Professional Documents
Culture Documents
Efsane - Marie Lu
Efsane - Marie Lu
Gençlik: 132
Efsane
Marie Lu
Özgün Adı: Legend
Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Penguin Group
(USA) Inc.'in alt yayıncısı olan Penguin Young Readers Group'un bir dalı olan G. P.
Putnam's Sons'tan alınmıştır.
Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler Pegasus YayıncılıkTic.
San. Ltd. Şti.'den izin alınmadan fotokopi dâhil, optik, elektronik ya da mekanik herhangi
bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.
EFSANE
İngilizceden Çeviren:
Sefa Emre İlikli
PEGASUS YAYINLARI
“Hakkında yapılan abartılı reklamları hak ediyor.”
—New York Times
İÇİNDEKİLER
Künye
Giriş
Bölüm 1
1. Kısım DAY
2. Kısım JUNE
3. Kısım DAY
4. Kısım JUNE
5. Kısım DAY
6. Kısım JUNE
7. Kısım DAY
8. Kısım JUNE
9. Kısım DAY
10. Kısım JUNE
11. Kısım DAY
12. Kısım JUNE
13. Kısım DAY
14. Kısım JUNE
15. Kısım DAY
16. Kısım JUNE
17. Kısım DAY
18. Kısım JUNE
19. Kısım DAY
20. Kısım JUNE
21. Kısım DAY
22. Kısım JUNE
Bölüm 2
23. Kısım DAY
24. Kısım JUNE
25. Kısım DAY
26. Kısım JUNE
27. Kısım DAY
28. Kısım JUNE
29. Kısım DAY
30. Kısım JUNE
31. Kısım DAY
32. Kısım JUNE
33. Kısım DAY
34. Kısım JUNE
35. Kısım DAY
36. Kısım JUNE
37. Kısım DAY
38. Kısım JUNE
39. Kısım DAY
40. Kısım JUNE
TEŞEKKÜRLER
LOS ANGELES, KALİFORNİYA
AMERİKA CUMHURİYETİ
NÜFUS: 20,174,282
BÖLÜM BİR
IŞIKTA YÜRÜYEN
ÇOCUK
DAY
Duyurumun yanında her seferinde farklı bir fotoğraf oluyordu. Bir keresinde
fotoğraftaki gözlüklü ve kızıl rengi, kıvırcık saçları olan bir çocuktu. Başka
birinde siyah gözlü ve dazlak bir çocuktu. Bazen siyahi, bazen beyaz tenli,
bazen esmer ya da kahverengi ya da akıllarına her ne geliyorsa o oluyordum.
Başka bir deyişle, Cumhuriyet’in benim neye benzediğim hakkında en ufak
bir fikri bile yoktu. Genç olduğum ve parmak izimi taradıklarında veri
tabanlarında eşleşen bir sonuç bulamamaları dışında hakkımda hiçbir şey
bilmiyor gibi görünüyorlardı. İşte bu yüzden benden nefret ediyorlardı, işte
bu yüzden ben ülkedeki en tehlikeli değil, en çok aranan suçluydum.
Akşamın erken saatleri olmasına rağmen dışarısı zifirî karanlık olmuştu bile.
JumboTron'ların saçtığı ışık su birikintilerinden yansıyordu. Üç kat yukarıda,
parçalanmış bir pencerenin pervazında oturuyordum, paslanmış çelik
çubukların ardında gözlerden uzaktaydım. Burası eskiden bir apartmandı ama
artık kaderine terk edilmişti. Odanın zemininde kırılmış lambalar ve cam
kırıkları vardı, duvarların boyası soyulmuştu. Bir köşede Seçmen Primo’nun
eski bir portresi yüzü yukarı dönük şekilde yerde duruyordu. Burada kimin
yaşamış olduğunu merak ettim; kimse seçmenimizin portresini öylece yerde
bırakacak kadar çıldırmış olamazdı.
Saçım genelde olduğu gibi, eski bir şapkanın içine tıkılmış haldeydi.
Gözlerim yolun karşısındaki tek katlı küçük eve odaklanmıştı. Ellerim
boynumdaki kolye üzerinde gidip geldi.
Tess odanın diğer penceresine dayanmış beni izliyordu. Bu akşam
huzursuzdum ve o her zamanki gibi bunu hissedebiliyordu.
Her biri bir gaz maskesi takmıştı. Bazen bir evden çıktıklarında evin kapısını
büyük kırmızı bir X koyarak işaretliyorlardı. Bundan sonra kimse o eve girip
çıkamıyordu ya da bunu en azından kimsenin göremeyeceği bir şekilde
yapıyorlardı.
“Hâlâ göremiyor musun onları?” diye fısıldadı Tess. Gölgeler yüz ifadesini
gizliyordu.
Kafamı dağıtma çabası içinde eski PVC borularından derme çatma bir sapan
yapmaya çalışıyordum. "Akşam yemeği yemediler. Saatlerdir masaya
oturmadılar.” Duruşumu değiştirip rahatsız olan dizimi esnettim.
Başımı salladım. "Haftada bir gece demiştik, hatırladın mı? Haftada bir gece
onları kontrol etmeme izin ver."
"Evet. Bu hafta her gece onları kontrol etmeye geldin zaten."
Tess omuz silkti. "Birinin sana göz kulak olması lazım." Benden iki yaş
küçük olmasına rağmen bazen bana bakabilecek kadar olgun biri gibi
konuşuyordu.
Askerler evimize doğru yaklaşırken sessizlik içinde izledik. Bir evin önünde
her durduklarında, bir asker kapıyı vururken diğer bir tanesi de hemen
yanında silahı çekilmiş halde beklerdi. Eğer on saniye içinde kapı açılmazsa
ilk asker kapıyı tekmeyle açardı.
İçeri aceleyle girmelerinden sonra onları göremedim ama işin raconunu
biliyordum: Bir asker ailedeki herkesten kan örneği alır, daha sonra örnekleri
elindeki okuyucuya sokarak veba bulunup bulunmadığını kontrol ederdi. Bu
işlem on dakika sürerdi.
Askerlerin durduğu yer ile ailemin bulunduğu yer arasındaki evleri saydım.
Akıbetlerini görmeden önce bir saat daha beklemem gerekiyordu.
Sokağın diğer ucundan bir çığlık yankılandı. Hemen gözlerimi sesin geldiği
yere çevirdim, ellerim ise kınında duran bıçağa yapıştı. Tess nefesini tuttu.
Bir veba kurbanıydı. Durumu aylardır kötüye gidiyor olmalıydı çünkü
kadının derisi çatlamış ve her yerinden kanlar akıyordu. Askerlerin bunu
önceki taramalarda nasıl gözden kaçırdıklarını merak ediyordum. Bir süre
için yönünü bilmeden sendeledi, sonra ileri atıldı ama ayağı takılıp dizlerinin
üzerine düştü. Askerlere döndüm. Kadını görmüşlerdi. Silahını çeken asker,
kadına yaklaştı, diğer on bir tanesi ise olduğu yerde bekleyerek izlemeye
devam etti. Tek bir veba kurbanı pek tehdit sayılmazdı. Asker silahını
doğrultup nişan aldı. Bir kıvılcım yağmuru hasta kadını yuttu.
Kadın yere yığıldı ve bir daha da hareket etmedi. Asker, grubunun yanına
geri döndü.
Keşke askerlerin silahlarından birini ele geçirebilseydik. Pazarda böyle güzel
bir silahın fiyatı çok fazla değildi; 480 Not, bir ocaktan daha ucuz. Bütün
silahlar gibi hassas, mıknatıs ve elektrik akımı güdümlü ve üç bina ötedeki
bir hedefi tam on ikiden vurabilen bir silah. Babamın dediğine göre,
teknolojisi Koloniler’den çalınmıştı ancak tabii ki Cumhuriyet bunu asla size
söylemezdi. Tess'le istesek bunlardan beş tane satın alabilirdik... Yıllar
geçtikçe çaldığımız paradan arttıkça biriktirmeyi ve acil durumlar için
saklamayı öğrendik. Ancak bir silaha sahip olmakla ilgili asıl sorun parası
değil, izinin sürülüp sizi bulabilecek olmalarıydı. Her silahta kullanıcının
elinin şeklini, başparmağının izini ve bulunduğu yeri rapor eden bir alıcı
bulunuyordu. Beni herhalde bundan daha fazla ele verebilecek bir şey
olamazdı. Bu yüzden ben de kendi yaptığım silahlarla, PVC sapanlarım ve
diğer ıvır zıvırlarla idare ediyordum.
"Bir tane daha buldular," dedi Tess. Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı.
Tam puan aldınız diyelim -1500 puan. Şu ana kadar hiç kimse bu puanı
alamadı- yani birkaç yıl önce ordunun acayip yaygara kopardığı bîr çocuk
hariç. Bu kadar yüksek puan alan birine ne olacağını kim bilir? Herhalde çok
para ve güç sahibi olur, değil mi?
1450 ve 1499 arasında bir puan aldınız diyelim. Kendinizle gurur duyun
çünkü bu, altı yıllık lise eğitimi ve sonrasında da Cumhuriyet’teki en iyi
üniversitelerden birinde -Drake, Stanford ve Brenan- dört yıllık eğitim
almaya hak kazandınız anlamına gelir. Daha sonra Kongre sizi işe alır ve çok
para kazanırsınız. Sevinir, mutlu olursunuz. En azından Cumhuriyet’e göre.
İyi bir puan aldınız diyelim, 1250 ila 1449 arasında. Liseye devam
edebilirsiniz, daha sonra da bir üniversiteye atanırsınız. Fena bir şey değil.
1000 ila 1249 arası bir puanla ucu ucuna geçtiniz diyelim. Kongre, liseye
gitmenizi yasaklar. Tıpkı ailem gibi yoksulların arasına katılırsınız. Büyük
ihtimalle ya su türbinlerinde çalışırken boğulacaksınız ya da enerji
santrallerinde buharla haşlanacaksınız.
Başarısız oldunuz diyelim.
Ancak bunların hepsi yalan. Kötü genlere sahip sıradan bir «ocuğun ülkeye
hiçbir faydası olmaz. Eğer şanslıysanız Kongre kusurlarınızın incelenmesi
için laboratuvarlara gönderilmeden once ölmenize izin verir.
Beş ev kalmıştı. Tess gözlerimdeki endişeyi görüp elini alnıma kuydu. "Yine
baş ağrıların mı tuttu?"
"Hayır. İyiyim." Evimizin açık pencerelerinden birine dikkatine bakıp ilk kez
tanıdık bir yüz görür gibi oldum. Eden geçti, pencereden bakıp ona doğru
yaklaşmakta olan askerleri gördü ve metalden el yapımı bir cihazı onlara
doğrulttu. Sonra içeri doğru
çekilip gözden kayboldu. Kıvırcık saçları lambanın titrek ışığında bir an için
parladı. Onu tanıdığım kadarıyla muhtemelen bu cihazı birinin ne kadar
uzakta olduğunu ölçmek ya da onun gibi bir şey için yapmıştı.
"Zayıflamış görünüyor,” diye mırıldandım.
"Hayatta ve ayakta," diye cevap verdi Tess, "bence bu iyi bir şey.”
"Çok komik.”
Saniyeleri aklımdan sayıyordum. Bir dakika geçti. Sonra iki, sonra dört ve
sonunda on dakika.
Otuz dakika geçti. Yerimden kalkmaya cesaret bile edemiyordum. Sanki bir
şeyler o kadar hızlı olacaktı ki eğer gözümü kırparsam kaçıracağım diye
korkuyordum. Parmaklarım bıçağımın kabzasında ritim tutuyordu.
Asker uzanıp kapımıza kırmızı renkte uzun ve çapraz bir çizgi çekti. Sonra da
bir çizgi daha çekerek X çizdi.
SAAT: 13:47
DRAKE ÜNİVERSİTESİ, BATALLA BÖLGESİ.
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C
DEKAN SEKRETERİNİN OFİSİNDE OTURUVORDU. YİNE KAPININ
buzlu camından bakınca neler döndüğünü anlamak için bekleyen bazı sınıf
arkadaşlarımı görebiliyordum. (Hepsi de son sınıf ve benden en az dört yaş
büyüktü.) İçlerinden birkaçı beni askerî eğitim dersi sırasında tehditkâr bir
çift nöbetçi tarafından sınıftan yaka paça çıkarılırken gördü. (Bugünkü ders:
XM-621 tüfeği nasıl doldurulup boşaltılır.) Her seferinde de haberler
kampüse yayılırdı.
Başımla onayladım çünkü benden yapmamı istediği şey tam da buydu. Ancak
yanılıyordu. Ben zeki olduğumu sadece düşünmüyordum. Bütün Cumhuriyet
içinde Denemesinde 1500 tam puan alan tek kişi bendim. Buraya, ülkenin en
iyi üniversitesine on iki yaşında, dört sene erkenden gönderildim, ikinci
yılımı atladım, üç yıl boyunca Drake’te hep tam not aldım. Zekiydim.
Cumhuriyetin iyi genler dediği şey bende vardı ve profesörlerim her zaman
iyi genlere sahip olanlar, daha iyi asker olur ve iyi askerler Koloniler
karşısında daha yüksek zafer şansı demektir derdi. Eğer ben öğleden sonraki
askerî eğitim derslerinin bana silah taşırken duvara tırmanma hakkında
yeterince şey öğretmediğini hissediyorsam, o zaman... yani, on dokuz katlık
bir binanın yan duvarını sırtımda bir XM-621’le aşmak zorunda kalmak
benim suçum değildi. Yaptığım tek şey ülkem için kendimi geliştirmekti.
Dedikodulara göre, Day bir keresinde beş katı sekiz saniyeden az bir sürede
aşmış. Eğer Cumhuriyet’in en çok aranan suçlusu bunu başarabiliyorsa, en az
onun kadar hızlı olmadan onu yakalamayı nasıl düşünebilirdik ki? Ayrıca onu
yakalayamıyorsak savaşı kazanmayı nasıl düşünebilirdik?
Bayan Whitaker’ın masası üç kere bipledi. Parmağı bir tuşun üstündeydi.
“Evet?”
Gelen ses, “Yüzbaşı Metias Iparis girişte bekliyor,” diye yanıtladı. “Kız
kardeşi için gelmiş.”
Metias kapıyı açıp içeri girerken, holdeki bazı kızların gülüşlerini elleriyle
sakladıklarını görebiliyordum. Ama Metias’ın bütün dikkati benim
üzerimdeydi. Altın bir pırıltı saçan siyah gözlerimiz âdeta birbirinin
aynısıydı, uzun kirpiklerimiz ve koyu saçlarımız da.
Bayan Whitaker, Metias’a göz alıcı bir şekilde gülümsedi. “Ah, yüzbaşı!”
diye bağırdı. “Sizi görmek ne büyük zevk!”
Metias ona sert bir bakış fırlattı. “June eve gidiyor.” Sonra da elini sıkıca
omzuma koyup beni sınıf arkadaşlarımdan uzaklaştırdı. Arkama bir bakış atıp
onlara gülümsemeyi başardım.
“On dört kat,” diye yanıtladım. Yine aralarında konuşmaya başladılar. Her
nasıl olduysa, benim diğer Drake öğrencileriyle aramdaki en yakın ilişkim bu
şekildeydi. Bana saygı duyuyor, hakkımda konuşuyor ve dedikodu
yapıyorlardı. Fakat benimle pek konuşmuyorlardı.
Drake’in daha dış tarafındaki sokaklarından birine varıp bizi bekleyen askerî
jipin arka koltuğuna geçerken, Metias artık sinirini kontrol edemiyordu. “Bir
hafta uzaklaştırma mı? Bunu bana açıklamak ister misin?” diye sordu. “Sabah
boyu Vatansever isyancılarıyla uğraştıktan sonra geliyorum ve bir de ne
duyayım? Drake’ten iki blok ötede helikopterler. Kızın biri bir gökdelene
tırmanıyor.”
Sürücü koltuğundaki asker Thomas’la dostça bakıştık. “Üzgünüm,” diye
mırıldandım.
“Tabii ki. On beş yaşındasın. Bu yüzden gidip on dört...” Derin bir nefes aldı,
gözlerini kapadı ve kendini teskin etti. “Bir sefer olsun senin neye kalkıştığını
düşünerek endişelenmeden günlük görevlerimi yerine getirmeme izin
vermeni çok isterdim.”
Dikiz aynasında tekrar Thomas’la göz göze gelmeye çalıştım ama o gözlerini
yoldan ayırmıyordu. Aslında ondan yardım beklememeliydim. Mükemmel
derecede düzgün saçları ve kusursuzca ütülenmiş üniformasıyla her zamanki
gibi derli topluydu. Yerinden fırlamış tek bir saç teli veya iplik bile yoktu.
Thomas, Metias’tan birkaç yaş küçük ve onun devriyesinde görev alan bir
astı da olsa tanıdığım herkesten daha disiplinliydi. Bazen onun kadar
disiplinli olmayı dilerdim. Herhalde yaptıklarımı Metias’tan bile daha fazla
kınıyordu.
Birkaç dakika sonra, Metias daha sakin bir sesle devam etti. “Beni bugün çok
korkuttun,” dedi. “Seni Day sanıp ateş edecekler diye korktum.”
Bunu iltifat olarak söylemediğinin farkmdaydım ama gülümsemeden
edemedim. One eğilip kollarımı koltuğunun üzerine koydum. Küçükken
yaptığım gibi kulağını çekerek, “Hey,” dedim, “seni endişelendirdiğim için
üzgünüm.”
Thomas kırmızı ışıkta jipi tam çizginin önünde durdurup Metias’a bitkin bir
bakış attı. “Yapmayın, yüzbaşı,” dedi. “June -ah- Bayan Iparis’i kurallara
uymadığı için övmeye devam ederseniz hiçbir şey öğrenemeyecek.”
Annem ile babamı, Metias’ın onları tanıdığı kadar tanımadığım için özlemim
onunkiyle boy ölçüşemezdi. Onları kaybetmenin üzüntüsüyle ağlamamın
sebebi, onlarla ilgili hiçbir anım olmamasıydı. Zihnimde sadece evimizde
dolaşan yetişkinlerin uzun bacakları ve beni mama sandalyesinden kaldıran
ellerin olduğu bulanık görüntüler vardı. Bu kadar. Çocukluğumun diğer bütün
anıları -ödül alırken oditoryuma bakışım ya da hasta olunca bana çorba
yapılması veya azarlanışım ya da yatağa yatırılmam- bunların hepsi
Metias’laydı.
Batalla bölgesinin yarısını ve birkaç yoksul bloğun yanından geçtik. (Bu
dilenciler jipimizden biraz daha uzakta duramazlar mıydı?) Sonunda
Ruby’nin teraslı, pırıl pırıl yüksek apartmanlarına vardık, evimize gelmiştik.
Önce Metias indi. Ardından inerken Thomas bana hafifçe gülümsedi.
Şapkasının ucuna dokunarak: “Görüşmek üzere, Bayan Iparis,” dedi.
Ancak şimdi bunu söylemenin bir anlamı yoktu. Metias artık beni
duyamayacak kadar uzaktaydı.
DAY
Birkaç gece sonra, bir top kırılmış buzu benzin bidonuna daldırdım, benzinin
buzu kalın bir tabakayla kaplamasını bekledim ve ateşe verdim. Ardından
onu yerel polis merkezimizin pencerelinden sapanla fırlattım. Köşeden
döndüğümde oraya hızla gelen itfaiye araçlarının ve polis binasının yanıp kül
olmuş batı kanadının kalıntılarını gördüm. Kimin yaptığını bulamadılar, ben
de ortaya çıkmadım. Sonuçta ortada hiçbir kanıt yoktu. İlk mükemmel
suçumu işlemiştim.
Eskiden annem zor şartlara rağmen bir gün başarılı, hatta unlü olacağımı
hayal ederdi.
Gayet ünlüydüm ama annemin aklındakinin bu olduğunu sanmıyordum.
Los Angeles Merkez Hastanesi'nden bir blok ötedeki arka sokaklardan birinin
gölgeleri içine gizlenmiş, çalışanlarının ana giriş kapısından girip çıkmalarını
izliyordum. Bulutlu bir geceydi gökyüzünde ay görünmüyordu, binanın
tepesindeki Bank Tower yazısını bile seçemiyordum. Her kattan elektrik
lambalarının ışıkları parlıyordu; sadece hükümet binalarının ve elitlerin
evinde bulunabilecek bir lükstü bu. Yer altı park alanlarına giriş için onay
bekleyen askerî jipler sokak boyu sıralanmıştı. Kimlik kontrolleri
yapılıyordu. Gözlerim girişe kilitlenmiş, hareket etmeden duruyordum.
Bu akşam süper görünüyorum. Koyu renk deriden, giydikçe yumuşamış,
kuvvetli bağcıkları ve çelik topukları olan sağlam botlarımı giymiştim.
Bunları biriktirdiğimiz paradan ayırdığım 150 Notla satın almıştım. Her bir
botun tabanına bir bıçak sakladım. Ayağımı hareket ettirdiğimde, soğuk
metalin tenime değdiğini hissedebiliyordum. Siyah pantolonumu botlarımın
içine sokmuştum, ceplerimde de bir çift eldiven ve siyah bir mendil
taşıyordum. Belimde koyu renk, uzun kollu bir gömlek bağlıydı. Saçlarım
açık ve omuzlarıma dökülüyordu. Bu sefer spreyle altın sarısı saçlarımı ham
petrole daldırmışçasına koyu bir siyaha boyadım. Tess günün erken
saatlerinde bir mutfağın arka sokağından 5 Not karşılığı bir kova domuz kanı
almıştı. Kollarım, karnım ve suratım tamamen kana bulanmış haldeydi.
Garanti olsun diye de yanaklarıma çamur sürdüm.
Hastane, binanın ilk on iki katını kapsıyordu fakat ben sadece pencereleri
bulunmayan katla ilgileniyordum. O da kan örneklerinin ve ilaçların
bulunduğu laboratuvarın yer aldığı üçüncü kattı. Burası dışarıdan
bakıldığında özenle yapılmış taş oymaların ve yıpranmış Cumhuriyet
bayraklarının arkasında tamamen gizlenmişti. Bu aldatıcı görüntünün ardında
koridorları ya da kapıları olmayan büyük bir kat vardı; sadece devasa bir oda,
beyaz maskeli doktor ve hemşireler, test tüpleri ve akıtaçlar, kuvözler ve
sedyeler. Bunların ne olduğunu biliyordum çünkü daha önce orada
bulunmuştum. Deneme’de başarısız olduğum, ölmem gereken gün
oradaydım.
Gözlerim binanın yan tarafını taradı. Üzerinden atlayabileceğim bir balkon ve
dengemi sağlayabileceğim pencere pervazları varsa bazen bir binaya
dışarıdan girmeyi başarabiliyordum. Bir defasında dört katlı bir binaya beş
saniyeden kısa bir sürede tırmanmıştım. Ama bu bina çok düzdü ve ayağımı
koyabileceğim bir yer yoktu. Laboratuvara dışarıdan ulaşmam gerekiyordu.
Hava ılık da olsa biraz ürperdim ve keşke Tess'den benimle gelmesini
isteseydim diye içimden geçirdim. Ama içeriye izinsiz giren iki kişiyi
yakalamak, bir kişiyi yakalamaktan daha kolaydı. Ayrıca ilaca ihtiyacı olan
onun ailesi değildi. Kolyemi gömleğimin içine sokup sokmadığımdan emin
olmak için kontrol ettim.
Bir hastane aracı askeri jiplerin arkasına yanaştı. Dışarı çıkan askerlerin
birkaçı hemşireleri karşılarken diğerleri de kamyondaki kutuları boşalttı.
Grubun lideri, subay ceketinin üzerindeki çift sıra gümüş düğmeler hariç,
tamamen siyah giyimli, koyu saçlı, genç bir adamdı. Hemşirelerden birine
söylediklerini duyabilmek için kendimi zorladım.
Adam ona doğru şapkasına hafifçe dokundu. "Adım Metias. Herhangi bir
sorunuz olursa bana gelin."
Not defterinde bir şeyler karalamaya geri dönmeden önce gözlerinde acıma
olmaksızın bana baktı. Sanırım bu "kuzen" yakınlığı hoşuna gitmemişti.
Boynunda bir kimlik etiketi sallanıyordu. "Ne oldu?" diye sordu.
Yanına gidince iki büklüm olup dizlerime dayandım. Nefes nefese, "Kavga
ettim,” dedim, "sanırım bıçaklandım.”
Hemşire bana bir daha dönüp bakmadı. Yazmayı bitirip nöbetçilerden birine
başıyla işaret etti. "Üzerini arayın.”
İki asker silah var mı diye üzerimi ararken olduğum yerde durdum. Koluma
veya karnıma dokunduklarında rolüm gereği inledim. Botlarımdaki bıçakları
bulamadılar. Ama kemerime bağlı küçük para kesemi almayı ihmal
etmediler. Bu hastaneye giriş bedeliydi bu. Tabii ki.
İlk kez rahatsız dizimin sahte kılığıma katkısı olmuştu. Daha da inandırıcı
olmak için ellerimi yanıma bastırmış halde duruyordum.
On dakikayı kafamdan saydım, bu sürede bekleme odasına yeni hastalar geldi
ve askerlerin bana ilgisi azaldı. Sonra ayağa kalkıp en yakındaki askere doğru
sendeledim. Eli refleks olarak silahına gitti.
“Otur,” dedi.
Onu bırakıp dizlerimin üzerine düşecek gibi oldum. Sonra dönüp tuvalete
doğru yalpaladım. Deri botlarım yerdeki fayanslarda gıcırdıyordu. İçeri girip
kapıyı kilitlerken askerlerin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.
Bunun bir önemi yoktu. Birkaç dakika sonra nasılsa beni unutacaklardı. Ve
tutunduğum askerin kimlik kartının kaybolduğunu fark etmesi birkaç dakika
daha alacaktı.
Gördüğüm ilk kişiyi, kapıya yakın duran genç bir doktoru yakaladım.
Askerlerden biri bize silahını doğrultamadan, bir bıçağımı çıkarıp adamın
boğazına dayadım. Diğer doktorlar ve hemşireler donup kaldı. Bazıları çığlık
attı.
Askerler ateş açtı. Ama ben buna hazırdım, açık buzdolabı kapısının arkasına
saklandım ve kurşunlar kapıdan sekti. Birkaç ilaç şişesini alıp gömleğimin
içine tıktım. Fırladım. Serseri kurşunlardan biri kolumu sıyırdı ve keskin bir
acı hissettim. Neredeyse çıkışa varmak üzereydim.
Merdiven boşluğu kapısından dışarı fırlarken bir alarm ötmeye başladı.
Merdiven boşluğundaki bütün kapılar içeriden kilitlenirken bir dizi klik sesi
geldi. Kapana kısılmıştım. Askerler hâlâ kapılardan gelebilirdi ve bu
durumda dışarı çıkamazdım. Laboratuvarın içinden bağrışmalar ve ayak
sesleri geliyordu. Biri bağırdı: “Vuruldu!”
Bir blok kaldı. Artık dayanamıyordum. Sokakta karanlık bir köşe bulup
çöktüm. Görebildiğim son şey uzaktaki bir kızın siluetiydi. Belki de bana
doğru yürüyordu. Kıvrılıp kendimden geçmeye başladım.
Metias beni duymazdan geldi ve kafama yeni bir soğuk havlu koydu.
“Gitsem de kalsam da göreve alınacağım,” dedi ve bana bir dilim portakal
yedirdi. Benim için o portakalı soyuşunu hatırlıyorum; meyvenin kabuğunda
güzelce tek bir yarık açıp sonra kabuğu tek parça halinde çıkarmıştı.
Şişmiş gözlerimi kırparak, “Ama Komutan Jameson var,” dedim. “Seni
cepheye göndermeyerek sana bir iyilik yaptı... Katılmamana bozulacak. Bunu
siciline işlemeyecek mi? Bir sokak serserisi gibi kovulmak istemezsin
herhalde.”
“Sen de beni bırakmayacaksın, değil mi? Annem ile babamdan daha uzun
süre yanımda olacaksın, değil mi?”
Metias alnımdan öptü. “Sonsuza kadar, çocuk, beni görmekten bıkana kadar.”
SAAT: 00:01
RUBY BÖLGESİ
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C
Thomas’ı kapıda görür görmez bir şeylerin ters gittiğini anladım. Tıpkı
Metias’ın dediği gibi bütün evlerin ışıkları sönmüştü ve apartmanı sadece gaz
lambası aydınlatıyordu. Ollie havlayıp duruyordu. Üstümde eğitim
üniformam ve siyah-kırmızı bir yelek vardı, botlarımın bağcıkları bağlı ve
saçlarım arkada sıkıca toplanmıştı. Bir an için kapıdakinin Metias
olmamasına sevindim. Üstümü başımı görecek ve parkura gitmekte
olduğumu anlayacaktı. Ona yine karşı gelmekte olduğumu.
Kapıyı açınca Thomas yüzümdeki şaşkın ifadeyi görüp gergin bir şekilde
öksürdü ve gülümsemeye çalıştı. (Alnında siyah makine yağı izi vardı, büyük
ihtimalle işaret parmağındandı. Bu da akşamın erken saaderinde tüfeğini
cilaladığı ve yarın teftişe gireceği anlamına geliyordu.) Kollarımı
kavuşturdum. Kibar bir şekilde kasketinin ucuna dokundu.
içimde bir boşluk hissetim. “Peki, neden beni aramadı?” diye sordum.
Thomas daha iyi görebilmek için boynumu uzattığımı fark etti. “Neredeyse
geldik,” dedi.
“Nereden anladın?”
Binayı gösterdim. “Gerçekten etkileyici,” diye devam ettim. “Bu her kimse
ikinci kattan atlayıp yine de kaçabilecek güce sahipmiş.”
Thomas binaya doğru bakıp gördüğüm şeyi görmeye çalıştı; üçüncü katın
merdiven boşluğundaki kırılmış pencere, hemen altındaki bantlanmış kısım,
arka sokakları arayan askerler, ambulansların yokluğu.
Bir an sonra, “Adamı yakalayamadık,” diye itiraf etti. Alnındaki yağ izi
yüzüne afallamış bir ifade katıyordu. “Ama bu daha sonra cesedini
bulamayacağımız anlamına gelmiyor.”
“Henüz bulamadıysanız daha sonra da bulamayacaksınız.” Thomas bir şey
söylemek için ağzını açtı, sonra vazgeçip yola bakmaya devam etti. Sonunda
jip durduğunda, Komutan Jameson nöbetçiler grubundan ayrılıp aracımın
kapısına doğru yürüdü.
