Professional Documents
Culture Documents
Amacimiz
Amacimiz
Yazıya şöyle bir göz atmak isteyenler rakamların yanında yer alan
1 .Hepimizin
başlıklara göz atabilir
Yazının kabaca bir özetini görmek istiyorsanız şu fontta yazılmış olan amacı
yerleri de okuyun.
Geniş bir özet için okumanıza şu fontla yazılmış olanları da katın. Her istek
2
Haklıyız da: tatsız tuzsuz bir yaşamı kim ister... Hepimize yaşama fırsatı bir kereliğine
verilmişken…
Bu nedenle herkes mutluluğun peşinde.
Ama şaşırtıcı olan şu: Ciddiye alıp araştırmıyoruz bu konuyu; üstelik hemen hiç kimse
araştırmıyor.
Örnek olarak; bir “İş Psikolojisi”, bir “Algı Psikolojisi” gibi bir “Mutluluk Psikolojisi” yok.
Doğanın dili bu: Her istek ebedi mutluluk sunarak kandırır bizi...
Bu nedenle mutlulukla ilgili araştırılacak bir sorun görmüyoruz..
Niye araştıralım ki; o sırada yaşamakta olduğumuz istek ebedi mutluluk vadediyor ya
bize: Bir o isteği doyuralım; mutluluk kendiliğinden ayağımıza gelecek ya... O kadar açık ki
bu; hiç araştırma gereği duymuyoruz...
Reklamlar da hiç durmadan, mutluluğun kolay elde edilecek bir şey olduğu yalanını
söylüyor durmadan.
Onlarca; araştırmalara gerek göstermeyecek kadar basit bir sorun mutluluk sorunu:
Örnek olarak o arabayı bir alsanız… Hız, güç sizin… Çağın ulaşabildiği tüm teknik
hizmetinizde… Atladınız mı arabanıza her yer bir adımlık mesafede: güzel kentler, dağlar,
çöller… ve lüks…
Araba reklamındaki kadın karınıza benzemiyor olabilir; olsun… İçten bir gülmeyle size
bakıyor ya… Seksi çekiciliğinize kapılmış belli…
Hemen alın arabayı; mutluluk, güç, hayranlık, seks satılıyorlar; araba değil.
Aile mutluluğu da öyle: Yeter ki size sunulan fırını ya da çamaşır makinesini alın. Ayrı bir
gayret, ayrı bir uğraş istemez artık. Kanıtı da reklamda görüyorsunuz: Mutluluktan uçan
kadına bakın bir… İşini makine yaparken kendisi keyifle sevdikleriyle… Çocuklarıyla,
sizinle…
Hele bazen vadettikleri mutluluk o kadar büyük ki... İdeolojiler adına konuşuyorlar ve
bütün dünyayı cennet yapacaklarını söylüyorlar. Verecekleri büyük olunca istekleri de
büyük oluyor; dünyanın mutluluğu adına daha da çok şey isteyebiliyorlar: Savaşmanızı da
bekliyorlar; canınızı istiyorlar, ya da insanları öldürmenizi...
Araç olun, ölün, öldürün; bütün gelecekte insanlık mutlu olsun... Bu arada siz de oyunuzu
partinize verin…
Dedikleri bu... İstedikleri bu...
Bu açıdan bakınca mutluluğun araştırıma konusu, bir uğraş alanı olduğuna inandık.
Biz başladık…
Bu nedenle mutlu olmayı, yaşam ustası olmayı amaçlayanların kesinlikle fark etmesi
gereken bir şey var.
Çok önemli bunu fark etmek...
“Mutluluk” sözcüğü belli bir durumu, belli bir yaşantıyı, belli bir şeyi göstermiyor..
Aynı kişiyi konuşmadıklarını fark ettikleri anda, artık geçmişteki tüm denenler anlamsız
bir saçmalıktır… Anlamı ve pratiği yoktur tüm Ahmet beyi anlama gayretlerinin. Bu tür bir
karışıklık yaşandığı sürece bir sonuca ulaşmak kesinlikle olanaksızdır…
Bir kullanıma göre “belli durumda olmak, belli şeylere sahip olmaktır mutluluk”.
