You are on page 1of 230

Çernobll·den Sesler

Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi

Svetlana Aleksiyeviç

Çeviren : Aslı Candaş

..
Anı-Biyografi-Söyleşi 1

Çernobil'den Sesler
Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi

Yazar : Svetlana Aleksiyeviç


Ingilizceden çeviren :Aslı Candaş
Editör : Seval Er
Düzelti : Emel Kızılcık
Kapak tasarımı : Celal Erciyes
Grafik tasarım : Celal Erciyes
Teknik koordinatör :Murat Er
Baskı ve cilt : Barış Matbaa Mücellit
Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi
C Blok No: 291 Topkapı-ISTANBUL
Tel: 0212. 674 85 28- 29

1. Baskı Ekim 2006


ISBN: 975-6142-09-X

© Svetlana Aleksiyeviç, 1997

Türkçe yayın hakkı:


© Aytaşı Iletişim Danışmanlık Basım ve Yayıncılık

Türkçe çevirinin türoyayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak


kısa ahntllar dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çogaltılamaz.

Aytaşı Yayıncılık
Betontaş Blokları No: 66/5 Eryaman /Ankara
Tel: 0312 280 36 29
www.aytasiyayincilik.com
aytıosi@aytasiyayincilik.com

ll
SVetlana Aleksiyeviç

"Gerçek yaşama en yakın yazın yöntemini aradım. Gerçeklik beni

mıknatıs gibi çeker, ipnotize eder ve kıvrandırır. Gerçekliği kağıt

üzerinde yakalamaya çalıştım; sonunda insan seslerini ve insanların

itiraflarını yazıya dökmeye karar verdim. Dünyayı bu şekilde görüp

duyuyorum: yalnız seslerden oluşan bir koro, gündelik ayrıııtılardan

ibaret bir kolaj. Gözlerim ve kulaklarım bunları arıyor. Bu şekilde

bütün duygusal ve zihinsel potansiyeli kavrayabiliyorum. Aynı

zamanda hem yazar, hem de muhabir, sosyolog, psikolog ve rahip

olmak durumundayım."

1948 yılında Ukrayna'nın bir köyünde doğan Svetlana Aİeksiyeviç,


kitapları ve tiyatro oyunları yirmiden fazla dile kazandırılmış, dünya­

ca ünlü bir gazetecidir. 21 belgesel fiZmin yapımına katkıda bulun­

muş, yazıları 19 ülkede yayınlanmıştır.

Dördüncü kitabı olan Çernobil'den Sesler'i 1986 yılındaki nükleer

felaketten sonra röportaj yaptığı yüzlerce kurban ve tanığın

ifadelerinden yola çıkarak yazmıştır. Aleksiyeviç için, Çernobil bir

kazadan fazlasıdır. Bu kaza aynı zamanda, radyoaktif bir felaketin

yeni tehlikelerle dolu bir çağa yol açmasını simgelemektedir.

Daha önce 16 dile çevrilen Çernobil'den Sesler'le, Svetlana

Aleksiyeviç, bu kez de Türk okurlarıyla buluşmaktadır.

..
Içindekiler
Tarih 9
Önsöz 12

Birinci Bölüm
Ölüler Ülkesi

Neden HatırladıOımıza Dair Monolog 30


Yaşayanlar ve Ölüler Hakkında Neler KonuşulabileceOine Dair Monolog 32
Kapılara Yazılmış Yaşamlar Üzerine Bir Monolog 39
Geri Dönenierin Monologları 41
Radyasyonun Neye Benzediğine Dair Monolog 52
Sözleri Olmayan Bir Şarkı Üzerine Monolog 55
Bir Memleket Hakkında Üç Monolog 56
Bir Insanın Aklının Nasıl Sadece Kötülüğe Çalıştığına Dair Monolog 64
Askerlerin Korosu 67

Ikinci Bölüm
Yaşayanların Ülkesi

Eski Kehanetler Üzerine Bir Monolog 84


Mehtaplı Bir Geceye Dair Monolog 87
lsa'yı Düşerken Görünce Dişi Ağrıyan Adama Dair Monolog 89
Tek Bir Kurşun Hakkında Üç Monolog 95
Çehov ve Tolstoy Olmaksızın Neden Yaşayamayacağımıza Dair Monolog 102
Savaş Filmleri Üzerine Monolog 107
Bir Çığlık 119
Yeni Bir Ulusa Dair Monolog 112
Çernobil'i Yazmaya Dair Monolog 123
Yalanlar ve Gerçekler Üzerine Bir Monolog 130
Insanlar Korosu 139


OçOncO BöiOm
Üzüntüden Şaşkına Dönenler

148 BilmediOimiz Şey Hakkında Monolog: Ölüm Çok Güzel Olabilir


152 Kürek ve Atoma Dair Bir Monolog
159 Ölçümler Yapmaya Dair Monolog
161 korkutucu Şeylerin Nasıl Sessizce Olup BittiOine Dair Monolog
167 Yanıtıara Dair Monolog
170 Anılara Dair Bir Monolog
172 FiziOi Sevmeye Dair Monolog
177 Pahalı Salarnlara Dair Monolog
179 Özgürlük ve Sıradan Bir Ölüm Hayali Üzerine Monolog
185 Ölümün gölgesine Dair Monolog
189 Özürlü Çocuoa Dair Monolog
191 Bir Sovyet Yanlısından Monolog
193 Talimatıara Dair Monolog
196 Bir Insanın Bir DiOeri Üzerinde Sahip OlduOu Sınırsız Güce Dair Monolog
203 Politik Stratejilere Dair Monolog
208 Çernobil'i Neden Bu Kadar SevdiOimize Dair Monolog
211 Çocuklar Korosu
215 Yalnız Bir Insan Sesi
227 Sonsöz Yerine

..
Tarih:

Beyaz Rusya'da nükleer santral bulunmamaktadır.

Eski SSCB'nin topraklarında hal� faa liyet gösteren santrallerden Belarus'a en


yakın olanları, eski Sovyet tasarımı olan RBMK tipindedir; kuzeyde lgnalinsk
santrali. doğuda Smolensk, güneyde ise Çernobi l .

2 6 N isan 1 986, saat 1 :23:58'de, Çernobi l Nükleer Santra l i'nin 4 numaralı ener­
ji bloğunda bulunan reaktör, bir dizi patlama sonucu yerle bir oldu. Çernobil fe­
laketi 20. yüzyı l ı n en büyük teknoloj i k yıkımıydı .

D
Bu, küçük bir ülke olan Belarus için (1 O m i lyon n üfuslu) m i l l i bir felaketti. lkin­
ci Dünya Savaşı sırasında, Nazi ler, 6 1 9 Belarus köyünü sakinleriyle birlikte yok
etmişlerdi. Çernobil sonrasında ise ülke, 485 köy ve yerleşim alanını kaybetti.
Bunlardan 70 tanesi toprağa gömüldü. Savaş sırasında her dört Belarusludan
biri öldürüldü; bugün ise her beş Belarusl udan biri radyoaktif bölgede yaşıyor.
2 .1 milyon insan demek olan bu rakamın yaklaşık 700.000' ini çocuklar oluşturu­
yor. Belarus'taki nüfus aza lmasına neden olan demografik faktörlerden en ön­
de geleni radyasyondur ve radyasyondan en fazla etki lenen Gomel ile Mogilev
bölgelerinde, ölüm oranı doğum oranını %20 aşmış durumdadır.

Kaza sonucunda atmosfere yayılan 50 m i lyon küri radyonüklitin %70'i Belarus


üzerine serpildi. Ülke topraklarının %23'ü 1 küri/km2 den daha fazla yoğunl uk­
ta sezyum-1 23 radyonükl itleriyle kaplandı. Öte yandan Ukrayna topraklarının
%4.8'i, Rusya'nın ise %0.5'i kirlendi . 1 küri/km2 den daha yoğun kirlilik gözle­
nen tarım arazisi miktarı 1 8 mi lyon hektarın üzerinde; bunun 2.400 hektarlık bö­
lümünde tarım yapılamıyor.

Belarus ormanlarla kaplı bir ülke fakat tüm orman arazilerinin ve Pripyat, Din­
yeper ve Sozh nehirleri kenarındaki sulak alanların %26'sı radyoaktif bölgenin
içinde yer al ıyor. Sürekl i küçük dozda radyasyon varl ığı nedeniyle, kanser, zeka
geri liği, nöroloj i k bozukluklar ve genetik mutasyonlardan zarar gören insan sa­
yısı her geçen yıl artıyor.

"Çernobil" Belaruskaya Entsiklopedia


29 Nisan 1 986 günü, Polanya, Almanya, Avusturya ve Romanya'daki radyasyon
ölçüm cihaziarı çok yüksek dozda radyasyon tespit etti ler. 30 Nisan günü, sıra
!sviçre ve Kuzey ltalya'daydı. 1 ve 2 Mayıs'ta radyasyon Fransa, Belçika, Hol lan­
da, Ingi ltere ve Kuzey Yunanistan'a ulaştı; 3 Mayıs'ta ise lsrail, Kuveyt ve Tür­
kiye'ye . .. Gaz halindeki partiküller tüm dünyayı dolaşıyordu; 2 Mayıs günü Ja­
ponya'da, 5 Mayıs günü H indistan'da, 5-6 Mayıs'ta ise Kanada ve ABD'de kay­
dedildiler. Bir haftadan kısa bir zamanda Çernobil tüm dünyayı etki leyen bir so­
run haline gelmişti .

"Belarus'taki Çernobil Faciasmm Sonuç/an"


Sakharov Uluslararasi Radyoekoloji Okulu, Minsk.

Şimdi beton bir lahtin altında·olan dördüncü reaktör, kurşun ve metalden olu­
şan çekirdeğinde hala 20 tondan fazla nükleer yakıt bulunduruyor. Bu yakıtın ne
durumda olduğunu ise kimse bilmiyor. Lah it başarıyla tamamlanmış bir mimari
harika, St. Petersburglu tasarım mühendisleri işleriyle gurur duyuyor olma l ı lar.
Fakat bu yapı insansız inşa edildi; panel ler, hel ikopterler ve robotlar yardımıyla
birbirine tutturulduğundan çatlaklar oluştu. Bazı veri lere göre 200 metrekare­
den fazla yerde çatlak var ve bu çatlaklardan havaya radyoaktif partiküller ka­
rışıyor.

Lah it çökebilir mi? Yapının birçok yerine ulaşmak ve bağlantı ları kontrol etmek
mümkün olmad ığından, bu soruya kimse yanıt veremiyor. Fakat lahtin yıkılması
durumunda, felaketin boyutunun 1 986 yıl ından çok daha büyük olacağını herkes
bil iyor.

Ogenyok dergisi, No: 27 Nisan 1996

lti
Önsöz

Yaln1z Bir Insan Sesi


Havadan yapJim!ŞIZ, topraktan değil...
M. Mamardaşvili

Neden bahsedeceğimi bilemiyorum; ölümden mi, sevgiden mi? Yoksa bunların


ikisi de aynı şey mi? Hangisinden bahsetmel iyim?

Yeni evliydik. Bakkala bile g itsek el ele tutuşuyorduk. Ona durmadan; seni se­
viyorum, diyordlim. Fakat o zaman onu ne kadar sevdiğimi bilemezdim.
ltfaiyede çal ışıyordu ve itfaiye binasının yatakhanesinde kal ıyorduk. Ikinci kat­
ta. Bizden başka üç genç çift daha vardı. aynı mutfağı paylaşıyorduk. G iriş ka­
tında kamyonlar dururdu, kırmızı itfaiye kamyon ları. Onun işi buydu, ben de her
zaman neler olduğunu biliyordum - nereye gittiğini, nası l olduğunu.

Bir gece bir gürültü duydum. Pencereden baktım. Ben i gördü: "Camı kapat ve
uyu. Reaktörde yangın çıkmış, ben biraz sonra dönerim," dedi.
Patlamayı bizzat görmedim. sadece a levler vardı . Her şey ışıld ıyordu. Bütün
gökyüzü. Uzun bir alev ve duman vardı . S ıcak korkunç bir hal al mıştı ve o hala
dönmemişti.

Çatı ziftle kaplanmıştı. duman yanan ziftten gel iyordu. Daha sonra o, katranda
yürüyormuş gibi hissettiğini söyleyecekti. Alevleri yatıştırmaya çal ışmışlar. ya­
nan grafitleri ayaklarıyla tepmışler. .. Itfaiye giysi lerini giymemişler. oldukları gi-

m
bi, üzerlerinde gömlekleriyle g itmişlerd i . Kimse onlara söylememiş. Yangın için
çağırılmışlardı, hepsi bu.

Saat dört ... beş... altı. Saat altıda ai lesine gitmek üzere yola çıkacaktık. Patates
dikmek için. Pripyat i le ailesinin yaşad ığı Sperizhye arası kırk kilometredir. Bah�
çe işlerini seviyordu. Annesi hep onun şehre taşınmasını istemediklerini anla­
tırdı, ona yeni bir ev yapacaklardı. Orduya yazılmıştı. Moskova'da itfaiye bölü­
ğünde çalıştıktan sonra, terhis olduğunda itfaiyeci olmaya karar vermişti . Işte
böyle ! (Susuyor.)

Bazen sesini duyar gibi oluyorum. Can l ı. Fotoğraflar bile ben i onun sesi gibi et­
kilemiyor. Ama hiç benimle konuşmuyor .. . rüya larımda bile. Hep ben ona sesle­
n iyorum.

Saat yedi. Saat yedide bana onun hastanede olduğunu söylediler. Oraya koş­
tum, fakat polis çemberine alınmıştı, kimseyi içeri sokmuyorlardı. Sadece am­
bulans lar. Pol isler bağırıyordu: "Ambulanslar radyoaktif, uzaklaşın ! '
Bir tek ben değil, kocaları o gece reaktörde çalışan bütün kadınlar gelmişti. Bir
arkadaşımı bulmak için arandım, hastanede doktordu. Onu bir ambulanstan çı­
karken buldum, beyaz gömleğinden yakaladım: 'Beni içeri a l ! '
"Yapamam. Durumu kötü. Hepsi kötü durumda."
Israr ettim: 'Sadece onu görmek istiyorum.·
'Tamam' dedi, "benimle gel . Sadece on beş-yirmi dakika l ığına."

Onu gördüm. Her yeri şişmiş, kabarmıştı. Gözleri zar zor seç i liyordu.
Arkadaşım: 'Süt lazım, çok miktarda süt" dedi. 'Her biri en az üç l itre süt içmel i."
'Ama o sütü sevmez ki."
"Şimdi içmek zorunda."

m
O hastanedeki birçok hemşire ve doktor, özellikle de hastabakıcılar, daha son­
ra hastalanıp öldüler; fakat o zamanlar bunun olacağını bilmiyorduk.
Sabah saat onda, kameraman Sişenok öldü. ilki oydu. lık gün bir başkasının
- Valera Khodemchuk - enkaz altında kaldığını öğrendik. Ona asla ulaşamadılar,
batonun altına gömdüler. Bunun sadece başlangıç olduğunu bilmiyorduk.

"Vasya, ne yapayım?" d iye sordum.


"Git buradan ! Git! Çocuğumuzu taşıyorsun." Onu nasıl bırakabi l i rd i m?
Bana: "Git! Bebeği kurtar" diyordu.
"Önce sana süt getirmem lazım, sonra ne yapacağımıza karar veririz."

Arkadaşım Tanya Kibenok koşarak odaya girdi, kocası da aynı odada yatıyordu.
Birlikte geldiği babasının arabası vardı. Süt almak için arabaya binip en yakın
köye gittik. Şehirden üç kilometre kadar uzaktaydı. Bir koli üç litrelik şişe ald ık,
a ltı tane, böylece herkese yetecek süt olacaktı. Fakat süt nedeniyle kusmaya
başladı lar. Durmadan bayıl ıyorlardı, kol iarına serum bağlanmıştı. Doktorlar gaz­
dan zehirlendiklerini söylediler. Kimse radyasyon hakkında bir şey demedi. Bir
anda bütün şehir askeri araçlarla dolmuştu, tüm yolları kapadı lar. Troleybüsler
ve trenler durmuştu. Beyaz bir tozla caddeleri yıkıyorlardı. Ertesi gün nasıl köye
gidip süt alacağı mı düşünerek endişelendim. Kimse radyasyondan bahsetmedi .
Sadece askerler amel iyat maskeleri takmıştı . Şehir halkı dükkaniardan ekmek
taş ıyordu, torbaların ağzı açıktı . Insanlar tabaklarındaki kekleri yiyordu.

O akşam hastaneye g iremedim. Etraf insanlarla dolmuştu. Penceresinin altında


durdum, çıkıp bağı rarak bana bir şeyler söyledi , ne dediğini anlayamad ım. Du­
rum çok umutsuzdu. Neyse ki kalaba l ıktan bir kişi onu duymuş - onları o gece
Moskova'ya götüreceklermiş. Bütün kadınlar bir grup oluşturup onlarla birlikte
gitmeye karar verdik. "Bırakın kocalarımızia birlikte gidel i m ! Bizi engellemeye

m
hakkınız yok! " Askerler - etraf asker kaynıyordu - bizi geri püskürttü. Onları tek­
meledik, ısırdık. Daha sonra doktor geldi ve onları uçakla Moskova'ya götüre­
ceklerini, ama giysilerini getirmemiz gerektiğini söyledi . Santralde giydikleri
giysileri yanmıştı . Otobüsler çal ışmadığından koşarak evierimize gittik. Elimiz­
de torbalarla geri döndüğümüzde uçaklar çoktan g itmişti. Bizi bağ ırıp ağlama­
yalım diye kandırmışlardı.

Gece olmuştu. Sokağın bir yan ı otobüslerle dol uydu, yüzlerce otobüs. Şehri bo­
şaltmaya hazırlanıyorlardı, diğer yanda da yüzlerce itfaiye aracı bekl iyordu.
Çevreden gelmişlerdi. Bütün sokak beyaz köpüklerle dolmuştu. Köpüğün içinde
yürüyor, küfrediyor ve ağl ıyorduk. Radyodan şehri üç ya da dört gün içinde bo­
şaltacaklarını duyurdular: "Yanınıza sıcak tutacak giysilerinizi a l ın , ormanda ya­
şayacaksınız ! Çadırların içinde." Bazıları memnun olmuştu: kampa gideceğiz !
Bahar bayramını böyle kutlayalım, işten güçten uzakta. Insanlar mangaUarını
hazırlamıştı. Gitarlarını. radyoların ı yan larına almışlardı. Sadece kocaları reak­
törde çal ışan kadınlar ağl ıyordu.

Ailemin köyüne nasıl gittiği mi hatırlamıyorum. Sanki bir an uyanmış ve annemi


görmüştüm. "Anne, Vasya Moskova'da. Onu özel bir uçakla götürdüler. " Yine de
bahçeyi ekip dikti k -bir hafta sonra bu köy de boşaltılacaktı. Kim bil irdi ki? Böy­
le olacağını kim nereden bilebi l i rdi? Günün i lerleyen saatlerinde kusmaya baş­
ladım. Altı aylık hamileydim. Kendimi çok kötü hissediyordum. O gece rüyamda,
uykusunda beni sayıkladığını gördüm: "Lyusya, Lyusenka ! " Ama öldükten son­
ra, beni rüyalarımda çağırmavı kesti . Bir kere bile ... (Ağlamaya başlıyor.) Ertesi
gün uyandığı mda Moskova'ya g itmem gerektiğine karar verdim. Kendi başıma.
Annem ağlıyordu: "Bu halinle nerelere gideceksin?" Ben de babamı yanıma al­
dım. Bankaya gidip bütün parasını çekti .

m
Yolculuk hafızamda değil. hatırlayamıyorum ... Moskova'da önümüze çıkan i l k
polis memuruna Çernob i l itfaiyecilerini nereye koyduklarını sorduk, o d a söyle­
di. Şaşırmıştık, herkes bizi bunun devlet sırrı olarak saklanacağını söyleyerek
korkutmuştu. "6 numaralı hastane. Shchukinskaya durağında."
Burası özel bir radyoloj i hastanesiydi ve izin olmadan içeri girmek mümkün de­
ğ i ldi. Kapıdaki kadına biraz para verdim, "devam et" dedi. Daha sonra başkala­
rına da yalvardım. En sonunda baş radyolog Angelina Vasi lyevna Guskova'nın
odasında oturuyordum. Ama o zaman kadının adını sanını bilmiyordum. Tek bil­
diğim onu görmem gerektiğiydi . Hemen sordu: "Çocuğunuz var mı?' Ne söyle­
meliydim? Hamile olduğumu saklarnam gerektiğini fark etmiştim. Yoksa onu
görmeme izin vermeyeceklerdi. Neyse ki zayıftım, hami le olduğum çok bell i de­
ğ i ldi.
"Evet" dedim.
"Kaç tane?'
Düşündüm; iki tane demel iyim, bir tane dersem beni içeri sokmaz.
'Bir kız, bir oğlan.·
"Öyleyse daha fazla çocuk sahibi olmana gerek yok. Pekala d inle, merkezi sinir
sistemi ve kafatası tamamen zarar görmüş.·
'Tamam, yani biraz huzursuz olacak."
'Ayrıca, eğer ağlamaya başlarsan seni hemen dışarı atarım. Sarıl mak veya
öpüşmek yok. Onun yanına sakın yaklaşma. Yarım saatin var.'

O zaman bile hastaneyi terk etmeveeeğimi biliyordum. Eğer gidersem, sadece


onunla birl ikte g iderdim. Kendime yemin ettim ! Içeri girdiğimde yatakta otur­
muş gülerek kağıt oynuyorlardı.
D iğerleri ona seslendi: 'Vasya ! " Arkasını döndü. 'Işte burada bile beni buldu ! "
Çok komik görünüyordu. Üzerindeki pijama 48 bedendi , halbuki onun bedeni 52
idi. Kol ları, paçaları kısa gelmişti . Yüzü artık şiş değildi. Onlara bir sıvı vermiş-

m
ler. ' Nereye kaçtın böyle" dedim. Beni kucaklamak istedi, ama doktor izin ver­
medi: "Otur, otur. Kucaklaşmak yok! "

Bunu bir şakaya çevirdik. Daha sonra di�er odalardakiler de geldi, Pri pyat'tan
gelen herkes ... Uçakta yirmi yedi kişi lermiş. Neler oluyor? Şehirde hava nası l?
Onlara herkesi tah l iye etmeye başladıklarını söyledim, şehir üç-dört gün içinde
boşalacaktı. Erkeklerin hiçbiri bir şey demedi, kadınlardan biri ise -iki kadın o
gün santralde çal ı şıyormuş- ağlamaya başladı.
'Aman Tanrım ! Çocuklarım orada kaldı. Onlara ne olacak?'
Onunla yalnız kalmak isted im, yalnızca bir dakikalı�ına. Herkes bunu hissetti ve
tek tek özür dileyerek odadan ayrıldı lar. Sarıldım ve onu öptüm. Benden uzak­
laştı.
"Yakınıma oturma, bir sandalyeye otur."
"Bu çok saçma," diyerek geçiştirdim. 'Patlamayı gördün mü? Neler oldu�unu
gördün mü? Oraya ilk siz gittiniz."
"Herhalde sabotaj yaptılar. Biri leri patiatmış olma l ı . Herkes böyle düşünüyor. "
Herkes böyle diyordu. Düşünceleri buydu.
Ertesi gün, herkes kendi odasında yatıyordu. Koridora çıkmaları, birbirleriyle ko­
nuşmaları yasaklanmıştı. Parmaklarıyla duvara vurarak anlaşıyorlardı. Doktorlar
her vücudun radyasyona farkl ı tepki verdi�ini, birinin kaldırabildiğini diğerinin
kaldıramadı�ını anlattı. Onları içinde tuttukları duvarların bile radyasyonunu
ölçmüşlerdi. Sağdan. soldan, a lt kattan. Üst ve alt katlarda kalan bütün hasta­
ları taşıdılar. Hastanede onlardan başka kimse kalmamıştı.
Üç gün boyunca Moskova'daki arkadaşlarımın yanında ka ldım. Durmadan,
"Tencereyi al, tabakları al, neye ihtiyacın varsa al," diyorlardı. Altısı için. O gün
çalışan altı itfaiyeci. Hepsi o gece görevdeydi: Başuk, Kibenok, Titenok, Pravik,
Tiçura. Dükkana g ittim ve onlar için diş macunu. diş fırçası ve sabun aldım. Has­
tanede hiçbir şeyleri yoktu. Onlara küçük havlular aldım. Geriye bakınca, arka-

m
daşlarımın tepkisine şaşıyorum. Korkuyorlard ı tabii, nasıl korkmasınlar, etrafta
söylentiler dolaşmaya başlamıştı, yine de hep soruyorlardı: O nasıl? Arkadaşla­
rı nasıllar? Yaşayacaklar mı? Yaşamak ... (Susuyor.)

Orada birçok iyi insanla tanıştım. Hepsini anımsayamıyorum. Yaşlı bir kadın hiz­
metli vardı, bana şöyle demişti: "Tedavi ed i lemeyen hastalıklar vardır. Tek ya­
pabi leceğin oturup onları seyretmek. "

Sabah erkenden dükkana uğruyor, oradan da arkadaşlarımın evine gidip çorba


yapıyordum. Her şeyi rendeleyip öğütrnek zorundaydım. Bir tanesi "Bana elma
suyu getir" demişti. Ben de ertesi gün el imde a ltı tane yarım l itrelik kavanozla
gittim, her şeyi altı kişi l ik yapıyordum. Hastaneye koşup akşama kadar orada
oturuyor, akşam şehre geri dönüyordum. Daha fazla dayanamayacaktım ki ba­
na hastane işçilerinin yatakhanesinde ka labi leceğimi söylediler. Hastanenin
içindeyd i. Tanrım, ne iyi olmuştu !
"Ama burada mutfak yok, nasıl yemek yapacağım?"
"Artık yemek yapmana gerek yok. Yemeği sindiremiyorlar."
Değişmeye başlamıştı - onun bedeninde her gün yeni bir i nsanla tanışıyordum.
Yanıklar yüzeye çıkıyordu. Ağzının içinde, d i l i nde, yanaklarında. Önce küçük lez­
yonlar ortaya çıktı, ardından büyüdü ler. Derisi beyaz bir film gibi tabaka tabaka
soyuluyordu. Yüzünün, vücudunun rengi mavi, kırmızı, gri-kahverengi bir hal al­
mıştı. Bunlar zihnimde. Tasvir edebi lmem imkansız. Yazabiirnek imkansız, atia­
tabiimek de. Beni kurtaran, her şeyin çok hızlı olmasıydı, düşünecek, ağlayacak
zaman yoktu.

Onu seviyordum. Onu ne kadar sevdiğimi bilmiyordum. Daha yeni evlenmiştik.


Sokakta yürürken beni ellerimden tutar ve çevresinde döndürür, öperd i . I nsan­
lar yanımızdan geçerken gül ümserdi.

ID
Bu hastane, ciddi radyasyon zehirlenmesi yaşayan hastalar içindi . On dört gün.
Bir i nsanın ölmesi on dört gün al ıyor. Yatakhanedeki i l k günümde üzerimdeki
radyasyonu ölçtüler. G iysileri m , çantam, ayakkabı larını ... hepsi radyoaktifti. Bü­
tün eşyalarımı oracıkta aldı lar. Iç çamaşırlarımı bile. Elimde kalan tek şey pa­
ramdı. Bana bir hastane elbisesi verdi ler - 56 beden - terl i klerim ise 43 numa­
raydı . G iysi lerimi belki geri vereceklerini söyledi ler, belki de veremeyeceklerdi,
çünkü bu durumda onları yıkayıp yıkayamayacakları bel l i değild i . Onu görmeye
gittiğ i mde işte bu haldeydim. Korkmuştu. "Sana ne oldu böyle? " Bu koşul lara
rağmen yine de ona çorba pişirebil iyordum. Suyu-cam bir kavanozda kaynatıyor,
içine küçük tavuk parçaları atıyordum. Sonra birisi bana tencere, bir başkası da
üzerinde maydanoz dağrayabilmem için bir tahta verdi . Hastane elbiselerim
içinde çarşıya çıkamıyordum, bana dışarıdan sebze getiriyorlardı. Ama bunların
hepsi yararsızdı, h içbir şey içemiyordu. Çiğ yumurta bile yutamıyordu. Buna rağ­
men ona lezzetl i bir şeyler yed irebilmek istiyordum. Sanki bir şeyi değiştirebi­
lecekmiş gibi. Postaneye koştum. "Kızlar" dedim. " Hemen lvano-Frankosk'taki
a ileme haber vermem lazım. Kocam ölüyor." Nereden geldiğimi ve kocamın kim
olduğunu aniayıp telefonu bağ ladılar. Babam, kız kardeşim ve erkek kardeşim
hemen o gün Moskova'ya uçtular. Eşyalarımı getirdi ler. Ve para da. Mayısın do­
kuzu olmuştu. Bana her zaman: "Moskova'nın ne kadar güzel olduğunu bilemez­
sin ! Özell ikle de Zafer gününde, havai fişekler atarlar. Bunu görmeni isterim,"
derdi.

Onunla odasında oturuyordum, gözlerini açtı.


"Gündüz mü, gece mi?" d iye sordu.
"Saat a kşamın dokuzu. "
"Pencereyi aç ! Hava i fişek atacaklar ! "
Pencereyi açtım. Sekizinci kattaydık ve bütün şehir ayağımızın altındaydı. Ara

m
sıra havada bir ateş buketi patlıyordu.
"Şuna bak! " dedim.
'Sana Moskova'yı göstereceği mi söylemiştim. Sana tatilde çiçek a lacağı ma da
söz vermiştim ... "

Ona baktım, yastığının altından üç tane karanfi l çıkardı. Hemşireye çiçek alma­
sı için para vermiş.
Koştum ve onu öptüm.
"Aşkım ! Biricik aşkı m ! "
Hornurdanmaya başladı: "Sana doktorlar ne dedi? Beni öpmen, bana sarılman
yasak! "

Ona sarılmama izin vermeyebilirlerdi. Ama onu kaldırdım ve oturttum. Yatağın ı


yaptım. Derecesini yerleştirdim. Sürgüsünü değiştirdim. Bütün gece o n un ya­
nında kaldım. Neyse ki başı m odada değil, koridorda dönmeye başlamıştı. Pen­
cere pervazına tutundum. Bir doktor yanımdan geçiyordu, ben i kolumdan tuttu.
Sonra birden: "Hamile misin?' diye sordu.
"Hayır, hayır! " Biri leri bizi duyacak diye çok korkmuştum.
'Yalan söyleme" dedi.
Ertesi gün başhekimin odasına çağrı ldım.
'Bana neden yalan söyledin?" diye sordu.
"Başka çarem yoktu. Yoksa beni eve gönderirdiniz. Masum bir yalandı. •

"Sen ne yaptın ! "


"Ama onunla kalmal ıydım ... "
Yaşamım boyunca Angelina Vasi lyevna Guskova'ya minnettar kalacağım. Yaşa­
mı m boyunca ! Diğer eşler de gelmişti, ama onları içeri almıyorlardı. Anneleri
benim yanımdaydı . Volodya Pravik' in annesi durmadan dua ediyordu: "Tanrım
onun yerine beni a l . "
Amerika l ı bir profesör. Dr. Gale - kemik iliği nakl ini o yaptı - beni tese l l i etme­
ye çalıştı: Küçük bir umut var, fazla değ i l. ama biraz olsun var. Çok kuwetli bir
organizma. ne kadar kuwetl i bir ada m ! Bütün akrabaların ı aradı lar. Iki kız kar­
deşi Belarus'tan geldi. erkek kardeşi ise Leningrad'dan, orada askerliğini yapı­
yordu. Küçük olan Nataşa 14 yaşındaydı, çok korktu ve çok ağladı . Ama en iyi
uyan onun kemik i liğiydi . (Susuyor.) Şimdi bunları anlatabiliyorum. Önceden an­
latamazdım. On yıl boyunca bu konu hakkında konuşamadım. (Susuyor.) Kemik
i l iğini kız kardeşinden alacaklarını öğrendiğinde, duraksamadan reddetti . "Öiü­
rüm daha iyi. O henüz çok küçük, ona dokunmayın." Abiası Lyuda yirmi sekiz ya­
şındayd ı . o da bir hemşireyd i ve başına gelecekleri bil iyordu. 'O yaşasın yeter"
dedi. Operasyonu gözlerimle gördüm. Onları yan yana yatırm ışlardı. Operasyon
salonunu gösteren büyük bir pencere vard ı . Amel iyat iki saat sürdü. Işleri bitti­
ğinde. Lyuda kardeşinden daha kötü durumdaydı. sırtında on sekiz delik açılmış­
tı; anesteziden zar zor çıkabi Idi . Şimdi hasta, çal ı şamıyor. Güçlü, güzel bir kızd ı.
Hiç evlenmedi. Bir onun. bir abiasının odasına koşuyordum. Onun odasını değiş­
tirmişlerdi. Artık özel bir biyo-hücredeydi , şeffaf bir perdenin içinde tutul uyor­
du. Kimsenin içeri girmesine izin vermiyorlardı. Özel ayg ıtlar sayesinde perde­
nin d iğer tarafına geçmeden ona enjeksiyon yapabi l iyor. kateter takabi l iyorlar­
dı. Perdeler birbirine cırt cırtlarla tutturul muştu. açıp içeri girebi l iyordum. Yata­
ğının yanına küçük bir iskemle konmuştu. Artık durumu öyle kötüleşmişti ki onu
bir saniye bile yalnız bırakamıyordum. Durmadan beni çağırıyordu: "Lyusya, ne­
redesin? Lyusya ! " Hep beni çağırıyordu. Arkadaşlarının tutulduğu diğer biyo­
hücrelerle askerler ilgileniyordu çünkü hastabakıcılar onlara bakmayı reddet­
miş, koruyucu elbiseler istemişlerdi. Askerler sürgülerini taşıyor. yerleri sil iyor.
yatak çarşaflarını değiştiriyorlard ı. Her şeyi onlar yapıyordu. Bu askerleri nere­
den bulmuşlardı? Hiç sormadık. Ama her gün, her gün onları duyuyordum: Öldü.
Öldü. Tiçura öldü. Titenok öldü. Öldü. Her ölüm haberi beynime balyoz gibi ini­
yordu.
G ünde 25-30 kez dışkı lıyordu. Kan ve salgılarla beraber. Derisi, kol ları ve ba­
caklarının üzerinde çatır çatır çatiayıp ayrılmıştı. Her yeri su topluyordu. Başını
bir yana çevirdiğinde yastığın üzerinde bir tutarn saç kal ıyordu. Espri yapmaya
çalıştım: "Iyi ya, artık tarağa ihtiyacın olmayacak." Kısa süre sonra hepsinin sa­
çını kesti ler. Onun saçlarını ben kestim. Onun her işini ben görmek istiyordum.
Eğer mümkün olsa günün her saatini onun yanı başında geçirirdim. Bir dakika­
yı bile kaçırmazdım. (Uzun süre susuyor.) Erkek kardeşim geldiğinde dehşete ka­
pıldı. 'Oraya girmene izin veremem ! " Ama babam ona şöyle dedi: "Onu durdura­
bi leceğini mi sanıyorsun? Pencereden, yangın merdiveninden girer, yine girer.'

Hastaneye geri döndüğümde başucundaki masada bir portakal duruyordu. Bü­


yük, parlak bir portakal. Gülümsüyordu: "Bana hediye geldi, alsana." Bu arada
hemşire naylonun diğer yanından almamam gerektiğini işaret ediyordu. Porta­
kal onun yanında bir süre durmuştu ve artık bırakın yemeyi, dokunmak bile sa­
kıncal ıydı. "Haydi, onu sen ye," diye üsteled i. "Portakalı seversin." Portakal ı eli­
me aldım. O arada gözlerini kapad ı ve uykuya daldı. Onu uyutmak için durma­
dan iğne yapıyorlardı. Hemşire korku içinde bana bakıyordu. Ya ben? Ben onun
her dediğini yapmaya hazırdım. Yeter ki ölümü düşünmesin. Ölümünün en kor­
kunç yan ı da onun vücudundan korkuyor olmamdı . Akl ımda bir konuşma var. Ha­
tırl ıyorum, biri leri bana: 'Aniaman lazım, o artık senin kocan değ i l , zehir kapa­
sitesi yüksek bir radyoaktif ci sim. Intihar etmek istemiyorsan kendine hakim ol"
demişti. Bense aklımı kaybetmiş gibiydim. "Ama onu seviyorum. seviyorum." D
uyurken, kulağına fısıldıyordum. "Seni seviyorum." Hastanenin koridorlarında
dolaşırken. "Seni seviyorum . " Sürgüsünü taşırken. "Seni seviyorum. " Evde nasıl
yaşadığımız aklıma gelird i. Elimi tutmadan uykuya dalamazdı . Bunu alışkanl ı k
hal ine getirmişti - uyurken elimi tutard ı. Bütün gece. Hastanede d e onun el in­
den tutuyor ve yanında kal ıyordum.
Bir gece, etraf sessiz. biz de yalnızdık. Bana dikkatle baktı ve birden:

m
'1;ocuğumuzu görmeyi çok istiyorum. O nasıl?" dedi.
"Adını ne koyacağız?"
"Ona sen karar verirsin."
" Neden sadece ben? Ikimiz birl i kte değil miyiz?"
'O zaman, oğlan olursa adı Vasya olsun. Kız olursa da Nataşa. "

O nu ne kadar sevdiğimi bilmiyordum. Onu ... sadece on u . Kör g ibiyd i m ! Altı ay­
l ı k hamile olmama rağmen, kalbimin a ltındaki küçük devinimleri bile hissedemi­
yordum. Bebeğ imin içimde, güvende olduğunu düşündüm.
Doktorların hiçbiri geceleri de biyo-hücresi nde onun yanında kaldığımı bilmiyor­
du. Hemşireler içeri girmeme izin veriyorlardı. l i k başta beni uyarrUiar da: "He­
nüz çok gençsin. Neden böyle yapıyorsun? O artık insan olmaktan çıktı; bır nük­
leer reaktör gibi. Ikiniz birlikte yanacaksınız." Bense köpek gibi aniann ardından
koşuyordum. Saatlerce odalarının kapısında dikil iyor, ya lvarıp yakarıyordum.
Sonunda şöyle derlerd i : "Tamam, canın cehenneme. Sen normal değilsi n ! " Sa­
bahları. saat sekizden bi raz önce. perdenin diğer tarafında belirir, "Kaç ! ' derler­
d i . Ben de bir saatliğine yatakhaneye giderdim. Sonra da saat dokuzdan akşam
dokuza kadar yanında olurdum. Içeri girmek için bir iznim vardı. Sacaklarım diz­
den aşağı mosmor olmuştu, öyle yorgundum.

Ben yanındayken değil. ama g ittiğimde onun fotoğraflarını çekiyorlardı. Çırılçıp­


lak. Üzerinde sadece ince bir örtü dururdu. Örtüyü her gün değ iştiriyordum ve
her günün akşamında kana bulanıyordu. Onu kaldırdığımda derisi elimde kal ı­
yordu. e l lerime yapışıyordu. Ona: "Aşkım. bana yard ım et. Kollarınla yardım al­
maya çalış, çarşafını düzelteceğim" derdim. En ufacık bir kırışık b i le vücudunda
yar_a açıyordu. Onu yaralamamak için tırnaklarımı kanatacak kadar dipten kesi­
yordum. Hemşirelerin hiçbiri ona yaklaşamıyordu. bir şeye ihtiyaçları olduğun­
da ben i çağırıyorlardı.
Ve durmadan fotoğrafların ı çekiyorlardı. B i l i m için, diyorlardı. Keşke onları oda­
dan kovabilseydim. Onlara bağ ırıp çağırabilseydim. Ne cüretle onun resmini çe­
kerlerdi, o beni md i, benim aşkı md ı. Keşke onları ondan uzak tutabilseydim.

Odadan dışarı çıkıp koridorda i lerledim. Görevli leri göremediğim için, oturduk­
ları kanepeye doğru yaklaştım. Hemşireye: "Öiüyor." dedim. Bana: " Ne bekl i­
yordun ki? 1 600 röntgen almış. 400 zaten ölümcül dozdur. Nükleer reaktörün ya­
nında oturuyorsun." ded i. O benimdi, ben i m aşkımd ı. Hepsi ölüp gittiğinde has­
tanede tadilat yaptılar. Bütün duvarları kazıyıp, yer döşemelerini söktüler.

Son hal lerini ancak bölük pörçük hatırlayabil iyorum.

Geceleyin yanında, küçük iskemiade oturdum. Saat sekizde: "Vasenka, ben bi­
raz yürüyüp geleceği m" dedim. Gözlerin i açıp kapadı, gitmeme izin vermişti . Ya­
takhaneye gitti m, oda ma çıkıp yere uzandı m . Yatağa yatamıyordum, her yerim
.
çok acıyordu. Tam o sırada temizlikçi kad ın kapıyı ça ldı: "Çabuk ol. Ona g it! De­
l i gibi seni çağırıyor! " O sabah Tanya Kibenok bana bir ricada bulunmuştu: "Be­
n i mle mezarlığa gel. oraya tek başıma g idemem. " Vitya Kibeok ve Volodya Pra­
vik'i gömeceklerd i . Ben im Vasya'nın arkadaşlarıydı lar. Ai lelerimiz tanışıyordu.
Patlamadan bir gün önce hep birlikte binada fotoğraf çektirmiştik. Kocalarımız
ne kadar yakışıkl ıydı ve ne kadar mutlu ! O hayatı n son günü o günmüş. Ne ka­
dar mutl uyduk.

Mezarlı ktan geri döndüğümde hemen hemşireyi aradı m: " D urumu nası l?" "On
beş dakika önce. öldü." Ne? Bütün gece oradaydım. Sadece üç saatl iğine ayrı l­
mıştım. Pencereye koştum, gökyüzüne baktım ve bağırmaya başladım: " Neden?
Neden?" Bütün hastane beni duyabil iyordu. Bana yaklaşmaya korkuyorlardı.
Sonra yatı ştım, onu bir kere daha görmek istiyord u m ! Bir kere daha ! Merdiven-

m
lerden aşağı koştum. Hala biyo-hücresinin içindeydi. onu daha çıkartmamışlar­
dı. Son sözleri "Lyusya, Lyusenka ! " olmuş. Hemşire, "Biraz hava almaya çıktı,
hemen gelir" demiş. Içini çekmiş ve susmuş. Ondan sonra onu hiç yalnız bırak­
madım. Mezarlığa kadar ona eşlik ettim. Ama hatırladığım şey mezarı değ i l .
plastik torba. O torba . . .
Morgda bana: " O n u nası l giydirdiğimizi görmek ister misin?" diye sordular. Isti­
yordum! Üniformasını giydirmişler, başına kasketin i geçirmişlerdi. Ayakları o
kadar şişmişti ki, ayakkabı ların ı giydirememişler. Üniformasını da vücudunu içi­
ne sokabilmek için yer yer kesrnek zorunda kalmışlar. Üniformanın içine soka­
cak bir vücut kalmamıştı halbuki, artık sadece yaralardan ibaretti. Hastanedeki
son iki gününde. kolunu kaldırdığım zaman, kemiklerinin içinde titrediğini h is­
sediyordum. Bütün vücudu eriyip gitmişti . Ciğerlerinin parçaları ağzına geliyor­
du. Iç organları yüzünden boğu luyordu. Eli me bir bandaj sarıp ağzından içeri so­
kabilmeyi, içindeki leri dışarı çekebilmeyi istiyordum. Bunları anlatmak imkan­
sız. Bunları yazmak imkansız. Yaşamak da. Bunların hepsi benimdi. Aşkı m. Ona
uyacak bir çift ayakkabı bile bulamadılar, çıplak ayak gömdüler.

Onu ün iforması içinde a l ı p naylon torbaya koyuşları. torbanın ağzını bağlayışla­


rı gözümün önünde. Torbayı ahşap tabutun içine yerleştirdi ler. Sonra tabutu bir
başka torbanın içine. Naylon, şeffaf ama kal ındı, masa örtüsü gibi. Daha sonra
her şeyi çi nko bir tabutun içine koydular. Torbayı içeri sıkıştırdı lar. Kapak uyma­
mıştı.

Herkes geldi; onun ai lesi. benim ai lem. Moskova'dan siyah mend i l ler satın al­
d ı lar. Olağanüstü Hal Komisyonu bizimle buluştu. Herkese aynı şeyi söyledi ler:
"Koca larınızın. oğullarınızın naaşlarını size vermemiz imkansız. çok radyoaktif­
ler ve Moskova'da bir mezarl ığa özel yöntemlerle gömülecekler. Lehimli çinko
tabutlarda, beton kaplı çukurlar içine. Bu belgeleri i mzalamanız gerekiyor. "

m
Eğer biri leri karşı çıkar da tabutu memleketlerine götürmek istediklerini söyler­
se onlara, ölülerin şimdi kahraman oldukları anlatıl ıyordu. Artık ailelerine ait
deği ldi ler. Devletin kahramanları olarak, devlete a ittiler.
Cenaze arabasına bindik. Akrabalar ve bi rkaç asker. Bir albay ve alayı . Alaya:
'Emirleri bekleyin ! " dedi ler. Iki, üç saat boyunca çevre yol undan Moskova etra­
fında gezd ik. Sonra Moskova'ya geri döndük. Alaya şunlar söylendi: 'Kimseyi
mezarlığa sokmayın. Mezarlık yabancı muhabirierin saldırısı altında. Biraz daha
bekleyin." Aileler hiçbir şey söylemedi . Annemin elinde siyah bir mendi l vardı.
Patlamak üzere olduğumu h issettim. "Kocamı neden saklıyorlar? O ne? Kati l mi ?
Suçlu mu? Kimi gömüyoruz?" Annem. "Sessiz ol, sessiz ol kızım" diyor. başımı
okşuyordu. Sonunda albay, "Içeri girel im, karısı sinir krizleri geçiriyor" dedi. Me­
zarl ıkta askerleres kuşatılmıştık. Arkarnııda bir konvay vardı , tabutu taşıyorlar­
dı. Içeri ki mse a l ınmamıştı . Onu bir dakika içinde toprakla örttüler. Subay, "Da­
ha hızlı, daha hızl ı ! " diye bağırıyordu. Tabuta sarı lınama bile izin vermedi ler.
Sonra, herkes otobüse ... Her şey bir çırpıda olup bitmişti.

Hemen sonra bize ertesi gün eve dönmemiz için uçak biletleri aldılar. Bu arada
başımızda sivi l g iysi li bir asker b�kledi . Yatakhaneden çıkıp yol için yiyecek al­
mamıza bile izin vermediler. Kimseyle konuşturmadı lar. özellikle de beni . Sanki
konuşabil iyormuşum gibi. Ağlayacak ha l i m bile yoktu. G iderken, görevli kadın
bütün havluları ve çarşafları saydı. Onları hemen dürüp naylon bir torbaya dol­
durdu. Büyük olası lıkla çarşafları ya kmışlardır. Yatakhane parasını kendi cebi­
mizden ödedik. On dört gece için. Burası radyasyon zehirlenmesi alanında özel
bir hastaneydi. On dört gece ... Bir insan ın ölmesi bu kadar zaman al ıyor.

Eve vardığımızda uykuya daldım. Içeri girip yatağıma yı kılmışım. Üç gün boyunca
uyudum. Ambulans gelmiş. Doktor: "Hayır" demiş, "uyanacak. bu sadece korkunç
bir uyku."

m
Yirmi üç yaşındaydım. Gördüğüm rüyayı hatırlıyorum. Ölmüş babaannem onu
gömdüğümüz giysileri içinde bana gel iyor. Noel ağacını süsl üyor. "Babaanne.
neden Noel ağacını süslüyorsun? Mevsim yaz" diyorum. "Vasenka'n yakında be­
nim yan ı ma gelecek." Rüyamı hatırl ıyorum, Vasya beyaz bir elbisenin içinde ge­
l iyor ve Nataşa'yı çağırıyor. Bu, daha doğurmadığım kızımız. Çoktan büyümüş.
Onu kucaklayıp yukarı fırlatıyor, sonra gülüşüyorlar. Onlara bakıp, "mutluluk ne
kolay" d iye düşünüyorum. Suyun yanında yürüyoruz. Yürüyoruz, yürüyoruz. Ben­
den gal i ba ağlamamamı istiyor. Bana oradan el ed iyor. (Uzun süre susuyor.)

Iki ay sonra Moskova'ya gitti m. Tren istasyonundan dosdoğru mezarlığa . . . Ona !


Mezarl ı kta tam onunla konuşurken doğum başladı. Ambulans çağırdı lar. Ange­
l i na Vasilyevna Guskova'nın hastanesinde doğum yaptım. Bana bir zamanl;ar,
" Doğum için buraya geri dönmel isin" demişti. Zamanından iki hafta önce olmu ş­
_
tu. Onu bana gösterd i ler - bir kız. " Nataşenka," diye çağırdım. "Baban adını Na­
taşenka koydu." Sağlıklı görünüyordu. Kol ları, bacakları. Ama karaciğerinde si­
roz varmış. Ciğeri yirmi sekiz röntgen radyasyon almış. Doğuştan kalp hastasıy­
mış. Dört saat sonra onun öldüğünü söyledi ler. Ve yine: "Onu sana veremeyiz,"
Ne demek onu sana veremeyiz? Onu bana vermeyeceksiniz demek. Onu bilim
adına saklamak istiyorsunuz. Bil iminizden nefret ed iyorum ! Nefret ediyorum !
(Sessizleşiyor.)

S ize hep yanlış şeyleri söylüyorum. Yanlış şeyleri . Geçirdiği m krizden sonra ba­
ğırmam yasaklandı. Ağlarnam da. Bu yüzden bu sözcüklerin hepsi yan l ış. Yine
i

de şunu söyleyeceğim: Bunları kimse bilmiyor. Bana küçük ahşap bir kutu geti­
rip, "O içinde," dediklerinde kutuya baktım. Onu yakmışlard ı . Küle dönmüştü.
Ağlamaya başladım. "Onu babasının ayakları dibine gömün" dedim. Orada. me­
zarl ı kta. Nataşa lgnatenko yazmıyor. Sadece babasının adı var. Onun henüz bir
adı yoktu, henüz hiçbir şeyi yoktu. Sadece bir ruh. O yüzden onu oraya gömdür-

m
düm. Her zaman mezarlığa el imde iki demet çiçekle gidiyorum. Biri onun için;
kızım için de diğer demeti ayak ucuna koyuyorum. Mezarın çevresinde d izleri­
min üstünde sürünüyorum. Dizlerimin üstünde ... (Söyledikleri anlaşı lmaz bir hal
a l ıyor.) Onu ben öldürdüm. O kurtardı; küçük kızım beni kurtardı, bütün radyas­
yonu kendisine çekti, tıpkı parataner gibi. O kadar küçüktü ki. Küçücük bir şey­
di. (Güçlükle nefes a l ıyor.) Beni o kurtardı. Ama ikisini de sevdim. Çünkü, kim­
seyi, kimseyi sevginiz yüzünden öldüremezsiniz, deği l mi? Böyle bir sevg iyle.
Neden sevgi ve ölüm, bu iki şey bu denl i birbirine yakın? Birl ikte? Bunu bana
kim açıklayabilir? Mezarın çevresinde dizlerimin üstünde sürünüyorum. (Uzun
süre susuyor. )

Kiev'de bana bir daire verdi ler. Büyük bir apartmanda. Atom santralinde çal ışan
herkesi oraya yerleştirdi ler. Iki adalı, büyük bir daire, Vasya ile düşlediğimiz gi­
bi. Dairenin içinde çıldıracaktım ! Sonraları kendime bir koca buldum. Ona her
şeyi, bütün gerçeğ i anlattım, yaşamım boyunca tek bir aşkım olacağ ı n ı . Ona her
şeyi anlattım. Buluştuğumuz zaman, onu asla eve almazd ım. Evde Vasya vardı.

Bir şekerci dükkanında ça lıştım. Pastalar yapıyordum, gözyaşları yanaklarımdan


aşağı akıyordu. Ağlamıyordum, ama yine de gözyaşiarım akıyordu. Bir oğlan ço­
cuğu doğurdum. Andrei, Andreika. Arkadaşlarım beni vazgeçirmeye uğraştılar.
"Sen çocuk doğuramazsın." Doktorlar korkutmaya çal ıştı. "Vücudun bunu kaldı­
ramaz. " Sonra. bana bir kolunun olmayacağını söyledi ler. Sağ kolunun. Alette
öyle görünüyormuş. "Ne var yani?" diye düşündüm. "Ona sol elle yazmasını öğ­
retirim." Ama düzgün doğdu. Güzel bir çocuk. Artık okula gidiyor, iyi notlar alı­
yor. Şimdi o var, onu yaşıyor, onu soluyorum. Yaşamı m ın ışığı oldu. Her şeyi çok
iyi anl ıyor. "Anne, iki günl üğüne anneannemi ziyaret etsem, nefes alabilecek
misin?" Alama m ! Onu terk etmek zorunda kalacağım günden çok korkuyorum.
Bir gün sokakta yürüyorduk. Düştüğümü hissettim. Orada ilk krizimi geçirdim.
Sokağın ortasında. "Anne, su i ster misin?" "Hayır. yanımda kal. bir yere gitme."
Koluna sarılmrştrm. Sonra neler oldu bilmiyorum. Hastaneye g itti k. Onu o kadar
sıkı kavramrşrm ki doktorlar parmaklarımı zar zor açabildi. Kolu uzun süre mos­
mor kaldı. Şimd i ne zaman evden çrksak, 'Anne, lütfen kolumu tutma. hiçbir ye­
re g itmeyeceğim," diyor. O da hastalanryor, iki hafta okula g iderse iki hafta ev­
de doktor kontrol ünde. Böyle yaşıyoruz. !Ayağa kalkıp, pencerenin yan ı na gidi­
yor.)

Burada bizden birçok kişi var. Bir sokak dolusu. O yüzden ad ını Çernobi l Sokağı
koydular. Bu insanlar yaşamları boyunca santralde ça l ıştı. Birçoğu hala orada
geçici işçi olarak görev yapıyor, ama artık orada yaşamryorlar. ·Hepsinin kötü
hastairkları var, çalışamaz durumdalar, yine de işlerini terk etmiyorlar. Reaktö­
rün kapanması fikri bile onları korkutuyor. Sonra kimseni n onlara ihtiyacı kal­
mayacak. Sık sık ölüyorlar. Bir anda. Yürürken düşüyor, uykuya dairyarlar ve bir
daha uyaiımryorlar. Biri hemşiresine çiçek götürürken yolda kalbi durup öldü.
Ö lüyorlar; ama kimse neler yaşadığımızı. bize ne olduğunu sormuyor. Neler gör­
düğümüzü ... Kimse ölümü işitmek istemiyor. Bu onları korkutuyor. Ama ben si­
ze aşktan bahsenim. Aşkrmdan.

Lyudmilla lgnatenko,
ölen itfaiyeci Vasi/y lgnatenko'nun eşi

m
· Birinci Bölarn

Ölüler Ülkesi

Neden HatırladıQımıza Dair Monolog

Bunun hakkında mı yazmaya karar verdiniz? Bunun hakkında mı? Aslında insan­
ların orada neler yaşadığımı bilmesini istemem. Öte yandan, açılmak, her şeyi
anlatmak isteği de içimde; ama sanki kendimi teşhir ediyormuşum hissine ka­
pılıyorum. Bunu da yapmak istemem.

Tolstoy'un romanında nasıl olduğunu hatırlıyor musunuz? Pierre Bezukhov sa­


vaştan o denli etkilenir ki, bütün dünyanın sonsuza kadar değiştiğini düşünür.
Fakat aradan zaman geçince, kendi kendine şöyle der: 'Yine eskisi gibi araba­
cıya bağırıp çağıracağım. Yine eskisi gibi homurdanacağım." Öyleyse insanlar
neden hatırlar? Gerçeği belirlemek için mi? Adalet adına mı? Kendilerini özgür-

m
leştirebi l ip, unutmak için mi? Büyük bir olayın parçası olduklarını anladıkları için
mi? Yoksa geçmişte sığınacak yer mi ararlar? Üstelik anılar hassas şeylerd i r,
geçici şeyler. .. Tam anlamıyla bilgi değil, sadece bir insanın kendisi hakkında
yaptığı bir tahminden i barettirler. Anı lar, bilgi bile değildir, sadece bir dizi duy­
gudur o kadar.

Duygularım . . . Çabaladım. Hafızamı zorladım ve hatırladım.


Yaşamımdaki en korkunç şey çocukken başıma gelmişti: Savaş.
Biz oğlanlar, nası l "evcilik" oynard ık hatırlıyorum. Küçüklerin giysi lerini çıkarır,
onları üst üste koyard ık. Bunlar savaştan sonra doğmuş ilk çocuklardı, zira savaş
sırasında çocuklar unutulmuştu. Yaşamın yeniden ortaya çıkması için beklemiş­
tik. "Evcilik" oynuyorduk. Yaşamın nasıl ortaya çıktığını merak ediyorduk. Sekiz,
dokuz yaşlarındaydık.

Kend ini öldürmeye çalışan bir kadın gördüm. Irmağ ın kenarında, çal ı ların için­
de. Elinde bir tuğla vardı ve onu kafasına vuruyordu . Bütün köyün nefret ettiği
bir işgalci askerden hamile kalmıştı. Küçükken. ked i yavrularının nasıl doğduğu­
nu da görmüştüm. Annemin bir danayı annesinin içinden çekip almasına yard ı m
etmişti m. Domuzumuzu bir yaban domuzuyla çiftleşti rmişti m. Babamın cesed i­
ni nasıl getirdiklerini hatırl ıyorum, üzerinde annemin ördüğü süveter vard ı, ma­
kineli tüfekle vurulmuştu, süveterden bir şeyin kan l ı parçaları sarkıyordu. Yega­
ne yatağımızda yatıyordu; onu koyacak başka yerimiz yoktu. Daha sonra evimi­
zin önüne gömüldü. Toprak yumuşak değildi, ağır bir kildi. Pancar bostanından.
Her yerde savaş vard ı . Sokak, ölü insanlar ve atlarla dolmuştu.
Benim için bu anılar çok kişisel. Onlardan yüksek sesle hiç bahsetmedim.
O zamanlar doğum hakkında ne düşünüyorsam, ölüm hakkında da onu düşünü­
yordum. Dana inekten çıktığı nda veya ked i yavruları doğduğunda, ça l ı ların için­
de kafasına tuğlayla vurarak ölen kad ını gördüğüm zaman h issettiğimi hi sset-

lll
miştim. Bir nedenle, doğum ve ölüm bana aynı şey gibi gel iyordu.
Çocukluğumda, bir ,t"a ban domuzu parçalanırken evin nasıl koktuğunu hatırl ıyo­
rum. Bana dokundunuz ve şimd iden oraya, o karabasanın içine düşOyorum. O
korkunun içine. Uçuyorum. Küçükken kadınların, bizi de saunaya aldıklarını ha­
tırlıyorum. Bütün kadınların rahimleri -o zaman bile bunu anlayabil iyorduk- dı­
şarı uğramıştı, a ltlarını paçavralarla bağl ıyorlardı. Bunu gördüm. Ağır iş nede­
niyle rahimleri düşmüştü. Erkekler yoktu, cepheye g itmişlerdi veya partizanlar­
la birlikteydi ler. Ati ar yoktu, kad ınlar her şeyi kendi leri taşıyorlar, bahçeleri ken­
di leri sürüyorlardı, kol hoz tarlalarını da. Büyüdüğümde, bir kadınla samimi oldu­
ğumda, saunada gördüklerim aklıma gelirdi.

Unutmak istedim. Her şeyi unutmak . . . ve unuttum. O labi lecek en korkunç şey­
lerin olup bittiğini düşündüm; savaşın. Artık güvendeydim.
Fakat daha sonra birçok kez Çernobil bölgesine g itti m ve ne kadar güçsüz oldu­
ğumu anladım. Yıkıldım. Artık geçmişi m beni korumuyor. Orada hiçbir yanıt yok.
Bir zamanlar oradaydı lar, a rtık deği l ler. Beni gelecek mahvediyor, geçmiş deği l .
Pyotr S., psikolog

Yaşayanlar ve Öllller Haldeında Neler KonuşulabileceQine Dair Monolog

Kurt bahçeye geceleyin geldi. Pencereden baktığı mda oradaydı, gözleri far gibi
parıldıyordu. Artık her şeye alıştım. Yedi yı ldır ya lnız yaşıyorum, insanlar gitti­
ğinden beri. Baien geceleyin bir yere oturup düşüncelere dalıyorum, gün ağa­
rana kadar. O gün de bütün gece uyanıktı m, yatağımda oturuyordum. Sonra kal­
kıp güneşe bakmaya gittim. Size ne anlatayım? Ölüm dünyadaki en adi l şeydir.
Kimse ondan kaçamaz. Toprak herkesi alır -iyisini, kötüsünü, canisini, günahka-

m
rını. Dünyada bunun dışında da adi l olan bir şey yok. Tüm yaşamım boyunca
namusumla çalışıp didindim. Ama adaletten nasibimi alamadım. Tanrı bir yer­
lerde hakları bölüştürüyordu, sıra bana geldi�inde ortada bir şey kalmamıştı.
Genç bir insan ölebilir, yaşlı bir i nsan ölmelidir ... Başlangıçta, insanların gelme­
sini bekledim, gelecekler sandım. Kimse bana onların geri dönmemecesine git­
tiklerinden bahsetmedi, onlarsa bir süreli�ine gittiklerin i söyledi ler. Şimdi ölü­
mü bekliyorum. Ö lmek zor, ama korkutucu de�il. Kil ise yok. Rahip gelmiyor. Gü­
nahlarım ı anlataca�ım kimsem kalmad ı.

Bize radyasyonlu olduğumuzu söylediklerinde akl ımıza şunlar gelmişti; bu bi r


nevi hastalık, yaka lanan hemen ölüyor. Hayır, dedi ler, bu yerde duran bir şey­
dir, toprağın içine de girer ama onu göremezsiniz. Hayvanlar onu görebilir ve
duyabi lir, ama insanlar bunu yapamaz. Bunlar doğru değ i l ! Ben onu gördüm. O
sezyum denen şey tarlamda yatıyordu, ta ki ya�mura karışıp gidene kadar. M ü­
rekkep siyah ı rengindeydi. Orada duruyor ve parça parça daml ıyordu. Kolhazdan
eve koştum, bahçeye baktım. Orada başka bir parça vardı, rengi maviydi. Ve
200 metre ötede bir tane daha. Başımdaki örtünün boyları nda. Komşuları çağır­
dım, di�er kadınları, hep birl ikte baktık. Bütün bahçelerde ve yakındaki iki hek­
tar kadar tarlada belki dört tane büyük parça bulduk. Bir tanesi kırmızıydı. Erte­
si gün erken saatte yağmur yağdı, öğle vakti parça lar g itmişti. Polis geldi ama
onlara gösterecek bir şey ka lmamıştı, sadece ne gördü�ümüzü anlattık. Parça­
lar şöyleydi, (Eliyle gördüğü parçaların boyunu gösteriyor.) baş örtüm kadar var­
lardı. Mavi ve kırmızı . ..

Radyasyondan ç o k korkmuyorduk. Onu göremediğimizde ve n e olduğunu bilmi­


yarken belki biraz korkmuştuk; ama artık gördüğümüze göre korku kalmamıştı .
Polis ve askerler bu işaretleri koydular. Bazı ları insanların evleri yakınında; ba­
zı ları da sokaktaydı . Üzerlerinde 70 küri, 60 küri yazıyordu. Şimdiye kadar hep

m
patatesle geçinmiştik. birdenbire patates toplamamız yasaklanmıştı ! Bazıları
için bu çok kötüydü, bazıları içinse komik. Bize bahçede maskeler ve lastik eldi­
venlerle çalışmamızı sal ı k verdiler. Sonra bir başka büyük bilim adamı geldi.
bahçelerimizi yıkamamız gerektiğini söyledi. Hadi can ı m! Duyduklarıma inana­
mıyordum ! Bize sokakları, battaniyelerimizi, perdelerimizi yıkamamızı söyledi­
ler. Ama onlar dolapta ! Oraya radyasyon giremez. Camın arkasına? Kapalı ka­
pı ların arkasına b ile mi? Hadi canım ! Ormanda, tarlada, her yerdeydi . Kuyuları
kapatıp mühürlediler, naylonlarla kapladı lar. Suyun 'kirli ' olduğunu söylediler.
O kadar temiz görünen bir su nasıl kirli olur? Bize bir sürü saçmal ık anlattı lar:
'Öleceksiniz. G itmeniz lazım. Evleri boşaltın."

Herkes korktu. Korkuyla doldular. Geceleyin insanlar eşya larını toplamaya baş­
ladı. Ben de elbiselerimi aldım. Namuslu çalıştığı m için verd i kleri kırmızı kokart­
ları ve uğurlu kopeikamı. Kalbi m üzüntüyle dolmuştu. Yattığım yerde inme inse
de ölseydim. Sonra askerlerin bir köyü nasıl boşa lttığını ve yaşlı bir karı-koca­
nın nasıl kaldığını duydum. Insanlar toplanı p otobüslere bindirilirken, bunlar
ineklerini de alıp ormana kaçmışlar. Orada beklemişler. Tıpkı savaş zamanında­
ki gibi, köyleri yakıyorlarmış. Bizim askerlerimiz bizi niçin kovsunlar? (Ağlamaya
başl ıyor.) Yaşamımız düzenl i değil. Ağlamak-istemiyorum.

Ah ! Şuraya bakın - bir karga. Artık onları kovalamıyorum. Bazen karganın biri
kümesten yumurta çalsa bile yine de sesim i çıkarmıyorum. Kimseyi kovalamı­
yorum ı Dün küçük bir tavşan geldi. Yakınlarda bir köy var, orada da yaşayan bir
kad ın vard ı, ona "Bana uğra" dedim. Belki yardımı olur, belki olmaz ama en azın­
dan konuşacak birileri olur. Geceleyin her yerim acıyor. Sacaklarım buruluyor,
sanki üzerlerinde karıncalar yürüyormuş gibi, sinirlerim çekil iyor. Yerden bir şey
aldığımda oluyor bu. Dövülmüş buğday gibi. gıcır gıcır. Ardından sinirler gevşi­
yor. Yaşamım boyunca yeteri kadar çalıştım, yeteri kadar üzüldüm. Her şeyim

ID
yeteri kadar oldu, artık başka şey istemiyorum.