Komutan Jameson aracımın kapısına gelip dikkatimi çekmek için iki kere
cama tıkladı. İnce dudakları kırmızının kızgın bir tonuna boyanmıştı, kestane
rengi saçları gecenin karanlığında koyu kahverengi, hatta siyah görünüyordu.
“Kımılda, Iparis. Zaman çok değerli.” Gözleri arka koltuktaki Ollie’ye gidip
geldi. “Bu bir polis köpeği değil, çocuk.” Şimdi bile tavrında bir değişme
yoktu.
Jipten çıkıp hızlıca selam verdim. Ollie yanıma atladı. “Beni emretmişsiniz,
komutanım,” dedim.
Komutan Jameson hareketime karşılık vermekle uğraşmadı. Yürümeye
başladı, ben de ayak uydurmakta zorlanarak aceleyle peşinden gitmek
zorunda kaldım. “Ağabeyin Metias öldü,” dedi. Ses tonu değişmedi.
“Anladığım kadarıyla ajanlık eğitimini neredeyse tamamlamak üzeresin,
doğru mu? İz sürme eğitimi almışsın?”
“Bin beş yüz, komutanım.” Ordudaki herkes puanımı bilirdi. Ama Komutan
Jameson bilmiyormuş veya umursamıyormuş gibi yapmayı severdi.
Yürümeye devam etti, sanki bunu ilk kez duyuyormuş gibi, “Ah, doğru,”
dedi. “Belki de gerçekten bir işe yarayacaksın. Önceden Drake’i arayıp
eğitiminden azledildiğini bildirdim. Nasıl olsa derslerin bitmek üzereydi.”
Kaşlarımı çattım. “Komutanım?”
En sonunda bir acil çıkış kapısına ulaşana kadar birinci kattaki koridorlardan
birinde yürüdük. Orada Komutan Jameson nöbet tutan askerleri elini
sallayarak uzaklaştırıp beni içeri götürdü. Ollie’nin boğazından boğuk bir
inleme döküldü. Açık havaya çıktık, bu sefer binanın arka tarafındaydık. Sarı
bandın içinde olduğumuza fark ettim. Etrafımızda onlarca asker toplanmıştı.
Komutan Jameson beyaz çarşafın önünde durdu, sonra da eğilip çarşafi bir
kenara fırlattı. Ordu siyahına bürünmüş bir askerin cesedine bakıyordum,
göğsüne saplanmış olan bıçak hâlâ oradaydı. Gömleğinde, omuzlarında,
ellerinde ve bıçağın kabzasında siyah kan lekeleri vardı. Gözleri kapalıydı.
Önünde eğilip yumuşak siyah saçlarını yüzünden uzaklaştırdım. Garipti. Olay
yerinin ayrıntılarını incelemiyordum. O derin uyuşmuşluktan başka bir şey
hissedemiyordum henüz.
Komutan Jameson, “Asker, bana burada ne olmuş olabileceğini anlat,” diye
emretti. “Bunu sürpriz bir sınav olarak düşün. Bu askerin kimliği seni cevabı
doğru bulmaya teşvik edecektir.”
SAAT: 03:17
DAİREMDEYDİM.
AYNI GECE.
YAĞMUR BAŞLAMIŞTI.
Beni daha bu öğleden sonra Drake’ten almıştı. Tam evden çıkmadan önce
benimle önemli bir şey konuşmak istediğini söylemişti. Ama artık bana ne
diyeceğini asla öğrenemeyecektim. Üstümü kâğıtlar ve raporlar kaplamıştı.
Bir kolyeyi elimde sıkıca tutuyordum, bir süredir incelemekte olduğum bir
ipucuydu bu. Üzerinde hiçbir işaret olmayan pürüzsüz yüzeyine gözlerimi
kısarak baktım. Sonra da iç geçirerek elimi indirdim. Başım ağrıyordu.
Jameson beni eve göndermeden önce, “Geçmişte Day’i yakalamak için birkaç
farklı taktik denedik ancak hiçbiri işe yaramadı,” dedi. “Bu yüzden
yapacağımız şey şu: Ben kendi devriyemin projeleriyle ilgilenmeye devam
edeceğim. Sana gelecek olursak, becerilerini bir ısınma turuyla test edelim.
Bana Day’in izini nasıl süreceğini göster. Belki bir yere varabilirsin belki de
varamazsın. Fakat sen bizim için yeni bir çift gözsün, bu yüzden eğer beni
etkileyebilirsen seni bu devriyede tam ajanlığa terfi ettiririm. En genç ajan
olarak ün kazandırırım sana.”
Ama kafamın almadığı en önemli şey şuydu: Day daha önce kimseyi
öldürmemişti. İşte bu yüzden Vatanseverlere bağlı olduğunu
düşünmüyordum. Eskiden işlediği suçlardan birinde bir sokak polisini
bağlayıp, karantina bölgelerinden birine sızmıştı. Polisin üzerinde bir çizik
bile yoktu (sadece bir gözü morarmıştı). Başka bir zaman, bir bankayı
soymuştu ama bankanın arka girişindeki dört güvenlik görevlisine hiçbir şey
yapmamıştı, sadece biraz afallamışlardı. Bir seferinde gecenin ortasında boş
bir havaalanında bir filo dolusu savaş uçağım ateşe vermişti, iki kere de hava
gemilerinin motorlarını bozup onları karaya oturtmuştu. Bir keresinde de bir
askerî binanın cephelerinden birini yıkmıştı. Para, yiyecek ve eşya çalmıştı.
Ama yol kenarlarına bomba kurmuyor, askerlere ateş etmiyor, kimseye
suikast girişiminde bulunmuyor ve öldürmüyordu.
Peki neden Metias? Day onu öldürmeden de kaçmayı başarabilirdi. Day’in
ona karşı bir tür garezi mi vardı? Ağabeyim ona geçmişte bir şey mi
yapmıştı? Kazara öldürmüş olamazdı, o bıçak Metias’ın kalbini delip
geçmişti.
Gözlerimi açtım, daha sonra kolyeyi tekrar inceledim. Day’e aitti, parmak
izleri bu kadarını bize göstermişti. Üstünde hiçbir işaret olmayan çember
şeklinde bir diskti; çalıntı kimlikle birlikte hastanenin merdiven boşluğunda
yerde bulduğumuz bir şeydi. Bildiğim hiçbir dine ait değildi. Maddi olarak
hiçbir değeri yoktu; ucuz nikel ve bakırdandı, zinciri de plastikten yapılmıştı.
Büyük ihtimalle çalıntı değildi, onun için farklı bir anlam taşıyordu ve
kaybetme veya çalınma riskine rağmen yanında taşımaya değecek bir şey
olduğu anlamına geliyordu bu. Belki de ona şans getiriyordu. Ya da duygusal
olarak bağlı olduğu birinin verdiği bir hediyeydi. Belki de bu kişi için veba
ilacı çalmaya kalkışmıştı. Bir sır sakladığı kesindi ama ne olduğunu
bilmiyordum.
Day’in yaptıkları eskiden beni büyülerdi ama o artık benim can düşmanımdı,
hedefimdi. İlk görevimdi.
İki gün boyunca düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Üçüncü gün, Komutan
Jameson’ı aradım. Bir planım vardı.
DAY
Anne, dur, ben sana yardım ederim. Kalkmaya çalıştım ancak ayaklarım
sanki yere yapışmış gibi hissediyordum.
Bir süre sonra, kafamı kaldırıp Eden’ın ne çizdiğine baktım. Başta şekillerin
ne olduğunu çıkaramadım; karmakarışık görünüyorlardı, hızla çizim yapan
elinin altında allak bullak desenler vardı.
Yakından bakınca evimize giren askerleri çizdiğini fark ettim. Elindeki boya
kan rengindeydi.
Bana hiç bitmek bilmeyecek gibi gelen bir süre sonra, başımdaki ağrı
azalmaya başladı. Gözlerimi açtım. "Neredeyim? İyi misin?” Tess'in yüzünü
seçebildim. Saçım ensesinde örmüştü ve pembe dudakları gülümsüyordu.
“Ben mi?” diye sordu. "İki gündür baygındın. Asıl sen nasılsın?”
Bir anda her şeyi hatırlamaya başladım. Hastanenin girişini, çalıntı kimlik
kartını, merdiven boşluğunu ve laboratuvan, yüksekten düşüşümü, yüzbaşıya
fırlattığım bıçağı, kanalizasyonu. İlacı.
İlaç. Doğrulmaya çalıştım ama fazla hızlı hareket ettiğim için acıdan
dudağımı ısırdım. Elim boynuma gitti, kolyem yoktu. Göğsüm sızladı.
Kaybetmiştim. O kolyeyi bana babam vermişti, ben de onu kaybedecek kadar
dikkatsiz davranmıştım.
Tess dudağını ısırdı. “Eden. John diğer herkesin şimdilik iyi olduğunu
söylüyor. Ama Eden konuşabiliyor ve yeterince uyanık. Yataktan çıkıp güçlü
olduğunu kanıtlamak için lavabonun altındaki sızıntıyı tamir etmek istedi
ama tabii ki annen onu yatağa geri yolladı. Eden'ın ateşi için soğuk bez olarak
kullanabilsin diye iki bluzunu yırttı, John da eğer annene uyan kıyafet
bulabilirsen iyi olacağını söyledi.”
Nefesimi bıraktım. Eden. Tabii ki Eden; vebaya yakalanınca bile küçük bir
mühendis gibi davranmaya devam etmiş. Neyse ki biraz ilaç bulabilmiştim.
Her şey yoluna girecekti. Eden bir süre için iyi olacaktı, John’un nutuklarını
da çekebilirdim. Kaybolan kolyeme gelecek olursak... Annemin bunu
öğrenemeyecek olmasına biran için sevindim çünkü bu onu çok üzerdi.
Tess, “Sorun değil,” diye cevap verdi. Kolum için yeni sargı hazırlıyordu.
Sandalyesinin arkasında asılı duran yıpranmış şapkamı gördüm. “Ailenin
zamanı var. Başka bir şansımız daha olacaktır.”
"Kimin evindeyiz?"
Bu soruyu sorar sormaz, bir kapının kapandığını ve yan odadan gelen ayak
seslerini duydum. Panik içinde Tess’e baktım. Sessizce başını sallayıp rahat
olmamı söyledi.
İçeriye şemsiyesinden pis yağmur damlaları düşen bir adam girdi. Elinde
kahverengi kese kâğıdı vardı. "Uyanmışsın,'' dedi bana. “Bu iyi.” Yüzünü
inceledim. Adam oldukça solgun renkli ve biraz kiloluydu, kalın kaşları ve
sevecen gözleri vardı. Tess’e bakarak, “Kızım, sence yarın akşam gidebilecek
duruma gelir mi?” dedi.
"O zamana yola çıkmış oluruz.” Tess içinde renksiz bir sıvı bulunan şişeyi
aldı -sanırım alkoldü- ve sargının kenarını hafifçe onunla ıslattı. Kurşunun
sıyırdığı yere değdirince acıdan irkildim. Sanki derime ateş değdirilmiş gibi
hissediyordum. "Burada kalmamıza müsaade ettiğiniz için tekrar teşekkür
ederiz, efendim."
Adam yüz ifadesi belirsiz bir şekilde homurdanıp başıyla garip bir şekilde
onayladı. Sanki kaybettiği bir şeyi arar gibi odaya göz gezdirdi. ''Sanırım sizi
ancak o kadar misafir edebilirim. Veba devriyesi yakında yeniden tarama
yapacak.” Bir an tereddüt etti. Sonra kese kâğıdından iki konserve çıkarıp
onları şifonyerin üstüne koydu. "Size biraz fasulye getirdim. Muhteşem
sayılmaz ama en azından karnınızı doyurur. Ekmek de getiririm." Daha
ikimiz hiçbir şey diyemeden aldıklarıyla birlikte odadan aceleyle çıktı.
Kolumdaki yeni sargıdan başını kaldırıp bana baktı. "O kadar şüpheci olma.
Cephede çalışan bir oğlu varmış. Birkaç sene önce vebadan ölmüş.” Tess
sargının son düğümünü atınca inledim. "Nefes al, bakayım.” Dediğini yaptım.
Parmaklarını narince göğsümün farklı yerlerine bastırırken keskin acılar
saplanıyordu. Bunu yaparken yanakları kızardı. "Kaburgalarının birinde
çatlama olabilir ama kesinlikle kırık yok. Hızlı bir şekilde iyileşeceksin. Her
neyse, bu adam bize isimlerimizi sormadı, ben de ona sormadım. Bilmemek
en iyisi. Ona neden böyle yaralandığını anlattım. Sanırım ona oğlunu
hatırlattı.”
Kafamı yine yastığa koydum, vücudumun her yeri ağrıyordu. Adam beni
duymasın diye fısıldayarak, "İki bıçağımı da kaybettim,” dedim. "Güzel
bıçaklardı."
Tess, "Bunu duyduğuma üzüldüm, Day,” dedi. Yerinden fırlamış bir saç
telini yüzünden uzaklaştırıp üzerime eğildi. İçinde üç tane gümüş kurşun
bulunan şeffaf plastik bir poşeti bana gösterdi. "Bunları giysilerinin içine
sıkışmış halde buldum, sapanın ya da başka bir şey için isteyebileceğini
düşündüm." Poşeti ceplerimden birine sıkıştırdı.
"Sağ ol, kuzen,” dedim. Anlayamadığım bir şeyler fısıldayıp kafasını çevirdi.
Bir süre sonra derin bir uykuya daldım. Uyandığımda ne kadar zaman
geçtiğini bilmiyordum. Baş ağrım geçmiş ve hava kararmıştı. Hâlâ aynı
günde olabilirdik ancak sanki çok daha uzun uyumuşum gibi geliyordu.
Etrafımızda asker veya polis yoktu. Hayattaydık. Bir süre hareket etmeden
yattım, karanlıkta tamamen uyanık haldeydim. Görünüşe göre yardım eden
adam bizi ihbar etmemişti. Henüz.
Bize yardım eden adam aceleyle odaya girdi, pijamasının üstünde yırtık pırtık
bir gecelik vardı. “Hemen buradan gitmelisiniz,” diye fısıldadı. Alnı boncuk
boncuk terlemişti. “Biraz önce sizi bir adamın aradığını duydum."
Adam odayı toparlamaya başladı, boş kaseyi kapıp şifonyeri sildi. "Arayan
kişi etrafa veba ilacına ihtiyacı olan birini aradığını söylüyor. Senin
yaralandığını bildiğini söylüyor. İsim vermedi ama senden bahsediyor
olmalı."
Bir an için durup onunla göz göze geldim. O anda, benim kim olduğumu çok
iyi bildiğini fark ettim. Ama bunu dile getirmedi. Geçmişte bizim bölgemizde
benim kim olduğumu anlayıp bana yardım eden diğer insanlar gibi, o da
Cumhuriyet’e çıkardığım zorluklardan tam olarak şikâyetçi sayılmazdı. "Size
çok minnettarız," dedim.
Yavaşlamadan önce altı blok boyunca sessiz arka sokaklardan geçtik. Artık
yaralarım âdeta çığlık atıyordu. Rahatlamak için elimi kolyeme götürdüm
ama artık boynumda olmadığını hatırladım. Midem bulandı. Ya Cumhuriyet
onun ne olduğunu anlarsa? Yok ederler miydi? Peki ya izini sürüp ailemi
bulurlarsa?
Tess aniden yere yığılıp başını duvara yasladı. "Şehri terk etmemiz
gerekiyor," dedi. “Burası çok tehlikeli, Day. Bunu sen de biliyorsun. Arizona
ya da Colorado, hatta Barstow bile daha güvenlidir. Varoşlar benim için
sorun olmaz.”
Bir süre sessizce durduk. Eğer bana kalsaydı, tek başıma bütün ülkeyi aşıp
bulduğum ilk fırsatta Kolonilere kaçardım. Kendi hayatımı riske atmak sorun
değildi. Ancak gidememem için bir sürü sebep vardı ve Tess de bunu
biliyordu. John ve annem dikkat çekmeden benimle kaçmak için işlerinden
öyle istedikleri an ayrılamazlardı. Eden da gittiği okulu bırakamazdı. Tabii
benim gibi kaçak olmak istemiyorlarsa.
Tess trajik bir şekilde gülümsedi. Bir süre sonra, "Senin peşindeki kim
sence?” diye sordu. "Lake bölgesinde olduğumuzu nereden biliyorlar?"
Tess gözlerini bana dikti. Onunla tanıştığım gecedeki ifadesiydi bu; aynı anda
hem umutlu, hem meraklı hem de korku dolu. "Yani... hastaneye çılgınca
girişinden daha tehlikeli olamaz, değil mi?”
JUNE
Adam kalın kaşlarını çatıp bir elini çıplak omzuma koydu. Eli bir süre orada
kaldı. “Nasılsın, canım?” diye sordu. Konuşurken yüzündeki yara izleri
belirginleşti; burnunun kemerinde bir yarık bir de kulağından çenesinin ucuna
kadar inen çentikli bir iz vardı. Gülümsemeyi başardım. “Beklediğimden
daha iyi.”
“Bak sen şu işe!” Huzursuz edici bir kahkaha attı. Beni baştan aşağı süzdü.
“Üzerindeki elbiseyle karda açmış taze bir çiçek gibisin.” Gülümsememin
yüzümden silinmemesi için bütün gücümü sarf etmem gerekti. Kendime
sakin ol dedim. Chian düşman olunacak biri değildi.
Abartılı bir sempatiyle, “Ağabeyini çok severdim,” diye devam etti.
“Çocukluğunu hatırlıyorum, onu görmeliydin. Eliyle küçük bir silah yapıp
oturma odanızda koştururdu. Birliklerimize katılması kaderinde yazılıydı.”
Chian kocaman bir parça bifteği kesip ağzına tıktı. “Metias onu eğittiğim
dönemde çok dikkatliydi. Lider olmak için doğmuş. Sana hiç o zamandan
bahsetti mi?”
Aklımda bir anı canlandı. Metias’ın Chian için çalışmaya başladığı ilk
geceydi. Beni ve hâlâ okumakta olan Thomas’ı ilk kez etli edame fasulyesi,
spagetti ve soğanlı ekmek yemeye Tanagashi bölgesine götürmüştü. İkisi de
üniformalarını giyiyorlardı; Metias’ın ceketinin düğmeleri açık, gömleği de
dışarıdaydı; Thomas düğmelerini düzgünce iliklemiş, saçını düzenli bir
şekilde arkaya yatırmıştı. Thomas benim dağınık örgülerimle dalga geçiyordu
ama Metias suskundu. Bir hafta sonra Chian’ın yanındaki işi aniden sona
erdi. Metias itirazda bulunmuş ve Komutan Jameson’ın devriyesine dâhil
olmuştu.
Thomas yine bana dokundu. “Hey,” dedi. “Day hükümetten sonsuza kadar
saklanamaz; er ya da geç o sokak serserisini bulup ibret olsun diye cezasını
vereceğiz. Aklını bir şeye verdiğin zaman seninle kesinlikle aşık atamaz.”
Thomas’ın nazik gülümsemesi beni zayıf düşürdü ve birden sanki yanımda
oturan Metias’mış ve her şeyin iyi olacağını, Cumhuriyet’in beni
başarısızlığa uğratmayacağını söylüyormuş gibi hissettim. Ağabeyim bir
defasında sonsuza kadar yanımda olacağına dair bana söz vermişti.
Gözlerimdeki yaşları görmesin diye Thomas’tan gözlerimi kaçırıp mihraba
baktım. Ona gülümseyemedim. Bir daha asla gülümseyebileceğimi
sanmıyordum.
Andımız bitince, hayat devam etti. Duvar yazılarıyla kaplı bir Çin restoranına
girdim. Kapıdaki görevli bana birkaç dişi eksilmiş ağzıyla kocaman
gülümsedi ve beni çabucak içeri aldı. "Bugün gerçek Tsingtao biramız var,”
dedi. "Şanlı seçmenimizin ta kendisine gönderilmiş ithal bir hediyeden kalan
kasalar. Saat altıya kadar ömrü var." Bunları derken gözleri tedirgin bir
şekilde etrafı taradı. Ona sadece baktım. Tsingtao birası öyle mi? Evet, tabii.
Babam duysa buna gülerdi. Cumhuriyet, Çin’le ithalat antlaşmasını (ya da
Cumhuriyet'in iddia etmekten hoşlandığı gibi “Çin’i fethedip işletmelerini ele
geçirmeyi) sadece gecekondu bölgelerine kaliteli mal ithal etmek için
yapmamıştı. Daha büyük olasılıkla bu adam iki ayda bir ödemesi gereken
hükümet vergilerini ödemekte oldukça gecikmişti. Evinde imal ettiği biraların
şişelerine sahte Tsingtao etiketi yapıştırma riskine girmiş olması için başka
bir sebep göremiyordum. Yine de adama teşekkür edip içeri girdim. Böyle
yerler bilgi edinmek için oldukça iyiydi. Karanlık bir yerdi. Havada pipo
dumanı, kızarmış et ve gaz lambası kokusu vardı. Bara ulaşana kadar dağınık
masa ve sandalyelere çarpa çarpa ilerledim; geçerken başında kimsenin
bulunmadığı tabaklardaki yiyecekleri kapıp gömleğimin içine soktum.
Müşteriler arkamda büyük bir çember oluşturmuş, Skiz dövüşü için tezahürat
yapıyorlardı. Sanırım bu bar yasadışı kumar oynanmasına göz yumuyordu.
Eğer biraz akılları varsa, kazandıkları parayla sokak polisine rüşvet vermeye
hazır olurlardı, yoksa vergi vermeden para kazandıklarını bağıra bağıra ilan
etmiş olurlardı.
Barmen kız kaç yaşında olduğumu kontrol etmekle uğraşmadı. Bana bakmadı
bile. "Ne içersin?" diye sordu.
Bana şüpheci bir bakış attı. Gözleri yüzümdeki sargıya kaydı. "Yüzüne ne
oldu, çocuk?"
"Teras kazası. İneklerle ilgileniyorum."
Gülümsedi. Pürüzsüz göz kapaklarındaki yeşil simli göz farı ve kısa, siyah
küt saçlarıyla titrek lamba ışığında sevimli görünüyordu. Sarmaşık dövmesi
boynundan inip üstündeki korseli kıyafetinin içine doğru kayboluyordu.
Herhalde bar kavgalarından korunmak için boynunda kirli bir koruyucu
gözlük asılıydı. Yazık. Eğer bilgi toplamakla meşgul olmasaydım, bu kızla
biraz zaman geçirir, sohbet eder ve belki ondan birkaç öpücük çalardım.
"Lake bölgesinden, değil mi?” diye sordu. "Buraya öylesine girip birkaç kızın
kalbini kırmaya mı geldin? Yoksa dövüşçü müsün?” Sırıttım. "Dövüşmeyi
sana bırakıyorum.”
“Dövüştüğümü de nereden çıkardın?”
Bir süre sonra omuz silktim. "Bu ringlerde kendimi öldürtmem. Sadece biraz
güneşten kaçıyorum. Senle güzel zaman geçirebiliriz aslında. Yani, eğer
vebaya yakalanmadıysan tabii.”
Artık bu şakayı duymayan kalmamışı ama kız yine de güldü. Tezgâha
yaslandı. “Bölgenin kıyısında yaşıyorum. Orası şu ana kadar oldukça
güvende.”
Tek kaşını kaldırdı. "Evet, onu duydum. Onu arayan çok.” "İnsanlara ne
anlatıyor bu adam, biliyor musun?”
Kız biran için duraksadı. Burnunda birkaç küçük çil olduğunu fark ettim.
"Duyduğuma göre birine -tek bir kişiye- veba ilacı vermek istediğini
söylüyormuş insanlara. Ve onun neden bahsettiğini sadece o kişi
bilebilirmiş.”
Birkaç dakika daha flört ettikten sonra, barmen kıza hoşça kal deyip oradan
ayrıldım. Güneş hâlâ gökteydi ve yüzümdeki boncuk boncuk teri
hissedebiliyordum. Artık yeterince bilgi edinmiştim. Hükümet hastanede bir
şey bulmuş olmalıydı ve beni tuzağa düşürmeye çalışıyordu. Geceyarısı on
saniyelik yere birini gönderecek, sonra da arka sokağa askerleri
yerleştireceklerdi. Bahse girerim, gerçekten umutsuz durumda olduğumu
düşünüyorlardı.
Metias olsa bunu kesin onaylamazdı. Gizli bir göreve gidemezsin, June,
derdi. Canın yanabilir. Ne kadar ironik ama.
Ağabeyim öldüğünden bu yana 120 saat olmuştu. Sanki çok uzun süre önce
olmuş gibiydi. Yetmiş saat önce internette arama yapma izni alıp Day
hakkında olabildiğince çok şey buldum. Kırk saat önce Komutan Jameson’a
Day’in izini nasıl süreceğimin planını anlattım. Otuz iki saat önce planımı
onayladı. Planımın ne olduğunu hatırladığından bile şüpheliydim. Otuz saat
önce Los Angeles’taki bütün veba bölgelerine -Winter, Blueridge, Lake ve
Alta- birer gözcü yolladım. Şu haberi yaydılar: Birinde senin için veba ilacı
var, on saniyelik yere gel. Yirmi dokuz saat önce ağabeyimin
cenazesindeydim.
Batalla’nın içinden geçerken uzun yolu seçtim, yan yollardan ve terk edilmiş
binalardan geçtim, askerî sahadan iyice uzaklaşana kadar durmadım.
Day’in ne kadar çevik olduğunu zaten biliyordum. İki buçuk kattan düşüp
hayatta kalabilmesi bunun kanıtıydı. Ancak bu akşam aynısını yapma şansı
yoktu. Ne kadar çevik olduğu umurumda değildi; kimse binalardan öylece
atlayıp sonra hemen düzgünce yürüyecek duruma gelmeyi bekleyemezdi.
Day en az bir hafta daha duvarlardan, merdivenlerden atlayamayacaktı.
Birden gerildim. Geceyarısını iki dakika geçiyordu. Uzaklardan bir klik sesi
yankılandı ve çöpteki kedi kaçtı. Bu ses bir çakmaktan, silah tetiğinden,
hoparlörlerden ya da bir sokak lambasından gelmiş olabilirdi. Çatıları
taradım. Henüz bir şey yoktu. Ama ensemdeki tüyler diken diken oldu.
Burada olduğunu biliyordum. Beni izlediğini biliyordum.
Sokak yine sessizliğe büründü. Arada bir hoparlörlerden gelen hafif bir nefes
veriş duyuyordum. Gözlerim vizörümdeki saatten çatıların karanlığına gidip
geliyordu. Zekiceydi. Nereden yayın yaptığını anlayamıyordum. Belki bu
sokaktaydı ya da birkaç blok ötede daha yüksek bir katta. Ama beni kendi
gözleriyle görebilecek kadar yakın olduğunu biliyordum. Vizörümdeki saat
00:07yi gösterdi. Döndüm, şişeyi kemerime sıkıştırdım ve yürüyerek
uzaklaşmaya başladım.
Aklımda yanıp sönen detayların ardından kara, artan bir nefret yükseldi. Bu,
benim ağabeyimi öldüren kişinin sesiydi. Ağabeyimin duyduğu son ses
buydu belki de.
Sessizlik.
“Veya sunabileceğin yeteneklerin var mı? Eminim senin.. “Hükümet için
çalışmıyorum.”
Zayıf noktası. Tabii ki. “Alınma. Sadece sorayım dedim. Bir de benim başka
biri için çalışmadığımı nereden biliyorsun? Sence de hükümeti gözünde biraz
fazla büyütmüyor musun?”
Ailesi ve yuvası olmayan bir kız için Tess şaşırtıcı derecede iyimserdi. Onun
için gülümsemeye çalıştım. “Belki de," dedim. "Belki de birkaç haftaya
hastane güvenliği hafifletir." Ama içten içe bunun böyle olmayacağını
biliyordum.
Günün erken saatlerinde evimize gidip etrafı kolaçan etme riskini göze aldım.
O garip X hâlâ kapımızdaydı. Annem ve John iyi görünüyorlardı, en azından
ayakta dolaşabilecek kadar. Ama Eden... bu kez Eden alnında bir bezle
yataktaydı. Uzaktan bakınca bile biraz kilo kaybettiğini görebiliyordum. Beti
benzi atmıştı, sesi de zayıf ve boğuktu. Daha sonra evimizin arkasında John'la
buluştuğumda bana en son gelişimden beri Eden’ın hiçbir şey yemediğini
söyledi. John'a Eden’ın odasında mümkün olduğunca az durmasını
öğütledim. Bu dengesiz vebanın nasıl yayıldığını kim bilebilirdi? John,
ölmeyeyim diye yeniden çılgınca bir şey yapmamam konusunda beni uyardı.
Buna gülmeden edemedim. John asla açıkça söyleyemeyecekti ama Eden’ın
tek şansının ben olduğumu biliyordum.
Veba, daha Deneme’ye giremeden Eden'ı öldürebilirdi.
Belki de bu gizli bir lütuftu. Eden onuncu doğum gününde kapımızın önünde
bekleyip onu Deneme stadyumuna götürecek otobüse binmek zorunda
kalmayacaktı. Düzinelerce çocuğu stadyum merdivenlerinde takip edip iç
çembere girmeyecek, Deneme gözetmenleri nefes alış verişini ve duruşunu
kontrol ederken koşmayacak, sayfalarca çoktan seçmeli aptal soruyu
cevaplamayacak veya yarım daire halinde oturan sabırsız görevlilerin
karşısında mülakattan geçmek zorunda kalmayacaktı. Daha sonraki
gruplardan birinde, hangi grubun eve geri döneceğini ve hangi grubun o
bahsettikleri "çalışma kamplarına” gideceğini bilmeden beklemek zorunda
kalmayacaktı.
Tek kelime etmeden bana bakmaya devam etti. Üzerindeki isten yüzünü
seçemiyordum. Cevap vermeyince omuz silkip ona doğru yürümeye
başladım. Belki çöpten işe yarar bir şeyler kurtarabilirdim.
Kızın üç metre yakınına yaklaştığımda boğuk bir çığlık atarak fırladı. O kadar
hızlı koştu ki ayağı takıldı ve asfalta ellerinin üzerine düştü. Topallayarak ona
yaklaştım. Dizimdeki eski yara o zamanlar daha da kötüydü ve o aceleyle
tökezlediğimi hatırlıyorum. "Hey!” dedim. “İyi misin?”
Başını yukarı aşağı salladı. Sonra sanki bir şey hatırlamışçasına sağa sola
sallamaya başladı. “Hayır,” dedi.
Yine başını salladı. Bir of çekip kanvas çantamı yere bıraktım ve ona elimi
uzattım. "Hadi,” dedim, "bacaklarının enfeksiyon kapmasını istemezsin.