Şu sözlerle mutlu olduğunu söyleyen kimselere dili yanlış kullandıklarını, Türkçe bilmediklerini,
saçmaladıklarını söyleyemeyiz: Anlamlıdır dedikleri…
“Çok mutluyum çok… Çok sıkıntı çektim yıllarca, ama bugün diplomamı alıyorum.”
“Sen ne diyorsun; kokainimi alamadım iki gündür; nasıl mutlu olunur bu durumda…”
“Ünlü olmak; tek isteğim bu… Bu bir gerçekleşse her şey kabulüm… Her türlü sıkıntıya
razıyım, her türlü zorluk kabulüm. Her şeyimden vazgeçebilirim tanınmak için. Ahlaklı
olmaktan bile…”
“Yaşıtlarım hep evlendiler. Çoluk çocuğa karıştılar. Benimse bir sevgilim bile olmadı
şimdiye kadar. Beğendiğim beni bir sevse, bir kabul etse…”
“Başarmak… Beni başarı mutlu ediyor. Özellikle başarmanın zor olduğu, zahmetli olduğu
durumlarda… Ne kadar güç olursa olsun, en zoru başarmak beni en mutlu eden şey.”
“Mutluyum tabii… Eşim iyi: bana ve çocuklara çok iyi bakıyor. Çocuklarım sorunsuz
Allaha şükürler olsun… Karnımız da doyuyor; daha ne istenir ki hayattan…” Bu kimse
bezgin, yorgun bir sesle konuşuyor olabilir..
Bazılarına göreyse mutluluk, değer verilen bir istek adına bütün diğer istekleri bastırabilmek;
acı verse bile:
Çoğunlukla onların konuşmaları çelişkili gibi görünür. Mutlu olduklarını söyledikleri sırada,
mutsuz olduklarını da söyleyebiliriz.
“Hayat çok zor. Anlatamam yıllar boyu çektiklerimi… Ayrıca hala o zorluklarla
savaşmaktayım… Ama her şeyi ailem için yapıyorum, yaptım; mutluyum bu nedenle.”
(Bunları hala ailesi için didinen yaşlı birinin söylediğini düşünün…)
“Bu işi sevmedim: çok sıkıcı. Hala da sıkıcı… Ama işimi iyi yapmak mutlu eder beni.
Dayanma gücümü görmek çok güzel bir şey.”
“Bu sıkıcı romanı inatla okumayı sürdürüyorum… Hatta çok sıkılarak okuduğumdan; o
ölçüde mutlu ediyor beni. İnsan başladığı işi bitirmeli.”
“Görev… Görevlerini yerine getirmeli insan... Anlamsız ve zor olması önemli değil.
Yapacağım dediyse yapmalı kişi… Sözü senet olmalı…” Sözünde durmanın mutluluğu her
türlü acı ve kayıptan daha değerli.
“Yediğim sopalar ve kayıplarım hiç önemli değil; sonuçta onu öldüresiye dövdüm ya.
Öcümü aldım…” (Bu sözleri dayanılmaz acılar çeken, aşırı hırpalanmış biri coşkuyla ve
mutlulukla söylüyor olabilir.)
“Ben de öleceğim belki, belki yıllarca hapis yatacağım; ama önemli değil. Öldürdüm onu;
dayımın kanı yerde kalmadı.”.
7
Özetle “mutluyum” sözü anlamsız bir laf: Her durum, her duygu onu seçenler için
mutluluk yaşantısı olabiliyor.
Şurası kesin:
“Mutluyum” diyen kişi aslında, yalnızca kendisi için değerli olan kişisel tercihini
gerçekleştirdiğini söylemiştir;
o kadar…
Ama bunun dışında ne durumu, ne yaşadığı duygular, ne de değerleri konusunda bir bilgi
vermiştir. Eğer “mutluluk” sözcüğünü “mutluyum” diyenin kullandığından başka
anlamında kullanırsak; aynı zamanda mutlu olmadığını söylüyor bile olabilir bu mutlu
olduğunu söyleyen kişi…
Mutlu olduğunu söyleyen kişi türlü acılar ve sorunlarla savaşan biri olabiliyorsa
ve onun mutluluğu yalnızca kendi kişisel ve acılı amaçlarına ulaşmak anlamına
geliyorsa; başkalarının mutluğu neden ilgilendirsin mutlu olmayı araştıran bizleri?