Kızlarım. oğullarım var. .. Hepsi şehi rde yaşıyor; ama ben h içbir yere gitmiyo­
rum. Tanrı bana yı llar verdi; ama adilee bir pay vermedi . Yaşl ı ların can sıkıcı ol­
duklarını biliyorum, genç neslin sabrı çabuk taşıyor. Çocuklarımdan çok hayır
görmedim. Şehre g iden kadınlar hep ağl ıyor. Onları. ya gel inleri incitiyor ya da
kızları. Buraya geri dönmek istiyorlar. Kocam burada gömOIO. Burada yatıyor ol­
masaydı; ben de başka bir yerde yaşardım ve onunla olurdum. (Birden neşele­
niyor.) Hem neden g ideyim? Burası güzel ! Her şey büyüyor, ç içek açıyor. Ufacık
sinekten büyük hayvaniara kadar, her şey yaşıyor.
Sizin için tüm yaşananları hatırlayacağım. Uçaklar uçuyor, uçuyorlardı. Her gün.
Başımızın üstünden, alçaktan geçerek reaktöre uçtular. Santrale doğru. Birbiri
ardından. Bu a rada köyümüz boşaltıl ıyordu. Bizleri dışarı çıkarıyor, evleri yıkı­
yorlardı. lnsanh:ir gizlenmişti. Hayvanlar böğürüyor, çocuklar ağlıyordu. Savaş
gibiydi ! Sonra g üneş gitti ... Oturdum ve kulübemden dışarı çıkmadım. ama ka­
pıyı da ki litlemedim. Askerler kapıyı çaldı: 'Han'fendi. topland ınız mı?' Ben de,
"Ellerimi ayaklarımı mı bağlayacaksınız?" dedim. H içbir şey söylemediler. Ardın­
dan gittiler. Çok gençtiler, adeta çocuktular! Yaşlı kadınlar evlerinin önünde diz
çökmüş, yalvarıyorlardı. Askerler onları kucaklayıp arabalara soktular. Ama ben
onlara, bana dokunuriarsa fena olacağını söyledim. Küfürler ettim, çok fena kü­
fürler! Ağlamadım. O gün ağlamadım. Evimde oturdu m. Bir dakikalığına bağrış­
malar oldu. Sonra etraf sessizliğe büründü. O gün -ilk gün- evimi terk etmedim.

Daha sonra bana bir ordu insanın yürümekte olduğunu söyledi ler. Yanlarında da
bir o kadar hayvan varmış. Savaş gibi ! Kocam hep ' Insanlar ateş eder. ama kur­
şunu Tanrı götürür' derdi. Herkesin kaderi kendine. Burayı terk eden gençlerden
bazıları çoktan öldü. Yeni yerlerinde. Ben hala ayaktayım ama yavaş yavaŞ güç­
ten düşüyorum tabi i. Bazen çok sıkılıyor. ağlıyorum. Bütün köy boş. Her cinsten
kuş var burada. Etrafta uçuşuyorlar. Bir de elkler var. ne ararsan... (Ağlamaya
başl ıyor.)

Her şeyi hatırl ıyorum. Herkes yataklarından kalkıp g itti ; ama köpeklerini ve ke­
d i lerin i burada bıraktı lar. l i k birkaç gün çevrede dolaşıp kedi lere süt verdim, kö­
peklere de birer parça ekmek. Bahçelerde oturmuş sahiplerinin gelmesini bek­
l iyorlardı. Onları uzun süre bekledi ler. Aç kediler salata lıkları ve domatesleri ye­
d i ler. Sonbahara kadar komşumun çimlerine baktım, çite kadarki yere. Çiti yıkı l­
dı, geri yerine çaktım. Insanları bekledim. Komşumun Zhucok adında bir köpeği
vardı. "Zhucok," derdim "eğer birini görürsen önce bana haber ver."

Bir gece rüyamda tahliye adildiğimi gördüm. Subay: 'Baya n ! Her şeyi yıkıp gö­
meceğiz. Dışarı çıkın ! " d iye bağırıyordu. Sonra beni bilmediğim bir yere götür­
düler. Naresi olduğu bel l i değil. Şehir değil, köy de değil. Dünyada bir yer bile
değil.

Güzel bir kedi m vardı, Vaska. Bir kış fareler açlıktan her şeye saldırıyorlardı. Gi­
decek bir yer yoktu. Yorganların altına bile giriyorlardı. Bir fıçının içinde bir mik­
tar tahı l biriktirmiştim, fıçıyı deldi ler. Ama Vaska beni kurtardı . O olmasa ölür­
düm. Onunla beraber konuşarak yemeğimizi yerd i k. Sonra Vaska yok oldu. Bel­
ki onu aç köpekler yedi, bilmiyorum. Ö lene kadar bütün köpekler etrafta aç do­
laşıyorlardı. Kediler o kadar açtı ki yavrularını yedi ler. Yazın değ i l . ama kışın yi­
yorlardı. Tanrı beni affetsin !
Bazen evimin yolunu dahi zor yürüyorum. Yaşlı bir kad ın için yazın soba bile so­
ğuktur. Pol is ara sıra gel iyor, etrafı kolaçan edip bana ekmek getiriyor. Neyi
kontrol ediyorlar bilinmez.

Bir ben bir de kedi varız. Bu başka bir kedi . Polisi duyduğumuz zaman mutlu olu-
yor, hemen dışarı koşuyoruz. O na bir kemi k getiriyorlar. Bana da soruyorlar: "Ya
haydutlar gelirse?' 'Benden neyim i alacaklar? Ruhumu mu? Bir o kaldı.· Iyi ço­
cuklar. Bana gül üyorlar. Radyom için pil de getirdiler. şimdi radyo dinleyebil iyo­
rum. Lyudmilla Zykina'yı seviyorum, ama artık pek şarkı söylemiyor. Belki şimdi
o da benim gibi ihtiyarlamıştır. Kocam şöyle derdi: "Dans bitti�inde keman ı ku­
tusuna koy."

Kedici�imi nasıl bulduğumu anlatayım. Benim Vaska kaybolmuştu. Bir gün, iki
gün derken bir ay bekledim. Işte böyle. Yapayalnız kaldım. Konuşacak kimsem
yoktu. Köyün çevresinde dolandım, başka larının bahçelerine girip onu ça�ırdım:
Vaska, Murka. Vaska ! M urka ! lik zamanlar etrafta birçok kedi dolanı rdı, şimdi
hepsi bir yerlere kayboldu. Ö lüm ayırmıyor, yeryüzü herkesi çekip alıyor. Yürü­
yor. yürüyordum. Iki gün boyunca. Üçüncü gün, bunu tentenin altında gördüm.
Bakıştık. O da mutluydu, ben de. Ama h içbir şey söylemiyordu. "Pekala,' dedim
"haydi eve gidelim." Ama orada oturmuş, miyavlıyordu. Ona şöyle dedim: "Bu­
rada bir başına· ne yapacaksın? Kurtlar seni yiyecek. Seni parçalayacaklar. Hay­
di gidelim. Evde yumurta var, domuz pastırması var." Ona nasıl anlatayım? Ke­
di ler insanların d i l i nden anlamaz, öyleyse beni nasıl anladı? Yürümeye başla­
dım. o da benim arkarndan geldi. Miyavlayarak. "Sana biraz domuz pastırması
keseceğim." Miyav! "lkimiz birlikte yaşayaça�ız." M iyav! "Senin adın da Vaska
olsun ! " Miyav! Işte iki senedi r birlikte yaşıyoruz.

Geceleri rüyamda birileri beni çağırıyor. Komşumun sesi : 'Zina ! " Sonra bir ses­
sizlik. Ve sonra yine: "Zina ! " Bazen çok sıkıl ıyorum. o zaman ağlıyorum.
Mezarlığa gidiyorum. Annem orada. Küçük kızım da. Savaş sırasında tifüse kur­
ban g itti. Onu mezarlığa götürüp gömdükten hemen sonra güneş bulutların ara­
sından çıkm ıştı . Parıldadı, parıldadı. Gidip onu geri çıkarın. der gibiydi . Kocam
da orada. Fedya. Orada hepsiyle beraber oturuyorum. Biraz iç çekiyorum. Ölü-

IJI
lerle de yaşayanlarla konuştuğunuz gibi konuşabil i rsiniz. Yalnız ve üzgün oldu­
ğunuzda. Çok üzgün olduğunuzda ... Benim için bir farkı yok. onları duyabiliyo­
rum.

Ivan Prohoroviç Gavrilenko. o öğretmendi , mezarlığııı hemen yanında yaşardı.


Kırım'a göçtü, oğlu oradaydı. Onun yan ında Pyotr lvanoviç M iusskiy vardı. Trak­
tör kullanırdı. Stakhanovistti*. O zamanlar herkes stakhanovist olmak için yırtı­
nırdı. El leri sihirli g ibiydi, odundan dantel yapabil irdi. Evi bu köy kadar büyüktü.
O ev yıkılırken yüreği m sızladı, çok üzüldüm. Sonra yıkıntıyı gömdüler. Subay
bana bağırıyordu: 'Aklından bile geçirme büyükanne ! Burası sıcak nokta ! " O sı­
rada sarhoştu tabii. Oraya g ittiğimde, Pyotr ağl ıyordu. 'Git, büyükanne, ben iyi­
yim. Benden g itmemi istedi . Onun yanında Misha Mikhalev' in evi vardı, çiftlik­

teki güğümleri ısıtmaktı işi. O çabuk öldü. Burayı terk ettikten hemen sonra.
Onun yanındaki zoolog Stepa Bykhov'un evi. Yandı ! Kötü insanlar bir gece evi
yaktılar. Stepa da uzun yaşamadı. Mogilev bölgesinde bir yerlerde gömülüy­
müş. Savaş sırasında da ne çok insanı kaybetmiştik. Vassily Makaroviç Kova­
l ev, Maksim N ikoforenko. Yaşıyorlardı. mutluydular. Tatillerde çalar söylerler­
di. Harmoni ka çalariard ı. Ş i mdi burası bir hapishane gibi. Bazen gözlerimi kapa­
tıp köyün içinde dolaşıyorum. Hani, diyorum onlara. radyasyon nerede? Bir ke­
l ebek uçuyor, arılar vızıldıyor. Benim Vaska fareleri yakal ıyor. (Ağlamaya başlı­
yor.)
Ah, Lyuboşka, sana söyled iklerimi, acımı anlıyor musun? Onu insanlara taşı,
belki ben artık burada olmam. Yerin a ltında olurum, köklerin arasında.

Zinaida Yevdokimovna Kovalenko. yerleşirnci

• Stakhanovist hareketi: 1935 'de meşhur olan bir maden işçisinden (Stakhanoviç) adını alan,

verimliliği tırtınnak amacı taşıyan bir hareket. lkinci Dünya Savaşı sonrasında etkisini kaybet­

ti. (ç.n .)

m
Kapılara Yazılmış Yaşamlar Ozerine Bir Monolog

Tanıklık etmek istiyorum ...


On yıl önce olmasına rağmen bir gün bile peşimi bırakmıyor. Pripyat kentinde
yaşıyorduk. O kentte. Ben yazar değilim. Belki bunları tasvir edemem. Olanları
aklım almıyor. Üniversite derecem bile işe yaramıyor. Işte böyle. Normal bir in­
sansındır. Küçük bir insan. Herkes gibi işe gidersin. işten dönersin. Orta hal l i bir
ücret alırsın. Yılda bir kere tatile çıkarsın. Normal bir insansındır! Sonra bir gün
birdenbire bir Çernobil insanına dönüşürsün. Herkesin ilgilendiği; ama kimsenin
hakkında bir şey bilmediği bir hayvana ! He,rkes gibi olmak istersin; ama olamaz­
sm. Sana farklı gözlerle bakmaya başlarlar. Sorarlar: "Korkutucu muydu? Santral
nası l yandı? Neler gördün?" Bir de . . . "Artık çocuğun olabi lir mi? Karın seni terk
mi etti?" lik zamanlar hepimiz birer hayvana dönüştürülmüştük. "Çernobil" söz­
cüğü bile bir sinyal halini almıştı. Herkes başını çevirip bize bakıyordu. "Oradan
gelmiş ! "

Başlang ıçta böyle oldu. Sadece kenti deği l . yaşamlarımızı da terk ettik. Üçüncü
gün yola çıktık. Reaktör hala yanıyordu. Arkadaşlarımdan birinin 'Reaktör koku­
yor," dediğini hatırl ıyorum. Anlatı lır bir koku değildi. Gazeteler olayı yazmaya
başlamıştı bile. Çernobil'i bir korku filmine çevirdiler; ama sadece bir karikatü­
re benzedi. Ben size kendi yaşadıklarımı anlatacağım. kendi gerçeklerimi.

Şöyle oldu: Radyodan kedi lerimizi yanımıza alamayacağımızı açıkladılar. Biz de


kadimizi bavula koyduk. Ama içeri girmek istemedi, d ışarı kaçıp herkesi tırma­
ladı. Eşya larınızı alamazsınız! Tamam, eşya almayız. Sadece tek bir eşyamı ala­
caktım. Bir tek. Dairemin kapısını söküp yanımda götürmem gerekiyordu, kapı­
yı bırakamazdım. Girişi tahtalarla da örtebilirdim. Kapımız bir muska gibiydi. ai­
lemden kalmaydı . Babam o kapının üstünde yattı. Bunun kimin adeti olduğunu

m
bilmiyorum, her yerde de böyle bir şey yok; ama annem, ölenlerin evlerinin ka­
pısına yatırılması gerektiğini söylemişti . Tabut getirilene dek orada yatmal ıydı.
Bütün gece babamın yanı başında oturdum, o da kapısının üzerinde yattı. Ev
açıktı. Bütün gece. Bu kapının üzerinde küçük çentikler vardı . Beni m büyüme iz­
lerim. Orada hepsi yazılıydı: Birinci sınıf, i kinci sınıf ... Yedinci. Askere gitmeden
önce. Onun yanında da oğlumun ve kızım ın nası l büyüdüğü görünüyordu. Bütün
yaşamım o kapının üzerine yazıl ıydı. Onu arkamda bırakıp gidemezdim.

Komşumdan yardım istedim, bir arabası vardı. "Bana yardım et ! · Akl ını mı ka­
çırdın dereesine bir işaret yaptı. Yine de kapıyı götürmeyi başardım. Geceleyin.
Bir motosikletin tepesinde. Orman yolundan. Iki yıl sonrasıydı. Dairemiz çoktan
yağmalanmış ve boşaltı lm ıştı. Pol is beni koval ıyordu: "Ateş edeceğiz! Ateş ede­
ceğiz! " Hırsız olduğumu sandı lar. Kendi evimin kapısını böyle çaldım.

Kızımı ve karım ı hastaneye götürdüm. Bütün vücutları kara beneklerle kaplan­


mıştı. Benekler bir görünüyor. bir yok oluyordu. Beş kopek genişliğindeydiler;
ama ağrı ları yoktu. Onlara batı testler yaptılar. Sonuçları istedim. "Bunlar senin
için değil." dedi ler. "Peki kimin için?"
O zamanlar herkes. "Öleceğiz. hepimiz öleceğiz! 2000 yı lında hiç Belaruslu kal­
mayacakmış." diyordu. Kızım altı yaşındaydı. Onu yatağına yatırırkan kulağıma:
"Baba, ben ölmek istemiyorum. daha çok küçüğüm," demişti. Ama ben onun
olacakları anlamadığını sanmıştım.

Bir odanın içerisinde yedi tane, kafası kazınmış kız çocuğu düşünebil iyor musu­
nuz? Hastanenin her odasında onlardan yedi tane vardı. .. Artık yeter. Bu kadar
yeter. Bundan ne zaman bahsetsem, içimde onlara ihanet ediyormuşum duygu­
su oluşuyor; çünkü onları sanki bir yabancıymışım gibi anlatıyorum. Karım has­
taneden eve döndü. Artık dayanamadığını söyledi. "Böyle acı çekmektensa öl-

m
sün daha iyi. Hatta ben öleyim de, onu bu halde görmekten kurtulayım." Bu ka­
dar yeter. Daha fazla anlatabilecek durumda değ i l im.

Onu kapının üstüne yatırd ı k . . . Babamın bir zamanlar yattığı kapıya. Neden son­
ra tabutu getirdiler. Küçüktü, büyükçe bir oyuncak bebek kutusu kadar.
Tanıklık etmek istiyorum, kızım Çernobil nedeniyle öldü. Şimdi de bunu unutma­
mızı istiyorlar.
Nikolai Fomiç Kalugin, baba

Geri DOnenierin Monologlan

Narovlyansk bölgesindeki Bely Bereg köyü, Gomel Oblastt.


Konuşanlar: Anna Pavlovna Artyuşenko, Eva Adamovna Artyuşenko, Vasily Ni­
kolayeviç Artyuşenko, Sofya Nikolayevna Moroz, Nadezhda Borisovna Nikola­
yenko, Aleksandr Feodoroviç Nikolayenko, Mikhail Martinoviç Lis.

"Her şeyi yaşadık. her şeyi gördük . .. "


"Hatırlamak bile istemiyorum. Çok korkunç. Bizi kovaladı lar, askerler bizi kova­
ladılar. Büyük askeri araçlar geldi. şu arazi tipi olanlardan. Bir i htiyar yere yu­
varlanmıştı. Ölüyordu. G idecek yeri var m ıydı ki? 'Kalkıp mezarlığa gideceğ i m !
Kendi kendime orada ölürüm' d iye ağlıyordu. Evlerimiz için n e mi ödedi ler? Ne?
Baksana burası ne kadar güze l ! Bize bu güzellik için bir de para mı ödeyecek­
ler? Adeta tati 1 yöresi burası ! "

" Uçaklar. helikopterler, gürültü her yerdeydi. Kamyon lar. Askerler. Kendi kendi­
me, 'Savaş başladı herhalde' dedim. Ya Çinli lerle ya da Amerika l ı larla. "

III
'Kocam kolhaz toplantısından geldi, 'Yarın tah liye edileceğiz' dedi. 'Patatesler
ne olacak? Daha patatesleri toplamadık. Amma bahtsızız ! ' Komşumuz kapımızı
çaldı, oturup bir şeyler içtik. lçkimizi içince kolhaz başkanına sövmeye başladı­
lar: 'Hiçbir yere g itmiyoruz. Biz savaşı atlattık, başımıza radyasyon çıktı. Kendi­
mizi gömmek zorunda kalsak bile gitmeyelim."

"I lkin hepimizin iki ya da üç ay içinde öleceğini sandım. Bize böyle demişlerdi. Bi­
ze propaganda yapmışlar, korkutmaya çal ışmışlar. Tanrıya şükür hala canl ıyız."

"Tanrıya şükür! Tanrıya .şükür! "

"Kimse öbür dünyada n e olacağını bilmez. Burası daha iyi . Dostlar arasındayız."

"Gidiyorduk. Anı:ıemin mezarından biraz toprak al ıp, bir torbaya koydum. Diz çö­
küp, 'Seni terk ettiğimiz için bizi affet' ded im. Oraya gece gittim ama korkma­
dım. Herkes evlerine adlarını yazıyordu; hatta ağaçlara, çitlere, asfalta bile."

"Askerler köpekleri vurdular. Onları öldürdüler. Ban ! Ban ! Artık can l ı ve çığlık
atan bir şey görmeye yüreğim dayanmıyor. "

"Kolhozda birlik başıydım. Kırk beş yaşındayım. Insanlar için çok üzüldüm. Mos­
kova'ya bir sergi için geyi klerimizi götürmüştük, bizi kolhaz göndermişti . Bir broş
ve kırmızı sertifikayla geri döndük. Herkes benden saygıyla bahsetti . 'Vasily Ni­
kolayeviç. N i kolayeviç.' Burada neyim ki? Küçük bir evin içindeki ihtiyar. Bura­
da öleceğim; kadınlar bana su getirir, evimi ısıtır. I nsanlar için üzülüyorum. Ge­
celeri şarkı söyleyerek tarlaya giden kadınlar gördüm, ama bir şey kazanamaya­
caklarını biliyordum. Maaş günü bir iki kuruş a lacaklar. Yine de şarkı söylüyor­
lardı. . . '
"Radyasyonla zehiriense de, burası benim evim. H içbir yerde bize ihtiyaçları
yok. Kuş bile yuvasını özler. .. "

"Ben anlatayım, oğlumun yedinci kattaki apartman dairesinde yaşadım. Pence­


renin yanına gel ir, aşağı bakar ve hüzünlenirdim. At sesi duyduğumu sanırdım
veya horoz. Kendimi korkunç h issederdim. Bazen bahçemi hayal ederdim; ineği
bağlar, sağar da sağardım. Uya ndığımda ayağa kalkmak bile istemezdim. H1ll1l
onun evine gidiyorum. Bazen oradayım, bazen de burada."

"Rüya larımızda, gün boyu başka bir yerde yaşıyor. gece olunca evierimize dönü­
yorduk." ·

"Burada kışın geceler çok uzundur. Bazen oturup sayarız; kimler ölmüş?"

" Kocam i ki aydır yatalaktı. Hiç konuşmadı, bana yan ıt vermedi . Del iydi. Bahçe­
de dolaşır, eve gelip 'Ihtiyar, nasılsın?' d iye sorardım. Sesima dönüp bakması
bile iyiydi. Evde varlığı olsun da. Birisi ölürken ağlayamıyorsun. Yoksa ölmesini
sekteye uğratırsın. mücadele etmeye çalışır. Dolaptan bir mum alıp eline tutuş­
turdum, mumu tuttuğunda hala nefes a l ıyordu. Gözlerinin donuklaştığını görü­
yordum. Ağlamadım. Sadece bir şey istedim ondan: 'Anneciğime ve kızımıza
selam söyle." Birlikte g itmemiz için dua ettim. Bazı tanrı lar bunu yapardı; ama
O ölmeme izin vermedi . Canlıyım .. . "

" Kızlar! Ağlamayın. Biz hep cephedeydik. Biz Stakhanovistiz. Stalin'i atlattık,
savaşı atlattık ! Arada gülüp avunmasam çoktan kendimi asmıştım."

'Annem bana bir zamanlar "Bir i kona alıp baş aşağı as, öylece üç gün dursun.
Nerede olursan ol, sonunda evine dönersin" demişti. Iki ineğim, iki de danarn

m
vardı; beş domuz, kazlar, tavuklar, bir köpek. Başımı el lerimin arasına alıp bah­
çede yürüyorum. Ya elmalar, ne çok elmam vard ı ! Şimdi her şey toz olup g it­
miş . .. gitmi ş ! "

"Evi yıkadım, sobayı ·ağarttım. Masada biraz ekmek, biraz d a tuz bırakman ge­
rekir. Bir tabakla üç de kaşık. Evde kaç ruh varsa o kadar kaşık olma l ı ki eve ge­
ri dönebilelim."

"Tavukların ibikleri siyahtı, kırmızı deği l. hep bu radyasyondan. Peynir yapmak


da mümkün değ i ldi. Bir ay peynirsiz, kaşarsız yaşadık. Süt ekşimiyor, kuruyup
beyaz bir pudraya dönüyordu radyasyon yüzünden."

"Bahçemde radyasyon vardı. Bütün bahçe, bir şeylerle kaplanmışçasına beyaz­


dı. Bir şeylerin parçalarıyla ... Onları birisi ormandan getirdi sandım."

"Gitmek istemedik. Bütün erkekler sarhoştu, kendi lerini arabaların altına atıyor­
lardı. Parti'nin kodamanları evden eve geziyor, insanlardan gitmelerini istiyor­
lardı. Hiçbir eşyamızı almamamızı emrettiler."

"lnekler üç gün yemsiz, susuz ka lmıştı . Gazeteden bir muhabir geldi. Sarhoş süt­
çüler onu az daha öldürüyorlardı."

"Şef evin çevresinde askerlerle beraber yürüyor, beni korkutmaya ça lışıyordu:


'Dışarı çık, yoksa evi yakacağız ! Çocuklar! Bana gaz tenekasini verin.' Evin için­
de elimde battaniye, yastık koşuyordum."

"Savaş sırasında si lahlar bütün gece patlar, takırdardı. O zamanlar ormanda bir
çukur kazmıştık. Durmadan bomba atıyorlardı. Her şeyi yaktı lar. sadece evleri


değil; bahçeleri. kiraz ağaçların ı , her şeyi. Savaş olmasın da. Ben asıl ondan
korkuyorum."

"Ermeni muhabire sordular: H§l§ Çernobil e l ması var mı? Tabii, yed ikten sonra
koçanını çok derine gömmeniz gerekir.·

"Bize yeni bir ev verdiler. Taştan yapı lmış. Ama biliyor musunuz, yedi yı l boyun­
ca eve bir çivi dahi çakmadım. O bizim evimiz değildi. Yabancıydı. Kocam ağla­
yıp durdu. Hafta boyu kolhozda traktör sürüyor, pazar gününü bekl iyor. pazar
olunca da bir kenarda kıvrıl ı p s ızlanıyordu."

·Artık hiç kimse bizi aldatamaz, artık buradan bir yere gitmeyiz. Bakkal yok, has­
tane yok. Elektri k yok. Ay ışığı a ltında gaz lambasıyla oturuyoruz. Ve bundan
hoşlanıyoruz; çünkü evimizdeyiz."

"Şehirde gelinim beni her yerde izliyor; elinde bez, kapı kollarını, sandalyeleri
siliyordu. Üstelik her şey benim paramla alınmıştı. Mobi lyalar ve ciguli* bile
devletin bana evim ve ineğim karşılığ ında verdiği parayla a l ı nmıştı. Para bitin­
ce anneye ihtiyaçları da kal madı . "

"Çocuklarım ız paramızı a l d ı . Gerisini de enflasyon götürdü. Bize evimiz i ç i n ver­


dikleri parayla şimdi bir torba şeker alınıyor. belki artık ona bile yetmiyordur."

"Iki hafta boyunca avare dolaştı m. lneğim de yanımdayd ı . Beni evime sokmad ı­
lar. Ormanda uyudum."

* Lada arabalara Rusya'da verilen ad (ç.n.)

m
'Bizden korkuyorlar. Zehirli oldugumuzu söylüyorlar. Tanrı bizi neden cezalan­
dırdı? Delirdi mi? Insan gibi yaşamıyoruz artık, O'nun kanuniarına göre yaşamı­
yoruz. Işte bu yüzden insanlar birbirlerini öldürüyor.'

' Her hayvan insandan korkar. Eger ona dokunmazsan çevrenden dolaşır gider.
Eger a lışıksan, ormanda insan sesleri duydugunda onlara dogru koşarsın. Şim­
d i insanlar birbirlerinden saklanıyor. Tanrı beni ormanda bir insanla karşılaş­
maktan korusun ! '

" lncil'de yazı l ı her şey gerçek oluyor. Kolhozumuz da orada yazılı, Gorbaçov da:
Dogum lekel i büyük bir efendi gelecek ve büyük bir imparatorluk çökecek. Son­
ra Kıyamet Günü gelecek. Şehirlerde yaşayan herkes ölecek, köylerde sadece
bir kişi canlı kalacak. O kişi, insan ayak izi gördügünde bile mutlu olacak. Baş­
kasının degil, sadece kendi ayaklarının izini .. . '

'Işık için lambamız var. Gaz lambası. Aha ! Kadınlar daha önce de bahsetmişti.
Eger bir yaban domuzu öldürürsak onu badruma taşıyıp kendimiz gömüyoruz. Et
üç gün yer altında kalabiliyor. Votkayı da kendimiz yapıyoruz. "

" I k i torba tuzum var. Devlet olmasa da durumumuz iyi . Bir sürü agaç, bütün çev­
remiz orman. Ev sıcak. lamba yanıyor. Her şey güzel. Bir keçim, bir oglagım, üç
domuzum, on dört tavugum var. Toprak . . . ne kadar istersem. Otlak . . . ne kadar
istersem. Ve özgürlük! Mutluyuz. Burası artık bir kolhaz degil, adeta bir komün.
Bir at daha al ırsak kimseye ihtiyacımız kalmayacak. Sadece bir at daha.'

"O muhabirin söyledigina göre, sadece evierimize dönmemişiz, yüz yı l geriye


g itmişiz. Ekini dövmek için tokmak kul lanıyoruz, biçrnek için de orak. Ekini as­
faltın üstönde dövüyoruz.'
"Savaş sırasında bizi yaktılar, biz de yer altında yaşadık. Koruganlar içinde. Er­
kek kardeşimle iki yeğenimi öldürdüler, benim a i lem on yedi üyesini kaybetti.
Annem hep ağlıyordu. Köyleri dolaşıp di lenen yaşlı bir kadın vardı . 'Yas mı tu­
tuyorsun?' diye annerne sordu. 'Yas tutma. Başkaları için can veren kişi kutsal­
dır.' Anavatanım için her şeyi yaparım. Sadece öldüremem. Ben bir öğretme­
nim, çocuklara başkalarını sevmeyi öğrettim. Onlara şöyle söyledim: 'Tanrı her
zaman muzafferdir.' Çocuklar küçüktür. ruhları saftır."

"Çernobil, bütün savaşlardan beter bir savaş. Saklanacak yerin yok. Ne yer. ne
gök, ne de suyun a ltı .. . ''

"Radyoyu hemen kapattık. Haber almıyoruz; ama burada yaşam huzurlu. Üzül­
müyoruz. Bize gelenler anlatıyor, her yerde savaş varmış; sosyal izm bitmiş, ar­
tık kapitalizmde yaşıyormuşuz; sonra, Çar geri dönecekmiş. Bu doğru mu?"

"Bazen bahçeye yaban domuzu geliyor, bazen de bir ti lki; ama pek az insan ge­
lir. Onlar da pol is."

"Gelin, benim evimi de görün."

'Benimkini de. N icedir bana m isafir gelmiyor."

"Haç çıkarıp dua ediyorum: Sevg i l i Tanrı ! Iki kere polis gelip sobamı kırdı. Beni
bir traktöre bindirip götürdüler. Ama yine de geri geldim. Insanların geri dönme­
sine izin vermel i ler -herkes yalvarıyor. Acımızı bütün dünyaya yaydılar. Artık
yalnızca ölüler geri gel iyor. Ö l ülerin geri gelmesi serbest; ama canlılar sadece
geceleyin. ormandan gelebi lir.'

m
"Herkes hasat zamanı geri dönebilmek için can atıyor. Herkes kendine ait olanı
geri istiyor. Pol iste, geri gelmelerine izin veri lecek kişilerin l i stesi var; ama on
sekiz ya Ş ından küçük çocuklara izin yok. Insanlar dönecek ve evlerinin yanında
durmaktan mutluluk duyacaklar. Bahçelerinde. elma ağacının yanında. Önce
mezarlığa gidip ağlayacaklar, sonra bahçelerini ziyaret edecekler. Orada da ağ­
layıp dua edecekler. Mumlar bırakacaklar. Onları çitlere asarlar, mezarlığın ya­
nındaki küçük çitlerdeki gibi. Bazı evlere çelenkler bile koyacaklar. Yaşl ı kadın
dualar okuyacak: Kardeşlerim, sabırlı olun .. . "

" M il let yumurtalarını. ekmeklerini falan a l ı p mezarlığa gider. Herkes ailelerinin


yanına oturur. Onlara seslenirler: 'Ablacığım. seni görmeye geldik. Gel bizimle
bir yemek ye' ya da 'Anne, sevg i l i annem. Baba, sevg i l i babam.' Ruhları cennet­
ten çağırırlar. O yıl ölen i olan ağlar, olmayan susar. Konuşur. hatırlarlar. Herkes
dua eder. Dua etmeyi bilmeyenler bile dua eder."

"Ağlamadığım tek zaman geceleri. Geceleri. ölenlere ağlayamazsın. Güneş ba­


tınca ağlamayı bırakıyorum. Onların ruhlarını da hatırla Tanrım. Huzur içinde
yatsı nlar."

"Oynamazsan kaybedersin. Pazarda Ukraynal ı kadının biri büyük kırmızı elmalar


satıyordu. 'Eimalara gelin ! Çernobil elmaları ! ' Biri leri ona, elmalarının reklamı­
nı böyle yaparsa kimsenin almayacağını söyledi . 'Hiç endişelenme.' dedi kadı n
'yine d e al ırlar. K i m i kaynanasına alır. k i m i patronuna."

"Afla hapisten çıkmış bir adam vardı. komşu köyde yaşıyordu. Annesi ölmüştü,
evini de gömmüşler. Bize geldi. 'Bayan. bana biraz ekmekle pastırma verin. si­
ze odun kırayım' dedi. Hala da bu şekilde hayatını devam ettiriyor. "

"Ülke çorbaya döndü, herkes buraya geri gel iyor. Diğerlerinden kaçıyorlar. ka-

m
nundan da. Ve yalnız yaşıyorlar. Yabancılar bile. Sert insanlar. Gözlerinde cana
yakınlık yok. Sarhoş ol urlarsa yangın bile çıkarırlar. Geceleri yata�ımızın altın­
da baltalar. yaba larla uyuyoruz. Mutfakta kapının yanında bir tane çekiç var."

"Ilkbaharda buralarda kuduz bir tilki vardı -bunlar kuduz oldu mu çok uysal laşır­
lar, çok. Ama suya bakamazlar. Bahçenize bir kova su koydunuz mu, rahat eder­
siniz. Hayvan kaçar."

"Televizyon yok. Sinema yok. Yapacak bir tek şey var, o da pencereden dışarıyı
seyretmek. Bir de dua etmek. Eskiden Tanrı'nın yerinde komünizm vardı, şimdi
bir tek Tanrı kaldı. Ona dua ed iyoruz."

"Bizler devrimizi doldı:ırduk. Ben partizanım. Bir yılımı partizanlarla yan yana ge­
çirdi m. Almanları yendiğimizde cephedeydim. Reichstag'a adımı yazdım: Artyu­
şenko. Komünizmi kurmak için kol ları sıvadım ben. Şimdi o komünizm nerede?"

"Komünizm burada, kardeşçe yaşıyoruz .. . "

"Savaşın başladığı yıl. ormanda ne meyve ne de mantar kalmıştı. Inanır mısınız?


Toprak bile felaketi hissetti. Yıl 1 941 . Her anını hatırlıyorum ! Savaşı hiç unuta­
madım. Bütün savaş esirlerini getireceklerine dair söylenti çıktı, seninkini tanır­
san alabilecektin. Bütün kadınlar koştu. Geceleyin erkeklerini eve geri getirdi­
ler, bazıları da eve başka erkekler getirdi. Ama aşağılık bir hain vardı. Herkes
gibi yaşıyordu, evl iydi, iki de çocu�u vardı. Alman komutana gidip Ukraynal ı la­
rı. Vasko'yu, Saşko'yu aldığımızı söylemiş. Ertesi gün Almanlar motosikletleriy­
le kapımııda bitti . Diz çöküp yalvardık; ama onlar Ukraynall ları alıp ormanda
makine l i tüfeklerle öldürdüler. Dokuz adamı. Ne kadar genç, ne kadar iyiydi ler !
Vasko, Saşko . .. "

ım
' Idareciler geldi, bağırıp çağırdı lar; ama biz sağır. di lsiz kesilmiştik. Her şeyden
kurtulduk, her şeye dayandık.. . '

"Fakat ben başka bir şeyden bahsediyorum, bunu sık sık düşünüyorum. Mezar­
lı kta. Bazıları yüksek sesle dua ediyor, bazı ları ise sessizce. Kimi insanlar şöyle
diyor: 'Açıl. sarı kum. Açıl. karanlık gece.' Orman bunu yapabil ir; ama kum asla
yapmayacaktır. Ben sadece nazikçe soruyorum. 'Ivan, Ivan nasıl yaşayacağım?'
ama bana hiç cevap vermiyor, her ne şeki lde olursa olsun.'

"Benim ağlayacak kimsem yok, ben de herkese ağl ıyorum. Yabancılara da. Me­
zarlıklara gidip onlarla konuşuyorum."

"Kimseden korkmuyorum. Ne ölülerden, ne hayvanlardan ... kimseden. Oğlum


şehirden geldiğinde bana kızıyor. 'Neden burada oturuyorsun? Ya yağmacının
biri seni öldürmeye kal kışırsa?' Yağmacı beni ne yapsın? Evde minderlerim var.
Basit bir evde, minderler evin mobi lyasıdır. Eğer bir hırsız girmeye kalkışırsa,
kafasını içeri soktuğu vakit baltamla onu keserim. Burada böyle yaparız. Belki
Tanrı yoktur. belki bir başkası vardır. Ama yukarıda birileri var ve ben hala can­
lıyım.''

"Çernobil neden bozuldu? Bazıları bunun bilim adamlarının hatası olduğunu


söylüyor. Tanrı 'yı sakalından tutmaya çalıştılar, o da şimdi bizimle ağieniyor iş­
te; cezasını biz çekiyoruz. •

" Biz hiç iyi yaşamad ık. Huzur yüzü görmedik. Hep korkuyorduk. Savaştan önce
dolaşıp insan toplarlardı. Siyah arabalarla gelip, tarlada çal ışan üç erkeği aldı­
lar. Hala geri dönen olmadı, hala korkuyoruz."

m
"Sahip olduğum tek şey bir i nek. Başka savaş olmasın da, ineğimden bile vaz­
geçerim. Savaştan nefret ediyoru m ! "

"Burada savaşların e n büyüğü var: Çernobil. •

"Guguk kuşu ötüyor, saksağanlar lakırd ı ediyor, geyikler koşuyor. Üreveeekler


mi? Kim bilir? Bir sabah pe ncereden baktığımda, yaban domuzları bahçeyi kazı­
yordu. Vahşiydi ler. Insanları tahliye edebilirsiniz ama elkieri ve yaban domuzla­
rını edemezsiniz. Su da sınır tan ımaz, toprağın her yerine u laşır."

"Içim acıyor kızlar! Içim acıyor. Sessiz olalım. Tabutlarınızı sessizce getiriyorlar.
Dikkatli olun! Kapıya veya yatağa çarpmayın sakın, h içbir şeye dokunup da de­
vireyim demeyin. Yoksa ruhunuzu ölüm meleğine teslim edebilmek için bir son­
raki ölen insanı beklemek zorunda kalırsınız. Diğer ölülerin ruhlarını da hatırla,
ey Tanrım ! H uzur içinde yatsınlar. Gömüldükleri yerde duaları bol olsun. Bura­
da her şeyimiz var-mezarlar da. Her yer mezar. Çöp kamyonları çalışıyor, buldo­
zerler de. Evler yıkıl ıyor. Mezar kazıcılar orta lığı eşel iyorlar; okulu, idare binası­
nı, hama rn ı gömdüler. Dünya aynı dünya; ama insanlar farklı. Bilemediğim şey
şu: Insanların ruhu var mı? Ne tür bir ruh? Bir de hepsi birden öbür dünyaya na­
sıl sığıyorlar? Büyükbabamın ölmesi iki gün aldı. Bütün gün sobanın arkasına
saklanır beklerdim, ruhu vücudundan nasıl uçacak? Ineği sağmaya gittim, geri
dönüp ona seslendiğimde, gözleri açık yatıyordu. Ruhu çoktan uçmuştu. Yoksa
hiçbir şey olmadı mı? O zaman nasıl bir daha buluşacağız?'

"Yaşlı bir kadın, ölümsüz olduğumuza dair yeminler ediyor. Dua ediyoruz. Tan­
rım, yaşamlarımızın yorgunluğuna dayanmamız için bize güç ver.·

ID
Radyasyonun Neye BenzediQine Dair Monolog

l ı k korkum, sabah kalkıp bahçelerde boğulmuş köstebekler bulmaya başladığı­


mııda oluştu. Onları kim boğmuştu? Gene l l i kle yer a!tından çıkmazlardı. Onları
bir şey kovalamıştı, Kutsal Haç adına yemin ederim !
Oğlum Gomel'den telefon ediyor: "Mayıs böcekleri çıktı mı?"
"Hayır, bırak böceği, kurt bile yok. Hepsi saklanıyor. ·
"Ya solucanlar? "
· "Yağmur altında tek bir solucan bulsam tavuğum sevinecek. Ama sol ucan bi le
yok."
'Bu ilk işaret. Eğer mayıs böceği ve sol ucan yoksa, bu yüksek radyasyon bel i r­
tisidir."
"Radyasyon da· ne?'
"Anne, bu bir nevi ölüm. Büyükanneme orayı terk etmeniz gerektiğini söyle. Bi­
zimle kal ırsınız."
"Ama daha bahçeyi bile ekmedik."
Herkes akı l l ı olsa budala kim olacaktı? Yangın çıkmıştı, ama yangın geçicidir.
kimse o zaman bundan korkmamıştı. Atom ne bilmiyorlard ı. Kutsal Haç üzerine
yemin ederim ! Üstel i k nükleer santra lin yan ı başında yaşıyorduk. Kuş uçuşu
otuz, karayolundan kırk kilometre ötemizdeydi. Memnunduk. Bir bi let a l ı p oraya
gidebi liyorduk -her şeyleri vardı. Moskova'daki gibi. Dükkaniarda her zaman ne
istersen bulunur. ucuz salam. et... Onlar iyi zamaniard ı l
Bazen radyoyu açıyorum. Bizi radyasyonla korkutuyorlar. Ama radyasyon geldi­
ğinden beri yaşamlarımız daha iyi oldu, yemin edeririı ! Çevreye bir bakın. por­
takal getirmişler. yanında üç ç·e şit salam, ne istersen var. Üstelik de köye ! To­
runlarım dünyanın her yerini dolaşmış. En küçüğü Fransa'dan geldi, Napolyon
bir zamanlar oradan saldırmıştı. "Büyükanne. ananas gördüm ! " Yeğenimle kar­
deşi onu Berl in'e doktora götürdüler. Orası da H itler' in tanklarla yola çıktığı yer

m
olacak. Dünya değişti. Her şey farklı. Bu radyasyon yüzünden midir nedir?

Radyasyon neye benzer? Belki filmlerde gösterirler. Hiç gördünüz mü? Beyaz
mı? Ne renk? Bazıları ne kokusu. ne de rengi olduğunu söylüyor; başkaları ise
siyah olduğunu. Toprak gibi. Ama eğer renksizse o zaman Tanrı gibi bir şeydir.
Tanrı her yerdedir ama O'nu göremezsiniz. Bizi korkuttular! Bahçede elma lar
ağaçtan sarkıyor, ağaçlar yapraklı, patatesler tarlada. Ben Çernobil diye bir şe­
ye inanmıyorum, uydurdular. Insanları kandırdı lar. Kız kardeşim kocasıyla bera­
ber kaçtı buradan uzağa değil, yirmi kilometre öteye. Orada iki ay kadar yaşa­
dılar, sonra bir gün komşuları koşarak geld i: "Sizin i neğiniz beni mkine radyas­
yon bulaştırıyor! lneğim bayıld ı ! '
'Nasıl göndermiş radyasyonu?"
"Havadan. öyle oluyormuş, toz gibi. Uçuyormuş ! •

Masal bunlar! Hikayeler ve hikayeler ...


Ama şöyle bir şey oldu. BUyükbabamın beş kovan arısı vardı. Iki gün boyunca
dışarı çıkmadı lar, yuvalarında kaldı lar. Bekliyorlardı. Büyükbabam patlama fa­
lan bilmezdi , bahçede "Bu da ne?" diyerek dört dönüyordu. "Neler ol uyor?' Do­
ğaya bir şeyler olmuştu. Ayrıca hayvanların bünyesi -komşumuz söyledi , öğret­
men de, bizden daha iyi bil iyor- bizimkinden daha iyiymiş, çünkü radyasyonu
hemen hissediyorlarmış. Radyo bir şey söylemiyordu, gazeteler de, ama arılar
nasıl yaptıiarsa duymuşlardı. Burada eşekarıları vardı. saçakların üstüne yuva
yapmışlardı. kimse onlara dokunmazdı. O sabah birdenbire yok oldular. Ne sa­
ğı, ne ölüsü kalmıştı ! Tam a ltı yıl sonra geldiler. Radyasyon hem i nsanları hem
de hayvanları korkutuyor. Kuşları da. Ağaçlar da ondan korkuyorlar; ama sesle­
ri çıkmıyor. H içbir şey söyleyemiyorlar. Bu herkes için büyük bir felaket oldu;
ama patates bitleri hep ortada, durmadan patatesleri yiyorlar, yaprak bırakma­
dı lar. Onlar da bizim gibi zehre alıştı.

m
Düşünüyorum da, her evden birileri öldü. Bu sokakta, nehrin diğer yakasında,
bütün kadınlar erkeksiz kaldı, hiç erkek yok, hepsi öldü. Beni m sokakta büyük­
babam hala yaşıyor, bir erkek daha var. Tanrı erkekleri daha erken alıyor. Ne­
den? Kimse bilmez. Ama düşünüyorum da, dünyada sadece .erkekler kalsa. da­
ha iyi olmazdı. Durmadan içiyorlar, içiyorlar. Üzüntüden. Bütün kadınlar da boş.
Dediklerine göre her üç kad ından birinin kadınlık organları marazlanmış. Hem
gençlerin, hem de yaşlıların. H içbiri zamanında doğum yapmayı beceremedi . O
güne dek olmayan şeyler oldu.
Başka ne diyeyi m; yaşamak zorundayız, hepsi bu.

Bir de şu var, eskiden tereyağımızı, kremamızı, kaşarımızı kendimiz yapardık.


Sütlü ekmekler pişiri rdik. Şehirde de öyle ekmek yiyor musunuz? Hamurun içi­
ne su koyup karıştırırsın. sonra ekmek parça larını alıp kaynar suya atarsın. Kay­
nayınca da üstüne süt dökersin. Annem bu yemeği bana i l k öğrettiğinde "Ben
annemden öğrenmiştim, siz benden öğreniyorsunuz' demişti . Akça ağaç ve huş
ağacı özü içerdik. Sobada fasulye pişirirdik. Kızılcık şerbeti yapardık. Savaş sı­
rasında hindiba ve ısırgan otu toplardık. Açlıktan karnımız şişerdi; ama ölmedik.
Ormanda meyveler, mantarlar vardı. Ş imdi hepsi bitti. Taneerernde pişenin hiç
değişmeyeceğini sanırdım; ama öyle değilmiş. Artık meyve ve mantar toplama­
m ıza izin vefmiyorlar. Süt ve fasulye de yasak. Eti üç saat boyunca suda bakiet­
memizi söylüyorlar. Patatesleri haşlarken iki defa suyunu atıyoruz. Tanrı'yla gü­
reşilmez. Yaşamak zorundayız. Suyumuzu bile içemiyoruz. Susuz nasıl yaşanır?
Herkesi n içinde su vardır. Taşların bile. Belki su ebedidir? Bütün yaşam sudan
geliyor. Kimse bi lmez nedendir. Tanrı'ya dua ediyoruz. ama hiç sormuyoruz. Sa­
dece yaşamak .zorundayız.

Anna Petrovna Badayeva.


yerleşirnci

m
SOlleri Olmayan Bir Şarkı Üzerine Monolog

S ize yalvarıyorum. lütfen Anna Suşko'yu bulun. Bizim köyde yaşard ı . Kozuş­
ki'de. Adı Anna Suşko. Size nasıl göründü�ünü söyleyeyim, siz de yazın. Kam­
buru var, ayrıca do�uştan sa�ır-di lsizdir. Kendi başına yaşıyordu. Altmış yaşın­
daydı. Tah liye sırasında onu bir ambulansa koyup götürdüler. Okumayı hiç ö�­
renemedi, o yüzden ondan mektup da alamadık. Kimsesiz ve hasta olanları özel
yerlere koydukları söyleniyor. Onları saklamışlar. Ama kimse nerede sakladı kla­
rını bilmiyor. Bunu da yazın ...

Bütün köy onun için çok üzüldü. Anna Suşko'ya küçük bir çocuk gibi bakardık.
Biri onun için odun keserdi, d i�eri süt getirirdi. Bir başkası onunla akşam evde
beraber oturur, sobasını yakardı . Iki yı l boyunca ayrı yerlerde yaşadı k, sonra ev­
lerimize geri döndük. Ona, evinin hala burada oldu�unu söyleyin. Çatısı, pence­
releri hala sa�lam. Kırılan veya çal ınan ne varsa onarırız. Onun adresini. şimdi
nerede yaşayıp acı çekti�ini bize söylerseniz gidip onu al ırız. Üzüntüden ölme­
sin. Size yalvarıyorum. Masum bir ruh yabancıların arasında acı çekiyor. . .

Unutuyordum. onunla i l g i l i b i r şey daha var. Üzüldüğü zaman şarkı söyler. Şar­
kının sözü yok, sadece sesle söyler. Konuşamaz. Üzüldü�ünde, a-a-a diye şarkı
söyler. Insanın içi acır.
Mariya Va/çok, komşu

m
Bir Memlekat Hakkırıda Oç Monolog

Konuşanlar: K. ailesi, anne ve kızı; bir de hiç konuşmayan bir adam (kızın kocası).

Kız:
Önceleri gece gündüz ağladım. Ağlamak ve konuşmak istedim. Biz Tacikis­
tan'dan, Duşanbe'den geldik. Orada sayaş var. Şimdi bundan söz etmemel iyim.
Hamileyim; yine de size anlatacağım. Günün biri nde pasaportlarımıza bakmak
için otobüse geldi ler. Alelade insanlardı; ama makineli tüfekleri vardı. Belgele­
rimize baktı lar ve erkekleri otobüsten indirdi ler. Sonra, dışarıda, onları götürme­
ye gerek b i le görmeden, hemen kapının dibinde vurup öldürdüler. Görmesam
inanmazdım. ama gördüm. Iki adamı nasıl dışarı çıkardıklarını gördüm, biri çok
genç ve yakışıklıydı, onlara bir şeyler anlatmaya ça lışıyordu. Tacikçe, Rusça.
Karısını n yen i doğum yaptığ ını, evde üç çocuğunun onu beklediğini haykırıyor­
du; ama diğerleri sadece güldüler. Onlar da gençti. çok genç. Alelade i nsanlar,
sadece makineli tüfekleri vardı. Adam yere yıkıldı. ayakkabı ları n ı öptü. Herkes
susuyordu, bütün otobüs. Sonra uzaklaşırken makineli tüfeğin sesini duyduk.
Geri dönüp bakmaya korktuk. (Ağlamaya başl ıyor.)

Bunlardan bahsetmemarn gerekir. Bebek bekl iyorum; ama size anlatacağım.


Sadece bir şey isterim. soyadımı yazmayın. Adım Svetlana. Hala orada a kraba­
larımız var. Onları öldürecekler. Böylesine büyük bir ülkede artık hiç savaş ya­
şamayacağımızı sandım. Sevgili ülkem, diye düşündüm, dünyanın en büyük ül­
kesi. Sovyetler, zamanında büyük bir savaş olduğu ve i nsanlar çok setalet çek­
tiği için fakirleştiğimizi; fakat artık güçlü ordumuz sayesinde kimsenin bize do­
kunmayacağını söylerlerd i. Kimse bizi yenemezdi ! Ama sonra birbirim ize ateş
etmeye başladık. Eskisi gibi, büyükbabamın hatırlad ığı gibi bir savaş değildi bu.
O Almanya'dan buraya yaya gelmişti. Şimdi komşular komşuları öldürüyor, ay-
nı okula giden çocuklar birbirini vuruyor, zamanında okulda yan yana oturdukla­
rı kızlara tecavüz ediyorlar. Herkes çı ldırmış gibi.

Kocalarımız sessiz. Erkekler hep sessiz. Size h içbir şey söylemeyecekler. Onla­
ra bölgeyi terk ederken, kadınlar gibi kaçtıklarını söyledi ler. Korkak olduklarını,
anavataniarına i hanet ettiklerin i . Bu kötü bir şey mi? Ateş edememek kötü bir
şey mi? Kocam Tacik, onun da gidip adam öldürmesi gerekiyordu; ama o: "Bu­
radan gidelim. Savaşa katılmak istemiyorum, makineli tüfek istemiyorum" dedi.
Orası onun ülkesiydi; ama terk etti. bir başka Tacik'i, kendi gibi bir insanı öldür­
mek istemediği için. Şimdi burada yalnız kaldı, kardeşleri hala orada, savaşıyor­
lar. Bir tanesi çoktan öldürüldü. Annesi ve kız kardeşleri de orada yaşamaya de­
vam ediyorlar. Duşanbe trenine bindiğimizde, pencereler kırıktı. lçerisi çok so­
ğuktu. Kimse ateş etmedi; ama pencerelere taş atıp camları kırdı lar. 'Ruslar!
Defolun ! lşga lciler! Bizi soyduğunuz yeter! ' O da Taci k'ti ve söylenenleri dinle­
mek zorunda kaldı. Kızım birinci sınıfta Tacik bir ağiana aşıktı. Bir gün okuldan
eve geldi: "Anne ben Rus muyum, Taci k mi?' Nası l açıklayabi l i rsiniz?

Bunlar hakkında konuşmarnam gerekir; ama size anlatacağım. Pamir Tacikleri,


Kulyab Tacikleriyle savaşıyordu . Hepsi Tacik, Kuranları. inançları aynı ama Kul­
yablar Pamirleri. Pamirler Kulyabları öldürüyor. Önce şehir meydanına doluştu­
lar, bağırıyor, dua ediyorlardı . Neler olduğunu anlamak istedim ve ben de git­
tim. Yaş lı adamlardan birine sordum: "Neyi protesto ediyorsunuz?" "Parlamen­
toyu. Dediklerine göre çok kötü bir adarnmış bu Parlamento." Sonra hızla mey­
dan boşaldı ve ateş etmeye başladılar. Birdenbire farklı bir ülke haline geldi , ta­
nımak imkansızdı. Doğ u ! Bundan önce kendi ülkemizde, Sovyet yasalarıyla ya­
şadığımızı düşünüyorduk. Orada bir sürü Rus'un mezarı var ama onlara ağlaya­
cak kimse ka lmadı . Rus mezarl ıklarında hayvan otlatıyorlar. Yaşlı Ruslar çöp ku­
tu larını karıştırıyor.

lll
Doğumhanede hemşireydim. Gece vardiyasında çalışıyordum. Bir kadı n doğum
yapıyordu, zor bir doğumdu ve kadı n çığ l ı k çığlığa bağırıyordu. Aniden içeri bir
hizmeti i daldı , ne eld ivenleri ne de amel iyat elbisesi vard ı. Neler oluyordu? Ne­
den doğum odasına böyle girmişti? "Kızlar. adamlar geld i ! Maskeler takmışlar
ve silahları var." Sonra birdenbire içeri g i rdiler: "I laçları bize veri n ! Alkolü de ! "
"Bizde n e i laç n e d e a lkol var." Doktoru silahlarıyla tehdit ettiler. Sonra doğum
yapan kadı n bir rahatlama çığlığı koyverdi , bebek ağlamaya başladı. doğmuştu.
Ona bakmak için eği ldim, kız mı erkek mi olduğunu hatırlamıyorum. Soyguncu­
lar sordu: "Bu ne? Kulyab mı, Pamir mi?" Kız ya da erkek mi değil. Kulyab mı Pa­
m ir mi? Hiçbir şey söylemedik. Bağırmaya başladılar: "Bu ne?" Sustuk. Küçük
bebeği yakalad ı lar -dünyaya geleli sadece beş, on dakika olmuştu- ve pencere­
den aşağı attı lar. Ben hemşireyim; ama daha önce bir bebeği n ölümünü görme­
miştim. Ve orada . . . Bunu hatırlamarnam gerekiyor. (Ağlamaya başl ıyor.) Bundan
sonra nasıl yaşanır? Nası l çocuk doğurulur? (Ağl ıyor.)

Bu olaydan sonra. doğumhanede elimin derileri soyulmaya başladı . Damariarım


şişti. H içbir şeyi umursamıyordum. Yataktan çıkmak istemiyordum. (Ağl ıyor.)
Hastaneye gidiyor. sonra geri geliyordum. O zaman ben de hamileydim. Orada
doğum yapamadım. Biz de buraya geldik. Belarus'a, Narovlya'ya. Küçük, sessiz
bir kent. Bana başka bir şey sormayın. Size her şeyi anlattım. (Ağl ıyor. ) Bekle­
yin ... bilmenizi istiyorum, Tanrı'dan korkmuyorum. lnsanlardan korkuyorum. Ön­
celeri insanlara soruyorduk: "Radyasyon nerede?"
"Durduğunuz yeri görüyor musunuz? Işte orada."
Yan i her yerde mi? (Ağl ıyor.) Birçok boş ev var. Herkes g itmiş. Korkmuş lar; ama
ben burada. orada olduğu kadar korkmuyorum. Memleketsiz kaldık. artık hiç
kimseydik. Almanların hepsi Almanya'ya geri döndü; Tatarlar izin verildiği za­
man Kırım'a g ittiler. Ama kimse Rusları istemiyor. Neyi umalım? Neyi bekleye­
lim? Rusya kendi insanını hiç korumadı; çünkü çok büyük, sınırsız bir ülke. Ayrı-

m
ca Rusya'yı anavatanım olarak görmüyorum. Biz farklı yetiştirilmiştik, anavata­
nımız Sovyetler'di. Şimdi kend imizi nasıl kurtaracagımızı bilmek imkansız.

En azından burada kimse silahlarla oynamıyor, bu iyi bir şey. Bize bir ev verdi­
ler, kocama da bir iş. Oradaki arkadaşlarımıza mektup yazdık, dün onlar da gel­
diler. Geceleyin burada olmuşlar ama gar binasından dışarı çıkmaya korkmuş­
lar. Geceyi bavul larının üzerinde geçirmiŞ, çocuklarının binanın dışına çıkmala­
rına izin vermemişler. Sonra herkesin gülerek, sigara tüttürerek sokaklarda do­
laştıgını fark etmişler. Adresi mizi sordukları insanlar onlara sokagı göstermiş,
bizim eve kadar getirmişler. Buna inanamamışlar; çünkü orada insanlar normal
bir yaşam sürdürmeyeli çok oluyor. Burada sabah kalkınca çarşıya çıkmışlar ve
dükkaniarda tereyağı, krema görmüşler. Bunu bize kendi leri söyledi ler, hemen
oracıkta beş şişe krema alıp hepsin i içmişler. Insanlar onlara garip garip bakı­
yormuş. I ki yıldır ne tereyagı ne de krema yüzü görmüşler. Tacikistan'da ekmek
satın a lamazsınız. Orada savaş var. Bunun nasıl bir şey oldugunu görmeyen bi­
rine anlatmak çok zor.

Ruhum orada öldü. Orada dogum yapsaydım ruhsuz bir şey doguracaktım. Bu­
rada çok insan yok, evler de boş. Ormanın kenarında yaşıyoruz. Ortalıkta çok in­
san olmasından hoşlanmıyorum. Tren garındaki ya da savaştaki gibi. (Gözyaşla­
rına boguluyor ve konuşmayı kesiyor.)

Anne:
Savaş ... hakkında konuşabilecegim tek şey bu. Çernobil'e neden mi geldik?
Çünkü bizi buradan kimse kovmaz. Burası artık kimsenin topragı degil. Tanrı bu­
rayı geri almış. Insanlar gitmişler. Duşanbe'de tren garında şef yardımcısıydım.
Bir başka şef yardımcısı daha vardı, bir Tacik. Çocuklarımız birl ikte büyüdü, bir­
l i kte okula gitti, tatiliere bile birlikte çıkardık. Yeni yı l , bir Mayıs . . . Birlikte bira
içer. plof verdi k. Bana 'Abla, Rus ablam' d iye hitap ederdi. Sonra bir gün geldi
çattı, ofiste oturuyorduk. Masamın önünde durdu ve bağırdı:
"Rusya'ya ne zaman geri dönüyorsunuz. ha? Burası bizim ülkemiz ! '
Çıldıracağımı sandım. Ona doğru atı ldım.
'Eibisen nereden?"
'Leningrad' dedi. Şaşırmıştı.
'O zaman Rus elbiseni de çıkar. seni o.: çocuğu ! ' Elbisesini üzerinden yı rttı m.
"Şapkan nereden? Sibirya'dan yol ladıklarını söyl üyordun ! Onu da çıkar. Gömle­
ğini. pantolonunu da. Onlar da Moskova malıdır. Hepsi Rus mal ı ! "
Onu i ç çamaşıriarına kadar soyacaktım. Iri yarı bir adamdı, ancak omzuna geli­
yordum; ama üzerindeki her şeyi yırtıp alabil irdim. Herkes etrafım ıza toplanmış­
tı. Bana bağırıyordu: "Benden uzak dur. sen çıldırmışsın ! "
"Hayır. bana ait olan şeyleri bana ver. Onlar Rus ma l ı . Hepsini alacağım ! "
Del iye dönmüştüm.
"Çoraplarını ver! Ayakkabılarını da ! ·
Gece gündüz ça lışıyorduk. Trenler tıka basa dolu gidiyordu. Insanlar kaçıyorlar­
dı. Rusların birçoğu orayı terk etti - binlercesi, on binlercesi. Gece saat ikide
Moskova treninin kalktığını gördüm; ama salonda hala Kurgan-Tyube'den ço­
cuklar vardı. treni kaçırmışlardı. Onları sakladım. Iki adam bana geldi, ellerinde
otomatik silahlar vardı. Sordum:
"Çocuklar. burada ne yapıyorsunuz?" Bu arada kalbirn çarpıyordu.
"Hata senin. kapıyı açık bırakmışsın."
"Bir tren gönderiyordum. Kapıyı kapatmaya vakit bulamadım."
"Oradaki çocuklar da kim?'
"Onlar bizden. Duşanbe'den."
"Belki de Kurgan'dan gelmişlerdir. Kulyab olmasınlar?"
"Hayır. hayır. Onlar bizden. "
Gitti ler. Y a salona girselerdi? Çocukları. .. büyük olası l ı kla beni d e öldürürlerdi.

m
Orada tek bir kanun var: eli silahlı adamlar. Sabah çocukları Astrakhan'a g iden
trene yerleştirdim. Kondüktöre onları karpuz gibi taşımalarını söyledim, kapıyı
hiç açmadan. (Sessizleşiyor ... sonra uzun süre ağlıyor. ) Insanlardan daha kor­
kunç bir yaratık var mı? (Susuyor.)

Buraya i l k geldiğim günlerden birinde yolda yürürken. eski alışkanlıkla birden­


bire arkama bakmaya başlad ım. Birinin beni izlediği sanısına kapılmıştım. Ora­
dayken ölümü düşünmediğim bir tek gün dahi olmad ı . Her zaman evi temiz giy­
si lerle, yeni yıkanmış gömlek, etek ve çamaşırlada terk ederdi m. Öldürülürsam
diye. Şimdi ormanda tek başıma dalaşıyorum ve kimseden korkmuyorum. Or­
manda kimsecikler yok. Yürüyorum ve tüm bunlar benim başıma mı geldi, diye
düşünüyorum. Bazen avcı lara rastl ıyorum. Tüfekleri, köpekleri ve el lerinde rad­
yasyon ölçerleriyle. Onların da sil,a hları var; ama insan avlamıyorlar. Eğer silah
sesi duyarsam, karga lara veya bir tavşana ateş ettikleri ni bil iyorum. (Susuyor.)
Yani burada artık korkmuyorum. Topraktan, sudan korkmam. Insanlardan korka­
rım. Orada biri çarŞıya çıkıp yüz dolara makinel i tüfek alabil iyordu.
Bir Taci k hatırlıyorum. Onu başka bir adamı kovalarkan gördüm. Bir başka insa­
nı kova l ıyordu, komşusunu ! Nefes alışını anımsıyorum. Onu öldürmek isted iği
bel l iydi. Ama diğeri kaçmayı başard ı . Saklandı . Beriki geri geld i. yanımdan ge­
çerken, "Bayan, burada su alabileceğ i m bir yer var mı?" dedi. Sanki hiçbir şey
olmamışçasına rahattı . Istasyonda bir kova su vardı. Kovayı gösterdim. Sonra
gözlerine bakarak: "Neden birbirinizi koval ıyorsunuz? Neden öldürüyorsunuz? "
dedim. Utanmış bir ifadeyle bana baktı: "Tamam bayan, bağ ırmayın." Ama bir
arada oldukları zaman değ işiyorlar. Orada onlardan iki ya da üç tane olsaydı be­
ni de duvara dayarlardı . Yal nızkan en azından insan gibi konuşabiliyorsun.

Duşanbe'den Taşkent'e u laştık; ama daha uzağa, Minsk'e gitmemiz gerekiyor­


du. H iç bilet kalmamıştı, hiç ! Buldukları yollar akı l l ıcaydı ve kurtulmak için ille

ımı
de rüşvet vermek gerekiyordu. "Bu bagajlar çok ağır. çok geniş, bunu yanınızda
götüremezsiniz. bırakmanız şart.. ." Her şeyi teraziye iki defa koydurdular. neden
sonra amaçlarının rüşvet isternek olduğunu anladım ve onlara biraz para ver­
dim. "Kavga etmektense şunu baştan yapsaydınız ya ! " Işte bu kadar basitti.
Yüklerimiz iki ton çekiyordu. Her şeyi boşalttırdı lar. "Savaş bölgesinden gel iyor­
sunuz. belki bavul larınııda silah. marihuana da vardır?" Bizi iki gece orada tut­
tular. Istasyon müdürüne gittim. Oradaki iyi bir kadın bana yol gösterdi : "Bu şe­
kilde eşyalarınızı taşıtamazsınız. Bu adamlar kıymetli şeylerinize el koyup kalan
yüklerinizi de bir tarlaya atarlar. " Biz de bütün gece eşya larımızı ayıkladık: giy­
siler. şilteler. eski bir buzdolabı. iki torba kitap. "Değerli kitaplar da mı taşıyor­
sunuz?" Kitaplara baktık: Çernişevski'den "Nasıl Yapmalı?" Şolohov'dan "Uyan­
dırılmış Toprak" G üldük.
"Kaç tane buzdolabınız var?"
"Sadece bir tane, o da bozuk. '
' Neden bunları açıklamadınız?"
'Bilmiyorduk! Savaştan ilk defa kaçıyoruz."
Iki memleket birden kaybetmiştik. Sovyetler Birliği ve Tacikistan.
Ormanda yürüyor ve düşünüyorum. Diğer herkes durmadan televizyon seyredi­
yor. Oralarda ne ol uyor acaba? Herkes nasıl?

Farklı bir yaşama sahiptik; öneml i bir insan olarak görülüyordum. Askeri rütbetn
vardı. tren birl iklerinde yarbaydım. Burada kent konseyinde temizl i k işine gire­
ne kadar işsizdim. Yerleri siliyorum. O yaşam çoktan bitti, bir başkasını kaldıra­
cak gücüm yok. Burada bazı ları halimize üzülüyor, bazı ları ise mutsuz: "Sığınma­
cılar geceleri patateslerimizi çal ıyor," diyorlar. Annem büyük savaş sırasında in­
sanlar arasında daha çok dayanışma olduğunu söylerd i. Yakın zamanda orman­
da yaşayan vahşi bir at buldular. ölmüştü. Başka bir yerde de ölü bir tavşan gö­
rüldü. Öldürülmemişlerdi a ma ölüydüler. Bu olaylar herkesi endişelendirdi. Fa-

m
kat sokakta ölü bir serseri bulduklarında hiç kimse endişeye kapıl mıyor. Neden­
se herkes ölü insan görmeye a l ışmış.