Onları temizleyelim, sonra istediğin yere gidebilirsin. Sana yiyeceğimden de
veririm. İyi bir anlaşma, değil mi?”
Elini vermesi uzun sürdü. "Tamam,” diye fısıldadı, sesi o kadar yumuşak
çıkmıştı ki zor duyabildim.
O gece arka sokağında bir çift eski sandalyesi ve yırtılmış bir koltuğu
bulunan bir tefeci dükkânının dışında kamp yaptık. Kızın dizlerini bir bardan
çaldığım alkolle temizledim, çığlık atıp dikkatleri üzerimize çekmemesi için
bir paçavrayı ısırdı. Yaralarına baktığım zaman dışında ona yaklaşmama izin
vermedi. Elim yanlışlıkla saçına veya koluna değdiğinde sanki kaynar su
değmişçesine irkiliyordu. Sonunda onunla konuşmaya çalışmaktan
vazgeçtim. Koltuğu ona verdim, ben de bluzumu yastık yapıp kaldırımda
rahat etmeye çalıştım.
Kaşlarımı çattım. Genellikle şüpheli sesleri Tess'den önce fark ederdim ama
bu defa hiçbir şey duyamıyordum. Uzun bir an boyunca olduğumuz yerde
durduk. Dalgaların kıyıya vuruşunu duyuyordum, metale çarpan suyun sesini,
arada yoldan geçen bir arabayı. Tekrar Tess'e baktım, “ilk duyduğun neydi?”
"Sanki... şırıldama gibi geldi,” diye fısıldadı.
“Bir şeyler dönüyor,” dedi polislerden biri. "Veba bu sefer Zem bölgesinde
patlak vermiş.”
Başımızın üstünde pat pat yürüyorlardı, siluetlerinin iskelenin başına doğru
yürüdüğünü görebiliyordum. Uzakta, güneşin ilk ışıkları ufku bulanık bir
griye dönüştürüyordu.
“Boş mu?” Kulağımı buz gibi metale dayadım. Kulağıma bazı gürültüler
geliyordu; Tess’in daha önce duyduğu tıslama ve çağıltılar. Bu sadece kıyı
şeridini tutsun diye konmuş bir metal yapı değildi. Geriye çekilip metale daha
da yakından bakınca yüzeyine kazınmış semboller gördüm.
Bunlardan biri metale hafifçe kazınmış Cumhuriyet bayrağıydı. Diğeri de
küçük kırmızı bir sayı:
318
JUNE
Casus sırayla hepimize kızgın bir bakış attı. Ağzından çıkan kan alnına akıp
oradan da başının altındaki zemine damladı. Her sallandığında Komutan
Jameson boynundaki zincire basıp durana kadar onu boğuyordu.
Komutan Jameson eğilip ona gülümsedi. “Baştan alalım, olmaz an? Adın
ne?”
“Evet, efendim.” Thomas selam verip ileri adım atlı. Çenesini sıkıp
yumruğunu casusun karnına geçirdi. Casusun gözleri yerinden fırladı, yere
daha fazla kan tükürdü. Dikkatimi kıyafetinin ayrıntılarına verdim. (Pirinç
düğmeler, asker botları, kolunda mavi bir rozet. Bu onun asker kılığına
girdiğini ve orada yaşayan herkesin bu rozeti takması zorunlu olan San
Diego’nun yakınlarında yakalandığı anlamına geliyordu. Onu neyin ele
verdiğini de görebiliyordum. Pirinç düğmelerden biri Cumhuriyet’te üretilen
diğer düğmelerden biraz daha düz görünüyordu. O düğmeyi kendisi eski bir
Koloniler üniformasından eklemiş olmalıydı. Aptallık etmişti. Sadece Koloni
casuslarının yapacağı bir hataydı.)
Komutan Jameson tekrar, “Adın ne?” diye sordu. Thomas bir bıçak çıkarıp
casusun parmaklarından birini tuttu.
Casus yutkundu. “Emerson.”
Thomas casusun suratına bıçağının kabzasıyla bir tane geçirdi. Yere bir diş
yuvarlandı. Thomas’a baktım; saçları yüzüne düşmüş ve her zamanki
sevecenliğinin yerini zalimce bir zevk almıştı. Kaşlarım çatıldı. Thomas’ın
yüzünde bu ifadeyi çok sık görmüyordum; kanımı dondurdu.
Komutan Jameson, casusa bir kez daha vurmadan Thomas’ı durdurdu.
“Tamam. Dostumuzun Cumhuriyet hakkında söyleyeceklerini bir dinleyelim,
bakalım.”
Casusun yüzü çok uzun süre baş aşağı asılı durmaktan kıpkırmızı olmuştu.
“Siz buna Cumhuriyet mi diyorsunuz? Kendi insanlarınızı öldürüyor, eskiden
kardeşleriniz olan insanlara işkence ediyorsunuz.” Bu lafları duyunca
gözlerimi devirdim. Koloniler onların ülkeyi ele geçirmesinin iyi bir şey
olacağına inanmamızı istiyordu. Sanki bizi topraklarına katıyorlar ya da bize
bir iyilik yapıyorlarmış gibi. İşte bizi böyle görüyorlardı, zavallı küçük bir
sınır ülkesi, sanki daha güçlü olan kendileriymiş gibi. Bu fikir onların işine
geliyordu tabii çünkü sellerin onların topraklarını bizim topraklarımızdan çok
daha fazla tahrip ettiğini duymuştum. Olay hep buydu zaten, toprak, toprak,
toprak. Ancak bir birliğe hiç dönüşmedik; asla da dönüşmeyecektik. Ya
onları yenecek ya da denerken ölecektik. “Size hiçbir şey söylemeyeceğim.
Ne isterseniz yapın ama size hiçbir şey söylemeyeceğim.” Komutan Jameson,
Thomas’a gülümsedi, o da aynı şekilde karşılık verdi. “Eh, Bay Graham’ı
duydun,” dedi. “Ne istersen yapabilirsin.” Thomas onunla ilgilenmeye
başladı ve bir süre sonra casusu zapt edebilmek için diğer asker de ona
yardım etti. Ondan zorla bilgi alırlarken kendimi oraya bakmaya zorladım.
Bunu öğrenebilmem, buna alışabilmem gerekiyordu. Casusun çığlıklarından
kulaklarım çınlıyordu. Saçlarının benimki gibi düz ve siyah, teninin açık ve
görünüşünün genç olmasının bana Metias’ı hatırlattığını tekrar tekrar
görmezden gelmeye çalıştım. Kendime Thomas’ın şu anda işkence ettiği
kişinin Metias olmadığını söyledim. Bu imkânsızdı.
“Bunu duyuyor musun, Ollie?” diye fısıldadım. Ollie horlayıp başını elime
sürttü. “İşte bu adam. Ben de onu yakalayacağım.”
SAAT 06:25
Lake bölgesindeydim, doğmakta olan güneşin su değirmenleri ve türbinleri
altın rengine boyamasını izliyordum. Suyun kenarında havada sürekli asılı
duran bir duman tabakası vardı. Gölün daha da ilerisinde, kıyının tam
kenarında Los Angeles şehir merkezini görebiliyordum. Bir sokak polisi
yaklaşıp bana aylak aylak dolaşmamamı, ilerlememi söyledi. Tek kelime
etmeden onayladım ve kıyıdan yürümeye devam ettim.
Geçerken birkaç adam bana sırıttı. Hatta içlerinden biri bana seslendi. Onları
görmezden gelip yoluma devam ettim. Denemelerini bile ancak geçebilmiş
bir it sürüsüydü işte. Acaba bu insanlar aşı olmuş olsam bile bana veba
bulaştırırlar mı diye merak ettim. Kimbilir nerelerde bulunmuşlardı...
Sonra birden duruverdim. Metias bana yoksul insanları hiçbir zaman bu
şekilde yargılamamamı söylemişti. Eh, ne de oha o benden daha iyi biriydi,
diye düşündüm acı acı. Yanağımdaki küçük mikrofon biraz titredi. Daha
sonra da küçük kulaklığımdan kısık bir ses duydum. “Bayan
Iparis.”Thomas’ın sesi sadece benim duyabileceğim şekilde mırıltıyla
çıkıyordu. “Her şey yolunda mı?”
“Hayır, hiçbir şey olmadı. Yarın halka açık bazı yerleri deneyeceğim.”
“Tamam. Burada yedi-yirmi dört bekleyen adamlarımız olacak.” Aslında
Thomas’ın orada sadece kendisinin durup beni dinleyeceğini söylemek
istediğini biliyordum. “Teşekkürler,” diye fısıldadım. “Bağlantıyı
kesiyorum.” Mikrofonumu dilimle kapattım. Karnım guruldadı. Bir kafe
mutfağının arkasında bulduğum bir dilim tavuğu çıkarıp üzerindeki soğuk
yağa aldırış etmeden yemeye çalıştım. Eğer bir Lake’li gibi yaşamam
gerekiyorsa bir Lakeli gibi de yemem gerekiyordu. Belki de bir iş
bulmalıydım. Bu fikir karşısında gülmemek için kendimi zor tuttum.
Sonunda uykuya daldım ve kötü bir rüya gördüm, rüyamda Metias da vardı.
Ertesi gün de ondan sonraki gün de işe yarar bir şey bulamadım. Saçlarım
sıcaktan ve dumandan birbirine girip solmuş, yüzüm kirle kaplanmıştı.
Göldeki yansımama baktığımda tam bir sokak dilencisine benzediğimi
gördüm. Her şey pislik içindeydi. Dördüncü gün, Lake ve Blueridge’in
kıyısından yürüyüp zamanımı barların bulunduğu bölgede geçirmeye karar
verdim.
İşte o zaman başıma bir şey geldi. Bir Skiz dövüşüne rastladım.
DAY
Tess kimsenin ona bakmadığı bir anda hızlıca bana bir bakış attı. Bir
parmağımı havaya kaldırdım. Sırıtıp göz kırptı ve tekrar kalabalığa döndü.
Bahisleri düzenleyen kişiye -iyi kıyım bir herife-parayı verdi. Kaede’ye 1000
Not yatırdık.
Dövüş bir dakikadan az sürdü. Kaede erkenden hızlıca saldırdı, kızın üzerine
hücum edip yüzüne acımasızca darbeyi indirdi. Diğer kız bocaladı. Kaede
onunla sanki bir kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu, sonra yüzüne
aniden yumruk çaktı. Rakibi başını betona vurarak yere yapıştı ve
sersemleyip kaldı. Nakavt. Kalabalık tezahürat ediyordu, birkaç kişi de kızı
apar topar ringden çıkarttı. Tess’le kısa biran birbirimize gülümsedik,
kazandıklarımızı alıp keseye koydu. 1500 Not. Yutkundum, çok
heyecanlanmamam gerektiğini hatırlattım kendime. Bir şişe ilaca bir adım
daha yaklaştık.
Bir saniye sonra ayağa fırladım. Biraz daha iri bir bahisçiyi seçmeye
çalışıyordu. Adam ona kızgınca bağırdı ve Tess daha özür dileyemeden onu
ringe doğru savurdu. Tökezledi ve kalabalık kahkahalara boğuldu.
Birden aşağıdan bir ses çınladı. Durdum. Kızın biri ringin önüne kadar
gelmiş, Kaede’ye gözlerini dikmiş bakıyordu. Gözlerini devirdi. "Pek de adil
bir dövüş sayılmaz,” diye seslendi.
Kaede güldü. Kısa bir sessizliğin ardından ona seslendi: “Kimsin sen,
benimle nasıl konuşuyorsun? Benden daha iyi olduğunu mu sanıyorsun, ha?”
Diğer kızı işaret etti, kalabalık da tezahürata başladı. Tess'in tekrar
kalabalığın içine karıştığını gördüm. Bu yeni kız isteyerek veya istemeyerek
Tess’in yerini almış oldu. Derin bir oh çektim. Sakinleşmeyi başarınca
Kaede’nin yeni rakibine daha yakından baktım. Tess’den çok da uzun
sayılmazdı, Kaede'den ise kesinlikle daha hafifti. Bir saniye için sanki
kalabalığın ilgisi onu rahatsız etmişti; gerçek bir rakip gibi durmuyordu, ta ki
onu tekrar incelemeye başlayana kadar. Hayır, bu kızın bir öncekiyle uzaktan
yakından bir ilgisi yoktu. Tereddüdünün sebebi dövüşmekten veya
kaybetmekten korkması değil, düşünüyor olmasıydı. Hesaplıyordu. Siyah
saçlarını başının arkasında toplamıştı, bedeni ince ve atletikti. Elini kalçasına
koymuş, kendinden emin bir şekilde duruyordu. Sanki dünyada hiçbir şey
onu hazırlıksız yakalayamazmış gibiydi. Yüzüne hayran hayran bakarken
buldum kendimi.
Kısa bir an için etrafımda neyin dönüp bittiğinin farkına varamadım.
Kız Kaede’ye başını salladı. Bu da beni şaşırttı; şu ana kadar kimsenin dövüş
davetini reddettiğini görmemiştim. Herkes kuralları bilirdi: Seçilirsen
dövüşürsün. Bu kız kalabalığın öfkesinden korkmuyor gibi görünüyordu.
Kaede gülüp duyamadığım bir şeyler söyledi. Ancak Tess duydu ve bana
endişeyle baktı.
Bu sefer kız başını onaylarcasına salladı. Kalabalık bir kez daha tezahürat etti
ve Kaede gülümsedi. Bacanın ardından biraz daha eğildim. Bu kızda bir şey
vardı... Ne olduğunu bilmiyordum. Ama gözleri ışıkta alev alev yanıyordu,
hava sıcak olduğundan mı, yoksa hayal mi görüyordum, bilmiyordum ama
sanki yüzünde bir gülümseme vardı.
Tess bana sorgulayan bir bakış attı. Kısa bir an için tereddüt ettim, sonra yine
bir parmağımı kaldırdım. Bu gizemli kıza, Tess'e yardım ettiği için
minnettardım ama ortaya paramı koyduğum için riske girmemeyi seçtim.
Tess, "Evet,” dedi, sonra da paramızı Kaede’ye yatırdı.
Ama yeni kız ringe girer girmez, duruşunu gördüğüm anda büyük bir hata
yaptığımı anladım. Kaede âdeta bir boğa, bir şahmerdan gibi dövüşüyordu.
Kaede isimli kızla ringde karşı karşıya geldik; başını hafifçe yana yatırıp
bana sırıttı. Derin bir nefes aldım. Etrafımda dönmeye başladı, beni bir av
gibi gözlüyordu. Duruşunu inceledim. Sağ ayağı öndeydi. Solaktı. Bu onun
için bir avantajdı, rakiplerini hazırlıksız yakalayabilirdi ama ben bunun için
eğitimliydim. Yürüyüş şeklimi değiştirdim. Kulaklarım gürültüden
boğuluyordu.
Önce onun saldırmasına izin verdim. Dişlerini gösterip bütün hızıyla
yumruğu havada bir şekilde hücum etti. Tekme atmaya hazırlandığım
görebiliyordum. Yana doğru bir adım attım. Tekmesi beni ıskaladı.
Durumdan faydalanıp arkası dönükken sert bir şekilde saldırdım. Dengesini
kaybedip neredeyse düşecekti. Bu sırada kalabalık tezahürat ediyordu.
Kaede kendini ayağa kalkmaya zorladı ama normalde çoğu Skiz dövüşünde
böyle bir düşüşten sonra bu raunt biterdi. Ağzından akan kanı elinin tersiyle
sildi. Daha soluk bile alamadan kızgın bir şekilde haykırarak tekrar saldırdı.
Bileğinin yanındaki parıltıyı görmem gerekirdi. Kaede yan tarafıma
yumruğunu geçirdi, korkunç, keskin bir acı hissettim. Onu savurdum. Bana
göz kırpıp tekrar etrafımda dönmeye başladı. Yan tarafımı tuttum, o anda
belimde sıcak ve ıslak bir şey hissettim. Darbenin indiği yere baktım.
Bıçak yarasıydı. Derimi sadece tırtıklı bir bıçak böyle yırtmış olabilirdi.
Kaede’ye bakıp gözlerimi kıstım. Skiz dövüşlerinde silah kullanılmaması
gerekirdi ama bu pek de kalabalığın bütün kurallara uyduğu bir dövüş
sayılmazdı.
Acıdan başım dönüyor, sinirleniyordum. Kuralları yok mu sayacaktık? Peki,
öyle olsun.
Koşmaya başladım. Bu bıçak yarasına lanet olsun. Büyük bir çöp kutusuna
ulaşıp kendimi üzerine savurdum, sonra da ikinci kattaki bir pencere eşiğine
zıplamaya hazırlandım. Yeterince yükseğe tırmanabilirsem beni
yakalayamazlardı. Olabildiğince yükseğe zıplayıp bir elimle pencere eşiğine
tutunmayı başardım.
Ama yara beni yavaşlattı. Biri bacağımdan tutup beni hızla yere çekti.
Dengemi yitirip duvara sürtünerek yere düştüm. Kafamı, dünyamı altüst
edecek kadar hızla çarptım. Sonra üstüme çıktılar, beni çekiştirerek ayağa
kaldırıp çığlıklar atan kalabalığa geri götürmeye çalıştılar. Kafamı
toparlayabilmek için mücadele ediyordum. Gözlerimde ışıklar patlıyordu.
Mikrofonu açmaya çalıştım ancak kuruyan dilimi, istediğim gibi hareket
ettiremiyordum. Thomas, diye fısıldadım ama ağzımdan Metias çıktı.
Gözlerim görmez bir halde ağabeyime elimi uzattım ama artık elimi tutmak
için orada olmadığını hatırladım.
Aniden bir pat sesi geldi ve birkaç kişinin çığlığını duydum, hemen ardından
beni bıraktılar. Tekrar yere düştüm. Ayağa kalkmaya çalıştım fakat
tökezleyip yine yere kapaklandım. Bu toz nereden gelmişti? Gözlerimi kısıp
görmeye çalıştım, hâlâ izleyenlerin gürültüsünü, kargaşasını duyabiliyordum.
Biri toz bombası atmış olmalıydı.
Kalkmamı söyleyen bir ses duydum. Yan tarafıma baktığımda bana elini
uzatan bir çocuk gördüm. Açık mavi gözleri, kirli bir yüzü ve yıpranmış bir
şapkası vardı; sanırım hayatımda gördüğüm en güzel çocuktu.
Ama o zaman da Tess bana bütün gün acıklı gözlerle bakardı. Bu yüzden yapmadım.
Tess, Kız’ın -sanırım ona artık böyle diyecektim- yan tarafındaki yarayı temizlemesine
elinden geldiğince yardım ederken sorular sormaya devam etti. Nöbet tutuyordum. Skiz
dövüşünden ve toz bombasından sonra üçümüz eski bir kütüphanenin balkonunda kamp
kurduk. (Bütün bina yıkılıp bu katın tamamı havaya açık kaldıysa burası hâlâ balkon
sayılır mıydı?) Aslında bütün katların duvarları yıkılmıştı. Kütüphane şu anda neredeyse
tamamı gölün doğu kıyısından yüzlerce metre uzakta, su altında olan eski gökdelenin
parçasıydı, her yerini yabani otlar sarmıştı. Bizim gibi insanların korunak bulması için iyi
bir yerdi. Hâlâ kızı aramakta olan kızgın bahisçiler var mı diye kıyı şeridindeki sokakları
taradım. Balkonun kenarında oturduğum yerden arkama dönüp baktım. Kız, Tess'e bir
şeyler söyledi, Tess de çekinerek gülümsedi.
"Adım Tess," dediğini duydum. Benim ismimi ona söylemeyeceğini biliyordum ama
konuşmaya devam etti. “Lake’in neresindensin? Başka bir bölgeden mi?” Tess, kızın
yarasını inceledi. "Kötü bir yara ama iyileşecek. Sabah senin için biraz keçi sütü bulmaya
çalışacağım. Sana iyi gelecektir. O zamana kadar üzerine tükürmek zorundasın.
Enfeksiyon kapmaması için.”
Kızın yüzünden bunu zaten bildiğini anlayabiliyordum. Tess'e, "Teşekkür ederim,” diye
fısıldadı. Bana bakarak, "Yardımın için minnettarım," dedi. Tess yeniden gülümsedi fakat
ben onun bile bu yeni misafirden biraz tedirgin olduğunu hissedebiliyordum.
Çenem kasıldı. Bir saat sonra gece olacaktı ve görevlerim arasına yaralı bir yabancı daha
eklenmişti.
Bir süre sonra kalkıp Tess ve Kız’a katıldım. Uzaklarda bir yerden Cumhuriyet andının
şehir hoparlörlerinden gelen sesi duyuluyordu. "Bu gece burada kalacağız.” Kıza baktım.
"Nasılsın?” "İyiyim," diye cevap verdi ama acı çektiği besbelliydi. Ellerini nereye
koyacağını bilemiyordu, yarasını tutmaya kalkıp sonra vazgeçti. Birden onu teselli etmek
için bir istek duydum. “Neden beni kurtardın?" diye sordu.
Kız ilk kez gülümsedi ama bakışlarında inanılmaz derin bir tedbirlilik vardı. Her bir
sözümü dinleyip analiz ediyor gibi görünüyordu. Bana güvenmiyordu. "Çok büyük para
yatırdın, değil mi? O konuda üzgünüm. Beni kızdırdı.” Duruşunu değiştirdi. "Sanırım
Kaede dostun değildi."
"Alta ve Winter'ın kıyısında bir barda çatışıyor. Yeni tanıştığım biriydi sadece."
Tess gülüp bana tam olarak ne anlama geldiğini çıkaramadığım bir bakış attı. “Şirin
kızlarla tanışmayı seviyor."
Kaşlarımı çattım. “Dilini tut, kuzen. Bir gün içinde ölümle yeterince yüz yüze gelmedin
mi?"
Tess başını salladı, yüzünde ufak bir gülümseme vardı. "Gidip biraz su getireyim." Ayağa
fırlayıp merdivenlerden suyun kenarına gittiğinde, Kız’ın yanına oturdum ve elim
yanlışlıkla beline değdi. Nefesi kesildi; onu incitmekten korkup uzaklaştım.
"Eğer enfekte olmazsa hemen iyileşecektir. Ama birkaç gün dinlensen iyi olur. Bizimle
kalabilirsin."
Kız omuz silkti. “Teşekkürler. Kendimi daha iyi hissettiğimde Kaede’nin peşine
düşeceğim."
Arkama yaslanıp kızın yüzünü inceledim. Bu bölgede gördüğüm diğer kızlardan biraz
daha açık tenli ve azalan ışıkta altın parıltılar saçan iri, koyu renk gözleri vardı. Ne
olduğunu çözemiyordum -ki burada pek de sıradışı sayılmazdı-, belki de doğma büyüme
buralıydı ya da beyazdı. Veya başka bir şeydi. Skiz dövüşü sırasında olduğu gibi
dikkatimi dağıtan bir sevimliliği vardı. Hayır, doğru kelime sevimli değildi. Güzeldi.
Sadece bu değil, bana birini hatırlatıyordu. Belki de gözlerindeki ifadedendi, hem
serinkanlı bir mantık hem de ateşli bir asilik... Yanaklarımın yandığını hissettim ve
hemen başka tarafa baktım, iyi ki hava kararıyordu. Belki de ona yardım etmemeliydim.
Çok dikkat dağıtıcıydı. Şu anda tek düşünebildiğim, onu bir kere öpüp elimi siyah
saçlarından geçirebilmek için neler verebileceğimdi.
Bir süre sonra, "Pekâlâ, kız," dedim, "bugünkü yardımın için teşekkürler. Yani Tess için.
Böyle dövüşmeyi nerede öğrendin? Kaede’nin kolunu hiç zorlanmadan kırdın."
Kız duraksadı. Gözümün ucuyla beni izlediğini görebiliyordum. Ona döndüm, suyu
izliyormuş gibi yaptı, sanki onu bakarken yakaladığım için utanmış gibiydi. Farkında
olmadan yanına dokundu ve sanki alışkanlığıymış gibi dilini şaklattı. "Batalla'nın
çevresinde çok takılıyorum. Askerî okul öğrencilerini çalışırken izlemeyi severim.” "Vay
canına, büyük risk alıyorsun. Fakat dövüşme şeklin çok etkileyici. Eminim tek başına iyi
idare ediyorsundur.”
Kız güldü. "Bugün tek başıma ne kadar iyi idare edebildiğimi gördün.” Başını sallayınca
atkuyruğu toplanmış saçı sallandı. "Skiz dövüşünü hiç izlememeliydim bile ama ne
diyeyim? Arkadaşının yardımıma ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.” Sonra da bakışlarını
bana çevirdi. O dikkatli ifade hâlâ yüzünü kaplıyordu. "Peki ya sen? Sen de seyircilerin
arasında miydin?”
"Hayır. Tess onların arasındaydı çünkü aksiyonu yakından görmeyi sever, bir de uzağı
pek iyi göremez. Bense uzaktan izlemeyi severim."
Bir an durdum. “Evet, öyle bir şey. Toz bombamla aslında Tess'i kurtarmak istiyordum."
Kız bir kaşını kaldırdı. Dudakları kıvrılıp gülümsemeye başlarken onu izledim. "Çok
yardımseversin,” dedi. "Burada yaşayan herkes toz bombası yapmayı bilir mi?”
Çok olduğunu belirtircesine elimi salladım. "Tabii, çocuklar bile bilir. Kolay bir şey."
Ona baktım. "Sanırım Lake bölgesinden değilsin.”
Kız hayır anlamında kafasını salladı. “Tanagashi bölgesi. Yani eskiden orada
yaşıyordum."
"Tanagashi oldukça uzakta. O kadar yolu bir Skiz dövüşü izlemek için mi geldin?"
"Tabii ki hayır.” Kız arkasına yaslanıp dikkatlice uzandı. Sargısının orta kısmının koyu
bir kırmızıya dönüşmekte olduğunu gördüm. "Sokaklarda çöp karıştırıyorum. Birçok yeri
geziyorum."
"Lake bu sıralar güvenli değil,” dedim. Balkonun köşesinde bir parça turkuaz renk
gözüme çarptı. Yerdeki bir çatlaktan küçük bir demet papatya bitmiş. Annemin en
sevdiği. "Burada vebaya yakalanabilirsin."
Kız sanki bilmediğim bir şey biliyor gibi bana gülümsedi. Keşke bana kimi hatırlattığını
çözebilseydim. "Endişelenme," dedi. "Kızgın değilken dikkatliyimdir.”
Sonunda akşam olup da kız düzensiz bir uykuya dalınca Tess’e onunla kalmasını
söyledim ki gizlice ailemi kontrol etmeye gidebileyim. Tess buna sevindi. Lake'in veba
bulaşmış bölgelerine gitmek onu hep tedirgin eder ve her seferinde sanki vebanın derisine
yayıldığını hissedebiliyormuş gibi kollarını kaşıyarak dönerdi.
Kolumun içine bir demet papatyayı, cebime de ne olur ne olmaz diye birkaç not tıktım.
Tess gitmeden önce herhangi bir yerde parmak izi bırakmayayım diye ellerimi sarmama
yardım etti.
Hava şaşılacak kadar serindi. Sokaklarda veba devriyeleri yoktu, sadece arada sırada
geçen arabaların ve JumboTron reklamlarının uzaktan gelen sesleri vardı. Kapımızdaki
garip X hâlâ orada her zamanki gibi göze çarpıyordu. Hatta askerlerin en az bir kere eve
geri geldiklerinden emindim, çünkü X parlak ve boyası tazeydi. Bölgeyi bir kere daha
kontrol etmiş olmalılardı. Kapımızı işaretlemelerine sebep olan şey her neyse demek ki
hâlâ buralardaydı. Evimizin yakınındaki gölgelerde arka bahçemizin köhne çitlerinin
arasından içeriyi görebilecek kadar yakında bekliyordum.
Kimsenin sokakta devriye gezmediğine emin olduğumda, gölgelerin içinden eve yaklaşıp
sundurmanın altına açılan kırık bir tahta döşemeye doğru süründüm. Döşemeyi kenara
aldım. Sonra da karanlık, rutubet kokan gediğe girip arkamdan tahtayı yerine koydum.
Üsteki odaların döşeme aralıklarından ışık huzmeleri geliyordu. Annemin arka kısımdaki
yatak odasından gelen sesini duyabiliyordum. Oraya doğru yürüdüm, yatak odasının
havalandırmasının yanına çömelip içeri baktım.
Annemin sesini tekrar duydum, bu sefer anlaşılabilir geliyordu sesi, "ikimiz de henüz
hastalanmadık,” dedi. John tekrar gözlerini yatağa çevirdi. "Bulaşıcı değil gibi
görünüyor. Eden’ın teni de hâlâ iyi durumda. Kanama yok.”
John, "Henüz yok,” diye cevap verdi. "Kendimizi en kötü ihtimale hazırlamalıyız, anne.
Ya Eden...”
Annemin sesi keskindi. “Bu evde öyle şeyler söylenmeyecek, John.” '
“Bastırıcılardan daha fazlasına ihtiyacı var. Onları bize veren kişi çok iyiliksevermiş ama
yetmiyor işte.” John başını sallayıp ayağa kalktı. Şimdi bile, hatta özellikle şimdi,
annemin nerede olduğumu öğrenmemesi gerekiyordu. Yataktan uzaklaşınca, Edenin
sıcağa rağmen çenesine kadar çekilmiş bir battaniyeyle yattığını gördürn. Cildi terden
parlıyordu. Rengi de tuhaf, solgun, hastalıklı bir yeşildi. Böyle belirtileri olan başka bir
veba türü hatırlamıyordum. Boğazım düğümlendi.
Yatak odası hiç değişmemişti, içindeki az sayıda eşya eski ama hâlâ rahattı. Odada
Eden’ın üzerinde yattığı eski püskü divan, yanında da üzerine eskiden bir şeyler
karaladığım, çiziklerle dolu çekmece dolabı vardı. Duvarda olması zorunlu Seçmen
portresi, etrafında da fotoğraflarımızdan birkaçı asılıydı, sanki o ailemizin bir üyesiymiş
gibi. Yatak odası bunlardan ibaretti. Eden daha bebekken John'la birlikte ellerinden tutup
onu odanın bir ucundan diğer ucuna yürütürdük. Kendi başına yürüyebildiğinde John ve
annem ellerini coşkuyla birbirine çakardı.
Şimdi annemin gölgesinin odanın ortasında durduğunu gördüm, hiçbir şey demiyordu.
Kambur sırtını, ellerini başına koyuşunu, cesur yüzünün sonunda solduğunu hayal
edebiliyordum.
