artık beni
duyamayacak kadar uzaktaydı.
DAY

YEDİ YAŞIMDAYKEN BABAM BİR HAFTALIK İZİN ALIP cepheden


eve gelmişti. İşi Cumhuriyet askerlerinin arkasını toplamaktı, bu yüzden
genellikle evde olmazdı ve annem bizi tek başına büyütüyordu. O gün eve
geldiğinde, şehir devriyesi evimize rutin kontrol için gelip babamı
sorgulamak üzere yerel polis merkezine götürdü. Şüpheli bir şey bulmuşlardı
sanırım.
Polisler onu iki kolu kırılmış, suratı kan ve yara içinde geri getirdi.

Birkaç gece sonra, bir top kırılmış buzu benzin bidonuna daldırdım, benzinin
buzu kalın bir tabakayla kaplamasını bekledim ve ateşe verdim. Ardından
onu yerel polis merkezimizin pencerelinden sapanla fırlattım. Köşeden
döndüğümde oraya hızla gelen itfaiye araçlarının ve polis binasının yanıp kül
olmuş batı kanadının kalıntılarını gördüm. Kimin yaptığını bulamadılar, ben
de ortaya çıkmadım. Sonuçta ortada hiçbir kanıt yoktu. İlk mükemmel
suçumu işlemiştim.

Eskiden annem zor şartlara rağmen bir gün başarılı, hatta unlü olacağımı
hayal ederdi.
Gayet ünlüydüm ama annemin aklındakinin bu olduğunu sanmıyordum.

Yine akşam oluyordu. Askerlerin evimizin kapısını işaretlemesinin üzerinden


kırk sekiz saat geçmişti.

Los Angeles Merkez Hastanesi'nden bir blok ötedeki arka sokaklardan birinin
gölgeleri içine gizlenmiş, çalışanlarının ana giriş kapısından girip çıkmalarını
izliyordum. Bulutlu bir geceydi gökyüzünde ay görünmüyordu, binanın
tepesindeki Bank Tower yazısını bile seçemiyordum. Her kattan elektrik
lambalarının ışıkları parlıyordu; sadece hükümet binalarının ve elitlerin
evinde bulunabilecek bir lükstü bu. Yer altı park alanlarına giriş için onay
bekleyen askerî jipler sokak boyu sıralanmıştı. Kimlik kontrolleri
yapılıyordu. Gözlerim girişe kilitlenmiş, hareket etmeden duruyordum.
Bu akşam süper görünüyorum. Koyu renk deriden, giydikçe yumuşamış,
kuvvetli bağcıkları ve çelik topukları olan sağlam botlarımı giymiştim.
Bunları biriktirdiğimiz paradan ayırdığım 150 Notla satın almıştım. Her bir
botun tabanına bir bıçak sakladım. Ayağımı hareket ettirdiğimde, soğuk
metalin tenime değdiğini hissedebiliyordum. Siyah pantolonumu botlarımın
içine sokmuştum, ceplerimde de bir çift eldiven ve siyah bir mendil
taşıyordum. Belimde koyu renk, uzun kollu bir gömlek bağlıydı. Saçlarım
açık ve omuzlarıma dökülüyordu. Bu sefer spreyle altın sarısı saçlarımı ham
petrole daldırmışçasına koyu bir siyaha boyadım. Tess günün erken
saatlerinde bir mutfağın arka sokağından 5 Not karşılığı bir kova domuz kanı
almıştı. Kollarım, karnım ve suratım tamamen kana bulanmış haldeydi.
Garanti olsun diye de yanaklarıma çamur sürdüm.

Hastane, binanın ilk on iki katını kapsıyordu fakat ben sadece pencereleri
bulunmayan katla ilgileniyordum. O da kan örneklerinin ve ilaçların
bulunduğu laboratuvarın yer aldığı üçüncü kattı. Burası dışarıdan
bakıldığında özenle yapılmış taş oymaların ve yıpranmış Cumhuriyet
bayraklarının arkasında tamamen gizlenmişti. Bu aldatıcı görüntünün ardında
koridorları ya da kapıları olmayan büyük bir kat vardı; sadece devasa bir oda,
beyaz maskeli doktor ve hemşireler, test tüpleri ve akıtaçlar, kuvözler ve
sedyeler. Bunların ne olduğunu biliyordum çünkü daha önce orada
bulunmuştum. Deneme’de başarısız olduğum, ölmem gereken gün
oradaydım.
Gözlerim binanın yan tarafını taradı. Üzerinden atlayabileceğim bir balkon ve
dengemi sağlayabileceğim pencere pervazları varsa bazen bir binaya
dışarıdan girmeyi başarabiliyordum. Bir defasında dört katlı bir binaya beş
saniyeden kısa bir sürede tırmanmıştım. Ama bu bina çok düzdü ve ayağımı
koyabileceğim bir yer yoktu. Laboratuvara dışarıdan ulaşmam gerekiyordu.
Hava ılık da olsa biraz ürperdim ve keşke Tess'den benimle gelmesini
isteseydim diye içimden geçirdim. Ama içeriye izinsiz giren iki kişiyi
yakalamak, bir kişiyi yakalamaktan daha kolaydı. Ayrıca ilaca ihtiyacı olan
onun ailesi değildi. Kolyemi gömleğimin içine sokup sokmadığımdan emin
olmak için kontrol ettim.

Bir hastane aracı askeri jiplerin arkasına yanaştı. Dışarı çıkan askerlerin
birkaçı hemşireleri karşılarken diğerleri de kamyondaki kutuları boşalttı.
Grubun lideri, subay ceketinin üzerindeki çift sıra gümüş düğmeler hariç,
tamamen siyah giyimli, koyu saçlı, genç bir adamdı. Hemşirelerden birine
söylediklerini duyabilmek için kendimi zorladım.

"... gölün kenarından.” Adam eldivenlerini sıkılaştırdı. Bir an için


kemerindeki silahı fark ettim. “Bu akşam adamlarım giriş kapılarını tutacak."
Hemşire, "Tabii, yüzbaşı," dedi.

Adam ona doğru şapkasına hafifçe dokundu. "Adım Metias. Herhangi bir
sorunuz olursa bana gelin."

Askerler hastanenin çevresine yayılıp, Metias isimli bu kişi adamlarından


ikisiyle konuşmaya dalana kadar bekledim. Birkaç tane daha hastane aracı
gelip askerleri bırakıp gitti. Bazılarının kolu bacağı kırılmış, bazılarının
kafasında ya da bacaklarında derin yaralar açılmıştı. Derin bir nefes alıp
gölgelerden çıktım ve hastanenin girişine doğru sendeledim.
Bir hemşire beni fark etti, tam da ana girişin önünde. Gözleri hemen
kollarımdaki ve yüzümdeki kana odaklandı. "Girmeme izin var mı, kuzen?”
dedim. Hayalî bir acıyla yüzümü buruşturdum. "Bu gece için hâlâ yer var mı?
Param var."

Not defterinde bir şeyler karalamaya geri dönmeden önce gözlerinde acıma
olmaksızın bana baktı. Sanırım bu "kuzen" yakınlığı hoşuna gitmemişti.
Boynunda bir kimlik etiketi sallanıyordu. "Ne oldu?" diye sordu.

Yanına gidince iki büklüm olup dizlerime dayandım. Nefes nefese, "Kavga
ettim,” dedim, "sanırım bıçaklandım.”
Hemşire bana bir daha dönüp bakmadı. Yazmayı bitirip nöbetçilerden birine
başıyla işaret etti. "Üzerini arayın.”

İki asker silah var mı diye üzerimi ararken olduğum yerde durdum. Koluma
veya karnıma dokunduklarında rolüm gereği inledim. Botlarımdaki bıçakları
bulamadılar. Ama kemerime bağlı küçük para kesemi almayı ihmal
etmediler. Bu hastaneye giriş bedeliydi bu. Tabii ki.

Eğer ben de bölgede yaşayan o zengin çocuklardan biri olsaydım, herhangi


bir ücret ödemeden hastaneye girebilirdim. Ya da yaşadığım yere ücretsiz
doktor gönderirlerdi.

Askerler hemşireye onay verince, hemşire girişi gösterdi. "Bekleme odası


solda. Lütfen, oturun.”
Ona teşekkür ettim ve kayan kapılara doğru sendeleyerek ilerledim. Ben
yürürken Metias isimli adam beni izliyordu. Sabırla askerlerinden birini
dinliyordu ama sanki alışkanlık edinmiş gibi yüzümü de incelediğini
gördüm.,Ben de onun suratını aklıma kazıdım.

Hastanenin içi hayaletimsi bir beyazdı. Solumda tıpkı hemşirenin söylediği


gibi bekleme odasını gördüm, her şekilde ve büyüklükte yaraları olan
insanlarla dolu devasa bir alan. Birçoğu acıyla inliyordu; bir kişi yerde
hareketsizce yatıyordu. İçlerinden bazılarının burada ne kadar süredir
beklediğini ya da içeri girebilmek için ne kadar ödediğini tahmin etmek bile
istemiyordum. Bütün askerlerin durdukları yeri iyice zihnime kazıdım;
sekreterliğin penceresinin yanında iki, uzakta, doktorun kapısının orada iki,
asansörlerin yakınında birkaç tane, her birinde de kimlik kartı vardı, sonra
gözlerimi yere indirdim. En yakındaki sandalyeye ayak sürüp oturdum.

İlk kez rahatsız dizimin sahte kılığıma katkısı olmuştu. Daha da inandırıcı
olmak için ellerimi yanıma bastırmış halde duruyordum.
On dakikayı kafamdan saydım, bu sürede bekleme odasına yeni hastalar geldi
ve askerlerin bana ilgisi azaldı. Sonra ayağa kalkıp en yakındaki askere doğru
sendeledim. Eli refleks olarak silahına gitti.

“Otur,” dedi.

Takılıp üzerine düştüm. "Tuvalete gitmem gerek," diye fısıldadım, sesim


boğuk çıkmıştı. Dengemi sağlayabilmek için siyah cübbesini kavrarken
ellerim titriyordu. Asker bana tiksintiyle baktı, diğerleri de kıs kıs güldü.
Parmaklarının silahın tetiğine doğru yaklaştığını gördüm ama diğer
askerlerden biri başını salladı. Hastanede ateş etmek yasaktı. Beni itip
silahıyla koridorun sonunu işaret etti.
“Orada,” diye tersledi. "Yüzündeki o pisliği biraz temizle.” Ve inan bir daha
dokunacak olursan seni kurşun yağmuruna tutarım.”

Onu bırakıp dizlerimin üzerine düşecek gibi oldum. Sonra dönüp tuvalete
doğru yalpaladım. Deri botlarım yerdeki fayanslarda gıcırdıyordu. İçeri girip
kapıyı kilitlerken askerlerin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.
Bunun bir önemi yoktu. Birkaç dakika sonra nasılsa beni unutacaklardı. Ve
tutunduğum askerin kimlik kartının kaybolduğunu fark etmesi birkaç dakika
daha alacaktı.

Tuvalete girdiğimde hasta rolünü bıraktım. Yüzüme su çarpıp domuz kanı ve


çamurun çoğu çıkana kadar yüzümü ovdum. Bıçaklarımı almak için
botlarımın fermuarını çözüp iç tabanı yırtarak açtım, sonra onları kemerime
sıkıştırdım. Ayakkabılarımı tekrar giydim. Belimdeki siyah yakalı gömleği
çözüp üzerime geçirdim, boynuma kadar ilikleyip üstüne askılarımı taktım,
Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yapıp gömleğimin içine soktum, böylece sıkıca
sırtımda duracaktı.

Sonunda eldivenlerimi giyip ağzımı ve burnumu kapatacak bir mendil


bağladım. Eğer yakalanırsam hemen kaçmam gerekecekti. Böylelikle en
azından yüzümü gizlemiş olurdum.
İşimi tamamladığımda bıçaklarımdan birinin ucunu kullanarak tuvaletin
havalandırma boşluğuna açılan kapağın vidalarını söktüm. Sonra askerin
kimlik kartını çıkarıp kolyeme taktım ve havalandırma boşluğuna sürünerek
girdim.

Tüneldeki havanın kokusu bir garipti, yüzüme bağladığım mendile şükrettim.


Milim milim ama olabildiğince hızla ilerliyordum. Tahminime göre alanın
genişliği en fazla 60 santimetreydi. Her ilerleyişimde gözlerimi kapayıp
kendime nefes almayı ve etrafımdaki metal duvarların üstüme gelmediğini
hatırlatmam gerekiyordu. Uzağa gitmek zorunda değildim; bu boşluklardan
hiçbiri üçüncü kata çıkmıyordu. Sadece hastanenin merdiven boşluklarından
birine ulaşmam, birinci kattaki askerlerden uzaklaşmam gerekiyordu.

İleri atıldım. Eden'ın yüzünü, John’un ve annemin ihtiyaç duyacakları ilacı ve


içinden çizgi geçen o garip kırmızı X'î düşündüm.
Birkaç dakika sonra tünelin sonuna vardım. Havalandırmadan bakıp ince
çizgilerin arasından kıvrımlı bir merdiven boşluğunun bazı kısımlarını
gördüm. Zemin kusursuz bir beyazdı, neredeyse güzel denebilirdi ve -en
önemlisi de- boştu. İçimden üçe kadar saydım, kollarımı olabildiği kadar
arkaya alıp kapağı güçlü bir şekilde ittim. Kapak düştü. Merdiven boşluğunu
görebiliyordum, yüksek alçı duvarları ve küçük pencereleri olan geniş silindir
bir boşluktu. Devasa merdivenlerin olduğu bir spiral.

Artık gizlenmeden, maksimum hızda hareket ediyordum. Koş. Boşluktan


sıkışarak çıktım ve basamaklardan yukarı fırladım. Yarısına geldiğimde,
tırabzandan tutarak kendimi bir sonraki kıvrıma fırlattım. Güvenlik
kameraları bana odaklanmış olmalıydı. Her an alarmlar ötmeye
başlayabilirdi. İkinci kat, üçüncü kat... Zamanım azalıyordu. Üçüncü katın
kapısına yaklaşırken kolyemden kimlik kartını koparıp kapıdaki okuyucuya
tutacak kadar duraksadım. Güvenlik kameraları merdiven boşluğunu
kilitlemeye yetecek kadar sürede alarmı harekete geçirmediler. Kapı
kolundan klik sesi geldi, içerideydim. Kapıyı savurup açtım.
Sıra sıra sedyelerin ve metal davlumbazların altında kaynayan kimyasal
maddelerle dolu kocaman bir odadaydım. Doktorlar ve askerler irkilmiş
suratlarla bana döndüler.

Gördüğüm ilk kişiyi, kapıya yakın duran genç bir doktoru yakaladım.
Askerlerden biri bize silahını doğrultamadan, bir bıçağımı çıkarıp adamın
boğazına dayadım. Diğer doktorlar ve hemşireler donup kaldı. Bazıları çığlık
attı.

Mendilimin arkasından, “Ateş ederseniz onu vurursunuz," diye askerlere


bağırdım, Silahları artık benim üzerimdeydi. Doktor titriyordu.
Onu kesmemeye dikkat ederek bıçağı boğazına daha da bastırdım. "Canını
yakmayacağım," diye fısıldadım kulağına. "Veba ilaçlarının nerede olduğunu
söyle.”

Boğuk bir inleme sesi çıkardı, tutuşumun altında terlediğini


hissedebiliyordum. Buzdolaplarına doğru işaret etti. Askerler hâlâ
tereddütteydi ama içlerinden biri bana seslendi.
"Doktoru bırak!” diye bağırdı. "Teslim ol.”

Gülmek istedim. Bu asker aralarına yeni katılmış olmalıydı. Odayı doktorla


birlikte geçtim, ardından buzdolaplarına gelince durdum. "Göster.” Doktor
titrek elini kaldırdı ve dolabı açtı. Soğuk bir hava dalgası yüzümüze vurdu.
Acaba doktor da kalbimin ne kadar hızlı attığını hissedebiliyor muydu?
"Orada,” diye fısıldadı. Doktorun dolabın en üst rafına işaret ettiğini
görebilecek kadar bir süre için askerlere arkamı döndüm. Raftaki şişelerin
yarısı üç çizgili X ile etiketlenmişti: X: T. Filovi-ridae Virüs Mutasyonları.
Diğer şişeler 11.30 Tedavileri şeklinde etiketliydi. Ancak bütün şişeler boştu.
Hepsi tükenmişti. Sessizce küfrettim. Gözlerim diğer raflarda gezindi, sadece
vebanın ilerlemesini önleyen ilaçlar ve çeşitli ağrı kesiciler vardı. Tekrar
küfrettim. Artık geri dönmek için çok geçti.

"Bırakıyorum,” diye doktora fısıldadım. "Eğil.” Tutmayı bıraktım ve dizleri


üzerine düşecek kadar sert bir şekilde ittim.

Askerler ateş açtı. Ama ben buna hazırdım, açık buzdolabı kapısının arkasına
saklandım ve kurşunlar kapıdan sekti. Birkaç ilaç şişesini alıp gömleğimin
içine tıktım. Fırladım. Serseri kurşunlardan biri kolumu sıyırdı ve keskin bir
acı hissettim. Neredeyse çıkışa varmak üzereydim.
Merdiven boşluğu kapısından dışarı fırlarken bir alarm ötmeye başladı.
Merdiven boşluğundaki bütün kapılar içeriden kilitlenirken bir dizi klik sesi
geldi. Kapana kısılmıştım. Askerler hâlâ kapılardan gelebilirdi ve bu
durumda dışarı çıkamazdım. Laboratuvarın içinden bağrışmalar ve ayak
sesleri geliyordu. Biri bağırdı: “Vuruldu!”

Gözlerim merdiven boşluğunun alçı duvarlarındaki küçük pencerelere kaydı.


Merdivenlerden ulaşabilmem için fazla uzaktalardı. Dişlerimi sıkıp ikinci
bıçağımı da çıkardım, şimdi iki elimde de bıçak vardı. Alçının yeterince
yumuşak olduğunu umup merdivenlerden duvara doğru atıldım.

Bıçaklarımdan birini doğruca alçıya sapladım. Yaralı kolumdan kan fışkırdı,


acıdan haykırdım. Fırlama noktam ile pencere arasında asılı durmuş
sallanıyordum. Elimden geldiğince kuvvetli bir şekilde ileri geri hareket
ettim.
Alçı açılmaya başladı.

Arkamdan laboratuvar kapısının savrularak açıldığını ve askerlerin dışarı


koşuşturduklarını duydum. Kurşunların kıvılcımları her yerimdeydi.
Pencereye doğru sallanıp duvara sapladığım bıçağı bıraktım. Cam
paramparça oldu, tekrar dışarıdaydım ve zemin kata bir meteor gibi düşüyor,
düşüyor ve yine düşüyordum. Uzun kollu gömleğimi yırtarak çıkardım ve
aklımda düşünceler vızıldarken arkamda paraşüt gibi şişirdim. Dizlerimi
kırdım. Önce ayaklar. Kaslar gevşek. Ayak ucuyla yere çarp. Yuvarlan. Yer
üzerime geliyordu. Kendimi buna hazırladım.

Çarpışmanın etkisiyle ciğerlerimdeki hava boşaldı. Dört kere yuvarlanıp


sokağın öbür ucundaki duvara çarptım. Orada bir an için gözlerim görmez
halde, çaresizce yattım. Yukarıdan, üçüncü katın penceresinden gelen kızgın
sesleri duyabiliyordum. Askerler alarmı devre dışı bırakmak için tekrar
laboratuvara girmek zorunda kalacaklardı. Duyularım tekrar keskinleşmeye
başladı, şimdi yan tarafımdaki ve kolumdaki acıyı çok iyi hissedebiliyordum.
Doğrulmak için diğer kolumdan destek aldım ve acıyla yüzümü buruşturdum.
Ciğerim zonkluyordu. Sanırım kaburgalarımdan bîrini çatlatmıştım. Ayağa
kalkmaya çalışınca bileğimi burktuğumu fark ettim. Sanırım diğer etkileri
adrenalinin etkisiyle henüz hissedemiyordum.

Binanın köşesinden bağrışmalar geliyordu. Düşünmeye kendimi zorladım. Şu


anda binanın arka tarafındaydım ve arkamda karanlık sokaklar kollara
ayrılıyordu. Topallayarak gölgelere doğru ilerledim.

Omzumun üstünden baktığımda, bir grup askerin düştüğüm yere


koşuşturduğunu, kırık cam parçalarını ve kanı işaret ettiklerini gördüm.
İçlerinden biri daha önce gördüğüm, Metias isimli genç yüzbaşıydı.
Adamlarına etrafa dağılmalarını söyledi. Adımlarımı hızlandırıp acımı
bastırmaya çalıştım. Siyah kıyafetim ve saçlarım karanlığın içinde kaybolsun
dîye omuzlarımı eğdim. Gözlerimi yerden kaldırmadım. Bir kanalizasyon
kapağı bulmam gerekiyordu.
Görüşüm bulanıklaşmaya başlamıştı. Elimi kulağıma koyup kan geliyor mu
diye kontrol ettim. Henüz bir şey yoktu, bu iyiye işar etti. Birkaç saniye
sonra, caddede bir kanalizasyon kapağı gördüm. Ofladım ve yüzümü kapatan
siyah mendili düzeltip kapağı kaldırmak için eğildim.

“'Eller yukarı. Olduğun yerde kal."

Arkamı dönünce karşımda Metias’ı, hastanenin girişindeki genç yüzbaşıyı


gördüm. Silahını doğrudan göğsüme doğrultmuştu fakat ateş etmemesine
şaşırdım. Elimdeki bıçağı sıkıca tutuyordum. Bakışlarında bir farlılık sezdim,
beni, hastanede tökezliyor numarası yapan çocuğu tanıdığını biliyordum.
Güldüm, artık gerçekten tedavi edilmesi gereken bir sürü yaram vardı.

Metias gözlerini kıstı. "Ellerini kaldır. Hırsızlık, vandallık ve izinsiz giriş


suçlarından tutuklusun.’’

"Beni canlı yakalayamayacaksın.”


"Eğer istersen seni büyük bir mutlulukla ölü yakalayabilirim.” Daha sonra
olanlar bulanıktı. Metias’ın ateş etmeden önce gerildiğini gördüm. Bıçağımı
bütün gücümle ona doğru fırlattım. Henüz ateş edemeden bıçağım omzuna
hızlıca saplandı ve Metias pat diye sırtüstü düştü. Ayağa kalkıp kalkmadığını
görmek için beklemedim. Eğilip rögar kapağını kaldırdım, sonra da
merdivenden karanlığa indim. Kapağı tekrar yerine çektim.

Artık yaralarım kendini iyice hissettiriyordu. Tökezleyerek kanalizasyonda


ilerledim. Görüşüm odağını kaybedip duruyordu, bir elimi sıkıca yanıma
bastırdım. Duvarlara değmemeye dikkat ediyordum. Aldığım her nefes
canımı yakıyordu. Bir kaburgam kesinlikle çatlamıştı. Hangi yönde
gideceğimi düşünebilecek kadar kafam yerindeydi, Lake bölgesine doğru
ilerlemeye odaklandım. Tess orada olacak ve beni bulup güvenli bir yere
götürecekti. Sanırım ileride ayak sesleri duyuyordum, askerlerin
bağrışmalarını. Birinin Metias'ı bulduğundan şüphem yoktu, hatta onlar da
kanalizasyona girmiş olabilirlerdi. Belki de köpeklerle peşime düşmüşlerdi.
Birkaç köşeyi döndüm, pis lağım suyunun içinde yürümek zordu. Arkamda
su sıçramaları ve yankılanan sesler duydum. Birkaç köşeyi daha döndüm.
Sesler git gide yaklaşıyor, sonra tekrar uzaklaşıyordu. İlk başta planladığım
yolu aklımdan çıkarmamaya çalışıyordum.

Hastaneden kaçabilip burada, yerin altında, bu lanet olası lağımda ölmek ne


de hoş olurdu ama.
Bayılmamak için dakikaları saydım. Beş dakika, on dakika, otuz dakika, bir
saat. Arkamdaki ayak sesleri artık çok uzaktan geliyordu, sanki benden farklı
bir yoldalarmış gibi. Bazen garip sesler duyuyordum; bir test tüpünün
fokurdaması, buhar borularının çıkan hava, bir nefes veriş. Gelip gidiyordu.
İki saat. İki buçuk saat. Yüzeye çıkan bir sonraki merdiveni gördüğümde
şansımı deneyip kendimi yukarı çektim. Şimdi gerçekten bayılma tehlikesiyle
karşı karşıyaydım. Kendimi sokağa sürükleyebilmek bütün enerjimi tükettim.
Karanlık bir sokaktaydım. Soluklandığımda gözlerimi kırpıştırıp etrafımı
inceledim.

Birkaç blok ötedeki Birlik İstasyonu’nu görebiliyordum. Artık uzakta


değildim. Tess orada beni bekliyor olacaktı.
Üç blok daha. İki blok daha.

Bir blok kaldı. Artık dayanamıyordum. Sokakta karanlık bir köşe bulup
çöktüm. Görebildiğim son şey uzaktaki bir kızın siluetiydi. Belki de bana
doğru yürüyordu. Kıvrılıp kendimden geçmeye başladım.

Bilincimi tamamen kaybetmeden önce, kolyemin artık boynumda olmadığını


fark ettim.
JUNE

AĞABEYİMİN CUMHURİVET ORDUSUNDA GÖREVE BAŞLAMA MERASİMİNİ


kaçırdığı günü hâlâ hatırlıyordum.
Pazar öğleden sonrasıydı. Sıcak ve nemliydi. Gökyüzünü sarı bulutlar
kaplamıştı. Yedi yaşındaydım, Metias ise on dokuz. Daha yavru olan beyaz
çoban köpeğim Ollie evimizin beyaz mermerden zemininde uyuyordu. Ben
yatakta ateşler içinde yatarken, Metias da alnı endişeden kırışmış yanımda
oturuyordu. Hoparlörlerden gelen andımızı duyabiliyorduk. Başkanımızdan
bahsettikleri kısma gelince, Metias ayağa kalkıp başkente doğru selam verdi.
Şanlı Seçmen Primo dört senelik bir dönemde daha başkanlık etmeyi kabul
etmişti. Bu onun on birinci görev süresi olacaktı.

Andımız bitince, “Benimle burada oturmak zorunda değilsin,” dedim


ağabeyime. “Merasime katıl çünkü gitsen de kalsan da ben hasta olmaya
devam edeceğim.”

Metias beni duymazdan geldi ve kafama yeni bir soğuk havlu koydu.
“Gitsem de kalsam da göreve alınacağım,” dedi ve bana bir dilim portakal
yedirdi. Benim için o portakalı soyuşunu hatırlıyorum; meyvenin kabuğunda
güzelce tek bir yarık açıp sonra kabuğu tek parça halinde çıkarmıştı.
Şişmiş gözlerimi kırparak, “Ama Komutan Jameson var,” dedim. “Seni
cepheye göndermeyerek sana bir iyilik yaptı... Katılmamana bozulacak. Bunu
siciline işlemeyecek mi? Bir sokak serserisi gibi kovulmak istemezsin
herhalde.”

Metías onaylamaz bir şekilde burnuma hafifçe dokundu. “İnsanlara böyle


deme, minik June. Saygısızlık etmiş olursun. Ve beni merasimi kaçırdığım
için devriyesinden kovamaz. Ayrıca,” göz kırparak ekledi, “her zaman için
veri tabanlarına girip sicilimi temizleyebilirim.” Sırıttım. Bir gün ben de
orduda göreve başlamak, Cumhuriyetin siyah cübbesini giymek istiyordum.
Belki ben de Metías gibi tanınmış bir komutanın yanına atanacak kadar şanslı
olabilirdim. Bir dilim portakal daha yedirebilsin diye ağzımı açtım.
“Batallaya gitmeme olayını daha sık yapmalısın. Belki bir kız arkadaş
bulacak kadar vaktin olur.” Metías güldü. “Kız arkadaşlara ihtiyacım yok.
İlgilenmem gereken küçük bir kız kardeşim var.”

“Yapma. Elbette bir gün bir kız arkadaşın olacak.”


“Göreceğiz. Sanırım biraz seçiciyim.”

Durup ağabeyimin gözlerinin içine baktım. “Metías, ben hastalanınca annem


de bana bakmış mıydı? O da böyle şeyler yapmış mıydı?” Metias uzanıp
yüzümdeki ıslak saç tellerini yüzümden çekti. “Saçmalama, June. Tabii ki
annem sana bakmıştı. Ve benden çok daha iyi.”

“Hayır, bana en iyi sen bakıyorsun,” diye mırıldandım. Göz kapaklarım


ağırlaşıyordu.
Ağabeyim gülümsedi. “Bunu duyduğuma sevindim.”

“Sen de beni bırakmayacaksın, değil mi? Annem ile babamdan daha uzun
süre yanımda olacaksın, değil mi?”

Metias alnımdan öptü. “Sonsuza kadar, çocuk, beni görmekten bıkana kadar.”

SAAT: 00:01
RUBY BÖLGESİ
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C

Thomas’ı kapıda görür görmez bir şeylerin ters gittiğini anladım. Tıpkı
Metias’ın dediği gibi bütün evlerin ışıkları sönmüştü ve apartmanı sadece gaz
lambası aydınlatıyordu. Ollie havlayıp duruyordu. Üstümde eğitim
üniformam ve siyah-kırmızı bir yelek vardı, botlarımın bağcıkları bağlı ve
saçlarım arkada sıkıca toplanmıştı. Bir an için kapıdakinin Metias
olmamasına sevindim. Üstümü başımı görecek ve parkura gitmekte
olduğumu anlayacaktı. Ona yine karşı gelmekte olduğumu.

Kapıyı açınca Thomas yüzümdeki şaşkın ifadeyi görüp gergin bir şekilde
öksürdü ve gülümsemeye çalıştı. (Alnında siyah makine yağı izi vardı, büyük
ihtimalle işaret parmağındandı. Bu da akşamın erken saaderinde tüfeğini
cilaladığı ve yarın teftişe gireceği anlamına geliyordu.) Kollarımı
kavuşturdum. Kibar bir şekilde kasketinin ucuna dokundu.

“Merhaba, Bayan Iparis,” dedi.


Derin bir nefes aldım. “Parkura gidiyorum. Metias nerede?”

“Komutan Jameson bir an evvel benimle hastaneye gelmenizi rica etti.”


Thomas bir an için tereddüt etti. “ Bu, bir ricadan çok emir aslında.”

içimde bir boşluk hissetim. “Peki, neden beni aramadı?” diye sordum.

“Benim size eşlik etmemi tercih etti.”

“Neden?” Sesim yükselmeye başlamıştı. “Ağabeyim nerede?”

Şimdi de Thomas derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini biliyordum. “Üzgünüm,


Metias öldürüldü.”
İşte o an her şey sessizliğe büründü.

Sanki çok uzaktaymışçasına, Thomas’ın konuşmaya devam ettiğini


görüyordum, el kol hareketleri yapıyordu, sarılmak için beni kendisine çekti.
Ne yaptığımın farkında olmadan ben de ona sarıldım. Beni doğrultup bir şey
yapmamı istedi, başımı salladım. Onu takip etmemi istiyordu. Bir kolu
omzumdaydı. Elime bir köpeğin ıslak burnu değdi. Ollie daireden çıkarken
bana eşlik etti, ben de ona uzaklaşmamasını söyledim. Kapıyı kilitleyip
anahtarı cebime koydum ve Thomas’m bana merdivenlerin karanlığında
rehberlik etmesine izin verdim. Durmadan konuşuyordu ama ben onu
duyamıyordum. Merdiven boşluğu boyunca devam eden metal
süslemelerden, Ollie ve benim çarpık yansımalarımıza bakıyordum.

Yüzümdeki ifadeye anlam veremiyordum. Aslında ifadem olduğundan bile


emin değildim.
Metias beni de götürmeliydi. Binanın zemin katına inip bekleyen jipe
binerken aklımda oluşturabildiğim tek tutarlı düşünce buydu. Ollie arka
koltuğa zıpladı ve kafasını pencereden dışarı çıkardı. Aracın içi rutubet
kokuyordu; kauçuk, metal ve ter. Bir grup insan henüz yeni inmiş olmalıydı.
Thomas sürücü koltuğuna geçti ve kemerimin bağlı olduğundan emin oldu.
Ne kadar ufak, aptalca bir şeydi.

Metias beni de götürmeliydi.


Bu düşünce kafamda tekrar tekrar döndü. Thomas başka bir şey demedi.
Giderken sesini çıkarmadan karanlığa bürünmüş şehre doğru bakmama izin
verdi, arada bir kararsız bakışlar atıyordu. Aklımın bir kenarına ondan özür
dilemeyi not ettim.

Gözlerim tanıdık binalar üzerinde gezindi, insanlar (genellikle gecekondu


mahallelerinden getirilen işçiler) ışıklar olmamasına rağmen zemin kattaki
tezgâhları doldurmuş, kafelerde satılan ucuz yemeklere yumulmuşlardı.
Uzakta buhar bulutları göğe yükselmekteydi. Elektrik kesintilerine rağmen
her zaman açık olan JumboTron lar, seller ve karantinalar hakkındaki son
uyarıları görüntülüyordu. Bunlardan birkaçı Vatanseverler hakkındaydı; bu
sefer Sacramento’da yarım düzine askerin ölmesine neden olan bir
bombalama olmuştu. Elbiselerinin kollarında sarı çizgiler olan on bir
yaşlarında birkaç askeri okul öğrencisi, bir akademinin dışındaki
merdivenlerde takılıyordu, eski ve yıpranmış Walt Disney Konser Salonu
tamamen unutulup gitmişti. Kavşaktan birkaç tane askerî jip geçerken
askerlerin ifadesiz suratlarını gördüm. Bazıları siyah koruyucu gözlüklerden
taktığı için gözlerini göremedim.

Gökyüzü normalden daha da kapalıydı; bu fırtınanın işaretiydi. Sonunda


araçtan inerken unutursam diye kapüşonumu kafama geçirdim.
Dikkatimi yine pencereye verdiğimde Batalla’nın iç kısmında yer alan şehir
merkezinin bir kısmını gördüm. Bu askerî bölgede bütün ışıklar yanıyordu.
Hastanenin kulesi sadece birkaç blok ötedeydi.

Thomas daha iyi görebilmek için boynumu uzattığımı fark etti. “Neredeyse
geldik,” dedi.

Yaklaşırken kalenin dibini çevreleyen sarı bandın çapraz çizgilerini


görebiliyordum, bir araya toplanmış şehir devriye askerleri (Metias gibi
onların da kollarında kırmızı çizgiler vardı), aynı zamanda bazı fotoğrafçılar
ve diğer polisler, siyah kamyonetler ve hastane araçları vardı. Ollie uludu.
Thomas’a, “Sanırım suçluyu yakalamadılar,” dedim.

“Nereden anladın?”

Binayı gösterdim. “Gerçekten etkileyici,” diye devam ettim. “Bu her kimse
ikinci kattan atlayıp yine de kaçabilecek güce sahipmiş.”

Thomas binaya doğru bakıp gördüğüm şeyi görmeye çalıştı; üçüncü katın
merdiven boşluğundaki kırılmış pencere, hemen altındaki bantlanmış kısım,
arka sokakları arayan askerler, ambulansların yokluğu.

Bir an sonra, “Adamı yakalayamadık,” diye itiraf etti. Alnındaki yağ izi
yüzüne afallamış bir ifade katıyordu. “Ama bu daha sonra cesedini
bulamayacağımız anlamına gelmiyor.”
“Henüz bulamadıysanız daha sonra da bulamayacaksınız.” Thomas bir şey
söylemek için ağzını açtı, sonra vazgeçip yola bakmaya devam etti. Sonunda
jip durduğunda, Komutan Jameson nöbetçiler grubundan ayrılıp aracımın
kapısına doğru yürüdü.

Thomas birdenbire, “Üzgünüm,” dedi bana. Soğuk davrandığım için içim


acıdı ve böylelikle onaylarcasına başımı salladım. Babası, ölmeden önce
apartmanımızın kapıcısıydı. Annesi de ilkokulumdaki yemekhanede aşçı
olarak çalışıyordu. Alçakgönüllü geçmişine rağmen prestijli şehir
devriyelerine atanması için (Deneme’sinden yüksek bir puan almış olan)
Thomas’ı öneren kişi Metias’dı. Bu yüzden o da kendini en az benim kadar
uyuşmuş hissediyor olmalıydı.

Komutan Jameson aracımın kapısına gelip dikkatimi çekmek için iki kere
cama tıkladı. İnce dudakları kırmızının kızgın bir tonuna boyanmıştı, kestane
rengi saçları gecenin karanlığında koyu kahverengi, hatta siyah görünüyordu.
“Kımılda, Iparis. Zaman çok değerli.” Gözleri arka koltuktaki Ollie’ye gidip
geldi. “Bu bir polis köpeği değil, çocuk.” Şimdi bile tavrında bir değişme
yoktu.

Jipten çıkıp hızlıca selam verdim. Ollie yanıma atladı. “Beni emretmişsiniz,
komutanım,” dedim.
Komutan Jameson hareketime karşılık vermekle uğraşmadı. Yürümeye
başladı, ben de ayak uydurmakta zorlanarak aceleyle peşinden gitmek
zorunda kaldım. “Ağabeyin Metias öldü,” dedi. Ses tonu değişmedi.
“Anladığım kadarıyla ajanlık eğitimini neredeyse tamamlamak üzeresin,
doğru mu? İz sürme eğitimi almışsın?”

Nefes almakta zorlanıyordum. Metias’ın öldüğü ikinci kez doğrulanıyordu.


“Evet, komutanım,” diyebildim.
Hastaneye girdik. Bekleme odası boştu, hastaları dışarı çıkarılmış, nöbetçiler
merdiven boşluğunun girişine kümelenmişti, burası büyük ihtimalle suç
mahallinin başladığı yerdi. Komutan Jameson gözleri önde, elleri arkada
devam ediyordu. “Deneme puanın kaçtı?”

“Bin beş yüz, komutanım.” Ordudaki herkes puanımı bilirdi. Ama Komutan
Jameson bilmiyormuş veya umursamıyormuş gibi yapmayı severdi.

Yürümeye devam etti, sanki bunu ilk kez duyuyormuş gibi, “Ah, doğru,”
dedi. “Belki de gerçekten bir işe yarayacaksın. Önceden Drake’i arayıp
eğitiminden azledildiğini bildirdim. Nasıl olsa derslerin bitmek üzereydi.”
Kaşlarımı çattım. “Komutanım?”

“Oradaki notlarının tam dökümünü aldım. Mükemmel notlar; derslerinin


çoğunu gereken sürenin yarısı kadar senede bitirdin, değil mi? Ayrıca bana
sürekli ortalığı karıştırdığını da söylüyorlar. Bu doğru mu?”

Benden ne istediğini anlamıyordum. “Bazen, komutanım. Bir sorun mu var?


Okuldan mı atıldım?”
Komutan Jameson gülümsedi. “Hiç de değil. Seni erken mezun ettiler. Beni
takip et; görmeni istediğim bir şey var.”

Metias hakkında ve orada ne olduğuyla ilgili sorular sormak istiyordum.


Ancak buz gibi tavrı beni engelliyordu.

En sonunda bir acil çıkış kapısına ulaşana kadar birinci kattaki koridorlardan
birinde yürüdük. Orada Komutan Jameson nöbet tutan askerleri elini
sallayarak uzaklaştırıp beni içeri götürdü. Ollie’nin boğazından boğuk bir
inleme döküldü. Açık havaya çıktık, bu sefer binanın arka tarafındaydık. Sarı
bandın içinde olduğumuza fark ettim. Etrafımızda onlarca asker toplanmıştı.

Komutan Jameson bana dönüp, “Acele et,” dedi. Adımlarımı sıklaştırdım.


Bir an sonra bana ne göstermek istediğini ve nereye gitmekte olduğumuzu
anladım. Az ilerimizde beyaz çarşafla örtülü bir cisim vardı. (1.80 boylarında
bir insan; örtünün altındaki uzuvlar yerindeydi, kesinlikle yere bu şekilde
düşmemişti, demek ki biri onu bu şekilde yatırmıştı.) Titremeye başladım.
Ollieye doğru eğilip bakınca sırtındaki tüylerin diken diken olduğunu
gördüm. Birkaç kere seslendim ama yakınlaşmayı reddetti, ben de onu arkada
bırakıp Komutan Jameson ı takip etmek zorunda kaldım.

Metias alnımdan öptü. “Sonsuza kadar; çocuk, beni görmekten


bıkana kadar. ”

Komutan Jameson beyaz çarşafın önünde durdu, sonra da eğilip çarşafi bir
kenara fırlattı. Ordu siyahına bürünmüş bir askerin cesedine bakıyordum,
göğsüne saplanmış olan bıçak hâlâ oradaydı. Gömleğinde, omuzlarında,
ellerinde ve bıçağın kabzasında siyah kan lekeleri vardı. Gözleri kapalıydı.
Önünde eğilip yumuşak siyah saçlarını yüzünden uzaklaştırdım. Garipti. Olay
yerinin ayrıntılarını incelemiyordum. O derin uyuşmuşluktan başka bir şey
hissedemiyordum henüz.
Komutan Jameson, “Asker, bana burada ne olmuş olabileceğini anlat,” diye
emretti. “Bunu sürpriz bir sınav olarak düşün. Bu askerin kimliği seni cevabı
doğru bulmaya teşvik edecektir.”

Sözlerinin yakıcılığı karşısında bir milim bile hareket etmedim. Aklıma


sorular doluştu ve konuşmaya başladım. “Ona saldıran her kimse, ya bıçağı
yakından saplamış ya da bu kadar sertçe fırlatabilecek kadar güçlü kollara
sahip. Sağ elini kullanıyor.” Bıçağın kana bulanmış sapında parmaklarımı
gezdirdim. “Etkileyici nişan alış yeteneği. Bu bıçağın bir eşi daha var, doğru
mu? Bıçağın dibindeki deseni görüyor musunuz? Garip bir şekilde kesiliyor.”

Komutan Jameson onayladı, “ikinci bıçak merdiven boşluğunun duvarına


saplı.”
Ağabeyimin ayaklarının uzandığı taraftaki karanlık sokağa bakıp birkaç
metre uzaktaki lağım kapağını gördüm. “Oradan kaçmış,” dedim. Lağım
kapağının çevrilme yönünü hesapladım. “Aynı zamanda da solak. İlginç. İki
elini de kullanabiliyor.”

“Lütfen devam et.”


“Buradan itibaren kanalizasyon onu şehrin içine ya da batıya, okyanusa doğru
götürecek. Şehri seçecektir; başka bir şey yapamayacak kadar yaralı olmalı.
Ancak onu şu anda doğru bir şekilde takip edebilmek mümkün değil. Eğer
mantıklı hareket ediyorsa, aşağıda en az yarım düzine dönüş yapacak, hem de
kanalizasyon suyunun içinde. Duvarlara dokunmamıştır. İzini sürmek için
hiçbir şey bırakmayacaktır.”

“Düşüncelerini toparlayabilmen için seni bir süre burada bırakıyorum. İki


dakika sonra fotoğrafçıların çalışabilmesi için benimle üçüncü katın merdiven
boşluğunda buluş.”Arkasını dönmeden önce Metias’m cesedine baktı; kısa
bir an için yüzü yumuşadı. “Ne büyük ziyan.” Sonra da başını sallayıp oradan
ayrıldı.

Gidişini izledim. Etrafimdakiler, benden oldukça uzakta duruyorlardı,


herhalde uygunsuz bir sohbetten kaçınmak için. Ağabeyimin yüzüne tekrar
baktım. Şaşırdım, yüzü huzur bulmuş gibiydi. Cildi beklediğim gibi solgun
değildi. Bir yanım gözlerinin titremesini, gülümsemesini bekliyordu.
Kurumuş kan elime pul pul döküldü. Onları silkelemeye çalışınca derime
yapıştılar. Beni kızdıran şey bu muydu, bilmiyorum. Ellerim öylesine
titriyordu ki onları durdurabilmek için Metias’ın kıyafetlerine bastırdım. Olay
yerini incelemem gerekiyordu ama odaklanamıyordum.
“Beni de yanında götürmeliydin,” diye fısıldadım. Sonra başımı onunkine
yaslayıp ağlamaya başladım, içimden kardeşimin katiline yemin ettim.

Seni bulacağım, Los Angeles’ın sokaklarını didik didik edeceğim. Gerekirse


Cumhuriyet’teki her bir sokağı arayacağım. Seni oyuna getireceğim,
kandıracağım, bulabilmek için yalanlar söyleyeceğim, insanları aldatacak,
hırsızlık yapacağım, saklandığın yerden çıkmaya zorlayacak ve kaçacak
hiçbir yerin kalmayana kadar takip edeceğim. Sana yemin ediyorum: Hayatın
artık bana ait!

Henüz ayrılmaya hazır değilken askerler gelip Metias’ı morga götürdüler.

SAAT: 03:17
DAİREMDEYDİM.
AYNI GECE.
YAĞMUR BAŞLAMIŞTI.

Bir kolumu Ollie’nin üstüne atmış, koltukta uzanıyordum. Metias’ın


genellikle oturduğu yer boştu. Fotoğraf albümü yığınları ve Metias’ın
günlükleri masadaydı. Metias anne ve babamızın geleneksel yaşam şeklini
hep sevmişti ve tıpkı onların bu basılmış fotoğrafları saklamaları gibi o da
elle yazılmış günlükler tutmuştu. Her zaman, “Bunların izini internetten
süremezsin, etiketleyemezsin,” derdi. İşinin ustası bir hacker’ın böyle demesi
ironikti.

Beni daha bu öğleden sonra Drake’ten almıştı. Tam evden çıkmadan önce
benimle önemli bir şey konuşmak istediğini söylemişti. Ama artık bana ne
diyeceğini asla öğrenemeyecektim. Üstümü kâğıtlar ve raporlar kaplamıştı.
Bir kolyeyi elimde sıkıca tutuyordum, bir süredir incelemekte olduğum bir
ipucuydu bu. Üzerinde hiçbir işaret olmayan pürüzsüz yüzeyine gözlerimi
kısarak baktım. Sonra da iç geçirerek elimi indirdim. Başım ağrıyordu.

Komutan Jameson’m neden beni Drake’ten aldığını öğrendim. Beni uzun


zamandır gözlemliyordu. Metias’ın devriyesinden aniden bir kişi eksildiği
için, şimdi yeni bir ajan eklemesi gerekiyordu. Diğer komutanlardan önce
beni kapmak için mükemmel bir andı. Yarından itibaren, Thomas bir süre
için Metias’ın yerini alacaktı, ben de devriyeye eğitim görmekte olan bir ajan
olarak katılacaktım.
İlk iz sürme görevim: Day’di.

Jameson beni eve göndermeden önce, “Geçmişte Day’i yakalamak için birkaç
farklı taktik denedik ancak hiçbiri işe yaramadı,” dedi. “Bu yüzden
yapacağımız şey şu: Ben kendi devriyemin projeleriyle ilgilenmeye devam
edeceğim. Sana gelecek olursak, becerilerini bir ısınma turuyla test edelim.
Bana Day’in izini nasıl süreceğini göster. Belki bir yere varabilirsin belki de
varamazsın. Fakat sen bizim için yeni bir çift gözsün, bu yüzden eğer beni
etkileyebilirsen seni bu devriyede tam ajanlığa terfi ettiririm. En genç ajan
olarak ün kazandırırım sana.”

Gözlerimi kapayıp düşünmeye çalıştım.


Ağabeyimi Day öldürmüştü. Bunu biliyordum çünkü üçüncü katın merdiven
boşluğunda, yerde çalıntı bir kimlik kartı bulmuştuk. Kart bizi üstünde
fotoğrafı bulunan askere ulaştırdı, o asker de bize çocuğun neye benzediğine
dair bir tarif verdi. Verdiği tarif Day’in dosyasındaki hiçbir şeyle
uyuşmuyordu ancak gerçek şu ki, onun neye benzediğine dair çok az şey
biliyorduk, tek bildiğimiz genç olduğuydu, tıpkı bu gece hastaneye gelen
çocuk gibi. Kimlik kartının üzerindeki parmak izleri daha geçen ay Day’le
bağlantısı olan bir suç mahallinde bulduklarımızla aynıydı, Cumhuriyet’in
kayıtlarındaki hiçbir kimseye ait olmayan izler.

Day hastanedeydi. Aynı zamanda da kimlik kartını geride bırakacak kadar da


dikkatsizdi.

Bu da beni meraklandırıyordu. Day laboratuvardan ilaç alabilmek için


umutsuzca, son anda yapılmış ve üzerinde çok düşünülmeden hazırlanmış bir
planla hareket etmişti. Daha güçlü bir şey bulamadığı için sadece veba
bastırıcı ve ağrı kesici çalmış olmalıydı. Kaçış şekline bakacak olursak,
vebaya kesinlikle kendisi yakalanmış değildi. Ancak tanıdığı biri, hayatını
riske atacak kadar önemsediği biri vebaya yakalanmış olmalıydı. Blueridge,
Lake, Winter ya da Alta’da, son zamanlarda vebaya yakalanan bölgelerden
birinde yaşayan biri. Eğer bu doğruysa, Day şehri yakın bir zamanda terk
etmeyecekti. Duygularıyla güdülenmiş bir halde buraya bağlıydı.
Day’i bu gösteri için bir sponsor tutmuş da olabilirdi. Ama hastane tehlikeli
bir yerdi ve bir sponsorun Day’e çok yüksek miktarlarda para ödemesi
gerekirdi. Eğer bu kadar çok para işin içinde olsaydı, Day o zaman planını
çok daha dikkatli bir şekilde yapardı ve laboratuvara gelecek yeni ilaç
sevkiyatının ne zaman yapılacağım bilirdi. Ayrıca, Day daha önce işlediği
suçların hiçbirinde paralı asker olmamıştı. Cumhuriyet’in askerî mülküne
bağımsız olarak saldırmış, cepheye sevkiyatı yavaşlatmış ve cepheye gidecek
hava gemilerini ve savaş jetlerimizi yok etmişti. Kolonilere karşı zafer
kazanmamızı engellemeye çalışır gibiydi. Bir süre onun Koloniler için
çalıştığım sandık; yaptığı şeyler acemiceydi, arkasında yüksek teknoloji
ekipmanlar ya da doğru düzgün bir parasal destek olmadan yapılan şeyler.
Düşmanınızdan pek de beklenecek bir şey değildi. Bildiğim kadarıyla daha
önce hiç para karşılığı iş almamıştı, şimdi almaya başlaması da muhtemel
değildi. Daha önce test edilmemiş bir paralı askeri kim tutardı ki? Diğer bir
sponsor adayı da Vatanseverlerdi ama Day eğer bu bir sefer için onlar adına
çalışmış olsaydı, Vatanseverlerden biri şimdiye çoktan olay yerine imzaları
olan bayraklarını çekmiş olurdu (on üç beyaz ve kırmızı çizgiyle birlikte
mavi bir dikdörtgen üzerinde elli tane nokta). Zafer ilan etmek için hiçbir
şansı kaçırmazlardı.

Ama kafamın almadığı en önemli şey şuydu: Day daha önce kimseyi
öldürmemişti. İşte bu yüzden Vatanseverlere bağlı olduğunu
düşünmüyordum. Eskiden işlediği suçlardan birinde bir sokak polisini
bağlayıp, karantina bölgelerinden birine sızmıştı. Polisin üzerinde bir çizik
bile yoktu (sadece bir gözü morarmıştı). Başka bir zaman, bir bankayı
soymuştu ama bankanın arka girişindeki dört güvenlik görevlisine hiçbir şey
yapmamıştı, sadece biraz afallamışlardı. Bir seferinde gecenin ortasında boş
bir havaalanında bir filo dolusu savaş uçağım ateşe vermişti, iki kere de hava
gemilerinin motorlarını bozup onları karaya oturtmuştu. Bir keresinde de bir
askerî binanın cephelerinden birini yıkmıştı. Para, yiyecek ve eşya çalmıştı.
Ama yol kenarlarına bomba kurmuyor, askerlere ateş etmiyor, kimseye
suikast girişiminde bulunmuyor ve öldürmüyordu.
Peki neden Metias? Day onu öldürmeden de kaçmayı başarabilirdi. Day’in
ona karşı bir tür garezi mi vardı? Ağabeyim ona geçmişte bir şey mi
yapmıştı? Kazara öldürmüş olamazdı, o bıçak Metias’ın kalbini delip
geçmişti.

O zeki, aptal, inatçı, fazla korumacı kalbini.

Gözlerimi açtım, daha sonra kolyeyi tekrar inceledim. Day’e aitti, parmak
izleri bu kadarını bize göstermişti. Üstünde hiçbir işaret olmayan çember
şeklinde bir diskti; çalıntı kimlikle birlikte hastanenin merdiven boşluğunda
yerde bulduğumuz bir şeydi. Bildiğim hiçbir dine ait değildi. Maddi olarak
hiçbir değeri yoktu; ucuz nikel ve bakırdandı, zinciri de plastikten yapılmıştı.
Büyük ihtimalle çalıntı değildi, onun için farklı bir anlam taşıyordu ve
kaybetme veya çalınma riskine rağmen yanında taşımaya değecek bir şey
olduğu anlamına geliyordu bu. Belki de ona şans getiriyordu. Ya da duygusal
olarak bağlı olduğu birinin verdiği bir hediyeydi. Belki de bu kişi için veba
ilacı çalmaya kalkışmıştı. Bir sır sakladığı kesindi ama ne olduğunu
bilmiyordum.

Day’in yaptıkları eskiden beni büyülerdi ama o artık benim can düşmanımdı,
hedefimdi. İlk görevimdi.
İki gün boyunca düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Üçüncü gün, Komutan
Jameson’ı aradım. Bir planım vardı.
DAY

RÜYAMDA YİNE EVDE OLDUĞUMU GÖRÜYORDUM. EDEN yerde


oturmuş, döşeme tahtasına garip bir şeyler çiziyordu. Beş yaşlarındaydı,
yanakları hâlâ bebeklikten gelen tombikliğini koruyordu. İkide bir kalkıp
yaptığı resme yorum yapmamı istiyordu. John ve ben koltuğa büzülmüş,
yıllardır evde duran bozuk bir radyoyu tamir etmeye çalışıyorduk ama nafile.
Babamın onu eve getirdiği günü hatırlayabiliyordum. Bize nerelerde veba
olduğunu söyleyecek, demişti. Ama şimdi vidaları ve kadranları
kucağımızda, yıpranmış, işe yaramaz halde duruyordu. Eden’dan yardım
istedim ama o sadece kıkırdayıp bize kendi başımıza yapmamızı söyledi.

Annem ufacık mutfağımızda tek başına akşam yemeğini hazırlamaya


çalışıyordu. Bu sahneyi iyi tanıyordum. İki eli de kalın bandajlarla sarılıydı.
Birlik İstasyonu'ndaki çöp kutularını temizlerken kırık şişe parçalan ya da boş
konserve kutuları ellerini kesmiş olmalıydı. Bıçağın kenarıyla dondurulmuş
mısır tanelerini kırarken acıyla yüzünü buruşturdu. Yaralı elleri titriyordu.

Anne, dur, ben sana yardım ederim. Kalkmaya çalıştım ancak ayaklarım
sanki yere yapışmış gibi hissediyordum.

Bir süre sonra, kafamı kaldırıp Eden’ın ne çizdiğine baktım. Başta şekillerin
ne olduğunu çıkaramadım; karmakarışık görünüyorlardı, hızla çizim yapan
elinin altında allak bullak desenler vardı.

Yakından bakınca evimize giren askerleri çizdiğini fark ettim. Elindeki boya
kan rengindeydi.

Sıçrayarak uyandım. Yakındaki bir pencereden gri ve loş ışık huzmeleri


yansıyordu. Yağmur sesi geliyordu uzaktan. Görünüşe göre terk edilmiş bir
çocuk odasındaydım. Duvar kâğıtları mavi ve sarı, köşelerden sökülmekteydi.
Ayaklarımın yatağın ucundan sallandığını hissedebiliyordum. Başımın
altında bir yastık vardı. Hareket etmeye kalkınca inleyip gözlerimi kapadım.

Tess’in sesi geldi kulağıma. "Beni duyabiliyor musun?" "N’olur bağırma,


kuzen." Sesim kurumuş dudaklarımdan bir fısıltı olarak çıktı. Başım bıçak
saplanıyormuş gibi ağrıyordu. Tess, yüzümdeki ifadeden canımın ne kadar
yandığını anladı, gözlerimi kapayıp ağrının geçmesini beklerken sessizce
durdu. Ağrı devam ediyordu, sanki biri kazmayla başımın arkasına sürekli
vuruyordu.

Bana hiç bitmek bilmeyecek gibi gelen bir süre sonra, başımdaki ağrı
azalmaya başladı. Gözlerimi açtım. "Neredeyim? İyi misin?” Tess'in yüzünü
seçebildim. Saçım ensesinde örmüştü ve pembe dudakları gülümsüyordu.
“Ben mi?” diye sordu. "İki gündür baygındın. Asıl sen nasılsın?”

Acı dalgalar halinde geldi, bu seferki her yerimdeki yaralardan olmalıydı.


“Muhteşem ötesi.” Tess’in gülümsemesi söndü. "Ucuz atlattın, hem de çok.
Eğer bizi evine alacak birini bulamamış olsaydım ölmüş olabilirdin.”

Bir anda her şeyi hatırlamaya başladım. Hastanenin girişini, çalıntı kimlik
kartını, merdiven boşluğunu ve laboratuvan, yüksekten düşüşümü, yüzbaşıya
fırlattığım bıçağı, kanalizasyonu. İlacı.

İlaç. Doğrulmaya çalıştım ama fazla hızlı hareket ettiğim için acıdan
dudağımı ısırdım. Elim boynuma gitti, kolyem yoktu. Göğsüm sızladı.
Kaybetmiştim. O kolyeyi bana babam vermişti, ben de onu kaybedecek kadar
dikkatsiz davranmıştım.

Tess beni yatıştırmaya çalıştı. “Sakin ol.”

“Ailem iyi mi? İlaçlardan sağlam kalan var mı?

"Birazı." Tess, dirseklerini yatağıma koymadan önce yeniden uzanmama


yardım etti. “En azından bastırıcılar var. Annenlere İlacı diğer hediye
bohçasıyla birlikte çoktan bıraktım. Arkadan gidip hepsini John’a elden
teslim ettim. Sana teşekkür etmemi söyledi.

“John'a olanları anlatmadın, değil mi?"

Tess gözlerini devirdi. “Sence olanları ondan saklayabilir miydim? Şu ana


kadar herkes hastaneye zorla girildiğini duymuştur, John da senin
yaralandığını biliyor. Çok kızgın.”

“Kimin hasta olduğunu söyledi mi? Eden mı? Annem mi?"

Tess dudağını ısırdı. “Eden. John diğer herkesin şimdilik iyi olduğunu
söylüyor. Ama Eden konuşabiliyor ve yeterince uyanık. Yataktan çıkıp güçlü
olduğunu kanıtlamak için lavabonun altındaki sızıntıyı tamir etmek istedi
ama tabii ki annen onu yatağa geri yolladı. Eden'ın ateşi için soğuk bez olarak
kullanabilsin diye iki bluzunu yırttı, John da eğer annene uyan kıyafet
bulabilirsen iyi olacağını söyledi.”

Nefesimi bıraktım. Eden. Tabii ki Eden; vebaya yakalanınca bile küçük bir
mühendis gibi davranmaya devam etmiş. Neyse ki biraz ilaç bulabilmiştim.
Her şey yoluna girecekti. Eden bir süre için iyi olacaktı, John’un nutuklarını
da çekebilirdim. Kaybolan kolyeme gelecek olursak... Annemin bunu
öğrenemeyecek olmasına biran için sevindim çünkü bu onu çok üzerdi.

“Tedavi için ilaç bulamadım, arama yapacak kadar zamanım da yoktu.”

Tess, “Sorun değil,” diye cevap verdi. Kolum için yeni sargı hazırlıyordu.
Sandalyesinin arkasında asılı duran yıpranmış şapkamı gördüm. “Ailenin
zamanı var. Başka bir şansımız daha olacaktır.”

"Kimin evindeyiz?"

Bu soruyu sorar sormaz, bir kapının kapandığını ve yan odadan gelen ayak
seslerini duydum. Panik içinde Tess’e baktım. Sessizce başını sallayıp rahat
olmamı söyledi.

İçeriye şemsiyesinden pis yağmur damlaları düşen bir adam girdi. Elinde
kahverengi kese kâğıdı vardı. "Uyanmışsın,'' dedi bana. “Bu iyi.” Yüzünü
inceledim. Adam oldukça solgun renkli ve biraz kiloluydu, kalın kaşları ve
sevecen gözleri vardı. Tess’e bakarak, “Kızım, sence yarın akşam gidebilecek
duruma gelir mi?” dedi.

"O zamana yola çıkmış oluruz.” Tess içinde renksiz bir sıvı bulunan şişeyi
aldı -sanırım alkoldü- ve sargının kenarını hafifçe onunla ıslattı. Kurşunun
sıyırdığı yere değdirince acıdan irkildim. Sanki derime ateş değdirilmiş gibi
hissediyordum. "Burada kalmamıza müsaade ettiğiniz için tekrar teşekkür
ederiz, efendim."

Adam yüz ifadesi belirsiz bir şekilde homurdanıp başıyla garip bir şekilde
onayladı. Sanki kaybettiği bir şeyi arar gibi odaya göz gezdirdi. ''Sanırım sizi
ancak o kadar misafir edebilirim. Veba devriyesi yakında yeniden tarama
yapacak.” Bir an tereddüt etti. Sonra kese kâğıdından iki konserve çıkarıp
onları şifonyerin üstüne koydu. "Size biraz fasulye getirdim. Muhteşem
sayılmaz ama en azından karnınızı doyurur. Ekmek de getiririm." Daha
ikimiz hiçbir şey diyemeden aldıklarıyla birlikte odadan aceleyle çıktı.

Vücuduma ilk kez eğilip baktım. Kahverengi asker pantolonu giyiyordum,


çıplak göğsüm ve kolum sargıdaydı. Ve bir de bacağım. Tess’e, “Neden bize
yardım ediyor?” diye sordum kısık sesle.

Kolumdaki yeni sargıdan başını kaldırıp bana baktı. "O kadar şüpheci olma.
Cephede çalışan bir oğlu varmış. Birkaç sene önce vebadan ölmüş.” Tess
sargının son düğümünü atınca inledim. "Nefes al, bakayım.” Dediğini yaptım.
Parmaklarını narince göğsümün farklı yerlerine bastırırken keskin acılar
saplanıyordu. Bunu yaparken yanakları kızardı. "Kaburgalarının birinde
çatlama olabilir ama kesinlikle kırık yok. Hızlı bir şekilde iyileşeceksin. Her
neyse, bu adam bize isimlerimizi sormadı, ben de ona sormadım. Bilmemek
en iyisi. Ona neden böyle yaralandığını anlattım. Sanırım ona oğlunu
hatırlattı.”