Lena M., K1rg1zistan'dan. Evinin önilnde, foto{}raf için paz verir gibi oturuyor. Beş
çocuğu, gelirken yanlannda getirdikleri kedileri Metelitsa ile birlikte yanmda.

Savaştan kaçar gibi kaçtık. Her şeyimizi toplayıp yanımıza aldık, kedi bizi gara
kadar izleyince kıyamayıp onu da aramıza kattık. Trende yirmi gün kaldık. Son
iki gün elimizde avucumuzda kalan sadece lahana konservesi ve kaynar sudan
ibaretti. Kapıyı yaba, çekiç ve baltayla koruyorduk. Çünkü bir gece yağmacı lar
bizim kampartımana saldırdı, neredeyse hepimizi öldürüyorlardı. Bu günlerde
bir televizyon veya buzdolabı için adam öldürebi l iyorlar. Savaştan kaçıyar gibiy­
dik; halbuki Kırgızistan'da tek kurşun bile atılmamıştı. Gorbaçov zamanında
Oş' da Kırg ızlar ve Özbekler arasında katl iamlar olmuştu; ama bunlar bir şeki lde
yatışmıştı. Biz Rus'tuk. Kırgızlar bizden de korkuyorlardı. Ekmek için sıraya gir­
diğimizde, 'Ruslar, evinize gidin ! Kırgızistan, Kırgızlarındır! " diye bağırıyor, bizi
itekl iyorlardı. Ardından Kırg ızca, 'Bize bile yetecek ekmek yok, bir de sizi mi
besleyeceğiz' anlamında bir şeyler söylüyorlardı. D i l lerini çok iyi bilmiyorum.
Pazardan bir şeyler alabilmek için birkaç sözcük öğrend im, hepsi bu.

Bir anavatanımız vardı , artık yok. Ben neyim? Annem Ukrayna lı, babam Rus. Kır­
gızistan'da doğup büyüdüm ve bir Tatarla evlendim. Öyleyse çocuklarım ne? On­
ların m i l l iyeti nedir? Hepimiz karıştık, kan larımız birbirimize geçti. Beni m ve ço­
cuklarımın pasaportunda "Rus" yazıyor, ama biz Rus deği liz, Sovyetiz. Doğdu­
ğum ü l ke artık yok. Ne anavatanımız dediğimiz yer, ne de o eski zamanlar ka l­
dı. Şimdi yarasalar gibiyiz. Beş çocuğum var. En büyüğü sekizinci sınıfta, en kü­
çüğü ise anaokul una gid iyor. Onları buraya getirdim. Ü l kemiz artık yok; ama biz
hala varız.
Orada doğdum, burada büyüdüm. Bir fabrikanın inşa edilmesine yardım ettim,
sonra o fabrikada çalıştım. "Nereden geldiyseniz oraya gidin, bunların hepsi bi­
ze ait," dedi ler. Çocuklarımdan başka hiçbir şeyimi alamadım. "Bunların hepsi
bize ait.· Peki bana ait olan hiçbir şey yok mu? Herkes kaçıyor. Bütün Ruslar,
Sovyetler. .. Onlara kimsenin ihtiyacı yok, gittikleri yerde de kimse onları bekle­
m iyar.

Bir zamanlar mutluydum. Bütün çocuklarım aşkla doğdu. Şu sırayla doğurdum:


oğlan, oğlan, oğ lan, sonra bir kız, bir kız daha. Daha fazla konuşmak istemiyo­
rum. Ağlayacağım. (Fakat birkaç cümle daha ekliyor.) Çernobi l'de bekleyeceğ iz.
Artık burası bizim evimiz. Çernobi l evimiz, anavatanımız oldu. (Ansızın gülümsü­
yor.) Burada da her yerdeki gibi kuşlar ve hala bir Lenin heykel i var. (Vedalaşıp
kapıya i lerlediğimizde, biraz daha konuşuyor.) Bir sabah erken saatte komşular
bir evin pencerelerini söküyorlardı. Bir kadın gördüm. "Neredensiniz?" diye sor­
dum. "Çeçenistan'dan.' Başka bir şey söyleyemedi. ağlamaya başladı .
Insanlar bana şaşırıyorlar. beni anlamıyorlar. "Çocuklarını neden göz göre göre
öldürüyorsun?" Ah, Tanrım. Yarının getirdiklerine dayanacak gücü nerede bula­
biliriz? Onları öldürmüyorum. onları kurtarıyorum. Daha kırk yaşındayım, saçım
bembeyaz oldu. Şaşırıyorlar. beni anlamıyorlar. "Çocuklarını kolera veya veba
olan bir yere geti rir miydin?" diyorlar. Ama kolera ve veba ayrı şeyler. Burada,
Çernobil'de duydukları korku ! Bu korkuyu bilmiyorum. Hafızamda böyle bir şey yok.

Bir Insanın Aklının Nasıl Sadece KötOIOge Çalıştıgına Dair Monolog

Dünyadan kaçıyordum. i l k zamanlar tren garlarının çevresinde takıldım, oraları


seviyorum; etraf insan kaynasa da tek başınasın. Sonra buraya geldim. Özgür­
lük burada.
Kendi yaşamımı unuttum. Bana bunu sormayın. Kitaplarda okuduklarımı ve d i­
ğerlerinin bana anlattıklarını hatırlıyorum; ama kendi yaşamımı unuttum. Çok
uzun zaman önceydi. Hata yaptım. Ama pişman lık gönülden olunca Tanrı'nın af­
fetmeyeceği günah yoktur.

Insan mutlu olamaz. Öyle yaratılmamıştır. Tanrı Adem'in yalnız olduğunu görüp
yanına Hawa'yı vermiş. Mutluluk için, günah için değ i l . Ama insan mutlu olma­
yı beceremez. Benim gibi örneğin. Alacakaranlığı sevmiyorum. Karanlığı da sev­
miyorum. Buradaki hayatım bir tünel. .. karanlığın ve aydınlığın arasında. Hala
nerede olduğumu -nasıl olduğumu- anlamıyorum, artık bir önemi de yok. Yaşa­
yabilirim veya yaşamayabi lirim, önemsemiyorum. Insan hayatı çim gibidir, ye­
şerir, kuruyup samana dönüşür, sonra da ateşin içinde yok olur. Bu ortamda me­
ditasyon yapmaya bayı l ıyorum. Burada insan bir hayvan veya soğuk yüzünden
ölebilir. Onlarca kilometre boyunca kimse yok. Cinleri oruç tutarak ve dua ede­
rek kovabil irsin. Tenin için oruç tutar. ruhun için de dua edersin. Ama ben ya l­
nız deği lim, inançlı bir insan asla ya lnız değ ildir. Köylerin çevresinde dolanıyo­
rum, bir zamanlar spagetti, un, hatta sıvı yağ bile bulabiliyordum. Konserve
meyveler . .. Şimdi mezari ıkiara g idiyorum. insanlar ölüleri için yiyecek-içecek bı­
rakıyorlar. Ama ölülerin yiyeceğe ihtiyacı yok. Umursamıyorlar. Tarlalarda yaba­
ni buğday var, ormanda da mantarlar ve meyveler. Özgürlük burada.

Bir kitapta okudum -yazarı Peder Sergey Bulgakov- şöyle diyor: "Tanrı'nın dün­
yayı yarattığı şüphesiz, bu yüzden dünya yok olmaz, o nedenle sonuna kadar ta­
rihe cesurca dayanmal ıyız. Adını anımsayamad ığım bir başka düşünür de şöy­

le d iyor: "Kötülük bir varlık değ i ldir. Sadece iyi l iğin yokluğu ha lidir; tıpkı karan­
lığın, aydınlığın yokluğu olması gibi." Burada kitap bulmak da kolay. Şimdi ler­
de, boş bir toprak sürahi, kaşık, çatal bulmak zor. Ama kitaplar her yerde Ge­
çen gün Puşki n'in bir kitabını buldum: "Ve ölümün düşüncesi yüreğimi okşuyo r . "

m
Bunu hatırladım. Evet "Ölümün düşüncesi." Burada yalnızım. Öl ümü düşünüyo­
rum. Düşünmeyi sever oldum. Sessizli k kendim i hazırlamama yardı m ediyor. In­
san ölümle yan yana yaşar, ama ne olduğunu bilmez. Ben burada yalnızım. Dün
bir kurdu ve eşini okuldan kavaladı m. Orada yaşıyorlardı.

Soru: Acaba gerçek dünya sözcüklerle anlatılan dünya mı? Sözcükler insan ve
ruhu arasında durur. Şunu da eklemeden edemem; kuşlar. ağaçlar ve karınca­
lar şimdi bana bir zamanlar olduğundan daha yakın. Onları da düşünüyorum. In­
sanlar korkutucu ve tuhaf. Ben burada kimseyi öldürmek istemiyorum. Balık tu­
tuyorum. bir ol tam var. Ama hayvaniara ateş etmiyorum. Tuzak da kurmuyorum.
Burada insanın hiçbir şeyi öldüresi gelmiyor.

Prens M işkin: "Bir ağacı görüp de mutlu olmamak mümkün müdür?" demiş.
Evet. .. Düşünmeyi seviyorum; lakin insanoğl u düşünmek yerine şikayet ediyor.
Kötülüğe bakmanın yararı nedir? Kötülük önem l idir,.kuşkusuz. Günah fiziksel bir
konu. Yokluğu kabullenmeniz gerekiyor. lnci l'de: "Işıkta yürüyenler için bir yol
vardır; gerisi içinse öğreti ler" diyor. Bir kuşu alırsak -ya da herhangi bir canl ıyı­
onları anlayamayız; çünkü onlar başkaları değ i l kendi leri için yaşıyorlar. Evet.
Tek sözle anlatmak gerekirse. dünyadaki her şey akıyor.
Dört ayak üzerinde yürüyen her şey yere bakar. yere doğru eğ i l i r. Sadece insan
ayağa ka lkar. başını ve el lerini gökyüzüne uzatabil ir. Dua etmek için. Tanrı 'ya.
Kil isedeki yaşlı kadın "Hepimizi günahlarımıza göre affet." diye dua ed iyor. Ama
ne bilim adamı, ne mühendis, ne de asker bunu kabullenir. "Tövbe edecek bir
suçum yok. neden tövbe edeyi m?" diye düşünürler. EvetBasitçe dua ediyorum.
kendim için. Tanrım, beni işit! Bana kulak ver ! Insanın aklı sadece kötülüğe ça­
lışır. Ama sevginin dürüst sözleriyle konuşurken ne kadar basit ve sevimlidiri
Filozofların bile sözleri. hissettikleri duyguların ancak yaklaşı k değerleridir. Söz,
sadece duada ruhun içindekileri birebir ifade eder. Bunun doğru olduğunu his-
sediyorum. Tanrım. beni işit! Bana kulak ver ! Insanlara da !
Insanlardan korkuyorum; ama onlarla karşılaşmak da istiyorum. iyi bir insanla
karşılaşmak. Evet. Burada ya kenarda köşede saklanan yagmacı lar ya da beni m
gibi, 'şehitler' var.

Adım ne? Pasaportum yok. polis aldı. Beni dövdüler. "Ne amaçla ortalarda do­
laşıyorsun? "
"Dolaşmıyorum, tövbe ediyorum. ' Bundan sonra beni daha fena dövdüler. Kafa­
ma vurdular.
Adımı şöyle yazın: "Tanrının h izmetçisi N i kolay. Şimdi özgür bir insan."

Askerlerin Korosu

Artyom Bahtiyarov. er; Oleg Leontiyeviç Vorobey. temizlikçi; Vasily Yosifoviç


Gusinoviç, şoför ve izci; Gennady Viktoroviç Demenev. polis memuru; Vitaly Bo­
risoviç Karbaleviç, temizlikçi; Valentin Kmkov, şoför ve er; Eduard Borisoviç Ko­
rotkov, helikopter pilotu; lgor Litvin, temizlikçi; Ivan Aleksandroviç Lukaşuk. er;
Aleksandr lvanoviç Mikhaileviç, Geiger operatörü; Binbaşt Oleg Leonodoviç
Pavlov. helikopter pilotu; Anatoly Borisoviç Rybak, korucu birliği komutant; Vik­
tor Sanko, er; Grigoriy Nikolayeviç Khvorost, temizlikçi; Aleksandr Vasiliyeviç
Şinkeviç, polis memuru; Vladimir Petroviç Şved, yüzbaşt; Aleksandr Mikhailoviç
Yasinskiy. polis memuru.

BirliOimize alarm veri lmişti. Ancak Moskova'da Balorusskaya tren garına g itti­
ğimizde nereye gönderildiğimizi öğrendik. Aramızdan biri -sanırsam Leningrad­
l ıydı- karşı çıktı . Onu askeri mahkemeye götürmekle tehdit ettiler. Komutan

m
önümüzde tam olarak şunları söyledi : "Ya hapse girersiniz, ya da idam edi l i rsi­
niz. Benim duygularım, o adamınkinin tam tersiydi . Kahramanca bir şeyler yap­

mak istiyordum. Belki çocukçaydı; ama benim gibi düşünen başka ları da vardı.
Sovyetler Birliği'nin dört bir yanından gelmişlerd i . Ruslar, Ukraynal ılar. Kazak­
lar, Ermeni ler. .. Nedense hem korkutucu, hem de eğlenceliydi .

Böylece trenlere bindiril i p doğruca santrala götürüldük. Bize beyaz elbiseler.


beyaz başlıklar ve gazlı bezden ameliyat maskeleri verd iler. Çevreyi temizledik.
Bir gün boyunca aşağıyı temizled ik, ertesi gün ise yukarıyı, reaktörün çatısını.
Her yerde kürekler kullandık. Yukarıda çalışanlara leylek d iye h itap ediyorduk.
Robotlar* bu işi yapamazlardı, sistemleri a ltüst oluyordu. Ama biz ça l ışıyor ve
bundan gurur duyuyorduk.

Içeri girdik, 'Yasak Bölge' yazan bir işaret vardı. Hiç savaşa g itmemiştim; yine
de tanıdık bir duyguya kapı ldım. Bunu bir yerlerden hatırlıyordum; ama nere­
den? Her nedense bu duygumu ölüme bağladım . . .

Yollarda çılg ına dönmüş köpekler ve ked ilerle karşı laştık. Garip davranıyorlar­
dı, bizim insan olduğumuzu fark etmedi ler. hepsi kaçtı. Ateş etmemiz emredi­
lene kadar onlara ne olduğunu anlayamadı m ... Bütün evler mühürlenmişti. ta­
rım aletleri öylece duruyordu. Ilginç bir manzaraydı. Kimsecikler yoktu, sadece
biz ve görevli polisler. Evin birine girdik, duvarda resimler ası lıydı , ama hiç
kimse yoktu. Etrafa belgeler saçılmıştı; kornsamal kimlik belgeleri. başka kim­
likler, ödüller. Bir yerden televizyon

* Temizlik işinde robot araçlar kullamlması dmeiiTiıiş, ancak hepsinin sistemleri radyasyon

nedeniyle iflas etmişti. (ç.ıı .)

m
aldık - ödünç aldık diyelim - ama kimse evine bir şey götürmediğine göre. o te­
levizyona ne oldu bilmiyorum. Içimizde insanların her an geri geleceği duygusu
vardı. Ayrıca her şey bir şeki lde ölümle bağlantı l ıydı.
Insanlar reaktörün olduğu yere geliyordu. Orada resim lerini çektirmek, evde ai ­
lelerine göstermek istiyorlardı . Korkuyorlardı , a m a meraklıyd ı lar da. Bu da ney­
di böyle? Ben biuat gitmedim, genç bir karım var, riske g irmek istemedim, ama
bizim çocuklardan bazıları iki tek atıp oraya gitti ler. Yan i . . . (Susuyor.)

Köy sokakları, tarlalar, yol. .. hiçbir yerde insan yoktu. Hiçbir yere g iden bir yol. ..
Hiçbir yere uzanan elektrik direkleri ... Önceleri birkaç evde ışık vardı, sonra on­
lar da gitti ler. Etrafta arabayla gezerken, an iden okul binasından bir yaban do­
muzu bize doğru koşuyordu ya da bir tavşan. Her yerde i nsan yerine hayvanlar
vardı: evlerde, okul larda. kul üplerde. Posterler hala ası l ıydı :
"Amacımız t ü m insanlığın mutluluğudur."
"Zafer dünya proletaryasının olacaktır. "
" Lenin'in düşünceleri ölümsüzdür. "
Geçmişe gidiyorduk. Kolhoz binalarında kızıl bayraklar ası l ıydı , yepyeni branda­
lar, büyük l iderlerin profil leri basıl ı bayraklar. Duvarlarda l iderlerin resim leri;
masalarda liderlerin büstleri. Savaş hatırası gibi. Evler. beton ağ ı l lar, traktör ye­
dek parça dükkanları, her şey aceleyle kapatılmış ve terk edilmişti. Mezarlıklar
ve kurbanlar... Sanki göçebe bir kabile bir anda kamplarını terk ed ip saklanmış
gibiydi.

Birbirimize soruyorduk, bizim yaşamımız da böyle mi? l i k jefa yaşama dışarıdan


bakıyorduk, ilk defa. Gerçekten de etki leyiciydi. Tepemize yediğimiz bir yumruk
gibi. Şöyle bir şaka vardır: bir Kiev kekinin yarı ömrü 36 saatmiş. Peki ya benim?
Benimki üç yıl aldı. Üç yı l sonra parti üyelik kartımı, küçük kırmızı kitabımı iade
ettim. Yasak Bölge'nin içinde özgürleştim. Çernobi l beynimi uçurdu. Beni özgür-

m
leştirdi.

Terk edilmiş bir ev vardı . Kapal ıydı. Pencere pervazına bir kedi oturmuştu. Ilkin
onu kilden heykel sandım. Yanına g ittiğimde gerçek bir ked i olduğunu gördüm.
Evdeki bütün çiçekleri yemişti. Sardunyaları. Oraya nasıl girmişti? Belki de onu
içeride bırakmışlardı.

Kapıda bir not vardı: "Sevgi l i iyi kişi. Lütfen burada kıymetli bir şey aramayın.
Hiç kıymetli eşyamız olmadı. Istediğinizi kullanın ama etrafı kirletmeyin. Geri
döneceğiz." Başka evlerde. farkl ı renklerle yaz ıl ı mesaj lar gördüm: "Sevg i l i evi­
miz, bizi affet! " Sanki insanmış gibi evlerine veda etmişlerdi. Bazısı "Sabahle­
yin gidiyoruz," ya da 'Geceleyin burayı terk ettik," yazmış, hatta tarih ve saat
yazmayı dahi ihmal etmemi şlerdi. Defter kağıtlarına yazı lı notlar vardı: "Kediyi
dövmeyin yoksa fareler her şeyi kemirir." Sonra bir çocuğun el yazısı: "Zhul­
ka'mızı ne olur öldürmeyi n. O iyi bir kedidir." (Gözlerini kapatıyor.) Her şeyi unut­
tum. Sadece oraya g ittiğimi hatırl ıyorum. ondan sonrasın ı unuttum. Para saya­
m ıyorum. Hafızam yerinde değil . Doktorlar neyim olduğunu anlayamıyor. Has­
tane hastane dolaşıyorum. Ama şu zihnime kazınmış gibi: evin boş olduğunu
düşünerek i lerliyorum. kapıyı açıyorum ve içeride bir kedi var. Kedi ve çocukla­
rın notları.

Göreve çağırılmıştım. lşim, tahl iye edi len köylere insanların dönmemesini sağ­
lamaktı. Yol lara barikatlar kurduk. karakol nokta ları tespit ettik. Bizleri nedense
"partizan" olarak adlandırdılar. Barış zamanıydı, ama askeri teçh izat içindeydi k.
Ç iftçiler neden bahçelerinden bir kova, bir sürahi, bir balta bile alamadıklarını,
neden hasat yapamayacaklarını anlayamamışlard ı. Onlara nasıl söylenir bi le­
medik. Gerçekte olay şöyleydi. yolun bir tarafında askerler, i nsanların i lerleme-
sini engelliyor; diğer tarafında ise inekler otluyor. biçerdöverler vızıldıyor. mah­
sul taşınıyordu. Yaşlı kadınlar gelip: "Çocuklar, bırakın gire l i m ! Orası bizim top­
rağımız, bizim evimiz." diye ağlaşıyorlard ı . Yumurta, jambon, ev yapımı votka
getirirlerdi. Zehirlenmiş topraklarına. mobi lyalarına, eşya larına ağl ıyorlardı.

Aklın alacağı bir şey değildi bu .. Her şey altüst olmuştu. Bir kadın ineği ni sağı­
yar, sonra bir asker geli p sağdığı sütü toprağa döktürüyordu. Yaşl ı bir kadın bir
sepet yumurta taşıyor; yanında bir asker onları gömeceğinden emin olmak için
onu izl iyordu. Çiftçi ler kıymetli patateslerini özenle topluyorlardı; ama asl ında
bütün patatesierin gömülmesi gerekiyordu. Işin en zor anlaşı l ı r kısmı ise şuydu,
doğadaki her şey çok güzeldi ... Herkesin yüzünde del i l i k okunuyordu. Hem on­
ların yüzünde, hem de bizim yüzümüzde. Öyle insanlar bir daha görmedim.

Ben bir askerim. Eğer bir şey emredilirse. onu yapmam gerekir; fakat kahraman
olma arzusu da taşıyordum, taşımal ıydım. Politikacı işç iler konuştular. Radyoda
ve televizyonda programlar yapıldı. Farkl ı insanlar, farklı tepkiler verdiler; bazı­
ları televizyona çıkmak, röportaj lar vermek isted i ler. bazıları ise bunu sadece iş
olarak gördü. Bir üçüncü grup var ki -böyle insanlarla karşı laştım- kahramanca
bir iş yaptıklarını hissediyariard ı. Bize iyi para ödeniyordu, ama sanki bunun da
önemi yok gibiydi. Maaşım 400 rubleyken, orada 1 000 ruble (Sovyet rublesi)
verdiler. Daha sonra şöyle d iyenler oldu: "Çuvalla para aldılar, şimdi de gel ip il k
arabayı, i l k mobi lya takımını onlar kapıyor. " El bette ki bu beni incitiyor; ama ola­
yın bir de kahramanlık yönü vardı.

Gitmeden önce korkuyordum. Kısa bir süre için. Oraya ulaştığımda ise korkum
kalmamıştı . Her şey emirlerden , işten, görevlerden i baretti. Neler olduğunu tam
olarak görebi l mek için, reaktörün üzerinde durup, olan biteni hel ikopterden iz-

III
lemek isterdim; ama bu yasaktı. Sağ l ı k karneme 2 1 röntgen ışın aldığımı yazdı­
lar, doğru mu bi lemiyorum. Prosedür oldukça basitti: Eyalet başkentine, Çerno­
bil'e uçiıyorduk -aslında düşündüğüm kadar büyük bir şehir değildi- orada el in­
de radyasyon ölçer olan bir adam, santralden 1 5-20 ki lometre ötede arka alan
radyasyonunu ölçüyordu. Sonra oradan reaktöre geri dönüyordum. Daha sonra
ölçümler her gün uçtuğumuz saat sayısıyla çarpıl ıyordu. Bazen bu 80 röntgen.
bazen de 1 20 röntgen ol uyordu. Bazı geceler reaktörün üstünde iki saat döner­
d i k. Kızı lötesi ışınlarla fotoğrafını çektik, filmin üzerindeki grafit parçacıkları
ışı ldıyar gibiydi -bunları gündüz görmek mümkün olmuyordu.
Bazı bilim adamlarıyla görüştüm. Biri "Helikopterini dilimle yalasam bana hiçbir
şey olmaz," demişti. Bir başkası da, " Korunmasız mı uçuyorsunuz? Uzun yaşa­
mak istemiyor musunuz? Büyük hata ! Kendinizi koruyun ! " dedi. Hel ikopterin
koltuklarını kurşunla kapladık. kurşun yelekler giydik. Ama anladık ki. kurşun bir
yandan gelen ışınlardan korurken, diğerinden korumuyordu. Sabahtan akşama
kadar uçuyorduk. i şimizde olağanüstü bir yan yoktu. Sadece çal ışma. ağ ır çalış­
ma. Geceleyin televizyon seyrederdik. Dünya kupası oynanıyorrlu ve bol bol fut­
bol konuşuyorduk.

Bu konu hakkında. sanırım üç yıl önce düşünmeye başladık. Bizden biri hasta ol­
du, sonra bir diğeri daha. Bir tanesi öldü. Bir başkası aklını kaybedip intihar et­
ti. Işte o zaman düşünmeye başladı k. Ama gerçekleri ancak 20-30 yıl sonra an­
layacağız. Benim için Afganistan -orada iki yıl kaldım- ve Çernobil -orada da üç
ay- yaşamımın en unutulmaz zamanları olacak.

Annemle babama Çernobil'e gönderildiğimi söylemedim. Erkek kardeşim bir


gün lzvestia okurken resmimi görmüş. Annerne gidip "Bak," demiş, "o bir kahra­
man ! " Annem ağlamaya başlamış.
Mozyr yol undan Kal inkoviç'e doğru arabayla ilerl iyorduk, bir de ne göreyim? Yo­
lun kenarında, ışık huzmesinin a ltında -incecik bir ışık h uzmesi- kristal gibi bir
şey parıld ıyor. Çalıştığ ımız köyde bundan birbirimize bahsetti k. Bütün yapraklar­
da, öze lli kle de kiraz ağaçlarında küçük delikler açıldığını gördük. Aldığımız sa­
lata l ı k ve damatesierin yapraklarının üzerinde de bu küçük siyah deli klerden
olurdu. Lanet okur ve onları yerdi k.
Gittim. Gitmem gerekmiyordu. Gönül lü oldum. Önceleri oradaki herkes çok ilgi­
l iydi; ama sonra gözlerinde boşluk gördüm, artık herkes a l ışmıştı. Mada lya pe­
şinde miydim? Çıkar mı sağlamak istiyordum? Saçmal ı k. Kend im için bir şey is­
temed im. Bir daire, bir araba, başka? Evet, bir daça. Bunların hepsine sahi ptim.
Ama oraya gitmenin erkeksi bir büyüsü vard ı . Erkek gibi erkekler gidip bu önem­
li işi yapacaklardı. Ya diğerleri? Onlar isterlerse kadınların etekleri altında sak­
lanabi l i rd i .
Hamile karı ları olan, çocuğu yeni doğanlar vard ı. Bir tanesinde yanıklar oluştu.
Hepimiz kendimize küfrederek geldik.
Eve döndük. Orada giydiğim bütün giysi leri çıkarıp çöpe attım. Kasketimi küçük
oğluma verdim, onu çok istiyordu. Hep o kasketi giydi. Iki yı l sonra ona beyin tü­
mörü teşhisi koydular . . . Hikayenin sonunu siz de yazabi l i rsiniz. Artık konuşmak
istemiyorum.

Daha Afganistan'dan eve yen i dönmüştüm. Biraz hayatımı yaşamak ve hemen


evlenmek istiyordum. Sonra kırmızı alarm geldi, ardından "özel çağrı" adresieri­
mize ulaştı. O anda annem ağlamaya. başladı. Yine savaşa çağrıldığımı sanmıştı.

Ne yapacağız? Neden? Kimse bilgi vermiyordu. Sl utsk garında üstümüzü değiş­


ti k, bize teçhizatımızı verip Khoyniki bölge merkezine gideceğ i mizi söyledi ler.
Khoyniki'ye gittik, orada da kimse bir şey bilmiyordu. Bizi daha uzağa, bir köye

m
götürdüler. Bir düğün vardı: dans eden gençler, müzik, votka . . . Normal bir dü­
ğün işte. Sonunda emir veri ldi. Yüzeydeki toprağı bir kürek derinliğinde kaza­
caktık.

9 Mayıs Zafer Günü bir general geldi . Bizi içtimaya çıkardılar ve bayramımızı
kutladı lar. Içimizden biri cesaretini toplayıp sordu: " Neden radyasyon miktarın ı
bize söylemiyorlar? Kaç doz al ıyoruz?" Genera l gittikten sonra tugay komutanı
onu çağırıp duman etti: 'Bu resmen kışkırtmad ır! Yaygaracı ! " Bi rkaç gün sonra
gaz maskesi dağıttılar; ama kimse takmad ı. Bize bir iki defa radyasyon ci hazia­
rı gösterd iler; elimize hiç vermediler. Her üç ayda bir, birkaç günlüğüne evc i çı­
kıyorduk. Tek amacımız vardı, votka almak. Yanımda iki çanta dolusu votka ge­
tirdiğimde herkes beni sevinçle karşı ladı . Eve gitmeden önce KGS'den bir
adamla konuşmak üzere çağrı ldı k. Bizimle gördüklerimiz hakkında hiç kimseyle,
hiçbir yerde konuşmamamız konusunda epey ikna edici bir görüşme yaptı . Af­
ganistan'dan geri dönerken en azından yaşadığımı bil iyordum. Halbuki burada
durum tam tersi, bu şey insanı eve gittikten sonra öldürüyor.

Ne hatırl ıyorum? Hatızamda ne kaldı?


Günümü bir köyden diğerine gidip radyasyon ölçmekle geçirdi m. Kad ınlar bir el­
ma bi le i kram etmedi . Erkekler daha az korkmuş gibiydi, gel ip bana biraz votka,
biraz domuz salarnı verdi ler. "Hadi yiyelim.' l kramı geri çevirmek ayıp olurdu,
ama sat sezyum yemek de hiç hoş değildi. Ben de içti m, ama yemek yemedi m.
Köylerden birinde beni masaya oturttular, kuzu çevirme, her şey vard ı . Ev sahi­
bi sarhoş olunca kuzunun biraz fazla küçük olduğunu kabul etti. "Kesrnek zorun­
daydı m, ona bakmaya bile dayanamıyordum. Nasıl da çirkin bir şeydi ! Insanın
içinden neredeyse yemek gelmiyor. " Ben bunu duyduktan sonra anında bir bar­
dak votkayı başıma diktim .
On yıl önceydi. Sanki hiç olmamış gibi. Hastalanmasaydım, şimdiye kadar çok­
tan unutmuş olurdum.

Anavatana h izmet etmelisiniz ! H izmet, büyük bir iş bu.


Iç çamaş ı rı, çizme, şapka, pantolon, kemer ve elbise torbası aldım. Sonra oraya
yol ladılar! Bana bir çimento kamyonu veri ldi. Beton taşıyordum. Bir oraya, bir
buraya. Gençtik, evlenmemiştik. Gaz maskesi almadık. Bir adam vardı, yaşça
bizden büyüktü. O, gaz maskesini hep taktı, biz takmadık. Trafik pol isleri de tak­
mıyordu. Şoför kabinindeydik ama günde sekiz saat radyasyon lu toza maruz ka­
lıyorduk. Herkes iyi para aldı, maaşının üç katı, a rtı tati l ikramiyesi . Parayı kul­
landık. Votkanın bize yard ı m edeceğini biliyorduk. Gerginliği a l ıyordu. Herkese
savaş boyunca neden 1 00 gram votka dağıttıkları bell i . Sonunda her şey eskisi
gibi olmuştu; sarhoş trafik polisi, sarhoş şoföre ceza yazıyordu.

Sovyet kahramanlığını yüce lten şeyler yazmayın. Evet kahramancayd ı; ama


acem i li k ve ihmal olmasa kahramanlığa gerek kalmazdı . Enkazı örtmek, kendini
makine li tüfeğ in önüne atmak ... Bu emirlerin a sl a verilmemesi, buna ihtiyaç du­
yu lmaması gerektiğini kimse yazmıyor. Bizi kum torbası gibi reaktörün içine at­
tı lar. Her gün yeni bir "harekat haberi" veriyorlard ı :
"Adamlarımız cansiperane v e cesurca çal ışıyor."
"Zafer bizim olacak."
Bana bir madalya ve 1 000 ruble verdi ler.

Önceleri i nanmadık, oyun gibi geldi. Ama aslında bu gerçek bir savaştı, atom
savaşı. Neyin tehlike l i olup neyin olmadığını; nelere dikkat edip, neleri umursa­
mamamız gerektiğini bilmiyorduk. Kimse bilmiyordu.

m
Gerçek bir tahliye harekatıydı, ta tren garlarına kadar. Garlarda neler oldu? Ço­
cukların pencerelerden içeri iti l mesine yard ı m ettik. Sıraları düzenledik. Bilet gi­
şesinin önünde tren bileti; eczanenin önünde iyodin hapları için sıralar ol uş­
muştu. Sıradaki insanlar birbirine küfrediyor. dövüşüyorlardı . Dükkaniarın cam­
larını, pencerelerin metal pervazlarını kırıp indirdi ler.

Onların dışında, dışarıdan gelenler de vardı. Kulüplerde, oku llarda, çocuk yuva­
larında yaşıyorlardı . Yarı-aç, yarı-tok gezerlerdi. Herkesin parası çarçabuk bit­
mişti. Dükkaniarda ne varsa almışlard ı . Çamaşır yıkayan o kadınları hiç unutma­
yacağı m. Çamaşır makinesi yoktu. kimse getirmeyi düşünmemişti, çamaşırlar
elde yıkanıyordu. Bütün kad ınlar yaşl ıydı. Elleri yanıklarla, yaralarla kaplanmış­
tı. Çamaşırlar sadece kirli değ i ldi, radyasyon da taşıyorlard ı .
"Çocuklar. b ir şeyler yiyin."
"Çocuklar, biraz uyuyun."
"Çocuklar. daha gençsiniz, aman di kkat edin."
Bize üzülüyor. bizim için ağl ıyorlard ı . Acaba hala yaşıyorlar mı?

Her yıl Nisan' ın 26'sında bir araya gel iyoruz. Nasıl olduğunu hatırlıyoruz. Asker­
dik, savaşta gerekliydik. Kötü yönlerini unutup bunu hatırlıyoruz. Biz olmadan
başaramazlardı. Sistemimiz. aslen askeri bir sistem ve acil durumlarda iyi çalı­
şıyor. Orada özgür ve gerekli sin. Özgürlük! Işte böyle zamanlarda Rus insanı ne
kadar büyük olduğunu gösteriyor. asla Hol landa l ı veya Alman gibi olmayacağ ız.
Asla düzgün asfaltımız, manikürlü çimlerimiz olmayacak; ama burada her za­
man birçok kahraman olacak.

Beni çağırdı lar, ben de g ittim. G itmek zorundayd ı m ! Parti üyesiydim. "Komü­
nistler. ileri ! " Böyle olmuştu. Polis memuruydum - komiser yard ı mcısı- bana ter­
fi vaatlerinde bul undular. 1 987 Haziranıyd ı . Önce sağ l ı k muayenesinden geç-
memiz gerekiyordu; ama beni muayene etmeden gönderd iler. Birisi, doktorun­
dan ülseri olduğuna dair rapor getirip kurtulmuş. Yerine beni gönderdi ler. Aci­
len ! !Gülüyor.) O zaman yapılan şakalar vardı: Adam işten gel ir. karısına 'Bana
yarın ya Çernobil'e gideceksin ya da Parti üyelik kartını iade edeceksin ded iler."
"Ama sen üye değilsin ki?" "Doğru, ben de yarın sabaha kadar nası l bir üyelik
kartı bulurum diye düşünüyorum . "

Oraya asker olarak gittik. A m a önce bizi duvarcı birl iğine verdi ler. Bir eczane
yaptık. Her zaman kendimi zayıf ve halsiz hissediyordum. Doktora iyi olduğumu
söyledim, sadece sıcaktandı. Kateteryaya kolhazdan süt, et ve ekşi krema geli­
yordu, biz de hepsini yiyorduk. Doktor bir şey demedi . Yemeği pişiriyorlardı , o
da gel i p kitabından bir şeyler kontrol ediyordu; ama hiç numune almadı . Bunu
fark etmiştik. Böyle oldu. Başka çaremiz yoktu. Çi lekler geld i, ardından her yer
bal doldu.

Yağmacı lar çoktan gelmişlerd i . Kapıları ve pencereleri sağlamlaştırdık. Bütün


dükkanlar yağmalanmış, panjurlar kırılmış, yerlere un ve şeker saçılmıştı. Her
yerde tenekeler vard ı. Bir köy tahliye edildi. 5- 1 0 kilometre ötedeki bir başka
köyü ise tah liye etmediler. Boşa lan köyde ne var ne yoksa getirdi ler. Bizler kö­
yü korurken. kolhaz başkanı ve birkaç köyl ü geri döndü, çoktan yeni evlerine
yerleştirilmişlerdi; ama hasat yapmak ve yeni ekin ekmek için geri dönmüşler­
di. Samanları balyaladı lar. Balyaların içinde motosikletler. dikiş makineleri bul­
duk. Bir değiş-tokuş sistem i türemişti, bize bir şişe ev yapımı votka verirlerdi,
biz de televizyonu götürmalerine ses çıkarmazdı k. Traktör ve dikiş makinelerini
satıyorduk. Bir şişe, on şişe... Ki msenin parayla ilgi lendiği yoktu. !Gülüyor.) Ko­
münizm gibi bir şeydi. Her şeyin bir vergisi vardı: bir teneke gazyağ ının vergisi
yarım litre; astragan kürkün vergisi iki litre votkaydı. Motosikletler . . . motosikle­
tine bağlı . Orada altı ay geçirdim, görev icabı. Daha sonra yerimize başkaları

III
gönderildi. Asl ı nda biraz uzun kaldık; çünkü Ba ltık ü l kelerindeki birlikler gelme­
yi reddetti. Ama ahalinin her yeri soyup sağana çevirdiğini, taşıvabildikleri her
şeyi alıp götürdüklerini bil iyorum. Yasak Bölge'yi buraya taşıdılar. Yasak Böl­
ge'yi pazarlarda. eskici lerde, daçaların içinde bulabil irsiniz. D i kenli telierin ar­
dında sadece toprak kaldı. Bir de mezarlar ve sağl ığımız ve i nancımız ya da sa­
dece benim inancım.

Oraya gidip teçhizatlarımızı aldık. Yüzbaşı bize "Sadece bir kaza." dedi. "Uzun
süre önce oldu, 3 ay. Artık bir tehlike yok." Çavuş ise. "Korkacak bir şey ka lma­
dı" dedi, "sadece bir şey yiyip içmeden önce e l lerinizi yıkayın." Radyasyon ölç­
tüm. Hava kararır kararmaz küçük karakolumuza adamlar gel ir. bize bir şeyler
vermeye başlarlardı: para. sigara. votka. Bizi aşırdıkları eşyaların içinde dolaş­
tırırlardı. Onları nereye götürüyariard ı? Herhalde Kiev'e ya da M i nsk'e, ikinci el
tezgahlarına. Geride bıraktıklarıyla biz ilgilenirdik. Elbiseler. çizmeler. sandalye­
ler. armoni kalar, dikiş makineleri. Onları çukurlara gömerdik. bu çukurların adı­
n ı "toplu mezar" koymuştuk.

Eve dönmüştü m. Dans etmeye gittim. Hoşlandığım kızı görünce yanına yaklaşıp
"Tanışalım mı?" dedim.
"Ne için? Sen artık Çernobilli sayı lırsın. Senin çocuklarını doğurmaktan korka­
rım.'

Benim kendime ait hatıralarım var. Resmi görevim, koruma birliklerinin komu­
tanl ığıydı. Kıyamet müdürlüğü gibi bir şey yani. (Gülüyor.) Evet, aynen öyle ya­
zın. Pripyat'tan gelen bir kamyoneti çevirdiğimi hatırl ıyorum. Kent çoktan boşal-

m
tılmıştı, içinde yaşayan kimse kal mamıştı. "Evraklarınız lütfen?" Evrakları yok.
Arkada kumaş bir örtü var. Ö rtüyü ka ldırdığımda ne gördüğümü apaçık hatırl ı­
yorum: yirmi çay takımı. bir adet sökülür takı lır raflı dolap, bir koltuk, bir tele­
vizyon. hal ı lar. bisikletler. Ben de bir protokol yazdım.

Domuzların çıldırı p etrafta koşuşturdukları boş köyleri hatırlıyorum. Kolhaz bi­


naları. kulüpler. solmuş afişler:
"Anavatana ekmek vereceğ iz ! "
"Zafer. Sovyet işçilerinindir ! "
"Insanlığın başarıları ölümsüzdür."

Bakımsız toplu mezarl ı kları hatırlıyorum, çatlak bir mezar taşında isimler yazı­
yordu: Yüzbaşı Borod in, Üsteğmen bilmem kim . . . Uzun sütunlara şiir gibi erierin
isimleri kazınmış. Çevrelerinde eşek h ıyarları, ısırganlar, hatmi çiçekleri bitmiş.

Çok bakımlı bir bahçe hatırl ıyorum. Sahibi evinden çıkıp da bizi görünce: "Ço­
cuklar. bağırmayın! Formları doldurduk, bu bahara kal maz gideriz ! " demişti.
"Öyleyse neden bahçeyi bellediniz?'
"Ama bunlar sonbahar işleri ! "
Anl ıyordum; ama yine de bir protokol yazmak zorunda kaldım ...

Karım çocuğu da alıp kaçtı . Fahişe ! Ama ben Vanya Kotov gibi kendimi asma­
yacağım. Yedinci kattan aşağı atiarnaya da niyetim yok. Fahişe ! Oradan elimde
para dolu çantayla geldiğimde her şey iyiydi. Bir araba aldık. O fahişe benimle
iyi yaşadı. O zamanlar korkmuyordu. (Şarkı söylemeye başl ıyor.) "Bin gama ışı­
nı bile 1 Rus horozunu keyfinden alıkoyamaz." Güzel şarkı, oradan ... Fıkra anla­
tayım ister misin? (Cevabı beklemeden başl ıyor. ) Adamın biri reaktörden eve

m
gelir. Karısı doktora sorar: "Onu ne yapmal ıyım?" "Onu yıkayın, ona sarı lın ve
hizmet dışı bırakın."
Fahişe ! Benden korkuyor. Çocuğu da aldı. (Birden ciddileşiyor.) Askerler reaktö­
rün yanında ça l ışıyordu. Her vardiyada onları oraya taşırdım. Boynurnda herke­
sinki gibi radyasyon ölçerim asıl ıydı. Vard iyalanndan sonra onları a l ı p Birinci
Bölge'ye götürürdüm. Orası özel bir bölgeyd i . Ölçümler yapar, karnalerimize bir
şeyler yazariard ı; ama kaç röntgen yediğimiz askeri sırdı. Pezevenkler! Bir süre
geçer ardından ansızın: "Dur! Artık oraya gidemezsin," derlerdi. Bize verdikleri
tek tıbbi bilgi bu oldu. Evime dönerken bile aldığım radyasyonu bana söyleme­
di ler. Pezevenkler ! Şimdi iktidar için savaşıyorlar. Kabinede bakanlık için. Se­
çimler var. Bir başka fıkra ister misin? Çernobil'den sonra istediğin her şeyi yi­
yebilirsin; ama pisliğini kurşun içinde gömmelisin.

Doktorlar bizimle nası l çalışacak? Yanımızda hiçbir belge getirmedi k. Onları ha­
la saklıyor olmalı lar ya da çok öneml i oldukları için yok etmişlerdir. Daktariara
nasıl yardımcı olayım? Eğer elimde ne kadar ışına maruz ka ldığımı gösteren bir
belge olsaydı, o fahişeye gösterird im. Ona bunu atlatacağımızı, evleneceğimizi
ve çocuklarımız olacağı n ı ispatlardım. Çernobi l temizl ikçisinin duası: "Tanrım,
işleri hal ledemeyeceğim hale getirdin, hal letmek istemeveeeğim hale de geti­
rir misin?" Ah, hepiniz g idin işinize. Hepiniz!

Bana bir gizl i l i k senedi i mzalattılar. Ben de hiçbir şey söylemedim. Askerden
sonra ikinci grup gazi oldum, yirmi i ki yaşındaydı m. Reaktörden kovalar dolusu
grafit taşıdı k. Bu 1 0.000 röntgen eder. G rafiti bildiğiniz kürekleri e kazdık, her
vardiyada otuz defa maske değiştiriyord uk, herkes bunların adını "burunsal ık"*
takmıştı. Lahtin betonunu döktük. Bir kişi için dev bir mezar oldu: ustabaşı Va
* Jsırmalarını engellemek için hayvaniara takılan ağızlık. (ç .n.)

m
lery Khodemçuk patlamadan birkaç dakika sonra enkaz a ltında kalmış. Bir yir­
minci yüzyı l piramidiydi. Hala üç ayımız vardı. Birli�imiz geri döndü�ünde elbi­
selerimizi bile değiştirmedi ler. Reaktörde giydi�imiz botlar, pantolonlarla orta­
lı kta dolaştık. Ta ki terhis edi l ineeye kadar.

Zaten konuşmama izin verseler, kime konuşacaktım? Bir fabrikada çal ıştım.
Patronum: "Hasta olmayı bırakmazsan maaşını kesece�iz," dedi . Öyle de yaptı­
lar. Müdüre çıktım. "Bana bunu yapmaya hakkınız yok. Çernobil'e gittim. Sizi
kurtardım. Sizi korudum." Bana: "Seni oraya biz yol lamadık," dedi.
Geceleri annemin sesiyle uyanıyorum: 'Oğlum, neden bir şey söylemiyorsun?
Uyumuyorsun, orada ışığı kapatmadan, gözlerin açık yatıyorsun. " Hiçbir şey
söylemiyorum. Kimse benimle yanıt verebilece� im şekilde konuşmuyor. Beni m
dilimde ... Nereden geldiğimi kimse an layamıyor. Kimseye anlatamıyorum.

Artık ölümden, ölümün kend isinden korkmuyorum; ama nasıl öleceğimi de bil­
miyorum. Arkadaşı m öldü. Dev gibi oldu, şişmanladı, fıçı gibi. Komşum, o da
oradaydı . vinç işletiyordu. Kömür gibi karardı ve çekti. Öyle ki, ona çocuk elbi­
seleri giydiriyorlard ı . Nasıl öleceğimi bilmiyorum; ama bana konan teşhisle
uzun yaşamayacağım kesin. Yine de oldu�u zaman bunu fark etmek isterim. Ka­
fama kurşun yemişim gibi. Afganistan'a g itmiştim. Orada işler daha kolaydı. Sa­
dece vuruyorlardı.

Gazeteden bir kupür kestim. Operatör Leonid Toptunov hakkında. O gece santral­
de çalışıyormuş ve patlamadan birkaç dakika önce kırmızı kaza dü�mesine o
basmış. Işe yaramamış. Onu Moskova'da bir hastaneye götürmüşler. Doktorlar:
"Tedavi etmemiz için, yepyeni bir vücuda ihtiyacımız var" demişler. Üzerinde sa-

III
dece sırtındaki küçücOk bir yer radyoaktif değ i lmiş. Toptunov' u da diğerleri gibi
Mytinskaya Mezarl ığı'na gömmüşler. Tabutu plastikle kaplamışlar. Üzerine de
kurşun bir kapak koyup yarım metre beton dökmüşler. Babası gelmiş, ağlıyor­
muş. Oradan geçenler: "Senin piç oğlun her şeyi mahvetti ! " diye bağırıyormuş.

Yalnızız. Burada yabancı gibiyiz. Bizi ayrı gömüyorlar, d iğerlerinin yanına değil .
Sanki uzaydan gelmiş yaratıklar gibiyiz. Afganistan'da ölmeyi tercih ederdim.
Gerçekten, böyle düşüncelere kapılıyorum. Afganistan'da ölüm normal bir şey­
d i . Anlaşılabiliyordu.

Helikopterle uçarken, yukarıdan geyikler ve yaban domuzları görüyordum. Zayıf


ve uykuluydular, ağır çekimde hareket ediyor gibiydi ler. Orada yetişen çimi yi­
yor ve uzaklaşmaları gerektiğini; insanlar gibi g itmeleri gerektiğini anlayamı­
yorlardı. G itmel i mi, g itmemel i mi? Uçmal ı mı, uçmamal ı mı? Bir komünisttim,
gitmemem söz konusu olamazd ı .

I k i paraşütçü reddetti, karıları çok gençti, daha h i ç çocukları olmamıştı. Ama


utandırılmış ve cezalandırılmışlardı. Kariyerleri sona erdi; ayrıca bir onur kurulu
da vardı ! Bu da oyunun bir parçasıydı -o gitmezse ben giderim. Şimdi olanlara
farkl ı gözle bakıyorum. Dokuz ameliyat ve iki ka lp krizinden sonra. onları artık
yargılamıyorum. Onları anlayabiliyorum. Genç delikanlı lardı. Ama ben yine de
g iderdim. Bu kesin. O gidemediyse ben giderdim. Erkeklik buydu.
Yukarıda en ilginç şey makinelerd i : ağır helikopterler, orta boy helikopterler,
M i-24'1er -bu bir saldırı helikopteri. Bir Mi-24'1e Çernobil'de ne yapılır? Yahut
M i-2 gibi bir savaş uçağıyla? Pilotlar geneecikti ve hepsi Afganistan'dan yeni
gelmişti . Orada yeterince savaştıkların ı, acı çektiklerini düşünüyorlardı. Reaktö-

m
rün yanındaki qrmanda oturuyor, radyoaktif ışın al ıyorlard ı . Emir böyleyd i ! O ra­
ya radyasyona maruz kalsınlar diye o kadar insanı göndermeleri gerekmezdi . Ne
için? Ihtiyaçları olan uzmanlard ı , i nsan kalabalıgı deg i l . Yukarıdan yıkı lmış bir
bina, bir tarla dolusu enkaz ve inanıl maz miktarda küçük i nsan şeki lleri görüyor­
dum. Doğu Alman malı bir vinç getirmişlerdi, ama vinç oraya gelince bozulmuş­
tu. Robotlar çal ışmıyordu. Bilim adamı Lukaçev tarafından, Mars'a gönderi lmek
üzere tasarlanan robotlarımız ... Japon robotlarının da radyasyon nedeniyle bü­
tün aksamları bozul muştu. Ama plastik elbiseleri, plastik eldivenleriyle koştu­
ran askerler oradayd ı .

Eve dönmeden önce, devletin çıkarları doğrultusunda, gördüklerimizi insanlara


söylemememiz sal ı k veri ldi. Bizim dışımızda kimse orada neler olup bittiğini bil­
miyor. Belki her şeyi anlamadık; ama her şeyi gördük.

m
Ikinci böiQm

Yaşayaniann Ülkesi

Eski Kahanatler Üzerine Bir Monolog

Küçük kızım, d iğerleri gibi değil, biraz farklı bir çocuk. Büyüdüğünde bana. " Ne­
den ben diğerleri gibi değil im?" diye soracak. Doğduğunda bebek şekl inde de­
ğildi, her yerinden dikilmiş küçük bir torbayı andırıyordu. Vücudunda hiçbir de­
l i k yoktu, sadece bir çift göz. Oosyasında: "Kız çocuk, multipıl patoloj iyle doğ­
muş; anüs ap1azisi. vajen aplazisi. sol böbrek aplazisi' yazıyor. Bunlar kulağa
tıbbi gelmesin, anlamı şu: Kaka, çiş yapacak delik yok, bir böbrek de yok. Yaşa­
mının ikinci gününde onu amel iyat edi l i rken seyrettim. Gözlerini açıp gülümsedi ,
ağiayacağını sanmıştım; ama Tanrım. o gülümsedi !

m
Onun durumunda olan diğerleri yaşamıyor, hemen ölüyorlar. Ama o ölmedi,
çünkü onu seviyordum. Dört yıl içinde dört ameliyat geçirdi. Belarus'ta bu kadar
çok patolojiyle doğup da yaşayabi len tek çocuk benim kızım. Onu öyle seviyo­
rum ki. (Duruyor.) Artık doğum yapamayacağım. Cesaret edemem. Doğumevin­
den eve döndüğümde, gece kocam beni sarıl ıp öpmeye başladı . Öylece titreye­
rek yattım; yapamayız, günah işlemiş oluruz. Doktorların konuşmalarını duy­
dum: "Bu kız bir kesenin değil, zırh ın içinde doğmuş. Onu telavizyanda göster­
meye kalksak, hiç kimse çocuk yapmak istemez."
Kızımız hakkında konuşuyorlardı . Bundan sonra birbirimizi nasıl sevebilirdik ki?

Kiliseye gidip rah i be olanları anlattım. Günahlarımın aftadi l mesi için dua et­
mem gerektiğini söyledi . Ama a i lemden hiç kimse, birini öldürmedi . Neden suç­
luyum? Önce köyümüzü tahl iye etmek istediler, sonra da l isteden çıkardılar,
devletin yeterli parası kalmamıştı. Tam da o sıralarda aşık oldum ve evlendim.
Sevmenin bile yasak olduğunu bilmiyordum. Yı llar önce büyükannem lncil'de
her şeyin yeşerip büyüyeceği bir zaman olacağın ı okumuş; ırmaklar bal ık, or­
manlar hayvan doluyken, insanoğl u bunların hiçbirine el süremeyecekmiş. Ve
soyunu sürdürebilmek için üreyemeyecekmiş. Bu eski kehanetleri korku masal­
larıymışçasına dinlerdim. O zamanlar onlara inanmazdım.

Herkese kızımı anlatın. Onu da yazın. Daha dört yaşında ama dans edip şarkı
söyleyebiliyor, ezbere şiir okuyabil iyor. Zeka gelişimi normal, diğer çocuklardan
pek farkı yok, sadece oyunları değişik. "Bakkalcılık" veya "okul" oyunları oyna­
m ıyor, hep "doktorculuk" oynuyor. Bebeklerine iğne yapıyor, ateşlerine bakıyor,
kol iarına serum bağl ıyor. Bebeklerden biri ölünce üstüne beyaz örtü seriyor. Bir­
l i kte dört yıl boyunca hastanede yaşadık, onu orada yalnız başına bırakamazdık,
artık yaşanması gereken yerin ev olduğunu bile bilmiyor. Ayda bir ya da iki kez
eve g ittiğimizde, bana "Hastaneye ne zaman döneceğiz?" diye soruyor. Arka·

m
daşları da burada, onlar da burada büyüyorlar.
Ona bir anüs yarattılar. Şimdi de vaji na açıyorlar. Son amel iyattan sonra idrar
yol ları tamamen iflas etti ve kateter takmavı beceremedi ler. Bunun için başka
bir ameliyat yapacaklar. Artık bize yurtdışından medet ummamızı söyledi ler. Ko­
cam ayda 1 20 dolar kazanırken nasıl on binlerce dolar bulacağ ız? Profesörler­
den biri sakince şöyle dedi: "Çocuğunuzdaki patoloj i ler bil i msel açıdan çok il­
g i nç. Başka ülkelerdeki hastanelere yazmal ısınız. llgileneceklerdir. " Ben de ya­
zıyorum. (Ağlamamaya ça l ışıyor.) Her yarım saatte bir çişini yapabi l mesi için
elimizle sıktığımızı anlatıyorum. ldrar. vaj inasının bulunması gereken yerdeki
yapay bir delikten gel iyor. Bu daha ne kadar sürebil ir? Kimse bir çocuğun orga­
nizmasında küçük dozlarda radyasyonun yarattığı etkileri bilmiyor. Kızımı alın.
deney için bile olsa . . . Ölmesini istemiyorum. Onun bir kobay hal ine gelmesine
de razıyım. yeter ki ölmesin. (Ağl ıyor.) Düzinelerce mektup yazdım. Ah, Tanrım !

Şimdi bir şey anlamıyor ama gün gelecek bize soracak, neden o da diğerleri g i­
bi değil? Neden bir erkeği sevemiyor? Neden kelebeklerin. kuşların yavruları
olacak da onun çocukları alamayacak? Ispatlamayı denedi m belgeler al ıp; bü­
yüdüğünde bunun bizim hatarn ız olmad ığını bilmesi için. Yani suçun kocamın ve
beni m birbirimizi sevrnemizde olmadığını bilsin diye. (Tekrar ağlamamaya ça lı­
şıyor.) Dört yıl boyunca savaştım. doktorlar, bürokratlar. . . Kapısını çal madığım
kimse kalmad ı . Doktorlardan küçük dozlarda iyonize radyasyonun onun bu kor­
kunç haline sebep olduğuna dair bir belge alabi lmem dört yıl sürdü. Dört yıl bo­
yunca beni geri çevird i ler. Bana durmadan çocuğumun doğuştan gelen bir sa­
katlığı olduğunu söyledi ler. Doğuştan gelen sakatlık mı? Çocuğum Çernobi l kur­
banı ! Aile geçmişimi inceledim, ai lemde daha önce hiç böyle bir şey olmamış.
Herkes seksen, doksan yaşına kadar yaşamış. Büyükbabam 94 yaşında öldü.
Doktorlar bana şöyle dedi: "Bazı emirler ald ık. Bu tür sorunları genel hastalıklar
olarak değerlendi rmek zorundayız. Yirmi ya da otuz yıl sonra. Çernobi l ' le il gil i

m
bir arşivimiz olduğunda. bunları iyonize radyasyona bağlayabiliriz. Şimd i l i k bi­
lim bu konuda bir şey yapamıyor." Ben yirmi, otuz yıl bekleyemem. Onları dava
etmek istiyorum. Devleti mahkemeye vermek istiyorum. Bana del i dedi ler, gül­
düler, "Böyle çocuklar Eski Yunan'da bile vardı" dedi ler. Bürokratlardan biri ba­
na, "Senin asıl istediğin Çernobi l tazminatları ! Çernobil kurbaniarına ödenen
tazminatlar! " d iye bağırdı. Bürosunda nasıl kendimi kaybetmedim, bilmiyorum.

Anlamadıkları. anlamak istemedi kleri bir şey vard ı. tek bilmek istediğim bunun
bizim hatamız olmadığıydı. Bu bizim aşkımız yüzünden değ i ldi. (Ağlamaya baş­
l ıyor.) Bu kız burada büyüyor -hala bir kız. Adımızı basmanızı istemiyorum, kom­
şuları m ız. diğer insanlar bi le bunu bilmiyor. Ona bir elbise giydirip, bir mend il
bağl ıyorum ve bana, "Katya ne güzelmiş," diyorlar. Hamile bir kadın gördüğüm­
de tuhaf tuhaf bakıyorum. Onlara bakmak istemiyorum, sadece bir anda gözüm
kayıyor. Karmaşık duygularım var; şaşkınlık ve dehşet, kıskançlık ve neşe, h"at­
ta intikam duygusu. Bazen kendim i komşunun hamile köpeğine, yuvasındaki ku­
şa bile aynı şekilde bakarken yaka l ıyorum.
Zavallı kızım ...
Larisa Z . anne

Mehtaplı Bir Geceye Dair Monolog

Birdenbire neyin daha iyi olduğunu sorgulamaya başladım, hatırlamak mı, unut­
mak mı? Arkadaşlara sordum. Kimi unutmuş, kimi hatırlamak istemiyor; çünkü
her istediğimizi değiştiremiyoruz. buradan gidemiyoruz bile.
Işte hatırladıklarım:
Kazadan sonraki ilk günlerde. kütüphanede radyasyon, Hiroşima ve Nagazaki,

m
hatta x-ışınlarıyla ilg i li ne var ne yok ortadan kayboldu. Bazıları bunun yukarı­
dan gelen bir emir olduğunu söyledi. kimse pani k olmasın diye. Hatta Çernobil
Papual ı farın yanı başında patlasa, bunun Papualı lardan başka herkesi korkuta­
eağına dair şakalar orta l ı kta dolanıyordu. Tıbbi bültenlerde bilgi yoktu. Potas­
yum iyodin alabi lenler -eczanede bulmak mümkün değildi, tanıdıklar vasıtasıy­
la bulunabil iyordu- bunu kullandı. Bazıları tabietlerden bir avuç alıp içkiyle be­
raber yuttu. Hastanede midelerini yıkamak zorunda kaldı lar. Daha sonra bir işa­
ret olduğunu fark ettik, eğer bir kentte serçeler ve güvercinler varsa, insanlar
da yaşayabi l i rd i . Bir keresinde taksiye bindim, taksi şoförü bana bütün kuşların
neden arabanın ön camına çarptıklarını anlayamadığını söyledi, sanki kör gibiy­
d i ler. Ya çıldırmışlardı ya da intihar ediyorlard ı .

Iş gazisinden döndüğüm bir geceydi . Mehtap vardı. Yolun h e r iki tarafında, ufuk
seviyesinde, beyaz dolomitle kaplı tarlalar uzan ıyordu. Zehiri i yüzey toprağı ka­
zılmış ve gömülmüş, kalan yerler beyaz dolomit kumuyla örtülmüştü. Sanki dün­
yada değ i ldim. Görüntü uzun süre katarnı kurcaladı ve bir öykü yazmaya çal ış­
tım. Yüz yıl sonra buraların neye benzeyeceğini düşledim. Bir insan ya da baş­
ka bir şey, uzun bacaklarıyla dört na la koşacaktı. Geceleyin üçüncü gözüyle gö­
rebi lecek, başının üstündeki tek kulağıyla karıncaların yürüyüşünü bile duyabi­
lecekti. Geriye bir tek karıcalar kalacak, dünyadaki ve cennetteki her şey ölmüş
olacaktı. Öykümü bir dergiye yol ladı m . Bana bunun edebi bir eser değil . ancak
bir kabus tasviri olabileceğini yazdı lar. Yetenekli olmadığımı kabul ediyorum;
ama bence öyküyü reddetmelerinin nedeni başkaydı .

Neden herkesin. Çernobil konusunda bu kadar sessiz olduğunu merak ed iyor­


dum, neden yazarlarımız bu konuda hiçbir şey yazm ıyorlardı? Savaş hakkında,
kamplar hakkında yazdı lar. ama bu konuya gel ince susuyorlar. Neden? Siz bu­
nun bir kaza olduğunu mu düşünüyorsunuz? Eğer Çernobil'i yenebilseydik, her-

m
kes bunun hakkında konuşur, yazılar yazardı ya da eğer Çernobil'i anlasaydık.
Ama bundan bir anlam çıkarmayı beceremiyoruz. Bunu yapamıyoruz. Böylesi bir
olayı insanca deneyimlerimizin veya insanl ı k geçmişinin bir yerine koyamıyoruz.
Bu durumda hangisi daha iyi, hatırlamak mı. unutmak mı?

Yevgeniy Aleksandroviç Brovkin,


Gomel Devlet Üniversitesi'nde öğretim üyesi

lsa'yı Düşerken GOrOnce Dişi AQrıyan Adama Dair Monolog

O zamanlar başka şeylerle meşguldüm. Belki tuhaf bulacaksınız ama eş im le ay­


rılma aşamasındaydık. Aniden geld iler, elime bir tezkere tutuşturup aşağıda
bekleyen bir araba olduğunu söyledi ler. Tıpkı 1 937 yı l ındaki gibiydi . Gece gelip
mil leti yatağından aldılar. Daha sonra bu yöntem işe yaramamaya başladı. Ça­
ğırdıkları askerlerin eşleri kapıyı açmıyor ya da yalana başvuruyorlardı. Kocala­
rının işte, tati lde, ebeveynlerinin daçasında olduğunu söylüyorlard ı . Askerler
onlara emri vermeye ça lışsa da, karıları almak istemiyordu. Sonunda insanları
işlerinde, sokakta, fabrika kafeteryasında öğle yemeği yerken yakalamaya baş­
ladılar. Tıpkı 1 937 yıl ında olduğu gibi.

Ama o zamanlar aklımı kaybetmiş gibiydim. Karım beni aldatmıştı, başka hiçbir
şeyi göiüm görmüyordu. Ben i almaya gelen adamlar sivil g iysi ler içi ndeyd i;
ama asker oldukları bel l iyd i . lki yanımda, kaçmarndan endişeleniyormuş gibi yü­
rüdüler. Arabaya bindiğimde, nedense aklıma aya giden Amerikan astronotları
geldi; bir tanesi daha sonra ra hip olmuş, d iğeri de çıldırmış. Ayda şehirler ve in­
san kalıntıları gördüklerini sanmışlar.

m
Gazete haberlerin i hatırladım: " Nükleer santral lerimiz çok güvenl i , öyle ki Kızıl
Meydan'a bile bir tane yapılabil i r, bir semaverden daha zararsızlar. Yıldızlar gi­
bi ler. onlarla bütün dünyayı aydınlatacağız.' Ama karım ben i terk etmişti, beni m
d e başka şey düşünecek hal i m yoktu. Birkaç kere kendimi öldürmeye teşebbüs
ettim. Aynı anaokuluna gittik, aynı okula, aynı üniversiteye. (Sessizce sigara içi­
yor. ) S ize söyledim. Orada kahramanca hiçbir şey yok. yazılmaya değer değil.
Şöyle düşüncelere kapıldım. Savaş zama n ı da değil, bir başkası karımla yatar­
kan neden ben canımı tehl ikeye atıyorum? Neden o değil de yine ben? Dürüst
olmak gerekirse. orada kahraman mahraman görmedim. Kendi yaşamlarını hi­
çe sayan salaklar gördüm. kendi de l i l i ğ i m de bana yetiyordu zaten; ama bu ge­
rekli değildi. Madalyalarım ve ödü l lerim var, hepsi ölmekten korkmadığım için.
Aslı nda umurumda değildi. Hatta ölsem iyi de olurdu. Beni onurl u bir şeki lde
gömerlerdi. masrafları da devlet karşı lard ı .
Kıyametle taş devrinin bul uştuğu o fantastik dünyaya kolayca giriverirdiniz. B u
beni m i ç i n daha keskin. daha çıplaktı. Ormanda yaşadık. çad ırların içinde. reak­
törden 20 kilometre uzakta. Tıpkı partizanlar gibi. Partizanlar. askeri eğitim için
orduya çağrı lan insanlardır. 24 ila 40 yaş arasındaydık, bazılarımız üniversite
mezunuydu; bazı larımızın meslek okullarından dereceleri vardı. Örneğin ben. ta­
rih öğretmeniydim. Elimize tüfek yerine kürekler verdi ler. Çöp çukurlarını ve bah­
çeleri gömdük. Köylü kadınlar bizi izlerken haç çıkartıyorlardı . Eldivenlerimiz,
maskelerimiz ve ameliyat elbiselerimiz vard ı . Güneş hepimizi yiyip bitiriyordu.

Canavarlar gibi bahçelerini a ltüst ettik. Neden bahçelerini gömdüğümüzü, ne­


den sarımsakların ı ve lahanalarını söküp attığım ızı anlamamışlardı . Yaşl ı kadı n­
lar haç çıkartıp; "Çocuklar. ne ol uyor? Dünyanın sonu mu geldi?" d iye soruyor­
lardı.
Evi n içinde ocak yan ıyor. pastırmalar kızarıyordu. Ölçüm cihazı nı yaklaştırınca.
bunun bir ocak değ i l küçük bir nükleer reaktör olduğu anlaşı l ıyordu.

m
"Çocuklar," d iyordu adamlar, "gelin siz de masaya buyurun." Bize karşı dostça
davranmak istiyorlardı. Kabul etmiyorduk. "Gelin, iki tek içelim. Oturun. Bize ne­
ler olduğunu anlatın." Onlara ne anlatacaktık?
Reaktörde itfaiyeci ler yanan yakıtın üzerinde tepinmiş. Yakıt ışıld ıyormuş ama
ne olduğunu bilmiyorlarmış. B i lecek ne var? Müfrezelere ayrılmıştık ve her müf­
rezenin radyasyon ölçüm cihazı vardı . Farklı yerlerin radyasyon miktarları da
farkl ıydı. Içimizden biri 2 röntgen olan yerde çal ışırken, bir başkasının çal ıştığı
yerde 1 O röntgen çıkabil iyordu. Bunun yanında mahkumlar gibiydik, hiçbir hak­
kımız yoktu; ayrıca korkuyorduk. Ama ben korkmuyordum. Her şeyi bir kenardan
izledim.