John ofladı. Üstümde adım sesleri yankılandı, anneme sarılmak için odayı geçtiğini
biliyordum. "Eden iyileşecek. Belki bu virüs daha az tehlikelidir, belki kendiliğinden
iyileşir.” Duraksadı. “Gidip çorba için malzeme var mı bir bakayım." Odadan çıktığını
duydum.
John eminim ki buhar fabrikasında çalışmaktan nefret ediyordu ama en azından evden
çıkıp bir süreliğine kafasını dağıtacak bir şeylerle uğraşabiliyordu. Şimdi Eden'a hiçbir
şekilde yardım edemeden burada tıkılıp kalmak onu öldürüyor olmalıydı. Altımdaki
gevşek toprağı avuçlayıp yumruğumu sıktım. Keşke hastanede veba ilacı bulunsaydı.
Biraz sonra annemin odanın öbür ucuna yürüyüp Eden'ın yalağına oturduğunu gördüm.
Elleri yine sargılar içindeydi. Kulağına rahatlatıcı bir şeyler fısıldadı ve öne eğilip
saçlarını yüzünden aldı. Gözlerimi kapadım. Zihnimde yüzünü canlandırdım, yumuşak,
güzel ve endişeli halini. Açık mavi gözlerini, pembe, gülümseyen dudaklarını. Annem
beni de eskiden yatağıma yatırırdı, örtülerimi düzeltip tatlı rüyalar derdi. Şimdi Eden'a
neler fısıldıyor merak ediyordum. Aniden ona olan özlemim dayanılmaz bir hale geldi.
Buradan çıkıp kapımızı çalmak istedim. Toprağa yumruğumu daha da sertçe geçirdim.
Yapamazdım. Çok riskliydi. Seni kurtarmanın bir yolunu bulacağım, Eden, söz
veriyorum. Para kazanmak için daha güvenilir bir yol bulmak yerine gidip bir Skiz
dövüşüne bu kadar çok para yatırdığım için kendime küfrettim.
Papatyaların gerisinde toprakta kırmızı bir şey gözüme çarptı. Kaşlarımı çatıp daha iyi
bakabilmek için toprağı üstünden silkeledim. Bir işaret vardı, bütün bu taşın toprağın
altına yazılmış bir şey. Bir sayıydı bu, gölün kıyısında Tess’le birlikte gördüğümüzün
aynısı fakat bu sefer yazan rakam farklıydı: 2544
Küçükken kardeşlerimle saklambaç oynarken gelip buraya saklanırdım. Fakat daha önce
bunu gördüğümü hatırlamıyordum. Eğilip kulağımı yere dayadım.
Başta hiçbir şey yoktu. Daha sonra hafif bir ses duydum, bir vınlama; sonra da tıslama ve
çağıltı. Bir tür sıvı ya da buhar gibi. Muhtemelen aşağıda bir boru hattı vardı, göle kadar
giden bir düzenek. Belki de bütün bölgede vardı bu. Toprağı biraz daha süpürdüm ama
başka bir kelime ya da işarete rastlamadım. Sayı zamanla eskimiş gibi duruyordu,
üzerindeki boya pul pul aşınmıştı.
Biraz daha burada durup sayıyı sessizce inceledim. Yatak odasındaki havalandırmadan
son bir kez daha baktım, sonra da sundurmanın altından çıkıp gölgelere karıştım ve şehre
geri döndüm.
JUNE
Beni kurtaran çocuğun odanın köşesinde oturduğunu bir dakika sonra fark
ettim, ayaklarını balkondan sallamış, suya bakıyordu. Utancımı gizlemek
zorundaydım. Normalde yaralı olmasam böyle bir detayı asla kaçırmazdım.
Dün gece bir yere gitmişti. Sürekli uyuyup uyanırken gittiği yönü aklıma
yazdım (güneye, Birlik İstasyonuna doğru gitti).
Bana dönüp, “Umarım yemek yemeden önce birkaç saat beklemek senin için
sorun olmaz,” dedi. Eski kasketini takmıştı ama altından fırlayan altın sarısı
saçının birkaç telini görebiliyordum. “Skiz bahsini kaybettik, bu yüzden şu
anda yemek için paramız yok.”
“inebilirim.” Gülümsedim.
“Ama eğer beni suyun yüzeyinde bilincimi kaybetmiş bir halde görürsen o
zaman lütfen gel, beni al.”
Binanın basamakları eskiden kesinlikle bir merdivene aitti ama artık dışa açık
halde öylece duruyorlardı. Ayağa kalkıp basamaklardan birer birer
topalladım, kayıp suya düşmemek için dikkat ederek indim. Tess dün gece
her ne yaptıysa işe yaramış gibi görünüyordu. Yan tarafım hâlâ acıyor olsa
da, en azından acı azalmıştı ve dünden daha az çaba göstererek
yürüyebiliyordum. Merdivenin sonuna beklediğimden daha çabuk indim.
Tess bana Metias’ı ve göreve başlayacağı gün benimle nasıl ilgilenip
sağlığıma geri kavuşturduğunu hatırlattı.
Doğudan yükselen güneş, bütün gölü bulanık bir altın rengine boyamaya
yetecek kadar yüksekteydi ve gölü Pasifik Okyanusundan ayıran ince kara
parçasını görebiliyordum. Binanın tam deniz seviyesinde yer alan en alt
katına indim. Bu kattaki bütün duvarlar çökmüştü, bu yüzden binanın
kenarına doğruca yürüyüp ayaklarımı suya daldırabildim. Derinlere
baktığımda bu eski kütüphanenin bir sürü katı olduğunu gördüm. (Kıyıdaki
binaların duruşuna ve toprağın kıyı çizgisinden bu yana eğimine bakacak
olursak on beş katlı olabilirdi. Yaklaşık altı katı suyun altında kalıyor
olmalıydı.)
Tess ve çocuk binanın tepesinde, benden birkaç kat yukarıda oturuyorlardı,
duyma mesafesinden oldukça uzaktaydılar. Ufka bakıp dilimi şaklattım,
mikrofon açıldı. Kulaklığımdan statik cızırtısı geldi. Bir saniye sonra, tanıdık
bir ses duydum. Thomas, “Bayan Iparis?” dedi.
Thomas, “Sence Day mi?” diye sordu. “Day gidip insanları kurtaracak birine
benzemiyor.”
Day'in geçmişte işlediği suçların çoğunda insanları kurtardığı da olmuştu.
Metias hariç hepsi. Derin bir nefes aldım. “Hayır, sanmıyorum.” Sesimi
neredeyse duyulmayacak bir fısıltıya dönüşene kadar alçalttım. Thomas’a
şimdilik çılgınca tahminlerde bulunmamak en iyisiydi, yoksa silahına
davranıp arkamdan ekip gönderebilirdi. Eğer elimizde gösterecek hiçbir şey
olmadan böyle masraflı bir işe kalkışırsak Komutan Jameson beni
devriyesinden hemen atardı. Ayrıca bu ikisi başımı ciddi bir beladan
kurtarmıştı. “Ama Day hakkında bir şeyler biliyor olabilirler.”
Thomas bir an sustu. Arka plandan gelen sesler duyuyordum, biraz daha
statik geldi ve Komutan Jameson ile onun sesini duydum. Yaralanmamdan
bahsedip beni burada yalnız başıma bırakmanın güvenli olup olmadığını
soruyor olmalıydı. Sinirle ofladım. Sanki daha önce hiç yaralanmadım.
Birkaç dakika sonra yeniden konuşmaya başladı. “Dikkatli ol o halde.”
Thomas bir an duraksadı. “Komutan Jameson, yaraların seni çok rahatsız
etmiyorsa görevine devam etmeni söylüyor. Kendisi şu anda devriyelerle
ilgileniyor. Ama seni uyarıyorum. Mikrofon bağlantını birkaç saatten fazla
kesersen, kimliğin ortaya çıksa da çıkmasa da asker göndereceğim. Anladın
mı?”
Bütün gün Los Angeles’ın Alta bölgesinde kurtarıcımı takip ederken onu
gözlemledim. Ne kadar küçük olursa olsun her ayrıntıyı aklıma yazdım.
Mesela sol bacağını daha çok kullanıyordu. O kadar hafif topallıyordu ki
Tess’in yanında yürürken belli olmuyordu. Otururken ya da ayağa kalkmak
üzere dizini kırarken bir an duraklıyordu. Bu ya tam olarak hiç iyileşememiş
bir sakatlanma ya da yeni olmuş küçük bir şeydi. Kötü bir şekilde düşmüş
olabilirdi.
Tess bana baktı, gözleri yeniden odaklandı. “Hımm. Neyi nasıl yapıyorum?”
Topalladığını fark ettiğimi anladı. “Yok. Bu çok uzun süre önce oldu.”
Tereddüt etti, sonra da bu konu hakkında daha fazla konuşmamaya karar
verdi. “Senin yaran iyileşiyor mu bari?”
Elimi umursamazca salladım. “Önemli bir şey değil. Ama bunu söylerken
bile dişlerimi sıkıyordum. Bütün gün yürümek çok iyi geldi diyemezdim, acı
saman alevi gibi yayılıyordu.
“Hareket etme,” diye mırıldandı. Sonra da bıçağı tenim ile sacının arasına
getirip bezi yırttı. İrkildim. Sargıyı yaramdan kaldırıp aldı.
Sonra hemen gözlerini yaraya çevirdi. Çalışırken elleri belime değdi. Onun
yanaklarının da pembeleştiğini fark ettim. O da en az benim kadar kızarmıştı.
Sonunda sargıyı sıkılaştırdı, gömleğimi yerine soktu ve geri çekildi.
Yanımdaki duvara yaslanıp kollarını dizlerine koydu. “Yoruldun mu?”
Başımı salladım. Gözlerim birkaç kat yukarıda asılı duran giysilere ilişti.
Eğer sargımız biterse yenilerini buradan alabilirdim. Bir süre bekleyip,
“Sanırım sizden bir gün sonra ayrılabilirim,” dedim. “Sizi yavaşlattığımın
farkındayım.” Fakat bu sözler daha ağzımdan çıkarken bir pişmanlık dalgası
hissettim. İlginçti. Onlardan bu kadar erken ayrılmak istemiyordum. Tess ve
bu çocukla birlikte takılmak nedense içimi rahadatıyordu, sanki Metias’ın
eksikliği henüz beni umursayan insanlardan tamamen ayırmamış gibi.
Bir an bile duraksamadı. “Sen bilirsin.” Bunu dedikten sonra da başını duvara
dayadı, iç çekip gözlerini kapadı. Onu izlemeye devam ettim, muhteşem
gözlerini tekrar açıp dünyaya göstermesini bekledim. Ama açmadı. Bir süre
sonra nefes alış verişinin düzene girdiğini ve başının düştüğünü görüp
uykuya daldığını anladım.
Ne kadar yanlış bir davranış olursa olsun, yine de bir yanım hâlâ onu öpmek istiyordu. Bu
kız bir kilometre öteden herhangi bir detayı fark edebiliyordu. "Şu binanın üçüncü
katındaki pencerenin kepenkleri zengin bir bölgeden çalınmış olmalı. Sağlam kiraz
kerestesi.” Bir bıçakla ve tek bir atışta başında kimsenin bulunmadığı bir tezgâhtan bir
sosisliyi şişleyebiliyordu. Bana sorduğu her soruda ve yaptığı her gözlemde zekâsını
görebiliyordum. Aynı zamanda onu tanıdığım diğer insanların çoğundan tamamen farklı
kılan bir masumiyeti vardı. Küçümser veya bezgin değildi. Sokaklar onu kıramamış, daha
da güçlendirmişti.
Benim gibi.
Sabah boyu para kazanabileceğimiz başka fırsatlar aradık -parasını çalabileceğimiz saf
polisler, çöp kutularında bulduğumuz satılabilecek şeyler, kimsenin başında durmadığı
iskele kasaları- ve işimiz bitince, gece için yeni bir kamp noktası bulduk. Düşüncelerimi
Eden’a, çok geç olmadan toplamam gereken paraya odaklamaya çalışıyordum ama aklıma
onun yerine Cumhuriyet'in savaş harekâtlarını mahvetmek için yeni yollar geliyordu. Bir
hava gemisine gizlice binebilir, değerli benzinini çalıp sonra da onu pazarda satabilir ya da
ihtiyacı olanlara dağıtabilirdim. Daha cepheye varamadan bir hava gemisinin tamamını yok
edebilirdim. Ya da Batalla'nın veya havaalanı üslerinin elektrik hatlarını hedef alarak
elektriklerini kesip onları kapatabilirdim. Bu düşünceler aklımı oyalıyordu.
Ancak arada sırada kızla birbirimize baktığımızda ya da onun bana baktığını hissettiğimde
çaresizce yine onu düşünmeye başlıyordum.
JUNE
İyi bir ruh hali içerisindeydi. Bana, “Bir yudum ister misin?” diye sordu. Aramızda bir
şişe meyve şarabı vardı. Ucuz bir şeydi, büyük ihtimalle okyanus suyunda
yetişen yavan deniz üzümlerinden yapılmıştı. Ama çocuk sanki bu şarap
dünyadaki en harika şeymiş gibi içiyordu. Erkenden gidip Winter
bölgesindeki bir dükkândan bir kasa şişeyi çalıp akşam olana kadar bu şişe
hariç hepsini 650 Not gibi büyük bir meblağa satmıştı. Bölgelerin arasında
böyle rahatlıkla yolunu bulabilmesi beni hep şaşırtıyordu. Atikliği Drake’teki
en iyi öğrencilerle eş seviyedeydi.
“Eğer sen içiyorsan ben de alırım,” dedim. “Çalıntı mallarının boşa gitmesine göz
yumamayız, değil mi?”
Bunu duyunca sırıttı. Bıçağını şişenin mantarına saplayışını, mantarı çıkarıp büyük bir
yudum almak için şişeyi kafasına dikişini izledim. Başparmağıyla ağzını silip gülümsedi.
“Nefis,” dedi. “Sen de iç biraz.”
Şişeyi alıp küçük bir yudum aldım ve ona geri verdim. Ağızda tuzlu bir tat bırakıyordu,
tıpkı düşündüğüm gibi. Belki en azından yan tarafımdaki acıyı azaltırdı.
Sırayla içmeye devam ettik -o kocaman, bense ufak yudumlarla-ta ki mantarı yerine
geçirene kadar, farkındalığını azalttığını hissettiği an içmeyi bırakıyor gibi görünüyordu.
Öyle bile olsa gözleri daha da parlak görünüyordu ve mavi irislerine tatlı bir parıltı düştü.
“Sorularımı hep kendi sorularınla cevaplamak hoşuna mı gidiyor?” Yine güldü. Ama tekrar
konuşmaya başladığında sesinin tonu değişmişti; biraz üzgün çıkıyordu. “Para dünyadaki
en önemli şeydir, tamam mı? Parayla mutluluğu satın alabilirsin, başka kimsenin ne dediği
umurumda değildir. Parayla rahatlığı, statüyü, dostları, güvenliği... her şeye sahip
olabilirsin.”
Gözlerinin uzaklara dalmasını izledim. “Sanki kısa sürede çok para biriktirmek için acelen
varmış gibisin.”
Bu sefer bana eğleniyormuş gibi bir bakış attı. “Neden olmayayım? Sen de herhalde benim
kadar sokaklarda yaşadın. Bunun cevabım biliyor olmalısın, değil mi?”
Çocuk konuşmaya başladı. Sesi öyle yumuşaktı ki ona bakmadan edemiyordum. “Daha
önce bunu sana söyleyen oldu mu, bilmiyorum,” diye başladı. Yüzü kızarmıyor ya
da gözlerini başka bir yöne çevirmiyordu. Bunun yerine kendimi bir çift
okyanusa bakarken buldum; biri mükemmeldi, diğeriyse o küçük çizikle
lekelenmişti. “Çok çekicisin.” Daha önce de görünüşüme iltifat edenler
olmuştu. Ama hiçbiri böylesi bir ses tonuyla değildi. Söylediği onca sözün
içinde beni bu kadar hazırlıksız yakalayan şey neden buydu, bilemedim.
Fakat o kadar şaşırdım ki düşünmeden sözcükleri ağzımdan kaçırıverdim:
“Ben de senin için aynı şeyi söyleyebilirim.” Durdum. “Bilmiyorsan diye
söylüyorum.”
Yüzüne yavaşça bir sırıtış yayıldı. “Ah, inan bana, biliyorum.” Güldüm. “Dürüstçe bir şey
duymak güzel.” Gözlerinden kendimi alamıyordum. Sonunda, “Bence çok şarap içtin,
dostum,” diye eklemeyi başardım. Olabildiğince hafif bir şekilde konuşmaya çalışıyordum.
“Biraz uyku sana iyi gelecektir.”
Daha kelimeler ağzımdan tam olarak dökülmeden çocuk yaklaşıp elini yanağıma koydu.
Aldığım bütün eğitimle bu eli bloke edip yere yapıştırmalıydım. Ancak hareket etmeden
öylece durmaktan başka bir şey yapamadım. Beni kendine çekti. Dudaklarını dudaklarıma
yapıştırmadan önce nefesimi içime çektim.
Dudaklarındaki şarabın tadını alıyordum. Başta yavaşça öptü, sonra sanki daha fazlasına
ulaşmak istercesine beni duvara itip daha da sertçe öpmeye başladı. Dudakları sıcak ve çok
yumuşaktı; saçları yüzüme değiyordu. Odaklanmaya çalıştım. (Bu onun için bir ilk değildi.
Kesinlikle başka kızları da öpmüştü, hem de çok fazla. Ama nefesi kesilmiş gibi
görünüyordu...) Ayrıntılar uçup gidiyordu. Onlara boşu boşuna tutmaya çalıştım. Benim de
onu aynı açlıkla öptüğümü fark etmem biraz zaman aldı. Belindeki bıçağı tenimde hissedip
titredim. Burası fazla sıcaktı, yüzüm çok fazla ısınmıştı.
Önce o geri çekildi. Afallamış bir sessizlik içinde birbirimize baktık, sanki ikimiz de biraz
önce neler olduğunu anlamamıştık.
Kısa bir süre sonra serinkanlılığını yeniden kazandı, ben de toparlanmak için çırpınırken
yanımdaki duvara yaslanıp iç çekti. “Özür dilerim,” diye mırıldandı. Muzip bir bakış attı.
“Dayanamadım. Ama en azından şimdi aradan çıkmış oldu.”
Ona biraz daha baktım, konuşamıyordum. Zihnim bana düşüncelerimi toparlamam için
çığlıklar atıyordu. O da bakışlarıma karşılık verdi. Sonra sanki insanda nasıl bir etki
bıraktığını biliyormuş gibi gülümsedi ve başka yere döndü. Tekrar nefes almaya başladım.
İşte tam o anda aklımı tamamen yerine geri getiren bir hareket gördüm: çocuk
uyumak için uzanmadan önce boynundaki bir şeyi tutmaya çalıştı. Bunu
bilinçdışı bir şekilde yaptığı o kadar belliydi ki. Boynuna bakınca orada
hiçbir şey olmadığını gördüm. Eskiden orada olan bir kolyeyi tutmaya
çalışmıştı, eskiden orada olan bir ipliği ya da zinciri.
Ve o anda, mide bulandırıcı bir duyguyla cebimdeki kolye aklıma geldi. Day’in kolyesi.
DAY
Sokağın karşısındaki gölgelerin içinde bir şey hareket etti. Bir saniye durup gecenin içine
gözlerimi kısarak baktım. Hiçbir şey yoktu. Kafamı eğip sundurmanın içine emekleyerek
girdim.
John mutfakta çorba gibi bir şey ısıtıyordu. Cırcır böceği sesine benzer bir ıslık çaldım üç
kere; John bunu duyup arkasını dönene kadar birkaç kere denedim. Sonra sundurmadan
çıkıp kardeşimle karanlıkta buluştuğumuz evin arka kapısına doğru gittim.
"1600 Notum var,” diye fısıldadım. Ona keseyi gösterdim. "İlaç için yeterli sayılır. Eden
nasıl?”
John başını salladı. Yüzündeki kaygılı ifade sinirlerimi bozdu çünkü onun içimizdeki en
dayanıklı kişi olmasını bekliyordum. "İyi değil,” dedi. "Daha da kilo kaybetti. Ama hâlâ
uyanık ve bizi tanıyor. Sanırım birkaç haftası daha var.”
"Dikkatlisin değil mi?” diye sordu. Karanlıkta ikiz gibi görünüyorduk. Aynı saçlar, aynı
gözler. Aynı ifade. "Gereksiz yere tehlikeye girmeni istemiyorum. Sana yardım etmemin
bir yolu varsa söyle. Belki ben de seninle gizlice dışarı çıkıp...”
Kaşlarımı çattım. "Saçma sapan konuşma. Eğer askerler seni yakalarsa hepiniz ölürsünüz.
Bunu biliyorsun.” John'un yüzündeki hüsran, yardımını bu kadar çabuk geri çevirdiğim için
suçlu hissettirdi. "Bu şekilde daha hızlı hareket edebiliyorum. Cidden. Dışarıda para
bulmaya sadece birimizin gitmesi daha iyi. Eğer ölürsen anneme hiçbir faydan
dokunmaz.’’
Söyleyecek daha fazla şeyi olduğunu bilmeme rağmen onaylarcasına başını salladı. Arkamı
dönerek söyleyeceklerinden kaçmaya çalıştım. "Gitmem gerekiyor," dedim. "Yakında
görüşürüz.”
JUNE
“Thomas,” diye fısıldadım. “Onu buldum.” Thomas cevap verene kadar tam
bir dakika parazit sesini dinledim. Tekrar konuşmaya başladığında sesi garip
bir şekilde bağlantısız geliyordu. “Tekrar edebilir misin, Bayan Iparis?”
“Evet.”
“Yarın hastane araçları eve gelecek Evdekileri Merkez Hastanesine
götüreceğiz.”
Nefes alabilmek için bir süre gözlerim açık halde, sessizce yattım. Rüya hâlâ
aklıma kazınmış haldeydi. Kafamı dağıtmak için siren sesine odaklandım.
Daha sonra duymakta olduğum şeyin normal polis sireni olmadığını fark
ettim. Bu, yaralı askerleri hastaneye taşımak için kullanılan askerî hastane
araçların sesine benziyordu. Sirenin sesi diğerlerininkinden daha yüksek ve
inceydi çünkü askerî hastane araçları öncelikliydi.
Ama Los Angeles'a yaralı asker getirilmezdi, onlar cephenin sınırında tedavi
edilirdi. Bu araçların bir başka görevi de, daha iyi acil müdahale ekipmanına
sahip oldukları için özel veba vakalarını laboratuvarlara götürmekti.
"Günaydın,” dedim ona. Gözlerim dudaklarına gitti. Onu dün gece gerçekten
öpmüş müydüm? Yüzüme bakmıyordu. İfadesi değişmedi. "Evinizin kapısını
işaretlediler, değil mi?”
Tess ona şaşırmış bir halde baktı. Ona nasıl cevap vereceğimi bilemeden sessizce baktım.
Tess dışında biri ilk kez ailemden bahsediyordu.
"Beni dün gece takip ettin.” Kendime kızgın olmam gerektiğini söyledim ama kafa
karışıklığından başka bir şey hissedemiyordum. Beni meraktan takip etmiş olmalıydı. Bu
kadar sessizce beni takip edebilmesi karşısında hayrete düştüm. Ama bu sabah onda farklı
bir şeyler vardı. Dün gece o da hislerime karşılık veriyordu ama bugün bana uzaktı, kendini
geri çekiyordu. Onu kızdıracak bir şey mi yapmıştım?,. Gözlerimin içine baktı. "Parayı bu
yüzden mi biriktiriyordun? Veba ilacı için mi?”
Beni sınıyordu ama sebebini bilmiyordum. "Evet, bunun senin için ne önemi var ki?"
"Çok geç kaldın,” dedi. "Çünkü bugün veba devriyesi aileni almaya geliyor. Onları
götürecekler.”
JUNE
Tess git gide artan bir korkuyla gidişini izledi. “Hadi, onu takip edelim!” diye bağırdı.
Ayağa fırlayıp elimi tuttu. “Yardımımıza ihtiyacı olabilir.”
“Olmaz,” diye çıkıştım. “Sen burada bekle. Ben onu takip ederim. Ortalarda görünme ve
sessiz ol, biri seni almaya gelecek.”
Sokaktan çıkarken Tess’in cevap vermesini beklemedim. Omzumdan geriye doğru bakınca
Tess’in arkamdan kocaman gözlerini bana odaklamış olduğunu gördüm. Önüme döndüm.
Onu bu işin dışında tutmak en iyisiydi. Eğer bugün Day’i tutuklarsak ona ne olacak? Dilimi
şaklatıp mikrofonumu açtım. Bir anlığına statik kulağımı tırmaladı. Sonra Thomas’ın sesini
duydum. “Konuş benimle,” dedi. “Neler oluyor? Neredesin?”
Thomas derin bir nefes aldı. “Tamam. Biz de yola çıktık Birazdan görüşürüz.”
“Ben söylemeden saldırıya geçmeyin, kimse zarar görmesin,” söze diye başladım ama
statik kesildi.
Sokaktan aşağı doğru koşuyordum, kesiğim isyan edercesine acıyordu. Day çok uzağa
gitmiş olamazdı; benden sadece yarım dakikalık mesafede öndeydi. Dün gece gittiği yönde
ilerliyordum, güneye, Birlik İstasyonuna doğru.
Tabii ki çok geçmeden Day’in eski şapkasını uzakta, kalabalığın arasında seçebildim.
Aptal çocuk! Hükümetten bu kadar kolay kaçabilmiş olman bir mucizeydi ama artık ailen
ve arkadaşların bu kadar risk altındayken kaçamazsın. Bir suçluya acımayacağım, diye
kendime hatırlattım sertçe. Sadece ödeşeceğiz.
DAY
Arada bir durup araçların hâlâ düşündüğüm yönde gittiklerine emin oldum.
Tabii ki doğrudan bizim mahalleye giden yolu izliyorlardı. Daha hızlı
koştum. Yanlışlıkla yaşlı bir adama çarptığımda bile durmadım. Tökezleyip
kaldırıma düştü. "Özür dilerim,” diye seslendim. Bana bağırdığını
duyabiliyordum ama arkaya bakamaya bile zamanım yoktu.
"Ne oldu?” Yüz ifademi görünce rengi soldu. "Burada ne işin var? Bana neler
olduğunu anlat.” Sesini dizginlemeye çalışıyordu ama bir şeylerin çok kötü
gittiğinin farkındaydı, aileme kendimi göstermeye zorlayacak kadar kötü hem
de.
"Daniel?" Elleriyle gözlerimin üzerindeki saçı kenara aldı. Bir anda yeniden
onun küçük oğlu olmuştum. "Benim Daniel'ım. Yaşıyorsun. Rüya mı
görüyorum?"
Eden acıyla inledi ve kafası yana düşüp John’un boynuna yaslandı. "İki
devreyi birbirine bağlayın," diye mırıldandı.
Başımı salladım. "Eğer kalırsam sizin için çok daha tehlikeli olur. İnan bana."
Gözlerim Eden'a bir masal anlatırken sesindeki korkuyu bastırmaya çalışan
anneme döndü. Sakinleştirici sesi ve yumuşak gülümsemesiyle küçükken
onun hep ne kadar sakin göründüğünü hatırladım. John'a başımı salladım.
“Hemen geri döneceğim.”
Yukarıda birinin kapıyı yumrukladığını duydum. “Veba devriyesi,” dedi bir
ses. “Açın kapıyı!”
Gevşek döşemeye fırladım, onu alıp yavaşça biraz öteye koydum ve dışarı
çıktım. Dikkatle yerine geri ittim. Evin çitleri görülmemi engelliyordu ama
çatlaklardan bakınca askerlerin kapının dışında beklediğini görebiliyordum.
Hızlı hareket etmem gerekiyordu. Şu anda birinin onlarla çatışmaya girmesini
beklemiyorlardı, özellikle de göremedikleri birinin. Sessizce evin arkasına
koştum, tuğlalardan birine ayağımı sağlam bir şekilde yerleştirip yukarı
atıldım. Çatının kenarından tutup üstüne savurdum kendimi.
Ve şimdi, aptallığımdan dolayı beni ve ailemi bulmuştu. Tess’i öldürmüş bile olabilirdi;
ona güvenmiştim, onu öpecek kadar ahmaktım. Hatta ona âşık olmuştum. Bu düşünce
öfkeyle içimi yaktı.
Evimizden bir çarpma gürültüsü geldi. Bağrışmalar ve çığlıklar duydum. Askerler onları
bulmuştu; döşemeleri kırıp onları yerden çıkardılar. Aşağı in! Neden çatıda saklanıyorsun?
Onlara yardım et!Ama bunu yapmam, sadece onların benimle bağlantısını ortaya çıkarırdı
ve böylelikle kaderleri belirlenmiş olurdu. Elim kolum bağlanmıştı.
Gaz maskeli iki asker evin arkasından çıktı, aralarına annemi almış yaka paça
götürüyorlardı. Hemen arkalarından onlara bağırıp annemi bırakmalarını söyleyen John’u
tutan askerler geldi. En son da bir çift hastane görevlisi geçti. Eden’ı bir sedyeye bağlamış,
hastane aracına doğru götürüyorlardı.
Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Cebimden Tess'in bana verdiği, hastaneye girdiğim
günden kalan üç gümüş kurşunu çıkardım. Kendi yaptığım sapana birini yerleştirdim. Bir
an için aklıma polis merkezine alevler içindeki kartopunu gönderen yedi yaşındaki halim
geldi. Sonra sapanı John’u tutan askerlerden birine doğrulttum, lastiği geriye çekip
bıraktım.
Kurşun boynunu o kadar şiddetle çizdi ki çarpmanın etkisiyle kan fışkırdı. Asker iki
büklüm olup çılgınca maskesini tutmaya çalıştı. Anında diğer polisler silahlarını çatıya
doğrulttular. Bacanın arkasında hareketsiz bir halde çömelerek bekledim.
Kız öne doğru çıktı. “Day." Sesi sokakta yankılandı. Aklımı kaçırıyor olmalıydım çünkü
sesinde merhamet duyuyordum. “Burada olduğunu ve neden buraya geldiğini biliyorum."
John ve anneme doğru işaret etti. Eden çoktan hastane aracına girmişti.
Artık annem bütün o JumboTron'larda gördüğü suçlunun ben olduğumu bilecekti. Ama
hiçbir şey demedim. Sapanıma bir kurşun daha koyup Kız'a doğrulttum.
"Ailenin güvende olmasını istiyorsun. Bunu anlıyorum,” diye devam etti. “Ben de ailemin
güvende olmasını istedim.”