Kafamı yine yastığa koydum, vücudumun her yeri ağrıyordu. Adam beni
duymasın diye fısıldayarak, "İki bıçağımı da kaybettim,” dedim. "Güzel
bıçaklardı."

Tess, "Bunu duyduğuma üzüldüm, Day,” dedi. Yerinden fırlamış bir saç
telini yüzünden uzaklaştırıp üzerime eğildi. İçinde üç tane gümüş kurşun
bulunan şeffaf plastik bir poşeti bana gösterdi. "Bunları giysilerinin içine
sıkışmış halde buldum, sapanın ya da başka bir şey için isteyebileceğini
düşündüm." Poşeti ceplerimden birine sıkıştırdı.

Gülümsedim. Üç yıl önce Tess'le tanıştığımda Nima bölgesindeki çöp


kutularını karıştırıp duran on yaşında cılız, öksüz bir kızdı. O ilk zamanlar
benim yardımıma o kadar muhtaçtı ki bazen şu anda ona ne kadar
güvendiğimi unutuyordum.

"Sağ ol, kuzen,” dedim. Anlayamadığım bir şeyler fısıldayıp kafasını çevirdi.

Bir süre sonra derin bir uykuya daldım. Uyandığımda ne kadar zaman
geçtiğini bilmiyordum. Baş ağrım geçmiş ve hava kararmıştı. Hâlâ aynı
günde olabilirdik ancak sanki çok daha uzun uyumuşum gibi geliyordu.
Etrafımızda asker veya polis yoktu. Hayattaydık. Bir süre hareket etmeden
yattım, karanlıkta tamamen uyanık haldeydim. Görünüşe göre yardım eden
adam bizi ihbar etmemişti. Henüz.

Tess yatağın ucunda başını kollarının arasına sokmuş kestiriyordu. Bazen


keşke ona iyi bir yuva, onu kabul edecek sevgi dolu bir aile bulabilsem
diyordum. Ama bu düşünce aklıma her geldiğinde aklımdan uzaklaştırdım
çünkü Tess gerçek bir aileye sahip olsaydı Cumhuriyet'in şebekesine tekrar
girmek zorunda kalırdı. Daha önce girmediği için Denemeye girmek zorunda
kalırdı. Ya da daha da kötüsü onun benimle bağlantısını öğrenip sorguya
çekerlerdi. Başımı salladım. Çok saftı, çok kolay manipüle edilebilirdi. Onu
kimseye emanet edemezdim. Ayrıca... onu özlerdim. Sokaklarda tek başıma
gezindiğim ilk iki yıl yapayalnızdım.

Ayak bileğimi dikkatlice hareket ettirdim. Biraz sertleşmişti ama onun


dışında herhangi bir acı yoktu, kaslar yırtılmamıştı, ciddi bir şişme yoktu.
Kurşun yarası hâlâ yanıyordu ve kaburgalarım delicesine acıyordu fakat bu
sefer çok sıkıntı çekmeden ayağa kalkabilecek durumdaydım. Ellerim
kendiliğinden açık duran ve omuzlarımdan dökülen saçlarıma gitti. Tek
elimle dağınık bir kuyruk yapıp sıkıca bağladım. Sonra Tess'in üzerinden
eğilip sandalyeden yıpranmış şapkamı aldım ve taktım. Bu çabadan dolayı
kollarım yandı.

Fasulye ve ekmek kokusu aldım. Yatağın yanında duran şifonyerdeki


kâseden dumanlar çıkıyor ve yanında da küçük bir dilim ekmek duruyordu.
Aklıma bize yardım eden adamın şifonyere bıraktığı iki konserve geldi.

Karnım gurulduyordu. Hepsini yuttum.


Parmaklarımdaki son yemek artığını yalarken, evden bir kapının kapanma
sesi ve birkaç saniye sonra da odamıza doğru hızla gelen ayak sesleri
duydum. Gerildim. Tess birden uyanıp kolumu tuttu.

Birden, "O da neydi?" deyiverdi. Elimle sus işareti yaptım.

Bize yardım eden adam aceleyle odaya girdi, pijamasının üstünde yırtık pırtık
bir gecelik vardı. “Hemen buradan gitmelisiniz,” diye fısıldadı. Alnı boncuk
boncuk terlemişti. “Biraz önce sizi bir adamın aradığını duydum."

Gözlerimi adama diktim. Tess panikle bana bakıyordu. "Nereden biliyorsun?"


diye sordum.

Adam odayı toparlamaya başladı, boş kaseyi kapıp şifonyeri sildi. "Arayan
kişi etrafa veba ilacına ihtiyacı olan birini aradığını söylüyor. Senin
yaralandığını bildiğini söylüyor. İsim vermedi ama senden bahsediyor
olmalı."

Doğrulup ayaklarımı yatağın kenarından salladım. Başka seçenek yoktu.


"Benden bahsediyor,” diye katıldığımı belirttim. Tess birkaç tane temiz sargı
bezi alıp bluzunun içine tıktı. “Bu bir tuzak. Hemen gidiyoruz.”

Adam bir kere başıyla onayladı. “Arka kapıdan çıkabilirsiniz. Koridordan


dümdüz gidin, solunuzda.”

Bir an için durup onunla göz göze geldim. O anda, benim kim olduğumu çok
iyi bildiğini fark ettim. Ama bunu dile getirmedi. Geçmişte bizim bölgemizde
benim kim olduğumu anlayıp bana yardım eden diğer insanlar gibi, o da
Cumhuriyet’e çıkardığım zorluklardan tam olarak şikâyetçi sayılmazdı. "Size
çok minnettarız," dedim.

Karşılığında hiçbir şey söylemedi. Tess’i elinden yakaladım ve yatak


odasından geçtik, koridorun sonunda arka kapıdan çıktık. Gece oldukça
nemliydi. Gözlerim yaralarımın acısından sulandı.

Yavaşlamadan önce altı blok boyunca sessiz arka sokaklardan geçtik. Artık
yaralarım âdeta çığlık atıyordu. Rahatlamak için elimi kolyeme götürdüm
ama artık boynumda olmadığını hatırladım. Midem bulandı. Ya Cumhuriyet
onun ne olduğunu anlarsa? Yok ederler miydi? Peki ya izini sürüp ailemi
bulurlarsa?

Tess aniden yere yığılıp başını duvara yasladı. "Şehri terk etmemiz
gerekiyor," dedi. “Burası çok tehlikeli, Day. Bunu sen de biliyorsun. Arizona
ya da Colorado, hatta Barstow bile daha güvenlidir. Varoşlar benim için
sorun olmaz.”

Tabii, tabii, biliyorum. Gözlerimi indirdim. "Ben de gitmek istiyorum."

"Ama gitmeyeceksin. Yüzünden anlaşılıyor."

Bir süre sessizce durduk. Eğer bana kalsaydı, tek başıma bütün ülkeyi aşıp
bulduğum ilk fırsatta Kolonilere kaçardım. Kendi hayatımı riske atmak sorun
değildi. Ancak gidememem için bir sürü sebep vardı ve Tess de bunu
biliyordu. John ve annem dikkat çekmeden benimle kaçmak için işlerinden
öyle istedikleri an ayrılamazlardı. Eden da gittiği okulu bırakamazdı. Tabii
benim gibi kaçak olmak istemiyorlarsa.

"Bakacağız,” dedim sonunda.

Tess trajik bir şekilde gülümsedi. Bir süre sonra, "Senin peşindeki kim
sence?” diye sordu. "Lake bölgesinde olduğumuzu nereden biliyorlar?"

"Bilmiyorum. Hastaneye girildiğini duymuş olan bir kaçakçı olabilir. Belki


çok paramız olduğunu falan düşünüyorlardır. Askerlerden biri olabilir. Hatta
bir casus. Kolyemi hastanede kaybettim; hakkımda bir şeyler öğrenmek için
onu nasıl kullanabilirler bilemiyorum ama her zaman için bir ihtimal vardır.”

"O konuda ne yapacaksın?”

Omuz silktim. Kurşun yaram sızlamaya başladı, ayakta durabilmek için


duvara yaslandım. "Kesinlikle onunla buluşmaya niyetim yok ama itiraf
edeyim, ne diyeceğini merak ediyorum. Ya gerçekten veba ilacı varsa?"

Tess gözlerini bana dikti. Onunla tanıştığım gecedeki ifadesiydi bu; aynı anda
hem umutlu, hem meraklı hem de korku dolu. "Yani... hastaneye çılgınca
girişinden daha tehlikeli olamaz, değil mi?”
JUNE

KOMUTON JAMESON BANA ACIDIĞI İÇİN Mİ YOKSA METİAS'I, EN


değerli askerlerinden birini kaybettiğine gerçekten üzüldüğünden mi bilmem
ama daha önce askerlerinden hiç birine böyle bir şey yapmamış olmasına
rağmen cenaze düzenlememe yardım etti. Neden bunu yapmaya karar verdiği
hakkında tek bir kelime etmedi.
Bizim gibi varlıklı ailelere her zaman özenle hazırlanmış cenazeler
düzenlenirdi; Metias’ınki de yüksek barok kemerleri ve vitrayları olan bir
binada yapılıyordu. Çıplak zemin beyaz halılarla kaplanmıştı; beyaz
leylaklarla kaplı yuvarlak beyaz banket masaları salonu doldurmuştu. Diğer
renkler sadece Cumhuriyet bayraklarından ve salondaki ön mihrabın
arkasında asılı, altından bir daire şeklinde Cumhuriyet mühründen geliyordu,
hepsinin üstünde de şanlı seçmenimizin portresi vardı.

Cenazeye gelenler baştan aşağı beyazlar içindeydi. Üzerimde özenle dikilmiş,


dantelli ve korseli, beyaz ipekten bir üst eteği bulunan ve arkadan drapeli
beyaz bir elbise vardı. Üst kısmında altın bir Cumhuriyet broşu takılıydı.
Saçım topuz yapılmıştı, bir omzumda lüleler salınıyordu, kulağımın arkasına
da beyaz bir gül sabitlenmişti. Boynumdaki gerdanlıkta inciler diziliydi. Göz
kapaklanma simli, beyaz göz kalemi çekilmişti, kirpiklerim kar tozuyla kaplı,
gözlerimin altındaki kırmızı şişlik parlak beyaz pudrayla kapatılmıştı.
Üzerimdeki her renk benden koparılmıştı, tıpkı Metias’ın hayatımdan
koparıldığı gibi.

Bir keresinde Metias bana cenazelerin eskiden böyle olmadığını anlatmıştı.


İlk sellerden ve volkanik patlamalardan sonra Cumhuriyet, Kolonilerden
gelen mültecilerin bölgemize girmesini engellemek için cepheye bir bariyer
inşa etmişti. Ondan sonra insanlar ölen yakınları için beyaz giyerek yas
tutmaya başlamıştı. “İlk volkanik patlamalardan sonra,” demişti,
“gökyüzünden aylarca beyaz kül yağdı. Ölüler ve ölmekte olanlar bu külle
kaplanmıştı. İşte bu yüzden beyaz giymek, ölüleri anmak anlamına geliyor.”
Bunu annem ve babamın cenazesinin nasıl olduğunu sorduğum için
anlatmıştı bana.
Şimdiyse kaybolmuş ve amaçsızca misafirlerin arasında dolanıyor; makul,
ezber cevaplarla etrafımdakilerin duygularımı paylaşan sözlerine karşılık
veriyordum. “Kaybınız için çok üzgünüm,” diyorlardı. Aralarında Metias’ın
profesörlerinden bazılarını, asker arkadaşlarını ve üstlerini gördüm.
Drake’ten birkaç sınıf arkadaşım bile vardı. Onları gördüğüme şaşırdım;
yaşımı ve oldukça ağır ders yükümü düşünecek olursak, üniversitedeki üç yıl
boyunca arkadaş edinme konusunda hiç de iyi olamamıştım. Fakat yine de
buradaydılar; bazıları öğleden sonraki görevlerinden, bazıları da Cumhuriyet
Tarihi 421 dersinden çıkıp gelmişti. Elimi sıkıp başlarını sallıyorlardı. “Önce
annen ile baban, şimdi de ağabeyin. Senin için ne kadar zor olduğunu hayal
bile edemem.”

Edemezsiniz. Ama nazikçe gülümseyip başımı eğiyordum, çünkü niyetlerinin


iyi olduğunu biliyordum. “Geldiğiniz için teşekkür ederim,” diyordum.
“Anlamı büyük. Biliyorum, Metias canını ülkesi uğruna verdiği için gurur
duyardı.”
Bazen odanın diğer ucundaki iyi niyetli birinin bakışlarını üzerimde buluyor
ve bunu görmezden geliyordum. Böyle duyguların bana hiçbir yararı yoktu.
Kıyafetlerim onlar için değildi. Bu inanılmaz derecede muhteşem elbiseyi
sadece ve sadece Metias için giyiyordum, onu ne kadar sevdiğimi kelimeler
olmadan gösterebilmek için. Bir süre sonra salonun ön kısmına yakın bir
masaya, yakında insanların sıra olup abimi anma konuşmaları yapacakları,
üzeri çiçeklerle bezenmiş mihrabın karşısına oturdum. Cumhuriyet
bayraklarının karşısında başımı saygıyla öne eğdim. Sonra gözlerim beyaz
tabuta ilişti. Bulunduğum yerden içinde yatan kişiyi çok az görebiliyordum.

“Harika görünüyorsun, June.”

Başımı kaldırınca Thomas’ın eğildiğini, sonra da yanımdaki sandalyeye


oturduğunu gördüm. Askeri üniformasının yerine şık, beyaz bir takım giymiş,
saçlarını da yeni kestirmişti. Takımın yepyeni olduğu anlaşılıyordu. Ona bir
servet ödemiş olmalıydı. “Teşekkürler. Sen de.”
“Bu... şey, içinde bulunduğumuz duruma, olan şeylere rağmen iyi
görünüyorsun.”
“Ne demek istediğini anlıyorum.” İçini rahatlatmak için uzanıp elini okşadım.
Bana gülümsedi. Sanki başka bir şeyler daha söylemek ister gibiydi ama bir
söylemeden gözlerini çevirdi.

Herkesin yerlerini bulması ve garsonların yiyecekleri getirmeleri bir saat aldı.


Ben hiçbir şey yemiyordum. Komutan Jameson masamızda, tam karşımda
oturuyordu, o ve Thomas arasında Drake’ten üç arkadaşım vardı. Zoraki bir
şekilde birbirimize gülümsüyorduk. Solumda Los Angeles’taki bütün
Deneme’lerin organizasyonunu ve gözetimini yapan Chian isimli bir adam
oturuyordu. Benimkinde de gözetmenlik yapmıştı. Neden burada olduğunu
anlamıyordum; Metias’ın ölmesi neden umurundaydı ki? Eski bir aile yakını
olduğu için varlığı pek de beklenmedik bir şey değildi ama neden tam
yanımdaydı?
Daha sonra Chian’ın, Metias’a Komutan Jamesonın birliğine katılmadan önce
danışmanlık yaptığını hatırladım. Metias ondan nefret ediyordu.

Adam kalın kaşlarını çatıp bir elini çıplak omzuma koydu. Eli bir süre orada
kaldı. “Nasılsın, canım?” diye sordu. Konuşurken yüzündeki yara izleri
belirginleşti; burnunun kemerinde bir yarık bir de kulağından çenesinin ucuna
kadar inen çentikli bir iz vardı. Gülümsemeyi başardım. “Beklediğimden
daha iyi.”

“Bak sen şu işe!” Huzursuz edici bir kahkaha attı. Beni baştan aşağı süzdü.
“Üzerindeki elbiseyle karda açmış taze bir çiçek gibisin.” Gülümsememin
yüzümden silinmemesi için bütün gücümü sarf etmem gerekti. Kendime
sakin ol dedim. Chian düşman olunacak biri değildi.
Abartılı bir sempatiyle, “Ağabeyini çok severdim,” diye devam etti.
“Çocukluğunu hatırlıyorum, onu görmeliydin. Eliyle küçük bir silah yapıp
oturma odanızda koştururdu. Birliklerimize katılması kaderinde yazılıydı.”

“Teşekkürler, efendim,” dedim.

Chian kocaman bir parça bifteği kesip ağzına tıktı. “Metias onu eğittiğim
dönemde çok dikkatliydi. Lider olmak için doğmuş. Sana hiç o zamandan
bahsetti mi?”
Aklımda bir anı canlandı. Metias’ın Chian için çalışmaya başladığı ilk
geceydi. Beni ve hâlâ okumakta olan Thomas’ı ilk kez etli edame fasulyesi,
spagetti ve soğanlı ekmek yemeye Tanagashi bölgesine götürmüştü. İkisi de
üniformalarını giyiyorlardı; Metias’ın ceketinin düğmeleri açık, gömleği de
dışarıdaydı; Thomas düğmelerini düzgünce iliklemiş, saçını düzenli bir
şekilde arkaya yatırmıştı. Thomas benim dağınık örgülerimle dalga geçiyordu
ama Metias suskundu. Bir hafta sonra Chian’ın yanındaki işi aniden sona
erdi. Metias itirazda bulunmuş ve Komutan Jameson’ın devriyesine dâhil
olmuştu.

“Bana hepsinin gizli bilgi olduğunu söylemişti,” diye yalan söyledim.


Chian güldü. “Metias iyi çocuktu. Çok iyi bir öğrenciydi. Şehir devriyelerine
atanınca yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. Bana Deneme sınavlarını ya
da sınava giren çocukları değerlendirebilecek kadar zeki olmadığını
söylemişti. Ne kadar alçakgönüllü. Her zaman düşündüğünden daha da
zekiydi; tıpkı senin gibi.” Bana sırıttı.

Başımı onaylarcasına salladım. Chian sınavda rekor bir süreyle mükemmel


puan aldığım için (bir saat on dakika) beni sınava iki kere sokmuştu. Sınavda
hile yaptığımı düşünmüştü. Ülkedeki tek mükemmel puana sahip olmanın
yanı sıra sınava iki kere giren tek kişi de benim. “Çok naziksiniz,” diye
karşılık verdim. “Ağabeyim benim asla olamayacağım kadar iyi bir liderdi.”

Chian eliyle beni susturdu. “Saçmalama, canım,” dedi. Ardından rahatsız


edici bir şekilde yakınıma geldi. Güvensiz ve rahatsız edici bir his
doğuruyordu içimde. “Ayrıca ölüm şekli beni ayrıca kahretti,” dedi. “O
iğrenç çocuğun ellerinde. Ne yazık!” Chian gözlerini kıstı, kaşları daha da
kalınlaştı. “Komutan Jameson bana onun izini süreceğini söylediğinde çok
sevindim. O dosyanın bir çift taze göze ihtiyacı var, bunu en iyi yapacak olan
da sensin, güzellik. Bir test görevi olarak harika, değil mi?
Ondan varlığımın tamamıyla nefret ediyordum. Thomas gerildiğimi fark
etmiş olmalı ki masanın altından elini elimin üzerine koydu. Bırak geçip
gitsin, demeye çalışıyordu. Sonunda Chian diğer tarafındaki adamın sorusuna
cevap vermek için döndüğünde, Thomas bana doğru eğildi.
“Chian, Day'e karşı kin besliyor,” diye fısıldadı.

“Öyle mi?” diye fısıldadım ben de.

Başını evet anlamında salladı. “Onu kim böyle yaraladı sanıyorsun?”

Day mi yapmıştı? Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Chian oldukça büyük bir


adamdı ve Denemenin yönetiminde çok uzun süredir çalışmaktaydı. Becerikli
bir çalışandı. Genç bir çocuk onu gerçekten böyle yaralamış olabilir miydi?
Bir de sonra kaçmayı başarabilmişti. Chian'a bakıp yarayı inceledim. Düz bir
bıçakla pürüzsüzce kesilmişti. Bu kadar düzgün olmasına bakılırsa çok hızlı
kesilmiş olmalıydı; biri onu böylesine keserken Chian'ın hareketsiz
duracağını zannetmiyordum. Sadece bir anlığına Day'e hak verdim. Başını
kaldırıp sanki düşüncelerimi okuyormuşçasına gözlerini bana dikmiş olan
Komutan Jameson'a baktım. Bu bakış beni huzursuz etti.

Thomas yine bana dokundu. “Hey,” dedi. “Day hükümetten sonsuza kadar
saklanamaz; er ya da geç o sokak serserisini bulup ibret olsun diye cezasını
vereceğiz. Aklını bir şeye verdiğin zaman seninle kesinlikle aşık atamaz.”
Thomas’ın nazik gülümsemesi beni zayıf düşürdü ve birden sanki yanımda
oturan Metias’mış ve her şeyin iyi olacağını, Cumhuriyet’in beni
başarısızlığa uğratmayacağını söylüyormuş gibi hissettim. Ağabeyim bir
defasında sonsuza kadar yanımda olacağına dair bana söz vermişti.
Gözlerimdeki yaşları görmesin diye Thomas’tan gözlerimi kaçırıp mihraba
baktım. Ona gülümseyemedim. Bir daha asla gülümseyebileceğimi
sanmıyordum.

“Haydi şu işi bitirelim,” diye fısıldadım.


DAY

ÖĞLEDEN SONRA GEÇ SAATTE BİLE HAVA DELİCESİNE sıcaktı.


Alta ve Winter bölgelerinin sokaklarında topallayarak yürüyordum. Göl
boyunca ilerleyip açık alana çıkıp insan kalabalığında kaybolmuştum.
Yaralarım hâlâ tam olarak iyileşmemişti. Bize yardım eden adamın verdiği
asker pantolonuyla Tess'in çöpte bulduğu ince yakalı bir gömlek giyiyordum.
Şapkam iyice aşağı çekilmişti, sahte kılığıma bir de sol gözümü kapattığım
bir sargı parçası eklemiştim. Sıradışı pek bir şey yoktu. Hele burada,
fabrikalarda yaralı onca işçi varken. Bugün dışarıya yalnız başıma çıkmıştım;
Tess birkaç sokak aşağıda, gözlerden uzakta, gizli bir ikinci kat boşluğunda
saklanıyordu. Zorunda kalmadığım sürece, ikimizi birden riske atmanın
anlamı yoktu.
Etrafımı tanıdık sesler çevreliyordu; sokak satıcıları yandan geçenlere
sesleniyor, haşlanmış kaz yumurtası, gözleme ve sosisli sandviç satıyorlardı.
Marketlerin, kafelerin önlerinde görevliler duruyor, müşteri çekmeye
çalışıyorlardı. Eski püskü bir araba, yolda tıngır mıngır ilerliyordu. İkinci
vardiya işçileri yavaş yavaş evlerine dönüyorlardı. Birkaç kız beni fark etti,
onlara bakınca da kızardılar. Gölün etrafında tekneler pat pat ederek ilerliyor,
kenarlarda dönen dev su türbinlerine değmeden gitmeye dikkat ediyorlardı;
kıyıdaki sel sirenleri sessiz ve ışıkları sönüktü.

Bazı bölgeler bloke edilmişti. Bu bölgeden uzak duruyordum; askerler burayı


karantina alanı olarak işaretlemişti.

Evlerin çatılarında dizilmiş olan hoparlörler çatırdıyordu, JumboTron’lar


reklamlarına -veya bazı durumlarda yeni bir Vatansever saldırısı hakkındaki
uyarılarına- ara verip bayrağımızın videosunu göstermeye başladı. Andımız
başlarken caddelerdeki herkes hareket etmeden durdu.
Büyük Amerikan Cumhuriyeti'nin bayrağına, Seçmen Primo’ya, şanlı
eyaletlerimize, Kolonilere karşı birlik olmaya, yaklaşmakta olan zafere bağlı
kalacağıma yemin ederim.
Seçmen Primo’nun ismi geçtiğinde, başkente doğru selam verdik. Sessizce
andımızı mırıldanıyordum ama sokak polisleri başka tarafa bakarken son iki
kısmı söylemedim. Acaba Kolonilere karşı savaş başlamadan önce andımız
nasıldı?

Andımız bitince, hayat devam etti. Duvar yazılarıyla kaplı bir Çin restoranına
girdim. Kapıdaki görevli bana birkaç dişi eksilmiş ağzıyla kocaman
gülümsedi ve beni çabucak içeri aldı. "Bugün gerçek Tsingtao biramız var,”
dedi. "Şanlı seçmenimizin ta kendisine gönderilmiş ithal bir hediyeden kalan
kasalar. Saat altıya kadar ömrü var." Bunları derken gözleri tedirgin bir
şekilde etrafı taradı. Ona sadece baktım. Tsingtao birası öyle mi? Evet, tabii.
Babam duysa buna gülerdi. Cumhuriyet, Çin’le ithalat antlaşmasını (ya da
Cumhuriyet'in iddia etmekten hoşlandığı gibi “Çin’i fethedip işletmelerini ele
geçirmeyi) sadece gecekondu bölgelerine kaliteli mal ithal etmek için
yapmamıştı. Daha büyük olasılıkla bu adam iki ayda bir ödemesi gereken
hükümet vergilerini ödemekte oldukça gecikmişti. Evinde imal ettiği biraların
şişelerine sahte Tsingtao etiketi yapıştırma riskine girmiş olması için başka
bir sebep göremiyordum. Yine de adama teşekkür edip içeri girdim. Böyle
yerler bilgi edinmek için oldukça iyiydi. Karanlık bir yerdi. Havada pipo
dumanı, kızarmış et ve gaz lambası kokusu vardı. Bara ulaşana kadar dağınık
masa ve sandalyelere çarpa çarpa ilerledim; geçerken başında kimsenin
bulunmadığı tabaklardaki yiyecekleri kapıp gömleğimin içine soktum.
Müşteriler arkamda büyük bir çember oluşturmuş, Skiz dövüşü için tezahürat
yapıyorlardı. Sanırım bu bar yasadışı kumar oynanmasına göz yumuyordu.
Eğer biraz akılları varsa, kazandıkları parayla sokak polisine rüşvet vermeye
hazır olurlardı, yoksa vergi vermeden para kazandıklarını bağıra bağıra ilan
etmiş olurlardı.
Barmen kız kaç yaşında olduğumu kontrol etmekle uğraşmadı. Bana bakmadı
bile. "Ne içersin?" diye sordu.

Başımı salladım. "Sadece biraz su lütfen," dedim. Arkamda dövüşçülerden


biri yere yığılırken büyük kükreme ve tezahüratlar duydum.

Bana şüpheci bir bakış attı. Gözleri yüzümdeki sargıya kaydı. "Yüzüne ne
oldu, çocuk?"
"Teras kazası. İneklerle ilgileniyorum."

Yüzünü tiksintiyle buruşturdu ama ilgisini çekmeyi başarmıştım. "Yazık.


Bunun için bir bira istemediğinden emin misin? Canın yanıyordur.”
Tekrar başımı salladım. "Sağ ol, kuzen ama ben içmiyorum. Tetikte olmayı
tercih ediyorum.”

Gülümsedi. Pürüzsüz göz kapaklarındaki yeşil simli göz farı ve kısa, siyah
küt saçlarıyla titrek lamba ışığında sevimli görünüyordu. Sarmaşık dövmesi
boynundan inip üstündeki korseli kıyafetinin içine doğru kayboluyordu.
Herhalde bar kavgalarından korunmak için boynunda kirli bir koruyucu
gözlük asılıydı. Yazık. Eğer bilgi toplamakla meşgul olmasaydım, bu kızla
biraz zaman geçirir, sohbet eder ve belki ondan birkaç öpücük çalardım.

"Lake bölgesinden, değil mi?” diye sordu. "Buraya öylesine girip birkaç kızın
kalbini kırmaya mı geldin? Yoksa dövüşçü müsün?” Sırıttım. "Dövüşmeyi
sana bırakıyorum.”
“Dövüştüğümü de nereden çıkardın?”

Kollarındaki kesikleri ve ellerindeki morlukları işaret ettim. Yavaşça


gülümsedi.

Bir süre sonra omuz silktim. "Bu ringlerde kendimi öldürtmem. Sadece biraz
güneşten kaçıyorum. Senle güzel zaman geçirebiliriz aslında. Yani, eğer
vebaya yakalanmadıysan tabii.”
Artık bu şakayı duymayan kalmamışı ama kız yine de güldü. Tezgâha
yaslandı. “Bölgenin kıyısında yaşıyorum. Orası şu ana kadar oldukça
güvende.”

Ona doğru eğildim. “O zaman şanslısın.” Ciddileştim. "Tanıdığım bir ailenin


kapısını işaretlediler geçenlerde.”

"Bunu duyduğuma üzüldüm."


"Sana bir şey sormak istiyorum, sadece meraktan. Son günlerde buralarda
dolaşıp elinde veba ilacı bulunduğunu söyleyen bir adam hakkında herhangi
bir şey duydun mu?”

Tek kaşını kaldırdı. "Evet, onu duydum. Onu arayan çok.” "İnsanlara ne
anlatıyor bu adam, biliyor musun?”
Kız biran için duraksadı. Burnunda birkaç küçük çil olduğunu fark ettim.
"Duyduğuma göre birine -tek bir kişiye- veba ilacı vermek istediğini
söylüyormuş insanlara. Ve onun neden bahsettiğini sadece o kişi
bilebilirmiş.”

Eğleniyor gibi görünmeye çalıştım. "Şanslıymış, değil mi?” Sırıttı.


“Gerçekten. O adam bu dediği kişinin bu gece, geceyarısı olunca on saniyelik
yere gelmesini istediğini söylemiş.”

"On saniyelik yere mi?”


Barmen kız omuz silkti. “En ufak bir fikrim yok. Hatta başka kimsenin de
fikri yok.” Tezgâhta bana doğru eğilip sesini alçalttı. “Biliyor musun, bence
bu adam delinin teki."

Onunla birlikte güldüm ama aklımda düşünceler dönüp duruyordu. Artık bu


kişinin beni aradığından hiç şüphem yoktu. Neredeyse bir yıl önce
Arcadia'daki bankalardan birine girip soymuştum. Bir güvenlik görevlisi beni
öldürmeye çalışmıştı. Ağız dalaşına girip bana kasadaki lazerlerin beni
parçalara ayıracağını söylediğinde, onunla alay etmiştim. Ona kasaya
girmenin on saniyemi alacağını söyledim. Bana inanmadı... ama şu var ki,
ben bir şeyi gerçekten yapana kadar kimse dediklerime inanmıyordu. O
parayla kendime güzel bir çift bot satın aldım, hatta karaborsada bir elektro-
bomba -yakınında bulunan silahları etkisiz hale getiren bir bomba- için
pazarlık bile yaptım. Bu, havaalanı üssüne saldırdığımda işe yaramıştı. Tess’e
de üstü başı için güzel kıyafetler, yepyeni tişörtler, ayakkabılar ve
pantolonlar, ayrıca sargı, alkol ve hatta bir şişe de aspirin aldık. İkimiz de bol
miktarda yiyecek aldık. Gerisini de aileme ve Lake’tekilere verdim.

Birkaç dakika daha flört ettikten sonra, barmen kıza hoşça kal deyip oradan
ayrıldım. Güneş hâlâ gökteydi ve yüzümdeki boncuk boncuk teri
hissedebiliyordum. Artık yeterince bilgi edinmiştim. Hükümet hastanede bir
şey bulmuş olmalıydı ve beni tuzağa düşürmeye çalışıyordu. Geceyarısı on
saniyelik yere birini gönderecek, sonra da arka sokağa askerleri
yerleştireceklerdi. Bahse girerim, gerçekten umutsuz durumda olduğumu
düşünüyorlardı.

Ancak ortaya çıkmam için yanlarında muhtemelen veba ilacı da


getireceklerdi. Düşünürken dudaklarımı birbirine bastırdım. Sonra da
yürüdüğüm istikameti değiştirdim. Finansal bölgeye gidecektim.
Biriyle randevum vardı.
JUNE
SAAT: 23:29
BATALLA BÖLGESİ
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C

BATALLA BİNASI SOĞUK FLORESANLARLA AYDINLATILIYORDU.


Gözlem ve analiz katındaki bir tuvalette giyiniyordum. Çizgili, siyah bir
yelek içinde uzun, siyah kollu bir üst, paçaları botlarımın içine sokulmuş
ince, siyah bir pantolon ve omuzlarımı sarıp beni bir battaniye gibi kaplayan
uzun siyah bir cübbe giydim. Cübbenin tam ortasından yere kadar beyaz bir
çizgi iniyordu. Siyah bir maske yüzümü kaplıyor ve kızılötesi gözlükler
gözlerimi koruyordu. Onun dışında sahip olduğum tek şey küçük bir
mikrofon ve ondan da küçük bir kulaklıktı. Ve bir de silah. Ne olur ne
olmaz...
Sıradan ve tanınmaz görünmem gerekiyordu. Bir karaborsa tüccarı gibi, veba
ilacı satın alabilecek biri gibi görünmeliydim.

Metias olsa bunu kesin onaylamazdı. Gizli bir göreve gidemezsin, June,
derdi. Canın yanabilir. Ne kadar ironik ama.

Pelerinimi yerinde tutan tokayı sıkılaştırdım (bronz spreylenmiş çelik, büyük


ihtimalle Batı Teksas’tan ithal edilmişti) ve beni Batalla Binası’nın dışına
çıkaracak merdivenlere yöneldim. Aşağıya, Day’le buluşmam gereken
Arcadia bankasına doğru yola çıktım.

Ağabeyim öldüğünden bu yana 120 saat olmuştu. Sanki çok uzun süre önce
olmuş gibiydi. Yetmiş saat önce internette arama yapma izni alıp Day
hakkında olabildiğince çok şey buldum. Kırk saat önce Komutan Jameson’a
Day’in izini nasıl süreceğimin planını anlattım. Otuz iki saat önce planımı
onayladı. Planımın ne olduğunu hatırladığından bile şüpheliydim. Otuz saat
önce Los Angeles’taki bütün veba bölgelerine -Winter, Blueridge, Lake ve
Alta- birer gözcü yolladım. Şu haberi yaydılar: Birinde senin için veba ilacı
var, on saniyelik yere gel. Yirmi dokuz saat önce ağabeyimin
cenazesindeydim.

Day’i bu gece yakalamayı planlamıyordum. Onu göreceğimi bile


sanmıyordum. On saniyelik yerin neresi olduğunu ve benim ya bir hükümet
ajanı ya da hükümete vergi ödeyen bir karaborsa tüccarı olacağımı kesinlikle
bilecekti. Yüzünü göstermeyecekti. Beni bu ilk görevle test eden Komutan
Jameson bile onu göremeyeceğimizi biliyordu.

Ama orada olacağını biliyordum. Bu ilaçlara umutsuzca ihtiyaç duyuyordu.


Benim de bu akşam için tek umudum onun gelmesiydi; bir ipucu, bir
başlangıç noktası, hedefe biraz olsun yaklaşmak, bu suçlu çocuk hakkında
kişisel herhangi bir şey.
Sokak lambalarının altında yürümemeye dikkat ediyordum. Aslında
çatılarında güvenlik görevlileri bulunan finansal bölgeye gitmiyor olsaydım,
çatılardan atlayarak giderdim. Her yanımda JumboTron'lar renkli
kampanyalarını bangır bangır ilan ediyordu, reklamlarının sesi şehir
hoparlörlerinden cızırtılı ve sarsıntılı geliyordu. İçlerinden biri Day’in
güncellenmiş profilini gösterdi; bu sefer ekranda uzun siyah saçlı bir çocuk
vardı. JumboTron’ların hemen yanında titreşen sokak lambaları ve altında
yürüyen gece vardiyası işçileri, polisler ve tüccarlar vardı. Arada bir
arkasında birkaç müfreze birliğinin takip ettiği bir tank geçiyordu. (Bu
askerlerin kollarında mavi çizgiler vardı; belli ki cepheden gelen ya da
cepheye giden askerlerdi. Silahlarını yanlarında, iki elleriyle birden
tutuyorlardı.) Bana hepsi Metias gibi görünüyordu, dikkatimin bozulmaması
için biraz daha derin nefes alıp biraz daha hızlı yürümem gerekti.

Batalla’nın içinden geçerken uzun yolu seçtim, yan yollardan ve terk edilmiş
binalardan geçtim, askerî sahadan iyice uzaklaşana kadar durmadım.

Sokak polisi benim görev üzerinde olduğumu bilmeyecekti. Eğer beni bu


şekilde giyinmiş, kızılötesi gözlükler takarken görürlerse kesin sorguya
çekerlerdi.
Arcadia bankası sessiz bir sokakta yer alıyordu. Bir arka sokağın sonundaki
park yerine gelene kadar bankanın arka tarafından ilerledim. Ardından
gölgelere saklanıp bekledim. Gözlüklerim etraftaki renkleri sildi. Etrafıma
bakınca çatılara dizilmiş şehir hoparlörleri, çöp kutusunun kapağında
kuyruğu kıpırdayan bir sokak kedisi ve her yerine Koloni karşıtı ilanlar
yapıştırılmış, terk edilmiş bir büfe gördüm.
Vizörümdeki saat 23:53’ü gösteriyordu. Kendimi Day’in geçmişini
düşünmeye zorlayarak geçiriyordum. Day, kayıtlarımızda bu bankadaki
soygundan önce üç kere daha görülmüştü. Sadece bu olaylarda parmak izi
bulmuştuk; işlediği diğer suçların sayısını tahmin edemiyordum bile.
Bankanın arka sokağına daha da yakından baktım. Arka girişinde dört tane
silahlı güvenlik görevlisi varken bu bankaya on saniyede nasıl girebilmişti?
(Sokak dardı, ikinci ya da üçüncü katların duvarlarına sıçrayabilmek için
ayağını basacak yeterince yer bulabilmiş olabilirdi; bu arada da güvenlik
görevlilerinin silahlarını onlara karşı kullanmıştı belki. Herhalde birbirlerini
vurmalarını sağlamıştı. Herhalde bir pencereden içeri dalmıştı. Bu sadece
birkaç saniyesini alırdı. İçeri girdiğinde ne yaptı, işte o konuda hiçbir fikrim
yoktu.)

Day’in ne kadar çevik olduğunu zaten biliyordum. İki buçuk kattan düşüp
hayatta kalabilmesi bunun kanıtıydı. Ancak bu akşam aynısını yapma şansı
yoktu. Ne kadar çevik olduğu umurumda değildi; kimse binalardan öylece
atlayıp sonra hemen düzgünce yürüyecek duruma gelmeyi bekleyemezdi.
Day en az bir hafta daha duvarlardan, merdivenlerden atlayamayacaktı.
Birden gerildim. Geceyarısını iki dakika geçiyordu. Uzaklardan bir klik sesi
yankılandı ve çöpteki kedi kaçtı. Bu ses bir çakmaktan, silah tetiğinden,
hoparlörlerden ya da bir sokak lambasından gelmiş olabilirdi. Çatıları
taradım. Henüz bir şey yoktu. Ama ensemdeki tüyler diken diken oldu.
Burada olduğunu biliyordum. Beni izlediğini biliyordum.

“Çık dışarı,” dedim. Ağzımdaki mikrofon, sesimin bir erkeğinki gibi


çıkmasını sağlıyordu. Sessizlik. Büfedeki ilan kâğıtları bile hareket
etmiyordu. Bu gece rüzgâr yoktu. Kemerimdeki kılıftan bir ilaç şişesi
çıkardım. Diğer elim silahımı bırakmıyordu. “İhtiyacın olan şey bende.”
Sözlerimi vurgulamak için şişeyi salladım. Hâlâ hiçbir şey yoktu. Ancak bu
sefer, kısık sesli bir iç çekiş duydum. Bir nefes. Gözlerim çatılarda sıralanmış
olan hoparlörlere fırladı. (Demek o klik sesi buydu. Hoparlörlerin kablo
düzeneğini değiştirmişti, böylece yerini belli etmeden benimle
konuşabilecekti.) Maskemin arkasından gülümsedim. Ben de olsam böyle
yapardım.

Elimle tekrar şişeyi işaret ederek, “Buna ihtiyacın olduğunu biliyorum”


dedim. Şişeyi elimde döndürüp daha da yukarıda tuttum. “Üstünde bütün
resmî etiketleri ve onay damgası var. Gerçek olduğuna garanti veririm.”

Bir nefes daha.


“Önemsediğin biri gelip benimle konuşmam isteyecektir.” Gözlüklerimdeki
saate baktım. “Geceyarısını beş geçiyor. İki dakika daha veriyorum sana.
Sonra gideceğim.”

Sokak yine sessizliğe büründü. Arada bir hoparlörlerden gelen hafif bir nefes
veriş duyuyordum. Gözlerim vizörümdeki saatten çatıların karanlığına gidip
geliyordu. Zekiceydi. Nereden yayın yaptığını anlayamıyordum. Belki bu
sokaktaydı ya da birkaç blok ötede daha yüksek bir katta. Ama beni kendi
gözleriyle görebilecek kadar yakın olduğunu biliyordum. Vizörümdeki saat
00:07yi gösterdi. Döndüm, şişeyi kemerime sıkıştırdım ve yürüyerek
uzaklaşmaya başladım.

“İlaç için ne istiyorsun, kuzen?”


Ses neredeyse fısıltı gibi ama hoparlörlerden çatlak ve ürkütücü geliyordu, o
kadar cızırtılıydı ki onu anlamakta güçlük çekiyordum. Aklım birden
detaylarla doldu. (Erkekti. Hafif bir aksanı vardı; Oregon, Nevada, Arizona,
New Mexico, Batı Teksas ya da herhangi bir Cumhuriyet eyaletinden değildi.
Güney Kaliforniyalıydı. Samimiyeti ifade eden “kuzen kelimesini
kullanıyordu, Lake bölgesindeki sivillerin genellikle kullandığı bir ifadeydi.
İlaç şişesini cebime koyduğumu görebilecek kadar yakındaydı. Hoparlörlerin
sesini temiz bir şekilde alabileceği kadar yakında değildi. Yanımdaki
blokların birinde iyi görüş alanı olan yüksek bir yerde olmalıydı.)

Aklımda yanıp sönen detayların ardından kara, artan bir nefret yükseldi. Bu,
benim ağabeyimi öldüren kişinin sesiydi. Ağabeyimin duyduğu son ses
buydu belki de.

Tekrar konuşmadan önce iki saniye bekledim. Konuşmaya başladığımda


sesim hiddetimden hiçbir iz barındırmadan pürüzsüzce çıkmıştı. “Ne mi
istiyorum?” diye sordum. “Belli olmaz. Paran var mı?” “1200 Not.”
(Not. Cumhuriyet altını değil. Üst sınıftan insanları soyuyor ama en
zenginlerden çakmıyordu. Büyük ihtimalle tek başına çalışıyordu.) Güldüm.
“Bu şişeyi almaya 1200 Not yetmez. Başka neyin var? Değerli eşya?
Mücevher?”

Sessizlik.
“Veya sunabileceğin yeteneklerin var mı? Eminim senin.. “Hükümet için
çalışmıyorum.”

Zayıf noktası. Tabii ki. “Alınma. Sadece sorayım dedim. Bir de benim başka
biri için çalışmadığımı nereden biliyorsun? Sence de hükümeti gözünde biraz
fazla büyütmüyor musun?”

Kısa bir duraksamanın ardından ses geldi. “Pelerininin düğümü. Ne olduğunu


bilmiyorum ama sivillere ait bir şey gibi durmuyor.” Bu beni biraz şaşırttı.
Pelerinimin düğümü gerçekten de bir Canto düğümüydü, ordu mensuplarının
kullanmayı sevdiği kuvvetli bir düğüm. Görünüşe bakılırsa Day hükümet
üniformalarının nasıl göründüğüne dair oldukça ayrıntılı bilgiye sahipti. Çok
keskin gözler. Tereddüt ettiğimi anlamasın diye yüzümü gizledim. “Canto
düğümünün ne olduğunu bilen birini daha görmek güzel. Ama ben çok
seyahat ederim, dostum. Çok insan tanırım, onlarla ilişkim olması gerekmez.”
Sessizlik.
Bekliyordum, hoparlörlerden yeni bir ses duyabilmek için dinliyordum.
Hiçbir şey gelmedi. Bir klik sesi bile. Yeterince hızlı davranmadım,
sesimdeki o bir anlık tereddüt onu bana güvenemeyeceğine ikna etmişti.
Pelerinimi sıkılaştırınca gecenin sıcağında terlemeye başladığımı fark ettim.
Kalbim göğsümü dövercesine atıyordu.

Başka bir ses duydum. Bu sefer küçük kulaklığımdan geliyordu. “Orada


mısın, Iparis?” Komutan Jamesondı. Arka planda ofisindeki insanların
seslerini duyabiliyordum.

“Gitti,” diye fısıldadım. “Ama bana ipuçları bıraktı.”


“Kim için çalıştığını belli ettin, değil mi? Neyse, tek başına çıktığın ilk
görevdi bu. Kayıtları zaten aldık. Batalla Binası’na döndüğünde görüşürüz.”
Ettiği sitem biraz dokundu. Cevap veremeden statik kesildi.
Day’in gittiğinden tamamen emin olmak için bir dakika daha bekledim.
Sessizlik. Sokaktan geri döndüm. Komutan Jameson'a en kolay çözümün ne
olacağını söylemek istemiştim; Lake bölgesinde kapıları işaretli olan herkesi
toplamak. İşte bu Day’in saklandığı yerden çıkmasını sağlardı. Ama
Komutan Jameson'ın yapıştıracağı cevabı daha şimdiden duyabiliyordum.
Kesinlikle olmaz, Iparis. Maliyeti çok yüksek olur, ayrıca karargâh bunu
onaylamayacaktır. Başka bir yol bulmak zorundasın. Bir kez daha arkama
baktım, bir yanım beni takip eden karanlık bir şekil görmeyi bekliyordu. Ama
sokak bomboştu.

Day’i bana gelmesi için zorlamama izin vermeyeceklerdi; bu da bana sadece


bir seçenek bırakıyordu. Ben ona gitmeliydim.
DAY

“BİR ŞEYLER YE."


Tess'in sesi, beni gece nöbetinden sarsıp kendime getirdi. Gözlerimi gölden
ayırıp elinde bir parça ekmek ve peynir tuttuğunu, onları almam için işaret
ettiğini gördüm. Acıkmış olmam gerekiyordu. Dün gece o garip hükümet
ajanıyla karşılaştığımdan beri sadece bir yarım elmayla duruyordum. Ancak
Tess'in alabilmek için birkaç değerli not harcadığı bu taze ekmek ve peyniri
nedense canım çekmedi.
Yine de aldım. Taze yiyecek bulup da israf ettiğim olmamıştı, özellikle de
veba ilacı için elimizdekileri tasarruflu kullanmamız gereken bu zamanda.

Tess’le birlikte gölün bizim bölgemizle kesiştiği kısımdaki bir iskelenin


altında, kumlarda oturduk. Başıboş dolanan askerler ve sarhoş işçiler bizi
çimlerin ve kayaların arasından göremesin diye kıyıya olabildiğince
gizlendik. Gölgelere karıştık. Oturduğumuz yerden havadaki tuzun tadını
alabiliyor, Los Angeles şehir merkezinin ışıklarının sudaki yansımasını
görebiliyorduk. Eski binaların kalıntıları gölde noktalar oluşturmuştu. Sel
suları yükseldiğinde iş yeri ve ev sahiplerinin terk ettiği binalardı bunlar. Dev
su değirmenleri ve su türbinleri dumandan örtülerin ardında, gölün kenarında
dönüp duruyordu. Bu belki de bizim kırık dökük Lake bölgesinden en
sevdiğim manzaraydı.

Sözlerimi geri aldım. Burası benim hem en çok hem de en az sevdiğim


manzaraydı. Çünkü şehrin ışıklarını izlemesi çok zevkli olsa da, buradan
bakınca doğuda kalan Deneme stadyumu da görülebiliyordu.
Tess, "Hâlâ zamanın var," dedi bana. O kadar yakınıma geldi ki çıplak
kolunu kolumda hissettim. Saçları, ekmek ve tarçın kokuyordu. “Bir ay ya da
daha fazla. Eminim o zamana veba ilacı bulmuş olacağız.”

Ailesi ve yuvası olmayan bir kız için Tess şaşırtıcı derecede iyimserdi. Onun
için gülümsemeye çalıştım. “Belki de," dedim. "Belki de birkaç haftaya
hastane güvenliği hafifletir." Ama içten içe bunun böyle olmayacağını
biliyordum.

Günün erken saatlerinde evimize gidip etrafı kolaçan etme riskini göze aldım.
O garip X hâlâ kapımızdaydı. Annem ve John iyi görünüyorlardı, en azından
ayakta dolaşabilecek kadar. Ama Eden... bu kez Eden alnında bir bezle
yataktaydı. Uzaktan bakınca bile biraz kilo kaybettiğini görebiliyordum. Beti
benzi atmıştı, sesi de zayıf ve boğuktu. Daha sonra evimizin arkasında John'la
buluştuğumda bana en son gelişimden beri Eden’ın hiçbir şey yemediğini
söyledi. John'a Eden’ın odasında mümkün olduğunca az durmasını
öğütledim. Bu dengesiz vebanın nasıl yayıldığını kim bilebilirdi? John,
ölmeyeyim diye yeniden çılgınca bir şey yapmamam konusunda beni uyardı.
Buna gülmeden edemedim. John asla açıkça söyleyemeyecekti ama Eden’ın
tek şansının ben olduğumu biliyordum.
Veba, daha Deneme’ye giremeden Eden'ı öldürebilirdi.

Belki de bu gizli bir lütuftu. Eden onuncu doğum gününde kapımızın önünde
bekleyip onu Deneme stadyumuna götürecek otobüse binmek zorunda
kalmayacaktı. Düzinelerce çocuğu stadyum merdivenlerinde takip edip iç
çembere girmeyecek, Deneme gözetmenleri nefes alış verişini ve duruşunu
kontrol ederken koşmayacak, sayfalarca çoktan seçmeli aptal soruyu
cevaplamayacak veya yarım daire halinde oturan sabırsız görevlilerin
karşısında mülakattan geçmek zorunda kalmayacaktı. Daha sonraki
gruplardan birinde, hangi grubun eve geri döneceğini ve hangi grubun o
bahsettikleri "çalışma kamplarına” gideceğini bilmeden beklemek zorunda
kalmayacaktı.

Bilemiyordum. En kötü ihtimali düşünecek olursak, belki de veba daha


merhametli bir çıkış olabilirdi.
"Eden hep hastalanır zaten," dedim bir süre sonra. Ekmekten büyük bir lokma
ısırdım. "Bebekken bir kere neredeyse ölüyordu, bir çeşit suçiçeğine
yakalanmıştı, ateşi, döküntüsü vardı ve bir hafta hiç durmaksızın ağladı.
Askerler neredeyse kapımızı işaretleyeceklerdi. Ama neyse ki veba olmadığı
anlaşıldı ve başka kimseye de bulaşmadı.” Başımı salladım. “John ve ben hiç
hastalanmadık.”
Tess bu sefer gülümsemiyordu. “Yazık Eden'a." Bir süre durup devam etti.
"Seninle ilk karşılaşmamızda ben de çok hastaydım. Ne kadar berbat
göründüğümü hatırlasana.”

Aniden son günlerde kendi dertlerimden bu kadar yakındığım için kendimi


suçlu hissettim. En azından onlar için endişeleneceğim bir ailem vardı.
Kolumu omzuna attım. "Evet, çok kötü görünüyordun.”
Tess gülüyordu ama gözleri hâlâ şehrin ışıklarındaydı. Başını omzuma
yasladı. Onu Nima bölgesindeki bir arka sokakta ilk fark ettiğim, onunla ilk
tanıştığımız haftadan beri yasladığı gibi.

O öğleden sonra durup neden onunla konuştuğumu bilmiyordum, belki


sıcaktan yumuşamıştım ya da tam bir günlük sandviçi çöpe atmış olan bir
restoran bulduğum için iyi bir ruh hali içindeydim.

Ona, “Hey,” diye seslenmiştim.


Çöpün içinden iki kafa daha belirmişti. Şaşkınlıktan irkildim. Diğer ikisi,
yaşlı bir kadın ile ergenlik çağındaki bir çocuktu, hemen çöpten çıkıp sokağın
sonuna doğru kaçtılar. Üçüncüsü, en fazla on yaşlarında olan kız beni
görünce olduğu yerde tir tir titremeye başladı. İskelet gibi sıskaydı, üstü başı
yırtık pırtıktı. Gün ışığında alev gibi parlayan saçları, tam çenesinin altında
kesilmişti.

Biran bekledim, diğerleri gibi onu da korkutmak istemedim. Tekrar, “Hey,"


dedim, “ben de sana katılabilir miyim?”

Tek kelime etmeden bana bakmaya devam etti. Üzerindeki isten yüzünü
seçemiyordum. Cevap vermeyince omuz silkip ona doğru yürümeye
başladım. Belki çöpten işe yarar bir şeyler kurtarabilirdim.
Kızın üç metre yakınına yaklaştığımda boğuk bir çığlık atarak fırladı. O kadar
hızlı koştu ki ayağı takıldı ve asfalta ellerinin üzerine düştü. Topallayarak ona
yaklaştım. Dizimdeki eski yara o zamanlar daha da kötüydü ve o aceleyle
tökezlediğimi hatırlıyorum. "Hey!” dedim. “İyi misin?”

Geri çekilip çizilmiş elleriyle yüzünü korumaya çalıştı. "Lütfen,” dedi.


"Lütfen, lütfen.”

"Lütfen ne" Sonra iç çekip sinirlendiğim için utandım. Gözlerine yaşlar


dolduğunu görebiliyordum. "Ağlama. Canını yakmayacağım.” Yanında
çömeldim. İlk başta inleyip sürünerek kaçmaya çalıştı ama ben hareketsiz
durunca o da durup bana bakmaya başladı. İki dizinin de derisi olduğu gibi
kalkmıştı, altta görünen deri kan kırmızısıydı.
"Yakınlarda mı yaşıyorsun?” diye sordum.

Başını yukarı aşağı salladı. Sonra sanki bir şey hatırlamışçasına sağa sola
sallamaya başladı. “Hayır,” dedi.

“Evine gitmene yardım etmemi ister misin?"


"Evim yok.”

"Yok mu? Ailen nerede?”

Yine başını salladı. Bir of çekip kanvas çantamı yere bıraktım ve ona elimi
uzattım. "Hadi,” dedim, "bacaklarının enfeksiyon kapmasını istemezsin.
Onları temizleyelim, sonra istediğin yere gidebilirsin. Sana yiyeceğimden de
veririm. İyi bir anlaşma, değil mi?”
Elini vermesi uzun sürdü. "Tamam,” diye fısıldadı, sesi o kadar yumuşak
çıkmıştı ki zor duyabildim.

O gece arka sokağında bir çift eski sandalyesi ve yırtılmış bir koltuğu
bulunan bir tefeci dükkânının dışında kamp yaptık. Kızın dizlerini bir bardan
çaldığım alkolle temizledim, çığlık atıp dikkatleri üzerimize çekmemesi için
bir paçavrayı ısırdı. Yaralarına baktığım zaman dışında ona yaklaşmama izin
vermedi. Elim yanlışlıkla saçına veya koluna değdiğinde sanki kaynar su
değmişçesine irkiliyordu. Sonunda onunla konuşmaya çalışmaktan
vazgeçtim. Koltuğu ona verdim, ben de bluzumu yastık yapıp kaldırımda
rahat etmeye çalıştım.

“Sabah ayrılmak istersen gidebilirsin," dedim. “Beni uyandırmak ya da hoşça


kal demek zorunda falan değilsin." Göz kapaklarım ağırlaşıyordu ama o
tamamen uyanık duruyordu, ben uykuya dalarken bile gözlerini kırpmadan
bana bakmayı sürdürdü.

Sabah olduğunda hâlâ oradaydı. Çöpleri karıştırırken, eski kıyafet ya da


yenebilecek yemek artıklarını ayıklarken beni takip ediyordu. Ona gitmesini
söylemeye çalıştım. Ona bağırmayı bile denedim. Onu birkaç kere ağlatmama
rağmen, arkamı döndüğümde hep oradaydı, yakın bir mesafeden beni takip
ediyordu.
İki gece sonra kendi yaktığımız ateşin etrafında otururken sonunda benimle
konuştu. "Adım Tess,” diye fısıldadı. Sonra da tepkimi görmek istercesine
yüzümü incelemeye başladı.

Sadece omuz silktim. "İyi," dedim.

Hepsi bu kadardı. Tess uykusundan fırladı. Kolu kafama çarptı. Başımı


ovalarken, "Ah!" dedim. Acı iyileşmeye başlayan kolumdan geçip gidiyordu.
Cebimde Tess'in kıyafetlerimden aldığı gümüş kurşunların birbirlerine
çarptığını duydum. "Uyanmam için beni dürtsen de olurdu."
Parmağını dudaklarına götürdü. Şimdi tetikteydim. Hâlâ iskelenin altında
oturuyorduk ancak daha günün ağarmasına birkaç saat vardı ve ufuk çizgisi
karanlıktı. Tek ışık kaynağı gölün kenarında sıralanmış birkaç antika sokak
lambasıydı. Tess'e bir bakış attım. Karanlıkta gözleri parlıyordu.

"Bir şey duydun mu?" diye fısıldadı.

Kaşlarımı çattım. Genellikle şüpheli sesleri Tess'den önce fark ederdim ama
bu defa hiçbir şey duyamıyordum. Uzun bir an boyunca olduğumuz yerde
durduk. Dalgaların kıyıya vuruşunu duyuyordum, metale çarpan suyun sesini,
arada yoldan geçen bir arabayı. Tekrar Tess'e baktım, “ilk duyduğun neydi?”
"Sanki... şırıldama gibi geldi,” diye fısıldadı.

Henüz düşünecek zamanım olmadan, iskeleye yaklaşan konuşma ve ayak


sesleri duydum. İkimiz de gölgelere gömüldük. Bu bir erkek sesiydi ve ayak
sesleri de oldukça sert geliyordu. Bir saniye sonra adamın başka biriyle
uygun adım yürüdüğünü fark ettim. Bir çift polisti.

Kendimi kıyı setine iyice bastırdım ve gevşemiş kumlar ve taşlar yerinden


çıktı. Sessizce kumda yuvarlandılar. Sırtım sert ve pürüzsüz bir yüzeye
gelinceye kadar geri geri gittim. Tess de aynısını yaptı.

“Bir şeyler dönüyor,” dedi polislerden biri. "Veba bu sefer Zem bölgesinde
patlak vermiş.”
Başımızın üstünde pat pat yürüyorlardı, siluetlerinin iskelenin başına doğru
yürüdüğünü görebiliyordum. Uzakta, güneşin ilk ışıkları ufku bulanık bir
griye dönüştürüyordu.

"Daha önce orada vebanın çıktığını hiç duymamıştım.”

"Bu seferki daha güçlü bir yapıda olmalı.”


"Ne yapacaklar?”

Diğer polisin ne dediğini duymaya çalıştım fakat bu sefer sesleri mırıltı


halinde geliyordu, biraz uzaklaşmışlardı. Derin bir nefes aldım. Zein bölgesi
buradan en az elli kilometre uzaktaydı; ama ya evimizin kapısındaki garip
işaret bize de bu yeni vebanın bulaştığı anlamına geliyorduysa? Bu konuda
Seçmen ne yapabilirdi?

Tess, "Day,” diye fısıldadı.


Ona baktım. Göle arkasını dönmüş durumdaydı. Kıyı setinde açtığımız
boşluğa bakıyordu. Arkamı dönünce neyi gösterdiğini gördüm. Sırtımı
dayadığım sert yüzey aslında metaldi. Üzerindeki taşı toprağı silkince,
metalin kıyı setinin oldukça içine gömülü olduğunu gördüm. Belki de kıyı
setini tutan şey buydu. Gözlerimi kısıp yüzeyini inceledim.

Tess bana baktı. “İçi boş.”

“Boş mu?” Kulağımı buz gibi metale dayadım. Kulağıma bazı gürültüler
geliyordu; Tess’in daha önce duyduğu tıslama ve çağıltılar. Bu sadece kıyı
şeridini tutsun diye konmuş bir metal yapı değildi. Geriye çekilip metale daha
da yakından bakınca yüzeyine kazınmış semboller gördüm.
Bunlardan biri metale hafifçe kazınmış Cumhuriyet bayrağıydı. Diğeri de
küçük kırmızı bir sayı:
318
JUNE

“ORAYA GİDEN BEN OLMALIYDIM. SEN DEĞİL.”


Dişlerimi sıkıp Thomas’a bakmamaya çalıştım. Bu sözleri Metias söylemiş
de olabilirdi. “Senden daha az şüpheli görünürüm,” diye cevap verdim,
“insanlar bana daha rahat güven duyarlar.” Batalla Binası’nın kuzey
kanadında, Komutan Jameson'ın camın diğer tarafında çalışmasını izliyorduk.
Bugün Kolonilerden gelip gizlice, “Cumhuriyet size nasıl yalan söylüyor!”
diye propaganda yayan bir casusu yakalamışlardı. Casuslar genellikle
Denver’a yollanırdı ama eğer Los Angeles gibi büyük bir şehirde
yakalanırlarsa onları başkentten önce biz alırdık. Şu anda sorgu odasında baş
aşağı sallanıyordu. Komutan Jamesonın elinde bir makas vardı.
Casusa bakmak için başımı biraz eğdim. Kolonilerle ilgili her şeyden nefret
ettiğim gibi ona da daha şimdiden tahammül edemiyordum; Vatanseverlerle
bir bağlantısı yoktu, orası kesindi ama bu onu sadece daha da korkak biri
yapardı. (Şu ana kadar ele geçirdiğimiz her Vatansever, onu tutuklayamadan
kendini öldürmüştü.) Bu casus henüz gençti, muhtemelen yirmili yaşlarının
sonlanndaydı. Ağabeyimle aşağı yukarı aynı yaşlardaydı. Artık Metias’tan
bahsederken geçmiş zaman kullanmaya alışmaya başlamıştım.

Göz ucuyla Thomas’ın hâlâ bana baktığını görebiliyordum. Komutan


Jameson onu resmî olarak ağabeyimin pozisyonuna terfi ettirmişti fakat
Thomas’ın benim bu test görevim üzerinde fazla söz hakkı yoktu ve bu onu
deli ediyordu. Ona kalsa yanımda bir çift güçlü destek ve arkamda beni takip
edecek bir ekip olmadan Lake bölgesine arka arkaya günlerce gizli bir şekilde
gitmeme engel olurdu. Ama bu, yarın sabahtan itibaren yine de
gerçekleşecekti.