Bilim adamlarının özel lastik g iysileri. uzun çizmeleri ve koruyucu gözl ükleri var­
dı. Sanki ayda yürüyorlardı. Yaşlı bir kadın yanlarına gidip içlerinden birine sordu:
"Siz kimsiniz? '
"Ben bi li m adamıyı m."
" Demek bilim adamısın. Şunun nasıl g iyindiğine bir bakın. Şu maskeye bir ba­
kın ! Peki biz ne yapacağız?" ve adamı sopayla kovalad ı ! Ortaçağda doktorları
nasıl kovalayıp boğdularsa, aynı şeyi bilim adamlarına da yapacakların ı düşün­
düm.

Evin i n gömülmesini izleyen bir adam gördüm. (Duruyor.) Evleri, ağaçları, kuyu­
ları gömdük. Toprağı gömdük. Her şeyi kesiyor. plastiğe sarıyorduk. Dedim ya,
ortada kahramanca bir şey yok.

Ara vermeksizin on iki saatl i k vardiya larla çalışıyorduk, tek dinlenebildiğimiz za­
man geceydi. Bir keresinde geç saatte dönüyorduk, buldozerin içindeydik. Terk
edilmiş bir köy boyunca yürüyen bir adam gördük. Yakınına geldiğimizde sırtın­
da halı taşıyan genç biri olduğunu fark ettik. Yakında bir ciguli vardı. Durup içi-
ne baktık, bagaj ı telefonlar ve televizyonlarla dol uydu. Buldozer dönüp bir tane
indirdi, cigu l i gazoz kutusu gibi ezildi. Kimsenin ağzını bıçak açmadı .

Ormanı gömdük. Ağaçları b i r buçuk metrelik parçalar halinde doğrayıp naylona


sarıyor, ardından mezariarına atıyorduk. Geceleri uyuyamadım. Gözlerimi ka­
pattığımda devinen siyah bir varl ık görüyordum. can l ı toprak parçaları. Içinde
böcekler. örümcekler. solucanlar vardı. Onların adlarını bilmiyordum. sadece
böcekler, örümcekler ve solucanlar. Büyüklü küçüklü, sarı, siyah, hepsi farklı
renkte. Şairin biri hayvanların da insanın bir başka türü olduğunu söyler. Onla­
rın adlarını bilmeksizin onlarca. yüzlerce. binlercesini öldürdüm. Evlerini. gizle­
rini yıktım ve gömdüm . . . gömdüm.

Çok sevdiğim Leonid Andreyev' in. Lazarus hakkında bir öyküsü var. Lazarus o
boşluğu bir kere gördü ya artık bir yabancıdır, lsa onu yeniden yaşama döndür­
se de asla diğer i nsanlar gibi olamaz.

Bu kadar yeter mi? Merak ettiğinizi bil iyorum. orada olmayanlar hep merak edi­
yor. Ama insanların dünyası hala aynı. Durmaksızın korku içinde yaşamak im­
kansız. bir insan bunu başaramaz. Bu yüzden oradaki insanlar da bir süre sonra
günlük yaşamiarına geri döndü. (Devam ediyor.) Votka içti, iskarnbil oynadı, kız
tavlamaya çalıştı. çocuk yaptı. Bol bol paradan konuştu. Ama asl ında oraya git­
memizin amacı para değildi, birçoğumuz için değ i ldi diyelim. Ça lıştık. çünkü ça­
lışmamız gerekiyordu. Bize çal ışmamızı emrettiler. Soru soramazdık. Bazı ları
bundan sonra kariyerinde daha iyi yerlere gelmeyi umdu. Bazısı h ırsızlık yaptı.
ev soydu. Söz veri len ayrıcalıkları düşledi ler; barakalardan taşınıp beklemeksi­
zin bir daire sahibi olmak, çocuğunu anaokuluna verebilmek. araba alabilmek.
Adamın biri korkuya kapılmıştı. çad ırdan çıkmadan plastik giysilerinin içinde
uyuyordu. Korkak! Partiden kovuldu. "Yaşamak istiyorum ! " d iye bağı rıyordu .

m
Her cinsten insan vardı orada . Gönüllü olmuş kadı nlarla karşı laştım, reddedil­
mişlerdi. Şoförlere. muslukçulara, itfaiyeci lere ihtiyac ım ız vardı; ama kadınlar
yine de geldiler. Her cinsten insan. öQrenci grupları ... Binlerce gönüllü gecele­
yin depoları korudu. Kurbaniara açılan fona baQış yapanlar oldu. Yüzlerce insan
kan ve i l i k bağışladı.

Aynı zamanda bir şişe votk� yla her şey satın al ınabil iyordu. Bir madalya veya
sağlık raporu. Kolhaz başkanlarından biri. radyasyon uzman larına kendi köyünü
listeden silsinler diye bir kasa dol usu votka getirmişti . Bir d iğeri ise köyünü l is­
teye koysunlar diye bir kasa teklif ediyordu. ona Minsk'te üç oda l ı bir daire sö­
zü verilmişti. Kimsenin radyasyon raporlarına baktığı yoktu. Tam anlamıyla "or­
ta lama Rus işi" bir kaostu. Zaten bu şekilde yaşıyoruz. Birkaç· şey yazılıp satıl­
dı. Bir yandan mide bulandırıcıydı, bir yandan da neden burnunuzu sokuyordu­
nuz ki?
Öğrencileri gönderip tarlalardan hatmileri tem izlettiler. Saman toplattılar. Bir­
kaç çift çok gençti. hala el ele yürüyariard ı, katlanıl ır gibi değildi. Inanılmaz gü­
zel l i kte bir yerdi. Güzelliği durumu daha da korkunç kı l ıyordu. Insanların burayı
terk etmesi gerekiyordu. Kaçmal ıydı lar. kötülük edenler. suçlular gibi.

Her gün gazete gel irdi. Başlıklara göz atardım:


"Çernobi l ! Bir başarı abidesi . "
" Reaktör yenilgiye uğratı ldı ! "
"Hayat devam ediyor. "
Siyasi memurlarımız vardı . bizimle pol itik tartışmalar yaparlardı. Kazanmamız
gerektiği söyleniyordu. Iyi de kime karşı? Atama mı? Fiziğe mi? Evrene rni? Za­
fer bizim için bir son değ il, bir süreçti. Yaşam bir kavgadı r, bir çırpınma. Işte bu
yüzden seller. yangınlar ve d iğer felaketleri çok seviyoruz. "Cesaret ve kahra­
manl ı k" göstermek için fırsat doğuyor.

m
S iyasi memurumuz, gazeteden "yüksek siyasi bilincimiz ve dikkatl i organizasyo­
numuz" hakkında satırlar okurdu. Felaketten dört gün sonra bi le kızıl bayrak re­
aktörün üzerinde dalgalanmıştı. Bir ay sonra radyasyon bayrağı yiyi p bitird i . On­
lar da bir başka bayrak koydular. Sonraki ay bir başkasını. .. O bayrağı değiştir­
mek için çatıya çıkan askerin neler h issettiğini kafamda canlandırmaya çal ış­
tım. Bunlar intihar eylem leriydi. Bunun adına ne denir? Sovyet paganizmi? Can­
lı kurban? Ama gerçek şu ki, o gün elime bayrağı verip yukarı tırmanmamı söy­
leseler, bunu yapardım. Neden? Bilemiyorum, o zaman ölümden korkmuyor­
dum. Karım bana bir mektup bile göndermiyordu. Altı aydan beri haber al ma­
m ıştım. (Duraklıyor. ) Bir fıkra ister misiniz? Mahkumun biri hapishaneden kaçıp
Çernobil'deki 30 kilometrelik bölgeye girmiş. Onu yakalayıp radyasyonunu ölç­
müşler. O kadar çok ' parl ıyormuş" ki, onu geri hapishaneye koyamamışlar, has­
taneye götürememişler, i nsanların arasına da sal ıverememişler. Neden gülmü­
yorsunuz?(Gülüyor.)

Oraya vardığımda, kuşlar henüz yuvalarındaydı, terk ettiğimde ise elmalar karın
içinde yatıyordu. Hepsini gömmeye fırsatımız olmadı . Toprağı, toprağa gömdük.
Böcekler, örümcekler ve sülüklerle. Oradaki i nsanlarla . .. Oradaki dünyayla . . .
Edindiğim en kuwetli izienim buydu, böcekler. Size pek bir şey anlatamadım,
bölük pörçük parçalar. Leonid Andreyev' in Kudüs'te yaşayan bir adam hakkında
benzer bir öyküsü var: lsa'nın tutuklandığı evin önünden geçm iş, her şeyi duyup
görmüş, ama dişi ağrımış. lsa'nın çarmıhını taşırken düştüğünü görmüş, düşüp
ağladığını görmüş; fakat dişi ağrıdığı için bu kez de evinden dışarı koşamamış.
Iki gün sonra, dişinin ağrısı geçtiğinde, ahali ona lsa'nın yaşama döndüğünü
söylemiş. O da, "Bunlara şah it olabi l i rdim, ama dişim ağrıdı," diye düşünmüş.

Her zaman böyle mi olur? Babam 1 942 yılında Moskova'yı savunmuş. Büyük bir
olayın içinde olduğunu yıllar sonra, kitaplar ve filmlerden öğrenmiş. Onun hatı-

m
raları ise şöyleydi : "Siperin içinde oturdum. TüfeQimi ateşledim. Bir patlama ne­
deniyle enkaz a ltında kaldım. Beni yarı ölü halde çıkardılar."
Hepsi bu kadar. Zaten o zamanlar karım beni terk etmişti.

Arkady Filin, temitlikçi

Tek Bir Kurşun Haldeında Üç Monolog

Konuşanlar: Viktor Yosivoviç Verjikovski, Khoyniki Amatör Avcilar ve Bal1kç!lar


Birliği'nin başkam; soyadlannm kullanflmasim istemeyen iki avc1, Andrey ve
Vladimir.

l ı k defa bir tilki öldürdüğümda daha çocuktum. Ondan sonra bir geyik vurdum ve
bir daha onları öldürmeyeceğ ime yemin ettim. Ne kadar anlamlı gözleri var!

B i z insanlar, olanları anlayabi l i riz. Hayvanlar ise sadece yaşar. Kuşlar da . . . Son­
bahar aylarında keçiler çok çevik olur. Eğer bulunduğunuz yönden ufacık bir rüz­
gar bi le gelse, sizi hayatta yanına sokmaz. Tilki ise çok kurnazd ır. . .

Bir adam vardı; ortal ı kta dolaşı r, sarhoşkan herkese akıl verirdi. Üniversitede
felsefe okumuş, sonra hapse düşmüş. Eğer Yasak Bölge'de birisiyle karşılaşır­
sanız, hakkındaki gerçekleri size asla söylemez ya da nadiren söyler. Bu ded i­
ğ i m adam akı l l ıyd ı . "Çernobil filozoflar türesin diye oldu," diyordu. Hayvanları
"yürüyen kül ler", insanları ise "konuşan toprak" d iye adlandırıyordu. Toprak . . .
biz topra k yed iğimiz için konuşuyoruz, yan i topraktan yapılmışız.

m
Yasak Bölge insanı içine çeker. Inanın özlersin iz. Bir kere oraya gidin, sonra hep
özlersiniz.
"Pekala çocuklar, bu işi bir düzene soka l ı m . "
"Tamam başkanım, s i z konuşun b i z bir sigara içeceğiz. "
Her şey böyle oldu. Beni bölge yönetimine çağırdı lar.
" D inle baka l ı m avcı başkan. Bölge'nin içinde hala çok miktarda ev hayvanı var;
kedi ler, köpekler. Bir salgını önlemek için, hepsini itlaf etmemiz gerekiyor. Bu­
nu siz yapacaksınız ! "
Ertesi gün bütün avcı ları çağırdım. Durumu anlattım. Kimse gitmek istemedi; zi­
ra hiçbirine koruyucu teçhizat veri lmemişti. Sivil savunmacılara sordum, onlarda
da hiçbir şey yoktu, gaz maskesi bile. Sonunda çimento fabrikasına gidip maske
aldım. Çimento tozuna karşı, sadece ince bir film. Ama gaz maskesi yoktu.
Orada askerlerle karşı laştık. Onlara maskeler. eld ivanler verilmişti, özel zırhlı
araçlarla taşınıyorlardı. Biz ise gömleklerimizle gelmişti k, burnumuza birer men­
d i l bağlamıştık. Eve, ailelerimizin yanına da o giysi lerle ve ayakkabı lada dön­
dük.

Ben iki birlik topladım, her birinde yirmi adam vardı . Içlerinde birer veteriner he­
kim ile salgın hastal ı klar merkezinden biri bulunuyordu. Kepçe li bir traktöre ve
bir kamyona da sahi ptik. Bizim için hiçbir koruyucu önlem almamaları, insanla­
rı düşünmemeleri çok kötüydü. Öte yandan bize hayvan başına 30 ruble ödül
verd i ler. O zamanlar votkanın şişesi üç rubleydi. Bazı ları şöyle reçeteler buldu:
bir şişe votkanın içine bir kaşık kaz boku; bunu iki gün boyunca içmelisin, yani
bir erkek olarak işlevini kaybetmemek için. Bununla ilgili minik bir çastuska*:
"Zaporozhetler yukarıda tutamıyor, Kievl i ler . ise kaldıramıyor. Baba olmak ister­
sen cevizleri kurşunla ört. " Ha-ha.

* Geleneksel Rus taşlama sanatı. (ç.n.)


Iki ay boyunca Yasak Bölge'nin çevresinde dolandık. O civardaki köylerin yarısı
boşaltılmıştı.
Düzinelerce köy: Babçin, Tulgoviçi ... llk geldiğimizde, köpekler evlerinin yanı ba­
şında bekçilik yapıyor, insanların geri dönmesini bekl iyorlardı. Bizi gördüklerine
sevinmişlerdi, sesimize koştular. Evlerin, ağılların, bahçelerin içinde vurduk on­
ları. Sokak boyunca sürükleyip kamyona yükledik. Hiç hoş değ i ldi. Neden öldür­
düğümüzü anlamıyorlardı. Onları öldürmek kolaydı. Hepsi ev hayvanıydı, silah­
tan veya insandan kaçmıyorlardı . Sesimize koştular.

Yerde bir kaplumbağa i lerl iyordu . . . Tanrım ! Boş bir evin önünden geçtik, içeri­
de ba lıklarla dolu akvaryumlar vard ı . Kaplumbağaları öldürmed ik. Ciple bir kap­
lumbağanın üzerinden geçsen de kabuğu kırılmaz. Tabii bunu sadece sarhoşken
deniyorduk. Bahçelerde açık kümesler vardı. Tavşanlar etrafta koşuşturuyordu.
Su samurları hala ki lit altı ndayd ı . Onları çıkardık, yakında bir su kaynağı varsa
yüzüp giderlerdi. Her şey bir süre için terk edi l mişti; çünkü emir neydi? "Üç gün."
Küçük çocukları kandırmışlardı: "Sirke gideceğiz." Çocuklar ağlamıştı. insanlar
geri dönebileceklerini sanıyorlardı. Inanın, savaş meydanı gibiydi. Ked iler in­
sanların gözlerinin içine bakmış, köpekler otobüslere binmeye çal ışarak ulu­
muşlardı. Hem bekçi köpekleri, hem de çoban köpekleri . Askerler onları ittirdi,
tekmeledi. Uzun süre arabaların ardından koştular. Tahl iye korkunç bir şey.

Işte şimdi buradayız. Japonların da Hiroşima'sı var; ama şimdi herkesten i leri­
ler. Her şeyin en üstünde onlar var. Belki biz de ... lik başta evler mühürlendi .
Mühürleri kı rmadık. Pencereden bir kedi görsek, ona nasıl ulaşacaktık? B i z de
onlara dokunmadı k. Sonradan h ı rsızlar geldi, kapı ları pencereleri, panjurları kır­
dılar. Her şeyi ça ldı lar. Ilkin teypler, televizyonlar ve kürkler gitti. Sonra her şe­
yi silip süpürdüler. Yerde sadece alüminyum kaşıklar olurdu. Sonra hala canl ı
olan köpekler evlere yerleştiler. Içeri girdiğinizde yanı nı?a gel iyorlardı; ama ar-
tık insanlara güvenmiyorlardı . Bir defasında bir eve gird i m. odanın ortasında
yavrularıyla bir dişi köpek yatıyordu. Onun için elbette üzüldüm; ama savaşta g i­
biydi k, biz cezalandırıcı lard ık. Aynı şeyd i . Bir askeri operasyon. Gidip köyü çem­
bere alıyorduk ve köpekler i l k kurşun sesini d uyar duymaz ormana kaç ıyordu.
Kediler daha kurnazdı, saklanmaları kolay ol uyordu. Kedinin biri toprak bir kü­
pün içine girmişti . Onu oradan silkeleyerek çıkardım. Ocakların altına sığınıyor­
lardı. Insanın içi kötü oluyor. bir eve g iriyorsunuz, bir anda ayağınızın altından
bir kedi kurşun gibi fırlıyor, elinizde tüfek ardından koşuyorsunuz. Çok zayıf ve
pistiler. Tüyleri top top dökülmüştü. l i k zamanlar çok tavuk vardı. hala kul uçka­
ya yatıyorlardı. Köpekler ve kedi ler de yumurtaları yiyorlardı. yumurtalar bitince
de tavukları yemeye başladı lar. Tilkiler de tavukları yedi, zaten köpeklerle bir­
li kte yerleşim yerlerinde yaşıyorlard ı . Böylece ortada tavuk ka l mayınca köpek­
ler kedi leri yemeye başladı. Bazen bir ağı lda domuzlar bulurduk. kilerde ise her
cinsten yiyecek olurdu: salatal ıklar, domatesler. Domuzları serbest bırakır, yiye­
cekleri ise bir çukurun içine dökerdi�. Domuzları öldürmed ik.

Köyün biri nde yaşlı bir bayan vardı, kendini eve kil itlemişti. Beş kedisi ve üç kö­
peğiyle yaşıyordu. Hayvanlarını tesl i m etmedi . Bize lanetler yağdırdı. Ona bir
köpekle bir kedi bırakıp diğerlerin i zorla aldık. Arkamızdan "Haydutlar! Can i ler ! "
diye bağırıyordu. Boş köylerde bir ocaklar kalmıştı. Khatyni köyünün ortasında
iki yaşlı kadın duruyordu, korkmuyorlardı. Başkası olsa çıld ırırdı. "Tepenin ete­
ğinde traktörümüzdeyd i k. yolun ötesinde de reaktör vardı. Eğer isveçli ler söyle­
messler hala traktörün üzerinde yaşian ıyor olacaktık." Ha-ha.

Kokular ... O kokuların köye nereden geldiğini anlayamazdım. Reaktörden altı ki­
lometre uzaktaydık. Masaly köyü. Röntgen ünitesi gibi kokuyordu. lyodin koku­
su. Bir ekşi l i k . .. Onları çok kısa mesafeden vurmamız gerekiyordu. Yerde yavru­
larıyla yatan köpek bana doğru sıçradı. hemen vurdum. Yavruları pati lerini yalı-

m
yor, esniyor, birbirleriyle oynuyordu. Onları da kısa mesafeden vurmak zorunda
kaldım. Bir köpek vardı - küçük, siyah bir kaniş. Hala onun için çok üzülüyorum.
Bir kamyon dolusu köpek toplamıştık. ta tepeye kadar. Onları "mezarl ı�a" götü­
rüyorduk. Mezarl ık dediğim. yere açılmış büyükçe bir del i kti. Asl ı nda çukuru sa­
tıh suyuna temas etmeyecek bir şeki lde açıp naylonla kaplamamız gerekiyordu.
Bunun için de yüksek bir yer bulmamız lazımdı; ama tabii ki bu kurallar her yer­
de ihlal edildi. H iç naylonumuz yoktu. do�ru yeri bulmak için de çaba sarf etme­
dik. Köpekler ölmemiş, sadece yaral ıysa ulumaya, ağlamaya başlariard ı. Onları
kamyondan çukurun içine döküyorduk. o küçük kaniş ise dışarı tırmanmaya ça­
lı şıyordu. Kimsenin kurşunu kalmamıştı. Elimizde işini bitirecek hiçbir şey yok­
tu. Tek bir kurşun bile. Kanişi çukura geri ittirip öylece gömdük. Hala onun için
üzülüyorum. Küçük bir ev köpe�iydi, şımarık bir kaniş. Kedi leri n sayısı köpekle­
re nazaran çok azdı . Belki insanlar gidince onlar da g itmişti. belki de saklanmış­
lardı.
Onları uzaktan öldürmek daha iyi, böylece göz göze gelmiyorsunuz. Doğru dü­
rüst öldürmeyi öğrenmelisiniz ki. can çekişmesinler. Sadece biz insanlar olanla­
rı anlayabiliriz. onlar ise yalnızca yaşarlar. "Yürüyen kül ler. •

Atlar. onları vurmak için dışarı çıkardığınııda ağlamaya başlarlard ı .


Ş u n u da eklemeden edemeyeceğim h e r canlının bir ruhu var, böceklerin bile. O
yaral ı geyik, orada öylece yatıyor. Onun için üzülmenizi istiyor, ama bunun ye­
rine onu öldürüyorsunuz. Son anda olanları anlıyor. neredeyse insan gibi bakı­
yor. S izden nefret ediyor ya da yalvarıyor: "Ben de yaşamak istiyorum ! Yaşamak
istiyorum ! ·

Ateş etmeyi öğrenin, gerçekten ! Onları dövmek. öldürmekten çok daha kötü.
Avc ı l ı k bir spor, bir nevi spor. Nedense kimse bal ı kçılara çatmaz. ama avcılara
herkes laf eder. Bu haksızl ık!
Avc ı l ı k ve savaş, bir erkeğin gerçek aktiviteleridi r. Gerçek bir erkeğin. Oğluma
bunları anlatamadım. O daha küçük bir çocuk. Nerdeydim, ne yapıyordum? O
hala babasının orada birilerini veya bir şeyi savunduğunu sanıyor. Kendi karar­
gahında olduğunu düşünüyor! Televizyonda gösterdi ler, bir sürü asker, askeri
teçhizat... Oğlum bana soruyor: 'Baba, sen de mi askerdin?"

Televizyondan bir kameraman da bizimle geld i . Hatırlıyor musunuz? Ağladı . O


da bir erkekti ama ağladı. Durmadan üç kafal ı bir yaban domuzu görmek istedi­
ğini söylüyordu. Ha-ha.
Tilkinin biri ormanda yuvarlanan bir zencefi l l i çörek adam görür:
"Zencefil li çörek adam, nereye gidiyorsun? "
"Ben çörek adam değ i l im. Çernobi l l i bir kirpiyim." Ha-ha.
Diyorlar ya, barışçı l atomu her eve soka l ı m !
Şunu söyleyeyim, h e r insan hayvan g i b i ölüyor. Bunu Afganistan'da birçok kez
yaşadım. Ben de midemden yaralanmıştım ve güneşin altı nda yatıyordum. Sı­
cak dayanılmazdı . Susamıştım. Kendi kendime, "Burada bir köpek gibi gebere­
ceğim," dedim. Kanımız aynı hayvanlarınki gibi akıyor, acı aynı.

Bizimle birlikte bir polis memuru vardı - ç ı ldırd ı . S iyam kedi leri için üzülüyordu,
pazarda ne kadar pahal ıya satı ldıklarını söyl üyordu. Üstelik güzeldiler. O da bir
erkekti ... Yanımızdan danasıyla bir inek yürüyor. Onu vurmuyoruz. Atları da vur­
madık. Kurtlardan korkuyorlardı; ama insanlardan değil. Atlar kendini savunabi­
l ir. Kurtlar önce inekleri kaptı . Orman kanunu böyle. Belarus'tan gelen inekleri
Rusya'ya götürüp sattı lar. Bu arada doğan tosunlar lösemi l i çıkıyordu. On ları in­
dirimli fiyattan verdi ler.

En çok yaşlı adamlar için üzülüyorum. Arabalarımıza yanaşır. "Oğlum. evime bir
bakar mısın?' diye sorarlardı. Anahtarları elinize tutuşturur, "Takım elbisemi
alabi l i r misin? Bir de şapkamı." B irkaç kuruş para verir. " Köpeği m ne yapıyor?"
Köpek vuruldu, ev yağmaland ı , oraya artık gidemeyecekler. Onlara nası l söyle­
yebil i rd i k? Anahtarları almad ım . Onları aldatmak Istemedim. Başkaları al ırdı.
"Votkayı nereye koydun? Nereye sakladın?" Yaşlı adam onlara söylerdi. Bazen
votka dolu güğümler bulurlard ı .

Bir düğün i ç i n bizden yaban domuzu vurmamızı istedi ler. Bu bir ricaydı. Hayva­
nın karaciğeri elimizin içinde eriyordu; ama yine de düğün için onu aldılar.

Bil i m adına da ateş ettik. Bir keresinde numune olarak iki tavşan, iki tilki, iki ya­
ban keçisi vurduk. Yaban hayvanlarının da hepsi hastaydı, yine de onları terbi­
ye edi p yiyorduk. Önceleri korkuyorduk. ama sonradan al ıştı k. Bir şeyler yemek
zorundayız, hepimiz de Ay'a taşınamayız ya !

Birisi pazardan tilki kürkü şapka aldı ve kel oldu . . . Bir Ermeni, Yasak Bölge'den
gelen birinden ucuza makine l i tüfek almış ve ölmüş ... M i l let birbirini korkutu­
yordu.

Orada ne ruhuma ne de zihnime bir şey olmadı . Bunların hepsi saçmal ık.
Evleri taşıyan bir şoförle konuştum. Onları Bölge'nin dışına götürüyordu. Artık
ne ev, ne okul. ne de anaokul u kal mıştı. Tahl iye edilecek şeyleri numaralamış­
lard ı ve dışarı çıkarıyorlard ı ! Adamla belki harnarnda karşılaştım, belki de mey­
hanede. Tam olarak hatırlamıyorum. Bana şöyle demişti : "Kamyonu getiriyorlar,
üç saat içinde ev namına ne var ne yoksa söküp yerleştir :yorlar. Sonra Bölge'nin
sınırında biri leriyle bul uşuyorlar.· Evleri Bölge'den dışarı parça parça götürüyor­
larmış. Şoförü yedirip içirip sarhoş ediyorlar, biraz da para veriyorlarmış.

Bazı larımız yırtıcı avcı lar. D iğerleri sadece ormanda yürüyüp kuşlar gibi küçük
aviarı izlemeyi tercih ediyor. Birçok insan acı çekti, kimse hesabını vermiyor.
Önce santralin müdürünü görevden aldı lar; ama şimdi salıvermişler. Bu sistem­
de kimin suçlu olduğunu söylemek de güç. Orada bir şeyler deniyorlarmış. Ga­
zetede askeri amaçlar için plütonyum ürettiklerini okudum. Atom bombası için.
1

Bu nedenle her şey havaya uçmuş. Peki, eğer bu nedenle olduysa neden bura-
da oldu? Neden Çernobil? Neden Almanya veya Fransa değ i l?

Tek bir olay hafızama kazındı. Bir tek şey. Kimsenin o küçük köpeği vuracak bir
kurşunu kalmamıştı. Yirmi kişiydik. Günün sonunda bir tek kurşunumuz bile yok­
tu. Bir tane bi le ...

Çehov ve Tolstoy Olmaksızın Neden Yaşayamayacagımıza Dair Monolog

Neden dua ediyorum? Bir sorun ! Neden dua ediyorum? Kilisede dua etmem,
kendi m için dua ediyorum. Sevmek istiyoru m ! Seviyorum. Sevgi m için dua edi­
yorum. Ama benim için ... (Duraklıyor, konuşmak istemed iği bel l i . ) Hatırlamak
zorunda m ıyım? Belki de her şeyi bir köşeye atmak daha iyi olur. Bu olaya dai r
hiç kitap okumuyorum, hiç f il m izlemiyorum. Filmlerde savaşı gördüm. Büyükan­
nem ve büyükbabam çocuk olduklarını hatırlamıyorlardı, çocukluklarının yerin­
de savaş vardı. Onların çocuklukları nasıl savaşsa, benimki de Çernobil . Oralı­
yım. S iz bir yazarsınız, h içbir kitap bunu ·a n lamama yardımcı olmadı. Tiyatro ya
da sinema da işe yaramadı. Onlarsız da anlayabil iyorum. Kendi başıma. Hepi­
m iz olayları kendi başımıza yaşarız, bundan başka da çaremiz yoktur. Ama man­
tığı m bu olanları reddediyor. Özell ikle annemin bu konuda kafası çok karışık. O,
Rus edebiyatı öğretmeni ve bana hep kitaplarla yaşamayı öğretti. Ama bunun
hakkında hiç kitap yok. Akl ı karıştı. Kitaplar olmadan ne yapacağını bilmiyor.
Çehov ve Tolstoy olmadan . . . Hatırlamak zorunda m ıyı m? Hem hatırlamak istiyo­
rum, hem de istemiyorum. (Kendini dinliyor ya da kendi kendiyle tartışıyor san­
ki.) Eğer bilim adamları bir şey bilmiyorsa. eğer yazarlar bir şey bilmiyorsa. on­
lara yaşamiarım ız ve ölümleri m izia biz yardımcı olacağız demektir. Annem böy­
le düşünüyor. Ama ben düşünmek istemiyorum, mutlu olmak istiyorum. Neden
mutlu olamıyorum?

Pripyat'ta nükleer santralin yakınında oturuyorduk. orada doğup büyüdüm. Bü­


yük prefabrike bir binanın beşinci katında. Pencereden bakınca santral görünür­
dü. 26 N isan günü -patlamadan i ki gün önce- kentimizin son iki günüymüş me­
ğer. Artık orada h içbir şey yok. Geride kalan, bizim memleketimiz değil . O gün
komşulardan biri balkanda oturmuş, dürbünle yang ını seyred iyordu. Biz çocuk­
lar ise. bisikletlerimizi santrala sürdük, bisikleti olmayanlar bizi kıskanmıştı.
Kimse g itmeyi n d iye bağırmad ı . Kimse ! Ne ebeveynlerimiz. ne de öğretmenle­
rimiz. Öğle vakti neh ir kenarında hiç bal ıkçı kalmamıştı. hepsi evine kapkara
dönmüştü. Soçi'de bir ay geçirseniz o kadar kararamazsınız. Nükleer bronzluk!
Santralden yükselen duman siyah ya da sarı değildi, maviydi. Ama kimse bize
bağırmadı . Herkes askeri tehlikelere a l ışıktı. şurada burada patlamalar hep
olurdu. Bu da, sıradan itfa iyeciler tarafından söndürülen sıradan bir yangın ol­
malıyd ı . Oğlanlar dalga geçiyorlardı: "Mezarlığın önünde sıraya girin, en uzun
olan i l k ölecek. " Küçüktüm. Korkuyu hatırlamıyorum. ama başka bir sürü tuhaf
şey hatırl ıyorum. Arkadaşım gece boyunca annesiyle paralarını ve a ltınlarını
gömdüklerini, şimdi ise gömü yerini unutmaktan korktuğunu anlatmıştı. Büyü­
kannem. her nedense emekli olduğunda ona Tula'dan gelen semaver ve büyük­
babamın madalya ları için endişeleniyordu. Bir de Singer dikiş makinesi için.
Sonra hepimiz "tahl iye" edildik. Babam bu sözü işinden eve taşımıştı. Tıpkı sa­
vaş romanlarındaki g ibiydi. Babam bir şeyi unuttuğunu fark ettiğinde çoktan
otobüslere binmiştik. Eve koştu. hill§ elbise askılarında asılı duran iki yeni göm-
lekle geri döndü. Garipti . Askerler uzaylı la r gibiydi ler, koruyucu g iysileri ve mas­
keleriyle sokaklarda yürüyorlardı . Insanlar onlara • B ize ne olacak?" diye sor­
duklarında " Neden bize soruyorsunuz?" diye tersl iyorlardı: "Beyaz Volga'lar şu­
rada duruyor, patranlar orada. Gidin onlara sorun."

Otobüsün içindeyiz. Gökyüzü alabi ldiğine mavi . Nereye gid iyoruz? Çantalarımız­
da, sepetlerimizde Paskalya çörekleri. boya l ı yumurtalar var. Eğer savaş buysa.
kitaplardan okuyup gözümde canlandırdığım gibi bir şey değ i l m iş. Her yerde
patlamalar. bombardımanlar olmalı. Yavaş hareket ediyoruz. sürüler yollarda.
Atları ve inekleri yol boyunca koval ıyorlar. Şeförler çobaniara bağırıp küfredi­
yor: "Neden bunları yola çıkardınız, bilmem ne çocukları ! Radyoaktif toz kaldırı­
yorsunuz ı Alın hayvanlarınızı tarlaya götürün ! " D iğerleri de ekinleri ezmek iste­
mediklerinden küfürle karşılık veriyorlar. Kimse bir daha geri dönmeyeceğ imizi
düşünmüyor. Böyle bir şey daha önce hiç olmamış. Başım dönüyor, bağazım gı­
cıklanıyor. Yaş l ı lar değ i l ama genç kadınlar ağl ıyor. Annem de ağlıyor.

M insk'e g ittik. orada tren biletleri için normalin üç katı para ödemek zorunda
ka ldık. Kondüktör herkese çay getirdi, bize gelince, "Fincanlarınızı uzatın ! " de­
di. Bir şey anlamamıştık, fincanları mı bitmişti? Hayır! Bizden korkuyorlardı.
"Neredensiniz?" "Çernobi l . " Hemen herkes bu yan ıttan sonra suskunlaşırdı. Bir
ay sonra annemierin dairarnize dönmesine izin veri ldi. Bir battaniye, kışl ık pa l­
tom ve annemin favori kitabı Çehov' un seçme mektuplarıyla geri döndüler. Bü­
yükannem yaptığı çilek reçelini neden getirmediklerini anlamamıştı, sonuçta
kavanoz içindeyd i ler. ağızları kapalıydı . Battaniyede bir "leke" buldular. Annem
orayı yıkadı . elektrik süpürgesiyle süpürdü ama h içbiri fayda etmedi. Kuru te­
mizlemeye verdiler, neden sonra lekenin "ışı ldadığı" anlaşıldı. Makasla orayı
kestiler. Battaniye aynı battaniyeydi, paltom da aynı palto, ama artık ne o bat­
taniye ile uyuyabi lir. ne de o paltoyu giyebi l i rdim. Onlardan nefret ediyordum !
O şeyler beni öldürebil ird il Neden böyle h issettim kendi m de anlamıyorum.
Herkes kaza hakkında konuşuyordu, evde, okulda, otobüste, sokakta ... Hi roşi­
ma'yla karşılaştı rıyorlardı . Ama ki mse olaya inanmadı . Anlaşılmaz bir şeye ina­
nabilir misiniz? Ne kadar uğraşsanız da bir anlamı olmaz. Hatırlıyorum. Biz gi­
derken gökyüzü alabildiğine maviyd i . Büyükannem yeni yerine bir türl ü alışama­
dı. Hep eski evini özledi. Son sözü, "Canım alaba l ık istiyor," oldu. Yı llarca ala­
ba lı k yememiz yasaklandı, en çok radyasyon çeken şey o olmuştu.

Onu kendi köyüne. Dubrovniki'ye gömdük. Yasak Bölge'nin içindeydi, diken l i


tellerle çevri lmişti v e askerler ellerinde tüfeklerle sınırı koruyorlardı . Sadece ye­
tişkinlerin içeri g i rmesine izin verdiler; annem, babam ve akrabalar. Beni içeri
sokmadı lar. "Çocukların girmesi yasak." O zaman bir daha büyükannemi ziyaret
edemeyeceğimi anladım. Böyle bir şey okudunuz mu bir yerde? Böyle bir şey
başka nerede olmuş? Annem, " Ben zaten çiçeklerden ve ağaçlardan nefret ede­
rim," diyordu. Kendisinden bile korkmaya başlamıştı. Mezarlıkta, çimiere bir
sofra bezi serip üzerine biraz yiyecek ve votka koydu lar. Askerler radyasyon ci­
hazlarıyla gelip her şeyi attı. Çi m ler. çiçekler, her şey "tıkırd ıyordu". Büyükanne­
mi ne biçim bir yere getirmişti k?

Korkuyorum. Sevmekten korkuyorum. Bir nişanl ı m var, belediyeye evlenmek


için başvurduk bile. H i roşima'daki hibakuşaları hiç duydunuz mu? Bombanın ar­
dından hayatta ka lanları? Sadece kendi aralarında evlenebil iyorlar. Kimse bu­
nun hakkında bir şey yazmıyor, kimse bundan bahsetmiyor ama biz Çernobil hi­
bakuşaları burada yaşıyoruz. N i şanlım beni evine annesiyle tanışmaya götürdü,
çok hoş bir annesi var. Bir fabrikada iktisatçı olarak çalışıyor, çok aktifmiş, bü­
tün antikomünist toplantılara katı l ıyormuş. O çok hoş anne, benim Çernobil 'den
gelen bir aileye mensup olduğumu öğrenince ne dese beğenirsiniz? 'Şekeri m,
peki çocuk sahibi olabi lecek misin?" Belediyeye başvurmuştuk! N işanlım bana
yalvarıyor: "Evi terk ederim. Birlikte bir daire kira larız." Fakat aklıma gelen tek
şey şu: "Şekerim, bazı ları için doğum yapmak günahtır. " Sevmek de günah.

Ondan önce bir başka erkek arkadaşım olmuştu. Bir sanatçıydı. Evlenme plan­
larımız vardı. O olaya kadar her şey yolundaydı. Bir gün stüdyosuna gittiğimde
onu elinde teleton haykınrken buldum: "Çok şansl ısın i Ne kadar şanslı olduğu­
nu bilemezsin ! " Genelde çok sakindi, uyuşuk da denebilir. konuşurken sesinde
ton değişikliği bile olmazd ı . Ve sonra yurtta kalan bir arkadaşının, yan odada
kendini asmış bir kız bulduğu ortaya çıktı . Kendini naylon çorapla asmış. Oğlan
onu aşağı indirmiş. Ben im erkek arkadaşımsa kend inden geçmiş titriyordu: "Ne
gördüğünü bilemezsin ! Onu kol larında taşımış, yüzüne dokunmuş. Dudakların­
da beyaz köpükler varm ış. Acele edersek yetişebil iriz ! " Ölü kızdan bahsediyor
ama bir an olsun onun için üzül müyordu. Sadece onu görmek ve hatırlamak is­
tiyordu ki, daha sonra resmini çizebi lsin. Bir anda, santraldeki yang ının ne renk
olduğunu; vurulan hayvanları görüp görmediği mi; ölü hayvanların sokaklarda mı
yattığını soruşu akl ıma geldi. Insanlar ağl ıyor muydu? Nasıl öldüklerini görmüş
müydüm? Artık onunla bir arada olamazdım. Ona yanıt veremezdim. lKısa bir
sessizlikten sonra.) Sizi de bir daha görmek ister miyim bilmem. Bence siz de
bana onun baktığı gibi bakıyorsunuz. Sadece beni gözleml iyor ve hatızanıza ya­
z ıyorsunuz. Sanki bir deney yapıl ıyormuş gibi. Kendimi bu duygudan kurtaramı­
yorum. Kurtaramayacağ ı m da. Doğum yapmanın günah olduğunu biliyor muydu­
nuz? Ben daha önce hiç böyle sözler duymamıştım.

Katya P.
Savaş Filmleri Üzerine Monolog

Bu benim sırrım. Başka kimse bilmiyor. Bunun hakkında sadece bir kez bir arka­
daşımla konuştum.

Ben kameramanım. Oraya bize öğretilen her şeyi yanıma alarak gittim, savaşta
gerçek bir yazar olursunuz. "Silahlara Veda" en sevdiğim kitaptı. Ben de oraya
g ittim. Ahali bahçelerinde ça lışıyordu, tarlalarda tohum ekiciler ve traktörler
vardı. Neyi filme çekecektim? Patlayan bir şey yoktu. lık çekimimi bir tarım ku­
lübünde yaptım. Sahne yerine bir televizyon koymuş, başına toplanmışlard ı .
Gorbaçov' u dinl iyorlardı; her şey yolunda, h e r şey kontrol a ltında. Köyde b e n çe­
kim yaparken bir yandan da "deaktivasyon" çalışmaları sürüyordu. Çatıları yıka­
d ı lar. Ama eğer akıyorsa, bir yaşlı kadının çatısını nasıl yıkayacaksınız? Topra­
ğın da en verimli kısmını kesi p al ıyorlardı. Sonra yerine sarı kum attı lar. Yaşlı
bayanlardan biri emirleri dinleyerek toprağı kazımıştı; fakat daha sonra kul lan­
mak için gübreyi toplayıp biriktiriyordu. Keşke onu da çekseymişim.

Nereye gitsek şöyle diyorlardı: "Ah, filmci ler gelmiş, durun size kahramanlar ge­
tirelim.' Ardından Çernobi l 'in yanı başında iki gün boyunca inek kovalamış bir
dede-torunu karşımıza çıkarıyorlardı. Çekimden sonra hayvan sürüleri uzmanı
beni çağırdı ve dev bir çukurun yanına götürdü. lnekleri buldozeri e gömüyorlar­
dı; ama ben bunu çekmedim bi le. Onun yerine sahneye sırtımı döndüm ve yurt­
sever belgesel lerimizin izinden giderek Pravda okuyan buldozer operatörlerini
çektim. Ana başl ıkta, "M i l let zorda kalanları terk etmeyecektir ! " yazıyordu.
Şanslıydım, tam o sırada tarlaya bir leylek indi. Bir sembo l ! Başımıza hangi fe­
laket gel i rse gelsin, üstesinden geleceğiz ! Hayat devam ediyor!

Taşra yol ları ... toz ... Bunun sadece toz değil, radyoaktif döküntü olduğunu bil i-
yordum. Objektifi koruyabilmek için kamerarnı sakladım. Mayıs ayı çok kuru
geçmişti. Ne kadar toz yuttuk bilmiyorum. Bir hafta sonra lenf bezleri m şişti. Yi­
ne de filmi cephane gibi saklıyorduk. zira Belarus Merkezi Komitesi genel sek­
reteri Slyunkov'un geleceğ ini duymuştuk. Kimse bize tam olarak nereye gelece­
ğini söylememişti. yine de tahmin ed iyorduk. Bir gün arabam la ilerl iyordum, toz
o kadar kal ındı ki duvarın içinde yol a l ıyormuş gibi hissettim. Hemen ertesi gün
yolu asfaltlad ı lar, hem de iki-üç kat. Işte bu büyük patronları beklediklerinin işa­
retiydi. Daha sonra onları filme çektim, taze asfaltın üzerinde güzel güzel yürü­
yorlardı. Asfaltın bir santimetre bile ötesine geçmedi ler. Bunu da filme aldım.
ama sonra metne koymadım.
Kimse bir şey anlayamamıştı, en korkutucu olan da buydu. Radyasyon cihaziarı
başka. gazeteler başka telden çal ıyordu. Yavaş yavaş benim de aklım başıma
gelmeye başladı, evde küçük çocuğum. sevg i l i karım vardı. Ben nasıl bir salak­
tım ki hala burada kal ıyordum. Belki bana madalya veri rlerdi ama karım beni
terk ederdi.

Tek kurtuluş yolu işi şakaya vurmaktı. Her cinsten fıkra türeti lmişti . Köyün birin­
de dört kadın ve bir serseri ka lmıştı: " Kocan nasıl?" diye birbirlerine soruyorlar­
dı. " Ah ! O madrabaz d iğer köylere de gidiyormuş ! " Hep ciddi olmak mümkün
değ i ldi; ama bu da oldu. Yakınırndaki biri öldüğünde kendimi kötü hissettim.
Güneş doğuyor. kuşlar ötüyor. kırlangıçlar da . .. yağmur yağmaya başlıyor; ama
o öldü. Anl ıyor musunuz? Benim için nasıl bir şey olduğunu bu sözcüklerle an­
latabiliyorum ancak.
Çiçeklenen elma ağaçlarını çekmeye başladım. Arılar vızı ldıyor. her yer gelin gi­
bi bembeyaz . . : Yine insanlar çalışıyor. bahçeler gövermiş. Kamerayı elimde tu­
tuyorum; ışık normal, manzara güzel ama bir şey eksik ... Neden sonra fark et­
tim ki. h içbir koku almıyorum. Bahçede çiçekler açıyor; ama hiç koku yok. Daha
sonra, bazen vücudun yüksek dozda radyasyona kimi duyuları sınıriayarak karşı
koyduğunu öğrendim. O an yetmiş dört yaşındaki annem aklıma geldi. O da ko­
ku alamıyordu ve aynı i l let beni m de başıma gelmişti. Diğerlerine sordum, üç ki­
şiyd i k: "Elma ağaçları nasıl kokuyor?" "Kokmuyorlar." Bize bir şeyler olmuştu.
Leylaklar bile kokmuyordu, leylaklar! Bir an etrafı mdaki her şeyin yapay olduğu
duygusuna kapı ldım. Sanki fi lm setindeydim. Bunu anlayamıyordum. Daha ön­
ce hiç böyle bir şey duymamıştım. Çocukken, bir zamanlar partizanlık yapmış
olan komşu kadın, etrafiarı çevril iyken nasıl kaçmayı başard ı klarını anlatmıştı.
Kucağında bebeği varmış, sadece bir ayl ıkmış. Bataklık boyunca i lerl iyorlarmış,
her yer Almanlarla doluymuş. Bebek ağlamaya başlamış, hepsini ele verebil i r­
miş, bu yüzden kadın onu boğmuş. Bu h ikayeyi mesafel i bir tavırla, sanki o ya­
şamamış, çocuk onun çocuğu değilmiş gibi anlatmıştı. Ş imdi bana bunları ne­
den anlattığını hatırlayamıyorum. Bunu nası l yapabi l mişti? Bütün müfrezenin
bebeği kurtarabil mek için savaşacağını sanmıştım. Ama bir sürü yetişkinin ha­
yatına karşılık çocuğu boğmuşlardı. O zaman hayatın amacı ne? Ondan sonra
yaşamak istememiştim. Küçük bir çocuktum; bunu öğrendi kten sonra o kadını
ne zaman görsem kendimi rahatsız hissettim.
Ya o beni nası l görmüştü? (Bir süre susuyor.) Işte bu yüzden Bölge'de geçirdi­
ğim günleri hatırlamak istemiyorum. Kendi me binbir türlü açıklama uyduruyo­
rum; ama o kapıyı açmak istemiyorum. Orada neyin gerçek, neyin gerçek dışı ol­
duğunu anlamaya çalıştım durdum.

Bir gece otelde uyurken, pencerenin dışından gelen tekdüze bir sesle ve tuhaf
mavi ışıklarla uyandım. Perdeleri açtığımda gördüğüm, kızı l haçlı düzinelerce
kamyonun sessizce ilerlediğiydi. Bir an şoka girdim. Çocukluğumda izlediğim bir
ti lmin sahneleri geldi aklıma -savaş sonrasında büyüdüğümüzden savaş filmle­
rini çok severdi k. Ve orada fil mdeki o görüntü. o duyguyla karşı laştım ... Eğer
herkes kenti terk ettiyse. bir tek siz kaldıysanız ne hissedersiniz? Doğru olan ne­
dir? Ölü taklidi mi yaparsınız?
Khoyniki'de kent merkezinde bir "başarı plaketi " vard ı . Bölgenin en başarı l ı in­
sanlarının adları oraya kazınmıştı. Ama radyoaktif bölgeye girip çocukları ana­
okulundan alan alkolik taksi şoförünün adı plakette yoktu. Herkes gerçekte ne
ise o olmuştu. Tahl iye bambaşka bir şey. Önce çocukları götürdüler, onları bü­
yük otobüslere doldurdular. Birden kendimi savaş fi l mlerinde gördüğüm sahne­
leri çekerken buldum. Sonra insanların da aynı şekilde davrandığını fark ettim.
Herkesin favori fi lmi "Leylekler Uçuyor"da olduğu gibi gidiyordu insanlar; tek
damla gözyaşı ve elveda sözcükleri. Asl ı nda filmlerde görmeye alışık olduğu­
muz bir davranış şekl ini arıyorduk. O anı filmlerdeki gibi yaşamak istemişti k ve
hatırladı klarımız da bunlar olmuştu. Kız annesine, "Her şey yolunda. cesurum.
kazanacağız ! " dereesine el sal l ıyordu.

Minsk'e gittiğ imda orayı da boşaltacaklarını sandım. Karıma ve çocuğuma na­


sıl veda edecektim? Kendimi aynı hareketi yaparken düşledim: Kazanacağız!
Bizler savaşçıyız. Hatırladığım kadarıyla, babam asker olmasa da askeri kıyafet­
lerle dolaşırd ı . Para pul düşünmek burjuva işiydi, kend i canını düşünmek yurt­
severliğe sığmazdı. Normal hayat açl ık içinde geçiyordu. Onlar; anne, babamız,
büyük bir felaket yaşamışlardı. biz de bunu geçirmel iydik. Yoksa hiçbir zaman
gerçek insanlar haline gel meyecektik. Işte böyle yaratılmıştık. Çal ışarak ve iyi
yemekler yiyerek geçen bir hayat tuhaf ve çeki lmez olurd u !

Temizlikçi lerle beraber. b i r teknik enstitünün yatakhanesinde kal ıyorduk. Genç


çocuklardı. Bize. bir bavul dolusu votka verd i ler. Radyasyondan kurtulmaya yar­
dımcı oluyordu. Yatakhanade bir grup hemşire olduğunu öğrendik. Hepsi kadın­
dı. Gençlerderi biri. "Sonunda biraz eğlenebi leceğ iz" dedi. Iki tanesi dışarı çıktı
ve gözleri yerinden fırlamış halde geri döndüler. Kızlar koridorda yürüyorlarmış:
Pijamalarının altına çizg i l i uzun donlar giymişler. paçaları yerlerde geziniyor­
muş. Birbirine uymayan. eski ve kullanılmış giysi ler varmış üzerlerinde. Kimi es-
ki bir tulum, kimi teri i k, kimi de de her yan ı dökülen çizmeler g iyiyormuş. Bun­
ların üzerine de her nasılsa kimyasal larla işlenmiş yarı plastik g iysiler giymiş­
ler. bazıları gece yatarkan bile üzerindekileri çıkarmıyormuş. Korkunç bir sahne.
Ayrıca hemşire de değ i l larm iş; onları enstitüden. askeri çalışmalar bölümünden
bulmuşlar. Sadece bir hafta sonu süreceğini söylemişler; ama bir aydır orada­
larmış. Bize. reaktöre götürüldüklerini ve yangın yerini gördüklerini söyledi ler.
Yangın yerinden bahseden bir tek onlar oldu. Onları hal§ koridorlarda uyur ge­
zer gibi dolaşırken canland ırabil iyorum gözümde.

Gazeteler. rüzgarın neyse ki başka tarafa estiğini. şehre. Kiev'e doğru esmedi­
ğini yazdı . Fakat şimdi de Belarus'a doğru esiyordu, bana ve Yurik' ime doğru.
Bir gün ormanda yürüyüp lahana toplamıştık. Tanrım, neden kimse bizi uyarma­
dı? Ormandan Mi nsk'e dönüp, işe gitmek üzere otobüse bindiğimda kulağıma
çal ı ndı: 'Çernobil'de çekim yapıyorlarmış, kameramaniardan biri ölmüş. Yan­
mış." Kim olduğunu. tanıyıp tan ı madığımı merak etmiştim. "Genç bir adam. iki
çocuğu varmış." Adını söylüyorlar: "Vitya Gureviç." Bu adı taşıyan bir kamera­
manımız vardı. genç bir adam. Ama ya iki çocuk? Neden bize söylememiş aca­
ba? Stüdyoya yaklaşırken birisi bilgiyi düzeltiyor: "Gureviç değil. G utin. Sergey. "
Tanrım, bu benim ! Şimdi komi k gel iyor; ama stüdyoya g iderken kapıyı açtığım­
da adıma düzenlenmiş bir anma toplantısıyla karşı laşmaktan korkmuştum. Ak­
l ı mdan garip sorular geçiyordu: 'Acaba fotoğrafımı nereden buldular? Insan
Kaynakları bölümünden mi?" Bu dedikodu nereden çıkmıştı? Sanırım olayın bü­
yüklüğüyle kurbanların sayısı arasındaki orantısızl ıktan. Örneğin. Kursk savaşı
sırasında binlerce kişi ölmüştü. bu anlaşılır bir şeyd i . Fakat burada ilk birkaç
gün içinde sadece yedi itfaiyec i öldü. Sonra. birkaç tane daha. Fakat daha son­
ra, tanımlar bizler için içinden ç ıkı lmaz bir hal aldı: "birçok nesil", "daima", "hiç­
bir şey" . . . Böylece söylentiler ç ıkm ıştı: üç kafa l ı kuşlar. ti lkileri öl ümüne gaga­
layan tavuklar, kel kirpiler. . . Daha sonra Bölge'ye bir başkasının gitmesi gerek-
ti. Kameramanın biri ülser raporu getirdi, diğeri izne çıktı.
Yine beni çağırdı lar:
,;Yine gitmen gerek."
"Ama daha yeni geldim."
"Işte bu yüzden, sen bir kere gittin, artık senin için fark etmez. Hem zaten ço­
cukların da var. D iğerleri henüz çok genç."
Ah, lsa adına, belki beş-altı çocuk istiyordum? Ama bana baskı yapmaya başla­
d ılar; maaşları gözden geçireceğiz, sana zam yapacağız .. . Acı ve komi k bir hika­
ye, çoktan aklımın bir köşesine kaldırmıştım.
Bir keresinde toplama kampına gitmiş i nsanları çekmiştim. Birbirleriyle karşı­
laşmaktan çekiniyorlardı. Bunu anlayabil iyordum. Bir araya gelip savaşı hatırla­
makta doğal olmayan bir şeyler vard ı . Bu türden bir aşağı lanmayla karşı karşı­
ya kalmış, insan ın en dibe vurduğu anı görmüş olanlar, birbirinden kaçıyor. Çer­
nobil'de hissettiğim bir şey vardı, hakkında konuşmak istemediğim bir şey. As­
lında bütün insani düşüncelerimiz göreli. Uç durumlarda, insanlar kitaplarda
okuduğumuz gibi davranmıyor. Insanlar kahraman değ i l .

Hepimiz kıyamet kürekçileriyiz. Küçüklü büyüklü. Kafamda bu görüntüler, bu re­


simler var. Kolhaz yöneticisi ailesini. eşyalarını ve giysi lerini taşıyabi lmek için
iki araba ta lep ediyor. Parti organizasyonu da adil olunmasını, onlara da araba
verilmesini istiyor. Bu arada hemşirelik okulundakiler araba olmadığı gerekçe­
siyle günlerce tahl iye edilemiyorlar. Bunları gördüm. Kolhaz yöneticisine veri len
iki araba bütün eşyalarını a lmaya yetmemişti, buna üç l itrelik reçel ve turşu ka­
vanozları da dahil. Onları ertesi gün nasıl toplayıp götürdüklerini gördüm. ama
nedense bunu ı:la çekmedim. (Gülüyor.) Bakkaldan biraz salam. biraz konserve
yiyecek aldık; ama yemeye korktuk. Yanı mızda taşıyı p durduk; çünkü atmak is­
temiyorduk. (Ciddi leşiyor.) Kötülük mekanizması kıyamet koşullarında bile ça lı­
şıyor. Anladığım budur. Insanlar dedi kodu edip patraniarına yaltaklanacak. te-
leviıyonunu ve çirkin kürk paltasunu kurtaracak. Insanoğlu sonsuza kadar aynı ·

kalacak. Daima.

Birl ikte film çektiğimiz grup için daha sonra hiçbir ücret alamamış olmama üzü­
lüyorum. Bir tanesinin daireye i htiyacı vardı, ben de birlik komitesine g ittim.
"Bize yardı m edin. a ltı aydır Bölge'deyiz. Bizim de bazı yard ı mlar almamız gere­
kir." "Tamam," dediler. "Bize sertifikalarınızı getirin. Damga l ı sertifikalara ihti­
yacınız var." Bölge'deki bölgesel korniteye gittiğimizde sadece bir kadın vardı,
Nastya, ortalığı süpürüyordu. Herkes kaçmıştı.

Burada bir müdür var, elinde yığınla sertifika; nereye gittiği. neyin filmini çekti­
ği ... tam bir kahraman.

Kafamda, henüz çekernediğ i m uzun bir fi l m planladım. Pek çok bölümden olu­
şuyor. (Susuyor.) Hepimiz kıyamet kürekçileriyiz.

Bir keresinde askerlerle, ihtiyar bir kadının yaşadığı kulübeye gittik:


"Pekala büyükanne, hadi gideli m '
"Tamam çocuklar."
"Eşyaların ı topla bakalım büyükanne." Dışarıda sigara içip bekliyoruz. Neden
sonra yaşlı kadın. elinde bir ikona. bir kedi ve öteberisini koyduğu bir bohçayla
gel iyor. Götürmek istedikleri bundan i baret.
'Büyükanne kediyi götüremezsin. Yasak. Kürkü radyoaktif."
"Kedim olmadan bir yere g itme m ! Onu nasıl bırakırım? O benim ailem gibi ! '
Yaşl ı kadı n ve kokmayan elma ağaçları. . . Işte o zaman kendi istediklerimi çek­
meye başladım. Şimdi sadece hayvanları çekiyorum. Bir keresinde Çernobil
filmlerimi çocuklara gösterdim, herkes bana kızdı. Neden bunu yapıyordum? Bu­
nu görmeleri gerekmezdi. Bu arada o çocuklar da aynı korkunun içinde yaşıyor.
kanları değişiyor, bağışıklık sistemleri çöküyor. 5-1 O kişinin gelmesin i beklerken
bir anda bütün salon dolmuştu. Birçok soru sordular, bir tanesi hafızamdan si­
l inmedi. Kekeleyen ve kızaran bir oğlan, " Neden kimse hayvaniara yardım etme­
di?" diye sordu, işte geleceğin insanı. Sorusunu yanıtlayamadım. Sanatım ız in­
sanın sevgisi ve acıları üzerine, yaşayan her şeyi kapsamıyor. Sadece insanlar.
Diğerlerinin düzeyine inmiyoruz, hayvanlar, bitki ler, dünyanın kalanı . . . Çarno­
bil'le beraber insanoğlu her şeye el sa lladı.

Araştırdım, soruşturdum. Kazadan sonraki ilk birkaç ay içinde, biri leri insanlar­
la beraber hayvanları da tahliye etmek istemiş. Ama nası l? Hayvanları nereye
yerleştirirsiniz? Belki toprağın üzerindeki ler toplanabil irdi, ya toprağın altında­
ki ler? Böcekler ve solucanlar? Ya gökteki ler? Bir serçe veya güvercin nasıl tah­
l iye edilir? Onları ne yaparsınız? Bu konuda bilgi miz yok. Felsefi bir ikilam bu.
Duygularımızın bir perestroikası.
"Rehineler' adında, hayvanlarla ilgili bir film yapmak istiyorum. Bana tuhaf bir
şey oldu, hayvaniara yakınlaştım. Eskiden olduğundan daha yakınım onlara,
aramızdaki mesafe azaldı. Şimdi Bölge'ye gittiği mde, terk edi lmiş bir evden zıp­
layan bir yaban domuzu görüyorum. Ardından bir elk çıkıyor. Bunları çekiyorum.
Her şeyin bir hayvanın gözünden görüleceği bir film yapmak istiyorum. Insanlar
bana: "Ne çekiyorsun?" diye soruyor. "Çevrene bir baksana, Çeçenistan'da sa­
vaş var." Ama Aziz Francis kuşlara vaaz verirdi. Onlarla eşiti gibi konuşurdu. Pe­
ki ya bu kuşlar onunla kuş d i l inde konuştuysa? Ya onların düzeyine inen o de­
ği lse?

Sergey Gurin,
kameraman
Bir ÇıQiık

Durun, ey iyi insanlar! Biz burada yaşamak zorundayız. Konuşuyor, ardından da


gidiyorsunuz; oysa biz burada yaşamak zorundayız. Hemen önümde sağ l ı k kar­
neleri duruyor. Her gün onları e l i me al ıyor, her gün onlara bakıyorum.

Anya Budai - 1 985 doğumlu - 380 bekerel.


Vitya Grinkeviç - 1 986 doğumlu - 785 bekerel.
Nastya Şablovskaya - 1 986 doğumlu - 570 bekerel.
Alyoşa Plenin - 1 985 doğumlu - 5709 bekerel.
Andrey Kotçenko - 1 987 doğuml u - 450 bekerel.

Bunun imkansız olduğunu söylüyorlar! Tiroid bezlerinde bununla nasıl yaşaya­


bilmişler? Biri leri daha önce bu konuyla i l g i l i bir deney yapmış mı? Her gün on­
ları görüyor ve okuyorum. Yard ı m edebil i r misiniz? Hayır ! Öyleyse neden bura­
ya geldiniz? Sorular sormaya mı? Bize dokunmaya mı? Onların acılarını satma­
yı reddediyorum. Onlar hakkında felsefe yapmayacağım. Lütfen bizi rahat bıra­
kın. Bizim burada yaşamamız lazım .

Arkady Pavloviç Bogdankeviç,


sağ/tk memuru
Yeni Bir Ulusa Dair Monolog

Konuşa nlar: Nina Konstantinova ve Nikolay Prokoroviç lharkov, her ikisi de öğ­
retmen. Nikolay çaltşma ekonomisi, Nina edebiyat öğretiyor.
N ina:
Ölüm sözünü o kadar sık işitir oldum ki artık umursamıyorum. Hiç çocukların
ölümden bahsetmesine tanık oldunuz mu? Yedinc i sınıftaki öğrencilerim bu ko­
nuda tartışıyorlar, ölüm korkutucu mu, değ i l mi? Eskiden çocuklar; Nereden gel­
dik? Bebekler nasıl yapılır? gibi sorular sorardı . Ş imdi ise nükleer savaştan son­
ra neler olacağını düşünerek kaygılanıyorlar. Artık klasikleri sevmiyorlar, onla­
ra hafızamdan Puşkin okuyorum, aldığım karş ı l ı ksa soğuk, uzak bakışlar oluyor.
Çevrelerinde farklı bir dünya var. Fantastik kitaplar okuyorlar; dünyayı terk edip
başka dünyalara, kozmik zamana hakim olan insanlar hoşlarına gidiyor. Ölüm­
den yetişkinlerin korktuğu şekilde korkuyor olamazlar; fakat ölüm onlara fantas­
tik bir şey gibi geliyor.

Merak ediyorum, ölüm çevrenizde olduğu zaman neden sizi düşünmeye zorlu­
yor. Ş i mdi Rus edebiyatı okuttuğum çocuklar, on yıl öncekilere benzemiyorlar.
Sürekli birilerinin ya da bir şeyin gömüldüğünü, yer altına konduğunu görüyor­
lar. Evler, ağaçlar, her şey gömülüyor. On beş, yirmi dakika sırada bekleseler,
birkaçı bayılıyor. burunları kanamaya başlıyor. Onları şaşırtmak. mutlu etmek
i mkansız. Hep yorgun ve uykulular. Yüzleri solgun. gri. Ne oyun oynuyorlar. ne
de yaramazl ık yapıyorlar. Dövüşür ya da kazara bir cam kırariarsa öğretmenleri
mutlu oluyor. Onlara kızmıyoruz; çünkü çocuk gibi değil ler. Ve çok yavaş büyü­
yorlar. Derste birisinden bir şeyi tekrar etmesini istiyorsunuz, çocuk tekrar ede­
miyor. Bazen bir tek cümleyi tekrar etmesini istiyorsunuz, yine edemiyor. Içim­
den onlara sormak gel iyor: " Neredesin? Nerede?"
Bu konuda çok düşünüyorum. Duvara suyla resim çiziyor g ibiyim. Kimse ne res­
mi çizdiğimi bilmiyor, kimse tahmin edemiyor, kimse görmüyor. Yaşamlarımız
Çernobil etrafında dönüyor. Kaza olduğunda neredeydiniz. reaktörün ne kadar
uzağında yaşıyorsunuz? Ne gördünüz? Kim öldü? Kim gitti? Nereye gitti ler? lık
aylarda lokantalardan tekrar ses gelmeye başladığını hatırlıyorum, "Hayata bir
kez gelinir:· 'Eğer öleceksek, bari müzik yapalım." Askerler ve subaylar gelirdi.
Ama şimdi Çernobi l h er g ün bizimle. H a m il e genç b i r kadın birdenbire öldü, pa­
tolog hiçbir teşhis koyamadı. Küçük bir kız kendini astı, daha beşinci sınıfa gi­
d iyordu. Hiçbir neden olmaksızın. Küçük bir kız ... Burada her şeyin bir tek teşhi­
si var. Çernobil . Ne olursa olsun. herkesin aklına hemen Çernobil gel iyor. Bazı­
ları bize kızıyor: "Hastasınız çünkü korkuyorsunuz. Korkudan hastalanıyorsunuz.
Radyotabi bu." Öyleyse neden küçük çocuklar hastalanıp �l üyor? Onlar daha
korkuyu bilmiyorlar. anlayamıyorlar.