Kızın sesi şimdi ısrarcı hatta yalvarır gibi çıkıyordu. "Şimdi sana kendi aileni kurtarma
şansı veriyorum. Teslim ol. Lütfen. Kimsenin canı yanmasın.”
Yanındaki askerlerden biri silahını yukarı doğrulttu. İçgüdüsel olarak elimdekini ona
çevirdim. Tam dizine isabet edip onu yere yapıştırdı.
Askerler beni kurşun yağmuruna tuttular. Bacanın arkasına sığındım. Kıvılcımlar etrafımı
sardı. Dişlerimi sıkıp gözlerimi kapadım; bu durumda yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Çaresizdim.
Ateşi kestiklerinde bacadan kafamı uzatıp Kız’ın hâlâ orada olduğunu gördüm. Komutanı
kollarını kavuşturdu. Kız yerinden oynamadı.
Sonra komutanın öne geldiğini gördüm. Kız itiraz edince onu kenara itti. "Orada sonsuza
kadar bekleyemezsin," diye bana bağırdı komutan. Sesi Kız’ınkinden çok daha soğuktu.
"Aileni ölüme terk etmeyeceğini de biliyorum."
Sessizliğim karşısında başını salladı. "Tamam, Iparis," dedi Kız'a. "Senin taktiğini denedik.
Şimdi de benimkini deneyelim.” Koyu saçlı yüzbaşıya dönüp bir kere başını salladı.
"Kadını öldür.”
Artık Day olduğunu öğrendiğim çocuk, askerler onun üzerine doğru giderken iç burkan bir
feryatla en yakındakinin üzerine atladı. Bir şekilde silahını almayı başardı ama başka bir
asker hemen silahı elinden düşürdü.
“Komutanım, hayır!” diye bağırdım fakat beni umursamadı. Aklımdan Metias geçti.
Bana dönüp kızgın bir şekilde, “Askerlerimi birer birer öldürmesine göz yumacak
değilim,” diye çıkıştı. Sonra da Day’in sol bacağını hedef alıp ateş etti. İrkildim. Kurşun
hedefini kaçırdı (diz kapağını hedef almıştı) ve baldırının dış kısmındaki ete isabet etti. Day
acı dolu bir çığlık atarak askerlerin oluşturduğu çemberin ortasına yığıldı. Şapkası
kafasından düştü. Sarı saçları dağıldı. Askerlerden biri sert bir tekmeyle onu bayılttı.
Ellerini kelepçeleyip gözlerini bağladılar ve ağzını tıkadılar, sonra da bekleyen araçlardan
birinin içine tıktılar. Bir süre sonra dikkatim evden çıkardığımız ikinci tutukluya döndü,
büyük ihtimalle Day’in kardeşi ya da kuzeni olan genç bir adam. Bize var gücüyle
bağırarak anlayamadığımız bir şeyler söylüyordu. Askerler onu da ikinci araca soktular.
Thomas bana maskesinin üzerinden onaylayan bir bakış attı ama Komutan Jameson sadece
kaşlarını çatıyordu. “Drake’te neden senin için baş belası dediklerini şimdi anlıyorum”
dedi. “Burası üniversite değil. Benim hareketlerimi sorgulayamazsın.”
Bir yanım özür dilemek istedi fakat bütün bu olanlar fazla gelmişti, çok kızgın, çok
heyecanlı ya da çok rahatlamış bir haldeydim. “Peki ya, planımız? Komutanım, kusura
bakmayın ama sivilleri öldürmekten bahsetmemiştiniz.”
Komutan Jameson bir kahkaha attı. “Ah, Iparis,” diye cevap verdi. “Eğer anlaşma yapmaya
kalksaydık bütün gece burada beklemek zorunda kalacaktık. Ne kadar hızlıca hallettik,
gördün mü? Hedefimizi çok daha çabuk ikna etti.” Başka yere döndü. “Fark etmez. Artık
jipe binebilirsin. Merkeze geri dön.” Eliyle hızlıca bir işaret yaptı ve Thomas emir verdi.
Diğer askerler tekrar eski düzenlerine girdi. Komutan en öndeki araca bindi.
Thomas yaklaştı ve bana dönüp şapkasına dokundu. “Tebrik ederim, June,” diyerek
gülümsedi. “Sanırım gerçekten başardın. Ne macera ama! Day’in suratındaki ifadeyi
gördün mü?”
Biraz önce bir insanı öldürdün. Thomas’a bakamıyordum. Ona emirleri nasıl bu kadar
tereddütsüzce yerine getirdiğini sormaya gücüm yetmedi. Gözlerim kadının kaldırımda
yattığı yere döndü. Sıhhiyeciler çoktan üç yaralı askerin etrafinı çevirmişti; onların
dikkatlice hastane aracına bindirilip merkeze götürüleceklerini biliyordum. Ama kadının
cansız bedeni yerde öylece yatıyor, kimse onunla ilgilenmiyordu, terk edilmişti. Sokaktaki
diğer evlerden çıkan birkaç kafa bize bakıyordu. Bazıları cesedi görüp çabucak evine girdi,
bazılarıysa bana ve Thomas’a ürkekçe bakıyordu, içimden küçük bir ses bu görüntü
karşısında mutlu olmamı, ağabeyimin ölümünün intikamını aldığım için neşeli olmamı
söyledi. Bekledim ancak nafile. Yumruklarımı sıkıp açtım. Kadının altında yayılmaya
başlayan kan gölü midemi bulandırmaya başladı.
Unutma, dedim kendi kendime, Metias'ı öldürdü. Day,Metias’ı öldürdü, Day, Metias’ı
öldürdü.
“Evet,” dedim Thomas’a. Sesim sanki bir başkasına aitmiş gibi çıkıyordu. “Sanırım
gerçekten başardım.”
BÖLÜM İKİ
IŞILDAYAN CAMI
PARAMPARÇA EDEN
KIZ
DAY
Yüzbaşının annemi vurduğu an kafamda tekrar tekrar canlanıyordu, aynı sahnede takılı
kalmış bir film gibi. Neden oradan çekilmediğini anlayamıyordum. Kaçmasını, eğilmesini,
herhangi bir şey yapmasını söylüyordum. Ama o kurşun isabet edene kadar
orada öylece durup yere düşüyordu. Yüzü bana dönüktü ama bu benim
suçum değildi. Olamazdı.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre sonra bulanıklık geçti. Ne kadar olmuştu acaba, dört
beş gün? Belki de bir ay olmuştu. Şu anda dört çelik duvar arasında, penceresiz küçük bir
odada olduğumu görüyordum. Askerler küçük, kasa kapısına benzer bir kapının iki yanında
nöbet tutuyorlardı. Yüzümü buruşturdum. Dilim çatlamış, kupkuruydu. Gözyaşlarım
yüzümde kurumuştu. Ellerim metalden kelepçe gibi bir şeyle sandalyenin arkasına sıkıca
bağlanmıştı ve bir saniye sonra da oturmakta olduğumu fark ettim. Saçım yüzüme şeritler
halinde düşmüştü. Yeleğim kan içindeydi. Aniden içimi bir korku kapladı: şapkam.
Kimliğim açığa çıkmıştı.
Sonra sol bacağımdaki acıyı hissettim. Bu, daha önce hissettiğim bütün acılardan daha
beterdi, o dizimin ilk kez kesildiği zamandan bile. Soğuk terler döküyordum, görüşümü
parıltılar kapladı. O an bir ağrı kesici, baldırımdaki yanmanın üzerine buz koymak ya da bir
kurşun daha sıkıp acıma son vermeleri için her şeyi yapabilirdim. Sana ihtiyacım var, Tess.
Neredesin?
Ancak eğilip bacağıma baktığımda kana bulanmış bandajlarla sıkıca sarılı olduğunu
gördüm.
Askerlerden biri uyandığımı fark etti. Elini kulağına bastırdı. "Uyandı, efendim.”
Birkaç dakika sonra -belki de saatler sonra- metal kapı açıldı ve annemin ölüm emrini
veren komutan içeri girdi. Pelerini de dâhil üniforması tam takım üzerindeydi, floresanın
altında üç ok bulunan gümüş rütbe nişanı parlıyordu. Elektrik. Bir hükümet binasındaydım.
Kapının diğer tarafındaki askerlere bir şeyler söyledi. Sonra da kapıyı savurarak kapattı ve
yüzünde bir gülümsemeyle başımda gezinmeye başladı.
Görüşümü kaplayan kızıl renk bacağımdaki acıdan dolayı mı, yoksa komutanın varlığına
duyduğum öfkeden miydi, bilemiyordum.
Komutan gelip sandalyemin önünde durdu, sonra da yüzüme doğru eğildi. “Sevgili
çocuğum," dedi. Sesinden eğlendiğini duyabiliyordum. "Bana uyandığını söylediklerinde
çok heyecanlandım. Gelip seni kendi gözlerimle görmek istedim. Şanslı olduğunu
bilmelisin; doktorlar, aile dediğin enfeksiyon kapmış grupla o kadar zaman geçirmene
rağmen vebaya yakalanmamış olduğunu söylediler.” Geri çekilip ona tükürdüm. Bu hareket
bile bacağımı dağlayan bir acıyla titretmeye yetmişti.
"Ne kadar güzel bir çocuksun sen.” Zehir dolu gülümsemesini görüyordum. "Bir suçlu
yaşamı sürmeyi seçmen ne kadar yazık. Kendi başına ünlü olabilirdin biliyor
musun, hele de böyle bir yüzle. Her yıl ücretsiz veba aşıları. Çok güzel olmaz
mıydı?"
Eğer bağlı olmasam şu anda yüzünü parçalayabilirdim. "Kardeşlerim nerede?” Sesim
boğuk ve çatlak çıktı. "Eden'a ne yaptınız?"
İfadesi değişmedi. Gözlerini bile kırpmadı. "Artık onları düşünmen gerekmiyor.” Birkaç
adım yaklaştı. Burada adımları kesin, ölçülüydü, şüphesiz Cumhuriyet’in elitlerine has bir
yürüyüştü bu. Sokaklarda bunu gizlemeyi oldukça iyi başarmıştı. Bundan dolayı daha da
öfkelendim.
“İşte yapacaklarımız, Bay Wing. Sana bir soru soracağım, sen de bana cevap vereceksin.
Kolay bir soruyla başlayalım. Kaç yaşındasın?”
Kız yere baktı, sonra da kemerinden bir silah çıkarıp suratıma geçirdi. Bir saniye boyunca
sadece kör edici beyaz bir ışık görebildim; ağzıma kan doldu. Bir klik sesi duydum, sonra
da şakağıma değen soğuk metali hissettim. “Yanlış cevap. Açık konuşayım. Bir yanlış
cevap daha verirsen, ağabeyin John'un çığlıklarını ta buradan duyabilmeni sağlarım. Bir
tane daha yanlış cevap verirsen küçük kardeşin Eden da aynı kaderi paylaşır.”
Silahını çekerken çıkan sesten silahın boş olduğunu anladım. Görünüşe göre sadece beni
tartaklamak istiyordu.
İleri atıldım ama kelepçeler ve sandalye beni engelledi. Bacağım acıdan mahvoldu.
Kimsenin üzerimde bu kadar güç sahibi olmasına alışık değildim. "Evet, içeriye zorla giren
bendim!” diye bağırdım. “Ama onu öldürmedim derken ciddiyim. Canını yaktım, itiraf
ediyorum, kaçmak zorundaydım, beni durdurmaya çalıştı. Ama en fazla bıçağımla omzunu
yaralamış olabilirim. Lütfen... sorularını cevaplayacağım. Şu ana kadar sorduğun her şeyin
cevabını verdim."
Kız tekrar bana baktı. "Omzunu yaralamaktan başka bir şey yapmış olamazsın demek.
Belki de tekrar bakmalıydın.” Gözlerinde derin bir öfke vardı, beni afallattı. Metias'la
karşılaştığım geceyi hatırlamaya çalıştım, onun bana silahını, benim de ona bıçağımı
doğrulttuğum anı. Ona isabet etti... omzuna geldi. Bundan emindim. Emin miydim ?
Bir an sonra askere durmasını söytedi. "Cumhuriyetin veri tabanına göre,” diye devam etti,
"Daniel Altan Wing beş yıl önce, çalışma kamplarından birinde çiçek hastalığından öldü.”
Hıh. Çalışma kamplarıymış. Evet, tabii; ayrıca Seçmen de her dönem adil seçimle başa
geliyordu zaten. Bu kız ya gerçekten bütün bu uydurmalara inanıyordu ya da benimle alay
ediyordu. Eski bir anı canlanmaya çalıştı içimde -gözlerimden birine enjekte edilen bir
iğne, soğuk metal bir sedye ve üstümde bir ışık- ama geldiği gibi gitti.
"Daniel öldü,” diye cevap verdim. "Onu çok uzun süre önce ardımda
bıraktım.”
“Sanırım o zaman sokaklarda suç işlemeye başlamıştın. Beş yıl önce.
Görünüşe göre yaptığın şeylerin yanına kâr kalmasına alışmışsın. Gardım
düşürmeye başlamışsın, değil mi? Daha önce hiç başka biri adına çalıştın mı?
Senin için çalışan kimse var mı? Vatanseverlerle bir ilişkin var mı?”
Başımı salladım. Aklıma çok korkunç bir soru geldi, sormaktan ölesiye korktuğum bir
soru. Tess’e ne yapmışlardı?
"Hayır. Beni aralarına almaya çalıştılar ama ben yalnız çalışmayı tercih
ederim."
"Çalışma kamplarından nasıl kaçtın? Cumhuriyet için çalışman gerekirken
Los Angeles sokaklarında terör estirmeye nasıl başladın?
Demek Cumhuriyet'in Deneme’de başarısız olan çocuklar hakkında
düşündüğü buydu. "Ne fark eder? Şu anda buradayım."
Bu sefer Kız’ın damarına dokunmuştum. Sandalyemi duvarın dibine kadar tekmeledi, sonra
da kafamı duvara geçirdi. Çarpmanın şiddetiyle gözümde yıldızlar uçuştu. "Nedenini
söyleyeyim," diye tısladı. "Eğer sen kaçmış olmasaydın, ağabeyim hayatta olurdu. Bundan
sonra çalışma kamplarına gönderilen pis sokak serserilerinin bir daha sistemden
kaçmadığından emin olmak istiyorum, böylece bunun gibi bir olay bir daha asla
yaşanmaz.”
Yüzüne bakarak güldüm. Bacağımdaki acı öfkemi daha da artırıyordu. "Hımm, tek endişen
bu demek? Deneme sınavına girip ölmekten kurtulan bir avuç kaçak, öyle mi? O on
yaşındaki çocuklar oldukça tehlikeli, ha? Bildiklerin yanlış diyorum sana. Ben senin
ağabeyini öldürmedim. Ama sen benim annemi öldürdün. Yaptığının silahı onun başına
doğrultmandan hiçbir farkı yoktu.”
Kız’ın yüzü sertleşti ama içinde bir şeyin bocaladığını görebiliyordum ve bir an için de olsa
sokakta gördüğüm kıza benzedi yeniden. Üzerime eğildi, o kadar yakınlaştı ki dudakları
kulağıma dokundu. Nefesini tenimde hissedebiliyordum. Tüylerim diken diken oldu.
Sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla, "Annen için üzgünüm. Komutanım sivilleri
incitmeyeceğine söz vermişti, sözünden döndü. Ben..." dedi. Sesi titriyordu. Gerçekten
özür diler gibi çıkıyordu ama neye yarar? “Keşke Thomas'ı durdurabilseydim. Yanlış
anlama, sen ve ben düşmanız ama böyle bir şeyin olmasını istemedim.” Doğrulup arkasını
dönmeye başladı. "Şimdilik bu kadar yeter.” “Bekle.” Büyük çaba sarf ederek, sinirimi
yatıştırıp boğazımı temizledim. Kendimi tutamadan sormaktan korktuğum soru ağzımdan
kaçıverdi. “O hayatta mı? Ona ne yaptınız?"
Kız dönüp bana baktı. Yüzündeki ifade kimden bahsettiğimi çok iyi bildiğini gösteriyordu.
Tess. Hayatta mıydı?Kendimi en kötü ihtimal için hazırladım.
Fark ettim ki Tess'i bir sır olarak saklıyordu. Benim için miydi? Ya da Tess için?
Askerlerle hücrede yalnız başıma kaldım. Beni sandalyeden yaka paça çekip yerde
sürüklediler, sonra da kapıdan dışarı çıkardılar. Yaralı bacağım yerdeki fayanslarda
sürünüyordu. Gözüme yaşların dolmasını engelleyemiyordum. Acı başımı döndürüyor,
sanki dipsiz bir kuyuda boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Askerler beni kilometrelerce
uzunluktaymış gibi gelen geniş bir koridorda götürüyorlardı. Her yerde asker vardı, bir de
gözlük ve eldiven takmış doktorlar. Revir tarafında olmalıydım. Herhalde bacağımdan
dolayı.
Kafam önüme düştü. Artık içimde tutamıyordum. Zihnimde yerde yatan annemin yüzünü
görüyordum. Ben yapmadım diye bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Yaralı
bacağımdaki acı beni yendi.
En azından Tess güvendeydi. Ona zihinsel bir uyarı göndermek, Kaliforniya’dan çıkıp
olabildiğince uzağa kaçmasını söylemek istedim.
O sırada koridoru yarılamışken bir şey dikkatimi çekti. Evimizin sundurmasının altında ve
bölgemizin gölündeki kıyı setlerinin orada gördüğüm sayılarla aynı şekilde yazılmış küçük
kırmızı bir sayı; sıfır. Üzerine sayının spreylenmiş olduğu kapılardan geçerken daha iyi
görebilmek için kafamı çevirdim. Kapılarda pencere yoktu ama baştan aşağı beyazlar
içinde gaz maskeli biri kapıdan girerken bir an için içeriyi görebildim. Yürüdüğümüz için
bulanık görüntülerden başka bir şey göremedim ama bir şeyi yakalamayı başardım.
Sedyenin üzerinde bir torba vardı. Bir ceset. Torbanın üzerindeyse kırmızı bir X.
Aklımdan bir dizi görüntü geçmeye başladı. Kırmızı sayılar. Evimizin kapısındaki üç
çizgili X. Eden’ı götüren hastane araçları. Eden'ın kararmış, kan dolmuş gözleri.
Kardeşimden bir şey istiyorlardı. Hastalığıyla ilgili bir şey. Üç çizgili X yeniden gözümün
önüne geldi.
Yanlış yaptığımı hissediyordum; bana güvenen bir çocuğa ihanet ederek korkunç bir hata
yapmışım gibi.
“içinin rahatladığına sevindim,” dedi Thomas. “Sonunda Day bir işe yaradı.” Saçı
düzgünce geriye doğru taranmıştı ve kusursuz yüzbaşı üniformasının içinde normalden
de uzun boylu görünüyordu.
Bir an için mantıksız bir şekilde ağabeyimden bahsettiğini düşündüm. Bir şekilde
yeniden hayata döndüğünü ve bu kutlama gecesinde onu göreceğimi.
Kenarları elmaslara dizilmiş safir renkli, korseli bir elbise seçtim bu gece için.
Omuzlarımdan biri dantelle kaplı, diğeri ise uzun bir ipek kumaşın altındaydı. Saçım açık
ve düzdü; çalıştığı günlerin çoğunu saçlarını toplayarak geçiren biri için rahatsız edici bir
durumdu. Thomas arada sırada başını eğip bana bakıyor ve yanakları pembeleşiyordu.
Olay ne anlamıyordum. Daha önce daha şık elbiseler de giymiştim, bu seferkiyse fazla
modern ve dengesiz hissi veriyordu. Bu elbiseye verilen parayla gecekondu mahallesinde
yaşayan bir çocuğu aylarca besleyebilecek kadar yiyecek satın alınabilirdi.
Thomas, Emerald bölgesinden bir yüzbaşıyı selamladıktan sonra, “Komutan bana Day’in
yarın cezaya çarptırılacağını söyledi,” dedi. Komutan Jameson'ın adı geçince yüzümü
çevirdim, Thomas’ın tepkimi görmesini istediğimden emin değildim. Görünüşe göre
komutan, üzerinden yıllar geçmişçesine Day’in annesinin ölümünü unutmuştu. Fakat
nazik davranmaya karar verip Thomas’a baktım. “Bu kadar erken mi?”
“Ne kadar erken, o kadar iyi, değil mi?” Sesinde aniden beliren keskinlik ağzımı açık
bıraktı. “Bir de senin onunla o kadar çok zaman geçirdiğini düşünüyorum da, seni
uykunda öldürmediğine şaşıyorum. Ben...’’
Thomas durdu, sonra da cümlesini yarım bırakmaya karar verdi.
Thomas, Day’e hücresinde söylediğim şeyleri tekrar edercesine, “Bütün sokak serserileri
aynı,” diye devam etti. “Day’in hasta kardeşinin, küçük olanın dün Komutan Jameson’m
üzerine tükürmeye çalıştığını duydun mu? Taşıdığı o virüsü komutana bulaştırmaya
çalıştığını?
Day’in küçük kardeşiyle ilgili henüz bir soruşturmaya geçmedim. “Söylesene,” dedim ve
durup Thomas’a baktım. “Cumhuriyet bu çocuktan ne istiyor? Neden onu hastane
laboratuvarına götürdüler?”
Thomas sesini alçalttı. “Bilmiyorum. Bu konuyla ilgili birçok şey gizli. Ama cepheden
birçok generalin onu görmeye geldiğini biliyorum.”
Kaşlarımı çattım. “Sadece onu görmek için mi gelmişler?” “Yani, birçoğu bir çeşit
toplantı için gelmiş. Ama laboratuvara uğramayı da ihmal etmemişler.”
“Cephedekiler neden Day’in küçük kardeşini merak etsinler ki?” Thomas omuz silkti.
“Eğer generaller bilmemiz gereken bir şey olduğunu düşünürlerse bunu bize söylerler.”
Kısa bir süre sonra yüzünde çenesinden yanağına kadar bir yara izi bulunan bir adam
araya girdi. Bu Chian'dı. Bizi görünce büyük bir sırıtış yüzüne yayıldı ve bir elini
omzuma koydu. “Ajan Iparis! Bu gece senin gecen. Sen bir yıldızsın! Sana söylüyorum,
tatlım, yüksek çevrelerdeki herkes senin bu dâhiyane performansını konuşuyor. Özellikle
de komutanın; seni kızıymış gibi hayran hayran anlatıyor herkese. Ajanlığa terfi edilişin
ve kazandığın ödülden dolayı da seni tebrik ederim. 200,000 Not bir sürü güzel elbise
almaya yeter de artar bile.” Kibarca başımı salladım. “Çok naziksiniz, efendim.”
Chian, “Beni takip edin, Ajan Iparis. Siz de, yüzbaşı,” diye emir verdi. “Sizinle tanışmak
isteyen biri var.”
Bu Komutan Jameson’ın bahsettiği kişi olmalıydı. Thomas bana gizemli bir şekilde
gülümsedi. Chian bizi banket koridorundan ve dans pistinden geçirerek salonun büyük
bir kısmı ile aramızda duvar oluşturan kalın, lacivert bir perdeye doğru götürdü. Perdenin
iki ucuna da Cumhuriyet bayrakları yerleştirilmişti, yaklaşırken bayrağın deseninin
perdeye hafifçe işlenmiş olduğunu fark ettim.
Chian bizim için perdeyi tuttu, biz içeri girince de arkasından kapadı. Çember olarak
dizilmiş on iki kadife koltuk, her birinde de baştan aşağı siyah üniforma giymiş,
omuzlarında ışıldayan altın apoletlerle zarif kadehinden içkisini yudumlayan resmî bir
görevli oturuyordu. Aralarından bazılarım tanıyordum. İçlerinden bazıları cepheden,
Thomas’ın daha önce bahsettiği kişilerdi. İçlerinden biri bizi fark edip yaklaştı, hemen
ardında daha genç bir görevli onu takip etti. Ama onlar çemberi terk ederken grubun
diğer üyeleri kalkıp onlara doğru eğildi.
Daha yaşlı olanın boyu uzun, saçları kırlaşmıştı ve keskin hatlı bir çenesi vardı. Cildi
solgun ve hastalıklı görünüyordu. Sağ gözüne altın kenarlı bir monokl takmıştı. Chian
esas duruşa geçmişti, Thomas kolumu bıraktığında onu görüp ben de aynısını yaptım.
Adam elini sallayınca herkes rahat duruşa geçti. İşte şimdi onu tanıdım. Kendi gözlerimle
görmekte olduğum adam portrelerde ya da JumboTron’larda görünenden daha farklıydı.
Oralarda cildi daha sıcak bir tondaydı, kırışıklıkları yoktu. Aynı zamanda resmî
görevlilerin arasına dağılmış nöbetçileri de seçebiliyordum.
Bu Seçmen Primoydu.
“Sen Ajan Iparis olmalısın.” Bakakalmış ifademi görünce dudakları geriye çekildi ama
gülümsemesinde pek sıcaklık yoktu. Elimi hızlıca, sert bir şekilde sıktı. “Bu beyefendiler
bana senin hakkında harika şeyler anlatıyorlar. Senin bir deha olduğunu söylüyorlar.
Dahası, ülkemizdeki en baş belası suçlulardan birini parmaklıklar arkasına hapsetmişsin.
Ben de en uygun olanın seni bizzat tebrik etmek olduğunu düşündüm. Eğer ülkemizde
senin gibi vatansever, senin gibi keskin zekâlı daha fazla genç olsaydı, Kolonilere karşı
savaşı çoktan kazanmış olurduk. Sizce de öyle değil mi?” Etrafındakilere bakmak için
durdu ve herkes mırıldanarak katıldığını belirtti. “Seni tebrik ederim, canım.”
Başımı eğdim. “Sizinle tanışmak benim için büyük bir onur, efendim. Ülkem için bunları
yapmaktan zevk duyuyorum, sayın seçmen.” Sesimin sakinliğine inanamadım.
Seçmen arkasındaki görevliyi işaret etti. “Bu benim oğlum Anden. Bugün yirminci
doğum günü, bu yüzden onu da bu güzel kutlamaya getirmeliyim diye düşündüm.”
Anden'a döndüm. Babasına çok benziyordu, uzun boyluydu (1.87 boyunda), koyu renk
siyah saçlarıyla krallık ailelerinin bir üyesi gibi görünüyordu. Day gibi onda da biraz
Asyalı kanı vardı. Fakat Day’in aksine, gözleri yeşil ve ifadesi belirsizdi. Ellerinde
özenle hazırlanmış altın astarlı beyaz, pilot eldivenleri vardı, demek ki savaş uçağı
eğitimini tamamlamıştı. Solaktı. Siyah askerî smokininin kollarındaki altın kol
düğmelerinde Colorado arması vardı. Demek ki orada doğmuştu. Kızıl bir yelek, çift
düğmeler. Seçmenin aksine, önce hava kuvvederi rütbesini takmıştı.
Anden üzerinde dolaşan bakışlarıma gülümsedi, başıyla mükemmel bir selam verip
ellerimi tuttu. Seçmen gibi elimi sıkmak yerine, elimi kaldırıp dudaklarına götürdü ve
öptü. Kalbimin bu kadar atmasından dolayı utanıyordum. “Ajan Iparis,”dedi. Gözleri bir
an üstümde durdu. Ne diyeceğimi bilemeden, “Memnun oldum,” diye cevap verdim.
“Baharın sonuna doğru oğlum seçmenliğe adaylığını koyacak.” Seçmen, Anden’a
gülümsedi, o da selam verdi. “Heyecan verici."
“O halde ona seçimlerde büyük şans diliyorum ama eminim ihtiyacı olmayacaktır.”
Seçmen kıkırdadı. “Teşekkürler, tatlım. Bu günlük bu kadar yeter. Ajan Iparis, lütfen bu
gece eğlenmenize bakın. Umarım tekrar görüşebilme fırsatımız olur.” Sonra arkasını
döndü. Anden da peşinden gitti. Seçmen giderken, “Çıkabilirsiniz,” dedi.
Chian bizi perdeli kısımdan çıkarıp ana balo salonuna götürdü. Tekrar nefes almaya
başladım.
SAAT: 01:00
RUBY BÖLGESİ
GÖLGEDE SICAKLIK: 22 °C
Kutlama bittiğinde, Thomas tek kelime etmeden beni evime bıraktı. Kapının önünde bir
süre oyalandı. Sessizliği bozan ben oldum. “Teşekkürler,” dedim. “Eğlenceliydi.”
Thomas başını salladı. “Evet. Komutan Jameson’ın daha önce askerlerinden biriyle bu
kadar gururlandığını hiç görmemiştim. Cumhuriyet’in altın kızı oldun.” Ama ondan sonra
yine sustu. Mutsuzdu ve bir şekilde bundan kendimi sorumlu hissediyordum.
“İyi misin?” diye sordum.
“Hımm... Ah, evet iyiyim.”Thomas elini düzleştirilmiş saçlarının içinden geçirdi.
Eldivenine biraz saç jölesi bulaştı. “Seçmenin oğlunun da orada olacağını bilmiyordum.”
Gözlerinde gizemli bir duygu fark ettim... öfke miydi? Kıskançlık? Yüzünde bir gölge
oluşturup onu çirkinleştiriyordu.
Omuz silktim. “Seçmenin ta kendisiyle tanıştık. İnanabiliyor musun buna? Bence başarılı
bir geceydi. Komutan Jameson'la kafa kafaya verip beni güzel şeyler giymeye ikna
etmeniz iyi fikirdi.” Thomas beni inceliyordu. Bu hoşuna gitmiş görünmüyordu. “June,
sana bir şey sormak istiyordum...” Duraksadı. “Day’le birlikte Lake bölgesindeyken, seni
öptü mü?”
“Belki beni çekici bulmuştur. Ama büyük ihtimalle içtiği ucuz şaraptan olmalı. Ben de
ayak uydurdum. O kadar geldikten sonra görevi tehlikeye atmak istemedim.”
Bir an sessizce durduk. Sonra, henüz karşı çıkmaya firsat bulamadan Thomas’ın eldivenli
ellerinden biri çenemden geçti ve beni dudaklarımdan öpmek için eğildi.
Ağzı benimkine dokunamadan geri çekildim ama şimdi de elleri boynumun arkasmdaydı.
Bu kadar iğreneceğimi bilmiyordum. Önümde tek görebildiğim elleri kanlı bir adamdı.
Thomas bana uzunca baktı. Sonunda beni bırakıp uzaklaştı. Gözlerindeki hoşnutsuzluğu
görebiliyordum. “İyi geceler, Bayan Iparis.” Cevap veremeden holü geçti. Yutkundum.
Sokaklardayken rol yaptığım için başım kesinlikle belaya girmezdi ama Thomas’ın ne
kadar altüst olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Acaba bu konuda bir şey
yapacak mı, ne yapabilir, diye merak ettim.
Gözden kaybolmasını izledim, sonra kapıyı açıp yavaşça içeriye adımımı attım.
Ollie neşeyle beni karşıladı. Onu biraz okşayıp avluya saldım ve üzerimdeki elbiseden
kurtulup kendimi duşa attım. Çıkınca siyah bir atlet ve şort giydim.
Boş yere uyumaya çalıştım. Ama bugün çok fazla şey yaşamıştım... Day'in sorgusu,
Seçmen Primo ve oğluyla tanışmamız, bir de Thomas. Metias’ın öldüğü olay yeri
zihnimde yeniden belirdi ama aklımda o sahneyi canlandırırken yüzünün Day’in
annesinin yüzüne dönüştüğünü gördüm. Yorgunluktan bitkin gözlerimi ovuşturdum.
Zihnimde bilgiler dönüp duruyordu, hepsini bir anda işlemden geçirmeye çalışıp her
seferinde birbirine karıştırıyordum. Düşüncelerimi her birinin üzerinde açıkça etiketi
bulunan küçük düzenli kutular olarak hayal etmeye çalıştım. Ancak bu akşam bu
düzenden bir şey anlamıyordum, aslında anlamak için fazla yorgundum. Ev boş ve
yabancı geliyordu. Lake sokaklarını özler gibi oldum. Gözlerim masanın altında Day’i
yakaladığım için kazandığım 200,000 Notla dolu olan küçük sandığa gitti. Onu daha
güvenli bir yere koymam gerektiğini biliyordum ama ona dokunamadım. Bir süre sonra
yataktan kalkıp kendime bir bardak su koydum ve bilgisayarımın başına geçtim. Madem
uyumuyordum, o zaman Day’in geçmişini ve kanıtları incelemeye devam edebilirdim.
Parmaklarımı ekranımda gezdirdim, bir yudum su içip internet şifremi girdim. Komutan
Jameson’ın bana ilettiği dosyalara baktım. Taranmış dokümanlar, fotoğraflar ve gazete
makaleleriyle doluydu. Bunun gibi şeylere her göz attığımda, aklımda Metias’ın sesini
duyuyordum. Bana, “Teknolojimizin bir kısmı eskiden daha iyiydi,” derdi. “Sellerden ve
binlerce veri merkezi silinmeden önce.” Sahte bir iç çekişle bana göz kırpardı.
“Günlüklerimi elde yazmamın yararlı olduğunu söyleyebiliriz, ne dersin?”
Daha önce okuduğum verilere hızla göz gezdirip yeni belgelere geçtim. Aklım ayrıntıları
seçiyordu.
İlginç. Bize okulda yıkıldığı anlatılan bir ülke için yüksek bir orandı.
Aklım bir an için buna takıldı. Sokakta kendi kanı içinde yatan kadını düşündüm, sonra
hemen o görüntüyü silmeye çalıştım.
Sonra Day’in geçmişte işlediği suçları ayrıntılarıyla anlatan sayfalarca belge geldi.
Bunlara da olabildiğince hızlı bir şekilde göz attım ama sonuncuda durdum.
Gözlerimi kapadım. Ollie sanki ne okuduğumu biliyormuş gibi inledi, sonra da burnunu
bacağıma değdirdi. Elimi fark etmeden kafasına koydum.
Ağabeyini ben öldürmedim. Bana dediği buydu. Ama yaptığının, silahı annemin başına
doğrultmaktan hiçbir farkı yoktu.
Kendimi başka bir belgeye geçmek için zorladım. Bu raporu başından sonuna kadar
ezbere biliyordum zaten.
O anda gözüme bir şey çarptı. Doğruldum. Önümdeki belge Day’in Deneme puanını
gösteriyordu. Üzerinde devasa kırmızı bir damga bulunan, taranmış bir kâğıttı. Benim
kâğıdımdaki mavi damgadan oldukça farklıydı.
Bu sayı beni rahatsız etti... 674 mü? Daha önce bu kadar düşük puan alan birini
duymamıştım. İlkokulda tanıdığım biri kaçınılmaz olarak geçememişti sınavı ama onun
puanı 1000e yakındı. Başarısız olanların puanı genellikle 890 falandı. Ya da 825. Ama
her zaman 800’den fazlaydı. Bu çocuklar da zaten başarısız olması beklenen, dikkatsiz ya
da kapasitesi yetmeyen çocuklardı.
Ama ya 674?
“Bu puanı almış olmak için fazla zeki,” dedim sessizce. Bir şeyi mi kaçırdım diye en
baştan tekrar okudum. Ama sayı hâlâ aynıydı. Bu mümkün olamazdı. Day düzgün
konuşuyordu, mantıklıydı, ayrıca okuma-yazması da vardı. Denemesinin mülakat kısmını
geçmiş olması gerekiyordu. Tanıştığım en çevik kişiydi -Denemenin fiziksel kısmını da
harika bir şekilde geçmiş olmalıydı. Bu kısımlardan aldığı yüksek puanları düşünürsek,
850’den düşük bir not alması imkânsızdı- başarısız olabilirdi ama yine de 674’ten daha
yüksek bir puan alacağına şüphe yoktu. Ve 850 alması için yazılı kısmın tamamını boş
bırakması gerekirdi.
Komutan Jameson bunu yaptığıma hiç sevinmeyecek, diye düşündüm. Adres çubuğuna
gizli bir adres girdim.
Deneme’de alman final puanları herkese açıktı ama Deneme belgelerinin kendileri hiçbir
zaman açıklanmazdı; cezai soruşturmalar için bile. Ama benim ağabeyim Metias’dı ve
onun hack yöntemleri sayesinde Deneme veri tabanlarına girmekte hiçbir zaman
zorlanmadık. Gözlerimi kapayıp bana öğrettiklerini hatırladım.
İşletim sistemini belirle ve root ayrıcalıklarını edin. Uzaktan kumanda sistemine ulaşıp
ulaşamadığına bak Hedefini bil ve makineni güvenceye al.
Bir saat tarama yaptıktan sonra sistemde açık bir port bulup yönetici ayrıcalıklarını
aldım. Site bir kere bip sesi çıkardıktan sonra tek bir arama satırı gösterdi. Hiç ses
çıkarmadan masamda Day’in adını tuşladım.
Deneme belgesinin kapak sayfası önüme geldi. Puan hâlâ 674/1500’dü. Sonraki sayfaya
indim. Day’in cevapları. Sorulardan bazıları çoktan seçmeliydi, bazılarım cevaplamak
içinse birkaç cümle yazmak gerekiyordu. Otuz iki sayfanın tamamını gözden geçirip çok
garip bir şeyi doğruladım.
Hiç kırmızı işaret yoktu. Hatta hiçbir cevaba dokunulmamıştı. Denemesi benimki kadar
temiz görünüyordu.
İlk sayfaya geri döndüm. Sonra da her soruyu tekrar dikkatlice okuyup kafamda
cevapladım. Hepsini cevaplamak bir saatimi aldı.
Deneme belgesinin sonuna ulaştığımda, mülakatı ve fiziksel kısmı için ayrı ayrı puanları
gördüm. İkisi de mükemmeldi. Garip olan tek şey, mülakat puanının yanma yazılmış kısa
bir nottu: Dikkat.
Day Denemesinde başarısız olmamıştı. Hiç alakası bile yoktu. Aslında benimle aynı
puanı almıştı: 1500/1500. Artık Cumhuriyetin tam puan almış tek dehası ben değildim.
DAY
Komutan onayladı. "Beni takip edin. Bir de zahmet olmazsa ağzını tıkayın,
lütfen. Sürekli uygunsuz şeyler hakkında bağırmasını istemeyiz, değil mi?"
Asker tekrar selam verip ağzıma bir bez parçası sokuşturdu.
Arada bir cam panelli odaların içinde, duvarlara kelepçelenmiş, feryat eden
birilerini görüyordum. Paçavraya dönmüş üniformalarından onların
Koloniler'den gelen savaş esirleri olduklarını anladım. Peki ya John da bu
odalardan birindeyse? Ona ne yapacaklardı?
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre sonra, yüksek tavanlı, devasa bir ana
salona girdik. Dışarıda kalabalık sloganlar atıyordu ama kelimeleri
anlayamıyordum. Binanın önüne çıkan kapıların önünde askerler dizilmişti.
Sonra askerler ikiye ayrıldı, dışarıdaydık. Gün ışığı beni kör etti ve yüzlerce
kişinin bağrışlarını duydum. Komutan Jameson elini kaldırdı, sonra da
askerler beni bir platforma sürüklerken sağına döndü. Sonunda nerede
olduğumu görebiliyordum. Los Angeles’ın askeri bölgesi Batalla’nın
kalbindeki bir binanın önündeydim. Beni izlemeye muazzam bir kalabalık
gelmişti; onları da neredeyse aynı sayıda bir müfreze yerinde tutuyor,
etraflarında devriye geziyordu. Bugün beni canlı görebilmek için bu kadar
insanın geleceğinden hiç haberim yoktu. Kafamı olabildiğince yukarı kaldırıp
etraftaki binalara gömülü JumboTron’ları gördüm. Her birinde yüzümün
yakından çekilmiş bir görüntüsü ve yanında da çılgın bir manşet yer alıyordu.
DAY ADIYLA BİLİNEN AZILI SUÇLU TUTUKLANDI,
BUGÜN BATALLA BİNASI’NIN ÖNÜNDE CEZAYA
ÇARPTIRILACAK
"İşbirliğiniz için teşekkürler,” diye söze başladı. "Sıcak bir sabah olduğunun
farkındayım, bu yüzden cezalandırmayı kısa keseceğim. Gördüğünüz üzere,
askerlerimiz bu davalar boyunca sizlere sakin olmanızı hatırlatmak için
bizimle birlikteler. Aralık ayının yirmi birinci günü, Okyanus Standart
Zamanı’yla sabah saat 8.36'da, Day isimli on beş yaşındaki suçlunun
yakalanıp gözaltına alındığını resmen bildirerek başlamak isterim."
Muazzam bir tezahürat başladı. Ama bunu her ne kadar beklemiş olsam da
aynı zamanda beni şaşırtan bir şey daha duyuyordum. Yuhalamalar.
Kalabalıktaki bazı -çok sayıda- kişinin yumruğu havada değildi. Yüksek sesle
protesto edenlerden birkaçını sokak polisi gelip kelepçeleyerek kalabalıktan
uzaklaştırdı.
Beni tutan askerlerden biri tüfeğiyle sırtıma vurdu. Dizlerimin üstüne düştüm.
Yaralı bacağım betona değer değmez var gücümle feryat ettim. Ağzım tıkalı
olduğu için ses bastırılmış çıktı. Acı gözlerimi kör ediyordu; darbenin
etkisiyle şişmiş bacağım titredi, sargılarıma taze kanın fışkırdığını
hissedebiliyordum. Askerler beni düzeltmeden önce neredeyse devrilip
düşüyordum. Kıza baktığımda onun da bu manzara karşısında geri çekilip
gözlerini yere indirdiğini gördüm.
"... ve idam şehrin her yerinde canlı yayınlanacaktır. Sivillere, olayın öncesi
ve sonrasında olabilecek her türlü suç faaliyeti için tetikte olmalarını...”
Akşamüzeri sakindi.
Bilincim gidip geliyordu. Yaralı bacağım kalp atışlarıma göre sızlıyordu,
bazen hızlı, bazen de yavaştı; bazen o kadar çok acıyordu ki bayılacağımı
düşünüyordum. Ağzımı her hareket ettirdiğimde sanki çatlıyordu. Eden’ın
nerede olabileceğini düşünmeye çalıştım; Merkez Hastanesi Laboratuvarı ya
da Batalla Binası’nın medikal bölümü, hatta cepheye gitmekte olan bir trende
bile olabilirdi. Onu hayatta tutacaklardı, bundan emindim. Cumhuriyet, o
vebadan ölene kadar ona dokunmayacaktı.
Ama John. Ona ne yaptıklarını tahmin edemiyordum. Benden daha fazla bilgi
almak istemeleri halinde onu canlı tutabilirlerdi. Belki ikimiz de aynı anda
idam edilecektik. Ya da o çoktan öldürülmüştü. Göğsüme yeni bir acı
saplandı. Aklıma Deneme sınavına girdiğim gün geldi. John beni almaya
geldiğinde, başarısız olmuş diğer çocuklarla birlikte trene bindirilip
götürüldüğümü görmüştü. Laboratuvardan kaçıp ailemi uzaktan koruma
alışkanlığını edindiğimde, arada sırada John'u yemek masasında oturmuş,
kafası elleri arasında ağlarken görüyordum. Hiçbir zaman sesli dile getirmiş
olmasa da bana olanlar için kendini suçladığını görebiliyordum. Beni daha iyi
koruması gerektiğini, ders çalışmama daha çok yardım etmesi gerektiğini
düşünüyordu. Bir şey yapmış olsaydı keşke, herhangi bir şey.
Eğer kaçabilirsem, onları kurtarmak için hâlâ zamanım vardı. Hâlâ kollarımı
kullanabiliyordum. Bir bacağım sağlamdı. Hâlâ yapabilirdim, nerede
olduklarını bir bilseydim...
Dünya etrafımda dönüp duruyordu. Kafam pat diye betona düştü, kollarım
zincirlerde hareketsizce duruyordu. Deneme gününün anıları gözümde
canlandı.
Stadyum. Diğer çocuklar. Her giriş ve çıkışı koruyan askerler. Bizi zengin
ailelerin çocuklarından ayıran kadife halatlar.
Fiziksel sınav. Yazılı sınav. Mülakat.
En çok da mülakat. Bana sorular soran kurulu -altı psikiyatristten oluşan bir
grup- ve onların başındaki görevli, Chian adındaki üniforması madalyalarla
bezeli adamı hatırladım. Soruların çoğunu o sormuştu. Cumhuriyet'in ulusal
andı nedir? Güzel, çok güzel. Okul raporunda tarihi sevdiğin yazıyor.
Cumhuriyet hangi tarihte resmi olarak kurulmuştur? Okulda ne yapmayı
seversin? Okumak... evet çok güzel. Bir keresinde bir öğretmenin
kütüphanenin kısıtlı bölgesine gizlice girip eski askeri metinleri aradığın için
seni rapor etmiş. Bunu neden yaptığını bana söyleyebilir misin? Şanlı
Seçmen Primo hakkında ne düşünüyorsun? Evet, kendisi gerçekten de iyi bir
adam ve büyük bir lider. Ama ona böyle şeyler demen yanlış, oğlum. O senin
benim gibi biri değil. Ona doğru hitap etme şekli şanlı babamız olmalı. Evet,
özrün kabul edildi.
Her biri aklımı bir öncekinden daha da zorlayan onlarca soru sormaya devam
etti, cevap verirken neden cevap verdiğimden bile emin olamayıncaya kadar.
Chian mülakat raporuma notlar alıp durdu, asistanlarından biri de oturumu
küçük bir mikrofonla kaydetti.
Yeterince iyi cevaplar verdiğimi düşünmüştüm. En azından onu memnun
edeceğini düşündüğüm cevaplar vermiştim.
Fakat en sonunda beni bir trene götürdüler, tren de bizi laboratuvara götürdü.
Güneş ışınları beni eritirken, acı içinde derimi pişirirken bile bu anı içimi
ürpertmeye yetti. Kendime tekrar tekrar, Eden’ı kurtarmak zorundayım,
diyordum. Eden bir ay içinde on yaşma basacaktı. Vebadan iyileşince,
Deneme'ye girmesi gerekecekti...
Yaralı bacağım sanki sargılarımı parçalayıp çıkacak ve çatıya kadar
şişecekmiş gibi geliyordu.
Daire şeklindeki zeminin çevresinde nöbet tutan askerlerden biri bana selam
verdi. Terlemişti, güneş kaskı derisini güneşten korumuyordu. “Ajan Iparis,”
dedi. (Ruby bölgesi aksanıyla konuşuyordu ve üniformasının düğmeleri yeni
cilalanmıştı. Ayrıntılara dikkat ediyordu.)
Bir tutuklunun sözlerine kulak asmamak üzere eğitilmiştim; yalan söyleyeceğini, seni
savunmasız bırakabilmek için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyordum. Ama bu sefer
farklı geliyordu. Bir şekilde sözleri çok gerçek, çok ciddi geliyordu. Ya bana gerçeği
söylediyse? Ya o gece Metias’ın başına başka bir şey geldiyse? Derin bir nefes almaya
çalışıp gözlerimi yere indirdim. Kendime, her şeyden önce mantık dedim. Başka hiçbir şey
kalmadığında mantığın seni kurtaracaktır.
“Hey.” Şimdi başka bir şey aklıma geldi. “Tekrar gözlerini açıp bana bakar
mısın?”
Dediğimi yaptı. Eğilip onu inceledim. Evet, hâlâ oradaydı. Gözündeki o garip
yara izi, okyanus mavisi irisinde bulunan bir kırışıklık. “Gözündeki şey nasıl
oldu?” Kendi gözlerime işaret ettim. “O kusur?” Bir şey ona komik gelmiş
olmalıydı ki Day bir kere daha kahkaha attı, sonra da öksürük krizine girdi.
“O kusur Cumhuriyet’ten bana bir armağandı.”
“Nasıl yani?”
Duraksadı. Düşüncelerini toparlamakta güçlük çektiğini görebiliyordum.
“Daha önce de Merkez Hastanesi’nin laboratuvarında bulunmuştum, biliyor
musun? Denemeye girdiğim günün gecesiydi.” Gözüne işaret etmek için elini
kaldırmaya çalıştı ama zincirler zangırdayıp kolunu aşağı indirdi. “Bir şey
enjekte ettiler.”
Kaşlarımı çattım. “Onuncu doğum gününde mi? Laboratuvarda işin neydi?
Çalışma kamplarına gitmen gerekiyordu.”
Uykuya dalmak üzereymiş gibi gözlerini kısarak gülümsedi. “Ben de seni
zeki sanmıştım...”
Görünüşe göre güneş henüz onun bu tavırlarını yok etmemişti. “Peki ya, şu
diz rahatsızlığın?”
“Onu da senin Cumhuriyet’in yaptı. Bu gözümdeki kusurla birlikte.”
“Cumhuriyet sana neden bunları yapsın ki, Day? Deneme’den bin beş yüz
tam puan almış birine neden zarar vermek istesin ki?” Day’in dikkatini
çekebilmiştim. “Neden bahsediyorsun sen? Deneme’de başarısız oldum ben.”
O da bilmiyordu. Tabii ki bilmiyordu. “Hayır, olmadın. Tam puan aldın.”
“Şaka falan mı bu?” Day bacağını biraz oynatıp acı içinde gerildi. “Tam puan
demek, hah! Daha önce bin beş yüz alan birini tanımıyorum.”
Kollarımı kavuşturdum. “Ben aldım.”
Tek kaşını kaldırdı. “Sen mi? Tam puan alan o deha sen miydin?”
“Evet.” Başımı salladım. “Görünüşe göre sen de öylesin.”
Day gözlerini devirip tekrar uzağa bakmaya başladı. “Saçmalık.” Omuz
silktim. “Neye istiyorsan ona inan.”
“Mantıklı gelmiyor. Seninle aynı durumda olmam gerekmiyor mu? Bu
kıymetli Deneme’nizin amacı da bu değil mi?” Bir an duraksadı ve tereddüt
edip yeniden devam etti. “Gözüme eşekarısı zehri gibi yakan bir şey enjekte
ettiler. Aynı zamanda dizimi kestiler. Neşterle. Sonra da bana zorla bir tür
ilaç içirdiler, tek hatırladığım şey... diğer çocukların cesetleriyle birlikte bir
hastanenin bodrum katında yatıyordum ama ölmemiştim." Tekrar güldü. Sesi
oldukça zayıf geliyordu. “Harika bir doğum günüydü.”
Üstünde deney yapmışlardı. Büyük ihtimalle ordu için. Bundan artık emindim ve bu
düşünce midemi bulandırmıştı. Dizinden, kalbinden ve gözünden ufak doku örnekleri
almışlardı. Dizinden: Olağanüstü fiziksel kabiliyetini, süratini ve çevikliğini incelemek
istedikleri için. Gözünden: Belki de bir şey enjekte etmeyip bir şey almışlardı, görüşünün
neden bu kadar keskin olduğunu anlamak için. Kalbinden: Kalp atışlarının en az nereye
kadar düşebileceğini anlamak için ilaç vermiş ve herhalde kalbi durunca hayal kırıklığına
uğramışlardı. O sırada da öldüğünü sandılar. Bütün bunların sebebi açıklığa kavuşmuştu -
bu doku örneklerinden bir şeyler üretmeye çalıştılar, ne olabilir, bilmiyordum- haplar,
lensler, askerlerimizi geliştirebilecek, daha hızlı koşmalarını, daha iyi görmelerini, daha
zekice düşünebilmelerini ya da daha sert koşullara dayanabilmelerini sağlayacak herhangi
bir şey.
Bütün bu düşünceler bir saniyede aklımdan geçti, sonra durdum. Bu nasıl olabilirdi.
Böylesi bir şey Cumhuriyet’in değerleriyle bağdaşmazdı. Bir dehayı böyle harcamak için
sebep neydi?
Belki de onda tehlikeli bir şeyler görmüşlerdi. Kurallara karşı koyan bir kıvılcım, şimdi
sahip olduğu isyankâr ruhu. Onu eğitmek yerine topluma olan katkılarını feda etmenin
daha az riskli olacağını düşünmelerine sebep olan bir şey. Geçen yıl bin dört yüzden
yüksek puan alan çocuk sayısı otuz sekizdi.
Belki de Cumhuriyet bu çocuğun ortadan kalkmasını istemişti.
Fakat Day öyle sıradan bir deha değildi. Tam puan almıştı. Acaba onları
korkutan şey bu mu olmuştu?
“Peki şimdi de ben sana bir soru sorabilir miyim?” diye sordu Day. “Sıra
bende mi?”
“Evet.” Asansöre doğru bakınca vardiyası gelen yeni nöbetçileri gördüm.
Elimi kaldırıp oldukları yerde durmalarını söyledim. “Sorabilirsin.”
“Neden Eden'i götürdüklerini sormak istiyorum. Vebayı. Siz zenginlerin işi
kolay, her yıl yeni veba aşılarınız ve ihtiyacınız olan her türlü ilaç var. Ama
hiç merak etmediniz mi... neden hiç iyileşmediğini? Ya da neden bu kadar sık
aralıklarla ortaya çıktığını?”
Gözlerimi ona çevirdim. “Ne demek istiyorsun?”
Day gözlerini bana odaklamayı başardı. “Demek istiyorum ki... dün, beni
hücremden alıp götürürlerken, Batalla Binası’ndaki bazı kapılara basılmış o
kırmızı sıfırı gördüm. Lake’te de böyle sayılar gördüm. Neden yoksul
bölgelerde de var, bunlar? Oralarda ne işi var, bölgelere ne pompalıyorlar?”
Gözlerimi kıstım. “Sence Cumhuriyet insanları kasıtlı olarak mı zehirliyor?
Tehlikeli sulardasın, Day.”
Ama Day durmadı. Sesi daha heyecanlı çıkmaya başladı. “Bu yüzden Eden'i
istiyorlardı, değil mi?” diye fısıldadı. “Mutasyona uğrayan yeni virüslerinin
sonuçlarını görmek için? Başka neden olacak?” “Yaydığı yeni hastalık her
neyse onu önlemek istiyorlar.”
Day güldü ama bu onu yine öksürttü. “Hayır. Onu kullanıyorlar. Onu kullanıyorlar...”
Gözleri ağırlaşıyordu. Konuşmak onu tüketmişti.
“Sen çıldırmışsın,” diye karşılık verdim. Ama şimdi Thomas’ın dokunuşundan tiksinirken,
Day e karşı bir iğrenme hissetmiyordum. Hissetmeliydim. Ama o hisler gelmiyordu.
“Böyle bir yalan Cumhuriyete ihanettir. Hem Kongre böyle bir şeye neden yetki versin ki?”
Day gözlerini benden ayırmadı. Tam da yanıt verecek gücü kaybettiğini düşünürken sesi
daha da ısrarcı çıktı. “Şöyle düşün. Size her sene hangi ilacı vereceklerini nasıl biliyorlar?
Her seferinde işe yarıyorlar. Sence de daha yeni çıkmış olan vebaya uyan bir aşı yapmaları
garip değil mi? Nasıl bir aşıya ihtiyaçları olacağını nereden biliyorlar?” Her yıl olmamız
gereken aşılar hakkında hiç kafa yormamıştım; onlardan şüphelenmek için bir sebebim
olmamıştı. Neden olsundu ki? Benim kendi babam bu çift kapıların arkasında çalışıyordu,
vebayla mücadele etmek için yeni yollar bulmak için uğraşıyordu. Hayır, artık bunu
dinleyemezdim. Pelerinimi yerden alıp kolumun altına tıktım.
Day, ben ayağa kalkarken, “Bir şey daha,” dedi. Eğilip ona baktım. Bakışları delip
geçiyordu. “Sence başarısız olunca çalışma kamplarına mı gidiyoruz? June, o çalışma
kampları dedikleri yer hastanelerin bodrumundaki morglardan başka bir şey değil.”
Orada duramadım. Platformdan, Day’den uzaklaştım. Ama kalbim göğsümde küt küt
atıyordu. Asansörün yanında bekleyen askerler ben yaklaşırken daha da dik durdular.
Tiksintiyle dolu bir yüz ifadesi takındım. Askerlerden birine, “Zincirlerini çöz,” diye emir
verdim. “Hastaneye geçip bacağım iyileştirin. Biraz yiyecek ve su verin. Yoksa bu gece
ölecek.”
Asker selam verdi ama asansör kapısını kapatırken ona bakmadım bile.
DAY
Kapı sertçe vuruldu. Adamın biri, "Açın," diye seslendi. "Komutan Jameson
tutukluyu görmeye geldi." Tutuklu. Buna güldüm. Askerler adımı ağızlarına
almak bile istemiyorlardı.
Yarım saatten uzun süre hiçbir şey yapmadık. Ellerimden biri cebimde,
farkında olmadan Day’in kolyesine dokundum. Bu kalabalık bir şekilde
aklıma Skiz’i hatırlatıyordu. Hatta belki de içlerinden bazıları aynı kişilerdi.
İşte o anda meydandaki binaların çatılarında koşuşturan askerleri gördüm.
Bazıları hemen pervazlara yerleşiyor, diğerleri de çatılar boyunca düz bir sıra
halinde diziliyordu. Garip. Askerlerin genellikle siyah püskülleri ve
cekederinde tek sıra gümüş düğmeler olurdu. Fakat bu askerlerin cekederinde
düğme yoktu. Bunun yerine göğüslerinden çaprazlamasına beyaz bir şerit
geçiyordu, pazubentleri de griydi. Bir saniye sonra kim olduklarını fark ettim.
Birkaç saniye geçti, içimde kötü bir his vardı; şimdi neler olacağını
biliyordum.
Thomas mikrofonuna bir şeyler fısıldadı. Bir emre yanıt verdi. Ona bir bakış
attım. Bir saniyeliğine bakışıma karşılık verip platformda bizimle duran
devriyenin geri kalanına baktı. “Ateş serbest!” diye bağırdı.
“Thomas!” Daha fazlasını söylemek istedim ama o anda platformdan ve
çatıdan silah sesleri gelmeye başladı. İleri hücum ettim. Ne yapmayı
planladığımı bilmiyordum -askerlerin önünde kollarımı mı sallayacaktım?-
ama Thomas ileri adım atamadan omzumu tuttu.
“Geri çekil, June!”
Tutuşundan kurtulup, “Adamlarına geri çekilmelerini söyle,” diye bağırdım.
“Onlara...”
O anda Thomas beni yere öyle sert bir şekilde itti ki yan tarafımdaki yaranın
açıldığını hissettim.
“Kahretsin, June,” dedi. “Geri çekil!”
Yer şaşılacak kadar soğuktu. İlk kez kendimi kaybolmuş hissettim, hareket
edemeden öylece oturdum. Biraz önce olanlara anlam veremiyordum.
Yaramın etrafındaki deri yanıyordu. Meydana kurşunlar yağıyordu.
Kalabalıktaki insanlar sele yakalanmış su setleri gibi yere düşüyorlardı.
Thomas, dur. Lütfen dur. Ayağa kalkıp yüzüne bağırmak, bir şekilde canını
acıtmak istiyordum. Metias bunu yaptığını görseydi seni öldürürdü, Thomas,
eğer hayatta olsaydı... Ama sadece kulaklarımı kapadım. Silah sesleri
kulakları sağır edecek düzeydeydi.
Ateş sadece bir dakika sürdü ama sanki çok daha uzun gelmişti. Thomas
sonunda askerlerine ateşi kesme emri verdi ve kalabalıkta vurulmamış olanlar
dizlerinin üzerine düşüp ellerini yukarı kaldırdı. Askerler hemen onların
yanına gidip ellerini arkalarından kelepçeledi ve hepsini bir yığın olacak
şekilde bir araya gelmeye zorladılar. Dizlerimin üzerine doğruldum.
Silahlardan dolayı hâlâ kulaklarım çınlıyordu... Kan, ceset ve tutukluların
olduğu sahneyi gözlerimle taradım. 97-98 ölü vardı. Hayır, en az 120...
Yüzlercesi de tutuklanmıştı. Onları sayabilecek kadar bile
odaklanamıyordum.
Thomas platformdan inerken bana bir bakış attı; yüz ifadesi kasvetli, hatta
suçluluk doluydu ama rahatsız edici bir hisle sadece beni yere attığı için
pişmanlık hissettiğini biliyordum. Ardında bıraktığı katliam için değil. Diğer
birkaç askerle birlikte Batalla Binasına geri dönüyordu. Onu görmemek için
başımı çevirdim.
DAY
"Sana bir dizi fotoğraf göstereceğim, Bay Wing," dedi. "Göreceğin kişilerin
Vatanseverlerle bağlantısı olmasından şüpheleniliyor.”
Vatanseverler boşu boşuna beni de aralarına almaya çalışmışlardı. Uyuduğum
sokakların duvarlarına çizilmiş kriptik notlar. Bir sokağın köşesinde bana
gizlice not ileten bir eskort. İçinde iş teklif bulunan bir miktar para. Bir süre
tekliflerini görmezden gelince bana haber yollamayı kestiler.
"Vatanseverler’le hiç çalışmadım,” diye sinirle cevap verdim. “Eğer birini
öldürecek olursam, bunu kendi kurallarım çerçevesinde yaparım.”