Neden insanların acılar verebilen kişisel amaçlarını araştıralım? Neden birine gidip “Söyle
arkadaş; bu kişisel amacına ulaşmak için neler yaptın? Ben de senin başarmak istediğini
başarmak: o kişisel amacına ulaşmak istiyorum” diyelim? Dediğim gibi hele acı
çekmekteyseler…
Böyle bir araştırma gülünç olmaz mı?
Neredeyse “mutluluk” sözcüğü de, “şey” sözü ölçüsünde her şeyi gösterdiğinden neyi
gösterdiği belirsiz bir sözcük.
8
Gülünç duruma düşmemek için, havanda su dövmemek için gerekli bu: kendi mutluluk
tanımızı açıklıkla ortaya koymalıyız…
Bu arada şunu da belirtelim; şimdiye kadar anlatmaya çalıştığım , sizin de mutlaka bir çok
kez duyduğunuz bir düşünce: “mutluluk rölatiftir” düşüncesi.
Bu anlamda mutlu olma uğraşı spora benzer: Bir anlamda bedeni kullanmada
ustalaşmaktır mutlu olmak.
Yalnız bu konuyu ele almadan önce mutluluk anlayışımızın diğer anlayışlardan üstün olan
bir yanını belirtmek istiyorum..
Aldığınız yeni araba ancak ona alışıncaya kadar sizi mutlu edebilir. Alışırsınız ve sıradan
bir şey olup çıkar…
Bu tür mutluluklar yaşamı kaplamaz. Sık sık acılarla, mutsuzluklarla kesilir.
Halbuki ne kadar saçma: Hemen her insan kendini zorlamadan, insanın kesin kes mutlu
olamayacağı sürüyle durumlar sayabilir. Bu nedenle örnek olsun diye bir kaçını saymayı
bile gereksiz buluyorum.
Bu düşünceye inanmamın nedeni felsefeye merak sarmamdı aslında: Daha lise 10. sınıf
öğrencisiyken Budha’dan, Epiktet’ten, Seneka’dan, Epikür’den W. James’ten okumaya
başlamıştım.
Beni onlar inandırdılar, insanın her durumda mutlu olabileceğine.
“Mutluluk” sözcüğü kafamda aydınlık değildi ilk okumalarımda, ama bu düşünce, o sıralar
kanıt aramayı gerektirmeyecek ölçüde açık görünmüştü bana… Belki de denenlere
inanmada en güçlü kanıt onların dünyaca tanınmış, binlerle yılı aşıp gelen ve benim
hayran olduğum şöhretler olmalarıydı…
Yaşadığım temelsiz inanç kanıt aramama engeldi. Kanıtlar zaman geçtikçe kendiliğinden
ayağıma geldiler. Kanıtlar karşıma çıktıkça bulanık düşüncem giderek aydınlandı:
Evet; her durumu mutlulukla karşılamayı öğrenebilirdi insan…
Kanıtlar:
Onun “Sohbetler” adlı kitabı yaşamımda çok yol gösterici oldu. Sanırım “Söylevler” diye
de çevrildi Türkçeye. Çok şey borçluyum ona ve kitabına.
Bu arada şunu da söylemeliyim. Epiktet’in efendisinin zalim biri olduğu söylenir ayrıca. Bir
gün Epiktet’e bacağını uzattırmış bu efendi ve ayağını yüksek ve sert bir yere koydurmuş;
dizi boşlukta kalacak şekilde. Ve başlamış dizinden bastırmaya. Bu arada soruyormuş
Epiktet’e; “bu durumda mutlu olunabilir mi” diye… Epiktet bir süre sonra sakin “Efendi”
demiş “biraz daha bastırırsan bacağım kırılacak.”
Efendi bastırmaya devam etmiş ve bacağı dizinden kırılmış...
Epiktet köle ve topal Romalı bir filozof…
Ama mutlu olmanın yolları üzerine kitap yazıyor.