O günleri hatırlıyorum. Genzim yanıyordu. bütün vücuduma bir ağırl ı k yayılmış­


tı. Doktor bana :
"Hasta l ı k hastasısın," dedi. "Çernobil yüzünden herkes bu durumda."
" Neden hasta lı k hastası olayım? Her yerim acıyor. kendimi halsiz hi ssed iyo­
rum."
Kocamla birbirimize itiraf etmekten utanmıştık, ama bacaklarımız yavaş yavaş
uyuşuyordu. Herkes şikayetçiydi. arkadaşlarımız. herkes. Sokakta yürürken in­
sanın içinden bir anda yere uzanıvermek gel iyordu. Öğrenci ler dersin ortasında
sıranın üzerine yığ ı l ı r ve bil inçlerini kaybederlerdi. Herkes mutsuz, asık suratl ıy­
dı; bütün gün boyunca gülen yüz görmek mümkün olmuyordu. Saat sabah sekiz­
den akşam dokuza kadar çocuklar okul binasında kalmak zorundaydı . Dışarı çı­
kı p oynamak kesinl ikle yasaktı . Onlara formalar verilmişti. kızlara etek ve göm­
lek; ağianiara takım elbise. Ama eve de bu giysi ler içinde gidiyorlardı ve ondan
sonra ne ol uyordu bil inmez. Kura l lara göre. annelerin formaları her gün yıkama-
ları gerekiyordu, böylece çocuklar okula temiz g iysilerle gelebi lecekti. Fakat her
şeyden önce onlara sadece bir takım forma veri lmişti, ayrıca annelerin işi zaten
başlarından aşkındı ve çamaşırları neden her gün yıkamaları gerektiğini anla­
mamışlardı. Onlar için kir; mürekkep, çamur veya yağ lekesiydi. "kısa yarı ömür­
lü izotoplar" değil. Bunları vel i lere anlatmaya çal ıştığımda, bana Afrikalı bir bü­
yücüymüşüm gibi baktı lar. "Bu radyasyon ne? Yenir mi. içilir mi? .. Size asıl rad­
yasyonu anlatayım, aydan aya iki yakamız bir araya gelmiyor, son üç günü süt
ve patatesle geçiriyoruz. Tamam mı?" Sonra anne, "Boş ver" d iyor. Çünkü pata­
tesleri yememeleri, sütleri içmemaleri gerekiyor. Devlet dükkaniara Çin'den ba­
zı donmuş g ıdalar ve kara buğday getirtti. Ama kimsede bunları satın alabi le­
cek para yoktu. Burada yaşad ığımız için bir tazminat al ıyoruz -ölüm tazminatı­
ama hiçbir işe yaramıyor. alsa alsa iki konserve a l ır. Çamaşır kuralları, bel l i bir
durumda yaşayan insanlara göre, bizimse durumumuz öyle değ i l ! Ayrıca insan­
lara bekerel ve röntgen arasındaki farkı anlatmak da kolay olmuyor.

Ben bu duruma kadercilik diyorum. Örneğin, i l k yıl bahçede yetişenleri yemek


yasaktı; yine de herkes yedi . Onlara o kadar bakmışlardı ! Insanlara domatesle­
rini ve salatal ıklarını yiyemeyeceklerini anlatmaya çal ışın bakalım. Neden yiye­
meyecekler? Tatları yerinde, yiyince insanın midesi ağrımıyor. Karanlıkta da ışık
saçmıyorlar! Komşumuz ormandan kestiğ i ağaçlarla yer döşemelerini yeni ledi,
sonra ölçtüklerinde radyasyonun normalin yüz katı olduğunu gördüler. Ama kim­
se döşemeleri sökmedi , orada, bir şekilde her şeyin kendi katıl ı m ları ve yardım­
ları olmaksızın iyiye g ideceği ne inanarak yaşıyorlar. Önceleri i nsanlar bazı şey­
leri radyasyonlarını ölçtürrnek için getiriyordu. Ama her şey l imitlerin çok üstün­
de radyoaktif çıkınca vazgeçti ler. Bilmedikleri sürece sorun yoktu. Hayat eskisi
gibi devam etti. Toprağı bel ledi ler, ekip biçti ler. Hiç olmayacak olan oldu; ama
insanlar yaşamiarına bir şeki lde devam etti . Bahçedeki salata l ıkları yiyememek
Çernobil'den daha önemliydi. Çocuklar yaz boyu okulda tutu ldu, askerler burayı
özel bir tozla yıkadı lar. okulun çevresindeki toprağı kazıdı lar. Ya sonbaharda?
Sonbaharda öğrenci leri pancar toplamaya gönderdiler; burada çal ışmaları için
üniversite öğrenci leri getirilmişti . Kalan herkes kovalandı. Çernobil, patatesleri
tarlada bırakmak kadar kötü olamazdı. Suç kimde? Bizde değ i l de kimde?

Önceleri çevremizdeki dünyanın farkında değildik. Gökyüzü gibi, hava gibi ... Bi­
ri bize onu bahşetmişçesine oradaydı ve bize bağl ı değildi. Hep de orada ola­
caktı. O zamanlar ormanda yatar, gökyüzünü seyre dalardım. Öylesine mutlu
olurdum ki kendi adımı bile unuturdum. Ya şimdi? Orman hala güzel, her yer ko­
ca yemişlerle dolu; ama kimse onları toplamıyor. Sonbaharda, ormanda bir in­
san sesi duymak çok zor. Korku d uygu larımıza işledi. bilinçaltımıza yerleşti. Ha­
la televizyonumuz. kitaplarımız ve hayal gücümüz var. Çocuklar ormanı ve neh­
ri görmeksizin evlerinde büyüyor. Onlara sadece uzaktan bakabiliyorlar. Bunlar
çok farkl ı çocuklar. Onlara gidip, bir zamanlar ebedi olduğunu sandığım Puşkin'i
okuyorum. Sonra korkuya kapıl ıyorum, ya bütün kültürümüz bir kütüğe yazılmış
bayat yazıtlardan ibaretse? Ya sevdiğim her şey böyleyse?

Nikolay:
Bil iyorsunuz, bizler asker gibi yetiştiri ldik. Bir nükleer saldırıyı durdurmak ve et­
kisiz hale getirmek için eğitim aldık. Kimyasal, biyoloj i k ve atomik saldırılara
hazırdık. Ama organizmalarımızdan radyonüklitleri nasıl çıkaracağımızı bi lemedik.

Bu olay savaşla karşı laştırı lmaz; yine de herkes bu karşılaştırmayı yapıyor. Ço­
cukken Leningrad kuşatmasına şahit oldum, çok farklıydı. Orada cephede g ibiy­
d ik, durmadan üzerimize kurşun yağ ıyordu. Açlık vardı, yı llar süren açl ık . . . In­
sanlar hayvan i içgüdülerle hareket ediyordu. Burada ise, bahçeye bir çıkıyorsu­
nuz. her şey çiçeklenmi ş ! Bunlar karşı laştırılabil i r şeyler değ i l . Başka bir şey
söyleyecektim, ama unuttum. Hah, ateş başladığında, Tanrı herkesin yardı mcı-


sı olsun. O saniye ölebilirdiniz, gelecekte herhangi bir an deği l . o an. Kışın kıt­
l ı k olurdu. Leningrad'da aha li mobi lyalarını yaktı, dairarnizde ağaçtan yapılma
ne var ıie yoksa yandı. Kitapları, hatta eski yer bezlerini bile sobada yaktık. Ba­
zen adamın biri sokakta yürürken oracığa oturur kalırdı. ertesi gün geçerken onu
hala oturur halde görürdünüz. Bu donduğuna işaretti, orada bir hafta daha, hat­
ta bahar gelip de güneş donu eritane kadar oturabilirdi. Kimsenin onu kaldıra­
cak gücü olmazdı. Bazen biri buzda kayıp düştüğünde biri yardı m eli uzatırdı.
Ama genelde kimse ilgi lenmezdi. Yürür geçerlerd i . Hatta sürünür geçerlerdi. ln­
sanların yürür gibi değil de sürünür gibi, yavaşça yürüdüklerini hatırl ıyorum. Bu­
nu hiçbir şeyle karşılaştıramazsınız.

Reaktör havaya uçtuğunda annem hal a yaşıyordu ve hep şöyle derdi: En kötü "

şeyleri yaşadık oğlum. Kuşatmayı yaşadık. H içbir şey ondan kötü olamaz. "

Savaşa hazırlanıyorduk. nükleer savaşa, nükleer sığınaklar kazmıştık. Atomdan


da şarapnalden saklanır gibi saklanmak istedi k. Ama atom her yerde. Ekmekte.
tuzda. Radyasyon soluyor, radyasyon yiyoruz. Ekmeğin, tuzun olmaxabilir, hiçbir
şey yiyemez duruma düşebil irsin. bir deri kemeri kaynatıp kokusuyla idare et­
mek zorunda kalabi l i rsin. onu anlayabi lirim; ama bunu anlayamıyorum. Her şey
mi zehirli? Öyleyse nasıl yaşayacağız? lık birkaç ay etrafta korku kol geziyordu.
Doktorlar, öğretmenler, kısaca cahil olmayan herkes işini gücünü bırakıp kaçtı.
Ama askeri disiplin -parti kartlarımızı al ıyorlardı- ki msenin gitmesine izin ver­
medi. Kim suçlu? Nasıl yaşayacağımız sorusunu cevaplandırmak için. önce ki­
min suçlu olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kim? Bilim adamları mı? Santral perso­
neli mi? Müdür mü. görevli memurlar mı? Neden insan icatları olarak otomobil­
lerle uğraşmıyoruz da santrallerle uğraşıyoruz? Bütün atom santral lerinin kapa­
tı lmasını. bütün nükleer fizikçilerin hapse atı lmasını mı istiyoruz? Onları lanet­
l iyoruz! Ama bilgi tek başına suçlu olamaz. Bugünün bilim adamları da Çerno-
bil'in kurbanları oldular. Çernobil'den sonra yaşamak istiyorum, Çernobil'den
sonra ölmek değ i l . Anlamak istiyorum.

Şimdilerde insanların tepkisi değişti. On yıl geçti ve herkes sonuçları savaşınki­


lerle karşı laştırıyor. Savaş dört yıl sürdü. Yani iki savaş geçirmiş gibi olduk. Si­
ze insanların tepkilerini aktarayım:
"Her şey geçti. ·
" He r şey iyi olacak."
"On yıl geçti bile. Artık korkmuyoruz. '
"Hepimiz öleceğiz! Hepimiz pek yakında öleceğ iz ! "
"Bu ülkeyi terk etmek istiyorum."
'Bize yardım etmeliler. "
"Cehennemin dibine kadar. .. Ben yaşamak istiyorum . "
Galiba hepsi b u. Bunları h e r gün işitiyoruz. Bence, bizler bir b i l i msel deneyin,
uluslararası bir laboratuvarın deney hayvanlarıyız. On m i lyon Belaruslu var ve
iki mi lyonu zehirlenmiş topraklarda yaşıyor. Bu kocaman bir şeytan laboratuva­
rı eder. Verileri yazın, neyin deneyini yapmak istiyorsanız yapın. Her yerden bu­
raya insan akıyor, Moskova'dan, Petersburg'dan, Japonya 'dan, Almanya'dan ve
Avusturya'dan. Tezler yazıyorlar. Gelecek için hazırlanıy�rlar. (Uzun süre susu­
yor.) Ne mi düşünüyordum? Yine karşılaştırma yapıyordum. Düşünüyorum da,
Çernobi l hakkında atıp tutuyorum, ama kuşatma hakkında konuşamıyorum. "Ku­
şatılmış Leningrad'ın Çocukları" adı altında bir toplantı düzenlediler, ben de git­
tim ama orada tek bir söz edemedim. Sadece korkuyu anlatmak yetmeyecekti.
Evde kuşatmadan bahsetmezd ik, annem bunu hatırlamamızı istemezd i . Fakat
Çernobi l hakkında konuşuyoruz. (Duruyor.) Hayır. bundan birbirimize bahsetmi­
yoruz. Bu konu sadece dışarıdan biri geldiğinde açı l ıyor: yabancı lar, gazetec iler,
burada oturmayan akrabalar. Neden Çernobi l hakkında konuşmuyoruz? Okullar­
da örneğin. öğrenci lerimizle? Onlar tedaviye gittikleri Avusturya, Fransa. Al-
manya gibi ülkelerde bunu konuşuyorlar. Çocuklara soruyorum. orada nelerden
bahsettiniz, neler onların i lgisini çekti? Kaldıkları şehirlerin veya köylerin adla­
rını, misafiri oldukları kişi leri hatırlamıyorlar. akıllarında kalan tek şey güzel ye­
mekler ve aldıkları hediye ler. Birisine teyp alınmış, diğerine al ınmamış. Parası­
nı kazanmad ıkları, vel i lerinin de kazanmadığı giysi lerle çıkageliyorlar. Sanki bir
sergida gibi ler. Biri lerinin onları tekrar oraya götürmesi için dört gözle bekliyor­
lar. Onlara yine hava basacaklar. hediyeler alacaklar. Buna alıştı lar. Ş imdiden
bir yaşama biçimi. dünyayı görme biçimleri oldu. Bu büyük 'yurtdışı" deneyimin­
den sonra okula gitmek zorunda kal ıyorlar. Sınıfta oturuyorlar. Hemen daha
gözlemci olduklarını fark ediyorum. Onları stüdyoma götürüyorum. ahşap hey­
kellerim orada. Çocuklar onla�ı seviyor. Onlara: "Siz de bir ağaç parçasından
böyle şeyler yapabilirsiniz. deneyin," d iyorum. Uyanı n ! Bu beni m kuşatmadan
kurtulabi lmemi sağladı. yıllar aldıysa da.
Genelde suskunuz. Haykırıp şikayet etmiyoruz. Her zamanki gibi sabırl ıyız. Çün­
kü daha konuşacak sözcüklerimiz yok. Bu konudan bahsetmekten korkuyoruz.
Nasıl olacak bilmiyorum. Bu olağan bir deneyi m değil. ortaya çıkardığı sorular
da bildik sorular değ i l . .. Dünya sanki ikiye bölündü, bir tarafında biz, yani Çer­
nobi l l i ler. diğer tarafında da siz. yani diğerleri var. Fark ettiniz mi? Buralarda
kimse Rus. Belaruslu veya Ukraynalı olduğunu söylemiyor. Sorarsanız herkes
Çernobilli. "Çernobil'deniz." "Ben Çernobil liyim." Sanki farkl ı insanlardan, yeni
bir ulus oluşmuş gibi.
Çemobil'i Yazınaya Dair Monolog

Karıncalar, ağaç dalı boyunca tırmanıyor. Her yerde askeri teçhizat var; asker­
ler, bağırışlar, küfürler, patırdayan hel ikopterler ama onlar tırmanıyor. ..
Bölge'den eve dönüyordum, gördüğüm onca şeyden aklımda bir tek karıncalar
kaldı. Ormanın içinde durduk, sigara içmek için bir huş ağacının yanına gittim,
ona dayandım. Gözümün önünde karıncalar, bizi umursamaksızın dala tırmanı­
yorlardı. Gideceğiz ve bizi fark etmeyecekler. Ya ben? Onlara daha önce hiç bu
kadar yakından bakmamıştım.

Ilkin herkes "bu bir felaket" dedi ardından da "nükleer savaş" dedi ler. Hiroşima
ve Nagazaki hakkında bir şeyler okumuş, belgeseller izlemiştim. Korkutucuydu;
ama anlaşılabilirdi. Nükleer savaş, patlamanın çapı. .. haya l i mda canlandırabi­
l iyordum. Fakat başımıza gelen bu şey bilineima sığmıyor.

Böylesine görülmemiş bir şeyin dünyayı nası l mahvettiğini, içinize nasıl sızıp
g i rdiğini hissediyorsunuz. Bir b i l i m adamıyla konuşmamı hatırl ıyorum: 'Binlerce
yı l sürecek,' demişti. "Uranyumun çözülmesi 238 yarı ömür eder. Zamana çevi­
recek olursak mi lyonlarca yıl. Taryum ise 1 4 m ilyar yı lda çözünecek. "

Elli, yüz, iki yüz. Ya bundan ötesi? Bundan ötesine bilincim erişmiyor. Artık za­
manın ne olduğunu, nerede olduğumu anlayamıyorum . Şimdi, daha üzerinden
sadece on yıl geçmişkan bunun hakkında yazmak ... Bunun hakkında yazmak mı?
Bence anlamsız.
Ne anlatabiliriz, ne de anlayabiliriz, çünkü hiçbir koşulda şimdiki yaşamımızdan
farklı bir şey hayal edemeyeceğiz. Ben denedim, işe yaramıyor. Çernobil patla­
ması, Çernobil mitolojisini armağan etti bize. Gazeteler, dergi ler en korkutucu
makaleyi yazmak için yarışıyor. Orada olmayanlar korkutulmaya bayıl ıyorlar.
Herkes insan kafası büyüklüğünde mantarları okudu; ama aslında kimse onlan
görmedi. Yazmak yerine, kaydetmelisiniz. Belgelendi rmelisiniz. Çernobi l hak­
kında fantastik bir roman gösterin bana ! Gösteremezsiniz. Çünkü gerçek çok
daha fantastik.

Bir defter tutuyorum. Konuşmaları, söylenti leri, hatıraları yazıyorum. Bunlar en


ilginç şeyler, üstelik zamandan da bağımsızlar. Eski Yunan'dan bize ne kaldı?
Sadece Eski Yunan mitleri.

Işte defterim:

"Üç aydır radyo aynı şeyi söylüyor: Durum normale dönüyor, durum normale dö­
nüyor, durum norm . ."

'Stalin' in beyl ik lafları yeniden hayat buldu, Batı gizli servislerinin ajanları. . . •

"Sosyalizmin lanetlenmiş düşmanları,"

"Sovyet halklarının bölünmez bütünlüğünü baltalama girişimi: Herkes buraya


gönderilen ajanlardan ve provakatörlerden bahsediyor, kimse iyodinden nasıl
korunacağız demiyor. Resmi bir yerden gelmeyen her bilgi yabancı ideoloj i ler
olarak algılanıyor."

"Dün editör, makalemden o gece reaktöre giden itfa iyecil erden birinin annesiy­
le ilgili öyküyü kesmiş. Oğlu akut radyasyon zehi rlenmasinden ölmüş. Onu Mos­
kova'da toprağa verdikten sonra, ana-baba köylerine dönmüş, ama köy kısa za­
man sonra tahl iye edilmiş. Sonbaharda orman yollarından gizl ice geri dönmüş­
ler ve bir çuval domatesle salatalık toplamışlar. Anne memnun görünüyor: 'Elli
kavanoz doldurduk.' Toprağa, eskiden kalma köylü a l ışkanlıkianna inançları var,
oğullarının ölümü bile düzeni değiştirememiş."

'Editörüm 'Özgür Avrupa Radyosu'nu mu dinl iyorsun yoksa?' diye sordu. Cevap
vermedim. 'Gazetede provakatörlere ihtiyacımız yok. Otur da kahramanlarla i l­
gili bir şeyler yaz.' "

"Eski d.üşman anlayışı tarihe gömülmedi m i ? Düşman artık görünmez ve her yer­
de. Bu kılı k değiştirmiş bir kötülük."

"Merkezi Komite'den bazı eğitmenler geldi. Rotaları şöyleydi: Bölgesel Parti


Merkezi'ne arabayla yolculuk, sonra yine arabayla geri dönüş. Durumu gazete­
lerin başlıklarını okuyarak değerlendiriyorlar. M insk'den kasayla sandviç getiri­
yorlar. Çaylarını şişe suyuyla kaynatıyorlar. Onu bile yanlarında getirmişler.
Oteldeki görevl i kadın söyledi . Kimse gazetenin. televizyonun veya radyonun
haberlerine güvenmiyor. Bilgi a l mak için patronların davranışiarına bakıyorlar,
böylesi daha güvenilir."

"Bölge'deki en popüler masal Stol içnaya Votka'sının stronsiyum ve sezyuma


karşı en etkili i laç olduğu."

"Çocuğuma ne d iyeceğim? Onu kucaklayıp buradan g itmek istiyorum; ama ce­


bimde Parti üyelik kartım var, bunu yapamam."

" Köy dükkaniarı birdenbire envai çeşit ma Ila doldu. Parti 'nin bölge sekreterinin
konuşmasını duydum: 'Sizler için dünyada bir cennet yaratacağız. Sadece bura­
da kalın ve çalışmaya devam edin. Salarn ve buğday içinde yüzeceksiniz. En
l üks mağazalarda -Parti'nin büfesinde. demek istiyor- ne varsa sizde de olacak.'
Insanlara votka ve salamın yeteceğin i düşünüyorlar. Hepsinin canı cehenneme !
Daha önce bir köy dükkanında hiç bu kadar salarn çeşidi görmemiştim. Eşi m için
ithal naylon çoraplar satın aldım."

"Bir zamanlar radyasyon ölçüm cihazı satın alınabil iyordu, şimdi yok oldular. Ar­
tık bunun hakkında yazam ıyoruz. Ne kadar radyoaktif serpinti olduğunu da ya­
zamıyoruz. Köylerde sadece erkeklerin bırakı ldığını, kadı n ve çocukların tahl iye
edildiğini de anlatam ıyoruz. Yaz boyu bu erkekler; çamaşı r yıkadı, inekleri sağ­
d ı , tarlada çalıştı ve tabii içti, kavga etti. Kadınsız bir dünya ... Bunları çizd i ler.
Editör tehdit edercasine 'Unutma, düşmanları mız var, okyanusun diğer kıyısın­
da bir sürü düşmanımız var,' dedi. Bu yüzden hep iyi şeyleri yazıyoruz, kötüleri
değil. Ama bir yerlerde özel yemekler hazırlanıyor ve birileri patronların ellerin­
de çantalarla geldiği ni görmüş ... "

"Yaşlı bir bayan, polis noktasının önünde yolumu kesti: 'Kulübeme bakar mısın?
Patatesleri toplama zamanı geldi ama askerler beni içeri sokmuyorlar.' Tahliye
edilmişlerdi. Boşluğun, hiçliğin içinde bir insan. Askeri yığınağı aşıp köylerine
sızıyorlar. Geceleyin, karl ı ormanlardan, bataklıklardan geçerek. . . Arabalarla.
helikopterlerle kovalanıp yaka lanıyorlar. Eskiler, 'Tıpkı Almanlar geldiğindeki
g ibi,' diyor. "

' l ı k yağmacı m ı gördüm. Üst üste iki kürk g iymiş genç bir adamdı. Nöbetçi leri,
bu şekilde radyasyon hastalığını tedavi ettiğine i nandırmaya çalışıyordu. Asker­
ler onu biraz hırpalayınca suçunu kabul etti: 'ilk zamanlarda biraz korkutucuydu;
ama sonra insan alışıyor. Bir tek atıp g id iyorsun.' Kendini koruma duygusu iç­
güdülerle çatışamaz. Normal şartlar a ltında bu imkansızd ır; ama insanoğlu bu
şekilde olağanüstü işler başarıyor. Suç da buna dah il .''
"Bir yı l sonra köye döndüm. Köpekler vahşileşmişti·. Rex' i buldum, yanıma çağır­
dım ama gelmed i. Beni tanımadı mı, tanımak mı istemiyor? Bize kızmış."

"lik haftalar ve aylar boyunca herkes sessizd i . Etrafta sessizl ik vardı. Derman­
sızl ı k. G itmeniz gerekiyor; ama son dakikaya kadar düşünüyorsunuz, hayır. Aklı­
nız olan biteni bir türlü almıyor. Hiç ciddi bir konuşma hatırlamıyorum, anımsa­
dıklarım sadece şakalar. 'Artık bütün dükkaniarda radyo-ürünleri satıl ıyor! ' ' Ik­
tidarsıziar radyoaktif ve radyopasif olarak ikiye ayrı l ı r.' Sonra birdenbire şaka­
lar da bitti."

Hastanede duyduklarım:

"O oğlan ölmüş. Dün bana şeker vermişti . "

Alışveriş sırasında:

"Ah, dostlar, bu sene çok mantar bitmiş."


"Onlar zehiri id ir."
"Adam sen de. Kimse seni onları yemeye zorlamıyor. Onları al, kurutup
M insk'teki pazara götür. M i lyoner olursun.''

"Kilise yapı lacak yerleri cennetten gelen seslerle belirliyorlarmış. Rahiplere


malum oluyormuş. Kiliseleri inşa etmeden önce bazı gizli ayinler yapıl ıyormuş;
ama nükleer santrali bir fabrika gibi kuruverdi ler. Domuz ahırı gibi. Çatısına bi­
le asfalt döktüler. Üstelik de asfalt eriyordu."

"Okudunuz mu? Çernobil'e firar etmiş bir asker bulmuşlar. Kendine bir çukur
kazmış, reaktörün yanında yaş ıyormuş. Terk edilmiş evlerde bulduklarını yiyor-
muş, bazen pastırma, bazen de konserve turşu. Hayvanları tuzak kurup avl ıyor­
muş. Gedikli askerler acemileri 'öldüresiye' dövdükleri için firar etmiş. Kendini
Çernobil'e atarak kurtulmuş.'

"Kurt-köpekler peydahland ı , ormana kaçan köpeklerle kurtların yavruları. Kurt­


lardan daha büyükler. Bayraklara dikkat etmiyorlar. ışıktan ya da insandan kork­
muyorlar. avcı düdüklerine cevap vermiyorlar. Vahşi ked iler şimdiden sürüler
kurmuş, insanlara saldırıyormuş. Bizden i ntikam a l mak istiyorlar, insandan aşa­
ğı oldukları ve ona hizmet ettikleri akıllarından sil inmiş. Bizim için de gerçekle
hayal arasındaki sınır siliniyor."

"Bir zaman gelecek. çok tuhaf mezarlar bulacaklar. Bilim adamlarının biyo-me­
zarl ık dediği hayvan mezarlıkları. Modern çağın tapınakları bunlar. Içlerinde vu­
rulmuş binlerce kedi , köpek, at yatıyor. Birinin bile adı yok. "

'Dün babam seksen yaşına girdi. Bütün aile sofra başında toplandı. Ona bakıp,
yaşamı boyunca nelere tanıklık ettiğini düşündüm: Gulag, Auschwitz, Çernobil.
Bir nesil tüm bunları gördü. Bal ık tutmayı çok severd i ! Annem sinirlenerek.
onun gençken bütün bölgede ka ldırıl madık tek bir etek bırakmarl ığını söylerdi.
Şimdi ise genç, güzel bir kadın bize doğru geldiğinde bakışlarını yere indirdiği­
ni görüyorum."

"Bölge, apayrı bir dünya. Dünyanın geri kalanı ortasında ayrı bir dünya. Bu Stru­
gatsky kardeşler tarafından icat edi l mişti; ama gerçeğin karşısında edebiyat ge­
ri çekildi."
Söylenti lerden:

'Çernobil'in arkasında, yüksek dozda radyasyon a lanları koyacakları bir kamp


varmış. Onları biraz orada tutup, gözlemleyip sonra da gömeceklermiş.
Yakındaki köylerden otobüslerle ölüleri toplayıp dosdoQru toplu mezarlara gö­
müyorlarmış, binlercesini bir araya. Tıpkı Lenigrad Kuşatması günlerindeki gi­
bi."

'Birçok kimse patlamadan bir gün önce santral in üzerinde tuhaf bir ışık görmüş.
Birisi ışığın fotoğrafını bile çekmiş. Filme bakınca bunun uzaydan gelme bir şe­
yin ışığı olduğunu görmüşler."

"Minsk'te trenleri ve marşandizi yıkıyorlarmış. Bütün nüfusu Sibirya'ya götüre­


ceklermiş. Stalin'in kamplarından kalan barakaları tamir ediyorlarm ış. Önce ka­
dınlar ve çocuklardan başlayacaklarmış. Ukraynal ı lar çoktan gönderi lmiş."

"Kaza değildi, bu bir depremdi . Yerin çekirdeğinde bir şeyler oldu. Jeoloj i k bir
patlama. Jeofizi k ve astrofizik güçler iş başındaydı. Asker bunu önceden bil iyor­
du, insanları uyarabilirlerdi, ama bunların hepsi gizli tutuldu."

"Göllerde ve nehirlerde kafası ve kuyruğu olmayan turna bal ıkları varmış. Sade­
ce vücutları yüzüyormuş. Buna benzer bir şey pek yakında insanların da başına
gelecek. Belaruslular humanoid olacak."

"Ormandaki hayvanlar radyasyon hastalığ ına yakalandı. Üzgün üzgün dolaşıyor­


lar, hüzünlü gözleri var. Avcılar korkuyor ve onlara ateş etmeye kıyamıyorlar.
Hayvanlar da insanlardan korkuyor. Tilkiler ve kurtlar köylere gidip çocuklarla
oynuyor."
"Çernob illilerin çocuklarının damarlarında, kan yerine sarı bir sıvı dolaşıyormuş.
Bazı birim adamları radyasyona maruz kalan maymunların zeki leştigini iddia
ediyor. Üç dört nesil sonra doğacak çocuklar Aynştayn gibi olacak. Bu üzerimiz­
de yapılan kozmik bir deney... "

Anato/i Şimanskiy,
gazeteci

Yalanlar ve Gerçelder Üzerine Bir Monolog

Düzinelerce kitap yazıldı. Önsözlü, kocaman kocaman ciltler. Yine de bu olay


felsefi bir tanımın çok ötesinde. Birileri söyledi ya da bir yerde okudu m: "Çerno­
bil sorunu her şeyden önce bir anlaşılırlık problemi." Bu dogru ! Ben de akı l l ı bi­
rinin çıkıp bana bunu anlatmasını bekliyorum. Beni Stalin, Lenin. Bolşevizm
hakkında nasıl aydınlattı larsa ya da durmadan "Piyasa ! Piyasa ! Serbest Piya­
sa ! " laflarını nası l kafamıza sokuyorlarsa. aynen öyle yapsınlar. Ama bizler . . .
bizler Çernobil'in olmadığı bir dünyada büyümüştük, ş i m d i ise Çernobi l'le yaşı­
yoruz.

Aslında roket sanayiinde çalışıyorum. Roket yakıtı uzmanıyım. Baykonur Uzay


Üssü'nde çalıştım. Kosmos, lnterkosmos gibi programlar yaşamımın çoğunu al­
dı. Ne büyülü bir zamand ı ! Insanlara gökyüzünü. Kuzey Kutbu'nu, bütün dünya­
yı veriyorduk! Onlara uzayı veriyorduk! Sovyetler Birliği'ndeki herkes Yuri Gaga­
rin'le uzaya çıktı, onunla beraber dünyadan hava landı. Bunu hepimiz yaptık !
Ona hala aşığ ım. muhteşem bir Rus'tu. olaganüstü b i r gülümsernesi vardı. Ölü­
mü bile kusursuz oldu.
Ne bllyül ü bir zamand ı ! Aile durumum nedeniyle Belarus'a taşındım, kariyerimi
burada sona erdirdim. Geldiğimde, kendimi bu Çernobilleşmiş alana gömdüm.
Benim olayları anlayışımda düzeltici bir etken oldu bu. Böyle bir şeyi hayal et­
mek bile imkansızdı, hep en i leri teknolojilerle uğraşmıştım, uzay teknoloji leriy­
le. Ama bunu açıklamak zor, hayal g llcllme dahi sığmıyor. Bu ... (Düşünüyor.) Bi­
l iyor musunuz, bir saniye önce bunu anladığımı düşünüyordum, bir saniye önce.
Insan felsefe yapmak istiyor. Kiminle konuşursanız konuşun, hepsi felsefe yap­
mak istiyor. Ben size kendimi şimdi yaşadıklarımla aniatmayı tercih ederim. Ne
yapmıyoruz ki? Bir kilise inşa ediyoruz, Meryem Ana'nın i konası onuruna, bir
Çernobil kilisesi. Kiliseyi "Ilahi Cezalandırma"ya adayacağız. Bağış topl uyoruz,
hastaları, ölmekte olanları ziyaret ediyoruz. Anılar yazıyoruz. Müze kuruyoruz.
Bir zamanlar, böyle bir işte çalışmayı kalbimin kaldıramayacağını düşünürdüm.
li k görevim şuydu: "Bu parayı al, otuz beşe böl ve otuz beş d ula ver.· Dulların
kocaları hep temizlikçiydi. Adi l olmam gerekiyordu, ama nasıl? Bir kadının kü­
çük, hasta bir kızı vardı, diğerinin iki çocuğu, bir başkası hastaydı ve dairesini
kiraya vermişti, öbürü dört çocuk sahibiyd i . Geceleri uykumdan uyanır, "Nasıl
kimseye haksızlı k etmem?" d iye dllşünürdüm. Düşündüm, hesapladım, hesapla­
dım ve düşündüm; ama yapamadım. Sonunda parayı eşit bölüştürdük, l isteye
uydu k.

Gerçek çocuğum müze oldu, Çernobil M üzesi. (Susuyor. ) Bazen burada müze
değil, bir morg kurmamız gere ktiğini düşünllyorum. Cenaze komitesinde çalışı­
yorum. Bu sabah daha paltomu bile çıkarmamıştım ki, bir kadın geldi; ağlıyor­
du, hatta ağiarnıyar haykırıyordu: "Bu madalyaları, sertifikaları a l ı n ! Bütün ka­
zançlarını alın ! Bana kocarnı geri verin ! " Uzun süre haykırdı. Ardından madalya­
ları ve sertifikaları bıraktı. Hepsini müzeye koyacağım. Insanlar onları sevrede­
bil ir; ama o kadının ağlaması, onu bir tek ben duydum. Sertifikaları müzeye koy­
duğumda bunu da hatırlayacağım.

ll'Jl
Albay Yaroşuk ö lüyor. O, radyasyon ölçümünde çal ışan bir kimyagerdi. Bir za-·
manlar boğa gibi güçlüydü, şimdi ise felçl i . Karısı onu bir yastık gibi çeviriyor,
kaşık mamasıyla bes liyor. Böbreklerinde taş var. taşların kırılması gerek; ama
bu tür bir operasyona paramız yetmez. Fakiriz. insanlar ne verirse onunla yaşa­
maya çalışıyoruz. Devlet ise tefeci gibi davranıyor, bu insanları unutmuş gibi. O
öldüğü zaman, adını bir sokağa, bir okula ya da bir birliğe verecekler, ama bu o
öldükten sonra olacak. Albay Yaroşuk. Bütün Yasak Bölge boyunca yürüdü ve
maksimum radyasyon noktalarını işaretledi. Onu kel i menin tam anlamıyla kul­
landılar. tıpkı bir robot gibi. O bunu anladı; yine de g itti. reaktörden. radyoakti­
vite çapı neresiyse oraya kadar. Elinde bir radyasyon ölçme cihazıyla, yaya. Bir
'nokta' fark ettiğinde bunun sınırlarını bel i rler ve haritasına işaretlerd i.

Peki ya reaktörün çatısında çal ışan askerlere ne demeli? 2 1 0 askeri birlik ser­
pintiyi temizlernesi için gönderi lmişti ki bu 340 000 asker eder. En kötü durum­
da olanlar çatıyı temizleyenler. Kurşun yelekler g iymişlerdi; ama radyasyon aşa­
ğıdan geliyordu ve oradan korunmuyorlard ı . Ayaklarında sıradan imitasyon de­
ri botlar vard ı . Çatıda her gün 1 ,5-2 dakika geçird i ler, sonra terhis edildiklerin­
de ellerine bir sertifikayla yüz rublelik bir ödül geçti. Ardından da anavatanımı­
zın ücra köşelerine gidip kayboldular. Çatıda reaktörden çıkmış grafit ve yakıtı
topladılar. metal ve beton parçalarını. Bir el arabasını doldurmak yirmi ila otuz
saniye alıyordu, daha sonra çöpü çatıdan aşağı dökmek için de bir otuz saniye
daha gidiyordu. Bu özel el arabalarının kendi leri zaten kırk kilo çekiyordu. Gözü­
nüzde canlandırın; kurşun yelek, maskeler, el arabaları ve delice bir hız.

Kiev'deki müzede asker kasketi büyükl üğünde bir grafit parçasının kalıbı var,
eğer gerçek olsa on a ltı kilo geleceğini söylüyorlar; grafit böylesine yoğun ve
ağır bir madde. Uzaktan kumandal ı makineler çoğu zaman emirleri yerine geti­
remedi ya da söylenenin tam tersini yaptılar; çünkü yüksek radyasyon elektro-
nik aksamlarını bozmuştu. En g üveni li r 'robotlar" askerlerdi. Üniformalarının
rengi nedeniyle 'yeşil robotlar" diye adlandırılmışlardı. Patlayan reaktörün çatı­
sında 3600 asker çalıştı. Yerde yattılar, hepsi çadırlarının içinde yattıkları yere
saman serdi; ne var ki bu saman da reaktörün yanındaki balya lardan gel iyordu.

Hepsi gençti. Şimdi onlar da ölüyor; ama onlar olmasa başkalarının öleceğini
bil iyorlar ... Bu insanlar büyük başarılar kültüründen geliyor. Onlar fedakarl ık
yaptı. Bir ara bir nükleer patlama tehlikesi vardı ve suyu reaktörden çıkarmala­
rı gerekiyordu ki, içine grafit-uranyum karışımı kaçmasın; suyla birleşince kritik
bir kütle oluşturacaklardı. Patlama üç i la b e ş megaton arasında gerçekleşecek­
ti. Bu da sadece Kiev ve M insk'i n değil. Avrupa'nın büyük bir kısmının yaşan­
maz hale gelmesi demekti. Hayal adebil iyor musunuz? Bir Avrupa felaketi. Gö­
rev şuydu, birisinin dal ı p güvenlik vanasını açması gerekiyordu. O kişiye bir ara­
ba, bir daire, bir daça, ai lesine yaşam boyu yardım vaat ettiler. Gönüllüler ara­
dılar ve buldular! Bu çocuklar dal ı p vanayı açtı. Birl i k 7000 ruble ile ödül lendi­
rildi. Söz verdikleri daireleri ve a rabaları unuttular; ama onlar bunun için dalma­
mıştı ı Maddiyat için değil, maddi sözler için hiç deği l . (Sinirleniyor.) Bu insan­
lar artık yok, sadece müzemizdeki belgeler var, üzerlerinde adları yazıyor. Peki
ya bunu yapmasalardı? Kendini feda konusunda eşimiz benzerimiz yok.
Konuştuğum biri, bunun neden inin insana az değer vermemiz olduğunu söylü­
yordu. Bu Asyalı lara özgü bir kadercil ikmiş. Kendini feda eden insan, kendini bir
birey olarak görmezmiş. Yaşamın içinde kendi rolüne sıra gelmesi için bekler­
miş. Daha önce bir metni olmayan biri, bir istatistik .. . Arka planda durur, sonra
birdenbire esas aktör olurmuş. Bu anlam arayışıymış. ldeoloj i miz, propaganda­
mız neymiş? Anlam kazanabilmek, yükselebiirnek için aize ölme şansı veriyor­
larmış. Bize bir rol veriyorlar ! Bu öl ümün büyük değeriymiş, zira ölüm ebedidir.
Tartıştığ ı m arkadaşım bana bunları söyledi; ben reddediyorum. Evet, asker ol­
mak için yetiştirildik. Bize bunu öğrettiler. Hep göreve yol lanmaya, i mkansızı
başarmaya hazırdık. Okulu bitirip bir sivil üniversiteye gitmek i stediğimde, ba­
bam çok şaşırmıştı: 'Ben bir subayım. sen takım elbise giyip etrafta mı dolaşa­
caksın? Anavatanın korunması gerekiyor! ' Benimle aylarca konuşmadı. ta ki
ben askeri okula yazı lana kadar. Babam savaşta çarpışmıştı. şimdi yaşamıyor;
ama onun maddi bir imkanı hiç olmadı, tıpkı kendi yaşıtları gibi. Arkasında da
bir şey bırakmadı; ne ev. ne araba, ne de arazi. Bana ondan ne kaldı? Bir subay
çantası. .. Onu Finlandiya seterinden önce almıştı. içinde cephede kazandığı ma­
dalyalar duruyor. Ayrıca cepheden yazdığı 300 mektubun bulunduğu bir çantam
daha var. Annem 1 941 yı lından itibaren bu mektupları saklamış. Babamdan ar­
ta kalanlar bunlar. Ama ben bu eşyaları paha biçi lmez buluyorum.

Şimdi müzemize bakışımı anlıyor musunuz? Bu kabın içinde Çernobil'den toprak


var. Bir avuç ... ve bir madenci bareti . O da oradan. Bölge'den getirilmiş çiftçi
a letleri. Içeri radyasyon cihaziarı sokamayız. hepimiz parlıyoruz ! Buradaki her
şeyin gerçek olması gerekiyor. Alçıdan dökümler değil. Insanlarm bize i nanma­
sı gerek. Ve sadece gerçek şeylere i nanacaklar; çünkü Çernobil'in çevresinde
çok fazla yalan dönüyor. Hep oradaydılar ve hala da oradalar. Hatta dernekler
ve ticari yapılar bile kurmaya başladı lar.
Bu kitabı yazdığınıza göre, bu video çekimlerine de göz atmanııda fayda var.
Filmleri parça parça topladık. Bu, Çernobil hakkında bir belgesel değil, bunu
yapmamıza izin vermezler. yasak. Birileri bazı şeyleri filme almayı başarmış da­
hi olsa devlet hemen kopyalan toplayıp yok eder. Insanları. hayvan sürülerin i
nasıl tahliye ettiklerine d a i r bi r belgeselimiz yok. Kimseni n trajediyi çekmesine
izin vermediler. sadece kahramanl ıklar. Şimdi birkaç Çernobil fotoğraf albümü
var, ama kim bilir kaç kamera. kaç fotoğraf makinesi kırıldı? Insanlar bürokrasi­
nin kahrını çektiler. Çernobi l hakkında gerçekleri söylemek çok cesaret gerektir­
di. Hala da öyle. Inanın bana ! Bu filmi görmeniz lazım. itfaiyeci lerin yüzleri kap­
kara olmuş, tıpkı grafit gibi. Ya gözleri? Bu gözler bizi yakında terk edeceklerini

lll
bi len insanlara ait. Bir parçada, felaketin ertesi günü santralin yanındaki bah­
çesinden yürüyüp işe g iden bir kadının bacakları var. Çiy kaplı çimlerden yürü­
müş. Sacakları kalbur gibi olmuş, dizlerine kadar deliklerle dolu. Eger bu kitabı
yazıyorsanız bunu görmeniz gerek.

Eve gittigirnde oglumu kol larıma alamıxorum. Onu kucaklamadan önce 50-1 00
gram votka içmem lazım.

Müzenin bir bölümü de helikopter pi lotlarına adandı . Işte Albay Vodolazski,


Rusya kahramanı. Belarus topraklarında, Zhukov köyüne gömülü. Izin verilen
dozda radyasyonu aldıktan sonra bile, gitmek yerine orada kaldı ve 33 hel ikop­
terciyi daha egitti. Kendisi bizzat 1 20 uçuş gerçekleştirdi, 230 ton kargo boşalt­
tı. Günde ortalama 4-5 kere uçuyordu. Reaktörün 300 metre üzerinde, kabinin
içi 60 dereceyi buluyordu. Yukarıdan kum torbaları bırakıl ı rken aşağıda neler ol­
dugunu bir düşünün. Radyoaktivite saatte 1 800 röntgeni bul uyordu, pilotlar da­
ha havadaykan bile radyasyonu hissedebi l iyorlardı. Hedef küçük bir krater gi­
biydi, isabet kaydadebilmak için başlarını kabinden çıkarıp çıplak gözle nişan
a l ıyorlardı . Başka yolu yoktu. Devlet komisyonlarının toplantısında her gün şöy­
le deniyordu. 'Bu iş için üç-dört kişiyi gözden çıkarmanız lazım. Bu iş için de bir
kişiyi ... Basitçe, her gün ... Al bay Vodolazski öldü. Reaktörün üstünde aldıgı rad­

yasyonu gösteren karta doktorlar 7 bakerel yazmış; halbuki 600 bakerel almıştı !

Peki ya reaktörün altına tünel açmak için canla başla çal ışan dört yüz madenci­
ye ne demeli? Içine sıvı nitrojen döküp toprak tabakasını dondurabilmek için bir
tünele ihtiyaçları vardı. Aksi halde reaktör yer altı sularına karışabil irdi. Mosko­
va' dan, Kiev'den, D inyepropetrovsk'dan madenci ler geldi. Onların bahsinin h iç­
bir yerde geçtigini görmedim; ama onlar orada, elli derece sıcakta, dört ayak
üzerinde küçük arabalarını ittirerek çal ıştı lar. Yüzlerce röntgen radyasyon vardı.
Şimdi öiüyorlar. Peki ya bunu yapmasalardı? Onları kahraman olarak görüyo­
rum, asla olmamış bir savaşın kurbanları olarak değil. Bunu bir kaza. bir felaket
olarak adlandırıyorlar. Belki de savaştı. Çernobi l anıtları savaş anıtları gibi du­
ruyor.
Tartışmadığımız şeyler var, bunun nedeni Slav a lçak gönüllülüğümüz olsa ge­
rek. Ama bu kitabı yazdığınıza göre, bilmelisiniz; reaktörde ya da yakınında ça­
lı şanlarda -bu roketçi lerde de sıkça görülür- ürogenita l sistem ça lışmayı keser.
Bundan kimse yüksek sesle bahsedemiyor. Kabul edilmiyor. Bir keresinde bir In­
g i l iz gazeteciye eşlik ettim. bana çok ilginç sorular sordu. Özel l i kle de bu konu­
da -olayın insani boyutlarıyla ilgi leniyormuş. Insanların evinde ne yaptığını. ai­
le yaşantıların ı, özel yaşamlarını merak ediyordu; ama kimseyle konuşmayı ba­
şaramamıştı. Benden birkaç helikopter pi lotunu toplamarnı rica etti, onlarla bir
arada konuşmak istiyordu. Geldiler. bazıları otuz beş, kırk yaşında emekl iye ay­
rılmıştı. bir tanesinin bacağı kırıktı, radyasyon nedeniyle kemikleri yumuşamış­
tı. Diğerleri onu yine de getirmişlerd i . Ingiliz sorular soruyordu: "Ai lelerinizle
aranız nasıl. ya genç karılarınızla?" Helikopter pilotları sessizdi. günde nası l beş
uçuş yaptıklarını anlatmaya gelmişlerdi, bu adam ise onlara karı larını soruyor­
d u ! Sonra pilotlara tek tek sorular yöneltti. hepsi aynı cevabı verdi ler: "Sağlık­
l ıyız. devlet bize değer veriyor, ailelerimiz bizi seviyor." Bir tanesi bile ona ger­
çekleri açıklamadı. G itti klerinde adamın umutsuzluğa kapı ldığını fark ettim.
"Kimsenin neden size inanmadığını şimdi anl ıyor musun? Çünkü kend in ize de
yalan söyl üyorsunuz. " Toplantıyı bir kahvede yapmıştık. güzel garson kızlar bize
hizmet ediyordu. Adam onlara: "Birkaç sorumu cevaplandım mısınız? " diye sor­
du. Onlar ise her şeyi açıkladılar. 'Evlenmek istiyor musunuz?" " Evet, ama bura­
da değil. Bir yabancıyla evlenmek istiyoruz ki sağl ıklı çocuklarımız olsun.· Son­
ra cesaretlendi: "Sevg i l i leriniz var mı? Nasıl lar? Sizi tatmin adebil iyorlar mı? Ne
demek istediğimi anlıyorsunuz. değ i l mi?" Kızlar gülerek: "Şu adamları görüyor­
sunuz değil mi? Helikopter pilotları. Boylu poslu. parlak madalyaları var. Devlet
toplantıları için iyiler ama yatakta değil." Ing i l iz, garsonların fotoğraflarını çek­
tikten sonra bana yine aynı şeyi söyledi . "Kimsenin neden size inanmadığını
şimdi anl ıyor musun? Çünkü kendinize de yalan söylüyorsunuz."

Birl ikte Bölge'ye gittik. Çernobil civarında 800 atık gömüsü olduğu bil inen bir
gerçektir. O, mükemmel inşa edilmiş yapılar bekliyordu, bulduğu ise basit çu­
kurlard ı . Bunlar reaktör çevresindeki 1 50 hektarl ık bölgeden kesilmiş "turuncu
orman"la doluydu -Kazadan sonraki günlerde, reaktör çevresindeki çarnlar önce
kızıl sonra turuncu renge döndü. Bu çukurlar binlerce ton meta l ve çel i kle, kü­
çük borularla, özel giysi lerle, beton konstrüksiyonlarla doluydu. Bana bir Ingiliz
dergisinden, yukarıdan çeki lmiş panoramik bir görüntü gösterdi . Binlerce oto­
mobil ve uçak parçası, yangın aracı. ambulans görülebil iyordu. En büyük mezar­
lık reaktörün hemen yanındayd ı . On yıl sonra bile olsa buranın fotoğrafını çek­
mek istedi . Fotoğrafı getirirse ona para vaat etmişler. Bir patrandan diğerine
mekik dokuduk, kiminin izni yoktu, kiminin de haritası . O kadar uğraştıktan son­
ra fark ettim ki, mezarl ık artık orada değ i ldi. Sadece belgelerde var olduğu ya­
zıyordu; ama uzun zaman önce parça parça pazarlara, kolhoza, evlere taşınmış­
tı. Her şey çal ınmış ve götürül müştü. Ing i l iz' in aklı olanları almamıştı. Ona ger­
çeği söylediysem de bana i nanmad ı . Artık en cengaver makaleyi bile okusam
inanamıyorum. "Ya bu da bir yalansa?" diye düşünüyorum. Trajediyi öne çıkar­
mak artık bir ki işe oldu. Bir kutsama yöntemi. Bir korku luk! (Umutsuzca 'susu­
yor.)

Her şeyi müzeye getiriyorum. Bazen kendi kendime. "Boş ver! Kaç ! " diyorum.
Bunlara nasıl dayanabil irim?

Geçenlerde genç bir rahiple konuştum. Başçavuş Saşa Gonçarov'un -reaktörün


çatısında çal ışmıştı- mezarı başındaydık. Kar yağ ıyor, rüzgar esiyordu, hava kor-
kunçtu. Rahip başında şapka olmaksızın cenaze duasını okudu. Ona daha son­
ra, 'Sanki havayı hiç h issetmediniz." dedim. 'Doğru." dedi. 'Böyle zamanlarda
kendimi çok güçlü hissediyorum. Hiçbir kilise bana cenaze duası gibi güç.,ermi­
yor." Bunu hatırl ıyorum, bunlar hep ölümün yanı başında olan bir adamın sözle­
riydi.

Yabancı gazetecilere birçok kez, neden geldiklerini, neden Bölge'ye girmek is­
tediklerini soruyorum. Bunun sadece para veya kariyer için olduğunu düşünmek
aptalca çünkü. 'Burayı seviyoruz." d iyorlar. "Burada gerçek bir yaşam enerjisiy­
le doluyoruz." Beklenmedik bir yanıt. değ i l mi? Herhalde onlar için biz keşfedil­
memiş ve h ipnotik bir şeylere sahibiz. Onlardan bizi sevip sevmediklerini, hak­
kımızda ne yazabi leceklerini. bizden ne anladıklarını açıklamalarını hiç isteme­
dim.
Neden ölümün çevresinde dönüp dolanıyoruz?
Çernobil ! Artık başka bir dünyamız olmayacak. I l kin. ayağımızın altından yeri
çekti. üstümüze acı kustu; ama şimdi başka bir dünya olmayacağını anl ıyoruz,
yüzümüzü dönecek h içbir yerim iz yok. Burada -traji k bir şekilde- yerleşik olmak,
tamamen farklı bir dünya görüşü. Savaştan dönen i nsanlar 'Kayıp Kuşak" ola­
rak adlandırıldı. Biz de kayıbız. H iç değişmeyen tek şey insanların acısı. Tek ser­
mayemiz bu !

Her şeyden sonra eve geliyorum -eşim beni dinl iyor- ve ardından şöyle diyor:
'Seni seviyorum; ama oğ lumu a l mana izin vermeyeceğim. Kimse onu alamaz.
Ne Çernobil, Ne Çeçenistan. H iç kimse ! ' Bu korku çoktan onun yüreğinde yer
etti bile.

Sergey Vasilyeviç Soba/ev.


Çernobil Kalkam Derneği yönetim kurulu başkam
Insanlar Korosu

Klaudia Grigoriyevna Barsuk, bir temizlikçinin eşi; Tamara Vasi lyevna Belooka­
ya, doktor; Vakaterina Fedorovna Bobrova, tahl iye edilen Pripyat kenti eski sa­
kini; Andrev Burtis. gazeteci; Ivan Naumoviç Vergeyçik, pediyatri uzmanı; Yele­
na llyiniçna Voronko, Bragin beldesi sakini; Svetlana Govor. bir temizli kçinin
eşi; Natalya Maksimovna Gonçarenko. tah l iye ed ilmiş bir kişi; Tamara l lyiniçna
Dubikovskaya, Narovlya beldesi sakini; Albert N ikolayeviç Zaritskiy, doktor;
Aleksandra lvanovna Kravtsova. doktor; Eleonora lvanovna Ladutenko, radyo­
log; lrina Yurevna Lukaşeviç, ebe; Antonina Maksimovna Larivonçik, tahl iye
edilmiş bir kişi; Anatali lvanoviç Polişuk, hidro-meteorolog; Maria Yakovlevna
Saveleyeva. anne; N ina Khantseviç, bir temizlikçinin eşi.

Mutlu bir hamile kadın görmeve l i uzun zaman oldu. Bir tanesi geçenlerde do­
ğum yaptı. Kendine geli r gelmez il k söylediği, "Doktor ! Bana bebeği gösterin.
onu buraya getirin,· oldu. Bebeğin başını, alnını, küçük bedenini. kol larını. ba­
caklarını yokladı . Emin olmak istiyordu: 'Doktor, doğurduğum çocuk normal, de­
ğil mi? Her şey yol unda mı?" Emzirmesi için bebeği yanına koydular. Korkuyor­
du, "Çernobil'e yakın bir yerde oturuyorum. Oraya annemi ziyarete gitmiştim. O
kara yağmura ben de yakalandım."
Bize rüya larını anlattı. sekiz bacaklı bir dana ya da kirpi suratlı bir köpek eniği
doğurduğunu görmüş. Buna benzer tuhaf rüyalar. Eskiden kadınlar böyle rüya­
lar görmezdi . Belki de ben hiç d uymadım; ama otuz yı ldır ebelik yapıyorum.

Ben bir öğretmenim. Rusça öğretiyorum. Sözünü edeceğim olay, sanırım Hazi­
ran ayının başlarında, sınavlar sırasında meydana geldi. Okul müdürü hepimizi
bir araya toplayı p. "Yarın herkes küreklerini yanında getirsin. diye buyurdu.

Okulun çevresindeki kirlenmiş yüzey toprağını sıyıracakmışız. ardından da as-


kerler gelip buralara taş döşeyecekmiş. Öğretmenler. 'Bize koruyucu malzeme
verecekler mi? Özel giysiler, maskeler getirecekler mi?' diye sordular. Yanıt
'hayır! " oldu. "Küreklerinizi getirip kazın." I ki genç öğretmen görevi reddetti. ge­
risi bahçeye çıkıp toprağı kazdı. Bir şeye zorlanıyorduk; ama aynı zamanda gö­
rev dürtüsü, zorluğun ve tehlikenin olduğu yerde olma, anavatanı koruma içgü­
düsü de taşıyorduk. Öğrencilerima bunları öğretmemiş miydim? Kendini ateşe
atmak, savunmak, fedakarlık etmek ... Öğrettiğ i m edebiyat, yaşamdan çok sa­
vaşla ilgiliydi: Şolohov, Serafimoviç, Furmanov, Fadeyev, Boris Polevoy. Sade­
ce iki genç öğretmen görevi reddetti; ama onlar yeni nesi l, bizden farkl ı lar.

Dışarıda sabahtan akşama kadar kazma kürek sal l ıyorduk. Eve dönerken yolda,
tuhaf bir şeki lde mağazaların hala açık olduğunu. kadınların çorap ve partüm al­
dığını görüyorduk. Kendimizi çal ışırken savaş zamanında gibi hissediyorduk; o
yüzden etrafta ekmek, tuz, kibrit kuyrukları görmek bizim için çok daha anlaml ı
olurdu. Herkes ekmek kurutmak için yarışıyordu. Savaştan sonra doğmuş olsam
da, bu manzara bana tanıdık geldi. Evim i nasıl terk edeceğimi, çocuklarla han­
g i eşyalarımızı yanım ıza alacağımızı, annerne ne yazacağımı hayal edebil iyor­
dum. Çevrede yaşam eskisi gibi sürüyor, televizyonda komedi fi lmleri gösteri li­
yordu. Ama hep dehşet içinde yaşad ık, dehşet içinde yaşamayı çok iyi bil iyoruz,
bu bizim doğal yaşam tarzımız gibi bir şey. Bu konuda insanı mızın eşi benzeri
yoktur.

Askerler bir köye da l ıyor ve köy sakinlerini tahl iye ediyordu. Köy sokakları as­
keri teçhizatla dolmuştu; zırhlı personel taşıyıcıları, yeşil bez tenteli kamyonlar
ve hatta tanklar. Herkes askerler eşl iğinde evlerini terk etti, bu özellikle savaş
zamanını görmüş olanlar için zor bir andı. Önce Rusları suçladılar; hata onla­
rın, santra l i onlar yaptı lar! Sonra suç komünistlere atı ldı. Olay durmaksızın sa­
vaşla karşı laştırıl ıyordu. Ama bu daha büyük bir şeydi. Savaş nedir anlarsınız.
Ya bu? Kimse sesini çıkarmazdı .

Sanki h içbir yere g itmemişim g i b i oldu. H e r gün hatıraları m ın arasında yürüyo­


rum. Aynı sokaklardan. aynı evlerin önünden geçiyorum. Nasıl da huzurlu bir
kentti.
Bir pazar günüydü. Yatmış, güneşleniyqrdum. Annem koşarak geldi: "ÇocuQum.
Çernobil patlamış, herkes evine saklanıyor sen güneşin altında yatıyorsun ! "
Güldüm, Narovlya-Çernobil arası kırk kilometreydi . O akşam evin önünde bir ci­
guli durdu ve arkadaşımla kocası ind i . Arkadaşımın üzerinde bornozu vardı, ko­
cası ise don-gömlekti, eski ayakkabılar giymişti. Pripyat'tan bizim eve orman
yol larını izleyerek gelmişlerdi. Yol ları polisler, askeri barikatlar kesmiş, kimseyi
d ışarı salmamışlar. Beni gördüğünde arkadaşım. "Çabuk! Süt ve votka bulma­
mız lazım, acele et! " diye bağ ırdı. Durmadan bağırıyordu, "Tam da yeni mobi l­
yalar, yen i buzdol.a bı almıştık. Kendime bir kürk d ikmiştim. Her şeyi bıraktık. Bu­
nu naylona sardı m. Bütün gece uyumadım. Ne olacak? Ne olacak şimdi?" Koca­
sı onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Günlerce televizyonun karşısında oturup
Gorbaçov'un konuşmasını bekledik. Yetkil i ler h içbir şey söylemiyordu. Ancak
büyük tati lden sonra Gorbaçov çıkıp konuştu: "Yoldaşlar, endişelenmeyin, du­
rum kontrol altında. Kötü bir şey olmadı. Insanlar hala orada çalışıp yaşıyorlar."

Hayvanları. boşaltılan köylerden, bölgesel merkezimizde kararlaştırı lan nokta la­


ra sürdüler. lnekler, danalar, domuzlar delirmiş gibiydi ler, sokaklarda koşturu­
yorlardı. Onları yakalamak i steyen yakalayabil i rdi. Konserve et dolu vagonlar
kombinalardan Kal inoviç'e, oradan da Moskova'ya gidiyordu. Moskova malları
kabul etmedi. Daha o zamandan mezarl ı k haline gelmiş olan vagonlar da bize
geri döndü. Onları buraya gömdük. Çürümüş et kokusu beni gece gündüz izliyor­
du. Acaba nükleer savaş dedi kleri böyle mi kokuyor? Beni m hatırladığım savaş
duman kokardı.
Önce geceleyin çocukları taşıdı lar. Felaketin boyutlarını saklamaya çalışıyorlar­
d ı , yine de herkes öğrendi . Otobüslere süt tenekaleri getiriyorlar, pastalar pişi­
riyorlardı. Tıpkı savaş zamanı gibiydi . Bu olayı karş ılaştırabileceği m başka bir
şey yok.

Bölge yöneticisinin yazı hanesinde toplantı vard ı. Sıkıyönetim zamanı g ibiydi.


Herkes sivil savunma müdürünün çıkıp konuşmasını bekliyordu; çünkü kimse
onuncu sınıfta okudukları fizik kitabından satırlar dışında radyasyonla i l g i l i bir
şey hatırlamıyordu. O ise sahneye ç ı ktı ve bize nükleer savaş hakkında kitaplar­
da yazanları okumaya başladı . Bir asker 50 röntgen ışın aldı m ı cepheyi terk et­
meli; nasıl sığınak kaz ı lı r; gaz maskesi nası l takı l ı r; patlamanın yarıçapı hakkın­
da bilgiler. ..
Helikopterle. kirlenen bölgeye gittik. Hepimiz uygun şekilde g iyinmiştik, iç ça­
maşırsız, sırtımııda aşçı kıyafeti gibi ucuz pamukludan beyaz bir yağmurl uk, bu­
nun üstünde koruyucu zırh, eldivenler, amel iyat maskesi. Üzerimizden her cins
alet sarkıyordu. Bir köyün üstünden geçtik ve kurnda oynayan çocuklar gördük,
sanki hiçbir şey olmamış g ibiydi. Biri ağzına bir taş koymuştu, diğeri de bir ağaç
dalı. Üstlerinde g iysi yoktu, çıplaktı lar. Ama emir almıştık, halkı paniğe sevk et­
meyecektik.

Şimdi bununla yaşıyorum.

Televizyonda birdenbire şöyle parçalar göstermeye başladı lar: Yaşl ı bir kadın
ineğini sağıyor, sütü bir tenekeye döküyor, muhabir el inde askeri bir radyasyon
cihazıyla gelip sütü ölçüyor. Sonra spiker şöyle diyor. "Bakın. her şey yol unda.
üstelik reaktör sadece on kilometre ötede." Pripyat nehrini gösteriyorlar, herkes
yüzüyor, yatmış güneşleniyor. Uzakta reaktör ve gökyüzüne uzanan dumanlar
seçilebiliyor. Spiker konuşuyor. 'Batı kaza hakkında yalanlar söyleyerek halkı
pan iğe sürüklemeye çalışıyor.' Sonra yine radyasyon cihazı, tabaktaki bal ık, bir
parça çikolata, açık tezgahta duran kekler ölçülüyor. Aslında bunların hepsi ya­
landı. O zaman kullandığımız cihazlar radyoaktif arka planı ölçüyordu, tek başı­
na objeleri değil.
Çernobil'i başımıza saran bu inanılmaz yalanların büyüklüğü; ancak büyük savaş
sırasında söylenen yalanlarla karşılaştırılabilir.

lık çocuğumuzu bekliyorduk. Kocam oğlan, bense kız istiyordum. Doktorlar ben i
ikna etmeye çalıştı: ' B u çocuğu aldırmal ısın, babası Çernobil'deydi . ' O, kamyon
şoförüydü, ilk günlerde onu da çağırdı lar. Kum taşıdı. Fakat ben kimseye inan­
mad ım.
Bebek ölü doğdu. Iki parmağı eksikti. Bir kız bebek. Ağladım. "En azından par­
makları sağlam olsaydı," diye düşündüm. Ne de olsa bir kızd ı.

Kimse olan biteni anlayamadı. Komutanlığı aradım -bütün sağlık personelinin


askeri görevleri vardı- ve yard ı m etmek için gönüllü oldum. Adını hatırlayamıyo­
rum, bir binbaşıydı, bana şöyle ded i: "Genç insanlara ihtiyacımız var." Onu ikna
etmeye uğraştım: 'Gençler deneyimsiz olur, hem genç insanlar radyasyonu n za­
rarları na daha açıktır, o yüzden tehlike altında olacaklardır.' Yanıtı şuydu: "Emir
böyle, gençleri al ıyoruz.'

Hastaların yaraları daha yavaş iyileşmeye başladı. O ilk radyoaktif yağmuru -ka­
ra yağmur- hatırl ıyorum. Buna hazır değildik; ayrıca yeryüzündeki en iyi, en ola­
ğanüstü, en güçlü ülkeydik. Üniversite okuyup mühendis olmuş kocam, bunun
bir terörist faal iyet olduğuna beni inandırmaya çal ıştı. Düşman tarafından ya­
pılmış bir sabotaj. O dönemde birçoğu buna inanıyordu. Fakat bir zamanlar in­
şaatta çal ışan bir adamla aynı trende yolculuk yapmıştım, bana Smolensk Nük­
leer Santrali'nin inşası sırasında ne kadar çok çimento, demir, kum ve çivinin
çalınıp köylere satıldığını anlatmıştı . Para ya da bir şişe votka karşılığı.
Partiden bazı ları köylere ve fabrikalara gelip halkla konuştu, fakat bir tanesi bi­
le deaktivasyon nedir, çocuklar nasıl korunur, radyonüklidlerin kaçta kaçı yiye­
ceklerimize bulaştı gibi konuLara girmedi . Alfa, beta, gama ışınları nedi r bilmi­
yorlardı; radyobiyoloj iden, iyonize radyasyondan haberleri yoktu. Onlar için bun­
lar başka bir dünyadan gelme şeyi erdi. Sovyet halkının kahramanlığı, askerlerin
cesareti, batıl ı ajanların fitneleri hakkında konuştular. Bir Parti konuşmasında
bunlardan kısaca bahsedecek oldum, beni partiden kovacaklarını söyledi ler.

Bu topraklarda kalmaktan korkuyorum. Bana bir radyasyon cihazı verdi ler, onun­
la ne yapacağı m? Çamaşır yıkıyorum, çamaşırlar sakız gibi oluyor ama cihaz tı­
kırdıyor. Yemek yapıyorum, turta pişiriyorum, yine tıkırdıyor. Yatağı yapıyorum,
yine. Buna neden i htiyacı m var. Çocuklarım ı doyurup ağl ıyorum. "Neden ağlı­
yorsun, anne?"
Iki oğlum var. Anaokuluna gidiyorlar, hep hastalar. Büyük olan ne kız ne de oğ­
lan. Saçı çıkmıyor. Onu doktorlara. büyücülere götürüyorum. Sınıfında en küçük
olan o. Koşamıyor, oynayamıyor. Eğer biri kazara ona çarparsa ve kanamaya
başlarsa ölebil ir. Adını söyleyemediğim bir kan hastalığı var. Onunla hastane­
de yan yana yatı p düşünüyorum. "Ö lecek." Daha sonra böyle düşünmarnem ge­
rektiğine kend i mi ikna etmeye çalışıyorum. Tuvalette ağlıyorum . . . Annelerin
h içbiri odalarda ağlamıyor. T uvaletlerde. duşlarda ağ lıyorlar. Sonra şen şakrak
geri dönüyorum:

'Yanakların kızarmış. lyi leşiyorsun."


"Anne, beni hastaneden çıkar. Burada öleceğim. Burada herkes ölüyor.'

Şimdi nerede ağ layacağım? Tuvalette mi? Tuvalatin önünde kuyruk oluşmuş,


beni m gibi olan herkes o kuyrukta.
1 Mayıs günü, mezarlığa girmemize izin verdi ler. Mezarlara gitmemiz serbestti
ama polis evierimize ve bahçelerimize bakmamızı yasaklad ı . Mezarlıkta en azın­
dan uzaktan evlerimizi görebiliyorduk. Durduğumuz yerden onları kutsadık.