"Onlarla bağlantın olmadığını iddia edebilirsin ama belki de bazılarıyla daha
önce karşılaşmışsındır. Ve belki de onları bulmamıza yardım etmek istersin.”
"Evet, elbette. Annemi öldürdün. Sana yardım etmek için can attığımı tahmin
edebiliyorsundur.”
Thomas beni tekrar duymazdan geldi. Duvara yansıtılan ilk fotoğrafa baktı.
"Bunu tanıyor musun?"
Başımı salladım. "Daha önce hiç görmedim.”
Thomas kumandanın tuşuna bastı. Başka bir fotoğraf çıktı. "Peki ya, bu?”
"Hayır.”
"Başka bir fotoğraf. "Ya bu?”
"Hayır."
Yine bir yabancının fotoğrafı duvardaydı. "Bu kızı daha önce gördün mü?”
"Hayatımda ilk kez görüyorum.”
Bilmediğim başka yüzler... Thomas gözünü kırpmadan, cevaplarımı
sorgulamadan üzerlerinden bir bir geçiyordu. Devletin aptal bir kuklasıydı
işte. Devam ederken onu izledim, keşke zincirlenmemiş olsaydım da bu herifi
bayıltana kadar dövebilseydim, diye düşündüm.
Ah. İşte onu asıl rahatsız eden şey ortaya çıktı; öpüştüğümüzü öğrenmişti
sanırım. Yüzüm acıdan mahvolsa da sırıtmaya engel olamadım. "Oo... Seni
üzen şey bu muydu? Ona nasıl baktığını gördüm. Onu çok istiyorsun, öyle
mi? Bu da çalışarak ulaşabilmeyi düşündüğün bir şey mi yoksa, seni aşağılık?
Hayallerini yıkmak istemem ama onu hiçbir şeye zorlamadım.”
Yüzünden koyu kırmızı bir hiddet dalgası geçti. "O idam edildiğini görmeyi
dört gözle bekliyor, Bay Wing. Bunu sana temin edebilirim."
Güldüm. "Kaybetmeyi hazmedemedin demek, ha? Hadi seni sevindirelim.
Nasıl bir his olduğunu baştan sona anlatayım. Yapabileceğin en iyi ikinci şey
dinlemek olur, değil mi?"
Thomas boynumu yakaladı. Elleri titriyordu. "Yerinde olsam dikkatli
olurdum, oğlum,” diye tısladı. "İki kardeşin olduğunu unuttun galiba. İkisi de
Cumhuriyet’in elinde. Onların cesetlerini annenin cesedinin yanında görmek
istemiyorsan diline hâkim ol."
Bana tekrar vurdu, sonra da dizini karnıma geçirdi. Nefes alamıyordum. Eden
ve John’u düşünüp sakinleşmeye, acıyı azaltmaya çalıştım. Güçlü ol.
Damarına basmasına izin verme.
İki kere daha bana vurdu. Artık zorlukla nefes alıyordu. Büyük bir çabayla
kollarını indirip nefes verdi. Düşük bir sesle, “Bu kadarı yeterli olacaktır, Bay
Wing,” dedi. “İdam gününüzde görüşmek üzere."
Bu siyah izler silah yağına benziyordu. Onu o gece ilk kez gördüğümde
Thomas’ın alnında bulunan yağ izinin aynısı.
DAY
Bir an sonra June elimi alıp yanağına koydu. Tenine dokununca sanki
sıcaklığı bana aktı. Çok güzeldi. Onu kendime çekmek, dudaklarımızı
birleştirip gözlerindeki kederi silmek için içim eriyordu. Keşke bir
saniyeliğine o arka sokaktaki geceye gidebilseydik.
İlk ben konuştum. "İkimizin düşmanı da aynı kişi olabilir," dedim. "Ve
ikimizi birbirimize düşürdüler."
June derin bir nefes aldı. "Henüz emin değilim," dedi fakat sesinden bana
katıldığını anlayabiliyordum. "Böyle konuşmamız tehlikeli." Yüzünü çevirdi,
pelerinine uzandı ve hastanede kaybettiğimi düşündüğüm bir şey çıkardı
cebinden. “Al. Bunu artık sana verebilirim. Benim bir işime yaramaz."
Onu elinden kapmak istedim ama zincirler buna engel oldu. Avcunda kolyem
duruyordu, üzerindeki pürüzsüz çıkıntılar kazınmış ve zedelenmişti ama yine
de tek parça halindeydi, zinciri elinde toplanmıştı.
"Sendeydi,” diye fısıldadım. "O gece hastanede buldun bunu, değil mi? Beni
bulunca kim olduğumu bu sayede anladın... elim boynuma gitmiş olmalı."
June sessizce onayladı, sonra da elimi alıp kolyeyi avucuma koydu. Hayretle
ona baktım.
Babam. Şimdi kolyeme yeniden bakarken zihnime hücum eden anılarını
engelleyemiyorum. Altı ay boyunca ondan hiç haber alamadıktan sonra eve
geldiği günü hatırladım. Sonunda sağ salim eve geldiğinde perdeleri kapattık,
o da anneme sarılıp uzun süre onu öptü. Bir elini koruyucu şekilde annemin
karnına koymuştu. John elleri cebinde ona sarılmak için sabırsızca
bekliyordu. Ben hâlâ bacağına sarılabilecek kadar küçüktüm. Eden henüz
doğmamıştı, hâlâ annemin gitgide büyüyen karnındaydı.
Babam sonunda annemi bırakınca, "Benim oğullarım nasılmış bakalım?”
dedi. Yanağımı okşayıp John'a gülümsedi.
John ona bütün dişlerini göstererek sırıttı. Saçını arkada toplayabilecek kadar
uzatmıştı. Elinde bir sertifika tutuyordu. "Bak!” dedi. "Deneme'yi geçtim!"
"Geçtin!” Babam John’un sırtına bir şaplak indirip büyük bir adammış gibi
elini sıktı. Hâlâ gözlerindeki huzuru, sesinin mutlulukla titreyişini hatırlarım.
O zamanlar hepimiz okuma sıkıntısı yüzünden John'un Deneme’de başarısız
olacağını düşünüyorduk. “Seninle gurur duyuyorum, Johny. Aferin sana.”
SAAT... 19.12
TANAGASHİ BÖLGESİ
22 °C
Thomas’la birlikte bir kafede oturup kâselerce fasulye yerken, “Bu öğleden
sonra Day’le özel olarak görüştüğünü duydum,” dedi bana. Burası Metias
hayattayken geldiğimiz yerdi. Thomas’ın yer seçimi içimi rahatlatmaya
yetmiyordu. Kardeşimi öldüren bıçağın sapına bulaşmış olan silah yağı izini
bir türlü aklımdan silemiyordum.
Belki de beni sınıyordu. Belki de bildiğimden şüpheleniyordu.
Cevap vermemek için etimden bir ısırık aldım. Birbirimizden oldukça uzakta
oturuyor olmamızdan memnundum. Thomas onu “affetmem”, beni yemeğe
çıkarmasına izin vermem için çok uğraşmıştı. Bunu neden yapıyordu, emin
değildim. Beni konuşturmak için mi? Yanlışlıkla ağzımdan bir şeyler
kaçırmam için mi? Reddedip reddetmeyeceğimi görüp sonra bunu Komutan
Jameson’a anlatmak için mi? Biri hakkında soruşturma başlatmak için çok
fazla kanıt gerekmezdi. Belki de bu yemek sadece bir yemden ibaretti.
Ama belki de gerçekten benimle barışmak istiyordu.
Hangisi doğru bilmiyordum. Bu yüzden dikkatli hareket ediyordum.
Onaylayarak başımı sallayıp fasulyemden bir lokma daha aldım. Şimdi sessiz
kalmam iyi görünmezdi. Ya ağabeyimin katiliyle yemek yemekteysem?
Mantık. Dikkat ve mantık. Gözucuyla Thomas’ın ellerine bakıyorum. Ya
Metias’ı bu eller bıçakladıysa?
Bir an bile durmadan, “Haklısın,” dedim. Sesimin minnettar, düşünceli
çıkmasını istiyorum. “Ondan henüz işe yarar bir bilgi çıkaramadım. Nasıl
olsa yakında ölmüş olacak.”
Thomas omuz silkti. “Böyle düşünmene sevindim.” Garson gelirken masaya
50 Not bıraktı. “Day şu anda sadece idam edilmeyi bekleyen bir suçlu.
Söyledikleri senin konumundaki bir kız için önem taşımamalı.”
Cevap vermeden önce bir ısırık daha aldım. “Taşımıyor,” diye cevap verdim.
“Benim için bir köpekle konuşmaktan farksız.” Ama aslında düşüncelerim
farklıydı, Day eğer doğruyu söylüyorsa dedikleri benim için önem
taşıyacaktı.
Gözlerimi ovuşturdum ve derin bir nefes aldım. Ollie'ye, “Ne yapıyorum ben
böyle?” diye fısıldadım, o da koltukta durduğu yerden başını bana çevirdi.
“Bir suçluyla dostluk kuruyorum, bir de bütün hayatım boyunca yanımda
olmuş insanları uzaklaştırıyorum.”
Ollie bana köpeklere özgü o evrensel bilgelikle baktı, sonra da uykuya daldı.
Bir süre ona baktım. Metias da aynı yerde bir kolu Ollie’nin sırtında
uyuyakalırdı. Acaba Ollie de bunu mu hayal ediyordu?
Bir an sonra bir şey fark ettim. Gözlerimi açıp Metias’m günlüğünde en son
okuduğum sayfaya geldim. Sanırım orada... bir şey görmüştüm. Sayfanın
sonuna gelince gözlerim kısıldı.
Yanlış yazılmış bir kelime. Kaşlarımı çattım. Sesli bir şekilde, “Garip,”
dedim. Kelime buzdolabı ama a yerine o ile yazılmıştı. Buzdolabı. Hayatımda
Metias’ın hiçbir şeyi yanlış yazdığını görmemiştim. Biraz daha inceledim,
başımı salladım ve devam etmeye karar verdim. Sayfayı aklıma yazdım.
On dakika sonra, başka bir tane daha buldum. Bu sefer kelime irtifa ama
Metias irtife yazmıştı.
İki kelime yanlıştı. Kardeşim asla böyle bir hata yapmazdı. Odada güvenlik
kamerası varmış gibi etrafıma bakındım. Sonra sehpaya eğilip Metias’m
günlüklerinin bütün sayfalarına göz gezdirdim. Yanlış yazılmış kelimeleri
aklıma yazdım. Başka biri bulabilirdi, bu yüzden onları kâğıda yazamazdım.
Bir kelime daha buldum: burjuvazi, burjupazi diye yazılmıştı. Bir tane daha:
görünmek, görümmek diye yazılmıştı.
Şakaklarıma masaj yaptım. Sonra başka bir şey denedim; ya Metias benim
her kelimede eksik ya da yanlış yazılmış olan harfleri bir araya getirmemi
istediyse? Buzdolabı kelimesindeki o ile başlayarak aklımda harfleri bir araya
getirdim.
OETNCKECTKEİMBOAANKTPJİNUU
Kaşlarım çatıldı. Hiçbir anlamı yoktu. Zihnimde harfleri karıştırıp durdum,
değişik kelime kombinasyonları çıkarmaya çalıştım. Küçükken Metias
benimle kelime oyunları oynardı; masaya bir avuç dolusu oyuncak harf atar,
onlarla hangi kelimeleri türetebileceğimi sorardı. Şimdi tekrar bu oyunu
oynuyorduk.
Harflerle biraz daha oyalandıktan sonra gözlerimi açmama sebep olan bir
kombinasyona rastladım.
June'cuk. Metias’ın bana verdiği takma isim. Yutkunup sakin olmaya
çalıştım. Yavaşça, kalan harfleri dizip onlarla kelimeler oluşturmaya çalıştım.
Kombinasyonlar aklımda uçuşurken biri beni durduruyor.
Bir internet sitesi adresi. Varsayımımın doğru olup olmadığından emin olmak
için harfleri aklımdan birkaç kez daha geçirdim. Sonra da bilgisayarıma
baktım.
Önce hiçbir şey olmadı. Sonra bir klik sesi duydum, hafif bir ışık elimi taradı
ve beyaz sayfa kayboldu. Onun yerine bir blog geldi ekrana. Nefesim
boğazımda düğümlendi. Altı tane kısa girdi bulunuyordu. Koltuğumda öne
eğilip okumaya başladım.
Gördüğüm şey korkudan başımı döndürdü.
12 Haziran
Bu sadece June için. June, bu bloğun izlerini ne zaman istersen kolayca
silebilirsin, sağ elini ekrana bastırıp Ctrl+Shift+S+F tuşlarına basman yeterli.
Bunu yazacak başka bir yerim yok, o yüzden buraya yazıyorum. Senin için.
Dün on beşinci doğum günündü. Ancak keşke daha büyük olsaydın çünkü
bulduğum şeyi on beş yaşındaki bir kıza göstermeye gücüm yetmiyor,
özellikle de kutlama yapıyor olman gerekirken.
Babam, annemle birlikte trafik kazasında ölmeden bir gün önce istifa etmeye
çalışmıştı.
15 Eylül
Haftalardır ipuçları bulmak için uğraşıyorum. Hâlâ hiçbir şey yok. Ölen
sivillerin veri tabanına girmenin bu kadar zor olacağını tahmin etmiyordum.
Ama henüz pes etmedim. Annem ve babamın ölümünün altında bir şey var,
ne olduğunu bulacağım.
17 Kasım
Bugün bana aklımın neden başka yerlerde olduğunu sordun. June, eğer
bunları okuyorsan, büyük ihtimalle bu günü hatırlayacaksın ve sebebini
anlayacaksın.
Buraya en son yazdığımdan beri ipucu peşindeydim. Son birkaç aydır diğer
laboratuvar görevlilerine ve babamın eski arkadaşlarına üstü kapalı sorular
sormaya çalıştım, internette arama yaptım. Nihayet bugün bir şey buldum.
Bugün sonunda Los Angeles vefat eden siviller veri tabanına girmeyi
başardım. Bu bugüne kadar yaptığım en karmaşık şeydi. Meğerse yanlış
yoldan ilerliyormuşum. Sunucularında bulunan güvenlik açığını daha önce
fark edememiştim çünkü altında gömülü olduğu birçok... Her neyse, sonuç
olarak içeri sızdım. Aynı zamanda çok da şaşırarak annem ile babamın
geçirdiği kazaya ilişkin bir rapor buldum. Ancak bir kaza olmamıştı. June,
bunu asla yüzüne söyleyemeyeceğim, bu yüzden buradan görmeni ummaktan
başka yapabileceğim bir şey yok.
Bu raporu Chian'ın (Onu hatırlıyorsun, değil mi?) eski öğrencilerinden
Komutan Baccarin vermiş. Rapora göre Dr. Michael Iparis, bu araştırmanın
asıl amacını ilk kez sorguladığı zaman, Batalla Binası'ndaki laboratuvar
yöneticileri şüphelenmiş. Babam her zaman veba virüslerini anlamak için
çalışıyordu ama bulduğu bir şey onu çaktırmadan iş değişikliği istemesine
neden olacak kadar altüst etmiş. Hatırladın mı, June? Araba kazasından
birkaç hafta önce olmuştu.
Raporun geri kalanı vebadan bahsetmiyordu ama bilmem gereken şeyi bana
gösterdi. June, Batalla Binası'ndaki laboratuvar yöneticileri Komutan
Baccarin'e babamı gözetleme emri verdi. Babam da başka bir yere atanmak
isteyince Baccarin onun bu araştırmanın amacını anladığını fark etti.Tahmin
edebileceğin gibi işler iyi gitmedi. Komutan Baccarin'e "bu olayı pürüzsüzce
halletmek için bir yol bulması" emredildi. Raporun sonunda ordu açısından
hiç kayıp vermeden olayın halledildiği yazıyordu.
Araba kazasından bir gün sonra yazılmıştı.
Annem ile babamı onlar öldürdü.
18 Kasım
Sunucudaki güvenlik açığı kapatıldı. Erişim için başka bir yol bulmam
gerekecek.
22 Kasım
Görünüşe göre vefat eden siviller veri tabanında vebalar hakkında çok daha
fazla bilgi yer alıyormuş. Tabii ki her yıl ölen yüzlerce insana bakacak
olursak, bunu biliyor olmalıydım. Ama vebanın her zaman için bir anda
ortaya çıktığını düşünmüştüm. Ama değilmiş.
June, bilmen gereken bir şey var. Bu girdileri ne zaman bulacaksın,
bilmiyorum ama sonunda bulacağına eminin. Beni iyi dinle: Bunları okumayı
bitirince bana sakın hiçbir şey bildiğini söyleme. Dikkatsizce bir şey yapmanı
istemiyorum. Anlaşıldı mı? Öncelikle güvenliğini düşün. Yardım bulabilirsin,
bulabileceğini biliyorum. Eğer bunu yapabilecek biri varsa o da sensin. Ama
benim hatırım için dikkatleri üzerine çekecek bir şey yapma. Eğer
Cumhuriyet sana verdiğim bilgilere tepki gösterdiğin için seni öldürürse
kendimi öldürürüm.
Eğer isyan etmek istiyorsan sistemin içinden et. Sistemin dışından
ayaklanmaktan çok daha etkilidir. Ve eğer isyan etmeyi seçersen beni de
götür.
Babam her yıl ortaya çıkan veba vakalarının Cumhuriyet'in işi olduğunu
keşfetti.
En bariz yerden başlıyorlar. Etlerin çoğu şu üzerinde hayvanların otladığı
toroslardan gelmiyor, biliyor muydun? Bunu tahmin etmiş olmam gerekirdi.
Cumhuriyet'in hayvanlar için binlerce yeraltı fabrikası var. Yerin onlarca
metre altında. İlk başta Kongre birden ortaya çıkıp fabrikalardaki hayvanların
hepsini birden öldüren çılgın virüslere karşı ne yapacağını bilmiyordu.
Elverişsiz bir durum, değil mi? Ama sonra Kolonilerle yaptıkları savaşı
hatırladılar. Ve bu et fabrikalarında yeni ve ilginç bir virüsün her ortaya
çıkışında, bilim insanları örnekler alıp onları insanları hasta edebilecek
virüslere dönüştürüyorlar. Sonra da ona karşı bir aşı ve ilaç yapıyorlar.
Ardından da birkaç gecekondu bölgesi hariç herkese zorunlu aşı ve ilaç
veriyorlar. Söylentilere göre Lake, Alta ve Winter bölgelerinde yeni bir virüs
türü ortaya çıkmış.
Bu virüsü yoksul bölgelere bir yer altı boru hattı sistemiyle pompalıyorlar.
Bazen su rezervlerine bazen de nasıl yayıldığını görmek için doğrudan belli
başlı birkaç eve. Bu da yeni bir veba başlatıyor. Bir virüs türünün neler
yapabileceğini yeterince gördüklerini düşündüklerinde bu bölgelerde
yaptıkları bir rutin tarama sırasında gizlice herkese (yani hâlâ hayatta olan
herkese) ilaçlı iğneleri batırıyorlar ve bir sonra test edilecek türe kadar veba
sona eriyor. Bunun yanında da Deneme'de başarısız olan bazı çocukların
bazılarında bireysel veba deneyleri yapıyorlar. Onları çalışma kamplarına
götürmüyorlar, June.
Hiçbiri gitmiyor.
Ölüyorlar.
Nereye varmak istediğimi anladın mı? Vebayı kullanarak toplumdaki zayıf
genlere sahip olan kişi sayısını azaltıyorlar, tıpkı Deneme'nin en güçlü
genlere sahip olanları seçmesi gibi. Ama aynı zamanda Koloniler'e karşı
kullanabilecekleri virüsler yaratıyorlar. Onlara karşı yıllardır biyolojik silah
kullanıyorlar. Koloniler'e ne olduğu ya da Cumhuriyetin onlara tam olarak ne
yapmak istediği umurumda değil ama June, burada kobay olanlar bizim
insanlarımız. Babam bu laboratuvarlarda çalıştı ve işi bırakmak istediğinde
onu öldürdüler. Annemi de. Onların bunu herkese anlatacağını düşündüler.
Kim toplu isyan çıkmasını ister ki? Kongre'nin istemediği kesin.
Eğer biri bu işe dur demezse June, hepimiz teker teker öleceğiz. Bir gün
virüslerden biri kontrolden çıkacak ve aşılar ne de ilaçlarla
durdurulamayacak.
26 Kasım
Thomas biliyor. Şüphelendiğimi, annem ile babamı hükümetin bilerek
öldürdüğünü düşündüğümü biliyor.
Vefat eden siviller veri tabanına girdiğimi nasıl öğrendi, hâlâ merak
ediyorum, aklıma sadece bir iz bırakmış olabileceğim ve o güvenlik açığını
düzelten teknik elemanların o izi bulup Thomas'a bundan bahsetmiş
olabilecekleri geliyor. Bugün erken saatlerde yanıma gelip bunu sordu.
Ona hâlâ annem ile babamın ölümünün yasını tuttuğumu ve biraz
paranoyaklaştığını söyledim. Hiçbir şey bulamadığımı. Senin bu konuda
hiçbir şey bilmediğini ve bundan sana bahsetmemesi gerektiğini söyledim.
Bunu bir sır olarak saklayacağını söyledi. Sanırım ona güvenebilirim. Birinin
şüphelerimin en ufak bir parçasını bile bilmesi sinirlerimi oynatıyor, o kadar.
Yani Thomas bazen nasıldır bilirsin.
Bir öfke dalgası içinde bardağı kaldırıp duvara fırlattım. Binlerce parçaya
bölündü. Orada hareket etmeden duruyor, tir tir titriyordum. Eğer Metias ve
Day hastanenin arka sokağı dışında bir yerde karşılaşmış olsalardı, müttefik
olabilirler miydi?
Güneşin yönü değişmiş, akşamüstü olmuştu. Hâlâ hareketsiz bir şekilde
bulunduğum yerde duruyordum.
Gün batımı, dairemi turuncu ve altın renklere boyadığında trans halinden
çıktım. Kırılan bardağın parlayan parçalarını temizledim. Üniformamı baştan
aşağı giyindim. Saçlarımı kusursuz bir şekilde başımın arkasında toplayıp
yüzümün temiz, sakin ve duygulardan arınmış olduğundan emin oldum.
Aynaya baktığımda aynı ifadeyi görünüyordum. Ama artık farklı biriydim.
Gerçeği bilen bir dehaydım ve ne yapacağımı da biliyordum.
Kapı bir milim açıldığı anda, askeri gömleğinden tutup duvara savurdum.
İçlerinden biri bana ateş etmeye çalıştı, yere yuvarlandım. Etrafımda silahlar
patlıyordu. Plastik mermi sesiydi bu. Yuvarlanmayı bırakıp askerlerden
birine çelme taktım, sırtüstü yere düştü. Bu bile canımı feci yakıyordu.
Kahrolası bacak. Onlar kapatamadan aralıktan fırladım.
Bir bakışta sahneyi zihnime kazıdım. Askerler yolu tıkamıştı. Tavandaki
karolar. Koridorun sonunda sağa dönüş vardı. Duvarda 4. Kat yazıyordu.
Kapıyı açan asker tepki vermeye başlamıştı; eli yavaş çekimde silahına gitti.
Sıçrayıp kendimi duvardan ittim ve kapının üst kenarını tuttum. Yaralı
bacağım yüzünden neredeyse dengemi kaybedip düşecektim. Yeniden silah
sesleri geldi. Tavana doğru sallanıp karoların arasındaki metal hatta
tutundum. Hücre 6822; altıncı kat. Aşağı sallanıp sağlam bacağımla
askerlerden birinin kafasına tekmeyi geçirdim. Aşağı yuvarlanırken ben de
onunla indim. İki plastik mermi omzuna saplandı. Acıyla feryat etti. Çömelip
koridor boyunca koştum, askerlerden ve silahlardan sıyrıldım ve bana uzanan
ellerden kurtuldum.
Tekme tokat beni hücreme geri götürdüler. Askerler beni tekrar zincirlerken
June yanımızda durdu. Sonra geri çekildiklerinde yüzüme doğru eğildi.
“Bunu bir daha denememeni öneririm," diye kızdı.
Gözlerinde buz gibi öfkeden başka bir şey yoktu. Kapının yanında Komutan
Jameson’ın gülümsediğini gördüm. Thomas ciddi bir ifadeyle izliyordu.
Sonra June tekrar eğilip kulağıma fısıldadı. "Bunu bir daha deneme," dedi,
“çünkü tek başına başaramazsın, yardımıma ihtiyacın olacak.”
Ağzından çıkacağını düşündüğüm en son şeyi söylemişti. İfademin
değişmesini engellemeye çalışıyordum ama kalbim bir saniyeliğine durdu.
Yardım mı? June bana yardım etmek mi istiyordu? Bu daha biraz önce
koridorda beni neredeyse komaya sokmak üzere olan kızdı. Beni tuzağa
düşürmeye mi çalışıyordu? Yoksa dediklerinde ciddi miydi?
Ağzından son kelime çıkar çıkmaz benden uzaklaştı. Kızmış gibi yaptım,
sanki biraz önce bana hakaret etmiş gibi. Komutan Jameson çenesini kaldırdı.
"Aferin, Ajan Iparis.” June ona hızlıca selam verdi. "Thomas’la birlikte
lobiye inin, sizinle orada buluşuruz.” June ve yüzbaşı gitti. Şimdi Komutan
Jameson ve hücrenin kapısının yakınında duran yeni nöbetçi grubuyla baş
başaydım.
Bir süre sonra, "Bay Wing,” dedi. “Bu gece çok etkileyici bir performans
sergilediniz. Gerçekten de Ajan Iparis’in söylediği kadar çevikmişsiniz.
Böyle yeteneklerin, on para etmez suçlularla ziyan olduğunu görmekten
nefret ediyorum ama hayat hiç de adil değil, öyle değil mi?” Bana gülümsedi.
"Zavallı çocuğum. Gerçekten de askeri bir kaleden kaçabileceğini düşündün,
öyle mi?”
Komutan Jameson bana doğru yürüdü, eğildi ve dirseğini dizine koydu.
"Sana kısa bir hikâye anlatayım,” dedi. "Birkaç yıl önce, seninle birçok ortak
noktası olan genç bir kaçak yakalandı. Gözü pek ve atılgandı, kurallara
aptalca karşı koyuyordu, aynı derecede zahmet vericiydi. O da infaz
tarihinden önce kaçmaya çalıştı. Ona ne olduğunu biliyor musunuz, Bay
Wing?" Uzandı, elini alnıma koyup kafam duvara değene kadar beni geriye
itti. "Onu yakaladığımızda merdivenlere kadar kaçabilmişti. İdam günü
geldiğinde, mahkeme onu öldürmem için bana izin verdi." Eli alnımı
sıkıyordu. “Sanırım kurşuna dizilmeyi tercih ederdi.’’
"Bir gün sen ondan da kötü bir şekilde gebereceksin,” diye patladım.
Komutan Jameson kahkaha attı. "Sonuna kadar huysuz olacaksın, değil mi?”
Başımı bırakıp bir parmağıyla çenemi kaldırdı. "Ne kadar da eğlencelisin,
güzel çocuğum.”
Gözlerimi kıstım. Bana engel olamadan, tutuşundan fırlayıp dişlerimi eline
geçirdim. Çığlığı bastı. Olabildiğince sert bir şekilde, ağzıma kan tadı gelene
kadar ısırdım. Komutan Jameson beni duvara yapıştırdı. Darbeyle sarsıldım.
Komutan elini tuttu, ben bayılmamaya çalışıp gözlerimi kırparken acı içinde
dans ediyordu. İki asker ona yardım etmeye çalıştı, ama onları savuşturdu.
“İdam edilişini dört gözle bekliyor olacağım, Day," diye hırladı. Elinden kan
damlıyordu. “Dakikaları sayıyor olacağım!” Sonra da öfkeyle çıkıp
arkasından kapıyı çarptı.
Gözlerimi kapayıp kimse yüzümü görmesin diye başımı kollarımın arasına
gömdüm. Dilime kan gelmişti; metal tadı hissedince ürperdim. Henüz idam
günüm hakkında düşünmeye cesaretim olmamıştı. Hiçbir kaçış olmadan bir
idam mangasının önünde durmak nasıl bir duyguydu? Düşüncelerim
zihnimde dönüp durdu ve sonunda June’un bana fısıldadığı şeyleri
hatırladım. Tek başına başaramazsın, yardımıma ihtiyacın olacak.
Apartmanımızın tepesine kadar çıktım, tek başıma çatıda dururken rüzgâr her
yanımı sarıyordu. Havadaki nemin kokusunu alabiliyordum. Bazı teraslarda
bu saatte bile hayvanlar otluyordu. Onları görünce acaba bunca yıldır bir et
fabrikasının üstünde mi yaşıyordum acaba diye düşündüm. Buradan Los
Angeles şehir merkezinin tamamını, aynı zamanda da etrafındaki bölgeleri ve
devasa gölü Pasifik Okyanusundan ayıran kara hattını görebiliyordum.
Zengin bölgeler ile yoksul olanların tam olarak nerede ayrıldığını görmek
kolaydı; elektrikten gelen sabit ışık yerine kıpraşan gaz lambaları, açık hava
ateşleri ve termik santralleri gördüğünüz yerlerden ayrılıyordu.
İki bina arasına ince bir kablo bağlamak için halat fırlatma aparatı kullandım.
Sonra da Batalla ve Ruby bölgelerinden iyice uzaklaşana kadar binadan
binaya sessizce kaydım. Burada işler biraz zorlaşıyordu. Binalar arık eskisi
kadar uzun değildi ve çatılar parçalanıyordu, bazıları aşırı güç halinde çökme
tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Hedeflerimi dikkatlice seçiyordum. Birkaç sefer
firlatıcıyı çatıdan daha alçağa hedef almak zorunda kaldım ve sonra o tarafa
geçince tepeye çıkana kadar önce kollarımı, sonra bacaklarımı atarak
tırmandım. Lake bölgesinin dış semtlerine vardığımda boynumdan ve
sırtımdan ter damlıyordu.
Gölün ucu sadece birkaç blok ötedeydi. Bölgeye şöyle bir baktığımda,
neredeyse her bloğun kırmızı şeritlerle çevrili olduğunu ve veba devriye
askerlerinin gaz maskeleri ve siyah pelerinleriyle her sokağın köşesinde
durduğunu fark ettim. X işareti konmuş kapıların ardı arkası kesilmiyordu.
Bir devriyenin kapı kapı dolaşıp rutin taramalardan birini yaptığını gördüm.
İçimden bir ses, tıpkı Metias’ın dediği gibi onların şu anda insanlara azar azar
ilaç dağıttıklarını ve birkaç hafta içinde bu vebanın “sihirli” bir şekilde
ortadan kalkmış olacağını söylüyordu. Day’in evine ya da eskiden evi olan
yere bakmamaya özen gösteriyordum. Sanki annesinin cesedi hâlâ orada,
sokakta yatıyormuş gibi geliyordu.
Day’le tanıştığım yere ulaşmam on dakikamı aldı. Burada çatılar halat
fırlatıcımı kullanamayacağım kadar dayanıksızdı. Dikkat ederek yavaşça yere
indim, çeviktim ama Day kadar değil ve göl kıyısına kadar karanlık
sokaklardan yürüdüm. Islak kum ayağımın altında eziliyordu.
Kafamı toparlayabilmek için birkaç kere bir sokakta durdum. Eğer burada
yakalanır da ne yaptığım anlaşılırsa, büyük ihtimalle beni öldürürlerdi. Hem
de sorgusuz sualsiz. Bu düşünce kalbimin hızla atmasına neden oldu. Fakat
sonra ağabeyimin sözlerini hatırladım. Bu, gözlerimi yakmaya, dişlerimi
sıkmaya yetiyordu. Artık geri dönemeyecek kadar ilerlemiştim.
Birkaç bardan eli boş döndüm. Hepsi aynı görünüyordu; kısık gaz lambası
ışığı, duman ve kargaşa, arada bir köşede yapılan Skiz dövüşü. Her dövüşü
kontrol ettim, ayrıca o çemberden yeterince uzak durmam gerektiğini
öğrenmiştim. Her barmene sarmaşık dövmeli bir kızı tanıyıp tanımadığım
sordum. Kaede’yi tanıyan yoktu.
Bir saat kadar geçti.
Sonra onu buldum. (Aslında o beni buldu.) Barın içine adımımı atacak
fırsatım bile olmamıştı.
Bitişikteki bir sokaktan çıkıp barın yan kapısına doğru daha yeni yönelmiştim
ki omzumun yanından bir şey uçup geçti. Bir hançer. Anında yoldan
çekildim. Biri ikinci kattan sıçradı, bana hücum etti ve ikimizi de gölgelere
devirdi. Sırtımı duvara yapıştırdı. Bana saldıranın kim olduğuna bakmadan
önce elim içgüdüsel olarak bıçağıma gitti.
“Sensin,” dedim.
Bana bakan kız öfkeden köpürüyordu. Sokak ışıkları sarmaşık dövmesine ve
gözlerindeki ağır siyah makyaja düşüyordu. “Pekâlâ,” dedi Kaede. “Beni
aradığını biliyorum. Herhalde beni görmeyi çok istiyorsun ki bir saatten fazla
süredir Alta'nın barlarında dolaşıyorsun. Ne istiyorsun? Tekrar dövüşmek
falan mı?”
Tam cevap verecektim ki Kaede’nin arkasındaki gölgelerde bir kıpırdanma
fark ettim. Donakaldım. Yanımızda başka biri daha vardı.
Kaede gözlerimin oraya gittiğini görünce sesini yükseltti. “Geri çekil, Tess,”
dedi. “Bunu görmeni istemiyorum.”
“Tess?” Karanlığa doğru gözlerimi kıstım. Karanlıkta duran şekil yeterince
küçüktü, narin bir yapı ve arkada karışık bir şekilde toplanmış saçlar.
Kaede’nin arkasından büyük, ışık saçan bir çift göz bana bakıyordu. Bir an
için kendimi gülümsemek için can atarken buldum; bu haberin Day’i çok
mutlu edeceğini biliyordum.
Tess bir adım öne geldi. Sağlığı yerinde görünüyordu fakat gözlerinin altında
koyu halkalar oluşmuştu. Yüzündeki şüpheci bakış kendimi utanç içinde
hissetmeme neden oldu.
“Merhaba,” dedi. “Day nasıl? İyi mi?”
Başımı salladım. “Şu an için iyi. Senin de iyi olduğunu gördüğüme çok
sevindim. Burada ne işin var?”
Bana tedbirli bir şekilde gülümsedi, sonra da korkuyla Kaede ye baktı. Kaede
ona kızgın bir bakış atıp beni duvara daha da bastırdı. “Önce sorumu bir
cevapla bakalım,” diye patladı.
Tess Vatanseverlere katılmış olmalı. Bıçağımı yere bıraktım, sonra da boş
ellerimi ikisine doğru havaya kaldırdım. “Seninle pazarlık yapmak için
geldim.” Bakışına sakin gözlerle karşılık verdim. “Kaede, yardımına
ihtiyacım var. Vatanseverlerle konuşmam gerekiyor.”
Bu onu hazırlıksız yakalamıştı. “Benim bir Vatansever olduğumu da nereden
çıkardın?”
“Cumhuriyet için çalışıyorum. Çok şey biliyoruz, bazıları seni şaşırtabilir.”
Kaede bana gözlerini kısarak bakıyordu. “Benim yardımıma ihtiyacın yok.
Yalan söylüyorsun,” dedi. “Sen bir Cumhuriyet askerisin, Day’i polise teslim
ettin. Sana neden güvenelim ki?”
Çantama uzanıp fermuarı açtım ve kalın bir “not” destesi çıkardım. Tess şok
içinde nefesini içine çekti. “Sana bunu vermek istiyorum,” diye karşılık verip
parayı Kaede’ye uzattım. “Bunun geldiği yerde daha çok var. Ama beni
dinlemeniz gerekiyor, çok zamanım yok.” Kaede sağlam kolundaki eliyle
banknotları sayfa çevirir gibi karıştırdı ve içlerinden birini dilinin ucuyla
kontrol etti. Diğer kolu sıkıca alçıya alınmıştı. Birden o kolu alçıya alanın
Tess olduğunu fark ettim. Vatanseverler onu yararlı buluyor olmalıydı.
Kolunu işaret ederek, “Bu arada onun için de üzgünüm,” dedim. “Ama bunu
neden yaptığımı anladığından eminim. Bana verdiğin yara hâlâ iyileşmedi."
Kaede kuru bir kahkaha attı. “Her neyse,” dedi. “En azından Vatanseverler’in
bir doktoru var artık.” Alçısına hafifçe vurup Tesse göz kırptı.
Tesse yandan bakıp, “Bunu duyduğuma sevindim,”dedim. “Ona iyi bakın.
Buna değecektir.”
Kaede bir süre daha yüzümü inceledi. Ve sonunda beni serbest bırakıp
kemerime işaret etti. “Silahlarını bırak.”
Tartışmadım. Kemerimden dört bıçak çıkardım, görebilmesi için yavaşça öne
tuttum ve sokağa doğru fırlattım. Kaede onları tekmeleyip erişemeyeceğim
bir uzaklığa fırlattı.
“Üzerinde takip cihazı var mı?” dedi. “Dinleme cihazı falan?” Kaede’nin
kulaklarımı ve ağzımı kontrol etmesine izin verdim. “Hiçbir şey yok,” diye
yanıtladım.
“Eğer yakınımıza bir çift ayak sesinin geldiğini bile duyarsam seni şuracıkta
öldürürüm. Anlaşıldı mı?” dedi Kaede.
Başımla onayladım.
Bir an duraksadı, sonra da kolunu indirip bizi sokağın karanlık köşelerine
doğru götürdü. “Seni asla diğer Vatanseverlerin yanına götürmem,” dedi.
“Bunu yapacak kadar güvenmiyorum sana, ikimizle konuşursun, ben de
diğerlerine anlatmak gerekip gerekmediğine karar veririm.”
Vatanseverler acaba ne büyüklükte bir topluluk diye merak ettim.
“Olur.”
Güzel bir gündü. John yerel termik santralde çalışmak üzere atanmıştı.
Kutlamak için annem iki elbisesinden birini ve eski birkaç tencereyi satıp
önceki haftanın tamamında birlikte çalıştığı iş arkadaşlarının ekstra
mesailerini almıştı. Biriktirdiği para bütün bir tavuk almaya yetmişti. Et
suyunun kokusu o kadar güzeldi ki kokusunu dışarıdayken de içimize
çekebilelim diye kapıyı araladık. John genellikle bu kadar iyi bir ruh hali
içinde olmazdı. Bundan elimden geldiğince yararlanacaktım.
John topu bana attı, süpürgemle yakalayıp geri attım. Birkaç dakika boyunca
hızlı ve kendimizi kaptırmış bir şekilde oynadık, ikimiz de kaçırmıyorduk,
bazen topu yakalayabilmek için öyle zıplıyorduk ki Eden gülmekten
yıkılıyordu. Tavuk kokusu burnumuza geliyordu. Hava sıcak değildi, aslında
mükemmeldi. John topu getirmek için koşarken bir saniye durdum. Bu günü
unutmak istemiyordum.
Topa yine vurduk. Sonra bir hata yaptım.
Topu John’a fırlatmaya hazırlanırken sokağımızdan bir polis geçti. Gözümün
ucuyla Eden’ın basamaklarda ayağa kalktığını gördüm. John bile benden
önce onun geldiğini gördü ve beni durdurmak için bir elini uzattı. Ama artık
çok geçti. Çoktan savurmaya başlamıştım ve topu polisin suratının ortasına
yapıştırdım.
Geri sekti; sonuçta zararsız, kâğıttan bir toptu ama polisi durdurmaya yetti.
Gözlerini bana doğrulttu. Olduğum yerde donakaldım.
İkimiz de hareket edemeden, polis botundan bir bıçak çıkarıp yanıma yürüdü.
"Yaptığın şeyin yanına kâr kalacağını mı sandın, piç kurusu?" diye bağırdı.
Bıçağı kaldırıp sapıyla suratıma vurmaya hazırlandı. Korkudan sinmek
yerine, olduğum yerde durup ona doğru pis pis baktım.
John, polis bana vuramadan yanımıza geldi. "Efendim! Efendim!" John
önüme geçip elini polise uzattı. “Bunun için çok üzgünüm," dedi. “Bu Daniel,
benim küçük kardeşim. Bilerek yapmadı."
Polis, John’u kenara savurdu. Bıçağın sapıyla yüzüme vurdu. Yere yığıldım.
Eden çığlık atıp içeri kaçtı. Öksürüp ağzıma dolan toz toprağı tükürmeye
çalıştım. Konuşamadım. Polis yakınlaşıp yan tarafıma tekmeyi geçirdi.
Acıdan gözlerim yerinden fırladı. Cenin pozisyonunda kıvrıldım.
“Durun, lütfen!" John hemen polise yaklaşıp aramızda kararlı bir şekilde
durdu. Annem girişe koşmuştu, arkasında Eden vardı. Umutsuzca polise
sesleniyordu. John hâlâ ona yalvarıyordu. “Size... size para veririm. Çok
paramız yok ama ne isterseniz alabilirsiniz, lütfen." John kolumu tutup beni
ayağa kaldırdı.
Polis, John'un teklifini değerlendirmek için duraksadı. Sonra da anneme
baktı. "Sen, oradaki,” diye seslendi. "Neyiniz varsa getir. Bir dahaki sefere de
çocuğunu daha iyi yetiştir.”
John beni arkasına aldı. "Bilerek yapmadı, efendim,” diye tekrarladı. "Annem
onu bu davranışından dolayı cezalandıracak. Daha çok küçük, bu yüzden ne
yapacağını bilemedi.”
Annem birkaç saniye sonra elinde kumaştan bir bohçayla dışarı çıktı. Polis
içini açıp her bir notu kontrol etti. Onun neredeyse bütün paramız olduğunu
fark ettim. Bir süre sonra polis parayı tekrar sarıp yeleğinin içine koydu.
Tekrar anneme bakıp, "İçeride tavuk mu pişiyor?" diye sordu. "Aileniz sanki
biraz lüks içinde yaşıyor. Sık sık para saçar mısınız böyle?”
"Hayır, efendim.”
"O zaman tavuğu da getir,” dedi polis.
Annem hemen içeriye koştu. Dışarı çıktığında, elinde sıkıca bağlı bir kumaş
parçası içinde tavuk eti vardı. Polis onu aldı, omzuna astı ve bana tiksintiyle
son bir bakış daha attı. "Sokak piçleri," diye mırıldandı. Sonra da çekip gitti.
Sokak yine sessizleşti.
John dönüp annemi teselli edecek bir şeyler söylemek istedi ama o başından
savurup yemeğimiz gittiği için John'dan özür diledi. Bana bakmıyordu. Bir
süre sonra ağlamaya başlayan Eden’la ilgilenmeye gitti.
Annem gidince John bana döndü. Omuzlarımdan tutup beni delicesine sarstı.
"Bir daha asla yapma bunu, anladın mı? Sakın ha!" "Ona atmak
istememiştim!” diye bağırdım.
John öfkeyle homurdandı. "Bu değil mesele. Ona bakışından bahsediyorum.
Beynin çalışmıyor mu hiç senin? Polislere asla öyle bakılmaz, anladın mı?
Hepimizin ölmesini mi istiyorsun?”
Yanağım bıçağın sapından dolayı hâlâ acıyordu, karnım da polisin tekmesi
yüzünden yanıyordu. John’un elinden kurtuldum. "Beni korumak zorunda
değildin,” diye patladım. "Dayanabilirdim. Karşılık verebilirdim.”
John tekrar beni tuttu. “Sen kafayı tamamen yemişsin. Beni dinle, kulaklarını
da iyi aç. Tamam mı? Asla karşılık vermeyeceksin. Asla. Polisler sana ne
söylerse yapacaksın ve onlarla tartışmayacaksın.” Gözlerinden sinirinin bir
kısmı geçmişti. “Onların seni incittiğini görmektense ölürüm daha iyi.
Anlıyor musun?”
Zekice bir şeyler söyleyebilmek için çabaladım fakat utanç içinde gözlerimin
dolduğunu hissettim. Birden ağzımdan, "Tavuğunu kaybettiğin için
üzgünüm," dedim.
Sözlerim John’u biraz olsun gülümsetebilmişti. "Gel buraya, çocuk.” İç çekti,
sonra da beni sarıp sarmaladı. Yanaklarımdan gözyaşları dökülüyordu.
Utandığım için sessizce ağlamaya çabaladım.
Batıl inançlarım yoktur ama bu rüyadan, John’la ilgili bu acı verecek kadar
net anıdan uyandığımda, göğsümde korkunç bir his oluştu.
Onların seni incittiğini görmektense ölürüm daha iyi.
SAAT: 08:00
RUBY BÖLGESİ
DIŞARIDA SICAKLIK: 18 °C
DAY YARIN İDAM EDİLECEKTİ. Thomas geldi ve Batalla Binasına rapor
vermeden önce bir filmin gündüz seansına beni davet etti. Bayrağın İhtişamı,
dedi. Hakkında iyi şeyler duydum. Film, Cumhuriyet’teki bir kızın,
Koloniler’den bir casusu yakalaması hakkındaydı.
Ama bir şeyden emindim. June'un planı başarısız olsa bile, idam mangasının
karşısına çıktığımda herkesten ayrı ve tek başıma olsam bile... dövüşecektim.
Olduğum yerde durmam için içimi kurşunlarla doldurmaları gerekecekti.
İçimi titreten bir nefes çektim. Cesur düşüncelerdi bunlar ama onları
gerçekleştirebilecek miydim?
Hücremdeki askerlerin, gaz maskeleri ve koruyucu yelekleriyle birlikte
normalden daha fazla silahları vardı. Kimse gözlerini üzerimden ayırmıyordu.
Gerçekten de çılgınca bir harekette bulunmamı bekliyorlardı. Güvenlik
kameralarına bakıp meydandaki kalabalığın neye benzediğini hayal ettim.
Bir süre geçince, "Buna bayılıyor olmalısınız,” dedim. Askerler kıpırdandı,
birkaçı silahlarını kaldırdı. "Hayatınızdan bir günü beni izleyerek ziyan
etmeniz. Pek eğlenceli olmalı.”
Sessizlik. Askerler yanıt veremeyecek kadar korkuyordu.
Ben ayağa kalkmak için çabalarken June biraz ötede durup saatine baktı.
"Dört kırk beş,” dedi. Başını kaldırıp bana baktı. Planını anlayabilmek için
gözlerini okumaya çalıştım. "Son bir isteğin var mı? Eğer son bir kez
ağabeyini görmek ya da dua etmek istersen şimdi söylemelisin. Ölmeden
önce sana tanınan son ayrıcalık olacak bu.”
Tabii ki. Son arzum. Ona bakıp dikkatle boş bir ifadeyle durmaya çalıştım.
Ne dememi istiyordu? Gözleri alev alevdi.
“Ben...” diye söze başladım. Herkes bana bakıyordu.
June neredeyse fark edilmeyecek bir mimikle, "John,” dedi. Komutan
Jameson’a baktım.
"Ağabeyim John'u görmek istiyorum." dedim. “Son bir kez. Lütfen.”
Komutan sabırsızca başını sallayıp parmaklarını şaklattı, sonra da ona
yaklaşan askere bir şeyler fısıldadı. Selam verip çıktı. Sonra tekrar bana
döndü. "İsteğin gerçekleşecek." Kalbim daha da hızla atmaya başladı. June
kısa bir bakış attı ama daha ona odaklanamadan, dönüp Komutan Jameson’a
bir şey sormaya döndü.
Komutan, “Hey şey yerinde, Iparis,” diye yanıtladı. "Başımın etini yemeyi
kes artık.”
Koridordan tekrar ayak sesleri duymaya başlayana kadar birkaç dakika
sessizce bekledik. Bu sefer askerlerin sıralı adımlarına bir çekiştirme sesi de
karışmıştı. John olmalıydı bu. Yutkundum. June bir daha bana bakmadı.
Sonra John yanında iki askerle birlikte hücreye girdi. Önceden de zayıf ve
solgun görünüyordu. Uzun, altın sarısı saçları kirlenmişti ve birazının
suratına yapışmış olduğunun bile farkında değil gibiydi. Benim saçım da
böyle görünüyor olmalıydı. Beni görünce gülümsemeye çalıştı fakat içinde
çok az mutluluk vardı. Ben de gülümseyerek karşılık vermeye çalıştım.
"Selam,” dedim.
"Selam," diye cevap verdi.
June kollarını kavuşturdu. "Beş dakika. Ne diyeceksen söyle de bitsin.”
Konuşmadan onayladım.
Komutan Jameson, June’a baktı ama ayrılmaya yönelik bir harekette
bulunmadı. "Tam beş dakika olduğundan emin ol, bir saniye bile geçmesin."
Sonra da bir elini kulağına bastırıp bağırarak emirler yağdırmaya başladı.
Gözleri benim üzerimdeydi.
Birkaç dakika sonra, beni dışarı çıkardılar. John’un dediğini yapıp çenemi dik
tuttum, gözlerim boş bakıyordu. Şimdi kalabalığın sesini duyabiliyordum.
Sesleri yükselip alçalıyordu, insan sesinden oluşan bir dalga gibi gelip
gidiyordu. Yürürken gözlerim koridora dizilmiş ekran panellerini taradı,
meydandaki insanlar huzursuz görünüyordu, rüzgârlı bir günde denizde çıkan
dalgalar gibiydiler, onları kafes gibi çevreleyen askerleri seçebiliyordum.
Aralarda saçlarının bir tutamını kızıla boyamış birkaç kişi gördüm. Askerler
kalabalığın içine girip onları tutuklamak için topluyorlardı ama onlar bunu
umursamıyormuş gibi görünüyordu.
Bir noktada, June bize katılıp askerlerin arkasında uygun adım yürümeye
başladı. Arkama baktım ama yüzünü göremiyordum. Saniyeler uzadıkça
uzuyordu. Alana çıktığımızda neler olacaktı? Sonunda kurşuna dizileceğim
yere açılan salona vardık. O anda genç yüzbaşı Thomas’ın, "Bayan Iparis,"
dediğini duydum.
"Ne oldu?” diye yanıtladı.
Sonra da kalbimi durduran sözleri duydum. June’un bunu planladığını
zannetmiyordum.
"Bayan Iparis," dedi. “Soruşturma altındasın. Beni takip et."
JUNE
Zemin katın kapısından dalıp bir kargaşa denizine düştüm. Askerler meydana
koşuyorlardı. Her yerden ayak sesleri geliyordu. Doğruca kurşuna dizme
yerine geri döndüm. Ayrıntılar etrafımda bir tür düşünce otobanındaymışım
gibi fırlıyorlardı. (Doksan yedi saniye kaldı. Otuz üç asker benimle zıt yönde,
on iki asker benimle aynı yönde ilerliyordu, ekranlardan bazıları kararmıştı;
güç kesintisinden olmalıydı, diğerleri dışarıdaki kıyameti gösteriyordu,
gökten meydana bir şey yağıyordu; para! Vatanseverler çatılardan para
saçıyordu. Kalabalığın yarısı meydandan çıkmaya çalışırken diğer yansı da
dağıtılanları kapışmaya çalışıyordu.)
Yetmiş iki saniye, idam salonuna vardım ve o an manzarayı aklıma kazıdım:
bilinçsiz üç asker vardı. John ve Day (boynunda askerlerin bomba
patlamadan hemen önce gözlerine bağlamış olması gereken gevşemiş bir
gözbağı) dördüncü askerle dövüşüyorlardı. Diğer askerler meydanı
bastırabilmek için çağırılmış olmalıydı ama çok zaman kalmamıştı. Hemen
geri geleceklerdi. Arkalarından koşup askerin ayaklarına çelme taktım. Yere
kapaklandı. John çenesini yumrukladı. Asker hareketsizdi.
Sonra Day’in kafası omzuma düştü. Altı saniye. Başka seçeneğim yoktu.
Arkamızda, idam mangasına çıkan salonda askerlerin bağırdığını duymama
rağmen kendimi dönüp ilerlemeye zorladım.
Sıfır saniye.
Birden hatırladım. İdam mangası, koridor, ekranlar. John. Patlama. Her yerde
askerler. June. Ölmüş, kurşuna dizilmiş olmam gerekiyordu.
“Uyanıksın.”
June yanımda, siyah giysileriyle gece vakti neredeyse görünmez bir halde
duruyordu. Bacanın duvarına garip bir şekilde yaslanarak oturuyordu, yüzüne
yağan yağmurun farkında değil gibiydi. Ona dönmek için kıpırdadım. Yaralı
bacağım acı içinde kasıldı. Kelimeler dilimin ucunda, dışarı çıkmayı
reddediyorlardı.
“Valencia’dayız. Civar mahallelerinden birinde. Vatanseverler istedikleri
kadar uzağa bıraktılar bizi. Sonra onlar Vegas’a devam etti.” June gözlerine
gelen sular yüzünden gözlerini kırpıştırdı. “Özgürsün. Şansın varken
Kaliforniya’dan kaç. Peşimizi bırakmayacaklar."
Dudaklarımı aralayıp kapadım. Rüya mı görüyordum? Yanına kaydım. Elim
yüzüne dokunmak için uzandı. "Ne... ne oldu? İyi misin? Beni Batalla
Binası’ndan nasıl kaçırdın. Bana yardım ettiğini biliyorlar mı?"
June sorularıma cevap vermek ile vermemek arasında bir seçim yapıyormuş
gibi bana bakıyordu sadece. Sonunda çatının kenarından aşağı baktı. "Kendin
öğrenebilirsin."
Ayağa kalkmaya çalıştım. Şimdi çatıdan bakıp duvarlarda sıralanmış
JumboTron'ları görebilirdim. Çatının kenarına doğru topallayarak gidip
korkuluklardan aşağı baktım. Kesinlikle civar mahallelerden birindeydik.
Buradan bakınca üzerine tünediğimiz binanın terk edilmiş ve kapatılmış
olduğunu anladım, bu bloktaki JumboTron’lardan yalnızca ikisi çalışıyordu.
Ekranlara baktım.
Gördüğüm manşet nefesimi kesti.
Hızla June'a döndüm. Sessizce beni izliyordu. Yağmurun altında, "O John!”
diye bağırdım. “O çocuk John! Orada, o yerde ne yapıyordu?”
June hiçbir şey söylemiyordu.
Nefes alamıyordum. Ne yaptığını şimdi anlamıştım. "Onu kurtarmadın,”
demeyi başarıyorum. "Onun yerine yerlerimizi değiştirdin."
"Ben yapmadım," diye cevap verdi. "O yaptı.”
Topallayarak yanına gittim. Omuzlarından tutup onu bacaya yapıştırdım.
“Bana neler olduğunu anlat. Neden yaptı bunu?” diye bağırdım. "Ölen ben
olmalıydım!"
June acıyla bağırdı ve yaralı olduğunu fark ettim. Omzunda derin bir yarık
vardı, giysisi kana bulanmıştı. Neden ona bağırıyordum ki? Gömleğimin
ucundan bir kumaş parçası yırtıp Tess’in yapacağı gibi yarayı sarmaya
çalıştım. Kumaşı sıkıca çekip bağladım. June acıyla yüzünü buruşturdu.
"O kadar da kötü değil,” diye yalan söyledi. “Omzumu kurşun sıyırdı."
"Başka bir yerinden yaralandın mı?” Elimi diğer kolunda gezdirdim, sonra da
yavaşça beline ve bacaklarına dokundum. Donuyordu.
"Sanmıyorum,” diye cevap verdi. “İyiyim.” Islak saçlarını kulaklarının
arkasına atıp bana baktı. "Day... planladığım gibi gitmedi. İkinizi de
kurtarmak istemiştim. Yapabilirdim. Ama...”
Sarılmak için onu kendime çekince yanağımdaki gözyaşını silip beni öptü.
Sonra başını omzuma gömdü. Ve kendimi bırakıp ağlamaya başladım.
JUNE
ÜÇ GÜN SONRA.
BARSTOW, KALİFORNİYA
SAAT: 23:40
SICAKLIK: 11 °C
Day’e, Vegas gibi askeri bir şehre gitmenin delilik olduğunu söylemek
istiyordum. Ama söylemedim. Gözümün önüne sadece Tess’in kambur duran
ince omuzlan ve büyük gözleri geliyordu. Annesini kaybetmişti zaten.
Ağabeyini de. Tess’i de kaybedemezdi. “Onu gidip bulmalısın,” dedim.
“Beni ikna etmek zorunda değilsin. Ama seninle geliyorum.”
Day kaşlarını çattı. “Hayır, gelmiyorsun.”
“Desteğe ihtiyacın var. Mantıklı düşün. Yolda sana bir şey olursa başının
belaya girdiğini nereden anlayacağım?”
Day bana baktı. Bu karanlıkta bile gözlerimi ondan alamıyordum. Yağmur
yüzünü temizlemişti. Saçındaki kan kırmızısı şerit gitmişti. Sadece birkaç
beresi vardı. Biraz boynu bükük de olsa bir meleğe benziyordu.
Utanıp başka bir yere doğru baktım. “Tek başına gitmeni istemiyorum, o
kadar.”
Day iç geçirdi. “Pekâlâ. Cepheye gidip Eden'in nerede olduğunu bulacağız,
sonra da sınırı geçeceğiz. Koloniler büyük ihtimalle bize kucak açacaktır,
hatta belki yardım ederler.”
Koloniler. Daha kısa bir süre öncesine kadar dünyadaki en büyük düşmanlar
gibi geliyorlardı. “Tamam.”
Daha sonra yerde kıvrılırken Day’e, “Garip,” dedim. Dışarıda kasırga tüm
şiddetiyle sürüyordu. Birkaç saat içinde yola çıkmamız gerekecekti. “Seninle
burada olmak çok garip. Seni çok az tanıyorum. Ama... sanki aynı kişiymişiz
de iki farklı dünyada doğmuşuz gibi hissediyorum.”
Bir an sessizce durdu, bir eli farkında olmadan saçımla oynuyordu. “Acaba
ben seninki gibi bir dünyada doğsaydım, sen de benimki gibi bir dünyada
doğsaydın nasıl olurdu? Şimdiki gibi olur muyduk? Cumhuriyet’in en iyi
askerlerinden biri olur muydum? Sen de ünlü bir suçlu?”
Başımı omzundan kaldırıp ona baktım. “Sana sokakta kullandığın ismi hiç
sormamıştım. Neden Day? ”
“Her gün yeni bir yirmi dört saat demek. Her yeni gün her şeyin tekrar
mümkün olması demek. Anın içinde yaşıyorsun, anın içinde ölüyorsun,
geçmişi ya da geleceği düşünmeden.” Vagonun açık kapısından karanlık su
şeritlerinin dünyayı örttüğü yere doğru baktı. “Işıkta yürümeye çalışıyorsun.”
Efsane'nin sayfalarını her karıştırdığımda, hafta içi her gece, gece yarılarına
kadar yazan, basmaya giden yolun ne kadar uzun olduğundan keyifli bir
şekilde habersiz olan on dört yaşındaki halim geliyor aklıma. Şimdi bir
kitabın ortaya çıkması için kaç kişi gerektiğini ve onların sıkı çalışmasının ne
kadar büyük farklılıklar yaratabileceğini anlıyorum. Hepinize derinden
minnettarım.
Yayın temsilcim Kristin Nelsona, en başta beni çok satmayan bir müsvedde
için işe kabul ettiği sonra da Efsaneyi yazarken bana güveni sarsılmadığı ve
kitabımın bugün geldiği yere ulaşmasını sağlayan harika öngörüleri için
teşekkürler. Sen olmadan bugün burada olamazdım. Hiçbir şeyin gözden
kaçmadığından emin oldukları için Nelson Literary Agency’nin muhteşem
çalışanlarına; Lindsay Mergens, Anita Mumm, Angie Rasmussen ve Sara
Mcgibow.
Efsaneyi koruması altına alıp onu parlatarak kendi başıma yapabileceğimden
çok daha fazla ışık saçan bir hikâyeye dönüşmesini sağlayan olağanüstü
editörüm Jen Besser’a. Yanımda olduğun için çok şanslıyım.
Efsane için olabilecek en iyi film yapım şirketini bulan, inanılmaz temsilcim
Kassie Evashevski’ye ve bahsettiğim en iyi film yapım şirketi Temple Hill
Entertainment’a vc CBS Filmse. Isaac Klausner, Wyck Godfrey, Marty
Bowen, Grey Munford, Ally Mielnicki,Wolfgang Hammer, Amy Baer,
Jonathan Levine, Andrew Barrer ve Gaby Ferrari, arkadaşlar sizler
harikasınız. Efsane'nin mükemmel kontrat uzmanlığından faydalanmasına
izin veren Wayne Alexander'a özel olarak teşekkür etmek isterim.
Acayip meşgul ve yetenekli hayatlarından zaman ayırıp çaylak bir yazara iki
muhteşem kapak yazısı öneren Kami Garcia ve Sarah Rees Brennana ve JJ,
Cindy Pon, Malinda Lo ve Ellen Oh’a paha biçilemez tavsiyeleri, kibar
sözleri ve Twitter eğlenceleri için.