Gerçekte sorunlu yerle beyin arasında bağlantıyı oluşturan çok sayıda sinir hücresi var…
Ve sini hücrelerinin uçları birbirine dokunmuyor. Hücreler arasındaki madde,
deneyimlerimize (şartlamalara) göre geçirgen oluyor ya da uyarıyı geçirmiyor. Bir
benzetmeyle dersek: acı uyaranıyla beyin arasında açıp kapamayı öğrenebileceğimiz bir
çok düğme var sanki...
Olup bitenler sırasında, olaylara bağlı olarak ve öğrenme ilkelerine göre bu bağlantılar
geçirgen olup olmamayı öğreniyor…
Düğmeleri, yolunu bilirsek kapatabiliyoruz
Stelarc:
Kendisini çengellerle astı…
14
Günter Brus:
Günter Brus kesici ve batıcı aletlerle kendisini yaraladı. İdrarını içti, kakasını süründü.
Abramoviç:
Kendini kamçıladı, kesici aletlerle bedenine şekiller çizdi.
Bıçaklı bir deneyi daha da ilginç. Parmaklarını açarak bir yere koydu. Ardından parmakları
arsındaki boşluğa bıçağını saplamaya başladı sırayla. Saplama hızını gittikçe artırdı.
Sonunda kendisinden geçerek büyük bir hızla parmakları arasındaki boşluğa bıçağını
sapladı…
Becerikliliğinin sınırlarını aşmıştı; arada parmaklarına bıçak gelmesinin sonucunda akan
kanları fotoğrafta görebilirsiniz…
Mutlu olabilmek için bu tür acıları ve iğrenç olayları karşılamayı öğrenmemiz gerektiğini
savunmuyorum. Bu türde zorlamaların gereği yok bence.
Ama bu tür acıları yaşamak zorunda kalsak bile (hastalık ve kaza gibi nedenlerle), böylesi
durumları da karşılamanın öğrenilebileceğini bilmek güzel bir şey…
Yukarıda demiştim; bu tür olayları tanıdıktan sonra iki inanç oluştu bende:
İnançlarımdan birincisini psikolojide ilke haline gelmiş bir anlatımla dile getirmek
istiyorum: “Stres yaratan uyarıcı yoktur, stresle karşıladığımız olaylar vardır.”
Bu nedenle önemli olan olayları karşılamayı: “hoşnut,, dengemizi yitirmeden
karşılamayı”; duygu ve davranışları değiştirmenin ilkeleriyle öğrenmek.
100 yılı aşan bir süredir bilim metotlarıyla çalışan psikologlar duygu ve davranışları
değiştiren çok önemli ilkelere ulaştılar ve onlara dayalı teknikler oluşturdular demiştim..
Şimdi amacım, bu önemli araştırmaların niceliği ve niteliği konusunda sizde bir görüş
oluşturmak. Taş olmadığınızı; kendi değerlerinizle kendinizi yeniden kurabileceğinizi
göstermek…
Pavlov::
Pavlov 20. yy.ın başlarında, çok önemli ve çığır açan bir deney yaptı.
Bu deneyi hemen her kes bilir; eminim siz de biliyorsunuzdur. Ama gene de kısaca
hatırlatmak istiyorum.
Deneyin ikinci adımında köpeklere her yiyecek verildiğinde bir diyapazona da vuruluyor.
16
Başka bir deyişle köpekler her yiyecekle karşılaştığında, aynı zamanda diyapazon sesini de
duymaktaydılar.
Köpeğe diyapazon sesiyle birlikte yiyecek verilen bu ikinci döneme “şartlama dönemi”
dendi.
Tıpkı bu köpek gibi bütün canlılar; iki uyarıcıyla hep birlikte karşılaşırsa, birine verdiği
tepkinin aynını diğerine de vermeye başlıyor.
Bütün canlıların uyduğu bir kanun bu…
Öğretmenlik yaptığım sırada klasik şartlamayı sınıfta bir solucanı şartlayarak anlatmıştım:
Solucana her şok verdiğimde tepesinde 500 vatlık bir ampul yaktım bu deney sırasında.