Burada ne tür insanlar yaşadığını size anlatayım. Bir örnek vereceğim; 'kirli ' böl­
gelerde, ilk yıl larda mağazaları Çin bittekleri ve kara buğdayla dolduruyorlardı.
Herkes 'Aman ne iyi ! Kimse b i zi g itmeye zorlayamaz ! " diyordu. Toprak düzen­
siz bir şekilde kirlenmişti. Bir kolhozun tarlaları 'temiz', d iğerininki 'kirli' olabili­
yordu. 'Kirli' tarlalarda çal ışanlar daha fazla maaş aldığı için, herkes ora larda
çalışmak için can atıyor. 'temiz' tarlalarda çalışmak istemiyordu.

Yakınlarda Uzakdoğu'dan gelen kardeşim beni ziyaret etti . "Burada hepiniz ka­
ra kutular gibisiniz," dedi. Uçaklarda bilgi leri kaydeden kara kutulardan bahse­
diyordu. Yaşadığımızı, konuştuğumuzu, yürüdüğümüiü, yediğimizi, birbirimizi
sevdiğimizi zanned iyoruz. Halbuki sadece bilgi kaydediyoruz !

Pediatri uzmanıyım. Çocuklar için her şey çok farkl ı. Ö rneğin onlar için kanser
ölüm .d emek deği.l, bu bağiantıyı kuramıyorlar. Kendi leri hakkında her şeyi bili­
yorlar; tanıları, aldıkları ilaçlar, tedavilerinin adları. Annelerinden daha bilgili­
ler. Öldükleri zaman yüzlerinde şaşkın bir ifade oluşuyor. Şaşkın yüzlerle öyle­
ce yatıyorlar.

Doktorlar bana kocamın öleceği haberini verdi. lösemi hastası. Çernobi l bölge­
sinden geldikten iki ay sonra hastalandı. Oraya fabrikadan gönderi lmişti. Bir ge­
ce vardiyasından sonra sabah eve geldi:
"Yarın gidiyorum."
"Orada ne yapacaksın?"
"Kolhozda çalışacağım."
On beş kilometre çapındaki bölgede samanları biçmişler, pancarları, patatesle­
ri toplamışlar. Geri döndü. Ailesini ziyarete g itti k. Yere yıkı ldığında babasıyla
bir duvarı onarıyordu. Ambulans çağırıp onu hastaneye götürdük. Ciddi dozda
lökosit aldı.
Döndüğünde aklında sadece bir tek düşünce vardı: 'Ölüyorum.' Sessizleşti. Bu­
nun doğru olmadığına onu inandırmaya çalıştıysam da boşuna. Ona. bana inan­
sın diye bir kız evlat verdim. Sabahları uyandığımda kocama bakıp düşünürdüm,
'Kendi başıma nasıl başaracağı m?" Ölümü çok fazla düşünmemek gerek. O dü­
şünceleri katarndan kovuyordum. Onun hastalanacağını bilseydim, bütün kapı­
ları kapatır, eşiğe dikil irdim. Evdeki bütün kilitlerle kapıları kilitlerdim.

Iki yıldan beri oğlumla hastane hastane dolaşıyoruz. Çernobi l hakkı�da bir şey
duymak, okumak istemiyorum. Zaten her şeyi gördüm.
Hastanelerdeki küçük kızlar bebekleriyle oynuyor. Gözlerin i kapattıkları zaman
bebekler ölüyor.
'Bebekler neden ölüyor?"
'Çünkü onlar bizim çocuklarımız. bizim çocuklarımız yaşamayacak. Doğacaklar,
sonra da ölecekler. •

Artyom yedi yaşında; beş yaşında gibi duruyor. Gözlerin i kapattığında, uyuyor
sanıyorum. Beni görmediği için ağlamaya başlıyorum. Sonra gözlerini açıp, "An­
ne. şimdiden öldüm mü?" diye soruyor.
Uyuduğu zaman neredeyse nefes almıyor. Yatağının başucunda diz çöküyorum.
'Artyom gözlerini aç, bir şeyler söyle." Kendi kendime, "hala sıcak." d iye düşü­
nüyorum.
Gözlerini açıyor, sonra tekrar uykuya dalıyor. Ölüyarmuş gibi sessizce.
"Artyom, gözlerini aç. ·
Onun ölmesine izin vermeyeceğim.
Yakın zamanda yeni yılı kutladık. Her şeyimiz vardı, hepsi de ev yapımıydı; tüt­
sülenmiş yiyecekler, domuz pastırmas ı, et, turşu. Dükkandan a lınma tek şey ek­
mekti. Votka bile bizdendi. "Bizden" derken Çernobi l' i kastediyorum. Sezyum,
stronsiyum aromalı . Iyi de, başka nereden yiyecek bulacağız? Köy dükkan iarı
boş, bir şeyler gelse bile maaşımız onları satın a lmaya yetmez.

Konuklarımız geldi, komşular; genç, kibar insanlar. Birisi öğretmen. d iğeri kol­
hoıda tamirci, bir de onun karısı. Içtik, bir şeyler yedi k. Sonra şarkı söylemeye
başladık. Içimizden gelerek bütün eski şarkıları söyledi k; devrimci şarkılar, sa­
vaş türküleri. "Sabah güneşi zarif ışığıyla Kremlin'i renklendiriyor! " Güzel bir ak­
şamdı. Eskisi gibi.
Bunları oğluma yazdım. O öğrenci, başkentte yaşıyor. Bana şöyle cevap yazmış:
"Anne, sahneyi gözümde canlandırdım. Çok çılgınca. Çernobil toprağı, evimiz.
Noel ağacı ışıl ışıl yanıyor. Masa başındakiler ise devrim, savaş şarkıları söylü­
yor. Sanki Gulag'ları. Çernobil'i görmemiş gibi." Korktum, kendim için değil, oğ­
lum için. Geri dönecek yeri yok.
OçOncO BOIOm

Üzüntüden Şaşk1na Dönenler

BilmediQimiz Şey Haldeında Monolog: Oıom Çok GOzel Olabilir

l i k sorumuz "Suç kimin?" oldu; ancak sonra, daha çok şey öğrendiğimizde dü­
şünmeye başladık. Ne yapmal ıyd ık? Kendimizi nası l kurtarabilirdik? Bunun bir
ya da iki yı l değ i l , nesil lerce süreceğini kavradığımııda ise, arkamıza bakıp say­
faları bir bir çevirmeye koyulduk.

O lay, cuma gecesi geç saatte oldu. Ertesi sabah kimse bir şeyden şüphelenme­
m işti . Oğlumu okula gönderdim, kocam da berbere tıraş olmaya g itti. Kocam ge­
ri döndüğünde öğle yemeğ i hazırl ıyordum. " Nükleer santralde yangın gibi bir
şey varmış." ded i . " Dediklerine göre radyoyu kapatmamalıymışız. " Söylemeyi

lll
unuttum. Pripyat'ta. santralin yakınında oturuyorduk. Hala parlak kırmızı ışıltıyı
hatırlıyorum. reaktör ışıldıyar g ibiydi. Bu bildiğimiz yangınlardan değildi, bOyOk
bir parıltıyd ı . GOzel görünüyordu. Böyle bir şeyi filmlerde bi le görmemiştim. O
akşam herkes balkoniara doluştu, balkonu olmayanlar da misafirliğe g itti. Do­
kuzuncu kattaydık ve manzara m ız iyiydi. Herkes çocukların ı getirmişti, onları ha­
vaya kaldırıp, "Bak! Hatırla ! ' d iyorlard ı. Bu insanlar reaktör çal ışanlarıydı lar;
mühendisler. işçiler. fizik öğretmenleri. Kara tozun içinde durup konuşuyor, du­
manı soluyor, neler olduğunu merak ediyorlardı. Arabasına, bisikletine atiayan
yangını görmek için oraya gitmişti. ÖIOmOn bu kadar g üzel olabi leceğini bilmi­
yorduk. Kokusu olmadığını söyleyemem; ne var ki bahar veya gOz kokusu gibi
değildi; bambaşka bir şeydi. toprak kokusuna da benzemiyordu. Bağazım gıcık­
landı. gözlerim yaşardı.

BOtOn gece gözOmO kırpmadım, Ost k�tta komşuların ayak seslerini duyuyor­
dum, onlar da uyuyarnam ı ştı . Mobilyaları hareket ettiriyorlar. tOriO gOrOitOier çı­
karıyorlardı; eşyalarını paketl iyor olabilirlerdi. Baş ağrım ı geçirmek için Gitra­
man içtim. Sabah uyandım ve çevreme bakındığımda -bu sonradan uydurduğum
bir şey değil. o zaman aynen böyle hissetmiştim- bir şeylerin yol unda gitmedi­
ğini. bir şeylerin geri dönmemecesine değiştiğini fark ettim. O sabah, daha sa­
at sekizde sokakları gaz maskeli askerler doldurmuştu. Onları ve askeri araçla­
rı sokakta gördOğOmOzde korkmadık; aksine bu görOntO bizi rahatlatmıştı. Ordu
yardımımıza koştuğuna göre. her şey iyi olacaktı. O zaman barışçıl atarnun öl­
dOrebi leceğini, insanın fizik kanunları karşısında çaresiz olduğunu henüz bilmi­
yorduk.

Radyoda bOtOn gOn insanlara tahliye için hazırlanmaları tal imatı veri ld i. Bizi Oç
gOn boyunca oradan uzaklaştırıp. her yeri yıkayacak ve kontrol edeceklerdi. Ço­
cuklara okul kitaplarını yanlarına almaları söylenmişti. Kocam ne olur ne olmaz
diye evraklarımızı ve evl i l i k cüzdanımızı çantasına koydu. Beni m yanıma aldığım
tek şey -hava kötülerse d iye- pamuklu bir başörtüsü oldu.

Daha ilk anlardan itibaren "Çernobi l l i ler", yan i farklı insanlar haline geldiğimizi
hissetmi ştim. Otobüsümüz geceleyin bir köyde durdu. Insanların bir kısmı okul
binasında yerlerde, kalanlar da bir demekte uyudu. G idecek yerimiz yoktu. Bir
kadın bizi evine davet etti. "Gelin,' dedi . 'Size de bir çarşaf sereyim. Çocüğunu­
za acıdım.' Arkadaşı onu çekerek bizden uzaklaştırdı. 'Deli misin? Onlar zehir­
li!'
Mogilev'e yerleştiğimizde oğlumuz okula başladı ve i l k gün eve gözyaşları için­
de döndü. Onu yanına oturttu kları kız, onun radyoaktif olduğunu, yanında otur­
masını istemediğini söylemiş. Oğlumuz dördüncü sınıftaydı ve sınıhaki tek Çer­
nobi ll iydi. Diğer çocuklar ondan korkuyordu, "Parlak' d iye ad takmışlardı. Zaval­
lının çocukluğu çok erken bitti.
Biz Pripyat' ı terk ederken, bir askeri birlik ters yönde i lerl iyordu. O kadar çok as­
keri araç vardı ki. Işte o zaman. onları gördüğüm an korkmaya başladım. Yine
de bütün bunların bir başkasının başına geldiği duygusunu bir türlü üstümden
atamıyordum. Ağl ıyor, yemek arıyor. uyuyor. oğluma sarıl ı p onu tese l l i ediyor­
dum. Ama içimde bir yerlerde sadece bir gözlemci olduğumu hissediyordum. Ki­
ev'de bize biraz harçlık verdiler, hiçbir şey alamadık. Yüz binlerce insan yerin­
den edilmişti ve ne buldu!arsa satın alıp yemişlerdi. Birçok kişi tren garında.
otobüslerde kalp krizi. felç geçirdi. Beni kurtaran annem oldu. Uzun yaşamış ve
çok kez her şeyini birden kaybetmişti. Ilki 1 930' 1ardaydı. lneğini, atını, evini al­
mışlardı. Ikincisinde yang ın çıkmış, sadece beni kurtarabilmişti. Şimdi ise. "Bu­
nu başarmak zorundayız. En azından hayattayız," diyordu.

Bir şey hatırl ıyorum; otobüsteyiz. herkes ağl ıyor. Ön tarafta bir adam karısına
bağırıyor: "Bu kadar aptal olduğuna inanamıyorum ! Senden başka herkes yanı-
na eşyalarını almış, bizim elimizde ise bu kavanozlardan başka bir şey yok! "
Karısı hazır otobüse binmişken, yol üstünde yaşayan annesine birkaç boş turşu
kavanozu götürmeye karar vermişti. Koltuklarının yanında büyük, şişkin torbalar
vardı, Kiev'e kadar otobüste onların üstünden atlayarak i lerleyebildik. Kiev'e de
el lerinde sadece o torbalarla ulaştılar.

Şimdi kilise korosunda şarkı söylüyorum. lncil okuyorum. Kiliseye gidiyorum,


ebedi yaşam hakkında bir tek orada konuşuluyor. Insanı rahatlatıyor. O sözleri
başka hiçbir yerde söylemiyorlar; oysa onları duymayı çok istiyorum.

Rüyamda, sık sık güneşl i bir havada Pripyat'ta oğlumla hisikiete bindiğimizi gö­
rüyorum. Orası şimdi bir haya let şehir. Yine de şehrin içinde geziyor ve güllere
bakıyoruz. Pripyat'ta ne çok gül vardı, kocaman kocaman gül çal ıları. Henüz
gençmişim, oğlum da daha küçükmüş. Onu seviyormuşum. Tıpkı bunca zaman
olduğu gibi bir seyirciymişim, bütün korkularımı unutmuşum.

Nadezhda Petrovna Vygovskaya,


Pripyat şehrinin tahliye edilmiş bir sakini
KOrek ve Atoma Dair Bir Monolog

O günleri hatıramda canlandırmaya çal ıştım. Birçok yeni duyguyla karşı karşıya
kalmıştım. korku ve bilinmeyene gidiş; sanki Mars'a ayak basacakmışım gibi.
Kurskluyum. 1 969 yıl ında yakınlarda bir yere, Kurchatov kasabasına bir nükleer
santral kurdular. Oraya yiyecek satın a lmaya g iderdik; çünkü santralde çalışan­
lara hep en iyi yiyecekler gönderil irdi . Reaktörün hemen yanındaki gölde bal ık
avlardık. Çernobil 'den sonra bu sık sık aklıma geldi.

Olay şöyle oldu; çağrı aldım ve disipl i n l i bir insan olduğum için hemen ertesi
gün askerl ik şubesine g ittim. Dosyamı buldular. "Sen," ded i ler bana, "daha ön­
ce h iç bizimle çalışmalara katıl mamışsın. Orada kimyacılara i htiyaç var. Minsk
yakınlarında 25 günlük bir kampa katı lmak ister misin?" Ai leme ve işime biraz
ara vermek fena olmazdı. G ider, hava alırdım.

22 Haziran 1 986 günü. saat 1 1 'de, toplanma noktasına elimde diş fırçam ve çı­
kınımla ulaştım. Bir barış zamanı ça lışmasına bu kadar kalabalık gitmemiz beni
şaşırtmıştı. Savaş filmlerinden sahneler hatırladım. tam günüydü; Alman i şga­
linin başladığı 22 Haziran'la aynı tarih. Bütün günümüz bir sıraya girip. bir da­
ğı lmakla geçti, sonunda otobüslere bindirildiğimizde hava kararmıştı . Biri aya­
ğa kalkıp şöyle dedi: "Eğer yanınızda içki getirdiyseniz şimdi için. Bu gece tre­
ne bineceğiz ve yarın biriikierimize tesl i m olacağız. Sabah herkes dalından ye­
ni kopmuş hıyar kadar diri olacak. fazla yükünüzü de yanınızda getirmeyin . " Ta­
mam. dert değ i l . Bütün gece içip eğlendi k.
Sabahleyin ormandaki birliğimizi bulduk. Bizi yine sıraya soktular ve alfabetik
sırayla çağırıp koruyucu g iysi lerimizi dağ ıttılar. Bize önce bir takım. sonra bir ta­
ne daha ve en sonunda bir üçüncü takim daha dağıttıklarında olayın ciddiyetini
kavramaya başladım. Palto. şapka. şi lte. yastık d a dağıttılar. k ış teçhizatı. Oysa
yaz mevsimindeydik ve yirmi beş gün sonra evierimize döneceği miz söylenmiş­
tL Bizimle gelen yüzbaşı bunu duyunca gü ldü: "Şaka mı yapıyorsunuz? Yirmi beş
günmüş. Çernobi l'de altı ay çal ı şacaksınız." Önce bir şaşkınlık, ardından öfke . . .
Aklımızı çelrnek için anlatmaya koyuldular; reaktöre yirmi kilometre uzaklıkta
çal ışanlar iki katı, on kilometre uzaklıkta çalışanlar üç katı maaş al�cak. Reak­
törde çalışanlar ise maaşlarının tam altı katını kazanacaklar. Içimizden biri altı
ay içinde evine arabasıyla dönme hesapları yaparken. bir diğeri de evine hemen
gitmek istiyordu, ne var ki askerdeydi.

Radyasyon da ne? Kimse radyasyon lafın ı daha önce duymamıştı . Ben ise. 50
röntgenin ölümcül doz olduğu gibi otuz yı l öncesinin bilgi leri n i anlattıkları bir si­
vil savunma dersine katılmıştım, hepsi bu. Patlama dalgalarından korunmak için
nasıl siper alacağımızdan bahsetmişlerdi. lrradyasyon, termal ısı, vesaire ...
Ama bir bölgenin radyoaktif kirli liği -en ciddi faktör- hakkında tek söz eden ol­
mamıştı . Bizi Çernobil'e getiren subayların da bu konuda çok bilg i l i olduğu söy­
lenemezdi. Bi ldikleri tek şey; daha çok votka için. radyasyona iyi gel iyormuş!
Altı gün boyunca M insk yakınında ka ldık ve bu altı gün boyunca içtik. Şişelerin
üzerindeki etiketleri inceliyordum. lık içtiklerimiz votkaydı, sonraki içtiklerimizin
tuhaf birtakım içecekler olduğunu fark ettim. N ithinol ve bu cinsten cam temiz­
leyicileri. Bir kimyager olarak bunlar beni m için ilginç deneyimlerdi. Nithinol iç­
tikten sonra bacaklarınız çözülse de bilinciniz gayet açık kal ıyor. vücudunuza
"ayağa kal k ! ' diye emir verip sonra da yere düşüyorsunuz.
Kimya mühendisiyim, yüksek l i sansım da var. Büyük bir fabrikada laboratuvar
şefi olarak çalışıyordum. Bana ne iş yaptırdılar dersiniz? Elime bir kürek tutuş­
turdular; tek aracım bu olacaktı. Kendimize hemen bir slogan bulduk: "Atama
karşı kürekle savaş ! " Koruyucu teçhizatı mızın içinde gaz maskesi ve oksijen tü­
pü gibi şeyler de vard ı; ama d ı şarıda sıcakl ık 30 dereceydi , onları takmaya kal­
kan sıcaktan ölürdü. Maskeler için -fazladan cephane için i mza atar gibi- zim-
met belgeleri i mzatadık, sonra da onları unuttuk. Bizim için onca ayrıntıdan sa­
dece biri oldular. Otobüsten trene nakledi Id ik. Yetmiş kişiydik ama vagonda kırk
beş koltuk vardı. Biz de dönüşümlü uyuduk.

Çernobil nedir? Bir sürü askeri araç ve askerler, yıkama üniteleri, gerçek bir as­
keri yığınak. Bizi her çadıra on asker düşecek şeki lde yerleştirdi ler. Kimimizin
çocukları vardı, kimimizin eşi hamileydi, kimimiz ise tam ev değiştiriyorduk. Bu­
na rağmen kimse durumdan şikayet etmedi . Yapmak zorundaydık, bu yüzden
yapıyorduk. Anavatan çağırmış biz de göreve koşmuştuk.

Çadırların çevresinde yığ ınlarta boş konserve kutusu vardı. Askeri depoların sa­
vaş hal i için özel stokları bulunurdu. Konserveterden anlaşıldığı kadarıyla bun­
lar et, yulaf, balık gibi yiyeceklerdi. Her yerde kediler geziyordu, sinek kadar kal­
mışlardı. Köyler boşa ltı lmıştı . Birilerini bulmak umuduyla bir kapıyı açtığınızda
dışarı sadece bir kedi çıkıyordu.

Zehiri i yüzey toprağını kazıyıp arabalara doldurduk ve atık gömme alanlarına ta­
şıdı k. Bu atık gömme yerlerinin karmaşık bir mühendislik ürünü olduğunu sanır­
dım, meğerse basit çukurlarmış. Toprağı halı gibi ka ldırıp dürüyorduk. Üzerinde­
ki çim ler, çiçekler, kökler, böcekler, solucanlar ve örümceklerle beraber. Bu de­
li işiydi. Toprağı kaldırıp üzerindeki canlı ları ayıklamak mümkün değildi, bence
biraz daha fazla içiyor olsaydık onu da denerdik. Ruh sağlığımız bozul muştu.
Yüzlerce kilometrelik toprağı dürüp atmıştık. Evler, ahırlar, ağaçlar, yollar, ana­
okul ları, kuyular, hepsi bir anda çırılçıplak kalmıştı. Sabah kalkıp tıraş olmaya
g ittiğimizde, aynada kendi yüzümüze bakmaktan korkuyorduk. Insanın aklına
türlü türlü şeyler gel iyordu. Insanların oraya geri döneceklerini hayal etmek bi­
le zordu; oysa biz evlerin pervazlarını, çatı larını değiştirdik. Hepimiz bunun ge­
reksiz bir iş olduğunu bil iyorduk ve bizim gibi düşünen binlerce kişi vardı. Her
sabah uyanıp aynı işi yapıyorduk. Bir defasında okuma-yazması olmayan bir ihti­
yarla karşılaştık: "Bu iş aptalca, çocuklar. Bırakın da gelin, birlikte yemek yiyelim."

Rüzgar esiyor, bulutlar havada dolaşıyordu. Reaktör hizmet dışı bırakılmamıştı


bile. Bir katman toprağı kazıdıktan bir hafta sonra tekrar gel iyor ve işe baştan
başl ıyorduk. Sonunda kazıyacak bir şey kal madı, sadece ardımızdan oraya sü­
rüklenen biraz kum. Bana anlamlı gelen tek şey, hafif dip toprağının hareket et­
mesini engel lemek için, hel ikopterlerin pol i mer film oluşturacak bir karışı m püs­
kürtmeleri olmuştu. Biz yine de kazıyor. kazıyorduk. Köyler boşa ltılmıştı, ama
bazılarında hala yaşayan ihtiyarlar vard ı. Eski bir köy evi ne girmek ve sofraya
oturmak -sadece tören havası bile yeter- yarım saatliğine normal hayata dön­
mek .. . Bir şey yemesek bile, bunu yapmamız yasaktı. Oysa ben eski bir köy ku­
l übesinde, bir masada oturmayı öyle çok istiyordum ki.

Işimiz bittikten sonra geride kalan tek şey çukurlar oldu. G üya onları beton blok­
larla kapatacak ve çevresine dikenli tel ler öreceklerdi. Orada kullanılan kam­
yonları, vinçleri öylece bıraktılar; metal de kendince radyasyon tutuyordu. Bu
malzemenin sonradan çalındığını, ortadan kaybolduğunu duydum. Buna inanı­
rım. Artık her şey mümkün.

Bir keresinde alarm durumuna geçtik. Radyasyon ölçücüler kafeteryamızın, ça­


lıştığımız yere göre daha fazla radyasyon içeren bir a landa olduğunu fark etmiş­
lerdi. Orada i ki aydan beri oturuyorduk. Işte biz böyle i nsanlarız. Kafeterya de­
diğimiz yerde direkiere göğüs hizasında tahtalar çakıl mıştı. ayakta yemek yiyor­
duk. Fıçılardan akan suyla yıkandık. Tuvaletirniz ise orta yere açılmış bir çukur­
dan ibaretti. Ellerimizde küreklerimiz vardı, hemen yakınımııda ise reaktör!

I k i a y sonra. o la n biteni yavaş yavaş anlamaya başladık. Insanlar "B u bi r i ntihar


görevi. Iki aydır buradayız, artık yeter! Yerimize başkalarını göndersinler," gibi
laflar etmeye başladı. General Antaşkin bizimle konuştu. Oldukça açık sözlüy­
dü. "Bizim için yeni birlik getirmek avantajl ı değil. Size üç takım giysi verdi k. Ay­
rıca yerinize de alıştınız. Yeni adamlar getirmek pahalı ve karmaşık bir iş." Kah­
raman olduğumuza vurgu yapıldı. Haftada bir, çok iyi kazan bir kişi diğerlerinin
önünde bir l iyakat sertifikası alacaktı : Sovyetler Birliği'nin en iyi mezar kazıcısı.
Bu deli l i kti.
Boş köylerde, bir kedi ler, bir de tavuklar vard ı. Ne zaman bir kümese girsek yu­
murtalarla dolu olurdu. Biz de onları toplayıp pişirird i k. Askerler her şeyi yap­
maya hazırdır. Bazen bir tavuk yakalar. onu pişirip bir şişe ev yapımı votka eşli­
ğinde ziyafet çekerdi k. Çadırda her gece o şeyden üç l itre kadar içilirdi. Bazıla­
rı satranç oynar, bazı ları g itar ça lardı. Insanoğlu her şeye al ışabil ir. Biri sarhoş
olup yatağı na yıkı lır, d iğerleri bağırış çağ ı rı ş kavga ederlerd i . lki kişi sarhoş olup
arabayla yola çıkmış ve kaza yapmıştı . Onları arabanın içinden dozerle kurtardı­
lar. Ben kendimi. günlük tutup mektuplar yazarak kurtardım. Siyasi sorumlu bu­
nu fark etmişti , durmadan ne yazdığımı, yazdıklarımı nereye sakladığımı soru­
yordu. Yanımdaki askere hatiyelik yaptırmaya kalkmış; ama adam beni uyarmış­
tı . 'Ne yazıyorsun?" "Tezimi.' Güldü. "Tamam, a lbaya böyle söyleyeceğim. Ama
her ne yazıyorsan onu gizle.' Onlar iyi i nsanlardı. Daha önce de söylediğim gi­
bi, kimse halinden şikayet etmedi . Tek bir korkak bile çıkmadı. Inanın bana, bi­
zi ki mse yenemez. Asla ! Subaylar çadırlarını hiç terk etmedi ler. Bütün gün ayak­
larında terl ikleri etrafta dolaşır, içki içerlerdi. Kimin umurunda? Biz kazıyorduk.
Subaylar da omuzlarına bir yı ldız daha ekliyordu. Kimin umurunda? Ülkemizde
böyle insanlar var.

Radyasyon ölçücüler tanrı gibi karşılanıyordu. O nlara ulaşabilmek için bütün


köy halkı birbirini ezerdi. "Söylesene oğ lum, benim radyasyonum kaçmış?" Giri­
şimci ruhl u bir asker durumu fark etti . Sıradan bir çubuk buldu, ucuna birkaç
kablo bağladı, yaşlı bir kadının kapısını çalıp çubuğu d uvar boyunca sallamaya
başladı. "Radyasyon kaç çıktı?" "Bu devlet sırrı n ine." "Bana söyleyebilirsin, oğ­
lum. sana bir bardak da votka veririm." "Pekala." Vetkasını içtikten sonra: " Bu­
rada her şey yolunda n ine. endişelenme. deyip çekti g itti.

Görevimizin ortasına doğru bizlere radyasyon ölçen birer cihaz verdiler. Içinde
bir kristal duran küçük kutular. Bazı ları onları sabahtan atık gömme yerlerine
götürüp bütün gün orada bırakırdı. Böylece ci haz daha fazla radyasyon göstere­
cek ve akıl ları sıra daha erken terhis edi leceklerd i ya da belki daha fazla para
verirlerdi. Bazı ları da cihazları, yere yakın durup daha yüksek oranda radyasyon
çekmeleri için postallarına bağlardı. Tam bir saçmal ı klar komedisiydi. Cihazia­
rın sayaçlarının i lerlemesi için önce bel l i bir doz radyasyonla harekete geçiril­
meleri gerekiyordu, bu halleriyle çalışmıyorlardı bile. Işin doğrusu. bu elli yıl ön­
cesinin küçük oyuncaklarını sırf bize psikoterapi olsun d iye depolardan çıkar­
mışlardı. Işimiz bittiği nde hepimizin sağl ı k karnelerine ayn'ı şey yazıldı. Ortala­
ma radyasyonu orada kaldığımız gün sayısıyla çarptı lar. Ortalama radyasyonu
da ça lıştığımız yerde değil, çadırlarımızda ölçtüler.

Dinlenmemiz için iki saat ara verilirdi. Ben bir çal ının di bine kıvrıl ıp, büyümek­
te olan kirazları seyrederdim. Kocaman, sulu sulu kirazlar. Insanın onları kopa­
rıp yiyesi gelirdi. Karadutlar ... Hayatımda ilk defa karadut görüyordum. Işimiz
olmadığında etrafta gezinirdik. Sabahın üçüne. dördüne kadar Hi nt aşk filmleri
seyrederdi k. Bazen aşçı uyuyakal ır, ekmeğ imiz doğru dürüst pişmeden çıkardı.
Bize gazeteler getirirlerdi, gazetede kahraman olduğumuzu yazard ı. Gönüllüleri
Fotoğraflar olurdu; oysa hiçbirimiz etrafta fotoğrafçı görmezd ik.

U l uslararası birl ikler de yakınımızdaydı. Kazan'dan gelen Tatarlar vardı. Arala­


rında yaptıkları askeri mahkemeyi gördüm. Adamın birini birliğin önüne katmış
kova lıyorlar. duracak veya yana kaçacak olursa tekmel iyorlardı. Adamın işi ev­
leri temizlemekti; üzerinde bir torba dolusu kıymetl i eşya bulmuşlardı. Anlaşı­
lan hırs i zlık yapıyormuş. Litvanyalılar da yakındaydı. lkı iJY sonra geri gönderil­
meleri için kazan kaldırdı lar.

Bir defasında özel bir emir aldık. Gidip boş köylerden birindeki bir evi yıkaya­
caktık. Inanılmaz ! "Neden?" "Yarın orada bir düğünü filme çekeceklermiş." Eli­
mize hortumları alıp çatıyı, bacayı, ağaçları yıkad ı k. Toprağı kazıdık. Patates tar-
. lasını. bahçeyi, çimleri tıraşladık. Çevrede hiçbir şey kalmamıştı. Ertesi gün ge­
lini ve damadı getirdiler. bir otobüs dolusu da konuk vardı. Müzikler çal ındı. Ge­
lin ve damat gerçekti, daha önce tah liye edi l m işler, ama her nasılsa biri onları
geri gelip düğünlerini burada yapmaya ikna etmişti . Televizyon için propagan­
da: Gündüz düşleri fabrikası ! Orada bile efsanelerimiz iş başındaydı. bizi koru­
yorlardı: 'Bakın. her yerde hayatta kalabil iyoruz. Ölü toprakta bile."

Evime dönmeden hemen önce komutan beni çağırdı. "Sen ne yazıyordun?" "Eşi­
me mektuplar.' "Pekala. Dikkatli ol."

O günlere dair hatıralarımda bir del i l i k gölgesi var. Kazıyor, kazıyorduk. Günlü­
ğümün bir yerinde, toprak olmanın ne kadar kolay olduğunu birkaç günde öğ­
rendiğimi yazmışım.

Ivan Nikolayeviç Zhykov,


kimya mühendisi
OlçOmler Yapınaya Dair Monolog

Kazadan bir ay sonra, Mayıs ayından itibaren, otuz kilometrelik bölgeden gelen
numuneleri a lmaya başladık. Enstitü, askeri bir enstitü gibi aralıksız çal ışıyor­
du. O zamanlar Belarus'ta bu işi yapabilecek uzmanlara ve donanı ma sahi p tek
yer bizimkiydi.
Bize evcil ve vahşi hayvanların iç organlarını getird iler. Daha i l k testlerde eli­
m izdekine et değil, radyoaktif yan ürün dememiz gerektiği bel l i olmuştu. Bölge­
nin içindeki sürülere vardiyalı çobanlar göz kulak oluyordu, süt sağıcıları ise sa­
dece gerektiğinde içeri alınıyordu. Süt fabrikaları devlet planına göre işl iyordu.
Sütü de test ettik. Bu da süt değil. radyoaktif yan üründü. Sonrasında dersler­
de uzun süre boyunca, standart radyasyon kaynağı olarak, Rogachev süt fabri­
kasından gelen konsantre süt ve süttozunu kullandık. Bu arada bu ürünler dük­
kaniarda da satı lıyordu. Halk, sütün Rogachev fabrikasından geldiğini görüp de
almamaya başlayınca, birdenbire etiketsiz süt ürünleri peyda oldu. Bunu etiket­
leri kalmadığı için yaptıktarını hiç sanmıyorum.

Bölge'ye ilk gidişimde, ormandaki art alan radyasyonunu, yoldaki ve tarladaki­


ne göre a ltı kat daha yüksek ölçmüştüm. Ama yüksek dozlar her yerde buluna­
bil iyordu. Traktörler çalışıyor, çiftç i ler arıklar kazıyordu. Birkaç köyde yetişkin ve
çocuklarda tiroid aktivitesini ölçtük. Bu, normal dozun bazen yüz, bazen de iki­
üç yüz katına çıkabi l iyordu. Grubumuzda radyolog bir kadın vardı. Çocukların bir
kum havuzunda oturup oynadıklarını görünce deli rm işti. Anne sütünü test ettik,
radyoaktifti. Mağazalara gittik, birçok mağazada olduğu gibi, g iyecek ve yiye­
cek reyonu iç içeydi. Bir yanda ceketler ve elbiseler, hemen yanında da salarn
ve margarin. Orada açıkta yatıyorlardı, üstleri naylonla bile kapatılmamıştı. Sa­
lamı ve bir yumurtayı alıp ölçtük, bunlar artık yiyecek değildi, radyoaktif yan
ürüne dönüşmüşlerdi.
Evinin yakınında bir banka oturmuş, çocugunu emziren bir kadı n gördük. Sütü­
nün içinde sezyum vardı -bir Çernobil Meryem'i.

Amirierimize sorduk: "Ne yapacağız? Neler olacak?"


Bize 'Öiçümlerinizi yapın. G idin televizyon seyredin," dediler.
Televizyonda Gorbaçov halkı sakinleştirmeye çalışıyordu: "Anında önlem aldık.'
O na inandım. Yirmi yı l boyunca mühendislik yapmıştım, fizik kurallarını bil iyor­
dum. Bir süreliğine de olsa, bütün can l ı ların o bölgeyi terk etmeleri gerektiğini
bil iyordum. Yine de bil inç l i bir şeki lde ölçümleri m izi yaptık ve televizyon sevret­
meye devam ettik. Inanmaya al ışmıştık. Savaş sonrası kuşağındanım, bu inanç­
la, bu imanla büyütüldüm. Bu inanç nereden gelmişti? Korkunç bir savaş kazan­
mıştık. O zamanlar bütün dünya bize minnettardı .

I şte sorunuzun yanıtı; bunların hepsin i bildiğimiz halde neden sessiz kal mayı
yeğledik? Neden meydanlara çıkıp gerçegi haykırmadık? Raporlarımızı yazdık,
açıklayıcı notlar düştük. Ama sustuk ve Parti disiplini nedeniyle emirleri itiraz­
sız yerine getirdik. Bir komünisttim. H içbir meslektaşırnın Bölge'ye gidip çal ış­
mayı reddettiğini hatırlamıyorum. Parti üyeliklerin i kaybetmekten korktukları
için değil. inandıkları için. Hepimizin iyi ve eşit yaşad ığına, bizim için insanın en
üst değer olduğuna inanıyorlardı. Bu inancın yıkı m ı birçok insanda kalp krizleri­
ne ve intiharlara yol açtı. Profesör Legasov gibi kalbine kurşun sıkanlar oldu;
çünkü bu inancı kaybettiğinde artık bir katıl ımcı değilsin. herhangi birisin, var
olmak için bir nedenin yok. Onun intiharından çıkardığım bu, bunu bir işaret ola­
rak değerlendiriyorum.

Marat Filipoviç Kokhanov,


Belarus Bilimler Akademisi,
Nükleer Enerji Enstitüsü 'nün eski şef mühendisi
Kortcutucu Şeylerin Nasıl Sessizce Olup Bittigina Dair Monolog

Bir yerlerde bir şeyler oldugunu ögrendik. Sözü edilen yer bizim Mogilev'den
uzaktaydı, daha önce adını bile d uymamıştım. Ardından kardeşim eve koşarak
geldi ve okulda bütün çocuklara hap verdiklerini söyledi. Besbelli ki ciddi bir
şeyler olmuştu.

Yine de 1 Mayıs'ta güzelce eğlendik. Eve gece geç saatte döndük ve pencere­
min rüzgar tarafından ardına kadar açılmış oldugunu gördüm. Bunu daha sonra
hatırlayacaktım.

Çevre koruma kurulunun teftiş merkezinde çalışıyordum. Emir bekledik, ama


hiçbir emir ya da talimat gelmedi. Çalışanlarımız arasında pek az profesyonel
vardı, özellikle de müdürler arasında; emekli albaylar, eski Parti çalışanları,
emekli ler veya artık istenmeyen başkaları. Eger bir kişi işinde bir hata yaparsa.
onu bize yollarlardı. Sonra orada oturup zamanını kağıtları karıştırarak geçirir­
di. Sadece Belaruslu yazar Aleksey Adamoviç Moskova'da Çernobil hakkında
konuşup orta l ıgı ayağa kaldırd ıktan sonra ses çıkardılar. Ondan nasıl da nefret
ediyorlardı. Bu gerçek olamazd ı . Çocukları. torunları orada yaşıyordu, ama on­
ların yerine bir yazar çıkıp dünyaya çağrı yapmıştı: "Bizi kurtarın ! " Kend ini koru­
ma içgüdüsünün ağır basacağını sanırdınız. Oysa Parti toplantı ları ve sigara mo­
la larında konuşulan tek şey, "o yazarlar" olurdu. ' Neden bilmedikleri işlere ka­
rışıyorlar? Çizmeyi aştılar. Bizim tal i matlarımız var. Emirleri uygulamalıyız. Ne
biliyormuş ki? Fizikçi miymiş? Merkezi komitemiz. genel sekreterimiz var bizim."
Sanırım i l k defa o zaman. 1 937'de ortamın nasıl olduğunu anladım.

O zamanlar nükleer enerji santra lleri hakkında somut bir fikri m yoktu. Okulday­
ken. içlerinde beyaz elbiseli insanların oturup düğmelerle oynadıkları. "hiçbir
şeyden" enerji yaratan sihirli fabrikalar olduğunu öğrenmiştik. Çernobi l patla­
ması bizi çok hazırlıksız yakaladı. Hiçbir bilgi verilmiyordu.

Elimizden üzerinde:
"Çok gizl i"
'Kaza Raporları: Gizli"
'Tıbbi gözlemlerin sonuçları: Gizl i "
'Kaza sonrası çal ışmalara katılan personel in maruz kaldığı radyoaktivite hak­
kında rapor: G izli" gibi şeyler yazan yığınla kağıt geçiyordu. Sadece söylentiler
vardı; gazetede yazıyormuş ki, biri leri duymuş ki, birileri demiş ki ... Bazıları Ba­
tı'da söylenenleri izl iyordu, hangi hapları nasıl a lacağımıza dair konuşan sade­
ce anlardı. Ama genel tepkiler şöyleydi : "Düşmanlarımız kutlama yapıyorlar, yi­
ne de biz kurtulacağız." 9 Mayıs'ta gaziler zafer yürüyüşüne katı ldı lar. Reaktör­
de yangınla savaşanlar bile. Sonradan ortaya çıktı ki, yaptıkları işin risklerinden
habersizlermiş. "Sanırım grafiti eline almak tehl ikel i . Galiba . . . "
Kentte birdenbire o çatlak kadın ortaya çıktı. Pazarda dolaşıyor, "Ben radyasyo­
nu gördüm, mavi, masmavi. her şeyin iizerine sıçrıyor," diyordu. Halk o pazar­
dan süt ve kaşar peynir almayı bıraktı. Yaşlı bir kadın sütüyle orada duruyordu
ama kimse süt almıyordu. ' Endişelenmeyin," d iyordu, "lneğ imi dışarı salmıyo­
rum. Samanı ona kendi m getiriyorum." Kentin dışına çıktığ ınııda şu tür görün­
tülerle karşılaşabi lirdiniz; naylona sarılıp sarmalanmış bir inek, yanında yine
naylona sarılmış bir köylü kad ın. Güler misin, ağlar mısın?

O noktadan itibaren bizi teftişlere göndermeye başladı lar. Ben bir kereste işle­
me fabrikasına gönderi lmiştim. Planda bir değişiklik olmamıştı, gelen kereste
miktarı aynıyd ı , onlar da plana uyuyorlardı. Elimdeki cihazı depoda ça lıştırdım
ve cihaz çıldırdı. Kaplamalar iyiydi. ama süpürgeliklere gelince cihaz şaşırıyor­
du. "Bu süpürgel ikler nereden?" " Krasnopol.' Daha sonra Krasnopol'ün Mogi lev
bölgesinde en kirli yer olduğu ortaya çıktı. 'Sadece bir kargomuz kaldı . Diğerle­
rini çoktan yolladık.' Gönderildikleri onca yerde onları nası l bulacaktık?

Söylemekten çekindiğim bir başka şey daha vard ı . .. evet. Çernobil olayı olduk­
tan sonra, bir anda herkes kendi ne ait bir yaşamı olduğunu fark etti. O zamana
kadar kimsenin bu yaşama ihtiyacı yoktu. Ama şimdi düşünmek zorundaydık; ne
yiyoruz. çocuğumuzu neyle besi iyoruz? Ne tehlikeli, ne değil? Bir başka yere ta­
şınmalı mı, yoksa burada mı kalmalı? Herkes kendi adına karar vermek zorun­
daydı. Biz ise bir köy, bir fabrika, bir kol haz olarak kolektif yaşamaya alışmıştık.
Sovyet halkıydık. kolektifleştirilmiştik. Ben 'çok Sovyet" biriydim örneğin. Üni­
versitedeyken, her yaz Komünist Gençlik grubuyla çalışmaya g iderdim. Yaz bo­
yu çalışır, kazandığımız parayı Latin Amerika'daki bir komünist partiye gönderir­
dik. Bizim birliğimiz Uruguay'daki için çal ı şıyordu.

Sonra değiştik. Her şey değ işti. Bunu anlamak için i nsanın on fırın daha ekmek
yemesi gerekir. Ayrıca konuşamama. anlatarnama sorunumuz da var.

Ben biyoloğum. Tezim, arıların davranışları üzerineyd i. Kimsenin olmadığı bir


adada iki ay geçirdim. Orada kend i arı kolenim vard ı . Bir hafta etrafta dolaştık­
tan sonra beni alıp kendi ai lelerine götürdüler. H içbir şeyin yuvalarına . üç met­
reden fazla yaklaşmasına izin vermiyorlardı; oysa bir hafta sonra onların yanla­
rına kadar gidebiliyordum. Yuvanın içinde onları k ibritin ucuna sürdüğüm reçel­
le besledim. Öğretmenimiz bize: "Karınca yuvalarını bozmayın, onlar başka bir
yaşam formudur," derdi. Bir arı kovanı bütün ormana bağlantı lıdır ben de yavaş
yavaş çevrenin bir parçası oldum. Küçük bir fare gel ip ayakkabılarımın üzerine
otururdu. Vahşi bir orman faresiydi, beni m ormanın bir parçası olduğumu san­
mıştı, her gün oradaydım.
Çemobil sonrasında, çocuk resimlerinden derlenen bir sergi açıldı. Bir tanesi
tarlada yürüyen bir leylek resmi yapmış ve a ltına şöyle yazmıştı: 'Kimse layle­
ge söylemedi.' Ben de bu duyguyu paylaşıyordum. Ama çalışınam lazımdı. Böl­
ge boyunca dolaştı k, su, toprak numuneleri topladık ve onları Minsk'e götürdük.
Asistanlarımız şikayet ediyorlardı: "Kaynar kazanlar taşıyoruz." Hiçbir koruma­
mız yoktu, özel giysilerimiz de. Ön koltukta siz otururdunuz, arka koltukta da ışı­
yan numuneler.

Radyoaktif toprağı gömmek için protokol ler i mzalanmıştı. TopraQı topraQa göm­
dük. Tuhaf bir faal iyet. Tal imatiara göre, bir şeyler gömmeden önce jeolojik bir
araştırma yapıp gömme alanının a ltında üç ila dört metre derinliğinde satıh su­
yu bulunmadıQından emin olmamız gerekiyordu. Ayrıca çukurlar fazla derin ol­
mayacaktı, tabanı ve çepe ri eri de pol ieti len filmle kaplanacaktı. Bunlar tal imat­
ların söyledikleriydi. Uygulama elbette ki farklı oldu. Her zamanki gibi... Jeolo­
jik araştırma yapılmadı. Birileri parmağıyla gösterip "Burayı kazın,' d iyordu. Do­
zerler de kazıyordu.
'Ne kadar derine indiniz? "
"Ne bileyim? Suyu görünce durdum işte."
Satıh suyuna kadar kazıyorlardı.
Hep aynı şey söyleniyor; insanlar aziz gibi, devlet i se suçlu. Birazdan s ize ken­
dim ve insanlarımız hakkında neler düşündüğümü de söyleyeceğim.

En uzun görevim Krasnopolsk bölgesindeydi, daha önce de bel i rttiğim gibi en


kötü yer de burasıydı. Radyonüklidlerin tarlalardan ırmaklara taşınmasını engel­
lemek için yine tal imatları izlememiz gerekti. Bir çift arık açmak, sonra bir boş­
luk bırakıp bir çift daha açmak gerekiyordu. Bütün küçük ırmaklara bakmalıydık.
Bölge merkezine arabayla ulaştım. daha sonrası için de arabaya ihtiyacım ola­
caktı. Bölge yönetimine gittim. Yönetici, bürosunda başı el leri arasında oturu-
yordu. kimse planı. hasat işlemlerini değiştirmemişti. Bezelyeleri nasıl ekti ler­
se öyle toplayacaklardı; halbuki bütün baklagiller gibi bezelyenin de çok radyas­
yon bulunduran bitkilerden olduğunu herkes biliyordu. Bazı yerlerde 40 küriden
daha fazla radyasyon ölçülmüştü. Yani bana ayıracak zamanı yoktu. Anaokul la­
rındaki bütün hemşireler ve aşçılar kaçmıştı. Çocuklar açtı. Birinin apandisit ağ­
rısı tutsa. ambulansa atıp, delik deşik yollardan altmış kilometre ötedeki diğer
bölge hastanesine götürmek gerekiyordu; çünkü bütün doktorlar da kaçmıştı .
Ne arabası? Ne ç ift arığı? Bana ayıracak zamanı yoktu.

Ben de askerlere gittim. Genç adamlardı. orada a ltı ay geçireceklerdi. Şimdi


hepsi çok hasta. Bana mürettebatıyla bera ber zırhlı bir personel taşıyıcısı ver­
diler. araca bir de makineli tüfek monte edilmişti. O aracın içinde fotoğraf çek­
tirmediğime pişmanım. Arabayı kullanan onbaşı durmadan üslerine telsizle ha­
ber veriyordu: "Karta l ! Kartal l lşimize devam ediyoruz! · Kendi ormanlarımızın.
tarlalarımızın içinde zırhlı bir araçla geziyorduk. Kadınlar çitlerin yanında durup
ağlıyorlardı , savaştan beri böyle bir şey gqrmemişlerdi. Başka bir savaşın baş­
lamasından korkuyorlardı.

Talimatiara göre. arıkları açacak traktörlerin şoför kabinleri iyice kapalı ve ko­
rumalı olmalıydı. Traktörü gördüm, kapıları gerçekte� de hava geçirmeyecek şe­
kilde kapatılmıştı. Ama traktör bir yere park edilmiş, şoför de çimiere yayılmış,
dinleniyordu. "Siz çıldırdınız mı? Kimse sizi uyarınadı mı?' "Kazağımı katamın
altına koydum ya; I nsanlar hiçbir şey anlamamıştı.,Bir nükleer savaş hakkında
sürekli korkutulup durmuşlardı; ama Çernobil hakkında değil.

Orası çok güzel bir yer. Eski ormanlar hala duruyor, çok çok eski ağaçlar. Küçük
pınarlar gün kadar duru çağlıyor. Yeşi l çayırlar. .. Ormanda herkes birbirine ses­
leniyor. Onlar için ormanda gezmek. sabah uyan ıp bahçeye çıkmak kadar doğal .
Düşünün, siz ise orada her şeyin zehirli olduğunu bil iyorsunuz.

Yaşl ı bir kadınla karşılaştık.


'Ço�uklar, söyleyin, ineğimin sütünü içebil i r miyim?"
Başımızı eğdik. Emir almıştık. Veri toplayacak; ama yerl i halkla iletişime geçme­
yecektik.
Sonunda sürücü konuştu.
' Kaç yaşındasın nine?"
'Oh, seksenden fazlayı m. Nüfus kağıdı m savaşta yandı . "
'O zaman ne istiyorsan i ç . "
Köylerdeki insanlar adına çok a c ı çekiyordum. Hepsi masumdu ve zarar görmüş­
lerdi. Çernobil'i çiftçiler icat etmedi , onların doğayla yırtıcı değil, karşılıklı gü­
vene dayalı bir i lişkileri vardı, tıpkı yüz yıl öncesi, bin yı l öncesi gibi. Şimdi ne
olduğunu anlayamıyor, bilim adamlarına ya da eğitimli herhangi birine inanmak
istiyorlardı. Sanki kilisede bir papaza inanır gibi. Oysa onlara şöyle söylenmiş­
ti: 'Her şey yol unda. Korkacak bir şey yok. Sadece yemek yemeden önce el leri­
nizi yıkayın." O zaman değil belki, ama sonraları hepimizin bu suça katı ldığını
fark ettim. (Susuyor.)

Bölge'ye yardım olarak gönderi len gıdaların ne kadarının karaborsada satılmak


üzere dışarı çıkarıldığını bilemezsi niz; kahve, konserve dana eti, domuz eti, por­
takallar. .. Kamyonlarla, minibüslerle gidiyorlardı; çünkü h içbir yerde. kimseni n
böyle yiyecekleri yoktu. Yerel satıcılar, m üfettişler, küçük ve orta bürokratların
hepsi bunlarla yaşadı lar. Insanlar düşündüğümden daha kötü çıktı. Ben de, ben
de kötü çıktı m . ·Şimdi kendim hakkındaki gerçeği bil iyorum. (Duraksıyor.) Tabii
ki bunu kabul ediyorum ve bu benim için çok önemli. Yine bir örnek vereyim. Bir
kolhozda diyelim ki beş köy var. Bunların üçü 'temiz", i kisi 'kirli". Aralarında bel­
ki iki ya da üç kilometre var. Ikisi "mezarlık" tazminatı a l ıyor. üçü alamıyor. "Te-
miz' köyler sürüleri için tesis kuracak ve temiz yeme ihtiyaçları var. Nereden bu­
lacaklar? Rüzgar tozu bir tarladan diğerine sürüklüyor, her yer aynı. Tesisi kur­
mak için bazı kağıtların imzalanması gerekiyor ve o kağıtları i mzalayacak komis­
yonun içinde ben de varım. Herkes o kağıtları . i mzalayamayacağımızı bil iyor. Bu
bir suç; fakat sonunda herkes gibi ben de bir çıkış yol u buldum. "Temiz yem çev­
re müfettişinin sorunu değ i ldir," d iye düşündüm.
Herkes kendine bir çıkış yolu, bir açıklama buldu, ben kendi üzerimde de bunu
denedim. Ve korkunç şeylerin yaşamın içinde sessizce gerçekleştiğini fark et­
tim.

Zoya Danilovna Bruk, çe vre müfettişi

Yanıtiara Dair Bir Monolog

Bunun hakkında kendi aramızda bile konuşamadığımızı fark etmediniz mi? Bel­
ki yüz yı l sonra bu yaşadıklarımız birer efsane haline gelecek.

Yağmurdan korkuyorum. Çernobi l böyle bir şey. Kardan, ormandan korkuyorum.


Bu bir soyutlama, bir akıl oyunu değil. insanca bir duygu. Çernobil evimin için­
de. En kıymetli şeyimin, 1 986 yılında doğan oğlumun içinde. Şimdi o hasta.
Hayvanlar, hamamböcekleri bile ne kadar ve ne zaman doğuracaklarını biliyor­
lar. Fakat insanlar bilemiyor, Tanrı bize öngörü yeteneği vermemiş. Bir süre ön­
ce bir gazetede, sadece Belarus'ta 1 993 yı lında 200.000 düşük vakası saptan­
dığı yazdı . Çernobil yüzünden. Ş i md i hepimiz bu korkuyla yaşıyoruz. Doğa ise
kuytuya çöreklenmiş bekl iyor. Zerdüşt olsa şöyle söylerdi: "Ah, acı ları m ! Zaman
nereye g itti?"
Bu konu hakkında çokça düşündüm. Içinde bir anlam aradım. Çernobil Rus kafa
yapısının yarattığı bir felaket. Bunu hiç düşündünüz mü? Tabii ki, infilak edenin
sadece bir reaktör değil, bütün bir değerler sistem i olduğunu yazanlarla aynı fi­
kirdeyim. Ama yine de bu açıklama bence yeterl i değil.

Ben tarihçiyim. Bir zamanlar dilbilim de çalışırdım, d i l lerin felsefesi. Sadece bir
d i l yardımıyla düşünmüyoruz, o dilin içinde düşünüyoruz. On sekiz yaşındayken,
belki biraz daha gençtim, Samizdat okuyup da Şalamov, Solyenitsin gibi yazar­
ları keşfedince birdenbire bütün çocukluğumun, aydın bir ailenin içinde büyü­
meme rağmen -dedem bakandı, babam da St. Petersburg'daki üniversitede ho­
ca- kampların dilinin içine sıkışmış olduğunu gördüm. Bizim için babamızı 'pak­
han', annemizi ' makhan' d iye çağırmak doğa ldı. "Her g.t deliği için uygun bir ç.k
bulunur." Bu deyişi daha dokuz yaşındaykan öğrenmiştim. Oyunlarımız, deyişle­
rimiz, itiş-kakışımız bile kamplardandı. Çünkü kamplar, uzakta, hapishanelerde­
ki dünyadan çok da farklı değildi. Anna Ahmatova: "Ülkenin yarısı sürüldü, yarı­
sı da hapiste oturuyor,' diye yazmış. Ben bu hapishane bil incinin eninde sonun- .
da kültürle çatışacağını düşünüyorum -uygarl ıkla ve parçacık hızlandırıcıyla da.

Ve tabii ki hepimiz, insanın yaratı lışın baş tacı olduğunu, dünyaya istediğini ya­
pabi leceğini iddia eden bir çeşit Sovyet paganizmi içinde yetiştiri lmiştik. M içu­
rin formülü şöyleydi: "Doğa Ana'dan bize iyi l i k yapmasını beklememel iyiz. O iyi­
l ikleri gidip kendimiz almalıyız." Bu, insanlara doğal olarak sahip olmadıkları
özellikleri yüklemek için öluştunılmuş bir bil inçti. fatih psikoloj isi içindeydik.
Şimdi herkes Tanrı'dan bahsediyor. Öyleyse 1 937'de Gulag�d aki hapishane hüc­
relerinde, 1 948'deki Part� toplantılarında kozmopol itanizm köÜilenirken veya
Kruşçev devrinde eski kil iseler yıkılırken, neden Tanrı akıl larına gelmedi? Rus
dini inancının temeli sinsi ve sahtedir. Çeçenistan'da masumların evlerini bom­
bal ıyorlar, küçük ama gururlu oir topluluğu yok ediyorlar. lşimizi bir tek böyle


halletmeyi bil iyoruz, kıl ıç zoruyla; sözcükler yerine kalaşnikof kul lanarak. Ardın­
dan yanıp kül olmuş Rus tankçı ları küreklerle kazıyoruz, daha doğrusu onlardan
kalanları. Hemen onların yanında da kilisenin içinde elimizde mumlar. dikil iyo­
ruz. Noel için.

Şimdi ne olacak? Almanlar ve Japonların savaş sonrası yaptığı gibi. bizim de


bütün tarihimizi yeniden ele a l mamız gerek. Bunun için yeterli entelektüel ce­
sarete sahip miyiz? Insanlar bunlar hakkında pek konuşamıyor. Piyasa, çekler,
senetler hakkında konuşmayı yeğl iyorlar. Bir kez daha ancak yaşamımızı sürdü­
rüyoruz. Bütün enerjimiz buna akıyor. Lakin ruhlarımız terk edi l miş.

Eğer bütün yaşamımız bir kibrit çakımı kadarsa. söyleyin bu ne için. yani yazdığı­
nız kitap? Uyumadığı m gece ler? Bu sorular için yanıtlar olmalı, üstelik bazı ları da
iyi olma l ı . Bu çok ilkel bir kadercil ik. Ruslarda hep bir şeye inanma ihtiyacı var;
demiryollarına, Bazarov'a, Bizans'a, atoma ... Şimdi de piyasaya inanıyoruz.

Bulgakov 'Moliere Efendi"de şöyle yazar: "Hayatım boyunca günah işledim. Bir
oyuncuydum.' Bu. sanatın günahkarlığının. bir başkasının yaşamını gözetleme­
nin ahlaksız doğasının bilincidir. Fakat belki bu da. önemsiz bir hastalık gibi. bir
başkasının hataları sayesinde bağışıkl ık kazandırır. Çernobi l, Dostoyevski'ye ya­
raşır bir koriu. insanlığı haklı ç ıkarmak için bir girişim. Ama belki de ahlak bun­
dan daha basit bir şeydi; bu dünyaya, bu sihirli dünyaya parmak uçlarında gel­
meli ve kapısında şöyle bir durmal ı .. .

Aleksandr Revalskiy,
tarihçi
Anılara Dair Bir Monolog

Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Konuşmayacağım. Tek bildiğim bir


daha mutl u olamayacağım.

Orada birkaç yıl çalıştıktan sonra geri döndü. Kabus g ibiydi. " N i na," dedi. "Ney­
se ki iki çocuğumuz var. bize onlar kaldı."

Bana öyküler anlattı: "Köylerden birinin orta yerinde kırmızı bir su birikintisi var.
Ördekler, kazlar çevresinde dolaşıyor. Geneacik askerler gömleklerini. postal la­
rını çıkarmış, çimierin üzerinde güneşleniyor. 'Ayağa ka lkın, ayağa kalkın aptal­
lar! Yoksa öleceksiniz ! ' diyorsun. 'Endişelenme.' d iyorlar. Ölüm her yerdeydi;
ama kimse ciddiye almad ı . "

Tahl iye: Yaşlı b i r kadın evinin önünde bir ikonayla beraber d i z çökmüş. "Çocuk­
lar, çocuklar, g idemem, bunu bırakamam. Bana verdi kleri az biraz parayı alabi­
l irsiniz. Evim ve ineğim için verdiler. Ama hayatımı bana kim ödeyecek? Haya­
tım karanlık gece gibi. Iki oğlumu savaşta öldürdüler, şuradaki küçük mezarda
yatıyorlar. Buna savaş mı diyorsunuz? Bu savaş mı? Gökte beyaz bulutlar var.
elma ağaçları çiçeğe durdu. Kimse bize saldırmad ı. Kimse ateş etmiyor. Şurada
bir biz varız. Bu savaş mı?" Kimse onu yan ıtlayamamış, tahl iyeyi komuta eden
a l bay orada duruyormuş, bir de bölgesel Parti komitesi nden biri. Yerel patron­
lar. Kimse bunun bir savaş olduğunu, adının da Çernobil olduğunu bilmiyormuş.

Asla bir şey sormadım. onu ruhumla anlayabil iyordum. birbirimizi çok derinden
h issedebi l irdik. Bi lgimiz ve yalnızlığımız. O yalnızl ık. Ölmekte olduğunun farkın­
dayd ı . Sadece iyi lik ve sevgi içinde yaşayacağına söz vermişti . Iki işte birden
çalışıyordum. tek maaş ve onun gazi maaşı yetmiyordu. "Arabayı satalım. Yeni
değil ama birkaç kuruş eder. Evde daha fazla ka lırsın, seni seyredebi l irim," de­
mişti. Arkadaşlarını eve davet ederdi. Anne babası bize gel ip uzun süre kaldı­
lar. Bir şeyleri anlıyordu. Yaşam hakkında daha önce anlaşılmamış bir şeyleri
anlayabil iyordu. Farklı bir dil bulmuştu.
"Nina." derd i, 'Neyse ki iki çocuğumuz var. Onlar burada ka lacak."
Ona sorardım. "Bizi düşündün mü? Orası hakkında ne düşündün?"
"Bir çocuk gördüm. Patlamadan iki ay sonra doğmuştu. Ad ını Anton koydular
ama herkes ona Atomchik d iyordu."
"Oradaki her şey için üzüldüm. Sinekler. güvercinler için bi le. Herkes yaşayabil­
meli. Sinekler. arı lar uçabi lmeli. hamamböcekleri sürünebilmeli. Bir hamambö­
ceğini bile incitmek istemezsin."
"Sen .. . "
"Çocuklar Çernobil'i çiziyor. Resimlerdeki ağaçlar baş aşağı. Irmaklardaki sular
kırmızı ya da sarı . Bunları çizip sonra da ağlıyorlar."
Anlamak istiyorum ... ama neyi? Ben de bilmiyorum. (Gülümsüyor.)

Arkadaşı bana i lan-ı aşk etti. Uzun süredir. ta okuldan beri aşıkmış. Sonra bir
arkadaşımla evlendi, ama boşandı lar. Bana bir teki ifte bulundu: "Kraliçe gibi ya­
şayacaksın." Bir dükkanı var. şehirde kocaman bir dairesi. bir daçası. Bunun
üzerinde düşündüm durdum. Ama bir gün sarhoş geldi: "Kahramanını unutamı­
yorsun. değ i l mi? O Çernobi l'e g itti, bense reddetti m. Ben cani ıyı m. o da anıt ol­
du. Ha-ha ... " Onu hemen kapı dışarı ettim. Bazen tuhaf fikirlere kapıl ıyorum, ba­
zen Çernobil'in beni kurtard ığı n ı , düşünmeye sevk ettiğini düşünüyorum. Ruhum
büyüdü.
Bana anlattı, anlattı , ben de aklımda tuttum. Toz bulutları, tarlalardaki traktör­
ler, ellerinde yabalarla kadınlar, tıkırdayan radyasyon cihazı. Her şey dikenli tel­
Ierin ardında. O bölgede insan yok. yine de zaman i lerl iyor. Günler çok uzun.
Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi.
Komedyenler onları ziyarete geldi. Şairler şiirlerini okudu. Alla Pugaçeva tarla­
da konser verdi. 'Eğer uyuyakalmazsan ız, size bütün gece şarkı söylerim.' On­
lara kahramanlar d iyordu. Herkes onlara kahraman dedi. (Ağlıyor.) Böyle anlam­
sızca acı çekmek imkansız; eski sözcükler olmaksızın; ona verdikleri madalya bi­
le olmaksızın. Orada, evde duruyor. Onu oğlumuza verd i. Sadece bir şey bil iyo­
rum, bir daha mutlu olamayacağı m.

Nina Prohorovna Kova/eva,


bir temizlikçinin eşi

FiziQi Sevmeye Dair Monolog

Gençliğimden beri her şeyi yazarım. Stalin öldüğünde, sokaklarda olup biteni,
insanların söyledi klerini yazmıştım. Çernobil'i de başından itibaren yazdım, za­
man geçtikçe birçok şeyin unutulacağını ve yok olacağını bil iyordum. Böyle de
oldu. Arkadaşlarım bütün olayın merkezindeydi ler, onlar nükleer fizikçiyd i ama
neler hissettiklerini ve bana neler anlattıklarını unuttular. Oysa ben her şeyi
yazdım.
O gün, Belarus Bil imler Akademisi'ndeki Nükleer Enerj i Enstitüsü'ne geldim.
Orada laboratuvar şefiydim, enstitü kent dışındaki bir ormanın ortasındaydı. Ha7
va muhteşemdil I l kbahar. Pencereyi açtım. Taze ve temiz bir hava vardı. Bütün
kış pencereden salarn d i l imleri sarkıtarak beslediğim mavi kargaların ortadan
yok olduğunu fark ettim. Acaba daha iyi bir yemek mi bulmuşlardı?

O arada enstitüdeki reaktörde panik çıktı, radyasyon ölçerler yüksek aktivite


gösteriyor, hava temizleme filtrelerindeysa aktivite normalin 200 katı görünü-
yordu. Girişte radyasyonlin gücü nerdeyse saatte üç miliröntgendi. Durum cid­
diydi. Bu rakam, radyoaktif bakımdan tehlikeli yerlerde günde altı saat çalışan­
lar için önerilen kabul edilebilir maksimum dozdu. lik teorimiz ısıyı oluşturan
ünitelerden birindeki hava geçirmez kapaklardan birinin bozulmuş olmasıydı.
Kontrol ettik; her şey sa�lamd ı . Ikinci düşüncemiz radyokimyasal laboratuvara
giden konteynerin yolda zarar görüp bütün bölgeyi kirletmiş olmasıydı. Ama bu
en fazla yol kenarında bir leke olabi lird i . Bul da temizle baka l ı m ! Öyleyse neler
oluyordu? O anda kapalı devre radyodan çal ışanların binayı terk etmemesini
söyledi ler. Ayrı binaların arasındaki alan bir anda boşaldı. Tek kişi bile kalma­
mıştı. Korkutucu ve tuhaftı.

Radyasyon ölçücüler büromu kontrol etti. Masam, g iysi lerim, duvarlar "parlıyor­
du". Aya�a ka lktım, sandalyeme oturmak bile istemedim. Saçlarımı lavaboda
yıkayıp tekrar kontrol ettim, radyasyon azalmıştı. Bu durumda enstitüde acil bir
durum olabi lir miydi? Belki de bir kaçak? Bizi kente götüren servis araçlarını na­
sıl temizleyecektik? Kafam ız ı topariayıp bir şeyler düşünmeliydik. Reaktörümüz­
le gurur duyardım, her m i l imetresinde çalışmıştım.