“Bak. Benim için endişelenme.” Camdan bakınca casusun acı içinde


kıvrandığını görebiliyordum. “Kendi başımın çaresine bakabilirim. Day aptal
değil, eğer şehrin içinde beni takip eden bir ekip olursa hemen fark
edecektir.”
Thomas sorguya geri döndü, “işini iyi yaptığının farkındayım,” diye
yanıtladı. Ardından gelecek amayı bekledim. Gelmedi. “Mikrofonunu açık
tut, yeter. Ben de buradaki işlerin icabına bakayım.” Gülümsedim.
“Teşekkürler.” Bana bakmadı ama dudaklarının kenarlarının kıvrıldığını
görebiliyordum. Belki de o ve Metias’la birlikte takıldığımız, onlara ordunun
işleyişi hakkında gülünç sorular sorduğum zamanları hatırlıyordu.

Camın ardındaki casus birden Komutan Jameson’a bağırdı ve zincirlerini


şiddetle sallamaya başladı. Komutan bize bir bakış atıp eliyle içeri gelmemizi
işaret etti. Tereddüt etmedim. Thomas, ben ve sorgu odasının yakınında
duran bir başka asker hemen içeri girip duvara dizildik. Anında odanın ne
kadar sıcak ve havasız olduğunu hissettim. Tutuklunun çığlıklar atmaya
devam edişini izledim. Komutan Jameson a, “Ona ne dediniz?” diye sordum.
Bana baktı. Gözlerindeki ifade buz gibiydi. “Ona hava gemilerimizin bir
sonraki hedefinin onun yaşadığı şehir olacağım söyledim.” Tutukluya geri
döndü. “Eğer kendi için neyin iyi olduğunu biliyorsa bizimle işbirliği
yapacaktır.”

Casus sırayla hepimize kızgın bir bakış attı. Ağzından çıkan kan alnına akıp
oradan da başının altındaki zemine damladı. Her sallandığında Komutan
Jameson boynundaki zincire basıp durana kadar onu boğuyordu.

Şimdi de bize hırlayıp botlarımıza kan tükürdü, tiksinerek ayağımı yere


sildim.

Komutan Jameson eğilip ona gülümsedi. “Baştan alalım, olmaz an? Adın
ne?”

Casus gözlerini başka tarafa çevirdi ve cevap vermedi. Komutan Jameson iç


çekip Thomas’a işaret verdi. “Ellerim yoruldu,” dedi. “Sen devral.”

“Evet, efendim.” Thomas selam verip ileri adım atlı. Çenesini sıkıp
yumruğunu casusun karnına geçirdi. Casusun gözleri yerinden fırladı, yere
daha fazla kan tükürdü. Dikkatimi kıyafetinin ayrıntılarına verdim. (Pirinç
düğmeler, asker botları, kolunda mavi bir rozet. Bu onun asker kılığına
girdiğini ve orada yaşayan herkesin bu rozeti takması zorunlu olan San
Diego’nun yakınlarında yakalandığı anlamına geliyordu. Onu neyin ele
verdiğini de görebiliyordum. Pirinç düğmelerden biri Cumhuriyet’te üretilen
diğer düğmelerden biraz daha düz görünüyordu. O düğmeyi kendisi eski bir
Koloniler üniformasından eklemiş olmalıydı. Aptallık etmişti. Sadece Koloni
casuslarının yapacağı bir hataydı.)

Komutan Jameson tekrar, “Adın ne?” diye sordu. Thomas bir bıçak çıkarıp
casusun parmaklarından birini tuttu.
Casus yutkundu. “Emerson.”

“Emerson ne? Açık konuş.”

“Emerson Adam Graham.”


Komutan Jameson neşeli, tatlı bir sesle, “Doğu Texas’tan Bay Emerson
Adam Graham,” dedi. “Sizinle tanıştığıma memnun oldum, genç beyefendi.
Söyleyin bana Bay Graham, Koloniler sizi neden bizim güzel
Cumhuriyetimize gönderdi? Yalanlarını yaymanız için mi?”

Casus bir kahkaha attı. “Güzel Cumhuriyet’miş,” diye tersledi.


“Cumhuriyetiniz on sene bile daha dayanamayacak. Çok da iyi olacak.
Koloniler topraklarınızı ele geçirdiğinde onlar sizin hiç yapamadığınız
kadar...”

Thomas casusun suratına bıçağının kabzasıyla bir tane geçirdi. Yere bir diş
yuvarlandı. Thomas’a baktım; saçları yüzüne düşmüş ve her zamanki
sevecenliğinin yerini zalimce bir zevk almıştı. Kaşlarım çatıldı. Thomas’ın
yüzünde bu ifadeyi çok sık görmüyordum; kanımı dondurdu.
Komutan Jameson, casusa bir kez daha vurmadan Thomas’ı durdurdu.
“Tamam. Dostumuzun Cumhuriyet hakkında söyleyeceklerini bir dinleyelim,
bakalım.”

Casusun yüzü çok uzun süre baş aşağı asılı durmaktan kıpkırmızı olmuştu.
“Siz buna Cumhuriyet mi diyorsunuz? Kendi insanlarınızı öldürüyor, eskiden
kardeşleriniz olan insanlara işkence ediyorsunuz.” Bu lafları duyunca
gözlerimi devirdim. Koloniler onların ülkeyi ele geçirmesinin iyi bir şey
olacağına inanmamızı istiyordu. Sanki bizi topraklarına katıyorlar ya da bize
bir iyilik yapıyorlarmış gibi. İşte bizi böyle görüyorlardı, zavallı küçük bir
sınır ülkesi, sanki daha güçlü olan kendileriymiş gibi. Bu fikir onların işine
geliyordu tabii çünkü sellerin onların topraklarını bizim topraklarımızdan çok
daha fazla tahrip ettiğini duymuştum. Olay hep buydu zaten, toprak, toprak,
toprak. Ancak bir birliğe hiç dönüşmedik; asla da dönüşmeyecektik. Ya
onları yenecek ya da denerken ölecektik. “Size hiçbir şey söylemeyeceğim.
Ne isterseniz yapın ama size hiçbir şey söylemeyeceğim.” Komutan Jameson,
Thomas’a gülümsedi, o da aynı şekilde karşılık verdi. “Eh, Bay Graham’ı
duydun,” dedi. “Ne istersen yapabilirsin.” Thomas onunla ilgilenmeye
başladı ve bir süre sonra casusu zapt edebilmek için diğer asker de ona
yardım etti. Ondan zorla bilgi alırlarken kendimi oraya bakmaya zorladım.
Bunu öğrenebilmem, buna alışabilmem gerekiyordu. Casusun çığlıklarından
kulaklarım çınlıyordu. Saçlarının benimki gibi düz ve siyah, teninin açık ve
görünüşünün genç olmasının bana Metias’ı hatırlattığını tekrar tekrar
görmezden gelmeye çalıştım. Kendime Thomas’ın şu anda işkence ettiği
kişinin Metias olmadığını söyledim. Bu imkânsızdı.

Metias’a kimse işkence edemezdi. O çoktan ölmüştü.


O gece Thomas beni eve bırakıp gitmeden önce yanağımdan öptü. Bana
dikkatli olmamı ve mikrofonumdan iletilecek her şeyi dinliyor olacağını
söyledi. “Herkes sana göz kulak olacak,” diye beni rahatlattı. “Sen
istemediğin sürece yalnız değilsin.”

Ona gülümsemeyi başardım. Gittiğimde ondan Ollie'ye bakmasını rica ettim.

Sonunda daireme girdiğimde koltuğa kıvrılıp kolumu Ollie’nin üzerine


koydum. Sakince uyuyordu ama kendini sıkı sıkı koltuğun kenarına
bastırmıştı. Herhalde o da Metias’ın yokluğunu benim kadar hissediyordu.
Büyük sehpada Metias’ın yatak odasındaki dolaptan aldığım ailemizin eski
fotoğrafları yığınlar halinde camın üzerine saçılmıştı. Aynı şekilde Metias’ın
günlükleri ve birlikte yaptığımız şeylerle ilgili hatıraları -bir opera, geç saatte
yenen akşam yemekleri, koşu sahasında erken yapılan antrenmanlar-
sakladığı bir defter de oradaydı. Thomas gittiğinden beri bunlara bakıyordum,
belki Thomas benimle konuşmak istediği şeyden bunların içinde bir yerde
bahsetmiştir diye. Metias’m yazdığı sayfaları karıştırıp babamın fotoğrafların
altına yazmaktan hoşlandığı küçük notları tekrar tekrar okudum. İçlerinden en
yenisi annem ile babamın genç Metias’la birlikte Batalla Binası’nın önünde
durduğu fotoğraftı. Üçü de başparmaklarım yukarı kaldırmıştı. Metias’ın
geleceği burada! 12 Mart. Gözüm tarihe takıldı, Bu fotoğraf onlar ölmeden
birkaç hafta önce çekilmişti.

Ses kayıt cihazım sehpanın kenarındaydı. Parmaklarımı iki kere şıklatıp


Day’in sesini tekrar tekrar dinledim. Bu ses kime ait olabilirdi? Day’in nasıl
göründüğünü hayal etmeye çalıştım. Genç ve canlıydı, büyük ihtimalle
sokakta geçirdiği yıllardan dolayı da zayıftı. Hoparlörlerden gelen ses o kadar
çatlak ve boğuktu ki çoğu kısmını anlayamadım.

“Bunu duyuyor musun, Ollie?” diye fısıldadım. Ollie horlayıp başını elime
sürttü. “İşte bu adam. Ben de onu yakalayacağım.”

Day’in sözleri kulağımda çınlarken uykuya daldım.

SAAT 06:25
Lake bölgesindeydim, doğmakta olan güneşin su değirmenleri ve türbinleri
altın rengine boyamasını izliyordum. Suyun kenarında havada sürekli asılı
duran bir duman tabakası vardı. Gölün daha da ilerisinde, kıyının tam
kenarında Los Angeles şehir merkezini görebiliyordum. Bir sokak polisi
yaklaşıp bana aylak aylak dolaşmamamı, ilerlememi söyledi. Tek kelime
etmeden onayladım ve kıyıdan yürümeye devam ettim.

Uzaktan bakıldığında etrafımda yürüyenlerden bir farkım yoktu. Yarım kollu


gömleğimi Lake ve Winter arasındaki sınırda bulunan bir ikinci el
mağazasından almıştım. Pantolonum yırtıktı ve pislik içindeydi; botlarımın
derisi dökülüyordu. Bağcıklarımı bağlamak için kullandığım düğüme çok
dikkat ettim. Basit bir Rose düğümüydü, herhangi bir işçinin kullanabileceği
bir düğüm. Saçımı yukarıdan sıkı bir şekilde topladım. Üstüne de gazeteci
çocukların giydiği kasketlerden taktım.

Day’in kolyesi cebimde güzelce duruyordu.

Buralarda sokakların ne kadar pislik içinde olduğuna inanamıyordum. Büyük


olasılıkla Los Angeles’ın yıkık dökük varoş mahallelerinden bile beterdi.
Yer, deniz seviyesine yakındı (hepsi birbirine benzeyen diğer yoksul
bölgelerin aksine), bu yüzden her fırtına çıktığında gölü aşarak kıyı boyunca
dizilen bütün sokakları, lağım suyuyla karışık kirli bir sele boğuyordu.
Binaların hepsi dökülüyordu, sıvaları kabarmıştı; tabii ki polis merkezi hariç,
insanlar, duvarlara yığılmış çöpler sanki orada değillermiş gibi yanlarından
geçip gidiyordu. Sokak köpekleri ve sinekler çöplüklerde dolaşıyordu; tıpkı
insanlar gibi. Kokuyu alınca yüzümü buruşturdum; isli fener, makine yağı,
kanalizasyon kokuyordu. Sonra kendimi toparladım, eğer bir Lake yerlisi gibi
davranacaksam bu kokuya alışık olmam gerektiğini fark ettim.

Geçerken birkaç adam bana sırıttı. Hatta içlerinden biri bana seslendi. Onları
görmezden gelip yoluma devam ettim. Denemelerini bile ancak geçebilmiş
bir it sürüsüydü işte. Acaba bu insanlar aşı olmuş olsam bile bana veba
bulaştırırlar mı diye merak ettim. Kimbilir nerelerde bulunmuşlardı...
Sonra birden duruverdim. Metias bana yoksul insanları hiçbir zaman bu
şekilde yargılamamamı söylemişti. Eh, ne de oha o benden daha iyi biriydi,
diye düşündüm acı acı. Yanağımdaki küçük mikrofon biraz titredi. Daha
sonra da küçük kulaklığımdan kısık bir ses duydum. “Bayan
Iparis.”Thomas’ın sesi sadece benim duyabileceğim şekilde mırıltıyla
çıkıyordu. “Her şey yolunda mı?”

“Evet,” diye mırıldandım. Küçük mikrofon boğazımın titreşimlerini alıyordu.


“Lake merkezindeyim. Bir süreliğine bağlantıyı kesiyorum.” Thomas,
“Anladım,” dedi ve ses kesildi.

Mikrofonu kapatmak için dilimi şaklattım.


ilk sabahın büyük kısmını çöplerde bir şeyler anyormuş gibi yaparak
geçirdim. Diğer dilencilerden veba kurbanları, polislerin nerelerden
tedirginlik duyduğu ve nerelerin iyileşmeye başladığı hakkında hikâyeler
dinledim. Yiyecek ve temiz su bulabilecek en iyi yerlerden, kasırga çıktığında
saklanılacak en iyi yerlerden konuşuyorlardı. Dilencilerin bazıları henüz
Denemeye giremeyecek kadar küçük görünüyorlardı. En küçükleri ailelerini
anlatıyor ya da bir askerden nasıl bir şeyler çalınabileceğinden bahsediyordu.

Ama kimse Day’den konuşmuyordu.


Saatler nihayet geceyi gösterdi. Dinlenmek için birkaç dilencinin uyumakta
olduğu sessiz bir sokak bulduğumda karardık bir köşeye kıvrılıp dilimle
mikrofonumu açtım. Sonra cebimden Day’in kolyesini çıkardım, üzerindeki
çıkıntıları inceleyebilmek için hafifçe kaldırdım.

“Bu gecelik benden bu kadar,” diye mırıldandım. Boğazım belli belirsiz


titredi.
Kulaklığım statik yüzünden hafifçe çatırdadı. Thomas, “Bayan Iparis?” dedi.
“Bugün şansın yaver gitti mi?”

“Hayır, hiçbir şey olmadı. Yarın halka açık bazı yerleri deneyeceğim.”
“Tamam. Burada yedi-yirmi dört bekleyen adamlarımız olacak.” Aslında
Thomas’ın orada sadece kendisinin durup beni dinleyeceğini söylemek
istediğini biliyordum. “Teşekkürler,” diye fısıldadım. “Bağlantıyı
kesiyorum.” Mikrofonumu dilimle kapattım. Karnım guruldadı. Bir kafe
mutfağının arkasında bulduğum bir dilim tavuğu çıkarıp üzerindeki soğuk
yağa aldırış etmeden yemeye çalıştım. Eğer bir Lake’li gibi yaşamam
gerekiyorsa bir Lakeli gibi de yemem gerekiyordu. Belki de bir iş
bulmalıydım. Bu fikir karşısında gülmemek için kendimi zor tuttum.

Sonunda uykuya daldım ve kötü bir rüya gördüm, rüyamda Metias da vardı.
Ertesi gün de ondan sonraki gün de işe yarar bir şey bulamadım. Saçlarım
sıcaktan ve dumandan birbirine girip solmuş, yüzüm kirle kaplanmıştı.
Göldeki yansımama baktığımda tam bir sokak dilencisine benzediğimi
gördüm. Her şey pislik içindeydi. Dördüncü gün, Lake ve Blueridge’in
kıyısından yürüyüp zamanımı barların bulunduğu bölgede geçirmeye karar
verdim.

İşte o zaman başıma bir şey geldi. Bir Skiz dövüşüne rastladım.
DAY

BİR SKİZ DÖVÜŞÜNÜ İZLEMENİN -VE BAHİS YAPMANIN- kuralları


basitti.
1. Kazanacağını düşündüğünüz kişiyi seçin.
2. Paranızı ona yatırın.
Olay bundan ibaretti. Tek sorun, halka açık bir bahse giremeyecek kadar kötü
şöhretli olup polis tarafından yakalanmanız olurdu.
Öğleden sonra yıkık dökük, tek katlı bir deponun bacasının arkasında
çömelmiş bekliyordum. Durduğum yerden bakınca hemen yandaki terk
edilmiş binada toplanmış kalabalığı görebiliyordum. Hatta konuşmaların bir
kısmını duyabilecek kadar yakındım.

Ve Tess. Tess onlarla birlikteydi; kargaşada narin bedeni neredeyse


kaybolmuştu, yanında para kesemiz ve yüzünde gülümsemesiyle aşağıdaydı.
Diğer bahisçiler dövüşçülerden bahsederken onları dinleyişini izledim.
Kendisi de onlara birkaç soru sordu. Gözlerimi ondan ayırmaya cesaret
edemiyordum. Rüşvetlerinden memnun olmayan bazı sokak polisleri, arada
sırada Skiz dövüşlerini bölebiliyor, giderken de birkaç kişiyi tutukluyordu ve
bu yüzden Tess’le birlikte dövüş izlerken asla kalabalığın içinde
olmuyordum. Eğer beni yakalayıp parmak izimi alırlarsa, ikimizin de işi
biterdi. Ancak Tess ince ve açıkgözdü. Bir baskından benden çok daha kolay
bir şekilde kaçabilirdi. Fakat bu onu yalnız bırakacağım anlamına
gelmiyordu.
Tess genç bir bahisçinin esprisine gülmek için durduğunda sessizce, "Hadi
ilerle kuzen, ilerle,” diye mırıldandım. Ona fazla yaklaşma, seni aşağılık.

Kalabalığın bir ucundan gürültü koptu. Gözlerim bir an oraya kaydı.


Dövüşçülerden biri kollarını sallayıp bağırarak izleyicileri coşturuyordu.
Güldüm. Kalabalığın tezahüratından anladığım kadarıyla kızın adı Kaede’ydi.
Kaede birkaç gün önce Alta bölgesinden geçerken karşılaştığım barmen
kızdı. Bileklerini esnetip zıplıyor, kollarını sallıyordu.
Kaede bir maç kazanmıştı. Skiz'in gayriresmî kurallarına göre şimdi bir
raundu kaybedene kadar -rakibi onu yere serene kadar- dövüşmek
zorundaydı. Kazandığı her sefer için rakibine yatırılan paranın belli bir
kısmını alıyordu. Gözlerim rakibi olarak şimdi seçtiği kıza döndü. Esmer
tenli bir kızdı; kaşları çatık, ifadesi belirsizdi. Gözlerimi devirdim. Herhalde
kalabalık bu maçı kimin kazanacağını tahmin etmekte güçlük çekmemişti. Bu
yeni rakip Kaede onu hayatta bırakırsa şansına şükretmeliydi.

Tess kimsenin ona bakmadığı bir anda hızlıca bana bir bakış attı. Bir
parmağımı havaya kaldırdım. Sırıtıp göz kırptı ve tekrar kalabalığa döndü.
Bahisleri düzenleyen kişiye -iyi kıyım bir herife-parayı verdi. Kaede’ye 1000
Not yatırdık.
Dövüş bir dakikadan az sürdü. Kaede erkenden hızlıca saldırdı, kızın üzerine
hücum edip yüzüne acımasızca darbeyi indirdi. Diğer kız bocaladı. Kaede
onunla sanki bir kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu, sonra yüzüne
aniden yumruk çaktı. Rakibi başını betona vurarak yere yapıştı ve
sersemleyip kaldı. Nakavt. Kalabalık tezahürat ediyordu, birkaç kişi de kızı
apar topar ringden çıkarttı. Tess’le kısa biran birbirimize gülümsedik,
kazandıklarımızı alıp keseye koydu. 1500 Not. Yutkundum, çok
heyecanlanmamam gerektiğini hatırlattım kendime. Bir şişe ilaca bir adım
daha yaklaştık.

Dikkatimi yine kalabalığa verdim. Kaede saçlarını savurup seyircilere pozlar


veriyor, onlar da iyice çıldırıyordu. "Sıradaki."

Kalabalık tezahürat yapıyordu. "Seç! Seç!”


Kaede çembere bakarken başını sallıyor ya da bazen yana doğru yatırıyordu.
Gözlerim Tess’in üzerindeydi. Uzun boylu birkaç adamın arkasında,
parmaklarının ucunda dikiliyor, daha iyi görmek için uğraşıyordu. Çekinerek
omuzlarına dokunuyor, bir şeyler söyleyip ileri geçiyordu. Bunu görünce
dişlerimi sıkıyordum. Bir dahaki sefere yanında olacaktım, böylece
omuzlarıma oturup dikkatleri üzerine çekmeden dövüşü izleyebilirdi.

Bir saniye sonra ayağa fırladım. Biraz daha iri bir bahisçiyi seçmeye
çalışıyordu. Adam ona kızgınca bağırdı ve Tess daha özür dileyemeden onu
ringe doğru savurdu. Tökezledi ve kalabalık kahkahalara boğuldu.

Göğsümden öfke yükseldi. Kaede bütün bunlar karşısında eğlenmiş gibi


görünüyordu. "Bana rakip mi olacaksın, çocuk?” diye bağırdı. Yüzünde bir
sırıtış belirdi. “Seninle eğlenebiliriz aslında.” Tess etrafına bakıyordu,
afallamıştı. Kalabalığa geri girmeye çalıştı ama onu engelliyorlardı.
Kaede'nin Tess'e başını salladığını görünce yerimden kalktım. Bu gerzek,
Tess'i seçecekti.
Nah seçerdi. Ben varken bu mümkün değildi. Eğer Kaede hayatta kalmak
istiyorsa bu olmazdı.

Birden aşağıdan bir ses çınladı. Durdum. Kızın biri ringin önüne kadar
gelmiş, Kaede’ye gözlerini dikmiş bakıyordu. Gözlerini devirdi. "Pek de adil
bir dövüş sayılmaz,” diye seslendi.

Kaede güldü. Kısa bir sessizliğin ardından ona seslendi: “Kimsin sen,
benimle nasıl konuşuyorsun? Benden daha iyi olduğunu mu sanıyorsun, ha?”
Diğer kızı işaret etti, kalabalık da tezahürata başladı. Tess'in tekrar
kalabalığın içine karıştığını gördüm. Bu yeni kız isteyerek veya istemeyerek
Tess’in yerini almış oldu. Derin bir oh çektim. Sakinleşmeyi başarınca
Kaede’nin yeni rakibine daha yakından baktım. Tess’den çok da uzun
sayılmazdı, Kaede'den ise kesinlikle daha hafifti. Bir saniye için sanki
kalabalığın ilgisi onu rahatsız etmişti; gerçek bir rakip gibi durmuyordu, ta ki
onu tekrar incelemeye başlayana kadar. Hayır, bu kızın bir öncekiyle uzaktan
yakından bir ilgisi yoktu. Tereddüdünün sebebi dövüşmekten veya
kaybetmekten korkması değil, düşünüyor olmasıydı. Hesaplıyordu. Siyah
saçlarını başının arkasında toplamıştı, bedeni ince ve atletikti. Elini kalçasına
koymuş, kendinden emin bir şekilde duruyordu. Sanki dünyada hiçbir şey
onu hazırlıksız yakalayamazmış gibiydi. Yüzüne hayran hayran bakarken
buldum kendimi.
Kısa bir an için etrafımda neyin dönüp bittiğinin farkına varamadım.

Kız Kaede’ye başını salladı. Bu da beni şaşırttı; şu ana kadar kimsenin dövüş
davetini reddettiğini görmemiştim. Herkes kuralları bilirdi: Seçilirsen
dövüşürsün. Bu kız kalabalığın öfkesinden korkmuyor gibi görünüyordu.
Kaede gülüp duyamadığım bir şeyler söyledi. Ancak Tess duydu ve bana
endişeyle baktı.

Bu sefer kız başını onaylarcasına salladı. Kalabalık bir kez daha tezahürat etti
ve Kaede gülümsedi. Bacanın ardından biraz daha eğildim. Bu kızda bir şey
vardı... Ne olduğunu bilmiyordum. Ama gözleri ışıkta alev alev yanıyordu,
hava sıcak olduğundan mı, yoksa hayal mi görüyordum, bilmiyordum ama
sanki yüzünde bir gülümseme vardı.
Tess bana sorgulayan bir bakış attı. Kısa bir an için tereddüt ettim, sonra yine
bir parmağımı kaldırdım. Bu gizemli kıza, Tess'e yardım ettiği için
minnettardım ama ortaya paramı koyduğum için riske girmemeyi seçtim.
Tess, "Evet,” dedi, sonra da paramızı Kaede’ye yatırdı.

Ama yeni kız ringe girer girmez, duruşunu gördüğüm anda büyük bir hata
yaptığımı anladım. Kaede âdeta bir boğa, bir şahmerdan gibi dövüşüyordu.

Rakibiyse bir engerek yılanı gibiydi.


JUNE

DÖVÜŞÜ KAYBETMEKTEN KORKMUYORDUM.


Asıl korktuğum yanlışlıkla rakibimi öldürmekti.
Ama şimdi kaçarsam beni kesin öldürürlerdi.
Kendimi sessizce cezalandırdım; nasıl bir oyuna girmiştim böyle? Bu bahisçi
kalabalığı gördüğümde onlara hiç karışmamayı planlıyordum. Dövüşe
bulaşmayı hiç istemedim. Burası, sokak polislerine yakalanıp sorgulamaya
merkeze götürülmek için hiç de iyi bir yer değildi. Ama yine de böyle bir
kalabalıktan değerli bilgiler edinebileceğimi düşündüm. Ahalinin çoğu
buradaydı, hatta Day’i birebir tanıyan birileri bile çıkabilirdi. Tabii ki Day’i
Lake’de kimse tanımıyor olamazdı, eğer onu tanıyan birileri varsa onlar da
yasadışı Skiz dövüşlerini izleyenlerdendi.
Ama ringe soktukları cılız kız konusunda hiçbir şey yapmamalıydım. Kendi
başının çaresine bakmasına izin vermeliydim.

Artık çok geçti.

Kaede isimli kızla ringde karşı karşıya geldik; başını hafifçe yana yatırıp
bana sırıttı. Derin bir nefes aldım. Etrafımda dönmeye başladı, beni bir av
gibi gözlüyordu. Duruşunu inceledim. Sağ ayağı öndeydi. Solaktı. Bu onun
için bir avantajdı, rakiplerini hazırlıksız yakalayabilirdi ama ben bunun için
eğitimliydim. Yürüyüş şeklimi değiştirdim. Kulaklarım gürültüden
boğuluyordu.
Önce onun saldırmasına izin verdim. Dişlerini gösterip bütün hızıyla
yumruğu havada bir şekilde hücum etti. Tekme atmaya hazırlandığım
görebiliyordum. Yana doğru bir adım attım. Tekmesi beni ıskaladı.
Durumdan faydalanıp arkası dönükken sert bir şekilde saldırdım. Dengesini
kaybedip neredeyse düşecekti. Bu sırada kalabalık tezahürat ediyordu.

Kaede tekrar bana döndü. Gülümsemesi yüzünden silinmişti; onu


sinirlendirmeyi başarmıştım. Tekrar bana hücum etti. İlk iki yumruğunu
bloke ettim ama üçüncü yumruk çeneme geldi ve başımı döndürdü.

Vücudumdaki her hücre bunu şu anda bitirmemi söylüyordu. Fakat sinirimi


yatıştırdım. Eğer fazla iyi dövüşürsem insanlar şüphelenebilirdi. Dövüş stilim
sıradan bir sokak dilencisi için fazla kusursuzdu.
Kaede’nin bana son bir kez vurmasına izin verdim. Kalabalık coştu. Tekrar
gülümsemeye başladı, kendine güveni geri geldi. Tekrar atılmaya hazır olana
kadar bekledim. Sonra ileri atıldım, eğilip çelme taktım. Bunu öngöremeyen
Kaede sırtının üzerine kötü bir şekilde düştü. Kalabalık memnun bir şekilde
bağırıyordu.

Kaede kendini ayağa kalkmaya zorladı ama normalde çoğu Skiz dövüşünde
böyle bir düşüşten sonra bu raunt biterdi. Ağzından akan kanı elinin tersiyle
sildi. Daha soluk bile alamadan kızgın bir şekilde haykırarak tekrar saldırdı.
Bileğinin yanındaki parıltıyı görmem gerekirdi. Kaede yan tarafıma
yumruğunu geçirdi, korkunç, keskin bir acı hissettim. Onu savurdum. Bana
göz kırpıp tekrar etrafımda dönmeye başladı. Yan tarafımı tuttum, o anda
belimde sıcak ve ıslak bir şey hissettim. Darbenin indiği yere baktım.

Bıçak yarasıydı. Derimi sadece tırtıklı bir bıçak böyle yırtmış olabilirdi.
Kaede’ye bakıp gözlerimi kıstım. Skiz dövüşlerinde silah kullanılmaması
gerekirdi ama bu pek de kalabalığın bütün kurallara uyduğu bir dövüş
sayılmazdı.
Acıdan başım dönüyor, sinirleniyordum. Kuralları yok mu sayacaktık? Peki,
öyle olsun.

Kaede bana yeniden saldırdığında uzağa fırlayıp kolunu sıkıca tutarak


çevirdim. Bir hamleyle kolunu kırdım. Acıyla çığlık attı. Uzaklaşmaya
çalıştığında onu tutmaya devam ettim, yüzünden kanın çekildiğini görene
kadar kırılan kolunu çevirdim. Askılı atletinin altından bir bıçak kayıp yere
şangırtıyla düştü. (Tam da tahmin ettiğim gibi tırtıklı bir bıçaktı. Kaede
sıradan bir sokak dilencisi değildi. Köyle güzel bir silah satın alabilecek
kadar işinin ehliydi; bu da onun geçimini Day’le aynı yollardan sağlıyor
olabileceğini gösterirdi. Eğer gizleniyor olmasaydım onu şu anda gözaltına
alıp sorgulama için götürürdüm.) Yaram sızlıyordu ama dişlerimi kenetleyip
kolunu sıkıca Tutmaya devam ettim. Sonunda Kaede diğer eliyle çılgın gibi
bana işaret vermeye başladı. Onu bıraktım. Dizlerinin ve sağlam kolunun
üzerine yığıldı. Kalabalık çıldırdı. Olabildiğince sıkı bir şekilde yarama
bastırdım ve etrafıma baktığımda paranın el değiştirdiğini gördüm. İki kişi
Kaede’yi ringin dışına taşıdı (arkasını dönmeden önce bana nefret dolu bir
bakış fırlattı) ve izleyicilerin geri kalanı tekrar tezahürata başladı.

“Seç! Seç! Seç!”


Belki de yaranın baş döndüren acısı beni umursamaz bir hale getirmişti. Artık
öfkemi gizleyemiyordum.Tek kelime etmeden döndüm, gömleğimin kollarını
sıyırıp yakamı yukarı kaldırdım. Sonra da ringden dışarı adım atıp çemberi
yararak dışarı çıktım.

Kalabalığın tezahüratları değişti. Yuhalamaların başladığını duydum.


Mikrofonumu açıp Thomas’a asker göndermesini söylemek istedim ama
sesimi çıkaramadım. Hiçbir seçeneğim kalmadığında yardım çağıracağıma
söz vermiştim ama bir sokak dövüşü yüzünden kimliğimi açığa
çıkarmayacaktım.

Binanın dışına çıkmayı başardığımda, arkama bakmaya cüret ettim. Yarım


düzine seyirci beni takip ediyordu, çoğu sinirden köpürmüştü. Bunlar
kumarbaz, diye düşündüm, durumu en çok önemseyenler onlar. Onları
görmezden gelip yürümeye devam ettim.
İçlerinden biri, “Buraya geri dön!” diye bağırdı. “Öyle istediğin an
gidemezsin!”

Koşmaya başladım. Bu bıçak yarasına lanet olsun. Büyük bir çöp kutusuna
ulaşıp kendimi üzerine savurdum, sonra da ikinci kattaki bir pencere eşiğine
zıplamaya hazırlandım. Yeterince yükseğe tırmanabilirsem beni
yakalayamazlardı. Olabildiğince yükseğe zıplayıp bir elimle pencere eşiğine
tutunmayı başardım.

Ama yara beni yavaşlattı. Biri bacağımdan tutup beni hızla yere çekti.
Dengemi yitirip duvara sürtünerek yere düştüm. Kafamı, dünyamı altüst
edecek kadar hızla çarptım. Sonra üstüme çıktılar, beni çekiştirerek ayağa
kaldırıp çığlıklar atan kalabalığa geri götürmeye çalıştılar. Kafamı
toparlayabilmek için mücadele ediyordum. Gözlerimde ışıklar patlıyordu.
Mikrofonu açmaya çalıştım ancak kuruyan dilimi, istediğim gibi hareket
ettiremiyordum. Thomas, diye fısıldadım ama ağzımdan Metias çıktı.
Gözlerim görmez bir halde ağabeyime elimi uzattım ama artık elimi tutmak
için orada olmadığını hatırladım.

Aniden bir pat sesi geldi ve birkaç kişinin çığlığını duydum, hemen ardından
beni bıraktılar. Tekrar yere düştüm. Ayağa kalkmaya çalıştım fakat
tökezleyip yine yere kapaklandım. Bu toz nereden gelmişti? Gözlerimi kısıp
görmeye çalıştım, hâlâ izleyenlerin gürültüsünü, kargaşasını duyabiliyordum.
Biri toz bombası atmış olmalıydı.
Kalkmamı söyleyen bir ses duydum. Yan tarafıma baktığımda bana elini
uzatan bir çocuk gördüm. Açık mavi gözleri, kirli bir yüzü ve yıpranmış bir
şapkası vardı; sanırım hayatımda gördüğüm en güzel çocuktu.

“Hadi,” diye ısrar etti. Elini tuttum.

Toz ve kargaşanın içinden sokağı aceleyle geçip akşamın uzayan


gölgelerinde kaybolduk.
DAY

BANA ADINI SÖYLEMEDİ. Sebebini anlıyordum. Lake sokaklarında yaşayan birçok


çocuk kimliğini gizli tutmaya çalışırdı, özellikle de Skiz dövüşü gibi yasadışı bir şeye
katıldıktan sonra. Ayrıca, adını bilmek falan istemiyordum. Bahsi kaybettiğim için hâlâ
kızgındım. Kaede'nin yenilgisi bana 1000 Not kaybettirmişti. O parayla bir şişe ilaç
alacaktım. Zamanımız doluyordu ve hepsi bu kızın suçuydu. Ne kadar aptaldım. Eğer
Tess’i ringden kurtarmasaydı, ben de onu kendi başının çaresine baksın diye bırakırdım.

Ama o zaman da Tess bana bütün gün acıklı gözlerle bakardı. Bu yüzden yapmadım.

Tess, Kız’ın -sanırım ona artık böyle diyecektim- yan tarafındaki yarayı temizlemesine
elinden geldiğince yardım ederken sorular sormaya devam etti. Nöbet tutuyordum. Skiz
dövüşünden ve toz bombasından sonra üçümüz eski bir kütüphanenin balkonunda kamp
kurduk. (Bütün bina yıkılıp bu katın tamamı havaya açık kaldıysa burası hâlâ balkon
sayılır mıydı?) Aslında bütün katların duvarları yıkılmıştı. Kütüphane şu anda neredeyse
tamamı gölün doğu kıyısından yüzlerce metre uzakta, su altında olan eski gökdelenin
parçasıydı, her yerini yabani otlar sarmıştı. Bizim gibi insanların korunak bulması için iyi
bir yerdi. Hâlâ kızı aramakta olan kızgın bahisçiler var mı diye kıyı şeridindeki sokakları
taradım. Balkonun kenarında oturduğum yerden arkama dönüp baktım. Kız, Tess'e bir
şeyler söyledi, Tess de çekinerek gülümsedi.

"Adım Tess," dediğini duydum. Benim ismimi ona söylemeyeceğini biliyordum ama
konuşmaya devam etti. “Lake’in neresindensin? Başka bir bölgeden mi?” Tess, kızın
yarasını inceledi. "Kötü bir yara ama iyileşecek. Sabah senin için biraz keçi sütü bulmaya
çalışacağım. Sana iyi gelecektir. O zamana kadar üzerine tükürmek zorundasın.
Enfeksiyon kapmaması için.”

Kızın yüzünden bunu zaten bildiğini anlayabiliyordum. Tess'e, "Teşekkür ederim,” diye
fısıldadı. Bana bakarak, "Yardımın için minnettarım," dedi. Tess yeniden gülümsedi fakat
ben onun bile bu yeni misafirden biraz tedirgin olduğunu hissedebiliyordum.

"Ben de sana yardımın için minnettarım.”

Çenem kasıldı. Bir saat sonra gece olacaktı ve görevlerim arasına yaralı bir yabancı daha
eklenmişti.

Bir süre sonra kalkıp Tess ve Kız’a katıldım. Uzaklarda bir yerden Cumhuriyet andının
şehir hoparlörlerinden gelen sesi duyuluyordu. "Bu gece burada kalacağız.” Kıza baktım.
"Nasılsın?” "İyiyim," diye cevap verdi ama acı çektiği besbelliydi. Ellerini nereye
koyacağını bilemiyordu, yarasını tutmaya kalkıp sonra vazgeçti. Birden onu teselli etmek
için bir istek duydum. “Neden beni kurtardın?" diye sordu.

Hafifçe güldüm. "Biliyorsam n’olayım. Bana 1000 Nota mal oldun."

Kız ilk kez gülümsedi ama bakışlarında inanılmaz derin bir tedbirlilik vardı. Her bir
sözümü dinleyip analiz ediyor gibi görünüyordu. Bana güvenmiyordu. "Çok büyük para
yatırdın, değil mi? O konuda üzgünüm. Beni kızdırdı.” Duruşunu değiştirdi. "Sanırım
Kaede dostun değildi."

"Alta ve Winter'ın kıyısında bir barda çatışıyor. Yeni tanıştığım biriydi sadece."

Tess gülüp bana tam olarak ne anlama geldiğini çıkaramadığım bir bakış attı. “Şirin
kızlarla tanışmayı seviyor."

Kaşlarımı çattım. “Dilini tut, kuzen. Bir gün içinde ölümle yeterince yüz yüze gelmedin
mi?"

Tess başını salladı, yüzünde ufak bir gülümseme vardı. "Gidip biraz su getireyim." Ayağa
fırlayıp merdivenlerden suyun kenarına gittiğinde, Kız’ın yanına oturdum ve elim
yanlışlıkla beline değdi. Nefesi kesildi; onu incitmekten korkup uzaklaştım.

"Eğer enfekte olmazsa hemen iyileşecektir. Ama birkaç gün dinlensen iyi olur. Bizimle
kalabilirsin."

Kız omuz silkti. “Teşekkürler. Kendimi daha iyi hissettiğimde Kaede’nin peşine
düşeceğim."

Arkama yaslanıp kızın yüzünü inceledim. Bu bölgede gördüğüm diğer kızlardan biraz
daha açık tenli ve azalan ışıkta altın parıltılar saçan iri, koyu renk gözleri vardı. Ne
olduğunu çözemiyordum -ki burada pek de sıradışı sayılmazdı-, belki de doğma büyüme
buralıydı ya da beyazdı. Veya başka bir şeydi. Skiz dövüşü sırasında olduğu gibi
dikkatimi dağıtan bir sevimliliği vardı. Hayır, doğru kelime sevimli değildi. Güzeldi.
Sadece bu değil, bana birini hatırlatıyordu. Belki de gözlerindeki ifadedendi, hem
serinkanlı bir mantık hem de ateşli bir asilik... Yanaklarımın yandığını hissettim ve
hemen başka tarafa baktım, iyi ki hava kararıyordu. Belki de ona yardım etmemeliydim.
Çok dikkat dağıtıcıydı. Şu anda tek düşünebildiğim, onu bir kere öpüp elimi siyah
saçlarından geçirebilmek için neler verebileceğimdi.

Bir süre sonra, "Pekâlâ, kız," dedim, "bugünkü yardımın için teşekkürler. Yani Tess için.
Böyle dövüşmeyi nerede öğrendin? Kaede’nin kolunu hiç zorlanmadan kırdın."

Kız duraksadı. Gözümün ucuyla beni izlediğini görebiliyordum. Ona döndüm, suyu
izliyormuş gibi yaptı, sanki onu bakarken yakaladığım için utanmış gibiydi. Farkında
olmadan yanına dokundu ve sanki alışkanlığıymış gibi dilini şaklattı. "Batalla'nın
çevresinde çok takılıyorum. Askerî okul öğrencilerini çalışırken izlemeyi severim.” "Vay
canına, büyük risk alıyorsun. Fakat dövüşme şeklin çok etkileyici. Eminim tek başına iyi
idare ediyorsundur.”

Kız güldü. "Bugün tek başıma ne kadar iyi idare edebildiğimi gördün.” Başını sallayınca
atkuyruğu toplanmış saçı sallandı. "Skiz dövüşünü hiç izlememeliydim bile ama ne
diyeyim? Arkadaşının yardımıma ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.” Sonra da bakışlarını
bana çevirdi. O dikkatli ifade hâlâ yüzünü kaplıyordu. "Peki ya sen? Sen de seyircilerin
arasında miydin?”

"Hayır. Tess onların arasındaydı çünkü aksiyonu yakından görmeyi sever, bir de uzağı
pek iyi göremez. Bense uzaktan izlemeyi severim."

"Tess kız kardeşin mi?”

Bir an durdum. “Evet, öyle bir şey. Toz bombamla aslında Tess'i kurtarmak istiyordum."

Kız bir kaşını kaldırdı. Dudakları kıvrılıp gülümsemeye başlarken onu izledim. "Çok
yardımseversin,” dedi. "Burada yaşayan herkes toz bombası yapmayı bilir mi?”

Çok olduğunu belirtircesine elimi salladım. "Tabii, çocuklar bile bilir. Kolay bir şey."
Ona baktım. "Sanırım Lake bölgesinden değilsin.”

Kız hayır anlamında kafasını salladı. “Tanagashi bölgesi. Yani eskiden orada
yaşıyordum."

"Tanagashi oldukça uzakta. O kadar yolu bir Skiz dövüşü izlemek için mi geldin?"

"Tabii ki hayır.” Kız arkasına yaslanıp dikkatlice uzandı. Sargısının orta kısmının koyu
bir kırmızıya dönüşmekte olduğunu gördüm. "Sokaklarda çöp karıştırıyorum. Birçok yeri
geziyorum."

"Lake bu sıralar güvenli değil,” dedim. Balkonun köşesinde bir parça turkuaz renk
gözüme çarptı. Yerdeki bir çatlaktan küçük bir demet papatya bitmiş. Annemin en
sevdiği. "Burada vebaya yakalanabilirsin."

Kız sanki bilmediğim bir şey biliyor gibi bana gülümsedi. Keşke bana kimi hatırlattığını
çözebilseydim. "Endişelenme," dedi. "Kızgın değilken dikkatliyimdir.”

Sonunda akşam olup da kız düzensiz bir uykuya dalınca Tess’e onunla kalmasını
söyledim ki gizlice ailemi kontrol etmeye gidebileyim. Tess buna sevindi. Lake'in veba
bulaşmış bölgelerine gitmek onu hep tedirgin eder ve her seferinde sanki vebanın derisine
yayıldığını hissedebiliyormuş gibi kollarını kaşıyarak dönerdi.

Kolumun içine bir demet papatyayı, cebime de ne olur ne olmaz diye birkaç not tıktım.
Tess gitmeden önce herhangi bir yerde parmak izi bırakmayayım diye ellerimi sarmama
yardım etti.

Hava şaşılacak kadar serindi. Sokaklarda veba devriyeleri yoktu, sadece arada sırada
geçen arabaların ve JumboTron reklamlarının uzaktan gelen sesleri vardı. Kapımızdaki
garip X hâlâ orada her zamanki gibi göze çarpıyordu. Hatta askerlerin en az bir kere eve
geri geldiklerinden emindim, çünkü X parlak ve boyası tazeydi. Bölgeyi bir kere daha
kontrol etmiş olmalılardı. Kapımızı işaretlemelerine sebep olan şey her neyse demek ki
hâlâ buralardaydı. Evimizin yakınındaki gölgelerde arka bahçemizin köhne çitlerinin
arasından içeriyi görebilecek kadar yakında bekliyordum.

Kimsenin sokakta devriye gezmediğine emin olduğumda, gölgelerin içinden eve yaklaşıp
sundurmanın altına açılan kırık bir tahta döşemeye doğru süründüm. Döşemeyi kenara
aldım. Sonra da karanlık, rutubet kokan gediğe girip arkamdan tahtayı yerine koydum.

Üsteki odaların döşeme aralıklarından ışık huzmeleri geliyordu. Annemin arka kısımdaki
yatak odasından gelen sesini duyabiliyordum. Oraya doğru yürüdüm, yatak odasının
havalandırmasının yanına çömelip içeri baktım.

John kollarını kavuşturmuş, yatağın kenarında oturuyordu. Duruşundan bitkin olduğunu


anladım. Ayakkabıları çamur içindeydi; annem onu bu yüzden haşlamış olmalıydı. John
odanın diğer tarafına bakıyordu, annem orada duruyor olmalıydı.

Annemin sesini tekrar duydum, bu sefer anlaşılabilir geliyordu sesi, "ikimiz de henüz
hastalanmadık,” dedi. John tekrar gözlerini yatağa çevirdi. "Bulaşıcı değil gibi
görünüyor. Eden’ın teni de hâlâ iyi durumda. Kanama yok.”

John, "Henüz yok,” diye cevap verdi. "Kendimizi en kötü ihtimale hazırlamalıyız, anne.
Ya Eden...”

Annemin sesi keskindi. “Bu evde öyle şeyler söylenmeyecek, John.” '

“Bastırıcılardan daha fazlasına ihtiyacı var. Onları bize veren kişi çok iyiliksevermiş ama
yetmiyor işte.” John başını sallayıp ayağa kalktı. Şimdi bile, hatta özellikle şimdi,
annemin nerede olduğumu öğrenmemesi gerekiyordu. Yataktan uzaklaşınca, Edenin
sıcağa rağmen çenesine kadar çekilmiş bir battaniyeyle yattığını gördürn. Cildi terden
parlıyordu. Rengi de tuhaf, solgun, hastalıklı bir yeşildi. Böyle belirtileri olan başka bir
veba türü hatırlamıyordum. Boğazım düğümlendi.

Yatak odası hiç değişmemişti, içindeki az sayıda eşya eski ama hâlâ rahattı. Odada
Eden’ın üzerinde yattığı eski püskü divan, yanında da üzerine eskiden bir şeyler
karaladığım, çiziklerle dolu çekmece dolabı vardı. Duvarda olması zorunlu Seçmen
portresi, etrafında da fotoğraflarımızdan birkaçı asılıydı, sanki o ailemizin bir üyesiymiş
gibi. Yatak odası bunlardan ibaretti. Eden daha bebekken John'la birlikte ellerinden tutup
onu odanın bir ucundan diğer ucuna yürütürdük. Kendi başına yürüyebildiğinde John ve
annem ellerini coşkuyla birbirine çakardı.

Şimdi annemin gölgesinin odanın ortasında durduğunu gördüm, hiçbir şey demiyordu.
Kambur sırtını, ellerini başına koyuşunu, cesur yüzünün sonunda solduğunu hayal
edebiliyordum.

John ofladı. Üstümde adım sesleri yankılandı, anneme sarılmak için odayı geçtiğini
biliyordum. "Eden iyileşecek. Belki bu virüs daha az tehlikelidir, belki kendiliğinden
iyileşir.” Duraksadı. “Gidip çorba için malzeme var mı bir bakayım." Odadan çıktığını
duydum.

John eminim ki buhar fabrikasında çalışmaktan nefret ediyordu ama en azından evden
çıkıp bir süreliğine kafasını dağıtacak bir şeylerle uğraşabiliyordu. Şimdi Eden'a hiçbir
şekilde yardım edemeden burada tıkılıp kalmak onu öldürüyor olmalıydı. Altımdaki
gevşek toprağı avuçlayıp yumruğumu sıktım. Keşke hastanede veba ilacı bulunsaydı.

Biraz sonra annemin odanın öbür ucuna yürüyüp Eden'ın yalağına oturduğunu gördüm.
Elleri yine sargılar içindeydi. Kulağına rahatlatıcı bir şeyler fısıldadı ve öne eğilip
saçlarını yüzünden aldı. Gözlerimi kapadım. Zihnimde yüzünü canlandırdım, yumuşak,
güzel ve endişeli halini. Açık mavi gözlerini, pembe, gülümseyen dudaklarını. Annem
beni de eskiden yatağıma yatırırdı, örtülerimi düzeltip tatlı rüyalar derdi. Şimdi Eden'a
neler fısıldıyor merak ediyordum. Aniden ona olan özlemim dayanılmaz bir hale geldi.
Buradan çıkıp kapımızı çalmak istedim. Toprağa yumruğumu daha da sertçe geçirdim.
Yapamazdım. Çok riskliydi. Seni kurtarmanın bir yolunu bulacağım, Eden, söz
veriyorum. Para kazanmak için daha güvenilir bir yol bulmak yerine gidip bir Skiz
dövüşüne bu kadar çok para yatırdığım için kendime küfrettim.

Kolumun içine sokuşturduğum papatyaları çıkardım. Bazıları ezilmişti ancak onları


dikkatle düzeltip etrafını yavaşça toprakla kapladım. Büyük ihtimalle annem bunları asla
göremeyecekti. Ama ben onların burada olduğunu biliyordum. Bu çiçekler hâlâ hayatta
olduğumun, hâlâ onları koruduğumun kanıtıydı.

Papatyaların gerisinde toprakta kırmızı bir şey gözüme çarptı. Kaşlarımı çatıp daha iyi
bakabilmek için toprağı üstünden silkeledim. Bir işaret vardı, bütün bu taşın toprağın
altına yazılmış bir şey. Bir sayıydı bu, gölün kıyısında Tess’le birlikte gördüğümüzün
aynısı fakat bu sefer yazan rakam farklıydı: 2544

Küçükken kardeşlerimle saklambaç oynarken gelip buraya saklanırdım. Fakat daha önce
bunu gördüğümü hatırlamıyordum. Eğilip kulağımı yere dayadım.

Başta hiçbir şey yoktu. Daha sonra hafif bir ses duydum, bir vınlama; sonra da tıslama ve
çağıltı. Bir tür sıvı ya da buhar gibi. Muhtemelen aşağıda bir boru hattı vardı, göle kadar
giden bir düzenek. Belki de bütün bölgede vardı bu. Toprağı biraz daha süpürdüm ama
başka bir kelime ya da işarete rastlamadım. Sayı zamanla eskimiş gibi duruyordu,
üzerindeki boya pul pul aşınmıştı.

Biraz daha burada durup sayıyı sessizce inceledim. Yatak odasındaki havalandırmadan
son bir kez daha baktım, sonra da sundurmanın altından çıkıp gölgelere karıştım ve şehre
geri döndüm.
JUNE

GÜN DOĞARKEN UYANDIM. IŞIKTAN GÖZLERİM KISILDI.


NEREDEN geliyordu bu; arkamdan mı? Bir an için nerede olduğumu
bilemedim, neden okyanusun karşısında ayağımda papatyaların bittiği, terk
edilmiş bir binada uyuduğımdan emin olamadan bekledim. Karnımdan gelen
keskin bir acı nefesimi kesti. Panikle durumu anladım, bıçaklanmıştım. Sonra
da Skiz dövüşünü ve beni kurtaran çocuğu hatırladım.
Hareket ettiğimi gören Tess hemen yanıma geldi. “Nasıl hissediyorsun
kendini?” diye sordu.

Hâlâ bana karşı temkinliydi. “Canım yanıyor,” diye mırıldandım. Yaralarımı


kötü bir şekilde sardığını düşünmesini istemediğim için de ekledim. “Ama
düne göre daha iyiyim.”

Beni kurtaran çocuğun odanın köşesinde oturduğunu bir dakika sonra fark
ettim, ayaklarını balkondan sallamış, suya bakıyordu. Utancımı gizlemek
zorundaydım. Normalde yaralı olmasam böyle bir detayı asla kaçırmazdım.
Dün gece bir yere gitmişti. Sürekli uyuyup uyanırken gittiği yönü aklıma
yazdım (güneye, Birlik İstasyonuna doğru gitti).
Bana dönüp, “Umarım yemek yemeden önce birkaç saat beklemek senin için
sorun olmaz,” dedi. Eski kasketini takmıştı ama altından fırlayan altın sarısı
saçının birkaç telini görebiliyordum. “Skiz bahsini kaybettik, bu yüzden şu
anda yemek için paramız yok.”

Kaybı için beni suçluyor. Sadece başımı sallayarak onayladım. Day’in


hoparlörlerden duyduğum çatlak sesini hatırladım ve fark ettirmeden bu
çocuğun sesiyle karşılaştırdım. Bir süre bana gülümsemeden baktı, ne
yaptığımı anlıyormuş gibi, sonra da nöbetine geri döndü. Hayır, sesin bu
çocuğa ait olup olmadığından emin olamıyordum. Lake’teki binlerce insanın
sesine benziyor olabilirdi. Yanağımdaki mikrofonun hâlâ kapalı olduğunu
fark ettim. Thomas sinirden köpürüyor olmalıydı. “Tess,” dedim. “Aşağı,
suya bir ineceğim. Bir dakikaya geri gelirim.”

“Tek başına inebilecek misin?” diye sordu.

“inebilirim.” Gülümsedim.
“Ama eğer beni suyun yüzeyinde bilincimi kaybetmiş bir halde görürsen o
zaman lütfen gel, beni al.”
Binanın basamakları eskiden kesinlikle bir merdivene aitti ama artık dışa açık
halde öylece duruyorlardı. Ayağa kalkıp basamaklardan birer birer
topalladım, kayıp suya düşmemek için dikkat ederek indim. Tess dün gece
her ne yaptıysa işe yaramış gibi görünüyordu. Yan tarafım hâlâ acıyor olsa
da, en azından acı azalmıştı ve dünden daha az çaba göstererek
yürüyebiliyordum. Merdivenin sonuna beklediğimden daha çabuk indim.
Tess bana Metias’ı ve göreve başlayacağı gün benimle nasıl ilgilenip
sağlığıma geri kavuşturduğunu hatırlattı.

Ancak şu anda Metias’la ilgili anıları kaldırabilecek durumda değildim.


Boğazımı temizleyip suyun kenarına gitmeye odaklandım.

Doğudan yükselen güneş, bütün gölü bulanık bir altın rengine boyamaya
yetecek kadar yüksekteydi ve gölü Pasifik Okyanusundan ayıran ince kara
parçasını görebiliyordum. Binanın tam deniz seviyesinde yer alan en alt
katına indim. Bu kattaki bütün duvarlar çökmüştü, bu yüzden binanın
kenarına doğruca yürüyüp ayaklarımı suya daldırabildim. Derinlere
baktığımda bu eski kütüphanenin bir sürü katı olduğunu gördüm. (Kıyıdaki
binaların duruşuna ve toprağın kıyı çizgisinden bu yana eğimine bakacak
olursak on beş katlı olabilirdi. Yaklaşık altı katı suyun altında kalıyor
olmalıydı.)
Tess ve çocuk binanın tepesinde, benden birkaç kat yukarıda oturuyorlardı,
duyma mesafesinden oldukça uzaktaydılar. Ufka bakıp dilimi şaklattım,
mikrofon açıldı. Kulaklığımdan statik cızırtısı geldi. Bir saniye sonra, tanıdık
bir ses duydum. Thomas, “Bayan Iparis?” dedi.

“Benim,” diye mırıldandım, “iyiyim.”

“Nerelerdeydin öğrenmek istiyorum, Bayan Iparis? Geçtiğimiz yirmi dört


saattir seninle iletişime geçmeye çalışıyorum. Seni alsınlar diye asker
göndermeye hazırlanıyordum; ikimiz de Komutan Jameson'ın bundan ne
kadar hoşnut olacağını biliyoruz.”

“İyiyim,” dedim tekrar. Ellerimi cebime daldırıp Day’in kolyesini çıkardım.


“Bir Skiz dövüşünde hafif yaralandım. Ciddi bir şey değil.” Kulaklığımdan
ofladığını duydum. “Neyse, artık mikrofonun, bu kadar süre kapalı
tutmayacaksın, beni duyuyor musun?” dedi.
"İyi"
“Herhangi bir şey buldun mu?”

Çocuğun ayaklarını sallandırdığı yere baktım. “Emin değilim. Beni Skiz


kargaşasından bir çocuk ve bir kız kurtardı. Kız yaralarımı sardı. Daha iyi
yürüyebilene kadar geçici olarak onlarla kalacağım.”
“Daha iyi yürüyebilene kadar mı?”Thomas’ın sesi yükseldi.
“Bunun neresi ciddi değil?”
“Sadece bıçak yarası. Büyük bir şey değil.” Thomas’ın boğazından
boğuluyormuş gibi bir ses çıktı ama duymazdan gelip devam ettim. “Her
neyse, önemli olan o değil. Bu çocuk bizi Skiz kalabalığından kurtarmak için
küçük, güzel bir toz bombası kullandı. Becerikli. Kim olduğunu bilmiyorum
ama daha fazla bilgi toplayacağım.”

Thomas, “Sence Day mi?” diye sordu. “Day gidip insanları kurtaracak birine
benzemiyor.”
Day'in geçmişte işlediği suçların çoğunda insanları kurtardığı da olmuştu.
Metias hariç hepsi. Derin bir nefes aldım. “Hayır, sanmıyorum.” Sesimi
neredeyse duyulmayacak bir fısıltıya dönüşene kadar alçalttım. Thomas’a
şimdilik çılgınca tahminlerde bulunmamak en iyisiydi, yoksa silahına
davranıp arkamdan ekip gönderebilirdi. Eğer elimizde gösterecek hiçbir şey
olmadan böyle masraflı bir işe kalkışırsak Komutan Jameson beni
devriyesinden hemen atardı. Ayrıca bu ikisi başımı ciddi bir beladan
kurtarmıştı. “Ama Day hakkında bir şeyler biliyor olabilirler.”

Thomas bir an sustu. Arka plandan gelen sesler duyuyordum, biraz daha
statik geldi ve Komutan Jameson ile onun sesini duydum. Yaralanmamdan
bahsedip beni burada yalnız başıma bırakmanın güvenli olup olmadığını
soruyor olmalıydı. Sinirle ofladım. Sanki daha önce hiç yaralanmadım.
Birkaç dakika sonra yeniden konuşmaya başladı. “Dikkatli ol o halde.”
Thomas bir an duraksadı. “Komutan Jameson, yaraların seni çok rahatsız
etmiyorsa görevine devam etmeni söylüyor. Kendisi şu anda devriyelerle
ilgileniyor. Ama seni uyarıyorum. Mikrofon bağlantını birkaç saatten fazla
kesersen, kimliğin ortaya çıksa da çıkmasa da asker göndereceğim. Anladın
mı?”

Rahatsız olduğumu belli etmemeye çalıştım. Komutan Jameson bu görevde


hiçbir şey başarabileceğimi düşünmüyordu; onun bu ilgi eksikliği Thomas’ın
her lafinda belli oluyordu. Thomas’a gelirsek, o benimle çok nadir bu tonda
konuşurdu. Son birkaç saattir ne kadar stres altında olduğunu tahmin
edebiliyordum. “Evet, efendim,” dedim. Thomas cevap vermeyince, başımı
kaldırıp çocuğa baktım tekrar. Kendime yukarı çıktığımda onu daha yakından
inceleyip bu yaranın dikkatimi dağıtmasına izin vermeyeceğini söyledim.
Kolyeyi cebime koyup ayağa kalktım.

Bütün gün Los Angeles’ın Alta bölgesinde kurtarıcımı takip ederken onu
gözlemledim. Ne kadar küçük olursa olsun her ayrıntıyı aklıma yazdım.
Mesela sol bacağını daha çok kullanıyordu. O kadar hafif topallıyordu ki
Tess’in yanında yürürken belli olmuyordu. Otururken ya da ayağa kalkmak
üzere dizini kırarken bir an duraklıyordu. Bu ya tam olarak hiç iyileşememiş
bir sakatlanma ya da yeni olmuş küçük bir şeydi. Kötü bir şekilde düşmüş
olabilirdi.

Tek rahatsızlığı bu değildi. Kolunu hareket ettirirken bazen irkiliyordu.


Birkaç kere bunu yaptığını görünce kolunun üst kısmında ne zaman çok
yükseğe ya da alçağa uzanmaya çalışsa canını yakan bir yara olduğunu fark
ettim.
Yüzü mükemmel bir şekilde simetrikti, Anglo ve Asyalı karışımıydı, bütün o
kirin altında güzel bir yüz vardı. Sağ gözü soldan biraz daha açık renkliydi.
Önceleri bir ışık oyunu mu diye düşündüm ancak daha sonra fırının
vitrinindeki ekmeklere hasretle bakarken yine fark ettim. Acaba nasıl oldu,
yoksa doğuştan mı böyle diye merak ettim.
Başka şeyler de gözüme çarptı: Lake bölgesinden bu kadar uzaktaki sokakları
çok iyi tanıyordu, sanki gözü kapalı her yeri bulabilirmiş gibiydi; binalara
sanki onları ezberliyormuş gibi bakıyordu. Tess ona hiç ismiyle hitap
etmiyordu. Bana “Kız” demeleri gibi, onu tanımlamak için de hiçbir şey
kullanmıyorlardı. Yürümekten yorulup başım dönmeye başlayınca, hepimizi
durdurup bana su buldu. Ben daha hiçbir şey demeden yorulduğumu
anlıyordu.

Akşamüzeri olmak üzereydi. Güneşin en güçlü olduğu saatlerde Lake’in en


fakir bölgesindeki pazarın yakınlarında takılıyorduk. Tess altında
durduğumuz güneşlikten tezgâhlara gözlerini kısarak bakıyordu. Onlardan en
az on beş metre uzaktaydık. Uzağı iyi göremiyordu ama bir şekilde meyve ve
sebze satıcılarının arasındaki farkları, çeşitli pazarcıların yüzlerini, kimde
para olup olmadığını anlayabiliyordu. Bunu mimiklerinden
anlayabiliyordum, bir şeyi kestirebildiğindeki memnuniyeti ve
kestiremediğindeki mutsuzluğundan.
“Bunu nasıl yapıyorsun?” diye sordum.

Tess bana baktı, gözleri yeniden odaklandı. “Hımm. Neyi nasıl yapıyorum?”

“Uzağı iyi göremiyorsun. Etrafındaki bu kadar şeyi nasıl ayırt


edebiliyorsun?”
Tess bir an şaşırdı, sonra da etkilenmiş göründü. Onun yanında çocuğun bana
bir bakış attığını fark ettim. “Biraz bulanık görünseler de renklerin arasındaki
ufak farklılıkları ayırt edebiliyorum,” diye cevap verdi Tess. “Mesela bir
adamın cebinde parlayan gümüş not’ları görebiliyorum.” Bir tezgâhın
önündeki müşterilere doğru gözlerini kırpıştırdı.

Başımla onayladım. “Çok zekice.”

Tess kızarıp ayakkabılarına baktı. Bir an için o kadar tatlı göründü ki


gülmeme engel olamadım. O anda da kendimi suçlu hissettim. Ağabeyimin
ölümünden bu kadar kısa süre sonra nasıl gülebilirim? Bu ikili bir şekilde
benim soğukkanlılığımı kaybetmeme sebep oluyorlardı.
Çocuk sessizce, “Algıların kuvvetli,” dedi. Gözleri benimkilere kilitlenmişti.
“Sokaklarda nasıl hayatta kalabildiğini şimdi daha iyi anlıyorum.”

Sadece omuz silktim. “Ancak böyle hayatta kalabiliriz, değil mi?”

Çocuk gözlerini çevirdi. Nefesimi bıraktım. Gözleri beni olduğum yerde


hareketsiz tutarken nefesimi tuttuğumu fark ettim. “Belki de yiyecek
çalmamıza yardım eden kişi sen olmalısın, ben değil,” diye devam etti.
“Pazarcılar her zaman bir kıza daha fazla güvenir, özellikle de senin
gibisine.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Hemen konuya giriyorsun.”


Gülümsememi engelleyemedim. “Sen de.” Tezgâhları izlemeye koyulurken
birkaç şeyi aklıma yazdım. Bu ikisiyle, Day hakkında daha fazla bilgi
toplamaya devam edebilecek duruma gelene kadar bir gece daha kalabilirdim.
Kimbilir, belki bana bir ipucu bile verebilirlerdi.

Sonunda akşam olup hava sıcaklığı düşmeye başladığında tekrar suyun


kenarına gidip kamp yapacak bir yer aradık. Etrafımızdaki camlardan, birer
birer yanan mum ışıklarının titreştiğini görüyordum, burada yaşayanlar
sokakların köşelerinde küçük ateşler yakıyordu. Mesaisi yeni başlayan sokak
polisleri devriye gezmeye koyuldu. Bu dışarıda geçirdiğim beşinci gecemdi.
Hâlâ dökülmekte olan duvarlara, balkonlarda asılı duran çamaşırlara,
yanından geçenlerden bir lokma yiyecek dilenen yığınla çocuğa alışamadım
ama en azından artık onları hor görmüyordum. Metias’ın cenazesini biraz
utanarak hatırladım, tabağımdaki dev bifteği tereddüt etmeden öylece
bırakmıştım. Tess etrafındakilere hiç aldırış etmeden neşeli ve umursamaz bir
şekilde önümüzde yürüyordu. Hafifçe bir şarkı mırıldandığını duydum.
Şarkıyı tanıyıp “Seçmenin Valsi” diye mırıldandım.

Çocuk yanımda yürüdüğü yerden bana baktı. Sırıttı. “Lincoln'un hayranısın


demek?”
Ona bende Lincoln'un bütün parçalarının olduğunu ve hatta onun imzasını
aldığımı, onu bir şehir panayırında siyasi marşlar söylerken izlediğimi ya da
bir keresinde Cumhuriyet’in bütün cephe komutanlarının onuruna bir şarkı
yazdığını söyleyemezdim. Bunun yerine gülümsedim. “Evet, galiba.”

Gülümsememe karşılık verdi. Dişleri çok güzeldi, bu sokaklarda şu ana kadar


gördüğüm en harika dişlerdi. “Tess müziği çok sever,” diye cevap verdi.
“Beni hep buralardaki barlara sürükleyip içeride çalan marşı dinlerken bizi
kenarda bekletir. Bilmiyorum. Kızlara özgü bir şey olmalı.”
Yarım saat sonra çocuk yine yorulduğumu fark etti. Tess’i çağırıp bizi iki
duvar arasında bir dizi büyük metal çöp konteynırının bulunduğu sokaklardan
birine soktu. Birini itip bize yer açtı. Sonra da arkasına çömelip bana ve
Tess’e oturmamızı işaret etti, ardından yeleğinin düğmelerini açmaya başladı.

Kıpkırmızı olup karanlıkta olmamıza binlerce kere şükrettim. “Üşümedim,


kanamam da yok,” dedim. “Kıyafetlerin üzerinde durabilir.” Çocuk bana
baktı. Gözlerinin karanlıkta daha sönük olmasını beklerdim ama sanki
üzerimizdeki pencerelerden gelen ışığı yansıtıyorlardı. Eğlenmiş göründü.
“Senin için çıkardığımı da kim söyledi, güzelim?” Yeleğini çıkarıp düzgünce
katladı ve çöp konteynırının tekerlerinden birinin yanına güzelce yerleştirdi.
Tess hemen oturup başını üzerine koydu, sanki hep böyle yaparmış gibiydi.

Boğazımı temizledim. “Tabii,” diye mırıldandım. Çocuğun kısık sesle


güldüğünü duymamış gibi yaptım.
Tess uyanık durup bizimle konuşuyordu fakat çok geçmeden göz kapakları
ağırlaşıp başı çocuğun yeleğinin üzerinde uyuyakaldı. Sessizliğe gömüldük.
Gözlerim Tess’in üzerinde geziniyordu.

“Çok narin görünüyor,” diye fısıldadım.

“Evet ama göründüğünden daha dayanıklıdır.”


Gözlerimi kaldırıp ona baktım. “Yanında olduğu için şanslısın.” Gözlerim
bacağına kaydı. Hareketimi fark edip hemen duruşunu düzeltti. “Bacağını
iyileştirmesi senin için çok iyi olmuştur.”

Topalladığını fark ettiğimi anladı. “Yok. Bu çok uzun süre önce oldu.”
Tereddüt etti, sonra da bu konu hakkında daha fazla konuşmamaya karar
verdi. “Senin yaran iyileşiyor mu bari?”
Elimi umursamazca salladım. “Önemli bir şey değil. Ama bunu söylerken
bile dişlerimi sıkıyordum. Bütün gün yürümek çok iyi geldi diyemezdim, acı
saman alevi gibi yayılıyordu.

Çocuk yüzümdeki zorlamayı gördü. “Sargılarını değiştirmemiz gerekiyor.


Tess’i rahatsız etmeden cebinden ustaca bir hareketle beyaz bir sargı rulosu
çıkardı. “Onun kadar iyi değilim ama onu uyandırmamayı tercih ederim,”
diye fısıldadı.
Yanıma oturup gömleğimin alttan iki düğmesini açtı, sonra da belimdeki
sargı ortaya çıkana kadar yukan çekti. Eli tenime değdi. Dikkatimi ellerine
verdim. Botlarından birinin arkasına uzanıp sıradan bir mutfak bıçağı çıkardı;
desensiz, gümüş saplı, körelmiş ve daha önce birçok kez kullanmıştı, hem de
bezden çok daha sert şeyleri kesmek için. Eli karnımda duruyordu.
Parmakları her ne kadar sokaklarda geçirdiği yıllardan dolayı nasırlaşmışsa
da o kadar nazik ve dikkatli hareket ediyorlardı ki yanaklarımın yanmaya
başladığını hissediyordum.

“Hareket etme,” diye mırıldandı. Sonra da bıçağı tenim ile sacının arasına
getirip bezi yırttı. İrkildim. Sargıyı yaramdan kaldırıp aldı.

Kaede’nin beni bıçakladığı yerden hâlâ kan damlıyordu ama neyse ki


enfeksiyon kapmamıştı.Tess işini biliyordu. Çocuk belimdeki diğer eski
sargıları da söküp kenara attı, sonra da yenisiyle sarmaya başladı. “Sabahın
ilerleyen saatlerine kadar burada kalacağız,” dedi sararken. “Bugün bu kadar
fazla dolaşmamalıydık ama işte, seni o Skiz tayfasından olabildiğince
uzaklaştırmak fena bir fikir gibi görünmedi.”
Şimdi yüzüne bakmaktan kendimi alamıyordum. Bu Deneme’sini ancak
geçebilmiş bir çocuktu. Ancak bu hiç mantıklı gelmiyordu. Umutsuz bir
sokak çocuğu gibi davranmıyordu. Acaba hep mi bu yoksul bölgelerde
yaşadı, diye merak ettiren birçok farklı yönü vardı. Şimdi o da bana
bakıyordu, onu incelediğimi fark edip bir saniyeliğine durdu. Gözlerinden
gizli bir duygu geçti. Güzel bir gizem. Onun da benimle ilgili benzer soruları
olmalıydı, hayatıyla ilgili bu kadar detayı nasıl anlayabildiğim gibi. Belki
onunla ilgili çözeceğim bir sonraki şeyin ne olacağını merak bile ediyordu.
Şu anda yüzümün o kadar yakınındaydı ki yanağımda nefesini
hissedebiliyordum. Yutkundum. Biraz daha yaklaştı.

Bir an beni öpeceğini düşündüm.

Sonra hemen gözlerini yaraya çevirdi. Çalışırken elleri belime değdi. Onun
yanaklarının da pembeleştiğini fark ettim. O da en az benim kadar kızarmıştı.
Sonunda sargıyı sıkılaştırdı, gömleğimi yerine soktu ve geri çekildi.
Yanımdaki duvara yaslanıp kollarını dizlerine koydu. “Yoruldun mu?”

Başımı salladım. Gözlerim birkaç kat yukarıda asılı duran giysilere ilişti.
Eğer sargımız biterse yenilerini buradan alabilirdim. Bir süre bekleyip,
“Sanırım sizden bir gün sonra ayrılabilirim,” dedim. “Sizi yavaşlattığımın
farkındayım.” Fakat bu sözler daha ağzımdan çıkarken bir pişmanlık dalgası
hissettim. İlginçti. Onlardan bu kadar erken ayrılmak istemiyordum. Tess ve
bu çocukla birlikte takılmak nedense içimi rahadatıyordu, sanki Metias’ın
eksikliği henüz beni umursayan insanlardan tamamen ayırmamış gibi.

Neler düşünüyordum ben böyle? Bu çocuk bir gecekondu mahallesinden


gelmişti. Ben böyle insanların üstesinden gelmek için eğitilmiştim, onları
camın diğer tarafından izlemek için.
Çocuk, “Nereye gideceksin?” diye sordu.

Yeniden odaklandım. Sesim sakin ve kendinden emin çıkıyordu. “Doğuya,


belki. İç bölgeleri daha iyi tanıyorum.”

Çocuk gözlerini önüne dikmeye devam etti. “Eğer sadece sokaklarda


dolaşacaksan biraz daha kalabilirsin. Senin gibi bir dövüşçü işime yarayabilir.
Skiz dövüşlerinde hemen para kazanabiliriz, yiyeceklerimizi de bölüşürüz.
İkimiz için de daha iyi olur.”
Bu fikri o kadar içtenlikle söyledi ki gülümsedim. Skiz dövüşlerinde neden
kendisinin dövüşmediğini sormamaya karar verdim. “Sağ ol ama tek başıma
çalışmayı tercih ederim.”

Bir an bile duraksamadı. “Sen bilirsin.” Bunu dedikten sonra da başını duvara
dayadı, iç çekip gözlerini kapadı. Onu izlemeye devam ettim, muhteşem
gözlerini tekrar açıp dünyaya göstermesini bekledim. Ama açmadı. Bir süre
sonra nefes alış verişinin düzene girdiğini ve başının düştüğünü görüp
uykuya daldığını anladım.

Thomas’la iletişime geçsem mi diye düşündüm. Ama şu anda onun sesini


duyacak havada değildim. Nedenini bile bilmiyordum. O halde yarın sabah
ilk işim onu aramak. Ben de başımı yaslayıp yukarıda asılı duran çamaşırlara
baktım. Gece mesaisi yapan kalabalığın ve arada bir JumboTron yayınlarının
uzaktan gelen sesleri hariç sakin bir geceydi, tıpkı evdeymişim gibi. Sessizlik
aklıma Metias’ı getirdi. Ağlarken Tess’i ya da çocuğu uyandırmamaya dikkat
ettim.
DAY

DÜN GECE NEREDEYSE ONU ÖPÜYORDUM. Sokaktan birine âşık


olmanın kimseye bir yararı olmazdı. Karantina altında kısılıp kalmış bir
aileye sahip olmanın ya da sokakta yaşayan bir öksüzün sana ihtiyacı
olmasının yanında sahip olabileceğin en büyük zayıflık olurdu.

Ne kadar yanlış bir davranış olursa olsun, yine de bir yanım hâlâ onu öpmek istiyordu. Bu
kız bir kilometre öteden herhangi bir detayı fark edebiliyordu. "Şu binanın üçüncü
katındaki pencerenin kepenkleri zengin bir bölgeden çalınmış olmalı. Sağlam kiraz
kerestesi.” Bir bıçakla ve tek bir atışta başında kimsenin bulunmadığı bir tezgâhtan bir
sosisliyi şişleyebiliyordu. Bana sorduğu her soruda ve yaptığı her gözlemde zekâsını
görebiliyordum. Aynı zamanda onu tanıdığım diğer insanların çoğundan tamamen farklı
kılan bir masumiyeti vardı. Küçümser veya bezgin değildi. Sokaklar onu kıramamış, daha
da güçlendirmişti.

Benim gibi.

Sabah boyu para kazanabileceğimiz başka fırsatlar aradık -parasını çalabileceğimiz saf
polisler, çöp kutularında bulduğumuz satılabilecek şeyler, kimsenin başında durmadığı
iskele kasaları- ve işimiz bitince, gece için yeni bir kamp noktası bulduk. Düşüncelerimi
Eden’a, çok geç olmadan toplamam gereken paraya odaklamaya çalışıyordum ama aklıma
onun yerine Cumhuriyet'in savaş harekâtlarını mahvetmek için yeni yollar geliyordu. Bir
hava gemisine gizlice binebilir, değerli benzinini çalıp sonra da onu pazarda satabilir ya da
ihtiyacı olanlara dağıtabilirdim. Daha cepheye varamadan bir hava gemisinin tamamını yok
edebilirdim. Ya da Batalla'nın veya havaalanı üslerinin elektrik hatlarını hedef alarak
elektriklerini kesip onları kapatabilirdim. Bu düşünceler aklımı oyalıyordu.

Ancak arada sırada kızla birbirimize baktığımızda ya da onun bana baktığını hissettiğimde
çaresizce yine onu düşünmeye başlıyordum.
JUNE

SAAT YAKLAŞIK 8.00


SICAKLIK YAKLAŞIK 27 DERECE
Çocukla birlikte başka bir sokak arkasında oturuyorduk, Tess de biraz ötede
uyuyordu. Çocuk yine Tess’e yeleğini vermişti. Bıçağının kenarıyla
tırnaklarını törpülemesini izliyordum. Şapkasını bir seferliğine başından
çıkarmış, saçındaki düğümleri çözüyordu.

İyi bir ruh hali içerisindeydi. Bana, “Bir yudum ister misin?” diye sordu. Aramızda bir
şişe meyve şarabı vardı. Ucuz bir şeydi, büyük ihtimalle okyanus suyunda
yetişen yavan deniz üzümlerinden yapılmıştı. Ama çocuk sanki bu şarap
dünyadaki en harika şeymiş gibi içiyordu. Erkenden gidip Winter
bölgesindeki bir dükkândan bir kasa şişeyi çalıp akşam olana kadar bu şişe
hariç hepsini 650 Not gibi büyük bir meblağa satmıştı. Bölgelerin arasında
böyle rahatlıkla yolunu bulabilmesi beni hep şaşırtıyordu. Atikliği Drake’teki
en iyi öğrencilerle eş seviyedeydi.
“Eğer sen içiyorsan ben de alırım,” dedim. “Çalıntı mallarının boşa gitmesine göz
yumamayız, değil mi?”

Bunu duyunca sırıttı. Bıçağını şişenin mantarına saplayışını, mantarı çıkarıp büyük bir
yudum almak için şişeyi kafasına dikişini izledim. Başparmağıyla ağzını silip gülümsedi.
“Nefis,” dedi. “Sen de iç biraz.”

Şişeyi alıp küçük bir yudum aldım ve ona geri verdim. Ağızda tuzlu bir tat bırakıyordu,
tıpkı düşündüğüm gibi. Belki en azından yan tarafımdaki acıyı azaltırdı.

Sırayla içmeye devam ettik -o kocaman, bense ufak yudumlarla-ta ki mantarı yerine
geçirene kadar, farkındalığını azalttığını hissettiği an içmeyi bırakıyor gibi görünüyordu.
Öyle bile olsa gözleri daha da parlak görünüyordu ve mavi irislerine tatlı bir parıltı düştü.

Odaklanma gücünü kaybetmemeye çalıştığının farkındaydım ama şarabın onu gevşettiğini


de görebiliyordum. “Söylesene bana,” demeye karar verdim, “bu kadar parayla ne
yapacaksın?”
Çocuk güldü. “Ciddi bir soru mu bu? Hepimiz daha fazla para istemiyor muyuz? Paranın
yettiği ne zaman görülmüş?”

“Sorularımı hep kendi sorularınla cevaplamak hoşuna mı gidiyor?” Yine güldü. Ama tekrar
konuşmaya başladığında sesinin tonu değişmişti; biraz üzgün çıkıyordu. “Para dünyadaki
en önemli şeydir, tamam mı? Parayla mutluluğu satın alabilirsin, başka kimsenin ne dediği
umurumda değildir. Parayla rahatlığı, statüyü, dostları, güvenliği... her şeye sahip
olabilirsin.”

Gözlerinin uzaklara dalmasını izledim. “Sanki kısa sürede çok para biriktirmek için acelen
varmış gibisin.”

Bu sefer bana eğleniyormuş gibi bir bakış attı. “Neden olmayayım? Sen de herhalde benim
kadar sokaklarda yaşadın. Bunun cevabım biliyor olmalısın, değil mi?”

Gözlerimi indirdim. Gerçeği görmesini istemiyordum. “Sanırım öyle.”

Bir süre konuşmadan oturduk.

Çocuk konuşmaya başladı. Sesi öyle yumuşaktı ki ona bakmadan edemiyordum. “Daha
önce bunu sana söyleyen oldu mu, bilmiyorum,” diye başladı. Yüzü kızarmıyor ya
da gözlerini başka bir yöne çevirmiyordu. Bunun yerine kendimi bir çift
okyanusa bakarken buldum; biri mükemmeldi, diğeriyse o küçük çizikle
lekelenmişti. “Çok çekicisin.” Daha önce de görünüşüme iltifat edenler
olmuştu. Ama hiçbiri böylesi bir ses tonuyla değildi. Söylediği onca sözün
içinde beni bu kadar hazırlıksız yakalayan şey neden buydu, bilemedim.
Fakat o kadar şaşırdım ki düşünmeden sözcükleri ağzımdan kaçırıverdim:
“Ben de senin için aynı şeyi söyleyebilirim.” Durdum. “Bilmiyorsan diye
söylüyorum.”
Yüzüne yavaşça bir sırıtış yayıldı. “Ah, inan bana, biliyorum.” Güldüm. “Dürüstçe bir şey
duymak güzel.” Gözlerinden kendimi alamıyordum. Sonunda, “Bence çok şarap içtin,
dostum,” diye eklemeyi başardım. Olabildiğince hafif bir şekilde konuşmaya çalışıyordum.
“Biraz uyku sana iyi gelecektir.”

Daha kelimeler ağzımdan tam olarak dökülmeden çocuk yaklaşıp elini yanağıma koydu.
Aldığım bütün eğitimle bu eli bloke edip yere yapıştırmalıydım. Ancak hareket etmeden
öylece durmaktan başka bir şey yapamadım. Beni kendine çekti. Dudaklarını dudaklarıma
yapıştırmadan önce nefesimi içime çektim.

Dudaklarındaki şarabın tadını alıyordum. Başta yavaşça öptü, sonra sanki daha fazlasına
ulaşmak istercesine beni duvara itip daha da sertçe öpmeye başladı. Dudakları sıcak ve çok
yumuşaktı; saçları yüzüme değiyordu. Odaklanmaya çalıştım. (Bu onun için bir ilk değildi.
Kesinlikle başka kızları da öpmüştü, hem de çok fazla. Ama nefesi kesilmiş gibi
görünüyordu...) Ayrıntılar uçup gidiyordu. Onlara boşu boşuna tutmaya çalıştım. Benim de
onu aynı açlıkla öptüğümü fark etmem biraz zaman aldı. Belindeki bıçağı tenimde hissedip
titredim. Burası fazla sıcaktı, yüzüm çok fazla ısınmıştı.

Önce o geri çekildi. Afallamış bir sessizlik içinde birbirimize baktık, sanki ikimiz de biraz
önce neler olduğunu anlamamıştık.

Kısa bir süre sonra serinkanlılığını yeniden kazandı, ben de toparlanmak için çırpınırken
yanımdaki duvara yaslanıp iç çekti. “Özür dilerim,” diye mırıldandı. Muzip bir bakış attı.
“Dayanamadım. Ama en azından şimdi aradan çıkmış oldu.”

Ona biraz daha baktım, konuşamıyordum. Zihnim bana düşüncelerimi toparlamam için
çığlıklar atıyordu. O da bakışlarıma karşılık verdi. Sonra sanki insanda nasıl bir etki
bıraktığını biliyormuş gibi gülümsedi ve başka yere döndü. Tekrar nefes almaya başladım.
İşte tam o anda aklımı tamamen yerine geri getiren bir hareket gördüm: çocuk
uyumak için uzanmadan önce boynundaki bir şeyi tutmaya çalıştı. Bunu
bilinçdışı bir şekilde yaptığı o kadar belliydi ki. Boynuna bakınca orada
hiçbir şey olmadığını gördüm. Eskiden orada olan bir kolyeyi tutmaya
çalışmıştı, eskiden orada olan bir ipliği ya da zinciri.
Ve o anda, mide bulandırıcı bir duyguyla cebimdeki kolye aklıma geldi. Day’in kolyesi.
DAY

KIZ SONUNDA UYKUYA DALINCA, TESS VE ONUN YANINDAN ayrılıp tekrar


ailemi ziyarete gittim. Serin hava zihnimi açtı. Sokaktan iyice uzaklaşınca derin bir nefes
alıp adımlarımı hızlandırdım. Yapmamalıydım, dedim kendime. Onu öpmemeliydim.
Özellikle de bunu yaptığıma bu kadar mutlu olmamalıydım. Ama mutluydum. Dudaklarını
hâlâ dudaklarımda hissedebiliyordum, pürüzsüz tenini ve kollarını, ellerinin hafifçe
titreyişini. Daha önce birçok güzel kız öpmüştüm ama hiçbiri onun gibi değildi. Daha
fazlasını istedim. Geri çekilebildiğime inanamıyordum.

Kendimi sokaklardan birine âşık olmama konuşunda uyarmak da buraya kadarmış.

Şimdi de John’la buluşmam gerektiğine odaklanmaya zorladım kendimi. Kapımızdaki


garip X işaretini görmezden gelip doğrudan sundurmadaki tahta döşemelere yöneldim.
Kepenkleri çekilmiş, yatak odası penceresinden mum ışıkları titreşiyordu. Annem bu geç
saatte Eden'ın başında durabilmek için ayakta olmalıydı. Karanlıkta bir an çömelip
bekledim, omzumun üstünden boş sokaklara baktım, sonra da döşemeyi kenara itip
dizlerimin üzerine çöktüm.

Sokağın karşısındaki gölgelerin içinde bir şey hareket etti. Bir saniye durup gecenin içine
gözlerimi kısarak baktım. Hiçbir şey yoktu. Kafamı eğip sundurmanın içine emekleyerek
girdim.

John mutfakta çorba gibi bir şey ısıtıyordu. Cırcır böceği sesine benzer bir ıslık çaldım üç
kere; John bunu duyup arkasını dönene kadar birkaç kere denedim. Sonra sundurmadan
çıkıp kardeşimle karanlıkta buluştuğumuz evin arka kapısına doğru gittim.

"1600 Notum var,” diye fısıldadım. Ona keseyi gösterdim. "İlaç için yeterli sayılır. Eden
nasıl?”

John başını salladı. Yüzündeki kaygılı ifade sinirlerimi bozdu çünkü onun içimizdeki en
dayanıklı kişi olmasını bekliyordum. "İyi değil,” dedi. "Daha da kilo kaybetti. Ama hâlâ
uyanık ve bizi tanıyor. Sanırım birkaç haftası daha var.”

Sessizce başımı salladım. Eden’ı kaybetme ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.


"Parayı yakında getireceğim, söz veriyorum. Bir kere daha şansım rast gitsin yeter, sonra
da ilacı alırız.”

"Dikkatlisin değil mi?” diye sordu. Karanlıkta ikiz gibi görünüyorduk. Aynı saçlar, aynı
gözler. Aynı ifade. "Gereksiz yere tehlikeye girmeni istemiyorum. Sana yardım etmemin
bir yolu varsa söyle. Belki ben de seninle gizlice dışarı çıkıp...”
Kaşlarımı çattım. "Saçma sapan konuşma. Eğer askerler seni yakalarsa hepiniz ölürsünüz.
Bunu biliyorsun.” John'un yüzündeki hüsran, yardımını bu kadar çabuk geri çevirdiğim için
suçlu hissettirdi. "Bu şekilde daha hızlı hareket edebiliyorum. Cidden. Dışarıda para
bulmaya sadece birimizin gitmesi daha iyi. Eğer ölürsen anneme hiçbir faydan
dokunmaz.’’

Söyleyecek daha fazla şeyi olduğunu bilmeme rağmen onaylarcasına başını salladı. Arkamı
dönerek söyleyeceklerinden kaçmaya çalıştım. "Gitmem gerekiyor," dedim. "Yakında
görüşürüz.”
JUNE

DAY UYKUYA DALDIĞIMI DÜŞÜNMÜŞ OLMALIYDI. ANCAK


GECENİN ortasında kalkıp yanımızdan ayrıldığını gördüm ve onu takip
ettim. Karantina bölgelerinden birine sızdı, kapısında üç çizgili X’lerden
bulunan bir eve girdi ve birkaç dakika sonra geri döndü.

Bilmem gereken tek şey buydu.

Yakındaki evlerden birinin çatısına tırmandım. Oraya çıkınca bir bacanın


gölgesine çöküp mikrofonu açtım. Kendime sinirimden sesimin titremesine
engel olamıyordum. Hoşlanmam gereken en son kişiye kendimi kaptırmıştım,
kalbimi sızlatmasını isteyeceğim en son kişiye.

Belki de Metias’ı Day öldürmedi, dedim kendime. Belki de başka biriydi.


Tanrım... şimdi de bu çocuğu korumak için bahaneler mi üretiyordum?
Metias’ın katili önünde kendimi aptal durumuna düşürmüştüm. Lake
sokakları beni mankafalı kızın tekine mi dönüştürmüştü? Ağabeyimin
hatırasına hakaret mi etmiştim?

“Thomas,” diye fısıldadım. “Onu buldum.” Thomas cevap verene kadar tam
bir dakika parazit sesini dinledim. Tekrar konuşmaya başladığında sesi garip
bir şekilde bağlantısız geliyordu. “Tekrar edebilir misin, Bayan Iparis?”

Sinirlendim. “Diyorum ki onu buldum. Day’i. Lake’teki karantina


bölgelerinden birindeki bir eve geldi, kapısında üç çizgili bir X bulunuyor.
Figueroa ve Watson’ın köşesinde.”
“Emin misin?” Thomas şimdi daha tetikteydi. “Kesinlikle emin misin?”

Cebimden kolyeyi çıkardım. “Evet. Hiç şüphem yok.”

Diğer taraftan koşuşturma sesleri geliyordu. Sesi heyecanlı çıkıyordu.


“Figueroa ve Watson ın köşesinde. Orası yarın sabah incelemeyi
planladığımız özel veba vakasının bulunduğu yer. Day olduğundan emin
misin?” diye sordu.

“Evet.”
“Yarın hastane araçları eve gelecek Evdekileri Merkez Hastanesine
götüreceğiz.”

“O zaman fazladan ekip de gönderin. Day ailesini korumak için oraya


geldiğinde destek istiyorum.” Day’in o döşemelerin altından nasıl
tırmandığını gözümün önüne getirdim. “Onları dışan çıkarabilmek için
yeterince zamanı olmayacak, bu yüzden onları evin içinde saklamaya
çalışacak. Onları Batalla Binası’nın hastane kanadına götürmeliyiz. Kimseye
zarar verilmeyecek. Sorgulamak için onları orada istiyorum.” Thomas ses
tonumdan dolayı şaşırmış görünüyordu. “Ekipleri göndereceğiz,” demeyi
başardı. “Umarım doğru kişiyi bulmuşsundur.” Day’in dudakları, o ateşli
öpücük, ellerinin tenimde gezinişi, artık hiçbiri benim için bir şey ifade
etmemeliydi. Hatta daha da kötü hissetmeliydim. “Aradığımız kişiyi
buldum.”

Day kaybolduğumu anlamadan önce arka sokağa geri döndüm.


DAY

GÜN DOĞMADAN ÖNCE UYUYABİLDİĞİM BİRKAÇ SAAT boyunca,


rüyamda evde olduğumu gördüm. En azından evimizin hatırlayabildiğim
halini.
John ve annem yemek masasının bir ucunda birlikte oturuyor, John ona eski
Cumhuriyet hikâyelerinin bulunduğu bir kitabı okuyordu. Annem, John bir
sayfanın tamamını kelimeleri ya da harfleri karıştırmadan bitirince
cesaretlendirmek için başıyla onaylıyordu. Kapının yanında durduğum
yerden onlara gülümsedim. John içimizde en güçlü olanımızdı fakat onda,
benim sahip olmadığım sabırlı, nazik bir yan vardı. Bu özelliğini babamdan
almıştı. Eden masanın diğer ucunda kâğıda bir şeyler karalıyordu. Eden
rüyalarımda hep bir şeyler çiziyordu. Hiç kafasını kaldırmıyordu ama John'un
hikâyesini dinlediğini biliyordum, doğru yerlerde gülüyordu.
Sonra kızın yanımda durduğunu fark ettim. Elini tuttum. Bana gülümsedi,
gülüşü odayı ışıkla doldurdu, ben de ona gülümsedim.

“Annemle tanışmanı istiyorum,” dedim ona.

Başını salladı. Yemek masasına tekrar baktığımda annem ve John hâlâ


oturuyordu ancak Eden yoktu.
Kızın gülümsemesi soldu. Bana trajik gözlerle baktı. "Eden öldü,” dedi.

Uzaktan gelen bir siren sesi beni uykumdan uyandırdı.

Nefes alabilmek için bir süre gözlerim açık halde, sessizce yattım. Rüya hâlâ
aklıma kazınmış haldeydi. Kafamı dağıtmak için siren sesine odaklandım.
Daha sonra duymakta olduğum şeyin normal polis sireni olmadığını fark
ettim. Bu, yaralı askerleri hastaneye taşımak için kullanılan askerî hastane
araçların sesine benziyordu. Sirenin sesi diğerlerininkinden daha yüksek ve
inceydi çünkü askerî hastane araçları öncelikliydi.
Ama Los Angeles'a yaralı asker getirilmezdi, onlar cephenin sınırında tedavi
edilirdi. Bu araçların bir başka görevi de, daha iyi acil müdahale ekipmanına
sahip oldukları için özel veba vakalarını laboratuvarlara götürmekti.

Tess bile bu sesi tanıdı. "Nereye gidiyorlar?" diye sordu.


"Bilmiyorum,” diye cevap verdim. Oturur pozisyona gelip etrafıma baktım.
Kız görünüşe göre bir süredir ayaktaydı. Birkaç metre ötede sırtını duvara
yaslamış, gözleri sokağa dönük, yüzünde ciddi bir ifadeyle oturuyordu.
Gergin görünüyordu.

"Günaydın,” dedim ona. Gözlerim dudaklarına gitti. Onu dün gece gerçekten
öpmüş müydüm? Yüzüme bakmıyordu. İfadesi değişmedi. "Evinizin kapısını
işaretlediler, değil mi?”
Tess ona şaşırmış bir halde baktı. Ona nasıl cevap vereceğimi bilemeden sessizce baktım.
Tess dışında biri ilk kez ailemden bahsediyordu.

"Beni dün gece takip ettin.” Kendime kızgın olmam gerektiğini söyledim ama kafa
karışıklığından başka bir şey hissedemiyordum. Beni meraktan takip etmiş olmalıydı. Bu
kadar sessizce beni takip edebilmesi karşısında hayrete düştüm. Ama bu sabah onda farklı
bir şeyler vardı. Dün gece o da hislerime karşılık veriyordu ama bugün bana uzaktı, kendini
geri çekiyordu. Onu kızdıracak bir şey mi yapmıştım?,. Gözlerimin içine baktı. "Parayı bu
yüzden mi biriktiriyordun? Veba ilacı için mi?”

Beni sınıyordu ama sebebini bilmiyordum. "Evet, bunun senin için ne önemi var ki?"

"Çok geç kaldın,” dedi. "Çünkü bugün veba devriyesi aileni almaya geliyor. Onları
götürecekler.”
JUNE

DAY’İ HAREKETE GEÇİRMEK İÇİN BAŞKA BİR ŞEY SÖYLEMEME gerek


kalmadı. Figueroa ve Watson’a doğru giden araçların sirenleri tam da
Thomas’ın söz verdiği gibi duyulmaya başlamıştı.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Day. Henüz paniğe kapılmamıştı. “Ne demek ailemi almaya
geliyorlar? Bunu nereden biliyorsun?” “Bunu sorgulama. Bunun için zamanın yok.”
Duraksadım. Gözleri o kadar korku dolu -o kadar korumasız- görünüyordu ki ona yalan
söyleyebilmek için birden bütün gücümü kullanmam gerekti. Dün gece hissettiğim öfkeden
güç aldım. “Dün gece karantina bölgesindeki aileni ziyaret etliğini gördüm, evet. Bugün de
bazı nöbetçilerin bugün yapılacak toplama hakkında konuştuklarını duydum. Üç çizgili X
bulunan evden bahsettiler. Sana yardım etmeye çalışıyorum; hemen onların yanına gitmen
gerekiyor, şimdi!’’

Day’i en zayıf noktasından vurmuştum. Bir an bile durmadı, dediklerimi sorgulamadı,


neden bunları ona hemen söylemediğimi bile. Ayağa kalktı, sirenlerin geldiği yönü
belirleyip sokaktan fırladı. Şaşırtıcı derecede içimde bir suçluluk dalgası hissettim. Bana
güveniyordu; tamamen, aptal gibi, bütün kalbiyle güveniyordu. Acaba şu ana kadar hiç
kimse sözlerime böylesine güvendi mi diye merak ettim. Belki Metias bile bu kadar
inanmamıştı bana.

Tess git gide artan bir korkuyla gidişini izledi. “Hadi, onu takip edelim!” diye bağırdı.
Ayağa fırlayıp elimi tuttu. “Yardımımıza ihtiyacı olabilir.”

“Olmaz,” diye çıkıştım. “Sen burada bekle. Ben onu takip ederim. Ortalarda görünme ve
sessiz ol, biri seni almaya gelecek.”

Sokaktan çıkarken Tess’in cevap vermesini beklemedim. Omzumdan geriye doğru bakınca
Tess’in arkamdan kocaman gözlerini bana odaklamış olduğunu gördüm. Önüme döndüm.
Onu bu işin dışında tutmak en iyisiydi. Eğer bugün Day’i tutuklarsak ona ne olacak? Dilimi
şaklatıp mikrofonumu açtım. Bir anlığına statik kulağımı tırmaladı. Sonra Thomas’ın sesini
duydum. “Konuş benimle,” dedi. “Neler oluyor? Neredesin?”

“Day, Figueroa ve Watson'a doğru ilerliyor şu anda. Peşindeyim.”

Thomas derin bir nefes aldı. “Tamam. Biz de yola çıktık Birazdan görüşürüz.”

“Ben söylemeden saldırıya geçmeyin, kimse zarar görmesin,” söze diye başladım ama
statik kesildi.

Sokaktan aşağı doğru koşuyordum, kesiğim isyan edercesine acıyordu. Day çok uzağa
gitmiş olamazdı; benden sadece yarım dakikalık mesafede öndeydi. Dün gece gittiği yönde
ilerliyordum, güneye, Birlik İstasyonuna doğru.

Tabii ki çok geçmeden Day’in eski şapkasını uzakta, kalabalığın arasında seçebildim.

Bütün kızgınlığımı, korkumu ve endişemi kafasının arkasında yoğunlaştırdım. Onu takip


ettiğimi anlamasın diye aramızda mesafe bırakmaya uğraşıyordum. Bir yanım onun beni
Skiz dövüşünden nasıl kurtardığını, yanımdaki bu yaranın iyileşmesine yardım edişini,
ellerinin ne kadar nazik olduğunu hatırladı. Ona bağırmak istedim. Kafamı bu kadar
karıştırdığı için ondan nefret etmek istiyordum.

Aptal çocuk! Hükümetten bu kadar kolay kaçabilmiş olman bir mucizeydi ama artık ailen
ve arkadaşların bu kadar risk altındayken kaçamazsın. Bir suçluya acımayacağım, diye
kendime hatırlattım sertçe. Sadece ödeşeceğiz.
DAY

GENELDE LAKE'İN SOKAKLARINDAKİ KALABALIĞA minnettardım.


Kalabalığın arasına karışıp çıkmak, eğer peşinizde izinizi süren ya da kavga
edecek biri varsa onlardan kurtulmak için idealdi. Bu kalabalık sokaklardan
kaç kere faydalandığımı hatırlamıyordum bile. Ama şu anda beni sadece
yavaşlatıyorlardı. Göl kıyısındaki kestirmeden gitmeme rağmen sirenlerin
sadece bir milim önüne geçebilmiş durumdaydım. Eve varana kadar
aramızdaki mesafeyi açma şansım olmayacaktı.
Onları dışarı çıkaramayacaktım. Fakat her ne pahasına olursa olsun denemem
gerekiyordu. Askerler onlara ulaşmadan yanlarına varmalıydım.

Arada bir durup araçların hâlâ düşündüğüm yönde gittiklerine emin oldum.
Tabii ki doğrudan bizim mahalleye giden yolu izliyorlardı. Daha hızlı
koştum. Yanlışlıkla yaşlı bir adama çarptığımda bile durmadım. Tökezleyip
kaldırıma düştü. "Özür dilerim,” diye seslendim. Bana bağırdığını
duyabiliyordum ama arkaya bakamaya bile zamanım yoktu.

Evimize yaklaşırken terlemeye başladım, hâlâ sessiz ve karantina şeritleriyle


çevriliydi. Arka bahçemizdeki kırık dökük çitlere varana kadar evlerin
arkalarından dolaştım. Çitteki bir çatlaktan içeri girip gevşek döşemeyi
kenara alıp sundurmanın altına daldım. Havalandırmanın altına bıraktığım
papatyalar hâlâ oradaydılar ama solup kurumuşlardı. Yerdeki boşluklardan
bakınca annemin Eden'ın başucunda oturduğunu görebildim. John yakındaki
muslukta bir bezi ıslatıyordu. Gözlerim Eden’a kaydı. Şimdi daha da kötü
görünüyordu; sanki teninin tüm rengi solmuş gibiydi. Aralıklarla rahatsız
sesler çıkararak nefes alıyordu, bunu bulunduğum noktadan bile
duyabiliyordum.
Aklım bir çözüm bulabilmek için çırpınıyordu. John, Eden ve anneme
buradan kaçmaları için yardım edebilirdim fakat veba devriyesi ya da sokak
polisiyle karşılaşma riski vardı. Belki de Tess'le birlikte genelde
saklandığımız yerlere sığınabilirdik. John ve annem koşabilecek kadar
güçlüydüler ama Eden buna nasıl ayak uyduracaktı? John onu ancak belli bir
yere kadar taşıyabilirdi. Belki onları gizlice bir kargo trenine bindirmenin
yolunu bulabilirdim, böylece ülkenin içine doğru bir yerlere kaçmayı
başarabilirlerdi, bilmiyordum. Eğer devriyeler Eden'ın peşine düştüyse
annemin ve John’un işlerini bırakıp kaçmaları, durumu daha da
kötüleştiremezdi. Ne de olsa karantina altındaydılar. Onları Arizona ya da
Batı Texas’a götürebilirdim, belki bir süre sonra da devriyeler onları aramayı
bırakırlardı. Ayrıca belki de kendimi kandırıyordum ya da Kız yanılıyordu,
belki de devriyeler bizim eve gitmiyordu. Eden’ın ilacı için para biriktirmeye
devam edebilirdim. Bütün bu endişem boşuna olabilirdi.

Fakat uzaktan gelen siren seslerinin arttığını duyabiliyordum.


Eden için geliyorlardı.

Kararımı verdim. Sundurmanın altından çıkıp arka kapıya doğru gittim.


Orada hastane araçlarının sesini çok daha iyi duyabiliyordum.
Yaklaşıyorlardı. Arka kapıyı açıp oturma odasına doğru yürüdüm.

Derin bir nefes aldım.


Sonra da kapıyı tekmeleyip ışığın içine girdim. Annem korkuyla çığlık attı.
John bana döndü. Bir an ne yapacağımızı bilemez bir halde öylece durduk.

"Ne oldu?” Yüz ifademi görünce rengi soldu. "Burada ne işin var? Bana neler
olduğunu anlat.” Sesini dizginlemeye çalışıyordu ama bir şeylerin çok kötü
gittiğinin farkındaydı, aileme kendimi göstermeye zorlayacak kadar kötü hem
de.

Kafamdan yıpranmış şapkamı çıkardım. Saçım karmakarışık bir şekilde


düştü. Annem sargılı elini ağzına götürdü. Gözleri önce şüphe doldu, sonra
da büyüdü.
"Anne, benim,” dedim. "Daniel.”

Yüzünden farklı duyguların geçişini izledim -kuşku, neşe, kafa karışıklığı- ve


bir adım öne geldi. Gözleri, John ile benim aramda gidip geldi. Neyin onu
daha çok şoke ettiğini bilmiyordum; hayatta olmam mı yoksa John’un
bunların hepsinden haberdar olması mı?

"Daniel?" diye fısıldadı.


Eski adımı söylediğini duymak çok garipti. Annemin yaralı ellerini tutmak
için yanına koştum. Titriyorlardı. "Açıklayacak zaman yok." Gözlerindeki
ifadeyi görmezden gelmeye çalıştım. Onlar da bir zamanlar tıpkı benimkiler
gibi parlak maviydi ama keder onların rengini soldurmuştu. Bunca yıldır
öldüğümü sanmış olan bir anneyle nasıl tekrar yüz yüze gelebilirdim ki?
"Eden'ı almaya geliyorlar. Onu saklamamız lazım.”

"Daniel?" Elleriyle gözlerimin üzerindeki saçı kenara aldı. Bir anda yeniden
onun küçük oğlu olmuştum. "Benim Daniel'ım. Yaşıyorsun. Rüya mı
görüyorum?"

Omuzlarından tuttum. "Anne dinle. Veba devriyesi geliyor ve yanlarında bir


de hastane aracı var. Eden’daki virüs her neyse... Onu almaya geliyorlar.
Hepinizi gizlemeliyiz.”
Biran beni inceledi, sonra da başını onaylarcasına salladı. Beni Eden’ın
yatağına götürdü. Yakından bakınca Eden’ın kahverengi gözlerinin bir
şekilde siyaha dönüştüğünü gördüm. Gözlerindeki ışık sönmüştü. Korku
içinde gözlerinin irislerinin kanla dolduğu için siyaha döndüğünü fark ettim.
Annemle birlikte Eden'ı dikkatlice oturttuk. Şiddetli ateşi vardı. John ona
yatıştırıcı şeyler söyleyerek yavaşça omzuna kaldırdı.

Eden acıyla inledi ve kafası yana düşüp John’un boynuna yaslandı. "İki
devreyi birbirine bağlayın," diye mırıldandı.

Sirenler dışarıda çalmaya devam ediyordu; birkaç blok ötede olmalıydılar.


Annemle umutsuzca birbirimize baktık.
"Sundurmanın altına," diye fısıldadı. "Kaçmak için zaman yok.” Kimse karşı
çıkmadı. Annem sıkıca elimi tutuyordu. Arka girişten dışarı çıktık. Dışarıda
bir saniye durup devriyelerin geldiği yönü ve mesafeyi kontrol ettim.
Neredeyse gelmek üzereydiler. Hemen sundurmaya gidip döşemeyi kenara
ittim. Annem, “Önce Eden,” diye fısıldadı. John, Eden’ı omzunda düzeltip
diz çökerek boşluğa indi. Sonra annemin girmesine yardım ettim. Sonra da
onların yanına sıkıştım, toprakta bıraktığımız izleri silip döşemeyi tekrar
yerine koydum. Yeterince düzgün olduğunu umdum.

Kendimizi bile zor görebildiğimiz en karanlık köşeye sıkıştık. Deliklerden


gelen ışık hüzmelerine baktım. Toprağı parçalara bölüyordu ve ezilmiş
papatyaları belli belirsiz görebiliyordum. Sirenlerin sesi bir an azaldı -bir
yerden döndüler- ve birden, sağır edecek kadar yüksek sesle çalmaya başladı.
Arkasından ağır botların sesi geldi.
Adiler. Evin dışında durup zorla içeri girmeye hazırlanıyorlardı. “Burada
kalın," diye fısıldadım. Saçımı kafamın üstünde kıvırıp şapkamın içine tıktım.
“Onlardan kurtulacağım.”

John’un sesi, “Hayır,” dedi. “Oraya geri gitme. Çok tehlikeli.”

Başımı salladım. "Eğer kalırsam sizin için çok daha tehlikeli olur. İnan bana."
Gözlerim Eden'a bir masal anlatırken sesindeki korkuyu bastırmaya çalışan
anneme döndü. Sakinleştirici sesi ve yumuşak gülümsemesiyle küçükken
onun hep ne kadar sakin göründüğünü hatırladım. John'a başımı salladım.
“Hemen geri döneceğim.”
Yukarıda birinin kapıyı yumrukladığını duydum. “Veba devriyesi,” dedi bir
ses. “Açın kapıyı!”

Gevşek döşemeye fırladım, onu alıp yavaşça biraz öteye koydum ve dışarı
çıktım. Dikkatle yerine geri ittim. Evin çitleri görülmemi engelliyordu ama
çatlaklardan bakınca askerlerin kapının dışında beklediğini görebiliyordum.
Hızlı hareket etmem gerekiyordu. Şu anda birinin onlarla çatışmaya girmesini
beklemiyorlardı, özellikle de göremedikleri birinin. Sessizce evin arkasına
koştum, tuğlalardan birine ayağımı sağlam bir şekilde yerleştirip yukarı
atıldım. Çatının kenarından tutup üstüne savurdum kendimi.

Askerler beni geniş bacamız ve etrafımızdaki büyük binaların gölgeleri


yüzünden buradan göremezlerdi. Ama ben onları güzelce görebiliyordum.
Fakat baktığımda öylece kaldım. Burada yanlış giden bir şeyler vardı. Tek bir
veba devriyesine karşı küçük de olsa şansımız olabilirdi. Ama evimizin
önünde bir düzineden fazla asker vardı. En az yirmi tane saydım, belki de
daha fazlalardı, hepsi de maskelerini sıkıca yüzlerine bağlamıştı. Bazıları tam
takım gaz maskesi takmıştı. Hastane aracının yanına iki askerî araç park
edilmişti. Onlardan birinin önünde üniformasında kırmızı püskülleri olan
yüksek rütbeli bir komutan bekliyordu. Kadının yanında da koyu renk saçlı,
genç bir yüzbaşı duruyordu.

Onun önündeyse hareketsiz ve korunmasız bir şekilde duran biri vardı: O


Kız.
Kaşlarım çatıldı, kafam karıştı. Onu tutuklamış olmalılardı ve şimdi de onu
bir şey için kullanıyorlardı. Bu Tess’i de yakaladıkları anlamına geliyordu
ama onu hiçbir yerde göremedim. Tekrar Kız’a döndüm. Etrafındaki onca
askerden rahatsız olmamış gibi sakin görünüyordu. Kendi maskesini çıkarıp
ağzına taktı. Ve birden o an için neden Kız’ın bana tanıdık geldiğini anladım.
Gözleri. O koyu, altın pırıltılar saçan gözleri. Metias isimli genç yüzbaşı. Los
Angeles Merkez Hastanesi'ni soyduğum gece kendisinden kaçtığım adam.
Gözleri aynıydı.
Metias onun yakını olmalıydı. Bu kız da tıpkı onun gibi ordudaydı. Aptallığıma
inanamıyordum. Bunu daha erken görmüş olmalıydım. Metias da orada mı diye diğer
askerlerin yüzlerini taradım ama sadece Kız vardı.

Onu benim izimi bulsun diye yollamışlardı.

Ve şimdi, aptallığımdan dolayı beni ve ailemi bulmuştu. Tess’i öldürmüş bile olabilirdi;
ona güvenmiştim, onu öpecek kadar ahmaktım. Hatta ona âşık olmuştum. Bu düşünce
öfkeyle içimi yaktı.

Evimizden bir çarpma gürültüsü geldi. Bağrışmalar ve çığlıklar duydum. Askerler onları
bulmuştu; döşemeleri kırıp onları yerden çıkardılar. Aşağı in! Neden çatıda saklanıyorsun?
Onlara yardım et!Ama bunu yapmam, sadece onların benimle bağlantısını ortaya çıkarırdı
ve böylelikle kaderleri belirlenmiş olurdu. Elim kolum bağlanmıştı.

Gaz maskeli iki asker evin arkasından çıktı, aralarına annemi almış yaka paça
götürüyorlardı. Hemen arkalarından onlara bağırıp annemi bırakmalarını söyleyen John’u
tutan askerler geldi. En son da bir çift hastane görevlisi geçti. Eden’ı bir sedyeye bağlamış,
hastane aracına doğru götürüyorlardı.

Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Cebimden Tess'in bana verdiği, hastaneye girdiğim
günden kalan üç gümüş kurşunu çıkardım. Kendi yaptığım sapana birini yerleştirdim. Bir
an için aklıma polis merkezine alevler içindeki kartopunu gönderen yedi yaşındaki halim
geldi. Sonra sapanı John’u tutan askerlerden birine doğrulttum, lastiği geriye çekip
bıraktım.

Kurşun boynunu o kadar şiddetle çizdi ki çarpmanın etkisiyle kan fışkırdı. Asker iki
büklüm olup çılgınca maskesini tutmaya çalıştı. Anında diğer polisler silahlarını çatıya
doğrulttular. Bacanın arkasında hareketsiz bir halde çömelerek bekledim.

Kız öne doğru çıktı. “Day." Sesi sokakta yankılandı. Aklımı kaçırıyor olmalıydım çünkü
sesinde merhamet duyuyordum. “Burada olduğunu ve neden buraya geldiğini biliyorum."
John ve anneme doğru işaret etti. Eden çoktan hastane aracına girmişti.

Artık annem bütün o JumboTron'larda gördüğü suçlunun ben olduğumu bilecekti. Ama
hiçbir şey demedim. Sapanıma bir kurşun daha koyup Kız'a doğrulttum.

"Ailenin güvende olmasını istiyorsun. Bunu anlıyorum,” diye devam etti. “Ben de ailemin
güvende olmasını istedim.”

Kolumu geriye doğru çektim.

Kızın sesi şimdi ısrarcı hatta yalvarır gibi çıkıyordu. "Şimdi sana kendi aileni kurtarma
şansı veriyorum. Teslim ol. Lütfen. Kimsenin canı yanmasın.”

Yanındaki askerlerden biri silahını yukarı doğrulttu. İçgüdüsel olarak elimdekini ona
çevirdim. Tam dizine isabet edip onu yere yapıştırdı.

Askerler beni kurşun yağmuruna tuttular. Bacanın arkasına sığındım. Kıvılcımlar etrafımı
sardı. Dişlerimi sıkıp gözlerimi kapadım; bu durumda yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Çaresizdim.

Ateşi kestiklerinde bacadan kafamı uzatıp Kız’ın hâlâ orada olduğunu gördüm. Komutanı
kollarını kavuşturdu. Kız yerinden oynamadı.

Sonra komutanın öne geldiğini gördüm. Kız itiraz edince onu kenara itti. "Orada sonsuza
kadar bekleyemezsin," diye bana bağırdı komutan. Sesi Kız’ınkinden çok daha soğuktu.
"Aileni ölüme terk etmeyeceğini de biliyorum."

Son kurşunu da sapanıma yerleştirip doğruca onu hedef aldım.

Sessizliğim karşısında başını salladı. "Tamam, Iparis," dedi Kız'a. "Senin taktiğini denedik.
Şimdi de benimkini deneyelim.” Koyu saçlı yüzbaşıya dönüp bir kere başını salladı.
"Kadını öldür.”

Daha sonra olanları durdurabilecek zamanım yoktu.

Yüzbaşı silahını kaldırıp anneme doğrulttu. Sonra da başına ateş etti.


JUNE

THOMAS’IN ATEŞ ETTİĞİ KADIN DAHA YERE DÜŞMEDEN ÇOCUĞUN çatıdan


fırlayıp onlara doğru uçtuğunu gördüm. Donakaldım. Bu olanların hepsi
yanlıştı. Kimsenin zarar görmemesi gerekiyordu. Komutan Jameson bana
evdekileri öldürmeye niyeti olduğunu söylememişti, onların hepsini
tutuklayıp sorgulamak için Batalla Binası’na götürecektik. Gözlerim
Thomas’a kaydı, acaba o da benim hissettiğim korkuyu hissetti mi diye
merak ettim. Fakat yüzünde hiçbir ifade olmaksızın, silahını çekmiş
duruyordu.
Komutan Jameson, “Yakalayın onu!” diye bağırdı. Çocuk, askerlerden birinin üzerine
düşüp bir çamur deryası içinde yere serildi. “Onu canlı götürüyoruz.”

Artık Day olduğunu öğrendiğim çocuk, askerler onun üzerine doğru giderken iç burkan bir
feryatla en yakındakinin üzerine atladı. Bir şekilde silahını almayı başardı ama başka bir
asker hemen silahı elinden düşürdü.

Komutan Jameson bana bakıp belinden silahını çıkardı.

“Komutanım, hayır!” diye bağırdım fakat beni umursamadı. Aklımdan Metias geçti.

Bana dönüp kızgın bir şekilde, “Askerlerimi birer birer öldürmesine göz yumacak
değilim,” diye çıkıştı. Sonra da Day’in sol bacağını hedef alıp ateş etti. İrkildim. Kurşun
hedefini kaçırdı (diz kapağını hedef almıştı) ve baldırının dış kısmındaki ete isabet etti. Day
acı dolu bir çığlık atarak askerlerin oluşturduğu çemberin ortasına yığıldı. Şapkası
kafasından düştü. Sarı saçları dağıldı. Askerlerden biri sert bir tekmeyle onu bayılttı.
Ellerini kelepçeleyip gözlerini bağladılar ve ağzını tıkadılar, sonra da bekleyen araçlardan
birinin içine tıktılar. Bir süre sonra dikkatim evden çıkardığımız ikinci tutukluya döndü,
büyük ihtimalle Day’in kardeşi ya da kuzeni olan genç bir adam. Bize var gücüyle
bağırarak anlayamadığımız bir şeyler söylüyordu. Askerler onu da ikinci araca soktular.

Thomas bana maskesinin üzerinden onaylayan bir bakış attı ama Komutan Jameson sadece
kaşlarını çatıyordu. “Drake’te neden senin için baş belası dediklerini şimdi anlıyorum”
dedi. “Burası üniversite değil. Benim hareketlerimi sorgulayamazsın.”

Bir yanım özür dilemek istedi fakat bütün bu olanlar fazla gelmişti, çok kızgın, çok
heyecanlı ya da çok rahatlamış bir haldeydim. “Peki ya, planımız? Komutanım, kusura
bakmayın ama sivilleri öldürmekten bahsetmemiştiniz.”
Komutan Jameson bir kahkaha attı. “Ah, Iparis,” diye cevap verdi. “Eğer anlaşma yapmaya
kalksaydık bütün gece burada beklemek zorunda kalacaktık. Ne kadar hızlıca hallettik,
gördün mü? Hedefimizi çok daha çabuk ikna etti.” Başka yere döndü. “Fark etmez. Artık
jipe binebilirsin. Merkeze geri dön.” Eliyle hızlıca bir işaret yaptı ve Thomas emir verdi.
Diğer askerler tekrar eski düzenlerine girdi. Komutan en öndeki araca bindi.

Thomas yaklaştı ve bana dönüp şapkasına dokundu. “Tebrik ederim, June,” diyerek
gülümsedi. “Sanırım gerçekten başardın. Ne macera ama! Day’in suratındaki ifadeyi
gördün mü?”

Biraz önce bir insanı öldürdün. Thomas’a bakamıyordum. Ona emirleri nasıl bu kadar
tereddütsüzce yerine getirdiğini sormaya gücüm yetmedi. Gözlerim kadının kaldırımda
yattığı yere döndü. Sıhhiyeciler çoktan üç yaralı askerin etrafinı çevirmişti; onların
dikkatlice hastane aracına bindirilip merkeze götürüleceklerini biliyordum. Ama kadının
cansız bedeni yerde öylece yatıyor, kimse onunla ilgilenmiyordu, terk edilmişti. Sokaktaki
diğer evlerden çıkan birkaç kafa bize bakıyordu. Bazıları cesedi görüp çabucak evine girdi,
bazılarıysa bana ve Thomas’a ürkekçe bakıyordu, içimden küçük bir ses bu görüntü
karşısında mutlu olmamı, ağabeyimin ölümünün intikamını aldığım için neşeli olmamı
söyledi. Bekledim ancak nafile. Yumruklarımı sıkıp açtım. Kadının altında yayılmaya
başlayan kan gölü midemi bulandırmaya başladı.

Unutma, dedim kendi kendime, Metias'ı öldürdü. Day,Metias’ı öldürdü, Day, Metias’ı
öldürdü.

Bu sözler zihnimde tereddütle yankılandı.

“Evet,” dedim Thomas’a. Sesim sanki bir başkasına aitmiş gibi çıkıyordu. “Sanırım
gerçekten başardım.”
BÖLÜM İKİ

IŞILDAYAN CAMI
PARAMPARÇA EDEN
KIZ
DAY

DÜNYA BULANIKTI. SİLAH VE BAĞRIŞMA SESLERİ hatırlıyordum, bir de yüzüme


soğuk su çarpıldığını. Bazen bir anahtarın kilitte dönme sesini duyuyor ve kanın metalik
kokusunu hissediyordum. Gaz maskeliler eğilmiş bana bakıyordu. Hastane aracının sireni
kafamda hep yankılanıyordu. Kapatmak için düğmesini aradım ama kollarımda garip bir
his vardı. Hareket ettiremiyordum. Sol bacağımdaki korkunç acıdan dolayı gözlerimden
yanaklarıma yaşlar süzülüyordu. Belki de bacağım tamamen mahvolmuştu.

Yüzbaşının annemi vurduğu an kafamda tekrar tekrar canlanıyordu, aynı sahnede takılı
kalmış bir film gibi. Neden oradan çekilmediğini anlayamıyordum. Kaçmasını, eğilmesini,
herhangi bir şey yapmasını söylüyordum. Ama o kurşun isabet edene kadar
orada öylece durup yere düşüyordu. Yüzü bana dönüktü ama bu benim
suçum değildi. Olamazdı.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre sonra bulanıklık geçti. Ne kadar olmuştu acaba, dört
beş gün? Belki de bir ay olmuştu. Şu anda dört çelik duvar arasında, penceresiz küçük bir
odada olduğumu görüyordum. Askerler küçük, kasa kapısına benzer bir kapının iki yanında
nöbet tutuyorlardı. Yüzümü buruşturdum. Dilim çatlamış, kupkuruydu. Gözyaşlarım
yüzümde kurumuştu. Ellerim metalden kelepçe gibi bir şeyle sandalyenin arkasına sıkıca
bağlanmıştı ve bir saniye sonra da oturmakta olduğumu fark ettim. Saçım yüzüme şeritler
halinde düşmüştü. Yeleğim kan içindeydi. Aniden içimi bir korku kapladı: şapkam.
Kimliğim açığa çıkmıştı.

Sonra sol bacağımdaki acıyı hissettim. Bu, daha önce hissettiğim bütün acılardan daha
beterdi, o dizimin ilk kez kesildiği zamandan bile. Soğuk terler döküyordum, görüşümü
parıltılar kapladı. O an bir ağrı kesici, baldırımdaki yanmanın üzerine buz koymak ya da bir
kurşun daha sıkıp acıma son vermeleri için her şeyi yapabilirdim. Sana ihtiyacım var, Tess.
Neredesin?

Ancak eğilip bacağıma baktığımda kana bulanmış bandajlarla sıkıca sarılı olduğunu
gördüm.

Askerlerden biri uyandığımı fark etti. Elini kulağına bastırdı. "Uyandı, efendim.”

Birkaç dakika sonra -belki de saatler sonra- metal kapı açıldı ve annemin ölüm emrini
veren komutan içeri girdi. Pelerini de dâhil üniforması tam takım üzerindeydi, floresanın
altında üç ok bulunan gümüş rütbe nişanı parlıyordu. Elektrik. Bir hükümet binasındaydım.
Kapının diğer tarafındaki askerlere bir şeyler söyledi. Sonra da kapıyı savurarak kapattı ve
yüzünde bir gülümsemeyle başımda gezinmeye başladı.
Görüşümü kaplayan kızıl renk bacağımdaki acıdan dolayı mı, yoksa komutanın varlığına
duyduğum öfkeden miydi, bilemiyordum.

Komutan gelip sandalyemin önünde durdu, sonra da yüzüme doğru eğildi. “Sevgili
çocuğum," dedi. Sesinden eğlendiğini duyabiliyordum. "Bana uyandığını söylediklerinde
çok heyecanlandım. Gelip seni kendi gözlerimle görmek istedim. Şanslı olduğunu
bilmelisin; doktorlar, aile dediğin enfeksiyon kapmış grupla o kadar zaman geçirmene
rağmen vebaya yakalanmamış olduğunu söylediler.” Geri çekilip ona tükürdüm. Bu hareket
bile bacağımı dağlayan bir acıyla titretmeye yetmişti.

"Ne kadar güzel bir çocuksun sen.” Zehir dolu gülümsemesini görüyordum. "Bir suçlu
yaşamı sürmeyi seçmen ne kadar yazık. Kendi başına ünlü olabilirdin biliyor
musun, hele de böyle bir yüzle. Her yıl ücretsiz veba aşıları. Çok güzel olmaz
mıydı?"
Eğer bağlı olmasam şu anda yüzünü parçalayabilirdim. "Kardeşlerim nerede?” Sesim
boğuk ve çatlak çıktı. "Eden'a ne yaptınız?"

Komutan sadece gülümseyip arkasındaki askerlere parmağını şaklattı. "Gerçekten seninle


kalıp sohbet etmek isterdim ama başında durmam gereken bir eğitim seansı var. Ayrıca
seni görmeye benden çok daha hevesli biri var. Gerisini ona bırakıyorum.” Komutan başka
bir şey söylemeden çıktı. Sonra başka birinin -daha küçük, narin birinin- siyah
peleriniyle hücreye girdiğini gördüm. Yırtık pırtık pantolonu ya da çamurlu
botları yoktu, yüzü kir içinde değildi. Kız temizlenmiş, pırıl pırıl olmuş,
saçını arkada yukarıdan, düzgün bir atkuyruğu yapmıştı. Üzerinde şık bir
üniforma vardı, pelerinli ordu kıyafetinin tepesinde altın apoletler
parıldıyordu, omuzlarında beyaz halatlar, her iki koluna da işlenmiş çift oklu
rütbe nişanı vardı. Pelerini yerlere kadar inip onu altın işlemeli bir siyahla
kuşatmıştı. Özenle yapılmış bir Canto düğümü pelerininin boynunu sağlam
bir şekilde tutuyordu. Bu kadar genç görünmesine şaşırdım, onu ilk
gördüğüm andan bile daha genç duruyordu. Herhalde Cumhuriyet benim
yaşımdaki bir kıza bu kadar yüksek bir rütbe vermiş olamazdı. Dudaklarına
baktım; öptüğüm bu dudaklar şimdi parlatıcıyla kaplanmıştı. Aklıma saçma
sapan bir düşünce gelince kahkaha atmak istedim. Eğer annemin ölümüne ve
benim yakalanmama sebep olmasaydı, eğer onun ölmesini istiyor
olmasaydım, kesinlikle nefes kesici olduğunu düşünürdüm.
Yüzümden onu tanıdığımı anlamış olmalıydı. "Tekrar karşılaştığımıza en az benim kadar
sevinmiş olmalısın. Bacağındaki yaraların sarılmasına aşırı bir nezaket gösterisi
diyebilirsin,” diye lafı yapıştırdı, "idam edilirken ayakta durmanı istiyorum,
seninle işim bitene kadar enfeksiyondan ölmene göz yummayacağım.”
"Teşekkürler. Çok naziksin.”

Alaycı sözlerimi umursamadı. “Day sensin demek.” Konuşmadım. Kız kollarını


kavuşturup gözlerini delici bir bakışla bana dikti. “Ama sanırım sana Daniel
demem gerekiyor. Daniel Altan Wing. Ağabeyin John'dan bu kadarını
öğrenebildim.”
John'un adı geçince öne eğilip anında buna pişman oldum, bacağım acıdan patlamak
üzereydi. "Kardeşlerim nerede?”

İfadesi değişmedi. Gözlerini bile kırpmadı. "Artık onları düşünmen gerekmiyor.” Birkaç
adım yaklaştı. Burada adımları kesin, ölçülüydü, şüphesiz Cumhuriyet’in elitlerine has bir
yürüyüştü bu. Sokaklarda bunu gizlemeyi oldukça iyi başarmıştı. Bundan dolayı daha da
öfkelendim.

“İşte yapacaklarımız, Bay Wing. Sana bir soru soracağım, sen de bana cevap vereceksin.
Kolay bir soruyla başlayalım. Kaç yaşındasın?”

Gözlerine baktım. "Seni o Skiz dövüşünden hiç kurtarmamalıydım. Orada bıraksaydım da


ölseydin keşke."

Kız yere baktı, sonra da kemerinden bir silah çıkarıp suratıma geçirdi. Bir saniye boyunca
sadece kör edici beyaz bir ışık görebildim; ağzıma kan doldu. Bir klik sesi duydum, sonra
da şakağıma değen soğuk metali hissettim. “Yanlış cevap. Açık konuşayım. Bir yanlış
cevap daha verirsen, ağabeyin John'un çığlıklarını ta buradan duyabilmeni sağlarım. Bir
tane daha yanlış cevap verirsen küçük kardeşin Eden da aynı kaderi paylaşır.”

John ve Eden. En azından ikisi de hayattaydı.

Silahını çekerken çıkan sesten silahın boş olduğunu anladım. Görünüşe göre sadece beni
tartaklamak istiyordu.

Kız silahını şakağımdan çekmedi. "Kaç yaşındasın?”


"On beş.”
"Bu daha iyi işte.” Kız silahını biraz indirdi. "Şimdi de itiraf zamanı. Arcadia
bankasındaki soygundan sen mi sorumluydun?"
On saniyelik yer. "Evet.”
"O zaman oradan 16500 Notun çalınmasından da sen sorumlusun.”
“Doğru bildin."
"İki yıl önce İç Savunma Bakanlığfnın yağmalanıp cepheye gidecek iki hava
gemisinin imha edilmesinden de sen mi sorumlusun?
"Evet."
"Burbank hava üssünde bekleyen on adet F-472 savaş jetini tam cepheye
gitmeden önce sen mi ateşe verdin?”
"Bundan biraz gurur duyuyorum.”
"Alta bölgesindeki karantina alanının kenarında nöbet tutan bir askere
saldırdın mı?"
"Onu bağladım, sonra da karantina altındaki bazı ailelere yiyecek götürdüm.
Aman ne kötü etmişim."
Birkaç suçumu daha sıraladı, bazılarını zor hatırlayabildim. Ardından en son
suçumdan bahsetti.
“Los Angeles Merkez Hastanesi’ni yağmalarken şehir devriyesi
yüzbaşılarından birini sen mi öldürdün? Medikal malzeme çalıp üçüncü kata
zorla giren sen miydin?"
Başımı kaldırdım. "Metias isimli yüzbaşı.”
Bana soğuk bir bakış attı. "Evet, ağabeyim."
Demek öyle. Demek bu yüzden benim peşimdeydi. Derin bir nefes aldım.
"Ağabeyin. Onu ben öldürmedim, ben öldürmüş olamam. Tetik çekmeye bu
kadar meraklı olan sîzlerin aksine ben insanları öldürmem.”
Cevap vermedi. Bir an için birbirimize baktık. Garip bir acıma duygusu
hisseder gibi oldum ama hemen kendimi tuttum. Bir Cumhuriyet ajanı için
üzülmeyecektim.
Kapının yanında duran askerlerden birini çağırdı. "6822‘deki tutuktunun parmaklarını
kesin.”

İleri atıldım ama kelepçeler ve sandalye beni engelledi. Bacağım acıdan mahvoldu.
Kimsenin üzerimde bu kadar güç sahibi olmasına alışık değildim. "Evet, içeriye zorla giren
bendim!” diye bağırdım. “Ama onu öldürmedim derken ciddiyim. Canını yaktım, itiraf
ediyorum, kaçmak zorundaydım, beni durdurmaya çalıştı. Ama en fazla bıçağımla omzunu
yaralamış olabilirim. Lütfen... sorularını cevaplayacağım. Şu ana kadar sorduğun her şeyin
cevabını verdim."

Kız tekrar bana baktı. "Omzunu yaralamaktan başka bir şey yapmış olamazsın demek.
Belki de tekrar bakmalıydın.” Gözlerinde derin bir öfke vardı, beni afallattı. Metias'la
karşılaştığım geceyi hatırlamaya çalıştım, onun bana silahını, benim de ona bıçağımı
doğrulttuğum anı. Ona isabet etti... omzuna geldi. Bundan emindim. Emin miydim ?

Bir an sonra askere durmasını söytedi. "Cumhuriyetin veri tabanına göre,” diye devam etti,
"Daniel Altan Wing beş yıl önce, çalışma kamplarından birinde çiçek hastalığından öldü.”

Hıh. Çalışma kamplarıymış. Evet, tabii; ayrıca Seçmen de her dönem adil seçimle başa
geliyordu zaten. Bu kız ya gerçekten bütün bu uydurmalara inanıyordu ya da benimle alay
ediyordu. Eski bir anı canlanmaya çalıştı içimde -gözlerimden birine enjekte edilen bir
iğne, soğuk metal bir sedye ve üstümde bir ışık- ama geldiği gibi gitti.
"Daniel öldü,” diye cevap verdim. "Onu çok uzun süre önce ardımda
bıraktım.”
“Sanırım o zaman sokaklarda suç işlemeye başlamıştın. Beş yıl önce.
Görünüşe göre yaptığın şeylerin yanına kâr kalmasına alışmışsın. Gardım
düşürmeye başlamışsın, değil mi? Daha önce hiç başka biri adına çalıştın mı?
Senin için çalışan kimse var mı? Vatanseverlerle bir ilişkin var mı?”
Başımı salladım. Aklıma çok korkunç bir soru geldi, sormaktan ölesiye korktuğum bir
soru. Tess’e ne yapmışlardı?
"Hayır. Beni aralarına almaya çalıştılar ama ben yalnız çalışmayı tercih
ederim."
"Çalışma kamplarından nasıl kaçtın? Cumhuriyet için çalışman gerekirken
Los Angeles sokaklarında terör estirmeye nasıl başladın?
Demek Cumhuriyet'in Deneme’de başarısız olan çocuklar hakkında
düşündüğü buydu. "Ne fark eder? Şu anda buradayım."
Bu sefer Kız’ın damarına dokunmuştum. Sandalyemi duvarın dibine kadar tekmeledi, sonra
da kafamı duvara geçirdi. Çarpmanın şiddetiyle gözümde yıldızlar uçuştu. "Nedenini
söyleyeyim," diye tısladı. "Eğer sen kaçmış olmasaydın, ağabeyim hayatta olurdu. Bundan
sonra çalışma kamplarına gönderilen pis sokak serserilerinin bir daha sistemden
kaçmadığından emin olmak istiyorum, böylece bunun gibi bir olay bir daha asla
yaşanmaz.”

Yüzüne bakarak güldüm. Bacağımdaki acı öfkemi daha da artırıyordu. "Hımm, tek endişen
bu demek? Deneme sınavına girip ölmekten kurtulan bir avuç kaçak, öyle mi? O on
yaşındaki çocuklar oldukça tehlikeli, ha? Bildiklerin yanlış diyorum sana. Ben senin
ağabeyini öldürmedim. Ama sen benim annemi öldürdün. Yaptığının silahı onun başına
doğrultmandan hiçbir farkı yoktu.”

Kız’ın yüzü sertleşti ama içinde bir şeyin bocaladığını görebiliyordum ve bir an için de olsa
sokakta gördüğüm kıza benzedi yeniden. Üzerime eğildi, o kadar yakınlaştı ki dudakları
kulağıma dokundu. Nefesini tenimde hissedebiliyordum. Tüylerim diken diken oldu.
Sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla, "Annen için üzgünüm. Komutanım sivilleri
incitmeyeceğine söz vermişti, sözünden döndü. Ben..." dedi. Sesi titriyordu. Gerçekten
özür diler gibi çıkıyordu ama neye yarar? “Keşke Thomas'ı durdurabilseydim. Yanlış
anlama, sen ve ben düşmanız ama böyle bir şeyin olmasını istemedim.” Doğrulup arkasını
dönmeye başladı. "Şimdilik bu kadar yeter.” “Bekle.” Büyük çaba sarf ederek, sinirimi
yatıştırıp boğazımı temizledim. Kendimi tutamadan sormaktan korktuğum soru ağzımdan
kaçıverdi. “O hayatta mı? Ona ne yaptınız?"

Kız dönüp bana baktı. Yüzündeki ifade kimden bahsettiğimi çok iyi bildiğini gösteriyordu.
Tess. Hayatta mıydı?Kendimi en kötü ihtimal için hazırladım.

Ama onun yerine sadece başını salladı. “Bilmiyorum. Onunla ilgilenmiyorum.”


Askerlerden birine başıyla işaret verdi. "Gün bitimine kadar onu susuz bırakın ve koridorun
sonundaki hücrelerden birine tıkın. Belki sabaha daha sakinleşmiş olur.” Askerin bu kadar
genç birine selam verdiğini görmek çok garipti.

Fark ettim ki Tess'i bir sır olarak saklıyordu. Benim için miydi? Ya da Tess için?

Askerlerle hücrede yalnız başıma kaldım. Beni sandalyeden yaka paça çekip yerde
sürüklediler, sonra da kapıdan dışarı çıkardılar. Yaralı bacağım yerdeki fayanslarda
sürünüyordu. Gözüme yaşların dolmasını engelleyemiyordum. Acı başımı döndürüyor,
sanki dipsiz bir kuyuda boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Askerler beni kilometrelerce
uzunluktaymış gibi gelen geniş bir koridorda götürüyorlardı. Her yerde asker vardı, bir de
gözlük ve eldiven takmış doktorlar. Revir tarafında olmalıydım. Herhalde bacağımdan
dolayı.

Kafam önüme düştü. Artık içimde tutamıyordum. Zihnimde yerde yatan annemin yüzünü
görüyordum. Ben yapmadım diye bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Yaralı
bacağımdaki acı beni yendi.

En azından Tess güvendeydi. Ona zihinsel bir uyarı göndermek, Kaliforniya’dan çıkıp
olabildiğince uzağa kaçmasını söylemek istedim.

O sırada koridoru yarılamışken bir şey dikkatimi çekti. Evimizin sundurmasının altında ve
bölgemizin gölündeki kıyı setlerinin orada gördüğüm sayılarla aynı şekilde yazılmış küçük
kırmızı bir sayı; sıfır. Üzerine sayının spreylenmiş olduğu kapılardan geçerken daha iyi
görebilmek için kafamı çevirdim. Kapılarda pencere yoktu ama baştan aşağı beyazlar
içinde gaz maskeli biri kapıdan girerken bir an için içeriyi görebildim. Yürüdüğümüz için
bulanık görüntülerden başka bir şey göremedim ama bir şeyi yakalamayı başardım.
Sedyenin üzerinde bir torba vardı. Bir ceset. Torbanın üzerindeyse kırmızı bir X.

Sonra kapılar yeniden gıcırdayarak kapandı ve ilerlemeye devam ettik.

Aklımdan bir dizi görüntü geçmeye başladı. Kırmızı sayılar. Evimizin kapısındaki üç
çizgili X. Eden’ı götüren hastane araçları. Eden'ın kararmış, kan dolmuş gözleri.

Kardeşimden bir şey istiyorlardı. Hastalığıyla ilgili bir şey. Üç çizgili X yeniden gözümün
önüne geldi.

Peki ya veba Eden’a kazara bulaşmadıysa? Ya hiç kimseye kazara bulaşmıyorsa?


JUNE

AKŞAM KOLUMDA THOMAS’LA BİRLİKTE SÜRPRİZ BİR BALOYA katılmak için


kendimi güzel bir elbise giymeye zorladım. Bu gala tehlikeli bir suçlunun yakalanışını
kutlamak ve onu adalete teslim ettiğimiz için bizi ödüllendirmek adına yapılıyordu.
Askerler biz gelince zahmet edip bana kapıları tuttular. Bazıları da selam verdi. Sohbet
etmekte olan yığınla resmİ görevli yanlarından geçerken bana gülümsedi ve kulak misafiri
olduğum bütün konuşmalarda adımın geçtiğini duyuyordum. İşte Iparis denen kız o...
Oldukça genç görünüyor... Sadece on beş yaşında, dostum... Seçmen bile etkilenmiş... Bazı
sözlerin içindeki kıskançlık daha baskındı. O kadarda büyük bir şey değil, canım... Cidden,
asıl övgüyü Komutan Jameson hak ediyor... Sadece bir çocuk...
Ancak hangi tonda konuşurlarsa konuşsunlar konu bendim. Bütün bunlarla gurur duymaya
çalıştım. Savurgan bir tarzda dekore edilmiş balo salonunda sonsuz sayıda banket masaları
ve avizelerin arasında dolaşırken Thomas’a Day’i gözaltına almanın Metias’ın ölümünün
bıraktığı boşluğu doldurduğunu bile söyledim. Ama bunları derken bile kendi sözlerime
inanamadım. Buradaki her şey bana yanlış gibi geliyordu, bu odadaki her şey; bunların
hepsi sanki uzanıp dokunsam paramparça olacak bir illüzyon gibiydi.

Yanlış yaptığımı hissediyordum; bana güvenen bir çocuğa ihanet ederek korkunç bir hata
yapmışım gibi.

“içinin rahatladığına sevindim,” dedi Thomas. “Sonunda Day bir işe yaradı.” Saçı
düzgünce geriye doğru taranmıştı ve kusursuz yüzbaşı üniformasının içinde normalden
de uzun boylu görünüyordu.

Eldivenli ellerinin biriyle koluma dokundu. Day’in annesinin öldürülmeşinden önce


olsaydı ona gülümserdim. Şimdiyse dokunuşu içimi ürpertti, geri çekildim.
Day sadece benim bu elbiseyi zorla giymeme yaradı demek istedim ama onun yerine
gece elbisemin zaten düzgün olan kumaşını düzeltiyor gibi yaptım. Hem Thomas hem de
Komutan Jameson bu gece güzel giyinmem konusunda ısrar ettiler. İkisi de nedenini
söylemedi. Komutan Jameson’a sorduğumda sadece eliyle geri çevirdi. “Bir kere olsun,
Iparis,” dedi, “sana söyleneni sorgulamadan yapıver.” Sonra da sürprizle ilgili bir
şeylerden bahsetti, çok önemsediğim birinin beklenmedik bir şekilde geleceğini söyledi.

Bir an için mantıksız bir şekilde ağabeyimden bahsettiğini düşündüm. Bir şekilde
yeniden hayata döndüğünü ve bu kutlama gecesinde onu göreceğimi.

Şimdilik Thomas’m beni general ve aristokradar kalabalığının arasında gezdirmesine izin


veriyordum.

Kenarları elmaslara dizilmiş safir renkli, korseli bir elbise seçtim bu gece için.
Omuzlarımdan biri dantelle kaplı, diğeri ise uzun bir ipek kumaşın altındaydı. Saçım açık
ve düzdü; çalıştığı günlerin çoğunu saçlarını toplayarak geçiren biri için rahatsız edici bir
durumdu. Thomas arada sırada başını eğip bana bakıyor ve yanakları pembeleşiyordu.
Olay ne anlamıyordum. Daha önce daha şık elbiseler de giymiştim, bu seferkiyse fazla
modern ve dengesiz hissi veriyordu. Bu elbiseye verilen parayla gecekondu mahallesinde
yaşayan bir çocuğu aylarca besleyebilecek kadar yiyecek satın alınabilirdi.

Thomas, Emerald bölgesinden bir yüzbaşıyı selamladıktan sonra, “Komutan bana Day’in
yarın cezaya çarptırılacağını söyledi,” dedi. Komutan Jameson'ın adı geçince yüzümü
çevirdim, Thomas’ın tepkimi görmesini istediğimden emin değildim. Görünüşe göre
komutan, üzerinden yıllar geçmişçesine Day’in annesinin ölümünü unutmuştu. Fakat
nazik davranmaya karar verip Thomas’a baktım. “Bu kadar erken mi?”

“Ne kadar erken, o kadar iyi, değil mi?” Sesinde aniden beliren keskinlik ağzımı açık
bıraktı. “Bir de senin onunla o kadar çok zaman geçirdiğini düşünüyorum da, seni
uykunda öldürmediğine şaşıyorum. Ben...’’
Thomas durdu, sonra da cümlesini yarım bırakmaya karar verdi.

Aklım Day’in öpücüğünün sıcaklığına, yaralarımı nasıl sardığına gitti. Yakalandığından


beri bu konuyu yüzlerce kez düşündüm. Ağabeyimi öldüren Day acımasız, merhametsiz
bir suçluydu. Peki ya, sokaklarda tanıştığım Day kimdi? Tanımadığı bir kız için kendi
güvenliğini tehlikeye atabilen o çocuk kimdi? Annesinin ölümü için bu kadar derin keder
duyan Day kimdi? Ona tıpatıp benzeyen ağabeyi John hücresinde sorgulama sırasında o
kadar da kötü biri gibi görünmüyordu; Day’in hayatı için kendininkini, Eden'ın
özgürlüğü için sakladığı parayı ortaya koyabilen biriydi. Böyîesine kalpsiz bir suçlu nasıl
bu aileden olabilirdi? Sandalyeye bağlı, yaralı bacağının acısıyla can çekişen Day’i
hatırlayınca hem öfkelendim hem de kafam karıştı. Onu dün öldürebilirdim. Silahıma
birkaç kurşun doldurup onu vurur ve bu durumdan kurtulurdum. Ama silahımı
doldurmadım.

Thomas, Day’e hücresinde söylediğim şeyleri tekrar edercesine, “Bütün sokak serserileri
aynı,” diye devam etti. “Day’in hasta kardeşinin, küçük olanın dün Komutan Jameson’m
üzerine tükürmeye çalıştığını duydun mu? Taşıdığı o virüsü komutana bulaştırmaya
çalıştığını?

Day’in küçük kardeşiyle ilgili henüz bir soruşturmaya geçmedim. “Söylesene,” dedim ve
durup Thomas’a baktım. “Cumhuriyet bu çocuktan ne istiyor? Neden onu hastane
laboratuvarına götürdüler?”

Thomas sesini alçalttı. “Bilmiyorum. Bu konuyla ilgili birçok şey gizli. Ama cepheden
birçok generalin onu görmeye geldiğini biliyorum.”

Kaşlarımı çattım. “Sadece onu görmek için mi gelmişler?” “Yani, birçoğu bir çeşit
toplantı için gelmiş. Ama laboratuvara uğramayı da ihmal etmemişler.”
“Cephedekiler neden Day’in küçük kardeşini merak etsinler ki?” Thomas omuz silkti.
“Eğer generaller bilmemiz gereken bir şey olduğunu düşünürlerse bunu bize söylerler.”

Kısa bir süre sonra yüzünde çenesinden yanağına kadar bir yara izi bulunan bir adam
araya girdi. Bu Chian'dı. Bizi görünce büyük bir sırıtış yüzüne yayıldı ve bir elini
omzuma koydu. “Ajan Iparis! Bu gece senin gecen. Sen bir yıldızsın! Sana söylüyorum,
tatlım, yüksek çevrelerdeki herkes senin bu dâhiyane performansını konuşuyor. Özellikle
de komutanın; seni kızıymış gibi hayran hayran anlatıyor herkese. Ajanlığa terfi edilişin
ve kazandığın ödülden dolayı da seni tebrik ederim. 200,000 Not bir sürü güzel elbise
almaya yeter de artar bile.” Kibarca başımı salladım. “Çok naziksiniz, efendim.”

Chian yara izlerini çarpıtacak şekilde gülümseyip eldivenli ellerini çırptı.


Üniformasındaki rozetler ve madalyalar onu okyanusun dibine batıracak kadar ağır
olmalıydı. Rozetlerden birinin altın ve mor renklerde olmasına şaşırdım, bu onun bir
savaş kahramanı olduğu anlamına geliyordu ama hayatı boyunca arkadaşları için bir kere
bile canını tehlikeye attığına inanmak güçtü. Aynı zamanda bu onun bir uzvunu
kaybettiği anlamına da geliyordu. Elleri yerindeydi, demek ki protez bacağı vardı.
Hafifçe eğildiği yön sol ayağını daha çok kullandığım gösteriyordu.

Chian, “Beni takip edin, Ajan Iparis. Siz de, yüzbaşı,” diye emir verdi. “Sizinle tanışmak
isteyen biri var.”

Bu Komutan Jameson’ın bahsettiği kişi olmalıydı. Thomas bana gizemli bir şekilde
gülümsedi. Chian bizi banket koridorundan ve dans pistinden geçirerek salonun büyük
bir kısmı ile aramızda duvar oluşturan kalın, lacivert bir perdeye doğru götürdü. Perdenin
iki ucuna da Cumhuriyet bayrakları yerleştirilmişti, yaklaşırken bayrağın deseninin
perdeye hafifçe işlenmiş olduğunu fark ettim.

Chian bizim için perdeyi tuttu, biz içeri girince de arkasından kapadı. Çember olarak
dizilmiş on iki kadife koltuk, her birinde de baştan aşağı siyah üniforma giymiş,
omuzlarında ışıldayan altın apoletlerle zarif kadehinden içkisini yudumlayan resmî bir
görevli oturuyordu. Aralarından bazılarım tanıyordum. İçlerinden bazıları cepheden,
Thomas’ın daha önce bahsettiği kişilerdi. İçlerinden biri bizi fark edip yaklaştı, hemen
ardında daha genç bir görevli onu takip etti. Ama onlar çemberi terk ederken grubun
diğer üyeleri kalkıp onlara doğru eğildi.

Daha yaşlı olanın boyu uzun, saçları kırlaşmıştı ve keskin hatlı bir çenesi vardı. Cildi
solgun ve hastalıklı görünüyordu. Sağ gözüne altın kenarlı bir monokl takmıştı. Chian
esas duruşa geçmişti, Thomas kolumu bıraktığında onu görüp ben de aynısını yaptım.
Adam elini sallayınca herkes rahat duruşa geçti. İşte şimdi onu tanıdım. Kendi gözlerimle
görmekte olduğum adam portrelerde ya da JumboTron’larda görünenden daha farklıydı.
Oralarda cildi daha sıcak bir tondaydı, kırışıklıkları yoktu. Aynı zamanda resmî
görevlilerin arasına dağılmış nöbetçileri de seçebiliyordum.
Bu Seçmen Primoydu.

“Sen Ajan Iparis olmalısın.” Bakakalmış ifademi görünce dudakları geriye çekildi ama
gülümsemesinde pek sıcaklık yoktu. Elimi hızlıca, sert bir şekilde sıktı. “Bu beyefendiler
bana senin hakkında harika şeyler anlatıyorlar. Senin bir deha olduğunu söylüyorlar.
Dahası, ülkemizdeki en baş belası suçlulardan birini parmaklıklar arkasına hapsetmişsin.
Ben de en uygun olanın seni bizzat tebrik etmek olduğunu düşündüm. Eğer ülkemizde
senin gibi vatansever, senin gibi keskin zekâlı daha fazla genç olsaydı, Kolonilere karşı
savaşı çoktan kazanmış olurduk. Sizce de öyle değil mi?” Etrafındakilere bakmak için
durdu ve herkes mırıldanarak katıldığını belirtti. “Seni tebrik ederim, canım.”

Başımı eğdim. “Sizinle tanışmak benim için büyük bir onur, efendim. Ülkem için bunları
yapmaktan zevk duyuyorum, sayın seçmen.” Sesimin sakinliğine inanamadım.

Seçmen arkasındaki görevliyi işaret etti. “Bu benim oğlum Anden. Bugün yirminci
doğum günü, bu yüzden onu da bu güzel kutlamaya getirmeliyim diye düşündüm.”

Anden'a döndüm. Babasına çok benziyordu, uzun boyluydu (1.87 boyunda), koyu renk
siyah saçlarıyla krallık ailelerinin bir üyesi gibi görünüyordu. Day gibi onda da biraz
Asyalı kanı vardı. Fakat Day’in aksine, gözleri yeşil ve ifadesi belirsizdi. Ellerinde
özenle hazırlanmış altın astarlı beyaz, pilot eldivenleri vardı, demek ki savaş uçağı
eğitimini tamamlamıştı. Solaktı. Siyah askerî smokininin kollarındaki altın kol
düğmelerinde Colorado arması vardı. Demek ki orada doğmuştu. Kızıl bir yelek, çift
düğmeler. Seçmenin aksine, önce hava kuvvederi rütbesini takmıştı.

Anden üzerinde dolaşan bakışlarıma gülümsedi, başıyla mükemmel bir selam verip
ellerimi tuttu. Seçmen gibi elimi sıkmak yerine, elimi kaldırıp dudaklarına götürdü ve
öptü. Kalbimin bu kadar atmasından dolayı utanıyordum. “Ajan Iparis,”dedi. Gözleri bir
an üstümde durdu. Ne diyeceğimi bilemeden, “Memnun oldum,” diye cevap verdim.
“Baharın sonuna doğru oğlum seçmenliğe adaylığını koyacak.” Seçmen, Anden’a
gülümsedi, o da selam verdi. “Heyecan verici."

“O halde ona seçimlerde büyük şans diliyorum ama eminim ihtiyacı olmayacaktır.”

Seçmen kıkırdadı. “Teşekkürler, tatlım. Bu günlük bu kadar yeter. Ajan Iparis, lütfen bu
gece eğlenmenize bakın. Umarım tekrar görüşebilme fırsatımız olur.” Sonra arkasını
döndü. Anden da peşinden gitti. Seçmen giderken, “Çıkabilirsiniz,” dedi.

Chian bizi perdeli kısımdan çıkarıp ana balo salonuna götürdü. Tekrar nefes almaya
başladım.

SAAT: 01:00
RUBY BÖLGESİ
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C

Kutlama bittiğinde, Thomas tek kelime etmeden beni evime bıraktı. Kapının önünde bir
süre oyalandı. Sessizliği bozan ben oldum. “Teşekkürler,” dedim. “Eğlenceliydi.”
Thomas başını salladı. “Evet. Komutan Jameson’ın daha önce askerlerinden biriyle bu
kadar gururlandığını hiç görmemiştim. Cumhuriyet’in altın kızı oldun.” Ama ondan sonra
yine sustu. Mutsuzdu ve bir şekilde bundan kendimi sorumlu hissediyordum.
“İyi misin?” diye sordum.
“Hımm... Ah, evet iyiyim.”Thomas elini düzleştirilmiş saçlarının içinden geçirdi.
Eldivenine biraz saç jölesi bulaştı. “Seçmenin oğlunun da orada olacağını bilmiyordum.”
Gözlerinde gizemli bir duygu fark ettim... öfke miydi? Kıskançlık? Yüzünde bir gölge
oluşturup onu çirkinleştiriyordu.

Omuz silktim. “Seçmenin ta kendisiyle tanıştık. İnanabiliyor musun buna? Bence başarılı
bir geceydi. Komutan Jameson'la kafa kafaya verip beni güzel şeyler giymeye ikna
etmeniz iyi fikirdi.” Thomas beni inceliyordu. Bu hoşuna gitmiş görünmüyordu. “June,
sana bir şey sormak istiyordum...” Duraksadı. “Day’le birlikte Lake bölgesindeyken, seni
öptü mü?”

Kalakaldım. Mikrofonum. Bu yüzden biliyor olmalıydı; mikrofonum öpüşürken açılmış


olmalıydı ya da doğru düzgün kapatmamıştım. Thomas’ın bakışlarıyla karşılaştım. “Evet,
öptü,” dedim beklemeden. Aynı duygu gözlerine geri döndü. “Neden yaptı bunu?”

“Belki beni çekici bulmuştur. Ama büyük ihtimalle içtiği ucuz şaraptan olmalı. Ben de
ayak uydurdum. O kadar geldikten sonra görevi tehlikeye atmak istemedim.”

Bir an sessizce durduk. Sonra, henüz karşı çıkmaya firsat bulamadan Thomas’ın eldivenli
ellerinden biri çenemden geçti ve beni dudaklarımdan öpmek için eğildi.

Ağzı benimkine dokunamadan geri çekildim ama şimdi de elleri boynumun arkasmdaydı.
Bu kadar iğreneceğimi bilmiyordum. Önümde tek görebildiğim elleri kanlı bir adamdı.

Thomas bana uzunca baktı. Sonunda beni bırakıp uzaklaştı. Gözlerindeki hoşnutsuzluğu
görebiliyordum. “İyi geceler, Bayan Iparis.” Cevap veremeden holü geçti. Yutkundum.
Sokaklardayken rol yaptığım için başım kesinlikle belaya girmezdi ama Thomas’ın ne
kadar altüst olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Acaba bu konuda bir şey
yapacak mı, ne yapabilir, diye merak ettim.

Gözden kaybolmasını izledim, sonra kapıyı açıp yavaşça içeriye adımımı attım.

Ollie neşeyle beni karşıladı. Onu biraz okşayıp avluya saldım ve üzerimdeki elbiseden
kurtulup kendimi duşa attım. Çıkınca siyah bir atlet ve şort giydim.
Boş yere uyumaya çalıştım. Ama bugün çok fazla şey yaşamıştım... Day'in sorgusu,
Seçmen Primo ve oğluyla tanışmamız, bir de Thomas. Metias’ın öldüğü olay yeri
zihnimde yeniden belirdi ama aklımda o sahneyi canlandırırken yüzünün Day’in
annesinin yüzüne dönüştüğünü gördüm. Yorgunluktan bitkin gözlerimi ovuşturdum.
Zihnimde bilgiler dönüp duruyordu, hepsini bir anda işlemden geçirmeye çalışıp her
seferinde birbirine karıştırıyordum. Düşüncelerimi her birinin üzerinde açıkça etiketi
bulunan küçük düzenli kutular olarak hayal etmeye çalıştım. Ancak bu akşam bu
düzenden bir şey anlamıyordum, aslında anlamak için fazla yorgundum. Ev boş ve
yabancı geliyordu. Lake sokaklarını özler gibi oldum. Gözlerim masanın altında Day’i
yakaladığım için kazandığım 200,000 Notla dolu olan küçük sandığa gitti. Onu daha
güvenli bir yere koymam gerektiğini biliyordum ama ona dokunamadım. Bir süre sonra
yataktan kalkıp kendime bir bardak su koydum ve bilgisayarımın başına geçtim. Madem
uyumuyordum, o zaman Day’in geçmişini ve kanıtları incelemeye devam edebilirdim.

Parmaklarımı ekranımda gezdirdim, bir yudum su içip internet şifremi girdim. Komutan
Jameson’ın bana ilettiği dosyalara baktım. Taranmış dokümanlar, fotoğraflar ve gazete
makaleleriyle doluydu. Bunun gibi şeylere her göz attığımda, aklımda Metias’ın sesini
duyuyordum. Bana, “Teknolojimizin bir kısmı eskiden daha iyiydi,” derdi. “Sellerden ve
binlerce veri merkezi silinmeden önce.” Sahte bir iç çekişle bana göz kırpardı.
“Günlüklerimi elde yazmamın yararlı olduğunu söyleyebiliriz, ne dersin?”

Daha önce okuduğum verilere hızla göz gezdirip yeni belgelere geçtim. Aklım ayrıntıları
seçiyordu.

DOĞUM ADI: DANIEL ALTAN WING


YAŞ/CİNSİYET: 15/E; DAHA ÖNCE 1 D YAŞINDA ÖLDÜ DİYE
ETİKETLENMİŞ.
BOY: 178 CM
KİLO: 66 KG
SAÇ: SARI, UZUN. FFFAD1.
GÖZ: MAVİ. 3A8EDB.
TEN: E2B279
BASKIN ETNİK KÖKEN: MOĞOL

İlginç. Bize okulda yıkıldığı anlatılan bir ülke için yüksek bir orandı.

İKİNCİL ETNİK KÖKEN: KAFKAS BÖLGE: LAKE


BABA: TAYLOR ARSLAN WING. ÖLÜ.
ANNE: GRACE WING. ÖLÜ.

Aklım bir an için buna takıldı. Sokakta kendi kanı içinde yatan kadını düşündüm, sonra
hemen o görüntüyü silmeye çalıştım.

KARDEŞLER: JOHN SUREN WING, I9/E


EDEN BATAAR WING, 9/E

Sonra Day’in geçmişte işlediği suçları ayrıntılarıyla anlatan sayfalarca belge geldi.
Bunlara da olabildiğince hızlı bir şekilde göz attım ama sonuncuda durdum.

KURBANLARI: YÜZBAŞI METİAS IPARIS

Gözlerimi kapadım. Ollie sanki ne okuduğumu biliyormuş gibi inledi, sonra da burnunu
bacağıma değdirdi. Elimi fark etmeden kafasına koydum.

Ağabeyini ben öldürmedim. Bana dediği buydu. Ama yaptığının, silahı annemin başına
doğrultmaktan hiçbir farkı yoktu.

Kendimi başka bir belgeye geçmek için zorladım. Bu raporu başından sonuna kadar
ezbere biliyordum zaten.

O anda gözüme bir şey çarptı. Doğruldum. Önümdeki belge Day’in Deneme puanını
gösteriyordu. Üzerinde devasa kırmızı bir damga bulunan, taranmış bir kâğıttı. Benim
kâğıdımdaki mavi damgadan oldukça farklıydı.

DANİEL ALTAN WING


PUAN: 674 / 1 500
BAŞARISIZ

Bu sayı beni rahatsız etti... 674 mü? Daha önce bu kadar düşük puan alan birini
duymamıştım. İlkokulda tanıdığım biri kaçınılmaz olarak geçememişti sınavı ama onun
puanı 1000e yakındı. Başarısız olanların puanı genellikle 890 falandı. Ya da 825. Ama
her zaman 800’den fazlaydı. Bu çocuklar da zaten başarısız olması beklenen, dikkatsiz ya
da kapasitesi yetmeyen çocuklardı.

Ama ya 674?

“Bu puanı almış olmak için fazla zeki,” dedim sessizce. Bir şeyi mi kaçırdım diye en
baştan tekrar okudum. Ama sayı hâlâ aynıydı. Bu mümkün olamazdı. Day düzgün
konuşuyordu, mantıklıydı, ayrıca okuma-yazması da vardı. Denemesinin mülakat kısmını
geçmiş olması gerekiyordu. Tanıştığım en çevik kişiydi -Denemenin fiziksel kısmını da
harika bir şekilde geçmiş olmalıydı. Bu kısımlardan aldığı yüksek puanları düşünürsek,
850’den düşük bir not alması imkânsızdı- başarısız olabilirdi ama yine de 674’ten daha
yüksek bir puan alacağına şüphe yoktu. Ve 850 alması için yazılı kısmın tamamını boş
bırakması gerekirdi.

Komutan Jameson bunu yaptığıma hiç sevinmeyecek, diye düşündüm. Adres çubuğuna
gizli bir adres girdim.

Deneme’de alman final puanları herkese açıktı ama Deneme belgelerinin kendileri hiçbir
zaman açıklanmazdı; cezai soruşturmalar için bile. Ama benim ağabeyim Metias’dı ve
onun hack yöntemleri sayesinde Deneme veri tabanlarına girmekte hiçbir zaman
zorlanmadık. Gözlerimi kapayıp bana öğrettiklerini hatırladım.
İşletim sistemini belirle ve root ayrıcalıklarını edin. Uzaktan kumanda sistemine ulaşıp
ulaşamadığına bak Hedefini bil ve makineni güvenceye al.

Bir saat tarama yaptıktan sonra sistemde açık bir port bulup yönetici ayrıcalıklarını
aldım. Site bir kere bip sesi çıkardıktan sonra tek bir arama satırı gösterdi. Hiç ses
çıkarmadan masamda Day’in adını tuşladım.

DANIEL ALTAN WING.

Deneme belgesinin kapak sayfası önüme geldi. Puan hâlâ 674/1500’dü. Sonraki sayfaya
indim. Day’in cevapları. Sorulardan bazıları çoktan seçmeliydi, bazılarım cevaplamak
içinse birkaç cümle yazmak gerekiyordu. Otuz iki sayfanın tamamını gözden geçirip çok
garip bir şeyi doğruladım.

Hiç kırmızı işaret yoktu. Hatta hiçbir cevaba dokunulmamıştı. Denemesi benimki kadar
temiz görünüyordu.

İlk sayfaya geri döndüm. Sonra da her soruyu tekrar dikkatlice okuyup kafamda
cevapladım. Hepsini cevaplamak bir saatimi aldı.

Her cevap uyuyordu.

Deneme belgesinin sonuna ulaştığımda, mülakatı ve fiziksel kısmı için ayrı ayrı puanları
gördüm. İkisi de mükemmeldi. Garip olan tek şey, mülakat puanının yanma yazılmış kısa
bir nottu: Dikkat.

Day Denemesinde başarısız olmamıştı. Hiç alakası bile yoktu. Aslında benimle aynı
puanı almıştı: 1500/1500. Artık Cumhuriyetin tam puan almış tek dehası ben değildim.
DAY

"AYAĞA KALK. ZAMAN GELDİ."


Biri tüfeğin dipçiğiyle kaburgalarıma vurdu. Rüya dolu bir uykudan birden
koparıldım; önce annemin beni ilkokula götürdüğünü, sonra da Eden’ın kan
dolu irislerini ve sundurmanın altındaki kırmızı sayıyı gördüm. Gözlerimi
açamadan iki çift el beni sürükledi, ağırlığımın bir kısmı bacağıma binince
feryat ettim. Dünden daha fazla acımasının mümkün olamayacağını
sanıyordum ama olabiliyormuş. Gözlerim yaşla doldu. Görüşüm
keskinleşince, bacağımın sargıların altında şiştiğini gördüm. Tekrar bağırmak
istedim, ama dilim damağım kurumuştu.
Askerler beni hücremden dışarı sürüklüyordu. Beni bir önceki gün ziyaret
eden komutan bizi koridorda bekliyordu, beni görünce gülümsemeye başladı.
"Günaydın, Day,” dedi. "Nasılsın?"

Cevap vermedim. Askerlerden biri durup komutana hızlıca selam verdi.


"Komutan Jameson,” dedi, "cezaya çarptırılma aşamasına geçmeye hazır
mıyız?"

Komutan onayladı. "Beni takip edin. Bir de zahmet olmazsa ağzını tıkayın,
lütfen. Sürekli uygunsuz şeyler hakkında bağırmasını istemeyiz, değil mi?"
Asker tekrar selam verip ağzıma bir bez parçası sokuşturdu.

Uzun koridorlardan geçtik. Tekrar üzerinde kırmızı sayı bulunan çift


kapılardan geçtik; ardından sıkı bir şekilde korunan birkaç kapıdan ve büyük
cam panelleri olan kapılardan geçtik. Beynim döndü. Tahminimi doğrulamak
için bir yol bulmam, biriyle konuşmam gerekiyordu. Susuzluktan zayıf
düşmüştüm, acıdan midem bulanıyordu.

Arada bir cam panelli odaların içinde, duvarlara kelepçelenmiş, feryat eden
birilerini görüyordum. Paçavraya dönmüş üniformalarından onların
Koloniler'den gelen savaş esirleri olduklarını anladım. Peki ya John da bu
odalardan birindeyse? Ona ne yapacaklardı?

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre sonra, yüksek tavanlı, devasa bir ana
salona girdik. Dışarıda kalabalık sloganlar atıyordu ama kelimeleri
anlayamıyordum. Binanın önüne çıkan kapıların önünde askerler dizilmişti.

Sonra askerler ikiye ayrıldı, dışarıdaydık. Gün ışığı beni kör etti ve yüzlerce
kişinin bağrışlarını duydum. Komutan Jameson elini kaldırdı, sonra da
askerler beni bir platforma sürüklerken sağına döndü. Sonunda nerede
olduğumu görebiliyordum. Los Angeles’ın askeri bölgesi Batalla’nın
kalbindeki bir binanın önündeydim. Beni izlemeye muazzam bir kalabalık
gelmişti; onları da neredeyse aynı sayıda bir müfreze yerinde tutuyor,
etraflarında devriye geziyordu. Bugün beni canlı görebilmek için bu kadar
insanın geleceğinden hiç haberim yoktu. Kafamı olabildiğince yukarı kaldırıp
etraftaki binalara gömülü JumboTron’ları gördüm. Her birinde yüzümün
yakından çekilmiş bir görüntüsü ve yanında da çılgın bir manşet yer alıyordu.
DAY ADIYLA BİLİNEN AZILI SUÇLU TUTUKLANDI,
BUGÜN BATALLA BİNASI’NIN ÖNÜNDE CEZAYA
ÇARPTIRILACAK

TOPLUMUMUZUN TEHLİKELİ DÜŞMANI SONUNDA


YAKALANDI

DAY İSİMLİ GENÇ ASİ, TEK BAŞINA ÇALIŞTIĞINI,


VATANSEVERLERLE BAĞLANTISI OLMADIĞINI
SÖYLÜYOR

JumboTron’larda görünen suratıma baktım. Yaralanmış, kanlı ve halsizdim.


Saçımın kalın bir tutamı kana bulanmış, koyu kırmızı bir şerit haline gelmişti.
Kafa derimde bir kesik olmalıydı.
Bir an için annemin beni böyle göremediğine sevindim.
Askerler beni platformun merkezindeki yükseltilmiş bir beton bloğun üzerine
savurdu. Sağımda, kırmızı cübbesi ve altın düğmeleri olan bir yargıç,
kürsünün arkasında bekliyordu. Yanında Jameson, onun sağında da Kız
duruyordu. Yine tam takım üniformasıyla gelmiş, sabırlı ve tetikteydi.
İfadesiz yüzü kalabalığa çevriliydi ama bir defa, yalnızca bir defalığına bana
bakıp hemen gözlerini çevirdi.

"Düzen istiyorum! Kalabalık, düzene girsin lütfen!" Yargıcın sesi


JumboTron'ların hoparlörlerinden çatırdadı ama insanlar bağırmaya, askerler
de onları geri itmeye devam ediyordu. İlk sıranın tamamı muhabirlerle
kaynıyordu, kameraları ve mikrofonları bana çevrilmiş haldeydi.
Sonunda, askerlerden biri haykırarak emir verdi. Ona doğru baktım. Annemi
vuran genç yüzbaşıydı. Askerleri havaya birkaç el ateş etti. Bu kalabalığı
sakinleştirdi. Sakinliğin sürdüğünden emin olmak için yargıç birkaç saniye
bekledi, sonra da gözlüklerini düzeltti.

"İşbirliğiniz için teşekkürler,” diye söze başladı. "Sıcak bir sabah olduğunun
farkındayım, bu yüzden cezalandırmayı kısa keseceğim. Gördüğünüz üzere,
askerlerimiz bu davalar boyunca sizlere sakin olmanızı hatırlatmak için
bizimle birlikteler. Aralık ayının yirmi birinci günü, Okyanus Standart
Zamanı’yla sabah saat 8.36'da, Day isimli on beş yaşındaki suçlunun
yakalanıp gözaltına alındığını resmen bildirerek başlamak isterim."

Muazzam bir tezahürat başladı. Ama bunu her ne kadar beklemiş olsam da
aynı zamanda beni şaşırtan bir şey daha duyuyordum. Yuhalamalar.
Kalabalıktaki bazı -çok sayıda- kişinin yumruğu havada değildi. Yüksek sesle
protesto edenlerden birkaçını sokak polisi gelip kelepçeleyerek kalabalıktan
uzaklaştırdı.

Beni tutan askerlerden biri tüfeğiyle sırtıma vurdu. Dizlerimin üstüne düştüm.
Yaralı bacağım betona değer değmez var gücümle feryat ettim. Ağzım tıkalı
olduğu için ses bastırılmış çıktı. Acı gözlerimi kör ediyordu; darbenin
etkisiyle şişmiş bacağım titredi, sargılarıma taze kanın fışkırdığını
hissedebiliyordum. Askerler beni düzeltmeden önce neredeyse devrilip
düşüyordum. Kıza baktığımda onun da bu manzara karşısında geri çekilip
gözlerini yere indirdiğini gördüm.

Yargıç bu kargaşayı görmezden geldi. Suçlarımı sıralayarak başladı, sonra da


"Sanığın geçmiş kanun ihlalleri ve özellikle de şanlı Cumhuriyet ulusuna
karşı işlediği ağır suçlardan dolayı Kaliforniya Yüksek Mahkemesi şu kararı
vermiştir. Day idama mahkûm edilmiş olup..."

Kalabalık yeniden patladı. Askerler onları zapt etti.


"... dört gün sonra, Aralık ayının yirmi yedinci günü, Okyanus Standart
Zamanı’yla akşam saat altıda, gizli bir yerde kurşuna dizilecek...”
Dört gün. O zamandan önce kardeşlerimi nasıl kurtaracaktım? Gözlerimi
kaldırıp kalabalığa diktim.

"... ve idam şehrin her yerinde canlı yayınlanacaktır. Sivillere, olayın öncesi
ve sonrasında olabilecek her türlü suç faaliyeti için tetikte olmalarını...”

Beni ibret olsun diye cezalandıracaklardı.

"... ve her türlü şüpheli durumu en yakınınızdaki sokak polisine ya da polis


merkezine bildirmenizi tavsiye ediyoruz. Hükmü resmen verilmiştir.”

Yargıç doğrulup kürsüden uzaklaştı. Kalabalık askerleri itmeye devam


ediyordu. Bağırıyor, tezahürat ediyor, yuhalıyorlardı. Tekrar ayağa
kaldırıldığımı hissettim. Beni Batalla Binası'na sokmadan önce, Kıza son bir
bakış attım. İfadesi boştu... ama onun arkasında bir şey titreşti. Benim gerçek
kimliğimi öğrenmeden önceki duygunun aynısı. Bir an için görünüp
kayboldu. Yaptığın şeyden dolayı senden nefret etmem gerekiyor, diye
düşündüm. Ama gözleri buna izin vermeyen bir şekilde üzerimde gezindi.

Karar duyurulduktan sonra, Komutan Jameson askerlerin beni hücreme geri


götürmelerine izin vermedi. Devasa dişliler ve zincirlerle asılı duran bir
asansöre binip bir kat yukarı çıktık, sonra bir kat daha ve bir kat daha.
Asansör bizi on iki katlı Batalla Binası’nın çatı katına çıkarttı, etraftaki
binaların gölgeleri burada bizi güneşten korumuyordu.

Komutan Jameson askerlere çatının ortasında duran düz, içine Cumhuriyet'in


simgesi işlenmiş ve kenarlarında ağır zincirler bulunan daire şeklinde bir
zemine doğru yol gösterdi. Kız en arkadan geliyordu. Bakışlarını hâlâ
üzerimde hissedebiliyordum. Dairenin merkezine ulaştığımızda, askerler
kelepçeli ellerimi ve ayaklarımı zincirlemek için beni ayakta durmaya
zorladı.
Komutan Jameson, 'Onu iki gün burada tutun," dedi. Güneş daha şimdiden
görüşümü bulanıklaştırmış, dünyayı parıldayan elmaslar deniziyle kaplamıştı.
Askerler beni bıraktı. Ellerimin ve sağlam dizimin üzerine düştüm, düşerken
zincirler zangırdadı. "Ajan Iparis, bunu sana bırakıyorum. Arada bir kontrole
gelip idam gününden önce ölmediğinden emin ol.”
Kız'ın sesini duydum. "Evet, efendim.”
"Günde bir bardak su içebilir. Bir öğün yiyecek.” Komutan gülümsedi ve
eldivenlerini sıkılaştırdı. Eğer dilersen bunları ona verirken yaratıcı
olabilirsin. Eminim onu yalvartabilirsin."
"Evet, efendim.”
"İyi.” Komutan Jameson son bir kez daha konuştu. "Sonunda uslanmış gibi
görünüyorsun. Geç olsun da güç olmasın.” Sonra da Kız'la birlikte asansöre
yürüyüp gözden kayboldu, kalan askerler başımda nöbet tutuyordu.

Akşamüzeri sakindi.
Bilincim gidip geliyordu. Yaralı bacağım kalp atışlarıma göre sızlıyordu,
bazen hızlı, bazen de yavaştı; bazen o kadar çok acıyordu ki bayılacağımı
düşünüyordum. Ağzımı her hareket ettirdiğimde sanki çatlıyordu. Eden’ın
nerede olabileceğini düşünmeye çalıştım; Merkez Hastanesi Laboratuvarı ya
da Batalla Binası’nın medikal bölümü, hatta cepheye gitmekte olan bir trende
bile olabilirdi. Onu hayatta tutacaklardı, bundan emindim. Cumhuriyet, o
vebadan ölene kadar ona dokunmayacaktı.

Ama John. Ona ne yaptıklarını tahmin edemiyordum. Benden daha fazla bilgi
almak istemeleri halinde onu canlı tutabilirlerdi. Belki ikimiz de aynı anda
idam edilecektik. Ya da o çoktan öldürülmüştü. Göğsüme yeni bir acı
saplandı. Aklıma Deneme sınavına girdiğim gün geldi. John beni almaya
geldiğinde, başarısız olmuş diğer çocuklarla birlikte trene bindirilip
götürüldüğümü görmüştü. Laboratuvardan kaçıp ailemi uzaktan koruma
alışkanlığını edindiğimde, arada sırada John'u yemek masasında oturmuş,
kafası elleri arasında ağlarken görüyordum. Hiçbir zaman sesli dile getirmiş
olmasa da bana olanlar için kendini suçladığını görebiliyordum. Beni daha iyi
koruması gerektiğini, ders çalışmama daha çok yardım etmesi gerektiğini
düşünüyordu. Bir şey yapmış olsaydı keşke, herhangi bir şey.
Eğer kaçabilirsem, onları kurtarmak için hâlâ zamanım vardı. Hâlâ kollarımı
kullanabiliyordum. Bir bacağım sağlamdı. Hâlâ yapabilirdim, nerede
olduklarını bir bilseydim...
Dünya etrafımda dönüp duruyordu. Kafam pat diye betona düştü, kollarım
zincirlerde hareketsizce duruyordu. Deneme gününün anıları gözümde
canlandı.
Stadyum. Diğer çocuklar. Her giriş ve çıkışı koruyan askerler. Bizi zengin
ailelerin çocuklarından ayıran kadife halatlar.
Fiziksel sınav. Yazılı sınav. Mülakat.
En çok da mülakat. Bana sorular soran kurulu -altı psikiyatristten oluşan bir
grup- ve onların başındaki görevli, Chian adındaki üniforması madalyalarla
bezeli adamı hatırladım. Soruların çoğunu o sormuştu. Cumhuriyet'in ulusal
andı nedir? Güzel, çok güzel. Okul raporunda tarihi sevdiğin yazıyor.
Cumhuriyet hangi tarihte resmi olarak kurulmuştur? Okulda ne yapmayı
seversin? Okumak... evet çok güzel. Bir keresinde bir öğretmenin
kütüphanenin kısıtlı bölgesine gizlice girip eski askeri metinleri aradığın için
seni rapor etmiş. Bunu neden yaptığını bana söyleyebilir misin? Şanlı
Seçmen Primo hakkında ne düşünüyorsun? Evet, kendisi gerçekten de iyi bir
adam ve büyük bir lider. Ama ona böyle şeyler demen yanlış, oğlum. O senin
benim gibi biri değil. Ona doğru hitap etme şekli şanlı babamız olmalı. Evet,
özrün kabul edildi.

Her biri aklımı bir öncekinden daha da zorlayan onlarca soru sormaya devam
etti, cevap verirken neden cevap verdiğimden bile emin olamayıncaya kadar.
Chian mülakat raporuma notlar alıp durdu, asistanlarından biri de oturumu
küçük bir mikrofonla kaydetti.
Yeterince iyi cevaplar verdiğimi düşünmüştüm. En azından onu memnun
edeceğini düşündüğüm cevaplar vermiştim.
Fakat en sonunda beni bir trene götürdüler, tren de bizi laboratuvara götürdü.

Güneş ışınları beni eritirken, acı içinde derimi pişirirken bile bu anı içimi
ürpertmeye yetti. Kendime tekrar tekrar, Eden’ı kurtarmak zorundayım,
diyordum. Eden bir ay içinde on yaşma basacaktı. Vebadan iyileşince,
Deneme'ye girmesi gerekecekti...
Yaralı bacağım sanki sargılarımı parçalayıp çıkacak ve çatıya kadar
şişecekmiş gibi geliyordu.

Saatler geçti. Zaman kavramını yitirdim. Askerler nöbet değişimi yapıyordu.


Güneş yerini değiştirdi. Sonra, güneş merhamet edip batmaya başladığında
asansörden çıkıp bana yaklaşan birini gördüm.
JUNE

CEZANIN VERİLİŞİNİN ÜZERİNDEN SADECE YEDİ SAAT GEÇMİŞ


olmasına rağmen Day’i neredeyse tanımayacaktım. Cumhuriyet mührünün
ortasında çökmüş halde duruyordu. Cildi koyulaşmış, saçları terden tamamen
keçe gibi olmuştu. Saçının bir tutamı tamamen kana bulanmıştı, sanki kendi
boyamış gibi. Neredeyse siyah görünüyordu şimdi. Yaklaşırken yüzünü bana
çevirdi. Ama beni görüp göremediğinden emin değildim, çünkü güneş henüz
batmamıştı ve büyük ihtimalle onu kör ediyordu.
Bir deha daha; ayrıca sıradan bir deha da değil Daha önce de dâhilerle
tanışmıştım ama Cumhuriyet’in sakladığı bir deha hiç görmemiştim.
Özellikle de tam puan almış birini.

Daire şeklindeki zeminin çevresinde nöbet tutan askerlerden biri bana selam
verdi. Terlemişti, güneş kaskı derisini güneşten korumuyordu. “Ajan Iparis,”
dedi. (Ruby bölgesi aksanıyla konuşuyordu ve üniformasının düğmeleri yeni
cilalanmıştı. Ayrıntılara dikkat ediyordu.)

Ona geri dönmeden önce diğer askerlere baktım. “Hepiniz şimdilik


gidebilirsiniz. Adamlarınıza su içip dinlenmelerini söyleyin. Bir de sizden
sonra yerinize geleceklere erken gelmesini söyleyin.”
“Tabii, efendim.” Asker topuklarını birbirine çarpıp diğerlerine çıkmaları için
emir verdi.
Onlar çatıdan çıkıp Day’le yalnız kalınca pelerinimi çıkarıp yüzünü daha iyi
görebilmek için diz çöktüm. Bana gözlerini kısarak baktı ama sessizdi.
Dudakları o kadar kurumuştu ki çenesine biraz kan akmıştı. Konuşamayacak
kadar zayıftı. Yaralı bacağına baktım.
Sabahkinden çok daha kötü görünüyordu; aslında buna şaşırmadım, normal
halinin iki katı şişmişti. Enfeksiyon kapmış olmalıydı. Sargının kenarlarından
kan akıyordu. Farkında olmadan yan tarafımdaki bıçak yarasına dokundum.
Artık eskisi kadar acımıyordu. Bu bacağa baktırmamız lazım. Oflayıp
kemerimdeki matarayı çıkardım. “Gel. Biraz su iç. Henüz ölmene izin
veremem.” Dudaklarına biraz su serptim. Önce biraz geri çekildi ama ağzını
açıp içine azar azar su akıtmama izin verdi. Yutmasını bekledim (çok zaman
alıyordu) ve sonra büyük bir yudum daha almasına izin verdim.
“Teşekkürler,” diye fısıldadı. Kuru bir kahkaha attı. “Sanırım artık
gidebilirsin.”
Bir an için onu inceledim. Derisi yanmış, yüzü ter içindeydi ama gözleri hâlâ
parlıyordu, sadece biraz odağını kaybetmişlerdi. Birden onunla ilk
karşılaştığım anı hatırladım. Her yer toz içindeydi; hayatımda gördüğüm en
keskin mavi gözlere sahip bu çocuk gelivermişti, ayağa kalkmama yardım
ederek elini uzatmıştı.
“Kardeşlerim nerede?” diye fısıldadı. “İkisi de hayatta mı?” Başımı salladım. “Evet.”
“Peki Tess güvende mi? Tutuklandı mı?”
“Henüz öyle bir bilgi gelmedi bana.”
“Eden'a ne yapıyorlar?”
Thomas’ın bana söylediği şeyi, generallerin cepheden onu görmeye gelişini
düşündüm. “Bilmiyorum.”
Day başını çevirip gözlerini kapadı. Nefes almaya odaklanmıştı. “Peki, onları
öldürmeyin,” diye mırıldandı. “Onların suçu yok... ve Eden... o bir deney
faresi değil.” Bir dakika sessizce durdu. “İsmini hâlâ bilmiyorum. Artık çok
önemi kalmadı, değil mi? Benimkini zaten biliyorsun.”
Gözlerimi ona diktim. “Adım June Iparis.”
“June,” diye mırıldandı Day. İsmimi onun dudaklarından duyunca garip bir sıcaklık
hissettim. Yüzünü bana çevirdi. “June, ağabeyin için üzgünüm. Ona bir şey olacağını
bilmiyordum.”

Bir tutuklunun sözlerine kulak asmamak üzere eğitilmiştim; yalan söyleyeceğini, seni
savunmasız bırakabilmek için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyordum. Ama bu sefer
farklı geliyordu. Bir şekilde sözleri çok gerçek, çok ciddi geliyordu. Ya bana gerçeği
söylediyse? Ya o gece Metias’ın başına başka bir şey geldiyse? Derin bir nefes almaya
çalışıp gözlerimi yere indirdim. Kendime, her şeyden önce mantık dedim. Başka hiçbir şey
kalmadığında mantığın seni kurtaracaktır.
“Hey.” Şimdi başka bir şey aklıma geldi. “Tekrar gözlerini açıp bana bakar
mısın?”
Dediğimi yaptı. Eğilip onu inceledim. Evet, hâlâ oradaydı. Gözündeki o garip
yara izi, okyanus mavisi irisinde bulunan bir kırışıklık. “Gözündeki şey nasıl
oldu?” Kendi gözlerime işaret ettim. “O kusur?” Bir şey ona komik gelmiş
olmalıydı ki Day bir kere daha kahkaha attı, sonra da öksürük krizine girdi.
“O kusur Cumhuriyet’ten bana bir armağandı.”
“Nasıl yani?”
Duraksadı. Düşüncelerini toparlamakta güçlük çektiğini görebiliyordum.
“Daha önce de Merkez Hastanesi’nin laboratuvarında bulunmuştum, biliyor
musun? Denemeye girdiğim günün gecesiydi.” Gözüne işaret etmek için elini
kaldırmaya çalıştı ama zincirler zangırdayıp kolunu aşağı indirdi. “Bir şey
enjekte ettiler.”
Kaşlarımı çattım. “Onuncu doğum gününde mi? Laboratuvarda işin neydi?
Çalışma kamplarına gitmen gerekiyordu.”
Uykuya dalmak üzereymiş gibi gözlerini kısarak gülümsedi. “Ben de seni
zeki sanmıştım...”
Görünüşe göre güneş henüz onun bu tavırlarını yok etmemişti. “Peki ya, şu
diz rahatsızlığın?”
“Onu da senin Cumhuriyet’in yaptı. Bu gözümdeki kusurla birlikte.”
“Cumhuriyet sana neden bunları yapsın ki, Day? Deneme’den bin beş yüz
tam puan almış birine neden zarar vermek istesin ki?” Day’in dikkatini
çekebilmiştim. “Neden bahsediyorsun sen? Deneme’de başarısız oldum ben.”
O da bilmiyordu. Tabii ki bilmiyordu. “Hayır, olmadın. Tam puan aldın.”
“Şaka falan mı bu?” Day bacağını biraz oynatıp acı içinde gerildi. “Tam puan
demek, hah! Daha önce bin beş yüz alan birini tanımıyorum.”
Kollarımı kavuşturdum. “Ben aldım.”
Tek kaşını kaldırdı. “Sen mi? Tam puan alan o deha sen miydin?”
“Evet.” Başımı salladım. “Görünüşe göre sen de öylesin.”
Day gözlerini devirip tekrar uzağa bakmaya başladı. “Saçmalık.” Omuz
silktim. “Neye istiyorsan ona inan.”
“Mantıklı gelmiyor. Seninle aynı durumda olmam gerekmiyor mu? Bu
kıymetli Deneme’nizin amacı da bu değil mi?” Bir an duraksadı ve tereddüt
edip yeniden devam etti. “Gözüme eşekarısı zehri gibi yakan bir şey enjekte
ettiler. Aynı zamanda dizimi kestiler. Neşterle. Sonra da bana zorla bir tür
ilaç içirdiler, tek hatırladığım şey... diğer çocukların cesetleriyle birlikte bir
hastanenin bodrum katında yatıyordum ama ölmemiştim." Tekrar güldü. Sesi
oldukça zayıf geliyordu. “Harika bir doğum günüydü.”
Üstünde deney yapmışlardı. Büyük ihtimalle ordu için. Bundan artık emindim ve bu
düşünce midemi bulandırmıştı. Dizinden, kalbinden ve gözünden ufak doku örnekleri
almışlardı. Dizinden: Olağanüstü fiziksel kabiliyetini, süratini ve çevikliğini incelemek
istedikleri için. Gözünden: Belki de bir şey enjekte etmeyip bir şey almışlardı, görüşünün
neden bu kadar keskin olduğunu anlamak için. Kalbinden: Kalp atışlarının en az nereye
kadar düşebileceğini anlamak için ilaç vermiş ve herhalde kalbi durunca hayal kırıklığına
uğramışlardı. O sırada da öldüğünü sandılar. Bütün bunların sebebi açıklığa kavuşmuştu -
bu doku örneklerinden bir şeyler üretmeye çalıştılar, ne olabilir, bilmiyordum- haplar,
lensler, askerlerimizi geliştirebilecek, daha hızlı koşmalarını, daha iyi görmelerini, daha
zekice düşünebilmelerini ya da daha sert koşullara dayanabilmelerini sağlayacak herhangi
bir şey.

Bütün bu düşünceler bir saniyede aklımdan geçti, sonra durdum. Bu nasıl olabilirdi.
Böylesi bir şey Cumhuriyet’in değerleriyle bağdaşmazdı. Bir dehayı böyle harcamak için
sebep neydi?

Belki de onda tehlikeli bir şeyler görmüşlerdi. Kurallara karşı koyan bir kıvılcım, şimdi
sahip olduğu isyankâr ruhu. Onu eğitmek yerine topluma olan katkılarını feda etmenin
daha az riskli olacağını düşünmelerine sebep olan bir şey. Geçen yıl bin dört yüzden
yüksek puan alan çocuk sayısı otuz sekizdi.
Belki de Cumhuriyet bu çocuğun ortadan kalkmasını istemişti.
Fakat Day öyle sıradan bir deha değildi. Tam puan almıştı. Acaba onları
korkutan şey bu mu olmuştu?
“Peki şimdi de ben sana bir soru sorabilir miyim?” diye sordu Day. “Sıra
bende mi?”
“Evet.” Asansöre doğru bakınca vardiyası gelen yeni nöbetçileri gördüm.
Elimi kaldırıp oldukları yerde durmalarını söyledim. “Sorabilirsin.”
“Neden Eden'i götürdüklerini sormak istiyorum. Vebayı. Siz zenginlerin işi
kolay, her yıl yeni veba aşılarınız ve ihtiyacınız olan her türlü ilaç var. Ama
hiç merak etmediniz mi... neden hiç iyileşmediğini? Ya da neden bu kadar sık
aralıklarla ortaya çıktığını?”
Gözlerimi ona çevirdim. “Ne demek istiyorsun?”
Day gözlerini bana odaklamayı başardı. “Demek istiyorum ki... dün, beni
hücremden alıp götürürlerken, Batalla Binası’ndaki bazı kapılara basılmış o
kırmızı sıfırı gördüm. Lake’te de böyle sayılar gördüm. Neden yoksul
bölgelerde de var, bunlar? Oralarda ne işi var, bölgelere ne pompalıyorlar?”
Gözlerimi kıstım. “Sence Cumhuriyet insanları kasıtlı olarak mı zehirliyor?
Tehlikeli sulardasın, Day.”
Ama Day durmadı. Sesi daha heyecanlı çıkmaya başladı. “Bu yüzden Eden'i
istiyorlardı, değil mi?” diye fısıldadı. “Mutasyona uğrayan yeni virüslerinin
sonuçlarını görmek için? Başka neden olacak?” “Yaydığı yeni hastalık her
neyse onu önlemek istiyorlar.”
Day güldü ama bu onu yine öksürttü. “Hayır. Onu kullanıyorlar. Onu kullanıyorlar...”
Gözleri ağırlaşıyordu. Konuşmak onu tüketmişti.

“Sen çıldırmışsın,” diye karşılık verdim. Ama şimdi Thomas’ın dokunuşundan tiksinirken,
Day e karşı bir iğrenme hissetmiyordum. Hissetmeliydim. Ama o hisler gelmiyordu.
“Böyle bir yalan Cumhuriyete ihanettir. Hem Kongre böyle bir şeye neden yetki versin ki?”

Day gözlerini benden ayırmadı. Tam da yanıt verecek gücü kaybettiğini düşünürken sesi
daha da ısrarcı çıktı. “Şöyle düşün. Size her sene hangi ilacı vereceklerini nasıl biliyorlar?
Her seferinde işe yarıyorlar. Sence de daha yeni çıkmış olan vebaya uyan bir aşı yapmaları
garip değil mi? Nasıl bir aşıya ihtiyaçları olacağını nereden biliyorlar?” Her yıl olmamız
gereken aşılar hakkında hiç kafa yormamıştım; onlardan şüphelenmek için bir sebebim
olmamıştı. Neden olsundu ki? Benim kendi babam bu çift kapıların arkasında çalışıyordu,
vebayla mücadele etmek için yeni yollar bulmak için uğraşıyordu. Hayır, artık bunu
dinleyemezdim. Pelerinimi yerden alıp kolumun altına tıktım.

Day, ben ayağa kalkarken, “Bir şey daha,” dedi. Eğilip ona baktım. Bakışları delip
geçiyordu. “Sence başarısız olunca çalışma kamplarına mı gidiyoruz? June, o çalışma
kampları dedikleri yer hastanelerin bodrumundaki morglardan başka bir şey değil.”

Orada duramadım. Platformdan, Day’den uzaklaştım. Ama kalbim göğsümde küt küt
atıyordu. Asansörün yanında bekleyen askerler ben yaklaşırken daha da dik durdular.
Tiksintiyle dolu bir yüz ifadesi takındım. Askerlerden birine, “Zincirlerini çöz,” diye emir
verdim. “Hastaneye geçip bacağım iyileştirin. Biraz yiyecek ve su verin. Yoksa bu gece
ölecek.”

Asker selam verdi ama asansör kapısını kapatırken ona bakmadım bile.
DAY

YİNE KÂBUS GÖRÜYORDUM. BU SEFER TESS’LE İLGİLİYDİ.


Lake’in sokaklarında koşuyordum. Önümde bir yerlerde Tess'de koşmaktaydı
ama benim nerede olduğumu bilmiyordu. Sağa sola dönüp umutsuzca
yüzümü görmeye çalışıyordu ancak tek bulduğu yabancılar, sokak polisleri
ve askerlerdi. Ona seslendim. Ama sanki vıcık vıcık çamurun içinde güçlükle
ilerliyormuşçasına bacaklarımı hareket ettiremiyordum.
Tess! diye bağırdım. Buradayım, tam arkanda!
Beni duyamıyordu. Bir askere çarpışını elimden hiçbir şey gelmeden izledim,
sonra da ondan kaçmaya çalıştım, asker de onu tutup yere fırlattı. Bağırdım.
Asker silahını çıkarıp Tess’e doğrulttu. Sonra onun Tess değil, kanlar içinde
yatan annem olduğunu gördüm. Ona doğru koşmaya çalıştım. Ama onun
yerine bir korkak gibi çatıda, bacanın arkasında durdum. Benim yüzümden
ölmüştü.
Sonra aniden tekrar hastane laboratuvarındaydım, doktorlar ve hemşireler
üzerime eğilmişlerdi. Kör edici ışıktan gözlerimi kısmıştım. Bacağım
acıyordu. Tekrar dizimi kesip açıyorlardı, etimi çekip altındaki kemikleri
gösteriyor, neşterleriyle kazıyorlardı. Sırtım yay gibi gerildi ve çığlık attım.
Hemşirelerden biri beni tutmaya çalışıyordu. Sağa sola sallanan kolum
yakınlardaki bir tepsiyi devirdi.

"Kıpırdama! Kahretsin, çocuk, canını yakmayacağım.”


Uyanmam bir dakika aldı. Bulanık hastane sahnesi değişti, benzer bir
floresan lambaya baktığımı ve bir doktorun tepemde olduğunu fark ettim.
Koruyucu gözlük ve maske takıyordu. Bağırmak istedim, dik oturmaya
çalıştım. Ancak bir çift kemerle ameliyat masasına bağlıydım.
Doktor iç çekip maskesini indirdi. “Bana bak. Şu anda cepheden gelen
askerlere yardım edecekken senin gibi bir suçlunun sargılarını sarıyorum."
Etrafıma baktım, kafam karıştı. Bu hastane odasının duvarlarına askerler
dizilmişti. Bir hemşire lavaboda kanlı aletleri yıkıyordu. "Neredeyim?"
Doktor sabırsızca bana baktı. "Batalla Binası’nın hastane kanadındasın. Ajan
Iparis bacağını onarmamı emretti. Görünüşe göre resmi olarak idam
edilmeden önce ölmene izin veremiyoruz.”

Kafamı olabildiğince kaldırıp bacağıma baktım. Yaram yeni bandajlarla


sarılmıştı. Bacağımı biraz hareket ettirmeye çalışınca, şaşkınlıkla acının
öncekinden çok daha az olduğunu fark ettim. Doktora baktım. "Ne yaptınız?”
Sadece omuz silkti, sonra da eldivenlerini çıkarıp lavabolardan birinde
ellerini yıkamaya başladı. "Biraz toparladık. İdam edilirken ayakta
durabileceksin." Durdu. "Duymak istediğin bu muydu bilmiyorum.’’
Tekrar sedyeye düşüp gözlerimi kapadım. Bacağımdaki acının azalması öyle
rahatlatmıştı ki tadını çıkarmaya çalıştım ama kâbusumun bazı parçaları hâlâ
aklımdaydı, düşünmemek için fazla tazelerdi. Tess şimdi neredeydi? Arkasını
kollayacak biri olmadan yaşayabilecek miydi? Uzağı göremiyordu. Gece
gölgeleri ayırt edemediğinde ona kim yardım edecekti?
Anneme gelince... henüz onu düşünmek için yeterince güçlü değildim.

Kapı sertçe vuruldu. Adamın biri, "Açın," diye seslendi. "Komutan Jameson
tutukluyu görmeye geldi." Tutuklu. Buna güldüm. Askerler adımı ağızlarına
almak bile istemiyorlardı.

Odadaki nöbetçiler daha kapının kilidini açıp yoldan çekilir çekilmez


Komutan Jameson içeri fırladı, düpedüz köpürüyordu. Parmaklarını şaklattı.
"Bu çocuğu sedyeden alıp zincire vurun," diye bağırdı. Sonra da bir
parmağıyla göğsümü dürttü. "Sen. Sen sadece küçük bir çocuksun,
üniversiteye gitmedin, Deneme'yi geçemedin! Nasıl sokaktaki askerleri
atlatabildin? Nasıl bu kadar sorun çıkarabildin?” Dişlerini gösterdi. “Senin
hak ettiğinden çok daha fazla dert olacağını biliyordum. Askerlerimin
zamanını sürekli boşa harcıyorsun. Başka birkaç komutanın askerlerinin de."
Ona bağırmamak için dişimi sıkmak zorunda kaldım. Askerler aceleyle
yanıma gelip sedyenin kemerlerini açmaya başladılar.
Yanımda duran doktor başını eğdi. "Affedersiniz, komutanım,” dedi. "Bir şey
mi oldu acaba? Neler oluyor?”
Komutan Jameson öfkeli bakışlarını ona çevirdi. Adam sindi. "Batalla
Binası'nın önünde protestocular," diye sözü yapıştırdı. "Sokak polisine
saldırıyorlar."
Askerler beni sedyeden alıp ayağa kaldırdılar. Ağırlığım yaralı bacağımın
üstüne binince acıyla irkildim. "Protestocular mı?” "Evet. İsyancılar.”
Komutan Jameson yüzümü avuçladı. "Yardım etmeleri için benim
askerlerimi çağırdılar, bu da benim programımın altüst olduğu anlamına
geliyor. En iyi adamlarımdan biri yüzünde derin kesiklerle buraya gönderildi.
Senin gibi pis suçlular ordudaki evlatlarımıza nasıl muamele etmeleri
gerektiğini bilmiyor." Tiksintiyle yüzümü savurup arkasını döndü, Beni tutan
askerlere, "Götürün onu,” diye seslendi tekrar. "Ve elinizi çabuk tutun.”

Hastane odasından çıktık. Askerler koridorda aceleyle gelip gidiyorlardı.


Komutan Jameson bir elini kulağına bastırıyor, dikkatle dinleyip emirler
yağdırıyordu. Asansörlere doğru sürüklenirken birkaç büyük ekran gördüm -
bir saniyeliğine durup hayranlıkla baktım, Lake bölgesinde daha önce hiç
görmemiştim- Komutan Jameson'ın biraz önce anlattığı şeyi aynen
yayınlıyorlardı. Sesi duyamıyordum ama manşetler açıkça ortadaydı: Batalla
Binası'nda kargaşa. Üniteler karşılık veriyor. Yeni emirleri bekleyiniz. Bunun
halka yayınlanmadığını anladım. Videoda Batalla Binası'nın önünde yüzlerce
insanın bulunduğu meydanı gösteriyordu. Sınırın yanındaki kalabalığı
tutmaya çalışan baştan aşağı siyah üniformalı askerlerin oluşturduğu çizgiyi
gördüm. Diğer askerler çatıların üstünde, pervazlarda koşuyor, tüfekleriyle
birlikte aceleyle pozisyon alıyordu. Son ekranın yanından geçerken
protestocuların bazılarını, sokak lambalarının altında kümelenmiş olanları
adamakıllı görebildim.
Bazıları saçlarının bir tutamını kan kırmızısına boyamıştı.
Sonra asansöre geldik ve askerler beni içeri tıktı. Benim yüzümden protesto
ediyorlardı. Bu düşünce içimi heyecan ve korkuyla kapladı. Ordu bunu
yanlarına asla bırakmazdı. Yoksul bölgeleri tamamen mühürleyip
meydandaki her bir göstericiyi gözaltına alacaklardı.
Ya da öldüreceklerdi.
JUNE

KÜÇÜKKEN METİAS BAZEN UFUK ÇAPLI İAYANLARLA


İLGİLENMESİ için çağırılır, sonrasında da bana olanları anlatırdı. Hikâye
her zaman aynıydı: veba karantinaları veya vergilere öfkeli bir düzine yoksul
(genellikle ergenlik çağında, bazen de yetişkin) bölgelerden birinde sıkıntı
çıkarırdı. Birkaç toz bombası atılır, sonra da hepsi tutuklanarak mahkemeye
çıkarılırdı.
Ama daha önce hiç yüzlerce insanın hayatını riske attığı böyle bir isyan
görmemiştim. Gördüklerim bunun yanından bile geçemezdi.
“Bu insanların derdi ne?” diye sordum Thomas’a.
"Akıllarını yitirmişler.” Bütün devriyesi önümüzdeki kalabalığa dönmüş
halde Batalla Binasının dışındaki yüksek platformda duruyorduk, Komutan
Jameson'ın diğer bir devriyesi de kalkan ve coplarla kalabalığı dağıtmaya
çalışıyordu. Günün erken saatlerinde doktorlar bacağıyla ilgilenirken Day'e
gizlice baktım. Acaba uyanık mı, yaşanan kaosu ekranlardan izliyor mu diye
merak ettim. Göremediğini umdum. Başlattığı şeyi görmesi gerekmiyordu.
Onu düşünmek -Cumhuriyet’i suçlaması, vebayı Cumhuriyetin başlattığını ve
Deneme’de başarısız olan çocukların öldürüldüğünü söylemesi- içimi öfkeyle
dolduruyordu. Silahımı kılıfından çıkardım. Hazır dursa iyi olurdu. Sesimi
sakin tutmaya çalışıp, “Daha önce hiç böyle bir şey görmüş müydün?” diye
sordum.
Thomas başını salladı. "Sadece bir defa, çok uzun zaman önce.” Koyu
saçlarının bir kısmı yüzüne düştü. Her zamanki gibi düzgünce geriye
taranmış değildi; herhalde daha önce kalabalığın içindeydi. Ellerinden biri
kemerine bağlı silahında geziniyor, diğeri de omzuna asılı bir tüfeği
tutuyordu. Bana bakmıyordu. Dün gece beni koridorda öpmeye
kalkıştığından beri bana bir kere bile düzgünce bakmadı. “Bir avuç ahmak,”
diye cevap verdi. “Eğer geri çekilmezlerse komutanlar onları yaptıklarına
pişman edecek.”

Yukarı bakıp birkaç komutanın Batalla Binası’nın balkonlarının birinde


durduğunu gördüm. Emin olmak için fazla karanlıktı ama Komutan
Jameson'ın onlarla birlikte olduğunu sanmıyordum. Ancak ağzındaki
mikrofonla emirler verdiğini biliyordum çünkü Thomas bir elini kulağına
bastırmış, dikkatle dinliyordu. Fakat dedikleri sadece Thomas’ın kulakları
içindi, ne dediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Altımızdaki kalabalık itmeye
devam ediyordu. Kıyafetlerinden -yırtık bluz ve pantolonlarından, birbirinin
eşi olmayan delikli ayakkabılarından- neredeyse hepsinin gölün
yakınlarındaki yoksul bölgelerden geldiğini anladım. İçten içe dağılmalarını
istiyordum, işler daha da kötüleşmeden buradan kaçın.
Thomas başıyla kalabalığı işaret etti. “Şu acınası grubu görüyor musun?”
Bana gösterdiği şeyi önceden fark etmiştim ama nezaketen gösterdiği yere
baktım. Bir grup protestocu saçlarını kan kırmızısına boyamıştı; Day’in
burada yargılandığı zaman saçının kana bulanmış tutamım örnek almışlardı.
Thomas, “Kahraman olarak biraz kötü bir seçim,” diye devam etti. “Day bir
haftadan az bir süre içinde ölmüş olacak.”

Bir kere başımla onayladım ancak bir şey söylemedim.


Kalabalıktan birkaç çığlık yükseldi. Devriyelerden biri meydanın arkasından
dolanmıştı ve şimdi kalabalığı kıstırmış, meydanın merkezine doğru
itiyorlardı. Kaşlarımı çattım. Kontrolden çıkan bir kalabalıkla bu şekilde başa
çıkılmazdı. Okulda, toz bombaları ya da göz yaşartıcı gazın bu işe yeteceğini
öğrenmiştik. Ama ortada öyle bir şey görünmüyordu; askerlerin hiçbiri gaz
maskesi takmıyordu. Şimdi de başka bir devriye sokakların doğru dürüst
protesto edebilmek için fazla karışık ve dar olduğu meydanın dış kısmındaki
başıboş göstericileri kovalamaya başlamıştı.
Thomas’a, “Komutan Jameson sana ne diyor?” diye sordum. Thomas’ın koyu
saçları gözlerine düşmüş, ifadesini gizliyordu. “Olduğumuz yerde kalıp
emirlerini beklememizi söylüyor.”

Yarım saatten uzun süre hiçbir şey yapmadık. Ellerimden biri cebimde,
farkında olmadan Day’in kolyesine dokundum. Bu kalabalık bir şekilde
aklıma Skiz’i hatırlatıyordu. Hatta belki de içlerinden bazıları aynı kişilerdi.
İşte o anda meydandaki binaların çatılarında koşuşturan askerleri gördüm.
Bazıları hemen pervazlara yerleşiyor, diğerleri de çatılar boyunca düz bir sıra
halinde diziliyordu. Garip. Askerlerin genellikle siyah püskülleri ve
cekederinde tek sıra gümüş düğmeler olurdu. Fakat bu askerlerin cekederinde
düğme yoktu. Bunun yerine göğüslerinden çaprazlamasına beyaz bir şerit
geçiyordu, pazubentleri de griydi. Bir saniye sonra kim olduklarını fark ettim.

“Thomas.” Koluna hafifçe vurup çatıları gösterdim. “Cellatlar.” Yüzünde hiç


şaşırma belirtisi yoktu, gözlerinde hiçbir his yoktu. Boğazını temizledi.
“Aynen öyle.”
“Ne işleri var burada?” Sesim yükseldi. Meydandaki protestoculara baktım,
sonra da çatılara. Askerlerin hiçbirinde toz bombası ya da göz yaşartıcı gaz
yoktu. Bunun yerine her birinin omzunda tüfeği vardı. “Onları dağıtmıyorlar,
Thomas. Onları kapana kıstırıyorlar.” Thomas bana sert bir bakış attı. “Sıkı
dur, June. Dikkatini kalabalığa ver.”
Gözlerim hâlâ çatıdayken Komutan Jameson'ın yanında askerlerle Batalla
Binasının tepesine çıktığını gördüm. Mikrofonuna doğru konuştu.

Birkaç saniye geçti, içimde kötü bir his vardı; şimdi neler olacağını
biliyordum.

Thomas mikrofonuna bir şeyler fısıldadı. Bir emre yanıt verdi. Ona bir bakış
attım. Bir saniyeliğine bakışıma karşılık verip platformda bizimle duran
devriyenin geri kalanına baktı. “Ateş serbest!” diye bağırdı.
“Thomas!” Daha fazlasını söylemek istedim ama o anda platformdan ve
çatıdan silah sesleri gelmeye başladı. İleri hücum ettim. Ne yapmayı
planladığımı bilmiyordum -askerlerin önünde kollarımı mı sallayacaktım?-
ama Thomas ileri adım atamadan omzumu tuttu.
“Geri çekil, June!”
Tutuşundan kurtulup, “Adamlarına geri çekilmelerini söyle,” diye bağırdım.
“Onlara...”
O anda Thomas beni yere öyle sert bir şekilde itti ki yan tarafımdaki yaranın
açıldığını hissettim.
“Kahretsin, June,” dedi. “Geri çekil!”

Yer şaşılacak kadar soğuktu. İlk kez kendimi kaybolmuş hissettim, hareket
edemeden öylece oturdum. Biraz önce olanlara anlam veremiyordum.
Yaramın etrafındaki deri yanıyordu. Meydana kurşunlar yağıyordu.
Kalabalıktaki insanlar sele yakalanmış su setleri gibi yere düşüyorlardı.
Thomas, dur. Lütfen dur. Ayağa kalkıp yüzüne bağırmak, bir şekilde canını
acıtmak istiyordum. Metias bunu yaptığını görseydi seni öldürürdü, Thomas,
eğer hayatta olsaydı... Ama sadece kulaklarımı kapadım. Silah sesleri
kulakları sağır edecek düzeydeydi.

Ateş sadece bir dakika sürdü ama sanki çok daha uzun gelmişti. Thomas
sonunda askerlerine ateşi kesme emri verdi ve kalabalıkta vurulmamış olanlar
dizlerinin üzerine düşüp ellerini yukarı kaldırdı. Askerler hemen onların
yanına gidip ellerini arkalarından kelepçeledi ve hepsini bir yığın olacak
şekilde bir araya gelmeye zorladılar. Dizlerimin üzerine doğruldum.
Silahlardan dolayı hâlâ kulaklarım çınlıyordu... Kan, ceset ve tutukluların
olduğu sahneyi gözlerimle taradım. 97-98 ölü vardı. Hayır, en az 120...
Yüzlercesi de tutuklanmıştı. Onları sayabilecek kadar bile
odaklanamıyordum.
Thomas platformdan inerken bana bir bakış attı; yüz ifadesi kasvetli, hatta
suçluluk doluydu ama rahatsız edici bir hisle sadece beni yere attığı için
pişmanlık hissettiğini biliyordum. Ardında bıraktığı katliam için değil. Diğer
birkaç askerle birlikte Batalla Binasına geri dönüyordu. Onu görmemek için
başımı çevirdim.
DAY

ASANSÖRÜN ZİNCİRLERİNİN GICIRDAYARAK DURDUĞUNU


duyana kadar birkaç kat yukarı çıktık. İki asker beni tanıdık bir koridora
çıkarttı. Sanırım beni hücreme geri götürüyorlardı, en azından şimdilik.
Sedyede uyandığımdan beri ilk kez bitkin düştüğümü fark ettim ve kafam
önüme düştü. Doktor bana ameliyat sırasında çok hareket etmeyeyim diye bir
iğne yapmış olmalıydı. Etrafımdaki her şeyin kenarları bulanık duruyordu,
sanki koşuyormuşum gibi.
Sonra askerler koridorun ortasında, hücremden oldukça uzakta bir yerde
aniden durdular. Şaşkınlıkla onlara baktım. Daha önce fark ettiğim odalardan
birinin dışında duruyorduk, büyük cam pencereleri olanlardan. Sorgu odaları.
Demek öyle... Beni idam etmeden önce daha çok bilgi almak istiyorlardı.
Statik, sonra da askerlerden birinin kulaklığından bir ses geldi. Asker
onayladı. "Onu içeri alalım,” dedi. "Yüzbaşı hemen geleceğini söyledi."
Dakikaların geçmesini bekliyordum, ifadesiz nöbetçiler kapıda beklerken, iki
tanesi de kelepçeli kollarımı tutuyordu. Bu odanın öyle ya da böyle ses
geçirmez olması gerektiğini biliyordum ama silah sesleri ve çığlıkların
uzaktan gelen titreşimlerini duyabildiğime yemin edebilirdim. Kalbim küt küt
attı. Birlikler meydandaki kalabalığa ateş açmış olmalıydı. Benim yüzümden
mi ölüyorlardı?
Zaman ilerliyordu. Bekledim. Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Hücremin
köşesinde kıvrılıp uyumaktan başka bir şey yapmak istemiyordum.

Sonunda ayak seslerinin yaklaştığını duydum. Kapı savrulup açıldı, içeri


siyah üniformalı, gözlerine koyu saçları düşmüş genç bir adam girdi.
Omuzlarında gümüş apoletler vardı. Diğer askerler topuklarını birbirine
vurdu.
Adam onları gönderdi. Onu tanıdım. Annemi vuran yüzbaşıydı. June daha
önce ondan bahsetmişti. Thomas. Onu Komutan Jameson göndermiş
olmalıydı.

"Bay Wing,” dedi. Bana yaklaşıp kollarını kavuşturdu. "Sonunda seninle


resmi olarak tanışmak ne büyük zevk. Bu fırsatı kaçıracağım diye
endişelenmiştim.”
Bütün varlığımı sessiz kalmaya zorladım. Benimle aynı odada bulunmaktan
rahatsızmış gibi duruyordu, yüzündeki ifade de benden gerçekten nefret
ettiğini söylüyordu.
"Komutanım idam ediliş tarihinden önce sana prosedürle ilgili bazı standart
sorular sormamı istiyor. Tabii her ne kadar yanlış bir başlangıç yapmış olsak
da samimi olmaya çalışacağım.”
Kahkaha atmaktan kendimi alamadım. “Gerçekten mi? Böyle mi
düşünüyorsun?”
Thomas cevap vermedi ama tepki vermeme çabasıyla yutkunduğunu gördüm.
Pelerinine elini atıp küçük, gri bir uzaktan kumanda çıkardı. Onu odanın boş
duvarına doğrulttu. Bir projeksiyon çıktı. Üzerinde tanımadığım bir kişinin
fotoğrafı bulunan bir polis raporu.

"Sana bir dizi fotoğraf göstereceğim, Bay Wing," dedi. "Göreceğin kişilerin
Vatanseverlerle bağlantısı olmasından şüpheleniliyor.”
Vatanseverler boşu boşuna beni de aralarına almaya çalışmışlardı. Uyuduğum
sokakların duvarlarına çizilmiş kriptik notlar. Bir sokağın köşesinde bana
gizlice not ileten bir eskort. İçinde iş teklif bulunan bir miktar para. Bir süre
tekliflerini görmezden gelince bana haber yollamayı kestiler.
"Vatanseverler’le hiç çalışmadım,” diye sinirle cevap verdim. “Eğer birini
öldürecek olursam, bunu kendi kurallarım çerçevesinde yaparım.”
"Onlarla bağlantın olmadığını iddia edebilirsin ama belki de bazılarıyla daha
önce karşılaşmışsındır. Ve belki de onları bulmamıza yardım etmek istersin.”
"Evet, elbette. Annemi öldürdün. Sana yardım etmek için can attığımı tahmin
edebiliyorsundur.”
Thomas beni tekrar duymazdan geldi. Duvara yansıtılan ilk fotoğrafa baktı.
"Bunu tanıyor musun?"
Başımı salladım. "Daha önce hiç görmedim.”
Thomas kumandanın tuşuna bastı. Başka bir fotoğraf çıktı. "Peki ya, bu?”
"Hayır.”
"Başka bir fotoğraf. "Ya bu?”
"Hayır."
Yine bir yabancının fotoğrafı duvardaydı. "Bu kızı daha önce gördün mü?”
"Hayatımda ilk kez görüyorum.”
Bilmediğim başka yüzler... Thomas gözünü kırpmadan, cevaplarımı
sorgulamadan üzerlerinden bir bir geçiyordu. Devletin aptal bir kuklasıydı
işte. Devam ederken onu izledim, keşke zincirlenmemiş olsaydım da bu herifi
bayıltana kadar dövebilseydim, diye düşündüm.

Başka fotoğraflar. Tanımadığım başka yüzler. Thomas verdiğim kısa


cevapların birini bile sorgulamıyordu. Aslında sanki bir an önce bu odadan
çıkıp benden uzaklaşmak için sabırsızlanıyordu.
Sonra sahiden de tanıdığım birinin fotoğrafı çıktı. Bulanık fotoğraf uzun saçlı
-hatırladığım küt kesimden çok daha uzun- bir kızı gösteriyordu. Henüz
sarmaşık dövmesi yoktu. Görünüşe göre Kaede bir Vatansever’di.
Onu tanıdığım yüzümden anlaşılmasın diye çabaladım. "Bak," dedim. “Sence
bu insanlardan birini bile tanıyor olsam gerçekten sana bunu söyleyeceğimi
falan mı düşünüyorsun?"
Thomas soğukkanlılığını korumak için büyük mücadele verdi. "Hepsi bu
kadar, Bay Wing."
"Hadi, yapma, bu kadarı yetmez. Bana bir yumruk çakabilmek için her şeyini
verebilirsin bence. Hadi yap. Sana meydan okuyorum.”
Gözleri öfkeyle parıldadı ama yine de kendini tutuyordu. Sıkı bir şekilde,
"Sana bir dizi soru sormam emredildi," dedi. "Bu kadar. İşimiz bitti.”
"Neden? Benden korkuyor musun yoksa? Sadece insanların annelerine ateş
edebilecek kadar mı cesursun?”
Thomas gözlerini kıstı, sonra da omuz silkti. “Onunla birlikte uğraşmamız
gereken bir suçlu daha eksildi.”
Yumruklarımı sıkıp yüzüne tükürdüm.
Bu onun azmini kırmaya yetti. Sol yumruğunu hızla çeneme geçirdi, kafam
şiddetle yana döndü. Gözlerimde noktalar belirdi.
"Kendini bir yıldız sanıyorsun, değil mi?” dedi. "Birkaç muziplik yapıp sokak
serserilerine hayırsever rolü oynadığın için sadece, öyle mi? Sana bir sır
vereyim. Ben de yoksul bir bölgeden geldim. Ama kurallara uydum. Çalışıp
yükseldim ve ülkemin saygısını kazandım. Geriye kalan sizler sadece
oturduğunuz yerden şikâyet edip kötü şansınız için devleti suçladınız. Bir
avuç pis, tembel serseriden başka bir şey değilsiniz.” Bana tekrar yumruk attı.
Kafam geriye düştü, ağzımdaki kanın tadını alabiliyordum. Bedenim acıdan
titredi. Yakamdan tutup beni yakınına çekti. Zincirlerim şangırdadı. "Bayan
Iparis ona sokakta neler yaptığını anlattı. Onun seviyesindeki birini ne cüretle
böyle bir şeye zorlarsın?"

Ah. İşte onu asıl rahatsız eden şey ortaya çıktı; öpüştüğümüzü öğrenmişti
sanırım. Yüzüm acıdan mahvolsa da sırıtmaya engel olamadım. "Oo... Seni
üzen şey bu muydu? Ona nasıl baktığını gördüm. Onu çok istiyorsun, öyle
mi? Bu da çalışarak ulaşabilmeyi düşündüğün bir şey mi yoksa, seni aşağılık?
Hayallerini yıkmak istemem ama onu hiçbir şeye zorlamadım.”
Yüzünden koyu kırmızı bir hiddet dalgası geçti. "O idam edildiğini görmeyi
dört gözle bekliyor, Bay Wing. Bunu sana temin edebilirim."
Güldüm. "Kaybetmeyi hazmedemedin demek, ha? Hadi seni sevindirelim.
Nasıl bir his olduğunu baştan sona anlatayım. Yapabileceğin en iyi ikinci şey
dinlemek olur, değil mi?"
Thomas boynumu yakaladı. Elleri titriyordu. "Yerinde olsam dikkatli
olurdum, oğlum,” diye tısladı. "İki kardeşin olduğunu unuttun galiba. İkisi de
Cumhuriyet’in elinde. Onların cesetlerini annenin cesedinin yanında görmek
istemiyorsan diline hâkim ol."
Bana tekrar vurdu, sonra da dizini karnıma geçirdi. Nefes alamıyordum. Eden
ve John’u düşünüp sakinleşmeye, acıyı azaltmaya çalıştım. Güçlü ol.
Damarına basmasına izin verme.

İki kere daha bana vurdu. Artık zorlukla nefes alıyordu. Büyük bir çabayla
kollarını indirip nefes verdi. Düşük bir sesle, “Bu kadarı yeterli olacaktır, Bay
Wing,” dedi. “İdam gününüzde görüşmek üzere."

Acıdan konuşamıyordum, gözlerimi onun üzerinde tutmaya çalıştım.


Yüzünde sanki tertipli tarzından uzaklaşmasına neden olduğum için kızmış
ya da hayal kırıklığına uğramış gibi bir ifade vardı.

Arkasını dönüp odadan çıktı.


JUNE

O GECE, THOMAS YARIM SAAT KAPININ ÖNÜNDE BEKLEDİ.


DEFALARCA özür diledi. Gerçekten üzgündü. Canımın yanmasını
istememişti. Komutan Jameson'ın emirlerine karşı gelmemi istememişti.
Başımın belaya girmesini istememişti. Amacı beni korumaktı. Ollie'yle
kanepede oturup boşluğa bakıyordum. O makineli tüfeklerin sesi
kulaklarımdan gitmiyordu. Thomas bu güne kadar hep disiplinli olmuştu.
Bugün de değişen bir şey yoktu. Komutanımızın emirlerini yerine getirmekte
bir an bile tereddüt etmemişti. Katliamı sanki rutin veba taramasına veya bir
havaalanında nöbet tutmaya hazırlanır gibi gerçekleştirmişti. Emirleri bu
kadar sadakatle yerine getirmesi mi, yoksa bu yüzden özür dilemesini
istediğimden haberi bile olmaması mı daha kötüydü, bilemiyordum.
“June, beni dinliyor musun?”
Kendimi Ollie’nin kulaklarının arkasını kaşımaya verdim. Metias’ın eski
günlükleri, ailemizin fotoğraf albümleriyle birlikte hâlâ sehpanın üzerinde
dağınık duruyordu. “Zamanını boşa harcıyorsun,” diye seslendim.
“Lütfen. İçeri geleyim. Seni görmek istiyorum.”
“Yarın görüşürüz.”
“Çok durmayacağım, söz. Çok özür dilerim.”
“Thomas, yarın görüşürüz.”
"June..."
Sesimi yükselttim. “Yarın görüşürüz dedim.”
Sessizlik.
Ollie’yi okşayıp dikkatimi dağıtmaya çalışarak bir dakika daha bekledim. Bir
süre sonra kalkıp kapı deliğinden baktım. Koridorda kimse yoktu. Gittiğinden
emin olduktan sonra bir saat daha kanepede uyanık halde yattım. Aklım
meydanda olanlardan, Day’in çatıdaki haline, Day’in veba ve Deneme
hakkında söylediği akıl almaz şeylerden Thomas’a gidiyordu. Komutan
Jameson'ın emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiren Thomas ve benim Lake
bölgesinde güvenliğimden endişe eden Thomas’tan birbirinden farklıydı.
Geçirdiğimiz onca yıl boyunca Thomas biraz garip ama her zaman nazikti,
özellikle de bana karşı. Belki de değişen bendim. Day’in ailesinin izini sürüp
Thomas’ın onun annesini vurduğunu gördüğümde, bugün meydandaki
kalabalığa ateş açılmasını izlerken... ikisinde de olduğum yerde durmuş,
hiçbir şey yapmamıştım. Bu beni Thomas’la aynı kefeye koyar mıydı?
Emirlerimizi yerine getirmekle doğru şeyi mi yapmış oluyorduk? Cumhuriyet
tabii ki her zaman en doğrusunu bilirdi, değil mi?

Day’in bana söylediklerine gelince... onları düşününce bile tepem atıyordu.


Bu kapalı kapıların ardında babam da çalışmıştı. Metias, Chian'ın emrinde
çalışıp Deneme gözetmenliği yapmıştı. Kendi insanlarımızı neden zehirleyip
öldürecektik ki?
İç çektim, dik oturdum ve sehpadan Metias’m günlüklerinden birini elime
aldım.
Bu seferki, Elijah Kasırgası, Los Angeles’ı yıkıp geçtiğinden sonra bir hafta
süren yorucu temizlik işiyle ilgiliydi. Başka birinde Komutan Jameson’ın
devriyesinde çalışmaya başladığı ilk haftadan bahsediyordu. Üçüncü kısaydı,
sadece bir paragraf uzunluğundaydı ve iki kere üst üste gece mesaisi
yapmaktan yakmıyordu. Bu beni güldürdü. Kelimelerini hâlâ
hatırlayabiliyordum. İlk gece mesaisinden sonra bana, “Ayakta
duramıyorum,” demişti. “Bu kadın gerçekten bütün gece ayakta durduktan
sonra herhangi bir şeyin başında nöbet tutabileceğimizi mi sanıyor? Bugün
kafam o dağınık ki Kolonilerin başkanı, Batalla Binası’na gelse yine de fark
etmezdim.”
Yanağıma bir gözyaşı damladı, hemen sildim. Ollie yanımda inledi. Uzanıp
elimi boynunun etrafındaki beyaz tüylere daldırdım, o da iç çekip başını
kucağıma koydu.
Metias ne kadar da ufak şeyleri dert etmişti.
Okumaya devam ederken gözlerim ağırlaştı. Kelimeler sayfada birbirine
girmeye başladı. Artık yazdıklarının ne anlama geldiğini tam olarak
anlamıyordum. Sonunda günlüğü kenara koydum ve uykuya daldım.

Rüyamda Day’i gördüm. Elimi tuttu ve dokunduğunda kalbim çarpmaya


başladı. Saçları ipekten bir kumaş gibi omuzlarına dökülüyordu, bir tutamı
kanla kızıla boyanmıştı, gözlerinde acı vardı. “Ağabeyini ben öldürmedim.”
Beni yanına çekti. “Yemin ederim, ben öldürmüş olamam.”

Uyanınca bir süre uyanık halde uzandım ve Day’in sözlerini düşündüm.


Gözlerim bilgisayar masasına gitti. O uğursuz gecede neler olmuştu? Eğer
Day, Metias’ı omzundan vurduysa o bıçak nasıl ağabeyimin göğsüne
saplandı? Bu düşünce kalbimi acıttı. Ollie’ye baktım.
“Metias’ı kim incitmek isteyebilir ki?” diye sordum. Ollie mahzun gözlerle
bana bakıyordu. “Ve neden?”
Birkaç dakika sonra koltuktan kalkıp masama gittim ve bilgisayarımı açtım.
Merkez Hastanesi nden gelen tutanağa baktım. Dört sayfa yazı, bir sayfa
fotoğraf vardı. Fotoğraflara yakından bakmaya karar verdim. Ne de olsa
Komutan Jameson, Metias’m cesedini inceleyebilmem için sadece birkaç
dakika vermişti ve o süreyi boşa harcamıştım ama nasıl konsantre olabilirdim
ki? Katilin Day’den başka biri olduğundan hiç şüphelenmemiştim.
Fotoğrafları yeterince yakından incelememiştim.

Fotoğraflara çift tıklayıp tam ekran boyutuna getirdim. Görüntü başımı


döndürdü. Metias’ın soğuk, cansız yüzü gökyüzüne bakıyordu, saçları başının
altına saçılmıştı. Gömleğinde kan lekeleri vardı. Derin bir nefes alıp
gözlerimi kapadım ve kendime konsantre olmam gerektiğini söyledim.
Raporun metin kısmını baştan sona okuyabiliyordum ama fotoları adamakıllı
incelemeyi hiç başaramamıştım. Artık bunu yapmak zorundaydım. Gözlerimi
açıp ağabeyimin cansız bedenine baktım yeniden. Keşke zamanım olduğunda
yaralan kendi gözlerimle incelemiş olsaydım.
Önce fotodaki bıçağın göğsüne iyice girdiğinden emin oldum. Bıçağın
kabzasında kan izleri vardı. Bıçağın ucunu göremiyordum. Sonra Metias’ın
omzuna baktım. Ceketinin kolu üzerini kapatmış olsa da oradaki kumaşta
büyük bir kan lekesi olduğunu fark ettim. Tamamı göğsündeki yaradan
gelmiş olamazdı, başka bir yara daha olmalıydı. Fotoyu daha da büyüttüm.
Hayır, çok bulanıktı. Omzunun üzerinde bir kesik olsa bile bu açıdan
görünmüyordu.

Fotoğrafı kapatıp başka birine tıkladım. O an bir şeyin farkına vardım. Bu


sayfadaki fotoların hepsi belli bir açıdan çekilmişti. Omzundaki, hatta
bıçaktaki ayrıntıları bile görmekte zorlanıyordum. Kaşlarımı çattım. Başarısız
olay yeri inceleme fotoğrafçılığı. Yaraların daha yakından çekilmiş fotoları
neden yoktu? Rapora tekrar göz gezdirdim, kaçırmış olabileceğim sayfalara
baktım. Ama hepsi buydu. Aynı sayfaya dönüp bütün bunlardan bir anlam
çıkarmaya çalıştım.
Belki de diğer fotolar gizliydi. Ya Komutan Jameson o fotoları üzülmeyeyim
diye dosyadan çıkardıysa? Başımı salladım. Hayır, bu aptalcaydı. O zaman
rapora hiç foto koyulmazdı. Ekrana bakıp diğer seçeneği düşünmeye kendimi
zorladım.

Ya Komutan Jameson onları benden bir şey saklamak için çıkardıysa?


Hayır, hayır. Arkama yaslanıp ilk fotoya tekrar baktım. Komutan Jameson
benden ağabeyimin cinayetinin ayrıntılarını neden saklamak işteşindi ki?
Askerlerini severdi. Metias’ın ölümü onu öfkeden deliye döndürmüştü;
cenazesini bile o düzenledi. Onun devriyesinde olmasını istedi. Onu yüzbaşı
yapan da oydu.
Ama olay yeri fotoğrafçısının bu kadar kötü çekim yapacak kadar acelesi
olduğundan şüpheliydim. Başka açılardan da düşünüp hep aynı sonuca
vardım. Bu rapor eksikti. Hüsranla ellerimi saçıma geçirdim.
Anlayamıyordum.
Birden fotodaki bıçağa yakından baktım. Pikselliydi, ayrıntıları tam olarak
görmek mümkün değildi ama gördüğüm bir şey midemi altüst eden bir anıyı
tetikledi. Bıçağın kabzasındaki kan koyu renkteydi ama orada başka bir iz
daha vardı, kandan daha da koyu renkliydi. İlk başta bıçaktaki belirsiz
desenin bir parçası sandım ama bu iz kanın üzerindeydi. Siyah, katı ve
kıvamlı görünüyordu. Olay gecesi inceleme fırsatı bulduğum bıçağın neye
benzediğini hatırlamaya çalıştım.

Bu siyah izler silah yağına benziyordu. Onu o gece ilk kez gördüğümde
Thomas’ın alnında bulunan yağ izinin aynısı.
DAY

JUNE ERTESİ SABAH BENİ ZİYARETE GELDİĞİNDE, O bile -bir


saniyeliğine de olsa- beni bu halde, hücremin duvarına dayanmış halde
gördüğü için şoke oldu. Kafamı ona doğru eğdim. Beni görünce bir an
duraksadı, sonra hemen serinkanlılığını geri kazandı.
"Galiba birilerini kızdırdın," dedi, ardından askerlere parmaklarını şaklattı.
“Herkes dışarı. Mahkûmla özel konuşacağım.” Köşelerde duran güvenlik
kameralarına da işaret etti. "Şunları kapatın.”
Başlarındaki asker selam verdi. "Evet, efendim.” Birkaçı kameraları
kapatmaya giderken onun da belindeki bıçağı kınından çıkardığını gördüm.
Bir şekilde onu da kızdırmış olmalıydım. Boğazımdan bir kahkaha yükselip
öksürük krizine dönüştü. Eh, demek ki her şeyi ortaya dökmemiz
gerekiyordu.
Askerler çıkıp arkalarından kapıyı kapattıklarında, June yanıma çömeldi.
Kendimi bıçağı derimde hissetmeye hazırladım.
“Day.” Hareket etmedi. Onun yerine bıçağı kemerine geri sokup su
matarasını çıkardı. Sanırım sadece askerlere göstermelik yapmıştı bunu.
Yüzüme o serin sudan çarptı. İrkildim ama sonra birazını yakalayabilmek için
ağzımı açtım. Hayatımda suyun hiç bu kadar lezzetli olduğunu
düşünmemiştim.
June suyun birazını da doğrudan ağzıma fışkırttı, sonra da matarayı yerine
koydu. "Yüzün korkunç görünüyor.” Yüz ifadesinde endişe ve anlamadığım
başka bir şey daha vardı. "Bunu sana kim yaptı?"
"Sorman büyük incelik.” Umurunda olmasına şaşırdım. “Bunun için yüzbaşı
dostuna teşekkür edebilirsin.”
“Thomas mı?”
“Ta kendisi. Sanırım seni öptüğüm ama o öpemediği için biraz mutsuz. Beni
Vatanseverler hakkında sorguya çekti. Görünüşe göre Kaede bir Vatansever.
Dünya küçük, değil mi?"
June'un yüzünden öfke dalgası geçti. “Bana bundan hiç bahsetmedi. Dün
gece... evet, bunu Komutan Jameson’la konuşacağım.”
"Teşekkürler." Gözüme kaçan sular yüzünden gözlerimi kırpıyordum. "Ne
zaman geleceğini merak etmiştim.” Bir an duraksadım. "Tess hakkında bir
şey öğrenebildin mi? Hayatta olup olmadığını?” June başını eğdi.
"Üzgünüm," diye cevap verdi. "Onun nerede olduğunu öğrenmeme imkân
yok. Ortalarda görünmediği sürece güvendedir. Ondan kimseye
bahsetmedim. Yakın zamanda yapılan tutuklama kayıtlarında... ortaya
çıkmadı... ya da ölümlerde."

Haber alamamak canımı sıkıyordu ama biraz olsun rahatlamıştım.


June dudaklarını bastırdı. "Ve hayatta olduğundan emin olsam da Eden'a
erişimim yok. John artık her ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyi.” Tekrar
bana baktığında, gözlerinde karmaşa ve keder görüyorum. "Dün Thomas’la
karşı karşıya geldiğine üzüldüm.”
"Teşekkür ederim,” diye fısıldadım. "Bugün normalden daha iyi davranmanın
belli bir sebebi var mı acaba?”
June’un bu soruyu ciddiye almasını beklemiyordum ama aldı. Bana baktı,
sonra da önümde oturdu. Bugün farklı görünüyordu. Yumuşamıştı, hatta
üzgün görünüyordu. Kararsızdı. Daha önce hiç görmediğim bir ifade vardı
gözlerinde, onunla sokakta ilk tanıştığım anda bile. “Bir sorun mu var?"
June uzun bir süre gözleri yerde, sessizce durdu. Sonunda bana baktı. Bir şey
aradığının farkına vardım. Bana güvenmenin bir yolunu mu anyordu?“Dün
gece ağabeyimin olay yeri raporunu inceledim tekrar.” Sesi fısıltıya dönüştü,
onu duyabilmek için öne eğildim.
"Ve?” dedim. June'un gözleri gözlerimi arıyordu. Tekrar durakladı. "Day,
gerçekten, dürüstçe... Metias’ı öldürmediğini söyleyebilir misin?” Bir şey
bulmuş olmalıydı. İtiraf etmemi istiyordu. Hastanedeki o gece aklımdan
geçti; kılık değiştirmem, Metias'ın hastaneye girerken beni izleyişi, rehin
aldığım o genç doktor, buzdolaplarmdan seken kurşunlar. Yüksekten yere
düşüşüm. Metias'la yüzleşmem, ona bıçağımı fırlatmam. Bıçağımın omzuna
saplandığını görmüştüm, göğsünden o kadar uzaktaydı ki onu öldürmüş
olması mümkün değildi. June’un bakışlarına karşılık verdim.

"Ağabeyini ben öldürmedim." Uzanıp elini tuttum ve kolumdan yükselen


acıyla geri çekildim. "Kimin yaptığını bilmiyorum. Onu yaraladığım için özür
dilerim ama kendi hayatımı kurtarmak içindi. Keşke daha iyi düşünebilmek
için zamanım olsaydı.”
June başıyla sessizce onayladı. Yüz ifadesi o kadar yürek parçalayıcıydı ki
bir an ona sarılmak istedim. Birinin ona sarılması gerekiyordu. "Onu çok
özledim,” diye fısıldadı. “Hep yanımda olacağını düşünmüştüm, işte, her
zaman sırtımı dayayabileceğim biriydi. Yanımda bir tek o vardı. Şimdi o da
gitti ve keşke sebebini bilebilsem.” Yenilgiye uğramış gibi yavaşça başını
salladı, sonra da tekrar gözlerimin içine baktı. Hüznü onu anlatılamaz
derecede güzel kılıyordu; çorak arazileri kar kaplamış gibi. "Ve nedenini
bilmiyorum. En kötüsü de bu, Day. Neden öldürüldüğünü bilmiyorum. Onu
neden öldürmek istesinler ki?”

Sözleri annem hakkında düşündüklerime o kadar benziyordu ki nefes almakta


zorlandım. June'un da ailesini kaybettiğini bilmiyordum, davranışlarından
bunu anlamam gerekirdi. Annemi June vurmamıştı. Evime vebayı June
getirmemişti. O sadece ağabeyini kaybetmiş acılı bir kızdı ve bunu benim
yaptığımı düşünmeye itenler olmuştu, o da ıstırap içinde izimi sürmüştü.
Onun yerinde olsaydım ben de aynısını yapardım.
Ağlıyordu. Ona hafifçe gülümsedim, sonra da oturuşumu düzeltip elimi
yüzüne götürdüm. Bileğimdeki zincirler birbirine çarptı. Gözündeki yaşı
sildim. İkimiz de bir şey söylemiyorduk. Gerek yoktu. Düşünüyordu... eğer
ağabeyi hakkında haklıysam başka hangi konularda da haklıydım acaba?

Bir an sonra June elimi alıp yanağına koydu. Tenine dokununca sanki
sıcaklığı bana aktı. Çok güzeldi. Onu kendime çekmek, dudaklarımızı
birleştirip gözlerindeki kederi silmek için içim eriyordu. Keşke bir
saniyeliğine o arka sokaktaki geceye gidebilseydik.

İlk ben konuştum. "İkimizin düşmanı da aynı kişi olabilir," dedim. "Ve
ikimizi birbirimize düşürdüler."
June derin bir nefes aldı. "Henüz emin değilim," dedi fakat sesinden bana
katıldığını anlayabiliyordum. "Böyle konuşmamız tehlikeli." Yüzünü çevirdi,
pelerinine uzandı ve hastanede kaybettiğimi düşündüğüm bir şey çıkardı
cebinden. “Al. Bunu artık sana verebilirim. Benim bir işime yaramaz."
Onu elinden kapmak istedim ama zincirler buna engel oldu. Avcunda kolyem
duruyordu, üzerindeki pürüzsüz çıkıntılar kazınmış ve zedelenmişti ama yine
de tek parça halindeydi, zinciri elinde toplanmıştı.
"Sendeydi,” diye fısıldadım. "O gece hastanede buldun bunu, değil mi? Beni
bulunca kim olduğumu bu sayede anladın... elim boynuma gitmiş olmalı."

June sessizce onayladı, sonra da elimi alıp kolyeyi avucuma koydu. Hayretle
ona baktım.
Babam. Şimdi kolyeme yeniden bakarken zihnime hücum eden anılarını
engelleyemiyorum. Altı ay boyunca ondan hiç haber alamadıktan sonra eve
geldiği günü hatırladım. Sonunda sağ salim eve geldiğinde perdeleri kapattık,
o da anneme sarılıp uzun süre onu öptü. Bir elini koruyucu şekilde annemin
karnına koymuştu. John elleri cebinde ona sarılmak için sabırsızca
bekliyordu. Ben hâlâ bacağına sarılabilecek kadar küçüktüm. Eden henüz
doğmamıştı, hâlâ annemin gitgide büyüyen karnındaydı.
Babam sonunda annemi bırakınca, "Benim oğullarım nasılmış bakalım?”
dedi. Yanağımı okşayıp John'a gülümsedi.
John ona bütün dişlerini göstererek sırıttı. Saçını arkada toplayabilecek kadar
uzatmıştı. Elinde bir sertifika tutuyordu. "Bak!” dedi. "Deneme'yi geçtim!"
"Geçtin!” Babam John’un sırtına bir şaplak indirip büyük bir adammış gibi
elini sıktı. Hâlâ gözlerindeki huzuru, sesinin mutlulukla titreyişini hatırlarım.
O zamanlar hepimiz okuma sıkıntısı yüzünden John'un Deneme’de başarısız
olacağını düşünüyorduk. “Seninle gurur duyuyorum, Johny. Aferin sana.”

Sonra da bana baktı. Onun yüzünü incelediğimi hatırlıyorum. Babamın


Cumhuriyet'teki resmi görevi cephedeki askerlerin arkasını toplamaktı ama
tek işinin bu olmadığına dair şüpheler vardı. Koloniler, parıldayan şehirleri,
ileri teknolojileri ve bayram tatilleri hakkında anlattığı hikâyeler gibi ipuçları.
O anda ona cephe rotasyonunun onu eve getirmesi gereken zamanda neden
geri dönmediğini, neden bizi hiç gelip görmediğini sormak istedim. Ama
başka bir şey dikkatimi dağıttı. "Yeleğinin cebinde bir şey var, baba," dedim.
Gerçekten de giysisinin altında yuvarlak bir şişlik vardı.
Güldü, sonra da o nesneyi çıkardı. "Evet, öyle, Daniel.” Anneme baktı.
"Algıları kuvvetli, değil mi?”
Annem bana gülümsedi.
Babam duraksadı, sonra da hepimizi yatak odasına götürdü. "Grace,” dedi
anneme dönüp, “bak, ne buldum.”
Onu yakından inceledi. "Ne bu?”
"Daha çok kanıt." Babam önce onu sadece anneme göstermeye çalıştı ama
nesneyi elinde çevirirken ne olduğunu görebildim. Bir tarafında kuş,
diğerindeyse bir adamın profili vardı. Bir tarafında Amerika Birleşik
Devletleri, Güvenimiz Tanrıyadır, Çeyrek Dolar diğerindeyse Özgürlük ve
1990 kabartması vardı. “Gördün mü? Kanıt.” Onu alıp avucuna bastırdı.”
“Bunu nereden buldun?" diye sordu annem.
"İki cephenin güneyindeki bataklıklardan. 1990’dan kalma gerçek bir madeni
para. İsmini gördün mü? Birleşik Devletler. Gerçekmiş."
Annemin gözleri heyecanla parıldadı ama yine de babama endişeli bir bakış
attı. "Bunu elimizde tutmamız tehlikeli," diye fısıldadı. "Evimizde
tutmamalıyız bunu.”
Babam onayladı. "Ama onu yok edemeyiz. Korumamız gerekiyor; bildiğim
kadarıyla bu madeni para türünün son örneği olabilir.” Annemin ellerini
bozukluğun üzerine katladı. “Onun için metal bir kap yapacağım, iki tarafını
da kaplayan bir şey. Kaynak yapıp kapatacağım, böylece para içinde güvende
olacak.”
"Onu nereye koyacağız?"
"Bir yerde saklayacağız." Babam bir an durdu, sonra da John'la bana baktı.
"En iyi yer herkesin açıkça görebileceği bir yer olabilir. Çocuklardan birine
veririz, madalyon gibi belki. İnsanlar sadece bir kolye olduğunu
düşüneceklerdir. Ama askerler bir arama sırasında döşemenin altında falan
bulurlarsa, önemli bir şey olduğunu kesinlikle anlayacaklardır."

Sessizce durdum. O yaşımda bile babamın endişesini anlayabiliyordum.


Evimizde ve sokağımızdaki bütün evlerde, daha önce asker birlikleri
tarafından rutin aramalar yapılmıştı. Eğer babam onu saklamaya kalksaydı
kesin bulurlardı.
Babam ertesi sabah henüz güneş bile doğmadan yanımızdan ayrıldı. O
günden sonra babamı sadece bir kez görebilecektik. Sonra da bir daha eve
geri dönmedi.
Bu anı bir an içinde aklımdan geçti. June'a baktım. "Bunu bulduğun için
teşekkür ederim.” Sesimdeki üzüntüyü hissedebiliyor mu diye merak ettim.
"Bunu bana geri getirdiğin için teşekkür ederim."
JUNE

DAY'İ AKLIMDAN ÇIKARAMIYORDUM. Öğleden sonra evde dinlenmek


için uzandığımda onun hayalini kurdum. Day’in kollarını bana sardığını ve
beni tekrar tekrar öptüğünü, kollarımı okşadığını, parmaklarını saçlarımdan
geçirdiğini, belime sarıldığını, göğsünü göğsüme yasladığını, nefesinin
yanaklarımda, boynumda ve kulaklarımda gezindiğini düşledim. Uzun saçları
benimkilere karışmış, gözleri beni derinliklerine sürüklüyordu. Uyanıp da
yalnız olduğumu fark ettiğimde, nefes almakta zorlandım.
Sözleri anlaşılmaz hale gelene kadar aklımda tekrarlanıyordu. Metias’ı başka
biri öldürmüştü. Cumhuriyet yoksul bölgelerde vebayı kasten yayıyordu.
Lake’in sokaklarındaki halimizi, dinlenmem gerektiği için güvenliğini riske
atışını düşündüm. Yanağımdan süzülen gözyaşlarını silişini.
Ona öyle öfke duyamıyordum artık. Ve eğer olur da Metias’ı başka birinin
öldürdüğüne dair kanıt bulursam ondan nefret etmem için hiçbir sebep
kalmazdı. Bir zamanlar efsanesi -onunla tanışmadan önce anlatılan hikâyeler-
beni büyülemişti. Şimdi de aynı hislerin geri gelmeye başladığını
hissediyordum. Yüzünü gözümün önüne getirdim; o kadar acı, işkence ve
yastan sonra bile çok güzeldi, mavi gözleriyse parlak ve içtendi. Onunla
hücresinde geçirdiğim kısa süreden çok zevk aldığımı itiraf etmekten
utanıyordum. Sesi aklımdan geçen bütün ayrıntıları bana unutturabilirdi,
beraberinde arzu ya da korku, hatta bazen öfke getiriyordu ama her zaman
için bir şeyleri tetikliyordu. Daha önce orada olmayan bir şeyleri.

SAAT... 19.12
TANAGASHİ BÖLGESİ
22 °C

Thomas’la birlikte bir kafede oturup kâselerce fasulye yerken, “Bu öğleden
sonra Day’le özel olarak görüştüğünü duydum,” dedi bana. Burası Metias
hayattayken geldiğimiz yerdi. Thomas’ın yer seçimi içimi rahatlatmaya
yetmiyordu. Kardeşimi öldüren bıçağın sapına bulaşmış olan silah yağı izini
bir türlü aklımdan silemiyordum.
Belki de beni sınıyordu. Belki de bildiğimden şüpheleniyordu.
Cevap vermemek için etimden bir ısırık aldım. Birbirimizden oldukça uzakta
oturuyor olmamızdan memnundum. Thomas onu “affetmem”, beni yemeğe
çıkarmasına izin vermem için çok uğraşmıştı. Bunu neden yapıyordu, emin
değildim. Beni konuşturmak için mi? Yanlışlıkla ağzımdan bir şeyler
kaçırmam için mi? Reddedip reddetmeyeceğimi görüp sonra bunu Komutan
Jameson’a anlatmak için mi? Biri hakkında soruşturma başlatmak için çok
fazla kanıt gerekmezdi. Belki de bu yemek sadece bir yemden ibaretti.
Ama belki de gerçekten benimle barışmak istiyordu.
Hangisi doğru bilmiyordum. Bu yüzden dikkatli hareket ediyordum.

Thomas yemek yerken beni seyrediyordu. “Ona ne söyledin?”


Sesinde kıskançlık vardı. Kelimelerim serinkanlı ve tarafsızdı. “Boş ver,
Thomas.” Dikkatini dağıtmak için uzanıp koluna dokundum. “Eğer çocuğun
biri sevdiğin birini öldürmüş olsaydı, sen de bunu neden yaptığını anlamak
için uğraşmaz mıydın? Eğer etrafta nöbetçiler olmazsa benimle konuşur
sanmıştım. Ama artık umudum kalmadı. Öldüğünde sevineceğim.”
Thomas biraz rahatladı ama hâlâ yüzümü inceliyordu. Uzun bir bekleyişin
ardından, “Belki de onu bir daha görmemelisin,” dedi. “Sana bir faydası
oluyormuş gibi görünmüyor. Komutan Jameson'dan Day’in su istihkakını
vermesi için başka birini göndermesini isteyebilirim. Ağabeyinin katiliyle bu
kadar yüz yüze gelmen düşüncesi hiç hoşuma gitmiyor.”

Onaylayarak başımı sallayıp fasulyemden bir lokma daha aldım. Şimdi sessiz
kalmam iyi görünmezdi. Ya ağabeyimin katiliyle yemek yemekteysem?
Mantık. Dikkat ve mantık. Gözucuyla Thomas’ın ellerine bakıyorum. Ya
Metias’ı bu eller bıçakladıysa?
Bir an bile durmadan, “Haklısın,” dedim. Sesimin minnettar, düşünceli
çıkmasını istiyorum. “Ondan henüz işe yarar bir bilgi çıkaramadım. Nasıl
olsa yakında ölmüş olacak.”
Thomas omuz silkti. “Böyle düşünmene sevindim.” Garson gelirken masaya
50 Not bıraktı. “Day şu anda sadece idam edilmeyi bekleyen bir suçlu.
Söyledikleri senin konumundaki bir kız için önem taşımamalı.”
Cevap vermeden önce bir ısırık daha aldım. “Taşımıyor,” diye cevap verdim.
“Benim için bir köpekle konuşmaktan farksız.” Ama aslında düşüncelerim
farklıydı, Day eğer doğruyu söylüyorsa dedikleri benim için önem
taşıyacaktı.

Thomas’ın beni evime bırakıp gitmesinin üzerinden saatler geçmişti, saat


geceyarısını geçtiğinde bilgisayarımın başına oturup Metias’ın raporunu
inceliyordum. Artık fotoğraflara bakmaya gözlerimi onlardan ayırmam
gerekmeyecek kadar alışmıştım, ama yine de midemi kaldırıyorlardı. Her bir
fotoğraf, yarasının görünmeyeceği bir açıdan çekilmişti. Bıçağın sapındaki
yağ izine baktıkça oradakinin bir silah yağı kalıntısı olduğuna daha da
inanıyordum.
Artık fotolara bakamayacak duruma geldiğimde, koltuğa geri dönüp
Metias’ın günlüklerine göz atmaya devam ettim. Eğer ağabeyimin başka
düşmanları olduysa yazdıklarında kesinlikle bir ipucu olurdu. Ama aptalca
davranacak da değildi. Ona karşı kanıt olarak kullanılabilecek hiçbir şeyi
yazmazdı. Sayfalarca yazdıklarını okudum, hepsi de alakasız, sıradan şeyler
hakkındaydı. Bazen bizden bahsediyordu. Onları okuması daha zordu.

Yazdıklarından birinde Komutan Jameson'ın birliğine katılma


seremonisinden bahsediyordu, hasta olduğum zamandan. Başka birinde
Deneme’den 1500 puan aldığımda yaptığımız kutlamayı anlatıyordu.
Dondurma ve iki bütün tavuk sipariş etmiştik ve o akşam tavuklu ve
dondurmalı sandviç yapmayı bile denemiştim, belki de hayatımdaki en zekice
fikir değildi. Kahkahalarım kulaklarımda yankılanıyordu, firında pişmiş
tavuğun ve taze ekmeğin sıcak kokusunu hâlâ alabiliyordum.

Gözlerimi ovuşturdum ve derin bir nefes aldım. Ollie'ye, “Ne yapıyorum ben
böyle?” diye fısıldadım, o da koltukta durduğu yerden başını bana çevirdi.
“Bir suçluyla dostluk kuruyorum, bir de bütün hayatım boyunca yanımda
olmuş insanları uzaklaştırıyorum.”
Ollie bana köpeklere özgü o evrensel bilgelikle baktı, sonra da uykuya daldı.
Bir süre ona baktım. Metias da aynı yerde bir kolu Ollie’nin sırtında
uyuyakalırdı. Acaba Ollie de bunu mu hayal ediyordu?
Bir an sonra bir şey fark ettim. Gözlerimi açıp Metias’m günlüğünde en son
okuduğum sayfaya geldim. Sanırım orada... bir şey görmüştüm. Sayfanın
sonuna gelince gözlerim kısıldı.
Yanlış yazılmış bir kelime. Kaşlarımı çattım. Sesli bir şekilde, “Garip,”
dedim. Kelime buzdolabı ama a yerine o ile yazılmıştı. Buzdolabı. Hayatımda
Metias’ın hiçbir şeyi yanlış yazdığını görmemiştim. Biraz daha inceledim,
başımı salladım ve devam etmeye karar verdim. Sayfayı aklıma yazdım.

On dakika sonra, başka bir tane daha buldum. Bu sefer kelime irtifa ama
Metias irtife yazmıştı.
İki kelime yanlıştı. Kardeşim asla böyle bir hata yapmazdı. Odada güvenlik
kamerası varmış gibi etrafıma bakındım. Sonra sehpaya eğilip Metias’m
günlüklerinin bütün sayfalarına göz gezdirdim. Yanlış yazılmış kelimeleri
aklıma yazdım. Başka biri bulabilirdi, bu yüzden onları kâğıda yazamazdım.

Bir kelime daha buldum: burjuvazi, burjupazi diye yazılmıştı. Bir tane daha:
görünmek, görümmek diye yazılmıştı.

Kalbim küt küt atıyordu. Metias’m on iki günlüğünün hepsinin üzerinden


geçtiğimde, yanlış yazılmış yirmi altı kelime buldum. Hepsi de son aylarda
yazılmış günlüklerde yer alıyordu.
Koltuğa yaslandım ve kelimeleri aklımda canlandırabilmek için gözlerimi
kapadım. Metias’m bu kadar kelimeyi yanlış yazması, bana gönderdiği bir
mesajdan başka bir şey olamazdı; ben yazdıklarını okuyacak ilk kişiydim.
Gizli bir kod vardı. Demek bütün kutuları o uğursuz akşam bu yüzden
çıkarmıştı dolaptan... konuşmak istediği önemli şey bu olabilirdi. Kelimelerin
yerlerini değiştirdim, mantıklı bir cümle kurmaya çalıştım, başaramayınca
harflerin yerini değiştirip başka bir şeyin anagramı olup olmadıklarını
görmeye çalıştım.

Hayır, hiçbiri değildi.

Şakaklarıma masaj yaptım. Sonra başka bir şey denedim; ya Metias benim
her kelimede eksik ya da yanlış yazılmış olan harfleri bir araya getirmemi
istediyse? Buzdolabı kelimesindeki o ile başlayarak aklımda harfleri bir araya
getirdim.
OETNCKECTKEİMBOAANKTPJİNUU
Kaşlarım çatıldı. Hiçbir anlamı yoktu. Zihnimde harfleri karıştırıp durdum,
değişik kelime kombinasyonları çıkarmaya çalıştım. Küçükken Metias
benimle kelime oyunları oynardı; masaya bir avuç dolusu oyuncak harf atar,
onlarla hangi kelimeleri türetebileceğimi sorardı. Şimdi tekrar bu oyunu
oynuyorduk.

Harflerle biraz daha oyalandıktan sonra gözlerimi açmama sebep olan bir
kombinasyona rastladım.
June'cuk. Metias’ın bana verdiği takma isim. Yutkunup sakin olmaya
çalıştım. Yavaşça, kalan harfleri dizip onlarla kelimeler oluşturmaya çalıştım.
Kombinasyonlar aklımda uçuşurken biri beni durduruyor.

Beni takip et, June'cuk.

Geriye kalan harflerse CTKAOONM. Geriye tek bir mantıklı seçenek


kalıyordu.
www.benitakipetjunecuk.com

Bir internet sitesi adresi. Varsayımımın doğru olup olmadığından emin olmak
için harfleri aklımdan birkaç kez daha geçirdim. Sonra da bilgisayarıma
baktım.

Önce Metias’ın internetine erişimimi sağlayacak şifresini yazdım.


Ağabeyimin bana öğrettiği koruma ve kalkanları yerleştirdim; internetin her
yerinde izleyen gözler vardı. Daha sonra tarayıcı geçmişini kapattım ve
ellerim titreyerek URL’yi girdim.
Beyaz bir sayfa çıktı. Yukarıda sadece tek bir satır yazı vardı.
Bana elini ver, ben de sana elimi vereyim.

Metias’ın tam olarak ne yapmamı istediğini biliyordum. Beklemeden elimi


uzatıp ekrana bastırdım.

Önce hiçbir şey olmadı. Sonra bir klik sesi duydum, hafif bir ışık elimi taradı
ve beyaz sayfa kayboldu. Onun yerine bir blog geldi ekrana. Nefesim
boğazımda düğümlendi. Altı tane kısa girdi bulunuyordu. Koltuğumda öne
eğilip okumaya başladım.
Gördüğüm şey korkudan başımı döndürdü.

12 Haziran
Bu sadece June için. June, bu bloğun izlerini ne zaman istersen kolayca
silebilirsin, sağ elini ekrana bastırıp Ctrl+Shift+S+F tuşlarına basman yeterli.
Bunu yazacak başka bir yerim yok, o yüzden buraya yazıyorum. Senin için.
Dün on beşinci doğum günündü. Ancak keşke daha büyük olsaydın çünkü
bulduğum şeyi on beş yaşındaki bir kıza göstermeye gücüm yetmiyor,
özellikle de kutlama yapıyor olman gerekirken.

Bugün merhum babamızın çektiği bir fotoğraf buldum. Sahip oldukları en


son albümün en son fotoğrafıydı; daha önce hiç fark edememiştim çünkü
babam onu daha büyük bir fotonun arkasına saklamış. Sürekli
fotoğraflarımıza baktığımı bilirsin. Onları yazdıkları küçük notları okumayı
seviyorum, sanki onlarla konuşabiliyormuşum gibi geliyor. Ama bu sefer o
albümdeki fotoğrafın normalden daha kalın olduğunu fark ettim. Biraz
karıştırınca gizli fotoğraf içinden düştü.

Babam çalıştığı yerin bir fotoğrafını çekmişti. Batalla Binası'ndaki


laboratuvar. Babam bize işinden hiç bahsetmezdi. Fakat bu fotoyu çekmişti.
Bulanık ve renklerin doygunluk oranı oldukça yüksekti ama hastane
önlüğünde parlak kırmızı biyotehlike işareti bulunan genç bir adamın sedyede
canını kurtarmak için yalvardığını görebilmiştim.
Babamın o fotoğrafın dibine ne yazdığını biliyor musun?

İstifa ediyorum, 6 Nisan.

Babam, annemle birlikte trafik kazasında ölmeden bir gün önce istifa etmeye
çalışmıştı.

15 Eylül
Haftalardır ipuçları bulmak için uğraşıyorum. Hâlâ hiçbir şey yok. Ölen
sivillerin veri tabanına girmenin bu kadar zor olacağını tahmin etmiyordum.
Ama henüz pes etmedim. Annem ve babamın ölümünün altında bir şey var,
ne olduğunu bulacağım.

17 Kasım
Bugün bana aklımın neden başka yerlerde olduğunu sordun. June, eğer
bunları okuyorsan, büyük ihtimalle bu günü hatırlayacaksın ve sebebini
anlayacaksın.
Buraya en son yazdığımdan beri ipucu peşindeydim. Son birkaç aydır diğer
laboratuvar görevlilerine ve babamın eski arkadaşlarına üstü kapalı sorular
sormaya çalıştım, internette arama yaptım. Nihayet bugün bir şey buldum.
Bugün sonunda Los Angeles vefat eden siviller veri tabanına girmeyi
başardım. Bu bugüne kadar yaptığım en karmaşık şeydi. Meğerse yanlış
yoldan ilerliyormuşum. Sunucularında bulunan güvenlik açığını daha önce
fark edememiştim çünkü altında gömülü olduğu birçok... Her neyse, sonuç
olarak içeri sızdım. Aynı zamanda çok da şaşırarak annem ile babamın
geçirdiği kazaya ilişkin bir rapor buldum. Ancak bir kaza olmamıştı. June,
bunu asla yüzüne söyleyemeyeceğim, bu yüzden buradan görmeni ummaktan
başka yapabileceğim bir şey yok.
Bu raporu Chian'ın (Onu hatırlıyorsun, değil mi?) eski öğrencilerinden
Komutan Baccarin vermiş. Rapora göre Dr. Michael Iparis, bu araştırmanın
asıl amacını ilk kez sorguladığı zaman, Batalla Binası'ndaki laboratuvar
yöneticileri şüphelenmiş. Babam her zaman veba virüslerini anlamak için
çalışıyordu ama bulduğu bir şey onu çaktırmadan iş değişikliği istemesine
neden olacak kadar altüst etmiş. Hatırladın mı, June? Araba kazasından
birkaç hafta önce olmuştu.
Raporun geri kalanı vebadan bahsetmiyordu ama bilmem gereken şeyi bana
gösterdi. June, Batalla Binası'ndaki laboratuvar yöneticileri Komutan
Baccarin'e babamı gözetleme emri verdi. Babam da başka bir yere atanmak
isteyince Baccarin onun bu araştırmanın amacını anladığını fark etti.Tahmin
edebileceğin gibi işler iyi gitmedi. Komutan Baccarin'e "bu olayı pürüzsüzce
halletmek için bir yol bulması" emredildi. Raporun sonunda ordu açısından
hiç kayıp vermeden olayın halledildiği yazıyordu.
Araba kazasından bir gün sonra yazılmıştı.
Annem ile babamı onlar öldürdü.

18 Kasım
Sunucudaki güvenlik açığı kapatıldı. Erişim için başka bir yol bulmam
gerekecek.

22 Kasım
Görünüşe göre vefat eden siviller veri tabanında vebalar hakkında çok daha
fazla bilgi yer alıyormuş. Tabii ki her yıl ölen yüzlerce insana bakacak
olursak, bunu biliyor olmalıydım. Ama vebanın her zaman için bir anda
ortaya çıktığını düşünmüştüm. Ama değilmiş.
June, bilmen gereken bir şey var. Bu girdileri ne zaman bulacaksın,
bilmiyorum ama sonunda bulacağına eminin. Beni iyi dinle: Bunları okumayı
bitirince bana sakın hiçbir şey bildiğini söyleme. Dikkatsizce bir şey yapmanı
istemiyorum. Anlaşıldı mı? Öncelikle güvenliğini düşün. Yardım bulabilirsin,
bulabileceğini biliyorum. Eğer bunu yapabilecek biri varsa o da sensin. Ama
benim hatırım için dikkatleri üzerine çekecek bir şey yapma. Eğer
Cumhuriyet sana verdiğim bilgilere tepki gösterdiğin için seni öldürürse
kendimi öldürürüm.
Eğer isyan etmek istiyorsan sistemin içinden et. Sistemin dışından
ayaklanmaktan çok daha etkilidir. Ve eğer isyan etmeyi seçersen beni de
götür.
Babam her yıl ortaya çıkan veba vakalarının Cumhuriyet'in işi olduğunu
keşfetti.
En bariz yerden başlıyorlar. Etlerin çoğu şu üzerinde hayvanların otladığı
toroslardan gelmiyor, biliyor muydun? Bunu tahmin etmiş olmam gerekirdi.
Cumhuriyet'in hayvanlar için binlerce yeraltı fabrikası var. Yerin onlarca
metre altında. İlk başta Kongre birden ortaya çıkıp fabrikalardaki hayvanların
hepsini birden öldüren çılgın virüslere karşı ne yapacağını bilmiyordu.
Elverişsiz bir durum, değil mi? Ama sonra Kolonilerle yaptıkları savaşı
hatırladılar. Ve bu et fabrikalarında yeni ve ilginç bir virüsün her ortaya
çıkışında, bilim insanları örnekler alıp onları insanları hasta edebilecek
virüslere dönüştürüyorlar. Sonra da ona karşı bir aşı ve ilaç yapıyorlar.
Ardından da birkaç gecekondu bölgesi hariç herkese zorunlu aşı ve ilaç
veriyorlar. Söylentilere göre Lake, Alta ve Winter bölgelerinde yeni bir virüs
türü ortaya çıkmış.

Bu virüsü yoksul bölgelere bir yer altı boru hattı sistemiyle pompalıyorlar.
Bazen su rezervlerine bazen de nasıl yayıldığını görmek için doğrudan belli
başlı birkaç eve. Bu da yeni bir veba başlatıyor. Bir virüs türünün neler
yapabileceğini yeterince gördüklerini düşündüklerinde bu bölgelerde
yaptıkları bir rutin tarama sırasında gizlice herkese (yani hâlâ hayatta olan
herkese) ilaçlı iğneleri batırıyorlar ve bir sonra test edilecek türe kadar veba
sona eriyor. Bunun yanında da Deneme'de başarısız olan bazı çocukların
bazılarında bireysel veba deneyleri yapıyorlar. Onları çalışma kamplarına
götürmüyorlar, June.
Hiçbiri gitmiyor.
Ölüyorlar.
Nereye varmak istediğimi anladın mı? Vebayı kullanarak toplumdaki zayıf
genlere sahip olan kişi sayısını azaltıyorlar, tıpkı Deneme'nin en güçlü
genlere sahip olanları seçmesi gibi. Ama aynı zamanda Koloniler'e karşı
kullanabilecekleri virüsler yaratıyorlar. Onlara karşı yıllardır biyolojik silah
kullanıyorlar. Koloniler'e ne olduğu ya da Cumhuriyetin onlara tam olarak ne
yapmak istediği umurumda değil ama June, burada kobay olanlar bizim
insanlarımız. Babam bu laboratuvarlarda çalıştı ve işi bırakmak istediğinde
onu öldürdüler. Annemi de. Onların bunu herkese anlatacağını düşündüler.
Kim toplu isyan çıkmasını ister ki? Kongre'nin istemediği kesin.
Eğer biri bu işe dur demezse June, hepimiz teker teker öleceğiz. Bir gün
virüslerden biri kontrolden çıkacak ve aşılar ne de ilaçlarla
durdurulamayacak.

26 Kasım
Thomas biliyor. Şüphelendiğimi, annem ile babamı hükümetin bilerek
öldürdüğünü düşündüğümü biliyor.
Vefat eden siviller veri tabanına girdiğimi nasıl öğrendi, hâlâ merak
ediyorum, aklıma sadece bir iz bırakmış olabileceğim ve o güvenlik açığını
düzelten teknik elemanların o izi bulup Thomas'a bundan bahsetmiş
olabilecekleri geliyor. Bugün erken saatlerde yanıma gelip bunu sordu.
Ona hâlâ annem ile babamın ölümünün yasını tuttuğumu ve biraz
paranoyaklaştığını söyledim. Hiçbir şey bulamadığımı. Senin bu konuda
hiçbir şey bilmediğini ve bundan sana bahsetmemesi gerektiğini söyledim.
Bunu bir sır olarak saklayacağını söyledi. Sanırım ona güvenebilirim. Birinin
şüphelerimin en ufak bir parçasını bile bilmesi sinirlerimi oynatıyor, o kadar.
Yani Thomas bazen nasıldır bilirsin.

Kararımı verdim. Haftanın sonunda gidip Komutan Jameson'a devriyesinden


ayrılacağımı söyleyeceğim. Zamansızlıktan şikâyet edip seni yeterince
göremediğimi anlatacağım. Onun gibi bir şey... Yeniden atamam
yapıldığında burayı güncellerim.
Metias’m talimatlarına uyarak bloğunu tamamen sildim.
Sonra da koltukta kıvrılıp Thomas arayana kadar uyudum. Telefonumdaki bir
tuşa bastım ve ağabeyimin katilinin sesi oturma odasını doldurdu. Komutan
Jameson'ın her emrini, çocukluk arkadaşını öldürmek bile olsa mutlulukla
yerine getiren asker Thomas’ın. Day’i bir günah keçisi olarak kullanan asker.

“June?” dedi, “iyi misin? Saat neredeyse on ve henüz seni görmedim.


Komutan Jameson nerede olduğunu bilmek istiyor.”
“Kendimi iyi hissetmiyorum,” demeyi başardım. “Biraz daha uyuyacağım.”
“Ah.” Duraksadı. “Belirtiler neler?”
“İyileşeceğim,” diye cevap verdim. “Su kaybettim ve ateşim çıktı sadece.
Sanırım dün gece kafede yediğim bir şey iyi gelmedi. Komutan Jameson'a
akşama doğru kendimi daha iyi hissediyor olacağımı söyle.”
“Tamam, o halde. Buna üzüldüm. Hemen iyileş.” Bir duraksamanın ardından,
“Eğer akşam da kendini iyi hissetmezsen, rapor verip veba devriyesini seni
kontrol etmeleri için yollarım. Biliyorsun, protokol. Ve eğer gelmemi istersen
beni ara yeter,” dedi.
Sen görmek istediğim en son kişisin. “Haber veririm. Sağ ol.” Telefonu
kapattım.
Başım ağrıyordu. Çok fazla anı canlanmış, çok fazla şey açıklığa
kavuşmuştu. Komutan Jameson'ın, Metias’ın cansız bedenini bu kadar çabuk
ortadan kaldırmasına şaşmamak gerekiyordu. Bunu şefkat duygusuyla
yaptığını düşünecek kadar aptallık etmiştim. Elbette cenazesini de o
düzenleyecekti. Day’i takip etmem istenen test görevi bile onlar kanıtları
ortadan kaldırırken dikkatimi başka yöne çekmek içindi.
Metias’ın Chian için çalışmayı ve Deneme görevlisi olmaktan istifa ettiği
akşamı düşündüm. Beni okuldan aldığında sessiz ve içine kapanıktı. Ona,
“İyi misin?” diye sorduğumu hatırladım.
Cevap vermemişti. Elimi tutup tren istasyonuna doğru gitmeye başlamıştı
sadece. “Hadi gel, June.” demişti. “Sadece eve gidelim.”
Eldivenlerine baktığımda, üzerinde küçük kan lekeleri olduğunu görmüştüm.
Metias yemeğine dokunmadı, günümün nasıl geçtiğini sormadı. Ne kadar
mutsuz olduğunu anlayana kadar sinirimi bozmuştu bu. Sonunda, tam yatma
zamanı geldiğinde, kanepede uzandığı yere gidip kolunun altına girdim.
Alnımdan öptü.
Ondan bir şeyler duyabilirim umuduyla, “Seni seviyorum,” diye fısıldadım.
Bana bakmak için döndü. Gözleri çok hüzünlüydü.
“June,” dedi, “sanırım yarın başka bir danışman isteyeceğim.”
“Chian'ı sevmedin mi?”
Metias bir süre sessizce durdu. Sonra da utanmışçasına gözlerini indirdi.
“Bugün Deneme stadyumunda birini vurdum.”
Onu rahatsız eden şey buydu demek. Sessizce bekleyip devanı etmesine izin
verdim.
Metias elini saçlarından geçirdi. “Bir kızı vurdum. Denemeyi geçemedi ve
stadyumdan kaçmaya çalıştı. Chian haykırarak onu vurmamı söyledi... ben de
dediğini yaptım.”
“Ah.” O zamanlar bilmiyordum ama şimdi Metias’ın o küçük kızı
öldürdüğünde beni vurmuş gibi hissettiğini anlayabiliyordum. “Üzgünüm.”
diye fısıldadım.

Metias uzaklara bakıyordu. Uzun bir sessizlikten sonra, “Doğru sebeplerden


dolayı birini öldüren insanların sayısı çok azdır, June.” dedi. “Birçok insan
yanlış sebeplerle öldürür. Umarım her iki grupta da olmazsın.”
Anılar uçup gitti, ben de sözlerinden geri kalanlara tutunmaya çalıştım.
Birkaç saat yerimden kıpırdamadım. Dışarıda Cumhuriyet andı başladığında,
sokaktaki insanların aşağıdan eşlik eden seslerini duyabiliyordum ama ayağa
kalkmakla uğraşmadım. Seçmen Primo’nun ismi geçtiğinde selam vermedim.
Ollie yanımda oturuyor, arada sırada bakıp, inliyordu. Ben de ona
bakıyordum. Düşünüyor, hesaplıyordum. Bir şey yapmalıydım. Metias’ı,
annemle babamı, Day’in annesini ve kardeşlerini düşündüm. Veba
pençelerini öyle ya da böyle hepimize geçirmişti. Veba annemle babamı
katletti. Day’in kardeşine bulaştı. Bütün bu gerçeği ortaya çıkardığı için
Metias’ı öldürdü. Benden sevdiğim insanları aldı.

Vebanın arkasında da Cumhuriyetin ta kendisi vardı. Eskiden gurur


duyduğum ülke. Deneme’yi geçemeyen çocuklar üzerinde deneyler yapıp
onları öldüren ülke. Çalışma kamplarıymış. Hepimizi kandırmışlardı.
Cumhuriyet Drake’teki sınıf arkadaşlarımın yakınlarını da öldürmüş müydü
acaba; bütün o insanlar savaşta mı, kazada mı yoksa hastalıklardan mı
ölmüşlerdi? Başka neler gizleniyordu?
Kalkıp bilgisayarıma yürüdüm ve su içtiğim bardağı aldım, ifadesizce içine
baktım. Bir şekilde parmaklarımın yansımasını görünce afalladım, bana
Day’in kana bulanmış ellerini, Metias’ın cansız bedenini hatırlattı. Bu antika
cam bir hediyeydi, güya Cumhuriyet’in Güney Amerika’daki adalarından
ithal edilmişti. 2150 Not ederdi. Su içtiğim bu bardağa harcanan parayla bir
veba ilacı alınabilirdi. Belki o adalar Cumhuriyete ait bile değildir. Ya da
bana öğretilenlerin hiçbiri doğru değildir.

Bir öfke dalgası içinde bardağı kaldırıp duvara fırlattım. Binlerce parçaya
bölündü. Orada hareket etmeden duruyor, tir tir titriyordum. Eğer Metias ve
Day hastanenin arka sokağı dışında bir yerde karşılaşmış olsalardı, müttefik
olabilirler miydi?
Güneşin yönü değişmiş, akşamüstü olmuştu. Hâlâ hareketsiz bir şekilde
bulunduğum yerde duruyordum.
Gün batımı, dairemi turuncu ve altın renklere boyadığında trans halinden
çıktım. Kırılan bardağın parlayan parçalarını temizledim. Üniformamı baştan
aşağı giyindim. Saçlarımı kusursuz bir şekilde başımın arkasında toplayıp
yüzümün temiz, sakin ve duygulardan arınmış olduğundan emin oldum.
Aynaya baktığımda aynı ifadeyi görünüyordum. Ama artık farklı biriydim.
Gerçeği bilen bir dehaydım ve ne yapacağımı da biliyordum.

Day’in kaçmasına yardım edecektim.


DAY

BU AKŞAM HAPİSTEN KAÇMAYA ÇALIŞTIM. OLAYLAR şöyle


gelişti: Üçüncü günü hayatımın son gününe bağlayan gece, hücremin
dışındaki ekranlardan bağırma ve kargaşa seslerinin geldiğini duyuyordum.
Veba devriyeleri Lake ve Alta bölgelerini tamamen kapatmıştı. Ekranlardan
sürekli silah seslerinin duyulması bu bölgelerde yaşayan insanların askerlerle
karşı karşıya geldiğini gösteriyordu. Sadece bir tarafın silahı vardı. Kimin
kazanmakta olduğunu tahmin etmek zor değildi.
Aklım June'a gitti. Başımı salladım, ona kendimi ne kadar açtığımı
düşününce inanamıyordum. Şu anda ne yapıyor, ne düşünüyor merak
ediyordum. Belki de beni düşünüyordu. Keşke burada olsaydı. Kendimi
onunlayken her nedense hep daha iyi hissediyordum. Sanki düşüncelerimi
tamamen anlayabilip onları başka bir yere yöneltmeme yardım edebiliyormuş
gibi geliyordu ve tatlı yüzüne bakınca huzur buluyordum.
Yüzünü görmek beni cesaretlendirebilirdi de. Yanımda Tess, John ya da
annem olmadığı için cesaret bulmakta zorlanıyordum.
Bütün gün bunu düşündüm. Eğer bu hücreden çıkmanın bir yolunu bulup
askerlerden birinin silahını ve yeleğini ele geçirebilirsem Batalla Binası’ndan
çıkmak için bir şansım olabilirdi. Bu binanın dışını şimdiye kadar birkaç kez
görmüştüm. Duvarları Merkez Hastanesi kadar kaygan değildi, eğer bir
pencereden atlayabilirsem binanın etrafını saran pervazlardan birinde
koşabilirdim, bacağımın henüz tam olarak iyileşmemiş olmasına rağmen.
Askerler beni takip edemeyecekti. Beni yerden ya da havadan vurmaya
çalışacaklardı ama ayağımı basacak bir şey bulduğumda hızlıyımdır,
ellerimdeki acıya da katlanabilirdim. John'un kaçması için de bir yol bulmam
gerekiyordu. Eden büyük ihtimalle artık Batalla Binası’nda değildi fakat
June’un tutuklandığım gün söylediklerini çok iyi hatırlıyordum. 6822'deki
tutuklu. O John olmalıydı ve gidip onu bulacaktım.
Ama önce bu hücreden nasıl çıkacağımı bulmam gerekiyordu.
Duvara ve kapının yakınına dizilmiş askerlere baktım. Dört kişiydiler. Her
biri standart üniforma giyiyordu: siyah botlar, tek sıra gümüş düğmeli siyah
gömlek, koyu gri pantolon, kurşun geçirmez yelek ve tek gümüş renkli
pazubent. Her birinin elinde kısa menzilli tüfek ve kemerlerindeki kılıfta bir
silah daha. Zihnimdeki düşünceler birbirleriyle yarışıyordu. Kurşunların
sekebileceği çelikten duvarları olan böyle bir hücrede tüfeklerin içinde büyük
ihtimalle kurşun mermi yoktu. Beni sersemletmek için plastik mermi
olabilirdi. Hatta sakinleştirici iğneler. Ama beni ya da onları öldürecek bir
şey olamazdı. Tabii yakın mesafeden ateş edilmedikçe.

Boğazımı temizledim. Askerler bana döndü. Birkaç saniye bekledim, sonra


kusacakmış gibi sesler çıkarıp eğildim. Kendime gelmeye çalışıyormuş gibi
başımı sallayıp arkama yaslandım ve gözlerimi kapadım.
Askerler artık tetikte gibi görünüyordu. İçlerinden biri tüfeğini bana
doğrulttu. Sessizce duruyorlardı.
Bu numarayı birkaç dakika daha sürdürdüm, askerler izledikçe iki kat daha
fazla kusacakmış gibi yaptım. Ardından ansızın öğürüyormuş gibi yapıp
öksürük krizine girdim.
Askerler birbirlerine bakıyordu. Gözlerinin ilk kez tereddütle parladığım
gördüm. İçlerinden biri, "Neler oluyor?” diye kızdı. Silahını bana doğrultan
asker. Cevap vermedim. Bir daha öğürmemek için kendimi tutmaya
odaklanmış gibi yaptım.
Başka bir asker ona bakarak. “Belki vebadır.”
"Saçmalık. Doktorlar onu kontrol etmişti.”
Asker başını salladı. "Kardeşleriyle aynı ortamda bulundu. Küçük kardeşi
Hasta Sıfır, değil mi? Belki de doktorlar o zaman fark edemediler?”
Hasta Sıfır. Biliyordum. Tekrar kusacakmış gibi öksürdüm, bunu yaparken
askerlere arkamı döndüm, onların dikkatlerini çekmeye çalıştığımı
düşünmelerini istemiyordum. Öğürüp yere tükürdüm.
Nöbetçiler tereddüt içindeydi. Sonunda silahını çekmiş olan asker
yanındakine işaret verdi. "Eh, eğer bu gerçekten mutasyona falan uğramış bir
vebaysa burada durmak istemiyorum. Biyo ekibini çağır. Onu medikal
hücrelerden birine taşıyalım.” Diğer asker başını salladı, sonra da kapıyı
yumrukladı. Kilidin dışarıdan açıldığını duydum. Koridordaki askerlerden
biri dışarı çıkarken ona eşlik etti, sonra da hemen kapıyı tekrar kilitledi.
İlk asker bana doğru yürüdü. Omzunun üstünden dönüp, "Tüfekleriniz bunun
üzerinde olsun,” dedi. Bir çift kelepçe çıkardı. Öğürüp Öksürmekten
yaklaştığını fark edemiyormuş gibi yapıyorum. "Kalk.” Kollarımdan birini
tutup beni sertçe ayağa kaldırdı. Acıyla sızlandım.
Uzanıp elimi zincirlerden çözdü ve kelepçeledi. Ona karşı koymadım. Sonra
da diğer elimi çözdü. Onu da kelepçelemeye hazırlanıyordu.
Birden döndüm ve bir saniye için özgürdüm. Daha tepki veremeden dönüp
silahı kılıfından çıkardım ve ona doğrulttum. Diğer iki nöbetçi de silahlarını
bana doğrulttu, ama ateş açmadılar. İlk gelen askeri vurmadan bunu
yapamazlardı.
Rehin aldığım askere, "Adamlarına kapıyı açmalarını söyle," dedim.
Yutkundu. Diğer askerler gözlerini kırpmaya cüret bile edemiyorlardı.
"Kapıyı açın!" diye bağırdı. Koridorda bir kargaşa oldu, sonra da klik sesleri
geldi. İlk asker bana dişlerini gösterdi. "Dışarıda onlarca asker var,” diye
patladı. "Asla başaramayacaksın."
Ona sadece göz kırptım.

Kapı bir milim açıldığı anda, askeri gömleğinden tutup duvara savurdum.
İçlerinden biri bana ateş etmeye çalıştı, yere yuvarlandım. Etrafımda silahlar
patlıyordu. Plastik mermi sesiydi bu. Yuvarlanmayı bırakıp askerlerden
birine çelme taktım, sırtüstü yere düştü. Bu bile canımı feci yakıyordu.
Kahrolası bacak. Onlar kapatamadan aralıktan fırladım.
Bir bakışta sahneyi zihnime kazıdım. Askerler yolu tıkamıştı. Tavandaki
karolar. Koridorun sonunda sağa dönüş vardı. Duvarda 4. Kat yazıyordu.
Kapıyı açan asker tepki vermeye başlamıştı; eli yavaş çekimde silahına gitti.
Sıçrayıp kendimi duvardan ittim ve kapının üst kenarını tuttum. Yaralı
bacağım yüzünden neredeyse dengemi kaybedip düşecektim. Yeniden silah
sesleri geldi. Tavana doğru sallanıp karoların arasındaki metal hatta
tutundum. Hücre 6822; altıncı kat. Aşağı sallanıp sağlam bacağımla
askerlerden birinin kafasına tekmeyi geçirdim. Aşağı yuvarlanırken ben de
onunla indim. İki plastik mermi omzuna saplandı. Acıyla feryat etti. Çömelip
koridor boyunca koştum, askerlerden ve silahlardan sıyrıldım ve bana uzanan
ellerden kurtuldum.

John’a ulaşmalıydım. Eğer onu çıkarabilirsem, birbirimize kaçmak için


yardım edebilirdik. Eğer...
O anda ağır bir şey yüzüme vurdu. Gözlerim karardı. Odaklanmaya çalıştım
ama boylu boyunca yere düşmekte olduğumu hissediyordum. Ayağa
kalkmaya çalıştım, fakat biri beni tekrar yere devirdi ve sırtımı seğirtecek
kadar keskin bir acı duydum. Askerlerden biri tüfeğin dipçiğiyle vurmuş
olmalıydı. Kollarımın ve bacaklarımın eller tarafından yere bastırıldığını
hissettim. Nefesim kesildi.
Her şey o kadar hızlı gerçekleşti ki olanları kavramakta güçlük çektim.
Sanırım bayılmak üzereydim.
Tepemde tanıdık bir ses duydum. Bu Komutan Jameson'dı. "Bu da ne böyle!”
Askerlerine bağırmaya devam etti. Yavaş yavaş tekrar görmeye başlıyordum.
Hâlâ askerlerin elinden kurtulmaya çalıştığımı fark ettim.
Biri yüzümü tuttu. Ansızın Komutan Jameson’ın gözlerinin içine baktım.
"Ahmakça bir teşebbüs,” dedi. Thomas'a baktı, o da selam verdi. "Thomas,
onu hücresine geri götür. Bari bu sefer başına doğru düzgün nöbetçiler koy."
Çenemi bırakıp eldivenli ellerini birbirine sürttü. "Şimdiki nöbetçilerin
kovulup devriyemden çıkarılmasını istiyorum.”
"Evet, efendim.” Thomas yine selam verdi, sonra da emirler yağdırmaya
başladı. Boşta olan elim diğer bileğimden hâlâ sarkmakta olan kelepçelere
girmişti. Gözümün ucuyla Thomas'ın yanında baştan aşağı siyahlar içinde
başka bir görevliyi fark ettim. June’du. Yüreğim ağzıma geldi. Bana gözlerini
kısarak bakıyordu. Elinde bana vurmak için kullandığı tüfeği gördüm.

Tekme tokat beni hücreme geri götürdüler. Askerler beni tekrar zincirlerken
June yanımızda durdu. Sonra geri çekildiklerinde yüzüme doğru eğildi.
“Bunu bir daha denememeni öneririm," diye kızdı.
Gözlerinde buz gibi öfkeden başka bir şey yoktu. Kapının yanında Komutan
Jameson’ın gülümsediğini gördüm. Thomas ciddi bir ifadeyle izliyordu.
Sonra June tekrar eğilip kulağıma fısıldadı. "Bunu bir daha deneme," dedi,
“çünkü tek başına başaramazsın, yardımıma ihtiyacın olacak.”
Ağzından çıkacağını düşündüğüm en son şeyi söylemişti. İfademin
değişmesini engellemeye çalışıyordum ama kalbim bir saniyeliğine durdu.
Yardım mı? June bana yardım etmek mi istiyordu? Bu daha biraz önce
koridorda beni neredeyse komaya sokmak üzere olan kızdı. Beni tuzağa
düşürmeye mi çalışıyordu? Yoksa dediklerinde ciddi miydi?
Ağzından son kelime çıkar çıkmaz benden uzaklaştı. Kızmış gibi yaptım,
sanki biraz önce bana hakaret etmiş gibi. Komutan Jameson çenesini kaldırdı.
"Aferin, Ajan Iparis.” June ona hızlıca selam verdi. "Thomas’la birlikte
lobiye inin, sizinle orada buluşuruz.” June ve yüzbaşı gitti. Şimdi Komutan
Jameson ve hücrenin kapısının yakınında duran yeni nöbetçi grubuyla baş
başaydım.

Bir süre sonra, "Bay Wing,” dedi. “Bu gece çok etkileyici bir performans
sergilediniz. Gerçekten de Ajan Iparis’in söylediği kadar çevikmişsiniz.
Böyle yeteneklerin, on para etmez suçlularla ziyan olduğunu görmekten
nefret ediyorum ama hayat hiç de adil değil, öyle değil mi?” Bana gülümsedi.
"Zavallı çocuğum. Gerçekten de askeri bir kaleden kaçabileceğini düşündün,
öyle mi?”
Komutan Jameson bana doğru yürüdü, eğildi ve dirseğini dizine koydu.
"Sana kısa bir hikâye anlatayım,” dedi. "Birkaç yıl önce, seninle birçok ortak
noktası olan genç bir kaçak yakalandı. Gözü pek ve atılgandı, kurallara
aptalca karşı koyuyordu, aynı derecede zahmet vericiydi. O da infaz
tarihinden önce kaçmaya çalıştı. Ona ne olduğunu biliyor musunuz, Bay
Wing?" Uzandı, elini alnıma koyup kafam duvara değene kadar beni geriye
itti. "Onu yakaladığımızda merdivenlere kadar kaçabilmişti. İdam günü
geldiğinde, mahkeme onu öldürmem için bana izin verdi." Eli alnımı
sıkıyordu. “Sanırım kurşuna dizilmeyi tercih ederdi.’’
"Bir gün sen ondan da kötü bir şekilde gebereceksin,” diye patladım.
Komutan Jameson kahkaha attı. "Sonuna kadar huysuz olacaksın, değil mi?”
Başımı bırakıp bir parmağıyla çenemi kaldırdı. "Ne kadar da eğlencelisin,
güzel çocuğum.”
Gözlerimi kıstım. Bana engel olamadan, tutuşundan fırlayıp dişlerimi eline
geçirdim. Çığlığı bastı. Olabildiğince sert bir şekilde, ağzıma kan tadı gelene
kadar ısırdım. Komutan Jameson beni duvara yapıştırdı. Darbeyle sarsıldım.
Komutan elini tuttu, ben bayılmamaya çalışıp gözlerimi kırparken acı içinde
dans ediyordu. İki asker ona yardım etmeye çalıştı, ama onları savuşturdu.
“İdam edilişini dört gözle bekliyor olacağım, Day," diye hırladı. Elinden kan
damlıyordu. “Dakikaları sayıyor olacağım!” Sonra da öfkeyle çıkıp
arkasından kapıyı çarptı.
Gözlerimi kapayıp kimse yüzümü görmesin diye başımı kollarımın arasına
gömdüm. Dilime kan gelmişti; metal tadı hissedince ürperdim. Henüz idam
günüm hakkında düşünmeye cesaretim olmamıştı. Hiçbir kaçış olmadan bir
idam mangasının önünde durmak nasıl bir duyguydu? Düşüncelerim
zihnimde dönüp durdu ve sonunda June’un bana fısıldadığı şeyleri
hatırladım. Tek başına başaramazsın, yardımıma ihtiyacın olacak.

Bir şey keşfetmiş olmalıydı; ağabeyini gerçekte kimin öldürdüğünü ya da


Cumhuriyet’le ilgili başka bir gerçeği. Beni şimdi kandırması için hiçbir
sebep yoktu... Artık kaybedecek hiçbir şeyim, onun da kazanacak hiçbir şeyi
yoktu. Bu düşüncenin zihnime yerleşmesini bekliyorum.
Bir Cumhuriyet ajanı kaçmama yardım edecekti. Kardeşlerimi kurtarmama...
Aklımı kaçırıyor olmalıydım.
JUNE

DRAKE’TE GECE VAKTİ GÖRÜNMEDEN DOLAŞMAK İÇİN EN İYİ


yöntemin çatılardan gitmek olduğunu öğrenmiştim. O yükseklikte neredeyse
görünmez sayılırdım -yerdeki insanlar dikkatlerini sokaktakilere verirdi- ve
ayrıca durduğum yerden gideceğim noktayı en iyi şekilde görebilirdim.
Bu gece Lake ve Alta’mn sınırına, Kaede’yle Skiz dövüşü yaptığım yere
doğru ilerliyordum. Onu şimdi, sabah Batalla Binasına dönüp sabah Komutan
Jameson la Day’in başarısız kaçma girişimini konuşmadan önce
bulmalıydım. Kaede, Day’in yaklaşmakta olan idamı için en iyi müttefikim
olacaktı.
Saat geceyarısını geçince baştan aşağı siyahlar giyindim. Siyah tırmanış
botları. İnce ve siyah bir havacı ceketi. Belimde bıçaklar. Omzumda da küçük
siyah bir çanta. Silahlarımı getirmedim; kimsenin veba bölgelerinde izimi
sürmesini istemiyordum.

Apartmanımızın tepesine kadar çıktım, tek başıma çatıda dururken rüzgâr her
yanımı sarıyordu. Havadaki nemin kokusunu alabiliyordum. Bazı teraslarda
bu saatte bile hayvanlar otluyordu. Onları görünce acaba bunca yıldır bir et
fabrikasının üstünde mi yaşıyordum acaba diye düşündüm. Buradan Los
Angeles şehir merkezinin tamamını, aynı zamanda da etrafındaki bölgeleri ve
devasa gölü Pasifik Okyanusundan ayıran kara hattını görebiliyordum.
Zengin bölgeler ile yoksul olanların tam olarak nerede ayrıldığını görmek
kolaydı; elektrikten gelen sabit ışık yerine kıpraşan gaz lambaları, açık hava
ateşleri ve termik santralleri gördüğünüz yerlerden ayrılıyordu.

İki bina arasına ince bir kablo bağlamak için halat fırlatma aparatı kullandım.
Sonra da Batalla ve Ruby bölgelerinden iyice uzaklaşana kadar binadan
binaya sessizce kaydım. Burada işler biraz zorlaşıyordu. Binalar arık eskisi
kadar uzun değildi ve çatılar parçalanıyordu, bazıları aşırı güç halinde çökme
tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Hedeflerimi dikkatlice seçiyordum. Birkaç sefer
firlatıcıyı çatıdan daha alçağa hedef almak zorunda kaldım ve sonra o tarafa
geçince tepeye çıkana kadar önce kollarımı, sonra bacaklarımı atarak
tırmandım. Lake bölgesinin dış semtlerine vardığımda boynumdan ve
sırtımdan ter damlıyordu.

Gölün ucu sadece birkaç blok ötedeydi. Bölgeye şöyle bir baktığımda,
neredeyse her bloğun kırmızı şeritlerle çevrili olduğunu ve veba devriye
askerlerinin gaz maskeleri ve siyah pelerinleriyle her sokağın köşesinde
durduğunu fark ettim. X işareti konmuş kapıların ardı arkası kesilmiyordu.
Bir devriyenin kapı kapı dolaşıp rutin taramalardan birini yaptığını gördüm.
İçimden bir ses, tıpkı Metias’ın dediği gibi onların şu anda insanlara azar azar
ilaç dağıttıklarını ve birkaç hafta içinde bu vebanın “sihirli” bir şekilde
ortadan kalkmış olacağını söylüyordu. Day’in evine ya da eskiden evi olan
yere bakmamaya özen gösteriyordum. Sanki annesinin cesedi hâlâ orada,
sokakta yatıyormuş gibi geliyordu.
Day’le tanıştığım yere ulaşmam on dakikamı aldı. Burada çatılar halat
fırlatıcımı kullanamayacağım kadar dayanıksızdı. Dikkat ederek yavaşça yere
indim, çeviktim ama Day kadar değil ve göl kıyısına kadar karanlık
sokaklardan yürüdüm. Islak kum ayağımın altında eziliyordu.

Arka sokaklardan geçiyor, sokak lambalarına, sokak polislerine ve hiç


bitmeyen kalabalığa yaklaşmamaya çalışıyordum. Day bir keresinde bana
Kaede’yle buralarda, Alta ve Winter’ın sınırında bulunan bir barda tanıştığını
söylemişti. Şimdi de buradan geçerken etrafı tarıyordum. Çatıdan bakarken
onun bana söylediği yere ve tarife uygun bir düzine kadar bar bulunduğunu
görebiliyordum; şimdi yere indiğimde dokuz tane sayabildim.

Kafamı toparlayabilmek için birkaç kere bir sokakta durdum. Eğer burada
yakalanır da ne yaptığım anlaşılırsa, büyük ihtimalle beni öldürürlerdi. Hem
de sorgusuz sualsiz. Bu düşünce kalbimin hızla atmasına neden oldu. Fakat
sonra ağabeyimin sözlerini hatırladım. Bu, gözlerimi yakmaya, dişlerimi
sıkmaya yetiyordu. Artık geri dönemeyecek kadar ilerlemiştim.
Birkaç bardan eli boş döndüm. Hepsi aynı görünüyordu; kısık gaz lambası
ışığı, duman ve kargaşa, arada bir köşede yapılan Skiz dövüşü. Her dövüşü
kontrol ettim, ayrıca o çemberden yeterince uzak durmam gerektiğini
öğrenmiştim. Her barmene sarmaşık dövmeli bir kızı tanıyıp tanımadığım
sordum. Kaede’yi tanıyan yoktu.
Bir saat kadar geçti.
Sonra onu buldum. (Aslında o beni buldu.) Barın içine adımımı atacak
fırsatım bile olmamıştı.
Bitişikteki bir sokaktan çıkıp barın yan kapısına doğru daha yeni yönelmiştim
ki omzumun yanından bir şey uçup geçti. Bir hançer. Anında yoldan
çekildim. Biri ikinci kattan sıçradı, bana hücum etti ve ikimizi de gölgelere
devirdi. Sırtımı duvara yapıştırdı. Bana saldıranın kim olduğuna bakmadan
önce elim içgüdüsel olarak bıçağıma gitti.
“Sensin,” dedim.
Bana bakan kız öfkeden köpürüyordu. Sokak ışıkları sarmaşık dövmesine ve
gözlerindeki ağır siyah makyaja düşüyordu. “Pekâlâ,” dedi Kaede. “Beni
aradığını biliyorum. Herhalde beni görmeyi çok istiyorsun ki bir saatten fazla
süredir Alta'nın barlarında dolaşıyorsun. Ne istiyorsun? Tekrar dövüşmek
falan mı?”
Tam cevap verecektim ki Kaede’nin arkasındaki gölgelerde bir kıpırdanma
fark ettim. Donakaldım. Yanımızda başka biri daha vardı.
Kaede gözlerimin oraya gittiğini görünce sesini yükseltti. “Geri çekil, Tess,”
dedi. “Bunu görmeni istemiyorum.”
“Tess?” Karanlığa doğru gözlerimi kıstım. Karanlıkta duran şekil yeterince
küçüktü, narin bir yapı ve arkada karışık bir şekilde toplanmış saçlar.
Kaede’nin arkasından büyük, ışık saçan bir çift göz bana bakıyordu. Bir an
için kendimi gülümsemek için can atarken buldum; bu haberin Day’i çok
mutlu edeceğini biliyordum.
Tess bir adım öne geldi. Sağlığı yerinde görünüyordu fakat gözlerinin altında
koyu halkalar oluşmuştu. Yüzündeki şüpheci bakış kendimi utanç içinde
hissetmeme neden oldu.
“Merhaba,” dedi. “Day nasıl? İyi mi?”
Başımı salladım. “Şu an için iyi. Senin de iyi olduğunu gördüğüme çok
sevindim. Burada ne işin var?”
Bana tedbirli bir şekilde gülümsedi, sonra da korkuyla Kaede ye baktı. Kaede
ona kızgın bir bakış atıp beni duvara daha da bastırdı. “Önce sorumu bir
cevapla bakalım,” diye patladı.
Tess Vatanseverlere katılmış olmalı. Bıçağımı yere bıraktım, sonra da boş
ellerimi ikisine doğru havaya kaldırdım. “Seninle pazarlık yapmak için
geldim.” Bakışına sakin gözlerle karşılık verdim. “Kaede, yardımına
ihtiyacım var. Vatanseverlerle konuşmam gerekiyor.”
Bu onu hazırlıksız yakalamıştı. “Benim bir Vatansever olduğumu da nereden
çıkardın?”
“Cumhuriyet için çalışıyorum. Çok şey biliyoruz, bazıları seni şaşırtabilir.”
Kaede bana gözlerini kısarak bakıyordu. “Benim yardımıma ihtiyacın yok.
Yalan söylüyorsun,” dedi. “Sen bir Cumhuriyet askerisin, Day’i polise teslim
ettin. Sana neden güvenelim ki?”
Çantama uzanıp fermuarı açtım ve kalın bir “not” destesi çıkardım. Tess şok
içinde nefesini içine çekti. “Sana bunu vermek istiyorum,” diye karşılık verip
parayı Kaede’ye uzattım. “Bunun geldiği yerde daha çok var. Ama beni
dinlemeniz gerekiyor, çok zamanım yok.” Kaede sağlam kolundaki eliyle
banknotları sayfa çevirir gibi karıştırdı ve içlerinden birini dilinin ucuyla
kontrol etti. Diğer kolu sıkıca alçıya alınmıştı. Birden o kolu alçıya alanın
Tess olduğunu fark ettim. Vatanseverler onu yararlı buluyor olmalıydı.
Kolunu işaret ederek, “Bu arada onun için de üzgünüm,” dedim. “Ama bunu
neden yaptığımı anladığından eminim. Bana verdiğin yara hâlâ iyileşmedi."
Kaede kuru bir kahkaha attı. “Her neyse,” dedi. “En azından Vatanseverler’in
bir doktoru var artık.” Alçısına hafifçe vurup Tesse göz kırptı.
Tesse yandan bakıp, “Bunu duyduğuma sevindim,”dedim. “Ona iyi bakın.
Buna değecektir.”
Kaede bir süre daha yüzümü inceledi. Ve sonunda beni serbest bırakıp
kemerime işaret etti. “Silahlarını bırak.”
Tartışmadım. Kemerimden dört bıçak çıkardım, görebilmesi için yavaşça öne
tuttum ve sokağa doğru fırlattım. Kaede onları tekmeleyip erişemeyeceğim
bir uzaklığa fırlattı.
“Üzerinde takip cihazı var mı?” dedi. “Dinleme cihazı falan?” Kaede’nin
kulaklarımı ve ağzımı kontrol etmesine izin verdim. “Hiçbir şey yok,” diye
yanıtladım.
“Eğer yakınımıza bir çift ayak sesinin geldiğini bile duyarsam seni şuracıkta
öldürürüm. Anlaşıldı mı?” dedi Kaede.
Başımla onayladım.
Bir an duraksadı, sonra da kolunu indirip bizi sokağın karanlık köşelerine
doğru götürdü. “Seni asla diğer Vatanseverlerin yanına götürmem,” dedi.
“Bunu yapacak kadar güvenmiyorum sana, ikimizle konuşursun, ben de
diğerlerine anlatmak gerekip gerekmediğine karar veririm.”
Vatanseverler acaba ne büyüklükte bir topluluk diye merak ettim.
“Olur.”

Kaede ve Tesse keşfettiğim her şeyi anlattım. Sözlerime Metias ve onun


ölümüyle başladım. Ona Day in izini nasıl sürüp onu nasıl teslim ettiğimde
neler olduğunu anlattım. Ama annem ile babamın neden öldüğünden veya
Metias’ın günlüklerinde vebayla ilgili yazılarında neleri ortaya çıkardığından
bahsetmedim. Bunu yoksul bölgelerde yaşayan iki kişinin yüzüne
söyleyemeyecek kadar utanıyordum.
“Yani ağabeyini arkadaşı öldürdü, ha?” Kaede alçak bir ıslık çaldı.
“Cumhuriyetin annen ve babanı öldürdüğünü anladığı için demek? Ve Day’i
günah keçisi yaptılar, öyle mi?”
Kaede’nin kayıtsız ses tonu sinirlerimi bozdu ama bunu umursamamaya
çalıştım. “Evet.”
“Evet, üzücü bir hikâye. Peki bunun Vatanseverlerle ne ilgisi var demiştin?”
“Day’in idam gününden önce kaçmasına yardım etmek istiyorum. Siz
Vatanseverlerin de Day'i uzun süredir aranıza almaya çalıştığınızı
duymuştum. Ölmesini sizler de istemiyorsunuzdur herhalde. Belki
Vatanseverler ve ben bir tür anlaşma yapabiliriz.”
Kaede’nin gözlerindeki öfke kuşkuya döndü. “Yani şimdi sen ağabeyinin
ölümü için intikam almak falan mı istiyorsun? Day için Cumhuriyet’e sırtını
mı döneceksin?
“Adalet istiyorum. Ve ağabeyimi öldürmekle suçlanan çocuğun özgür
kalmasını.”
Kaede inanmayarak homurdandı. “Hayat sana güzel yani... Zengin
bölgelerden birindeki sıcak bir apartmanda yetiştirilmişsin. Eğer Cumhuriyet
senin benimle iletişime geçtiğini öğrenirse idam mangasının önüne seni
koyar, tıpkı Day gibi.”

Day’in kurşuna dizildiğini gözümün önüne getirince tüylerim diken diken


oldu. Gözümün uzuyla Tess’in de irkildiğini gördüm. “Biliyorum,” diye
cevap verdim. “Bana yardım edecek misin?” “Day’den hoşlanıyorsun, değil
mi?” diye sordu Kaede. Karanlığın yanaklarımın kızarmasını sakladığını
umdum. “Bunun konuyla alakası yok.”
Kahkaha attı. “Şaka gibi! Zavallı, küçük, zengin kız, Cumhuriyet’in en ünlü
suçlusuna âşık olmuş. Orada bulunmasının sebebi olduğun için işler daha da
kötüleşmiş durumda. Haksız mıyım?”
Sakin ol. Tekrar sordum: “Bana yardım edecek misin?”
Kaede omuz silkti. “Day’in bize katılmasını hep istemiştik. Bizim için harika
bir koşucu olabilirdi. Ama biz iyilik yapma peşinde değiliz. Profesyoneliz,
yapmamız gereken şey çok ve bunların arasında da hayırseverlik
bulunmuyor.” Tess itiraz etmek için ağzını açtı ama Kaede eliyle sessiz
olmasını söyledi. “Day buradaki sokaklarda popüler bir figür olabilir ama
sonuçta tek kişi. Bunun bize ne faydası olacak? Sadece onu aramıza katmış
olmanın mutluluğu mu? Vatanseverler sadece tek bir suçluyu kurtarmak için
onlarca kişinin hayatını riske atmayacaklardır.”
Tess iç çekti. Göz göze gelince onun Day yakalandığından beri Kaedeyi bu
konuda boşu boşuna ikna etmeye çalıştığını anladım. Tess’in Vatanseverlere
katılmasının esas sebebi bu bile olabilirdi. Day’i kurtarmaları için onlara
yalvarmak...
“Biliyorum.” Sırt çantamı çıkartıp Kaedeye fırlattım. Açmadı. “İşte bu
yüzden bunu getirdim. İçinde biraz önce sana verdiğim parayla birlikte
200,000 Not var. Bu bir servet sayılır. Day’i yakaladığım için bana verilen
ödül ve yardımınız için yeterli olacağına inanıyorum.” Sesimi alçalttım.
“İçine bir de elektro-bomba koydum. Üçüncü seviye. 6,000 Not değerinde.
Sekiz yüz metre içindeki bütün silahları iki dakika boyunca etkisiz hale
getirebilir. Karaborsada bunlardan bir tane bulmanın ne kadar zor olduğunu
biliyorsundur.”

Kaede çantanın fermuarım açıp içindekilere baktı. Hiçbir şey söylemiyordu


ancak beden dilinden, banknotların üzerine açgözlü bir şekilde eğilişinden ve
sağlam elini onların yepyeni yüzeylerinde gezdirmekten ne kadar zevk
aldığını anlayabiliyordum. Elektro-bombaya uzandığında zevkten inildedi ve
incelemek için metal küreyi kaldırdığında gözbebekleri büyüdü. Tess ona
umutlu gözlerle bakıyordu.
Bitirdikten sonra, “Bu para Vatanseverler için ancak cep harçlığı olur,” dedi.
“Ama haklısın, sana yardım etmem için patronumu ikna etmeye yetebilir.
Ama bunun bir tuzak olmadığından nasıl emin olacağız? Day’i Cumhuriyete
sattın. Ya bana da yalan söylüyorsan?”
Cep harçlığı mı? Vatanseverlerin cepleri çok derin olmalıydı. Sadece başımı
salladım. “Benden şüphelenmekte haklısınız,” dedim “Ama şöyle düşün. Şu
anda 200,000 Notu ve kullanışlı bir silahı alıp buradan gidebilir ve bana hiç
yardım etmeyebilirsin. Sana ve Vatanseverle’re güveniyorum. Sizin de bana
güvenmeniz için yalvarıyorum.”
Kaede derin bir nefes aldı. Hâlâ ikna olmadığını görebiliyordum. “Planın
ne?”
Kalbim duracak gibi oldu. Ona içten bir şekilde gülümsedim. “Her şey
sırayla. Day’in ağabeyi John. Ona yarın gece kaçması için yardım etmeyi
planlıyorum. Tam olarak gece on bir ve on bir otuz arasında.” Kaede bana
şaşkın gözlerle bakıyordu ama bunu görmezden geldim. “Sahte bir ölüm;
John'a veba bulaştığı iddiası. Eğer onun yarın gece Batalla Binası’ndan
kaçmasına yardım etmeyi başarabilirsem, senin ve birkaç Vatansever’in onu
bölgeden götürmesi gerekecek. Onu güvenli bir yere götürün.”
“Eğer başarabilirsen biz orada olacağız.”
“İyi. Şimdi, Day’i kurtarmak tabii ki daha da zor olacak, idam iki gün sonra,
akşam saat altıda gerçekleşecek. Ondan on dakika önce, onu kurşuna
dizileceği yere götüren ilk kişi ben olacağım. Güvenli erişim kimliğim var.
Day’i doğu binasının arkasındaki altı tane çıkışın birinden kaçırabilirim.
Birkaç Vatansever bizi orada bekler. İdam için en az iki bin kişilik bir
kalabalığın gelmesini bekliyorum, bu da en az seksen tane güvenlik
görevlisinin bulunduğu bir ekip demek. Arka çıkışların olabildiğince az kişi
tarafından korunması gerekecek. Askerlerin çoğunun oraya gidip yardım
etmesini sağlamak için bir şeyler yapın, aklınıza ne gelirse. Eğer Batalla
Binası’ndan bir sonraki blokta çok fazla güvenlik olmazsa, kaçabilmek için
yeterince zamanınız olacaktır.”
Kaede tek kaşını kaldırdı. “Bu intihar demek. Dediklerinin kulağa ne kadar
imkânsız geldiğinin farkında mısın?”
“Evet.” Duraksadım. “Ama başka seçeneğimiz yok.”
“Peki, devam et. Meydan ne olacak?”
“Dikkat dağıtılacak.” Gözlerimi Kaede’nin gözlerine kilitledim. “Batalla
Meydanında elinizden geldiğince kaos yaratın. Arka çıkışları koruyan
askerlerin gelip meydandakileri tutabilmek için yardıma gelmeye zorlayacak
kadar kaos olmalı... birkaç dakika için bile olsa. Elektro-bomba bu konuda
işinize yarayabilir. Havada patlatırsan Batalla Binası’nda ve çevresindeki
zemini sarsacaktır. Kimseye zarar vermez ama kesinlikle paniğe neden
olacaktır. Bir de eğer yakın mesafedeki silahlar etkisiz hale gelirse Day’i
çatının tepesinden kaçarken görseler bile ateş edemezler. Ya onu takip etmek
ya da hedefi daha zor vuran şok tabancalarını kullanmak zorunda kalacaklar.”
“Peki, dâhi kız.” Kaede, biraz alaycı bir şekilde kahkaha attı. “Ama sana şunu
sormama izin ver. Day’i binadan nasıl çıkarmayı düşünüyorsun? Kurşuna
dizileceği yere giderken ona eşlik edecek tek askerin sen olacağını mı
samyorsun? Büyük ihtimalle iki koldan askerler sana eşlik edecektir.
Kahretsin, tam bir ekip bile sana eşlik edecek olabilir.”
Ona gülümsedim. “Başka askerler tabii ki olacak. Ama onların kılık
değiştirmiş Vatanseverler olamayacağını kim söyledi?”
Bana cevap vermedi, sözlü olarak değil. Ancak yüzündeki sırıtışı
görebiliyordum ve benim deli olduğumu düşünüyorsa bile, aynı zamanda
yardım etmeyi de kabul etmişti.
DAY

İDAM TARİHİNDEN İKİ GECE ÖNCE, HÜCREMİN DUVARINA


yaslanmış uyumaya çalışırken bir yığın rüya gördüm. İlk birkaç tanesini
hatırlayamıyordum. Tanıdık ve yabancı yüzler, kulağıma Tess’in gülüşü gibi,
June’un sesi gibi gelen sesler, kafa karıştırıcı bir bataklıkta birbirine girmişti.
Hepsi benimle konuşmaya çalışıyordu ama hiçbirini anlayamıyordum. Ancak
uyanmadan önce en son gördüğüm rüyayı hatırlıyordum. Lake bölgesinde ışıl
ışıl bir akşam üstüydü. Dokuz yaşındaydım. John on üç yaşında, büyüme
çağına yeni girmişti. Eden daha dört yaşındaydı ve ön kapımızın
basamaklarında oturmuş, John ve ben sokak hokeyi oynarken önündekine
bakıyordu. O yaşta bile üçümüz arasında en zeki oydu ve bize katılmak
yerine, orada oturup eski bir türbin motorunun parçalarını kurcalıyordu.
John bana buruşturulmuş kâğıttan yaptığımız topu bana fırlattı. Süpürgemin
sapıyla yakalayabildim. "Çok uzağa attın," diye itiraz ettim.
John sadece sırıttı. "Deneme’nin fiziksel kısmını geçebilmek istiyorsan
bundan daha iyi reflekslerin olmalı."
Kâğıttan topa olabildiğince sert bir şekilde vurdum. John'un yanından
vızıldayarak geçip arkasındaki duvara çarptı. "Sen kendi Deneme’ni geçtin,”
dedim. "Reflekslerine rağmen."
"O topu bilerek kaçırdım.” John gülüp arkasını döndü ve topa koştu. Rüzgâr
onu uçurmadan yakalamayı başardı. Yandan geçen birkaç kişi neredeyse
üzerine basacaktı. "Egonu tamamen ayaklar altına almak istemedim."

Güzel bir gündü. John yerel termik santralde çalışmak üzere atanmıştı.
Kutlamak için annem iki elbisesinden birini ve eski birkaç tencereyi satıp
önceki haftanın tamamında birlikte çalıştığı iş arkadaşlarının ekstra
mesailerini almıştı. Biriktirdiği para bütün bir tavuk almaya yetmişti. Et
suyunun kokusu o kadar güzeldi ki kokusunu dışarıdayken de içimize
çekebilelim diye kapıyı araladık. John genellikle bu kadar iyi bir ruh hali
içinde olmazdı. Bundan elimden geldiğince yararlanacaktım.
John topu bana attı, süpürgemle yakalayıp geri attım. Birkaç dakika boyunca
hızlı ve kendimizi kaptırmış bir şekilde oynadık, ikimiz de kaçırmıyorduk,
bazen topu yakalayabilmek için öyle zıplıyorduk ki Eden gülmekten
yıkılıyordu. Tavuk kokusu burnumuza geliyordu. Hava sıcak değildi, aslında
mükemmeldi. John topu getirmek için koşarken bir saniye durdum. Bu günü
unutmak istemiyordum.
Topa yine vurduk. Sonra bir hata yaptım.
Topu John’a fırlatmaya hazırlanırken sokağımızdan bir polis geçti. Gözümün
ucuyla Eden’ın basamaklarda ayağa kalktığını gördüm. John bile benden
önce onun geldiğini gördü ve beni durdurmak için bir elini uzattı. Ama artık
çok geçti. Çoktan savurmaya başlamıştım ve topu polisin suratının ortasına
yapıştırdım.
Geri sekti; sonuçta zararsız, kâğıttan bir toptu ama polisi durdurmaya yetti.
Gözlerini bana doğrulttu. Olduğum yerde donakaldım.
İkimiz de hareket edemeden, polis botundan bir bıçak çıkarıp yanıma yürüdü.
"Yaptığın şeyin yanına kâr kalacağını mı sandın, piç kurusu?" diye bağırdı.
Bıçağı kaldırıp sapıyla suratıma vurmaya hazırlandı. Korkudan sinmek
yerine, olduğum yerde durup ona doğru pis pis baktım.
John, polis bana vuramadan yanımıza geldi. "Efendim! Efendim!" John
önüme geçip elini polise uzattı. “Bunun için çok üzgünüm," dedi. “Bu Daniel,
benim küçük kardeşim. Bilerek yapmadı."
Polis, John’u kenara savurdu. Bıçağın sapıyla yüzüme vurdu. Yere yığıldım.
Eden çığlık atıp içeri kaçtı. Öksürüp ağzıma dolan toz toprağı tükürmeye
çalıştım. Konuşamadım. Polis yakınlaşıp yan tarafıma tekmeyi geçirdi.
Acıdan gözlerim yerinden fırladı. Cenin pozisyonunda kıvrıldım.
“Durun, lütfen!" John hemen polise yaklaşıp aramızda kararlı bir şekilde
durdu. Annem girişe koşmuştu, arkasında Eden vardı. Umutsuzca polise
sesleniyordu. John hâlâ ona yalvarıyordu. “Size... size para veririm. Çok
paramız yok ama ne isterseniz alabilirsiniz, lütfen." John kolumu tutup beni
ayağa kaldırdı.
Polis, John'un teklifini değerlendirmek için duraksadı. Sonra da anneme
baktı. "Sen, oradaki,” diye seslendi. "Neyiniz varsa getir. Bir dahaki sefere de
çocuğunu daha iyi yetiştir.”
John beni arkasına aldı. "Bilerek yapmadı, efendim,” diye tekrarladı. "Annem
onu bu davranışından dolayı cezalandıracak. Daha çok küçük, bu yüzden ne
yapacağını bilemedi.”
Annem birkaç saniye sonra elinde kumaştan bir bohçayla dışarı çıktı. Polis
içini açıp her bir notu kontrol etti. Onun neredeyse bütün paramız olduğunu
fark ettim. Bir süre sonra polis parayı tekrar sarıp yeleğinin içine koydu.
Tekrar anneme bakıp, "İçeride tavuk mu pişiyor?" diye sordu. "Aileniz sanki
biraz lüks içinde yaşıyor. Sık sık para saçar mısınız böyle?”
"Hayır, efendim.”
"O zaman tavuğu da getir,” dedi polis.
Annem hemen içeriye koştu. Dışarı çıktığında, elinde sıkıca bağlı bir kumaş
parçası içinde tavuk eti vardı. Polis onu aldı, omzuna astı ve bana tiksintiyle
son bir bakış daha attı. "Sokak piçleri," diye mırıldandı. Sonra da çekip gitti.
Sokak yine sessizleşti.
John dönüp annemi teselli edecek bir şeyler söylemek istedi ama o başından
savurup yemeğimiz gittiği için John'dan özür diledi. Bana bakmıyordu. Bir
süre sonra ağlamaya başlayan Eden’la ilgilenmeye gitti.
Annem gidince John bana döndü. Omuzlarımdan tutup beni delicesine sarstı.
"Bir daha asla yapma bunu, anladın mı? Sakın ha!" "Ona atmak
istememiştim!” diye bağırdım.
John öfkeyle homurdandı. "Bu değil mesele. Ona bakışından bahsediyorum.
Beynin çalışmıyor mu hiç senin? Polislere asla öyle bakılmaz, anladın mı?
Hepimizin ölmesini mi istiyorsun?”
Yanağım bıçağın sapından dolayı hâlâ acıyordu, karnım da polisin tekmesi
yüzünden yanıyordu. John’un elinden kurtuldum. "Beni korumak zorunda
değildin,” diye patladım. "Dayanabilirdim. Karşılık verebilirdim.”
John tekrar beni tuttu. “Sen kafayı tamamen yemişsin. Beni dinle, kulaklarını
da iyi aç. Tamam mı? Asla karşılık vermeyeceksin. Asla. Polisler sana ne
söylerse yapacaksın ve onlarla tartışmayacaksın.” Gözlerinden sinirinin bir
kısmı geçmişti. “Onların seni incittiğini görmektense ölürüm daha iyi.
Anlıyor musun?”
Zekice bir şeyler söyleyebilmek için çabaladım fakat utanç içinde gözlerimin
dolduğunu hissettim. Birden ağzımdan, "Tavuğunu kaybettiğin için
üzgünüm," dedim.
Sözlerim John’u biraz olsun gülümsetebilmişti. "Gel buraya, çocuk.” İç çekti,
sonra da beni sarıp sarmaladı. Yanaklarımdan gözyaşları dökülüyordu.
Utandığım için sessizce ağlamaya çabaladım.

Batıl inançlarım yoktur ama bu rüyadan, John’la ilgili bu acı verecek kadar
net anıdan uyandığımda, göğsümde korkunç bir his oluştu.
Onların seni incittiğini görmektense ölürüm daha iyi.

Ve ansızın bu dediğinin bir şekilde, bir yolunu bulup gerçekleşeceği


korkusuna kapıldım.
JUNE

SAAT: 08:00
RUBY BÖLGESİ
DIŞARIDA SICAKLIK: 18 °C
DAY YARIN İDAM EDİLECEKTİ. Thomas geldi ve Batalla Binasına rapor
vermeden önce bir filmin gündüz seansına beni davet etti. Bayrağın İhtişamı,
dedi. Hakkında iyi şeyler duydum. Film, Cumhuriyet’teki bir kızın,
Koloniler’den bir casusu yakalaması hakkındaydı.

Kabul ettim. Eğer bu gece John’un kaçmasına yardım edeceksem Thomas’m


ilişkimiz hakkında kendini iyi hissetmeyi sürdürmesini sağlamalıydım.
Şüphelenmesine gerek yoktu.

Yaklaşmakta olan kasırga (bu seneki beşinci) Thomas’la birlikte sokağa


adımımızı atar atmaz ilk sinyallerini verdi; insanın keyfini kaçıran bir bora,
normalde nemli olan havada insanı irkilten buz gibi bir rüzgâr. Kuşlar
huzursuzdu. Sokak köpekleri ortalıkta gezmek yerine, sığınacak bir yer
bulmuştu. Sokaklardan daha az sayıda motosiklet ve araba geçiyordu.
Kamyonlar apartmanlarda yaşayanlara ekstra içme suyu ve konserve yiyecek
götürüyordu. Kum torbaları, lambalar ve taşınabilir radyolar da karneyle
verilmişti. Deneme stadyumları bile fırtınanın geleceği gün için Deneme’leri
ertelemişti.
“Bütün bu olanlar karışışında sanıyorum oldukça heyecanlısındır,” dedi
Thomas sinemaya girerken. “Az kaldı.”
Başımı sallayıp gülümsedim. Sinema salonu bugün tıklım tıklım doluydu,
hem de rüzgârlı havaya ve beklenen elektrik kesintilerine rağmen. Önümüzde
sinema salonunun devasa “küp’u göründü; her bir kenarı bir koltuk bloğuna
dönük dört kenarlı bir projektör. Film başlamadan önce bir dizi reklam ve
güncel haberler gösteriliyordu.
“Hissettiğim şeyi tarif etmek için ‘heyecanlı’ kelimesi yetersiz kalır,” diye
cevap verdim. “Ama dört gözle beklediğimi itiraf ediyorum. Nasıl
gerçekleşeceği hakkındaki detayları biliyor musun?”
“Meydandaki askerleri denetleyeceğimi biliyorum.” Thomas’ın dikkati
dönmekte olan reklamlardaydı. Bizim tarafımızda şu anda parlak ve şatafatlı
“Çocuğunuzun Denemesi yaklaşıyor mu? Ace Denemelerine gelip ücretsiz
eğitim danışmanlığımızdan yararlanabilirsiniz!” gösteriliyordu. “Kalabalığın
ne yapacağını kimbilebilir. Belki de şimdiden toplanıyorlardır. Sana gelecek
olursak; sen büyük ihtimalle içeride olacaksın. Day’i dışarıya götüreceksin.
Komutan Jameson zamanı gelince bize daha çok bilgi verecektir.”
“Çok iyi.”Tekrardan planlarımın, dün gece Kaede’yle karşılaştığım
zamandan beri aklımdan geçen detayların üzerinden geçiyorum. İdam
öncesinde ona üniformaları ulaştırmam gerekiyor; birkaç Vatansever’in içeri
sızabilmesi için zaman lazım. Day'e dışarı çıkarken eşlik etmem konusunda
Komutan Jameson’ı ikna etmek için çok uğraşmam gerekmeyecekti ve
Thomas bile bunu istediğimi anlamış görünüyordu. “June.” Thomas’ın sesi
beni düşüncelerimden ayırdı.
“Evet?”
Bana tuhaf bir bakış atıp sanki bir şey hatırlamış gibi hafifçe kaşlarını çattı.
“Dün gece evde değildin.”
Sakin ol. Biraz gülümsedim, sonra da rahat bir şekilde tekrar ekrana döndüm.
“Neden sordun?”
“Şey, dün geceyarısı dairene geldim. Uzun süre kapıyı çaldım, ama cevap
vermedin. Ollie’nin sesi geliyordu, bu yüzden parkura gitmediğini anladım.
Neredeydin?”
Sakin bir yüzle Thomas’a baktım. “Uyuyamadım. Bir süreliğine çatıya çıkıp
sokakları izledim.”
“Kulaklığını almadın. Seni aramaya çalıştım ama sadece statik vardı.”
“Gerçekten mi?” Başımı salladım. “İyi çekmiyordu sanırım çünkü
kulaklığımı takmıştım. Dün gece oldukça rüzgârlıydı.”
Başıyla onayladı. “Bugün çok yorgun olmalısın. Seni fazla çalıştırmamasını
istiyorsan Komutan Jameson’a bunu söylemelisin.”
Bu sefer de ben kaşlarımı çattım. Soruları döndür. “Geceyarısı evimde ne işin
vardı? Acil bir şey mi olmuştu? Komutan Jameson’ın söylediği bir şeyi
kaçırmadım, değil mi?”
“Hayır, hayır. Öyle bir şey yok.”Thomas mahcup bir şekilde sırıtıp elini
saçlarından geçirdi. Elleri kanlı birinin nasıl böyle umursamaz
görünebildiğine aklım ermiyordu. “Dürüst olmak gerekirse ben de
uyuyamadım. Senin ne kadar kaygılı olabileceğini düşünüp durdum. Sana
sürpriz yapayım dedim.”
Koluna hafifçe vurdum. “Teşekkürler. Ama ben iyiyim. Yarın Day idam
edilecek, ben de sonrasında çok daha iyi olacağım. Dediğin gibi. Az kaldı.”
Thomas parmaklarını şaklattı. “Ah, işte dün gece seni görmek istememin
diğer bir sebebi de şuydu. Sana söylememem gerekiyordu, senin için sürpriz
olacaktı.”
Şu anda sürprizler pek de eğlenceli gelmiyordu kulağa. Ama heyecanlanmış
numarası yaptım. “Hımm... Neymiş o?”
“Komutan Jameson önerdi, mahkemelere de onaylattı. Sanırım hâlâ Day elini
o kadar sert ısırdığı için çok kızgın.”
“Neyi onaylattı?”
“Ah, işte ilan ediliyor şimdi.”Thomas tekrar ekrana döndü ve gelen reklamı
işaret etti. “Day’in idamını daha erken bir tarihe çekiyoruz.” Çıkan reklam
sadece dijital bir broşürden ibaret, hareketsiz tek bir görüntü. Bayram havası
var, beyaz ve yeşil desenli bir arka planın üzerine koyu mavi yazılar ve
fotoğraflar. BATALLA BİNASI’NIN ÖNÜNDE SADECE AYAKTA, 26
ARALIK, SAAT 17.00’DA. DANIEL ALTAN WING’İN İDAM EDİLİŞİNİ
İZLEMEK İÇİN. ALAN SINIRLIDIR. SADECE JUMBOTRON’LARDAN
İZLENEBİLİR.

Ciğerlerimdeki bütün havayı bıraktım. Thomas’a döndüm. “Bugün mü?”


Thomas sırıttı. “Bu akşam. Harika değil mi? Bütün bir gün daha bekleyerek
eziyet çekmeyeceksin.”
Neşeliymiş gibi konuştum. “Güzel. Bunu duyduğuma sevindim.” Ama
düşüncelerim git gide artan bir panik içinde çalkalanıyordu. Bu birçok
anlama gelebilirdi. Komutan Jameson'ın mahkemeyi idamı tam bir gün
erkene almaya ikna edebilmesi zaten başlı başına sıradışıydı. Artık sadece
sekiz saat içinde kurşuna dizilecekti, güneş batmaya başlarken. Artık John’un
kaçmasına yardım edemezdim; bütün gün Day’in idamına hazırlanarak
geçecekti. Saati bile değişmişti. Vatanseverler benimle bugün
buluşamayabilirlerdi. Onlara üniformaları vermek için hiç zamanım
olmayacaktı.
Day’in kaçmasına yardım edemeyecektim.

Hepsi bu da değildi. Komutan Jameson bana bunu söylememeyi seçmişti.


Eğer Thomas bunu dün gece biliyorduysa, bu da komutanın onu eve
göndermeden önce en geç dün akşam söylediği anlamına geliyordu. Bunu
bana neden söylememişti? Day’in yirmi beş saat daha erken öleceğini
bilmeme sevineceğimi düşünmesi gerekiyordu. Bir şeylerden
şüphelenmiyorsa tabii. Belki de sadece tepkimi ölçmek için başından atmıştı
beni. Thomas benden bir şey mi saklıyordu? Plandan haberi varmış gibi
yaparak gerçeği mi saklamaya çalışıyordu, yoksa Komutan Jameson ona da
mı bir şey söylememişti?

Film başladı. Artık Thomas’la konuşmak zorunda olmadığım ve


düşünebilecek firsatı yakaladığım için şükrettim.

Planı değiştirmeliydim. Yoksa ağabeyimi öldürmekle suçlanan masum çocuk


bu akşam ölecekti.
DAY

İDAM GÜNÜ GELDİĞİNDE BİNANIN DIŞINDAN GELEN şimşek


sesinin dışında herhangi bir tantana yoktu. Tabii hücrenin bomboş
duvarlarından, güvenlik kameralarından ve tedirgin askerlerden dolayı
gökyüzünü görebildiğim falan da yoktu; gökyüzünün nasıl olduğunu tahmin
ediyordum sadece.
Sabah saat altıda, askerler kelepçelerimi açıp zincirlerimi çıkardılar. Bu bir
gelenekti. Reklamı yapılan bir suçlu idam mangasının karşısına çıkmadan
önce Batalla Binası meydandaki bütün JumboTron’lardan suçlunun
görüntülerini yayınlardı. Önce zincirlerinizi çıkarırlardı, böylece onları
eğlendirecek bir şey yapma şansınız olurdu. Geçmişte bunu görmüştüm,
meydandaki izleyiciler buna bayılmıştı. Genellikle suçlu dayanamaz ve
nöbetçilere yalvarmaya başlardı ya da onlarla anlaşma yapmaya veya süresini
uzatmalarını sağlamaya çalışırdı, hatta kaçmaya kalkışanlar bile olmuştu. Şu
ana kadar hiçbiri başaramadı. İdam saatiniz gelene kadar görüntünüzü canlı
olarak meydana yayınlayıp sonra da kameraları Batalla Binası’ndaki idam
mangasına çevirirlerdi, ardından da suçlunun infazcılarla karşı karşıya
gelmek için dışarı yürüyüşünü gösterirlerdi. Kurşuna dizilme sırasında
meydandaki seyirciler nefeslerini tutup çığlıklar atarlardı. Cumhuriyet başka
bir suçluyu daha ibret olsun diye cezalandırdığı için mutlu olurdu.
Görüntüleri birkaç gün sonra tekrar yayınlarlardı.

Hücremde dolaşmakta özgürdüm ama sadece arkama yaslanmış


oturuyordum, kollarımı dizlerime koymuştum. İçimden kimseyi eğlendirmek
gelmiyordu. Başım heyecan, korku, merak ve endişeyle zonkluyordu.
Kolyem cebimde duruyordu. John bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Ona ne
yapacaklardı? June bana yardım etmeye söz vermişti. Umarım John için de
bir planı vardı.

Eğer June kaçmama yardım etmeyi planlıyorsa şansını sonuna kadar


zorlaması gerekecekti. Eminim idam saatimdeki değişikliğin de ona hiç
faydası olmamıştı. Karşı karşıya olduğu tehlikeyi düşündükçe kalbim
acıyordu. Keşke ne öğrendiğini bilebilseydim. Sahip olduğu bütün
ayrıcalıklara rağmen Cumhuriyet'e sırtını döndürecek kadar canını inciten şey
neydi? Ve eğer yalan söylediyse... neden beni kurtaracağı söylesindi ki?
Belki beni umursuyordu. Kendime biraz güldüm. Böyle bir anda
düşündüğüm şeye bak... Belki kurşuna dizileceğim yere gitmeden önce ondan
bir veda öpücüğü alabilirdim.

Ama bir şeyden emindim. June'un planı başarısız olsa bile, idam mangasının
karşısına çıktığımda herkesten ayrı ve tek başıma olsam bile... dövüşecektim.
Olduğum yerde durmam için içimi kurşunlarla doldurmaları gerekecekti.
İçimi titreten bir nefes çektim. Cesur düşüncelerdi bunlar ama onları
gerçekleştirebilecek miydim?
Hücremdeki askerlerin, gaz maskeleri ve koruyucu yelekleriyle birlikte
normalden daha fazla silahları vardı. Kimse gözlerini üzerimden ayırmıyordu.
Gerçekten de çılgınca bir harekette bulunmamı bekliyorlardı. Güvenlik
kameralarına bakıp meydandaki kalabalığın neye benzediğini hayal ettim.
Bir süre geçince, "Buna bayılıyor olmalısınız,” dedim. Askerler kıpırdandı,
birkaçı silahlarını kaldırdı. "Hayatınızdan bir günü beni izleyerek ziyan
etmeniz. Pek eğlenceli olmalı.”
Sessizlik. Askerler yanıt veremeyecek kadar korkuyordu.

Dışarıdaki kalabalığı hayal ettim. Ne yapıyorlardı? Belki içlerinden bazıları


hâlâ bana acıyordu, hâlâ benim için protesto etmeye istekliydiler. Belki
bazıları gerçekten de protesto ediyordu ama geçen seferki kadar ciddi bir şey
olamazdı, yoksa koridordan bir kısmını duyardım. Çoğu benden nefret ediyor
olmalıydı. Şu anda tezahürat yapıyor olmalıydılar. Bazıları da sadece
hastalıklı bir meraktan dolayı gelmişlerdi.
Saatler yavaşça ilerliyordu. İdamı sabırsızlıkla bekliyordum. En azından kısa
bir süreliğine de olsa bu gri duvarlardan başka bir şey görecektim. Bu
beynimi uyuşturan bekleyiş sona erecekti. Ayrıca June planladığı şeyde
başarısız olursa, artık John'u, annemi, Tess'i ve Eden’ı ve geriye kalan herkesi
zihnimde canlandırmam gerekmeyecekti.

Askerler değişip duruyordu. Saatin beşe yaklaştığından emindim. Meydan


şimdiye muhtemelen hınca hınç dolmuştu. Tess. Belki oradaydı; hem
izlemekten hem de olacakları kaçırmaktan korkuyordu.
Koridordan ayak sesleri geldi. Sonra da tanıdık bir ses, June’un sesi. Başımı
kaldırıp kapıya baktım. Buraya kadar mıydı? Kaçma zamanı mı, yoksa ölme
zamanı mı gelmişti?
Kapı savrulup açıldı. June hücreye Komutan Jameson ve birkaç askerle
birlikte girerken nöbetçiler yoldan çekildi. Onu görünce nefesimi içime
çektim. June’u daha önce hiç bu tarz kıyafetler içinde görmemiştim.
Omuzlarından parıldayan, lüks apoletler dökülüyordu. Pahalı bir kadifeden
yapılmış, kalın, boy uzunluğunda bir pelerin giymişti. Kızıl bir yelek ve
özenle yapılmış, kemerli çizmeler. Standart ordu kasketi. Yüzündeki sade
makyaj güzelliğine güzellik katmıştı, saçı da yukarıdan toplanmış kusursuz
bir atkuyruğuydu. Demek ajanlar özel günlerde böyle giyinmek zorundaydı.

Ben ayağa kalkmak için çabalarken June biraz ötede durup saatine baktı.
"Dört kırk beş,” dedi. Başını kaldırıp bana baktı. Planını anlayabilmek için
gözlerini okumaya çalıştım. "Son bir isteğin var mı? Eğer son bir kez
ağabeyini görmek ya da dua etmek istersen şimdi söylemelisin. Ölmeden
önce sana tanınan son ayrıcalık olacak bu.”
Tabii ki. Son arzum. Ona bakıp dikkatle boş bir ifadeyle durmaya çalıştım.
Ne dememi istiyordu? Gözleri alev alevdi.
“Ben...” diye söze başladım. Herkes bana bakıyordu.
June neredeyse fark edilmeyecek bir mimikle, "John,” dedi. Komutan
Jameson’a baktım.
"Ağabeyim John'u görmek istiyorum." dedim. “Son bir kez. Lütfen.”
Komutan sabırsızca başını sallayıp parmaklarını şaklattı, sonra da ona
yaklaşan askere bir şeyler fısıldadı. Selam verip çıktı. Sonra tekrar bana
döndü. "İsteğin gerçekleşecek." Kalbim daha da hızla atmaya başladı. June
kısa bir bakış attı ama daha ona odaklanamadan, dönüp Komutan Jameson’a
bir şey sormaya döndü.
Komutan, “Hey şey yerinde, Iparis,” diye yanıtladı. "Başımın etini yemeyi
kes artık.”
Koridordan tekrar ayak sesleri duymaya başlayana kadar birkaç dakika
sessizce bekledik. Bu sefer askerlerin sıralı adımlarına bir çekiştirme sesi de
karışmıştı. John olmalıydı bu. Yutkundum. June bir daha bana bakmadı.
Sonra John yanında iki askerle birlikte hücreye girdi. Önceden de zayıf ve
solgun görünüyordu. Uzun, altın sarısı saçları kirlenmişti ve birazının
suratına yapışmış olduğunun bile farkında değil gibiydi. Benim saçım da
böyle görünüyor olmalıydı. Beni görünce gülümsemeye çalıştı fakat içinde
çok az mutluluk vardı. Ben de gülümseyerek karşılık vermeye çalıştım.
"Selam,” dedim.
"Selam," diye cevap verdi.
June kollarını kavuşturdu. "Beş dakika. Ne diyeceksen söyle de bitsin.”
Konuşmadan onayladım.
Komutan Jameson, June’a baktı ama ayrılmaya yönelik bir harekette
bulunmadı. "Tam beş dakika olduğundan emin ol, bir saniye bile geçmesin."
Sonra da bir elini kulağına bastırıp bağırarak emirler yağdırmaya başladı.
Gözleri benim üzerimdeydi.

Birkaç saniye sadece John'la birbirimize baktık. Konuşmaya çalıştım ama


boğazım düğümlenmişti ve kelimeler ağzımdan dökülmedi. John’un kaderi
bu olmamalıydı. Benimki böyle olabilirdi ama onun olmamalıydı. Ben
toplumdan dışlanmıştım. Bir suçluydum, kaçaktım. Kanunları tekrar tekrar
çiğnedim. Fakat John yanlış hiçbir şey yapmamıştı. Denemesini adil bir
şekilde geçmişti. İnsanları umursayan, sorumluluk sahibi biriydi. Benden
tamamen farklıydı.
John sonunda sessizliği bozdu: "Eden’ın nerede olduğunu biliyor musun?
Hayatta mı?"
Başımı salladım. "Bilmiyorum ama sanırım hayatta."
Boğuk bir sesle, "Oraya çıktığında," diye devam etti, "çeneni dik tut, tamam
mı? Sinirlerini bozmalarına izin verme.”
"Vermeyeceğim."
"Uğraştır onları. Eğer gerekirse birini yumrukla.” John hüzünlü, çarpık bir
şekilde gülümsedi. "Sen korkutucu bir çocuksun. Bu yüzden onları korkut.
Oldu mu? Sonuna kadar."
Uzun zamandır ilk kez için kendimi birinin küçük kardeşi gibi
hissediyordum. Gözlerimin dolmaması için zorlukla yutkundum. "Tamam,"
diye fısıldadım.
Zaman çok çabuk geçmişti. Vedalaştık, John’un iki nöbetçisi onu kollarından
tuttu, hücremden çıkartıp kendi hücresine götürdüler. Komutan Jameson
biraz rahatlamış görünüyordu, isteğimin gerçekleştirilmesi olayı sona erdiği
için rahat bir nefes almıştı. Diğer askerlere işaret verdi. “Sıraya girin," dedi.
“Iparis, bu çocuğu hücresine geri götürürlerken nöbetçilere eşlik et. Birazdan
döneceğim." June selam verdi, sonra da askerler bana yaklaşıp ellerimi
arkamdan kelepçelerken John’un arkasında hücreden çıktı. Komutan Jameson
kapıdan kayboldu.
Derin bir nefes aldım. Şimdi bir mucizeye ihtiyacım vardı.

Birkaç dakika sonra, beni dışarı çıkardılar. John’un dediğini yapıp çenemi dik
tuttum, gözlerim boş bakıyordu. Şimdi kalabalığın sesini duyabiliyordum.
Sesleri yükselip alçalıyordu, insan sesinden oluşan bir dalga gibi gelip
gidiyordu. Yürürken gözlerim koridora dizilmiş ekran panellerini taradı,
meydandaki insanlar huzursuz görünüyordu, rüzgârlı bir günde denizde çıkan
dalgalar gibiydiler, onları kafes gibi çevreleyen askerleri seçebiliyordum.
Aralarda saçlarının bir tutamını kızıla boyamış birkaç kişi gördüm. Askerler
kalabalığın içine girip onları tutuklamak için topluyorlardı ama onlar bunu
umursamıyormuş gibi görünüyordu.
Bir noktada, June bize katılıp askerlerin arkasında uygun adım yürümeye
başladı. Arkama baktım ama yüzünü göremiyordum. Saniyeler uzadıkça
uzuyordu. Alana çıktığımızda neler olacaktı? Sonunda kurşuna dizileceğim
yere açılan salona vardık. O anda genç yüzbaşı Thomas’ın, "Bayan Iparis,"
dediğini duydum.
"Ne oldu?” diye yanıtladı.
Sonra da kalbimi durduran sözleri duydum. June’un bunu planladığını
zannetmiyordum.
"Bayan Iparis," dedi. “Soruşturma altındasın. Beni takip et."
JUNE

İLK İÇGÜDÜM THOMAS’A SALDIRMAK OLDU. EĞER BENİ


ETRAFIMIZDA bu kadar asker yokken yakalamış olsaydı, bunu yapardım.
Ona bütün gücümle hücum eder, onu bayıltır, sonra da Day’i alıp çıkışa
koşardım. John’u zaten kurtarmıştım. Eski hücresine giden koridorlarda bir
yerde, iki asker baygın halde yatıyordu. John’a havalandırma boşluğunu
gösterdim. Orada bir sonraki hamlemi yapmamı bekliyordu. Day’i kurtarıp
sinyali verince John da bir hayalet gibi duvardan çıkıp bizimle kaçacaktı.
Ama Thomas ve bunca askere karşı büyük bir mucize olmadan
dövüşemezdim.
Bu yüzden dediğini yapmaya karar verdim. Kaşlarımı çatıp, “Soruşturma
mı?” diye sordum. Özür dilermiş gibi kibarca şapkasına dokundu ve
kollarımdan birini tutup beni Day’in yanındaki nöbetçilerden uzaklaştırdı.
“Komutan Jameson seni gözaltına almamı söyledi,” dedi. Köşeyi dönüp
merdivenlere yöneldik. İki asker daha katıldı. “Sana birkaç sorum olacak.”
Sinir olmuş gibi davranıyordum. “Saçmalık. Komutan bu saçma sapan şey
için daha az dramatik bir zaman seçemez miydi?”
Thomas cevap vermedi.
Koridorunda infaz odaları, elektrik şebekeleri ve depo odalarının sıralandığı
bodrum kata inene kadar beni merdivenlerden iki kat aşağı indirdi. (Neden
buraya indiğimizi şimdi anlamıştım. Kaede’ye verdiğim elektro-bombanın
kaybolduğunu keşfetmişlerdi. Normalde envanter kontrolü ayın sonuna kadar
yapılmazdı. Ama Thomas bu sabah yaptırmış olmalıydı.) Artan paniğimi
yüzümden gizlemeye çalıştım. Odaklan diye kendime kızgınca telkinde
bulundum. Paniklersen ölürsün.

Thomas bizi merdivenlerin dibinde durdurdu. Ellerinden birini kemerine


götürdü, silahının kabzasının parıltısını gördüm. “Bir adet elektro-bomba
kayboldu.” Üstümüzde sallanan ışıklar Thomas’ın yüzüne korkutucu gölgeler
düşürüyordu. “Dairene geldiğim günün ertesi sabahı kaybolduğunu gördüm.
O gece çatıya çıktığını söylemiştin, değil mi? Bu konuda bir bilgin var mı?”
Gözlerimi suratına kilitleyip kollarımı kavuşturdum. “Bunu benim yaptığımı
mı düşünüyorsun?”
“Seni hiçbir şeyle suçlamıyorum, June.” ifadesi trajik, hatta yalvarır gibi bir
hal aldı. Fakat elini silahından çekmedi. “Ama çok ilginç bir rastlantı. Buraya
erişim izni olan çok az kişi var ve geriye kalanların hepsi dün gece için aşağı
yukarı hesap verdi.”
Onu kızartacak kadar alaycı bir şekilde, “Aşağı yukarı hesap verdi mi?”
dedim. “Biraz belirsiz geldi bana. Güvenlik kameralarında mı görüldüm?
Bunun için seni Komutan Jameson mı görevlendirdi?”
“Soruma cevap ver, June.”
Ona öfkeli gözlerle baktım. İrkildi ama ses tonundaki değişim için özür
dilemedi. Sonum gelmiş olabilirdi.
“Ben yapmadım,” dedim.
Thomas ikna olmamış gibi görünüyordu. “Sen yapmadın,” diye tekrar etti.
“Daha ne söyleyebilirim? Envanteri bir daha kontrol etmişler mi? Bir şeyin
kaybolduğundan emin misin?”
Thomas boğazını temizledi. “Biri buradaki güvenlik kameralarıyla oynamış,
bu yüzden elimizde kayıt yok.” Silahına dokundu. “Temiz bir iş çıkarmışlar.
Temiz iş deyince de aklıma bir kişi geliyor. Sen.”
Kalp atışlarım hızlanıyordu.
“Bunu yapmak istemiyorum.” Thomas’ın sesi daha da yumuşadı. “Ama
Day’i sorgulamanın bu kadar uzun sürmesini garipsedim. Şimdi de onun için
üzülüyor musun? Bir şey mi düzen...”
Cümlesini hiç bitiremeyecekti.

Ansızın bütün koridor bir patlamayla sarsıldı, hepimizi duvara savurdu.


Tavandan toz yağıyor, havada kıvılcımlar uçuşuyordu. (Vatanseverler.
Elektro-bomba. Bombayı meydanda patlatmışlardı. Day’in kurşuna dizileceği
yere girmeden hemen önce, tam zamanında gelmişlerdi. Bu da binadaki
bütün silahların tam olarak iki dakika boyunca çalışmayacağı anlamına
geliyordu. Sağ ol, Kaede.)
Dengesini yeniden bulamadan Thomas’ı sertçe duvara çarptım. Sonra
kemerinden bıçağını çıkarıp elektrik şebekesine uzandım ve kapağını açtım.
Thomas arkamdan yavaş çekimdeymiş gibi silahına uzandı.
“Durdurun onu!”
Bıçağı alıp şebekenin altındaki bütün kabloları kestim.
Bir patırtı. Kıvılcım yağmuru. Bodrum tamamen karanlığa gömüldü.
Thomas’ın küfrettiğini duydum. (Silahının çalışmadığını keşfetmişti.)
Askerler tökezleyip düştü. Ellerimle hızlıca yoklayarak merdivenleri buldum.
Thomas arkamda bir yerlerden, “June!” diye bağırdı. “Anlamıyorsun; bu
senin iyiliğin için!”
Kelimeler ağzımdan öfkeyle döküldü. “Öyle mi, Metias’a da böyle mi
demiştin"
Çok geçmeden jeneratörler devreye girdi. Thomas’m cevabını dinlemek için
beklemedim. Merdivenleri üçer üçer çıktım, elektro-bombanın patlamasından
bu yana geçen süreyi sayıyordum. (Şu ana kadar on bir saniye. Silahlar
yeniden çalışır duruma gelene kadar yüz on bir saniye var.)

Zemin katın kapısından dalıp bir kargaşa denizine düştüm. Askerler meydana
koşuyorlardı. Her yerden ayak sesleri geliyordu. Doğruca kurşuna dizme
yerine geri döndüm. Ayrıntılar etrafımda bir tür düşünce otobanındaymışım
gibi fırlıyorlardı. (Doksan yedi saniye kaldı. Otuz üç asker benimle zıt yönde,
on iki asker benimle aynı yönde ilerliyordu, ekranlardan bazıları kararmıştı;
güç kesintisinden olmalıydı, diğerleri dışarıdaki kıyameti gösteriyordu,
gökten meydana bir şey yağıyordu; para! Vatanseverler çatılardan para
saçıyordu. Kalabalığın yarısı meydandan çıkmaya çalışırken diğer yansı da
dağıtılanları kapışmaya çalışıyordu.)
Yetmiş iki saniye, idam salonuna vardım ve o an manzarayı aklıma kazıdım:
bilinçsiz üç asker vardı. John ve Day (boynunda askerlerin bomba
patlamadan hemen önce gözlerine bağlamış olması gereken gevşemiş bir
gözbağı) dördüncü askerle dövüşüyorlardı. Diğer askerler meydanı
bastırabilmek için çağırılmış olmalıydı ama çok zaman kalmamıştı. Hemen
geri geleceklerdi. Arkalarından koşup askerin ayaklarına çelme taktım. Yere
kapaklandı. John çenesini yumrukladı. Asker hareketsizdi.

Altmış saniye. Day bayılacakmış gibi görünüyordu. Askerlerden biri kafasına


darbe indirmiş olmalıydı veya yaralı bacağı canını yakıyordu. John’la birükte
onu aramıza aldık, idam mangası koridorlarından uzaklaştıran daha dar bir
koridora daldık ve çıkışa doğru ilerlemeye başladık. Komutan Jamesonın sesi
bir saniye sonra megafonlardan duyuldu. Öfkeden köpürmüştü.
“İdam edin! Onu hemen öldürün! Bunun meydanda yayınlandığından emin
olun"
Day kısık bir sesle, “Kahretsin,” dedi. Başı yana kaydı; parlak mavi gözleri
boş ve odağını yitirmiş bakıyordu. John’la birbirimize bakıp ilerlemeyi
sürdürdük. Askerler geri dönüyordu şimdi. Day’i tekrar alana götüreceklerdi.

Yirmi yedi saniye.


Çıkışlardan en az 75 metre uzaktaydık. (Saniyede 1.5 metre kadar
ilerliyorduk; 27 kere 1.5, 40 metre ederdi. Bitişiğimizdeki koridorda koşan
askerlerin botlarının yere çarpma sesini duyabiliyordum. Bizi arıyorlardı. Bu
salonda yakalanmadan önce çıkabilmemiz için en az 23 saniyeye daha
ihtiyacımız vardı. Çıkmayı başaramadan bizi öldüreceklerdi.)
Hesaplamalarımdan nefret ediyordum.
John bana baktı. “Başaramayacağız.” Day bilincini kaybetmek üzereydi. Eğer
kardeşler devam eder de geri dönüp askerlerle dövüşürsem, yenilmeden önce
ancak birkaçını devirebilirdim. Sonra John ve Day’e yine ulaşırlardı.
John durdu, Day’in ağırlığının bana kaydığını hissettim. “Ne?..” diye söze
başladım ama o anda John un gözbağını Day’in boynundan çıkardığım
gördüm. Sonra arkasına döndü. Gözlerim büyüdü. Ne yapacağını anlamıştım.
“Hayır, bizden ayrılma!”
John, “Zaman kazanmanız lazım,” dedi. “İdam mı istiyorlar? Alın size idam.”
Bizden koşarak uzaklaşmaya başladı. Salona doğru.
İdam mangasının olduğu yere.
Hayır. Hayır, hayır, John. Nereye gidiyorsun. Bir saniyemi ona bakmak için
boşa harcadım, o anda acaba peşinden mi gitsem diye kararsız kaldım.
John bunu yapacaktı.

Sonra Day’in kafası omzuma düştü. Altı saniye. Başka seçeneğim yoktu.
Arkamızda, idam mangasına çıkan salonda askerlerin bağırdığını duymama
rağmen kendimi dönüp ilerlemeye zorladım.
Sıfır saniye.

Silahlar yeniden çakşır durumdaydı. İlerlemeye devam ettik. Saniyeler


ilerliyordu. Arkamızdaki salonlardan kargaşa sesleri geliyordu. Kendime
arkama bakmamı tembihledim.
Sonra çıkışa varıp sokağa fırladık ve üstümüze iki asker çullandı. Dövüşecek
gücüm kalmamıştı ama denedim. Sonra biri benimle güreşti, askerler düştü
ve Kaede’yi gördüm. “Buradalar!” diye bağırdı. “Açılın!”
Arka çıkışlarda dolaşıyorlardı. Tıpkı anlaştığımız gibi. Vatanseverler bizim
için geldi. Onlara John’u beklemelerini söylemek istedim ama işe
yaramayacağını biliyordum. Bizi yakalayıp motosiklederine götürdüler.
Silahımı alıp yere fırlattım. İçindeki iz sürücünün yerimizi göstermesine izin
veremezdim. Day’le farklı motosikletlerle yola çıktık. Johnu bekleyin, demek
istedim.

Ancak uzaklaşmıştık bile. Batalla Binası’nı geride bırakmıştık.


DAY

GÖK GÜRLEMESİ, ŞİMŞEKLER, BARDAKTAN BOŞANIRCASINA


yağan yağmur. Uzaklarda bir yerlerden gelen siren sesleri.
Gözlerimi açtım, yağmur damlalarından dolayı tekrar kıstım. Bir an için
hiçbir şey hatırlayamadım, adımı bile. Neredeydim? Ne olmuştu? Sırılsıklam
halde bir bacanın yanında oturuyordum. Bir apartmanın çatısındaydım.
Yağmur etrafımdaki dünyayı bir battaniye gibi kaplıyor, rüzgâr sırılsıklam
gömleğime esiyordu, neredeyse uçacaktım. Bacaya doğru sokuldum.
Gökyüzüne bakınca kapkara, öfkeli ve şimşeklerin aydınlattığı sonsuz
bulutların çarpıştığını gördüm.

Birden hatırladım. İdam mangası, koridor, ekranlar. John. Patlama. Her yerde
askerler. June. Ölmüş, kurşuna dizilmiş olmam gerekiyordu.
“Uyanıksın.”
June yanımda, siyah giysileriyle gece vakti neredeyse görünmez bir halde
duruyordu. Bacanın duvarına garip bir şekilde yaslanarak oturuyordu, yüzüne
yağan yağmurun farkında değil gibiydi. Ona dönmek için kıpırdadım. Yaralı
bacağım acı içinde kasıldı. Kelimeler dilimin ucunda, dışarı çıkmayı
reddediyorlardı.
“Valencia’dayız. Civar mahallelerinden birinde. Vatanseverler istedikleri
kadar uzağa bıraktılar bizi. Sonra onlar Vegas’a devam etti.” June gözlerine
gelen sular yüzünden gözlerini kırpıştırdı. “Özgürsün. Şansın varken
Kaliforniya’dan kaç. Peşimizi bırakmayacaklar."
Dudaklarımı aralayıp kapadım. Rüya mı görüyordum? Yanına kaydım. Elim
yüzüne dokunmak için uzandı. "Ne... ne oldu? İyi misin? Beni Batalla
Binası’ndan nasıl kaçırdın. Bana yardım ettiğini biliyorlar mı?"
June sorularıma cevap vermek ile vermemek arasında bir seçim yapıyormuş
gibi bana bakıyordu sadece. Sonunda çatının kenarından aşağı baktı. "Kendin
öğrenebilirsin."
Ayağa kalkmaya çalıştım. Şimdi çatıdan bakıp duvarlarda sıralanmış
JumboTron'ları görebilirdim. Çatının kenarına doğru topallayarak gidip
korkuluklardan aşağı baktım. Kesinlikle civar mahallelerden birindeydik.
Buradan bakınca üzerine tünediğimiz binanın terk edilmiş ve kapatılmış
olduğunu anladım, bu bloktaki JumboTron’lardan yalnızca ikisi çalışıyordu.
Ekranlara baktım.
Gördüğüm manşet nefesimi kesti.

DANIEL ALTAN WING BUGÜN KURŞUNA DİZİLEREK


İDAM EDİLDİ
Manşetin arkasında bir video vardı. Hücremde oturduğum görüntüleri
gördüm. Kameraya baktım. Sonra kamera idam mangasının dizildiği alana
döndü. Birkaç asker alanın ortasına debelenmekte olan bir çocuğu
sürüklüyordu. Bunların hiçbirini hatırlamıyordum. Çocuğun gözleri bağlıydı,
elleri arkasında sıkıca kelepçelenmişti. Tıpkı bana benziyordu.
Sadece benim anlayabileceğim birkaç fark hariç. Sahte bir şekilde
topallıyordu, ağzı da anneminkinden çok babamın ağzına benziyordu.
Yağmur yüzünden gözlerimi kıstım. Olamaz...

Çocuk alanın ortasında durdu. Nöbetçiler arkalarını dönüp hemen geldikleri


yere geri döndüler. Sıralanmış bir dizi asker silahlarını kaldırıp namlularını
çocuğa çevirdiler. Korkunç bir sessizlik oldu. Sonra silahlardan duman ve
kıvılcımlar fışkırdı. Çocuğun her atışta kıvrandığını görüyordum. Yüzüstü
yere kapaklandı. Birkaç el daha ateş edildi. Tekrar sessizlik oldu.
İdam mangası hızla, tek sıra halinde çıktı. İki asker çocuğun cesedini alıp
krematoryuma götürdü.
Ellerim titremeye başladı.
O çocuk John 'du.

Hızla June'a döndüm. Sessizce beni izliyordu. Yağmurun altında, "O John!”
diye bağırdım. “O çocuk John! Orada, o yerde ne yapıyordu?”
June hiçbir şey söylemiyordu.
Nefes alamıyordum. Ne yaptığını şimdi anlamıştım. "Onu kurtarmadın,”
demeyi başarıyorum. "Onun yerine yerlerimizi değiştirdin."
"Ben yapmadım," diye cevap verdi. "O yaptı.”
Topallayarak yanına gittim. Omuzlarından tutup onu bacaya yapıştırdım.
“Bana neler olduğunu anlat. Neden yaptı bunu?” diye bağırdım. "Ölen ben
olmalıydım!"
June acıyla bağırdı ve yaralı olduğunu fark ettim. Omzunda derin bir yarık
vardı, giysisi kana bulanmıştı. Neden ona bağırıyordum ki? Gömleğimin
ucundan bir kumaş parçası yırtıp Tess’in yapacağı gibi yarayı sarmaya
çalıştım. Kumaşı sıkıca çekip bağladım. June acıyla yüzünü buruşturdu.
"O kadar da kötü değil,” diye yalan söyledi. “Omzumu kurşun sıyırdı."
"Başka bir yerinden yaralandın mı?” Elimi diğer kolunda gezdirdim, sonra da
yavaşça beline ve bacaklarına dokundum. Donuyordu.
"Sanmıyorum,” diye cevap verdi. “İyiyim.” Islak saçlarını kulaklarının
arkasına atıp bana baktı. "Day... planladığım gibi gitmedi. İkinizi de
kurtarmak istemiştim. Yapabilirdim. Ama...”

John'un JumboTron’larda gördüğüm hali gözlerimin önüne gelince başım


döndü. Derin bir nefes aldım. "Neler oldu?”
"Yeterince zamanımız yoktu.” Durdu. "Bu yüzden John geri gitti. Bize zaman
kazandırdı ve salona geri döndü. Onu sen sandılar. Gözbağını bile taktı. Onu
yakalayıp kurşuna dizileceği yere geri götürdüler." Yeniden başını salladı.
"Ama Cumhuriyet şu an kadar bir hata yapmış olduğunu fark etmiştir.
Kaçman gerekiyor, Day. Henüz vakit varken."
Yanaklarımdan gözyaşları süzülüyordu ama umurumda değildi, June'un
önünde dizlerimin üstüne düşüp başımı ellerime aldım ve yere çöktüm. Artık
hiçbir şeyin anlamı yoktu. Büyük ihtimalle ben hücremde bencil bir bebe gibi
üzülüp dururken ağabeyim benim için endişeleniyordu. John her zaman önce
beni düşünmüştü. “Bunu yapmamalıydı,” diye fısıldadım "Bunu hak
etmiyorum.” June'un eli basımdaydı. “Ne yaptığını biliyordu, Day.” Onun
gözleri de dolmuştu. "Birinin Eden'ı kurtarması gerekiyor. Bu yüzden John
seni kurtardı. Her ağabeyin yapacağı gibi."

Gözleri alev alev benimkilere bakıyordu. Hareket etmeden, yağmurun altında


donarak durduk. Sonsuza kadar sürecek gibiydi. Bütün bunları başlatan
geceyi hatırladım, askerlerin evimizin kapısını işaretlediği geceyi. Eğer o
hastaneye gitmemiş olsaydım, June'un ağabeyiyle yollarımız kesişmemiş
olsaydı ve başka bir yerde veba ilacı bulabilmiş olsaydım... olaylar farklı
gelişir miydi? Annem ve John hâlâ hayatta olurlar mıydı? Eden güvende olur
muydu?
Bilmiyordum. Bun düşüncenin üzerinde duramayacak kadar korkuyordum.
“Her şeyini çöpe altın." Uzanıp yüzüne dokundum, kirpiklerindeki yağmuru
sildim. “Bütün hayatını, inançlarını... Neden benim için böyle bir şey
yaptın?”
June daha önce hiç şimdiki kadar güzel görünmemişti gözüme, sade ve
dürüst, hassas ancak yenilmez. Gökyüzünde şimşek çaktığında, koyu gözleri
altın gibi parladı. "Çünkü haklıydın," diye fısıldadı. “Hem de dediklerinin
hepsinde.”

Sarılmak için onu kendime çekince yanağımdaki gözyaşını silip beni öptü.
Sonra başını omzuma gömdü. Ve kendimi bırakıp ağlamaya başladım.
JUNE

ÜÇ GÜN SONRA.
BARSTOW, KALİFORNİYA
SAAT: 23:40
SICAKLIK: 11 °C

EVONİA KASIRGASI SONUNDA DİNMEYE BAŞLADI AMA


SAĞANAK durmaksızın devam ediyordu. Gökyüzü hiddetle çalkalanıyordu.
Bütün bunların altında, Barstow’daki tek JumboTron, Los Angeles’tan gelen
haberleri yayınlıyordu.
GÖÇÜN ZORUNLU OLDUĞU BÖLGELER: ZEIN,
GRIFFITH, WINTER, FOREST.

LOS ANGELES’TAKİ BÜTÜN SİVİLLERİN BEŞİNCİ KAT


VE ÜSTÜNE SIĞINMALARI GEREKMEKTEDİR.

LAKE VE WINTER BÖLGELERİNDEKİ KARANTİNA


KALDIRILDI.
CUMHURİYET, DAKOTA’NIN MADISON BÖLGESİNDE
KESİN ZAFER KAZANDI.

LOS ANGELES VATANSEVER İSYANCILARI İÇİN RESMÎ


ARAMA BAŞLATTI.

DANIEL ALTAN WING 26 ARALIK TARİHİNDE


KURŞUNA DİZİLDİ.
Cumhuriyet tabii ki Day’in başarılı bir şekilde idam edildiğini ilan edecekti.
Day ve ben aksini bilsek de. Sokaklarda Day’in ölümü bir kere daha atlattığı
fısıldanmaya başlamıştı bile. Ve de ona genç bir Cumhuriyet askerinin
yardım ettiği. Ama fısıltılar fısıltı olarak kalıyordu çünkü kimse
Cumhuriyet’in dikkatini üzerine çekmek istemiyordu. Ama yine de insanlar
konuşmaya devam ediyorlardı.
Los Angeles’ın iç kısımlarından daha sakin bir yer olan Barstow yine de
insan kaynıyordu. Ancak buranın polisleri bizi metropoldeki polisler gibi
aramıyordu. Demiryolları şehri. Köhne binalar. Day’le birlikte sığmak
bulmamız için uygun bir yerdi. Keşke Ollie’yi de yanımızda götürebilseydim.
Keşke Komutan Jameson infaz tarihini bir gün ileriye almamış olsaydı. Onu
apartmandan çıkarıp başka bir yere saklayacaktım, sonra da geri gidip onu
alacaktım. Ama artık çok geçti. Ona ne yapacaklardı? Ollie’nin daireye giren
askerlere havladığını, tek başına ve korkmuş halde kaldığını düşünmek
boğazıma bir yumru oturmasına sebep oldu. Metias’tan bana kalan tek şey
oydu.

Şimdi Day ve ben, kamp kuracağımız tren bakım istasyonunda gitmeye


çalışıyorduk. Bu fırtınalı gecede bile gölgelerde durmaya dikkat ediyordum.
Day şapkasını gözlerine kadar indirmişti. Ben saçımı gömleğimin boynundan
içeri sokup yüzüme eski ve şimdi sırılsıklam olmuş bir şal sarmıştım.
Şimdilik kılık değiştirme adına yapabileceklerimiz bundan ibaretti.
Hurdalıkta rengi atmış ve paslanmış eski vagonlar başıboş bir halde
duruyorlardı. Yarısı eksik olan personel vagonunu da sayarsak yirmi altı tane
vardı, hepsi de Union Pasific’ti. Dengemi kaybetmemek için rüzgârın estiği
yöne doğru zorlukla yürüdüm. Yağmur yaralı omzumu acıtıyordu, ikimiz de
konuşmuyorduk.
Sonunda hurdalığın arka tarafında, üç tane vagonun arkasında güvenli bir
şekilde duran boş bir vagon bulduğumuzda (kırk metrekare, üstü kapalı, biri
paslanıp kalmış diğeri yarı açık iki sürgülü kapısı olan dipten kapaklı bir
vagon; kuru dökme yük taşımacılığı için tasarlanmış olmalı) içine girip bir
köşeye yerleştik. Şaşılacak derecede temizdi. Yeterince sıcaktı. En önemlisi
de kuruydu.

Day şapkasını çıkarıp saçlarını sıkarak suyunu akıttı. Bacağının acıdığını


görebiliyordum. “Sel baskını uyarılarının hâlâ devam ettiğini bilmek güzel.”
Başımı salladım. “Bu havada devriyelerin bizi takip etmesi zor.” Durup onu
izledim. Şimdi o kadar yorgun, dağınık ve sırılsıklamken bile, yabani bir tür
zarafete sahipti.
“Ne?” Saçlarını sıkmayı bıraktı.
Omuz silktim. “Korkunç görünüyorsun.”
Bu Day’i biraz güldürdü ama kısa sürdü. Yerini suçluluk duygusu aldı.
Sustum. Onu suçlayamazdım.
“Yağmur diner dinmez,” dedi, “Vegas’a yol almak istiyorum. Edeni bulmak
için cepheye doğru yola çıkmadan önce Tess’i bulup Vatanseverlerin
arasında güvende olduğundan emin olmak istiyorum. Onu Öylece arkamda
bırakamam. Onlarla takılmasının bizimle birlikte olmasından daha iyi
olduğunu bilmem gerek.” Sanki beni yapılması gereken doğru şeyin bu
olduğuna inandırmak ister gibiydi. “Gelmek zorunda değilsin. Cepheye başka
bir yoldan gidersin, orada buluşuruz. Bir buluşma noktası belirleyebiliriz.
İkimizi de riske atmaktansa sadece birimiz gider.”

Day’e, Vegas gibi askeri bir şehre gitmenin delilik olduğunu söylemek
istiyordum. Ama söylemedim. Gözümün önüne sadece Tess’in kambur duran
ince omuzlan ve büyük gözleri geliyordu. Annesini kaybetmişti zaten.
Ağabeyini de. Tess’i de kaybedemezdi. “Onu gidip bulmalısın,” dedim.
“Beni ikna etmek zorunda değilsin. Ama seninle geliyorum.”
Day kaşlarını çattı. “Hayır, gelmiyorsun.”
“Desteğe ihtiyacın var. Mantıklı düşün. Yolda sana bir şey olursa başının
belaya girdiğini nereden anlayacağım?”
Day bana baktı. Bu karanlıkta bile gözlerimi ondan alamıyordum. Yağmur
yüzünü temizlemişti. Saçındaki kan kırmızısı şerit gitmişti. Sadece birkaç
beresi vardı. Biraz boynu bükük de olsa bir meleğe benziyordu.
Utanıp başka bir yere doğru baktım. “Tek başına gitmeni istemiyorum, o
kadar.”
Day iç geçirdi. “Pekâlâ. Cepheye gidip Eden'in nerede olduğunu bulacağız,
sonra da sınırı geçeceğiz. Koloniler büyük ihtimalle bize kucak açacaktır,
hatta belki yardım ederler.”
Koloniler. Daha kısa bir süre öncesine kadar dünyadaki en büyük düşmanlar
gibi geliyorlardı. “Tamam.”

Day bana doğru eğildi. Uzanıp yüzüme dokundu. Parmaklarının hâlâ


acıdığını anlayabiliyordum ve tırnakları kurumuş kan yüzünden kararmıştı.
“Muhteşemsin,” dedi. “Ama benim gibi birinin yanında kaldığın için
ahmaksın.”
Elini tutarken gözlerimi kapadım. “O zaman ikimiz de ahmağız.”
Day beni kendine doğru çekti. Başka bir şey söyleyemeden beni öptü.
Dudakları sıcak ve yumuşaktı, daha sert bir şekilde öpünce kollarımı boynuna
dolayıp ben de onu öpmeye başladım. O an omzumdaki acı umurumda
değildi. Askerler bizi bu vagonda bulup götürecek olsalar bile... Başka hiçbir
yerde olmak istemiyordum. Sadece burada, Day’in kolları arasında, güvende
olmak istiyordum.

Daha sonra yerde kıvrılırken Day’e, “Garip,” dedim. Dışarıda kasırga tüm
şiddetiyle sürüyordu. Birkaç saat içinde yola çıkmamız gerekecekti. “Seninle
burada olmak çok garip. Seni çok az tanıyorum. Ama... sanki aynı kişiymişiz
de iki farklı dünyada doğmuşuz gibi hissediyorum.”
Bir an sessizce durdu, bir eli farkında olmadan saçımla oynuyordu. “Acaba
ben seninki gibi bir dünyada doğsaydım, sen de benimki gibi bir dünyada
doğsaydın nasıl olurdu? Şimdiki gibi olur muyduk? Cumhuriyet’in en iyi
askerlerinden biri olur muydum? Sen de ünlü bir suçlu?”

Başımı omzundan kaldırıp ona baktım. “Sana sokakta kullandığın ismi hiç
sormamıştım. Neden Day? ”
“Her gün yeni bir yirmi dört saat demek. Her yeni gün her şeyin tekrar
mümkün olması demek. Anın içinde yaşıyorsun, anın içinde ölüyorsun,
geçmişi ya da geleceği düşünmeden.” Vagonun açık kapısından karanlık su
şeritlerinin dünyayı örttüğü yere doğru baktı. “Işıkta yürümeye çalışıyorsun.”

Gözlerimi kapayıp Metias’ı düşündüm, en sevdiğim hatıralardan unutmak


istediğim anılara kadar. Onu ışık içinde hayal ettim. Zihnimde ona dönüp son
bir kez veda ettim. Onunla bir gün tekrar buluşup birbirimize hikâyelerimizi
anlatacaktık... ama şimdilik onu kilitleyip güvenli bir yere kaldırdım, ondan
kuvvet alabileceğim bir yere. Gözlerimi açtığımda, Day beni izliyordu. Ne
düşündüğümü bilmiyordu ancak yüzümdeki duyguyu tanıdığım biliyordum.
Yıldırımları izleyerek, gökgürültüsünü dinleyerek uzandık ve yağmurlu bir
günün doğuşunu bekledik.
TEŞEKKÜRLER

Efsane'nin sayfalarını her karıştırdığımda, hafta içi her gece, gece yarılarına
kadar yazan, basmaya giden yolun ne kadar uzun olduğundan keyifli bir
şekilde habersiz olan on dört yaşındaki halim geliyor aklıma. Şimdi bir
kitabın ortaya çıkması için kaç kişi gerektiğini ve onların sıkı çalışmasının ne
kadar büyük farklılıklar yaratabileceğini anlıyorum. Hepinize derinden
minnettarım.

Yayın temsilcim Kristin Nelsona, en başta beni çok satmayan bir müsvedde
için işe kabul ettiği sonra da Efsaneyi yazarken bana güveni sarsılmadığı ve
kitabımın bugün geldiği yere ulaşmasını sağlayan harika öngörüleri için
teşekkürler. Sen olmadan bugün burada olamazdım. Hiçbir şeyin gözden
kaçmadığından emin oldukları için Nelson Literary Agency’nin muhteşem
çalışanlarına; Lindsay Mergens, Anita Mumm, Angie Rasmussen ve Sara
Mcgibow.
Efsaneyi koruması altına alıp onu parlatarak kendi başıma yapabileceğimden
çok daha fazla ışık saçan bir hikâyeye dönüşmesini sağlayan olağanüstü
editörüm Jen Besser’a. Yanımda olduğun için çok şanslıyım.

Efsaneyi bu kadar tutkuyla benimseyip bana bir prensesmişim gibi davranan


Putnam Children ve Penguin Yoııng Readers’daki takıma; Don Weisberg,
Jen Loja, Shauna Fay, Ari Lewin, Cecilia Yung, Marikka Tamura, Cindy
Howie, Rob Farrcn, Linda McCarthy, Theresa Evangelista, Emily Romero,
lirin Dempsey, Shanta Newlin, Casey McIntyre, Erin Gallagher, Mia Garcia,
lisa Kelly ve Courtney Wood ve Efsane'yi sahiplenen bütün uluslararası
yayınevlerine.

Efsane için olabilecek en iyi film yapım şirketini bulan, inanılmaz temsilcim
Kassie Evashevski’ye ve bahsettiğim en iyi film yapım şirketi Temple Hill
Entertainment’a vc CBS Filmse. Isaac Klausner, Wyck Godfrey, Marty
Bowen, Grey Munford, Ally Mielnicki,Wolfgang Hammer, Amy Baer,
Jonathan Levine, Andrew Barrer ve Gaby Ferrari, arkadaşlar sizler
harikasınız. Efsane'nin mükemmel kontrat uzmanlığından faydalanmasına
izin veren Wayne Alexander'a özel olarak teşekkür etmek isterim.
Acayip meşgul ve yetenekli hayatlarından zaman ayırıp çaylak bir yazara iki
muhteşem kapak yazısı öneren Kami Garcia ve Sarah Rees Brennana ve JJ,
Cindy Pon, Malinda Lo ve Ellen Oh’a paha biçilemez tavsiyeleri, kibar
sözleri ve Twitter eğlenceleri için.

Yazar fotoğrafımda prezantabl görünmem için sihrini konuşturan Paul


Gregory ye. 2002’den beri destekleyici ve cesaret verici sözleriyle
yaratıcılığımı artırmama yardımcı olan deviantArt’taki dostlarıma. Her zaman
benim için orada olan fam bam'e. (ve bütün o lezzetli yiyecekler için).
Ve en önemlisi Efsaneyi ilk haliyle (abuk sabuk iki cümle) görüp Day için
kişiliğini ve Cumhuriyetin kötü diktatörü için ismini ödünç almama izin
veren, June’un kız olmasını önerip bütün korkularım, heyecanım, üzüntüm ve
neşem sırasında beni gece gündüz dinleyen Primo Gallanosa’ya... Seni
seviyorum.

You might also like