Kuşkusuz solucan lambanın ışığını algılamıyordu; gözü yoktu çünkü. O, ısı algılamaktaydı:
ısıya şartlanıyordu…
Bildiğiniz gibi, gelişmiş bir sinir sistemi bile yoktur solucanın… Bu nedenle sekiz, on
parçaya bölünse bile her parçası gene normal yaşamını sürdürebilir.
Bu yüzden kimse “solucan ısı artmasından sonra şok geleceğini anladığından” diye
konuşamaz.
Bir örnek:
Daha önce cinsel yaşamı normal olan bir erkek, evlenip de eşiyle bir evde kalmaya
başladığında cinsel ilişki kuramaz oluyor.
Nedeni: Yeni evlerindeki yatak odasındaki duvarın duvar kağıdıyla, yıllar önce yaşadığı
kötü bir cinsel olaydaki odanın duvar kağıdının aynı olması.
O duvar kağıdına olumsuz duygularla şartlanmışmış bu adam, o olay sırasında…
Ama farkında değil; bu aynılığı hatırlamıyor o kötü duyguları yaşamaya başladığında…
Daha sonra, terapi sırasında araştırılınca ortaya çıkıyor bu bağlantı: duvar kağıdıyla o
olumsuz duygunun birlikte yaşanması…
Watson:
Tüm alışkanlıklarımızın (işe yarayanlarının da, sorunlu yaratanlarının da) klasik şartlama
yoluyla oluştuğunu savundu Watson.
Bir süre sonra yeni bir alışkanlık kazandı bu çocuk; ya da bir fobi edindi diyebiliriz: Bir
zamanlar sevdiği tavşanla her karşılaştığında ağlayarak ondan kaçıyordu…
Rayner:
Watson’un öğrencisi.
Tavşandan korkan çocuğun önüne tavşanla şekeri birlikte koydu, bir süre..
Böylece şeker yemenin olumlu duygusu, tavşan korkusu ile birlikte yaşatılmış oluyordu.
Bir güçlük:
Karşı şartlama tekniğiyle birinin duygusunu değiştirmek istediğimizde, istenmeyen
duyguyu yaratan şeyi bulup seansa getirmemiz gerekiyordu.
Örnek olarak yılan korkusunu gidermek için, çalıştığımız yere yılan bulup getirmeliydik.
Bir örnek:
35-40 yaşlarında bir erkek. Karısının çok iyi bir kadın olduğunu söylüyordu: Saygılıydı eşi.
Çocuklarına çok iyi bir anneydi. İyi huyluydu; batan, rahatsız eden hiçbir yanı yoktu. Bu
tür nitelikleriyle bulunmaz bir eşti.
Ama cinsellik bitmişti aralarında. Eşi uyarmıyordu kendisini ve yıllar olmuştu cinsel ilişki
kuramıyorlardı. Tüm çabaları, tüm gayretleri bir işe yaramamıştı.
Buna karşılık, iş nedeniyle gittiği bir ülkede, tanıştığı bir kadınla çok uyumlu bir cinsellik
yaşamaktaydı. Anlaşıyorlardı da. O da iyi bir kadındı.
Gençti. Cinselliği yaşamak isterdi. Eğer karısına yeniden istek duyması sağlanmaz ve
yeniden ilişki kurmaya başlayamazsa ayrılacaktı ve o kadınla evlenecekti.
Karısını seviyordu.
Ayrılmak istemiyordu.
Ama karısı karşısında yaşadığı cinsel isteksizlik, karısını yeniden arzulama iradesine
boyun eğmiyordu; direniyordu…
İlişki kuramıyorlardı.
Başka bir deyişle; cinsel uyarılmışlıkla karısının hayalini hayalde eşleştirdik. Şartladık…
19
Bu hayalleri kurmasının dışında kendisinden hiçbir şey yapmasını istemedik, iradeyle ilgili
bir talebimiz olmadı; şöyle yap, böyle yap gibi… Ödevler filan da verilmedi…
Yalnızca ve yalnızca hayal kurmasını istedik: yaptığımız tek şey cinsel olarak uyarılmışken
karısını hayal ettirmekti; o kadar…
Ve değişti: Aşağı yukarı on yıl geçti; evlilik sürüyor…
Başka örnekler:
Uçağa binemeyen iş adamları, ders çalışamayan öğrenciler, köpekten korkanlar… Şimdi
anlattığımız karşı şartlama yoluyla değiştirildi çoğunlukla…
Bu amaçla yazılacaklar bir kitap oluşturur ve amacım bu konuda bir kitap yazmak değil.