En yakındaki lgnalinsk Nükleer Santrali'ni aradık. Onların da cihaziarı şaşırmış­


tl. Panik içindeydiler. Sonra Çernobi l'i aradı k; kimse yanıt vermedi. Ö�le yeme­
�i sırasında M i nsk üzerinde bir radyoaktif bulut oldu�unu ö�rendik. Aktivitenin
iyodi n olduğunu tespit ettik. Yan i kaza bir reaktörde olmuştu.

l i k tepkim eşi me telefon edi p onu uyarmak oldu. Enstitünün bütün telefonları ki­
litlenmişti. Ah, o eski korku, yıllardır bunu içimizde besliyorlardı. Evdeki ler hiç­
bir şeyden haberdar de�ildi. Kızım konservatuardaki müzik dersinden sonra ar­
kadaşlarıyla dolaşıyor olmalıydı. Dondurma yiyordu. Aramalı mıydım? Bu tatsız­
lıklara yol açabilird i . Benim sınıflandırı lmış projelerde yer almamı engelleyebi-
l i rlerdi. Ama dayanamadı m ve ahizeyi kaldırdım.
'Beni dikkatlice dinle."
Eşi m yüksek sesle sordu: "Sen neden bahsediyorsun?"
"Aiçak sesle konuş. Pencereleri kapat, bütün yiyecekleri torba ların içine koy.
Lastik eldivenler g iy ve her yeri ıslak besle sil. Sonra bezi de bir torbaya koyup
at. Balkanda kuruyan çamaşır varsa onları tekrar yıka . "
"Neler oluyor?"
'Sessiz ol. Bir bardak suda iki damla iyodin erit. Saçlarını onunla yıka."
'Ne?"
Sözünü bitirmesine izin vermeden telefonu kapattım. An lamış olmal ıydı. kendi­
si de enstitüde çalışıyordu.
1 5:30'da Çernobi l reaktöründe bir kaza olduğunu öğrendik. O akşam enstitünün
servisiyle M insk'e dönerken yarım saat boyunca sessiz oturduk veya başka şey­
ler hakkında konuştuk. Herkes olanlarla i lgili konuşmaktan korkuyordu. Hepimi­
zin cebinde bir Parti kartı vardı.
Evimin kapısının önünde ıslak bir bez gördüm; yani eşim her şeyi anlamıştı. Içe­
ri girdim, ceketimi, gömleğimi, iç çamaşırlarıma kadar her şeyimi attım. Birden­
bire içimi bir öfke kaplad ı. G izl i l iğe lanet olsun ! Bu korku ne ! Elime rehberi. kı­
zımın ve eşi min adres defterlerini aldım ve bulabildiğim herkesi aramaya koyul­
dum. Şöyle d iyordum: " Nükleer fizik enstitüsünde çal ışıyorum. Minsk üzerinde
radyoaktif bir bulut var." Sonra da onlara neler yapmaları gerektiğini anlattım:
"Saçınızı yıkayın, pencereyi kapatın, çamaşırlarınız dışarıdaysa onları tekrar yı­
kayın, iyodin için." Herkesin tepkisi bana teşekkür etmek oldu. Kimse beni sor­
gulamadı, kimse korkmadı. Sanırım bana inanmadı lar ya da olan bitenin öne­
minden haberstzdi ler. Kimse korkmadı. Bu şaşkınlık verici bir tepkiydi .

O akşam bir arkadaşım beni aradı. Kendisi nükleer fizikçiydi. O kadar umursa­
mazdı ki ! Bu inancın içinde yaşıyorduk. Ancak şimdi o inancın ne olduğunu gö-
rebiliyoruz. Beni aradı ve Mayıs tati lini kayınbiraderin i n Gomel yakınındaki
evinde geçireceğini söyledi . Çernobil'e bir taş atımı uzakl ıkta. Çocuklarını da
götürecekmiş. "Iyi fikir! "diye bağırdım. "Sen akl ın ı kaçırmışsın ! Bu bir inanç ve

profesyonell i k masalıydı. Ona bağırıp çağ ırdım. Şimdi çocukların ı kurtardığımı


hatırlamıyordur. (Ara veriyor.)
Biz -yani hiçbirimiz- Çernobil'i unutmadık. Onu hiç anlamadı k. Vahşi leri n şimşe­
ği anlayamadıkları gibi.

Ales Adamoviç, kitabının bir yerinde Andrei Sakharov'a atom bombasından


bahseder. H idrojen bombasının babası Sakharov. "Bir nükleer patlamadan son­
ra havaya nasıl güzel bir ozon kokusu yayıl ıyor bil iyor musun?" der. O sözlerin
içinde çokça romantizm vard ı . Benim için. beni m kuşağı m için. Özür dilerim. tep­
kinizden i nsan dehasın ı değ i l de korkunç bir şeyi kutladığımı sandığınızı görüyo­
rum. Fakat nükleer enerj i günümüzde bu kadar alçaldı ve ayağa düştü. Ama be­
nim kuşağım için böyle değil. 1 945 yıl ı nda atom bombası atıldığında on yedi ya­
şındaydım. B i l i m kurguyu seviyordum, başka gezegeniere gitme hayal leri kuru­
yordum ve nükleer enerjinin bizi evrene taşıyacağ ı na karar vermiştim. Moskova
Enerj i Enstitüsü'ne girdiğimde en gizli bölümün nükleer enerji olduğunu gör­
düm. Elli lerde ve altmışlarda, nükleer fizikçiler üst tabakaydı; en iyi ve en zeki
anlardı. Sosyal bilimler bir kenara iti lmişti. Okuldaki öğretmenimiz bize, "üç bo­
zuk paranın içinde bir santral i çalıştıracak kadar enerj i var, " derdi. Insanın aklı
şaşard ı ! Amerika l ı Smith'in atom bombasını nasıl icat ettikleri ni. nasıl test et­
tiklerini, patlamaların nasıl olduğunu anlattığı bir kitap okuyorum. Bizim dünya­
mııda her şey gizliydi. Fizikçiler yüksek maaş alır. gizl i l i k de romantizme ekle­
nird i . O zamanlar fizik kültü vardı. fizik çağ ı ! Çernobil patladığında bile, insan­
lar bu kültten zar zor ayrılabi idi. Bilim adamlarını çağı rdılar, özel bir uçakla Çer­
nobil'e uçacaklardı; çoğu tıraş takımlarını bile almamıştı çünkü orada sadece
birkaç saat kalacakların ı düşünüyorlardı. Reaktörün havaya uçtuğunu bilme leri-
ne rağmen, sadece birkaç saat. Fiziğe inanıyorlardı, inanan kuşaktandı lar. Ama
fizik çağı Çernobil'de son buldu.

Sizin kuşağınız şimdiden dünyaya farklı gözlerle bakıyor. Konstantin Leonti­


ef'den bir bölüm okuyorum, insanın fiziksel/kimyasal deneylerinin daha büyük
bir gücün dünyevi işierimize karışmasına neden olacağını yazmış. Ama biz Sta- ·

lin devrinde yetişmiş insanlar olarak, doğaüstü bir gücü düşünemezdik bile. In­
cil' i çok sonra ları okudum. Aynı kadınla iki defa evlendim. Önce g ittim, sonra da
döndüm, aynı dünyada iki defa karşılaştık. Yaşam şaşırtıcı, büyülü bir şey! Şim­
di inanıyorum. Neye inanıyorum? Üç boyutlu dünyanın i nsanl ık için fazla kala­
balık olduğuna. Neden bilim kurguya bu kadar i lgi var? Insan kend ini dünyadan
koparmaya çalışıyor. Farkl ı zamanlara. gezegeniere de sahi p olmak istiyor, sa­
dece buna değil. Batı edebiyatında bu kıyamet - nükleer 'kış - imgesi zaten var.
Geleceğe hazırlanıyorlar. Çok miktarda nükleer savaş başl ığının patlaması dev
yang ınlara neden olacak. Atmosfer dumanla dolacak. G üneş ışığı dumanı del ip
dünyaya u laşamadığı için de zincirleme reaksiyonla dünya gitgida soğuyacak.
Bu, insan yapımı dünyanın sonu teorisi, Endüstri Devrimi'nden, 1 8. Yüzyı ldan
beri var. Ama son savaş başl ığına kadar her şeyi yok etseler bile atom bomba­
sı yok olmayacak. Atom bombasının bilgi leri var olmaya devam edecek.

Bana soru sordunuz. oysa sizinle tartışıp duruyorum. Kuşaklar arası bir tartışma
yaşıyoruz. Fark ettiniz m i atomun tarihi sadece bir askeri sır ve lanet deği l . Ay­
nı zamanda bizim gençl iğimiz, bizim çağımız, dinimiz. Elli yıl geçti bile, tam elli
yıl. Şimdi düşünüyorum da, aslında dünya bir başkası tarafından yönetiliyor biz
de uzay gemilerimiz ve toplarımızia çocuklar gi biyiz. Fakat daha kendimi buna
inanmaya ikna edemedim.

Yaşam çok şaşırtıcı. Fiziği sevdim ve fizikten başka bir şeyle meşgu l olamaya-
cağımı sandım. Oysa şimdi yazmak istiyorum. Örneğin, insanın aslında nasıl bi­
limin hoşuna gitmediğini -çünkü insan bilimin yoluna çıkıyor- yazmak istiyorum
ya da birkaç fizikçinin dünyayı nasıl değiştirebileceğini. Yan i bir fizik ve mate­
matik diktatörl üğü hakkında yazmak istiyorum. Önümde yen i bir dünya açıldı.
Valentin Alekseyeviç Boriseviç,
Belarus Bilimler Akademisi Nükleer Enerji Enstitüsü
eski laboratuvar şefi

Pahalı Salarnlara Dair Monolog

l ı k günlerde duygularımız karmakarışıktı. Ikisini iyi anımsıyorum; korku ve aşa­


ğılanmışlı k. Olan olmuştu ama hiçbir şey hakkında bilgi veri lmiyordu. Devlet
sessizdi. doktorlar da. Bölgeler Oblast'tan, Oblast Minsk'ten, M insk Mosko­
va'dan haber bekl iyordu. Bu uzun, çok uzun bir zincirdi ve ucundaki insanların
pek azı karar alma yetkisine sahipti. Savunmasız kalmıştık. O günlerin asıl duy­
gusu buydu. Bizim, yani mi lyonların kaderine karar veren birkaç kişi.

Aslında onca insanı öldüren de birkaç kişiydi. Manyak ya da katil değildiler.


Nükleer santralde çalışan sıradan işçilerdi. Bunu anladığımda, güçlü bir şok ya­
şadım. Çernobi l büyük bir uçurum açmıştı, Kolyma'nın. Auschwitz'in, Holoca­
ust'un ötesinde bir uçurum. Elinde bir balta, bir ok, tanksavar ya da gaz odası
olan biri herkesi öldüremez. Ama elinde atomu tutan öldürebil ir.
Filozof değil im, felsefe de yapamam. O yüzden size neler hatırladığımı anlat- ·
sam daha iyi. Ü lkeye o günlerde panik hakimdi. Herkes eczanelere koşup ne ka­
dar iyodin varsa a ldı. Kimisi ·pazara gitmekten, süt, et ve özellikle kuzu eti al­
maktan vazgeçti. Ailemiz paradan kısmamaya çalışıyordu, iyi etten üretildiğini
umarak en pahal ı salarndan alıyorduk. Sonradan öğrendik ki; çok pahalı olduğu
için az insanı n a lacağını düşünüp, zehiri i eti en pahalı salamın içine karıştırıyor­
larmış: Savunmasız kalmıştık. Bunu zaten biliyorsunuz. S ize başka bir şeyi , na­
sıl bir Sovyet kuşağı olduğumuzu anlatacağım.

Arkadaşlarım arasında doktorlar ve öğretmenler -yerel aydınlar- vardı. Kendi


grubumuz içindeydik, evimde toplanır, kahve içerdik. I ki arkadaşım vardı, biri
doktordu. Ikisi de çocuk sahibiydi. Doktor olan, "Yarın a i lemin yanına taşınaca­
ğım," dedi. 'Çocuklarım ı da yanımda götürüyorum. Eğer hasta ol urlarsa kendi­
mi asla affetme m."
Ikincisi ise şöyle karşılık verdi: "Ama gazetelere bakı lırsa birkaç gün sonra du­
rum normale dönecekmiş. Ordumuz, helikopterler, zırh l ı araçlar hep oraya gitti .
Radyoda öyle söylediler. "
"Sen de çocuklarını buradan götürmelisin. Onları uzaklaştır, sakla ! Bu savaş de­
ğil. Ne olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz. "
Birdenbire sertleşip birbirlerini suçlamaya başladı lar.
"Herkes senin gibi davransaydı ne ol urdu, savaşı böyle mi kazanırdık?"
"Çocuklarının canıyla oynuyorsun. Annelik d uygun yok mu sen i n? Yobaz ! "
Hepimiz doktor olan arkadaşımızın paniğe kapı ldığını görmüştük. Ama yine de
birilerinin bize söylemesini, bir şeylerin i lan edi l mesini bekledik. O doktordu,
bizden daha fazlasını bil iyordu: "Kendi çocuklarını bile koruyamıyorsun, kimse
seni tehdit etmiyor. ama yine de korkuyorsun ! "

O zaman ona karşı nası l da nefret duymuş, bütün gecemizi berbat ettiğini dü­
şünmüştük. Ertesi gün bölgeyi terk etti, biz de çocuklarımızı giydirip 1 Mayıs
gösterisine götürdük. G idip gitmemek bizim elimizdeydi, kimse bizi zorlamad ı,
"ille de gidin." demedi. Ama bunun görevimiz olduğunu düşündük. Görevimizi
Öyle bir zamanda, öyle bir durumdaydık ki, böyle bir günde herkesin bir arada
olması gerektiğini düşünüyorduk. Kalaba l ığın içinde, sokak boyunca koştuk.

Partinin bölge komitesi. genel sekreterin yanında, tribünlere doluşmuştu. Genel


sekreterin küçük kızı da oradayd ı, herkesi n onu görebi leceği bir yerde duruyor­
du. Kız yaz mevsiminde olmamıza rağmen bir yağmurluk ve şapka g iymişti, ba­
bası da askeri bir trençkot. Ama oradaydı lar. Bunu hatırl ıyorum. Sadece toprak­
lar değil, akıl larımız da zehirlenmiş, yıl larca da öyle kalacak.

Lyudmilla Dimitrievna Polenkaya (mektup), köy öğretmeni,


Çernobil Bölgesi 'nden tahliye edilenlerden

OzgOriOk ve Sıradan Bir Oıom Hayali ÜZerine Monolog

Özgürlük buydu, insan orada gerçekten kendini özgür h issediyordu. Bu anlaya­


bileceğiniz bir şey değil, bunu sadece savaşa gitmiş biri anlayabilir. Onları, o
adamları gördüm. Sarhoş olduklarında hala orayı, özgürlüğü, uçmayı nasıl da
özlediklerini anlatıyorlar. Stalin'in emri: "Kimse geriye adım atmayacak." Ateş
et, hayana kal , 1 00 gramlık günlük istihkakını al, yanında bir torba da ucuz tü­
tün. Ö l menin. parçalara ayrı lmanın binlerce yol u vardır; ama yeterince uğraşır­
san. şeytanı. subayları. çatışmayı, tabutun içinde yara l ı yatanları. Tanrı'yı, her­
kesi atiatıp yaşayabilirsin.

Özgürlük aynı zamanda yalnızlıktır. Bunu bil irim. reaktörde olan herkes bilir.
Cephe i lerisinde bir siperdeymiş gibi. Korku ve özgürlük! Her şey için yaşarsın.
Bu. senin gibi sıradan bir hayatı olanların anlayabi leceği bir şey değil. Bizi na­
sıl durmaksızın savaşa hazırladıklarını bir hatırla ! Oysa zamanla. akılların sava-
şa hazır olmadığı ortaya çıktı. Ben de değildim. Iki asker fabrikaya gelip beni
çağırdı:
'Benzin ve dizelin arasındaki farkı biliyor musun?"
'Beni nereye gönderiyorsunuz?"
'Ne demek nereye? Gönül l ü olarak Çernobil'e gidiyorsun."
Askeri uzmanlığım roket yakıtı üzerineydi, gizli bir uzmanl ı k dalı. Beni sırtımda
tişörtümle fabrikadan aldılar, evime bile uğrayamadım. 'Eşime haber vermem
gerek." dedim. "Ona biz haber veririz," ded i ler. Otobüste beni m gibi on beş kişi
daha vardı, yedek subaylar. Onları sevdim. Eğer gerekirse, gidiyorduk. B ize ihti­
yaç varsa. çalışıyorduk. Reaktöre g itmemiz söylenirse gidip reaktörün çatısına
çıkacaktık.

Tahl iye ed ilmiş köylerin yakınına kurdukları yüksek gözetierne kulelerinin içle­
rinde silahlarıyla askerler oturuyordu. Bariyerler vardı. Panolarda, 'Yolun bu ta­
rafı kirlidir. Durmak ve duraklamak kesinl ikle yasaktır,' yazıyordu. Dekontami­
nasyon sıvısıyla kaplı gri ağaçlar. Insan delirmeye başlıyor! lik günlerde yere
oturmaktan korkuyorduk. Hiçbir yerde yürümüyor, koşuyorduk. Eğer yanımızdan
bir araba geçerse tozdan zehirlenmarnek için gaz maskesi takıyorduk. Vardiya­
mızdan sonra çadırın içinde otururduk. Birkaç ay sonra her şeye alıştık. Orası ar­
tık yaşadığımız yer olmuştu. Ağaçlardan ed k koparıp yedik, bal ı k aviadı k, nehir
balık kaynıyordu. Sazanları kurutup bira eşliğinde yiyorduk. Zaten bunları birile­
ri size daha önce de anlatmıştır. değ i l mi? Top oynadık: Yüzmeye gittik ! Ha-ha !
Kadere i nandık, sonuçta hepimiz kaderciyiz, eczacı değiL Mantıklı insanlar de­
ğ i l iz. Slav zihniyeti böyledir. Ben de kadarime tesl i m oldum. Ha-ha ! Şimdi ikin­
ci dereceden gaziyim. Hemen sonra hasta oldum. Radyasyon zehirlenmesi . O ra­
ya gitmeden önce bir sağ l ı k kartım bile yok't u. Her şeyin canı cehenneme. Bir
anlayış meselesi bu.
Ben askerdim. Başka larının evin i kapattım, tuhaf bir duygu ... Artık araziler eki­
lemeyecek. lneğin biri kafasıyla kapıyı ittiriyor, ev kapa l ı , kapı kil itli. Sütü yer­
lere akıyor. Insan kendini tuhaf h issediyor.
Henüz tah liye edi l memiş köylerde, köylüler votka yapıp bize satıyordu. Epeyce
de paramız vardı; maaşımızın üç katı artı normal asker harçlığının üç katı ücret
a lıyorduk. Daha sonra içki içenlerin orada bir dönem daha geçireceklerine da ir
bir uyarı a ldık. Şimdi votka faydalı mı değ i l mi? En azından psikolojik olarak fay­
da ediyor. Buna da her şeye olduğu gibi alabildiğine inandık.

Çiftçilerin hayatı tekdüze akıp g idiyordu; bir şeyler ekiyorlar. ekin büyüyor, ha­
sat yapıyorlar, bunun dışında kalan şeyler onlarla veya onlarsız da devam edi­
yor. Çar'la. devletle. uzay gemi leri, nükleer santraller veya başkentte düzenle­
nen toplantılada bir alıp veremedikleri yok. Artık farklı bir dünyada, Çernobil
dünyasında yaşadıklarına inanamadılar. H içbir yere gidemediler. Insanlar şok­
tan öldü. Yanlarına tohumlarını aldılar. Yeşi l domatesleri sarıp yanında götü­
renler oldu. Cam kavanozları bile kırılsa, bir başkasını alıp ocağın üstüne koyar­
lardı. Her şeyin yok edi l mesi, gömülmesi, çöpe atıl ması da nasıl bir şeydi? Yap­
tığımız da tam olarak buydu. Onların işlerini, hayatlarının eski anlamını yok et­
tik. Onların düşmanı olduk.
Reaktöre gitmek istedim. Diğerleri. " Endişelenme," ded i ler, 'terhisten bir ay ön­
ce seni de çatıya çıkarırlar." Orada altı ay kaldık. Ve programa uygun olarak, in­
sanları tahliye ettikten beş ay sonra. reaktöre gönderildik. Çatıya çıkarı lmamız
konusunda yarı şaka yarı ciddi söylentiler vardı. Belki bundan sonra beş yıl da­
ha yaşardık. Yedi. Belki de on. Her nedense herkes "beş" yılda hemfikirdi. Aca­
ba bunu nereden bil iyorlardı? Üstelik bütün bunlar sakin, telaşsız konuşul urdu.
'Gönüllü ler, i leri marş ! " Bütün birl i k i lerlemeye başladı. Komutanımızın elinde
bir monitör vardı, bize doğru çevirince bunun reaktörün çatısını gösterdiğini gör­
dük; g rafit ve erimiş katran parçaları. 'Görüyor musunuz çocuklar, bu resi mleri
görüyor musunuz? Bunları temizlemeniz gerekiyor. Burada da onları atacağınız
deliği açacaksınız.' Tal imata göre orada kırk, elli saniye kalabilirdi k. Ama bu
imkansızdı. En azından birkaç dakikaya i htiyacımız vardı oraya gidip geri dön­
mek için. Koşarak. gidip iıafriyatı boşaltmak gerekiyordu. Bir kişi el arabasını tu­
tarken diğerleri de içindeki leri deliğe boşaltacaklardı. El arabasını boşaltıp aşa­
ğıya bakmadan geri dönmeliydik. Yine de aşağı bakanlar oldu.

Gazeteler, "Reaktörün çevresindeki hava temiz,' d iye yazdılar. Bunları okuyup


eğlendik, biraz da sövdük. Hava temizdi, ama orada ciddi dozda radyasyon alı­
yorduk. Bize radyasyon cihaziarı verdiler. Bir tanesi beş röntgenlikti ve hemen
beş röntgene ulaştı. Diğeri daha büyüktü, 200 röntgen ölçüyordu o da kısa sü­
rede doldu. Beş yıl daha yaşarsın, ama çocukların olmaz, dedi ler. Eğer beş yıl
sonunda ölmezsen... (Gülüyor.) Bu tür şakalar yapı l ırdı. Sakin, paniğe kapılmak­
sızın . . . Beş yı l ! Ben şimdiden on yıl yaşadım. (Gülüyor. ) Bize madalyalar verdi­
ler. Bende iki tane var. Üstlerinde bir sürü resim; Marx, Engels, Lenin, kızıl bay­
raklar.

Içimizden biri kayboldu. Firar ettiğini düşündük, ama onu iki gün sonra çalılıkla­
rın içinde bulduk, kendini asmıştı . Herkes böyle hissediyordu, anlıyor musunuz?
Sonra siyasi subayımız konuştu, adamın bir mektup aldığını, karısının onu aldat­
tığını söyledi. Biz onu çalılıkların arasında bulmuştuk! Kim bilir? Bir hafta son­
ra zaten terhis edildik.

Bir aşçımız vardı, o kadar korkuyordu ki çadırda bile kalamıyor, depoda yatıp
kalkıyordu. Kendine tereyağı ve et konserveleri arasında bir yuva yapmıştı . Ya­
tağını döşeğini oraya götürmüş, yer a ltında uyumuştu. Sonra şöyle bir emir al­
dık; yeni bir tim oluşturun ve çatıya gidin. Fakat herkes çatıya daha önce g itmiş­
ti. Yine de adama ihtiyaçları vardı ! Onlar da aşçıyı götürdü. Çatıya sadece bir
kere çıktı. Şimdi o da ikinci dereceden gazi. Birbirimizi sık sık arayıp soruyoruz,
birbirimize ve anılarımıza tutunuyoruz. Anılarımız, biz yaşadı kça yaşayacak. Iş­
te bunu yazmalısın.

Gazetelerde çıkan haberlerin topu yalan. H içbir yerde kendimize koruyucu elbi­
seler. kurşun yelekler diktiQi m izi yazdıklarını görmedim. Içinde biraz kurşun olan
lastik elbiselerimiz vardı. Ama kendimize kurşundan iç çamaşırı yaptık. Köyün
birinde bize iki genalev gösterdi ler. Evlerimizden a ltı aydır uzakta yaşayan
adamlardık, kadınsız altı ay aci l durum demektir. Hepimiz oraya g ittik. Taşral ı
kızlar ağlayıp yakında öleceklerini söylemelerine rağmen çevrede gezinirlerdi.
Kurşun iç çamaşırımız vardı, pantolonumuzun üstüne g iyiyorduk. Bunu yaz. Gü­
zel fıkralarımız da vardı. Işte biri: Amerikan robotu çatıda beş dakika kalır ve
sonra bozulur, Japon robotu çatıda beş dakika kal ır ve o da bozulur. Rus robo­
tu orada iki saat kalabilir! Sonra megafonla emir gelir: "Er lvanov! Iki saat son­
ra aşağı gelip bir sigara yakabilirsin ! " Ha-ha-ha !

Çatıya çıkmadan önce, komutan bize neler yapmamız gerektiğini anlattı, hepi­
miz aynı timdaydik ama askerlerden biri itiraz etti . "Oraya daha önce gittik, evi­
mize yol lanmamız gerekirdi ! " Uzmanlığım yakıt olmasına rağmen beni de çatı­
ya gönderiyorlardı. Ben yine de sesimi çıkarmadım. G itmek istiyordum, o yüz­
den itiraz etmedim. Komutan şöyle dedi: "Sadece gönüllüler çatıya çıksın, geri­
si yana çekilebilir ama askeri savcıyla konuşmanız gerekecek." Gelmek isteme­
yenler kenara çekildi, aralarında biraz konuştuktan sonra gitmeyi kabul ettiler.
Madem söz verdin. yapman gerekeni yapacaksın. Aramızdan hiçbirinin bizi ita­
atsizi ikten hapse atacaklarından kuşku duymadığına eminim. Iki ya da üç yıl
hapse atılacağımız söylentisi dolaşıyordu. Aynı zamanda bir asker eğer 25 rönt­
genden fazla a l ırsa. askerlerin i zehiriediği gerekçesiyle komutan onu yine hap­
se attırabil iyordu. Hal böyle olunca kimse 25 röntgenden fazla almadı. Herkes
daha az radyasyona maruz kaldı. Anlıyor musun? Ama onlar iyi çocuklardı. Iki
tanesi hasta olunca bir üçüncü çıkıp, 'Ben g iderim," dedi. Üstelik aynı gün çatı­
ya çıkmıştı. Herkes ona saygı duydu ve ödül de aldı: 500 ruble. Bir başkası ça­
tıda delik açıyordu, durması gerektiğinde ona hepimiz el sallayıp "Aşağı gel ! "
d iye bağırdık. Ama o , orada d izlerinin üstünde durmuş başını hayır anlamında
sal lıyordu. Hafriyatı dökebilmesi için delik açmak zorundaydı. Işi bitene kadar
oradan ayrı lmadı. O da ödü l aldı: 1 000 ruble. O zamanlar o parayla iki motosik­
let al ınabiliyordu. Şimdi birinci derece gazi. Ama korkak olanlar bunun bedelini
hemen ödedi ler.

Terhis günü arabalara bindik. Yasak Bölge boyunca sirenlerimizi açık tuttuk. O
günlere geri dönüp bakıyerum da, olağanüstü bir şeye yakındım. Bunu anlata­
bi lecek sözcüklerim yok. "Devasa', 'fantastik" g ibi. laflar yetersiz kalıyor. Içim­
de bir duygu vardı, ama ne? Aşık olduğumda bile böyle bir duygu hissetmedim.

Aleksandr Kudryagin,
temizlikçi
ÖIDmDn GOigesine Dair Monolog

Demek o günlerin gerçeklerine ve ayrıntı larına ihtiyacınız var? Yoksa sadece


benim öykümü mü istiyorsunuz?

Ben hiçbir zaman fotoğrafla ilgi lenmedim, ama oraya gittiğ i mda fotoğraf çek­
meye başladım. Yanımda tesadüf eseri bir fotoğraf makinesi vardı. O zamanlar
bunu sadece kendi m için yaptığ ı m ı düşünüyordum. Şimdi bu benim işim. Ken­
dimi orada edindiğ im yeni duyg ulardan kurtaramadım. Bunun bir anlamı var mı?
(Konuşurken masaya fotoğrafları yayıyor: Araba tekerleği boyunda ayçiçekleri,
boş bir köyde bir serçe yuvası, yalnız bir köy mezarlığında bir yazı "Yüksek Rad­
yasyon. Girmek yasaktır'. Terk edilmiş bir evin bahçesinde duran çocuk araba­
sı. Pencereler örtülmüş. Arabanın yanı başında. yuvasını korurmuşçasına bir
karga oturuyor. Başıboş bir tarlada layiekierin izleri .)

Insanlar bazen neden renkl i resimler çekmediğimi soruyor. Renkl i resimler!


Ama Çernobil'in kelime anlamı "siyah olay". Orada başka renk yok. Beni m hika­
yem mi? Sadece bu fotoğrafları n a ltına yazılabi lecek yorum lar (Fotoğrafları işa­
ret ediyor.) Pekala. Her şey fotoğraflarda görülebiliyor olsa da aniatmayı dene­
yeceği m.

O zamanlar bir fabrikada ça lışıyordum, aynı zamanda da mektupla üniversitede


tarih okuyordum. Fabrikada ikinci sınıf muslukçuydum. Bizi gruplandırıp cephe­
ye gidiyormuşuz gibi acilen yol ladı lar.
" Nereye gidiyoruz?"
" Nereye g itmenizi isterlerse."
"Ne yapacağ ız?"
"Ne yapmanızı söylerlerse. '
"Ama biz inşaat işçisiyiz."
'O zaman i nşaat yaparsınız. Binalar inşa edersiniz."
Destek yapıları kurduk: depolar. çadırlar, çamaşırhaneler. Çimento boşaltma
görevine verildim. Ne cins çimento, nereden geldi . . . bunlarla kimse ilgilenmi­
yordu. Onlar çimentoyu doldurdu, biz boşalttık. Bir gün boyunca çimentoyla uğ­
raşınca günün sonunda insanın bir tek dişleri temiz kal ıyor. Gri çimentoyla
kaplanıyorsunuz. tabii koruyucu elbiseniz de. Akşam giysiyi silkeleyip ertesi gün
yine giyiyorsunuz.
S iyasi tartışmalar düzenliyorlardı. Bize kahraman olduğumuz. cephede büyük iş­
ler başardığımız söylendi . Her şey askeri di ldeydi. Bekerel nedir? Küri? Mi l i rönt­
gen ne? Komutanımıza sorduk; ama cevaplandıramadı, bunları askeri akademi­
de öğretmiyorlardı. Mili, mikro, bunlar ona Çince gibi gel iyordu. "Bunları bilip de
ne yapacaksınız? Size emredi leni yapın. Burada askersiniz." Evet askerdi k belki;
ama mahkum da değildik.
Ziyaretimize bir komisyon geld i. "Evet," dediler. "Burada her şey iyi. Artalan rad­
yasyonu iyi. Buradan dört kilometre ötede durum böyle değil. oradakileri tah l i­
ye edeceklermiş. Ama burası normal." Yanlarında bir radyasyon ölçme aleti var­
dı, adam elindeki uzun çubuğu çizmelerimizde gezdiriyor, arnzundan sarkan kü­
çük kutuya dönüp bakıyordu. Ardından da geriye sıçrıyordu, istemsiz bir tepkiy­
di bu.

Buradan sonrası sizin gibi bir yazar için i lginç olabil ir. O anı sizce kaç kez hatır­
ladık? Belki birkaç gün, daha fazla olamaz. Ruslar kendi lerini, kendi yaşamları­
nı düşünemezler. S iyasetçilerimiz bir insanın yaşamının ne kadar değerli oldu­
ğunu düşünebilmekten acizdir, biz de öyleyiz. Anl ıyor musunuz? O şeki lde yapıl­
mamışız. Mayamız farklı. Bölge'de tabii ki çok içtik. Hep sarhoştuk. Gece oldu
mu etrafta ayık bir tek kişi bile kalmazdı. Birkaç bardak içtikten sonra kimisi yal­
nız kalı r. eşini, çocuklarını hatırlar. işinden konuşur. patranuna söverdi . Ama
sonra, bir ya da iki şişe sonra konuştuğumuz tek şey ülkenin kaderi ve evrenin
tasarımı olurdu: Gorbaçov. Ligaçev, Stalin. Büyük bir imparatorluk muyuz, değ i l
miyiz? Amerika l ıları yenebi lir m iyiz. yenemez miyiz? 1 986 yı l ıydı; kimin uçakları
daha iyi, kimin uzay gemisi daha güven i l ir? Evet, Çernobil patlamış olabilirdi,
ama uzaya i l k insan gönderen bizdik. Anlıyor musunuz, sızana kadar, sabaha ka­
dar böyle devam ederdik. Neden hiç radyasyon ölçerimiz olmadığı, neden bize
bazı tozlar vermedikleri. neden çamaşır makinemiz olmadığı için her gün yıka­
mamız gereken koruyucu elbiselerimizi ayda iki kere yıkadığımız gibi şeyler en
son konuşulurdu. Canı cehenneme. biz böyle yaratılmışız.

Votka a lmak imkansızdı, altından da kıymetl iydi. Çevremizdeki köylerde ne var


ne yoksa zaten içilmişti; votka, kaçak içki, losyon, tırnak ci lası, spreyler . . . Bizi
üç l itrelik kaçak içkiyle veya bir şişe Kıbrıs kolonyası eşl iğinde konuşurken ha­
yal edin. Aramızda öğretmenler, mühendisler vardı ve yetmiş iki milletten geli­
yorduk; Ruslar. Beyaz Ruslar. Kazaklar. Ukraynal ı lar. Felsefe de yapardık. nasıl
da materyalizmin mahkumu olduğumuz, bunun bizi bu dünyanın sınırları içine
kapattığı, Çernobil'in sonsuzluğa bir kapı olduğu . . . Rus kültürünün kaderi ve tra­
jediye doğru gidişi hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ölümün gölgesi ol­
madan her şeyi anlayamazsın ız. Bu felaketin bir anlamı olması, sadece Rus kül­
türüne dayandınlmasıyla mümkün. Sadece Rus kültürü böyle bir şeye hazırlık­
l ıydı . Bombalardan, mantar bulutlardan korkmuştuk. Bir evin bir kibritten veya
kontaktan çıkan yangınla nasıl kül olacağını biliriz; ama bu hiçbir şeye benzemi­
yor. Çernobil'deki ateşin dünya dışı bir şey olduğu, alevden ziyade bir ışık de­
metine, parı ltıya benzediği gibi söylentiler vardı. Mavi değil. ama gökyüzü gibi.
Duman lı da değil. Bilim adamları bir zamanlar i lahtı. şimdi düşmüş melekler ol­
dular, hatta canavar haline geldiler. Doğanın sırları onlardan saklanmıştı, hala
da öyle. Ben Rus' um, Bryanschinliyim. Bizim orada kamburunu çıkarıp oturan bir
adam vardı. Evi bir yana eğilm işti, üflesen yıkılacaktı; ama adam dünyanın ka-
derinden dem vururdu. Her fabrikada ve her birahanede küçük bir Aristo bulu­
nurdu. Biz de o arada tam reaktörün a ltında oturuyorduk. Orada ne kadar çok
felsefe çıktığını varın siz düşünün.

Gazeteciler gelip fotoğraflar çektiler. Kendi kendi lerine mizansenler kurariard ı,


terk edi lmiş bir evin penceresine keman yerleştirir, fotoğrafın adını "Çernobi l
senfonisi' koyariard ı . Halbuki orada hiçbir şeyi uydurmaya gerek yoktu. Hatırla­
mak yeterl iydi; okul bahçesinde dozerin ezi p geçtiğ i yerküre, bir yıldır balkanda
asılı duran artık kararmış çamaşırlar, terk edilmiş askeri mezarlar, üzerinde du­
ran asker heykeli kadar uzun çimler, heykelin otomatik silahının üstüne yuva
yapmış bir kuş. Bir evin kapısı kırılmış, içi yağma ed ilmiş, ama perdeleri hala iki
yanda duruyor. Insanlar gitmişti ve fotoğrafçılar onların ruhları gibi evlerde do­
laşıyorlardı.

Önemsiz olan, çok küçük olan hiçbir şey yoktu. Her şeyi ayrıntısıyla hatırlamak
istedim, onları gördüğüm zaman saatin kaç olduğu, gökyüzünün rengi , kendi
duygularım. Anlıyor musunuz? Insanlık orayı sonsuza dek terk etti. Bu "sonsuz' u
ilk tecrübe edenler de bizierdi k. O yüzden hiçbir şeyi kaçıramazdım. Yaşlı köyl ü­
lerin yüzleri ikonaları andırıyordu. Olayı en az anlayanlar anlardı. Bahçelerini,
topraklarını hiç terk etmemişlerdi. Bu dünyada doğmuş, aşık olmuş, alnının te­
riyle ekmeğini kazanmış, soylarını yürütmüşlerdi. Torunlarını beklemişlerdi.
Bunları yaşadıktan sonra da, dünyayı toprağa girerek terk etmiş, toprak olmuş­
lardı. Bir Belarus köylü kulübesi, biz şehirliler için ev, içinde yaşanan bir alan­
dır. Onlar içinse bütün dünya, evren evleridir. O boş köylerin arasında dolaşır.
birilerini görmek istersiniz. Kiliseler yağmalanmıştır. içeri g irdiğinizde c ila koku­
su gelir. Dua etmek istersiniz.
Her şeyi hatırlamak isted im, o yüzden de fotoğraf çekmeye başladım. Benim hi­
kayem bu. Kısa zaman önce kendisi de orada bul unmuş bir arkadaşımı toprağa
verdi k. Kan kanserinden öldü. Bir anma töreni yapıp Slav geleneklerine göre iç­
ki içtik. Sonra konuşmalar başladı, gece yarısına kadar da devam etti. Önce
merhum hakkında. Sonra? Yine ülkenin kaderi ve evrenin tasarımı. Rus birlikle­
ri Çeçenistan'dan çıkacak mı? Ikinci bir Kafkas savaşı m ı başlayacak, yoksa çok­
tan başladı mı? Jirinovski başkan olur mu? Yeltsin tekrar seçilir mi? Ing i l iz kra­
liyat a i lesi ve Prenses Diana. Rus monarşisi. Çernobil ve farklı teori ler. Bazı ları
uzayll ların tehlikeyi fark edi p bize yardım ettiğini söylüyor. diğerleri bunun bir
deney olduğunu, pek yakında inanılmaz yetenekleri olan çocukların doğacağın­
dan bahsediyorlar. Belki Belaruslular yok olacak. tıpkı lskitler gibi. Hepimiz me­
tafizikçi olduk. Artık bu dünyada değil, hayal lerim izde, konuşmalarımııda yaşı­
yoruz. Çünkü anlamak için bu sıradan yaşantıya bir şeyler eklemek gerekiyor,
ölümün yakınındayken bile.

Viktor Latun,
fotoğrafçt

Ozorıo Çocuga Dair Monolog

Geçen gün kızım bana. "Anne, eğer özürlü bir çocuk doğurursam bile onu seve­
ceğim." dedi. Şu işe bakın ! Daha onuncu sınıfta ama yine de aklından geçenler
bunlar. Arkadaşları da böyle düşünüyor. Bir tanıdığımız ilk çocuğunu doğurdu,
bir oğlan. G'enç, güzel bir çift. Çocuklarının ağzı kulaklarına kadar uzanıyor ve
kulakları yok. Onları eskisi kadar sık ziyaret etmiyorum ama kızım bunu umursa­
mıyor, sık sık onlara uğruyor, belki sırf merakından, belki de kendi duygularını
denemek için.
Biz de g idebi lirdik; ama kocamla düşündük ve g itmemeye karar verdik. Korku-
yoruz. Burada hepimiz Çernobilliyiz. Birbirimizden korkmuyoruz, birisi bahçesin­
den bir elma veya salatalık kopardığında alıp yiyoruz, utanç içinde cebimize
saklayıp ardından atmıyoruz. Hepimiz aynı anı ları paylaşıyoruz. Kaderimiz aynı.
Dışarıda yabancıyız, cüzzamlıyız. Herkes "Çernobi l l iler", 'Çernobil çocukları',
'Çernobi l sığınmacıları " sözlerine alıştı. Ama hakkımızda hiçbir şey bilmiyorsu­
nuz. Bizden korkuyorsunuz. Eğer yapabilseniz, herhalde bizi buradan çıkartma­
manın bir yolunu bulursunuz, etrafımızı polis kordonuyla çevirirsin iz, bu sizi sa­
kinleştirir. (Sakinleşiyor.) Bana bunun böyle olmadığını anlatmaya çalışmayın.
Ben bunları yaşadım. l i k günlerde kızı mı da alıp Minsk'e kız kardeşimin evine
kaçtım. Öz kardeşim bizi evine almad ı, emzirdiği bir bebeği vardı. Şu işe bakın !
Tren garında uyuduk.
Çılgınca düşüncelerim oldu. Nereye g idecektik? Belki de acı çekmernek için
kendimizi öldürmel iydik. Bunlar i l k günlerdi . Herkes korkunç hastalıklar, hayal
bile edilemez hastal ıklar üretmeye başladı. Ben ise bir doktorum. Diğer i nsan­
ların neler düşündüğünü sadece tahmin edebil irim. Şimdi çocuklarıma bakıye­
rum, nereye g itseler kendi lerini yabancı gibi hissedecekler. Kızım bir izci kam­
pında yazını geçirdi, diğer çocuklar ona dokunmaktan korkmuş lar. "O bir Çarno­
bil tavşanı. Gece karanlıkta parl ıyor." Pariayıp parlamad ığını görmek için onu
gece tarlaya götürmüşler.
Herkes savaştan, savaş kuşağından bahsediyor, bizi onlarla karşılaştırıyorlar.
Ama o insanlar mutluyd u ! Savaşı kazanmışlard ı ! Bu onlara büyük bir yaşam
enerjisi verdi, yaşamak ve devam etmek için büyük bir motivasyon oldu. Hiçbir
şeyden korkmuyorlardı, yaşamak, öğrenmek, çocuk yapmak istiyorlardı. Ya biz?
Biz her şeyden korkuyoruz. Çocuklarımızdan, torunlarımızdan korkuyoruz ki da­
ha dünyaya bile gelmediler. Insanlar daha az gülümsüyor, tati l lerde daha az
şarkı söylüyorlar. Manzara değişip, tarlaların yerini orman al ıyor, mi l l i karakte­
rimiz de değişiyor. Herkes üzgün. Bu bir kıyamet hissi. Çernobil sadece bir me­
tatar, bir sembol. Günlük yaşantımızı ve düşüncelerimizi değiştirdi. Bazen bizim
hakkımızda yazmasanız daha iyi olur diye düşünüyorum. Böylece insanlar o ka­
dar korkriıazdı. Kimse kanser olanın yanında kanserden bahsetmez. Biri ömür
boyu hapis cezası aldıysa bundan da bahsedi l mez.

Nadezdha Afanasyevna Burakova,


Khoyniki köyü sakini

Bir Sovyet Yanlısından Monolog

Sen ne yazıyorsun oraya? Sana kim izin verdi? Üstelik resim de çekiyor. Bırak
onu. Bırak o makineyi, yoksa kırarım. Sen kend.i ni ne sanıyorsun da buraya ge­
lip bir şeyler yazıyorsun? Biz burada yaşıyoruz. Seni n gibiler gel ip insanların
arasına fitne sokuyor. Yanlış şeyler anlatıyor. Artık düzen diye bir şey kalmadı !
Kendini ne sanıyorsun da mikrofonu alıp buraya gel iyorsun.
Doğru ! Ben Sovyetler'i savun uyorum. Halkın devletin i ! Sovyetler zamanında
güçlüydük, herkes bizden korkardı. Bütün dünya bizi izlerd i ! Kimi korkudan do­
nuna ediyordu, kimi de bizi kıskanıyordu. Lanet olsu n ! Şimdi ne oldu? Demok­
rasi geldi de ne oldu? Bize çikolatayla bayat margarinlerini, yırtık blucinlerini,
palm iye ağaçlarını gönderdiler, dağdan inmiş vahşi lermişiz gibi. Biz büyük bir
imparatorluktuk! Şimdi ne hakla buraya gel iyorsun? Büyük bir imparatorluk!
Kahretsin !

Ta ki Gorbaçov gelene kadar. Doğum leke l i şeytan, Gorbi. Gorbi CIA'nin adamıy­
dı. Bana ne söylemeye çalışıyorsun ha? Gelmiş buraya konuşuyor. Çernobil'i on­
lar patlattı. CIA ve demokratlar. Gazetede okudum; Çernobil patlamasayd ı , im­
paratorluğumuz çökmeyecekti. Büyük i mparatorluğumuz. Kahretsin! Şimdi bu-
raya gel iyorlar. Komünistterin zaman ında yirmi kopekle bir sornun ekmek alınır­
dı, şimdi iki bin ruble oldu. Siz demokratlar ne yaptınız? Her şeyi sattınız! Peş­
keş çektiniz. Torunlarımızın hiçbir şeyi olmayacak !

Hayır sarhoş değilim, komünistim ben ! Komünizm bizim içindi. biz basit insan­
lar için. Bana demokrasi ve özgürlük masalı anlatayım deme. Kahretsin ! Özgür
insanlar ölüyor, onları koyacak tabutumuz bile yok. Geçenlerde yaşl ı bir kadın
öldü. Kimsesiz, çocuksuzdu. Iki gün evinde yattı, gençlik anı larının içinde, iko­
naları eşl iğinde. Ona bir tabut bulamadı lar. Stakhanovistti, çok çal ışkandı . Iki
gün tarlaya gitmeyi reddettik. Toplantı yaptık. Kahretsin! Kolhaz idarecisi gelip
ölen her kolhaz mensubuna tabut, tören için iki kasa votka, bir dana ya da do­
muz bağışlanacağına söz vermeden de gitmedik. Demokratlar zamanında, iki
kasa votka, hem de bedava ! Yarım şişesi bizim için i laç olarak. Adam başı bir
şişe ise eğlence demektir.

Neden bunları da yazmıyorsun? Siz sadece duymak i stedikterinizi yazarsınız. In­


sanların içine fitne sokarsınız. Pol itik sermayeye ihtiyacınız var değil mi? Cep­
terinizi dolarla dolduracaksınız. Biz burada yaşamaya çalışıyoruz. Kimse suçlu
değ i l . Suçlu kimmiş göster baka l ı m ! Ben komünistterin yanındayım. Geri geldik­
terinde suçluları bulacaklar. Kahretsin! Buraya gelmiş, bir de yazı yazıyor.

ismini vermedi
Talimatiara Dair Monolog

Elimde çokça malzeme var. yedi yı ldır biriktiriyorum. Gazete kupürleri, kendi ya­
zılarım. Numaralandırdım. size hepsini vereyim. Bu konunun peşini asla bırak­
mayac�ım; ama kendim yazamam. Savaşabilirim, gösteri ler düzenler, i laç alıp
hasta çocukları ziyarete gidebil irim; ama bunları yazamam. Oysa siz yazmalısı­
nız. Içimde karmaşık duygular var. üstesi nden gelebilseeğim i sanmıyorum. be­
ni felç ediyorlar. Şimdiden Çernobil yazarları türedi. Ama ben konuyu sömüren­
lerden biri olmak istemiyorum.

Ya dürüstçe yazsaydım? (Düşünüyor.) Yedi yı ldır, o yağmuru düşünüyorum.


Damlalar cıva gibi yuvarlanıyordu. Radyasyonun renksiz olduğu söylenir; oysa o
gün su birikinti leri. yeşil ve parlak sarıydı. Komşum fısıltıyla, Özgürlük Radyo­
su'nda Çernobil'deki kazanın duyurulduğunu söyledi . Ona i nanmadım. Ciddi bir
şey olsa bize söyleyeceklerinden emindim. Her türlü özel ekiprnana sahi pti ler.
bizi uyarabilirlerdi. Bundan emind ik ! Sivil savunma kursuna gitmiştik. hatta ora­
da öğretmenlik bile yapmıştım. O akşam bir başka komşum bana bir toz getirdi.
N ükleer Fizik Enstitüsü'nde çalışan bir akrabası vermiş ve nasıl kullanı lacağ ını
söylemiş; ancak sessiz kalacağına dair söz almış. Bir bal ık kadar sessiz ! Bir ka­
ya kadar ! Telefonda konuşmaktan bile korkuyormuş.
O zamanlar yeğenim benim yanımda kal ıyordu, daha küçüktü. Ben komşuma
inanmadım. Hiçbirimiz o tozdan içmedik. Sadece yaşlı nesil değ i l . genç nesil
olarak bizler de devlete çok güveniyorduk.
ilk izlenimleri. i l k fısıldanmaları hatırl ıyorum, zamandan zamana. durumdan du­
ruma yolculuk ediyorum. Zor bir şey. Bir yazar olarak ben de içimde iki kişi; Çar­
nobil öncesi ve sonrası iki ayrı i nsan taşımanın ne demek olduğu hakkında çok
düşündüm. Şimdi Çernobil öncesi ben'in nası l biri olduğunu anımsamak güç. O
zamandan beri bakış açım çok değişti.
lık günlerden itibaren Yasak Bölge'ye g ittim. Bir köyde durduğumu ve ne kadar
sessiz olduğuna şaştığımı hatırl ıyorum. Sokaklarda yürüyordum; etrafta hiçbir
şey yoktu. Sessizlik. Evler boştu tabii, i nsanlar tahliye edilmişti, onlarla birl ikte
çevredeki her şey gitmişti sanki, tek bir kuş bile kalmamıştı.
Chudyany köyüne g ittik, burada 1 49 küri radyasyon tespit edilmişti. Malinovka
köyünde 59 küri vardı. Insanlar nükleer test alanlarında çalışan askerlerden yüz
kat daha fazla radyasyona maruz kalmıştı. N ükleer test alanlarından yüz kat faz­
l a ! Ö lçüm cihazı titriyor, son kertesini gösteriyordu; buna rağmen kol hoz me­
murları bölge radyologlarından sebze yemenin zararsız olduğuna dair belge al­
mışlardı. Marul, soğan, domates, hıyar, her şey sağl ıklıydı. Her tür sebze büyü­
yor ve herkes de onları yemeye devam ediyordu. O radyologlar acaba şimdi ne­
ler söylüyor? Ya bölgesel Parti sekreterleri? Kendi lerini nasıl aklayacaklar?
Köylerde birçok sarhoş i nsana rastladık. Yengeç gibi yürüyorlardı, kadınlar bile
sarhoştu, özellikle de süt sağıcılar. Bir köyde çocuk yuvasını ziyaret ettik. Ço­
cuklar koşturuyor, kum havuzunda oynuyordu. Müdür bize. her ay yeni kum ge­
tirdi klerini söyledi. Başka bir yerden getiri l iyormuş. Nereden getirdiklerini tah­
min edebilirsiniz. Çocukların hepsi hüzünlüydü. Onlara şakalar yaptık; gülmedi­
ler. Öğretmenleri. "Hiç uğraşmayın, çocuklarımız gülmüyor. Hatta uyurken ağlı­
yorlar." dedi. Sokakta yeni doğum yapmış bir kadınla karşılaştık. "Sizin burada
doğum yapmanıza hangi doktor izin verdi?" dedim, "dışarıda 59 küri var. " "Rad­
yolog geldi, sadece çocuk giysilerini dışarıda kurutmamamızı söyledi . " Insanla­
rı kalmaya i kna etmeye çalıştı lar. Bir köyü tahliye ettiklerinde bile, birilerini çift­
lik işlerini devam ettirsin, patatesleri söksün diye geri getiriyorlardı.

Şimdi Parti bölge sekreterleri ne diyor? Kendilerini nası l hakl ı çıkarıyorlar? Bun­
ların kimin hatası olduğunu söylüyorlar?

Birçok ta limatname sakladım, çok gizli belgeler. Onları size vereceğim, siz dü-

"""
�.Y
rüst bir kitap yazmalısınız. Zehirlenmiş tavuklara ne yapılması gerektiğini yazan
tal imatnameler var. Radyoaktif madde tutar gibi özel giysiler giymeniz lazım;
lastik eldivenler. lastik elbise, çizme vesaire. Bel li bir doz radyasyona kadar, eti
tuzlu suda kaynatmanız. suyu tuvalete döknymiz ve eti de pate veya salarnda
kullanmanız gerekiyor. Radyasyon bu dozun üstündeyse, eti kemi k tozuna karış­
tırıp hayvan yemi yapıyorsunuz. Oysa hayvanlar kirlenen bölgelerden temiz böl­
gelere ucuza satıldılar. Hayvan taşıyan şoförler. bana danaların bir tuhaf oldu­
ğunu, tüylerinin yere kadar uzadığını ve ne versen -bez, kağıt- yiyecek kadar aç
göründüklerini söylemişti . Onları beslernesi kolaydı. Kolhoza götürülmaleri ge­
rekiyordu; ama şoför isterse bir tanesini de kendi çiftl iğine götürebi lirdi. Bu suç­
tur, suç !

Yolda küçük bir kamyona rastladık. Cenazeye gider gibi yavaşça i lerl iyordu ve
arkasında yük vardı. Arabayı durdurduk. Sanırım direksiyondaki geneacik çocuk
sarhoştu.
"Iyi misin?"
"Evet. Sadece kirli toprak taşıyorum."
O sıcakta, o tozun içinde !
"Delirdin mi? Daha evleneceksi. n, çocukların olacak! "
"Başka türlü bir gidişte elli ruble nasıl kazanırım?"

O zamanlar elli rubleyle iyi bir takım elbise alınırdı. I nsanlar radyasyondan ziya­
de rubleyle ilgi leniyordu. Bu küçük ganimetler onları mutlu ediyordu; halbuki in­
san hayatıyla karşılaştırıldığında gerçekten de çok küçüktüler. Traj ikomik bir du­
rumdu.

lrina Kiseleva,
gazeteci
Bir Insanın Bir DiQeri Ozerinde Sahip Oldugu Sınırsız GDce Dair Monolog

Edebiyattan pek anlamam. ben fizikçiyim. bu yüzden size sadece gerçekleri an­
latacağım.

Biri lerinin er ya da geç Çernobil'in yan ıtın ı vermesi gerekecek. 1 937 yılı gibi. bir
gün bunun da hesabını vermel iler. Elli yıl sonra olabil ir. herkes yaşlanmış veya
ölmüş olabilir. Ama onlar suçlu. (Susuyor.) Arkarnııda gerçekleri bırakmamız ge­
rek. Daha sonraki kuşağı n onlara ihtiyaçları olacak.

O gün, 26 Nisan günü iş nedeniyle Moskova'daydım. Kazayı orada öğrend im.


M insk'teki Belarus Komünist Partisi merkezi komitesi genel sekreteri N i kolay
S lyunkov' u arad ım. Iki üç defa telefon ettiysem de beni ona bağlamadılar. Yar­
dımcısına ulaştım, beni yakından tanıyordu: 'Moskova'dan arıyorum. Bana
S lyunkov'u bulun. hemen iletmem gereken bir bilgi var. Aci l bir durum."
Devlet hattından arıyordum; daha o zamandan hatları kesmeye başlamışlardı.
Kazadan bahsetmeye başlar başlamaz hat kesilirdi. Herhalde dinl iyorlardı, ki­
min dinlediği de açık, devletin içindeki devlet. Ve bunlara rağmen merkezi ko­
m itenin genel sekreterini arıyordum. Ya ben? Belarus Bil imler Akademisi Nük­
leer Enerji Enstitüsü'nün müdürüydüm. Profesör, akademi üyesi. Beni m bile hat­
tımı kesiyorlardı.

S lyunkov'a ulaşmam i ki saatimi aldı. Ona şöyle söyledim: 'Bu ciddi bir kaza. He­
saplanma göre -Moskova'da bazı kişilerle konuşup bilgi alma şansım olmuştu­
radyoaktif bulut bize, Belarus'a doğru gel iyor. Halka hemen iyodin profilaksisi
uygulayıp, santrala yakın yerleri tahliye etmeliyiz. Oranın yüz ki lometre menzi­
l i nde ne insan ne de hayvan kalmamal ı.· S lyunkov "Bana raporlar geldi." dedi.
"Yangın çıkmış ama söndürmüşler." Kendimi tutamadım. "Bu bir yalan. Koca-
man bir yalan ! Kime sorsan sana grafitin saatte beş ton yandığın ı söyler. Ne ka­
dar süre yanacağını sen hesap et! "

M insk'e g iden i l k treni yakaladım. Bütün gece uyuyamadım. Sabah evdeydim.


lik iş oğlumun tiroidini ölçmek oldu. En ideal doz ölçer tirait bezidir. Saatte 1 80
mikro-röntgen gösteriyordu. Potasyum iyodine ihtiyacı vardı. Bir çocuğun yarım
bardak suyun içine iki ya da üç damla iyod ine ihtiyacı vardır, bu bir yetişkin için
üç ila dört damladır. Eğer reaktör on gün boyunca yandıysa bunun on gün yapıl­
ması gerekir. Ama bizi kimse dinlemedi ! Kimse doktorları ve bilim adamlarını
dinlemedi. Bilim ve tıbbı siyasetin içine çekti ler. Tabii ki yaptı lar! Bu olayların
arkasında neler olduğunu, o zamanlar durumun nasıl olduğunu unutmamal ıyız.
KGB iş başındaydı, gizli araştırmalar yapıyordu. "Batı l ı sesler" susturuluyordu.
Binlerce tabu, siyasi ve askeri sır vardı. Herkes barışçıl Sovyet atomunun, tezek
veya kömür kadar zararsız olduğunu duyarak yetişmişti. Korku ve önyargı larla
zincirlenmiş bir mil lettik. Kof inançlarımız vardı.
Pekala, gerçekler: 27 Nisan günü, Ukrayna sınırındaki Gomel bölgesine g itme­
ye karar verdim. Büyük kentleri gezdim; Bragin, Khoyniki, Narovlya. Hepsi
santrale 20-30 kilometre uzakl ı ktaydı. Daha fazla bilgiye i htiyacım vardı, arta­
lan radyasyonunu ölçmek için elime hangi cihaz geçtiyse almıştım. Veriler şöy­
leydi: Bragin, saatte 30000 mikro-röntgen; Narovlya 28000. Ama tarlalarda köy­
lüler ekip biçiyor, Paskalya hazırlığı yapıyordu. Yumurta boyuyor, Paskalya çö­
reği pişiriyorlardı . "Radyasyon mu, o da ne? Biz öyle bir emir almadık" diyorlar­
dı. Yukarıdan sordukları tek şey, hasadın nasıl olduğu, ne kadar rekolte yapıldı­
ğı idi. Bana deliymişim gibi baktılar. 'Sen ne diyorsun, profesör?" Röntgen, mik­
ro röntgen, onlara yabancı bir d i l gibi geliyordu.

Biz de M i nsk'e geri döndük. Herkes sokaktaydı, dışarıda pasta, dondurma,


sandviç, börek-çörek satılıyordu. Tepemizde ise radyoaktif bir bulut asıl ıyd ı.
29 Nisan günü -her şeyi günü gününe hatırl ıyorum- saat 08:00'de Slyunkov'un
kapısının önünde oturuyordum. Içeri g irmeye çalıştım; ben i bırakmadı lar. Orada
saat beş buçuğa kadar oturdum. Beş buçukta Slyunkov'un bürosundan meşhur
bir şair çıktı . Adamı tan ıyordum. Sorduğumda, "Yoldaş Slyunkov ve ben Belarus
kültüründen bahsettik." dedi. Patladım: "Eğer Çernobil 'den insanları tah liye et­
mezsek ne Belarus kültürü. ne de kitaplarınızı okuyacak tek bir insan kalacak ! "
"Siz n e demek istiyorsunuz? Santra l i çoktan söndürdüler."
Sonunda Slyunkov'a ulaştım. Ona bir gün önce gördüklerim i anlattım. O insan­
ları kurtarmal ıydık. Ukrayna'da tahliyeye başlamışlardı bile.
" Neden adamlarınız -enstitüden bahsediyordu- etrafta el lerinde ölçme cihazla­
rıyla koşuşturup halkı korkutuyor? Ben Moskova'da Sovyet Radyoloj i k Korunma
Masası başkanı profesör l lyin'le konuştum bile. Her şeyin normal olduğunu söy­
ledi. Santrale bir devlet komisyonu yollandı, savcı da g itti. Orduyu, askeri teç­
hizatıyla birl i kte yol ladık."

Zaten binlerce ton sezyum, iyodin, kurşun. zirkonyum. kadmiyum. beri lyum. bor­
yum, bilinmeyen miktarda plütonyum IÇemobil'in uranyum- grafit reaktörleri,
nükleer bomba yapmak amacıyla plütonyum da üretiyordu). toplam 450 çeşit
radyonüklid havaya karışmıştı. Hiroşima'ya atı lan bombanın 350 katı demektir
bu. Fizik kura l ları hakkında konuşmaları gerekirken, kendi lerine düşmanlar bu­
lup, düşmanlar hakkında konuştular.

Er ya da geç biri leri bunları yan ıtlamak zorunda kalacak. "Siz traktör uzmanısı­
n ız." dedim, Slyunkov bir traktör fabrikasının müdürüydü, "radyasyonun nelere
kadir olduğunu bilemeyebilirsiniz; ama ben fizikçiyim, sonuçların ne olacağını
biliyorum." Fakat onun bakış açısına göre bir hiçtim. Bir profesör, bir avuç fizik­
çi çıkıp merkezi korniteye ne yapmaları gerektiğini mi öğretecekti? Hayır, onlar
bir suçlu çetesi değildi. Bu daha ziyade cah i l l i k ve itaatkarl ık yüzünden oldu. Ya-
şam prensipleri. Parti'nin onlara öğrettiği tek şey kafa ların ı dışarı çıkarmadan
yaşamalarıyd ı. Herkesi memnun etmek daha kolaydı. Slyunkov tam da o arada
terfi için Moskova'ya çağırılacaktı. Çok yakınd ı ! Kremlin'den. belki de Gorba­
çov'dan ona şöyle bir telefon geldiğini tahmin edebiliyorum, umarım siz Bela­
ruslular panik çıkarmamayı başarırsınız, zaten Batı'daki düşmanlarımız yeterin­
ce gürü ltü yapıyor. Tabii ki üstlerinizin hoşuna gitmezseniz. rütbe, yurtdışı seya­
hati, daça hayal olurdu. Eğer hala bir demir perde ülkesi olsaydı k, santral yakı­
nında hala insanlar yaşıyor olurdu. Her şeyi örtbas ederlerdi ! Kytrym'i, Semipa­
latinsk'yi hatırlayın ! Hala Stalin'in ülkesinde yaşıyoruz.

Sivi l s�vunma birimlerinde, bir n ükleer kaza ya da saldırı tehdidi durumunda


kullanılmak üzere bütün ha lka yetecek kadar iyod in profi laksisi bulunurdu. Ta­
bii bu bir tehdit d urumunda kul lanı lacaktı. Biz saatte 3000 mikro-röntgen al ır­
ken. onlar halk için değil otoriteleri iç iri endişelendiler. Ülkemiz halkın değ i l oto­
ritenin ülkesiydi. Devlet hep önde geldi, insanın değeri sıfırdı. H içbir panik or­
tamı yaratmadan da insanlara bu iyodini verebi l i rlerdi. Süte ekleyebi lir. musluk
suyuna karıştırabil irlerdi. Bu amaçla her şehre 700 ki logram iyodi n veril mişti,
ama bu malzeme orada yatmaya devam etti. Insanlar üstlerinden atomdan
korktuklarından daha çok korkuyorlard ı. Herkes bir emir, bir telefon bekledi. so­
nuçta ki mse bir şey yapamad ı.

Çantamda bir ölçüm cihazı taşıyordum. Neden? Çünkü artık önemli i nsanları
görmemi engellemeye başlamışlardı, benden bıkmışlardı. Ben de ölçüm cihazı­
mı alır. bekleme salonunda oturan sekreterin veya şoförlerin tiraitlerini ölçer­
dim. Korkmaları bazen işe yarar, beni içeri alırlardı. Sonra da bana şöyle denir­
di: "Profesör, neden insanları böyle korkutuyorsunuz? Belarus halkı için endişe­
lenan tek kişi siz misiniz? Sonuçta insanlar bir nedenle ölecek; sigara, intihar.
araba kazası da olabilir bu.' Ukraynall lara gülüyorlardı . Yeterince malzemeleri
olmadığı için Ukraynalı lar, Kreml in'de d izleri üstünde para, i laç, radyasyon ölç­
me cihaziarı d i leniyordu. Bu arada bizim adamımız Slyunkov her şeyi on beş da­
kikada halletmişti. "Her şey yol unda, biz hallederiz." Onu övdüler: "Işte Belaruslu
kardeşlerimiz işi böyle halleder ! " Acaba bu övgüler kaç kişinin canına mal oldu?

Patronların iyodin aldıkiarına dair bilgi edindim. Enstitüdeki meslektaşiarım on­


ların tiraitlerini de kontrolden geçirmiş ve temiz olduklarını fark etmişler. Hari­
ci iyodin almadan bu mümkün olamaz. Sessizlik içinde çocuklarını dışarı kaçır­
dı lar. Kendi leri de kirlenen bölgeye gittiklerinde gaz maskeleri, özel giysiler giy­
di ler, bunlar diğer insanlardan esirgenmişti . M i nsk yakınında özel hayvan sürü­
leri olduğu da biliniyor. Her ineğin bir numarası vardı ve kontrol edi l iyordu. Özel
tarlaları . özel tohuml ukları bile vardı. En mide bulandırıcı olan ise bunlar için
henüz hiç kimsenin hesap vermemiş olması.

Böylece beni bürolarına kabul etmeyi kestiler. Onları mektuplara boğdum. Res­
mi raporlar, haritalar gönderdim. 250 sayfalık. içi veri dolu dört dosya hazırla­
dım. Her şeyden iki kopya yapıyordum, biri enstitüde, biri de her ihtimale karşı
evimde duruyordu. Eşi m dosyaları gizlemişti. Neden mi fazladan kopyalar hazır­
ladım? Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Her zaman büromu kilitli tutardım; bir gazi­
den döndüğümde dosyaların gitmiş olduğunu fark ettim. Ama Ukrayna'da yetiş­
miştim, atalarım Kazak'tı. bende de Kazak karakteri vardır. Yazmaya devam et­
tim. Konuşmaya devam ettim. Insanları kurtarmal ısınız! Tahl iye edi lmeleri la­
zım ! Oralara gezi ler düzenledik.

Enstitümüz kirlenen bölgelerin haritasını çıkaran il k yerdir. Bütün güney bölge­


si kıpkırmızıydı. Bunlar çoktan tarih oldu, bir suçun tarihi. Enstitünün bütün rad­
yasyon ölçme cihaziarına el konuldu. Hiçbir açıklama yapmadan elimizde ne var
ne yoksa topladı lar. Ev telefonumdan tehditler yağmaya başladı. "Insanları kor-
kutmaktan vazgeç profesör! Yoksa sonun çok kötü olacak. Ne kadar kötü oldu­
ğunu bilmek ister misin? Istersen söyleyelim." Enstitüdeki bilim adamlarına
böyle baskı yapı ldı, korkutma taktikleri uygulandı.

Moskova'ya yazdım. Bundan sonra B il imler Akademisi başkanı beni aradı. "Bir
gün Belarus halkı seni onlar uğruna yaptıkların için hatırlayacaktır; ama Mosko­
va'ya yazmamal ıydın. Bu çok kötü oldu. Şimdi seni görevinden almamı istiyor­
lar. Onlara ne yazdın? Kime kafa tuttuğunun farkında mısın?" Ben im elimde ve­
riler ve haritalar vardı. Onların nesi vardı? Beni bir akıl hastanesine koymakla
tehdit etti ler ya da bir araba kazası nda ölmemi sağlamakla. Beni anti-Sovyet
propagandası yaptığım için ya da enstitüde yok olmuş bir kutu çivi için bile da­
va edebi lirlerdi. Sonunda mahkemeye çıkardı lar. Istediklerini de elde etti ler;
kalp krizi geçirdim. (Susuyor.)

Her şeyi yazd ım. Dosyanın içinde. Gerçekler, sadece gerçekler var. Köylerdeki
çocukları kontrolden geçiriyoruz. Hepsinde 1 500, 2000, 3000 m ikro-röntgen çı­
kıyor. O kızların çocuğu olmayacak. Genetik mutasyonlar oluşuyor. Traktörler
çalışıyor. Orada bizimle birlikte gelen Parti çalışanına soruyorum:
"Traktör sürücüleri gaz maskesi takıyor mu?"
"Hayır, takmıyorlar."
" Neden? Size dağıtılmadı mı?"
"Oh, bir sürü maske verdi ler. 2000 yı l ına kadar idare edecek gaz maskemiz var.
Sadece dağıtmıyoruz. yoksa pani k çıkabilir. Herkes kaçar, işe gelmez. "
"Bunu nası l yaparsınız? "
"Sizin için konuşması kolay, profesör. Sizi işten atsa lar başka iş bulursunuz. Ben
nereye g ideri m?"
Ne güç. Bir insan diğerinin üstünde ancak bu kadar sınırsız bir güce sahip ola­
bil ir. Bu bir h i le ya da yalan değil. sadece masumlara karşı açılmış bir savaş.
Pripyat kentine gittiğimizde de tıpkı böyle olmuştu. Insanlar çadı r kurdular, ai­
leleriyle tatile gelmişlerdi. Yüzüyor, güneşleniyorlardı. Haftalarca nükleer bulu­
tun altında güneşlenip yüzdüklerini bilmedi ler. Onlarla konuşmak kesinl i kle ya­
saktı. Çocukları gördüğümda yanlarına gidip onları uyarıyordum. Bana i nanma­
d ılar. "Neden radyoda te lavizyanda bir şey söylemedi ler?' Yerel Parti bürosun­
dan birileri bize hep eşl ik ederdi; ama onlar da hiçbir şey söylemezdi . Yüzünden
düşüncelerini okuyabil iyordum; rapor etsem mi etmesam mi? Aynı zamanda da
o insanların haline üzülüyordum ! Sonuçta o da bizim gibi bir insandı. Ama yine
de geri döndüğünde hangi tarafın ağır basacağını bilmezdi k. Rapor edecek mi,
etmeyecek mi? Herkes kendi seçimini yapard ı. (Uzun bir sessizlik.) Şimdi bu ger­
çeklerle ne yapacağ ız? Bunların altından nasıl ka lkacağız? Yine patlarsa, yine
aynı şeyler olacak. Biz hala Stalin'in ülkesindeyiz. Hala Stalin'in halkıyız.

Vasili Borisoviç Nesterenko,


Belarus Bilimler Akademisi
Nükleer Enerji Enstitilsil eski müdürü
Politik Stratejilere Dair Monolog

Ben kendi zamanımın ürünüyüm . Inançlı bir komünistim. Şimdi bizlere sövmek
revaçta. Bütün komünistler suçlu oldu. Her şeyin sorumlusu biziz, fizik kuralla­
rının bile.

Komünist Parti'nin bölgesel kom itesinde genel sekreterdim. Belgelerde bunun


komünistlerin hatası olduğu yazılı; ucuz, kötü inşa edilmiş nükleer santral ler
kurmuşuz, paradan kısıp insanların yaşamını hiçe saymışız. Bizler için i nsanlar
kumdan ibaretmiş, tarihin gübresiymişler. Hepsinin canları cehenneme ! Ne
yapmalı ve kimi suçlamal ı? Lanetl i sorular bunlar. Başımızdan bir türlü gitmiyor­
lar. Herkes sabırsız, intikam istiyorlar, kan istiyorlar. Hepsinin canı cehenneme.

Diğerleri sessiz kalmayı yeğliyor; ben konuşacağım. Belki siz yazmadınız; ama
her yerde komünistlerin insanları aldattığı, gerçeği onlardan sakladığı yazıyor.
Saklamaya mecburduk. Merkez komiteden, bölgesel kom iteden telgraflar aldık,
bize panik çıkmasını engellememiz emredildi. Doğruya doğru, panik korkutucu­
dur. Çernobi l'den gelen haberlere dikkat ettikleri kadar, savaş sırasında cephe­
de olan bitene d ikkat etmemişlerdir herhalde. Korku ve söylenti ler. Insanlar
radyasyondan değil, bunlar yüzünden öldü. Panik çıkmasını engel lemeliydi k.

Olanları tamamen örtbas ettiğimizi söyleyemezsiniz, olayın boyutlarının farkın­


da bile değildik. En büyük politik stratej i tarafından yönetiliyorduk. Heyecanı ve
pol itikayı bir tarafa koyarsak, ki msenin olanlara i nanmadığını kabul etmek zo­
runda kal ı rsınız. Bilim adamları bile bunlara inanamadı. Böylesine bir şey daha
önce hiç olmamıştı, sadece burada değil, dünyanın hiçbir yerinde. Orada,
santralde bulunan bilim adamları durumu değerlendi rd i ve ani kararlar almak
durumunda kaldı. Yakın zamanda, "Gerçek Anı' diye bir program seyrettim, ora-
da Politbüro üyesi, Gorbaçov zamanında partinin en büyük akıl hacası Alek­
sandr Yakovlev'le röportaj yapıyorlardı. Neleri hatırladı dersiniz? En yukarıdaki­
ler de, bütün olayı göremedi ler. Politbüro toplantılarından bi rinde bir general
şunları anlatmıştı: "Radyasyon nedir ki, test arazilerinde nükleer patlamadan
sonra bir şişe şarap içiyorlar. radyasyonun etkileri yok oluyor, hepsi bu. Bir şey
olmaz." Çernobil'den bir kazaymış, olağan bir kazaymış gibi bahsettiler.
Insanlara d ışarı çıkmamaları gerektiğini açıklasam ne olacaktı? Bana "1 Mayıs
Bayramı'nı sabote etmeye mi çalışıyorsun?" derlerdi. Bu politik bir mesele. Par­
ti üyelik kartımı geri isterlerdi. (Kısa bir sessizlik.) Işte olanlar. .. Bence bu sade­
ce bir hikaye değ i l . Devlet komisyonu başkanı Scherbin, patlamadan birkaç gün
sonra santra le geldi ve onu reaktöre sakmalarını istedi. Ona hayır dedi ler, gra­
fit parçaları. inanılmaz derecede radyasyon. yüksek sıcaklık var, giremezsiniz.
"Fizik kural ları da neymiş ! Her şeyi kendi gözlerimle görmem lazım. Bu gece Po­
l itbüro'ya rapor vermek zorundayı m." Bu sorunlarla başa çıkmanın askeri yol uy­
du. Başka da yol bilmiyorlardı. Fizik d iye bir şeyin gerçekten var olduğunun far­
kında değildi ler. Bu da zincirleme olaylar doğurdu. Dünya fizik kura l larına göre
kuruldu, Marx' ın fikirlerine göre değil. Ama bunu o zaman söyleseydim.,. 1 Ma­
yıs günü sokağa çıkma yasağı ilan etseydim . . . (Sinirlen iyor. ) Gazetelerde mil let
sokaklardayken bizim yer altı korunaklarında sakland ığımız yazıyor. Iki saat üs­
tümde ne şapka ne de yağmurluk, o güneşin a ltında tribünde oturdum ben ! 9
Mayıs zafer gününde gazilere konuşma yaptım ! Armoni ka çaldılar, herkes içti,
dans etti. Hepimiz bu sistemin parçalarıydık. lnandık! Yüksek ideal lere, zafere
inandık! Çernobil'i alt edecektik ! Kontrolden çıkan reaktörü söndürmek için veri­
len cansiperane savaşı hepimiz okuduk. Büyük idealleri, büyük düşleri olmayan
bir Rus da korkutucudur.

Bir de şimdi olanlara bakın. Her şey yıkıl ıyor. Devlet, Stalin. G ulag yok. Geçmiş
hakkında. bütün yaşamımız hakkında kararı verdi ler. O büyük fil mleri hatırlayın !
O mutlu şarkı ları ! Bunları bana açıklayın. Neden artık öyle filmleri miz. öyle şar­
kılarımız yok? Insanların desteğe, i lhama i htiyacı vardır; ideal leri olmal ıdır. Bü­
yük bir ulus ancak böyle kuru lur. Bizim parlak ideal lerimiz vard ı !

Gazetelerde, radyoda, televizyonda haykırıyor�ar: Gerçek! Gerçek ! Bütün top­


lantılarda aynı şeyi soruyorlar, gerçek! Bu kötü, çok kötü. Hepimiz eninde so­
nunda öleceğ iz. duymak isted ikleri gerçek böyle bir şey mi? Kalabal ık, meclisi
basıp Robespierre'in idamını istediğinde haklı mıydı? Kalabalığı dinleyemezsi­
niz. kalabalıktan biri olamazsınız! Çevrenize bir bakın, olan bitene bir bakın. (Su­
suyor.) Eğer ben suçluysam, neden beni m küçük çocuğum, torunum da hasta?
Kızım torunumu o bahar dünyaya getirdi, S lavgorod'a bizi ziyarete geldiklerinde
daha bezler içindeydi. Santraldeki patlamadan birkaç hafta sonra gelmişlerdi.
Yollarda askeri araçlar vardı, hel ikopterler mekik dokuyordu. Eşi m, "Akrabaları­
mıza gitsinler, buradan uzaklaşmalı lar." dedi. Parti bölgesel komitesinin genel
sekreteriydim. ' Kesinlikle olmaz" dedim, 'eğer kızımı çocuğuyla alıp kaçırırsam
herkes ne der? Burada kalmaları lazım." Gitmeye, canını kurtarmaya ça l ışanla­
ra, onları korniteye çağırıp "Komünist misiniz, değ i l misiniz?' diyordum. Bu ben­
ce insanlar için bir sınavdı. Eğer ben suçluysam, neden kendi torunumu öldürü­
yordum? (Konuşmaya devam ediyor; ancak söyledikleri anlaşılmıyor.)

Benden i l k günleri aniatmarnı i stemişsin iz. Ukrayna'da a larm veri ldi; ama Bela­
rus'da her şey sakindi. Ekim mevsimiyd i . Saklanmadım, büroda oturdum, tarla­
ları, otlakları gezdim. Halk ekip dikiyordu. Herkes Çernobi l'den önce atama "ba­
rışçıl işçi" adını taktığımızı. atom çağında yaşamaktan gurur duyduğumuzu unu­
tuyor. O zamanlar atomdan korktuğumu hatırlamıyorum.
Sonuçta, Parti'nin bölgesel komitesi genel sekreteri dediğiniz nedir ki sıradan
bir üniversite diplaması olan -genel l ikle mühendislik veya ziraat dal larında- sı­
radan bir adam. Aramızdan bazıları Parti yüksekokuluna da g itmişti. Sivi l savun-
ma derslerinde ne dinled iysem atom hakkında da onu biliyordum. Sütün içinde­
ki sezyum, stronsiyum gibi şeyleri hayatımda duymamıştım. Sezyuml u sütü, süt
fabrikalarına yolladık. Eti et fabrikasına verdik. Buğdayı hasat ettik. Plan neyse
uygulandı. Bizim için hiç kimse planı değiştirmed i.

O zamanlar nası l olduğumuz hakkında buyurun size bir hikaye:

l i k birkaç gün herkes korku içindeydi, aynı zamanda meraklıyd ı lar da. Ben ken­
dini koruma güdüsü zayıf bir adamım. (Düşünüyor.) Ama herkes görev aşkı için­
deydi. Çernobil'e gönderi l mek isteyen gönül l ülerden düzinelerce mektup a l ıyor­
dum. Şimdi ne yazariarsa yazsınlar. o zamanlar Sovyet insanı, Sovyet karakteri
diye bir şey vardı. Şimdi ne yazariarsa yazsınlar.

Bilim adamları geldi, ara larında bağrışıp duruyorlardı. Birine yaklaştım: "Çocuk­
larımız radyoaktif kurnda mı oynuyor? " Bana bağırd ı : "Velveleci ! Çok bi l m i ş !
Radyasyon hakkında sen ne bilirsin k i ? Ben nükleer patlamalar gördüm. Yirmi
dakika sonra patlama merkezine erimiş toprağın üzerinde yürüyüp g ittik. Neden
hepiniz panik içindesiniz?" Ona inandım. Büroma gidip arkadaşlarımı aradım.
" Kardeşlerim ! Eğer ben kaçarsam. siz kaçarsanız. diğerleri bizim hakkımızda ne
düşünür? Komünistlerin ödlek olduğunu söylerler. " Sözle ikna edemediklerim
için başka yol lar denedim. "Siz yurtsever misiniz. değil misiniz? Deği lseniz Par­
ti kartınızı masama koyun." Bazıları bunu yaptı.

Yine de bazı şeylerden şüphelenmedim değil . Nükleer Fizik Enstitüsü'yle, gön­


derdiğimiz toprak numunelerini test etsinler diye anlaşmıştık. Çim, siyah toprak
örnekleri alıp Minsk'e g itti ler. Ana lizler yaptılar. Ardından bana telefon ettiler:
" Lütfen toprak numunelerinizi geri almak için bir araba gönderin." "Şaka mı ya­
pıyorsunuz? M insk'e 400 kilometre uzaktayız." Ahize elimden düşecekti. Topra-
ğı buraya geri mi getireceğiz?" Yanıtları şöyle oldu: ' Hayır. şaka yapmıyoruz.
Aslında bu numunelerin özel kaplar içinde beton ve metalden yapı lma yer altı
bölmelerine gömülmesi gerekir. Ama Belarus'un dört bir yanından numune ya­
ğıyor ve bir ay içinde bütün atık depolarımız doldu." Duyuyor musunuz? Aynı
toprağı ekip dikiyorduk. Et ve süt planlarını yerine getirmemiz gerekiyordu. Buğ­
daydan votka yaptık. Elmalar, a rmutlar, vişneler meyve suyu olmaya g itti. Ço­
cuklarımız o toprağın üzerinde oynadı. Tah liyeyi havadan kim görse, üçüncü
dünya savaşının başladığını söylerdi. Bir köyü boşaltı p d iğer köye de bir hafta
sonra tahl iye edileceklerini söyl üyorlardı. Bir hafta boyunca oradakiler saman
balyalamaya, ot biçmeye, bahçe bellemeye, odun kesmeye devam ederdi. Ne­
ler olduğunu anlamadan hayatlarını sürdürdüler. Bir hafta sonra hepsi askeri
araçlara bindiri Idi. Benim için aynı günler toplantı lar, yolcu luklar, sıkıntıl ı uyku­
suz gecelerle geçiyordu. Çok şey olmuştu. Minsk'te şehir komitesi binasının
önünde, el inde pankartla duran bir adam hatırlıyorum. Pankartında: "Insanlara
iyod in verin." yazıyordu. Hava sıcaktı; ama adam üzerine yağmurluk giymişti .

Unutuyoruz, insanlar nükleer santral ierin geleceğimiz olduğunu düşünürdü. Ben


de birçok kez konuştum. propagandalarını yaptım. Bir defasında bir santral e git­
miştim. Etraf sessiz, huzurlu ve temizdi. Köşede bir kızıl bayrak ve bir slogan
vardı: 'Sosyal ist yarışmanın birincisi ! " Geleceğimiz buydu.
Ben zamanımın bir ürünüyüm. Suçlu değ i l im.

Vladimir Mateyeviç lvanov,


Slavgorod Parti Komitesi
eski genel sekreteri
Çemobil'i Neden Bu Kadar SevdiQimize Dair Monolog

1 986 yılıydı, o zamanlar neye benziyorduk? Kıyametin bu teknoloj ik versiyonu


bizi nasıl gelip buldu? Biz yerel aydınlardık. arkadaş çevremiz içindeydik. Kendi
yaşamımızı sürdürdük, eti iye sütl üye hiç dokunmadık. Protestomuz böyle bir şe­
kil almıştı. Kendi kurallarımız vard ı: Pravda gazetesi okumazdık; ama Ogonyok
dergisi elden ele dolaşırdı. O zamanlar dizginleri biraz boşlamışlardı, biz de fır­
sattan istifade bunun tadını çıkarıyorduk. Solyen itsin, Şalamov okur, birbirimi­
ze misafirliğe g ider. mutfakta sonu gelmeyen tartışmalara girerdik. Hayattan
daha fazlasını istiyorduk. Ama ne? Özgürlük istiyorduk. Arkadaşlık çemberimiz
kimi yerlerinden kırı ldı, bazı arkadaşlarımız ayyaşl ığa vurdu, kimi leri kariyer
yaptı. Parti'ye katıldı. Kimse bu rejimin çökeceğin i düşünmedi. Bunun sonsuza
değin böyle süreceğini düşünüyor. kendi küçük dünyam ızda yaşamaya devam
ediyorduk.
Çernobil kazası olduğunda ilk başta hepimiz benzer tepki ler verdik. Bundan bi­
ze ne? Bırakalım görevli ler ilgi lensin. Çernobil onların işiyd i. Üstelik de bize
uzaktı . Haritaya bile bakma gereği duymadık. O zamanlar. gerçeği bi lme ihtiya­
cı hissetmiyorduk.

Sütlerin üzerine, "Çocuklar için" ve "Büyükler için' ibareleri yazılmaya başlayın­


ca. işin rengi değ işti . Çernobi l evimize biraz daha yaklaşmıştı. Parti üyesi değil­
d i m; yine de orada yaşıyordum. Korkmaya başlad ık. "Neden turp yaprakları pan­
car yaprakianna benzerneye başladı?" Televizyonu açtığ ımızda şöyle diyorlardı,
"Batı'nın provokasyonlarına kapılmayın." Işte o zaman bir şeylerin ters gittiğin­
den emin olduk.

1 Mayıs yürüyüşüne ne demel i? Kimse beni oraya gitmeye zorlamadı. Hepimizin


bir seçim şansı vardı; yaniışı seçtik. Bu kadar kalabalık. bu kadar neşeli bir Ma-
yıs bayramı daha görmemiştim. Herkes heyecan içinde sürüye karışmak. diğer­
leriyle yan yana olmak telaşındaydı. Insanlar bir şeylere sövmek istedi, yetkilile­
re, devlete, komünistlere ... Şimdi geriye bakıyor, kırılmanın yerini arıyorum. Ne­
redeydi? Ama bu olaylar, kırılmadan çok önceydi. O zamanlar gerçeği bilmek is­
temiyorduk. Bilmek istediğimiz tek şey, turplarıh yenilir olup olmadığıydı.

Khimvolokno fabrikasında mühendistim. O zamanlar Doğu Almanya'dan bir


grup uzman gelmiş, yeni bir ekipmanı tanıtıyorlardı. Başka kültürden gelen in­
sanların nasıl davrandığını orada gördüm. Kazayı öğrenir öğrenmez. tıbbi yar­
dım, ölçme cihazı ve kontrol edilmiş yiyecek istedi ler. Alman radyo programla­
rını dinlediklerinden ne yapacaklarını bil iyorlardı. Tabii, hiçbir istekleri yerine
getirilmedi. Onl�r da hemen bavul larını toplayıp gitmeye hazırlandı lar. Bize bi­
let alın, bizi eve gönderi n ! Madem güvenliğimizi sağlayamıyorsunuz, biz de gi­
deriz. Bize itiraz etti ler, kendi devletlerine te lg raflar yol ladı lar. Buraya aileleriy­
le gelmişlerdi; çoluk çocukları. kendi hayatları için mücadele ediyorlardı. Ya
biz? Biz nasıl davrandık dersiniz? Ah, şu Almanlara bakın. ne kadar kendini be­
ğenmiş ve h isterikler! Korkaklar! Borç çarbasındaki radyasyonu bile ölçüyorlar.
kıymanın radyasyonunu. Saçmal ığa bakı n ! Bizim erkeklerimiz erkek yahu. Ger­
çek Rus erkekleri. Umutsuz adam lar. Reaktörde savaş veriyorlar. Kendi hayatla­
rını hiçe sayarak. O eriyen çatıda, çıplak elleriyle çalışıyorlar ... Oysa insanın
kendisi için endişe etmemesi aynı zamanda bir çeşit barbarl ı ktır. Çocuklarımız
ellerinde bayraklar kutlarnalara gidiyorlar. Lafa hep "biz" le başlıyoruz. bizim için
"ben' yok. 'Onlara Sovyet kahramanlığını gösterelim."
'Onlara Sovyet karakterinin ne olduğunu ispat edeceğiz.'
" Bütün dünyaya ispat edeceğiz ! "

Ama b u 'ben' i m ve ölmek istemiyorum.


Insanın kendini buradan sayretmesi ilginç. Duygularımız nası l da gelişip evri ldi.
Artık çevrame daha fazla ilgiyle baktığı mı fark ediyorum. Çernobil sonrasında bu
doğal bir tepki olmalı. 'Ben' demeye başladık yavaş yavaş. Ölmek istemiyorum,
korkuyorum gibi.

Büyük imparatorluk parçalandı ve çöktü. Önce Afganistan, şimdi de Çernobil.


Parça landığında hepimiz yapayalnız kaldık. Söylemeye korkuyorum, ama Çerno­
bil'i seviyoruz. O artık hayatımızın anlamı haline geldi. Acı larımızın anlamı. Sa­
vaş gibi. Ancak Çernobil 'den sonra dünya varl ığımızı fark etti. Çernobil Avru­
pa'ya açılan penceremiz oldu. Onun kurbanları. ama aynı zamanda rahipleriyiz.
Söylemeye korkuyorum ama. bu böyle.
Artık bu benim işim oldu, oraya gidip bakıyorum. Bölge'de insanlar hala yıkık
dökük kulübelerinde korku içinde yaşıyorlar. Komünizmin geri gelmesini istiyor­
lar. Seçimlerde komünistlere oy veriyorlar. Sta l i n zamanını. askeri zamanları öz­
l üyorlar. Zaten orada askeri bölgenin içindeler: polis noktaları, üniformal ı
adamlar. geçiş sistemi. karneler, insani yardım dağıtan bürokratlar. Kutularda
Almanca veya Rusça "satı lamaz, takas edilemez" yazıyor. Ama her köşede, her
kulübede bunlar bir şeylerle takas ed i l iyor.

Bu bir oyun, bir gösteri gibi. Bir insani yardım konvoyunda, yardım getiren ya­
bancı larla beraberim, lsa veya bir başkası adına. Dışarıda, paltolarını, eldivan­
lerini giymiş, çamurun içinde bekleyenler ise benim kabilem. Ucuz çizmeler g iy­
mişler. Gözlerinden "bir şeye ihtiyacımız yok! " okunuyor, "zaten hepsi çalınıp gi­
decek." Öte yandan bir şeyler koparma isteği de duyuyorlar, bir kutu veya san­
dık, dışarıdan gelme bir şeyler. Artık bütün yaşl ı kadınların nerede yaşad ığını bi­
l iyoruz. Birdenbire içimde fena. mide bulandırıcı bir duygu kabarıyor. "Bu du­
rumdaki insanları Afrika'daki lerle asla karşılaştıramazsınız. Her yanlarında 200
küri. 300 küri radyasyonla yaşıyorlar," diyorum.
Yaşlı kadınların değiştiğini fark ettim, bazı ları gerçek tiyatrocular hal ine geldi.
Kendi tiratiarını ezbere biliyorlar, doğru noktalarda hemen de ağlayıveriyorlar.
lık yabancılar geldiğinde bu nineler susar, sadece ağlarlardı. Ş i mdi nasıl konuş­
maları gerektiğini öğrendi ler. Belki çocuklar için fazladan bir kutu sakız alacak­
lar, belki de bir torba g iyecek. Ve bunların hepsi derin bir felsefenin, bu i nsan­
ların ölüm ve zamanla ilişkilerinin hemen yanıbaşında ol uyor. Ömürleri boyun­
ca yaşadıkları kulübelerini terk etmeyi sadece bir kutu sakız ve biraz Alman çi­
kolatası için reddetmedi onlar.

Biz geri dönerken, güneş de batıyor, "Şu çevrenin güzelliğine bakın,' diyorum.
"Güneş ormanı ve tarlaları aydınlatarak bize hoşça kal, diyor." Rusça konuşan
Almanlardan biri yanıtl ıyor: "Evet, güzel ama kirlenmiş." El inde bir ölçüm cihazı
var. O an günbatımının sadece benim için olduğunu anl ıyorum. Burası benim ül­
kem. Burada yaşayan benim.
Natalya Arsenyeva Roslova,
Mogi/ev Çernobil Çocuklan
Kadmlar Komitesi başkant

Çocuklar Korosu:

Alyoşa Belskiy, 9; Anya Boguş, 1 O; Nataşa Dvoretskava, 1 6; Lena Zhudro, 1 5;


Yura Zhuk, 1 5; Olya Zvonak, 1 0; Snezhana Zineviç, 1 6; Ira Kudryaçeva, 1 4; l lya
Kasko, 1 1 ; Vanya Kovarov, 1 2; Vadi m Karsnosolinsko, 9; Vasya Mi kuliç, 1 5; An­
ton Naşivankin, 1 4; Marat Tatarçev, 1 6; Yulia Taraskina, 1 5; Katya Şevçuk, 1 5;
Boris Şirmankov, 1 6.
Kara bir bulut vardı, ardından sıkı bir yağmur yağdı. Su birikintileri sarı ve yeşi l
renkteydi, sanki biri leri içlerine boya akıtmıştı. Bunun çiçek tozu olduğunu söy­
lediler. Büyükannem bizi kilerde sakladı . Dizlerinin üstüne çöküp dua etti. Bize
de dua etmeyi öğretti. "Dua edin ! Dünyanın sonu geldi. Bu günahlarımız yüzün­
den Tanrı'nın verdiği bir ceza. " Kardeşim sekiz yaşındaydı, ben ise altı. G ünah­
larımızı hatırlamaya koyulduk. O karadut reçeli kavanozunu kırmıştı, ben de an­
neme yeni elbisemin tel iere takılıp yırtı ldığını söylememiştim. Elbiseyi dolabı­
ma saklamıştım.

Arabaların içinde askerler geldi. Savaş başladı sandım. "Deaktivasyon", "lzo­


top' gibi laflar ediyorlardı. Askerin biri, bir ked iyi yakalamaya çalışıyordu. Ara­
badaki ölçüm cihazı otomat gibi ça lışıyordu. Tık, tık, tık. Kediyi bir kız ve bir oğ­
lan koval ıyordu. Oğlan sessizdi; kız ağladı durdu: "Onu vermeyeceği m ! " Bağırı­
yordu: 'Kaç, kaç küçük kızım ! " Ama askerin elinde büyük bir plastik torba vardı.

Yetişkinler konuşuyor, büyükannem ağlıyordu. Doğduğum yıldan beri (1 986) bi­


zim köyde ne kız ne de oğlan dünyaya gelmiş. Ben tekim. Doktorlar canl ı doğ­
mayacağımı söylemiş. Ama annem hastaneden kaçıp büyükannemin yanına sı­
ğınmış. Ben de büyükannemin evinde doğmuşum. Konuşulurken d uydum. Hiç
kardeşim yok. Bir tane olsun istiyorum. Söylesenize bayan, ben doğmasam ne
olacaktı m? Nerede olacaktım? Gökyüzünde mi? Yoksa başka bir gezegende mi?

**

Kazadan sonra bir yı l içinde kentimizdeki bütün serçeler yok oldu. Bahçelerde,
asfaltlarda cansız bedenleri yatıyordu. Ölü yapraklarla birlikte onlar da süpürü­
lüp çöp konteynerlerine atı ldı lar. O yıl radyoaktif oldukları için kimsenin yaprak-
ları yakmasına izin verilmedi, tüm ölü yaprakları gömdüler. Serçeler iki yıl son­
ra geri geldi. Çok mutl uyduk, birbirimizi arayıp, "Dün bir serçe gördüm ! Geri
dönmüşler, diyordu k. Mayıs böcekleri de kayboldu; ama onlar geri dönmediler.

Belki yüz ya da bin yıl sonra gelirler. ögretmenimiz öyle söylüyor. Ben onları gö­
remeyeceOim.

1 eylül, okulun ilk günü, etrafta tek bir çiçek bile yoktu. Çiçekler radyoaktif ol­
muş. Yen i yıldan önce ça lışan insanlar duvarcı ustaları deOil askerlerdi . Çiçek­
le�i biçtiler, toprağı kazıyıp kamyonlarla başka bir yere taşıdı lar.
Bir yıl içinde hepimizi tahliye etti ler ve köyü gömdüler. Babam taksi şoförü, ora­
ya g itti . Gördüklerini bize de anlattı. Önce yere büyük bir çukur açmışlar. beş
metre derinliğinde. Ardından itfaiyeciler gelip hortum larıyla evi çatısından te­
meline kadar yıkamış, radyoaktif toz kalkmasın d iye. Pencereleri, çatıyı, kapıyı,
her yeri yıkamışlar. Sonra bir vinç evi temelinden sökmüş ve çukurun içine koy­
muş. Oyuncak bebekler. kitaplar ve tenekeler etrafa saçılmış. Dozer onları da
toplamış. Sonra her şeyi kum ve kille kapiayıp üzerini düzlemişler. Köyümüzün
yerinde boş bir arazi kalmış. Sonra buraya mısır ekti ler. Evimiz orada yatıyor,
okul um ve köy konseyi odası da. Bitki lerimle iki albüm dol usu pul da orada. On­
ları yanımda getirmeyi istemiştim. Bir de bisikletim vardı.

On iki yaşındayım ve sakatım. Postacı evi mize iki malul maaş çeki getiriyor, bi­
ri dedem. biri de benim için. Kızlar benim kan kanseri oldugumu duyunca yanı­
ma oturmaya çekiniyorlar. Bana dokunmak istemiyorlar. Babam Çernobil'de ça­
lıştıktan sonra ben doğmuşum. Doktorlar onun için hasta olduğumu söyledi.
Babamı seviyorum.
**

Babamı almaya gece geldiler. Eşyalarını nası l topladı bilmiyorum. Uyuyordum.


Sabah annemin ağladığını gördüm. 'Baban Çernobil'e g itti,' dedi.
Onu savaştaymış gibi bekledik. Geri döndü ve fabrikadaki işine devam etti. Bi­
ze hiçbir şey söylemedi. Okulda herkese babamın Çernobil'den yen i geldiğini,
orada temizli kçi olduğunu, temizli kçilerin kaza sonrasında çevreyi temizlemek
için yardım ettiklerini anlatarak hava attım. Onlar kahramandı. Oğlanlar çok kıs­
kanmıştı. Bir yıl sonra babam hasta oldu. Ikinci amel iyatının ardından bir gün
onunla hastane avlusunda yürüyüşe çıktık, orada ilk kez bana Çernobil'den bah­
setti. Reaktöre çok yakın bir yerde çalışıyorlarm ış. "Ortalık sessiz, huzurlu ve gü­
zeldi,' dedi. Onlar çalışırken hayat devam ediyormuş. Çiçekler açmış. Ama ki­
min için? Insanlar köyleri çoktan terk etmiş. Geride kalan şeyleri "temizlemiş­
ler. Sezyum ve stronsiyumla kirlenen yüzey toprağını ka ldırmışlar, çatı ları yıka­

mışlar. Ama ertesi gün ölçüm cihaziarı yine her yerde "tıkırdıyormuş'.

"Evimize dönerken ellerimizi sıktılar ve bize yaptığımız fedakarlık için teşekkür


sertifikaları verd iler. " Konuşuyor, konuşuyordu. Hastaneden en son geldiğinde,
şöyle dedi: "Eğer canl ı kalırsam fizik ve kimyadan uzak duracağım. Fabrikadaki
işimi bırakıp çoban olacağım." Annem ve ben şimdi ya lnızız. Annem tekni k ens­
titüye gitmem için ısrar ediyor; ama ben istemiyorum. Babam da oraya gitmişti.

Bir zamanlar şiir yazardım. Beşinci sınıfta bir kıza aşık olmuştum. Yedinci sınıf­
ta ölümle tanıştı m. Andrei diye bir arkadaşım vardı. Onu iki kere ameliyat edip
eve yolladılar. Altı ay sonra üçüncü bir ameliyat geçirecekti. Herkesi n spor der­
sine g ittiği sırada kendini boş bir sınıfta kemeriyle astı . Doktorlar koşmasını ve
sıçramasını yasaklamışlardı. Yulia, Katya, Vadim, Oksana, O leg, şimdi de An­
drei. "Öldükten sonra bilim olacakmışız." diyordu Andrei. Katya ise "Öiünce her-
kes bizi unutacak," demişti. Oksana 'Öidüğümde beni mezarlığa gömmesinler,
mezarlıktan korkuyorum orada ölü insanlarla kargalar var," demişti, 'Beni tarla­
ya gömün. Yulia sadece ağl ıyordu. Gökyüzüne baktığ ımda canl ı olduğunu gö­

rüyorum çünkü şimdi hepsi de orada.

Yalnız Bir Insan Sesi

Kısa zaman önce mutluydum. Neden? Unuttum. Şimd i başka bir hayatı yaşıyor­
muş g ibiyim. Anlamıyorum. Nasıl yen iden yaşamayı başarabildiğimi bilmiyo­
rum. Yaşamayı istemek ... Ama işte buradayım. Gülüyor, konuşuyorum. Kalbirn
çok kırıktı. Adeta felç olmuştum . Birileriyle konuşayım istiyordum; ama bu bir
insan olmasın. Kiliseye gidiyordum, orası dağlardaki gibi sessiz. O kadar sessiz
ki insan kendi yaşamını unutuyor. Sabah kalktığımda el lerim onu arıyordu, ne­
rede o? Bu onun yastığı, onun kokusu. Pencere pervazında küçük bir kuş zıpla­
yıp oraya ası l ı çanı çaldırıyor, uyanıyorum, bu sesi daha önce hiç duymamışım.
O nerede? Hepsini anlatamam, konuşamam. Nasıl canlı kaldığımı bile anlaya­
m ıyorum. Akşam kızım bana gelirdi: "Anne, ev ödevimi bitirdim bile." Ancak o
zaman çocuklarım olduğunu hatıriardı m. Ama o nerede? "Anne, düğmem koptu,
diker misin?" Onun ardından nasıl giderim, onu nerede bul urum? Gözlerimi ka­
patıp uyuyana kadar onu düşünüyorum. Uykumda yanıma gel iyor, şimşeğin ışı­
ğı gibi bir anda. Hemen sonra da yok oluyor. Nereye gitti? Nereye? Ölmek iste­
medi . Pencereden gökyüzüne bakar, bakardı. Başının altına bir, iki, üç yastık ko­
yardım ki rahat görebil sin. Ö l mesi uzun sürdü. Tüm bir yıl boyunca. Ayrı lamadık.
(Uzunca bir sessizlik.) Hayır, endişelenmeyin. Artık ağlamıyorum. Konuşmak is­
tiyorum. Kendime, diğerleri gibi, artık hiçbir şey hatırlamadığımı söyleyemem.
Arkadaşım gibi değilim. Kocalarımız geçen yıl öldü, Çernobi l'de birlikteydik; o
şimdiden evlenmeyi düşünüyor. Onu suçlamıyorum. Yaşam bu. Yaşamaya de­
vam etmek zorunda. Çocukları var.
Çernobil'e gittiğinde doğum günümdü. Masada konuklar vardı, onlardan af di­
ledi. Beni öptü. Dışarıda bir araba onu bekliyordu. 19 Ekim 1 986 günüydü, do­
ğum günüm. Inşaat işçisiydi. bütün Sovyetler Birliği'ni dolaşmıştı. ben de onu
beklemiştim. Yı llarca böyle muhabbet kuşları gibi yaşadık. Bir hoşça kal. derdi k,
bir birleşirdik. Sonra, anneleri m izi bir korku sardı, biz hissetmemiştik. Şimdi ne­
den diye düşünüyorum. Nereye g ittiğini biliyorduk. Komşunun oğlunun onuncu
sınıf fizik kitabını alıp bir göz atabilirdi m. Başına şapka bile giymemişti. Birlikte
gittiği adamların hepsinin saçı bir yıla kal madan döküldü, onunki ise gürleşti,
tıpkı at yelesi gibi. O insanların hiçbiri şimdi canl ı değil. Onun müfrezesindeki
yedi adamın hepsi öldü. Çok gençti ler. Birbiri ardına gitti ler. Ilki üç yıl sonra öl­
dü. Tesadüf eseri olduğunu düşündük. Kader. Sonra ikinci öldü, ardından üçün­
cü ve dördüncü de. Diğerleri sıra larını beklerneye koyuldular. Böyle yaşadılar.
Kocam en son öldü. Açık havada çal ışmıştı. Tah l iye edilmiş köylerdeki elektriği
kesiyorlardı; ölü evlerin, ölü sokakların arasındaki elektrik direklerine tırmanı­
yordu. Neredeyse iki metre boyundaydı, doksan ki loydu. Onu kim öldürebiiirdi
k i ? (Aniden gülümsüyor.)

Oh, ne kadar da mutluydum ! Geri gelmişti. Bir parti düzenledik, her eve gel işin­
de bir parti olurdu. Uzun. çok güzel bir gece el bisem vardı. onu giydim. Pahal ı
çamaşırları severdim, sahi p olduğum her şey güzeldi; O gece elbisesini sadece
özel zamanlarda giyiyordum. lık günümüz. ilk gecemiz. Onun vücudunu ezbere
bilirdim, her yerini öptü m. Bazen rüyamda onun bedeninin bir parçası olduğumu
görüyorum, bu şekilde ayrı lmaz oluyoruz. O g ittiğinde onu o kadar çok özlerdim
ki fiziksel anlamda bile acı çekerdim. Ayrıldığımızda bir süre kendimi kaybolmuş
hissederdim. Hangi sokakta yürüdüğümü. saatin kaç olduğunu bi lemezdim.
Geri geldiğinde lenf bezlerinde yumrular oluşmuştu, küçüktüler ama dudaklarım
onları hissetmişti. 'Doktora gidecek misin?' diye sordum. Beni sakin leştirdi:
'lyileşirler." "Çernobil nasıl bir yerdi?" "Sıradan bir iş işte." Kahramanlık öykü le­
ri, korku yoktu. "Orası da burası gibi bir yer." Kateteryada sıradan işçilere birin­
ci katta makarna ve konserve yiyecekler veri l i rken, üst katta patranlar ve gene­
ral iere meyve, kırmızı şarap, maden suyu sunulurmuş. Orada temiz masa örtü­
leri ve herkes için bir adet ölçüm cihazı varmış. Bununla birl ikte işçilere, her
müfrezeye bir tane düşecek kadar bile cihaz vermemişler.

Ne kadar da mutluydum. Yine denize gitmiştik ve deniz gökyüzü gibiydi. her yer­
deydi. Arkadaşım da kocasıyla gelmişti; ama o denizin kirli olduğunu düşünü­
yordu. " Korkarım kolera kapacağız." Doğru olabi l i rdi� gazetede böyle bir şey
okumuştum. O günü farklı, çok daha parlak ışıklarla hatırl ıyorum. Denizin her
yerde olduğunu, gökyüzü gibi masmavi olduğunu ... O ise yanıbaşımdaydı.
Sevmek için doğmuşum. Okulda bütün kızlar üniversiteye veya Kornsamal çal ış­
ma kampına g itmeyi hayal ederken ben evlenmek isterdim. Sevmeyi, Nataşa
Rostov gibi kuwetle sevmeyi istiyordum. Sadece sevmeyi . Ama o zamanlar
böyle bir şeyi dile getiremezdim, sadece Kornsamal i nşa gazi lerini hayal etme­
miz gerekiyordu. Bize böyle öğreti lmişti. Insanlar Sibirya'ya gitmek, balta gir­
memi ş tayga ormanlarını görmek istiyordu. Şöyle şarkılar söylerlerdi hatırlasa­
nıza: "Taygaların kokusu ve sisi."

l ı k yıl üniversiteye g i remedi m, sınavlardan yeterince yüksek puan alamamıştım,


ben de iletişim istasyonunda çalı şmaya başladım. Orada onunla tanıştım. Tek­
l ifi de ben götürdüm: "Benimle evlen, seni çok seviyorum ! " Sular seller gibi
aşıktım. Çok yakışıkl ı bir adamdı. Havalarda uçuyordum, ona ben tekl if ettim:
"Benimle evlen ! "
l leride bu anılarımı anımsayıp kendimi neşelendirmenin yolunu bulacağım. Bel­
ki ölüm bir son değildir, o sadece değişip başka bir dünyada yaşamaya deva:n
etmiştir. Şimdi bir kütüphanede çalışıyorum, çok kitap okuyorum. Birçok insan­
la tanıştım. Ölüm hakkında konuşmak, onu anlamak istiyorum. Tese l l i arıyorum.
Gazeteleri. kitapları karıştırıyorum, ölümle ilgili bir oyun varsa tiyatroya gidiyo­
rum. Onsuz olmak bana acı veriyor, yalnız olamıyorum.
Doktora gitmek istemedi : "Bir şey duymuyorum. acımıyor.' Oysa lenf bezleri
çoktan yumurta boyuna gelmişti. Onu arabaya binmeye zorlayıp hastaneye gö­
türdüm. Onkoloj iye sevk ettiler. Bir doktor muayenesini yaptı ve diğer doktoru
çağırdı: "Bir Çernobi lli daha geldi." Sonra gitmesine izin vermediler. Bir hafta
sonra ameliyatla tiroit bezini ve larenksini alıp yerine tüpler yerleştirdiler.
Evet.. . (Susuyor.) Evet. o zamanların da mutlu günler olduğunu biliyorum. Tan­
rım ! Neler yaptım . . . Çarşıya koşup doktorlara ve hemşirelere hediyeler aldım;
çikolatalar. ithal l i körler. Bu arada o bana gülüyordu: "Anlasana, onlar Tanrı de­
ğil. Yeterince kimyasalları var. Bana bunları şekersiz verecekler." Ama ben suf­
le veya Fransız partümü için kentin d iğer ucuna koşuyordum. O zamanlar �öyle
şeyler bir tanıdığınız yoksa alınamazdı, her şey karaborsaydı . Onu eve gönder­
melerinden hemen önceyd i .

Sonra eve çıkardılar! Bana özel b i r iğne verip nası l kullanı lacağ ını gösterdi ler.
Onu iğneyle beslernem gerekiyordu. Her şeyin nasıl yapılacağını öğrendim.
Günde dört defa taze yemek pişi rir. sonra da yemeği kıyma makinesinde öğü­
tüp iğneyle en kalın borusuna zerk ederdim. Oradan doğrudan doğruya midesi­
ne iniyordu. Ama koku alma duygusunu yitirmişti. "Tadı nasıl?" diye sorardı m.
Tabii bilemezdi, Arada sırada sinemaya g iderdik. Orada öpüşürdük. Yaşama in­
ce bir iplikle bağl ıydık; yine de eski yaşantımıza geri döndüğümüzü sanırdık.
Çernobi l hakkında konuşmamaya çalışırdık. Yasak konuydu o. Onun telefonlara
bakmasına izin vermezdim. çünkü bütün arkadaşları bir bir ölüyordu. Bir sabah
onu uyandırıp sabahlıOını uzattım; ayağa kalkamıyordu. Konuşamıyordu. Gözle­
ri kocaman olmuştu. O zaman korktuk. Çok ... (Tekrar susuyor.)

Bundan sonra bize sadece bir yı l kalmıştı. O yıl boyunca ölmeye çal ıştı. Her ge­
çen gün kötüleşiyordu; arkadaşlarının da öldüOünü bilmed i. Hep bu düşüncey­
le yaşadık. Bununla yaşamak çok zor, çünkü ne olduOunu bile bilmiyorsunuz. Ki­
mileri "Çernobil" diyor ama kimse ne olduğunu tam olarak söyleyemiyor. Önü­
müzde korkutucu bir gedik açıldı. Her şey biz Çernob i l l i ler için çok farkl ı, diğer
insanlarla aynı doOmuyoruz ve onlar gibi ölmüyoruz. Insanlar Çernobil yüzünden
nasıl öldü diye soracak olursan ız; her şeyden çok sevdiğim i nsan, onu kendim
doğurmuş olsam daha fazla sevemeyeceği m insan, gözlerimin önünde bir cana­
vara dönüşerek öldü. Lenf bezlerini aldıkları için dolaşım ı bozulmuştu, burnu bir
yana kaydı, üç misli büyüdü. Gözleri iki yana bakmaya başladı, içlerinde farkl ı
b i r ı ş ı k vardı, daha önce görmediğim ifadeler görüyordum. Artık burada değildi
sanki; yine de gözlerinde bakan biri leri vardı. Sonra bir gözü tamamen kapandı.

Tek korktuğum şey kendi hal i n i görmesiydi. Sonra benden el işaretleriyle ayna­
yı istemeye başladı. Unutmuş gibi yapar. mutfaOa kaçardım. Iki gün boyunca
onu atiatmayı başardım. Üçüncü gün not defterine "Aynayı getir" yazıp sonuna
da üç ünlem işareti koydu. Fısı ldamayı bi le başaramadığı için kalem kağıtla an­
laşabil iyorduk. Mutfağa gittim ve çanak çömlekle gürültü yapmaya başladım.
Sanki yazdığını okumamışım ya da anlamamışım gibi.
Sonunda ona en küçük aynayı getirdim. Kendine baktı, ardından kafasını tutup
yatağa vurmaya başlad ı. Onu avutmaya çal ıştım: " Iyi leşince birlikte bir köye ta­
şınırız, terk edilmiş bir köye. Bir ev alıp orada yaşarız, büyük kentte bir sürü in­
sanla bir arada yaşamak zorunda değ i lsin. Kendi başımıza yaşarız." Şaka değil­
di bu, onunla her yere g iderdim, yanımda olsun yeterdi. Benim için o kadar
öneml iydi.
Hakkında konuşmak istemediğim hiçbir şeyi hatırlamayacağı m. Ama her şey ol­
du. Şimd i uzağa, belki ölümden daha da uzağa bakıyorum. (Susuyor.)
l ı k tanıŞtığımızda on yedi yaşındaydım. benden yedi yaş büyüktü. Iki yı l çıktık.
M insk'te postanenin yanındaki o mahal leyi seviyorum. Volodarkovo Sokağı,
orada büyük saatin a ltında buluşurduk. Kenar mahal lede oturuyordum ve 5 nu­
maralı otobüse binip postaneyi biraz geçe, çocuk giysi leri satan mağazanın
önünde iniyordum. Her zaman onun orada diki l i p bekleyişini görebil mek için bi­
raz geç giderdim ve düşünürdüm: "Ah, beni ne kadar yakışıklı bir adam bekl i­
yor. ' Iki yı lın nas ıl geçip g ittiğini anlamadım. ne yaz ne de kış mevsimini. Beni
konseriere götürürdü, örneğin en sevdiğim şarkıcı olan Edith Pekha'ya. Dans et­
meye gitmezdi k, çünkü dans etmesini bilmezdi. Öpüşürdük, sadece öpüşürdük.
Bana "küçüğüm" derdi. Tuhaf ama en öneml i şeyler hep doğum günümde oldu,
bunu gördükten sonra kadere inanmamak elde değil. Doğum günümde saatin
a ltında onu bekl iyordum, beşte buluşmamız gerekiyordu ama o gelmemişti. Sa­
at altıda iyice bozulmuştum. Gözyaşları içinde sokağ ı geçip durağa doğru i ler­
ledim ama bir anda bir şeyler hissed ip arkarnı döndüm. Iş kıyafetleri. çizmeleri
içinde arkarndan koşuyordu. Onu en çok o hal iyle beğenirdim, avcı ceketi , de­
nizci gömleği, ona her şey yakışırdı. Evine uğradık, üstünü değiştirdi, doğum gü­
nümü kutlamak üzere bir restorana gitmeye karar verd ik. Ama içeri giremedik,
geç olmuştu ve şef garsonun eline birkaç tekl ik sıkıştırmavı ikimiz de bilmiyor­
duk. "Tamam," dedi , ışıl ışıldı. ·şampanya ve pasta alıp parka gidelim, orada
kutlama yaparız." Gökyüzünün, yıldızların altında ! Gorki parkında sabaha kadar
bir bankta oturduk. H iç böyle bir doğum günüm olmamıştı. O gün ona " Benimle
evlen ! Seni çok seviyorum ! " dedim. O ise güldü: "Ama sen çok küçüksün." Erte­
si gün nikah dairesine gittik.
Çok mutluydum ! Eğer yukarıdan birileri bana böyle olacağını söylemiş olsa bile
havatımdaki hiçbir şeyi değiştirmezdim. Evlendiğimiz gün pasaportunu bulama­
d ı , evi altüst ettik. Bize geçici bir kağıt parçası verdi ler. Annem, "Kızım, bu hay-
ra alarnet değil," diye ağladı. Pasaportu daha sonra tavan arasında eski bir pan­
toianun cebinde bulduk. Aşk! Bu aşktan da fazlasıydı. Çok uzun süredir aşıkmı­
şım gibi hissediyordum. Sabahları aynanın önünde dans ederdim; gencim, gü­
zelim, beni seviyor! Şimdilerde o zamanki yüzümü unuttum, a rtık aynada o yü­
zü görmüyorum.

Bunlar bahsedebileceği m şeyler mi? Lafa dökebilir miyim? Bazı gizlerim var. h/3-
113 nasıl olduğunu da bilmiyorum. Son ayında bile geceleri beni çağ ırırdı. Beni
h/3113 arzuluyor, eskisinden de çok seviyordu. Gün içinde ona bakar, gece olan­
lara inanamazdım. Ayrı lmak istemiyordum. Onu okşadım, sevdim. O zamanlar
en mutlu anlarımızı hatırlad ım. Kamçakta'dan saka l l ı dönmüştü, orada kocaman
bir sakal büyütmüştü ... Parkta bir bankta kutlad ığımız doğum günüm ... "Benim­
le evlen." Bundan bahsedebi l i r miyim ? Tıpkı bir erkeğin kad ına teklif ettiği gi­
bi ona g itmiştim. Ona i laçtan başka ne verebi l irdim? Nası l bir umut? Ölmek is­
temiyordu.

Annerne hiçbir şey söylemed im. Beni anlamazdı. Beni yargılayacak ve bize sö­
vecekti. Çünkü bu sıradan bir kanser değildi, bu Çernobi l kanseriydi, yani çok
daha kötüsü. Doktorların dediğ ine göre, tümörler vücudunda metastaz yapsay­
mış, kısa sürede ölürmüş. Oysa yavaş yavaş vücudu boyunca, yukarıya, yüzüne
doğru i lerlemiş. Yüzünde siyah bir şey ol uştu. Çenesi kayboldu, dili dışarı çıktı.
Damarları dışarı fırladı. kanamaya başladılar. Boynundan. yanaklarından. kulak­
larından ... Her yerinden ... Soğuk su getirir, onu ıslak bezlerle sarard ım; ama hiç­
bir faydası olmazd ı . Korkunç bir şeydi , bütün yastık kana boyanırdı. Banyodan
bir leğen getirirdi m, akan kanlar ona da sıçrardı, süt kovasına dolar gibi. Huzur­
lu ve köy çağrıştıran bir sesti bu. Şimdi bile geceleri kulağ ı ma ça l ı nıyor. H/3113 bi­
linci yerinde olduğu zaman, el çırpmaya başlardı, bu işaretimizdi: "Ambulans
çağır." Ölmek istemiyordu. Kırk beş yaşındaydı. Ambulansa telefon ederdim, bi-
zi tanıdıkları için gelmek istemezlerdi: "Kocanız için yapabileceğimiz bir şey yok.
Ona bir iğne yapın ! Bir uyuşturucu.' Nasıl yapı lacağını öğrenmiştim, ama iğne
deriyi bereliyor, izi gitmiyordu.
Bir defasında arnbulansı getirtıneyi başardım. genç bir doktor da geldi. Gördü­
ğü anda geri sıçradı: "Özür dilerim, o da mı Çernobil'den? Oraya g idenlerden
mi?" "Evet," dedim. Ve hiç abartmıyorum, ağlamaya başlad ı: "Ah. o zaman dua
edin de çabuk ölsün ! Çabuk ölsün ! Çernobil 'dekilerin nasıl öldüğünü gördüm.'
Bu arada kocamın bilinci yerindeydi, bunları duyuyordu ama en azından bulun­
duğu müfrezeden bir tek kendisinin hayatta kalmış olduğunu bilmiyordu.

Bir defasında yakınlardaki bir poliklinikten bir hemşire geldi; ama girişte durdu
ve içeri gelmeyi reddetti. "Yapamam," diyordu. "Ben yapabi l i r miyim? Ben her
şeyi yapıyordum. Ne düşünebilirim? Onu nası l kurtarabilirim? Haykırıyor, acı çe­
kiyor, bütün gün bağırdı.'
Sonunda bir yol buldum, bir şırıngayı votkayla doldurup ona zerk ediyordum. Sa­
yılır, acısını unuturdu. Bunu kendi m icat etmedim, başka bir kadın söyledi. Onun
da başından aynı şeyler geçmişti .

Annesi gel irdi: "Neden Çernobil'e g itmesine izin verdin? Bunu nası l yapabi l­
din?" Onu engel ieyebileceğim aklıma bile gelmemişti, o da büyük olasıl ıkla red­
detmenin mümkün olmadığını düşünmüştü. Ona bir kere sordum: "Oraya g itti­
ğin için pişman mısın?" Başını hayır anlamında salladı. Defterine, "Öidüğümde
arabayı ve yedek lastikleri sat, Tol ik' le de evlenme," yazdı. Tolik kardeşiydi.
Benden hoşlanıyordu.

Bazı anları hatırl ıyorum. Onun yanında oturuyorum, uyuyor, çok güzel saçları
var. Ma kas a l ı p sessizce bir tutarnını kesiyorum. Gözlerini açıyor, elimdekini gö­
rüp gülümsüyor. Hala saatini, askeri kimliğini, Çernobil madalyasını sakl ıyorum.
(Susuyor.) Çok mutluydum. Saatlerce pencerede oturur, onun gelmesini bekler­
dim. Neler olduğunu anlamıyordum. bana neler oluyor? Ona bakmaya doyamı­
yordum. Bunun bir yerde son bulacağını düşünüyordum. Ona sabah yemek ya­
par. ardından yiyip yemediğini merak ederdim. Tıraş ol masını. sokakta yürüme­
sini merak ederdim. Iyi bir kütüphaneciyim ama işini sevmek nedir hiç bilme­
dim. Ben sadece onu sevdim. Onsuz olamıyorum. Geceleri bağırıyorum. Yastığa
haykınyorum ki çocuklar duymasın.

Onun evi terk edeceği, sonunda ayrı lacağımız hiç aklıma gelmedi. Annem. kar­
deşim, doktorlar. sırayla, 'Biliyor musun. Minsk yakınlarında özel bir hastane
varmış, onun gibi umutsuz vakaları kabul ediyormuş. Oraya önceden Afganis­
tan'dan gelen kolsuz. bacaksız kalmış askerleri götürürken. şimdi Çernobil'den
gelenleri yatırıyorlarmış." dediler. Bana yalvardı lar. "Orada daha iyi olacak. çev­
resinde hep doktoru bulunacak." Duymak bile istemedim. Ardından onu ikna et­
ti ler. Bana. "Beni oraya götür, kendine işkence etmekten vazgeç," demeye baş­
ladı. Bu arada hastalık izni, yı l l ı k izin al ıyordum. Hastalık iznini örneğin hasta
çocuğunuza bakmak için alabil iyordunuz, yı llık izin ise yılda bir aydı. Not defte­
ri yardımıyla onu oraya götürmem için benden söz aldı. Sonunda kardeşiyle bir
arabaya atlayıp nası l bir yer olduğunu görmeye gittik. G rebenka diye bir yer. bir
köyün kenarındaydı. Büyük bir ahşap ev, yanında kırık bir kuyu vardı. Karalar
g iymiş yaşlı kadınlar -rahibeler. Arabadan bile çıkmadım. O gece onu öptüm:
"Benden böyle bir şey yapmamı nasıl istersin, asla bunu yapmam. Asla ! " Onu
öpüp durdum.

Son haftalar en feci olanlardı. lşemesi için yarım saat uğraşmak zorunda kal ı­
yorduk. Tüm bu zaman boyunca gözlerini yere indirirdi, utanıyordu. "Nasıl böy­
le düşünürsün?" deyi p onu öperdim. Son gün, gözlerini açtı . dikildi, gülümsedi
ve "Valyuşka ! "dedi. Bu bendim. Yalnız öldü. Herkes ya lnız ölür. Beni işten ara-
dı lar. "Size kızıl başarı belgesini getireceğiz." Ona sordum: "Dostların gelmek is­
tiyor, sana sertifikanı getireceklermiş.' Başını salladı: Hayır! Yine de geldiler.
Biraz para ve sertifikayı getirmişlerdi. Üzerinde Lenin'in resmi olan kırmızı bir
dosyanın içindeydi. Aldım ve düşündüm, bu resi m için mi ölüyor? Gazeteler sa­
dece Çernobil'in değ i l komünizmin de patladığını söylüyorlar. Resim aynı.
Adamlar ona güzel bir şeyler söylemek istedi ama o yüzünü battaniyeyle örttü,
sadece saçları görünüyordu. Orada bir süre durup gitti ler. Insanlardan korkuyor­
du. Korkmadığı bir tek ben vardım. Onu gömdüğümüzde, yüzünü iki mend i l le ört­
tüm. Eğer birisi isterse mendi l leri kaldırıyordum. Bir kadın bayıldı. Üstelik eski­
den kocama aşıktı, bir ara onu kıskanmıştım. "Ona son bir defa bakayım." "Ta­
mam" dedim. Kadı na, o öldüğünde kimsenin yanı na gelmek istemediği ni, ondan
korktuklarını söylemedim. Adetlerimize göre akrabalarınızı yıkayıp giydiremez­
siniz. Morgdan iki görevli geldi ve votka istedi ler. "Her şeyi gördük,' dedi ler.
"Ezi lmiş, parçalanmış insan lar, yanmış çocuk cesetleri. Ama böyle bir şey gör­
medik. Çernob i ll iler en feci şekilde ölüyor.' (Sessizleşiyor.) O öldü ve öylece
yattı, çok sıcaktı. Ona dokunmak mümkün değildi. Öldüğünde evdeki saatleri
durdurdum. Saat sabahın yedisiydi.
Onsuz i lk günlerde, iki gün boyunca uyudum, kimse beni uyandıramadı, kalkıp
bir bardak su içip yastığa düşüyordum. Şimdi bunu tuhaf ve anlaşılmaz bul uyo­
rum. Nasıl uyuyabildim? Arkadaşımın kocası ölmeden önce ona tabaklar fırlat­
mış, neden bu kadar genç ve güzel diye. Benimki sadece bana bakmıştı. Defte­
rine "Öidüğümde kalanları yak. Korkmanı istemem," yazmıştı. Çernobil 'den ge­
lenlerin öldükten sonra bile radyoaktif olduklarına dair söylenti ler var. Mosko­
va hastanelerinde ölen Çernobil itfa iyeci lerini Moskova yakınlarında M itina di­
ye bir yere gömmüşler. orası Ml§ radyoaktif kabul edi l iyormuş. Insanlar yanın­
dan geçmekten, akrabalarını oraya gömmekten korkuyormuş. Ölüler bile bu ölü­
lerden korkuyor. Çünkü kimse Çernobil'in ne olduğunu bilmiyor. Korumalı giysi­
ler ... Bunlar. ölene kadar dolabımızda asılı kaldı. Annem "Bunların hepsini at-
malıyız." dedi. Korkuyordu. Ama ben o kıyafeti bi le saklamak istedim. Aslında
bu suçtu, çünkü evde çocuklar vard ı. Biz de her şeyi şehir d ışına çıkarıp göm­
dük. Birçok kitap okudum, ama bunu açıklayabi lan bir şey yok. Bana onu bir va­
zo içinde verdi ler, korkmuyordum. Parmaklarımla külleri yokladım. Kurnun için­
deki deniz kabukları gibi küçük şeyler vardı, bunlar kalça kemi kleriydi. Daha ön­
ce ona dokunduğurnda onları hiç hissetmemiştim, şimdi hissedebiliyordum. Öl­
dükten sonraki gece, yanında oturuyordum. birdenbire ondan küçük bir duman
bulutu çıktığını gördüm. Aynı şeyi krematoryumda da gördüm, bu onun ruhuydu.
Benden başka kimse onu görmedi Sanki birbirimizi bir kere daha görmüşüz gi­
bi hissettim.

O zamanlar çok mutluydum ! Bir iŞ gazisinden dönerdi, o dönene kadar günleri,


hatta saatleri sayardım. Onsuz olamıyordum. Köye kız kardeşini ziyarete gider­
dik. Bize ayrı yataklar hazırlad ığını görünce gülerdik, başka odalarda uyumayı
aklımızdan bile geçirmezdik. Onsuz olamıyorum. Kardeşi ona çok benziyor. Şim­
di biri bana dakunacak olsa, sanırım ağlarım .

Onu benden kim aldı? Ne h akl a? 1 9 Ekim 1 986 günü kırmızı bantl ı bir ilam ge­
tirdiler, sanki onu savaşa çağırıyorlarını ş gibi.

(Birl i kte çay içerken aile foto ğ ra fl arın ı, düğün re s imler i n i gösteriyor. G itmeye
hazırlanırken, beni durdurup . . . ) Şimdi nas ı l yaşayacağım? S ize her şeyi sonuna
kadar anlatmadım. Çok mutl uydum. deli l er gibi mutluydum. Belki de adımı yaz­
masanız daha iyi o lur. Gizler var, i nsanlar gi z l i ce dua e :ler, sadece kendi l eri du­
yaca k şekilde. ( Duraksıyor.l Hayır, adımı yazın, Tan rı dJ bilsin, anlamak istiyo­
rum. Neden acı çekmemiz gerektiğini anlamak istiyorum. Ne i ç in ? I lkin, önüm­
de yeni, karanlık ve benim olmayan bir şeyin olduğunu sandım. Beni ne kurtar­
dı? Beni yaşama geri iten ne oldu? Sanırım bu oğ lum. Bir başka oğlum da h a var,
bizim oğl umuz, bir süredir hasta. Büyüyor ama dünyayı beş yaşındaki bir çocu-
ğun gözleriyle görüyor. Onunla olmak i stiyorum. Novinki'ye daha yakın bir yere
taşınıp evimi satmak i stiyorum. Akıl hastanesi orada. Doktorlar, eğer yaşaya­
caksa, orada yaşaması gerektiğini söyledi ler. Hafta sonları gidiyorum. Beni se­
laml ıyor: 'Misha baba nerede? Ne zaman gelecek?' Bana bunu başka kim so­
rabilir ki? Hala onu bekliyor.

Onu hep bekleyeceğiz. Ben de Çernobil duam ı okuyacağım. Görüyorsunuz, dün­


yaya bir çocuğun gözleriyle bakıyor.

yalentina Timofeyevna Panaseviç,


bir temizlikçinin eşi
Sonsöz Yerine
SON SÖZ YERINE

Insanların acı ları boyunca yolculuk enim; ama burada ben de diğerleri gibi bir
tanığım. Yaşamım bu olayın bir parçası. Burada, tüm bunlarla yaşıyorum.
Ülkemizde 350 atom bombası var. Ermenistan, Gürcistan, Abhazya, Tacikistan,
Çeçenistan'dan binlerce sığınmacı, bu terk edi lmiş topraklara ve özel birlikler
tarafından yıkılmamış evlere gelip yerleşti. Rusya dışında yaşayan 25 milyon
Rus bulunuyor, bir ülke eder bu ve birçoğu için de Çernobil'den başka gidecek
yer yok. Toprağın, havanın, suyun kendi lerini öldürabiieceği sözü onlara masal
gibi geliyor. Kendi eski masallarına, insanların birbirlerini ancak silahla öldüre­
bileceğine inanıyorlar.

Her şeyi aniayıp ifade edebileeeğime inanırdım . . . neredeyse her şeyi. Afganis­
tan'la ilgili kitabımı yazarken, Afganistan'a gitmiştim ve bana Afgan savaşçılar­
dan alınmış yabancı silahları göstermişlerdi. Şekillerinin ne kadar mükemmel
olduğuna, bir insan düşüncesinin onlar aracılığıyla ne kadar olağanüstü bir bi­
çimde dışa vurulduğuna şaşmıştım. Yanımda duran bir subay şöyle dedi: "Eğer
bu sizin Noel ağacı süsü kadar güzel bulduğunuz ltalyan mayınına biri basacak
olursa. bir kova ete döner. Onları yerden kaşıklarla kazıyoruz. Bunları yazmak

için oturduğumda, "Acaba bu aniatmarn gereken bir şey mi?" diye düşünmüş­
tüm. Rus edebiyatıyla yetiştirilmiştim, bunlar yazılır türden şeyler değildi, yine
de duyduklarımı anlatmak adına her şeyi açık açık yazmaya karar verdim. Ama
Çernobil, dünyanın içinde bir başka dünya ve yazının söyleyebileceğinden çok
daha güçlü.
Üç yıl boyunca etrafta dolaşıp insanlara sorular sordum: Nükleer santraldeki i ş­
çiler, bilim adamları. eski Parti bürokratları. doktorlar, askerler, hel i kopter pilot­

ları, madenciler. kaçkınlar, yerleşimciler. Hepsinin ayrı kaderleri, mizaçiarı ve

meslekleri vardı; ama dünyalarının en büyük ögesi Çernobil'di. Onlar en önem­

li soruları yanıtlayan sıradan insanlard ı .

Sık sık, teknik veri lerin gerçeğe. bir duyg udan. bir görüntüden. bir söylentiden

daha yakın olmadığını düşünüyorum. Neden veri leri tekrar edi p dural ım? Duy­

gularımızın üstünü örtüyorlar. Duyguların gelişimi. verileri aşıp ortal ığa yayı l­

maları ... bunlar beni büyülüyor. Onları bulmaya, biriktirmeye ve korumaya ça l ı­

şıyorum. Bu insanlar, başka ları için hala b i l inmez olan şeyleri gördüler. Kendi­

mi geleceği kayda geçiriyormuş gibi hissettim.

Svetlana Aleksiyeviç

You might also like