Sonuç:
Anladığımız anlamda mutlu olmayı başarmak bir özlem konusu değil artık, ulaşmanın
yolları bildiğimiz bir durum. .
Onların istediğiniz yönde değişmenize, mutlu bir insan olmanıza yeteceğine inanıyorum.
Ama çalışmanız, uygulamalar yapmanız şartıyla…
Sorularınızı bekleriz.
Çalışmalarınızı duyurursanız seviniriz ve sitemizde yer vermek isteriz..
Ayrıca çok farklı fizik çevrelerde yaşamayı da başardık insan olarak: Kutuplarda varlığımızı
sürdürmek için kazandığımız alışkanlıkla, örnek olarak çölde hayatta kalamayız.
Hayvanların içgüdüleriyle uyum sağladığı yerde insan dil aracılığıyla düşünerek uyum
araçları yaratıyor: .
Gene dil sayesinde düşünce ve becerilerini başkalarına ve gelecek nesillere
aktarabiliyor. Aletler yapıyor. Dili ve yarattığı kültür ortamında ürettiklerini saklıyor.
Toplum ilişkilerini düzenleyecek kurallar, kuruluşlar oluşturuyor.
Bu nedenle küçük bir alanda (o kalabalık şehirlerde) milyonlarcası yaşamını
sürdürebiliyor… Artık dünya dar geliyor türümüze…
Bunların hepsi dil ve düşünme sayesinde…
Dil kullanmasındaki başarısı nedeniyle “Alemlerin Efendisi” oldu insan: Kanadı yok ama
uçabiliyoruz: Ay’a kadar.
Aslan gibi dişleri ve pençeniz yok ama ondan daha öldürücü olabiliyoruz. Karıncalardan
daha üretkeniz bir bakıma. Arılardan daha organize olabiliyoruz.
Binlerce yıl boyunca düşünerek ürettiğimiz, dilde sakladığımız bilgiler sayesinde…
Ama Newton öyle demiyor: Yerin kalemi çekmesi gibi kalem de yeri çeker diyor Newton…
Yerin kitlesi çok büyük olduğundan bu çekim gücü yeri yerinden oynatamıyor. Buna
karşılık aynı çekim gücü kalemi harekete geçir, kitlesi çok küçük olmasından ötürü.
Öte yandan bir fizikçi düşen büyük bir kitleni yarattığı yıkımı hesaplayacak olsa,
potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmesinin formüllerini kullanır.
Ve bu hesapları yapan fizikçiye göre yıkımı yapan güç, duran kayada potansiyel olarak
bulunmaktaydı ve düşmesiyle kinetik enerjiye dönüştü:
Bu durumda yıkım yapan güç, düşen kayadadır.
Bu görüşlerden her birini savunan dilin büyüsü altında bir “güç” algılayan kimselerdir.
Gücün algıladığı taş gibi algılanır bir şey olduğunu sanmaktadır.
Ailesi işini beğeniyor. Ama mesleğinin yaşamını güvence altına alacak ölçüde para
kazandıramayacağını düşünüyor ve bu nedenle de üzgünler. Başka şeylerle uğraşmasını
istiyorlar.
Bir de; Amerika’da okumaktayken bir sevgilisi olmuş. Önce orada birlikte yaşamaya
başlamışlar. Türkiye’ye döndüğünde sevgilisi de gelmiş Türkiye’ye ve burada da birlikte
yaşamayı sürdürmüşler.
Bu birlikteliği ailesi öğrendiğinde çok bozulmuş. Annesi bir konuşmasında, babasının üç
gündür yemek yemediğini söylemiş. Ayrıca hastaymış babası ve sağlığı zarar görebilirmiş
bu gibi durumlarda.
Yaşadığı ve baş edemediği bu sorun nedeniyle iki psikoterapiste gitmiş şimdiye kadar.
Sonuncusuna altı ay önce gitmeye başlamış ve hala devam etmekteymiş.
Görüşünü söylemek hakkı herkese verilmeliydi. Ama birinin istediğini yapmaya engel de
olmamalıydık.
Ailesi herhangi bir konuda kızlarına engel olmuyordu: Bir eve kapatmıyorlardı bu hanımı,
yaptıklarından ötürü dövmüyorlardı; tehdit etmiyorlar ve bunlara benzer şeyler
yapmıyorlardı…
Bu anlamda karışma olayı yoktu aslında.
Ve gene iki taraf da (aile kızlarının, kızları da ailesinin düşüncelerini değiştirmediği için)
üzülüyordu…
Gene iki taraf da karşı tarafın üzülmemesini istiyordu…
Kısacası bu iki bakımdan da fark yoktu: Ailesi de, kendisi de karşı tarafın düşüncesini
değiştirmesi gerektiğini söylüyordu yalnızca; bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar ve bir
de karşı tarafın kendi durumu yüzünden üzülmemesini istiyordu.
Tekrar tekrar, bıkmadan usanmadan; değişmeyeceklerini bildikleri halde aynı
konuşmaları sürdürüp gidiyorlardı aylarca.
Tavırlar aynıydı.
Özetle iki taraf da birbirine karışmıyordu aslında.
İki taraf da yalnızca görüşlerini söylüyordu… o kadar…
Bunun üzerine “suç kavramı” üzerinde konuşmaya başladık. Ama örneği uzatmamak için
bu konuda düşündüklerimizi anlatmayı geçeceğim.
Daha ilk seansın çıkışında her şeyin bu kadar basit olmasına şaştığını söyledi.
Aylar sonra durumunu öğrenmek amacıyla aradığımda o günden sonra rahat olduğunu,
suçluluk duyguları yaşamadığını söyledi.
İlaç almayı bırakmıştı.
Varsayalım; uçak kazası gibi bir nedenle Avusturalya’da ilkel toplumların yaşadığı bir
bölgeye düşmüşüm; daha bir kaç aylıkken. Başka sağ kalan da yokmuş. Dünyadan kopuk,
dünyanın ilgilenmediği bu toplum içinde yaşamışım bugüne kadar...
Nasıl biri olurdum dersiniz? Böylesine farklı bir çevrede benim, şimdiki ben olacağımı
düşünebilir misiniz?
Saygı duyup yücelttiğim, doğal bir varlık sandığım “Ben”, aslında başkalarının kurduğu
bir şey...
“Ben” olmamışız.
Bizi “Ben” yapmışlar.
Seçmemişiz.
Bizi biçimlendirenler de seçmemiş: Kendi dönemlerindeki modaya göre bir elbise
biçmişler bize ve giydirmişler...
Hesabını vermeden... Ne biz ne de bir başkası hesabını verecek durumda değil aslında. Ne
biz, ne de ana babamız; hiç kimse bir seçim sorunu olarak düşünmedi nasıl bir insan
olacağımızı... .
26
Böyle bir anlayışla; kendimize, bir heykeltıraşın, biçim vereceği mermere baktığı gibi
bakalım istiyorum.
Bakalım diyoruz...
Bu dünyada nasıl biri olacağımızı seçmediysek, kendimizi anlamlı bir varlık olarak nasıl
yaşayabiliriz ki?
Kendini kendisi için kurduğundan, kendisinde ve yaşamında kendi anlamını yaşayan,
kendisini beğenen insan olmak...
Bunu da istiyoruz...
27
İnsan türü bugüne kadar kaç tür “kişi tasarlamış”, “yaratmış”, “değer vermiş”, “denemiş”,
“değerlendirmiş”...... sanatın binlerce yıllık galerisinde bu olanakları seyretmek istiyoruz;
tıpkı giysilerinin karşısına geçip, onlara o günün şartlarına uygun olanını seçmek için
bakan biri gibi... Ayrıca; gerekirse yeni giysiler tasarlayıp yaratmak...
Amacımız: