You are on page 1of 238

01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.

2009 10:27 Sayfa i

MODERNİZM, MODERNİTE
VE
TÜRKİYE’NİN KENT PLANLAMA TARİHİ
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa ii

Zindankapı, Değirmen Sokak No: 15


34134 Eminönü - İstanbul
Tel: (0212) 522 02 02 - Faks: (0212) 513 54 00
www.tarihvakfi.org.tr

© Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009

Yayıma Hazırlayan
Özkan Taner

Tasarım Danışmanı
Haluk Tunçay

Kapak Tasarımı
Rauf Kösemen

Kapak Uygulama
Harun Yılmaz (MYRA)

Baskı
Step Ajans
(0212) 446 88 46

Birinci Basım: Kasım 2009


ISBN 978-975-333-234-7
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa iii

İLHAN TEKELİ
TOPLU ESERLER - 8

MODERNİZM, MODERNİTE
VE TÜRKİYE’NİN
KENT PLANLAMA TARİHİ

İLHAN TEKELİ

TARİH VAKFI YURT YAYINLARI


01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa iv

Prof. Dr. İlhan Tekeli, Ortadoğu


Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi emekli öğretim üyesidir.
Tarih Vakfı’nın kurucularındandır,
ilk on yıl yönetim kurulu
başkanlığını yapmıştır. YÖK
genel kurulu üyeliği yapmıştır.
1989 yılında Selim İlkin’le birlikte
Sedat Simavi Sosyal Bilimler
Ödülü’nü almıştır. 1994 yılında
Mustafa Parlar Bilim Ödülü’nü
almıştır. 1996 yılında Türkiye
Bilimler Akademisi üyeliğine
seçilmiştir. Halen Türkiye
Bilimler Akademisi şeref üyesidir.
1999 yılında Mustafa Parlar
Eğitimde Üstün Başarı, 2006
yılında TÜBİTAK Hizmet
Ödülü’ne layık görülmüştür.
Başta Selim İlkin olmak üzere,
Yiğit Gülöksüz, Erdoğan Soral,
Tarık Okyay, Gencay Şaylan, Raşit
Gökçeli ile ve yalnız olarak
yazılmış 70 kitabı, 640 bilimsel
yazı ve bildirisi vardır. Yaygın olan
ilgi alanı içine, şehir planlama,
bölge planlama, sosyal sistemler,
makro coğrafya, belediyecilik,
iktisadi politikalar, Türkiye iktisat
ve şehir tarihleri ile eğitim
planlaması ve bilimsel felsefe ve
tarih yazıcılığı girmektedir.
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa v

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ xi

BİRİNCİ BÖLÜM 13

POSTMODERNİZM TARTIŞMALARI ÜZERİNE


DÜŞÜNCELER 13
1. Giriş 13
2. Modernizmin Özellikleri ve Gelişimi Üzerine 14
3. Postmodernizm Denilince Anlaşılanlar 17
4. Üç Postmodernist; Feyerabend, Lyotard ve Derrida’nın Yaklaşımları 19
5. Sonuç Yerine: Postmodernizmin
Kent Planlamasına Yansımaları Üzerine 30

POSTMODERN DURUM,
KÜLTÜREL PARÇALANMA VE DEMOKRASİ 32
1. Giriş 32
2. Kültürel ve Parçalanma Üzerine 34
3. Kültürel Parçalanmayı Ortaya Çıkaran Eğilimler Nelerdir? 39
4. Kültürel Parçalanma Ne Kadar Özgürleştiriyor,
Ne Kadar Daha Demokratik Bir Toplum Düzeninin
Oluşmasına Yardımcı Oluyor? 40
5. Tartışmayı Sonuçlandırırken 42

TÜRKİYE’DE SİYASAL DÜŞÜNCENİN


GELİŞİMİ KONUSUNDA BİR ÜST ANLATI 45
1. Giriş 45
2. Modernite ve Sanayileşme Öncesi Bir İmparatorluğun
Modernite Projesinin Etkisi Altında Dönüşmesi 48
3. Moderniteye Karşı Direniş Siyasal Düşünceyi
Hangi Karşıtlıklar İçinde Kendisine Yol Bulma Durumunda Bırakıyor? 53
4. Siyasal Düşüncenin Başarı Ölçütleri ve
Kapsayacağı Alan Nasıl Belirlenmektedir? 56
5. Son Verirken 60
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa vi

REFORM DÜŞÜNCESİ İLE OSMANLI VE


CUMHURİYET DÖNEMİ REFORMLARI
ÜZERİNE ÇÖZÜMLEMELER 61
1. Giriş 61
2. Bir Sosyal Değişme Kategorisi Olarak Reform Üzerine
Bir Kuramsal Çözümleme 63
• Sosyal Değişme Kavram Alanındaki Konumlar 63
• Reform Kavramının Açılımı Üzerine 65
3. Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Reformları Üzerine Yorumlar 70
• Modernleşme mi, Yoksa Batılılaşma mı? 71
• Modernleşme Taklit mi, Yoksa Evrensel Bir
Bağlam Bağımlının Bir Uzlaşması mı? 73
• Modernite Projesinin Reformlarını Değerlendirirken
Demokratik Olma Ölçütü Ne Ölçüde Kullanılabilir? 75
4. Son Değerlendirmeler 77

DEĞİŞENİN DEĞİŞTİRME ZORUNLULUĞU VAR MI? 79

KENTLERİN KİMLİK ARAYIŞINI


GELECEĞE YÖNELTMENİN TARİHSELLİĞİ 84

TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞMESİ NEYE BENZİYOR? (1) 88


1. Giriş 88
2. Avrupa’da Modernleşme Sürecinin Doğuşu ve
Dünyayı Dönüştürme Süreci Üzerine 89
3. Türkiye Deneyimi Bu Çerçeveyi Doğruluyor mu? 94
4. Bir Sonuç Çıkarabilir miyiz? 98

TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞMESİ NEYE BENZİYOR? (2) 100


1. Giriş 100
2. Tek Modernist Geçiş Karşısında, Neden Çoklu Modernist Geçiş
Kavramı Geliştirilmeye Başlandı? 100
3. Çoklu Moderniteye Geçişin Sağladıkları 102
4. Türkiye’nin Modernleşme Sürecinin Gerisindeki Değişik Kanallar 103
5. Türkiye’de Yaşanan Modernleşme Sürecinin Kendi
Tarihselliğini Yaratırken Karşılaştığı Meşruiyet Sorunları 104
6. Son Verirken 105
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa vii

İKİNCİ BÖLÜM 106

TÜRKİYE’DE CUMHURİYET DÖNEMİNDE


KENTSEL GELİŞME VE KENT PLANLAMASI 106
1. Cumhuriyet Öncesinde Kentsel Gelişme ve
Kent Planlamasında İlk Adımlar 107
2. 1923’ten İkinci Dünya Savaşı Sonuna Kadar
Kentsel Gelişme ve Planlama 110
3. 1950-1960 Arası Hızlı Kentleşme Döneminde
Modernite Projesinin Popülist Niteliği 116
4. 1960-1980 Arası Planlı Dönemde Kentleşme ve
Kent Planlaması 121
5. 1980 Sonrası Modernite Projesi Aşınırken
Kentleşme ve Kent Planlamasının Gelişimi 128
6. Son Verirken 134

OSMANLI VE ERKEN CUMHURİYET


MODERNİTESİNDE PLANLAMANIN YERİ 135
1. Giriş 135
2. Osmanlı Döneminin Utangaç Modernitesinde Ortaya Çıkan
İlk Planlama Türleri 137
3. Cumhuriyetin Köktenci Modernitesi İçinde
Planlamadaki Gelişmeler 143
• Ulus Devlet İçin Mekansal Çözüm 144
• Planlı Sanayileşme 145
• Çağdaşlığın Yeri Olarak Kentler 149
4. Son Verirken 151

KENT TARİHİ YAZIMI KONUSUNDA


YENİ BİR PARADİGMA ÖNERİSİ 152
1. Giriş 152
2. Türkiye’nin Üç Büyük Kentinin
Cumhuriyet Dönemindeki Gelişme Öyküsü 155
3. Köktenci Modernite Döneminde
Sosyo-Mekansal Bir Süreç Olarak Ulus Devlet İnşası 156
4. Hızlı Kentleşme ve Modernite Projesinin Popülistleşmesi 161
5. Küresel Dünyaya Eklemlenirken Modernitenin Aşınması 167
6. Son Verirken 171
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa viii

MODERNLEŞME SÜRECİNDE İSTANBUL


NÜFUS DİNAMİKLERİ NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ? 172
1. Giriş 172
2. Bir Kentte Modernleşme, Nüfus Dinamikleri
Ara Kesitinin Kavramsallaştırılması 173
• Modernleşmenin Ortaya Çıkışı ve
Dünyayı Dönüştürme Mekanizmaları 173
• Bir Kentin Nüfus Dinamikleri 177
• Modernleşme Sürecinin ve Nüfus Dinamiklerinin Arakesiti 178
3. İstanbul’un Nüfus Dinamiklerinin Öyküsü 181
• Utangaç Modernleşmenin Doğurduğu Nüfus Dinamikleri 181
• Köktenci Modernite Projesinin Nüfus Dinamikleri 191
• Popülist Modernleşmenin Nüfus Dinamikleri 195
• Modernleşme Aşınırken Nüfus Dinamikleri de Değişiyor 201
5. Sonuçlandırırken 205

TÜRKİYE’DE SON YILLARDA YAŞANAN GELİŞMELER,


KENT PLANLAMASINDAN NE BEKLEYEBİLECEĞİMİZ
VE NE BEKLEMEMİZ GEREKTİĞİ KONUSUNDA
DÜŞÜNCELERİMİZİ BERRAKLAŞTIRMA
GEREKSİNMESİNİ ARTIRIYOR 207
1. Giriş 207
2. Türkiye’de Yerleşme Sisteminin ve Yerleşmelerin
Yaşamakta Olduğu Dönüşüm Üzerine Saptamalar 208
3. Kent Mekanını Şekillendiren Aktörlerin Çeşitlenmesi ve
Güçlerinin Artması Süreci Yaşanıyor 212
4. Yaşanan Gelişmeler Karşısında Plancının Rolü ve
Plandan Beklenenler Nasıl Yeniden Belirleniyor? 218
5. Son Verirken 222
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa ix

ÖNSÖZ

İlhan Tekeli bu kitabında, Türkiye’de yaşayan bir toplum bilimci


olarak, modern, modernite, postmodern kavramlarıyla ne zaman, hangi
faaliyetler içinde, hangi duygularla ilişki kurduğunun öyküsünü anlatıyor.
Bu öykü içinde Türkiye’nin 19. yüzyıl sonrası tarihi yazılırken
“Batılılaşma” kavramı yerine “modernleşme” kavramını kullanmayı neden
yeğlediğine açıklık kazandırıyor. Bu kavramın potansiyelini, kendisine en
yakın alanlardan biri olan Türkiye'nin kent planlama tarihinin yazımına il-
işkin verdiği örneklerde gösteriyor.

***

İlhan Tekeli’nin eser verdiği ilgi alanlarının kapsamı şekillenmeye ve


sergilenmeye devam ediyor. İlk kitap “Birlikte Yazılan ve Öğrenilen Bir
Tarihe Doğru”dan sonra, “Türkiye’de Bölgesel Eşitsizlik ve Bölge Planlama
Yazıları”, “Göç ve Ötesi”, “Cumhuriyetin Belediyecilik Öyküsü”, “Doğal ve
Tarihi Çevreyi Korumak”, “Kentsel Arsa, Altyapı ve Kentsel Hizmetler”,
“Akılcı Planlamadan, Bir Demokrasi Projesi Olarak Planlamaya”, yayım-
landı. Elinizdeki “Modernizm, Modernite ve Türkiye’nin Kent Planlama
Tarihi” sekizinci kitap ve “Türkiye’de Kent İçi Ulaşım Tarihi”, “Mekanın
Bilgi Bilimi”, “Yerseçimi Kuramı ve Türkiye’nin Sanayileşmesi”, “Konut
Yazıları”, “Yerellik, Gündelik Yaşam ve Yaşam Kalitesi” kitapları hazır-
lanıyor.

***

İlhan Tekeli’nin ilgi alanı çok geniş olduğu, konuşmalarını çok değişik
kurumların toplantılarında yaptığı ve yazıları çok farklı yayın organlarında

ix
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa x

yayımlandığı için, çalışmalarının önemli bir kısmına erişebilmek neredeyse


olanaksızdır. Tarih Vakfı, Tekeli’nin toplu eserlerini yayımlamakla, bu çalış-
maların erişilebilirliğini artırmayı ve onlardan yararlanmayı kolaylaştır-
mayı amaçlıyor ve yayımlanan her kitapla bu amaç gerçekleşiyor.
Tekeli’nin yayımlanmış ve yayımlanmamış çalışmalarının nitelikleri
bakımından üç grupta toplandığı görülmektedir. Birinci grupta çok sayıda
konuşma ve yazıları yer almaktadır. İkinci grupta kitaplar bulunmaktadır.
Üçüncü grubu ise değişik kurumlar içinde komiteler ya da komisyonlar
halinde hazırlanan strateji niteliği ağır basan çalışmalar oluşturmaktadır.
Toplu eserlerde ilk iki gruptaki çalışmalar yayımlanacaktır. Ama öncelik,
gereksinmenin daha yüksek olduğu birinci gruptaki konuşma ve yazıların
kitaplaştırılmasına verilecektir. İlk grubun kitaplaştırılmasında belli bir yol
alındıktan sonra kitapların yeniden yayımlanmasına girişilecektir.
Tekeli’nin yazı ve konuşmalarının yayıldığı 40 yıllık süre içinde
dünyada çok önemli değişmeler yaşanmış, bilgiye yaklaşımlarda yeni yol-
lar alınmıştır. Tekeli de bu düşünce serüvenine Türkiye’den katılmıştır.
Değişik konularda yayımlanacak kitapların her biri içinde bu serüvenin
izlerini bulmak olanaklıdır. Bu nedenle Tekeli her kitap için yazdığı sunuş
yazısında kapsanan konuya ilgisinin nasıl geliştiğini, yani konunun özel
yanını anlatmakta, ayrıca yaşanan paradigma değişikliklerinin kitap içinde
nasıl geliştiğini sergilemektedir. Kitapların sunuş yazıları bir araya
geldiğinde Tekeli’nin düşünce serüvenini daha yakından izlemek ve daha
iyi anlamak olanaklı hale gelecektir.
Tekeli’nin yayımlanacak kitapları genellikle tarih, bilgi kuramı, plan-
lama, insan yerleşmeleri, eğitim ve politika gibi kategoriler içinde topla-
nabilir. Her kategoride, iç bütünlüğü olan birden fazla kitap yer alacaktır.
Bu iç bütünlüğü sağlamak için, Tekeli bazı hallerde yeni yazılar yazmakta,
üçüncü gruptaki çalışmalardan alıntılar yapmakta ya da yabancı dilde
yayımlanmış yazılarının çevirilerini de eklemektedir. Kitapların oluştu-
rulmasında tekrarları önlemek için bazı yazılar kitaplara alınmamakta, ama
kitaba alınmayan bu yazıların referansları sunuş yazısında verilmektedir.
“İlhan Tekeli-Toplu Eserler”in yeni kitaplarında buluşmak üzere…

Tarih Vakfı
Yurt Yayınevi

x
01 tekeli 8-modernite-giris-sayfa i-xii:Layout 1 18.11.2009 10:27 Sayfa xi

.
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 1

SUNUŞ

Cumhuriyetin 75’inci yılında Tarih Vakfı, 75. yıl kutlamalarının kav-


ramsallaştırılmasında aktif bir rol oynamış, Üç Kuşak Cumhuriyet adını
taşıyan bir sergiyle, Cumhuriyetin öyküsünün ironik sevimlilikler de taşı-
yan bir değerlendirmesini yapmıştı. Sergi yirmi sahne halinde düzenlen-
mişti. Yirminci, yani son sahne olan “asri, modern, çağdaş”ı düzenleme
sorumluluğunu Feride Çiçekoğlu üstlenmişti. Bu sahneden sonra serginin
son deyişi olarak,
“Asri, modern, çağdaş” sahnesi bir yönelimin adlar ve anlamlar değiştire-
rek sürdüğünü gösteriyor. Bu yönelim insanların eylemlerine yol gösterirken,
sürekli olarak başarılanla yetinmeme duygusunu körüklüyor. Bir gelişme aç-
lığı yaratıyor.
Dünyanın sürekli zenginleşen olanaklarına ve değerlerine duyarlı, insan
aklına ve kapasitesine güvenen bir iyimserlik içinde yaklaşıldığında, bu gelişme
açlığı yeni iddialara kaynaklık edecektir; insanları yeni umutlar peşinde koş-
turacaktır”
diye yazmışım.1 Gerçekten bu sunuş yazısını yazarken de Cumhuriyetin
öyküsünün başarılarıyla, başarısızlıklarıyla en iyi olarak modernleşme sü-
reci içinde kavranabileceğini düşünüyordum. Bu noktaya gelmem Türki-
ye’de yaşadığım belli bir düşünce macerası sonucu olmuştu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve öncesinde “asri” sözcüğü kullanı-
lıyordu. Sözlüklerde asri sözcüğü, “zamane adamı, yeni kafalı” olarak
tanımlanıyordu. Asrilik “zamana uymaklık, yeni kafalılık” olarak verili-
yordu. Ama dönemin siyasal kadrolarının siyasal projeleri içinde köktenci
bir değişme amaçlanmış olsa bile, temelde durağanlığı ağır basan bir top-

1 Tarih Vakfı: Üç Kuşak Cumhuriyet, İstanbul, 1998, s. 155.

1
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 2

lumda, her türlü sosyal değişmeye kuşkuyla bakılıyordu. Bu nedenle de


asri yaşam stilleri, özellikle de giyim kuşam biçimleri, karikatür dergileri
için en önemli kaynaklardan biri, bir ironi alanı haline gelmişti. İkinci
Dünya Savaşı sonrasında asri sözcüğü, zaman içinde geri plana itildi.
Onun yerini modern almaya başladı. Belki ilk yıllarda çoğunlukla tekno-
loji konusunda kullanıldı, daha sonra da yaşamın tüm alanını kapsayacak
biçimde yaygınlaştı. 1960’lı yıllardan sonra modernle birlikte “çağdaş”
sözcüğü kullanılmaya başlandı. Çağın koşullarına uyan, çağın yenilikle-
rini benimseyen, gelişmiş, ileri, uygar olanı anlatmak için kullanılıyordu.
Çağdaş olan artık ironi konusu değildi, normal olanı gösteriyordu. Çünkü
artık sosyal değişme bir bozulma olarak değil, normal ve olması gereken
olarak görülmeye başlanmıştı. Artık karikatürlerin malzemesini de mo-
dern olandan çok geleneksel olan oluşturmaya başlamıştı.
Benim için modern kavramının, öyle günlük yaşamda olup biteni be-
timlemek için kullanılan bir sözcük olmaktan çıkarak, sosyal değişmeyi
tanımlamak için kullanılan bilimsel bir kavram haline gelmesinin, 1960’lı
yılların ikinci yarısında olduğu söylenebilir. Bir yandan ODTÜ’de Şehir
ve Bölge Planlama Bölümü öğrencisi olarak okumaya başladıktan sonra
Mübeccel Kıray’ın öğrettikleriyle sosyal değişmenin kaçınılmaz ve isteni-
lir bir şey olduğunu öğrendim. Öte yandan Devlet Planlama Teşkilatının
kurulup kalkınma kavramını Türkiye’nin gündemine taşımış olması ve
benim de bölge planlaması konusunda uzmanlaşmaya başlamam kalkınma
kuramlarına olan ilgimi artırmıştı. Bu konudaki yazılarım ve düşünce
maceram Toplu Eserler’in ikinci kitabı olan Türkiye’de Bölgesel Eşitsizlik ve
Bölge Planlama Yazıları içinde yer aldı. Üzerinde ayrıca durmayacağım.
İster sosyal değişme olsun, ister ülkenin/bölgenin kalkınması olsun yaşa-
nan değişmenin/gelişmenin dayandırabileceği, yol gösterici bir kurama
gereksinme duyuluyordu. O yıllarda bu konuda, gerek Türkiye’de olsun
gerek dünya’da olsun iki kuram yarışıyordu. Bunlardan biri daha çok ge-
lişmiş kapitalist ülkelerde benimsenmiş olan modernleşme kuramı, diğeri
ise Marksist kuramdı. Tabii her iki üst anlatı arasında, bağımlılık kuramı
gibi melez kuramlar da yer alıyordu. O yıllarda Türkiye’deki entelijansi-
yada hakim olan paradigmanın Marksist paradigma olduğu söylenebilir.
Bu dönemde siyasal modernleşme ya da ekonomik/sosyal modernleşme
kuramları böyle bir Marksist perspektifle eleştiriliyordu. Bu eleştiriler mo-
dernleşme kuramının, kapitalist sistemin kendi varlığını korumak için sınıf

2
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 3

bilinçlerinin bulandırılmasına çalışan kuramlardan biri olduğu üzerinde


duruyordu. Ben de o yıllarda modernleşme kuramı konusunda benzer ka-
nıları taşıyordum. Ama bu kanılarım, Cumhuriyetin başarılarının “asri,
modern, çağdaş” anlayışı içinde gerçekleştirilmiş olmasını bilmemin zih-
nimde yarattığı tedirginliği ortadan kaldırmıyordu.
Benim modernleşme/modernite kuramının Türkiye tarihini açıkla-
maktaki potansiyelini ve sınırlamalarını kavramam 1980’li yılların orta-
larına doğru Türkiye’de postmodernizm tartışmalarının başlamasıyla
oldu. Benim de içinde yer aldığım ODTÜ Mimarlık Fakültesi, temelde
modernist mimari paradigması içinde kurulmuştu. Modernist mimarlı-
ğın savunuculuğunu yapıyordu. Ben de modernist mimarlığın ilkelerini,
ahlaki bulmamın yanı sıra, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke için ger-
çekçi ve gerekli buluyordum. 1970’li yılların ortalarından itibaren Tür-
kiye’de yeni mimarlık akımlarının sesleri duyulmaya başlamıştı. Bu eleş-
tiriler henüz modernist mimarlığın tahtını sarsamıyordu ama ilgi
çekiyordu. Hatırladığım kadarıyla ilk olarak Robert Venturi’nin adını
duydum. Venturi, önce Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişkiler’i (1966) bir
süre sonra da Las Vegas’ın Öğrettikleri’nin ikinci baskısını (1972) yayım-
landıktan sonra mimarları etkilemeye başlamıştı.2 1980’li yıllarda Ven-
turi’nin eleştirileri Türkiye’de de etkili olmaya başlamıştı. Modern mi-
marlığın anlatısı içinde değersizleştirilmiş birçok bina, kitle kültürüne
önem veren popülist bir bakış açısıyla, değer verilen, üzerinde konuşu-
lan hale gelmişti. Venturi mimarlığını ilkeler üzerine değil, halkın gözle-
diği eğilimleri ve yaşamın gerçekleri üzerine oturtmaya çalışıyordu. Pop
sanattan ve sosyolojik gerçeklerden etkileniyordu. Bu tartışmalardan bir
ölçüde haberdardım ama postmodernizm tartışmaları henüz beni çok he-
yecanlandırmıyordu.
Postmodernizm tartışmalarının ilgimi çekmesi 1990 yılı sonrasında
oldu. 1992 yılında Ankara’da, Türkiye’de görsel sanatların gelişmesi ve
yaygınlaştırılması için “Sanart 92” derneği kurulmuştu. Hareketin başını
Jale Erzen ve Ali Artun çekiyordu. Dernek ilk önemli uluslararası top-
lantısını Ankara’da 7-9 Ekim 1992’de “Kimlik, Sınırsallık, Mekan” başlığı

2 Bu kitapların Türkçesi 1990’lı yıllarda Şevki Vanlı Vakfınca yayımlandı. Robert


Venturi: Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı, Ankara, 1991,
Robert Venturi, Denise Scott Brown, Steven Izenur: Las Vegas’ın Öğrettikleri, Ankara,
1993.

3
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 4

altında düzenledi. Bu kavramlar Türkiye’nin gündemine yeni giriyordu.


Bu nedenle de uluslararası toplantı öncesinde bazı hazırlık toplantıları ya-
pıldı. Ankara’da bu konuyla ilgilenenler toplantı öncesi derslerini çalışı-
yordu. Bunlardan ilki 7 Mart 1992’de Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinin
konferans salonunda düzenlenen paneldi.3 Paneli Ali Artun yönetiyordu.
Panelin konuşmacıları Hasan Bülent Kahraman, Çağlar Keyder, Ünal Nal-
bantoğlu, İlhan Tekeli, Aydın Uğur ve Levent Yılmazdı. Bu panelde mo-
dernizm ve postmodernizm kavramları üzerine bir konuşma yaptım. Bu
konuşma için yaptığım Lyotard, Derrida ve Feyerabend okumaları benim
postmodernist literatüre ilgimi artırdı. Bu yazarların, özellikle modernist
dönemin bilgi anlayışı için getirdikleri eleştiriler benim için uyandırıcı
oldu. Bu çalışma sonrasında postmodernizm, benim için mimarlıkta ya-
şanan ve kulak kabartılması gereken bir gelişme olmaktan çıktı. Üzerinde
ciddiyetle durulması gereken bir bilgibilimsel (epistemolojik) sorun ol-
maya başladı. Önerilen yaklaşımların uygulanmasında sorunlar olduğunu
fark etmeme karşın, getirdiği eleştirileri çok ciddiye alıyordum.
Bu yolda bir başka gelişme Dokuz Eylül Üniversitesinden arkadaşım
Ülker Seymen’in bana birer yıl arayla Roy Bhaskar’ın iki kitabını hediye
etmesiyle başladı.4 Ülker, Bhaskar çevresiyle ilişki kurmuş ve onların top-
lantılarına katılıyordu. Bhaskar ve grubu üçüncü nesil eleştirel gerçekçi
olarak görülüyorlardı. Birinci nesli Franfurt Okulu’nu kuran Adorno,
Horkheimer ve arkadaşları, ikinci nesli Habermas ve izleyicileri oluştu-
ruyordu. Üçüncü nesli oluşturan Baskhar ve arkadaşlarının özellikle An-
drew Sayer’in yaklaşımı,5 postmodernist gelişmeler içinde bana en çekici
geleniydi. Özneller arası uzlaşmaya dayalı bir bilginin olanaklılığını kabul
ediyorlardı. Özellikle benim gibi bir plancı için cazip olan, değişebilecek
olanı değişmez gibi gösteren bir metodolojiyi reddetmeleriydi. Eleştirel
gerçekçilik, bilimsel bilginin olanaklılığını kabul etmesine karşın, bu bil-
ginin insanları şeyleştiren bir anlayışla kullanılmasına karşı çıkıyordu. Bu
tanışmadan sonra postmodernizm benim için ilginç olmanın ötesine geçti.

3 Panelde yapılan konuşmaların bir kısmı Hürriyet Gösteri dergisinin Mayıs 1992
tarihli 138’inci sayısına bir ek olarak verildi.
4 Bu kitaplar: Roy Bhaskar: Reclaiming Reality, Verso, London-New York, 1989. Roy
Bhaskar: Dialectic The Pulse of Freedom, London-New York, 1993.
5 Andrew Sayer: Methods in Socal Science, A Realist Approach, Routledge, London-New
York, 1992.

4
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 5

Eleştirel gerçekçiliği büyük ölçüde benimsedim, derslerimde kullanmaya


başladım. Bu yıllarda önemli coğrafyacıların büyük bir bölümü de eleşti-
rel gerçekçiliği benimsemişti.
Bilgi bilimsel bakımdan postmodernizmle ilişkim böyle gelişirken, bir
başka toplantı modernizmi tanımanın sadece eleştirmek için değil Türki-
ye’nin tarihini anlamak bakımından da önemini kavramama yardımcı
oldu. Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba 1994 yılında Massachussets Insti-
tute of Technology’de, Ağa Han Programı çerçevesinde “Türkiye’de
Modernleşme ve Ulusal Kimlik”6 toplantısı düzenlemişti. Bu toplantıya
Türkiye’den çok sayıda sosyal bilimci çağrılmıştı. Ben de “Bir Modern-
leşme Projesi Olarak Türkiye’de Kent Planlaması” konusunda bir bildiri
vermiştim. Bu bildiriyi hazırlamak için yaptığım okumalar sonucu bir ge-
leneksel toplumun modernleşmesi halinde, yaşanan değişmelerin dört bo-
yutuyla kavranmasının uygun olacağını kabul etmiştim. Bu dört boyutun
birincisinin modernleşmenin ekonomik yüzü olduğunu saptamıştım. Ka-
pitalist ilişkiler içinde, inorganik enerjiye dayanarak üretim yapan sanayi-
leşmiş bir toplumdan söz ediliyordu. Ürünler metalaşmış, emek ücretli
hale gelmiş, liberalist mülkiyet kurumsallaşmıştır. İkinci boyutu bilgiye,
ahlaka sanata yaklaşımıdır. Bu üç alanının birbirinden otonom olduğu ve
her bir alanda da evrensel olarak geçerli yaklaşımların geliştirilebileceğine
inanılmaktadır. Üçüncü boyutu geleneksel toplum bağlarından kurtul-
muş, kendi aklıyla kendini yönetebilecek bireyin doğmuş bulunmasıdır.
Dördüncüsü ise kurumsal boyuta ilişkindir. Bu da kısaca demokratik ulus
devletin kurulması ile ortaya çıkmıştır.
Modernleşmenin bu dört boyutuyla ele alınması benim için çok ay-
dınlatıcı oldu. Özellikle Cumhuriyet tarihini kavramam kolaylaştı. Cum-
huriyetin yöneticilerinin henüz gelişmiş bir modernleşme/ulus devlet inşa
etme kuramının bulunmadığı dönemde yaptığı uygulamaları daha iyi yerli
yerine oturttum. Böyle bir kuramın bulunmadığı dönemde yaptıkları gü-
nümüzün kuramlarıyla büyük ölçüde uyum içinde bulunuyordu. 1960’lı
yılların ikinci yarısında Türkiye’de Marksist kuramın ön planda olduğu
yıllarda, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan bazı devrimlerin, altyapı/üst-
yapı ikilemi içinde üstyapıya ilişkin olduğu saptanınca önemleri tartışma
konusu oluyordu. Oysa modernleşme kuramı bu genişlikte ele alınınca,

6 Sibel Bozdoğan Reşat Kasaba: Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, Mart 1998.

5
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 6

Cumhuriyetin ilk yıllarında olanları böyle bir dışlama yapmaya gerek kal-
madan değerlendirmek olanaklı hale geliyordu.
1990’lı yıllarda modernite ve postmodernite konusunda beni düşün-
meye ve çalışmaya iten bu fırsatlar benim sosyal bilimlere yaklaşımıma
yeni açılımlar getirdi, yaklaşımımı zenginleştirdi. Böyle bir deneyimi ya-
şamış olmaktan sevinç duyuyorum. Bu deneyimin etkisi içinde yazdığım
yazıları ya da yaptığım konuşmaları Toplu Eserlerin bu sekizinci cildi
içinde topladım. Bu ciltteki yazıları iki gruba ayırdım. Birinci grupta mo-
dernite, postmodernite konusunda yazdığım yazılar, ikinci grupta ise mo-
dernleşmeye ilişkin kavramsal çerçeveyi kullanarak yaptığım tarihsel
analizler yer alıyor. Bu yazılarda ortak bir modernleşme sınıflaması kulla-
nılıyor. Bu sınıflamada 19. yüzyıl ortalarından, 1923’te Cumhuriyetin ila-
nına kadar geçen süreyi “utangaç modernite”, Cumhuriyetin ilanından II.
Dünya Savaşı sonrasında çok partili rejime geçişe kadar olan dönemi
“köktenci modernite”, II. Dünya Savaşı sonrasından 1980’lere kadar uza-
nan dönemi “popülist modernite”, 1980 sonrasını ise “modernitenin aşın-
ması” olarak adlandırıyorum. 1980 sonrasında tabii ki hemen postmodern
bir dünyaya geçildiği iddia edilemez. Postmodern, modern içinden do-
ğarak gelişecektir. Bu nedenle 1980 sonrasında gözlenenleri modernite-
nin aşınması diye yorumlamayı tercih ettim.
Bu yazıların büyük kısmı Türkiye’nin kentleşme ve kent planlaması
tarihiyle ilişkilidir. Bu yazıların ilginç yanı, modernleşme kuramı çerçeve-
sinde geliştirildiği için kent ve kent planlama tarihini anlatırken yeni kav-
ramlar getirebilmiş olmasıdır. Eğer bu yazılar modernleşme kuramı
çerçevesi içinde yazılmasaydı bu yeni kavramlar geliştirilemeyecek ve bu
kavramlarının sağladığı açıklamalar ortaya konulamayacaktı. Önerdiğim
“modernist meşruiyet”, “aktörler ontolojisi” gibi yeni kavramlar zaman
içinde ortaya çıktı. Hangi kavramın, ilk kez hangi yazıda kullanıldığını, su-
nuşta her yazıyı kısaca tanıtırken vereceğim.
Modernizmin genel çerçevesi ve Türk toplumundaki dönemleri ko-
nusunda geliştirilmiş olan yaklaşım sadece kentlerin ve kent planlamanın
tarihinin anlatısının kurulması konusunda avantajlar sağlamıyor. Sağlık
ve eğitim tarihleri vb. için de çok uygun bir çerçeve oluşturuyor. Ancak
konuyu dağıtmamak için bu kitapta, sadece geliştirilen çerçevenin kent
ve kent planlaması tarihinin anlatımında kullanılmasına ilişkin örneklerin
toplanmasıyla yetindim.

6
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 7

Birinci bölümün ilk yazısı Postmodernizm Üzerine Düşünceler baş-


lığını taşıyor. Sanart’ın “Kimlik, Sınırsallık, Mekan” toplantısına hazırlık
toplantısında yaptığım konuşmanın metninden oluşuyor. Önce moder-
nizm ve postmodernizmden ne kastedildiği bir karşıtlık içinde ortaya ko-
nuluyor. Daha sonra üç postmodernist, Feyerabend, Lyotard ve Derrida
tanıtılıyor. Feyerabend anarşist çizgide bir bilgi kuramcısıdır. Lyotard Post-
modern Durum adını verdiği ve postmodernizm tartışmalarında merkezi
bir konum taşıyan kitabında bilgi alanında temsil krizini aşabilmenin yol-
larını aramaktadır. Bilimin meşruluğunu tartışmaya açmaktadır. Derrida
ise köktenci bir yorumbilim yapmaktadır. Metinlerin yapı sökümünü ya-
pıyor. O tarihte henüz Türkçede yapı sökümü sözcükleri kullanılmadığı
için, yazıda kullanılan terim “dekonstrüksiyon” oldu. Temelde postmo-
dernizmi tanıtıcı bir nitelik taşıyan bu yazı, aynı zamanda da benim post-
modernizmi öğrenme sürecimi yansıtıyor.
Birinci bölümün ikinci yazısını 7-9 Ekim 1992’de gerçekleştirilen Sa-
nart’ın “Kimlik, Sınırsallık, Mekan” sempozyumunda verdiğim bildiri
oluşturuyor. Ana toplantıda Postmodern Durum, Kültürel Parçalanma
ve Demokrasi konusunda konuşmam istenmişti. Bu yazıda özellikle pos-
modernist dünyanın özelliği olarak belirginleşmiş kültürel parçalanma
üzerinde duruluyor. Bu kültürel parçalanmanın mekanda kültürel kolajlar
oluşturduğu ve birbirleriyle ilişkilenme biçimleri üzerinde duruluyor.
Daha sonra bu kültürel parçalanmayla toplumda üretim süreçlerinde olan
dönüşümler ilişkilendirilerek, böyle bir parçalanmanın toplumu özgür-
leştirmede ne ölçüde etkili olabileceği irdeleniyor.
Postmodernizmle ilgilenmeye başladığımda yazdığım bu iki yazıdan
sonra ilgim eleştirel gerçeklik üzerine yoğunlaştı. Demokratik Düşün-
cenin Temellendirilmesi ve Eleştirel Kuram Üzerine Düşünceler baş-
lıklı bir yazı yazdım.7 Toplum ve Bilim’de yayımlandı.Bu yazıya Toplu
Eserlerin 10’uncu kitabında yer verileceği için burada ayrıca üzerinde dur-
mayacağım.
Kitabın ve birinci bölümün üçüncü yazısı Türkiye’de Siyasal Dü-
şüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı başlığını taşıyor. İleti-
şim Yayınlarının, Türkiye’nin düşünce yaşamı bakımından çok önemli bir

7 İlhan Tekeli: “Demokratik Düşüncenin Temellendirilmesi ve Eleştirel Kuram Üzerine


Düşünceler”, Toplum ve Bilim, sayı 63, Bahar 1994, s.102-121.

7
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 8

katkı olduğunu düşündüğüm, 9 ciltlik Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce


serisinin 3’üncü cildini oluşturan Modernleşme ve Batıcılık cildi için hazır-
lanmış bir yazı. Türkiye’nin yaşadığı modernleşme sürecini ele alarak bu
süreç içinde ortaya çıkan değişik türdeki siyasal düşünce akımlarıyla iliş-
kilendiriyor. Bu yazıda da diğer yazılarımda olduğu gibi modernleşmeye
ilişkin genel çerçeve ve dönemleme kullanılmıştır. Bu yazıda Osmanlı İm-
paratorluğunun son döneminde ve Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı top-
lumsal dönüşüm konusunda “Batılılaşma” kavramının kullanılması
yerine “modernleşme” kavramının kullanılmasının doğru olacağı konu-
sunda bir vaziyet alınmaktadır. Tabii ki modernleşme kuramının gelişme-
diği bir dönemde, bu süreç içinde yaşayanlar bu değişmeyi batılılaşma
diye adlandırmışlardır. Bu beklenilebilecek bir kavramsallaştırmadır. Ama
modernleşme kuramı geliştirildikten sonra modernleşmeyi kullanmakla
daha doğru bir referansa işaret edilmiş olacaktır. Ama modernleşme ku-
ramının gelişmesinden sonra batılılaşma kavramının kullanılmasının sür-
dürülmesinin gerisinde ise bazı ideolojik eğilimler olduğu ileri sürülebilir.
Modernleşme kavramı varken batılılaşma kavramının kullanılması değiş-
meye karşı gizil bir direnişin işareti olarak görülebilir. Batılılaşma kavra-
mının kullanılmasındaki ısrarın, olup biten değişmeler konusunda
taklitçilik diye adlandırılabilecek bir eleştirinin iması olarak görülebilir.
Böyle bir nitelemeyle köksüz olana atıf yapılmış olmaktadır.
Ayrıca batılılaşma kavramı kullanılırken, özcü içerikler taşıyan Batı ve
Doğu toplumları kavramlaştırmasına da dayanıldığı söylenebilir. Bu halde
sorun daha açık hale gelmektedir. Bu özlerin birbirine dönüşmesi ola-
naksız olduğu kabul edildiğinden, batılılaşmadan söz edildiğinde bir ba-
şarısızlıktan da haber verilmiş olmaktadır. Oysa modernleşme kavramının
kullanılmasında böyle bir sakınca bulunmamaktadır. Geleneksel toplum-
dan modern topluma geçiş evrensel ve her toplumun yaşaması gereken
bir süreçtir. Öyle ise modernleşme direnilmesi gereken bir şey olmaktan
çok hızlandırılması gereken bir süreç haline gelmektedir. Bu halde değiş-
meye olumlu bir yaklaşım söz konusudur.
Bu yazılarda modernleşme sürecinin bir toplumu iki kanalla etkilediği
kabul edilmiştir. Birincisi piyasa mekanizmasının yarattığı dinamiklerdir.
İkincisi ise devletin yöneticilerinin yaptıkları reformlardır. Birinci bölü-
mün ve kitabın dördüncü yazısı reform konusunu ayrıntılı olarak irde-
liyor. Reform Düşüncesi ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Re-

8
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 9

formları Üzerine Çözümlemeler başlığını taşıyan bu yazı TESEV’in


Devlet Reformu Projesinin parçası olarak hazırlanmıştır. Reformların bir
sosyal mühendislik projesi olma özellikleri üzerinde durularak, planlama
düşüncesiyle ilişkisi kuruluyor. Reformist yaklaşımların demokrasi açı-
sından da bir irdelemesi yapılıyor. Bu konuda reformistlerin karşı karşıya
kaldıkları, Türkiye’nin siyasal yaşamında sık sık üzerinde durulmuş olan
bir açmaz, Değişenin Değiştirme Zorunluluğu Var mı? başlıklı beşinci
yazıda ele alınıyor. Geç modernleşen/sanayileşen bir ülkede erken aydın-
lananlar bir sorun karşısında kalıyorlar. Sosyal mühendislik projeleriyle
bu değişmeyi hızlandırmak için çaba göstermeli midirler, yoksa toplumun
böyle bir değişmeye hazır hale gelmesini beklemeli midirler? Ben bu
konuya verilecek bir yanıtın, her zaman geçerli olduğu varsayılan bir ilkeye
göre saptanamayacağını düşünüyorum. Her olguyu kendi tarihselliği
içinde değerlendirmek daha hakça bir yaklaşım olacaktır. Altıncı yazı bir
siyasetçi için hazırlanmış kısa bir not, Kentlerin Kimlik Arayışını Ge-
leceğe Yöneltmenin Tarihselliği konusunu ele alıyor. Modernitenin tarih
bilincinin genellikle kolaylıkla unutulan, geleceğe yönelmesinin gereklili-
ğini vurguluyor. Türkiye’nin siyasal yaşamına egemen olan kimliği geride
bulmaya dönük arayışların modernite içinden bir eleştirisini yapıyor.
Birinci bölümün son iki, kitabın yedinci ve sekizinci yazıları, 2008
yılında Frankfurt Fuarında Türkiye’nin konuk ülke olması dolayısıyla dü-
zenlenen faaliyetler kapsamında, “Türkiye’nin Modernleşmesi Neye Ben-
ziyor?” sorusuna yanıt aramak için oluşturulan panelde yapacağım ko-
nuşma için yaptığım hazırlıklardan oluşuyor. Önce bu yazılardan yedincisi
hazırlandı. Bana verilen konuşma süresine göre uzun olduğu için, daha
kısa, dolayısıyla düşüncelerimin daha kristalize olduğu sekizinci yazıyı ha-
zırladım. Frankfurt Fuarında yaptığım konuşma da bu son yazının çizgi-
sinde oldu. Bu yazılar benim gecikmeli olarak modernleşen ülkelerin, tek
kanallı bir modernleşme çizgisini değil çoklu bir modernist çizgiyi izle-
diklerini kavramama yardımcı oldu. Avrupa’da modernleşme yaşanmaya
başladıktan sonra ve dünyayı dönüştürme iddiası taşıyarak dünyaya ya-
yılmaya başladığı zaman geç modernleşen ülkeler için bir modernite pro-
jesi haline geldiğini, normatif bir nitelik kazandığını, reformlarla bu
ülkelerin kurumsal yapılarının yeniden biçimlenmesini sağladığı görül-
mektedir. Modernleşmenin modernite projesi haline geldiğinde evrensel-
lik iddiasıyla tarihselliğini yitirdiğini fark ettim. Geç modernleşen/sanayi-

9
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 10

leşen ülkelerde reformlarla düzenlenen yeni kurumsal yapıların o ülkenin


kapital birikim süreçleri ve bireylerin kapasiteleriyle tutarlı olmadığı du-
rumlarda, yeni kurumsal düzenin öngördüğü gelişmeler yerine bazı em-
rivakiler ortaya çıkabilmektedir. İşte bu noktada tarihsel olarak farklı bir
modernleşme çizgisi ortaya çıkmaya başlamaktadır. Böyle bir modern-
leşme sürecinin işlediği fark edildiğinde, modernleşmenin modernite pro-
jesiyle elinden alınmış olan tarihselliği, bu emrivakilerle yeni modernleşme
çizgilerinin oluştuğu kabul edildiğinde, yeniden iade edilmiş olmaktadır.
Dokuzuncu yazıyla kitabın Türkiye’nin kentleşme ve kent planlama
deneyimini modernleşme kuramı çerçevesinde kavramaya çalışan yazılar-
dan oluşan ikinci bölümü başlamaktadır. Tabii, kentin dönüşümü ve kent
planlaması modernleşmenin tarihsel anlatılarını kurmak bakımından çok
uygundur. Temelde kent planlaması modernitenin bir çocuğudur. Bu
bölüm beş yazıdan oluşmaktadır. Dokuzuncu olarak, daha önce sözünü
ettiğim Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba’nın düzenlediği toplantıda ver-
diğim bildiri olan “Bir Modernleşme Projesi Olarak Türkiye’de Kent Plan-
laması” başlıklı yazıyı, tekrara düşmemek için kitaba almadım. Onun
yerine dokuzuncu yazı olarak Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde
Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması yazısını aldım. Bu yazı Cumhuri-
yet’in 75’inci yıldönümü dolayısıyla Tarih Vakfının, Bilanço 98 kitapları
içinde yayımlanmıştı.
Onuncu yazı Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Modernitesinde Plan-
lamanın Yeri başlığını taşıyor. 8-10 Haziran 1999‘da Mersin Üniversitesi
düzenlenen “Kamu Yönetiminde Planlamanın Kurumsallaşması” konfe-
ransı için hazırlanan bildiri. İlk kez bu kitapta yayımlanacak. Kent plan-
lamasının ötesine geçen bir kapsamda bir planlama tarihini kurguluyor.
Osmanlı modernleşmesine “utangaç” sıfatını yakıştırmaya ilk kez bu ya-
zıda cesaret etmişim.
On birinci yazı yine Türkiye’nin kent planlaması tarihi üzerinde du-
ruyor. Kent Tarihi Yazımı Konusunda Yeni Bir Paradigma Önerisi
başlığını taşıyor. Bu yazının İngilizcesi Harvard Üniversitesinde, Türki-
ye’nin üç büyük kentinin Cumhuriyet dönemindeki gelişme öyküsünü
değerlendirmek için 2005 Nisanında yapılan bir toplantıda sunulmuştur.
Ankara planlaması ağırlıklı bir yazı olduğundan Özcan Altaban’a armağan
olarak ODTÜ’de 2005’de yayımlanan Cumhuriyetin Ankara’sı kitabında
da yer aldı. Bu yazının benim modernleşme çerçevemin gelişmesi bakı-

10
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 11

mından ilginç yanı, kent planlaması için “modernist meşruiyet” kavramı-


nın geliştirilmiş olmasıdır. Modernist meşruiyet denildiğinde kentin
geleceğine ilişkin uzun erimli bir planın varlığı ve kentte yeni bir bina ya-
pacakların, bu planla uyumlu olarak hazırlanacak projeleri için belediye-
den yapım izni alacakları ve inşaat tamamlandıktan sonra oturma izni al-
maları sonrasında da bu binalarda yaşamaya başlamaları kastedilmektedir.
Daha kısaca ifade edecek olursak modernist meşruiyet, kenti “emriva-
kilere” kapamaktadır. Yazı okunduğunda görüleceği üzere bu kavram Tür-
kiye’deki kentlerin gelişmesini açıklamak bakımından büyük bir potan-
siyele sahiptir. Örneğin modernist meşruiyet kalıplarının ülkenin
gerçekleriyle tutarlı olmadığında, emrivakilerle nasıl aşıldığının en ilginç
örneklerinden birini gecekondular oluşturmaktadır. Modernist meşruiyet
kalıplarıyla gerçeklerin uyumsuzluğu dolayısıyla ortaya çıkan emrivakiler,
daha önce sözünü ettiğimiz, çoklu modernite çizgilerinin oluşmasının ge-
risindeki temel dinamik olmaktadır.
On ikinci ve on üçüncü yazılar 2009 yılında yaptığım çok yeni iki
konuşmadan oluşuyor. On ikinci yazı Modernleşme Sürecinde İstan-
bul Nüfus Dinamikleri Nasıl Değerlendirilmeli? başlığını taşıyor,
Osmanlı Bankası Müzesinin 10-11 Nisan 2009 tarihinde düzenlediği
“Aydınlanma IV. Sempozyumu”nda sunuldu. Modernleşme konusunda
geliştirmiş olduğum çerçeveyi nüfus alanına genişletiyor. Ancak nüfusun
kent mekanındaki dağılımı, kent planlamasıyla yakından ilişkili olduğu
için bu yazı kaçınılmaz olarak İstanbul’da kent planlamasının tarihiyle iç
içe gelişiyor.
On üçüncü yazı 11-12 Haziran 2009’da Yıldız Teknik Üniversitesinde
düzenlenen “Planlama ve Mimarlık Alanının Son On Yılı Sempoz-
yumu”nda açılış bildirisi olarak sunuldu. Türkiye’de Son Yıllarda Yaşa-
nan Gelişmeler, Kent Planlamasından Ne Bekleyebileceğimiz ve Ne
Beklememiz Gerektiği Konusunda Düşüncelerimizi Berraklaştırma
Gereksinmesini Artırıyor başlığını taşıyor. Kent ve kent planlaması ta-
rihine ilişkin daha önce yazılan yazılardan, 1980 sonrasında modernitenin
aşınması sırasında yaşananlara yoğunlaşması bakımından ayrılıyor. Bir an-
lamda daha önceki yazıları tamamlıyor.
Kanımca bu yazının en ilginç yanı hazırlanan planların toplumsal bağ-
lamlarıyla ilişkilendirmekte “aktörlerin etkileşme dokusu” ya da “aktörler
ontolojisi” gibi yeni bir kavramın geliştirilmiş olmasıdır. Kente ilişkin ak-

11
02 tekeli 8-modernite-sunus-sayfa 001-012:Layout 1 29.10.2009 22:22 Sayfa 12

törler ontolojisiyle kastedilen, kentin gelişmesinde ve yapılaşmasında et-


kili olan aktörler, kentin gelişmesini yönlendirmeye çalışan yöneticiler,
kullanıcılar ve STK’ların oluşturduğu ilgili aktörler kümesi içindeki ak-
törlerin göreli güçleri, zihniyetleri ve karşılıklı etkileşme biçimleridir. Bu
kavramın, hazırlanan planlarla, izlenen planlama süreciyle, toplumsal ya-
pının tutarlığının irdelemesinde çok yararlı olacağını düşünmekteyim. Ben
daha sonra yaptığım konuşmalarda da bu kavramı kullanmaya devam
ettim. On üçüncü yazıdaki bu kavram, 1960’lı yıllarda aktörler ontoloji-
siyle tutarlı olan kapsamlı akılcı planlamanın, 1980’li yıllar sonrasında ye-
niden şekillenen aktörler ontolojisi karşısında nasıl yetersiz kaldığının
ortaya konulmasında ve bu yetersizliğe çözüm olarak yükselen yeni bir
planlama paradigmasının özelliklerinin kavranmasında çok yararlı oldu.
Bu kitabın sunuş yazısının sonuna geldik. Toplu Eserlerin sonraki ki-
taplarında buluşmak üzere, iyi okumalar dileğiyle.

İlhan Tekeli
ORAN- Ankara, Haziran 2009

12
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 13

BİRİNCİ BÖLÜM

POSTMODERNİZM TARTIŞMALARI
ÜZERİNE DÜŞÜNCELER*

1. Giriş
Günümüzde özellikle sosyal bilimler yazınında iki tür ifade sık sık kul-
lanılmaktadır. Bunlardan birincisi başına “post” getirilerek kullanılan söz-
cükleri içermektedir; poststrüktürel, postendüstiriyel, postmodern, post-
marksist. “Post”larla anlatılmak istenen hem önemli bir değişme hem de
bir süreklilik. Bir anlamda bir aşılma gösterilmek isteniyor. İkinci olarak
ise bir çok şeyin bittiği ilan ediliyor; tarih bitiyor, ideoloji bitiyor, hüma-
nizm bitiyor, avangard bitiyor, temsil (representation) bitiyor. Bu bitişlerle
de kimi tükenişler anlatılmak isteniyor.
Tüm bu sözcükler önemli bir dönüm noktasına gelindiğini göstermek
için kullanılıyor. Ama bu değişikliğin ne kadar köktenci olacağı, tüm bilim
sanat ve ahlak anlayışlarını değiştirip değiştiremeyeceği konusunda hem-
fikir olmak söz konusu değil. Buna rağmen hemen hemen herkes olup
biteni bir ölçüde de olsa ciddiye alıyor, görmezlikten gelemiyor.
Postmodernizm tartışmalarının değirmenine üç farklı kaynaktan su ta-
şınıyor. Bunlardan birincisi Daniel Bell örneğinde olduğu gibi gelecekbi-
lim (futurology) çalışmaları. Bu çalışmalar genellikle teknolojinin nasıl
gelişeceğini, bu teknolojik gelişmelerin ne tür bir toplum ve ne tür kapi-
tal birikim biçimleri yaratacağını ele alırken, bu postendüstriyel toplum-

* Sanart’ın Kimlik Sınırsallık Mekan Ekim 92 Sempozyumuna Hazırlık Konferansları


(Mayıs 1991-Haziran 1992), Ankara, 1993 kitabında, s. 95-102’de ve İngilizcesi aynı
kitabın Idenity, Marginality, Space, Ankara 1992’de yayımlanmıştır. Ayrıca İlhan
Tekeli Modernite Aşılırken Siyaset, İMGE Kitabevi, Ankara 1999 s. 23-47’de
yayımlanmıştır.

13
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 14

ların kültürlerinin nasıl olacağı üzerinde kestirimlerde bulunmaya çalışı-


yor. Bu kestirimler büyük değişiklikler öneriyormuş gibi görünse de bir-
çok bakımdan büyük ölçüde bugünkü toplumsal yapının bir uzantısı olma
niteliğini taşıyorlar. İkinci tür yaklaşımlar ise çoğunlukla bir görgül çıkış
noktasına sahip. Sanat ve düşünce alanında yaşanmakta olan oluşumları
gözleyip, bu gözlemlerden giderek postmodernizmin ne olduğu üzerine
genellemelere gidiyorlar; Jameson ve Giddens’te olduğu gibi. Genellikle
saptadıkları bu özellikleri, toplumların evrimine ilişkin olarak benimse-
dikleri bir kuramsal çerçeve içinde yeni bir aşama olarak sunmaktalar. Ja-
meson, Mandel’in analizinden yararlanarak bu saptamaları kapitalizmin
üçüncü aşamasına oturtmaktadır. Giddens ise bunu radikalleşmiş moder-
nite diye adlandırmaktadır. Görgül olarak temellendirilmiş bu genelle-
melerin yeterli bir bütünlüğe sahip olduğu ya da tamam olduğu ileri sü-
rülemez. Bu bakımdan postmodernizmin kapsamını belirlemekte yeterli
bir yaklaşım olup olmadığı tartışılabilir. Üçüncü gruptakiler ise doğru-
dan, modernizmin bilgiye ve bilime yaklaşımını sorguluyor ve bilgiye ve
bilime yaklaşımda bir kopuşu öneriyorlar. Bu kopuşun insanları duyguda
ve düşüncede özgürleştirmeyi amaçladığı açık. Ama önerdikleri bilgiye
yaklaşımı benimseyecek toplumların, kendilerini yeniden üretip üreteme-
yeceğini sorgulamıyorlar. Böyle bir kaygı sorunsalları içinde yer almıyor.
Bu yazıda postmodernizmin eleştirisinden çok onun bir tanıtımı ya-
pılmak isteniliyor. Bu tanıtım yapılırken de daha çok üçüncü gruba so-
kulan yaklaşımlar üzerinde durulacak. Böyle bir tanıtımı yapabilmek için
önce modernist düşüncenin ne olduğu ve nasıl geliştiği üzerinde durula-
cak, daha sonra da postmodernist düşüncenin özellikleri betimlenecek ve
bunun önde gelen kuramcılarından Feyerabend, Lyotard ve Derrida’nın
ele alışları üzerinde durulacak. En son olarak da post modernist düşün-
cenin kent planlaması üzerindeki yansımaları ele alınacak.

2. Modernizmin Özellikleri ve Gelişimi Üzerine


Modernizm bir aydınlanma projesi olarak ortaya çıkmış ve zaman
içinde bazı değişmeler göstererek günümüze kadar gelmiştir. Aydınlan-
macılık, 18. yüzyılda, akılcı bilim anlayışıyla insan düşüncesini dinin bas-
kısından kurtararak özgürleştirme işlevini görmüştür. Ama akılcılık,
zaman içinde nitelik değiştirerek bu özgürleştirici işlevini kaybetmesi ne-
deniyle günümüzde eleştiri konusu olmaya başlamıştır.

14
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 15

Aydınlanma felsefesi; bilim, ahlak ve estetik alanlarını birbirinden ya-


lıtlamış, ayrı ayrı alanlar olarak ele almıştır.
Aydınlanma projesi temelde ister doğa bilimi olsun ister toplum bi-
limleri olsun nesnel olarak kurulabileceğini kabul etmektedir. Bu kabul
dış gerçekliğin tek bir doğru temsil biçimi olacağı inancına dayanmakta-
dır. Bu kabuller yapılınca her soruya tek bir doğru yanıt bulunacağı da
kabul edilmiş olmaktadır. Gerçek, başlangıçta, yeterli biçimde, yani tam
bir nesnellikle temsil edilmese bile zaman içinde bilimin gelişmesiyle buna
adım adım yaklaşılacak mutlak gerçeğe tam olarak ulaşılmasa bile çok ya-
kınına gelinecektir.
Ahlak ve hukuk alanında ise aydınlanma projesi, bu alanların evrensel
geçerliliği olacak biçimde kurulabileceğini kabul etmektedir. Bunun ku-
rulabilmesi ise insanların, evrensel, değişmez, ebedi özellikleri olduğuna
ve bunların ortaya çıkarılabileceğine inanılmasını gerektirmektedir.
Aydınlanma sanata ise kendi iç mantığına göre kurulabilecek otonom
bir alan olarak yaklaşmaktadır. Sanat alanında hem yakın çevresinden hem
yakın geçmişinden farklı olma bilinci bulunmaktadır. Baudelaire’in ta-
nımlamasıyla hem geçici hem de kalıcı olmanın gerilimini taşımaktadır.
Aydınlanma projesi, bilime, ahlaka ve sanata ilişkin bu kabullerinin ve
temelde insanın aklına güvenmenin, o zamana kadar görülenden daha
özgür, daha eşitlikçi, insanların daha mutlu olacağı toplumların gelişme-
sine neden olacağını savunmaktaydı.
Bu kabullerin ortaya çıkardığı, üzerinde durulması gereken bazı
önemli sonuçlar vardır. Eğer insanların evrensel değişmez niteliklerine
göre bir ahlak kurulabiliyorsa ve bilgi nesnel olarak ve akla dayanarak
doğanın ve toplumun yasalarını ya da sırlarını açıklayabiliyorsa, öncü elit-
lerin, plancıların, uzmanların vb.lerin topluma yol göstermeleri için gerek-
çeler var demektir. Bu yol gösterme evrensel olan değerleri gerçekleştir-
mek için bilgiye dayanarak, bilen kişilerce yapılacaktır. Bilgi ise sürekli
gelişen temsil (representation) içinde birikerek gelişecektir. Bir kez bilgi-
nin birikerek gelişmesi kabul edilince ilerleme ve gelişme fikri, moder-
nizmin ana çizgilerinden biri olarak kendisini kabul ettirecektir.
Toplumda ilerlemenin, çoğunlukla da doğrusal bir gelişme çizgisinin
benimsenmesi, toplumların evrimsel kuramlarının belirlenmesini getiri-
yordu. Böyle üst anlatıların oluşması, tarihin öykü çizgilerine düzen ge-
tiren çerçeveler oluşturuyordu. Böyle çizgilerin varlığı, nesnel olduğu

15
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 16

kabul edilen bilime dayandırılınca, bu çizgide toplumların ilerlemeleri


evrensel bir toplumsal amaç haline geliyor ve uzmanların bunu gerçek-
leştirmek için “araçsal aklı” kullanmaları meşruiyet kazanıyordu. Bu ise
bireylerin özgürlüğünün sınırlanmasını getiriyordu. Aydınlanmanın baş-
langıcında insanları özgürleştiren akılcılık, bu şekilde zaman içinde “araç-
sal akıl” ya da “teknik akıl” haline gelerek onların özgürlüğünü sınırlayan
bir nitelik kazanıyordu.
Modernizmi sadece bilgiye yaklaşımıyla kavramaya çalışmak, bu yak-
laşımın toplumsal işlevlerini kavramamız açısından yeterli olmaz. Aynı
zamanda da ne tür bir toplum içinde yer aldığına, bu toplum içinde ne tür
işlevler gördüğüne de bakmakta yarar vardır. Modernizm belli özellikleri
olan bir toplum içinde yer alıyor ve ondan etkileniyordu. Modern top-
lumu gelenekselden ayıran özellikler; hızlı değişme, bu değişmenin tüm
yeryüzünü kapsaması ve kendine özgü kurumsal yapılar geliştirmesiydi.
Bu toplumdaki üretimde organik olmayan enerji kaynakları kullanılıyor,
ürün metalaşıyor, ücretli emek ortaya çıkıyor ve nihayet ulus devlet do-
ğuyordu. Bu toplumsal sistemin işlerliği için bu ulus devletin sınırları
içinde, bir dayanışma duygusu olan, hareketliliği yüksek, sürekliliğe sahip,
kültürel homojenliği olan, birbirleriyle anonim ilişkiler içinde olan birey-
lerin oluşması gerekmektedir. Geleneksel tarım toplumundan modern
topluma geçebilmek için toplumsal ilişkilerin kısa aralıklı bir zaman ve
mekandan, başka bir deyişle yerel bağlamından koparılıp çıkartılması,
daha belirsiz, daha aralıklı bir zaman ve mekan bağlamına yeniden otur-
tulması gerekir. Toplumsal ilişkilerin yerel bağlamdan kurtarılıp yeni ve ye-
rele bağımlı olmayan bir zaman ve mekan bağlamına oturtulması demek,
toplumdaki kişilerin eskiden bilmedikleri tehdit ve risklerle karşılaşması
demektir. Toplumda bu yeni risklere karşı da yeni güvence mekanizmaları
ya da yolları geliştirilmek durumundadır. Bunun gerçekleştirilmesi için
güçlü bir geleceğe ya da ilerlemeye yöneliş, bu yönelime de yol göstere-
cek uzmanlıkların oluşumu ve bunlara yüklenen güven ile yeni bir insan
ilişkileri kalıbı ve semboller siteminin kurulması gerekecektir. İşte mo-
dernizmin bilime ve ahlak alanına yaklaşımının ulus devlet aşamasını ger-
çekleştiren toplumun bu gereksinmelerini karşılamakta işlevsel olduğu
söylenebilir.
Modernizm projesi de toplumsal gelişmeden etkilenerek bazı deği-
şiklikler geçirmiştir. Tek bir temsil biçiminin (mode of representation) ol-

16
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 17

duğu kabulü, dünyada sosyalist hareketin gelişmesiyle birlikte gevşe-


meye, onun yerini evrensellik savlarını da koruyan, bir relativizm almaya
başlamıştır. Bir başka gelişme ise bilimin eylemin tek yol göstericisi kabul
edilmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu inanç bilginin uygula-
mada başarılı olmasını gerektiriyordu. Oysa başarısızlık şu ya da bu şe-
kilde ortaya çıkıyordu. Bu da geriye dönerek bilgiyi etkiliyordu. Uygu-
lamada kullanılan bilginin, başarısına yada başarısızlığına göre geriye
dönerek bilgiyi etkilemeye başlaması sonucunda geriye dönüşlü (refle-
xive) düşünce biçimi gelişmeye başladı. Bu aslında bilginin uygulamayı
denetlemesini sürdürülebilmesi için gerekliydi. Ancak bu, bir anlamda
da aklın öneminin azalması demekti ve modernizm bakımından önemli
bir dönüm noktasını gösteriyordu. Böylece insan eylemlerinin, toplum-
sal gelişmenin sistematik bir bilgisini kurabileceği konusunda bir şüphe
belirmeye başlıyordu.
Modernizmin bilgiye yaklaşımında değişmeler olurken insana yakla-
şımı da eleştirilmeye başlıyordu. İnsanın değişmez özelliklerinin ve özü-
nün bulunacağı savı metafizik olduğundan sorgulanıyordu. Nietzsche
böyle bir öz varsa, bu özün ancak Dionysus mitinde bulunabileceğini,
bunun da “yıkıcı yaratıcılık” ve “yaratıcı yıkıcılık” olduğunu söylüyordu.
Böyle olunca insanın kendisini olumlamasının tek yolu, eylem yapması
isteğini açık hale getirmesiydi. Tabii ki böyle bir öz kabul edilince mo-
dernizmin teknik aklının yol göstericiliğine olanak kalmıyordu. Nietzsche
aydınlanmanın insanları özgürleştirme çabasına daha çok estetiği öne alan
bir stratejiyle katılmaya çalışıyordu. Ona göre sanat ve estetiğin iyi ve kö-
tünün ötesine geçebilme gücü vardı.
Bu ve başka örnekler modernizmin zaman içinde gelişerek yeni de-
ğişmelerin tohumlarını taşır hale geldiğini gösteriyor, postmodernizm de
işte bu gelişmeler içinde doğuyor.

3. Postmodernizm Denilince Anlaşılanlar


Postmodernizm her türlü belirlenmenin karşısında vaziyet alıyor. İster
zaman içindeki gelişmelere ilişkin üst anlatılardan olsun ister bir bütünün
parçası olarak görülmekten kaynaklanan olsun, tüm belirleyici söylemler
kuşkuyla karşılanıyor. Böyle olunca determinizmin, yani belirlenmenin
yerini, bir arada bulunma, bir yerel bağlam içinde yer alma ya da “con-
textual analiz” alıyor. Bir yapı oluşturma ya da sistem kurmanın yerine

17
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 18

kolaj, montaj geçiyor. Bir toplulukta bütünlük, homojenlik, süreklilik ve


belirlenimler görmenin yerini, parçalanma, farklılık, belirlenemezlik, kaos,
geçicilik ve süreksizlik görme alıyor.
Postmodernizm dış gerçekliğin nesnel ve kararlı temsil edilebileceği
inancının bir aldanış olduğunu kabul ediyor. Bu durumda epistemolojiyi
reddederek onun yerine yorumbilimi (hermeneutic) koyuyor. Bu, dış ger-
çekliğin varlığının reddi anlamına gelmiyor. Postmodernizm bu tartış-
madan kurtulmanın yolunu metin üzerinde çalışmakta görüyor. Görgülü
algılamanın yerini okuma alıyor. Böylece epistemolojinin çözülüşü ya da
bitişi kabul edilerek, onun yerini metnin ya da söylemin yorumlaması
alınca, bunların her biri ya Foucault’ta olduğu gibi “güç söylemi” ya da
Lyotard’da olduğu gibi bir “dil oyunu” niteliğini kazanıyor. O zaman da
bu metinlerden birinin diğerine üstünlüğü kalmıyor.
Nesnel gerçekliğin bilgisinin olamayacağı kabul edilince, bu bilgiye
sahip olmanın aydına ya da elite yüklediği öncülüğün, yol göstericiliğin
dayanağı kalmıyor. Onun belki de tek sorumluluğu soru sormaya, eleşti-
rici olmaya indirgeniyor. Başkasının adına karar vermek olanağı kalmı-
yor, karar, sahibine, yani bundan doğrudan etkilenecek olana bırakılıyor.
Kararın başkasına bırakılması yalnız epistemolojinin ve temsilin tüke-
nişiyle ilgili değil, aynı zamanda metafizik insan kavramının tükenişiyle de
yakından ilgili. İnsan bilimi geliştirmek için yapılan yapısalcı çabaların,
insanın evrensel değişmez özünün bulunabileceği düşüncesi metafizik ola-
rak görülüyor. Bu noktaya gelinince evrensel bir ahlakın kurulması ümit-
lerin de tükendiğini kabul etmek gerekiyor.
İnsanın yaşadığı toplumda bir bütünlüğün bulunduğu ve onun tara-
fından belirlendiği yadsınınca, kişinin benliğinin de kişinin parçalanmış
deneyi içinde çözüleceğini de kabul etmek gerekiyor. Bunun da bütün-
lüğü kalmıyor. Bu durumda kişinin uyum sorunlarının niteliği de değişi-
yor. Bütünlüğü ön plana çıkaran modern toplumda, kişinin yabancılaşma
ya da paranoya duygusunun altında bulunması söz konusu olurken, par-
çalanmayı ön plana çıkaran postmodern toplumun kişisi şizofrenik etki-
ler altında bulunuyor.
Sanatta elitist dışı seçmeler meşrulaşmaktadır. Serbest piyasa popüliz-
minin beğenileri ön plana çıkmaktadır. Baudelaire’in modernizmi tanım-
larken dayandığı geçici ile kalıcı arasındaki gerilimin kalıcı yanı ortadan
kalkmıştır. Geçicilik, süreksizlik, parçalanma ve kaos yanı kalmıştır. Buna

18
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 19

paralel olarak bir derinlik arayışı kaybı olmuştur. Yüzeysele razı olun-
muştur.
Modernizmde bilim ahlak ve sanat alanları arasında bulunan aşılamaz
ayrım postmodernizmde anlamını yitiriyor. Epistemolojinin yerini yorum
bilim alınca ahlak alanı ile bilimin ayrımının da anlamı kalmıyor.
Postmodernizmin kabullerinin de toplumsal sonuçları vardır. Her türlü
belirlenmenin karşısında bulunan postmodernizm tarih içinde belirlen-
menin de karşısındadır. Toplumsal ilerlemenin olabilirliğini kabul etme-
mektedir. Bu, olayların ve olguların zaman içinde belli bir sırayı izlemesi
zorunluluğundan da vazgeçmek demektir. İşte bu noktada postmoderniz-
min özel bir anlam kazanan terimi “historicity” ortaya çıkar. Belki de bu
terimi anlatmanın en iyi ifadesi, “mekanda kolaj ne ise zamanda ‘histori-
city’ o demektir” olabilir. Zaman ve mekanın simetrik konumu kolaj ile
“historicity”de simetrik hale getiriyor. Modernizm düşüncesi olayların ve
olguların kronolojik sıralanışında kesinliği gerektirirken, postmoderniz-
min “historicity” kavramında zamandaki sıralamada böyle bir kesinlik aran-
maz, anakronik ve zamanında olmayanların oluşturabileceklerinin bulun-
masını sürdürmek ister. Historicity’de bir anlamda geçmişin günü
kurmakta kullanılabilmesi içerilmektedir. Ama bu kullanımda, tarihi olana
bir üstünlük atfedilmez, ona özel bir saygı duyulmaz. Bu kullanım, tarihi
bir tür talan etmedir, ondan kopmanın ya da kurtulmanın yoludur.
Kısaca modernizme referansla özeliklerini tanımlamaya çalıştığımız
postmodernizmi henüz gerçekleşmiş bir dönüşüm olarak görmek doğru
olmaz, hatta böyle bir dönüşümün başladığını bile söylemek zordur,
bunu, böyle bir geçişin olabilirliğinin farkında olmak diye yorumlamak
daha doğru olacaktır.

4. Üç Postmodernist; Feyerabend, Lyotard ve Derrida’nın


Yaklaşımları
Postmodernist düşüncenin gelişmesine katkıda bulunan çok sayıdaki
düşünür arasından bu üçünün seçilmesi hem aralarında bazı farklılıklar
bulunması hem de adlarına çok sık referans verilmesi yüzündendir. Bun-
ları sırasıyla ele alalım.
Paul Feyerabend anarşist çizgideki bir bilgi kuramcısıdır. Feyerabend
toplumları ve toplumda yaşayanları bilim de dahil tüm ideolojilerden kur-
tarmak istemektedir. Feyerabend bilime bir üstünlük tanımamakta birbi-

19
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 20

rine rakip ideolojilerden herhangi biri olarak görmektedir. 17 ve 18. yüz-


yılda bilim, aydınlanmanın ve özgürleşmenin bir aracı olmuştur. Önemli
bir yarar sağlamıştır. Bu yüzyıllardaki yararı, bugün de yararlı olmasını
gerektirmez. Bugün devletle bütünleştiği için bu özgürleştirici işlevini
kaybetmiştir. Bilim araçsal bir akılcılıkla kullanıldığı için köleleştirici bir
işlev yüklenir hale gelmiştir.
Bilim, önermelerinin dıştaki gerçekliğe tekabül ettiği, yani doğru ol-
duğu iddiasında bulunmaktadır. Feyerabend’e göre bir ideolojinin doğ-
ruluğu savı onun dogmatik savunmasından başka bir şey değildir. Ayrıca
insanların gerçeği izlemesi için bir zorunluluk yoktur. İnsanın yaşamı bir-
çok başka düşünce tarafından da yönlendirilebilir. Gerçek (truth) sadece
bunlardan biridir.
Feyerabend’e göre bilimin diğer ideolojilere üstünlüğü gösterilemez.
Hem metodoloji kökenli savlarla bilimin mükemmelliği kurulamaz. Ku-
ramların olgularla tekabüliyeti sıkı bir şekilde kurulamamaktadır. Çünkü
bizim olguları algılamamız büyük ölçüde kuramlar tarafından etkilenir. Ku-
ramlar ancak başka kuramlara referansla varlıklarını korumaktadır. Bir teo-
rinin geçerliliği daha kapamlı bir kurama göre kurulmaktadır. Bu nedenle
bir kuramın diğerine üstünlüğü gösterilemez. Bir kuram Popper’e göre yan-
lışlığı gösterilirse elenmektedir. Bu çok sıkı bir kuraldır. Feyerabend’e göre
pratikte böyle bir elenme olmamaktadır. Gerçekte bilgi alanı birçok alter-
natif kuramın bir arada bulunduğu, bir arada yaşadığı bir alandır. Yani her
şey olabilmektedir. Bilimin metodolojik olarak mükemmelliği kurulama-
dığı gibi uygulamaya yol göstermekteki üstünlüğü de gösterilemez. Bu ta-
rihteki birçok örnek olaya bakılarak kolayca gösterilebilmektedir.
Bilimin bugün için görünürdeki üstünlüğü, sahnenin işine gelir bi-
çimde düzenlenmesi yüzündendir. Bugün eğitimde bilim, yüz yıl önce
dinin okutulduğu gibi okutulmaktadır. Devlet ile bilimin bu bütünlüğü
ayrılmadan bilginin özgür gelişimi olamaz.
Dünyanın düşünce gelenekleri içindeki hıristiyanlar, müslümanlar, ras-
yonalistler, marksistler, hatta liberalistler için tek bir gerçek vardır. Bun-
ların hepsi bu tek gerçeğin egemen kılınmasını isterler. Onlar için tolerans,
bu gerçeğin dışında olanın, bu gerçeğe gelmesi için güler yüz gösteril-
mesi demektir. Oysa tolerans, bu gerçekle, bu gerçeğin dışında olanların
birlikte yaşamasına olanak vermektir. Feyerabend’e göre bir toplum, bilim
de dahil tüm geleneklere eşitlik sağlamalıdır.

20
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 21

Feyerabend, bilginin üstünlüğü inancının aydınlara toplumda ayrıca-


lıklı bir yer sağladığını belirterek relativizmin aydınların toplumdaki ye-
rini tehdit ettiğine dikkati çekmektedir. Feyerabend’e göre temel kuramsal
sorun akıl ile uygulama arasındaki ilişkiyi kaldırmaktır. Akıl ile uygulama
arasındaki ilişkiyi kurduğunu söyleyen uzmanların kararları çoğu kez ön
yargılıdır, güvenilir değildir, dışarıdan denetlenmelidir. Özgür yargılama
“gerçeğin ve uzman kanaatinin” üzerindedir. Bu nedenle bilim sokaktaki
adam tarafından denetlenmelidir.
Jean François Lyotard, “Postmodern Durum’’ adını verdiği, bu konu-
daki tartışmalarda çok yankı uyandırmış olan kitabında, dünyadaki en ge-
lişmiş toplumlarda bilginin durumunu betimlemeye çalışmıştır. Lyotard’ın
probleme temel yaklaşımı, temsil krizini (crisis of representation) aşabil-
menin yolunu aramaktır. Bunu temsile dayanan bilim pratiklerinden, tem-
sile dayanmayan pratiklere sıçrayarak yapmaya çalışmaktadır. Bunun için
de dildeki incelemelere, yani dilbilime (linguistic) başvurmaktadır. Bunu
yaparken de dilbilimin pragmatiğini ön plana çıkarmaktadır. Lyotard’ın
bilgi ve bilim bakımından temel görüşü bir “consensus” arayışı olmayıp,
bir paraloji (mantığa aykırı) pratiği olarak kararsızlıklar arayışı olduğu bi-
çimindedir. Artık bilginin iç tutarsızlıklardan kurtulabileceğini umma-
maktadır.
Lyotard, bilimin sadece gerçeği (truth) aramadığını aynı zamanda da
kendini meşrulaştıran söylemi oluşturduğunu söylemektedir. Bu işlevi fel-
sefe görmektedir. Her modern bilim bir üst söylemle (metadiscourse)
kendini meşrulaştırır. Tinin diyalektiği, anlamın hermeneutiği, öznenin
özgürleşimi ya da zenginliğin yaratımı gibi (grandnarrartive) üst anlatı-
lar bu işlevi yerine getirmektedir. Lyotard’a göre postmodernizm bu üst
anlatılara kuşku ile bakmaktadır, bunlar çökmüştür. Bunun nedeni de me-
tafiziğin ve üniversitenin krize uğramasıyla ilgilidir. Postmodern bilgi artık
otoritelerin bir aracı değildir, farklılıklara duyarlılığımızı artırmakta, bizim
ortak olarak kabul edilene uymayana tolerans gösterme kabiliyetimizi yük-
seltmektedir.
Lyotard, bilgisayarlaştırılmış ve bilginin üretiminin esas gücü haline
geldiği ulus devletin, geçmişte toprağını korumada gösterdiği duyarlılığı
şimdi bilginin kontrolünde göstermeye başladığı toplumlardaki meşru-
laştırma işlevinin yerine getirilmesinde bilginin konumunu ele almaktadır.
Bu işlev iki tür bilgi tarafından yerine getirilmektedir. Bilimsel bilgi tüm

21
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 22

bilgi alanını kapsamamaktadır. Bununla yarışan, çelişen bir bilgi çeşidi


daha vardır, o da “anlatı’’dır (narrative). Bu ikinci tür bilgi geçmişte ol-
duğu gibi günümüzde de işlev görmektedir.
Bilimin meşruluğu sorunu Platon’dan beri kanun koyucunun meşrui-
yetiyle ilişkili görülmektedir. Neyin doğru olduğuna karar verme hakkı,
neyin haklı (adil) olduğu kararını vermeden bağımsız kalamamaktadır.
Yani bilim denilen dil ile ahlak ve politika denilen dil arasında bir iç ba-
ğıntı vardır. Günümüzde ise bilim, yeni teknolojiler yoluyla egemen güç-
lere daha da çok teslim olmuş durumdadır. Bilgi ve güç aynı sorunun iki
ayrı yüzüdür. Bilgisayar çağında bilgi sorunu daha çok hükümet sorunu
haline gelmiştir.
İşte bu olguyu analiz edebilmek için Lyotard yöntem olarak Witt-
genstein’ın başka bir amaçla geliştirdiği “dil oyunları” kavramından ya-
rarlanmaktadır. Dil oyunları ile kastedilen değişik söylenim türlerinin
kuralları içinde kalarak sürekli bir mücadelenin sürdürülmesidir. Bu dil
oyunlarının özelliklerini Wittgenstein şöyle tanımlamıştır. 1) Dil oyunla-
rının kuralları kendi içlerinde kendi meşruluklarını taşımazlar ama oyun-
cular arasında açık ya da üstü kapalı olarak üzerinde uzlaşılmıştır, 2) eğer
kural yoksa oyun da yoktur, kuraldaki en küçük değişiklik oyunu değişti-
rir. Kurala uymayan bir ifade ya da hamle oyuna dahil değildir, 3) her
ifade oyunda bir hamledir. Konuşmak mücadele etmektir. Bu mutlaka ka-
zanmak anlamında değildir. Bir hamlenin keşfedilmesinden alınan tad için
de yapılmaktadır. Dil ve sözün gelişimi sürecinin arkasındaki kelimelerin,
ibarelerin anlamının sürekli değişiminin keşfi de büyük haz vermektedir.
Ama bu haz bile bir tür başarıya bağlı olacaktır. Bir toplulukta heterojen
öğelerden oluşan değişik dil oyunları yer almaktadır. Bunlara dayanarak
sadece yerel determinizmler oluşturulabilmektedir.
Meşrulaştırmada dayanılan toplumsal bağ ancak dil hamlelerinde ya da
dil oyunlarında gözlemlenebilecektir. Bu gözlemi yapabilmek için de top-
luma hangi temsili tasarım içinde yaklaşıldığına açıklık kazandırmak ge-
rekecektir. Modern düşüncede genel hatlarıyla toplumları iki farklı
kavramsal betimleme biçimi vardır. Bunlardan birincisi topluma kendi
kendini düzenleyici işlevsel bir bütün olarak bakmaktır. Buna göre siste-
min esas amacı girdileriyle çıktıları arasındaki ilişkileri optimize etmek ve
performansını etkinleştirmektir. Bu yaklaşım teknokratlara çok çekici gel-
mekte ve onları sistemi tek ve bütün pratiklerle yönlendirme eğilimine it-

22
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 23

mektedir. Bunu Horkheimer “akıl paranoyası” olarak adlandırmıştır. İkin-


cisi Marksizmin toplum modelidir. Bu çatışmacı eleştirel model içinde bil-
ginin işlevi farklı olacaktır. Modern toplumlarda toplumun iki farklı türde
modelleştirilmesi ya da temsil edilmesi, birbiriyle yarışan iki model olarak
varlığını korurken, iki farklı bilgi yaklaşımı da sürekli olarak kendilerini ye-
niden üretebilmişlerdir. Bunlardan birini seçmenin yolu bulunamaz, bu
seçim keyfi olmak durumundadır. Modernizm seçme sorunundan kaçın-
manın yolu bilgiyi ikiye ayırmakta bulunmuştur. Bunlardan birincisi doğ-
rudan maddelere ve insana uygulanacak sistem içinde üretici güç olarak
işleyecek pozitivist bilgidir. Diğeri ise değerler ve amaçlar üzerinde duran,
eleştirel, düşünsel ya da yorumsamacı bilgi olmuştur.
Postmodernizmde bilgiyi böyle ikiye ayırmak artık bir çözüm olmak-
tan çıkmaktadır. Ulus devletler, partiler, kurumlar, tarihsel gelenekler çe-
kiciliğini kaybetmektedirler. Bunlara ve üst anlatıların çökmesine bakarak
toplumsal bağların tamamen çözüleceği, atomlaşmış bireylerden oluşan
toplulukların ortaya çıkacağı düşünülmemelidir. Bir kişi tek başına çok
şey ifade etmez, ama hiç bir kimse bir ada değildir. Her kişi eskisinden
daha hareketli ve karmaşık bir ilişkiler ağında var olmaktadır. Bir top-
lumdaki en az ayrıcalıklı kişi bile tamamıyla güçsüz değildir. Bu ilişkiler
ağı içindeki kişilerin toplumsal bağlarının nasıl kurulduğu bir “dil oyunu”
sorunu olmaktadır. Bu bağın kavranmasında toplumsal ilişkilerin sadece
iletişim anlayışı çerçevesi içinde düşünülmesi yetersiz kalmaktadır. Top-
luma bu biçimde, bilginin iletişimi ile çalışan bir “cybernetic” makine ola-
rak bakmak yetersizdir. Böyle bir makine ancak önceden verilen bir
programı gerçekleştirebilir. Bilginin “cybernetic” makine dışındaki etki-
sini, toplumun agonistik (münakaşayla istediğini elde etme) yönü sağla-
maktadır. Bunun için de dil oyunlarına eğilmek gerekmektedir. Toplumda
yeni olanı anlamak için dil oyunlarını ele almak gerekir, sadece “innova-
tion” üzerinde durmak yeniyi açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bu ne-
denle toplumsal bağların niteliğini kavramakta dil oyunları özellikle önem
kazanmaktadır. Bu bağların niteliğini belirleyecek olan potansiyel dil ham-
leleri üzerine toplumsal kurumların koyduğu sınırlar değişmez değildir.
Bunu da değişme içinde kavramak gerekir.
Lyotard, toplumsal bağın doğasını incelerken dil oyunlarının işlevine
açıklık kazandırdıktan sonra, anlatı türü (narrative) ve bilimsel bilginin
pragmatiğini ele almaktadır. Anlatı alışılmış genel olarak günlük hayatta

23
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 24

kullanılan bilginin özlü bir biçimidir. Dil oyunlarında kullanılan bilgi de


anlatı türündendir. Gücünü ve ehliyetini ifadede ana biçim olarak anla-
tıyı benimseyen bir topluluğun geçmişi hatırlamasına gerek yoktur. An-
latılar geçmişe referans veriyormuş gibi görünseler de bunlar gerçekte
tamamen güncele aittir, geçmiş buna anlamına önem vermeden okunan
bir ezber gibi eklenmiştir. Bilimsel bilgi öyle bir dil oyunu gerektir-
mektedir ki diğerlerinden ayrılan biri korunsun, tüm diğerleri elensin.
Korunanı belirleyen ölçüt ise onun doğru olması ya da dış dünyada ge-
çerliliğinin sınanmasıdır. Bu niteliği ile toplumsal bağın kurulmasına yar-
dımcı olan anlatılardan farklıdır. Toplumsal bağın kurulmasına doğrudan
katkıda bulunmaz ancak dolaylı olarak yardımcı olur. Bilimsel bilgi her
zaman yanlış çıkarılabilecektir. Yanlış çıkarılma yoluyla gelişen bir bi-
rikme süreci içindedir. Yanlış çıkarılanın yerine geçen eskisinden daha ço-
ğunu açıklayacaktır. Böylece bilim oyunu zaman içinde gelişen bir
yapıdadır, yani hem bir anı hem de bir projedir. Bir bilimsel bilginin ge-
çerliliği anlatısal bilgi ile sınanamaz, aynı biçimde de anlatısal bilginin
geçerliliği de bilimsel olarak gösterilemez. Her ikisinin geçerlilik ölçüt-
leri farklıdır.
Bilimsel bilginin meşrulaştırılması sorunu Plato’nun diyaloglarında da
vardır. Burada bilimin meşrulaştırılmasına çözüm, bilimin içinde değil
bunun dışındaki anlatıda bulunmaktadır. Modern bilimde ise meşrulaş-
tırmada iki özellik ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi meşrulaştırmanın
dışta değil bilim oyununun içinde gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Bir ka-
nıtlamayı nasıl kanıtlarsınız sorusunun yanıtını metafizikte bulma çabası
terk edilmiştir. Doğruluğun koşullarının ne olduğu sorusunun yanıtı bi-
limsel oyunun içine alınmıştır. Bu sorunun yanıtı bilimsel tartışma içinde
verilecektir. Kuralların iyi olduğunun tek kanıtı bu konuda uzmanların
hemfikir olmasıdır. Meşrulaştırmadaki ikinci özellik Avrupa’da burjuva-
zinin geleneksel otoritelerden kurtulmasıyla ilişkilidir. Toplum için karar
verme hakkına sahip olanın halk olarak belirlenmesi, anlatısal bilginin
meşrulaştırmadaki işlevine yeni bir doğuş yaşatmıştır. Halk, bilim adam-
larının neyin yanlış neyin doğru olduğunu tartıştığı biçimde kendi ara-
sında neyin haklı olup neyin haklı olmadığını tartışmaktadır. Bilim
yasalarının birikimi gibi halk da medeni yasaları (ahlak alanı) biriktir-
mektedir. Bilimin paradigmaları gibi halk da uzlaşım kuralları üretmek-
tedir. Burada müzakere içinde oluşan bir bilgi söz konusudur. Buradaki

24
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 25

halk gerçekte devletle iç içedir. Bu bilgi halkın geleneksel bilgisinden fark-


lıdır. Hatta onu tahrip etmektedir. Devlet içsel olarak bilimsel bilgiyle kay-
naşmış olmaktadır.
Günümüzde yani postmodern toplumda bilginin meşruluğunun
giderilmesi (delegitimation) süreci gelişmeye başlamıştır. Üniversitenin
yüklendiği, bilimsel bilginin spekülatif birliğini kurma işlevi gerçekleşe-
memektedir. Bilimin gösterimsel önermelerinin dışında kalan, pratik öz-
nenin eylemini yönlendiren, bütünüyle farklı buyurucu dil oyunlarının
meşrulaştırılmasında istemin otonomisi yeterli olamamaktadır. Üst anla-
tılar, bilginin birliğini kurmakta ister spekülatif, ister özgürleşme anlatı-
ları kullansın saygınlığını kaybetmektedirler. Bu çöküşte teknolojideki hızlı
gelişmenin payı yüksektir. Bilimsel bilginin birliğini sağlayan spekülatif
oyun bir içsel erozyon içindedir. Her bilimin yerini bulduğu ansiklopedik
doku gevşemekte, her bilim kendi gelişmesinde serbest kalmaktadır. Ay-
dınlanmadan kaynaklanan ahlaki ve politik pratiği özgürlükle temellen-
diren diğer meşrulaştırıcı söylemin içsel erozyonu da daha az değildir.
Burada aklı bilişsel ya da kuramsal ve pratik akıl diye ikiye bölme de bili-
min meşrulaştırılmasına bir saldırı olarak görülebilir. Bilim oyununu di-
ğerleriyle eşit bir düzeye getirmektedir. Bilim kendi oyununu oynamakta,
diğer dil oyunlarını meşrulaştırmakta yetersiz kalmaktadır. Buyurucu (em-
peratif) oyun da yetersiz kalmaktadır.
Bilimsel bilginin üretilmesini sağlayan araştırma ve yeniden üretimini
sağlayan eğitimin meşrulaştırılmasında (performativity) başarı ya da işl-
evini yerine geçmeye başlamıştır. Bilimin kanıtlama süreçlerinde bir çe-
şitlenme ve karmaşıklık derecesinde bir artış olmuştur. Kanıtlamanın
yerini optimal performance almaya başlamaktadır. Teknoloji ve kâr ara-
sındaki organik bağ teknoloji ile bilimin birliğinin önüne geçmektedir.
Önem verilen amaç güçtür. Bilim adamları, teknisyenler ve araçlar hepsi
gerçeği bulmak için değil, güç sağlamak için satın alınmaktadır. Yasaların
normatifliğinin yerine, süreçlerin başarmaktaki etkinliği geçmektedir. Bir
kişi teknolojiyi denetimini güçlendirerek gerçeğe yaklaşmasını artırır,
doğru ve haklı olma olasılığı artar. Öte yandan bir kimse karar verme oto-
ritesine sahipse ve bilimsel bilgiye ulaşabiliyorsa teknoloji güçlenir. Başka
bir deyişle, gücün artışı kendi kendini meşrulaştırmaktadır. Bu da gittikçe
veri stoklaması ve onun ulaşılabilirliği ile bilginin iş görürlüğü alanına yö-
nelmektedir.

25
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 26

Lyotard, bilimsel bilginin pragmatiğindeki bu gelişmeyi anlattıktan


sonra postmoderm bilimi kararsızlıkların araştırılması olarak tanımla-
maktadır. Bilimsel bilgi determinizm bunalımına çözüm aramaktadır.
Bunun çözümü için bilimsel oyunda yeni hamlelerin, hatta dil oyununda
yeni kurallarının keşfedilmesi gerekmektedir.
Determinizm, işlevini başarıyla yerine getirme (performativity) yo-
luyla meşrulaştırmanın dayandırıldığı bir hipotezdir. Bu hipoteze göre bir
sistemin girdi-çıktı oranları denetlenerek, göreceği işlevler önceden kesti-
rilebilecektir. Bu, pozitivist etkinlik (efficiency) felsefesi içindeki bir ele
alıştır. Lyotard’a göre bu pozivist anlayış içinde bilim gelişemez. Bilimsel
bilginin gelişimi; karşı örneklerin ortaya çıkarılması, var olan yasalar
içinde kavranılamaz olanın keşfedilmesi, paradoks gibi görünen bir savın
desteklenmesi vb. yoluyla olur. Bunların hiç birinde doğrudan bir etkin-
lik sağlama kaygısı yoktur.
Pozitivizmin bilim anlayışı içinde, eğer bütün değişkenler tam olarak
biliniyorsa, sistemin bir periyod sonrasının tam olarak kestirilebileceği
varsayılmaktadır. Buna Laplace determinizmi de denilir. Kuantum meka-
niği ve atom fiziğindeki gelişmeler bu ilkenin uygulanılabilirliğinin sınır-
larını ortaya koymuştur. Bu sınırlardan biri bir sistemin bir andaki duru-
munun tam bir betimlemesinin yapılamayacağının açıklık kazanması
olmuştur. İkincisi ise bir sistemin işlerliğinin eksiksiz denetlenebilmesi-
nin olanaksızlığıdır. Laplace determinizmi, bir sistemin total bilgisinin
ulaşılamaz fakat kavranılabilir sınırları içinde kullanılmaya devam edil-
mektedir. Ancak kuantum kuramı ve mikro fizikteki gelişmeler kestirile-
bilir yörünge düşüncesinin radikal biçimde gözden geçirilmesini gerek-
tirmiştir. Belirliliğin artışıyla belirsizliğin azaldığı doğru değildir.
René Thom, Laplace determinizmindeki, hatta olasılıklı kuramlardaki
sabit bir sistem varsayımını sorgulamıştır. Bu sistemlerin, aniden çıkan
değişikliklerinin betimlenmesine olanak veren bir matematiksel dil olarak
katastrofi kuramını geliştirmiştir. Bu yolla determinizmden daha genel bir
postulat ortaya koymuştur. “Bir sürecin az ya da çok belirlenmiş karakteri,
sürecin yerel durumu tarafından belirlenmektedir.” Determinizm kendisi
de belirlenmiş bir işleyiştir. Bu türde belirlenmiş olmayan işleyişler de ola-
naklıdır. Katastrofi kuramı her ikisine de olanak vermektedir. Determi-
nizm olarak görülenler ancak bu genel kuram içinde yerel adalar duru-
munda kalmaktadır. Katastrof modeli içinde tüm nedensellikler çatışmaya
indirgenmektedir. Katastrofik antagonizm temel kural olmaktadır.

26
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 27

Bilimsel bilginin matematiksel dili olarak, türevi alınabilen sürekli


fonksiyonlar ve buna dayanarak kestirimde bulunma önemini kaybedi-
yor. Postmodern bilim; kendisini karar verilemezler, açık denetimin sınır-
ları, eksik enformasyon tarafından karakterize edilen çatışmalar, “fracta”,
katastroflar ve pratik paradokslarla ilgili kılarak, kendi evrimini süreksiz,
katastrofik, yenilenemez ve paradoksal olarak kurumsallaştırıyor ve bilgi
kelimesinin anlamını değiştiriyor, böyle bir değişimin nasıl yer alabilece-
ğini açıklıyor. Bir anlamda bilineni değil bilinmeyeni üretiyor. Böyle bir
bilim anlayışında meşrulaştırma, işlevini etkin olarak yerine getirmeye da-
yandırılmamaktadır. Meşrulaştırma paralojiyle sağlanmaktadır.
Postmodern bilimsel bilginin meşrulaştırılmasında, “metaanlatılara”
başvuramıyoruz. Küçük anlatılar imgelemsel yeniliğin esas formu olarak
kalmaktadır. Uzlaşım ilkesi de geçerliliği sağlamakta artık yeterli olama-
maktadır. O halde sorun sadece paraloji üzerine kurulmuş bir meşrulaş-
tırmanın olup olamayacağıdır. Paraloji yenilikten (innovation) farklıdır.
Yenilik (innovation) sistemin denetimi altındadır, onu geliştirmeyi amaç-
lamaktadır. Var olan bilim pragmatiğinin farklılaştırıcı, imgelemsel ya da
paralojik etkinliğinin işlevi, buyurucu metaanlatılara işaret etmek ve oyun-
culara farklı olanların kabul edilmesi için istekte bulunmaktır. Bunun ye-
gane meşrulaştırıcı yönü yeni düşünceler ya da önermeler üretilmesine
olanak vermesidir. Bilimin pragmatiğini analiz ederken Lyotard, uzlaşı-
mın tartışmanın amacı değil sadece bir durumu olduğunu göstermekte-
dir. Tersine tartışmanın amacı paralojidir. Uzlaşım (consensus) artık şüp-
heli bir değer haline gelmiştir. Ama adaletin ne modası geçmiştir ne de
şüphelidir. O halde uzlaşmaya bağlı olmayan bir adalet ideasını ve prati-
ğini yakalamamız gerekir. Bunun için atılabilecek ilk adım dil oyunlarının
farklı biçimliliğinin tanınması ve dil oyunlarını eşbiçimli olarak kabul et-
meye zorlayan baskının reddedilmesidir. İkinci adım ise oyunun kuralları
ve yapılabilir hamleler üzerindeki uzlaşmanın yerel ve mevcut oyuncu-
larca yapılması ve en sonunda bu uzlaşmanın iptal edileceğinin bilinme-
sidir. Bu durumda metabuyurucular mekanda ve zamanda sınırlı ve çok
sayıda olacaktır. Bunun en önemli sonucu bir paraloji arayışı olmasıdır.
Bu, aynı zamanda bilinmeyeni ve adaleti arayışının da politikasıdır.
Üzerinde duracağımız üçüncü düşünür Jaques Derrida olacaktır. Der-
rida, “radikal yorumbilim” (hermeneutic) yapmaktadır. Epistemoloji bil-
ginin nasıl olanaklı olduğunu araştırıyor. Bunun için epistemolojide insan

27
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 28

zihninin dış gerçeği temsil edip edemeyeceği sorunu ön plana çıkıyor.


Oysa yorumbilimde anlamanın olanaklı olup olmadığı, yani bilginin an-
lama bağlamına göre göreliliği ortaya konuluyor. Bu halde de esas sorun
bir metinin ne biçimde okunacağı haline gelmektedir. Derrida’nın da esas
üzerinde durduğu bir metnin okunması üzerine düşünmek oluyor.
Metni, üzerinde çalışılan nesnel bir gerçeklik olarak almanın iki so-
nucu vardır. Bunlardan birincisi dış gerçekliğin zihinde temsil edilebilir-
liği sorunuyla karşılaşmaktan kurtulmaktır. Bu dış gerçekliği yadsımak
değil, bunun niteliği üzerinde durmamak oluyor. Buna karşılık yüklenilen
paha ise ilerlemeden vazgeçmektir. İlerleme kavramı temsil ile yakından
ilişkilidir. Aşama aşama gerçeğe yaklaşılabileceği kabulü terk ediliyor.
İkinci sonuç olarak, metni yazanın niyetinin ne olduğunun araştırılması
terk ediliyor. Niyet sınanamaz bir hipotez haline geliyor. Okunan ve
anlam verilmeye çalışılan, sadece metin ne ise o oluyor.
Derrida’nın metnin okunması üzerindeki yorumlarında gizli bir anlam
arayışı ya da dış gerçeklikle ilişkili bir nedensel ilişki arayışı yok. Kullanı-
lan dilin semantik özelliklerine eğilmiyor. Çözümlemesini dilin sentaks
özellikleri üzerine kuruyor.
Derrida’ya göre bir metni yazan yazarlar, onu diğer metinleri esas ala-
rak yaratıyorlar. Başka bir deyişle bir metin ancak bir başka metine refe-
rans verebilmektedir. Çünkü bir dil için anlamı belirleyecek tek bir baş-
vuru çerçevesi (transendental signified) kurulamaz. Bir toplumdaki
kültürel yaşam birbirine göndermeler yapan bir seri metinden oluşmak-
tadır. Bu yaşamda birbiriyle kesişen metinler yeni metinler üretmektedir.
Bu metinler arasındaki göndermelerin oluşturduğu dokümanın kendine
özgü bir dinamiği ve yaşamı vardır. Metinlerin birbiriyle sürekli karşılıklı
etkileşimi yüzünden, bu metinlerin anlamına hakim olmaya çalışmak bo-
şuna bir çabadır. Ne tek, ne de kararlı bir anlam üretilmektedir. Metin
hem üretenin hem tüketenin anlam üretimine katıldığı bir şey olmaktadır.
Bu katılımın maliyeti ise bir ölçüdeki iç tutarsızlıktır.
Bir metnin dekonstrüksiyonu için Derrida bir metnin içine bakıyor,
bir metni diğerine çözüyor ya da bir metni diğerine inşa ediyor. Dekons-
trüksüyon yazarın anlamı dikte etme gücünü elinden alıyor. Derrida’nın
dekonstrüksiyonu, bir metinin nasıl çalıştığından çok, nasıl çalışmadığını
ya da kendi aleyhine çalıştığını gösteriyor. Dekonstrüksiyon stratejisi met-
nin dayandığı kavramların hiyerarşisini belirleyip onu tersine çevirmeye,

28
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 29

metnin oluşturduğu sistemde yer değiştirmeleri yapmaya dayanıyor. Bu


ona müdahale imkanlarının nerede olduğunu gösteriyor. Karar verilemez
karşıtlıkları sergileyerek metnin yorumunun değişmesini hızlandırıyor. Bu
değişme kaçınılmaz tek bir yoruma yaklaşmayı sağlamıyor, tersine de-
konstrüksüyon pratiği yorumların çeşitlenmesini artırıyor.
Derrida’nın “differance” kavramı hem farklı olmayı hem de kararı baş-
kasına bırakmayı içeriyor. Derrida’nın dekonstrüktivizmi, strüktüraliz-
minde metafizik bir kalıntı görmektedir. Strüktüralizmin değişmez bir
insan kavramı geliştirmesine karşı çıkmaktadır. Bir toplum ve eylem metin
üzerinden yorumlanmaktadır. Her yorumlama kişinin kendini anlayışıyla
yüklüdür. Her yorumlamanın tarihsel bir yaşamı ya da sınırları vardır. Bu
nedenle hep yeniden yorumlama yapılmalıdır. Derrida’ya göre yorumlar-
dan bağımsız bir kişi ya da benlik yoktur.
Derrida epistemolojiye karşı çıkarak yorumbilim alanını benimserken,
geleneksel yorum bilimden önemli bir ayrılma gösteriyor. Geleneksel yo-
rumbilimde dekonstrüksiyondan sonra varılmak istenilen bir aşama ola-
rak rekonstrüksiyon vardır. Metnin arkasındaki bütünlüğü keşfederek,
gerçeği yeniden kurmaya çalışır. Derrida bu konuda bulaştırma (dissemi-
nation) kavramını getirerek yeni bir tutum içine girmiştir. Derrida’nın
böyle bir yaklaşımı önermesindeki temel dayanağı karar verilemezlik ol-
maktadır. Bu rekonstrüksüyonu engellemektedir. Derrida’da karar verile-
mezlik sentaks düzeyinde ortaya konulmaktadır. Karşıt anlamlar ya da
karar verilemezlik önce bir kelimede ya da bir ifadede saptanmaktadır.
Bundan sonra hiç bir ahlaksal ya da metodolojik zorunluluğa bağlı ol-
madan sentaksa ilişkin bağlarla yayılımı yorumlama oyunu içinde ele ele
alınmaktadır. Derrida’ya göre karar verilemezi saptamakla yetinmesi
yorum bilimin fakirliğini göstermektedir, yorumun zenginleşmesi ve ren-
klenmesi “dissemination” ile olmaktadır. “Hermeneutic”in sınırına ulaş-
tığı noktada, “dissemination” henüz başlamaktadır.
Postmodernizm tartışmaları içinde çalışmalarına sık sık başvurulan bu
üç düşünürün bilgiye yaklaşımlarında çok ciddi faklılıklar olduğu açıktır.
Feyerabend’in bir çok geleneğin bi rarada bulunabileceğini kabul eden ço-
ğulcu bilim yaklaşımı ile Lyotard’ın dil oyunlarına dayanan yalnızca yerel
belirlenmelerin olanaklı olduğunu ileri süren, bilimin paralojilerle gelişe-
ceğini söyleyen yaklaşımı ve en nihayet Derrrida’nın metinlerin yorumu-
nun sürekli değiştiğini ve metinlerdeki karar verilemezliklerin “dissemi-

29
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 30

nate” ettiğini kabul eden yaklaşımları arasında önemli farklılıklar hatta


uyuşmazlıklar vardır. Bunların herbirine dayanarak, bilginin gelişimi için
değişik senaryolar kurulabilir. Oysa postmodernizm ne bu senaryolardan
biri doğrultusunda ilerlemeyi öngörmektedir ne de bu değişik yaklaşımla-
rın içsel bağlantısını kurmaktadır ya da birinden diğerine geçişlerin açık-
lamasını yapmaktadır. Ama bunların hepsinin görünen ortak özelliklerini
kapsayan bir genelleme ile postmodernizm tanımlanmaya çalışılmaktadır.
Tanımlamaya bu şekilde yaklaşılınca, değişik düşünce biçimlerinin, parça-
lılık, geçicilik, belirlenemezlik gibi ortak özelliklerinin ön plana çıkmasına
neden olunmaktadır. Bu da postmodernizm tanımlamalarının kaçınılmaz
olarak çok betimsel ve yüzeysel düzeyde kalmasına neden olmaktadır.

5. Sonuç Yerine: Postmodernizmin Kent Planlamasına


Yansımaları Üzerine
Bilgiye yaklaşımda modernizm dışı eğilimleri saptadıktan ve bir kısmı
üzerinde bir ölçüde ayrıntılı olarak durduktan sonra bu düşünce biçi-
mindeki değişikliklerin pratikteki yansımasının ne olacağı ilk akla gelen
soru olmaktadır. Yazının sonuç bölümünde bu soruyu yanıtlamakta yarar
vardır. Bunu yanıtlamanın bir yolu da bir uygulama alanında yaratabile-
ceği değişikler üzerinde durmak olabilir. Böyle bir uygulama alanı olarak
postmodernist düşüncelerin etkilerinin görülmeye başladığı kentsel plan-
lama alanını seçebiliriz.
Tüm planlama yaklaşımları gibi kent planlaması da modernist bir pro-
jedir. Modernist kent planlaması anlayışı kentin bir bütün olduğu ve bu
bütünlüğün her parçayı sıkı olarak belirlediği kabulü altında gelişmiştir.
Modernistler büyük ölçekli, metropoliten alanın tümünü kapsayan, tek-
nik rasyonellik anlayışı içinde etkinliği ön plana alan planlar yapmaya ça-
lışırlar. Planlama yaklaşımları rasyonel-kapsamlı (comprehensive) dir. Bu
durumda mekan, toplumsal amaçlarla biçimlendirilecek bir şey olarak gö-
rülmektedir. Bu biçimlenme denetim altına alınmalıdır ve alınabilir. Bu
kaygılar da tek işlevli zoning anlayışını getirmiştir. Böyle bir planlama
içinde yapıların kitlesel metodlarla üretimi olanaklı hale gelmiştir. Eko-
nomik büyümeyi, toplumsal refahı ve eşitliği artıracak biçimde mekansal
dokunun ve ulaşımın rasyonalizasyonu sağlanmıştır.
Bu planlama yaklaşımının ortaya çıkardığı kentler sıkıcı, tekdüze ve
vulgar olmakla eleştirilmiştir. Kent, kitle üretiminin, kitlesel tüketimin

30
03 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 1 sayfa 013-031:Layout 1 30.10.2009 01:12 Sayfa 31

kurbanı haline gelmiştir. Kentte oturanların rasyonalizme teslim edile-


meyeceği söylenir hale gelmiştir. Kentin plancıların, bürokratların, firma
elitlerinin totalitarizminden kurtarılması savunulmaya başlanmıştır. Büyük
ölçekli modellerin cenaze marşı yazılmıştır. Bugün için kentsel gelişmeye
çok farklılaşmış mekanların ve karışımlarının bir kolajı olarak yaklaşan ço-
ğulcu stratejiler içinde yaklaşılmaktadır.
Postmodenizm, mekanın otonom ve bağımsız olduğu, estetik amaç
ve ilkelerle biçimlendiği, bu biçimlenmenin toplumsal amaçlarla ilişkili
olmadığı varsayımına dayanmaktadır. Çıkarlarla yoğrulmamış güzellik,
tek başına, amaç haline gelebilmek için yeterli bulunmaktadır. Kentin bir
bütün olarak görülmesinden ve bu bütüne ilişkin hedeflerin konulmasın-
dan vazgeçilince kent; parçalı, geçmişin değişik formlarının üst üste gel-
diği, değişik kullanımların bir kolajından oluşan, bir çok öğesinin de geçici
olduğu bir oluşum olarak algılanmaktadır. Kentin böyle algılanması ha-
linde rasyonel-kapsamlı planlama anlayışının yerine değişik projelerden
oluşan bir plan anlayışı ve kentsel tasarım projeleri ön plana çıkmaktadır.
Postmodernist çizgide daha radikal bir tutum alınırsa, tam katılımcı, plan-
cının oyunun belirleyicisi olmadığı, oyunun bir parçası haline geldiği bir
planlama anlayışı ortaya çıkacaktır.
Postmodern plancı ya da tasarımcılar, kullanıcılar ya da kentte yaşa-
yanlarla karşılıklı iletişim içinde bulunmayı daha kolayca kabul edecek-
lerdir. Oluşan çevreyi kendileri denetlemekten vazgeçeceklerdir. Çevrenin,
içinde yaşayanlarca kendi kendini çeşitlendirmesini, anlamın sürekli ola-
rak değiştirmesini kabul edeceklerdir. Bu tasarımda bir kent ya da metro-
pol, anarşik ve arkaik, sürekli kendini yenileyen, anlamını değiştiren bir
işaretler ve semboller sistemi olarak görülmektedir. Postmodernizm, bu
sistem içinde modernizm gibi bir iç anlam bulmaya çalışmaz. Bu popü-
list bir bakış açısıdır. Hatta serbest piyasa popülizmi olarak da görülebilir.
Beraberinde bir derinlik kaybını da getirmekte, kente bakışı yüzeyselleş-
tirmektedir. Ama postmodernizmde zaten yüzeyselliğe olumsuz bir değer
yüklenmesi söz konusu değildir.

31
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 32

POSTMODERN DURUM,
KÜLTÜREL PARÇALANMA VE
DEMOKRASİ*

1. Giriş
Bu toplantıda üzerinde durmam gereken “Demokratik Toplum Yapı-
sında Kültür ve Parçalanma” konusunu, postmodernizm tartışmalarının
iki yönlü ele alışı içinde irdelemeye çalışacağım. Postmodernizm yazını
gözden geçirildiğinde iki yönlü bir ele alış gözleniyor. Bir yandan ileri
Batı toplumlarının gelişmesi sırasında ortaya çıkan oluşumlara, postmo-
dern durum çalışmalarında oluğu gibi bir ad konuluyor1 öte yandan mo-
dernizmin ya da modernist düşüncenin eleştirisi yapılıyor.2 Her iki yön
içiçe gelişiyor. Bu yazıda ben de böyle bir yaklaşım izleyeceğim.
Önce bunun nasıl bir eleştiri olduğu üzerinde duralım. Bu eleştiri in-
sanları özgürleştirme arayışına dayanıyor. Aydınlanma sonrasında gelişen
modernist bakış açısının, pozitivist toplumbilim anlayışının ve onun pa-
ralelinde ortaya çıkan, toplumların, belirli bir ilerleme çizgisi içinde ge-
liştiğini varsayan, bir anlamda ilerlemeci, kalkınmacı yaklaşımların
insanları baskı altında tuttuğu savıyla, evrensel ve total tüm söylemlere
karşı çıkılıyor. İnsanların böylece önceden belirlenmemiş bir toplumda
yaşamaktan ve teknik akla bağımlılıktan kurtarılması ve ona özgürlüğü-
nün geri verilmesi isteniyor. Aydınlanmanın 17-18. yüzyılda tanrı mer-

* Sanart’ın “Kimlik Sınırsallık Mekan”; sempozyum bildiri metinleri (7-9 Ekim 1992),
Ankara, Mayıs 1995 kitabında, s. 61-66’da yayımlanmıştır. Ayrıca İlhan Tekeli
Modernite Aşılırken Siyaset, İmge Kitabevi, Ankara, 1999, s. 48-64’de yayımlanmıştır.
1 David Harvey. The Condition of Postmodernity, Basil Blackwall, Oxford, 1989. J.
Lyotard. The Postmodern Condition, Manchester, 1984.
2 Dana Polan, “Postmodernism and Cultural Analysis Today”, E. Ann Kaplan.
Postmodenism and its Discontent, Verso, London, 1988.

32
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 33

kezli düşünce yerine insan merkezli düşünceyi koyarak sağladığı özgür-


leştirme artık anlamını yitirmiş bulunuyor. Modernizm döneminin akıl
merkezli Batı metafiziği sorgulanıyor, onun yerine merkezsiz bir düşünce
öneriliyor. Bu merkezsiz düşüncenin özgürleşmesi aranıyor.3
Bu eleştirinin açıkça söylenmeyen bir yönü de modernist projenin ge-
liştirdiği sosyal bilimlerin başarısını kabul etmek oluyor. Böylece toplum
bilimlerinin toplumların geleceğini kestirmekte (prediction) ve denetle-
mekte işlevsel olduğu ortaya çıkıyor. Bu başarı, bir ölçüde de olsa kabul
ediliyor ki ondan kurtulunmak isteniyor. Oysa modernizmin toplum bi-
limler üzerindeki temel eleştirisi, doğa bilimleri kadar kestirimci ve de-
netleyici güce sahip olmayışı üzerine kurulmuştur.
Postmodernizmin temel eleştirisi, modernizm içinde gelişen toplum
bilimlerinin az ya da çok kestirimci (predictive) ve denetleyici olmaktaki
başarısının, insan eyleminin kavram bağımlı (concept-dependent)4 olma-
sından doğduğu, dolayısıyla sağlanan denetimin bir bilimsel başarıdan
çok kurulan söylemin insanları hapsetmesine bağlı olduğuna dayanıyor.
Postmodenizm, bu noktada insanları özgürleştirme potansiyeli görüyor.
İnsan eylemi kavram bağımlıysa bu konuda yapılacak eleştiriler kavram-
ları sarsarak insanları özgürleştirecek, insanların kendilerini gerçekleştir-
melerine olanak verecek fırsatlar yaratacaktır.
Postmodernizmin harekete geçirmeye çalıştığı bu olanağı gerçekte top-
lumun bugünkü hakim güçleri harekete geçirmek istiyor mu? Devlette,
uluslararası firmalarda vb. böyle bir eğilim var mı? Toplumun tahmin edi-
lebilir, denetlenebilir olması onları rahatsız ediyor mu? Bu sorunlara evet
demek zor.5 O zaman postmodernizm toplumun gelişimi içinde ortaya
çıkan oluşumlarda da kendisini bularak, bu oluşumdan güç almak yolunu
seçmektedir. Bu nedenle de postmodernizmin durum saptayan ve eleşti-
rel yanı iç içe gelişmektedir. Toplumda hâkim düşünceye karşı bir eleştiri
olarak ortaya çıkan bu akım, aynı zamanda da bunun gerçekleşmekte olan
bir eğilim olduğunu ortaya koyarak, doğacak direnci hafifletmeye çalış-
maktadır.

3 Nazan, Bülent Aksoy. “İki Aydınlanma”, Birikim.


4 Andew Sayer. Methods in Social Science, Routledge, London, 1992. s.6.
5 H. Ünal Nalbantoğlu. “Kapitalizm ve Modernizm Tartışmaları” (çoğaltma), Bilar. 17
Ocak 1992’de “Modernizm sonrası olarak adlandırılabilecek bir iktisadi örgütlenme
bence değil var olan yaşam ufkunda, düşünce ufkunda bile yoktur” diyor.

33
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 34

Postmodernizm eleştirel bir akım olarak özgürleştirme amacını ön


plana alıyor. Her şeyi, özgürleştirme kriteri açısından eleştiren bu tutumu
etkili oluyor. Modernizmin bir çok öğesi realizm, nedensellik, rasyona-
lizm, gelişme kavramları bu eleştiri karşısında yeniden formüle ediliyor.6
Ama bu tutum aynı zamanda da postmodernizmi sınırlıyor. Kendini ye-
niden üretebilen bir toplumun düşüncesi olma özelliğini kazanmasını en-
gelliyor.7
Bu bağlam içinde önce bir modernizm dönemi kavramı olan kültür ile
postmodernist söylemin öğesi olan parçalanmayı ve değişik kullanılma
olanaklarını irdeleyeceğiz. İkinci olarak postmodernist dönem toplu-
munda gözlenen kültürel parçalanma örnekleri ve nedenleri üzerinde du-
racağız. Üçüncü olarak ise kültürel parçalanmanın demokratikleşme ve
kişilerin özgürleştirilmesi açısından etkilerinin neler olabileceğini araştı-
racağız.

2. Kültür ve Parçalanma Üzerine


Kültür, aydınlanma sonrasında toplumbilim alanında gelişen bir kav-
ram. Modernist söylemin bir kavramı. Tüm insanlar, her zaman ve her
yerde kültüre sahip oluyor. İnsanları ve insan topluluklarını, diğer canlı-
lar ve canlı topluluklarından kültür üretebilmesi ayırıyor. İnsanlara bu ni-
teliği aşılayan ise sembolleştirebilme özellikleri oluyor. Kültür bütünüyle
maddesel gözlemlenebilir bir şey değil, insanın sembolleştirme özelliğinin
olanak verdiği bir soyutlamadır. Kavramsal soyut bir model olan kültür,
maddi varlık ve eşyaların, teknolojilerin, sanatların, insan davranışlarının,
fikir ve inançlarının gelenek ve göreneklerinin sembolleştirilmiş bir örün-
tüsüdür. İnsanların doğal ve sosyal çevresine uyumunu sağlar, insan yaşa-
mını güvenli ve sürekli kılar. Kültür teknolojik, ideolojik, sosyolojik,
vaziyet alışsal tüm yönleriyle insanların hem dışa dönük maddi hem de içe
dönük duygusal gereksinmelerini karşılar. İçinde bulunduğu toplumun
kişileri arasında ilişki kurulmasına, işbirliği yapılmasına olanak sağlar, yeni

6 Realizmin bir yeni formülasyonu için bkz. A. Sayer, a.g.e., Rasyonalizmin yeni bir
formülasyonu için bkz. Carl Metheson “Brown’s Rationality” Social Epistemology,
Vol 6, No 1, 1992, s. 35-43, Harold Brown “Response” Social Epistemology, Vol.
6, No. 1, s. 45-55.
7 İlhan Tekeli. “Modernizm ve Postmodernizm Kavramları Üzerine”, Hürriyet
Gösteri, Sayı 138, Mayıs 1992.

34
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 35

istek ve ihtiyaçların ortaya çıkışı insanları yeni kültürel gelişmelere yönel-


tir. İnsanların çevre uyumu sırasında ürettikleri bu kültür, toplumdaki her
kişi tarafından taşınmasına karşın taşıyıcısından bağımsızdır, ekstrasoma-
tiktir. Bu nedenle kültür insanın çevresinin insan yapısı olan kısmıdır de-
nilebilir. Toplumsal olarak öğrenilir ve aynı yoldan yeni kuşaklara iletilir.
Bu nedenle de tarihseldir ve süreklidir.
Kültürün bu biçimde tanımlanması beraberinde başka bazı sonuçları
da getirmektedir. İnsan sürekli olarak çevresine uyum yaparak yaşarken
yeni bilgiler edinmekte, yeni davranış kalıpları geliştirmektedir. Bu yeni
bilgiler de sembolleştirilerek gelecek kuşaklara aktarılabilir hale gelecektir.
Bu nedenle kültür sürekli olarak gelişmekte ve ilerlemiş olarak yeni nesil-
lere aktarılmaktadır. Kültürün birikerek aktarılması, kültürün evrimsel bir
değişme göstermesi sonucunu doğurmaktadır.
Kültür, zamanda “evrimsel” bir süreçle değiştiği gibi mekanda da
“difüzyonist” bir süreçle yayılmakta ve değişmektedir Kültür bu de-
ğişme süreçleri içinde aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü de kurma
eğilimini taşımaktadır. Farklı öğelerin oluşturduğu, zaman içinde akıp
gelen kültürün öğeleri bu akış içinde birbirini etkileyerek bir bütünlük
kazanma eğilimi taşırlar. Bu durum, kültürün teknolojik, vaziyet alışsal
yönlerinde de bir değişme yaratarak, kültürün zaman içinde uyumla bir
bütün olmasına olanak sağlayacaktır. Bu bütünleşme mekanik olarak
kısa sürede gerçekleşmese de gerçekleşmesi zaman alsa da böyle bir eği-
lim vardır.
Üzerinde tam bir görüş birliği olmasa da modernizmin geliştirdiği
kültür kavramı, aşağı yukarı böyledir.8 Bu kavram modernizmin, post-
modernizm tarafından eleştirilen tüm özelliklerine sahiptir. Postmoder-
nizm, ister zamandaki süreklilik tarafından olsun ister bir sistemin parçası
olma yönünden olsun, her türlü belirlenmenin karşısına çıkarak bir öz-
gürleştirme yolu arıyor. Postmodernizmin söylemi de ilerleme, süreklilik,
bütünlük, belirlenme kavramlarıyla değil, süreksizlik, kesiklik, parçalanma,
belirlenemezlik kavramlarıyla kuruluyor.
Gerçi modernizmin kültür anlayışı bugün geldiği noktada tam sıkı bir
deterministik belirlenmeyi değil daha esnek ve olasılıklı bir belirlenmeyi

8 Leslie A. White. The Evolution of Culture, McGraw-Hill Book Company, New York,
1959. Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara,
1972.

35
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 36

öngörmektedir. Bir bireyin içinde yaşadığı kültürün olanaklarının ve snır-


larının sağladığı bir seçmeler yelpazesine sahip bulunduğu ve bu yelpaze
içinde karar verdiği düşünülmektedir. Bu kültürel bağ içinde bireyler belli
ölçülerde normlardan sapmalar yapabilmekte ve değişmeleri başlatabil-
mektedir. Sayer’in terimleriyle kültür “context-dependent” bağlamdan
etkilenen ya da bağlam bağımlı bir olgu olmaktadır.9 Ama yine de bir sü-
reklilik, bütünlük ve belirlemeyi içermektedir. Kavram bağımlı insan, ey-
lemini bu yolla belirlemekte ve bu nedenle de postmodernist söylemin
temel kavramlarına yine de ters düşmektedir.
O zaman her türlü belirlemenin karşısında olan postmodernizm, kül-
tür kavramının da karşısında olacaktır. Kültürün maddi bir nesne değil,
soyut bir kavram olduğu hatırlanırsa, postmodernizmin bunun yerine
kendi söylemine daha uygun, farklı bir kavram önermesi beklenebilir.
Oysa postmodernist düşünce, kültür kavramını yadsımak yerine sadece
onun parçalanmasıyla yetiniyor. Toplumun kültürden farklı, postmoder-
nist değerler taşıyan yeni bir kavramla açıklanmaya çalışılması halinde
postmodernist eleştiri temelsiz kalacağı için, söyleminde kültür kavramını
koruyor, sadece onun parçalanmasını ileri sürmeyi yeterli buluyor.
Parçalanma postmodernist söylemin bir kavramı. Bir bütünün iç bağ-
larının kopması, çözülmesi anlamına geliyor.10 Ancak bu tanımlama çok
açık değil. Bunu postmodernist söylemin kavramlarını kullanarak bütün-
den “kolaja” geçme süreci olarak da tanımlayabiliriz. Bütün, birbirinden
farklı iki anlamı içeriyor. Bunlardan birincisi tekdüzelik, homojenlik, ikin-
cisiyse değişik parçaları oluşturduğu bir sistemsel bütün. Bunlar parça-
lara ayrıldığında belli bir kurala bağlı olmadan yan yana duruyorlar ya da
bir arada bulunuyorlar, yani “kolaj” oluşturuyorlar. Bu anılmama parça-
lanmayı daha çok mekanda olan bir süreç olarak ele almış oluyor. Oysa
postmodernizm mekanın simetriği olan zamanda da benzer süreçleri ön-
görüyor. Geçici olmak, (ephemerality) süreksizlik, parçalanmanın za-
mandaki tekabülü oluyor.11 Mekan boyutuna ilişkin “kolaj” kavramının
zaman boyutundaki tekabülünü de “historicity” kavramının postmoder-

9 A. Sayer, “Behind the Locality Debate: Deconstructing Geography’. Dualisma”,


Environment and Planning, A., Volume, 23, 1991, s. 18.
10 Michael Edwards, “Fragmentation”, Bartlett School of Architecture and Planning,
(Yayımlanmamış konuşma metni), 1992.
11 Davit Harvey, a.g.e, s. 18.

36
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 37

nist kullanımında bulmak olanaklıdır.12 Gerçekte parçalanma sürecinden


ve sonunda ortaya çıkan kolajdan söz etmek tek başına yeterli olamaz. Bu
parçaların bir toplumda belirlenme ilişkisi içinde olmadan yan yana bu-
lunmalarının ne anlama geldiğine açıklık kazandırmak gerekir. Bu parça-
lanma süreci üzerinde durulurken parçaların sıkı bir belirlenme ilişkisi
içinde olması yadsınıyor denilebilir. Ama bu yadsımanın parçalar arasında
hiçbir ilişki kurmama anlamına gelip gelmediği açık değildir. En azından
bazı ilişkilerin öngörüldüğü düşünülebilir. Örneğin belli bir toplumun
kültüründeki parçalanmadan söz ederken, hiç olmazsa aynı dili konuş-
tuklarını varsaymış oluyoruz. Postmodernizmde dil artık yansıtıcı ve say-
dam değil, insan merkezliliğini yitiren düşüncede, her şey bir dilsel söylem
oluyor. Bu dil sadece bir yorum alanı değil bir pratik alanı oluyor. “Dil
oyunlarıyla” ayrılıklar yaratılıyor, mücadeleler sürdürülüyor.13 Ama tüm
ayrılıklar aynı dil içinde sürdürülüyor. Dil hem parçalanmaya olanak veren
hem de bütünlüğünü sürdüren bir ortam (media) oluyor.
Hemen akla gelen bir başka ortak yan parçadır. Parça genelleştirilmiş
bir kapasite olarak hem bireyselliğe, sosyal parçalanmaya olanak verir hem
de bir tür tek düzeliği, bütünlüğü sağlar.14 Öyleyse parçalanma tam bir ko-
puşu, ilişkisizliği önermemektedir. O zaman parçalar arası nasıl bir ilişki-
nin öngörülebileceği sorusunun açıkça tartışılmasında yarar vardır. Burada
açıkça bilinen, bu ilişkinin nedensel (causal) bir ilişki olmadığıdır. Özel-
likle kültürel bir parçalanma söz konusu olduğunda parçalar arasında
olumsal (contingent) bir ilişkinin bulunması düşünülebilir. Yani ne zo-
runlu olan ne de olanaksız olan bir ilişki öngörülebilir. Bu “olumsal” (con-
tingent) ilişki parçalanmışlar dünyasında herhalde büyük ölçüde yerel
olumsallıklar düzeyinde kalacaktır. Eğer bu tür ilişkilerin öngörüldüğüne
açıklık kazandırılmaz, parçalanma ilişkisizlik düzeyinde tutulursa, parça-
lanan kültür belki bu parçalarla sınırlı bir çoğulculuğu yeniden üretebile-
cektir. Ama parçalanmanın sağladığı yeni kültürel buluş olanaklarını ya
da zenginleşen bir çoğulculuğu devre dışı tutmuş olacaktır. Bu noktada so-
rulabilecek soru parçalar arasında olumsal olsa da kurulabilecek ilişkilerin
yeni bütünleşmeler yaratıp yaratmayacağıdır. Eğer yeniden bütünleşme
olasılığı kabul edilirse, parçalanma yeni bütünleşmelere geçiş için bir ara

12 Thomas Docherty, After Theory, Routledge, London, 1990, s.7-8.


13 J. Lyotard, a.g.e.
14 David Harvey, a.g.e., s. 103.

37
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 38

aşama haline gelir. Parçalanmanın sürekliliği garanti edilemez. En azın-


dan parçalanma ve bütünleşme birlikte işleyen süreçler halinde bir arada
bulunur. Parçalanma konusunda sürdürdüğümüz bu çözümlemede karşı-
laştığımız zorluklar postmodernist söylemin arkasındaki gizil metafizik
kabullerin açık ve net olmadığının bir göstergesi olarak alınabilir.
Parçalanmanın bir süreç olarak varlığı kabul edilirse ve biraz önce
bizim yaptığımız gibi parçalar arasında olumsal bir ilişkiye de yer veril-
mezse, karşımıza çıkan bir başka soru da bu parçalanmanın sınırlarının
ne olacağıdır. Parçalanma sürecinin mantıksal bir sonu vardır. Bu da ato-
mizmdir. Bu halde ulaşılacak yapı zamanda ve mekanda birbirinden ayrı
atomistik elemanlardan meydana gelmektedir. Hiçbir iç yapısı, içsel fark-
lılaşması ve içsel etkileşimi yoktur. Çeşitli objeler sadece bu atomların bir
kombinasyonudur. Objeler arası ilişkiler dışsal, olumsal ve rastlantısal-
dır.15 Parçalanma sürecinin bir sınırı konulmadığı zaman ulaşılacak sonuç
da budur.
Atomizm çok uzun zamanlardan beri bilinen bir düşünce akımıdır.
Postmodernizmin söylemi içinde atomizmden değil de sadece parçalan-
madan söz edilmesi, parçaların kolajına yer verilmesi, açıkça söylenmese
de parçalanmanın belli bir sınıra kadar düşünüldüğünün bir kanıtı olarak
alınabilir. Ancak Harvey ve diğerlerinin gösterdiği gibi modernizmde de
parçalanma yok değildir. Modernite de sürekli olarak kesiklikler ve par-
çalanmalar yaratır. Avangart, modernizmin tarihinde bu kopuşların yara-
tılmasında hayati bir rol oynar. Bu oluşum yanı sıra değişmez ve ebedi
olanı da yakalamak ister. Postmodernizmde işte bu ikinci yön kalkmış-
tır.16 Bir anlamda modernizm parçalanma sürecinde bir yarı yoldur. Post-
modernizm bunu daha ileriye göterecektir, postmodernizmin parçalan-
ması çok daha ince dokulu olacaktır. Örneğin modernizmin döneminde
ülke mekanı bölgelere bölünürken postmodernizm döneminde daha
küçük lokalitelere17 bölünmektedir. Aynı biçimde kentsel mekanın kültü-
rel parçalanması da daha incelmektedir. Parçalanmanın sınırı sadece par-
çalanmanın boyutunda değil, aynı zamanda parçalanmanın hızında da
aranabilir. Parçalanmanın tahrip edici hale gelmesi parçalanmanın boyu-

15 A. Sayer, Methods in Social Science, s. 115.


16 David Harvey, a.g.e., s. 12-18.
17 J. Urry, “Places and Politics”, Editörler; M. Harloe, C. Pickvance ve J.Urry, Place,
Policy and Politics, Unwin Hyman, London, 1990.

38
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 39

tundan çok hızı dolayısıyladır.18 Eğer bu parçalanma insanların ortaya


çıkan çevreye ilişkin yeni anlamlar üretebilmesine ve bu anlamlar içinde
olumsal ilişkiler kurmasına olanak vermeyecek bir hızda gerçekleşiyorsa,
bu, yıkıcı ya da şizofrenik bir parçalanma niteliği kazanacaktır.
Parçalanma konusundaki tartışmayı bitirmeden bir konuya daha de-
ğinmekte yarar var. Bazı hallerde bu kavram yanlış olarak kullanılabil-
mektedir. Örneğin bir toplumda parçaların sayısının artmasını ya da farkı
bazı parçaların gözlenmeye başlamasını, eğer bunlar arasında farklılaşmış
parça aracılığıyla kurulmuş bir parça-bütün ilişkisi varsa parçalanma diye
adlandırmak yanlış olacaktır.

3. Kültürel Parçalanmayı Ortaya Çıkaran Eğilimler Nelerdir?


Kültür bir toplumun işleyişinin ortak kavramsal çerçevesini oluştur-
duğu için kültürel parçalanmayı doğuran sebepleri ararken toplumda ya-
şanan değişikliklere bakmak gerekecektir.
Kültürel parçalanma ile esnek (flexible) üretim ve bunun tekabül ettiği
esnek birikim rejimi arasında kolayca paralellikler kurulabilmektedir. For-
dist kitle üretiminin gerektirdiği homojen kültüre esnek üretimin gerek-
sinmesi yoktur. Esnek üretimle birlikte, emek, üretim ve tüketim süreçle-
rinde olan değişmeler sonunda ortaya çıkan yeni biçimler, parçalanmış bir
kültür içinde kendilerini yeniden üretme olanağı bulabileceklerdir. Bu ko-
nuda daha ayrıntılı bir açıklamaya girmekte yarar yoktur.19
Toplumsal yapıda kültürel parçalanmayı olanaklı kılan bir başka ge-
lişme 1970’lerin ikinci yarısından sonra yeni sağın politikaları arasında
yer alan “deregulationist” yaklaşımdır.20 Bu yaklaşım içinde kültürel par-
çalanmanın kendisini ifade edebilmesi kolaylaşmıştır.
Harvey’in kültürel parçalanmanın kaynağı olarak gördüğü bir neden
de modernizm sonrasında zaman ve mekan algılanmasındaki değişme-
dir.21 Esnek üretim beraberinde bir zaman ve mekan sıkışması (time-space
compression) getirmektedir. Kapitalizmin tarihsel kaydı yaşamın hızını
sürekli olarak artırdığını gösteriyor. Aynı biçimde mekanın ve uzaklığın
ilişki kurmayı engelleme gücü de sürekli olarak azalıyor. İnsanlar gittikçe

18 Micheal Edwards, a.g.m., s. 7.


19 David Harvey, a.g.e., s. 302.
20 Micheal Edwards, a.g.m., s. 7.
21 David Harvey, a.g.e., s. 306.

39
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 40

artan ölçüde zamanın ve mekanın sıkışması deneyimini taşıyor, bu duy-


gunun etkisi altında kalıyorlar. Böyle bir zaman ve mekan deneyiminin
yaşanması, aydınlanmanın uzun erimli rasyonel ve kapsamlı mekan dü-
zenlemelerini anlamasızlaştırır. Mekan ve zamanın değişen deneyimi, yeni
temsil biçimlerinin, yeni yorumların gelişmesine yol açar. Bu yorumların
farklılığına göre değişik parçalanma biçimlerine ulaşılabilir. Bu yorumlar,
bu sıkışmış zaman ve mekanın temsiline olanak veren bir dil oluşturarak
bu durumla başa çıkmaya çalışmaktan, bu oluşuma teslim olmaya kadar
uzanan aralık içinde doğabilir. Bunlar arasında lokalite, yer, yerel direnç-
ler, toplumsal hareketler üzerinde duran, benim gibi plancıların ilgisini
çeken nişler de bulunabilir.22
Günümüzün ulaşım ve haberleşme teknolojisinin zaman ve mekan sı-
nırlarını önemli ölçüde zayıflatması, büyük uzaklıklar arasında daha yoğun
sosyal ilişkilerin kurulması, günümüz insanının kaçınılmaz olarak değişik
kültürleri bir kolaj biçiminde algılamasına neden olmaktadır. Bu kültür-
lerin her birinin içinde bir bütünlük ve homojenlik bulunsa bile uluslar-
arasılaşan dünya insanı, parçalanmış bir kültür algılamasıyla ve ona
anlamlar yükleme sorunuyla karşı karşıyadır.
Postmodernist dünyada kültürün bir parçalanma süreci içinde bulun-
ması onun önemini azaltmıyor. Eğer böyle bir kavram kullanabilirsek,
“kültürel kapitalin” önemi, özellikle de maddeselliğin kurulmasında gün
geçtikçe artıyor.23

4. Kültürel Parçalanma Ne Kadar Özgürleştiriyor,


Ne Kadar Daha Demokratik Bir Toplum Düzeninin
Oluşmasına Yardımcı Oluyor?
Postmodernizmin her türlü belirlenmeye karşı tutumu, geçiciyi ve par-
çalanmışı ön plana alan kültür anlayışının bir özgürleştirme arayışı olduğu
açık. Oy verme, kavram bağımlı bir eylem olduğu için özgürleşmiş bir
ortamda bireylerin daha sağlıklı olarak oy verecekleri ve demokrasinin
daha iyi işleyeceği düşünülebilir. Ama böyle bir çıkarsama yapmakta ace-
leci davranmamak gerekir. Bu çıkarsama her zaman doğru sonuç verme-
yecektir.

22 David Harvey, a.g.e., Ch. 25.


23 Dana Polan, a.g.m., s. 45.

40
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 41

Önce daha çok parçalanmış bir kültürel ortamın daha eşitlikçi, daha
özgür bir yaşam çevresi yaratacağı hemen söylenemez. Bir toplumdaki
hakim güçlerin denetimlerini, parçalanmış bir kültürde parçalanmamış
bir kültüre göre daha zor kuracakları apriori olarak ileri sürülemez. Hatta
bazı durumlarda parçalanmanın denetimi daha da kolaylaştırdığı savunu-
labilir.24 Postmoderizmde olduğu gibi özgürleştirme söylemleri, ayrıca
eşitlik ve adalet kaygılarına yer vermiyorsa, eşitsizliklerin sürdürülmesini
sağlayan ideolojiler haline gelmek tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Harvey,
Reagan döneminin estetiği ön plana çıkararak etiği geriye iten söyleminde
bu tür bir postmodernist tutum görüyor.25 Demokrasinin işlerliği konu-
sundaki bir başka yanılgı, en radikal düşünce farklılıklarının kolayca
örgütlenebildiği, kendilerini ifade olanağı bulduğu ve iktidara geçme yol-
larının onlara da açık kaldığı ülkelerin demokrasisinin en iyi biçimde işle-
yeceğine inanılmasıdır. Aralarında görüş farklılıkları az olan gruplar ara-
sındaki iktidar değişiklikleri, bu grupların demokratik kurallar içinde
kalarak programlarını uygulamalarına olanak verecektir. İktidar değişik-
likleri aralarında çok radikal farklılıklar olan gruplar arasında gerçekleşi-
yorsa, çoğu kez yeni iktidar gruplarının programlarını uygulamaya çalış-
ması belli gruplar üzerinde baskı kurmayı gerektirecek, demokrasinin
işlerliği ortadan kalkacaktır.
Bu örnekler gerçekte karşımıza, iktidarın çoğunluk oyuna bağlı olarak
oluştuğu temsili demokrasilerin işleyiş pratiği açısından yeterliliği soru-
nunu getirmektedir. Kültürlerin parçalanmasının arttığı postmodern or-
tamda bu yetersizlik daha açıkça ortaya çıkacaktır.
Demokrasinin bugünkü işleyişi içinde yönetimlerin desantralize ol-
ması, “subsidiarity” ilkesinin uygulanması, bu sorunlara bir ölçüde çözüm
getirecektir. Ama bunlar kavramsal düzeyde parçalanmış kültürlerin de-
mokrasisi nasıl kurulabilir sorusunun doğrudan yanıtı olmayacaktır. Bu
sorunun kavramsal düzeydeki yanıtları katılımcı ve çoğulcu demokrasi-
dir. Ama bunların işlerliğinin yeterince kurulduğu söylenemez. İktidarla-
rın değişmesi başka bir pratik içinde gerçekleştikçe, parçalanmış kültürün
her grubunun kendi kültürlerini yaşama geçirebilmeleri garanti altına alın-
mış olmaz. Eğer postmodernizm tarihsel saldırısının sonucunu almak is-

24 Dana Polan, a.g.m., s. 53.


25 David Harvey, a.g.e., Ch. 21.

41
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 42

tiyorsa yalnız kavramsal ölçümlerle değil onun işlerliğini sağlayacak pra-


tiklerle de ciddi olarak ilgilenmek durumundadır. Postmodernizmin de-
mokrasinin işlerliğine uygunluğu açısından karşılaştığı en önemli sorun,
toplumda “öznellerarasının” (intersubjective) oluşumu karşısındaki tutu-
mudur.26 Postmodernizmin ön plana çıkardığı, süreksizlik, kesiklilik, ge-
çicilik, parçalanmışlık gibi özgürleştirici değerler gerçekte bir toplumda
temsili demokrasinin sağlıklı işleyişi için gerekli olan “öznellerarasının”
ve oydaşmanın oluşmasını zorlaştırmakta hatta olanaksızlaştırmaktadır.
Belki de bu zorluğun tek aşılma yolu katılımcı demokrasi olabilir. Eğer
biraz önce değinilen pratik sorunlar aşılabilirse.

5. Tartışmayı Sonuçlandırırken
Kültürel parçalanmayı ve onun demokrasi açısından sonuçlarını, biraz
evcilleştirilmiş bir postmodernist çizgide tartıştıktan sonra sorabiliriz,
acaba özgürleştirici potansiyelin harekete geçirilmesinde toplum bilimle-
rinin kurulmasını27 olanaksız kılan, postmodernist düşünce çizgisinin dı-
şında yollar var mıdır?
İster pozitivist ister Marksist sosyal bilimlerde olsun, toplumbilimlerin
geleceği kestirici ve denetleyici tutumu eleştiri konusu olduğuna ve bu tu-
tumun kavram bağımlı insan eylemini sınırladığı ileri sürüldüğüne göre, bu
özelliklere sahip olmayan yeni toplumbilim yaklaşımlarının geliştirilmesi-
nin, amaçlanan özgürleştirmeyi sağlayacağı düşünülebilir. Eğer önerilen
yeni toplum bilim yaklaşımları, belli bir sona götüren (finalist) bir bütün
anlayışına ya da “mechanicisizme”, yani bütünün davranışının sadece ele-
manlarının özelliklerine bağlı olmasına götürmüyorsa,28 amaçlarını yerine
getirecektir. Böyle bir yaklaşım, toplumda yaşayanların seçmelerine göre
zaman içinde farklı, önceden belirlenmemiş; gelişmelere olanak verecek
toplumsal sistemleri olanaklı kılmak durumundadır. Bunun sağlanması için
mutlaka nedensizlikten vazgeçmek, parçalanmayı ve geçiciliği kabul etmek
gerekmektedir. Yani özgürleştirmeye olanak veren bir kurgu mutlaka top-
lum bilimleri yadsınmadan da gerçekleştirilebilmektedir.

26 K. Simonsen, “Towards an Understanding of the Contextuality of Mode life”, Envi-


ronment and Planning D: Society and Space, Volume 9, 191, s. 417-431.
27 Peter Slezak, “Man Not a Subject for Science?” Social Epistemology, Vol. 4, 1990,
s. 327-342.
28 Oscar Lange, Whole and Parts, Pergamon Pres, Oxford, 1965, s. 1-3.

42
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 43

Bu yöndeki olanaklar konusunda birkaç örnek verelim. Gouldner;


Marksizmin en derindeki özelliğinin parçalanmaya karşı olmak, dünyayı
bütünleştirmek, izole olanı, baskı altına alınanı entegre etmek olduğunu
ileri sürerek, özgürleştirici bir totalite önermektedir. Onun için olabilir
tek radikal seçenek total demokrasidir.29 Marksizmin çizgisinde bu yön-
deki bir başka gelişme “aşırı belirlenme” (over determination) yaklaşımı-
nın önerilmesi olmuştur. Bu örnekte esneklik, belirlenmekten kaçınmak
yerine aşırı belirlenmenin, yani toplumda her şeyin belirlendiğinin kabu-
lüyle sağlanmıştır.30 Brown ise rasyonaliteyi, “durumu değerlendirebilme,
kanıtları kavrayabilme, kuralları izlemeden makul kararlara ulaşabilme ka-
biliyeti” olarak tanımlarken hem gerekli esnekliği sağlıyor hem de post-
modernizmin her şeyi göreli hale getiren toptancı tutumundan kaçınma
olanağı buluyor.31 Postmodernizmin toplumbilimi kurulamaz hale geti-
rirken dayandığı temsil bunalımının32 değişik biçimde aşılma yolları bu-
lunuyor. Rorty bunu yeni bir pragmatizmle aşıyor.33 Andrew Sayer ise
yeni bir realizm yorumuyla bu aşmayı gerçekleştiriyor. Nedensel etkinin
varlığını düzenli tekrar eden sonuçlar üretmesine bağlı olmaktan kurtarı-
yor. Böyle sonuçların çıkmasını olumsal hale getiriyor. Dış dünyanın bil-
giden bağımsız olarak varlığını, ampirik testin belli ölçüde gerekliliğini,
bilgide belli bir gelişmenin varlığını, nedensel gücün önemini, sosyal ol-
guların kavram bağımlılığını, bilim üretiminin sosyal pratikle ilişkisini ve
eleştirici olmasını kabul eden yeni bir realizm geliştiriyor. Sosyal olguyu
anlayıp açıklamayı toplumun kendi anlayışını kritik etmeye dayandıran
eleştirel realistler yeni bir bilimsel yaklaşın öneriyor. Özgürleştirmeyi akılcı
tepkide arıyor.
Postmodernizmin aşırı şimdiki zamana, anlık olana yönelimi ve birbi-
riyle ilişkisiz olarak hep en canlı kalan ve geçmişi silen, sadece şimdilerde
oluşan dünyası, onun elinden toplum üzerinde eleştirel olmak ve geri bes-
lemelerle toplumu özgürleştirici yönde geliştirmek olanağını elinden alı-

29 Alwin W. Gouldner, “Against Fragmentation”. Editörler: Janet Gouldner ve Cornelis


Disco: Oxford University Press, New York, 1985.
30 Julie Graham, “Theory and Essentialism in Marxist Geography”, Antipode, Volume
24, No 2, Nisan, 1992, s. 113-130.
31 Carl Matheson, a.g.m., Harold Brown, a.g.m.
32 Thomas Docherty, a.g.e., s.97-119.
33 Richard Rorty, Philosophy and Mirror of Nature.

43
04 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 2 sayfa 032-044:Layout 1 29.10.2009 22:38 Sayfa 44

yor. Toplumları özgürleştirmede eleştirel realizmin mi postmodernizmin


mi daha etkili olacağı sorgulanabilir.
Kuşkusuz burada verdiğimiz örneklerin sayısı artırılabilir. Ama bu ya-
zıda yeni arayışların bir kataloğu yapılmak istenmiyor. Sadece postmo-
dernizmin ulaşmayı amaçladığı noktalara akılcı bilimsel arayışlarla da
ulaşmanın yolunun açık olduğu gösterilmek isteniyor. Sanıyorum bu ör-
nekler bunu kanıtlamak için yeterlidir. Bu yeni akılcı yolların ortaya çıkışı
bize aynı zamanda postmodernizmin önemli bir işlev gördüğünü de ka-
nıtlamış oluyor. Aydınlanmada insanı özgürleştiren akılcılık, 21. yüzyılda
bu işlevini duyguya devretmeye kolayca razı olmuyor, yeni yorumlarla öz-
gürleştirme işlevine yeniden sahip çıkmak istiyor.

44
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 45

TÜRKİYE’DE SİYASAL DÜŞÜNCENİN


GELİŞİMİ KONUSUNDA
BİR ÜST ANLATI*

1. Giriş
Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet dönemlerinde siyasal düşün-
cenin gelişimini, bir düşünce tarihi anlayışı içinde, dünyada ve Türkiye’de
gelişen düşüncelerin birbirini izlemesi ve etkilenmesine dayanan bir anlatı
kurarak ele almak olanaklıdır. Böyle bir anlatının, olayları ve olguları doğ-
rudan yaşayanların kendi deneyimlerini anlatabilmeleri için uygun olduğu
söylenebilir. Oysa yaşanan tarihle yazılan tarih arasında uzun bir zaman
aralığı varsa, toplumsal değişme ile düşünceler arasındaki etkileşimi daha
açık olarak ortaya koyabilecek üst anlatılar kurmak olanaklı hale gelir.
Böyle bir üst anlatıda, dünyada modernite projesinin gelişmesi, Os-
manlı İmparatorluğunu dönüştürürken imparatorluğun parçalanması,
bunun içinden Türkiye Cumhuriyeti’nin doğması ve gelişmesini sürdür-
mesi olgusu ana değişme çizgisi olarak kurulabilir. Bu tür bir üst anlatı-
nın kurulması, toplumun karşılaştığı değişme sorunsalını ve bunun siyasal
düşünce üzerindeki yansımalarını daha derinden kavramaya olanak vere-
cektir.
Modernite projesi Avrupa’nın Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çık-
mıştır. Önemli olan onun yeri değil niteliğidir. Bu projenin içeriği onu
kaçınılmaz olarak dünyayı değiştirmeye yöneltmektedir. Eğer bu proje
dünyanın başka bir yerinde de ortaya çıkmış olsaydı, aynı biçimde tüm
dünyayı değiştirecek bir etki yaratacaktı.

* Uygur Kocabaşoğlu (Der.) Modernleşme ve Batıcılık, Modern Türkiye’de Siyasi


Düşünce, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 19-42.

45
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 46

Modernite projesi tabii ki Aydınlanmanın bir çocuğudur. Aydınlanma


ise insana ve akla güvene dayanmaktadır. Buna göre bir yandan insan ak-
lının doğanın ve toplumsal düzenin işleyişini kavrayabileceğine ve geliş-
tirdiği yasa ve kuralları insanların mutluluğu için kullanabileceğine, öte
yandan bir insan için iyi olanın ancak o kişi tarafından belirlenebileceğine
inanılmaktadır. Bu yolla insanın kaderi ilahi olanın elinden alınmakta ve
insanın eline teslim edilmektedir. Modernite projesi de bu temel varsa-
yımlar üzerinde kurulmuştur. Söz konusu modernite projesinin dört temel
boyut üzerinde geliştiği söylenebilir.
Bunlardan birincisi ekonomik boyutudur. Modernleşmenin ekono-
mik yüzü dediğimizde, kapitalist ilişkiler içinde, fosil yakıtlardan elde edi-
len enerjiye dayanarak üretim yapan sanayileşmiş bir toplumdan söz
ediyoruz. Bu toplumda ürünler metalaşmış, emek ücretli hale gelmiş, li-
beralist mülkiyet anlayışı kurumsallaşmıştır. Bu yolla yıkıcı bir yaratıcı-
lığa alan açılarak teknolojik gelişmenin hızlandırılması sağlanmıştır.
İkincisi, bilgiye, ahlaka, sanata yaklaşımıdır. Bu üç alanın birbirine in-
dirgenemeyen otonom alanlar olduğu kabul edilmektedir. Toplumsal ol-
guların doğru bir temsilinin yapılabileceğine, dolayısıyla nesnel ve evrensel
geçerlilik iddiası taşıyan bir toplum bilimin kurulabileceğine inanılmak-
tadır. Bu durumda dil, bu bilgiyi etkilenmeden aktarabilen saydam bir
aracı olarak görülmektedir. Evrensellik iddiası sadece bilim alanında değil,
ahlak ve hukuk alanında da kendisini göstermektedir. Hukukun ve ahla-
kın yani değerler alanının da evrensellik iddiası taşıyarak kurulabileceği
kabul edilmektedir.
Modernitenin üçüncü boyutunu geleneksel toplum bağlarından kur-
tulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendiren bireyin doğması oluşturmakta-
dır. Bunlar, eğitilmiş, kapasiteleri artmış, belli bir yöreye bağlılığı azalmış,
tarihsel gelişme içine kendini yerleştirebilen, yer değiştirebilen, akışkanlığı
artmış bireylerdir. Geleneksel bağlılıklardan kopmuş, bireyleşmiş ve bu
modern toplumun yurttaşı haline gelmişlerdir. Bu bireyler daha büyük
bir toplumsal alanda eşit sayılan ve anonim ilişkiler içindeki üyeler olarak
yer almaktadır. Yani yerelin ötesindeki bir kamusal alana bir yurttaşlık so-
rumluluğuyla katılmaktadırlar.
Dördüncü boyut ise gelişen kurumsal yapıdır. Bu tür ekonomik faali-
yetler içindeki, bu tür bireylerden oluşmuş, kendi yaptıkları üzerine dü-
şünen ve onları geliştirmeye çalışan toplum yeni bir örgütlenme biçimi or-

46
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 47

taya koymuştur. Bu düzen kısaca ulus devlet olma ve demokratik süreç-


lere dayanma özellikleriyle özetlenebilir. Yerel bağlamdaki toplumsal ilişki
biçimini aşarak, daha büyük ve yaygın bir mekanda toplum içi dayanış-
manın ve anonim toplumsal ilişki kalıplarının oluşturulabilmesi için ulus
kimliklerinin geliştirilmesi gerekmiştir. Kendisi için iyi olanı değerlendi-
rebilen, eşit bireylerden meydana gelen böyle bir toplumda yönetimin
meşruiyeti de ancak demokratik süreçlere dayanarak temellendirilebilir.
Bu projeyi geliştirebilen toplumlar, içlerinde güçlü dinamikleri barın-
dırmaktadır. Bir yandan hızlı bir teknolojik gelişmeye ve dolayısıyla üre-
tim artışına açıktırlar. Böyle hızla büyüme potansiyeline sahip ve kapitalist
yapıdaki bir ekonomi için ulus devletin sınırları dar gelmekte, dışa ya-
yılma ve kendi dışındaki dünyayı dönüştürerek ekonomik denetime alma
eğilimi taşımaktadır. Öte yandan bu eğilime, bilgiye ve hukuka yaklaşı-
mındaki evrensellik iddiası da eklenince kendi dışındaki dünyayı dönüş-
türme potansiyeli daha da güç kazanmaktadır. Yani bu projenin gelişmiş
olduğu bir ulusun ekonomisi ve hukuk anlayışı o ülke içine hapsedileme-
mekte, yarattığı dış çelişkilerle sürekli olarak o ülke dışına yayılmaktadır.
Bu projenin doğurduğu bir ulus devlet, taşıdığı dış çelişkinin yanı sıra
iç dinamiğini harekete geçiren bir iç çelişki taşımaktadır. O da modernite
projesinin kurumsal yapısının toplumdaki bireylerin eşitliği varsayımı üze-
rinden geliştirilmiş olmasına karşın, ekonomik işleyişinin bireyler arasın-
daki eşitsizliği sürekli artırmasından kaynaklanmaktadır. Bu da bir iç
çelişki yaratmaktadır. Modernitenin kendi eyleminin sonuçları üzerinde
düşünme ve eleştirme niteliği bu iç çelişki ile bir araya gelince içinden
sosyalist bir modernite projesinin gelişmesine neden olmuştur.
Bu nedenlerle modernite projesi, dünyanın herhangi bir noktasında
bir kez ortaya çıktı mı, tüm dünyayı dönüştürecek etkiler yaratacaktır. Bu
projenin dünyayı dönüştürme biçimi, yeryüzünün değişik yörelerinde, o
yerin koşullarına, olanaklarına göre farklı olarak gerçekleşecek, özgüllük-
ler yaratacaktır. Modernite projesinin bu yerellikleri dönüştürmesi oto-
matik olarak kolayca gerçekleşmemektedir. Her toplum kendi düzeninden
isteyerek vazgeçmemekte, kendi düzenini yeniden üretmeye çalışmakta,
yani modernitenin yayılmasına karşı direnmektedir. Modernitenin ortaya
çıktığı kapitalist merkezin dışındaki çevre ülkelerinde, modernitenin etki-
lerine karşı direnmenin değişik biçimleri, değişik siyasal düşünceler ha-
linde kendilerini ifade etmektedirler.

47
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 48

Modernitenin özelliklerini burada önerilen dört ana boyutla özetle-


mek kuşkusuz ancak günümüzde yapılabilen bir basitleştirmedir. Bu, sü-
rekli gelişmelerle zaman içinde açıklık kazanmış bir projedir. Bu proje
sürekli olarak kendisini yeniden üretirken, geliştirmekte, kendisini aşmakta
ve yeni biçimler kazanmaktadır. Modernite projesinin sürekli olarak ge-
lişmekte olması ona karşı gösterilen direnmenin ya da onunla ilişki kurma
biçimlerinin de sürekli olarak yeniden tanımlanmasını getirmektedir.
Çevre ülkelerdeki siyasal düşüncenin gelişmesinin gerisindeki dinamiğin
bir yönünü de bu sürekli yeniden tanımlama gereği oluşturmaktadır.

2. Modernite ve Sanayileşme Öncesi Bir İmparatorluğun


Modernite Projesinin Etkisi Altında Dönüşmesi
Osmanlı İmparatorluğu modernite ve sanayileşme öncesi imparator-
lukların en gelişmiş örneğidir denilebilir. Çok büyük alanlarda, farklı din-
sel inanışları olan, çok sayıdaki kavmi bir düzen altında tutabilen ve bu
büyük alanda kurduğu “Osmanlı Barışı”nın sağladığı olanaklarla impara-
torlukta yaşayanlara ek bir refah sağlayabilen bir örgütlenmesi vardır. Mo-
dernite öncesi bir imparatorluk olduğu için yönetimi meşruiyetini ilahi
olandan almaktadır. Sultan ilahi olanın dünyadaki temsilcisidir. Onun dü-
zenini dünyada gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sultanın sülalesi bu uğra-
şın sürekliliğini sağlayacaktır. Bu imparatorluk, sanayi devrimi öncesi
koşullarda oluştuğu için örgütlenmesini ve kurumsallaşmasını o dönemin
üretim, ulaşım ve haberleşme teknolojisinin sınırları içinde gerçekleştir-
miştir. Sınırlı bir merkezi ordusu, askeri düzeniyle bütünleşmiş bir toprak
düzeni vardır. Bu düzen içinde reaya toprağa bağlıdır. Mülkiyet düzeni,
sultan, tımar sahibi ve reaya arasındaki işbölümünü düzenlemektedir. Mil-
let sistemi de değişik dinlere mensup reayanın bir çatışma içine girmeden
bir arada yaşamasına olanak vermektedir.
Modernite projesinin nitelikleri nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğu ile
ilişkiye girmesi ve onu dönüştürürken, ulus devletlere parçalayarak orta-
dan kaldırması, kısa sürede, birden gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Os-
manlı İmparatorluğu gibi oldukça karmaşık bir sistemin dıştan gelebilecek
etkilerle kolayca dönüşmesi beklenemez. Modernite projesi doğrultusunda
gelişen toplumlarla ilişkilerinden, Osmanlı Yönetiminin bugün bizim
yapabildiğimiz gibi modernite projesinin bütününü görmesi, ortaya çı-
karacağı uzun erimli sonuçları kestirerek ve değerlendirerek bir seçme yap-

48
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 49

ması söz konusu değildir. Onlar ancak yaşamları içinde karşılaştıkları olay-
lar ve yaşadıkları başarısızlıklar sonucunda modernite projesinin sonuçla-
rından etkilenecek ve ona uyum sağlayacaktır. Bu ise ancak küçük küçük
değişmelerin ortaya çıkması şeklinde olacaktır. Bu değişiklikler zaman
içinde birikecek, daha önemli değişiklikleri hem olanaklı hem de zorunlu
kılacaktır.
İmparatorluğun, modernite projesinin Avrupa’da ortaya çıkardığı ge-
lişmelerin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı dönemden, içinden bir ulus
devlet çıkardığı döneme kadar geçen sürede modernite projesiyle ilişkile-
rini kurduğu aşamalar şöyle özetlenebilir:
Birinci aşama, karşılaşılan sorunların çözümünü var olan siyasal ve
sosyal sistem içinde arama dönemi olarak adlandırılabilir. Bu aşamada İm-
paratorluk sorunlarla karşılaşmaktadır. İşlerin eskisi gibi yolunda gitme-
diğinin farkındadır. Ama karşılaştığı modernite projesinin niteliğinin
farkında değildir. Dolayısıyla bu dönemde çözüm arayışlarını, modernite
projesiyle ilişkilendirmek hiç akla gelmemektedir. Sorun var olan düze-
nin bozulmuş olmasında görülmekte ve çözüm eski düzenin ihya edil-
mesinde aranmaktadır. Bunun ötesinde yapılacak değişiklikler varsa o da
kurulu düzenin kurumlarında yapılan bazı değişikliklerle sınırlı kalacaktır.
Örneğin, eğer savaş kaybediliyorsa o halde merkezi ordunun güçlendiril-
mesi ve büyütülmesi sorundan kurtulmak için yeterli görülmektedir. Mo-
dernite projesi topluma henüz sızmamıştır, tamamen dıştadır. Bu çözüm
belli bir süre işler gibi görünse de, sistemin kendini yeniden üretemez hale
gelmesini engelleyemeyecektir. Verilen örneği izlemeyi sürdürürsek, bü-
yüyen merkezi ordunun devletin harcamalarını artıracağını, devlet gelir-
lerinin yetişmeyeceğini, devletin önemli mali sorunlarla karşı karşıya
kalacağını hemen fark ederiz. Bu geçen sürede karşılaşılan çözümsüzlük-
ler karşısında artık modernite projesini görmezden gelme olanağı kalma-
mıştır. Bu ise yeni bir aşamaya geçişi getirecektir.
İkinci aşamada modernite projesi yönetimin araçsal bir mantıkla yap-
tığı reformlara içerilmiş olarak topluma girmektedir. Bu dönemde artık
modernite projesinin geliştirildiği Avrupa ülkelerinin tanınması arayışları
ve bulunacak çözümlerde onlardan etkilenme başlamıştır. Bu arayışlar ve
etkilenme daha çok yönetici kadrolar içinde kalmaktadır. Yönetici kadro-
lar bir yandan ilişki içinde oldukları dış güçlerin temsilciliklerinin etki-
siyle, diğer yandan karşılaştıkları sorunların baskısı altında eski kurumsal

49
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 50

yapıları değiştiren, yerine modern kurumları getiren reformları yapmaya


başlamışlardır. Bu aşamada da modernite projesi imparatorluğa salt bir
siyasal düşünce olarak değil yapılan reformlara içerilmiş olarak girmekte-
dir. Bu reformlarda bir siyasal seçme değil, sorunlara çözüm bulmaya ça-
lışan araçsal bir mantık egemendir.
Bu aşamada, modernite projesi sosyal sistemi birinci aşamada olduğu
gibi dıştan değil, tersine içine sızarak içten etkilemeye başlamıştır. Mo-
dernite projesinin bu aşamada sistemi etkilemesi üç yolla olmaktadır de-
nilebilir. Birincisi, ekonomik kanalla, yani piyasa mekanizması yoluyla
olmaktadır. Önce dış ticaret yoluyla başlayan bu etkileme daha sonra iç
ticarete yayılacaktır. Bunun bir tür difüzyonist bir etkileme olduğu söy-
lenebilir. Ticaret alanında başlayan bu gelişmeler ilk olarak mülkiyetin
güvence altına alınması, daha sonra üretim üzerinde sanayi öncesi dö-
nemden kalan denetimlerin kaldırılması vb. konulara yayılacak ve mo-
dernitenin kurumlarının çok yönlü gelişmesine neden olacaktır. İkincisi
ise modernitenin gerektirdiği ekonomik ve siyasal ilişkilerin kurulabil-
mesi için bir önceki dönemdekinden çok fazla sayıda eğitilmiş kişi ge-
rekmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu gereksinmeyi karşılamak için önce
ülke dışına öğrenci gönderilmekte, daha sonra ülke içinde modern eği-
tim kurumları yaygınlaşmaya başlamaktadır. Böylece eğitim yoluyla mo-
dernite içinde gelişen bilgi, hukuk ve sanat anlayışları topluma girmeye
başlamış olmaktadır. Artık geç aydınlanan ülkenin erken aydınlananları
bulunmaktadır. Bu erken aydınlananlar kendilerini bir misyon içinde gör-
mektedirler. Modernitenin yayıcı aktörleri olma işlevini yüklenmekte-
dirler. Bu yolla, ticaret ilişkileri dışında bir başka difüzyonist süreç
işlemeye başlamaktadır. Üçüncüsü ise gerek piyasa güçlerinin, gerek geç
aydınlanan ülkenin erken aydınlananlarının getirdiği kurumsal yeniden
düzenlemelerin, ülkenin değişen dünyaya uyumunda yeterli olmaması
üzerine, sistemin siyasal ve ekonomik bunalımlarla karşı karşıya kalması
ve sistemi, bu bunalımlardan çıkmak için daha köklü yeniden düzenle-
meler yapmak zorunda bırakmasıyla gerçekleşmektedir. Artık bu yeni
düzenlemelere yol gösterici bir siyasal düşünce olarak, modernite bu-
lunmaktadır.
Bu aşamada gerçekleşen kurumsallaşmalarla, bireyin oluşmaya başla-
mış olan özel alanı güvence altına alınmıştır. Aynı zamanda da bu birey-
lerin bilgi edindikleri, birbirlerini etkilemeye başladıkları bir kamu alanı

50
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 51

ortaya çıkmaya başlamıştır. Kamu alanının oluşmasında informel etki-


leşme kanallarının yanı sıra, gazetelerin yayımlanmasıyla daha örgütlü ka-
nallar da etkili olmaya başlamıştır. Yöneticilerin meşruiyetini sağlamakta
artık ilahi olana dayanmak tek başına yeterli olmaktan çıkmaktadır. Aynı
zamanda kamu alanında da yapılan uygulamaların haklılığını, akılcılığını
savunma gereği duyulmaktadır. Böyle bir kamu alanının ortaya çıkmaya
başlaması, modernite projesinin çevredeki bir imparatorluğu dönüştürme
sürecinde üçüncü aşamaya gelindiğinin bir işareti olarak görülebilir.
Üçüncü aşama, modernite projesiyle yeni ilişki kurma biçimleri öne-
ren, belli bir biçimde iktidar talebi içeren, bunu kamu alanını etkileyerek
gerçekleştirmeye çalışan iktidar dışındaki kişi ve grupların siyasal düşünce
ve hareketlerinin gelişmesidir. Ancak bu aşamada, yani bir kamu alanı
oluşmasından sonra siyasal düşüncenin pratikteki etkisinden söz edilebi-
lir. Böylece siyasal düşüncenin modernite projesinin yarattığı dönüşüm
süreci içindeki yeri açıklık kazanır. Burada gelişen bir siyasal hareketin
mutlaka modernite projesi paralelinde olması gerekmez. Buna karşı bir
direniş projesi de olabilir. Ama herhalde modernite projesine göre bir ilişki
seçmesini içerecektir. Böyle bir seçimin yapılabilmesi için de toplumda
modernite projesinin bütünü için bir görüşün ya da kavrayışın gelişmiş ol-
ması gerekir.
Bu aşamada ortaya çıkan siyasal düşünce için kritik olan husus, bir
tür iktidar talebi içermesidir. İktidarın ilahi olana dayandığı bir toplumda
bu tür iktidar talebi içeren bir siyasal düşüncenin ya da hareketin geliş-
mesini pek çok zorlukla karşılaşacağı açıktır. Toplumda modernite pro-
jesinin siyasal muhalefete tolerans anlayışının kabul edilebilmesi için
modernite projesi doğrultusunda önemli ölçüde yol alınması gerekecek-
tir. Bu nedenle, ilk gelişen siyasal düşünceler, var olan iktidarın yani sul-
tanın meşruiyetini sorgulamaktan çok, yönetimin işleyişindeki hatalara
yönelecek, taleplerinde sınırlı reformlarla yetinecek, iktidar arayışları da
daha çok bürokrasinin de üst kademelerinde değişiklik sağlamaya ve bu
kademelerde yer almaya yönelecektir. Bu sınırlı iktidar talebinin kamusal
alanda yaratılan etkilerden de yararlanarak gerçekleştirilebileceğini var-
saymaktadırlar. Ama öngörülen değişiklikler daha kökten oldukça ve ik-
tidar talebi daha belirgin hale geldiğinde bu siyasal düşünce oluşmuş
sınırlı kamusal alanda serbestçe kendisini ifade şansı bulamayacaktır. Bu
siyasal düşünce gizli kalacak, yurtdışında ya da yeraltında örgütlenerek et-

51
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 52

kili olmaya çalışacaktır. İktidar talebini gerçekleştirebilmek için siyasal


darbeler ya da ayaklanmalar yoluna başvuracaktır. Bu çabalarda başarılı
olunabilirse yeni bir aşamaya geçilecektir. Bu nihai aşamaya nasıl ulaşı-
lacağını çoğu kez uluslararası konjonktürün olanakları ya da tarihsel süreç
belirleyecektir.
Dördüncü aşamada imparatorluğun parçalanarak ulus devletlere dö-
nüşmesi gerçekleşecek, yeni iktidarın meşruiyetini ilahi olan değil, halkın
demokratik seçmeleri belirleyecektir. Bu aşamada iktidarın değişmiş ol-
ması artık modernite projesinin utangaç yayılmacılığının yerini radikal bir
modernite projesinin almasına neden olacaktır. Kurulan ulus devlet içinde
uluslaşma, bu radikal modernite anlayışı içinde gerçekleşme sürecine gi-
recektir. Her radikal modernite projesinin uygulanmasına bir misyon an-
layışı içinde öncülük eden kadroların başarılarının nihai sınanmasını,
demokratik süreçler içinde kendilerini yeniden üretmeyi gerçekleştirebil-
meleri oluşturacaktır. Bu tür bir sınama kaygısı radikal modernite proje-
sinin popülist bir nitelik kazanmasına yol açabilecektir.
Böyle bir ulus devlete geçiş, modernite projesinin uygulanmasından
elde edilmesi beklenen sonucun niteliğinin de değişmesine neden olmak-
tadır. İkinci ve üçüncü aşamalarda modernite projesinden beklenen im-
paratorluğun parçalanmasını engellemektir. Oysa ulus devlet aşamasına
geçildiğinde böyle bir beklentinin anlamı kalmamakta, modernite proje-
sinden beklenen, ekonomik gelişmeyi sağlamak haline gelmektedir. Mo-
dernite projesinin bir sanayi öncesi imparatorluğu dönüştürme sürecine
ilişkin olarak geliştirilmiş bu dört aşamalı model, temelde genel bir mo-
deldir. Bu süreç içinde gelişebilecek siyasal düşüncelerin çerçevesini or-
taya koymak bir anlamda onları normalleştirmek için geliştirilmiştir. Ama
Osmanlı İmparatorluğunun ulus devletlere parçalanma sürecini bu dört
aşamalı modele uygulamak istersek, ikinci aşama III. Selim ve II. Mahmut
dönemlerine, üçüncü aşama Abdülmecit, Abdülaziz ve II. Abdülhamit
dönemlerine tekabül etmektedir. Dördüncü aşamanın ise II. Meşrutiyet ve
Cumhuriyet’le ilişkilendirilebileceği söylenebilir. Bu aşamada Cumhuri-
yet sonrasından İkinci Dünya Savaşına kadar radikal bir modernite pro-
jesinin uygulandığı bu projenin İkinci Dünya Savaşı sonrasında popülist
bir nitelik kazandığı, 1980’ler sonrasında da dünyada modernite projesi-
nin aşılmaya başlamasından etkilenerek, belli bir aşınma yaşadığı ileri sü-
rülebilir.

52
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 53

3. Moderniteye Karşı Direniş Siyasal Düşünceyi


Hangi Karşıtlıklar İçinde Kendisine Yol Bulma
Durumunda Bırakıyor?
İmparatorluğun modernite projesi tarafından dönüştürülmesinin
üçüncü aşamasında, içinde belli bir iktidar talebi içeren bir siyasal düşün-
cenin gelişmeye başlaması, bu düşüncenin yöneldiği temel sorunsalın ne
olduğunu da belirlemektedir. Bu düşünce Batıda gelişen modernite pro-
jesiyle nasıl bir ilişki kurulacağına yanıt aramaktadır. Bu ilişkinin nasıl ku-
rulacağı konusunda gelişen düşünceler yaşanan dönüşüm sürecinin etkisi
altında gelişmektedir. Her toplumsal dönüşüm gibi, bu dönüşüm süreci-
nin de kazananları ve kaybedenleri olmaktadır. İnsanların yaşanan dönü-
şümü nasıl kavradığı ve yorumladığı, içinde yaşadığı koşullarda kazananlar
ya da kaybedenler arasında bulunmasından etkilenecektir. Ama bu etki-
lenme çok yalın olarak salt çıkar araçsallığına indirgenerek anlaşılamaz.
Bu çok yönlü, çok faktörlü karmaşık bir süreçtir.
Modernitenin yarattığı dönüşümden yararlanan kesimlerin yorumla-
rında, çıkar, rasyonellik, uygar dünyanın bir parçası olmak gibi kavram-
larla hızlandırılan bir modernleşme arayışı ön plana geçerken, bu dönü-
şümden kaybedenlerin söylemlerinde, kimliğini ya da kendi özü olanı
yitirmeme gibi kaygılar ön plana geçecek ve dönüşmeye karşı oluşturul-
ması istenilen bir direnç gerekçelendirilmeye çalışılacaktır. Modernite pro-
jesiyle kurulan ilişki konusunda toplum içinde var olan bu iki karşıt eğilim
birbirinden tamamen bağımsız değildir. Her biri diğerini etkilemektedir.
Toplum içinde gelişen siyasal akımlar da bu iki uçtaki eğilimlerin kaygı-
larına bir biçimde yanıt vermek durumundadır. Bu ortamda gelişen bir si-
yasal akım, söyleminde, hem ilerlemenin yollarını açık kaldığını hem de
kültürel kimliğinin korumanın yollarının bulunduğunu göstermeye çalı-
şacaktır. Aslında moderniteyle ilişkinin nasıl kurulacağı sorunu, genellikle
bu hızlı dönüşüm ve kimliğini koruma karşıtlığının nasıl uzlaştırılacağı
biçiminde ele alınmaktadır.
Modernitenin yayılışına ilişkin dört aşamalı modelde siyasal düşünce-
nin etkili gelişiminin ancak üçüncü aşamada ortaya çıktığı hatırlanılırsa,
artık bu aşamada modernite projesinin toptan yadsınmasını ileri sürme-
sinin anlamlı olmayacağı hemen görülür. Bu durumda direnişin siyasal
düşüncesi, modernitenin tümden yadsınması yerine, modernitenin ya-
yılma alanını azaltmayı ve dönüşümün hızını yavaşlatmayı gerekçelendi-

53
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 54

recektir. Böyle bir gerekçelendirmenin gerisinde kaçınılmaz olarak top-


lumsal sistemlerin değişmeleri konusunda bir kurumsal anlayış bulun-
maktadır. Bu türde bir kısmi direnişi gerekçelendirmeye çalışanlar, top-
lumsal, özellikle de kültürel gelişmelerde tarihsel sürekliliklerin ortadan
kaldırılamayacağını ve kültürün değişik parçalarının birbirini etkilemeden
değişebileceğini kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Öte yandan, dö-
nüşmenin hızlandırılmasından yana olanlar, sosyal değişme kurumlarında
bir yapıdan diğer bir yapıya geçişin bir tarihsel zorunluluk olduğunu, bir
kültürün bir bölümü değişince sistemin bütünlüğünün diğer bölümleri
de dönüşmeye zorlayacağı üzerinde durmaktadırlar.
Ziya Gökalp’in ünlü, kültürü, medeniyet ve hars olarak ikiye ayrımı,
böyle bir direniş ideolojisinin en yaygın bilinen örneği olmuştur. Mede-
niyet, başka bir deyişle teknoloji ve üretim yöntemleri Batıdan alınabile-
cektir. Ama ülkeye özgü olan hars değişmeden korunmalıdır. Bu söylemler
hem gelişmenin hızlandırılmasını, hem de kimliklerin korunmasını ger-
çekleştirmenin başarılabilir bir şey olduğu kanısını yaratmaktadır. Bu me-
deniyet ve hars ayrımı, bir yandan modernitenin bir toplumdaki yayılma
alanlarını sınırlarken, öte yandan hars kanalıyla tarihsel sürekliliği de sağ-
lamış olmaktadır.
Türkiye’de gelişen siyasal düşüncelerin, modernite gibi evrensellik id-
diası taşıyan bir projeyle ilişkisini, Batı-Doğu karşıtlığı gibi evrenselliği
daha baştan reddeden bir kavramlaştırma içinde ele alması, modernite
projesi karşısındaki dirençlerin artması sonucunu doğurmuştur. Moder-
nite projesinin evrenselliğini günümüzde görmek kolaydır. Ama moder-
nite projesinin ilk yıllarında onun batılılaşma olarak algılanmasına şaş-
mamak gerekir. Bu normal bir durumdur. Doğu ve Batının hiçbir şekilde
birbirine dönüşemeyecek türdeki bir karşıtlığı yalnız Osmanlılar ve Türk-
ler tarafında olan bir algılama değildir. Avrupa’da gelişen oryantalist bakış
açısı da bu karşıtlığı pekiştirmektedir. Evrensel bir kategori olan “insan”ın
yerine, onu Doğulu ve Batılı olarak ikiye ayırıp bunların birbirinden çok
farklı özlere sahip olduğu kabul edildiğinde, dönüşüm için kavramsal bir
engel de oluşmaktadır. Bir insanın kendisini Doğulu görmekten Batılı
görmeye geçişi ile modernite öncesinden moderniteye geçişi aynı şey de-
ğildir. Her iki geçişte yaşandığı varsayılanlar çok farklıdır. Birincisinde,
ikincisinde olmayan bir kimlik değiştirme ve öz yitirmesi söz konusudur.
Moderniteye geçiş içselleştirilebilmeye açıktır, yani bir kimlik yitirmesi ol-

54
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 55

madan gerçekleşebilecektir. Oysa böyle konulan bir Batı-Doğu karşıtlığı


varsa Doğulu olan için Batılaşmak hep dışta, hep yabancı kalmak olacak-
tır, çünkü özler farklıdır. Bu ise direnilmesi gereken bir şeydir. Böyle bir
kavramlaştırmanın egemen olduğu bir toplumda bu nedenle en radikal
modernite projesini uygulayanlar bile Batıya rağmen Batılaştırmaktan söz
etmek durumunda kalmışlardır. Onlar için de Batı iyinin kaynağı olduğu
kadar, içinde kötüyü de barındırmaktadır. Bu nedenle seçmeci olmak ge-
reği, yani bir başka türdeki direniş ortaya çıkmaktadır.
Modernitenin özellikle kültürel alanda yayılmasına karşı bir başka
direnme mekanizması siyasetin düşünceler üzerinden giderek değil, sim-
geler, semboller üzerinden giderek yapılmasıyla yaratılmaktadır. Kutsal-
laştırılan töreler, dinsel inançlar vb. kültürel öğeler bir türde tabulaştırıla-
rak dokunulmaz ve değiştirilemez kılınmaya çalışılmaktadır. Böyle,
duygusallığa dayanan katı direnç mekanizmalarının yaratılması, bu alanda
hiçbir değiştirme olmayacağı anlamına gelmektedir. Toplumsal yaşam
içinde bu kutsallıklar önemini zaman içinde yitirebilmektedir. Ama bu
kutsallaştırılanların, düşünce akımları tarafından kamu alanında eleştiril-
mesi zorlaşmaktadır. Bu nedenle, kutsalın aşınması kamu alanında değil,
özel alan içinde olmakta, beklenmedik bir anda ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de siyasal düşüncenin sürekli olarak içinde kaldığı bir başka
karşıtlık, modernite düşüncesinin, insanlar için iyi olanın ancak o kişilerce
belirleneceğine ilişkin inancıyla, bu düşünceyle aydınlanmış olanların, dü-
şüncelerini uygulamak için kendi başlarına inisiyatif alma zorunluluğu
duymaları arasında ortaya çıkmaktadır. Toplumdaki aydınlar modernite
projesini uygulamak için kitlenin desteğinin varlığını ya da yokluğunu
dikkate almadan bir atılım yaparlarsa, pratikte uygulanan ile düşüncede
inanılan arasındaki açığın nasıl kapatılacağı sorulması kaçınılmaz bir soru
olmaktadır. Her toplumda toplumun ortalamasından ayrılan bir elit grup
bulunmaktadır. Ama burada sözü edilen ayrım bunun ötesindeki bir fark-
lılıktan kaynaklanmaktadır. Geç aydınlanan bir ülkenin erken aydınlanan-
ları kendilerini ilginç bir ahlaki açmazla karşı karşıya bırakmaktadır.
Aydınlanmanın onları evrensel doğrulara ulaştıracağına inanmaktadırlar.
Böyle aydınlanmış bir grup, birden bire kendisini bir misyonla yüküm-
lenmiş olarak bulmaktadır. Ya bilgileri doğrultusunda toplumu dönüştür-
meye çalışarak sahip olduklarını düşündükleri misyonu yerine getirmeye
çalışacak ve bu halde insanların kendileri için iyi olanı ancak kendilerinin

55
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 56

belirlemesi inancıyla çelişecektir ya da zaman içinde toplumda oluşacak


gelişmeleri bekleyerek, kendi misyonlarını görmezden gelecektir. O halde
de kendilerini toplumun sorunlarına duyarsız kalmakla suçlayacaklardır.
Kuşkusuz bu zor bir durumdur. İzlenen yol genellikle misyonu yerine ge-
tirmek olmaktadır. Ama bu misyonu yerine getirenler sürekli olarak ken-
dilerine olan halk desteği konusunda kaygılı olacaktır. O da bir tür po-
pülizm eğilimi halinde ortaya çıkacaktır.
Modernite projesini uygulayanların kitleye ulaşmasında önemli güç-
lükler bulunmaktadır. Bu güçlük salt modernite projesinin ekonominin
kapitalist işleyişini öngörmesi ve toplumda eşitsizliği artırmasıyla da açık-
lanamaz. Nitekim, Türkiye’de modernite projesinin içinden çıkan, ser-
maye sahipleri ile emekçiler arasındaki çelişkiyi temel alan sosyalist
modernite projesi de halka ulaşmakta büyük ölçüde güçlükle karşılaşmış-
tır. Bu da halka ulaşılamamasında, salt araçsal boyutta açıklanamayacak
nedenler bulunduğunu göstermektedir.
Bu ikilemden kaçınmanın bir yolunun ise dönüşümü olabildiğince
hızlandırmak, öncülerle kitle arasındaki açığı hızla kapatmaya çalışmak
olduğu açıktır. Ama bunun ötesindeki öznel nedenlerin de ihmal edilme-
mesi gerektiğini akıldan çıkarmamak gerekir.

4. Siyasal Düşüncenin Başarı Ölçütleri ve Kapsayacağı Alan


Nasıl Belirlenmektedir?
Buraya kadar üzerinde durduğumuz, temel bir dönüşümün yaşan-
makta olduğu bir ortamda gelişen ve yine üzerinde durulan karşıtlıklar
arasında kendisine bir yol bulmaya çalışan siyasal düşünceler belli konu-
larda seçmeler yapmak durumunda kalmaktadır. Bu, çok geniş bir alanda
yapılan seçmeleri içerecektir. Bu alan, iktidarın meşruiyetinin nasıl temel-
lendirileceğinden, dinsel ya da ilahi olanın sınırlarının nasıl yeniden be-
lirleneceğine, bireyin özgürlüğünün nasıl tanımlanacağına, bireyin özel
alanının nasıl güven altına alınacağına, kendisini ekonomik ve siyasal ola-
rak yeniden üretmesini sağlayacak yeni kurumsallaşma önerilerinin ne ola-
cağına, gelişme ve ilerlemeden ne anlaşılacağına kadar pek çok alanı
kapsayacaktır. Bu tür çok önemli yapısal bir dönüşüm konusundaki siya-
sal politikalar sistemi hızlı olarak dönüştüremiyorsa, tüm ülkeyi ve ulusu
saramıyorsa, bu geniş alandaki politik seçmeler sürekli olarak gündemde
kalacak ve tartışma konusu olmayı sürdürecektir.

56
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 57

Her siyasal düşüncenin nihai hedefi uygulamada başarılı olmak ve dü-


şüncelerin yaşama geçirilmesini sağlamaktır. O zaman başarılı olmanın ilk
koşulu, bu düşünceyi geliştiren ve benimseyen kadroların iktidar olabil-
mesi, ikinci koşulu ise iktidarda bulunduğu sırada kendisini ekonomik ve
siyasal olarak yeniden üretebilmeyi başarması, toplumun dönüşmüş kesi-
minin büyüklüğünü sürekli olarak artırabilmesidir.
Siyasal düşüncenin niteliğine göre başarının farklı bir biçimde tanım-
lanmasının olanaklı olduğu da söylenebilir. Bir siyasal düşünce dönüş-
meye karşı bir direnç düşüncesi olarak geliştiyse, iktidar olmadan kendi
mantığı içinde dönüşmeyi geciktirerek de belli bir işlev görebilir. Bu halde
kendi amaçları doğrultusunda bir başarı göstermiş, direnç üretmiş olur.
Türkiye’de güncel siyasal akımların özelliği, kendilerinin konumlarını
gelecekteki projeleri üzerine kurmaktan çok Türkiye’deki modernleşme
deyiminin eleştirilmesine dayandırmalarıdır. Geçmişe ilişkin bu değerlen-
dirmeler, kişinin modernite projesi konusundaki başlangıçtaki tutumuna,
kendisini o toplumun bir aktörü olarak ya da dıştan gözleyicisi olarak gör-
mesine, toplumların ilerlemesine ve demokratikliğine farklı olumluluklar
yüklemesine göre farklılaşmaktadır.
Birinci tür değerlendirmeler modernleşme projesini hiç sorgulama-
yan, toplum üstü nesnel bir değerlendirme yapmaya çalışan, toplumların
modernleşme çizgisinden ilerlemesine çok ağırlık veren bir yaklaşım içinde
olanlar tarafından yapılmaktadır. Bu durumda değerlendirici, ilgisini
hemen hemen sadece modernleşme açığının büyüklüğü üzerinde topla-
maktadır. Bu açığı kapamada, modernleşme projesi yaşama geçirilebildiği
ölçüde başarılı olunacaktır. Bu bakış açısına göre demokratik toplum
modernleşmenin sonunda ulaşılacak bir hedeftir. Geleneksel toplumdaki
kişilerin geçmişin bağlarından koparılarak birey-yurttaş olmaları gerçek-
leştikten sonra demokrasiye geçiş için koşullar hazır olacaktır. Piyasa
güçleri bu geleneksel bağları koparamıyorsa bir süre için bu kopuşu sağ-
layacak baskıcı pratikler meşru görülebilecektir. Türkiye siyasetinde tek
parti döneminin CHP’sinin böyle bir çizgiyi temsil ettiği söylenebilir. Çok
partili yaşama geçtikten sonra gelişen partiler genellikle böyle bir değer-
lendirme çizgisine uzak kalmışlardır. Son yıllarda Atatürkçü Düşünce Der-
neği içinde bu tür bir yaklaşımın yeniden üretildiği söylenebilir.
İkinci tür değerlendirmeleri yapanlar da modernite projesinin ön-
gördüğü toplumsal düzenin ya da yaşantı biçimini sorgulayamazlar. Ken-

57
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 58

dilerini bu dönüşümü gerçekleştiren toplumun dışında tutarak, yaşanan


dönüşümün araçlarını modernitenin bir değeri olan demokratiklik açı-
sından sorgularlar. Eğer piyasa güçleri, kişileri geçmişteki toplumsal bağ-
larından koparıyorsa, buna paralel olarak toplumda kişilerin istekleriyle
demokratik süreçler içinde bir değişme ortaya çıkıyorsa, bu iyi bir şeydir.
Ama bu değişmeyi elitlerin tepedenci yaklaşımlarıyla gerçekleştirmeye ça-
lışıyorlarsa, bu demokratik meşruiyetinin sınırlarının dışına çıkılması ola-
rak değerlendirilecektir. Modernleşme açığı onların temel ilgi alanları
değildir. Ya kendiliğinden olan modernleşmenin uzun erimde daha hızlı
ve sağlıklı olacağına inanırlar ya da modernleşme açığının kapatılmasının
hızlandırılması onları ancak zorlayıcı olmamak koşuluyla ilgilendirir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen Demokratik Partinin bu çizgiyi
izlediği söylenebilir. Daha sonraki yıllarda ortanın sağı çizgisini izleyen
partilerin de bu çizgide kaldığı söylenebilir. Son yıllarda gelişen İkinci
Cumhuriyetçi akımın bu çizgideki bir eleştiriyi güçlü olarak vurguladığı
görülmektedir.
Bu tür kendiliğinden gerçekleşecek bir modernleşmeye razı olmanın
bir başka biçimiyse tarihsel olmayı yüceltmek olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu bakış açısında toplumun elitleri toplum dışında varsayılarak bir de-
ğerlendirme yapılmaktadır. Bu elitlere modernleşme yoluyla değişmeyi
zorlayıcı, dolayısıyla toplumun tarihselliğini yok edici aktörler olarak ba-
kılmaktadır. Bu bakış açısına göre en sağlıklı gelişme, toplumların kendi-
liğinden evrimsel gelişmeleridir. Bu evrimsel çizgiyi zorlamak tarihsel
olanı dışlamak olarak görülmektedir. Tarihte özne olmak hakkı sadece kit-
lelere tanınmakta, bunun dışındaki elitler meşruiyet dışı bırakılmaktadır.
Türkiye’deki muhafazakar popülist akımlarda böyle bir damar gözlen-
mektedir.
Üçüncü tür değerlendirmeler gerçekte modernleşmeyi yadsıyan, geç-
miş yaşam biçimini savunan ve modernleşmenin sonunda ortaya çıkan
yaşam biçimini eski dönemin değerleri açısından eleştirmeye çalışan yak-
laşımlardır. Bunlar genel olarak toplumun dışına çıkan kişinin değil, onun
içinde kalanın değerlendirilmesidir. Pozitivist bir bilgi anlayışını da be-
nimsemedikleri için kendilerini toplumun dışında tutamazlar. Değerlen-
dirmeleri de nesnel olduğu iddia edilen bilgiye dayanmayıp, geçerliliği
öznellikler olmayla kurulmuş bilgilere dayandığı için, kınama ya da gü-
lünçleştirme eksenine oturacaktır. Bu bakış açısı çoğu kez desteğini öz-

58
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 59

nellikler arası temelde değişmez olduğu iddia edilen dini bilgiden, kutsal
olandan almaya çalıştığı için, buna uyumsuzluk konusunda yapılan de-
ğerlendirme bir kınama niteliği kazanmakta, bu yolla geçmişin yaşam bi-
çimine dönüş için toplumda bir cemaat baskısı ya da çoğunluk baskısı
yaratmaya dönük olmaktadır. Türkiye’deki hem dinci hem de milliyetçi
muhafazakar çizgideki akımlar, bu türde bir eleştiriden yola çıkmaktadır-
lar.
Gerçekten modernleşmenin maddi alanda sağladığı başarı karşısında,
bu üçüncü tür değerlendirmenin ya da eleştirinin saf biçimiyle ileri sü-
rülmesi olanağı bulunamaz. Savunulan geçmişin yapısının bu başarıyı gös-
teremediği açık hale gelmiştir. Bu durumda bu eleştiri, modernleşmenin
ekonomik sisteme, doğa bilimlerine, teknolojiye ilişkin değerleri kabul
edilerek diğer öğelerinin yadsınması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Mo-
dernleşmenin teknik ve ekonomik yönünün toplumun geleneksel yapısı
içinde başarıyla çalışabileceği varsayılmakta, bu yolla toplumun kimliği-
nin korunacağı savunulmaktadır. Bu tür bir bakış açısının savunduğu ge-
leneksel değerler içinde demokrasi yoktur. Demokrasi sadece toplumda
sesini duyurabilmeyi ve iktidara gelebilmeyi sağlayan bir araç olarak değer
kazanmaktadır. Bu, savunmada olan bir değerlendirme çizgisidir, içeri-
ğini modernleşmenin başarı düzeyi belirlemektedir. Modernleşme başarılı
oldukça savunucu çizgi geriye çekilmektedir. Erbakan’ın kurduğu Milli
Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi’nin böyle
bir çizgi izlediği söylenebilir.
Dördüncü değerlendirme çizgisi de modernleşme projesini yadsıma
üzerine kurulmuştur. Bu yadsıma üçüncü değerlendirme çizgisinden farklı
bir yönde gelişmektedir. Geçmişe özlem duyulan bir yadsıma değil,
modernizmin ötesine geçen, bir anlamda modernite projesiyle yetinme-
yen bir eleştiridir. Postmodernizm böyle bir eleştiri getirmektedir. Ay-
dınlanmanın akılcılığı insanlığı dini dogmaların baskısından kurtarmıştı
ama daha sonra araçsallaştırılan akılcılık dünyayı büyük ölçüde var olan
sisteme hapseder hale getirmiştir. Dünyanın, modernitenin araçsal rasyo-
nelliğinden kurtararılarak insanlığın yeniden özgürleştirilmesi amaçlan-
maktadır.
Bu ise bilim anlayışında eleştirel gerçekçiliğe geçişi gerektirmekte, de-
ğişebilecek olanın değişmez olarak gösterilmesini olanaksız hale getir-
mektedir. Daha çok sosyalist gelenekten gelenlerin izleyebileceği bir çıkış

59
05 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 3 sayfa 045-060:Layout 1 29.10.2009 22:45 Sayfa 60

noktası olabilecek bu eleştirel konumun potansiyelini Türkiye’de henüz


yeterince kullanılmadığı söylenebilir. Türkiye’de var olan sosyalist ve sos-
yal demokrat partiler böyle bir çizgiden oldukça uzaktır.

5. Son Verirken
Bu yazıda yapıldığı gibi Türkiye’deki siyasal düşüncenin gelişimi için
bir üst anlatı kurulmasına çalışılmasının işlevinin ne olduğu sorulabilir.
Bu soruya birbirini tamamlayıcı iki yanıt verilebilir. Bunlardan öncelikle
belirtilmesi gereken, böyle bir üst anlatının ayrıntılı bir düşünce tarihini
gereksiz kılmaya çalışmadığı, tersine onu tamamlamaya çalıştığıdır. Böyle
bir yaklaşım ayrıntılı ve belli bir yere özgü düşünce tarihinin tarihsel bağ-
lamına oturtulmasında önemli bir zenginlik sağlayacaktır. Bu yolla tarih-
sel bağlama oturtulmasında doğrusal ve homojen olarak akıp giden bir
zamanı temsil eden kronolojinin ötesine geçilmektedir. Tarihin akışını ni-
teliksel sıçramalar haline ve getirmekte ve yerel tarih böyle bir tarih akışı
içine oturtulduğunda tarihsel bağlama oturtmanın sağlayabileceği açık-
lıklar artmaktadır.
İkinci olarak böyle bir üst anlatının bir anlamda, tarih metodolojisi
içinde önemli bir yeri olan karşılaştırmalı tarih analizlerini ikame etme
işlevi gördüğü de söylenebilir. Böyle bir anlatı, bir ülkede belli bir dö-
nemde ortaya çıkan bir siyasal düşünceyi ya da hareketi bir tür normal-
leştirme işlevi görmektedir. Tarihe yaklaşımı yargılama amaçlı olmaktan
uzaklaştırmaktadır. Hatta yargılayanı yargılama konusu haline getirebil-
mektedir.

60
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 61

REFORM DÜŞÜNCESİ İLE


OSMANLI VE CUMHURİYET
DÖNEMİ REFORMLARI ÜZERİNE
ÇÖZÜMLEMELER*

1. Giriş
19. yüzyıl başlarından günümüze kadar geçen iki yüzyıllık süre içinde
gerek Osmanlı İmparatorluğu gerek Türkiye Cumhuriyeti pek çok reform
deneyi geçirmiştir. Reform önerileri ve reformlara duyulan tepkiler bu
dönemde sürekli olarak gündemde kalmıştır. Toplumumuzda reformlara
tepki duyanlar bulunmasına karşın, özellikle son yüzyıl içinde reform kav-
ramına olumlu bir değer yüklenmektedir.
Reforma olumlu bir değer yüklenmesi, sosyal bir değişime kategorisi
olarak görülmesi hatta onun ötesinde sosyal değişmeyi hızlandırıcı bir
araç olarak değerlendirilmesiyle yakından ilişkilidir. Günümüzde geliş-
menin ve değişmenin istenilir bir şey olması çok normaldir. Bu tarih için-
deki her dönem için geçerli bir durum değildi. Toplumsal değişmenin
istenilir bir şey olarak görülmeye başlanması ancak aydınlanma sonrası
olmuştur. Daha önce istenilen ise toplumsal düzenin korunmasıdır. De-
ğişme ancak bozulma olarak yorumlanmaktadır, istenmeyen bir şeydir.
Aydınlanma öncesinde toplumsal değişmenin istenmeyen bir şey olarak
görülmesinin iki nedeni olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi bu dö-
nemde toplumsal düzenlerin ilahi olarak temellendirilmesidir. İlahi olan
ise mükemmel ve mutlak olandır, değişmez. İkincisi ise yaşanan toplum-
sal değişmenin sanayi devrimi sonrasındaki gibi henüz hızlanmamış ol-
ması ve değişmenin kaçınılmazlığının kavranamayışıdır.

* TESEV Devlet Reformu projesi için hazırlanmıştır. Tınaz Titiz (Koordinatör)


Türkiye’de Devlet Denetiminde Reformlar ve Başarılarının Değerlendirilmesi TESEV,
İstanbul, 2000, ss.75-94 de yayınlanmıştır.

61
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 62

Nitekim Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyıldaki klasik dönemi


sonrasında sorunlarla karşılaşmaya başladığı dönemde durum değerlen-
dirmesi yapmak için hazırlanan risaleler büyük ölçüde sorunların kayna-
ğını düzenin bozulmasında görüyor ve çözümü geriye dönük restoras-
yonda buluyordu. Batı dünyasında da devrimci değişmelerden olumlu
olarak söz edilmeye ancak 17. yüzyılda başlanmıştır. Bu düşünceyi savu-
nanların ilklerinden biri İngiliz düşünürü John Milton olmuştur. John
Locke başkaldırı hakkından söz etmiştir. Kant için devrim, toplumu daha
yüksek bir ahlaksal temel kavuşturacak doğal bir gelişmedir. Amerikan ve
Fransız devrimleri bu düşünceye pratikten gelen destekler sağlamıştır. Sa-
nayi devrimi sonrasında ise Marks ve Engels’in çalışmaları bu düşünceyi
merkezi bir konuma taşımıştır.
Aslında reform sözcüğünün önemli bir toplumsal değişme karşılığında
kullanılması aydınlanma öncesine gitmektedir. 16. yüzyılda Hıristiyanlı-
ğın batı kilisesinde ortaya çıkan, Protestanlığın doğmasını sağlayan, Mar-
tin Luther ve Jean Calvin’in önderliğindeki hareketin sağladığı gelişmeler
için kullanılmıştır. Aydınlanma sonrasında ise kapitalist merkez dışındaki
ülkelerde 19. yüzyılın ortalarında, modernite projelerinin uygulanması-
nın ilk adımı olarak adlandırılabilecek reform düşüncesine dayanan siya-
sal hareketler ortaya çıkmıştır. Kanada’da 1837 öncesinde önem kazanan
Reform Partisi (Hareketi), Japonya’da 1841-1844 arasındaki Tempo Re-
formları, Osmanlılarda 1839-1876 arasındaki Tanzimat dönemi, Meksi-
ka’da 1854-1876 arasındaki La Reforma dönemi örneklerinde olduğu
gibi. 19. yüzyılın ikinci yarısında modernite projesi içinden çıkan bir sos-
yalist proje gelişmeye başladıktan sonra 19. yüzyılın sonuna doğru sos-
yalizme geçiş konusunda devrimci yola bir seçenek olarak, reformist yol
ileri sürülmüştür. Bu yolu sosyal demokrat partiler benimsemiştir. Günü-
müzde ise reform genellikle daha sınırlı anlamda kurumsal yeniden dü-
zenlemeleri anlatmak için kullanılmaktadır.
Bu yazıda, reform kavramına böyle bir bağlam içinde yaklaşıldığın-
dan, önce diğer sosyal değişme kategorileri içinde reform kavramına açık-
lık getirilmeye çalışılacak, bir toplumda reform gereksinmesinin nasıl
ortaya çıktığı, başarı ölçütlerinin neler olabileceği ve hangi koşullarda ger-
çekleştirilirse başarılı olunacağı üzerinde durularak bir kuramsal çerçeve
oluşturulmaya çalışılacaktır. Daha sonra da bu kuramsal çerçeveden ya-
rarlanılarak Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri reformları üzerinde bazı
yorumlar geliştirilmeye çalışılacaktır.

62
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 63

2. Bir Sosyal Değişme Kategorisi Olarak Reform Üzerine


Bir Kuramsal Çözümleme
• Sosyal Değişme Kavram Alanındaki Konumlar
Reform kavramının sosyal değişme kategorileri içindeki yerini sapta-
yabilmek için bir Saussure’gil bir anlam alanı çözümlemesi yapmak gere-
kir. Saussure’e göre anlam alanında yer alan kavramların bir ortak, bir de
farklı oldukları yön vardır. Bir kavramın bir alandaki konumuna açıklık ka-
zandırmak için bu alandaki diğer kavramlarla ortak olan ve ayrılan yön-
lerini açıkça ortaya koymak gerekir. Bu yazının amaçları bakımından üç
değişme kavramı; devrim, reform ve evrim üzerinde durmak yeterli ola-
caktır. Her üç kavramda ortak olan yön; değişmedir. Ama bu üç kavram
birbirinden, öngördükleri değişme biçimi bakımından ayrılmaktadır.
Devrim kavramı kullanıldığında, köklü önlemlerle, kısa bir sürede ya-
ratılan çok önemli değişmeler, bir anlamda bir alt üst oluş ya da dönüşüm
kast edilmektedir. Reform, düzeltmek ve daha iyi duruma getirmek ama-
cıyla yapılan değişikliktir. Devrim gibi bir alt üst oluşu değil, var olanın
temel özelliklerini koruyarak yapılan sınırlı bir değişmeyi ifade etmek için
kullanılır. Evrim kavramı rastlantısal, küçük küçük değişmelerin, belli bir
seçme süreci içinde, birikerek yarattığı nitelik değişikliğiyle basit form-
lardan karmaşık formlara geçişi anlatmak için kullanılır.
Bu üç değişme kavramı toplumsal değişmeye uygulanmaya başlandı-
ğında toplumun farklı öğelerindeki değişmeleri açıklamakta, kendi arala-
rında bir işbölümü doğurmakta ve değişmenin aktörünün niteliğini
belirlemektedir. Eğer toplumda siyasal iktidarın yapısınıda köklü değişik-
liklerin meydana gelmesi ve bunun paralelinde köklü ekonomik ve top-
lumsal değişikliklerin gerçekleşmesi söz konusuysa bu değişmeyi anlatmak
için devrim kavramı kullanılacaktır. Bu değişmenin öznesi ya da temel ak-
törü de toplumsal hareketler içinde bilinçlenmiş toplumsal sınıflar ol-
maktadır.
Eğer söz konusu değişme toplumun kurumları (institutions) üzerin-
deyse bunu reform sözcüğüyle anlatıyoruz. Sosyolojik bir bakış açısıyla
toplum kurumlar çerçevesi içinde kavranabilir. Normal koşullar altında
bir toplumun kararlı yapısının sürdürülmesini ve gerekli işlevlerin yerine
getirilmesini sağlayan, kurumsal düzenlemelerdir. Bu kurumsal düzenle-
meler, toplumdaki değişik aktörlerinin rollerini ve onların performansla-
rıyla ödülleri/cezaları arasındaki dengeyi belirler. Bu durumda reformdan

63
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 64

anlaşılan, değişme, belli alanlarda toplumdaki değişik aktörlerinin ilişki


kalıplarındaki yenilenme ve yeni ilişkilere kaynaklık edecek yeni aktörle-
rin tanımlanması olabilir.
Kurumlar üstünden giderek yaptığımız bu tanımlama bizi reform ko-
nusunda tamamen yanlış bir anlayışa götürebilir. Eğer bir reformdan bir
toplumdaki kurumların tümünün yeniden düzenlenmesi anlaşılıyorsa, o
halde bir devrimin yapacağı tür bir değişme söz konusu olur. Bu nedenle
reformun kurumlar üstünden tanımlanma biçimine ilişkin bazı ek açıkla-
malarda bulunmak gerekir. Reformcu düşüncenin aydınlanma sonrasında
Avrupa’da gelişimine öncülük etmiş olan Saint Simon ve Auguste Com-
te’un pozitivizmi var olan düzen içinde bir değişme arıyorlardı. Reformcu
düşünce ile bu kurumsal yeniden düzenlemeye iki bakımdan sınır getiril-
miş olmaktadır. Bunlardan biri mevcut iktidar yapısını koruyan bir yeni-
den düzenleme olmasıdır. İkincisi ise kurumsal düzenlemenin ancak
gerekli alanları kapsaması, kısmi olmasıdır.
Reformun öznesi siyasal iktidarı meşru olarak elinde tutan güçtür.
Eğer bu reform önerileri iktidarda olmayan kesimlerden geliyorsa, onlar
ya meşru yoldan iktidara gelmeyi beklemektedirler ya da meşru iktidarı
elinde tutanları etkilemeyi ummaktadırlar.
Eğer toplumsal değişmenin incelenmek istenilen öğesi kültürse, onun
değişmesini çözümlemekte kullanılabilecek en uygun kavram ise evrim
olmaktadır. Bir toplumun kültürü genel olarak kabul edilen ideolojiler,
vaziyet alışlar, değerler, alışkanlıklar ve teknik bilgileri içerir. Bunlar top-
lumun bireyleri tarafından paylaşılır, ortak olarak öğrenilirler ama birey-
den bağımsız olarak varlığını ve gelişmesini sürdürürler. Kısa süreler için
kararlılığını sürdürür, değişmesi, o toplumun çevresine uyum yaparken
ortaya çıkan yeni biçimlerin, toplumda var olan denetim kanalları içinde
seçilenlerinin birikmesiyle gerçekleşir. Bu da toplumun geçirdiği kültürel
evrim olur.
Toplumsal değişmenin belli yönlerini anlatmak için kullanılan, dev-
rim, reform ve evrim kavramlarının sırasıyla iktidarın niteliğinin değiş-
mesine, kurumsal yapının yeniden düzenlenmesine ve kültürel değişmeye
uygun düştüğünü söylemek genel olarak doğrudur. Ama devrim, reform
ve evrim kavramlarının çok farklı değişmeler için de kullanılması söz ko-
nusu olabilmektedir. Örneğin Mao döneminin sonlarına doğru Çin’de bir
kültür devrimi yapılmak istenmiştir. Büyük miktarlarda köylü kitlelerin

64
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 65

bulunduğu Çin’de devrim gerçekleşip iktidar el değiştirdikten ve top-


lumdaki kurumsal yapının köklü bir biçimde değiştirilmesinden sonra,
devrimi gerçekleştirenlerden bir grup elde edilen sonuçları yeterli gör-
meyince, bunun nedenini kültürün evrimci değişmesinin yetersizliğine
bağlayarak, iradi bir kültür devrimi başlatmışlardır. Eğer bir toplumda
yaşanan gelişme ve farklılaşma sürecine paralel olarak kurumsal yenileme
tedrici olarak gerçekleşiyorsa evrimsel bir sosyal (kurumsal) değişmeden
söz edilebilir.
Bu üç toplumsal değişme kavramı birbiriyle ilişkilendirilerek yeni ge-
lişme stratejileri tanımlamakta yaratıcı bir biçimde kullanılabilmektedir.
Sürekli devrimden söz edilebileceği gibi devrimlerin amacının evrimci bir
değişmeyi başlatmak olduğu da söylenebilmekte ve bunların her biri sos-
yal değişme stratejileri olarak önerilebilmektedir.
• Reform Kavramının Açılımı Üzerine
Her toplumda siyaset dünyası için reform kavramının her zaman için
bir çekiciliği olmuştur denilebilir. Bunda reformun iradi (voluntional) bir
düzenleme olduğu konusundaki görüntü (son sözcüğün altı çizilidir) et-
kili olmaktadır. Bu görüntü reforma araçsallık kazandırmakta, siyasetçiler
programlarını gerçekleştirmekte kolayca bu yola başvurabileceklerini söy-
lemektedirler. Reform siyasetçiler için çekici olduğu kadar teknisyenler
için de çekicidir. Reform, onlarda da yenilikçi (innovative) çözümlerin ya
da düşüncelerin, siyasetçiler ikna edilirse kolayca uygulanabileceği kanısını
uyandırmaktadır. Dolayısıyla reform kavramı her iki grupta da çok re-
vaçtadır.
Reformcu yaklaşımın bu özelliği kendi tarihsel gelişmesiyle yakından
ilişkilidir. 19. yüzyılın başlarında bu düşünce yaklaşımının başlatıcısı olan
Saint Simon ve onu izleyerek pozitivizmi kuran Auguste Comte mühen-
dislerle içiçeydiler. Doğa bilimlerindeki gelişmelerin nasıl mühendislik
başarıları sağladığını görüyorlardı. Sosyal bilimlerdeki gelişmenin de top-
lumların ilerlemesinde, insanlığın mutluluğa ulaştırılmasında aynı biçimde
kullanılabileceğine inanıyorlardı. Başka bir deyişle sosyal mühendislik yak-
laşımına öncülük ediyorlardı. Reform temelde bir sosyal mühendislik uy-
gulaması oluyordu. Bu uygulama pozitivistik bir sosyal bilim anlayışına
dayalı olduğu için evrensel olarak geçerliliği olacaktı. Böyle olunca, yani
bu türde evrensel geçerliliği olan bilgiye dayanınca da bu bilgiye sahip
olan bir güç, reformcu yaklaşımlar da elitist bir konum kazanıyordu.

65
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 66

Bir toplumda reform talebi nasıl doğuyor?


Bu yazıda reform kavramının sosyal değişme kavram alanındaki ye-
rini belirlerken yapılan çözümlemeler onun mutlaka elitist bir yaklaşım
olmasını gerektirmeyebilir. Ama onun kendi tarihinden gelen, burada üze-
rinde durduğumuz nitelikleri ona elitist ve içinde bulunduğu bağlama çok
bağlı olmayan bir nitelik kazandırmıştır. Bu özelliklerin sosyal bilime po-
zitivist olarak yaklaşılmasının sonunda ortaya çıktığı söylenebilir. Reform
kavramının iradi ve bağlam bağımsız görüntüsünü ortadan kaldırmak için
iki soru sormak yeterlidir. Bunlardan birincisi bir toplumda reform tale-
binin hangi durumlarda ortaya çıktığı ve ciddiye alındığı sorusudur. İkin-
cisi ise bir reform uygulamasının hangi koşullarda başarılı olduğudur.
Bir toplumda reform önerisi tamamen boşlukta ortaya çıkamaz. Bir re-
form önerisi toplumda duyulmaya başlayan bir gereksinmeye ya da göz-
lenmekte olan bir soruna yanıt olarak ortaya çıkar. Her reform önerisinin
varlık nedenini böyle gerekçelendirmeye başladığımızda ise onu iradi ola-
rak görmekten uzaklaşarak yapısalcı bir bakış açısıyla görmeye başlarız. O
zaman da sosyal sistemlerin işleyişine ilişkin kuramsal çerçevemize göre
farklı farklı gerekçeler üretebiliriz.
Eğer bir toplumu, parça-bütün (wholes and parts) ilişkilerine dayanan
bir sistem teorisi yaklaşımı içinde kavrıyorsak, bir sistemin yeni parçalar
eklenerek büyüme süreci içinde belli bir büyüklüğe ulaşınca bütünlüğünü
koruyamayacağını, bütünlüğünü koruması için sistemin parçalarından bi-
rinin farklılaşarak bu bütünlüğü sağlayan işlevler edinmesi gerektiğini gö-
rürüz. Bu farklılaşmış öğenin kendisinin ortaya çıkışı ve diğer parçalarla
kuracağı ilişki bir reform konusu olarak gündeme gelir.
Eğer topluma fonksiyonalist bir sistem kuramı içinde yaklaşıyorsak,
toplumun belli işlevlerini gören öğelerinin dış ilişkileri ya da teknolojik de-
ğişme vb. nedenlerle bir değişme geçirdiğini ve sistemin iç uyumu bozu-
larak, sistem içi gerilimler doğduğunu, bunun kaldırılması için kurumsal
düzenlemeler yapılması gerektiğini görmeye başlarız.
Eğer bir toplumsal sistemin uyumlu bir bütün olarak değil, iç çelişki-
leri olan bir bütün olarak kavramsallaştırırsak, toplumun gelişme süreci
içinde açık hale gelen bu çelişkilerin çözümlenmesi ve sistemin ilişkileri-
nin yeni bir düzeyde kurulması için kurumsal yeniden düzenlemelere
gerek olduğunu ileri süreriz.
Bu verdiğimiz örnekler genellikle bir toplumun iç tarihinden ya da di-
namiklerinden kaynaklanan reform gerekçelerine ilişkindir. Oysa hiçbir

66
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 67

toplum tek başına izole değildir. Kendi dışındaki toplumlarla etkileşim


içindedir. Bu dıştaki toplumsal sistemlerdeki değişmeler o toplumun dış
ilişkilerinin niteliğini tamamen değiştirebilir. Bu yeni dış ilişkiler içinde,
sistem kendisini yeniden üretemez hale gelince, yeni kurumsal düzenle-
meler yaparak yeni koşullara uyum sağlamak durumunda kalır.
Eğer bir toplum oluşmakta olan bu yeni kurumsal düzenleme taleple-
rini değerlendiremez ve uyum yapmakta gecikirse, bu taleplerin birikmesi
sonucunda daha radikal düzenlemeler yapmak zorunda kalır. Ortaya çıkan
bu yeni uyum taleplerini toplumların her zaman kolayca doğru olarak de-
ğerlendirebileceklerini sanmamak gerekir. Özellikle toplumların sosyal de-
ğişmeyi normal bir olgu olarak görmedikleri dönemlerde ortaya çıkan bu
tür yeniden düzenleme talepleri, kolayca var olan düzenin yozlaşması ola-
rak yorumlanabilmekte ve bir geriye dönük restorasyon arayışlarına giril-
mektedir. Bu tür arayışlar da uyumu geciktirdiği için, daha sonra daha
köklü değişmelerin yapılmasını gerektirmektedir.
Toplumsal sistemin iç ve dış dinamiklerinden doğan kurumsal yeniden
düzenleme taleplerini ortaya koymak için ele aldığımız bu toplumsal sis-
tem modellerinin her birinde sosyal yapıların zaman içinde belli aralık-
larla değiştiği varsayılmaktadır. İki değişme arasında ise yapının kararlı
olduğu kabul edilmektedir. Bu kararlı dönemde bireyler ya da toplum-
daki aktörler bu toplumsal yapı tarafından biçimlendirilmekte ve onun
sınırlamalarına göre hareket etmektedirler, bir bireyin eyleminin yapı üze-
rinde etkisinin olması söz konusu değildir. Toplumsal yapı ve birey ilişki-
sinin bu tür olarak kavramlaştırılması toplumsal değişmenin belli bir hızda
olduğu dönemler için yeterli olmuştur. Ama toplumsal değişme daha
hızlandığında bu tür bir kavramsallaştırma yetersiz kalmıştır. 1970’li yıl-
lardan beri kurumsal yeniden düzenlemelerin sürekliliğini esas alan ku-
ramsal çerçevelere gereksinme duyulmuştur. Giddens’ın yapılanma (struc-
turation) kuramı böyle bir gereksinmeye yanıt olarak görülebilir. Bu
kuramda toplumdaki öznenin eyleminin yapı üzerinde sürekli bir etkisi ol-
duğu kabul edilmektedir. Bunların birikmesi, kurumsal yapıları “deruti-
nize” etmekte ve değiştirmektedir. Böyle bir sistemde kurumsal yapıların
düzenlenmesini bir reform kavramı çerçevesinde görmekten çok, evrim
kavramı çerçevesinde değerlendirmek doğru olur.
Reformlarının başarısı nasıl değerlendirilebilir?
Bir tarih anlatısı içinde reformların yapıldığı saptamasını yapmak ve
bunların zaman içinde sıralanmasına dayanan betimlemesini vermek gö-

67
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 68

reli olarak kolaydır. Ama bir toplumsal çözümlemeye girerek, bu reform-


ların başarısı üzerinde bazı yargılar geliştirilmek isteniyorsa çok zor bir
alana girilmiş olur. Bu nedenle bir reformun başarısından ne anlaşılması
gerektiği üzerinde ayrıntılı olarak durmakta yarar vardır.
Reform bir kurumsal düzenleme olduğu için ilk başarı ölçütü bu düzey
için geliştirilmelidir. Bir kurum toplumdaki bireylerin ilişkilerini düzen-
lemek için tasarlanmış olduğuna göre başarısının ilk koşulu toplumdaki
bireylerin buna uygun davranmayı kabul etmeleri ve reformu içlerine sin-
dirmeleridir. Bu nedenle öncelikle üzerinde durulması gereken husus, top-
lumun meşru gördüğü kanallar içinde kabul edilmiş olmalarıdır. Düzen-
lemenin gerisinde ne kadar geniş koalisyonlar bulunuyorsa, toplumun
yüceltilmiş değerleri ile ne kadar sıkı ilişki kurulmuşsa ve ne kadar geniş
katılımla gerçekleştirilmişse, benimsenmesi olasılığı o kadar yüksek ola-
caktır. Ama bütün bunlar da bir kurumun koşullarına toplumun bireyleri
tarafından uyulmasını garanti altına almayabilir. Bireylerin bir kurumsal
düzenlemeye uymaması için çok değişik nedenler bulunabilir.
Her kurumsal yeniden düzenleme ile eskiden var olan bir ilişki kurma
biçimi yerine yeni bir ilişki kurma biçimi geçirilmektedir. Bu eski alış-
kanlıkların değişmesi demek olduğu kadar toplumda bazı kesimlerin kaybı
demek de olabilmektedir. Bu da toplumda bu yeni kuruma karşı bir di-
rencin oluşmasına neden olabilmektedir.
Ama geçmişteki ilişkilerden kaynaklanan bu tür dirençler olmasa bile,
bireylerin kurumsal bir düzenlemenin koşullarının dışına çıkmak için gün-
cele ilişkin nedenleri bulunabilmektedir. Bunları anlatabilmek için top-
lumsal uzlaşım (convention) ile toplumsal kurum arasındaki nitelik farkı
üzerinde durmak gerekir. Toplumsal uzlaşımlar ile toplumsal kurumların
her ikisi de toplumca kabul edilmiş davranış biçimleridir. Bir toplumsal
anlaşma da bireylerin bunlara uymamasının kendisine sağladığı bir yarar
bulunmamaktadır. Bir toplumsal uzlaşım örneği olan dile bir kimse uy-
mazsa iletişimini kuramaz. Kendisi amacını gerçekleştirememiş olur, za-
rarlı çıkar. Ama toplumsal kurumlarda, bireyin bunun dışına çıkması için
içsel nedenler bulunmaktadır. Örneğin bireye sorumluluklar yükleyen ve
ona bu koşulla haklar getiren bir kurumsal düzenlemeyi ele alalım. Bi-
reylerde sorumluluklarını yerine getirmeden yararlar sağlama eğilimi her
an varlığını korumaktadır. Bu da bireyin o kurumsal düzenlemeyi ihlal et-
mesi sonucunu getirebilmektedir. Bu nedenle bir toplumda meşru yol-

68
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 69

lardan oluşmuş bir kurum varsa, bu kurumun koşullarına uyulmaması-


nın müeyyidelerinin belirlenmesi ve bunun uygulanmasın sağlayacak zor
kullanma tekeline sahip bir devletin bulunması gerekir.
Bir devletin meşru kuralları içinde oluşmuş bir kurumun uygulanma-
sını sağlayacak zorlayıcı düzenek oluşturulmuş olsa bile, bir toplumda
bunu uygulamayarak aşındırmanın pek çok yaratıcı yolu kolayca bulabil-
mektedir. Bireyin kurumsal düzeni aşındırma durumunda kalmasının
gerisinde çıkara dayanan nedenler olabildiği kadar, birçok halde bireyin
kapasitesiyle, öngörülen kurumsal düzenin uyumsuzluğu da bulunmak-
tadır. Türkiye’de imar kurumu bunu çok belirgin örneklerini oluştur-
maktadır. Türkiye’de kentlerin çevresinde oluşan ilk nesil gecekondu
kuşakları böyle bir uyumsuzluğun sonucu oluşmuştur. Her reform dü-
zenlemesi onu uygulaması istenenlerin kapasiteleriyle tutarlı olmalıdır.
Kurumlarının uygulamada aşındırılmaya açık olması bakımından sektör-
ler arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Kurumların bir kısmı içsel
olarak disiplinli iken bir kısmı esnekliğe daha açıktır. Örneğin bankacılık
alanında bir kurumsal düzenlemeyi aşındırmak, belediye düzenlemelerine
göre çok daha zor olmaktadır.
Bu çözümleme göstermektedir ki bir reformun tek tek kurumlar dü-
zeyinde bile uygulanmasının ne derecede başarılı olduğunu saptamakta
bazı zorluklar vardır. Ama başarı değerlendirilmesi sadece bu düzeyle
sınırlı tutulamaz. Daha üst düzeyde bir değerlendirme, her kurumsal
yeniden düzenleme talebinin ortaya çıkmasına neden olan sorunların çö-
zülmesindeki başarı açısından yapılabilir. Bir kurumsal düzenleme, ön-
görüldüğü biçimde uygulanmış olsa bile yapılmasına neden olan top-
lumsal sorunları çözememiş, elde etmek istediği sonuçlara ulaşamamış
olabilir. Böyle bir başarısızlığın iki nedeni olabilir. Birinci olarak başarı-
sızlık, bu reformun tasarlanması ya da düzenlenmesindeki yanlışlıklara
bağlanabilir. İkinci neden epistomolojiktir, daha karmaşıktır. Reformcu
düşüncenin gerisindeki pozitivist bilim anlayışı Newton’cu bir nedensel-
lik anlayışına da dayanmakta ve toplumların performansının önceden kes-
tirimini olanaklı görmektedir. Oysa günümüzde toplum gibi karmaşık
sistemlerde bu tür bir nedensellik anlayışının olanaksızlığı kabul edil-
mektedir. Kaos teorisi, bir sistemin işleyişindeki düzenliliklerin varlığının,
önceden kestirime olanak sağlayacağı düşüncesinin yanlışlığını göster-
miştir. Böyle olunca da sadece bir kurumsal düzenlemenin uygulanıp uy-

69
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 70

gulanmadığına bakılarak bir değerlendirme ile yetinemeyiz. Reformların,


uygulama sonrasında, toplumsal sistemin işlevleri açısından, çözülmek is-
tenilen sorunlar açısından, beklenmeyen yan etkileri açısından kapsamlı
bir değerlendirmesinin yapılması gereklidir.
Çoğu kez reformcu düzenlemelerin tek tek kurumlar düzeyinde değil,
karşılaşılan sorunların ya da değişme nedenlerinin birikmiş olmasına bağlı
olarak, bir grup kurumsal düzenlemenin birlikte, bir reform kümesi ha-
linde yapılması söz konusudur. Bu halde iç tutarlılığı olan bir toplumsal
yapıdan bir başka iç tutarlılığı olan toplumsal yapıya geçilmeye çalışılmış
olmaktadır. Bu durumda tek tek yeni kurumlarının etkilerinin ayrıntılı
olarak değerlendirilme olanağı bulunamaz, böyle olunca da değerlendirme
ancak sistemin makro düzeydeki performanslarındaki değişmelerin karşı-
laştırılmasıyla yapılabilir.
Bir toplumun dış değişmelere uyum yapmak için gerçekleştirdiği çok
yönlü bir reformun başarısını ölçmek için kullanılabilecek en genel ölçüt
ise daha nitelikseldir. Bu toplumda bir küme radikal düzenleme yapıldı-
ğında, o toplumun niteliğinde bir değişme yaratılmak istenilmektedir,
beklenen, o toplumsal sistemin yeniden reform yapma gereksinmesi duy-
mayacak hale gelmesi, sürekli uyum yapma kapasitesine ulaşmasıdır. Bu
ölçüte göre başarılı olan bir sistem, uyum gereksinmesi doğduğunda ge-
rekli düzenlemeyi gecikmeden yapabilecektir. Bu durumda toplumun
potansiyelini, gecikme olmadan performansa dönüştürme olanağına ka-
vuşulmuş olmaktadır. Böylece toplum gelişmesini evrimci bir çizgide ger-
çekleştirebilir hale gelmektedir.

3. Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Reformları


Üzerine Yorumlar
Reform üzerinde kurumsal bir çözümleme yaptıktan sonra Osmanlı ve
Cumhuriyet dönemlerindeki reformlar üzerinde duralım. Tarihte Os-
manlıların reform çabaları genellikle III. Selim’in Nizam-ı Cedid’i kura-
rak orduda yaptığı yeniden düzenlemeyle başlatılır, bunu II. Mahmut’un
1826’da gerçekleştirdiği Vaka-i Hayriye, 1839 yılında açıklanan Gülhane
Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı, 1876’da ilan edilen I. Meşrutiyet,
1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet izler. Cumhuriyet döneminde ise 1923
yılında Cumhuriyetin ilanı ve onu izleyen “inkılap” yasalarının kabulü,
1946’da çok partili bir rejime geçilmesi, 1960 sonrasında planlı ekono-

70
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 71

miye geçiş, 1980 sonrasında ekonominin dünya ekonomisiyle eklem-


lenmesini sağlayacak bir seri düzenleme sayılabilir. İki yüzyıla yayılan bu
zengin reform deneyimi üzerinde her reformun ayrıntısına inen bir de-
ğerlendirme bu yazının kapsamı içinde gerçekleştirilemez. Ancak bu uzun
sürecin genel özellikleri üzerinde bazı yorumlar yapılabilir. Bu yazıda bu
süreç konusunda Türk toplumunda değişik zamanlarda ileri sürülmüş
eleştiriler göz önünde tutularak bazı yorumlar geliştirilecektir.
Bu uzun sürece kuş bakışı olarak bakıldığında modernite projesinin
aşama aşama yaşama geçirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Sadece ordu-
nun yeniden düzenlenmesiyle başlayan süreç, belli aralıklarla yapılan yeni
reformlarla tüm toplumu sarmakta, toplumu dönüştürmektedir. Her re-
form sonrasında yeni bir modernite/gelişme açığı çıkmakta, bu açığın du-
yulması yeni reformlara kaynaklık etmektedir.
Bu süreci günümüzde modernleşme olarak adlandırıyoruz, ama bun-
dan yirmi yıl önce Batılılaşma diye adlandırıyorduk. Günümüzde de Ba-
tılılaşma diye adlandırma eğiliminde bulunanlar vardır. Önce bu süreci
modernleşme ve Batılılaşma diye adlandırmanın bir süreci yorumlama-
mızda ne tür değişiklikler yapacağı üzerinde duralım.
• Modernleşme mi, Yoksa Batılılaşma mı?
İki yüzyıl geçtikten, yani araya bu kadar uzun bir zaman mesafesi ko-
nulduktan sonra, modernitenin sonuna gelinmekte olduğu, dolayısıyla
modernitenin ne olduğunun iyice anlaşıldığı bir dönemde, küreselleşen,
dolayısıyla dünyanın bütünlüğü üzerinden giden çözümlemelerin kolayca
akla geldiği bir zamanda, dünyanın herhangi bir yerinde modernite pro-
jesi ortaya çıktı mı bunun sonuçlarının çıktığı yerde kalmayacağını tüm
dünyayı dönüştüreceğini söylemek çok kolaydır. Oysa Osmanlı İmpara-
torluğunun ilk reform deneyimini yaşamaya başladığı yıllarda böyle bir
teşhiste bulunmak olanaksızdı. Her reform girişimi kendi kapsamının ye-
terli olacağını varsayıyordu.
Modernite projesi temelde insanı ve insana güveni ön plana alan bir
projedir. İnsanın iki önemli kapasitesine güvenmektedir. Bunlardan bi-
rincisi insan aklının doğanın ve toplumun karmaşık işleyişini kavrayabi-
leceğine ve bu kavrayışını daha mutlu bir toplumsal düzeni kurmakta
kullanabileceğine güvendir. İkincisi ise insanın kendisi için iyi ve kötünün
ne olduğuna karar verme kapasitesi bulunduğuna inançtır.

71
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 72

Eğer çok kısa olarak özetlenmek istenirse çağdaşlaşma projesi dört bo-
yutuyla ve bunların yarattığı toplumsal gerilimlerle anlatılabilir. Bunlardan
birinci boyutu ekonomiyle ilişkindir. Böyle bir toplumda kapitalist ilişkiler
içinde, inorganik enerjiye dayanarak sanayileşmiş üretim yapılmaktadır.
Ürünler metalaşmış, emek ücretli hale gelmiş, özel mülkiyet anlayışı ku-
rumsallaşmıştır. Sermaye birikimini güvence altına alacak biçimde, özel
alan, kamusal alandan farklılaşmış ve korunmuştur. İkinci boyutu bilgiye,
ahlaka ve estetiğe yaklaşımıyla ilişkilidir. Bu üç alan birbirinden bağımsız
alanlar olarak ele alınmakta akılcı ve evrenselci bir aydınlanma geleneği
içinde çözümlenmektedir. Üçüncü boyutu, gelenekselliğin sınırlamaların-
dan kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendirebilen bireyin doğmuş ol-
masıdır. Akışkanlığı artmış, eğitilmiş kişilerden oluşan bir toplum söz ko-
nusudur. Bu bireyler kanun karşısında eşittir. Toplumda anonim ilişkiler
kurarak yer almaktadır. Bireyler kamu yaşamına ulusal kimliği edinmiş
bir yurttaş sorumluluğuyla katılmaktadırlar. Dördüncü boyutu kurumsal
yapıya ilişkindir. Böyle bir toplum ulus devlet olarak örgütlenmekte bunu
yönlendirecek olan siyasi güç temsili demokrasi içinde oluşmaktadır.
Böyle bir siyasal sistemin işleyişi, demokratik, akılcı ve eleştirel tartışma-
nın yer aldığı bir kamu alanının örgütlenmesini gerektirmektedir.
Bu dört boyutla özetlediğimiz çağdaşlaşma projesi durağan değil di-
namik ve sürekli gelişen bir projedir. Bu dinamik değişik kaynaklardan
beslenmektedir. Bir yandan bu projenin bilgiye, dolayısıyla teknolojiye
yaklaşımı sürekli gelişme yaratmaktadır. Öte yandan projenin içerdiği ge-
rilimler toplumsal değişmeyi farklı yönlerden biçimlendirmektedir. Bu
dört boyuttan ekonomi boyutu toplumda eşitsiz bir büyüme yaratırken
yurttaşa ve ulus devlete ilişkin boyutları toplumda bireylerin eşitliğini ön-
görmektedir. Bunun yarattığı gerilimler ise yeni arayışlara kaynaklık etmiş
kendi içinden sosyalist projeyi doğurmuştur.
Bu boyutlardan ekonomiye ilişkin olanı ulus devletin sınırları içine
hapsolmamakta, tüm dünyayı içermeye yönelmektedir. Bilim, ahlak ve es-
tetiğe ilişkin ikinci boyutu taşıdığı evrensellik iddiasıyla tüm dünyayı dö-
nüştürme yönelimini bağrında taşımaktadır. Bu özellikler modernite
projesine, dünyanın bir noktasında ortaya çıktı mı tüm dünyayı dönüş-
türmeye çalışmasını beklenir kılmaktadır. Bu dönüştürmenin iki temel ka-
nalı olacaktır. Bunlardan birincisi piyasa mekanizmasıyla yayılma, ikincisi
geç aydınlanan ülkelerdeki erken aydınlananların ya da modernite proje-

72
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 73

siyle ilişki kurmak durumunda kalanların, yaptığı reformist düzenle-


melerle dönüşümü hızlandırması yoluyla olmaktadır. Ama bu dönüşme
dünyanın her yerinde aynı yoğunlukta yaşanmaz. Dünyanın değişik me-
kanlarında, geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçiş,
farklı zamanlarda ve yoğunlukta olacaktır.
Bu süreç dünyanın tümü açısından ele alındığında, tarihselliğin nasıl
yorumlanacağı konusunda bir yanılgıya düşülmeyecek, reformcu düzen-
lemelerin tarihselliğin zayıflığı olarak görülmesi olanağı kalmayacaktır.
Bir ulus ölçeğinde ele alındığında reform çabaları, tarihselliğin dışına çıkış
olarak görülebilirken, dünyanın tümünün tarihselliğine referansla ele alın-
dığında, reformu yapan elitlerin sadece kendilerine düşen rolü oynadıkları
kolayca kavranacaktır.
Oysa modernist dönüşümü yeni yaşamaya başlayan bir yerde böyle
bir teşhis yapma olanağı yoktur. Bu durumda daha ilk bakışta kavrana-
bilen bir kavramsallaştırma olan batılılaşma yargısına varılmaktadır. Böyle
bir kavramsallaştırma halinde etkileşme içindeki iki yan Batı ve Doğu
karşıtlığı içinde kavranmaktadır. Bu karşıtlığın kurulmasında her iki yanın
da etkisi vardır. Örneğin Batıda gelişen Oriyentalist bakış açısı bu kar-
şıtlığın kurulmasında çok etkili bir araç olmuştur. Batı ve doğu özleri
farklı iki toplumsal oluşum olarak görülmektedir. Bu ayrım geleneksel
ile modern karşıtlığından farklıdır, birinden diğerine bir geçiş öngörül-
memektedir. Zihinlerde böyle bir karşıtlığın kurulduğu bir ortamda
reformları uygulayanlar kuşkusuz batılılaşma terimini kullanmayı yeğle-
yemeyeceklerdir. Batılılaşma kavramından yararlananlar arasında da çok
yaşanan dönüşümü eleştirmek, olup bitenin topluma yabancı ve suni ol-
duğunu, yüzeysel ve Doğunun özüyle uzlaşmayan bir taklit olduğunu
anlatacaklar olacaktır.
• Modernleşme Taklit mi, Yoksa Evrensel Bir Bağlam Bağımlının
Bir Uzlaşması mı?
Modernleşme projesinin reformlarla aşama aşama uygulamaya geç-
mesi sırasında, uygulanan reform programlarının eleştirilmesinde çok sık
başvurulan yol bunların taklit olduğunu söylemek olmuştur. Üzerinde ye-
terli olarak düşünülmezse bu eleştirinin dayandığı yargı üzerinde kolayca
uzlaşılmaktadır. Reformları savunanlar da genellikle bu yargıyı kabul etme
eğilimindedirler. Savunmalarını da bu bunun kaçınılmazlığına dayandır-
mak ya da bu tutumu yüceltme yoluna başvurmaktadırlar.

73
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 74

Böyle bir yargının kolayca kabul görmesinde, bu yazının önceki bö-


lümünde değinilen reform kavramına ilişkin özellikler etkili olmaktadır.
Bu özelliklerden biri reformun iradi olmasıdır. İradi olan, toplumla iliş-
kisi kurulmayan, taklit olabilecektir. İçinde yaşanan bağlam tarafından
belirlenmesi zorunluluğu ortadan kalkınca, taklit olmaması için bir neden
kalmamaktadır. Oysa reformların bağlam bağımlı olma özellikleri varsa
taklit olma iddiası dayanağını kaybedecektir. Öte yandan reform düşün-
cesinin gerisindeki pozitivizm anlayışı ve onun getirdiği evrensel olan
çözüm taklit olmayı anlamsız hale getirmektedir. Çünkü doğru olan tek-
tir. Bu durumda doğru olanın uygulaması söz konusudur. Bunu taklit
olarak adlandırmanın hiç bir anlamı yoktur. Çünkü taklit olmayan yan-
lış olacaktır.
Gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet döneminde olsun reformları uygu-
layan devlet otoritesi zaman zaman güçlü dış etkiler altında kalmış olsa da
hep bağımsızlığını korumuş, kararlarında kendi projelerini uygulama ola-
nağına sahip olmuştur. Başka bir deyişle bu örnekte modernite projesinin
sömürge olmayan bir ülkedeki dönüştürme biçimi söz konusudur. Bu da
yönetimlere önemli bazı seçme esneklikleri bırakmıştır.
Uygulanan reformların taklit olma iddiasından kurtulabilmesi ve
içinde bulunduğu çevreyle bağlantısının kurulabilmesi için bu reformla-
rın hangi gereksinmeye yanıt verebilmek için yapıldığına ve yapılan re-
formun öngörülerinin yerel kapasiteyle uyumluluğunun nasıl sağlandığını
açıklık kazandırmak gerekir. İki yüzyıl içinde yapılan her reform üzerinde
ayrıntılı bir inceleme yapıldığında, reformların gerisinde mutlaka var olan
kurumların çözemediği bir soruna çözüm arayışının varlığı görülür. Bir
örnek verilmek gerekirse 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı
ekonomisinin dış dünya ile eklemlenmesi gelişince, özellikle liman kent-
lerinde kentlerin yapısı değişmeye ve yeni kentsel altyapı talepleri ortaya
çıkmaya başlamıştır. Bu gereksinmeleri klasik Osmanlı düzeninin kent yö-
neticisi kadıyla ve vakıf kurumuyla çözmek olanağı kalmamıştır. Kentle-
rin yeni gereksinmelerini karşılayacak bir kurumsallaşmaya gereksinme
doğurmuştur. Sistem kendi potansiyeli içinde İhtisap Nezareti vb. arayış-
lardan geçtikten sonra belediyenin kurumsallaştırılması yoluna gitmiştir.
Tüm reformların arkasında böyle geçmişteki kurumların çözemediği yeni
gereksinmeler vardır. Macellede de, Arazi Kanunnamesinde de, 1860 Ta-
rihli Emlak ve Nüfus Tahriri Talimnamesinde de sistemin değişmesi sıra-

74
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 75

sında ortaya çıkmış böyle bir gereksinme bulunmaktadır. Bu son üç örnek


yakından incelendiğinde hemen görülmektedir ki Osmanlılar bu kurum-
sal düzenlemeleri kendi gereksinmelerini karşılayacak biçimde, kendi bağ-
lamıyla ve kapasitesiyle tutarlı olarak düzenlemişlerdir. Öte yandan Ticaret
Kanunnamesi bağlam bağımlı değildir, evrensel niteliği ağır basmaktadır.
Çünkü bu alandaki reformun esnekliği düşük, uluslararası ilişkilerin nite-
liğinden kaynaklanan disiplini yüksek olma durumundadır.
Bu örnekler gösteriyor ki Osmanlı ve Cumhuriyet reformları kendi
alanlarının özelliğine göre evrensel olma ile bağlam bağımlı olma arasında
bir noktada formüle edilmişlerdir. Böyle olunca taklit olma yargısının da-
yanağı önemli ölçüde zayıflamaktadır. Bu sonuç toplumların reformlarla,
aşama aşama kendi özgünlüklerini, kimliklerini kaybedeceği korkusunu
önemli derecede hafifletmekte, modernleşme projesini uygulayan bir top-
lumun, modernleşirken kendi özgüllüğünü yeniden üretebilmesi kapısını
açık tutmaktadır. Bu nedenle iki yüzyıldır dünyayı dönüştürmeye çalışan
modernite projesine karşın her ülkede yerellikler farklılık iddialarını sür-
dürebilmektedirler.
• Modernite Projesinin Reformlarını Değerlendirilirken
Demokratik Olma Ölçütü Ne Ölçüde Kullanılabilir?
Modernite projesinin aşama aşama yaşama geçmesini sağlayan re-
formların elitist ve iradi olma özellikleri, projenin kendi içsel değerleriyle
bir çelişki yaratmaktadır. Modernite projesinin üzerinde durduğumuz
değişik boyutlarından biri de siyasal iktidarın halkın seçmelerine dayan-
ması ya da demokratik olmasıdır. Modernite projesinin demokratik olmak
gibi bir içsel değere sahip olması, bunun uygulamasının iradi ve elitist
özellikleri olan reformlara dayandırılmasının doğru olup olmadığının sor-
gulanmasına neden olmaktadır. Bu adeta bir etik sorun olarak ortaya ko-
nulmaktadır.
Nasıl modernite projesinin iradi reformlarla uygulanmaya çalışılması
bir iç çelişki taşıyorsa, geleneksel toplumun yöneticilerinin modernite pro-
jesine geçiş için yaptıkları reformun demokratik olup olmadığı açısından
sorgulanması da aynı türden bir iç tutarsızlığı taşıyacaktır. Geleneksel top-
lumun meşru siyasal iktidarı dayanağını halktan almamaktadır. Eğer ge-
leneksel düzeni sürdürecek iradi kararlar alsa demokratik olup olmamak
bakımından sorgulanmayacaktır, bu bakımdan etik bir tutarsızlık soru-
nuyla karşılaşmayacaktır. Çünkü meşruiyeti kabul edilmektedir. Böyle

75
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 76

olunca da, değişen durumlara uyum yapmak için modernite projesi doğ-
rultusunda reform uygulamasının demokratik olmak bakımından sorgu-
lanması tutarlı olmayacaktır.
Aydınlanma ve modernite projesi kendi yayılma süreçleri içinde gerek
ekonomik ilişkileriyle, gerek bilim anlayışı ve eğitim kanallarıyla er ya da
geç geleneksel toplumdaki küçük bir gruba ulaşacaktır. Başka bir deyişle
geleneksel toplumda erken aydınlananlar olacaktır.
Geleneksel toplumun erken aydınlananları, içinde bulundukları etki-
lenme süreçlerinin niteliği nedeniyle, kendilerini birden bir misyon içinde
bulacaklardır. Onlar değişmiştir. Bilgiye ve insana yeni bir bakış içine gir-
mişlerdir. Bu bakış açısının topluma ilerleme ve özgürlük getirdiği konu-
sunda kuşkuları yoktur. Bu hem bilimle temellendirilmiştir hem de mo-
dernite projesinin uygulandığı yerlerde görgül olarak kanıtlanmıştır. Böyle
olunca geç modernleşen toplumun erken aydınlananları kendilerini bir
görevle karşı karşıya bulmaktadırlar. Bu elde ettikleri bilgiyi ya da aydın-
lanmayı topluma taşıyacaklar mıdır? Eğer bunu taşımazlarsa kendilerini
yaşadıkları topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmemiş olarak göre-
ceklerdir. Vicdanı bir sorumluluk duyacaklardır. Oysa içinde yaşadıkları
henüz çözülmemiş olan geleneksel toplum değişeni dışlama eğilimi taşı-
maktadır. Değişen azınlıktadır. Yaşam biçimleri ve yapmaya çalıştıklarıyla
kolayca alay edilebilecek, yaptıkları gülünçleştirilecek, cesaretleri kırılmaya
çalışılacaktır. Geçmişte hep böyle olmuştur. Ama şimdi durum modernite
projesinin henüz doğmadığı bir dünyadan farklıdır. Değişenin kendisini
haklı ve meşru göreceği, modernite projesinin başarılarından kaynakla-
nan dayanakları vardır. Erken aydınlananda değişmenin doğru olan yö-
nünün ne olduğu hakkında oluşan kuvvetli kanı ya da gerekli değişmenin
ne olduğu konusunda bir kuşkunun kalmayışı onu değiştirme misyonuyla
yüklemektedir. Değiştirmeyi onun için bir zorunluluk haline getirmekte-
dir. Artık yaptıklarını gülünçleştirerek onu dışlamak kolay değildir. Alay
edilen davranışlarını kolayca, ona toplumda ayrıcalıklı bir konum sağla-
manın aracı haline dönüştürebilme yolunu bulabilecektir.
Kendini böyle bir yükümlülük altında gören erken aydınlananlar ge-
leneksel toplumun yavaş süreçler içinde değişmesini bekleyememekte, bu
değişmeyi hızlandırmak istemektedirler. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise
iktidar olmaktan geçmektedir. İktidar olunduğunda da otoriter bir anla-
yışla değişmeyi sağlamaya çalışacaklardır. Böyle bir noktada geç modern-

76
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 77

leşen ülkenin erken aydınlananları bir açmaz karşısında bulunmaktadırlar.


Bu aydınlar temelde yaşadıkları toplumdaki insanları otoriter baskılardan
kurtarmak ve özgürleştirmek istemektedirler. Ama onların yaşamlarını
değiştirmek için otoriter bir müdahaleyi yapmaktadırlar. Bu kolayca üs-
tesinden gelinemeyecek bir ikilem yaratmaktadır. Amacı insanı özgürleş-
tirmek olan müdahaleyle, değiştirmek istediği insanın özgürlüğünü
dikkate almamış olmaktadır. Bu halde müdahale edenler, gerçekleştirmeyi
istedikleri özgürlüğü kendileri askıya almış olmaktadırlar. Bu ikilemi
giderebilecek bir açıklama geleneksel toplum içinde bir özgürlük bulun-
madığı, dolayısıyla bu müdahalenin özgürlük açısından değerlendirile-
meyeceğidir. Askıya alındığı iddia edilen aslında olmayandır. Bu müdahale
olmazsa özgürlük hiç gelmeyecektir. Oysa bu müdahale bir süre sonra öz-
gürlüğü sağlayacaktır.
Modernite projesinin bilgiye ve topluma yaklaşımının getirdiği sosyal
mühendislik yoluyla bu tür bir değiştirme yaklaşımını özgürlükle bağ-
daştırmanın yolu, yapılan değerlendirmeleri sadece yaşanan anla sınırlan-
mayarak, geleceği de içeren bir boyut kazandırıldığında bulunabilmekte-
dir. Modernite projesini yaşama geçirmeye çalışan reformcular kendilerini
demokrasi aynasında sınamadıkça başarıya ulaşmış sayamayacaklardır. Er
ya da geç modernite projesini uygulayanlar bu sınavdan geçmek duru-
mundadırlar. Modernite projesinin uygulanması sırasında kamu alanı
oluştukça, siyasal örgütlenme aşama aşama geliştikçe ve siyasal iktidar
meşruiyetini halktan almaya başladıkça, reformlar artık elitist ve iradi olma
özelliğini kaybederek, kamu alanında oydaşmaya dayanmaya başlar, de-
mokratik süreç içinde erir. Artık değişen kendini değiştirme zorunluluğu
içinde görmez, bu durumda demokrasi yerleşmiştir. Osmanlı ve Cumhu-
riyet dönemi reformlarının gelişme öyküleri büyük ölçüde bu analizi haklı
kılan bir kanıt oluşturmaktadır.
Böyle bir noktaya ulaşılması, sosyal mühendislik projesinin araçsal akıl-
cılığının yerini, katılımcı demokrasinin iletişimsel rasyonelliğin alması ile
olacaktır. Böyle bir aşamaya ulaşıldığında, sosyalbilim alanında da poziti-
vizm ikna ediciliğini yitirecek yerini eleştirel gerçekliğe bırakacaktır.

4. Son Değerlendirmeler
Osmanlı ve Cumhuriyet reformları Türkiye’de tepeden inmeci olduğu
gerekçesiyle eleştirilmiştir. Bunun kanıtı olarak ise çoğu kez muhafaza-

77
06 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 4 sayfa 061-078:Layout 1 29.10.2009 22:50 Sayfa 78

karların seçimlerde aldıkları oylar gösterilmiştir. Oysa bu yanıltıcı bir ka-


nıttır, bu siyasal partiler muhafazakarlık iddialarına karşın modernite pro-
jesi tarafından dönüştürülmüş partilerdir. Bu partilerin yücelttiği değerler
kapitalizm, ekonomik olarak dış dünyayla yarışabilmek, demokrasi, insan
hakları vb. dir. Bunlar geleneksel toplumun değil modern toplumun yü-
celttiği değerlerdir. Bir reform programının başarısı, geleneksel toplumun
karşısındaki değerleri merkezi konuma kavuşturabilmesinden geçer. Bu
bakımdan yaklaşıldığında Türkiye’de modernite projesinin reformcu yak-
laşımını eleştirenler bile onun merkezi değerlerini benimsemişlerdir. Bu
bakımdan modernite projesinin reformları önemli ölçüde başarıya ulaş-
mıştır denilebilir.
Ama Türkiye’nin günümüzde geldiği gelişme noktasında, kurumsal
düzenlemeleri nasıl gerçekleştirdiği, demokratik olma ölçütü açısından
değerlendirilecektir. Bu demokrasinin de anlamı değişmiştir. Artık temseli
demokrasinin süreçlerinin uygulanmış olması o reformlara meşruiyet ka-
zandırmakta yetersiz kalmaktadır. Bu reformların kamu alanında yeterince
tartışılmış olması, katılımcı pratiklere açık bulunması, çoğulculuk kaygı-
larını yanıtlamış olması gerekir. Galiba Türkiye’deki pratiğin esas başarısı
böyle bir noktaya gelinmiş olmasındadır.
Buna karşın Türkiye’nin henüz yeni kurumsal düzenleme gereksin-
melerini biriktirmeden sürekli değişmelerle uyum yapma kapasitesine ula-
şabildiğini söylemek zordur. Başka bir deyişle toplum karşılaştığı fırsatları
hızla performansa dönüştürmeyi gerçekleştirememektedir. Bu bakımdan
kayıplarla karşılaşmış olsa da modernite projesinin Türkiye’yi önemli öl-
çüde dönüştürdüğü, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomik per-
formansını geliştirdiği ve önemli ölçüde bir insan sermayesi oluşturduğu,
girişimcilik kapasitesi yarattığı söylenebilir. Böyle çok uzun süreli bir
dönem değerlendirildiğinde, hele bu dönüşüm modernite projesinin de-
mokrasi anlayışı doğrultusunda olduysa bu dönüşümün öznesi artık salt
reformistler olmaktan çıkarak tüm halk haline gelir. Reformistler için de
başarının en büyüğü böyle bir değerlendirilme noktasına ulaşmış olmak-
tır.

78
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 79

DEĞİŞENİN DEĞİŞTİRME
ZORUNLULUĞU VAR MI?*

Dünyanın doğal ve beşeri tarihine baktığımızda durağanlığın değil de-


ğişmenin temel nitelik olduğunu hemen kavrıyoruz. Bu değişmenin sü-
rekliliğinin gerisinde bir yandan doğal süreçler, öte yandan insana özgü
nitelikleri buluyoruz. Buradaki tartışmamız açısından bizi daha çok ilgi-
lendiren konu değişme ve insanın nitelikleri arasındaki ilişkidir. İnsan bir
doğal çevre içinde yaşar ve çevresine uyum yaparken, diğer canlılarda bu-
lunmayan özelliklerinden yararlanarak farklı biçimlerde uyum yapıyor. İn-
sanın sembolleştirme ve düşünme kapasitesi çevreye uyumundaki
deneyimlerini biriktirmesine, başkalarına nakletmesine olanak veriyor. İn-
sanlar bu kapasiteleriyle bir kültür oluşturuyorlar, çevrelerine bu kültü-
rün sağladığı olanaklar içinde uyum yapıyorlar. İnsanın çevreye uyum
yapması onu diğer canlılardan ayırıyor. Diğer canlıların varlığı çevreleri ya
da ekolojik sistemleri tarafından belirlenirken, insan varlığını sürdürmek
için çevresini değiştirebiliyor. Çevreyi kendi yaşamını sürdürmesine uygun
hale getiriyor. İnsan çevresiyle etkileşiminde sürekli bir değişme ve de-
ğiştirme ilişkisi içinde yaşıyor. İnsan için değişme ve değiştirme onun öz-
gürlüğünü artırarak varlığını sürdürmesinin ayrılmaz bir öğesi haline
geliyor. İnsan, insan olmasının bilincine değiştiği ve değiştirebildiği öl-
çüde varıyor.
İnsanlık tarihi içinde insanın özgürleşmesi bakımından aydınlanma ve
onun içinden modernite projesinin doğuşu özel bir öneme sahiptir. Ay-

* Oya Baydar, Derya Özkan (Editörler) 75 Yılda Değişen Yaşam Değişen İnsan
Cumhuriyet Modaları, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 1999,
ss. 31-33’te yayımlanmıştır.

79
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 80

dınlanma ve modernite projesi insanın kaderinin belirlenmesini ilahi güç-


lerin elinden almış ve insanın eline vermiştir. Temelinde her yönüyle in-
sana güveni içermektedir. Bu proje bağlamında, bir yandan bir insan için
iyi olana ancak kendisinin karar verebileceğine, öte yandan insan aklının
gerek doğanın gerek toplumun işleyişine ilişkin nesnel bilgileri geliştire-
bileceğine ve bu kapasitesini daha iyi bir topluma ulaşmak için kullana-
bileceğine inanılmaktadır. Aydınlanma insanı kendi kaderini belirlemek
bakımından bu kapasitelerini kullanmakta ve kendisini özgürleştirme ara-
yışına girmektedir. Değişme ve değiştirme modernite öncesinde olduğu
gibi farkında olunmadan gerçekleşen bir olgu olmaktan çıkarak, aranan is-
tenilen bir şey haline gelmektedir. Çünkü değişme artık ilerleme ya da ge-
lişme olarak nitelendirebilecek bir yön kazanmıştır. Bunun gerisinde
bilginin sürekli birikmesi ve temelde iyi olan insanın kapasitelerinin sürekli
artışı gibi mekanizmalar bulunmaktadır.
Modernite projesi dünyanın herhangi bir yerinde bir kez doğdu mu,
evrenselci niteliğiyle er ya da geç tüm dünyada değiştirme ve dönüştürme
iddiasını taşıyacak ve bu dönüşümü gerçekleştirecektir. Ama bu dönüş-
türme dünyanın her yerinde aynı yoğunlukta yaşanmaz. Dünyanın deği-
şik mekanlarında, geleneksel toplum yapılarından modern toplum
yapılarına geçiş, farklı zamanlarda ve farklı yoğunluklarda yaşanacaktır.
Geleneksel toplumda değişme istenilen bir şey değildir. Kendisini geç-
mişte olduğu gibi aynen yeniden üretme beklentisi içinde olan bu top-
lumda, varolan toplumsal ilişkilerin ve toplumsal hiyerarşinin sorgulan-
ması için bir neden yoktur. Eleştiri istenilen bir şey değildir. Bu toplumda
insanın özgür olarak kendisini gerçekleştirmesi değil, yaşamını geleneksel
kalıplara göre sürdürmesi beklenmektedir. Böyle bir toplum içinde deği-
şen toplum dışına itilecektir, yalnız bırakılacaktır. Değişen kişinin başka-
larını da değiştirerek kendisini yalnızlıktan kurtarabilmesi çok zordur.
Bunu bir ölçüde başarsa bile bu değişme toplum içinde bir meşruiyet ka-
zanamayacaktır. Değişenler bir grup olarak dışlanacaktır. Böyle bir etkiyle
toplumsal geleneklerin dışına çıkan ancak kandırılan olarak görülecektir.
Oysa sürekli olarak değişme ve dönüşme baskısı altında olan bir dün-
yada, bir toplum sadece geleneklerine dayanmaya çalıştığında ve geliş-
meye direndiğinde, kendisini yeniden üretmekte sorunlarla karşılaşacak
ve bunalıma düşecektir. Eğer bu dünyanın herhangi bir yerinde modernite
projesi ortaya çıkmış, yaşam içinde başarısını ve üstünlüğünü kanıtlamışsa

80
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 81

değişmeye ve dönüşmeye karşı direnme daha da güç olacaktır. Aydın-


lanma ve modernite projesi kendi yayılma süreçleri içinde gerek ekonomik
ilişkileriyle, gerek bilim anlayışı ve eğitim kanallarıyla er ya da geç gele-
neksel toplumdaki küçük bir gruba ulaşacaktır. Başka bir deyişle gelenek-
sel toplumda erken aydınlananlar olacaktır.
Geleneksel toplumun erken aydınlananları, içinde bulundukları etki-
lenme süreçlerinin niteliği gereği kendilerini birden bir misyon içinde
bulacaklardır. Onlar değişmiştir, bilgiye ve insana yeni bir bakış açısı ka-
zanmışlardır. Bu bakış açısının topluma ilerleme ve özgürlük getirdiği ko-
nusunda kuşkuları yoktur. Bu hem bilimle temellendirilmiştir, hem de
modernite projesinin uygulandığı yerlerde görgül olarak kanıtlanmıştır.
Böyle olunca geç modernleşen toplumun erken aydınlananları kendilerini
bir görevle karşı karşıya bulmaktadırlar. Elde ettikleri bu bilgiyi ya da
aydınlanmayı topluma taşıyacaklar mıdır? Eğer bunu taşımazlarsa kendi-
lerini yaşadıkları topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmemiş olarak
göreceklerdir. Vicdani bir sorumluluk duyacaklardır. Oysa içinde yaşa-
dıkları, henüz çözülmemiş olan geleneksel toplum değişeni dışlama
eğilimi taşımaktadır. Değişen azınlıktadır. Yaşam biçimi ve yapmaya ça-
lıştıklarıyla kolayca alay edilebilecek, gülünçleştirilerek cesareti kırılmaya
çalışacaktır. Geçmişte hep böyle olmuştur. Ama şimdi durum modernite
projesinin henüz doğmadığı bir dünyadan farklıdır. Değişmenin kendi-
sini haklı ve meşru göreceği modernite projesinin başarılarından kaynak-
lanan dayanakları vardır. Erken aydınlanan da değişmenin doğru olan
yönünün ne olduğu hakkında oluşan kuvvetli kanı ya da gerekli değiş-
menin ne olduğu konusunda bir kuşkunun kalmayışı, ona değiştirme
misyonu yüklemektedir. Değiştirmeyi onun için bir zorunluluk haline ge-
tirmektedir. Artık yaptıklarını gülünçleştirerek onu dışlamak kolay
değildir. Alay edilen davranışlarını kolayca ona toplumda ayrıcalıklı bir
konum sağlamanın aracı haline dönüştürebilme yolunu bulabilecektir.
Kendisini böyle bir yükümlülük altında gören erken aydınlananlar, ge-
leneksel toplumun yavaş süreçler içinde değişmesini bekleyememekte, bu
değişmeyi hızlandırmak istemektedirler. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise
iktidar olmaktan geçmektedir. İktidar olunduğunda da otoriter bir anla-
yışla değişmeyi sağlamaya çalışılacaklardır. Böyle bir noktada geç mo-
dernleşen ülkenin erken aydınlananları kendilerini bir açmaz karşısında
bulmaktadırlar. Bu aydınlar temelde yaşadıkları toplumdaki insanları oto-

81
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 82

riter baskılardan kurtarmak ve özgürleştirmek istemektedirler. Ama onla-


rın yaşamlarını değiştirmek için otoriter bir müdahaleyi yapmaktadırlar.
Bu kolayca üstesinden gelinemeyecek bir ikilem yaratmaktadır. Amacı
insanı özgürleştirmek olan müdahalede, değiştirmek istediği insanın öz-
gürlüğü dikkate alınmamış olmaktadır. Bu halde müdahale edenler, ger-
çekleştirmeyi istedikleri özgürlüğü kendileri askıya almış olmaktadırlar.
Bu ikilemi giderebilecek bir açıklama, geleneksel toplum içinde bir öz-
gürlük bulunmadığı dolayısıyla bu müdahalenin özgürlük açısından de-
ğerlendirilmesinin anlamlı olmayacağı olabilir. Askıya alındığı iddia edilen
aslında olmayandır. Bu müdahale olmazsa özgürlük hiç gelmeyecektir.
Oysa bu müdahale bir süre sonra özgürlüğü sağlayacaktır.
Aydınlanmanın ve modernite projesinin bilgiye ve topluma yaklaşı-
mının getirdiği sosyal mühendislik yoluyla bu tür bir değiştirme yaklaşı-
mını özgürlükle bağdaştırmanın yolu, yapılan değerlendirmeleri sadece
yaşanan anla sınırlandırmayarak, geleceği de içeren bir boyut kazandırıl-
dığında bulunabilmektedir. Sosyal mühendislik bir değiştirme projesidir.
Yok edilemez bir biçimde elitist konumdan bir bakışa sahiptir. Ayrıca
bunun gerisinde toplumsal gerçekliğin nesnel temsilinin olanaklılığına da-
yanan bir bilim anlayışı ve araçsal bir akılcılık yaklaşımı bulunmaktadır.
Böyle bir yaklaşım ise değişmeyi geciktirici, var olanı sürdürücü sapma-
lar taşımaktadır. Aslında aydınlanmanın akılcılığı, başlangıçta insanı dini
doğmalar karşısında özgürleştirirken, gelişmesi sırasında araçsal akıl haline
gelerek var olan düzene büyük ölçüde bağımlı hali gelmiş ve onu pekişti-
ren bir araç niteliğini kazanmıştır.
Ama insan aklı, insan eyleminin sonuçları üzerinde düşünebilme ve
değerlendirme özelliklerine sahip olduğundan insanı ikinci kez özgürleş-
tirebilecek bir kapasiteye de sahiptir. Bu kapasite kendisini bilime yeni bir
yaklaşımla göstermiş ve eleştirellik güçlü bir eğilim olarak ortaya çıkmış-
tır. İnsan eleştirerek değişme ve değiştirme kapasitesini artırmıştır.
Eleştirel gerçekçilik içinde bilginin varlığı nesnel temsile değil öznel-
ler arası uzlaşmaya dayanır hale gelmiştir. Bu ise öznellerarası uzlaşma
gerçekleşirse her şeyi olabilir hale getirmektedir. Bu bir özgürleşmedir,
ama toplumdaki uzlaşmaya bağlıdır. Özgürleşme ancak birlikte gerçek-
leştirilir hale gelmektedir. Bu, yönetilen ve yönetim eliyle değiştirilen top-
lumdan, birlikte öğrenerek, birlikte dönüşen ve değişen bir topluma geçişi
öngörmektedir. Bu öğrenen topluma geçilmesiyle artık modernite de aşıl-

82
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 83

mış olacaktır. Araçsal bir akılcılıktan, iletişimsel bir akılcılığa geçilmekte-


dir. Böyle bir akılcılıkta değişme dıştan belirlenen bir hedefe doğru yol
alma olmaktan çıkmakta, birlikte keşfedilerek gerçekleştirilen, özgür bir
yolculuk haline gelmektedir. Böyle bir süreç içinde artık değişenin değiş-
tirme zorunluluğu kalmamıştır. Denilebilir ki insanlığın aydınlanma ile
başlayan özgürleşme süreci mantıksal sonuçlarına ancak bu halde ulaşmış
olmaktadır.
Bu noktada öğrenen bir toplum olma ve iletişimsel akılcılığa dayanma,
öznellerarası uzlaşmayı önplana çıkarmanın yaratabileceği bir yanlış anla-
yışa olanak vermemek gerekir. Bu toplum, geleneksel toplumdaki gibi ho-
mojen bir toplum mu olacaktır? Değişenin değiştirme zorunluluğunu
duymadığı özgürleşmiş bir toplumda böyle bir beklentinin yeri yoktur.
Bu toplum homojenliği yeniden üretme gereğini duymayan bir toplum-
dur. Özgürlükleri içinde farklılıkları sürekli üretebilmekte ama farklılığına
karşın bir arada kalmayı gerçekleştirebilmektedir. Değişenin diğerini de-
ğiştirme zorunluluğunu duymadığı bir toplumda farklı olanların bir arada
yaşamasına bir engel bulunmayacaktır. Böyle bir toplumda değişik olan-
ların bir arada bulunması, karşılıklı etkileşmeye açık olması, yeni buluş
yapma ve değişme olasılığını yükseltecektir. Denilebilir ki bir yerde sami-
miyetsizlik bulunmaktadır. Hem değişme hem de özgürleşme isteği ye-
terince güçlü değildir.

83
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 84

KENTLERİN KİMLİK ARAYIŞINI


GELECEĞE YÖNELTMENİN
TARİHSELLİĞİ*

İnsanları diğer canlılardan ayıran temel özellik kültürel bir varlık ol-
masıdır. İnsan içinde yaşadığı kültür tarafından biçimlendirilirken, aynı
zamanda o kültürü etkiler, zaman içinde gelişiminin dinamiğini yaratır.
İnsanın var olması bir yerde var olmadır. Var olduğu bu yer soyut bir
mekan değildir. Semboller, işaretler taşır. Söz konusu semboller, işaretler
orada yaşayanların kültürü içinden yorumlanarak içinde yaşanan mekan
anlamlı bir yer haline getirilir. Eğer soyut bir mekan, içinde yaşayanlar
için anlamlı hale getirilmişse o yerin kimlikli olduğunu söyleyebiliriz. İn-
sanların onurlu yaşam haklarının gerçekleştirilebilmesi ancak böyle kim-
likli yerlerde olur.
Bir yerin kimlikli hale gelmesi sadece o yerdeki binaların birbirine göre
olan konumlarıyla, o binaların biçimleriyle ya da aradaki boşlukların pey-
saj özellikleriyle açıklanamaz. O yerde gerçekleştirilen faaliyetler, bu faa-
liyetlerin yarattığı insan yoğunluğu ve etkileşme biçimlerinin yarattığı
anlamlılıklar da kimliğin oluşumuna katkıda bulunur. Bir başka deyişle
kimlik, faaliyetler ve fiziki çevrenin bütünlüğüne ilişkin bir niteliktir. Bir
yerin kimliğinin biçimlenişi temelde tarihsel bir olgudur. Zaman içinde
oluşmuştur. Gelecekte de tarihsel oluşumunu sürdürecektir. Başarılması
gereken, gelişmesi sırasında kimlikliliğinin sürekli olarak yeniden ve ye-
niden üretilebilmesidir.
Bir yerin kimliğine böyle tarihsellik içinde yaklaşmanın gerekliliği
kabul edilince, bu yaklaşıma açıklık kazandırmak için onun uygulamada
ortaya çıkaracağı bazı sorunları da irdelemek gerekir. Tarihsel oluşum iyi

* 29 Nisan 2008 tarihinde hazırlanmış bir not.

84
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 85

yönetilemezse eskiden kimlikli olan bir yer kimliğini yitirebilir, kimlik-


sizleşebilir. Bu durumda kimliksizleşmeden ne anlaşılacağına da açıklık
kazandırmak gerekir. Bir yerde yer alan faaliyetler nitelik değiştiriyorsa,
binalar işlevini kaybediyorsa, yıpranıyorsa o yer orada yaşayanlar için
olumlu anlamlar üreterek, yaşam kalitesine katkıda bulunma özelliğini yi-
tirdiyse kimliksizleşmiştir. İnsanlara, çekici gelmez, huzur getirmez vb.
Bir kentteki bir yerin yitirilmiş kimliğinin yeni koşullarda başarılı bir bi-
çimde yeniden üretilmesinin yolu, o yerin geçmişteki nostaljik hatıralarını
yeniden üretmeye çalışmaktan geçmez. Çünkü tarihin akışını durdurarak
bir kimlik korunmuş olmaz. Çözüm, geleceğin koşullarında geçmişle iliş-
kileri olan yeni kimlikler oluşturmaktır. Çözüm tarihi dondurarak değil
ancak tarihin akışının sağlanmasıyla bulunabilir.
İşte bu noktada modern toplumların tarih bilincini hatırlamakta
yarar vardır. Modern toplumların tarih bilinci, doğrusal olarak akıp
giden zamanda, geçmiş, hal ve geleceğin sürekliliğinin farkında olmak
olarak formüle edilmektedir. Aslında bu tarih bilinci geçmişe hapsol-
muş değildir, temelde geleceğe yönelmiştir. Geçmiş hal ve gelecek sü-
rekliliğini kurulmaya çalışılması, geleceğin projesinin başarısını artıracak
bir sürekliliği kurmak içindir. Tarihsel süreç içinde yeni kimliklerin oluş-
turulmasından söz edildiğinde bu kimlikte geçmişten gelen öğeler bu-
lunacaktır, ama bunlar geçmişte donmuş değildir, geleceğin vizyonunu
içermektedir.
İnsan varlığı, yer ve kimlik ilişkisi üzerinde yapılan bu çözümlemele-
rin, kentlerin tümünden çok kent parçaları için geçerli olacağı söylenebi-
lir. Bir başka deyişle bu çözümlemeler kent altı ölçekler için söz konusu-
dur. Oysa bir üst ölçeğe, yani kent düzeyine çıkıldığında fenemolojik bir
kimlik tanımından farklı kimlik tanımlarıyla karşılaşırız. Bir kentin kim-
liği üzerinden konuşulmaya başlandığında iki eğilimin yarıştığı görülür.
Bir sanayi kenti, bir turizm kenti, bir liman kenti denildiğinde bu tanım-
lamalar o kent hakkında bize genel bir fikir verir. Bu durumda ele alınan
kent genel bir kategoriye sokularak kimliği tanımlamaktadır. Bu kimlik
sorununa sosyolojik bakış açısını içermektedir. Çoğu kez bu bakış açısı
bizi doyurmaz, biz kentin genel özellikleri üzerinden değil, farklılıkları
üzerinden onun kimliğini tanımlamaya çalışırız. Bugün kentlerin kimlik-
siz olduğu söylendiğinde kentler arası farklılıkların kalmadığı söylenmek
istenmektedir.

85
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 86

Aslında bir kent üstünde konuşulmaya başlandığında ve bu kent ta-


nımlanmak istendiğinde, bu tanımlananın yeterli olabilmesi için o kentin
hem genel kategoriler içinde bir yere oturtulması hem de farklılığının vur-
gulanması gerekir. Ama bir kentin kimliğinin yeniden üretilmesi dendi-
ğinde farklılığın yeniden üretilmesinden söz etmek gerekecektir. Kent
düzeyinde kimliliğin üretilmesi denildiğinde bu farklılıkların nasıl üreti-
leceği üzerinde durmak merkezi bir konum kazanmaktadır. Bu farklılığın
da kültürel ve tarihsel olduğu konusunda yeniden ayrıntılı bir çözümle-
meye gerek olmadığını düşünüyorum.
Kent ölçeğine gelindiğinde, kentin kimliğinin de tarihsellik içinde sü-
rekli olarak nasıl üretileceği, nasıl kavramsallaştırılacağı üzerinde biraz ay-
rıntılı olarak durmakta yarar vardır. Tarihsellikten söz ettiğimiz için bu
kavramsallaştırmanın en kritik öğesi geleceğe nasıl yönelineceği olmakta-
dır. Günümüzün anlayışı içinde, demokratik toplumlarda geleceğe yö-
nelmekte, genellikle o toplumda müzakere edilmiş, üzerinde uzlaşma
sağlanmış vizyonlardan yararlanıyoruz. Çoğu kez vizyonun içeriği tartı-
şılırken misyon kavramıyla karıştırıldığını görüyoruz. Misyon bir kentin
günümüzdeki işlevlerine işaret etmektedir. Oysa vizyonda o kentin var
olan işlevlerini aşarak yeni işlevler edinmesi olanaklarına ve gerekliliklerine
dayanılmaktadır. Ayrıca vizyon sözcüğünün içerdiği görsel olana bir atıf
yapma özelliğini de akılda tutmakta yarar vardır.
Kentlerin kendi tarihsellikleri içinde demokratik olarak oluşturdukları
vizyonlarla geleceğe yönelmekte olmasının gerekliliğini ortaya koyduk-
tan sonra bu vizyonla kent kimliğinin ilişkisinin nasıl kurulduğuna da açık-
lık kazandırmak gerekir. Bu vizyon daha önce üzerinde durulan iki türdeki
kimlik konusunu da içermek durumundadır. Kent vizyonları kentin gele-
cekteki işlevini tanımladığında, genel kategoriler türü bir kimlik tanımı ya-
pılmış olmaktadır. Ama bir kent vizyonu sadece bu konu üzerinde durursa
eksik kalmış olur. Bu vizyonunun kentin nasıl bir farklılık üreteceği üze-
rinde de durması gerekir. Günümüzün yerellikleri içinde bu farklılıklar sa-
dece o yerelin kimliği olmakla kalmaz, aynı zamanda da o yerellik için bir
kaynak haline gelir.
Bu farklılığın üretilmesini sadece geçmişin kültürel öğelerine atıflarda
aramak tek başına yeterli olmaz. Hele hele yöneticilerin değer yargılarını
yansıtan yeni tarihler icat etmek çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Öncelikle
unutulmaması gereken konu bu farklılıkların yaratılmasının bir tasarım

86
07-08 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 5-6 sayfa 079-087:Layout 1 29.10.2009 22:54 Sayfa 87

konusu da olabildiğidir. Farklılıkların yaratılmasında bu olanağın çok ba-


şarılı olarak kullanıldığı örneklerin sayısı az değildir. Ama yine unutul-
maması gereken ikinci konu kimliklerin ve farklılıkların üretilmesinin de-
mokratik ve katılımcı süreçler içinde gerçekleştirilmesidir. Yoksa kentlerin
kimlik yaratması gerekliliği, yöneticilerin bunu emrivakiler halinde ya-
şama geçirmeye çalışmalarının gerekçesini oluşturmamalıdır. Kimlik ancak
demokratik etkileşim içinde oluşturulduğunda o kentin, o toplumun kim-
liği olur.

87
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 88

TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞMESİ
NEYE BENZİYOR? (1)

1. Giriş
2008 Yılında Frankfurt Kitap Fuarında Türkiye’nin konuk ülke olarak
seçilmiş olması dolayısıyla düzenlenen çok sayıdaki faaliyetten biri olan
bugünkü panelin konusu olarak “Türkiye’nin Modernleşmesi Neye Ben-
ziyor?” sorusunun seçilmesi yıllardır içinde yaşadığım, kaçınılmaz olarak
üzerinde düşündüğüm Türkiye’nin modernleşmesi konusunu, al baştan
yeniden düşünme gereğini duyurdu.
Genel olarak bir ülkenin, bir yörenin tanıtımını yapan metinler, ora-
nın farklılıkları üzerinde dururlar. Genellikle de bu farklılıkları abartırlar.
Bu eğilimin altında neo-Kantist coğrafya’nın kalıntılarını ya da bizim öğ-
renme süreçlerimizin özelliklerini bulabiliriz. Ama bugün bizim önümüze
konulan soru bizden yalnız farklılıklar üzerinde durmanın ötesinde bir şey
istiyor. Türkiye’nin modernleşmesinin farklarını ele almamızı bekliyor.
Yani modernleşme sürecinin ülkeler ya da yerellikler arasında, önemli öl-
çüde benzerlikler yaratırken, farklılıklar da yarattığını kabul ediyor. Biz-
den de bu benzerlikleri ve farklılıkları birlikte ortaya koyan bir sunuş
yapmamızı istiyor .
Aslında bu çok zor bir şey değil. Evrensellik iddiası taşıyan bir top-
lumsal sürecin tarihselliğini yani olumsallığını kabul ettiğinizde böyle bir
kavrayışa ulaşmış olursunuz. Yani sorunun böyle sorulmuş olması, bir an-
lamda normaldir. Ama son yıllara kadar soru böyle sorulmuyordu. Son
yıllarda farklı modernleşme süreçlerinin olabilirliği kabul edildikten sonra
böyle sorulmaya başlandı. Daha önce evrensel olarak geçerli tek bir mo-
dernite projesinin olduğu varsayılıyordu. O zaman da sorulan soru “Tür-

88
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 89

kiye modernleşmenin neresinde?” oluyordu. Böyle bir durumun ortaya


çıkışının nedenlerini kavrayabilmek için Avrupa’da modernleşmenin or-
taya çıkıp gelişme tarihine kısaca değinmek gerekiyor.

2. Avrupa’da Modernleşme Sürecinin Doğuşu ve


Dünyayı Dönüştürme Süreci Üzerine
Modernleşme sürecinin Avrupa’nın Atlantik kıyılarında özel koşullarda
oluştuğunu biliyoruz. Bu süreç zaman içindeki birikimler sonucu çok
yönlü değişmeler getirmiştir. Bu değişmeleri dört ana boyutta şöyle özet-
leyebiliriz. Ekonomiye kapitalist ilişkiler yerleşmiş, sanayi devrimi yaşan-
maya başlamış, ekonomik ilişkiler tüm dünyaya açılmıştır. Bilgiye, sanata
ve ahlaka yaklaşımda bu üç alan birbirine göre otonomi kazanmış ve her
biri evrensellik iddiası taşır hale gelmiştir. Belki de en önemlisi birey öz-
gürleşmiş kaderini ilahi olanın elinden, kendi eline almıştır. Bu gelişmeler
sonucunda ulus devlet oluşmuştur. Bireyin varlığını anlamlı kılan zaman
ve mekan uzaklıkları artmıştır. İnsanlar artık yaşamlarının anlamını küçük
yerelliklerde ve üç nesillik zaman derinliliklerinde bulmamakta, ezelden
ebede kadar uzanan ulus devletlerde bulmaktadır. Bu ulus devletlerin yö-
netimleri de artık meşruiyetlerini ilahi güçlerden değil özgürleştirdiği bi-
reyin siyasal seçmelerinden almak durumunda kalmışlardır.
Böyle bir gelişme tarihsel olarak ortaya çıktı mı, çıktığı yerde kalma-
makta çevresine yayılarak oraları da dönüştürücü bir etki yaratmaktadır.
Çünkü ekonomik sistemi, bilgiye, ahlaka ve sanata yaklaşımı evrensellik
iddiası taşımaktadır. Bunu tarihsel deneyimler çok açık olarak ortaya koy-
maktadır. Bu konuda Türkiye ilginç bir örnektir. Avrupa’nın doğusun-
daki sanayi öncesi dönemin Avusturya-Macaristan, Rus ve Osmanlı im-
paratorlukları da bu dönüşüm sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu tür
merkezi imparatorluklar tek düze bir dönüşüm yaşamamışlardır. Sanayi-
leşemedikleri için yaşanan, yavaş ve temelde olumsal bir süreçtir. Bu ne-
denle değişik yerelliklerde, değişik biçimlerde yaşanmıştır. Ama genelde
bu imparatorluklarda üç farklı eğilimin bir arada yer aldığı söylenebilir. Bir
yandan imparatorlukların çok etnili ve dinli yapısı içinde din dil ayrımla-
rına dayalı bir ulus devletlere parçalanma ya da bu coğrafyaya özgü teri-
miyle “balkanlaşma” yaşanmaktadır. Ama bu kendi doğasına bırakılmış
serbest bir süreç değildir. Yaşanan bu parçalanma kendi karşı akımlarını da
yaratmaktadır. Bu akımların biri öncelikle imparatorluğun yönetiminde

89
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 90

bulunanlar ya da sistemin bütünlüğünün korunmasını kendileri için yararlı


gören gruplar tarafından, modernleşmenin sağladığı teknolojik olanak-
lardan ve yönetim anlayışlarından yararlanarak, İmparatorluğun bütün-
lüğünü koruyarak modernleşme yolunda adımlar atarak, sistemin parça-
lanması önlenmeye çalışılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu 19’yüzyılın
başından beri böyle bir süreç yaşamıştır. II. Mahmut döneminden itiba-
ren içine girilen merkezden yönlendirilen modernleşme süreci, parçala-
narak modernleşme sürecinin yaşanmasını yavaşlatmış ama tamamen ön-
leyememiştir. İkinci grupta ise, özellikle modernleşme süreci içinde
kaybeden toplumsal gruplar içinde gelişen modernleşme karşıtı toplum-
sal akımlar sayılabilir..
Hem modernleşmenin ilk yaşandığı hem de yayılması sonucu daha
sonra yaşandığı ülkelerdeki değişmelerin her iki türünün de tarihsel ol-
duğunu kabul ettikçe bir sorun yoktur. Ama modernleşmenin ilk yaşan-
dığı ülkelerdeki modernleşme deneyimi, tarihsel bağlamından kopartıla-
rak, modernleşme deneyimini daha sonra yaşayacak ülkeler için evrensel
geçerliliği olan bir modernite projesi haline getirilir ve bu bir toplumsal
proje olarak uygulanmaya çalışılırsa, çok yönlü sorunlar ortaya çıkmakta-
dır. Bu noktada sorulması gereken soru, neden modernleşmeyi ilk yaşayan
ülkelerin deneyiminin soyutlanarak bir modernite projesi haline getiril-
mesi gereğinin doğduğudur. Böyle bir projenin ortaya konulmasının iki
işlevi olduğu düşünülebilir. “Modernite projesinin”, modernleşmeyi daha
sonra yaşayan ülkelerin, daha önce gelişmiş ülkelerin deneyiminden ya-
rarlanabilmesini kolaylaştırdığı yani araçsal bir nitelik taşıdığı söylenebi-
lir. Modernleşme deneyiminin tarihselliği görmezden gelinerek, ortaya çı-
kartılan “modernite projesi”nin ikinci işlevi, normatif bir değer kazanarak,
daha önce modernleşme deneyimini yaşamış ülkelere saygınlık sıralama-
sında ön sıralarda yer kazandırması olmaktadır.
Çok yönlü olarak yaşanan modernleşme deneyimi modernizmin bil-
giye yaklaşımı doğrultusunda evrensel doğruluk iddiası taşıyan bir mo-
dernite projesine dönüştürülürken modernizmin getirdiği dönüşümün
değişik boyutları arasında belirleyicilik/tutarlılık ilişkileri kurulmaktadır.
Tarihsel, dolayısıyla kaçınılmaz olarak önemli ölçüde esneklikler içeren
çerçeve katılaşmaktadır. Böyle çok yönlü ve katılaştırılmış modernite pro-
jesine yalnız yol göstericilik değil aynı zamanda norm oluşturma işlevi de
yüklenince baskıcı pratikler için kullanılır bir nitelik kazanmaktadır.

90
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 91

Modernleşmenin Avrupanın kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkarak


içinde bulunduğu dünyayı dönüştürme iddiasının, kendi tarihselliği içinde
gerçekleşmesine bırakılmayarak, erken modernleşen ülkeleri deneyimle-
rine hegemonik bir üstünlük atfeden bir biçimde modernite projesine
dönüştürerek kullanılmasını sağlamasının değişik sonuçları olmaktadır.
Bu sorunlardan biri de bu yazının başında üzerinde durduğumuz Türkiye
nasıl bir modernleşme süreci yaşıyor sorusunun yerini, Türkiye modern-
leşmenin neresinde sorusunun almasıdır. Bu soru da Türkiye gibi ülkeleri
hep bir modernleşme açığı içinde yaşama durumunda bırakmaktadır.
Böyle evrensellik iddiası taşıyan bir modernite projesinin formüle edil-
miş olmasının bir başka sonucu, başlangıçta modernleşmeyi yaşamış olan
ülkelerin, tarihsel gelişmeleri içinde moderni aşarak postmoderne geç-
meleri önünde de bir engel olarak ortaya çıkması olmaktadır.
Böyle bir bakış açısına ulaşıldığında Türkiye’de yaşanan modernleşme
sürecini tanımlarken nasıl bir yaklaşım izleyeceğimiz de açıklık kazan-
maktadır. Dünyanın herhangi bir yerinde bir modernleşme süreci doğdu
mu, tarihsel süreç içinde önce çevresini, giderek tüm dünyayı dönüştür-
mek doğrultusunda etkiler yaratmaya başlayacak, bu süreç içinde kendi-
sinin bilgiye, ahlaka ve estetiğe yaklaşımı paralelinde bu süreci denetleye-
bilecek bir araç olarak modernite projesini ortaya çıkaracaktır. Aslında
yaşanan sürecin olumsallığını, isterseniz tarihselliğini ortadan kaldırmak
için formüle edilmiş olan modernite projesi bunu başaramamaktadır.
Çünkü modernite projesinin varsaydığı toplumsal iç bağınlılığın yüksek-
liği bir idealizasyondur. Gerçekte toplumların iç bağınlılıkları o kadar yük-
sek değildir, tarihsel gelişmeleri içinde olumsal farklılıklara olanak ver-
mektedir. O halde değişik ülkelerin ilk modernleşen ülkeden yayılan
etkilerle, tarihsel süreç içinde kendi modernleşmesini yaşayan bir ülkenin
modernleşmesinde, “modernleşme projesi” gibi bir normatif çerçevenin
yaratılmasının ne tür etkiler yarattığı, başka bir deyişle yaşanan tarihsel-
liği nasıl yeniden biçimlendirdiği üzerinde durmak gerekecektir.
Dünyanın yaşadığı modernleşme süreci sırasında bir modernleşme
projesinin normatif bir özellik taşıyacak biçimde yeni modernleşmekte
olan ülkenin gelişme biçimi üzerindeki bağlayıcılığının çeşitli kanallardan
kurulduğu görülmektedir. Bu kanallar hakkında ekonomi alanından baş-
layarak bazı örnekler verelim. Bir ülkede kapitalist ilişkilerin yerleşmeye ve
uluslararası ticaretin gelişmeye başladığı bir ortamda mülkiyet anlayışı,

91
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 92

bankacılık ilişkileri vb. pek çok kurumsal düzenleme evrensel geçerliliği


olacak biçimde, yani modernite anlayışı içinde oluşacaktır. Bu ülkenin
içinde yaşadığı dünyadaki uluslararası ilişkilerin kurumsallaşma biçimi,
ulus devleti, modernite projesinin kuralları ve hukuk anlayışıyla bağlaya-
caktır. Bilgi üretiminde, üretilen bilginin uluslararası düzeyde kabul gör-
mesi de modernite projesinin bilgiye yaklaşımıyla tutarlı olduğunda ger-
çekleşecektir. Denilebilir ki uluslarası düzenin işleyişi ve bu işleyiş içinde
oluşan kurumsal yapısı her ülkeye modernite projesinin dayatılması biçi-
minde olmaktadır.
Modernleşmeyi gecikmiş olarak yaşayan ülkelerin yönetimlerinin kar-
şılaştıkları sorunları çözümlemek için yaptıkları refomcu değişiklikler de
modernite projesinin ahlak/hukuk ve bilim anlayışıyla yönlendirileceği
için modernite projesinin normatif kalıpları içinde kalmaktadır. İçte ya-
pılan kurumsal yeniden düzenlemeler de “modernite projesinin” dayatıl-
ması biçiminde olmaktadır. Toplum içindeki eylemler için oluşturulan
meşruiyet çerçeveleri büyük ölçüde modernist olmaktadır.
Bir toplumsal sistem üzerinde ister iç ister dış ilişkileri açısından “mo-
dernite projesi” bu kadar güçlü bir biçimde dayatılırken, bu ülkelerin ge-
lişmelerinin tarihsel/olumsal olma özelliklerini nasıl koruyabildiği sorusu
değişik düzeylerde yanıtlanabilir. En genel yanıt, toplumsal sistemlerin
temelde açık sistem olmaları, bu yüzden tüm denetim gayretlerinin bek-
lenmedik sonuçlar doğurabilmekte olması, dolayısıyla da yaşanan geliş-
melerin olumsallığı ortaya çıkarması biçiminde formüle edilebilir. Ama
bu yazıda böyle genel yanıtla yetinemeyiz. Daha açık mekanizmalar üze-
rinde durmamız gerekir.
Böyle bir mekanizmayla ilgili olarak, toplumsal süreç içinde ortaya
çıkan “emergence” (ortaya çıkma, zuhur etme) mekanizmalarının değişik
türleri ve bunların ortaya çıkışının gerekçeleri üzerinde durmak gerekir.
Aslında “emergence” dendiğinde modernite projesi karşısında toplumun
değişik düzeylerde yarattığı emrivakilerden söz edilmektedir. Bazı örnek-
ler verebiliriz. Modernite projesinin uygulanması sonucu toplumda or-
taya çıkan kaybeden gruplar, bu değişmelere karşı direnç gösterirler. Belki
sadece gösterilen dirençlerden söz edilirse bunun tarihsel akışı değiştir-
mekten çok geciktirdiği söz edilebilir. Ama bu direnen gruplar bir top-
lumsal hareket yaratarak siyasal hak taleplerinde bulunursa tarihin akışını
etkileyebilecek nitelik kazanabileceklerdir. Gelişmiş ülkelerin modernite

92
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 93

projesi çerçevesinde oluşmuş meşruiyet çerçeveleri, yeni gelişen bir ülke-


nin kapital birikim süreçleri ve bireylerin kapasiteleriyle uyumsuz ise bu
bireylerin o toplumda varlıklarını sürdürebilmek için büyük kitleler oluş-
turacak düzeyde yapmak zorunda oldukları eylemler ya da buldukları çö-
zümler modernite projesinin dışındaki “emergence”lar halinde ortaya çık-
maktadır.
Bu çeşit “emergence”ların ilginç bir özelliği bulunmaktadır. Böyle bir
gelişme, o konuda, modernite projesini ve onun toplumdaki meşruiyet
kalıplarını oluşturmasını ortadan kaldırmamakta, “emergence” sonunda
ortaya çıkan oluşumlar modern olan kesimin yanında varlığını sürdürme
olanağı elde etmektedir. Modernleşme yolundaki ikili yapılar böylece or-
taya çıkmakta, kendine özgü bir iç dinamik yaratmakta ve dolayısıyla o ül-
kenin modernleşmesinin tarihselliğine katkıda bulunmaktadır. Gerçekte
bu ikili yapılara modernite projesinin gözlüğüyle bakanlar modern kesim
dışındaki yapının zaman içinde ortadan kalkacağı beklentisi içinde ol-
maktadır. Ama ikili yapı varsa ve aynı mekanlar içinde belli etkileşim
içinde birlikte var oluyorlar, başka bir deyişle birlikte bir evrim geçiyor-
larsa, bir tarafın diğerine dönüşmesini beklemek doğru bir beklenti de-
ğildir. Modern kesim de etkilenmekte, modernite projesinin kalıpları dı-
şına çıkmaktadır. Bu da yaşamın tarihselliğine bir katkı yapmaktadır.
Toplum, yarattığı “emergence”lerle modernleşmesi sırasında “modernite
projesini” bir anlamda müzakere etmiş olmaktadır.
“Emergence”ler yoluyla bulunan çözümler bağlam bağımlığın en uç
hali olarak düşünülebilir. Temelde toplumda bulunan her çözümün bağ-
lam bağımlı olduğu düşünülebilir. Bu bakış açısıyla yaklaşılırsa modernite
projesinin temelde çözümleri evrenselleştirerek bağlam bağımlılığı
azaltma projesi olarak görülmesi olanaklıdır. Bu projenin bağlam bağım-
lılığını ortadan kaldırmakta iki farklı stratejiye sahip olduğu söylenebilir.
Bu stratejilerden biri toplumsal kurumların oluşumunu belirleyerek mo-
dernite projesinin bağlamın bir parçası haline gelmesini sağlamak ve bu
yolla bireylerin eylemini belirlemeye çalışmaktır. Toplumların gelişimini
her noktada bağlam bağımlı olmaktan çıkarmanın olanaksızlığını gören
“modernite projesi” dünyadaki kurumsallaşmada bir kademeleşme kurma
yoluna gitmektedir. Örneğin kapitalizmin dünya ekonomisini kendi he-
gemonyası altına alırken, uluslararası finansal ilişkilerde bağlam bağımlı-
lığa hiç yer vermemektedir. Ama bölgesel ve yerel ekonomik ilişkilere inil-

93
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 94

dikçe, var olan pratik içinde bağlam bağımlı biçimlenmelerin payı art-
maktadır. Tabii ki bağlam bağımlı uygulamaların artmasına paralel olarak
yaşanan gelişmelerin tarihselliği de önem kazanacaktır.
Buraya kadar yaptığımız çözümlemede, modernite projesinin tarih-
selliği ortadan kaldırma eğilimleri karşısında, ele alınan toplumların mo-
dernleşmesinin tarihselliğini geri getiren mekanizmalar olarak; toplumsal
hareketler, “emergence”ler, “emergence”ların yaratığı ikili yapıların oluş-
turduğu iç dinamikler ve ortadan kaldırılamayan bağlam bağımlılıklar ol-
duğunu gördük. Bunların tüm mekanizmaları kapsayan bir liste olduğunu
söyleyemeyiz. Zaman içinde daha başka mekanizmaların varlığının da far-
kına varabiliriz. Ama bu listenin Türkiye’nin modernleşme deneyiminin
neye benzediğini araştırmak için bir başlangıç çerçevesi oluşturduğu söy-
lenebilir. Böyle bir çerçeveye sahip olarak Türkiye’nin modernleşme de-
neyimini ele alalım.

3. Türkiye Deneyimi Bu Çerçeveyi Doğruluyor mu?


Türkiye’nin modernleşmesi çok yönlü olarak ve toplumun tüm alan-
larını kapsayacak şekilde modernite projesinin meşruiyet çerçevesi içinde
sürerken, bu süreç içinde kendi tarihselleşmesini nasıl ürettiğini belki de
en iyi gözleyebileceğimiz alan kentleşme olgusunu nasıl gerçekleştirdiği
olmaktadır. Bir yandan modernleşme süreci, sanayi öncesi bir toplumdan
sanayi toplumuna geçişi içerdiği için köylülük çözülerek kentleşme yaşa-
nacak, toplum içinde kentli nüfus oranı yüzde onlardan yüzde doksanlara
çıkacaktır. Kentlerin yapısı da sanayi öncesi kentlerin yapısından bir sanayi
kenti yapısına dönüşecektir. Bir anlamda bu dönüşüm sırasında bir ülke-
nin modernleşme öyküsü, kentleşme sürecine ya da kentlerine kazınmak-
tadır. Bu nedenle modernleşmenin tarihselliğini de en iyi bu halde
gözlememiz gerekir.
Osmanlı kentlerinde modernleşme ve kentlerin yapısının dönüşümü
19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamaya başlamıştır. Ancak 1880’li yıllar-
dan sonra benim “utangaç modernite projesi” diye adlandırdığım bir pro-
jenin denetimi altında kurumsallaşma ve planlama gelişmeye başlamıştır.
Bu deneyimin ayrıntılı bir incelemesi yapıldığında “utangaç modernite
projesinin” ilginç bir şekilde bağlam bağımlı öğeler içerdiğini görürüz.
Bu nedenle bu projeyi modernite projesi olarak değil “utangaç modernite
projesi” olarak adlandırdım.

94
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 95

Cumhuriyet kurulduğunda kentlerin modernleşmesi ve bunu denet-


leyen “modernite projesi” konusunda böyle bir birikim devralınmıştı.
Cumhuriyet ile birlikte Türkiye bir ulus devlet inşa ederken, bunu radi-
kal bir “modernite projesi”yle yönlendirme yoluna girmişti. Bu dönemde
kentlerin yönetimi konusunda geliştirdiği belediye ve sağlık yasaları, kent
planlaması konusunda geliştirdiği Yapı ve Yollar Kanunu, evrensel geçer-
lilik iddiası taşıyan yani “köktenci bir modernite projesi” uygulamasıydı.
Bu projenin uygulanabilmesi için kenti bir bütün olarak tasarlayan
mimar/plancı kapasitelerini yetiştirilmesi gerekiyordu. Türkiye de bu ka-
pasiteleri oluşturma yoluna girdi. Bu kurumsal düzenlemeler kentlerde
yaşamanın, kentlerde yeni yapılar yapmanın, kentleri yönetmenin meş-
ruiyet çerçevesini çizmiş oluyordu. Eğer bu meşruiyet çerçevesini mo-
dernist meşruiyet çerçevesi olarak adlandırırsak, bu çerçevenin meşruiyet
projesinin belirlediği, toplum düzenine karşı emrivakilere tamamen ka-
palı bir meşruiyet olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhuriyetin başından İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar geçen sü-
rede radikal modernite projesi uygulanırken, Türkiye’de hızlı bir kentleşme
yaşanmıyordu, hızlı bir “depeasantization”* (köylülüğün çözülmesi) henüz
yaşanmaya başlamamıştı, ülkenin kapital birikim hızının düşük olmasına
rağmen, kentli bireylerin ve kent yönetimlerinin kapasiteleri içinde mo-
dernite projesinin uygulanması bir kriz doğurmadan gerçekleşebiliyordu.
İkinci Dünya savaşı sonrasında köylülükte hızlı bir çözülme yaşan-
maya başlanınca, çok hızlı bir kentleşme gerçekleşmeye başlamış ve Tür-
kiye’yi daha önceki dönemlerde görülmemiş sorunlarla karşı karşıya
bırakmıştı. Türkiye’nin bu konunun nasıl çözülmesi gerektiği konusun-
daki yaklaşımı bir önceki dönemde “radikal modernite projesi” çerçeve-
sinde belirlemişti. Bu meşruiyet çerçevesine göre kente büyük sayılarla
gelen bu yeni gruplara iş yaratabilmek için sanayi ve hizmetler alanına
büyük miktarlarda yatırım yapmak gerekiyordu. Ayrıca bu grupların kent-
lere modernite projesinin normlarına uygun olarak yerleştirilebilmesi için
konut alanına ve kentsel altyapılara da büyük yatırımlar yapmak gereki-
yordu. Oysa Türkiye’nin bu dönemdeki kapital birikim süreçleri bu çapta
bir yatırımı gerçekleştirmekten çok uzaktı. Öte yandan modernite proje-
sinin meşruiyet çerçevesinin uygulanabilmesi için kente yeni gelenlerin

* Mübeccel Kıray köylülüğün çözülmesi anlamında ısrarla “depeasantization”


kelimesini kullanmıştır.

95
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 96

belli bir kültürel birikime, kenti kullanma becerisine sahip olması gerek-
mektedir. Oysa köyünden koparak kente gelen bu grupların böyle kapa-
siteleri yoktu.
Aslıda iki taraflı bir dayatma sözkonusuydu. Bir taraftan ekonomik
yaşamın gerçekleri büyük kitleleri kentlere yığıyordu. Öte yandan toplu-
mun kentli elitleri meşruiyet çerçevelerini kente gelenlerin kapasiteleriyle
uyumlu şekilde yeniden tanımlamaya hazır değillerdir. Modernite projesi
onların zihniyetlerini böyle bir uyuma kapamıştır. Onların bulabildiği
çözüm, kente gelen bu grupları köye geriye göndermektir. Oysa kentleşme
geriye dönüşsüzdür. Çözümü kendi koşullarına uyumlu olarak kente ge-
lenler yaratmışlardır. Bunun bilinen adı “gecekondu”dur. Bu toplumun
modernist meşruiyet çerçevesine karşı emrivaki halinde oluşmuş “emer-
gence” niteliğinde bir çözümdür. Bu “emergence” yalnız konut alanında
değildir, kentsel yaşamın değişik kesimlerinde ortaya çıkmaktadır. Birkaç
örnek olarak; enformel işler, işportacılık, dolmuş, arabesk müzik, yapsat-
çılık vb. sayılabilir.
Modernist meşruiyet çerçevesinin toplumun tümü için geçerli ola-
mayışı karşısında modernite projesi kuşkuya düşerek kendisini gözden
geçirmeye açık değildir. Toplum yöneticileri modernite projesini doğru-
dan müzakere dışı tutarak, onun yanında bağlam bağımlı olarak oluşmuş
“emergence” niteliğindeki çözümlerin varlığına olanak vermektedir. Böy-
lece toplumda ikili yapılar doğmaktadır. Türkiye bu ikili yapıların oluş-
tuğu dönemde, aynı zamanda çok partili bir siyasal yapıya geçmiştir. Bu
eş zamanlılığa bakarak çok partili yapının bu ikili yapıya neden olduğu
kanısına varılmamalıdır. Aynı dönemde diktatoryal yönetimlerin bir çok
ülkede benzer ikili yapılar oluşturduğu düşünülürse bu “emergence”ın
gerisinde daha köklü nedenler bulunduğu söylenebilir. Tabii bu oluşu-
mun çok partili bir rejim içinde gerçekleşmesinin yine de önemli sonuç-
ları olmuştur. Çok partili yapı, kayırmacı siyaset pratikleriyle bir araya
geldiğinde bu alanlardaki yaşam kalitelerinin başka ülkelerdekine göre
daha yüksek olmasına yol açmış, başka ülkelerde olduğu gibi gecekondu
merkezli toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasını engellemiştir denilebi-
lir.
Bu noktada ilginç bir soru ortaya çıkmaktadır. İkili bir yapı toplumsal
realite olarak varlığını korurken modernite projesinin evrensel geçerlilik
iddiasını nasıl koruyabildiği üzerinde durulması gereken bir konudur. Mo-

96
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 97

dernite projesinin iddiasını sürdürmeyi iki mekanizmayla gerçekleştirmeye


çalıştığı görülmektedir. Bunlardan birincisi imar aflarıdır. Bu aflar kentin
gecekondu kesimleri için yeni bir meşruiyet çerçevesi getirmemekte, belli
bir zaman ve mekanda ortaya çıkan “emergence”ları affetmektedir. Bun-
dan sonra her yerde yeniden modernite projesinin meşruiyet çerçevesi ge-
çerli olacaktır. İkinci ilginç mekanizma kentleşme kavramının yanı sıra
kentlileşme kavramının üretilmiş olmasıdır. Kentleşme kavramıyla daha
çok belli bir yerde nüfusun yığılmasındaki artış ifade edilirken, kentlileş-
meyle, kente gelenlerin geçireceği kültürel dönüşüm anlatılmak isten-
mektedir. Genellikle modernite projesinin ilk geliştiği ülkelerde kentleşme
kavramı kentlileşmeyi de içerecek bir kapsamda kullanılmaktadır. Oysa
Türkiye’de bu iki kavram farklılaştırılarak kullanılmaktadır. Türkiye’de sık
sık Türkiye’nin kentleştiği ama kentlileşemediği söylenmektedir. Tüm so-
runların nedeni bu ayrımla açıklanmaktadır. Gelenler kentteki köylüler-
dir. Zamanla kentlileşecek, kapasiteleri yükselecek, beğenileri incelecek ve
“modernite projesinin” kalıpları içinde yaşamayı, hem isteyecek hem de
başaracaktır. İlginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Eski kentliler kente yeni
gelenleri köylerine geri gönderemeyince kendi zihinlerinde ürettiği köy-
lere hapsetmektedirler.
Oysa Türkiye’nin modernleşme deneyi açıkça göstermektedir ki kent-
lerde “emergence”larla oluşan ikili yapı içinde yaşanan kültürel dönüşüm
modernite projesini savunanların beklentileri yönünde tek yönlü olma-
makta, ikili yapının her iki yanı da birbirinden etkilenerek birlikte bir
evrim geçirmektedir. Aslında antropolojinin kültürel etkileşime ilişkin ku-
ramlarının öngördüğü de böyle bir değişmedir. Örneğin kentin modern
olduğu varsayılan kesimlerinde ruhsatsız konut sayısı hızla artmıştır. Onlar
da kentin imar nizamlarına karşı emrivakilerde bulunmayı yeğlemeye baş-
lamışlardır. Türkiye’nin 1930’lardaki Bakanlıklar sitesinde bir dolaşıldı-
ğında her bakanlığın bu düzene keyfi müdahalelerde bulunma özgürlü-
ğüne sahip olduğunu düşündüğü hemen fark edilmektedir. Gecekondu
alanlarına bir imar düzeni getirilmeye çalışılırken, kentin modern kesim-
lerinin yapılaşmasına gecekonduların yapı yapma zihniyetinin sızdığı or-
taya çıkmaktadır. Kente yerleşmesi yarım yüzyılı aşmış bu gruplar kentin
sağladığı fırsatları etkili bir biçimde kullanmaktadırlar. Yaşam kalıplarında
önemli değişmeler yaşamışlardır. Ama kendi kültürel tercihlerinde farklı-
lıklarını sürdürebilmektedir. Hatta arabesk müziği örneğinde olduğu gibi

97
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 98

piyasa mekanizması kanalıyla, kentin modern kesimlerini de etki altında


tutan bir yaygınlık kazanmışlardır.
Her ne kadar “modernite projesi” temel meşruiyet çerçevesi oluştur-
mayı sürdürüyor gibi görünse de ikili yapının yarattığı dinamik içinde
müzakere edilmiş ve tarihsel bir nitelik kazanmış olmaktadır. Ben değişik
yazılarımda Türkiye’nin bu dönemdeki modernite projesini, “popülist
modernite projesi” olarak adlandırdım.
Daha önce kuramsal olarak geliştirdiğimiz çerçevenin Türkiye’deki
kentleşme deneyimiyle büyük şekilde örtüştüğü görülüyor. Benzer türde
çözümlemeler değişik alanlarda yürütülebilir. Örneğin öğretimin mo-
dernleşme deneyimi incelendiğinde, imam hatip okullanın, özel yüksek
okulların ne tür “emergence” olduğu, bu kanallarla modernite projesinin
nasıl müzakere edildiği ortaya konulabilir. Türkiye’nin çok partili siyasal
rejime geçmesinde ortaya çıkan siyasal parti pratikleri de aynı mantıkla
ele alınabilecektir.

4. Bir Sonuç Çıkarabilir miyiz?


Bu tartışmadan sonra Türkiye’nin modernleşmesi neye benziyor so-
rusunun yanıtını verebilir miyiz. Eğer bu sorunun cevabı konusundaki
beklentimiz, ülkenin modernleşmesi ya da stereo tipleştirilmiş moderni-
telerden birine benzerliği konusunda bir yargı geliştirmemiz ise bu tar-
tışmadan öyle bir sonuç çıkaramayacağımız açıktır.
Ama Türkiye’nin modernleşmesinin neye benzediğini, modernleşme
sürecinin niteliğini tanımlayarak yanıtlayabiliriz. Bu konuşmadaki tartış-
malar Türkiye’nin modernleşmesinin, bağlam bağımlılıklarla ve “emer-
gence” lerle “negotiate” edilmiş bir modernite projesi tarafından
yönlendirilmiş tarihsel bir süreç olarak nitelememize olanak vermektedir.
Böyle nitelenmiş bir süreç içinde ortaya çıkan modernleşmelerin kendi
tarihselliklerini yani farklılıklarını üreteceği açıktır. Ama bu farklılıklar o
ülkenin bir modernleşme süreci geçirdiğini inkar etmeye olanak verme-
mektedir. Farklılıkların altını çizerken bunların gerisindeki bir büyük zih-
niyet değişmesindeki ortaklıklar görmezden gelinmemelidir. Burada
geliştirilen çerçeve, modernleşme sürecinin ortak yanlarıyla ve farklılıkla-
rıyla dengeli bir biçimde kavranmasına olanak vermektedir.
Bir ülkenin modernleşmesini böyle bir çerçeve içinde ele alınca, ülke-
lerin modernleşme düzeylerinin birbirine konumlarını saptamak gibi bir

98
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 99

soruyla karşılaşıldığında ne yapılabileceğine ilişkin de bazı ipuçları ver-


mek gerekir. Farklılıklar bağlam bağımlılık üzerinden üretildiği için bu
farklılıklara bakılarak bir ülkedeki modernleşmenin daha ileri de ya da geri
de olduğu sonucu üretilemez. Bu yargı ortak yanlar üzerinden üretilmek
durumundandır. Bunun için de bir toplumun modernleşmede ilerlemiş
olma düzeyi o toplumun dünyanın her hangi bir kesiminde doğan fırsat-
lara ve tehditlere reaksiyon gösterme kapasitesinin inşa edilmiş olmasına
bakılarak ele alınabilir.
Bu konuşmayı evrensellik iddiası taşıyan modernite projesi üzerinden
yürütmenin ilk bakışta göze çarpmayan bir üstünlüğüne dikkat çekmek is-
tiyorum. Türkiye’de yaşanan toplumsal değişme çok uzun yıllar moder-
nite projesi üstünden değil, batı doğu karşıtlığı üzerinden yürütülmeye
çalışılmıştır. Burada kullanılan modernleşme yerine “Batılılaşma” kavramı
kullanılmıştır. Analizlerini Batılılaşma üzerinden yürütenler çoğu kez Batı
ve Doğu toplumlarının insanlarının birbirine dönüşemez özleri bulun-
duklarını kabul ettiklerinden pek girift sorunlarla uğraşmak durumunda
kalmaktadır. Oysa burada yapıldığı gibi modernleşme dünyanın bir ye-
rinde ortaya çıkan ve dünyaya yayılan bir olgu olarak görüldüğünde, dün-
yanın şurasında ya da burasındaki insanların değişmez öz farklılıkları
bulunduğu gibi temellendirilmesi çok zor bir varsayımda bulunmak ge-
rekmemektedir. Burada yapılan, toplumların modernleşme süreçlerindeki
farlılıkların, öz farklılıkları gibi kabullere dayanmadan üretilmiş olmasıdır.

99
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 100

TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞMESİ
NEYE BENZİYOR? (2)

1. Giriş
Bu toplantıyı düzenleyenler katılımcıların Türkiye’nin modernleşme-
sinin özellikleri üzerinde durmamızı ve bu konuda bir tartışma yürütme-
mizi istiyorlar. Bu konuyu seçerken çoklu modernite (multiple moder-
nity) kavramıyla flört etmiş oluyorlar. Ben de bu nedenle, önce kısaca,
uzun yıllar tek modernite (monist modernity) kavramına sıkı sıkıya bağlı
kaldıktan sonra, neden çoklu modernite kavramına geçmek zorunda kal-
dığımız üzerinde duracağım. Daha sonra Türkiye’nin modernleşme pra-
tiğine böyle bir kavram kulanarak yaklaşmanın ne tür yenilikler getirebi-
leceği özellikle de günümüzün Türkiye’sinin siyasetini kavramamıza nasıl
yardımcı olacağı üzerinde duracağım.

2. Tek Modernist Geçiş Karşısında, Neden Çoklu Modernist


Geçiş Kavramı Geliştirilmeye Başlandı?
En genel haliyle modernleşme dediğimizde, geleneksel toplumdan
modern topluma geçişi kastediyoruz. Bir toplumun çok değişik yönle-
rindeki değişmelerin tümü üstünde ayrı ayrı durmadan, bir sözcükle bu
çok karmaşık dönüşümü özetlemiş oluyoruz. Eğer bu dönüşüme ilişkin
anahtar sözcükleri verirsek bunu, kapitalistleşme, sanayileşme, bilim, ahlak
ve sanatın otonom alanlar hale gelmesi ve evrensellik iddiası taşıması, bi-
reyin doğuşu ve rasyonelleşmesi, ulus devletin gelişmesi, dünyevileşme
(secularization), vatandaşın oluşturulması vb.leri sıralayarak yapabiliriz.

100
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 101

Modernleşme ilk kez Avrupa’nın tarihsel gelişimi sırasında ortaya çık-


mıştır. Bir tarihsel gelişmenin ürünüdür. Dolayısıyla olumsaldır (contin-
gent). Oysa Avrupa modernite deneyiminin içine girerek daha derinden
kavramaya çalıştığımızda, bunun bir ulus devletin içine sığmadığı ve tüm
dünyayı dönüştürme iddiasını taşıdığını görürürüz. Bu iddia 18. yüzyı-
lın sonunda ve 19. yüzyılın ilk yarısında, Avrupa’nın modernleşme de-
neyiminin “modernite projesi” olarak görülmesine yol açmıştır. Böyle
bir bakış açısı, Avrupa deneyimini tarihsel/olumsal olmaktan çıkarmış
ona normatif bir nitelik kazandırmıştır. Modernite projesiyle, bir tarih-
sel evrim çizgisini normatif hale getirmenin çok önemli sonuçları ol-
maktadır. Tarihsel olan deterministik hale getirilmekte, bundan ayrılanlar
da olumsuz nitelemelerle tanımlanmaktadır. Tabii bu, modernite proje-
sinin evrensellik (universal) iddiasını yaşama geçirebilmek için en önemli
araçlardan biri olmaktadır. Avrupa merkezli dünyaya bakış açısı bu yolla
yaratılmaktadır.
Böyle bir “modernite projesinin” yaratılması ve ona normatif işlev yük-
lenmesinin pratikteki en önemli sonucu gerek ulusal düzeyde, gerek ulus-
lararası düzeydeki kurumsallaşmanın bu kabul üzerinden gerçekleşmesidir.
Kurumsal yapılar o toplumlarda hangi tür eylemlerin/çözümlerin meşru
olduğunu belirlemektedir. Tabii böyle kurumsal yapıların yerleşmiş ol-
ması, Avrupa modeli dışı oluşumları gayri meşru hale getirmektedir. Ta-
rihsel/olumsal gelişmeler sağlıksız olarak nitelendirilmektedir. Bu yolla
evrensellik iddiası korunurken bağlam bağımlılığın (context dependency)
önü tıkanmak istenmektedir.
Günümüzde tekli modernite anlayışı sürdürülememektedir. Bunun en
önemli nedeni gerçek durumdur. Avrupa dışı birçok modernleşme deneyi
ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği deneyi, Japonya, Asya Kaplanları, Latin
Amerika’nın bağımlı modernitesi bunlar arasında sayılabilir. Bütün bun-
ları Avrupa modeline göre değerlendirerek norm dışı ilan etmek artık güç-
tür. Tabii bunun ötesindeki nedenleri de vardır. Toplumlar iç bağınlılığı
çok yüksek, değişik öğelerine farklı olma olanağı tanımayan bütünler (co-
herent whole) değildir. Toplumlar basit doğrusal ilişkiler içinde kestirile-
bilir gelişme çizgileri bulunan sistemlerde değildir. Doğrusal olmayan
ilişkilerin bulunduğu uzun erimli gelişmeleri tahmin edilemeyen açık sis-
temlerdir. Böyle sistemlerin tek bir modernite güzergahını izleyeceği ta-
hayyül edilemez.

101
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 102

3. Çoklu Moderniteye Geçişin Sağladıkları


Kuşkusuz modernite insanları, gelenekselin bağlarından kurtarıp öz-
gürleştiriyordu. Ama modernitenin tekçi (monist) anlayışı içinde bu öz-
gürleştirme onu yeni bir gelişme güzergahına hapsederek yeniden tutsak
ediyordu. Bireyler kendilerine çizilen güzergahta kendilerine düşen rolü
oynamanın ötesine geçemiyecekti. Oysa çoklu modernite kabul edildi-
ğinde insanların özgürlük alanı önemli ölçüde yeniden genişletilmiş ol-
maktadır. Değişik toplumlarda modernleşmenin başlangıç noktalarının
farklılıkları ve değişik uygarlıklar içinde gelişmesi sonucu farklı moderni-
teler ortaya çıkacaktır. Aslında çoklu modernite kavramının kabulü, mo-
dernleşmeye tarihselliğini iade etmek olarak düşünülebilir.
Ama bu geri verme yeni bir kavramsallaştırmayla hemen kolayca ger-
çekleştirilebilecek bir şey değildir. Çünkü gerek uluslararası düzeyde, gerek
ulusal düzeyde oluşmuş bir kurumsal yapı vardır ve bu yapı büyük ölçüde
tekli modernite anlayışına uygun bir meşruiyet çerçevesi oluşturmakta-
dır. Bu bağlam bağımlılığı ortadan kaldırmaya çalışan bir çerçeve içinde
tarihsellik/çoklu modernite gerçekleşirken önemli ölçüde meşuiyet bas-
kısı altında kalmaktadır. Bu tarihsellik modernist meşruiyetin kurumsal
yapısına rağmen gerçekleşmektedir. Çoğu kez gerçekleşen çoklu moder-
nite meşruiyet sorunlarıyla karşılaşmaktadır.
Bu nedenle modernite projesine göre biçimlenmiş kurumsal meşrui-
yet çerçeveleri içinde tarihselliği üreten mekanizmaların varlığını göster-
mek gerekir. Burada üzerinde duracağım esas konu modernist meşruiyet
yapıları karşısında emrivakiler yaratan “happening/emergence”lardır. Mo-
dernite projesi, “happening/emergence”larla müzakere edilerek yeni bir
tarihsellik ortaya konulmaktadır. Bu “emergence”ların ortaya çıkması için
değişik nedenler bulunabilir. Modernite projesinin meşruiyet çerçeveleri,
yeni gelişmeye başlayan bir ülkenin kapital birikim süreçleri ve bireyleri-
nin kapasiteleriyle uyumsuz ise bu bireylerin o toplumda varlıklarını sür-
dürebilmek için yapmak zorunda oldukları eylemler ya da buldukları çö-
zümler, çok sayıda kişi tarafından tekrarlanarak büyük kitleler oluşturmaya
başladığında modernite projesinin dışındaki “emergence”lar haline gel-
mektedir. Ama bu “emergence”ların ortaya çıkması, onlara modernite
projesinin kurumsal yapısının sürdüğü bir ortamda meşruiyet çerçevesi
yaratmakta herzaman yeterli olmamaktadır.

102
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 103

4. Türkiye’nin Modernleşme Sürecinin Gerisindeki


Değişik Kanallar
Türkiye’de belli bir modernleşme sürecinin 19. yüzyılın ikinci yarı-
sında başladığı söylenebilir. Benim sıkılgan modernite projesi olarak ad-
landırdığım bu süreç içinde tekli modernite projesinin kurumları oluş-
maya başlamıştır. Yaşanan bu modernite batı Avrupa’da olduğu gibi iç
dinamiklerden kaynaklanmak yerine dış dinamiklerden kaynaklanmakta
dış dinamiklerden kaynaklanması dolayısıylada içte önemli dirençlerle kar-
şılaşmaktadır. Bu direncin önemli bir dayanağını, yaşanmaya başlayan de-
ğişmenin kavramsallaştırılmasında kullanılan çerçeve oluşturmaktadır. Bu
açıklama Batı-Doğu karşıtlığı üzerine oturtulmakta ve yaşanan değişim
modernleşme olarak değil “Batılılaşma” halinde tanımlanmaktadır. Mo-
dernleşme her ülkenin yaşaması gereken kaçınılmaz bir değişmeyi anla-
tırken, Batılılaşma bir kimlik kaybına, bir özenti olmaya işaret etmektedir.
Gerçekte Batı-Doğu ikili ayrımı da kavramsal düzeyde “binary opposi-
tion” üreten modernitenin bir çocuğudur. Hele her iki toplumun özleri
(essence) bulunduğu da kabul edilirse Batılılaşmayla başarıya ulaşılamaz
olduğu da daha başlangıçta kabul edilmiş olmaktadır.
Türkiye’nin dış dinamiklerin etkisiyle gelişen utangaç modernite pro-
jesinin, iki farklı kanalın çalışmasıyla Türkiye’de yeni kurumsal düzenle-
meleri yönlendirdiği söylenebilir. Bunlardan birincisi ülkenin uluslararası
ticarete açılması ve kapitalistleşme sürecinin işlemeye başlamasıdır. İkin-
cisi ise ülke merkezi yönetiminin geliştirdiği kurumsal reformlar ve alt-
yapı projeleridir. Bu süreç temelde mezkezden yönlendirilen ve tepeden
gelen bir modernleşmedir. Böyle tepeden gelen modernleşmenin tarihinin
ayrıntıları izlendiğinde bunun bile önemli ölçüde bağlam bağımlılıklar ta-
şıdığı yani bunun da çoklu modernite içinde kavramlaştırılmasının doğru
olacağı söylenebilir.
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından İkinci Dünya Savaşına kadar
geçen sürede merkezden/tepeden yönlendirilen otoriter, çok yönlü ulus
devlet oluşturma yaklaşımını ben değişik yazılarımda köktenci modernite
projesi diye adlandırmıştım. Bu monist modernite projesinin bir uygula-
masıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin içine girdiği çok partili
rejim içinde kentleşme gibi bir iç dinamiğin harekete geçmesi, ortaya çı-
kardığı “emergence”larla müzakere edilmeye başlamıştır. Bir örnek ver-

103
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 104

mek gerekirse gecekondu böyle bir oluşumdur. Bu müzakere edilen mo-


derniteyi önceki yazılarımda popülistik modernite diye adlandırmıştım.
Böyle popülistik bir moderniteden söz etmek bir olumsallıktan ya da ta-
rihsellikten söz etmek demek olmaktadır. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin
modernleşme deneyiminin çoklu modernitenin örneklerinden biri haline
geldiği anlatılmaktadır.
Günümüzde ise Türkiye’nin modernleşme deneyimi tepeden yönlen-
dirilen “emergence”larla müzakere edilen bir tarihsellikten çok öteye
geçen bir karmaşıklık ve dolayısıyla daha karmaşık bir tarihsellikle karşı
karşıya bulunmaktadır. Tek odaklı bir dönüşme yerine çok kanallı bir dö-
nüşme yaşanmaktadır. Bu çok kanallılığa örnekler verilebilir. Türkiye’nin
kentleşmesinin belli bir döneminde önce Almanya’ya daha sonra diğer
Avrupa ülkelerine giden göçmen işçilerden, oldukça büyük sayılardaki ge-
riye dönenler, toplumun tepesinden değil tabanından kaynaklanan bir dö-
nüşüm etkisi yaratmışlardır. Bir başka örnek olarak monist modernleşme
projesinin karşısında direnç gösteren grupların çok partili rejim içinde ik-
tidar olma olanağı elde etmesi ve bugünün küresel dünyasında elde ettik-
leri yönetim sorumlulukları onları dönüştürmeye başlamıştır. Türkiye’nin
günümüzdeki modernleşmesi bu karmaşıklık içinde yaşanmaktadır.

5. Türkiye’de Yaşanan Modernleşme Sürecinin Kendi


Tarihselliğini Yaratırken Karşılaştığı Meşruiyet Sorunları
Türkiye’nin modernleşme sürecinin tarihselliğinin yeniden kurulması
gerçekliklerin yorumlanmasını kolaylaştırmaktadır. Ama bu tarihselliğin
kabulü onun meşruluğunu sağlamakta çoğu kez yeterli olmuyor. Monist
modernitenin kurumsal yapısı ve meşruiyet çerçeveleri varlığını koruduğu
sürece, varlığı kabul edilmesine karşın, tarihselliğin sonuçları bir sorun
olarak görülmeye devam etmektedir. Toplumun gelişmesinin bir parçası
olarak görülmesi yerine bir sorun olarak değerlendirilmekte ve ortadan
kaldırılmasına çalışılmaktadır.
Bu Türkiye’nin modernleşmesinin tarihselliği ile onun monist mo-
dernitenin meşruiyet kalıplarına göre uyumsuzluğu Türkiye’de siyasetin
yaşadığı pek çok sorunun gerisinde bulunmaktadır. Örneğin günümüzde
Türkiye’de laiklik konusunda yaşanan krizi, Türkiye’nin AB üyeliği mü-
zakereleri sırasında topluluk müktesebatı (acquis) ile ilişkilerini bu çer-
çeve içinde yorumlamak olanaklıdır.

104
09-10 tekeli 8-modernite-bolum 1 yazi 7-8 sayfa 088-105:Layout 1 29.10.2009 23:00 Sayfa 105

6. Son Verirken
Geleneksel coğrafyanın etkisiyle biz genellikle bir ülkeyi betimlemek is-
tediğimizde, o ülkenin deneyiminin farklılıkları üzerinde dururuz. Bu tür
bir betimleme ortak yanları ihmal etmektedir. Bu nedenle dengeli bir ta-
nıtım yapılmamış olmaktadır. Çoklu modernite kavramı kullanıldığında o
ülkenin betimlemesinde daha başlangıçtan bir denge kurulmuş olmakta-
dır. Bu kavramlar hem bir ortak olana hem de farklı olana işaret etmek-
tedir. Ortak olan yanı bir modernleşmeye işaret etmesidir. Çünkü hem
uluslararası düzeyde hem ulusal düzeyde modernite projesinin kabulleri
içindeki bir kurumsal yapı içinde gerçekleşmektedir. Ama farklıdır çünkü
bu koşullar altında üretilmiş bir tarihselliğe sahiptir.
Günümüzün Türkiye’sinin modernleşmesini, aynı anda değişik kanal-
larla harekete geçirilen bağlam bağımlılıklarla ve “emergence” lerle mü-
zakere edilmiş bir modernite projesi tarafından yönlendirilmiş tarihsel bir
süreç olarak nitelememiz olanaklıdır.

105
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 106

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE CUMHURİYET
DÖNEMİNDE KENTSEL GELİŞME VE
KENT PLANLAMASI*

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren aydınlanma geleneği


içinde köktenci bir “çağdaşlaşma” ya da “modernite” projesini uygulama-
ya çalışmıştır. Böyle bir projenin genel çizgileriyle dört ana boyutu olduğu
söylenebilir. Bunlardan birincisi bilgiye, ahlaka ve sanata, akılcı-evrenselci
bir aydınlanma geleneği çerçevesinde yaklaşılmasıdır. İkinci boyut eko-
nomiktir. Bu boyut kapitalist gelişme, sanayileşme ve özel mülkiyetin ku-
rumsallaşmasını içerir. Üçüncü boyut ulus devlet ve temsili demokrasinin
kurumsallaşmasıdır. Dördüncü boyut ise kanun karşısında eşit, toplum
içindeki haklarının ve sorumluluklarının bilincinde olan özgür yurttaşın
oluşturulmasıdır.
Böyle bir modernite projesi, gerçekte bir kentsel gelişme projesidir ve
bu projenin başarısı büyük ölçüde, başarılı bir kentsel gelişmenin gerçek-
leştirilmiş olmasına bağlıdır. Modernitenin ekonomik boyutunun ger-
çekleşebilmesi için toprağa bağlı köylü kitlelerin çözülerek hareketlilik
kazanması, toplumun bireylerinin, ekonominin gerek duyduğu emeği,
gerek duyulan yerde ve anonim ilişkiler içinde sunabilmesi gerekir. Bunun
gerçekleşmesinin yolu kentleşmedir. Kentleşen nüfusun anonim yeni ilişki
biçimleri içine girmesi, yeni değerleri benimsemesi ve bir kültürel dönü-
şüm gerçekleştirmesi beklenmekte; bu kültürel dönüşüm kentlileşme diye
adlandırılmaktadır. Bir ülkede nüfusun kentlileşmesi ise temelde kentsoylu
tüketim normlarının benimsenmesinden çok, yurttaş olma bilincine sahip
olunabilmesiyle gerçekleşir. Kısacası kentleşme/kentlileşme ile çağdaş-
laşma projesinin gerçekleştirilmesi içiçe sürecektir.

* Yıldız Sey (Editör) 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Bilanço 98, Tarih Vakfı,
İstanbul, Eylül 1998, s. 1-24

106
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 107

Günümüzden geçmişe bakıldığında, Türkiye Cumhuriyetinin köktenci


bir çağdaşlaşma projesini uygulamaya koyması, tarihte hem bir kopuş, hem
de bir süreklilik olarak görülebilir. Bu bir kopuştur, çünkü çok yönlü bir
çağdaşlaşma projesi uygulamasına girilmiştir. Bir sürekliliktir, çünkü bir
yandan Türkiye’de yaşayanların zengin kültürel birikimi üzerine oturmuş-
tur, öte yandan bir ölçüde de olsa, bu projenin uygulanması 19. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren başlamış bulunmaktadır. Cumhuriyetin moder-
nite projesi, bu birikimin ve tarihsel bağlamın izlerini taşımaktadır.
Böyle bir bakış açısı içinde Türkiye Cumhuriyetinin kentsel gelişme
deneyi beş döneme ayrılarak incelenecektir. Birinci dönem Osmanlı İm-
paratorluğu’nun dünya kapitalizmine eklemlendiği 19. yüzyılın ikinci ya-
rısından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süreyi kapsayan “sıkılgan
modernite dönemi” diye adlandırabilecek dönemdir. İkinci dönem Cum-
huriyetin başlangıcından İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar uzanan süreyi
kapsar. Tek partili bir siyasal rejim içinde, kentleşme hızının düşük olduğu
bu dönemde, köktenci bir modernite projesi yaşama geçirilmeye çalışılır-
ken, kentsel gelişmeyi düzenlemek için yeni bir yasal ve kurumsal çerçeve
oluşturulmuştur. Bir başka deyişle kentsel gelişme için modernist bir meş-
ruiyet çerçevesi kurulmuştur. Üçüncü dönem İkinci Dünya Savaşından
1960’a kadar gider. Bu dönemde popülist bir modernite projesinin uygu-
lanmakta olduğu söylenebilir. Dördüncü dönem 1960’lardan 1980’lere
kadar uzanan yılları kapsayacaktır. Türkiye’de hızlı kentleşme sürmektedir.
Planlı bir ekonomi arayışı içine girilmiştir. İlk kez kent planlama eğitimi
ayrı bir disiplin olarak kurumsallaşmıştır. Türkiye bu yıllarda hızlı kent-
leşme karşısında yetersiz kalan kurumsal sistemini yeni koşullara uygun
olarak yeniden yapılandırmıştır. Beşinci dönemi ise 1980 sonrasında mo-
dernite projesinin aşınmaya başladığı yıllar oluşturacaktır. Bu dönemde
kentleşmenin hızı bir ölçüde yavaşlamış ve Türkiye, dünyanın yaşadığı kü-
reselleşme olgusunun etkileri altında kalmaya başlamıştır. Buna paralel ola-
rak da kent planlamasından beklenen işlevlerde değişmeler ortaya çıkmıştır.

1. Cumhuriyet Öncesinde Kentsel Gelişme ve Kent


Planlamasında İlk Adımlar
Avrupa’da doğan ve gelişen modernite projesi, sanayi devriminin ger-
çekleşmesi sonrasında, evrensel bir proje olarak 1840’lı yıllardan itibaren
Osmanlı ekonomisini ve kurumsal yapısını da dönüştürmeye başladı. Bu
etkileme iki kanalla oldu. Birinci olarak piyasa mekanizması içinde Os-

107
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 108

manlı ekonomisi kapitalist ilişkilere açıldı. İkincisi, yönetici elitler


modernite doğrultusunda reformlar yaptılar. Bu gelişmeler sonucunda
Osmanlı toplum yapısı içinde özel alan ve kamusal alan farklılaşmaya baş-
lamış, bireysel haklar ve mülkiyetin kurumsallaşması gündeme gelmiş, sı-
nıfsal farklılaşma değişmeye yüz tutmuş, klasik Osmanlı düzeninin askeri
sınıftan gelen yönetici kadrolarının yerini ücretli devlet memurlarından
oluşan bir bürokrasi almıştır.
Bu gelişmelerin kent mekanlarında önemli dönüşümler yaratan etki-
leri, 1860’lı yıllardan sonra, özellikle liman kentlerinde çok açık hale geldi.
Klasik Osmanlı kentinde bedesten etrafındaki çarşılardan, liman çevre-
sindeki kapanlardan ve pazarlardan oluşan eski merkezlerin yanı sıra, mo-
dern bir “merkezi iş alanı” oluşmaya başladı. Osmanlı ekonomisinin ka-
pitalist ilişkiler içinde dünya ekonomisiyle eklemlenmeye başlamasıyla
merkezde, bankalar, sigorta şirketleri, iş hanları, oteller kuruldu. Bu yeni
ilişkiler, yeni alt yapıları gerektirdi. Merkezde ya da yakınında demiryolu
istasyonları, limanlar ve rıhtımlar, antrepolar, posta binaları yapıldı.
Modernite projesinin etkisi altında devletin kurumsallaşması ve yeni bü-
rokrasinin oluşmasına paralel olarak merkezde devlet daireleri kuruldu.
Böylece kent merkezi büyüdü, işlevleri çeşitlendi, modern ve geleneksel
kesimler farklılaştı.
İkinci önemli değişme, yaya olarak kurulan kent içi ulaşımın yerini
araba ya da tramvay, vapur, banliyö treni gibi toplu taşıma araçlarıyla
yapılan ulaşımın alması oldu. Üçüncü önemli değişme, yeni ekonomik
ilişkilerin ve yeni örgütlenme biçiminin sonucunda toplumsal tabakalaş-
manın değişmesi ve yeni toplumsal sınıfların oluşmasının, konut alanla-
rındaki millet esaslı farklılaşmanın yanı sıra sınıf esaslı bir farklılaşma da
başlatması oldu. Dördüncü değişme bir yandan kent içi ulaşımdaki
gelişmeler, öte yandan kent nüfusunun artışı ve yeni bir toplumsal taba-
kalaşma biçiminin oluşması sonucu, kentlerin çevreye yayılması ve “ban-
liyöleşme” yaratması oldu. Son olarak, modernleşmenin getirdiği yeni
yaşam kalıpları ve kamu alanının oluşmasının yarattığı yeni arazi kullanış
türlerinin gelişmesi sayılabilir.
19. yüzyılın ikinci yarısında, bir yandan sağlık koşullarındaki bazı
gelişmeler sonucunda nüfusun yavaş da olsa sürekli artış göstermeye baş-
laması, öte yandan imparatorluğun, küçülme süreci içinde kaybedilen top-
raklardan büyük sayıda Müslüman nüfus göçü alması, kentlerin büyüme-

108
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 109

sini ve kentlerin çevresinde göçmen mahallelerinin oluşmasını getirdi. Os-


manlı toplumu, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, kentsel yapısında or-
taya çıkan bu dönüşümü, modernitenin akılcı zihinsel çerçevesine uygun
olarak, Avrupa ülkelerindeki kurumsal yapılara benzer kurumları gelişti-
rerek gerçekleştirme yoluna girdi. Klasik Osmanlı döneminde kadının
yönlendiriciliğinde, mimarbaşı ve muhtesibin denetiminde ve vakıfların
sağladığı hizmetlerle düzenlenen bir kentsel yaşam, yeni dönemin gerek-
sinimlerini karşılamaktan uzaktı. Bunun yerini “şehremaneti” yani bele-
diye yönetimi aldı. Şehremaneti 1855’te İstanbul’da kuruldu. Onu
1857’de Galata ve Beyoğlu’nda Altıncı Daire-i Belediyenin kurulması iz-
ledi. Birinci Meşrutiyet döneminde de 1877’de Dersaadet ve diğer vila-
yetler için çıkarılan belediye kanunlarıyla bu yeni yönetim biçimi tüm im-
paratorluğa yaygınlaştırıldı.
Yaşanan kentsel dönüşüme, modernitenin akılcılık çerçevesi içinde yak-
laşılmasının ikinci sonucu, yaşanan dönüşümü bir planlama içinde ger-
çekleştirmeye çalışmak oldu. Kent planlaması tam bir modernite projesi-
dir. Planlama Türkiye’ye öncelikle İstanbul’dan başlayan uygulamalarla
girdi. İstanbul’un ilk planlama çalışması 1836-1837 yıllarında Von Moltke
tarafından yapıldı. Bunun paralelinde de ilk imar talimatnamesi niteli-
ğindeki 1839 tarihli “ilmühaber” yayımlandı. Bunu İstanbul için çıkarı-
lan 1848 tarihli Ebniye Nizamnamesi, 1864 tarihli tüm İmparatorlukta
yürürlüğe giren Ebniye ve Turuk Nizamnamesi izledi. Nihayet 1882 ta-
rihli Ebniye Kanunu yürürlüğe kondu.1
İlk hazırlanan planlar, Paris örneğinde olduğu gibi kentin tümünü
planlayarak büyük imar operasyonlarıyla bir kent vizyonunun yaşama ge-
çirilmesini öngören çalışmalar değildi. 1850’li yıllarda, daha çok küçük
alanlar için mevzii planlar yapıldı. Bu mevzii planlar arasında, özellikle İs-
tanbul’da ahşap evlerin yaygınlığı dolayısıyla sık sık çıkan büyük yangın-
lar sonucu ortaya çıkan yangın yerlerinin yeniden imarı ve göçmenlerin
yerleştirilmesi için kentlerin çevresinde kurulan yeni mahalleler ve yeni
kurulacak parklar için yapılanlar sayılabilir.
Kent planlamasının uygulanması 1850’li yıllardan sonra İstanbul dı-
şındaki kentlere de yayılmaya başladı. Bu ilk yıllarda kent planlaması faa-
liyeti daha çok yabancı harita mühendislerince yapılıyordu. 1860’lı yıllar-

1 Tekeli, İ. The Development of the İstanbul Metropaitan Area: Urban Administration and
Planning. IULA-EMME, İstanbul, 1994, s. 30-45.

109
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 110

dan sonra Erkan-ı Harbiye’nin harita subaylarıyla mühendishane hocala-


rının bu alanda etkinleştikleri görülmektedir.2
Daha kapsamlı ve tüm kenti planlamaya çalışan ve “güzel kent” anla-
yışının yönlendirdiği kent planlaması çalışmalarının gündeme girmesi 20.
yüzyılın ilk 10 yılının sonuna doğru oldu. Bu gelişmeyle birlikte kent
planlama alanı harita mühendisliğinin bir pratiği olmaktan uzaklaşarak
mimarlık alanının kapsamı içinde görülmeye başlandı. Bu kapsamdaki ilk
örnek İstanbul için Bouvard’a 1902’de yaptırılan çalışmadır.3 Buna Cemil
Topuzlu’nun şehreminliği döneminde Auric’e yaptırılan plan eklenebilir.
Cemil Topuzlu’nun uygulamalarında modernitenin yıkıcı yüzü bir ölçüde
görülse de, hazırlanan planlar genellikle uygulanamadığı için, yıkıcı yüz
tümüyle ortaya çıkmamıştır.
Osmanlı toplumunun yaşadığı bu sıkılgan modernist gelişme Cum-
huriyet’e, özellikle liman kentlerinde büyük ölçüde dönüşmüş bir kentsel
yapı ve kentsel yaşam ile güçsüz de olsa bir belediye kurumu, önemli kent-
lerde mevzii planlar düzeyinde de olsa uygulanmaya başlanmış bir kent
planlama pratiği devretmiştir.

2. 1923’ten İkinci Dünya Savaşı Sonuna Kadar


Kentsel Gelişme ve Planlama
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması önemli bir kopuştur. Türkiye
Cumhuriyeti bir ulus devlet olacaktı. Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye’nin
modernleşme projesinin ve bunun içinde mekan organizasyonunun an-
lamı önemli bir nitelik değişimi geçiriyordu. Yeni tutum, sıkılgan, piyasa
mekanizmasıyla gerçekleşen difüzyonist bir çağdaşlaşmaya razı değildi.
Özellikle 1926 sonrasında Ziya Gökalp çizgisinin sentezci modernite yak-
laşımı terk edilmiş, köktenci bir çağdaşlaşma yaklaşımı benimsenmişti.
Bu yaklaşım, belki de en iyi ifadesini “Batı’ya rağmen Batılılaşma” ibare-
sinde bulmuştur.
Türkiye gibi, bir imparatorluğun çözülmesiyle oluşan ulus devletler,
Avrupa ülkelerinde yaşanan uluslaşma sürecinden farklı bir durumla kar-
şılaştılar. Avrupa’da, küçük alanlardaki feodal kimlikler aşılarak bir ulusal
kimliğin oluşturulmasıyla, daha büyük bir mekansal alanda bütünlük sağ-

2 Ayverdi, E.H., 19. Asırda İstanbul Haritası, İstanbul Fethi Derneği, İstanbul
Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1958, s. 4.
3 Çelik, Z., Değişen İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996, s. 88-97.

110
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 111

lanmıştır. Oysa bir imparatorluğun çözülmesiyle ya da Balkanlaşmasıyla


oluşan ulus devletlerde bütünleşme değil parçalanma söz konusudur. Bu
türden oluşumlarda, devleti kuranlarca, bir misyon anlayışı içinde ulus bi-
linci yaratılacak ve ulus inşası gerçekleştirilecektir.
Bu misyon Kurtuluş Savaşını gerçekleştiren kadrolarca, tek partili bir
Cumhuriyet rejimi içinde yerine getirilmiş, Cumhuriyet bu misyonunu
yerine getirirken mekansal düzenleme stratejilerine önemli bir yer ver-
miştir. Bu stratejileri iki farklı düzeyde düşünmek gerekir. Bunlardan
birincisi ülke mekanının bir ulus devlet mekanına dönüştürülmesidir. İkin-
cisi ise kentlerin modernitenin yeri (place) halinde düzenlenmesidir.
Ülke düzeyinde izlenen mekansal stratejinin üç önemli öğesinin olduğu
söylenebilir. Bunlardan en önemlisi üç imparatorluğa başkentlik yapmış İs-
tanbul’un bırakılarak, Ankara’nın başkent seçilmesidir. Bu devrimci bir ka-
rardır. İstanbul, ülkenin dış dünya ile
en sıkı eklemlenmiş, bir bakıma en
çok batılılaşmış kesimidir. İstanbul’un
bırakılmış olması, yeni ya da “gerçek”
bir çağdaşlaşma modelinin aranmakta
olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu tür
ulusalcı bir çağdaşlaşma örneğinin
kozmopolitleşmiş İstanbul’da gerçek-
leştirilemeyeceği düşünüldüğünden,
Ankara’da yaratılmasına çalışılmak-
tadır. Anadolu’nun ortasında yozlaş-
tırıcı etkilerden uzak, “gerçekten” ay-
dınlanmış bir ulus devletin başkenti
yaratılacaktır.
Bu stratejinin ikinci öğesini, ülkeyi
“demir ağlarla örmek” oluşturmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun demir-
yolu sistemi, ülkenin iç pazarının
bütünlüğünü sağlamaktan çok, ülke-
nin değişik bölgelerini, etkisi altında
bulunduğu dış gücün ekonomisiyle
bütünleştirmeye dönük biçimde ge-
Nafia Vekâleti Şehircilik Fen Heyeti lişmişti. Birbiri ile işbirliği yapmak is-
Tatvan Planı, 1937. temeyen yabancı şirketler eliyle geliş-

111
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 112

Nafia Vekâleti Şehircilik Fen Heyeti Tatvan Planı merkez detayı, 1937.

tiği için, birbirinden kopuk hatlar halindeydi. Cumhuriyet döneminde bir


yandan yeni hatlar açılarak, öte yandan yabancı şirketler elindeki hatları dev-
letleştirilerek Ankara merkezli bir demiryolu şebekesi oluşturuldu. Bu şe-
beke hem iç pazarın bütünlüğünü sağlıyor hem de ülkeyi “baştan başa” sa-
rarak başkentin vatanı üzerindeki denetimini güçlendiriyordu.
İzlenen stratejinin üçüncü öğesi ise, 1929 krizi sonrasında gelişen dev-
letçilik politikası sonucu uygulanmaya başlanan sanayi planlarında yapıl-
ması öngörülen fabrikaların yerlerinin, demir yolu güzergahı üzerindeki
küçük Anadolu kentleri olarak seçilmesidir. Bir yandan bu kararlar öte
yandan Anadolu’nun tüm yerleşmelerinde kurulan halkevleri, modernite
projesinin tüm ülke sathına yayılması isteğinin en somut kanıtlarıdır.
Ülke bir ulus mekanı haline getirilmeye çalışılırken kentlerin de çağ-
daşlık yayan bir nitelik kazanması isteniyordu. Ulusal kurtuluş savaşın-
dan başarıyla çıkan ve Cumhuriyeti ilan eden Türkiye, daha başlangıçta iki
büyük kentsel planlama sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan
birincisi Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilirken yaktığı Batı Anadolu
kentlerinin planlanarak imar edilmesi, ikincisi Ankara’nın başkent olarak
ilanının Cumhuriyeti büyük bir kent planlaması iddiasıyla karşı karşıya
bırakmasıydı. Ankara’nın çağdaş bir kent olark gerçekleştirilememesi
Cumhuriyet rejiminin başarısızlığa uğraması demek olacaktı. Bir anlamda
rejimin başarısı ile kent planlamada gösterilecek başarı özdeşleşmişti.
1930’lu yıllardan sonra bunlara, Anadolu’da devlet işletmelerinin kurul-
duğu kentlerin ve diğer önemli yerleşmelerin Ankara’da geliştirilmekte
olan modele uygun olarak çağdaşlaşmasını sağlamak eklendi.

112
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 113

Hermann Jansen’in İzmit için çalışması, 1935.

Cumhuriyetin karşılaştığı birinci problem olan yangın yerlerinin imarı


gerçekte Osmanlı kent planlaması pratiğinin esas alanını oluşturuyordu.
Bu konuda birikmiş belli bir beceri vardı. Ege’de yanmış kentler Türk ha-
rita mühendislerine hazırlatılan planlarla zaman içinde imar edildiler. Ama
Ankara konusunda Türkiye yeni bir sorunla karşı karşıya bulunuyordu.
Cumhuriyet burjuvazisi ve bürokrasisi Ankara’yı, İstanbul’un kozmopo-
lit havasından kurtarılarak, ulusalcı bir çizgide, çağdaş yaşam kalıplarını
benimsemiş olarak geliştirmek istiyordu. Bu konuda kurulacak modern
kente araçsal bir işlev yükleniyordu. Böyle bir konuda ise toplumda ge-
lişmiş bir birikim yoktu. Tutulacak yol deneme-yanılma yöntemiyle ge-
liştirildi. Ankara’ya da önce Osmanlı döneminden kalma yasal sistem ve
alışkanlıklar içinde yaklaşıldı. Ama bu bakımdan 1928 yılı bir dönüm yılı
oldu. 1351 sayılı yasayla güçlü planlama ve uygulama yetkileriyle dona-
tılmış bir “Ankara Şehri İmar Müdürlüğü” kuruldu. Aynı yıl uluslararası
üç plancı arasında sınırlı bir yarışma açıldı. Bu yarışmayı Herman Jansen
kazandı ve Ankara için tüm kenti kapsayan bir plan hazırladı. Ankara planı
hem Cumhuriyetin çağdaşlık konusundaki amaçlarını gerçekleştirmek
hem de nüfusu yılda %6 hızla büyüyen bir kentin sorunlarını çözmek
zorundaydı. İstenilen sonuçların elde edilmesinin kolay olmadığı kısa

113
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 114

sürede görüldü. Türkiye spe-


külatif bir arsa piyasasının bu-
lunduğu, hızla büyüyen bir
kentte, plan uygulamasının
zorluklarını ilk kez Ankara ör-
neği üzerinden kavramaya
başladı.
Bu dönemde, Ankara dışın-
daki kentler hızlı bir büyüme
göstermediler. Ama Cumhuri-
yetin bu dönemde uyguladığı
radikal modernite projesi, diğer
kentlerde de planlı bir gelişmeyi
öngörüyordu. “Türkiye’nin ba-
yındırlığı, vatandaşların düz-
gün belediye yönetimi altında
medeniyet yaşayışı görmele-
rine, belediyelerin yükselmele-
rine” bağlanmakta;4 bu nedenle
kentlerin “sağlığın, temizliğin,
güzelliğin ve modern kültürün Asım Kömürcüoğlu’nun
Akşehir Planı, 1940.
örneği”5 olması istenmekteydi.
Cumhuriyet yönetimi bu amaçlarını gerçekleştirmek için Ankara ör-
neğinde edindiği deneyimler paralelinde, 1930-1935 yılları arasında çı-
kardığı beş yasa ile Osmanlılardan kalan mevzuatı değiştirerek yeni bir
kurumsal düzenlemeye gitti. Bunlar, 1930 yılında çıkarılan 1580 Sayılı
Belediye Kanunu ve yine aynı yıl çıkarılan 1593 Sayılı Umumi Hıfzıs-
sıhha Kanunu, 1933 yılında çıkarılan 2290 Sayılı Yapı ve Yollar Kanunu,
yine aynı yıl çıkarılan 2033 Sayılı Belediye Bankası Kuruluş Kanunu, 1934
yılında çıkarılan 2722 Sayılı Belediye İstimlak Kanunu ile 1935 yılında çı-
karılan 2763 Sayılı Belediyeler İmar Heyetinin Kuruluşuna İlişkin Ka-

4 Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Belediyeler Dergisi’nin birinci sayısına


gönderdiği yazıdan alınmıştır. Haziran 1935.
5 1935 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda Atatürk’ün yaptığı konuşmadan alınmıştır.
Belediyeler Dergisi, Sayı 6, Ekim 1935.

114
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 115

nundur.6 Ayrıca mimarlık ve


mühendislik mesleği için çı-
karılan yasayla da kentlerde
bina yapımı diplomalı meslek
adamlarının tekeline bırakıldı.
Pratikte tam uygulanmamış
olsa da bu yasayla bina yapımı
gelenekten koparılmış, meslek
sahiplerinin tasarımına bıra-
kılmış oluyordu. Kuşkusuz bu
tutumun dayanağı Cumhuri-
yetin aydınlanmacılığındaydı.
Bu yasalarla oluşturulan
sistem Cumhuriyetin kent yö-
netimi ve kent planlaması ko-
nusundaki yaklaşımını 1980’li
yıllara ve hatta daha sonrasına
kadar belirledi; belli büyük-
lükteki kentlere plan zorun-
luluğu getirildi. Bu planlar
merkezi kurumlar eliyle yapı- Hermann Jansen’in Ankara’da
lan ya da yaptırılan planlardı. Bahçelievler için yaptığı plan.

Bir önceki dönemde başladığı


görülen planlama faaliyeti bu dönemde yaygınlaştı ve harita mühendisle-
rinin faaliyet alanı olmaktan çıkarak mimarlığın hüner alanı içinde görül-
meye başlandı.
Bu değişim “güzel kent” anlayışının Türkiye’de yayılmaya başlamasının
sonucuydu. Artık kentin parçalarının planlamasıyla yetinilmemekte, ken-
tin tümü planlanmaktaydı. Bu planlama genellikle var olan kent dokularına
saygılı olmayan modernist bir planlamaydı. Yeni bölgelerde bahçeli evler
düzeni önerilmişti. Bu, batıda gelişmiş olan “bahçe kent” ütopyasının Tür-
kiye’ye yansımasıydı. Dönemin planları iki bakımdan eleştiri konusu oldu.
Birinci eleştiri hazırlanan planların Türk kentlerinin dokularıyla uyum
içinde bulunmadığı ve yıkıcı sonuçlar doğuracağı, ikincisi planların salt es-

6 Tekeli, İ. Ortaylı, İ., Türkiye’de Belediyeciliğinin Evrimi, Türk İdareciler Derneği


Ankara, 1978, s. 50-66.

115
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 116

tetik kaygılarla hazırlanması, kentin ekonomisini, uygulama sorunlarını


dikkate almaması ve gerçekleştirilmesinin pahalı olmasıydı. Belediyelerin
kaynaklarının sınırlı olması yüzünden, planların sadece yeni mahallelere
ilişkin kesimlerde uygulanabilmiş, tarihi kesimlerde uygulanamadığı için
de bu planlamanın tahrip edici yüzü ortaya çıkmamıştır.
Bu dönemde, hem belediye yönetimi hem de kent planlaması konu-
sunda gelişmeler, bu alanlarda bilgi aktarımını ve eğitilmiş profesyonelle-
rin yetiştirilmesini gerektirmişti. Bu nedenle yüksek eğitim ve üniversite
programları içinde ilk kez kent yönetimine ve planlamasına ilişkin dersler
yer almaya başladı.

3. 1950-1960 Arası Hızlı Kentleşme Döneminde


Modernite Projesinin Popülist Niteliği
İkinci Dünya Savaşı bütün dünyaya olduğu gibi Türkiye’ye de önemli
değişiklikler getirdi. Saygın bir devletin, insan haklarına saygılı bir de-
mokrasi ile yönetilen ve refah devleti fonksiyonlarını gerçekleştirmeye
çalışan bir devlet olması gerektiği konusunda ortak değer yargıları oluş-
turuldu. Türkiye de yeniden kurulan dünyada saygın bir konum alabil-
mek için dünyanın yeni oluşan kurumlarını benimsedi, bunlar içinde yer
aldı ve bu gelişmelerin paralelinde olarak tek partili bir siyasal rejimden,
çok partili bir siyasal rejime geçti.
Bu geçişle Türkiye’nin modernite projesinde de bir nitelik değişikliği
ortaya çıktı. Artık köktenci modernite projesinin “halka rağmen halk için”
yaklaşımını sürdürmek olanağı kalmamıştı. Ama bu değişme modernite
projesinden vazgeçilmesi değil, modernite projesinin popülist eğilimlere
duyarlı olarak uygulanması anlamını taşıyordu.
Bu dönemde, savaş öncesinde iç pazara hapsolmuş ülke ekonomisi-
nin, özellikle tarımda modernizasyona ağırlık verilerek dışa açılma süreci
başladı. Liberalleşme söylemi içinde özel kesime önem verilmeye başlandı.
Demiryolları ağırlıklı altyapı yatırımları stratejisinden, karayolu ağırlıklı
altyapı stratejisine geçildi.
Tarımda bir yandan hızlı bir makineleşme gerçekleşirken öte yandan
geçimlik ya da yerel pazarlar için sınırlı artık üreten bir yapıdan, ulusal ya
da uluslararası pazarlar için uzmanlaşmış üretim yapan bir yapıya doğru
geçilirken, tarımda teknolojik gelişmeler verimliliği artırdı ve kırdan kop-
malara neden oldu.

116
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 117

Bu gelişmeler sonucunda İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de


çok hızlı bir kentleşme görüldü. Bu dönem öncesinde sadece Ankara’da
yaşanan yılda %6 düzeyindeki nüfus artış hızı, Türkiye’nin tüm kentle-
rinde birden yaşanmaya başlandı.
Türkiye önceki dönemlerde kentsel gelişmenin gerçekleştirilmesinin
meşruiyetine ilişkin koşulları, modernite projesine uygun olarak belirle-
mişti. Ama yaşanmaya başlanan büyük dönüşümün çapı karşısında, yö-
netimlerin ve bireylerin önemli kesiminin, gerçekleştirmeleri beklenen bu
koşulları yerine getirecek kapasiteden uzak oldukları görüldü. Ve bu dö-
nüşüm, var olan sınırlamalar içinde, spontan olarak bulunan çözümlerle
gerçekleştirilmeye başlandı. Bunun sonucu olarak, kentlerin etrafında ge-
cekondu kuşakları oluştu, kent içi ulaşım gereksinmelerini karşılamak için
toplu ulaşım sistemleriyle hizmet arz edilemeyerek gereksinmeler dol-
muşlarla karşılanmaya çalışıldı. Kentler altyapı yetersizlikleri içinde bü-
yümenin sorunlarını yaşadılar. Kentlerin moderniteye uygun olarak
gelişen kesimleri ile kendiliğinden gelişen kesimleri birbirinden ayrıldı ve
kentler ikili yapıya sahip olma sorunlarıyla karşı karşıya kaldılar.
Yaşanmakta olan olgular karşısında yetersiz kalan bir siyasal rejimden
beklenilebilecek olan, ya aktörlerinin kapasitelerini yeni sorunlara uygun
hale getirecek kurumsal düzenlemelere gitmek ya da meşruiyet çerçevele-
rinde yeni koşullara göre bir düzenleme yapmaktı. Bu dönemde gerçek-
leştirilen kurumsal düzenlemeleri beş ana başlık altında toplayabiliriz.
Bunlardan birincisi 1945 yılında 4759 sayılı yasayla İller Bankasının ku-
rulması olmuştur. Hızlı kentleşme olgusunun toplumda henüz algılan-
madığı bir dönemde çıkartılan bu yasayla bir önceki dönemde oluşturu-
lan Belediyeler Bankası ile Belediyeler İmar Heyeti bir araya getirilerek
belediyelere planlama ve altyapı projelendirme konusunda teknik hizmet
üreten ve bunların finansmanı konusunda yardım eden bir kurum oluş-
turulmuştur. Kuşkusuz bu yeni bir kapasite yaratmıştır ama yaşanan
büyük dönüşüm karşısında yetersiz kaldığını yaşam gösterecektir. Kapasite
yaratma konusunda ikinci gelişme 1948 yılında çıkarılan 5237 Sayılı Be-
lediye Gelirleri Kanunu olmuştur. Bu yasa belediyelerin gelirlerini bir öl-
çüde artırsa da yaşanan dönüşümün kaynak gereksinimi karşısında çok
yetersizdir. Bu dönemde tek partili bir rejimden, çok partili bir rejime ge-
çilmesine rağmen belediyelerin yapılarında demokratikleşme yönünde
önemli değişmeler yaratılmamıştır. Üçüncü gelişme 1954 yılında 6235

117
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 118

sayılı yasayla Türk Mühendis ve Mimar Odalarının kurulmasıdır. Bu, daha


sonraki yıllarda bu alanda etkili bir eleştirel rol yüklenecek bir sivil toplum
kurumunun oluşturulması konusunu ortaya çıkacaktır. Dördüncü gelişme
1956 yılında 6875 Sayılı İmar Kanununun çıkarılması olmuştur. Bu yasa
aslında modernite yerine yeni bir meşruiyet çerçevesinin arayışı olmak-
tan çok, dünyada gelişmeye başlayan yeni planlama anlayışının yasasıdır.
Planlamayı belediye sınırları dışında mücavir alanlara da taşıyarak, büyü-
yen kentlerin imar sorunlarına bir yanıt arayışını da yansıtmaktadır. Be-
şinci gelişme ise 1958 yılında 7116 sayılı yasayla İmar ve İskan Bakanlı-
ğının kurulmasıdır. Hızlı kentleşme karşısında planlama, konut ve yapı
malzemeleri konularında uzman bir bakanlık kurularak bu soruna bir
çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Planlama konusu kent planlamasıyla sı-
nırlı tutulmamış, bölge planlaması konusuna yer verilmiştir. 1959 yılında
7296 sayılı yasayla bu bakanlığın görev alanına afetler konusu da eklen-
miştir. Diğer kurumsal düzenlemelerde olduğu gibi bu düzenleme de ya-
şanan dönüşüm karşısında yeterli kapasitelere sahip olarak kurulmamıştır.
Yaşanan dönüşüm karşısında yeni kapasiteler yaratmak için yapılan bu
düzenlemelerin arkasında modernist çizgi korunmaya çalışılmıştır. Oysa
kentlerde sürekli olarak gecekondu kuşakları oluşmakta, modernite çizgi-
sinin dışında emrivakiler yaratılmaktadır. Popülist eğilimlere sahip
demokratik siyasal düzenin bu gelişmeler karşısında yapabildiği, bu ge-
lişmeleri yasallaştırmak için af yasaları çıkarmak olmuştur.
Bu dönemin ön plana çıkan sorunu, kentlerde kişilerin ödeme güçle-
riyle uyumlu yeterli sayıda konut sağlayabilmektir. Bir yandan İkinci
Dünya Savaşı içinde ülkedeki konut yapımının duraklamış olması, öte
yandan savaş sonrasındaki hızlı kentleşme büyük konut açıkları yaratmış-
tır. Bunun sonucu, savaş sonrasında konut sorunları üzerindeki çalışma-
larda bir yoğunlaşma doğmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de sadece bireysel konut
sunum biçimi vardı denebilir. Yeni başkent olması dolayısıyla Ankara’da
bireysel sunum biçiminin yetersiz kalması üzerine ilk kooperatifler ve ilk
baraka evler (gecekondular) ortaya çıkmaya başladıysa da bu gelişmeler
Türkiye için genelleştirilemez. Bireysel konut sunumu, konut sahibi olmak
isteyenlerin bir arsa alıp, bu arsanın imar haklarını kullanmak üzere, ilgili
teknik elemana hazırlattığı projenin uygulanması için belediyesinden izin
alarak, taşeronlar ya da küçük yapımcılar eliyle konut yaptırması süreci

118
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 119

olarak tanımlanabilir. Bu süreç İkinci Dünya Savaşı sonrasının hızla artan


talebi karşısında yeterli konut arzını sağlayamamıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu tıkanıklığı bir ölçüde aşmayı sağ-
layan iki konut süreci; zaman içinde oluşan gecekondu ve yapsatçılık ol-
muştur. Düzenli işi olmayan, düşük aile geliri dalgalanmalar gösteren,
meşru sayılan konut yapımının bürokratik kalıplarını yerine getiremeyen,
köyden kente göçmüş gruplar, başlangıçta kentin emek pazarına yakın ke-
simlerinde, topografik koşulları elverişli olmayan alanlara da uzanarak,
çoğunlukla hazine toprakları üzerinde, yıkıldığında kolayca tekrar yapıla-
bilecek nitelikte gecekondular yapmaya başlamışlardır. Bu gelişim top-
lumu ilginç bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. Bir yandan
rejimin bu gruplara kendi meşru gördüğü yollarla konut edinme olanağı
sağlayamaması, öte yandan gelişmeye başlayan sanayinin emek talebi on-
ların haklılıklarının temel dayanağını oluşturmuştur. Demokratik süreç
içinde sayıları artan gecekonduluların seçmen olarak pazarlık gücü elde
etmeleri uzun erimde varlıklarını korumalarına ve güvence sağlamalarına
olanak vermiştir.
Yaşanan hızlı kentleşme ve imarlı arsa sunumunun artırılamayışı vb.
nedenlerle tüm kentlerde arsa fiyatları çok yükselmiş ve orta sınıflar tek
parsel üzerinde konut yapma olanağını kaybetmişti. Bu durumda tek par-
sel üzerinde birden fazla kişinin bir araya gelerek gerçekleştirdikleri apart-
manlarda bir kat sahibi olmaları bir çözüm olarak gelişti. Oysa var olan
yasalar böyle bir mülkiyet biçimine olanak tanımıyordu. 1948 yılında
Ebül’ula Mardin yazdığı Kat Mülkiyeti kitabıyla7 bu soruna bir çözüm ara-
yışına girmiştir. Ancak daha sonra 1954 yılında noterlik yasasında yapı-
lan bir değişiklikle bu sorunun çözülmesi yapsatçı türü konut sunum
biçiminin ve kooperatif eliyle konut sunumunun gelişmesini kolaylaştır-
mış ve hızlandırmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında konut sorununun yoğunlaşmasına pa-
ralel olarak çok sayıda yabancı uzman çağrılarak görüşlerinden yararla-
nılmak istenmiştir. Bu uzmanların hazırladığı raporlar içinde Charles
Abrams’ın raporu özel bir öneme sahiptir. Bu rapor teknik gücün nitelik
ve nicelik açısından yetersizliğine dikkati çekiyor, konut sorununun dıştan
gelecek “expert”lerle değil, içten yetişecek “impert”lerle çözülebileceğini
söylüyor, bir kent planlama bölümünün öncülük ettiği yeni bir üniversi-

7 Mardin, E., Kat Mülkiyeti, İstanbul Hukuk Fakültesi, İstanbul, 1948.

119
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 120

tenin kurulmasını öneriyordu. Bu raporun önerileri 1956’da ODTÜ’nün


kurulmasını sağladı. Ama bu üniversitede planlama bölümünün kurul-
ması 1961’e yani bundan sonraki inceleme dönemine kaldı. Raporda ay-
rıca, bir önceki dönemdeki, kent planlamasını mimarlık alanının bir
uzantısı olarak gören anlayışın eleştirisi yapılıyor, kent planlamasının di-
siplinler arası bir yaklaşımla ele alınmasının gereğine değiniliyordu.
Kent planlamasına sosyal bilimler açısından ve çok yönlü yaklaşanla-
rın sayısı hızla arttı. Bu çevrelerden birisi Siyasal Bilgiler Fakültesi Şehir-
cilik Kürsüsü olmuştur. Bir önceki dönemde Reuter’in dersleriyle başlayan
bu birikim, bu dönemde Reuter’in asistanı olan Fehmi Yavuz tarafından
sürdürüldü. 1953 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi İskan ve Şehircilik Ens-
titüsü kuruldu. Fehmi Yavuz’un “Ankara’nın İmarı ve Şehirciliğimiz”8 adlı
araştırması Ankara örneği üzerinde Türkiye’de kent planlamasının uygu-
lamada karşılaştığı sorunlardan planlama pratiğini geliştirmek için so-
nuçlar çıkarmaya çalışan ilk monografidir.
Bu kapsamlı (comprehensive) rasyonalist planlama anlayışının, kent
planlama pratiği içinde doğrudan yer alan kişilerce savunulmadıkça pratikte
etkili olmasının zorluğu açıktır. Bu tür gelişmeler, Esat Turak, Tuğrul Ak-
çura ve Aydın Germen gibi kent plancılarının eğitimlerini tamamlayarak
Türkiye’ye dönmeleri ve Bayındırlık Bakanlığında Şehircilik Fen Heyeti
içinde çalışmaya başlamalarıyla ortaya çıktı. Bu çevrenin etkisiyle gelişen
görüşler İmar ve İskan Bakanlığının 1958’deki kuruluşunda etkili olacak;
yeni planlama anlayışı içindeki çalışmalar ise 1960 sonrasında etkili olmaya
başlayacaktır. Aslında burada söz konusu olan bir planlama paradigması
değişikliğidir. Bu yeni pradigma, bir önceki dönemin fiziki biçimlendirme
kaygıları ağır basan kent planlaması yerine, çok disiplinli, çok yönlü araş-
tırmalara dayanan kapsamlı bir rasyonalist planlama önermektedir. Hızlı
kentleşme karşısında eski paradigmaya göre hazırlanan planların yetersiz
kalması üzerine yeni bir paradigmanın önerilmesi kolay olmuştur. Ama bu
paradigma yaşanmakta olan dönüşüm ve bu dönüşümün bir düzenleme al-
tına alınabilmesi için gerekli özelliklerin ne olması gerektiğinden yola çı-
karak geliştirilmiş bir paradigma değil, planlama süreçlerini önemli ölçüde
ağırlaştıran, hızlı ve parçacı müdahalelere olanak vermeyen, dolayısıyla
esnek olmayan bir planlama paradigmasıdır.

8 Yavuz, F. Ankara’nın İmarı ve Şehirciliğimiz. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler


Fakültesi, Ankara, 1952.

120
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 121

4. 1960-1980 Arası Planlı Dönemde Kentleşme ve


Kent Planlaması
1960 yılı, 27 Mayıs askeri müdahalesiyle, çok partili demokratik siya-
sal rejimde önemli bir dönüm noktası oldu. Bu müdahale sonucunda yü-
rürlüğe giren 1961 Anayasası demokrasinin ve devletin niteliğinde önemli
değişiklikler yarattı. Türkiye’de Westminster tipi bir demokrasiden “den-
gelenmiş” ve “çerçevelenmiş” bir demokrasi anlayışına geçilmişti.9 Ana-
yasada sosyal devlet ilkesi kabul edilmiş ve refah devleti anlayışı getiril-
mişti. Devlet kendini, yurttaşlarının yalnız klasik hürriyetlerini sağlamakla
değil, zaruri olan maddi ihtiyaçlarını karşılamakla da görevli görmeye baş-
lamıştı. Bu anlayış içinde anayasada, devletin yoksul veya dar gelirli aile-
lerin sağlık şartlarına uygun konut gereksinmelerini karşılamak için ön-
lemler alacağı da belirtilmişti.
1961 Anayasasıyla Türkiye’de siyasal yaşam ilk kez sol düşünceye
açıldı. 1968 öğrenci hareketlerini Türkiye’nin de yoğun biçimde yaşaması
bu gelişmelere ek katkılar yaptı. Yaşanmakta olan kentleşme deneyiminin,
daha önceki dönemlerde görülmeyen ölçüde toplumcu bir açıdan değer-
lendirilmesine ve eleştirilmesine tanık olundu. Bu bakış açısının yansıma-
ları hem yerel yönetimlerin tutumlarında hem de imara ve konuta ilişkin
yasalarda yansımasını buldu.
1961 Anayasası, refah devletinin, ülke kaynaklarının akılcı kullanımı
yoluyla gerçekleştirilmesi için planlı kalkınma ilkesini getirmiş ve Devlet
Planlama Teşkilatının bir anayasal kurum olarak kurulmasını sağlamıştı.
Bunun soncu, pek çok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
planlı bir karma ekonomi politikası uygulanmaya çalışıldı.
Hızlı kentleşme bu dönemde de sürdü. Bu kentleşmenin bir ölçüde
de olsa yavaşlamasında iki önemli etken vardı. Birincisi popülist politika-
larla kırsal kesimde küçük üreticiliğin sürdürülmeye çalışılması; ikincisi
ise dışa göçtür. Batı Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın niteliksiz işgücü
talebi Türkiye için önemli bir işgücü pazarı sağladı. Bu dış göç, Batı Av-
rupa’nın işgücü talebinin sürdüğü 1960’lı yılların ortalarından, 1970’li
yılların ortalarına kadar resmi kanallarla büyük miktarlarda gerçekleşti.
Avrupa’nın 1970’li yılların ortalarında yaşadığı ekonomik kriz sonucunda,

9 Soysal, M. Dinamik Anayasa Anlayışı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi,


Ankara, 1969, s. 29

121
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 122

resmi kanalların tıkanmasına karşın göç, sayısal olarak azalmış olsa da,
kaçak yollardan sürdü ve daha sonra Avrupa dışı alanlara da yöneldi.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri sürmekte olan kentleş-
menin yarattığı sorunların nitelik değişiklikleriyle karşılaşmaya başladı.
Örneğin nüfusu 200 bin iken hiçbir hava kirliliği sorunuyla karşılaşmayan
Ankara, nüfusu milyonu aşınca hava kirliliğini tanıdı. Metropoliten öl-
çekteki tek kent İstanbul’a Ankara ve İzmir eklendi. Kentler belediye sı-
nırları içine sığmayınca, büyük kentlerin çevresinde çok sayıda belediye
oluştu. Tek belediyenin denetimindeki kentlerden çok sayıda belediyenin
yönetimindeki metropoliten alanlara geçildi. Bu dönemde kent yapıla-
rında değişme yaratan bir başka önemli etken, 1970’li yıllarda Türkiye’de
otomobil üretiminin başlaması ve özel araba sahipliğinin hızla yaygınlaş-
ması oldu. Bu da yüksek gelirli grupların kent dışında alt kentlerde ya-
şama eğilimini başlattı.
Başlangıçta köylülüğün çözülmesiyle kentlerde biriken kitlelerin zaman
içinde kentli değerleri benimseyecekleri, kentlileşecekleri varsayılıyordu.
Geçen süre içinde kentlerde biriken bu kitlelerin ikinci nesillerinin bile
böyle bir dönüşümü gerçekleştirmedikleri ortaya çıktı. Yeni kentliler ken-
tin fırsatlarından yararlanmalarına, siyasal mekanizmayı etkileyebilmele-
rine karşın, kentin diğer kesimleriyle bütünleşemiyor, dönüşümü tam
gerçekleştiremiyor, arada kalıyorlardı. Bu arada kalışın kültürel alandaki il-
ginç bir yansıması 1970’li yıllardan sonra yayılan “arebesk” müzikle ortaya
çıktı. Yeni kentliler piyasa mekanizması kanalıyla kendi tercihlerini güçlü
olarak ifade etme olanağı buluyordu.
Kentlilerin yaşadığı dönüşümü ve ortaya çıkan kent formunu belirle-
yen önemli faktörlerden biri de “merkezi iş alanı”nda yaşanan değişme-
lerdir. 1960’lı yılların ortalarına kadar Türkiye’de küçük üretim faaliyetleri
büyük ölçüde “merkezi iş alanı” çevresinde yer alıyordu. Kent merkezi ya-
kınındaki bu üretici faaliyet yığılması, trafik sorunlarından çevre kirlili-
ğine, yangın tehlikesine kadar birçok sorunu da beraberinde getiriyordu.
Türkiye deneyi büyük sanayi siteleriyle bir ölçüde çözüm getirdi. 1965
sonrasında küçük sanayi sitelerinin sayısındaki artış, kent merkezlerindeki
baskıları göreli olarak azalttı.
Bu dönemde Türkiye’de sanayileşme yoğunlaştı. Büyük ve organize
sanayi kentin yakın çevresinde kümelenmişti. Bu dönemde yapımına baş-
lanan organize sanayi bölgeleriyle, üretim faaliyetlerinin kentin merke-
zinden ve yakın çevresinden uzaklaşması başladı.

122
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 123

1960’lı yıllarda büyük kentlerin belediyelerinin toplu ulaşım kapasite-


lerini geliştirecek kaynak bulamayışı, bu alanda önce dolmuşların sonra da
minibüslerin etkili olmasına neden olmuştu. 1970’li yıllardan sonra Tür-
kiye’de otomobil yapımının başlamasıyla, özel araba sahipliği yaygınlaştı.
Özel araba sahipliğinin yaygınlaşmasının yarattığı trafik sorunları ise yeni
arayışları başlattı. 1970’li yılların ikinci yarısından sonra merkezi iş alan-
larında bazı alanlar otomobillere kapatılarak yaya bölgeleri haline geti-
rildi. Tahsisli otobüs yollarıyla kamu taşımacılığının payı yükseltilmek
istendi. Sorunun özellikle çalışanlar bakımından çözümsüzlüğü karşısında,
büyük kentlerde özel kesim ve kamu kesimi çalışanlarını işe getirip gö-
türmek için servis otobüsleri işletilmeye başlandı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında konut sorununa çözüm olarak geli-
şen, ister gecekondu ister yapsatçı isterse de konut kooperatifleriyle sunum
biçimi olsun, hiçbiri yaşam kalitesini geliştiren, nitelikli çevreler oluşturan
sunum biçimleri olamamıştır. Türkiye’de kentler, 1970’li yılların ortalarına
kadar yağ lekesi biçiminde büyümüşlerdir. Kent merkezlerine yık-yap sü-
reçleri tarihsel ve kültürel değerlerin tahrip edilmesine, sürekli olarak yo-
ğunluk artışına ve yeşil alanların yok oluşuna, sosyal altyapıların yetersiz
kalışına neden olmuştur. Kentin büyüme biçimi sürekli olarak yaşam ka-
litesini düşürücü sonuçlar doğurmuştur. 1960’ın getirdiği planlama or-
tamı, yapsatçı sürece alternatif olarak kooperatifler eliyle konut sunum
biçiminin özendirilmesini getirmiştir. Kooperatifler yoluyla konut arzı
1960’lı yıllardan sonra Sosyal Sigortalar Kurumu fonlarının sadece bu
biçimde kullanılabilmesine izin verilmesi dolayısıyla belli ölçüde önem
kazanmış ama yaygınlaşamamıştır. Bu dönemde Türkiye’de yapılan ko-
nutların %10’u böyle finanse edilmiştir. Bu yolla yalnızca işçilere konut su-
nulabilmesi, verilen kredilerin geriye dönüşlerinin enflasyona göre
ayarlanmamış olması dolayısıyla tamamen yardıma dönüşmesi ve fon kay-
naklarının erimesi vb. nedenler bu yöntemin yaygınlaşmasını engellemiş-
tir. Bu süreç yapsatçı üretimde olduğu gibi, var olan konut stokunun
yıkılmasına yardımcı olmamış, ama yüksek yoğunluklu gelişmeler konu-
sunda benzer etkiler yapmıştır.
Yapsatçı üretimin pahalı konut arzı, yeni konut sunum biçimleri ara-
yışını gündeme getirmiştir. Toplu konut sunum biçimi bir çözüm olarak
ilk kez 1967 yılında İkinci Beş Yıllık Planda önerilmiştir. Bu süreç büyük
bir sermayenin harekete geçirilmesini, talebin örgütlenmesini, büyük

123
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 124

arsaların sağlanmasını, burasının planlanmasının yapılmasını ve altyapısı-


nın gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Bu ölçekte bir girişimi gerçek-
leştirebileceklerin başında devletin gelmesine karşın, toplu konut girişim-
lerini başlatanlar özel kesim ve yerel yönetimler olmuştur.
1970’li yılların ikinci yarısından sonra nesnel koşullarda değişmeler
başlamıştır. Kentte yapı sunum biçimleri, sermayelerin bir araya getiri-
lerek büyük yapı birimlerinin sunulmasına olanak vermiştir. Toplu konut
sunum biçimleri gelişmiştir. Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi böl-
gelerinin sayıları hızla artmıştır. Toplu işyeri yaptırma kooperatifleri ör-
gütlenmiştir. Yüksek öğretim kuruluşları, sağlık kuruluşları gibi kamu
hizmetlerinin binaları ile özel kesimin büyük kuruluşlarının yönetim
merkezlerinin kampüsler halinde inşa edilmesi eğilimi yükselmiştir. Tüm
bu gelişmeler sonucunda, kentlerin tek tek yapıların eklenmesiyle bü-
yüme biçiminden, kente büyük parçalar eklenmesiyle büyüme biçimine
geçilmiştir. Hatta gecekondu alanlarının açılması da mafyalaşmış ilişki-
ler içinde büyük parçalar halinde gerçekleşmeye başlamıştır. Kentlerin
büyümesi, yine aralarda hiç boşluk bırakmayan bir biçimde gerçekleş-
mekte, metropoliten bir yapıdan çok azmanlaşmış bir sanayi kenti oluş-
maktadır.
Popülist siyasal eğilimler, kentte yüksek arsa rantı ödemek istemeyen-
lere bundan kaçınma olanağı verirken, aynı zamanda arsa rantlarını yük-
sek düzeyde gerçekleştirmek isteyenlere de olanak sağlamaktadır. Parçalar
halinde büyüme olanakları ve rant ödemeden kaçınmanın kolaylığı ken-
tin çevresinde sıçramalı bir gelişme ortaya çıkarmaktadır. Bu, başlangıçta
boşluklu bir dokudur. Ama boş alanlardaki arsaların sahipleri, zamanla
arsalarının rantını olabildiğince yüksek yoğunluklu yapılarla gerçekleştir-
mişler ve boşluklar dolmuştur. Yapı sunum süreçlerinin ve kent içi ulaşım
biçimlerinin metropoliten kent biçimine geçişe olanak verecek nitelikler
kazanmasına karşın bunun gerçekleşmeyişinin, popülist siyasal eğilimle-
rin güçlü olması nedeniyle disiplinli bir düzenleme ve denetim ya da plan-
lama-uygulama mekanizmasının kurulamayışı yüzünden olduğu söylene-
bilir.
1961 Anayasasında da yer alan planlama düşüncesinin kazandığı say-
gınlık, kalkınmanın ve sosyal değişmenin mekansal boyutlarını kavrama-
nın ve denetlemenin başarılabilir bir amaç olarak görülmesine yol açmıştır.
Bu amaç modernist çizgideki en uç ve gerçekçi olmayan ifadesini “milli fi-

124
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 125

ziki plan” kavramında bulmuştur. Bu dönemde, ulusal şehirleşme ve böl-


gesel adalet politikalarından sık sık söz edilmiş olmasına karşın, bu amaç-
larla başarılı planlama müdahalelerinin yapıldığını söylemek zordur.
Benzer biçimde, bu dönemde bölge planlamasından çok söz edilmiş ama
uygulanmamıştır. Zonguldak, Doğu Marmara,10 Antalya ve Çukuro-
va’da11 büyük ekipler kurularak çok disiplinli çalışmalarla, bölge planları
yapılmış ve yayımlanmıştır. Aşamalı planlama anlayışıyla hazırlanmış dev-
let planı çerçevesi içinde, bölge planlarının nasıl uygulamaya kavuşturu-
labileceği konusunda bir kurumsal düzenleme gerçekleştirilemediği için
bu planlar uygulamaya kavuşmamış, hatta Üçüncü Beş Yıllık Plandan,
bölücülüğe neden olabileceği kuşkusuyla, tüm “bölge” sözcükleri çıkarıl-
mıştır.
Bir planlama kategorisi olarak kent planlaması da planlamanın artan
saygınlığından payını almıştır. Ülke düzeyindeki ekonomik ve sosyal plan-
lamanın kurumsallaşması, kent planlarının da salt fizik planlar olarak dü-
şünülemeyeceğinin, bu planların hazırlanmasına ekonomik ve sosyal
boyutların ihmal edilmemesi gerektiğinin anlaşılmasını kolaylaştıran bir
ortam yaratmıştır. Türkiye’de “kapsamlı-rasyonalist” bir planlama prati-
ğine geçiş başlamıştır. Ama uzun süren araştırmalara dayanarak kentin
rijid bir iç bütünlüğü öngörüsüyle yapılan planlar Türkiye’nin o dönemde
karşılaştığı hızlı kentleşme olgusunun gerçekleriyle tutarlı değildir. Hızla
gelişen, emrivakilerle yönlendirilen bir kentte, hızla üretilebilen esnek bir
stratejik plan anlayışı gerekmektedir.
Ülkesel ve bölgesel düzeyde mekan organizasyonuna müdahale çaba-
ları etkili olamasa da kent planlama çalışmalarında üstten gelen çözümle-
melerin gerekliliği düşüncesi bu dönemde iyice yerleşmiş, kent planlama-
sının ayrılmaz bir parçası olarak görülmeye başlamıştır. 1960’lı yılların
ikinci yarısında İmar ve İskan Bakanlığı, İstanbul, Ankara ve İzmir’de
Metropoliten Planlama büroları açmıştır. Bu bürolarda örgütlenen disip-
linler arası ekipler çağdaş planlama tekniklerini kullanarak bu alanlar için
planlar yapmışlardır. Arazi kullanma ve ulaşım modelleri ilk kez bu çalış-
malar sırasında geliştirilmiştir. Ankara Nazım Plan Bürosu kent planla-

10 Akçura, T., “Doğu Marmara Ön Planı”, Yedinci Şehircilik ve İskân Haftası


Konferansları, İskân Şehircilik Derneği, Ankara, 1964. s. 53-66.
11 Baykal, T., “Çukurova Bölge Planı”, Sekizinci İskân ve Şehircilik Haftası Konferansları,
AÜ. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1966, s. 69-82.

125
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 126

masında birçok analizin ilk kez dikkatle uygulandığı yer olmuştur.12 Met-
ropoliten planlama çalışmalarının başlaması üzerine metropoliten kent ve
planlama konusunda da ilk yayınlar çıkmıştır.
Bu dönemde kent planlamanın bilimsel içeriğinin gelişmesinde etkili
olan ikinci faaliyet İller Bankasının büyük kentler için açtığı planlama ya-
rışmaları olmuştur. Çok ayrıntılı tespitlere dayanan kent monografileri
hazırlandıktan sonra açılan Konya (1964), Bafra (1966), Adana (1966),
Sivas (1967), Erzurum (1968), Trabzon (1968), İzmit (1970), Zongul-
dak (1971), Gaziantep (1972) yarışmaları, yeni planlama paradigması-
nın tartışılması ve bunlara ilişkin hünerlerin meslek topluluğu içinde
yaygınlaşmasında önemli işlevler görmüştür.
Fiziki planlama faaliyetleri içinde iki yeni uzmanlık alanı da bu dö-
nemde belirmeye başlamıştır. Bunlardan birincisi kentsel koruma planla-
rının yapılması, ikincisi ise turizm alanının planlanmasıdır. Bir yandan
metropoliten kent planlamasının gelişmesi, diğer yandan kentlerde ya-
şanmaya başlanan trafik sorunları, kent içi ulaşım planlamasını gündeme
getirmiştir. Bu dönemde İstanbul, Ankara ve İzmir için ilk arazi kulla-
nımı ve kent içi ulaşım araştırmaları, mühendislik firmalarınca yapılmış-
tır.13
Kentleşme sorunlarının üstesinden gelebilmek için kapasitesi geliştiri-
lecek aktörlerin başında belediyeler gelmektedir. 1963’te çıkarılan 307 sa-
yılı yasayla, Belediye Yasası yeni anayasa ile tutarlı hale getirilmiştir. Bu
yasa ile belediye başkanının doğrudan halk tarafından çoğunluk usulüyle
seçilmesi kabul edilmiştir. Böylece belediye yönetiminde başkanlık siste-
mine geçilmiştir. Belediyelerin gelirlerinin artırılması konusunda ise bu
dönemde yapılan tüm girişimler başarısızlığa uğramıştır. Var olan bele-
diye gelirleri ile yasalarla getirilen yeni belediye gelirleri, Anayasa Mah-
kemesince anayasaya aykırı bulunmuştur. Bunun sonucu belediye gelirle-
rinde azalmalar ortaya çıkmıştır. Kentlerin yaşadığı sorunların büyük

12 Ankara Kenti Ekonomik Araştırmaları, İİB Ankara Metropoliten Alan Nâzım Plan
Bürosu, Ankara, 1978; Ankara Sanayi Bölgesi, İİB Ankara Metropoliten Alan Nâzım
Plan Bürosu, Ankara, 1977; Ankara Sanayi Bölgesi, İİB Ankara Metropoliten Alan
Nâzım Plan Bürosu, Ankara,1977; Ankara Kenti Nüfus İşgücü Araştırması, İİB
Ankara Metropoliten Alan Nâzım Plan Bürosu, Ankara, 1976; Ankara Nâzım Plan
Şeması Raporu, İİB Ankara Metropoliten Alan Nâzım Plan Bürosu, Ankara, 1977;
13 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Menteş, G., “Türkiye Metropollerinde Ulaşım
Planlama Deneyimleri”. Türkiye Birinci Şehircilik Kongresi, Ankara, 1982. s. 313-353.

126
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 127

kaynaklar gerektirdiği böyle bir dönemde kaynak kıtlığı, yerel yönetimleri


merkezi yönetimlere çok daha bağımlı hale getirmiştir.
Kentleşmeyi icracı bir güç olarak yönlendirmek açısından yeterli do-
natılara sahip olarak kurulmadığını gördüğümüz İmar ve İskan Bakanlı-
ğının icracı kapasitelerini güçlendirmek açısından bu dönemde bazı
adımlar atılmıştır. Bunlardan biri, 1969 yılında 1164 sayılı yasayla Arsa
Ofisinin bu bakanlığa bağlı olarak kurulmasıdır. Kentleşmenin yönlendi-
rilmesinde en önemli araçlardan biri olan kentsel arsa sağlanmasında ba-
kanlığı güçlü kılabilecek bu ofise yasayla yeterli kaynak sağlanmadığı için
pratikte olumlu bir etki yaratamamıştır. Öte yandan 1972 yılında kabul
edilen 1605 sayılı kanun ile 6735 sayılı İmar Kanununda önemli değişik-
likler yapılmıştır. Özellikle metropoliten alanlarda bakanlığa belediyeler
üstü bir nazım plan yapma ya da yaptırma yetkisi verilmiştir. Bu da ba-
kanlığın etkili olarak kullanamadığı bir yetki olmuştur.
Bu dönemde çıkarılan en önemli yasa Gecekondu Yasasıdır. İlk kez
“gecekondu” kavramına bu yasa içinde yer verilmiştir. 1966 yılında çıka-
rılan 775 Sayılı Gecekondu Yasasının bir af yasası olmanın ötesindeki özel-
likleri vardır. Gecekondu alanlarının varlığını kabul ettiği için, bu alanlarda
imar kanununa uygun olmayan yeni bir meşruiyet çerçevesinin olabilirli-
ğinide kabul etmiştir. Gecekondu alanlarında tesviye, ıslah ve önleme böl-
gelerinin oluşturulmasına olanak tanımış ve bu yeni meşruiyet çerçevesi
içindeki gelişmeleri kolaylaştırmak bakımından İmar ve İskan Bakanlığına
ve belediyelere kaynak ve arsa sağlayacak pozitif nitelikli düzenlemelere
gitmiştir.
İster gecekondu aflarında olsun ister 1966 yılında çıkarılan Gecekondu
Yasasında olsun, temel kaygı, gecekondu sahiplerine kentsel yaşamda bir
güvence sağlamaktır. Bu güvenceye kavuşan gecekondu mahallelerinde
konut kalitesinin gelişmesinin yanı sıra siyasal himayecilik mekanizmaları
yardımıyla da altyapı kalitesi belli ölçüde gelişmiştir. Bu gelişmeler gece-
kondu yapımının ticarileşmesini getirmiş; gecekondu toplumun bu ke-
simi için yalnız bir barınak olmaktan çıkarak, kentin oluşan rantından
nemalanmayı sağlayacak bir yatırım aracı haline gelmiştir.
Bu dönemde, çok önemli kentleşme sorunlarına karşın, belediyeler si-
yasal açıdan güçsüz tutulmuşlardır. Bu da 1973 seçimlerinden sonra “Yeni
Belediyecilik Hareketi”nin gelişmesini doğurmuştur. 1973 yerel yönetim
seçimlerinde, büyük kentlerin gecekondu nüfusu ilk kez sosyal demok-

127
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 128

ratlara oy verince, merkezi yönetim ile yerel yönetimlerde ayrı ayrı siya-
sal partilerin iktidara geldiği görülmüş bunun sonucunda yerel yönetim-
ler üzerinde merkezi yönetimin etkisi açık hale gelmiş, 1973 -1977
döneminde “Demokratik” ya da “Yeni Belediyecilik Hareketi” olarak ad-
landırılan yerel yönetim hareketi gelişmiştir. Bu hareketin demokratiklik,
üreticilik, kaynak yaratıcılık, toplumsal tüketimi örgütleyicilik, birlik ve
bütünlükçülük, kural koyuculuk ilkeleri sonraki yıllarda partiler üstü bir
nitelik kazanacaktır.

5. 1980 Sonrası Modernite Projesi Aşınırken Kentleşme ve


Kent Planlamasının Gelişimi
1980 sonrasının ayrı bir dönem olarak ele alınmasının çok sayıda ne-
deni vardır. Bunlardan birincisi İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan
demografik geçiş ve kentleşme gibi süreçlerin belli bir doygunluk düze-
yine ulaşması, İkincisi, dünyanın yaşadığı büyük bunalım karşısında gir-
diği yeniden yapılanma sürecinin yönünün artık açıklık kazanmaya
başlaması, üçüncüsü ise 1980 yılının hem 24 Ocak kararları hem de 12
Eylül müdahalesi dolayısıyla Türkiye’nin yaşamında önemli bir dönüm
noktası olmasıdır.
Ülkede mekan organizasyonunun dönüşümünü belirleyen iki temel
süreç olan nüfusun ve sermayenin mekandaki yeniden dağılımında, bu
dönemde önemli değişmeler olmuştur. Nüfusun mekanda yeniden dağı-
lımı iki farklı olgunun bileşkesidir. Bunlardan birincisi her bölgenin ya da
yerleşmenin nüfus artışı, diğeri ise aldığı ya da verdiği net göçtür. Türki-
ye’de de sanayileşme sürecine paralel olarak nüfus artış hızı düşmektedir.
Ülkenin 1950’li yıllarda %2,8 düzeyinde olan nüfus artış hızı 1997 yı-
lında %1,4 düzeyine düşmüştür. Ancak bu süreç hem kent ve kır ayrı-
mına göre, hem de bölgesel olarak, çok önemli farklılıklar göstermektedir.
1993 verilerine göre toplam doğurganlık hızı kentlerde %2,4 iken, kırsal
yerleşmelerde %3,1 olarak saptanmıştır. Batı Anadolu’da toplam doğur-
ganlık hızı %2 iken, Doğu Anadolu’da %4,4’tür.14
Ülkenin kentleşme sürecinde aldığı yol da göç kalıplarında önemli de-
ğişmeler yaratmıştır. Kentsel nüfus artış hızı en yüksek değerini 1965-
1970 döneminde %6,1 olarak almıştır. 1990’lı yıllarda bu oranın %4,1

14 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 1993. DHS, 1984.

128
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 129

Tan Oral

düzeyinde seyrettiği kestirilmektedir. Eğer belediye yönetimlerinin bu-


lunduğu yerler kent olarak tanımlanırsa 1945 yılında %27,7 olan kent-
leşme oranının 1994 yılında %74,6’ya çıktığı görülür. Kentin tanımında
hangi ölçüt ele alınırsa alınsın, son elli yılda, Türkiye’nin kentleşme süre-
cinin önemli bölümü aştığı söylenebilir. Bunun sonucu olarak toplam göç
hareketleri içinde kırsal alandan kentsel alana yönelen göçlerin önemleri
azalmış, buna karşılık 1980 sonrasında kentler arası göçlerin önemi art-
mıştır. Son on yıllık dönemde bu göç hareketlerine, Doğu Anadolu’dan
yaşam güvenliğinin bulunmayışı dolayısıyla olan göçler ile güvenlik do-
layısıyla köy boşaltılmasının çıkardığı zorunlu nüfus yer değiştirilmeleri de
eklenmiştir.
Bu dönemde kapitalin mekansal dağılımını etkileyen en önemli neden
ekonomik politikalardaki değişiklik olmuştur. 1980 sonrasında Tür-
kiye’nin üç stratejik tercihi küreselleşen dünyaya eklemlenmek bakımından
önem taşımıştır. Türkiye’nin 1980 yılına kadar izlediği iç piyasaya dönük,

129
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 130

ithal ikamesiyle kalkınma modelini terk ederek, dışa açık ihracata yönelik
bir kalkınma modelini benimsemesi bu stratejik seçmelerden ilkiydi. Bu,
Türkiye’nin dünya pazarlarıyla bütünleşmesini artırmasını ve küreselleşme
süreci içinde yer almasını gerektiriyordu. Bunu sağlamak için ikinci ola-
rak altyapı politikalarında telekominikasyon yatırımlarına öncelik veril-
miştir. Türkiye dünyada oluşan “cyberspace”in parçası haline gelmeye
çalışmıştır. Türkiye’nin haberleşme kapasitesi birden artmış köyler de dahil
tüm yerleşmeler bu sisteme bağlanmıştır. Bu iki stratejik seçme birbirini
güçlendirmiş ve olanaklı kılmıştır.
Üçüncü stratejik seçme küresel bir ekonominin gerektirdiği yeni ku-
rumları geliştirmek olmuştur. Sermaye piyasalarının, serbest ticaret ve üre-
tim bölgelerinin kurulması, bankacılık yapısında önemli reformların
yapılması gibi. Bu değişmeler sırasında kamu maliyesi açıkları önleneme-
diği için daha önceki dönemlerde görülmeyen düzeyde yüksek bir enflas-
yon yaşanmıştır.
Bu gelişmeler sonucunda ülkenin yerleşme yapısında önemli değiş-
meler olmuştur. Ülkenin en büyük kenti İstanbul’un göreli önemi art-
mış, nüfusu 9 milyonu aşmış, “sıra büyüklük” kuralının dışına çıkmıştır.
MS. 330’dan Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanan 1500 yılı
aşkın bir süre İstanbul bir dünya kenti olmuş daha sonra bu niteliğini
kaybetmişti. 1990’larda İstanbul’un bir dünya kenti olma arayışı yeni-
den gündeme gelmiş ve bunda önemli yol alınmıştır. İstanbul sanayisi
Marmara Bölgesi içinde desantralize olmuştur. Dış pazarlarda yarışmak
zorunda olan bu sanayiler yapısal uyumu gerçekleştirmiştir. Bu gelişme-
ler Marmara Bölgesinin dünya yerleşmeler ağıyla bütünleşmesini de bir-
likte getirmiştir.
Eğer Türkiye’nin yerleşme sisteminde yaşanan tek gelişme bu olsaydı
Türkiye’nin küresel yerleşmeler ağıyla bütünleşmesinin gelişmeye başla-
dığı sonucuna varılamazdı. Çünkü ülkenin en üst kademedeki kentinin
yüksek yoğunluklu dış ilişkilerinin olması, beklenilen bir sonuçtur. Oysa
Türkiye mekanında iki başka ilginç gelişme daha yaşanmaktadır. Bunlar-
dan biri kıyılaşmadır. 1980 sonrasında turizm yatırımlarının teşvik edil-
mesi, dinlence faaliyetlerinin gelişmesi ve seracılığın yaygınlaşması sonucu
ülkenin batı ve güney kıyıları, kapitalin ve nüfusun mekanda yeniden da-
ğılımında paylarını artırmıştır. Seracıların bir kısmı doğrudan Avrupa
çiçek pazarına uçaklarla gönderilen çiçek üretimine başlamışlardır. Turizm

130
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 131

faaliyetlerinin yürütülebilmesi Avrupa, İsrail ve Rusya ile çok sıkı ilişkileri


gerektirir hale gelmiştir. Kıyılaşmanın olduğu kesimlerde dış ilişki yo-
ğunluğunun artışını göstermek için verilen örnekler artırılabilir. Ayrıca
Türkiye’de özel araba sahipliğinin artışı ve yaşam kalıplarındaki değişme-
ler kıyılarda dinlence ya da spekülatif amaçlı çok sayıda ikinci konutun
yapılması sonucunu doğurmuştur.
İlginç olan üçüncü gelişme Anadolu kentlerindeki girişimcilerin doğ-
rudan dış dünya pazarı için üretim yapan sanayileri geliştirme olanağı bul-
ması ve dış dünya ekonomisiyle bütünleşmesidir. Bu konuda en bilinen
örnek Denizli’dir. Buna Gaziantep, Çorum, K.Maraş vb. eklenmeye baş-
lamıştır.
Hem kıyılaşma hem de Orta Anadolu kentlerinin doğrudan dünya için
üretim yapar hale gelmesinin Türkiye yerleşmelerinin küresel yerleşmeler
ağıyla bütünleşmesinin bir göstergesi olarak yorumlanabilmesi, bu ilişki-
lerin İstanbul üzerinden değil doğrudan kurulması dolayısıyladır. Bu ör-
nekler Türkiye’nin önemli bir kesiminde küresel yerleşme ağının bir
parçası olmak eğiliminin bulunduğunu göstermektedir. Önümüzdeki yıl-
larda bu oluşum daha açık olarak gözlenebilecektir. Ama henüz ülke me-
kanının tam olarak bu ağla bütünleştiği söylenemez. Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bu bütünleşmeyi gerçekleştirememiştir. GAP projesinin uygu-
lamasının ilerlemesi bu kesimleri de aynı sürece açacaktır.
Türkiye’de yerleşme sisteminin yaşadığı dönüşümü, sadece yerleşme-
ler arası ilişkilerin ve konumların değişmesiyle betimlemek yeterli olmaz.
Buna her yerleşme içinde yaşanan dönüşümleri de eklemek gerekir. Tür-
kiye’de yerleşmelerin biçimlerinde yaşanan dönüşümlerin arkasında üç
farklı etkiyi görmek olanaklıdır. Bunlardan birincisi, kentlerin işlevleri ve
çevresinde kurduğu denetim biçimlerindeki değişmeler ile bunun parale-
linde oluşan toplumsal katmanlaşmanın yeni biçimleridir. İkincisi, kent-
teki yapı sunum biçimlerinde ve kent içi ulaşımın örgütlenmesindeki ge-
lişmelerdir. Üçüncüsü, yerleşmenin büyüklüğünde ya da ölçeğindeki
artıştır. Türkiye’de son yirmi yılda kent biçimlerinde gözlenen değişme-
lerde bu üç faktörün birleşik etkilerini gözlemek olanaklıdır.
Birinci türdeki etkilerin ne olduğu bir tarımsal ekonomi kentinden sa-
nayi toplumu kentine geçiş üzerinde düşünüldüğünde açık hale gelir. Ben-
zer biçimde sanayi toplumu kentinden bilgi toplumu kentine geçerken de
bu türden köklü değişmeler yaşanacaktır. Bu geçişin tüm sonuçları henüz

131
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 132

belli değildir. Zaman içinde belirginleşecektir. Ama şimdiden bazı özel-


likleri kendini belli etmeye başlamıştır. Kentlerde sanayi üretimi desant-
ralize olurken denetim ve koordinasyon fonksiyonları merkezileşmektedir.
Bilgi toplumunda mekan, bir akımlar mekanı haline gelmektedir. Bu da
daha çok kentin merkezi iş alanlarında önemli dönüşümler meydana ge-
tirmektedir. Merkezden üretim boşalmakta buna karşılık denetim işlev-
leri, bankacılık, finans hizmetleri ve bilgi toplumuna özgü hizmetler yer
almaktadır. Bunun Türkiye bağlamındaki sonuçları, metropoliten alanla-
rın merkezi iş alanının kent içi ulaşımın zaman-uzaklık ilişkilerine bağlı
olarak belli yönlerde ilerlemesine, burada yapılan gökdelenler ile yeni pres-
tij alanları oluşturmasına neden olmaktadır. İster merkezi iş alanlarının is-
terse sanayi iş alanlarının olsun kent mekanındaki dağılımında olan
değişmeler, kentin ölçeğindeki büyüme ve kent içi ulaşımın örgütlenme-
sindeki değişmelerle bir araya gelince, konut alanlarında da önemli deği-
şiklikler ortaya çıkarmıştır. Özel otomobil sahipliğinin gelişmesiyle bir-
likte, kentin çevresini oluşturan gecekondu halkaları aşılarak merkeze daha
uzak konumlarda yüksek ve orta gelirli grupların konut alt kentleri oluş-
maya başlamıştır. Arada kalan eski gecekondu alanlarında çok katlılaşma,
düşük standartlı apartmanlaşma gelişmiştir. Bu gecekondu halkasının ken-
tin yüksek gelirlilerinin bulunduğu konut eksenlerine yakın kısımlarında
gecekonduların tasfiyesi, onun yerine yüksek gelir gruplarına dönük, yük-
sek standartlı konutların alması projeleri geliştirilmeye başlanmıştır.
Türkiye’nin dünya ile birlikte yaşadığı bu dönüşümün 1980’li yıllarda
net olarak algılanması olanaksızdı. Bu, zaman içinde aşama aşama ger-
çekleşen bir yöneliştir. Türkiye bir yandan eski sorunlarına çözüm ararken
öte yandan dünya konjonktürünün etkisiyle bu dönüşüm yönünde adım-
lar atmıştır. Konumuz açısından önemli olan üç gelişmeye daha burada
değinmekte yarar vardır. Bunlardan birincisi bir önceki dönemde ilk de-
nemeleri yapılan toplu konut sunumunun 1980 sonrasında çıkarılan toplu
konut yasalarıyla kurumsallaşması ve Toplu Konut İdaresinin kurulması-
dır. Bu özellikle ilk yıllarında konut alanına kaynak aktarımını hızlandıra-
cak Türkiye’de kent formlarının oluşma süreçlerini değiştirecektir. İkincisi
kentleşme olgusunu yönlendirmek için bir uzman kuruluş olarak kurul-
muş olan İmar ve İskan Bakanlığının kaldırılması olmuştur. Üçüncüsü ise
1983 ve 1984’te çıkarılan yasalarla belediyelerin kaynaklarının önemli öl-
çülerde artırılması, merkezi yönetiminin denetiminin bir ölçüde de olsa

132
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 133

azaltılması ve imar planı yapımına ve onanmasına ilişkin yetkilerin bele-


diyelere devredilmesidir. Her iki olgu da kentleşme sürecini etkileme açı-
sından önemli sonuçlar yaratmıştır.
Toplu konut sürecinin kendisini Türkiye’de benimsetmeye çalıştığı
1970’li yılların ikinci yarısından sonra gecekondu süreci de nitelik değiş-
tirmiştir. Gecekonduya güvence sağlamaya dönük bir af olmanın ötesine
geçerek, çok katlı olmayan gecekondu bölgelerinin ıslah planlarıyla apart-
manlaşmasına yol açılmak istenmiş ve gecekondu yapanlara kentsel rant-
tan pay alma olanağı getirilmiştir. Gecekondu affının böyle bir nitelik
değiştirmesi kentlerin imarlı mahallelerindeki kaçak yapıların affını da be-
raberinde getirmiştir. Böylece kentlerde imar planlaması anlamını büyük
ölçüde yitirmiş, modernitenin imar planıyla denetleme biçimlerinin sa-
vunulması zorlaşmıştır.
Bu dönem 1973 sonrasında gelişmeye başlayan yeni belediyecilik ha-
reketinin sınırlı da olsa sonuçlarının alındığı bir dönem olmuştur. 1983
sonrasında belediyelerin yetkileri ve kaynakları bir ölçüde artırılmış ve
metropoliten alanlarda iki kademeli bir belediye yönetimine geçilmiştir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yalnız bir yönetim etkinliği sorunu ola-
rak değil, aynı zamanda da demokrasinin niteliğinin geliştirilmesi sonucu
olarak algılanmaya başlamıştır. Siyasal partiler arasında köklü bir yerel yö-
netim reformu yapılması konusunda görüş birliği bulunmasına karşın bu
dönem boyunca reform yasası çıkartılamamıştır.
Bir yandan hızlı kentleşme karşısında bir önceki dönemin kapsamlı
rasyonel planlama paradigmasının yetersiz kalması, öte yandan bu plan-
lamanın düşünsel dayanağını oluşturan modernite projesinin eleştiriye
uğraması yeni arayışlara neden olmuştur. Bu yeni pratikler beraberinde
kuramsal arayışları getirmiştir. Planlama pratiğinde kapsamlı rasyonel
planlama anlayışından iki yönde ayrılma olmuştur. Bunlardan birincisi
stratejik planlama yaklaşımının benimsenmesi ve katı bağlayıcı bir plan-
lamadan, esnek bir planlamaya geçiş biçiminde yaşanmaktadır. Bu yakla-
şımda sosyal süreçlerin önemi ön plana çıkmıştır. Süreçlerle kent formları
arasındaki ilişkinin anlaşılması kritik bir önem kazanmıştır.
Bir yandan planlama pratiğindeki bu yeni arayışlar, öte yandan yöne-
tim anlayışının gelişmeye başlaması, sürekli olarak var olan planlama pa-
radigmalarını sorgulayan ve yeni planlama yaklaşımları öneren çalışmalara
kaynaklık etmiştir. Planlamanın bir teknik akıl uygulaması olarak görül-

133
11 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 1 sayfa 106-134:Layout 1 30.10.2009 01:36 Sayfa 134

mesinin arkasında modernite projesinin bilim anlayışı bulunmaktadır.


Eleştirel gerçekliğin yeni bir paradigma olarak ortaya çıkışı, araçsal ras-
yonelliği gerçekleştirmeye çalışan bir planlamadan, iletişimsel rasyonel-
liği gerçekleştirmeye çalışan bir planlamaya geçişi gündeme getirmiştir.
Böyle bir planlama da teknik bir etkinlik olmaktan çok bir demokrasi pro-
jesi olmaya başlamıştır.

6. Son Verirken
Modernite projesinin Avrupa’da ortaya çıkmasından sonra, tüm dün-
yayı dönüştürme süreci içinde önce Osmanlı İmparatorluğunun daha
sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal yapısında ve mekansal organi-
zasyonunda ne tür dönüşümler yarattığını gördük. Yaşamın tüm alanlarını
kapsayan çok yönlü ve sürekli olan bu dönüşüm, bu yazıda daha çok bir
plancı bakış açısıyla anlatılmıştır.
Bu dönüşümler içinde toplumsal ve fiziki sonuçları bakımından en
köklü etkileri olan gelişme İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanmaya
başlanan, elli yılda büyük ölçüde sona yaklaşmış olan kentleşmedir. Bu
olgunun yaşanmaya başlamasıyla birlikte çok önemli sorunlarla karşılaşıl-
mıştır. Genel bir değerlendirme yapılırsa, Türkiye’nin sorunların çözü-
münde başarıları ve başarısızlıkları birlikte yaşadığı söylenebilir. Türkiye
bu sorunları her zaman başlangıçta meşru gördüğü çerçeveler içinde çö-
zemese de spontan çözümler üreterek halkın gereksinmelerini giderme
yolunu bulabilmiştir. Bu alandaki sorunların gereksinmeler karşısındaki
nicel yetersizliklerinden çok yaşam kalitesine ilişkin nitel yetersizlikleri ol-
duğu kabul edilmektedir. Ancak Türkiye’nin karşılaştığı sorunları incele-
yebilecek, çözüm geliştirebilecek, belli bir eğitim ve araştırma kapasitesi
yaratabildiğini; günümüzde sorunun bu kapasiteyi kullanabilmek oldu-
ğunu söylemek olanaklıdır.

134
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 135

OSMANLI VE
ERKEN CUMHURİYET
MODERNİTESİNDE
PLANLAMANIN YERİ*

1. Giriş
Bir modernite projesiyle planlamanın ilişkisini, planlama teriminin
hangi kapsamda kullanıldığına bağlı olarak iki farklı düzeyde kurmak ola-
naklıdır. Bunlardan birincisi çok geniş kapsamlı bir planlama kavramına
dayanır. Bu halde planlama insanlığın gelişimi sırasında ortaya çıkan bir
düşünce aşamasını ifade etmek için kullanılır. İkincisi ise daha dar kap-
samlı bir planlama kavramıdır. Bu halde planlama kamu bürokrasisinin
yönetim pratiği içinde yararlandığı bir özel yöntem olma anlamını taşı-
maktadır.
John Friedmann1 Batı düşüncesi içinde planlamanın ortaya çıkışının
Aydınlanmanın bir sonucu olduğunu ve planlamanın en genel kapsamıyla
insanların eylemlerini yönlendirmede teknik aklın kullanılması olarak ta-
nımlanabileceğini söylemektedir. Böyle bir düşünce biçiminin gelişebil-
mesi için insanın dini dogmaların etkisinden kurtulmuş ve kendisine
güvenini kazanmış olması gerekir. İnsana olan bu güven biri ahlak ala-
nına diğeri bilim alanına ilişkin iki farklı yönü içermektedir. Bu güvenin
birinci yönü bir insan için iyi olanı ancak kendisinin bileceğine ilişkindir.
Yani insan iyinin ne olduğunu, bu dünyadaki deneyimlerine dayanarak
kendisi oluşturacaktır. Onun için iyi olan, ilahi olarak onun dışında, be-

* Mersin Üniversitesi tarafından 8-10 Haziran 1999’da düzenlenen Kamu Yönetiminde


Planlamanın Kurumsallaşması konferansına sunulan bildiri.
1 John Friedmann: Planning in Public Domain, Princeton University Press, Princeton,
1987.

135
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 136

lirlenmeyecektir. Güvenin ikinci yönü ise insan aklınadır. İnsan aklının


doğanın ve toplumun işleyişinin kurallarını kavrayabileceğine ve bunları
bir bilimsel bilgi haline getirebileceğine olan güvendir. İşte ancak bu iki
yönlü güven gerçekleştiğinde teknik aklın işleyişi için gerekli ön koşullar
tamamlanmış olacaktır. Planlamaya bu genişlikte yaklaşıldığında onun
insan düşüncesinde ancak Aydınlanma sonrasında ortaya çıkabilecek bir
aşama olduğu açıklık kazanır.
Bu düşünce aşaması kamu yönetiminde uygulanmaya başlandığında
teknik akıl, toplumun işlerliğini ve dönüşümünü sağlayacak eylemlerini
yönlendirmekte kullanılacaktır. Kamu alanında teknik aklın bu amaçları
gerçekleştirmek için işleyişini ya da araçsal rasyonelliğini Weber’gil mo-
dern kamu bürokrasisi sağlayacaktır.
Ama bu bürokrasi toplumun dönüşümünü sağlamaya dönük kararlar
almak durumunda kaldığında, yani uzun erimli bir gelişmeye yöneldi-
ğinde, daha önce sözünü ettiğimiz daha dar kapsamlı anlamdaki planla-
maya yönelecek, geleceğin dönüşümünü, hazırladığı ya da hazırlanma-
sında öncülük ettiği bir plana göre yönlendirmeye çalışacaktır.
Kuşkusuz planlamanın dar ve geniş kapsamlı anlamlardaki kullanım-
ları birbiriyle yakından ilişkilidir. Bir toplumda dar kapsamlı anlamda bir
planlamanın gündeme gelebilmesi için o toplumda düşüncenin teknik aklı
kullanabilme aşamasını aşmış olması gerekmektedir. Geniş anlamıyla ele
alındığında planlama, modernite projesinde yol alınmasının bir sonucu
olurken, dar kapsamıyla ele alındığında, modernite projesi içinde yol ala-
bilmenin bir aracı haline gelmektedir. Bir toplumun planlama tarihi an-
latılmak isteniliyorsa yeterli bir kavrayış sağlayabilmek için planlamanın
modernleşme süreciyle olan bu iki yönlü etkileşiminin göz önünde tutul-
ması gerektiği söylenebilir.
Modernite projesinin Avrupa’nın batı Atlantik kıyılarında oluşmasın-
dan sonra bu projenin etkilerinin bir ülkenin sınırları içinde kalmayacağı
ve tüm dünyayı dönüştürme potansiyeli taşıdığı açık hale gelmiştir. Av-
rupa çevresindeki diğer İmparatorlukların yanı sıra Osmanlı İmparator-
luğunu da dönüşüm süreci içine sokmuştur. Bu dönüşüm bir yandan
dünya ekonomisiyle eklemlenme ve piyasa mekanizmasının işleyişiyle, öte
yandan geç aydınlanan toplumun erken aydınlanan elitlerinin yapabildik-
leri reformlar yoluyla gerekleşme yoluna girmiştir. Osmanlıların ve Cum-
huriyetin yaşadığı bu modernleşme dört döneme ayrılabilir. Bunlardan

136
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 137

birincisi 1826-1923 arasındaki yüzyılı kapsayan benim utangaç modernite


projesi diye adlandırdığım dönemdir. İkincisi ise 1923-1946 arasını
kapsayan radikal modernite, üçüncüsü 1946-1980 arasındaki popülist
modernite dönemleridir. Dördüncüsü ise 1980’den günümüze uzanan
modernitenin aşınması dönemidir.
Bu yazıda planlamanın Osmanlı ve erken Cumhuriyet modernitesi
içindeki gelişimi ilk iki dönem üzerinde durularak ele alınacaktır. Böyle bir
dönemleme içinde planlamanın gelişme öyküsü kurulurken kapsamlı bir
kavrayış sağlamak için, planlamayı geniş ve dar kapsamıyla birlikte ele al-
manın doğru olacağı düşünülebilir. Ama bu kapsamda bir sunuş top-
lumda eğitimin örgütlenmesinden, bürokrasinin oluşmasına, laikleşmeye
kadar modernleşmenin pek çok alanının birden kapsanmasını gerektirir.
Böyle bir sunuş planlama düşüncesinin nasıl doğduğunun ve geliştiğinin
daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Oysa bu yazının hacmi bu kadar geniş
bir ele alış için uygun değildir. Bu nedenle bu yazıda planlamanın geli-
şimi yukarıda tanımlanmış olan dar kapsamıyla ele alınacaktır.

2. Osmanlı Döneminin Utangaç Modernitesinde Ortaya Çıkan


İlk Planlama Türleri
Bir önceki bölümde, bu yazının sınırlılığı dolayısıyla planlamanın geniş
kapsamıyla değil, toplumsal sistemin uzun dönemli dönüşümünü yön-
lendirici karar ve eylemlerin programlamasını içeren dar kapsamıyla ele
alınacağı belirtilmişti.
Böyle bir planlama anlayışının var olabilmesi için bir toplumda en
azından imar (kalkınma) kavramının oluşmuş bulunması gerekir. Günü-
müz Türkçesinden imar terimi daha çok fiziki çevrenin gelişmesini anlat-
mak için kullanılırken Osmanlıcada “imar” kelimesi İngilizcedeki “deve-
lopment” (kalkınma) kelimesinin bir karşılığı olarak sosyo ekonomik
gelişmeyi de içerecek bir kapsama sahipti.
Klasik Osmanlı düzeninde bu amaçla kullanılan birbiriyle ilintili iki
kavramın bulunduğu söylenebilir. Bunlardan biri şenlendirmek diğeri ise
imar etmektir. Şenlendirmek bir yeri imar etmenin ön koşulu olarak or-
taya çıkıyor. Bir yeri şenlendirmek oraya nüfus yerleştirmek anlamına
geliyor. Osmanlılar yeni fethettikleri yerlerde veya nüfusu boşalmış, “ıs-
sızlaşmış” yörelerde, ya eski köy ve yerleşmelere nüfus yerleştirilerek ya da
yeni köy ve yerleşmeler kurarak o alanları şenlendiriliyorlardı. Şenlendir-

137
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 138

menin temelde iki amacı vardı. Bunlar tarımsal üretimi artırmak ve yol-
lar boyunca güvenliği sağlayarak özellikle uzun mesafe ticaretini canlan-
dırmaktı. Her iki amaç da devletin vergi gelirini artırmaya ve devletin
askeri gücünü geliştirmeye yönelikti. Şenlendirmek terimi daha çok kır-
sal kesim için kullanılıyorken, kentlerde daha çok imar kelimesinin kulla-
nıldığı görülmektedir. Sultaniye yeni kentinin kurucusu olan Sultan II.
Selim, bu alanı “imaretten hali ve ziraatten ari gördüğü” için burada bir
kent ve imaret kurulmasını irade ediyordu.
Bu kısa açıklamalar göstermektedir ki patrimonial bir devlet olan Os-
manlı İmparatorluğunun klasik döneminde imar daha çok mülkün imarı
anlamına geliyordu. Bu imar kavramı içinde halkın refahına ilişkin doğ-
rudan bir referans yoktur. İmparatorlukta yaşayanlara ilişkin bir özel alan
kavramının henüz oluşmaya başlamadığı bu dönemde mülkün imarından
farklılaşmış, halkı merkeze alan bir kalkınma kavramına gereksinme du-
yulmamaktadır.
Ama Osmanlı modernitesinde yol alınarak özel alanın farklılaşmaya
başlamasıyla birlikte mülkün ve halkın kalkınmasının ayrışmaya başladı-
ğını görüyoruz. 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda temel ama-
cın “mülk ve milleti ihya etmek” olduğu belirtiliyordu. İmar artık impa-
ratorluk topraklarında yaşayanların refahını da açık olarak içerir hale
geliyordu. Aynı yıllarda Hariciye Nazırlığın da “Meclis-i Umur-u Nafia”
kuruldu. Bu komisyonda ülke tarımının, ticaret ve sanayinin gelişmesi ko-
nusunda çok yönlü tartışmalar yapılmıştır. Okulların ıslahından, çocuk
düşüklerinin azaltılmasına kadar çok çeşitli konular ele alınmıştır. Bu kal-
kınma komisyonunun imar kelimesinin kökü olan “umr”dan gelen bir
sözcükle değil de “nef ” kökünden gelen “nafia” sözcüğüyle adlandırılmış
olması üzerinde durmak gerekir. Nef kökü menfaat, fayda, çıkar anlamına
işaret etmektedir. Bu da imar kavramının insanların refahını içerir hale
gelmesiyle yakından ilişkilidir.
Tanzimat Fermanı sonrasından 1845 yılına kadar geçen dönemde
alınan sonuçlar yeterli olmayınca, her eyaletten biri Müslüman olan, diğeri
olmayan iki kişi İstanbul’a çağrıldı. Meclis-i Vala’da görüşmeler yapıldı,
gelenlerin sundukları raporlar değerlendirildi. Bu çalışmalar sonucunda
“İmar Meclisleri” kurularak eyaletlere gönderilmesi ve eyaletlerin imarı
(kalkınması) konusunda araştırmalar yapması kararlaştırıldı. İmar Meclisleri
(komisyonları) 18 Mayıs 1845’te eyalet temsilcileriyle birlikte eyaletlere

138
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 139

hareket etmişler ve 7-8 ay kadar süren incelemelerde bulunmuşlardır. Bu


meclislerin hazırladıkları raporlar Meclis-i Vala’da görüşülmüş ve bunlara
dayanarak programlar hazırlanmıştır. Çoğunlukla yol, köprü, su, vb. alt
yapılar konusundaki istekleri kapsayan bu programlar maliyet tahminle-
rini de içerecek biçimde hazırlanmış ve eyaletlere bildirilerek vakıf ve vergi
gelirlerinden sağlanacak kaynaklarla uygulanması istenmiştir. Bu prog-
ramların uygulanması çok sınırlı kalmıştır. Ama altyapı yapımını ve imarı
sağlamayı devletin temel görevlerinden biri haline getirmesi bakımından
önemli bir başlangıç oluşturmuşlardır denilebilir.2
Altyapıya önem verilmesi ve bunun devletin görevlerinden biri haline
gelmesi Osmanlı modernitesinin gelişmesinde önemli bir aşamadır. Yö-
netim açısından altyapının en önemli etkisi, yönetimi, toprağının her nok-
tasından belli bir süre içinde haber alabilme ve her noktasına ulaşabilme
ve denetleyebilme kapasitesine ulaştırmasıdır. Altyapı imparatorluk için-
deki zaman uzaklık ilişkilerini değiştirerek merkezden yönlendirilen mo-
derniteyi olanaklı hale getirebilecektir. Ama altyapıyı sadece yönetimin
kapasitesini geliştirmesi açısından değerlendirmek yanlış olur. Altyapının
modernitenin bireyini oluşturmak bakımından olan işlevini unutmamak
gerekir. Modernite öncesinin insanı ve ekonomisi küçük bir mekana hap-
solmuştur. Dünyada olup bitenden haberdar olma olanakları sınırlıdır.
Haberleşme olanağı yönetici sınıfların tekelindedir. Bireyin eylem mekanı
çok küçüktür, başka bir deyişle yereldir. Oysa modernite bireyin eylem
mekanını yerel dışına çıkararak hareketliliğini artırır. Bireyin dünyada olup
bitenden haberdar olabilmesi, bireyin kapasitesinin artırılması ve eylem
mekanının genişletilebilmesi için altyapıların oluşması ve insanlar tara-
fından özgürce kullanılır hale gelmesi gerekir.
Osmanlıların modernleşme süreci içinde altyapı yapımını ülke çapında
kapsamlı bir planlama konusu olarak görmeye başlaması ancak 1880’li
yıllarda ortaya çıkmıştır. Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşanın 1882 yılında
başvekalete bir tezkereyle sunduğu “Anadolu’da İmalat-ı Umumiyeye Dair
Layiha”sı (layiha kelimesini bu bağlamda plan ya da program olarak oku-

2 Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bkz: İlhan Tekeli-Selim İlkin: “Mustafa
Celaleddin Bey’in “Bir Eyaletin Islah ve İmarı Hakkında Mükaleme” Adlı risalesi ve
“19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda İmar Kavramının Gelişimi Üzerine
Düşünceler”, XI: Türk Tarih Kongresi, Türk Tarih Kurumu Basımevi- Ankara, 1994,
s.1469-1492.

139
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 140

yabilirsiniz) Osmanlıların ilk “umur-u nafia programı”dır.3 Bunu hürri-


yetin ilanından kısa bir süre sonra 1908 yılı sonlarında Noradunkyan’ın
nazırlığı sırasında hazırlanmış olan ikinci “umur-u nafia programı”4 izle-
miştir.
Bu umur-u nafia programları, yapılması öngörülen karayolları, de-
miryolları, limanlar, akarsularda gemiyle taşımacılık, bataklık kurutulması,
sulama ve taşkınların önlenmesini sağlayacak altyapıların programlanma-
sını yapmaktadırlar. Bu programlarda hangi projelerin yapılacağı, bu pro-
jelerin maliyet tahminleri ve ne tür bir finansmanla ya da yabancı sermaye
sağlanarak yapılabileceğine ilişkin öneriler bulunmaktadır. Bu programlar
alt yapılar konusunda devletin öncülüğünü “menafi-l umumiyeye” hiz-
met etmesine dayandırmaktadır. Bu programlarda kamu yararı kavramı-
nın ortaya çıkmış olması da daha önce üzerinde durduğumuz özel alanın
ayrışması ve özel çıkar kavramının gelişmeye başlamasıyla yakından iliş-
kilidir. Ayrıca altyapıların doğal tekel nitelikleri üzerinde durulmakta ve bu
altyapıların finansmanı ve işletilmesi konusunda geliştirilen önerilerde bu
özellikler göz önünde tutulmaktadır.
Bu programlar Osmanlı modernitesinin gelişmesini anlamamıza de-
ğişik açılardan yardımcı olmaktadır. Programın projelerinin belli bir kesi-
minin gerçekleştirilmiş olması gibi doğrudan etkileri yanı sıra önemli do-
laylı etkileri de vardır. Osmanlı İmparatorluğuna yeni teknolojilerin girişi,
mühendislik eğitiminin gelişimi vb. konular ancak bu programlara refe-
ransla kavranabilir. Ayrıca bu programlar Avrupa’nın kapitalist merkezin-
deki ülkelerle kurulan ilişkiler ve onların Osmanlı İmparatorluğundaki çı-
karlarının uzlaştırılmasında da müzakere zeminleri oluşturmuşlardır.
Örneğin ünlü Bağdat Demiryolu çoğu kez söylendiği gibi salt bir Alman
kapitali projesi değildir. Hasan Fehmi Paşa programında öngörülen bir
projedir. Bu projeye daha sonra Alman sermayesi sahip çıkmıştır. Osmanlı
devletinin ve Alman sermayesinin çıkarlarının uzlaşması sonucu gerçek-

3 Celal Dinçer: “Osmanlı Vezirlerinden Hasan Fehmi Paşa’nın Anadolu’nun Bayındırlık


İşlerine Dair Hazırladığı Layiha”, Belgeler, Cilt V-VIII, 1968-1971, Sayı 9-12, Türk
Tarih Kurumu, Ankara, 1971, s. 153-233.
4 Ticaret ve Nafia Nezareti’nden 1 Kanun-u Evvel Sene 324 Tarihinde Makam-ı Sami-i
Sedaretpenahiye Yazılan Tezkerenin Sureti, Ticaret ve Nafia Nezareti, Ayno programın
Fransızcası Empire Ottoman: Programme du Ministere Travaux Publics,
Constantinople, 1909, adıyla yayınlanmıştır.

140
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 141

leşme yoluna girmiştir. Hasan Fehmi Paşa’nın hazırladığı umur-u nafia


programının bilinmesi bu konudaki yorumumuzu önemli ölçüde değiş-
tirmektedir.
1880’li yıllarda ulaşılan bu imar/kalkınma anlayışı, yalnız merkez bü-
rokrasisi için değil imparatorluğun taşra bürokrasisi için de geçerlidir.
Genellikle Arap eyaletlerinde istinaf mahkemesi reisliği yapmış olan Mu-
hammet Hilal Efendinin, Trablusgarb, Zor Sancağı ve Yemen için yazdığı
layihalar (planlar) bu bakımdan ilginç örneklerdir. Bu çalışmalar önce ele
aldığı yörenin ekonomik ve sosyal yapısını ve sorunlarını betimlemekte,
daha sonra kalkınmayı sağlayacak öneriler yapmaktadırlar. Bu çalışmaları
bir tür bölgesel planlar olarak değerlendirmek olanaklıdır. Zor Sancağı
için hazırlanan layihada imar kavramı “Esas-ı İmar üç şey ile müesses
olur. Birincisi ahalinin nefis ve malınca gerek bir mahalde ikamet ve gerek
bir mahalle gidüp gelmelerinde emniyetin husulüdür. İkincisi seklü’l-imar
olduğu memul bulunan mahallerde tenasülün ve ahalinin tezyidi eshabı-
nın istihsalidir. Üçüncüsü iki rükn-ı azamıdır, o da ahalinin fakir halde
bırakılmayup istihsal-ı esbab-ı servetlerine bakılmaktadır” diye veril-
mektedir.
Osmanlı modernitesinde bir başka planlama yaklaşımını kent planları
düzeyinde görüyoruz. Modern kent planlaması konusundaki ilk çabalar
beklenileceği üzere İstanbul’da başlamıştır. Modern kent planlamasının
yapılabilmesi için topografik ölçümlere dayanan harita alımının gelişmiş
olması bir ön koşuldur. Nitekim ilk planlama çalışması ile harita yapımı
birlikte gelişmiştir. 1870’deki Almanya’nın galibiyetiyle sonuçlanan Fransa
ve Almanya arasındaki savaşta, Alman ordularının genel kurmay başkan-
lığının yapmış olan Von Moltke, Osmanlı ordusunun danışmanı olarak
İstanbul’da bulunduğu yıllarda, 1836-1839 arasında, İstanbul kentinin
topografik ölçümlere dayanarak bir haritasını almıştır. Bu harita kullanı-
larak yapılmış olan plan kayıptır. Ama 1839 tarihli bir ilmuhaberde bu
kararların neler olduğu izlenebilmektedir. Bu ilmuhaber aynı zamanda bir
modern imar talimatnamesi olma niteliğini taşımaktadır.
İlmuhaberde İstanbul’da yeni yapılacak binaların kagir olması, bina
yapacak olanlara geniş ve geometrik kurallara göre geçirilecek yollar çev-
resinde yer gösterilmesi, yeni yapılacak mahallelerde yolların geometrik
kurallara göre geçirilmesi, bu yeni mahallelerde ahşap ev yapmak isteyen
fakir ve fukaraya hiçbir şekilde göz yumulmaması, ebniye-i hassa müdü-

141
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 142

rüne bir görev olarak veriliyordu. Bu ilmuhaberde yapılacak yolların ge-


nişliği 20, 15, 12, 10 zira olmak üzere dört kademeye ayrılmıştı. Çıkmaz
sokak yapılmasına hiçbir şekilde izin verilmeyecek ve olanaklı yerlerde
meydanlar bırakılacaktı.
Bu ilmuhaber daha sonraki yıllarda çıkarılan ebniye nizamnameleri-
nin ve ebniye yasalarının özelliklerini büyük ölçüde yansıtmaktadır. Bu il-
muhaberi, sadece İstanbul için geçerli, 1848 tarihli Ebniye Nizamnamesi
izlemiş, daha sonra 1864 tarihli Turuk ve Ebniye Nizamnamesi çıkarıl-
mıştır. Bu nizamname tüm İmparatorlukta uygulanmak için hazırlanmıştı.
1882’de çıkarılan Ebniye Kanunuyla ise Osmanlı imar yasaları sistemi en
gelişmiş aşamasına ulaşmıştır. Bu yasayla belediyelere açacakları yolların
çevrelerinin haritalarının yaptırmak ve halka ilan etmek yükümlülüğü ge-
tiriliyordu. İstanbul’un planlanmasında hamur kuralının uygulanmasına
olanak sağlanıyordu. İstanbul’da ham arazi ya da bostan gibi yerleri imara
açmak isteyenlere, bu arazide bir okul ve bir karakol yerinin bedelsiz ola-
rak belediyeye terki zorunluluğu getirilmişti. Bu alanların imara açılması
sultanın iznine bağlanmıştı. Bu alanları imara açanların kanalizasyonlarını
yapması ve açılacak yolların kaldırım masraflarına katılması öngö-
rülüyordu. Bu kurallar, daha bu yıllarda kentler civarında spekülatif hare-
ketlerin başladığının ve bunun topluma getirdiği yükün azaltılmaya çalı-
şılmasının göstergesi olarak yorumlanabilir.
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı kentleri çok önemli dönüşümler
yaşamışlardır. Bu dönüşümler kentin tümünü kapsayan planlardan çok
mevzii planlar eliyle gerçekleşmiştir. Bu mevzii planlar yol açımı, yangın
yerlerinin yenilenmesi, özellikle 1877 sonrasında gelen göçmen nüfusun
yerleştirilmesi için yapılmışlardır. Çıkmaz sokaklı, kent içi ulaşımın yaya
olarak kurulduğu, organik dokulu kentler yarım yüzyılda önemli ölçüde
dönüşerek, düzenli bir geometrisi olan araba ulaşımına elverişle yolların
bulunduğu bir kente dönüşmüşlerdir. Bu dönüşümü belli bir ölçüde yol
genişletmeye dönük imar operasyonları sağlamış olsa da dönüşümü ko-
laylaştıran daha çok ahşap konutlardan oluşan kentlerin geçirdiği büyük
yangınlar olmuştur. İlk yangın yeri planları 1854 Aksaray yangınından
sonra Luigi Storari adlı bir İtalyan mühendisine yaptırılan mevzii plan
örneğinde olduğu gibi yabancı mühendislere yaptırılmıştır. 1860’lı yıllar-
dan sonra bu planların Türk subaylarınca yapılmaya başlandığı görülmek-
tedir. 1858’de Bursa’nın Suphi Bey’ce alınan haritası, 1864’de Hocapaşa

142
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 143

yangınından sonra kentin merkezinin “Islahat-ı Turuk Komisyonu” eliyle


yenilenmesi örneklerinde olduğu gibi.5

3. Cumhuriyetin Köktenci Modernitesi İçinde Planlamadaki


Gelişmeler
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması önemli bir kopuştur. Osmanlı İm-
paratorluğu 19. yüzyılda geçirdiği reformlarla özel alana belli güvenceler
getirmiş olsa da patrimonial İmparatorluk olmanın kalıntılarıyla yük-
lüydü. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olacaktı. Cumhuriyetin ila-
nıyla Türkiye’nin modernleşme projesinin ve bunun içinde mekan orga-
nizasyonunun anlamı, önemli bir nitelik değiştirmesi geçiriyordu. Yeni
rejim artık sıkılgan, piyasa mekanizmasıyla gerçekleşen difuzyonist bir
çağdaşlaşmaya razı değildir. Özellikle 1926 sonrasında Ziya Gökalp çiz-
gisinde sentezci bir modernite yaklaşımı terk edilmiş, köktenci bir çağ-
daşlaşma yaklaşımı benimsenmiştir. Bu yaklaşım belki de en iyi ifadesini
“Batı’ya rağmen Batılılaşma” ibaresinde bulmuştur.
Türkiye gibi, bir imparatorluğun çözülmesiyle oluşan ulus devletler,
Avrupa ülkelerinde yaşanan uzlaşma sürecinden farklı bir durumla karşı-
laşmaktadır. Avrupa’da küçük alanlardaki feodal kimliklerin aşılarak bir
ulusal kimliğin oluşturulmasıyla daha büyük bir mekansal alanda bütün-
lük sağlanmaktadır. Oysa bir imparatorluğun çözülmesiyle ya da balkan-
laşmasıyla oluşan ulus devletlerde bir bütünleşme değil parçalanma söz
konusudur. İkinci halde bir ulus devlet oluşmuştur, ancak bundan sonra
bu devleti kuranlarca, bir misyon anlayışı içinde, ulus bilinci yaratılacak ve
ulusun inşası gerçekleştirilecektir.
Çağdaşlaşma projesi tüm bu dönüşüm ve gelişmelerin çağdaş toplu-
mun akılcı ve pragmatik yaklaşımı içinde gerçekleştirilmesini öngörmek-
tedir. Daha açık olarak ifade edilirse, bilimin yol göstericiliğinde, teknik
bilgiye önem vererek, planlı olarak, halkın beklentilerine yanıt verecek
şekilde ve halkın kapasiteleriyle tutarlı olarak gerçekleştirilmesi gerek-
mektedir. Cumhuriyet yöneticilerinin radikal modernite projesinin uygu-
lanmasında planlı yaklaşımı genellikle üç konuda uyguladıkları görül-
mektedir. Bunlardan biri ülke topraklarının bir ulus devlet mekanına

5 Bu konularda daha ayrıntılı bir inceleme için Bkz. İlhan Tekeli: “Türkiye’de Kent
Planlamasının Tarihsel Kökleri” Derleyen Tamer Gök: Türkiye’de İmar Planlaması,
ODTÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara, 1980, s. 8-112.

143
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 144

dönüştürülmesi, ikincisi ülkenin sanayileşmesinin gerçekleştirilmesi, üçün-


cüsü ise çağdaş kentin oluşturulmasıdır. Başka bir deyişle modernitenin
yerinin (place) yaratılmasıdır. Gerçekte bu üç alandaki gelişmeler birbirini
destekleyici niletiktedir. Cumhuriyet yönetimi de bu tamamlayıcılıktan
yararlanmaya çalışmıştır.
• Ulus Devlet İçin Mekansal Çözüm
Cumhuriyet, radikal modernite projesinde ulus devleti oluşturabilmek
için mekansal düzenleme stratejilerine önemli bir yer vermiştir. Ülke
düzeyinde izlenen mekansal stratejinin üç önemli öğesinin olduğu söyle-
nebilir. Bunlardan en önemlisi üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstan-
bul’un bırakılarak hemen hemen Cumhuriyetle eş zamanlı olarak Anka-
ra’nın başkent ilan edilmesidir. Bu devrimci bir karardır. İstanbul ülkenin
dış dünya ile en sıkı eklemlenmiş, bir bakıma en çok Batılılaşmış kesimi-
dir. İstanbul’un bırakılmış olması, yeni ya da “gerçek” bir çağdaşlaşma
modelinin aranmakta olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu tür ulusalcı bir
çağdaşlaşmanın örneğinin kozmopolitleşmiş İstanbul’da gerçekleştirile-
meyeceği düşünüldüğünden Ankara’da yaratılmasına çalışılmaktadır. Ana-
dolu’nun ortasında yozlaştırıcı etkilerden uzak “gerçekten” aydınlanmış
bir ulus devletin başkenti yaratılacaktır.
Bu stratejinin ikinci öğesini ülkeyi “demir ağlarla örmek” oluşturmuş-
tur. Osmanlı İmparatorluğunun demiryolu sistemi, ülkenin iç pazarının
bütünlüğünü sağlamaktan çok, ülkenin değişik bölgelerini etkisi altında
bulunduğu dış gücün ekonomisiyle bütünleştirmeye dönük bir biçimde
gelişmişti. Birbiriyle işbirliği yapmak istemeyen yabancı şirketler eliyle ge-
liştiği için de birbirinden kopuk hatlar halindeydi. Cumhuriyet dönemi
bir yandan yeni hatlar yaparak, öte yandan yabancı şirketler elindeki hat-
ları devletleştirerek, Ankara merkezli bir demiryolu şebekesi oluşturdu. Bu
şebeke hem iç pazarın bütünlüğünü sağlıyor hem de ülkeyi “baştan başa
sararak” başkentin vatanı üzerindeki denetimini güçlendiriyordu.
İzlenen stratejinin üçüncü öğesini ise 1929 krizi sonrasında gelişen
devletçilik politikası sonucu uygulanmaya başladığını göreceğimiz sanayi
planlarında, yapılması öngörülen fabrikaların yerlerinin demiryolu gü-
zergahı üzerindeki küçük Anadolu kentleri olarak seçilmesi oluşturmuş-
tur. Bir yandan bu kararlar, öte yandan Anadolu’nun tüm yerleşmelerinde
kurulan Halkevleri, modernite projesinin tüm ülke sathına yayılması iste-
ğinin en somut kanıtlarıdır.

144
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 145

Ülke mekansal yapısının ulus devlet mekanına dönüştürülmesinde


Cumhuriyetin izlediğini söylediğimiz bu dört öğe uygalamalara bakarak
çıkarsanmıştır. Bunları bir plan ya da politika dökümanında bir arada bul-
muyoruz. Ama bu politikaların uygulanmasıyla yakından ilişkili iki prog-
ram çalışması bulunmaktadır. Bunlar 19236 ve 1929 tarnihli7 umur-u
nafia programlarıdır. Bunlar da Osmanlı dönemi umur-u nafia progra-
mının geleneği uzantısında hazırlanmış altyapı programlarıdır. 1923 prog-
ramı Ankara’nın başkent olarak ilanından önce hazırlanmış bir plandır.
Eğer Ankara başkent olmasaydı Türkiye’nin altyapısının nasıl gelişebile-
ceğini göstermesi bakımından ilginçtir. 1929 programı ise Ankara mer-
kezli bir ulus devlet mekanını oluşturmaya yönelmiştir.
• Planlı Sanayileşme
Radikal bir modernite projesinin başarıyla uygulanabilmesinin, büyük
ölçüde ekonomik altyapısının oluşmasına, yani sanayileşmeyi gerçekleş-
tirmesine bağlı olduğunu Cumhuriyetin önderleri biliyorlardı. Kazım Ka-
rabekir daha 1922 yılında Trabzon ve Erzurum yörelerinde uygulatmak
üzere A.Şerif Önay’a Mahsulatı Mahalliye İçin Tahmini Sanayi Projeleri
Layihasını hazırlatmış ve TBMM Hükümeti Matbuat ve İstihbarat Mü-
düriyet-i Umumiyesine 1923 yılında yayımlatmıştı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devletçi bir politika izlenmemiş, sanayi-
leşmenin gerçekleştirilmesi özel kesimden beklenmiştir. Bu paralelde
1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmıştır. 1929 Dünya Buhra-
nı’nın etkisiyle Türkiye yeni ekonomik politikalar arayışı içine girmiştir.
Bu bunalım ile birlikte Türkiye büyük bir dış ticaret açığı ile karşılaş-
mıştır. Bu açığı kapatmak için Cumhuriyet, ilk ekonomik planlarını ha-
zırlamaya başlamıştır. Bu planlarda bir yandan ihracatı artırmak için
öneriler yer alırken öte yandan ithal ikamesi yaparak ithalat miktarını
azaltacak yatırım projelerine yer verilmiştir. 1931 yılında toplanan CHF
Üçüncü Büyük Kurultayında “devletçilik” ilkesinin kabul edilmesinden
sonra, bu planlarda yer alan projelerde devlet girişimciliğine öncelik ve-
rilmiştir.

6 Türkiye Devleti Nafia Vekaleti: Umur-u Nafia Programı, Dersaadet 1339.


7 Recep Peker döneminde hazırlanan bu program hakkında Bayındırlık İşleri
dergilerinde bazı bilgiler bulunmakla birlikte programın tümünün nerede bulunduğu
hakkında bilgimiz bulunmamaktadır.

145
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 146

Bu türdeki planların ilkinin hazırlanmasına 1929 yılı Haziranında İk-


tisat Vekili Şakir (Kesebir)’in başkanlığında bir komitece başlanmış, ha-
zırlanan plan 1930 Martında İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor adıyla
yayımlanmışsa da ekonomik buhranın etkisiyle uygulamaya geçilemeden
aşılmıştır. Bunun üzerine sorumluluğunu bizzat başvekilin yüklendiği, bir
kalkınma stratejisi niteliğindeki İktisat Programı hazırlanmıştır. Bu prog-
ram da 1930 yılı Nisanında tamamlanmış, ancak hızlı siyasal gelişmeler
karşısında kısa sürede anlamlılığını yitirmiştir.
Buhran içinde hazırlanan ilk planlama çalışmalarının başarıya ulaşa-
mayışı üzerine buhranın en yoğun olarak hissedildiği 1932 yılı Mayıs
ayında Başvekil İsmet İnönü, Rusya ve İtalya’yı ziyaret etmiştir. Bu ziya-
retin amacı sanayi hamlesi için dış kaynak bulmaktı. Sovyetler birliğin-
den 8 milyon altın dolarlık bir dış kredi bulunmuştur. İtalya verdiği kredi
sözünü yerine getirmemiştir. Türkiye Sovyetlerden ayrıca planlama uz-
manları istemiştir.
Bu amaçla temmuz ayında Prof. Orlaf başkanlığında bir uzman heyeti
Türkiye’ye geldi. Türk uzmanlarla birlikte beş yıllık Birinci Sanayi Pla-
nı’nı hazırlandı. Türk uzmanlarının başında da 1922 yılındaki yöresel sa-
nayi programını hazırlayan A. Şerif Önay bulunuyordu. Mustafa Şeref
(Özkan)’ın iktisat vekilliği sırasında sürdürülen bu çalışmalar üç yıllık bir
sanayi programını hazırlamak için yapılmaktadır. Hazırlanan bu progra-
mın İktisat Vekaletinin denetiminde kurulan Devlet Sanayi Ofisince uy-
gulanması düşünülmektedir. Devletçi görüşleri eleştiriye uğrayan Mustafa
Şeref Bey daha program tamamlanmadan istifa etmek durumunda kal-
mıştır. Plan Celal Bayar’ın iktisat vekilliği sırasında tamamlanmıştır. Plan
1933 yılı Ocağında Raporlar başlığıyla yayımlanmıştır.8 Rapor başlıca iki
kısımdan oluşuyordu. Birinci kısmında dokuma, maden, selüloz, seramik,
kimya ve demir çelik dallarında 20 fabrika için geliştirilen projeler yer alı-
yordu. İkinci kısmında ise İktisat Vekaletinin yeniden örgütlenmesi için
öneriler bulunuyordu.
Celal Bayar yapılmakta olan planlama çalışmalarında iki değişiklik yap-
mıştır. Bunlardan birincisi planı uygulamak için Devlet Sanayi Ofisi yerine
Sümerbank’ı kurdurması, ikincisi ise Sovyet uzmanlarına karşı bir denge

8 Afet İnan: Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1973.

146
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 147

oluşturacak biçimde iktisadi gelişme raporları hazırlamak üzere ABD’den


Walker D. Hines ve arkadaşlarını çağırmasıdır. Amerikan heyetinin Türk
ekonomisi için hazırladığı raporlar uygulamada etkili olmamıştır.
Çok sınırlı alanda öneriler getiren plan Sümerbank’ın elinde hızla
uygulanma olanağı bulmuştur. Bir yandan “dört yılda beş yıllık plan” slo-
ganıyla uygulama hızlandırılmaya çalışılırken, öte yandan planlama faali-
yetleri sanayi dışı sektörlere yayılmıştır. İlk ele alınan yeni alan madencilik
olmuştur. 1935 yılı Haziranında Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü, Elek-
trik İşleri Etüd İdaresi ve Etibank kurulmuştur. Etibank, Sümerbank’a ben-
zer bir şekilde maden çıkarımı ve elektrik üretimi konularında hazırlanacak
projelerin finansman ve uygulama örgütü işlevini yüklenmiştir.
Bir yandan birinci planın hızla uygulanmakta olması, öte yandan dev-
let girişimciliğinin yeni alanlara yönelmesi 1936 yılı Ocak ayında İkinci Sa-
nayi Planı’nın hazırlıklarına başlanmasını gerektirmiştir.9 Bu plan bir
anlamda birinci sanayi planının uzantısıdır. Bu planda artık dış ticaret açı-
ğının kapanması için ihracatın artırılması istenilmemektedir. Çünkü bu
açık kapanmıştır. Bu planda artık hızlandırılacak sanayileşmenin gerektir-
diği ithalatı karşılamak için ihracat istenmektedir. İkinci plan 100 yeni te-
sisin yapılmasını öngörmektedir. Birinci planda 45 milyon liralık bir
yatırımla 15.500 kişilik bir istihdam yaratması öngörülmüşken, ikinci
planda 112 milyon liralık bir yatırımla 35.000 kişilik bir istihdam yara-
tılması öngörülüyordu.
Bu plan 1936 yılında tamamlanmasına karşın finansman sağlanama-
dığından hemen uygulamaya konulamamıştır. 1937 yılında bu planın ma-
dencilik kesimi bir bakanlar kurulu kararıyla ve Üç Yıllık Maden Programı
adıyla uygulamaya konulmuştur. 1938 yılında İngiliz ve Alman dış kre-
dilerinin sağlanması üzerine ikinci plan yeniden düzenlenerek Üçüncü Sa-
nayi Planı hazırlanmıştır. Bu plan Sümerbank, Etibank, Denizbank,
Toprak Ofisi, Emlak ve Eytam Bankası eliyle 168 milyon liralık bir yatı-
rımı öngörüyordu. Ama Türkiye 1939 Nisan’ında II. Dünya Savaşı’nın
yakın olduğunu kestirerek, savaş çıktığında ülke ekonomisinin kendine
yeterliliğini artıracak kapsamlı bir İktisat Savunma Planı hazırladıysa da sa-
vaşın çıkması üzerine bu plan da uygulanamadı.

9 Afet İnan: Türkiye Cumhuriyetinin İkinci Sanayi Planı 1936, Türk Tarih kurumu
Yayınları, Ankara, 1973.

147
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 148

Savaş içinde Türkiye önemli ekonomik sorunlarla karşılaştı. Ekono-


misinin yetersizliğini çok yakından tanıdı, Milli Korunma Kanununu
çıkarmak ve bazı mallarda tayınlamaya gitmek durumunda kalındı. Sa-
raçoğlu Hükümeti, 1944 yılında Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı
büyük saldırısını başlattığında “Harp Sonrası Kalkınma Plan ve Progra-
mının” hazırlanmasına karar verilmiştir. Bu plan Sanayi Tetkik Heyeti
Reisi Şevket Süreyya Aydemir’in başkanlığında Sümerbank ve Etibank
uzmanlarının katılımıyla hazırlandı. Bu plan uzun erimde 1.345 milyon
liralık büyük bir sanayi yatırımını ön görüyordu. Bu uzun erimli prog-
ram içinden Sümerbank tarafından uygulanacak 110 milyon liralık kesi-
miyle Etibank tarafından uygulanacak 165 milyon liralık kesimi Beş Yıllık
İvedili Sanayi Planı adı altında bir araya getirilerek Savaşın bitmesinden
iki gün sonra bakanlar kuruluna sunulmuştur. Bu sanayi programının
yanı sıra 1946 yılında 2.310 km’lik 15 yıllık bir demiryolu programı,
20.000 km’lik bir karayolu programı, yedi yıllık büyük su işleri prog-
ramı ve on yıllık Birinci Sağlık Programı hazırlanmıştı. Bir anlamda plan-
lama devletin tüm yatırım alanlarını kapsayacak biçimde yaygınlaşmış ve
çok sektörlü hale gelmişti.10
Hazırlanan bu planlar, Türkiye’nin içine girmek durumunda kaldığı
yeni dış ilişkileri göz önüne almadığı için savaş sonrasında doğrudan uy-
gulamaya konulamadı. Oysa daha savaş içinde Türkiye, Breton Woods
anlaşmasını imzalamış ve bunun getirdiği uluslararası düzenin içine gire-
bilmek için 6-7 Eylül 1946’da büyük bir develüasyon yapmıştı Batı eko-
nomik sistemi içinde yer almak için yapılan Marshall Yardımından pay
almayı umuyordu. Oysa Batıda Türkiye’nin sanayileşmesi için de tarımını
geliştirmesi ve Avrupa’nın gıda maddeleri gereksinmesini karşılamasına
yardımcı olması isteniyordu. Bu durumda hazırlanan planlar uygulanabi-
lirliliğini kaybetmişti.
Bu nedenle 1947 yılı Şubat ayında Kemal Süleyman Vaner’e yeni bir
plan hazırlaması görevi verildi. Vaner Türkiye Kalkınma Planı’nı hazırladı.
Marshal yardımından yararlanılmak istenildiğinden, bu plan sanayiden
çok tarımsal gelişmeye önem veriyordu. Bu planın yapısı daha önceki
planların projeler toplamından oluşan yapısından ayrılıyordu. Ekonomi-

10 İlhan Tekeli: “II. Dünya Savaşı Sırasında Hazırlanan Savaş Sonrası Kalkınma Plan ve
Programları”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 1979 -1980 Özel Sayı, s. 389-428.

148
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 149

nin tarım, ulaştırma, su işleri, enerji ve sanayi sektörlerini kapsamaktaydı


ve ayrıca plan kararlarının “milli gelir” gibi ekonominin makro büyük-
lüklerle ilişkisi kurulmaya çalışılıyordu.11 Bu plan gerçekte popülist mo-
derniteye geçişin bir habercisi oluyordu.
• Çağdaşlığın Yeri Olarak Kentler
Köktenci modernite projesi bir yandan ülkeyi bir ulus mekanı haline
getirmeye çalışırken öte yandan kentlerin de çağdaşlığı yayan bir nitelik
kazanmasını istiyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşından başarıyla çıkan ve
Cumhuriyeti ilan eden Türkiye daha başlangıçta iki büyük kentsel plan-
lama sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birincisi Yunan ordusu-
nun Anadolu’dan çekilirken yaktığı Batı Anadolu kentlerinin planlanarak
imar edilmesi sorunuydu. İkincisi ise Ankara’nın başkent olarak ilanının
Cumhuriyeti büyük bir kent planlaması iddiasıyla karşı karşıya bırakma-
sıydı. Ankara’nın çağdaş bir kent olarak gerçekleştirilememesi Cumhuri-
yet rejiminin başarısızlığa uğraması demek olacaktı. Bir anlamda rejimin
başarısı ile kent planlamada gösterilecek başarı özdeşleşmiş bulunuyordu.
1930’lu yıllardan sonra bunlara Anadolu’da devletin sanayi kurduğu kent-
lerin ve diğer önemli yerleşmelerin Ankara’da geliştirilmekte olan modele
uygun olarak çağdaşlaşmasının sağlanması eklendi.
Cumhuriyetin karşılaştığı birinci sorun olan yangın yerlerinin imarı
gerçekte Osmanlı kent planlaması pratiğinin esas alanını oluşturuyordu.
Bu konuda birikmiş belli bir beceri vardı. Ege’de yanmış kentler Türk ha-
rita mühendislerine hazırlatılan planlarla zaman içinde imar edildiler. Ama
Ankara konusunda Türkiye yeni bir sorunla karşı karşıya bulunuyordu.
Ankara, Cumhuriyet burjuvazisi ve bürokrasisi tarafından İstanbul’un
kozmopoliten havasından kurtarılarak, ulusalcı bir çizgide, çağdaş yaşam
kalıplarını benimsemiş olarak geliştirilmek isteniyordu. Bu konuda da ku-
rulacak modern kente araçsal bir işlev yükleniyordu. Böyle bir konuda ise
toplumda gelişmiş bir birikim yoktu. Tutulacak yol deneme-hata ile ge-
liştirildi. Ankara’ya da önce Osmanlı döneminden kalma yasal sistem ve
alışkanlıklar içinde yaklaşıldı. Ama bu bakımdan 1928 yılı bir dönüm yılı
oldu. 1351 sayılı yasayla güçlü planlama ve uygulama yetkileriyle dona-

11 İlhan Tekeli Selim İlkin: Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma
Planı, ODTÜ, Ankara, 1981.

149
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 150

tılmış bir “Ankara Şehri İmar Müdürlüğü” kuruldu. Aynı yıl uluslararası
üç plancı arasında sınırlı bir yarışma açıldı. Bu yarışmayı Herman Jansen
kazandı ve Ankara için tüm kenti kapsayan bir plan hazırladı. Ankara planı
hem Cumhuriyetin çağdaşlık konusundaki amaçlarını gerçekleştirmek
hem de nüfusu yılda yüzde 6 hızla büyüyen bir kentin sorunlarını çöz-
mek zorundaydı. İstenilen sonuçların elde edilmesinin kolay olmadığı kısa
sürede görüldü. Böylece Türkiye spekülatif bir arsa piyasasının bulun-
duğu, hızla büyüyen bir kentte, plan uygulamanın zorluklarını ilk kez An-
kara örneği üzerinden kavramaya başladı.
Cumhuriyet yönetimi bu amaçlarını gerçekleştirmek için, Ankara ör-
neğinde edindiği deneyimler paralelinde olmak üzere, 1930-1935 yılları
arasında çıkardığı beş yasa ile, Osmanlılardan kalan mevzuatını değiştire-
rek yeni bir kurumsal düzenlemeye gitmiştir. Bunlar; 1930 yılında çıka-
rılan 1580 Sayılı Belediye Kanunu ve yine aynı yıl çıkarılan 1593 sayılı
Umumu Hıfzıssıha Kanunu, 1933 yılında çıkarılan 2290 Sayılı Yapı ve
Yollar Kanunu, yine aynı yıl çıkarılan 2033 Sayılı Belediye Bankası Ku-
ruluş Kanunu, 1934 yılında çıkarılan 2722 Sayılı Belediyeler İstimlak Ka-
nunu ile 1935 yılında çıkarılan 2763 Sayılı Belediyeler İmar Heyetinin
Kuruluşuna İlişkin Kanundur. Ayrıca mimarlık ve mühendislik mesleği
için çıkarılan yasayla da kentlerde bina yapımı diplomalı meslek adamla-
rının tekeline bırakılmıştır. Pratikte tam uygulanmamış olsa da bu yasayla
bina yapımı gelenekten koparılmış, meslek sahiplerinin tasarımına bıra-
kılmıştır. Kuşkusuz bu tutum dayanağını Cumhuriyetin aydınlanmacılı-
ğında bulmaktadır.12
Bu yasalarla belli bir büyüklükteki kentlerin belediyelerine plan yap-
tırılması zorunluluğu getirilmiştir. Bu planlar merkezi kurumlar eliyle ya-
pılan ya da yaptırılan planlar olmuştur. Bu dönemde Bayındırlık Bakan-
lığında kurulan Şehircilik Fen Heyeti ve İçişleri Bakanlığına bağlı
Belediyeler İmar Heyeti eliyle hemen hemen tüm önemli yerleşmelerin,
Yapı ve Yollar Kanununca öngörülen, modernist çerçeveye uygun plan-
ları yaptırılmıştır. Bir önceki dönemde başladığını gördüğümüz planlama
faaliyeti bu dönemde yaygınlaşmış ve harita mühendislerinin faaliyet
alanı olmaktan çıkarak mimarlığın hüner alanı içinde görülmeye başla-
mıştır.

12 İlhan Tekeli İlber ortaylı: Türkiye’de Belediyeciliğin Evrimi, Türk İdareciler Derneği,
Ankara, 1978, s. 50-66.

150
12 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 2 sayfa 135-151:Layout 1 29.10.2009 23:16 Sayfa 151

Bu değişim “güzel kent” anlayışının Türkiye’de yayılmaya başlaması-


nın sonucudur. Artık kentin parçalarının planlanmasıyla yetinilmemekte,
kentin tümü planlanmaktadır. Bu planlama genellikle var olan kent do-
kularına saygılı olmayan modernist bir planlamadır. Yeni kesimlerinde
bahçeli evler düzeni önerilmiştir. Bu, Batı’da gelişmiş olan “Bahçe Kent”
ütopyasının Türkiye’ye yansımasını göstermektedir. Bu planlar iki ba-
kımdan eleştiri konusu olmuştur. Bunlardan birincisi hazırlanan planların
Türk kentlerinin dokularıyla uyuşum içinde bulunmadığı ve yıkıcı so-
nuçlar doğuracağı üzerinde durmaktadır. İkinci eleştiri konusu, bu plan-
ların salt estetik kaygılarla hazırlanması, kentin ekonomisini, uygulama
sorunlarını dikkate almaması ve gerçekleştirilmesinin pahalı olmasıdır. Be-
lediyelerin kaynaklarının sınırlı olması karşısında bu planların sadece yeni
mahallelere ilişkin kesimleri uygulanabilmiş, tarihi mahalle kesimleri uy-
gulanamadığı için de bu planlamanın tahrip edici yüzü ortaya çıkmamış-
tır. Ama Cumhuriyetin kentin planlanmasına verdiği önem planlamayı
kentsel gelişmenin tek meşruiyet çerçevesi haline getirmiştir.

4. Son Verirken
Bu yazıda yüzyılı aşkın bir dönemde gelişimini izlediğimiz Osmanlı ve
erken Cumhuriyet modernitesinin ne kadar başarılı ya da başarısız olduğu
ve bu konuda yapılan planların etkisinin ne olduğuna ilişkin bir değer-
lendirme yapılmamaktadır. Zaten böyle bir değerlendirmeyi nesnel olarak
temellendirmek olanağı bulunmamaktadır. Bu soru karşısında, her zaman,
yaşanan gelişmenin anlatısına ilişkin alternatif bir senaryo kurulabilir. Eğer
bu senaryoya uygun olarak davranılsaydı daha başarılı bir gelişmenin sağ-
lanabileceği ileri sürülebilecektir. Bu alternatif senaryoya dayanarak top-
lumdaki aktörlerin hangilerinin başarılı olup olmadığı konusunda
sonuçlar çıkarılabilecektir. Senaryoların değiştirilmesine paralel olarak, so-
rumlu ya da başarısız aktörlerin kimler olduğu kolayca değişebilecektir. Bu
nedenle böyle çok uzun süreyi kapsayan, çok karmaşık süreçlerin değer-
lendirilmesinde sorumlular saptamaya çalışmak anlamlı olmamaktadır.
Burada yapılabilecek tek saptama Osmanlı ve erken Cumhuriyet yöne-
timlerinin toplumda kalkınmaya (imara) ilişkin gelişmesine paralel ola-
rak geleceğe rasyonel bir yönelme aracı olarak planlamaya başvurduğudur.
Zaman içinde sistemin başvurduğu planlama türleri çeşitlenmiş ve nite-
likleri gelişmiştir.

151
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 152

KENT TARİHİ YAZIMI KONUSUNDA


YENİ BİR PARADİGMA ÖNERİSİ*

1. Giriş
Kent plancıları hem dünyada hem Türkiye’de kent tarihine yakından
ilgi duyarlar. Eğitimleri sırasında kent tarihi konusunda ders alırlar. Ama
kent tarihi yazıcılığının sorunları üzerinde düşünmek onların gündeminde
yer almaz. Benzer şekilde, kent tarihi yazanlar da yazdıkları tarihlerin kent
plancılarına yapabileceği katkıyı hesaba katmazlar. Oysa bir kent tarihi ya-
zıcısının kurduğu anlatı ile, kent plancısının geliştirdiği senaryo redüksi-
yon1 yoluyla yapılan çıkarsamalara dayanır. Bu nedenle her iki uğraş da
aynı tür metodolojik sorunlarla karşı karşıyadır.
İki taraf da genellikle bu derinlerdeki benzerliğin bilincinde değildir.
Çünkü kent tarihi yazıcılığı genellikle kent planlamasına yararlılığı açı-
sından bir eleştiriye tabi tutulmamaktadır. Böyle bir eleştiri yapılmayınca
da kent tarihi yazımının, kent plancılarının faaliyetlerine katkısı sınırlı kal-
maktadır.
Günümüzün kent tarihi yazımında en genel hatlarıyla iki farklı tutu-
mun ya da paradigmanın bulunduğu söylenebilir. Birinci paradigmada,
bir kent mekanının sosyo-mekansal süreçlerle zaman içinde nasıl bir fark-
lılaşma geçirdiği betimlemeye çalışılır. Bunu genel olarak tarihsel coğrafya
paradigması olarak adlandırabiliriz. Bu paradigma evrensellik iddiası ta-

* Bu yazı Özcan Altaban’a armağan kitabında yayımlanmıştır.


Tan Şenyapılı (Derleyen) Cumhuriyet Ankarası ODTÜ Yayıncılık, Ankara 2005. s. 2-
21.
1 Bilim alanındaki mantık çıkarsamaları nedenden yola çıkarak sonucu kestirirler. Oysa
hem tarihte hem de planlamada sonuçtan yola çıkarak nedenlere ulaşılmak istenilir.
İşte bu ikinci çıkarsama türüne redüksiyon denir.

152
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 153

şıyan kent sosyolojisi alanına Şikago okulunca taşındığında, eşmerkezli


dairesel zonlar ya da sektörel zonlar kuramında görülenlere benzer bir ni-
telik kazanmıştır. Bu tür bir kuramda tarihsellik, ya parantez içine alın-
mıştır ya da evrensel geçerlilik iddiası taşıyan söz konusu şemalar, ulaşıl-
ması zorunlu bir ereksellik kazanmıştır. Bu paradigmanın içinde plancıya
ve onun yapacağı bir düzenlemeye yer kalmamıştır. Hatta bunun da öte-
sine geçerek toplumdaki hiçbir bireyin tercihinin öneminin kalmadığı söy-
lenilebilir.
İkinci paradigmada ise kent tarihlerinin, planlamalar tarihlerinin bi-
rikmesi olarak yazıldığı söylenebilir. Birinci paradigmada iradi seçmelere
hiçbir yer kalmamışken ikinci paradigma kent tarihini iradi seçmelerin bir
birikimi olarak görmektedir. Bu halde de çok güçlü bir belirleyici olarak
adeta tanrılaşmış bir aktör vardır. Bu aktör planlama anlayışına göre ya
plancı ya da plancı ile bütünleşmiş siyasetçidir. Kentin tarihi birbirini iz-
leyen planlamaların tarihiyle özdeşleşmiş olarak görülmek istenmektedir.
Oysa kentin pratikteki gelişmesi bu varsayımı geçersiz kılmaktadır. Plan-
lamaların tarihi kentin tarihiyle özdeşleşmemekte, kurulan anlatı bir ken-
tin öyküsü olmaktan çok uygulanmayan planların öyküsü haline gelmek-
tedir. Bu saptamalar ise sürekli olarak planlama yöntemlerinin üzerinde
düşünülmesine ve plan anlayışının dönüşmesine yol açmaktadır. Bu ge-
lişmeler sonucunda günümüzde ulaşılan müzakereci ve işbirliği yapıcı
planlama anlayışı, plancı dışındaki pek çok etkili aktörü de sürecin içine
katmaktadır. Bu bakış açısı sonucu, planlamanın önden belirleyici rolü
azaldıkça, bir kentin planlama tarihiyle, kent tarihinin özdeşliğini varsay-
mak olanağının arttığı söylenebilir..
Günümüzde kent tarihi yazıcılığında hakim paradigmanın birincisi ol-
duğu, ikincisinin daha çok kent plancılarının yazdığı tarihlerde kullanıldığı
söylenebilir. Bu yazıda ben üçüncü bir paradigmayı geliştirmeye çalışa-
cağım. İlk iki paradigmanın özellikle Türkiye’nin kentleşme deneyimini
kavramakta yetersiz kalacağını düşünüyorum. Birinci paradigma kenti bi-
çimlendiren temel dinamik olarak bireylerin çıkarlarını en çoğa çıkarma
güdüsünü temel alıyor. İkinci paradigmanın gerisindeki dinamik ise iyi
bir kentin nasıl olduğuna ilişkin plancının ya da toplumun oluşturduğu
kabulleri içeriyor.
İlk iki paradigma iki önemli özelliği çözümlemelerinin dışında bırak-
maktadır. Birincisi toplumda var olan kurumsal yapının büyük ölçüde
hesaba alınmayışıdır. Burada kurumsal yapı çok geniş anlamda kullanıl-

153
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 154

maktadır. Bir yandan kenti biçimlendiren binalar ve onlara ilişkin denetim


süreçlerinin meşruiyet sınırlarını, öte yandan kentte yaşama kurallarının
tanımlanma biçimini kapsamaktadır. İkincisi ise bu süreçler içinde yer
alan toplumsal aktörlerin kapasitelerinin kurumsallaştırılmış meşruiyet
çerçeveleriyle uyumsuzluğudur. Türkiye’de kentsel gelişme büyük ölçüde
kabul edilen meşruiyet çerçeveleriyle, toplumdaki aktörlerin kapasiteleri-
nin yarattığı uyumsuzluğu gidermek için toplumun yarattığı spontan çö-
zümler tarafından belirlenmektedir denilebilir. Üçüncü paradigma söz
konusu uyumsuzluğu kenti biçimlendiren temel dinamiklerden biri olarak
kabul etmektedir. Bu ele alış kent tarihi yazıcılığını topluma gömülü hale
getirmektedir.
Üçüncü paradigmada toplumdaki aktörlerin yetersizlikleri tüm aktörler
yelpazesini kapsayacak biçimde ve değişik türdeki yetersizliklerin tümü bir-
likte ele alınacaktır. Örneğin bu yetersizlikler; toplum düzeyinde kapital
birikiminin azlığı, devlet ya da yerel yönetimler düzeyinde kurumsal du-
yarsızlık (inresponsiveness), plan yapabilme ve denetim kapasitesinin dü-
şüklüğü, bürokrasi düzeyinde disiplin eksikliği, firmalar düzeyinde kapitalin
az olması, orta sınıflar düzeyinde gelir düşüklüğü, kırdan kente koparak
gelen gruplarda, gelir, hüner, bilgi ve görgü eksikliği vb.leri olabilecektir.
Uyumsuzluğun giderilmesinde başvurulan yollar ise spontan ve kıs-
men yasa dışı bina sunum biçimlerinin ortaya çıkışını, rüşvet, yasa dışı
güç kullanımı ya da mafyalaşmayı, kabul edilen meşruiyet kalıplarının dı-
şına çıkışa popülist göz yummaları, meşru kabul edilen düzenin işleyi-
şinde mekanda ve zamanda istisnalar yaratılmasını ya da afları ve nihayet
yeni düzenlemelere gidilmesi gibi çok geniş bir yelpazeyi kapsayacaktır.
Bir ülkede bunlardan hangi tür uyum mekanizmalarının işlerlik kazana-
cağını ise büyük ölçüde o ülkenin siyasal süreçleri ve ekonomik gelişmiş-
lik düzeyi belirleyecektir. Tabii ki Türkiye gibi uyumunu demokratik bir
rejim içinde gerçekleştirmeye çalışan ülkelerde başvurulan uyum süreçle-
rinin nitelikleri diktatörlüklerden farklı olacaktır.
Önerilen bu paradigmanın üstünlüklerini gösterebilmek için bir dü-
şünce deneyimi yapalım. Bir an için Türkiye’nin büyük kentlerinin ge-
lişme tarihini ikinci paradigmaya göre yazdığımızı düşünelim. Bu bir
başarısızlık öyküsü olacaktır. Bu öykü plancıların daha başarılı planlar yap-
masına yol göstermekten çok plana uymayanları suçlamasına ya da daha
çok yetki talep etmesine yol açacaktır. İkinci paradigma plancıyı bu kadar

154
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 155

kısır bir yoruma mahkum etmektedir. Oysa üçüncü paradigmaya göre ya-
zılan bir tarih sonrasında plancı, planlamasının kalitesini geliştirebilecek
pek çok ipucuna kavuşacaktır. Koyduğu hedeflerin ya da sorgulamadan
kabul ettiği kurumsal çerçevenin toplumun nitelikleriyle tutarsızlığını açık
olarak görecek, yeni ve daha gerçekçi beklentiler içine girecek, bununla tu-
tarlı yeni kurumsal düzenlemelere gidebilecek, kentlilerin önemli bir kıs-
mını yasa dışı konuma iten kurumsal düzenlemeleri sorgulayabilecek,
hangi aktörlerin ne tür süreçler içinde yapabilir hale getirilebileceği ko-
nusunda öneriler geliştirebilecektir. Kent tarihinin bu biçimde yazılması-
nın yararlı olacağını kabul eden bir görüş kent planlamasında kurumsal
düzenlemelerin kritik rolünü de kabul etmiş olacaktır.

2. Türkiye’nin Üç Büyük Kentinin Cumhuriyet Dönemindeki


Gelişme Öyküsü
Bu yazıda önerilen bu yeni paradigma kullanılarak Türkiye’nin üç
büyük kenti; İstanbul, Ankara ve İzmir’in gelişme öyküsü anlatılmaya ça-
lışılacaktır. Yeni paradigma bir ulus devletin kentlerinin gelişme dene-
yimlerindeki farklılıkları değil benzerlikleri ön plana çıkarmaya uygundur.
Bu yazıda üç kentin öyküsünü kurarken ve esas olarak üçüncü yaklaşımı
kullanırken, farklılıkların da altını çizebilmek için yer yer birinci ve ikinci
paradigmadan da yararlanacağım.
Kuracağım anlatıda modernist meşruiyet çerçevesi kavramı, merkezi
bir önem kazanacağı için önce modernist meşruiyet çerçevesiyle ne kas-
tedildiğine açıklık kazandırmam gerekiyor. Modernist meşruiyet çerçeve-
siyle, modernite projesini benimseyen bir ülkenin, kentin inşasına ve
kentteki yaşama ilişkin kurumsal düzenlemelerinin tümü kastedilmektedir.
Öyle ise üç kentin öyküsünün kurulması Türkiye’de modernite proje-
sinin gelişmesiyle yakından ilişkili olacaktır. Çeşitli yazılarımda Tür-
kiye’nin modernite projesinin etkisi altında dönüşmesini dört farklı
döneme ayırarak inceledim. Bu yazıda da aynı dönemlemeyi kullanaca-
ğım. Bu dönemlemede; 19. yüzyılın ikinci yarısından Cumhuriyete kadar
olan dönem utangaç modernite, 1923-1950 arası radikal modernite,
1950-1980 arası popülist modernite, 1980’den günümüze kadar uzanan
dönem de modernitenin aşınması olarak adlandırılmaktadır. Bu yazıda üç
kentin Cumhuriyet dönemindeki gelişme öyküsü anlatılacağı için sadece
son üç dönem üzerinde durulacaktır.

155
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 156

3. Köktenci Modernite Döneminde Sosyo-Mekansal


Bir Süreç Olarak Ulus Devlet İnşası
Birinci Dünya Savaşının Osmanlı İmparatorluğunun ulus devletlere
çözülme sürecini sona erdirdiğini, 1923’de Cumhuriyetin ilanıyla birlikte
bir ulus devletin inşa sürecinin başladığını biliyoruz. Cumhuriyetin ilanı
hem bir sürekliliği hem de bir kopuşu ifade ediyordu. Türkiye Cumhuri-
yeti bir iddianın adıydı. Bu iddia bir köktenci modernite projesi olarak
bir sanayi öncesi imparatorluktan yeni bir ulus devlet çıkarmayı, tebaadan
özgür yurttaş çıkarmayı amaçlıyordu. Bu niteliğiyle tabii önemli bir ko-
puştu. Ama bu hareketin öncü kadroları, Osmanlıların utangaç modernite
projesi içinde yetişmişlerdi. Düşünceleri bu dönemdeki deneyimlerden
etkilenerek oluşmuştu. Ülkelerinin kurtuluşunu uluslaşmakta ve bilim ve
teknolojiye güvenmekte görüyorlardı. Bu bakımdan da bir süreklilikti.
Tabii ki Cumhuriyetin yöneticilerinin bu amaçlarına ulaşmak için yap-
tıkları uygulamaları ve kurumsal reformları kapsamlı bir ulus inşa ku-
ramı yönlendirmiyordu. Bu tür kuramların gelişmesi İkinci Dünya Savaşı
sonrasında olmuştur. Ama bugün yapılanları değerlendirdiğimizde ulus
inşa sürecinin büyük ölçüde sosyo-mekansal bir süreç olarak algılandığını
görüyoruz. Cumhuriyetin ulus devlet inşa projesinin mekansal yönü dört
öğesiyle tanımlanabilir.
Birincisi Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Ankara’nın da başkent ilan
edilmesidir. Cumhuriyetin kurucuları büyük liman kentlerinin kozmopo-
liten yapıları içinde ulusalcı duyarlılıkların gelişemeyeceğini düşünmek-
tedir. Uzun savaş yıllarından sonra Cumhuriyet kurulduğunda nüfus
yapısı büyük ölçüde değişmiş, homojenleşmişti. Bu homojenleşmiş
nüfusun merkezinde yer alan Ankara kenti inşa edilirken, oluşturulacak
ulusal burjuvazinin yeni yaşam kalıplarının bu kentte oluşturulması bek-
leniyordu. Bu model tüm Türkiye’ye yol gösterecekti. Bir başka deyişle,
yeni Ankara’nın gelişmesinde sağlanacak başarı rejimin başarısıyla adeta
özdeşleştirilmişti.
Ulus devlet yaratma stratejisinin ikinci öğesi, ülkede iç pazar bütün-
lüğünü sağlayacak bir demiryolu programını uygulamaktı. Anadolu’da,
utangaç modernite döneminde, yani 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra,
yabancı şirketlere demiryolu yaptırılmaya başlanmıştı. Ama bu yollar ağaç
şemasına uygun bir halde biçimleniyordu. İnşa edilen demiryolları bir ta-
rımsal hinterlandı bir liman kentine bağlıyor, bu yolla o hinterlandı bu

156
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 157

demiryolunun inşasında aktif bir rol oynayan kolonyal gücün etkisine açı-
yordu. Böyle oluşan bir demiryolu sistemi ülke iç pazarını bütünleştir-
mekten çok parçalıyordu. Oysa bir ulus devlet yaratmak öncelikle iç pazarı
bütünleştirmek demekti. Bunu başarmak için Cumhuriyet ısrarlı bir şe-
kilde demiryolu programı uygulamaya başladı. Bir yandan “bir karış fazla”
demiryolu sloganıyla demiryolu miktarını ikiye katladı. Daha önemlisi,
demiryollarının biçimini ağaç şemasına uygun olmaktan çıkararak Ankara
merkezli bir ağa dönüştürdü.
Projenin üçüncü öğesini ithal ikamesine yönelmiş bir sanayileşme
programı oluşturuyordu. Devlet eliyle gerçekleştirilen bu programda fab-
rikalar demiryolu üzerindeki küçük kentlerde yer alıyordu. Ulus devlet
yaratma projesinin dördüncü öğesini ise ülkede tüm yerleşmelerde ku-
rulan halkevleri oluşturuyordu. Radikal modernite projesinin kültürel bo-
yutu bu yolla hayata geçirilmek isteniyordu. Radikal modernite projesinin
bilime, kültüre, sanata yaklaşımının bu odak noktalarından tüm ülkeye
yayılması bekleniyordu.
Cumhuriyetin modernite projesi kapsamlı ve köktenciydi. Ama ülke-
nin gelişmişlik derecesinin düşüklüğü ve kapital birikim süreçlerinin ya-
vaşlığı dolayısıyla arzulanan hızda bir değişme gerçekleşmiyor, ülkenin
hakim olan kırsal yapısına yeterince sızmıyordu.
Yine de bu projenin uygulanması Türkiye’nin üç büyük kentinin gö-
reli konumlarında önemli değişiklikler yarattı. Cumhuriyetin iç pazar oluş-
turmaya dönük ulusalcı ekonomik politikaları İstanbul, İzmir gibi liman
kentlerinin yerleşme sistemi içinde göreli önemlerini kaybetmesine neden
oldu. Anılan iki kent yalnız göreli önemlerini kaybetmemiş nüfus olarak
da küçülmüşlerdi. Ankara’nın başkent olması İstanbul’un yönetim işlev-
leri tümüyle kaybetmesine yol açmıştı. Dolayısıyla kentler arasında bü-
yüklük sıraları değişti. İstanbul en büyük kent olma özelliğini korurken,
İzmir büyüklük sıralamasında ikincilik yerini koruyamadı. Ankara hızla
büyüyerek ikinci büyük kent haline geldi. Ülke iç pazarındaki gelişmelere
paralel olarak İstanbul’un tek egemen kentlik (primacy) konumu azal-
maya başladı.
Cumhuriyetin radikal modernite projesinin kentlerin biçimlenmesine
taşınması belli bir gecikmeyle oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında utangaç
modernite döneminde geliştirilmiş kurumsal yapısı içinde savaştan çıkan
kentlerin sorunları çözülmeye çalışıldı. Bu kurumsal yapı içinde gerçek-

157
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 158

leştirilebilenler Ankara’yı başkent ilan etmiş olan Cumhuriyetin önderle-


rinin beklentilerini karşılamıyordu. Gerçi daha Cumhuriyetin ilk yılla-
rında Lörcher’e bir plan hazırlatılmıştı. Türkiye’nin ünlü mimarları birinci
ulusal mimarlık dönemi çizgisinde binalar yapmaya başlamışlardı. Ama bu
gelişme Cumhuriyetin önderlerini doyurmuyordu. Ankara’ya bir yandan
Avrupa’da yeni gelişmekte olan modern mimarinin temsilcileri çağrıldı,
öte yandan Ankara İmar Müdürlüğü kuruldu ve Ankara’nın imar planını
elde edebilmek için, 1928 yılında, sınırlı bir uluslararası yarışma açıldı.
Yarışmayı kazanan Jansen’in hazırladığı plan Ankara İmar Müdürlüğünce
uygulanmaya başladı.
Ankara’da rejimin beklentilerini gerçekleştirmek için atılan adımların
sağladığı birikim, Cumhuriyetin yöneticilerini, 1930’lu yılların başında
kent alanlarının biçimlenmesini yönlendirecek yeni bir kurumsal yapıyı
önerebilecek bir konuma getirmiştir.
1930’lu yılların ilk yarısında TBMM’den ardı ardına geçirilen, Bele-
diye, Umumi Hıfzısıhha, Yapı ve Yollar, Belediye Bankası, Mühendislik ve
Mimarlık Mesleğinin İcrasına İlişkin kanunlar, köktenci modernitenin
kentlerin gelişmesine ilişkin kurumsal yapısını oluşturdu. Anılan yasalar
kentsel gelişme için modernist bir meşruiyet çerçevesi oluşturuyordu. Bu
çerçevede planlamaya inanılıyordu. Ama planların hazırlanmasında harita
mühendisliği hünerleri yeterli görülmüyor, artık mimar plancıların so-
rumluluk yüklenmesi isteniyordu. Bu çerçevede bilimsel bilgiye büyük bir
güven söz konusudur. Bu nedenle bir kentte bir binanın yapılmasının
meşruiyeti mimar ve mühendislerce yapılmasına bağlı hale getiriliyor, ge-
leneksel yapı süreçleri ve onun aktörleri meşruiyet çerçevesinin sınırları
dışına itiliyordu. Bir kentin planlamasında ve yönetiminde halk sağlığı
koşullarının gerçekleştirilmesine öncelik veriliyordu. Utangaç modernite
dönemine göre daha geniş bir görev alanı çizilen belediyelerden kentsel
yaşamı modernleştirmesi bekleniyordu. Ama belediyeler merkezi yöneti-
min vesayeti altında kalacaktı. Böyle bir modernist meşruiyet çerçevesi
içinde kentsel gelişme emrivakilere ve spontan gelişmelere kapalı hale ge-
tirilmeye çalışılıyordu.
Bugünden geriye baktığımızda bu modernist meşruiyet çerçevesinin o
dönemin aktörlerinin kapasiteleriyle uyumlu olmadığını söylemek kolay-
dır. Ama o dönemin koşullarının bu yetersizliklerin algılanmasını güçleş-
tirdiği söylenebilir.

158
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 159

Benimsenmiş olan bu meşruiyet çerçevesinin sınırlamalarının açık ola-


rak ortaya çıkmayışı bu dönemde Ankara dışındaki yerleşmelerde kent-
leşme hızının çok düşük olması yüzündendi. Henüz kırda bir çözülme
başlamamıştı. Kentli nüfus hızla artmıyordu, hatta İstanbul ve İzmir’in
nüfusu 1914 yılına göre küçülmüştü. Bu durumda da meşruiyet çerçeve-
sini zorlayacak etmenlerden biri olan arsa spekülasyonu Ankara dışında
söz konusu olmuyordu.
Türkiye ekonomisi kabul edilen modernist meşruiyet çerçevesinin
gerektirdiği kapital birikimini gerçekleştirmekten uzaktı. Ama bu açığın
farkedilmesini bir yandan kentleşme hızının düşüklüğü, öte yandan dün-
yanın 1929 sonrasında yaşadığı büyük ekonomik kriz engelledi. Belediye
yasası kabul edildiğinde o dönemin belediye sosyalizmi akımından etki-
lenerek kent yönetimlerine çok geniş bir görev alanı çizilmişti. Eğer bu
görevler yerine getirilebilirse ulaşılmak istenilen uygar bir kentsel yaşam
gerçekleştirilebilecekti. Ama bunun için belediyelere yeterli gelir sağlan-
malıydı. Oysa yaşanan ekonomik kriz dolayısıyla belediye gelirleri yasası
çıkartılamadı. Kabul edilen meşruiyet çerçevesinin gerektirdiği düzeyde
yatırımların gerçekleşmeyişini bir yapısal problem olarak kapital biriki-
minin sınırlılığıyla değil daha çok bir konjonktürel sorun olan ekonomik
krizle açıklamak yeğlendi. Bu durumda seçilen meşruiyet çerçevesini sor-
gulamak için bir neden kalmıyordu.
Seçilen meşruiyet çerçevesiyle ülke kapasitesinin uyumu konusunda
ilk bakışta görülen bir açık, yetişmiş plancıların yokluğuydu. Türkiye’de
kentsel pratik planlamayla utangaç modernite döneminde tanışmıştı. Ama
bu büyük ölçüde harita mühendisliği pratiğinin uzantısındaki bir planla-
maydı. Oysa Türkiye’de radikal modernite döneminin planlamasından
beklenenler çok daha iddialı bir noktaya gelmişti. Bir yandan geçen sürede
kent plancılığı etkin kent (efficient city) anlayışına ulaşmıştı. Öte yandan
Cumhuriyet yöneticileri kent yaşamının düzenlenmesinden kendi siyasal
projeleri bakımından daha çok şey bekliyorlardı. Türkiye’de planlama pra-
tiği içinde bulunanlar henüz bu beklentileri karşılayacak hünerlere sahip
değildi. Türkiye bu açığı değişik yaklaşımları bir arada kullanarak kapa-
maya çalıştı. Önem verdiği büyük kentler için sınırlı uluslararası yarışma-
lar açarak dönemin önemli plancılarının Türkiye’ye gelmesini sağladı. Bu
süreç daha önce de değindiğimiz üzere, Ankara için açılan imar planı ya-
rışımasını Jansen’in kazanmasıyla başlamıştı. İstanbul için de aynı yol iz-

159
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 160

lendi. Yarışmayı kazanan plancıyla değil Paris bölge planını yapmış olan
Prost’la anlaşma yapıldı. Bu plancılar Türkiye’de iken onlara bazı başka
önemli kentlerin planları ihale edildi. Bu yolla hünerli insan gücü açığı
ancak bir ölçüde kapanabiliyordu.
Daha kalıcı bir çözüm bulabilmek için Ankara’da iki merkezi büro kur-
mak yoluna gidildi. Az sayıda olan kent plancısıyla, öngörülen çok sayıda
planı yapmak ancak merkezileşmeyle olanaklıydı. Türkiye de bu yola baş-
vurdu. Kurulan bürolardan biri, İçişleri Bakanlığına bağlı olan “Beledi-
yeler İmar Heyeti” diğeri, Bayındırlık Bakanlığına bağlı olan “Şehircilik
Fen Heyeti”ydi. O dönemin statik planlama anlayışı içinde böyle bir
çözüm yeterli görülebiliyordu.
Açığı kapatmakta başvurulan üçüncü yol ise Hitler Almanya’sından
kaçan değerli plancıları Türkiye’nin Yüksek Öğretim kurumlarına davet
ederek istenilen nitelikte kent plancısı yetiştirmeye çalışmaktı. Bu kanalda
yetişen ilk plancılardan Kemal Ahmet Aru, Gündüz Özdeş, Emin Can-
polat’ın 1950’li yılların başında İzmir için açılan ilk uluslararası yarışmayı
kazanmış olması, bu kanalın etkililiği konusunda bir gösterge oldu.
Ankara dışındaki kentlerde 1930’larda benimsenmiş modernist meş-
ruiyet çerçevesi önemli açıklar yaratmamasına karşın Ankara’da yaşanan-
lar bu çerçevenin Türkiye bağlamında yetersiz kalacağının ilk ipuçlarını
açıkça ortaya koyuyordu. Ankara yüzde 6 hızla büyüyordu. Bu hıza ula-
şıldığında önerilen meşruiyet çerçevesinin yetersiz kaldığı açıklık kazanı-
yordu. Bu büyüme hızında arsa spekülasyonu çok büyük değerlere
ulaşıyor ve hazırlanan planları kısa sürede uygulanamaz hale getiriyordu.
Örneğin, Jansen planının kalbini oluşturan Bakanlıklar Sitesinin arsa de-
ğerleri o kadar artmıştı ki Hükümet bütçe olanakları içinde site alanının
istimlakini gerçekleştiremez duruma düşmüştü. Bu bölümün uygulan-
ması için Mustafa Kemal’in kişisel prestijini ve gücünü kullanması gerek-
mişti. Bu alandaki arsaları kapatanlar Mustafa Kemal’in yakın çevresiydi.
Onları toplayıp Hükümetin bu alanı bütçedeki ödenekle istimlak edeceği,
buradaki arsa sahiplerinin hiçbir itirazda bulunmayacakları konusunda
onların dikkatlerini çekmek durumunda kalmıştı.
Arsa piyasasının serbest bırakılmasının yanı sıra, konut arzı için tek
parselde tek bina yapılmasını öngören kurumsal çerçeve, kısa sürede orta
sınıfları konut yaptıramaz duruma getirmiştir. Ankara sürekli konut kıt-
lığı sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu, gecekondunun öncüsü denile-

160
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 161

bilecek olan barakaların doğmasına neden olmuştur. Bu ilk barakalar daha


sonraki dönemin gecekondularından nitelik olarak farklıdır, kırdan gelen
kitlesel göçler sonucunda ortaya çıkmamıştır, daha çok kentteki inşaat-
larda çalışan işçilerin barınma sorununa çözüm olarak gelişmiştir. Bu ba-
rakalar otoriter tek parti rejimine rağmen yıkılmamıştır. TBMM’de İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya bu barakaların yıkılması konusunda kendisini sıkıştı-
ran milletvekillerine karşı bu barakaların yasa dışı olduğunu ama, kış ge-
celeri kendisinin sokakta kimsenin donmayacağını bilerek uyuduğunu
söyleyerek karşı çıkmıştır.
Öte yandan, hızla artan arsa fiyatları orta sınıfların plan sınırları içinde
konut sahibi olmasını çok zorlaştırmıştır. Arsa fiyatlarını ödemek isteme-
yen toplumun güçlü bürokratları kooperatif halinde örgütlenerek konut
sahibi olma yolunu geliştirmenin ilk adımlarını artmışlardır. Ama bu
konut kooperatifleri Avrupa’da düşük gelirlilerin geliştirdiği kooperatif-
lerden nitelik olarak çok farklıdırlar. Güçlülere ayrıcalık sağlamaya dö-
nüktür. İlk örneği de, Jansen’e, Bahçelievler için yaptırılan bir mevzii
planla yaşama geçirilmiştir. Başka bir biçimde söylersek Jansen planının
aşılması yine Jansen’e yaptırılmıştır.
Ankara’da bütün bu yaşananları o günlerde bizim şimdi yaptığımız
gibi bir modernist meşruiyet sorunu olarak okuma olanağı yoktu. Bütün
gözlerin Ankara’ya yöneldiği bir tek parti rejimi içinde yapılabilen oku-
malar otorite zafiyeti olarak görmekle sınırlanmıştı. Bu da tek parti dö-
neminde kolayca kabul edilebilecek bir şey değildi.

4. Hızlı Kentleşme ve Modernite Projesinin Popülistleşmesi


İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de de pek çok gelişmekte olan
ülkede olduğu gibi çok hızlı bir kentleşme süreci yaşanmaya başlandı. Yıl-
lık %6 nüfus artış hızı, bir önceki dönemde sadece Ankara’da yaşanırken,
bu dönemde tüm kentlerde birden yaşanmaya başladı. Türkiye’nin mo-
dernist meşruiyet çerçevesinin bu hızdaki bir kentleşme karşısında yeter-
siz kalacağının ilk işaretleri bir dönem önce zaten Ankara’da ortaya
çıkmıştı. Böyle bir kentleşme tüm Türkiye’de yaşanmaya başlanınca,
meşru kabul edilen kurumsal düzenin, toplumdaki ilgili aktörlerin kapa-
sitesiyle uyumsuzluğu çok daha açık olarak, tüm yönleriyle ortaya çıktı.
Hızlı bir kentleşmenin modernist meşruiyet çerçevesi içinde yönetile-
bilmesi için, kente gelenlere örgütlü bir istihdam ve kabul edilen meşrui-

161
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 162

yet çerçevesine uygun konut ve kentsel alt yapının sağlanması gerekir.


Bunların sağlanabilmesi için ise çok yüksek bir kapital birikim hızının bu-
lunması gerekir. Oysa bu dönemde Türkiye’nin böyle bir birikimi yoktur.
İçinde bulunulan koşullar ile kabul edilen meşruiyet çerçevesinin uyum-
suzluğunun tek nedeni bu değildir. Kentleşme süreci beraberinde başka
uyumsuzluk nedenlerinin ortaya çıkmasına da yol açmaktadır. Köyden
koparak kente gelenlerin bilgi ve becerileri, modernist meşruiyetin kalıp-
ları içinde kentteki yaşamlarını sürdürmeğe olanak vermemektedir. Kent-
lerin hızla artan nüfusları arsa piyasasını spekülasyon içine sokarak arsa
fiyatlarını kentli orta sınıfların ödeyebileceği sınırların üstüne çıkarmak-
tadır. Ayrıca hızla büyüyen kent nüfusları, kentlerin hızla belediye sınırları
dışına yayılmasına yol açmaktadır.
Kabul edilen modernist meşruiyet çerçevesiyle, genel olarak toplumun
nitelikleri ve toplumsal aktörlerin kapasiteleri arasındaki uyumsuzluğun
giderilmesinde ne tür mekanizmaların işlerlik kazanacağı tabii ki büyük öl-
çüde siyasal rejimin nitelikleriyle yakından ilişkilidir. Hızlı bir kentleşme
sürecinin başladığı yıllarda Türkiye tek parti rejimini bırakarak çok partili
bir demokrasiye geçmiştir. Bu popülist eğilimlerin ve “patron-client” iliş-
kilerinin yüksek olduğu bir demokrasidir. Türkiye’nin hızlı kentleşme kar-
şısında geliştirdiği uyum mekanizmalarını salt rejimin bu özellikleriyle
açıklamak doğru olmaz. Bu dönemde sanayileşmesini gerçekleştirme yo-
luna giren Türkiye’nin kentlerde ucuz emeğe gereksindiğini de unutma-
mak gerekir. Yeni gelişmeye başlayan sanayi sermayesinin, kente gelen
kitlelerin gizil kalmayı yeğleyen bir dostu olduğunu da unutmamak ge-
rekir.
Türkiye hızlı kentleşme karşısında varolan meşruiyet çerçevesinin ye-
tersiz kaldığını görerek, kendi koşullarına uygun yeni bir meşruiyet çer-
çevesi geliştirmek yoluna gidememiştir. Gidememesinin çok değişik
nedenleri vardır. Birincisi pek çok ülkenin benzer sorunları yaşamasına
karşın modernist meşruiyet çizgisi dışında yeni bir meşruiyet çizgisi ge-
liştirememiş olmasıdır. Modernist düşüncenin evrensel olarak geçerli tek
doğruya yönelen tutumu tüm dünyada alternatif bir meşruiyet çerçevesi-
nin gelişmesine olanak vermeyen bir baskı yaratmıştır denilebilir.
İkinci neden modernist meşruiyet çerçevesini benimsemiş olan kent
burjuvazisinin ve meslek çevrelerinin bu çerçevenin inançlı bir savunu-
cusu rolünü oynamalarıdır. Yaşanan hızlı kentleşme karşısında bu gruplar,

162
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 163

önce kırdan koparak kente gelenlerin köylerine dönmelerini savunmuş-


lardır. Gelenlerin sayısı arttıkça ve onların engellenemeyeceği ortaya
çıkınca, onları kentteki köylüler diyerek kafalarındaki köylere hapset-
mişlerdir. Onların zaman içinde modernist meşruiyet kalıpları içinde ya-
şamayı öğrenmesini beklemeye başlamışlardır. Bu kültürel etkileşme
(acculturation) kuramında öngörülerin tersine bir beklentidir. İki kültü-
rün karşı karşıya gelmesi halinde bunlardan birinin diğeri üzerinde hiçbir
etki yaratmadan, tamamen ötekine dönüşebileceği varsayılmaktadır. Böyle
bir beklenti içine girince de, tabii ki yeni bir meşruiyet seçeneği aramak
için bir neden kalmamaktadır denilebilir.
Yeni bir seçenek arama yolu kapanınca, bulunacak çözümler görünüşte
modernist meşruiyeti korurken, gerçekte onu aşmanın yolunu bulmaya
yönelik olacaktır.
Kentin gelişiminde modernist meşruiyetten söz edildiğinde gerçekte
iki konuya dikkat çekilmektedir. Bunlardan birincisi kentin geleceğini
yönlendirmek için yapılmış ve topluma ilan edilmiş bir planın varlığıdır.
İkincisi ise yapılacak her yapının bilimsel bilgi kullanılarak yapılmış bir
projesinin varlığı ve imar yönetiminden, inşaata başlamak ve inşaat
tamamlandıktan sonra içinde yaşamak için izin alınmış olmasıdır. Bu meş-
ruiyet çerçevesi en kısa şekilde, emrivakilere açık olunmaması diye ta-
nımlanabilir. Nitekim bu dönemde yaşananlar, görünüşte bu meşruiyet
yapısını korurken emrivakilerle, spontan gelişmelerle yapının aşıldığını
sergilemektedir.
Aşılmanın değişik türlerini ve sanki modernist meşruiyet uygulanı-
yormuş gibi gösterilme biçimlerini, konut, toplu ulaşım ve nihayet plan-
lama pratiklerinden aldığımız örneklerle gösterelim. Hızlı kentleşmenin
kentlerde ilk hissedilen sonucu konut kıtlığı olmuştur. Sorun karşısında
bulunan spontan çözümler yeni konut sunum biçimlerinin adeta kendili-
ğinden ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiştir.
Modernist meşruiyet çerçevesinin talepleri karşında en çok zorlanan
kesim kırdan koparak kente gelen kitlelerdi. Devletin kabul ettiği regü-
lasyonlar onların kentlerdeki varlığını suçlu durumuna düşmeden sür-
dürmelerine olanak vermiyordu. Bunun sonucu kentlerin çevresini gece-
kondu kuşaklarının sarması oldu. Popülist demokratik rejim onlar için
yeni meşruiyet çerçeveleri geliştirmek yoluna gitmese de diktatörlüklerden
daha anlayışlı davrandı. Dolayısıyla, Türkiye’de gelişen gecekondu ma-

163
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 164

hallelerinin kaliteleri Latin Amerika “favela”larından hep daha üstün kaldı.


Ama hükümetler her zaman gecekonduların modernist meşruiyet çerçe-
veleriyle nasıl bağdaştırılacağı sorunuyla başa çıkmaya çalıştılar. Hükü-
metlerin buna bulduğu çözüm af yasaları çıkarmak oldu. Bu yasalarda,
yasa dışı gelişmeler belli mekanlar ve zamanlar için affediliyor, onun dı-
şında modernist meşruiyetin yeniden hakim kılınacağı varsayılıyordu.
Oysa her aftan sonra gecekondu arzı artarak sürdü. Ama zaman içinde
üretimi kısmen piyasa süreçleriyle, kısmen mafya süreçleriyle bütünleşti ve
bu gelişmeler sonucunda kente yeni gelenlerin kısa sürede gecekondu ya-
pabilmeleri olanaksızlaştı. Bunun aşılma yolu olarak da gecekondular ra-
dikal siyasal guruplar tarafından siyasal sadakat karşılığı sunulur hale geldi.
Yani bu alanlarda yasa dışı olma, salt modernist meşruiyet çerçevesinin
dışında olmanın ötesine geçen çok karmaşık bir gerçeklik düzeyine ulaştı.
Konut alanında gelişen ikinci spontan çözüm, orta sınıflara yönelmiş
bulunan yapsatçı sunum biçiminin ortaya çıkması oldu. Bu çözümün mu-
hatabı olan orta sınıfların yapabilirlik potansiyelleri kente gelenlere göre
çok daha yüksekti. Onların konut sorunuyla karşılaşması büyük ölçüde,
hızlı kentleşme dolayısıyla artan arsa fiyatlarının, orta sınıfların tek parsel
üzerinde tek konut sahibi olması imkanı bırakmamasıyla oldu. Bu du-
rumda orta sınıfların arsa maliyetini bölüşmesine olanak veren bir çözüm
olarak yapsatçılık gelişti. Bu çözüm, küçük girişimcilerin kentin eski ke-
simlerinde, imar hakları artmış arsaları, sahiplerinden kat karşılığı alıp çok
katlı, çok daireli apartmanlar yaparak satışa arz etmeye başlamasıyla ortaya
çıktı. Bu gelişme kentleri, planlarında öngörülenlerden çok daha yüksek
yoğunlukta, sosyal donatıları yetersiz gelişmelere zorladı. Hükümetler
için bu gelişmeyi modernist meşruiyet kalıplarıyla uyumlu halde göster-
mek gecekondulara göre çok daha kolaydı. Bunu başarmak için kat mül-
kiyetine olanak veren ve apartmanların işletilmesini düzenleyen bir kat
kanunu çıkarıldı. Öte yandan üç büyük kentte getirilen kat imar planla-
rıyla yapılaşma yoğunluğu artırılarak yapsatçı konut sunum biçiminin gö-
rünüşte modernist meşruiyet kalıpları içinde kalması sağlandı.
Bu dönemin bir başka spontan gelişmesi büyük kentlerde dolmuş ol-
gusunun ortaya çıkması oldu. İkinci Dünya Savaşı öncesinde üç büyük
kentte kent içi ulaşım talebi büyük ölçüde kamu ulaşım araçlarınca karşı-
lanıyordu. Savaş sonrasında kentlerin nüfuslarının hızla artması ve me-
kanda denetimsiz yayılması karşısında belediyeler kamu ulaşım hizmeti

164
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 165

arzını yeterince hızlı bir biçimde artıramadı. Doğan açık, dolmuş olgu-
sunun gelişmesiyle, yani küçük girişimcilerin hizmet arzıyla karşılandı.
Dolmuşlar, eski büyük arabalarının, daha çok yolcu alacak şekilde dönüş-
türülmesi ve bu yolla sayısı artırılan yolcuların ulaşım maliyetini bölüş-
mesiyle, orta ve düşük gelirli grupların ödeyebilecekleri fiyat düzeyinde
hizmet arzı olanağını buldular. Yerel yönetimlerin sunum yetersizliliğinin
yarattığı açık, bu yolla, çoğu kez daha da konforlu bir hizmet arzıyla ka-
patıldı. Tabii yerel yönetimler kendi sunumları yetersiz kalırken dolmuş-
ların gelişmesini engelleyemediler. Yapabildikleri, onları hatlar halinde
düzenleyerek, kısmen kendi meşruiyet anlayışları içine almaya çalışmak
oldu.
Bir yandan bu tür spontan gelişmeler, öte yandan modernist meşrui-
yet kalıplarını görünüşte de olsa sürdürme çabaları sonucunda üç büyük
kent benzer bir büyüme biçimi göstermiştir. Bu gelişme kalıbı, kentler
arası yollar boyunca yağ lekesi halinde yayılma göstermesi, yüksek yo-
ğunluklu bir yerleşme ortaya çıkarması, kent merkezinin yüksek gelirli
konut mahalleri doğrultusunda hareket etmesiyle özetlenebilir. Bu kent-
lerde yoğunlaşmanın yüksek olduğu merkezde sosyal servisler yeterince
karşılanmamakta, kentte yeşil alanlar sürekli olarak yok olmakta, trafik
sorunları her geçen gün daha da artmakta, eski kent dokuları sürekli olarak
yıkılıp yapsatçı apartmanlarıyla yeniden yapılanırken, kentlerin kimlikleri
yitirilmektedir. Kentin çevresi gecekondu kuşaklarıyla çevrilmektedir. Üç
büyük kentin nüfusu çok büyümüştür. Bu nüfus büyüklüklerine bakarak
Türkiye’de İstanbul, Ankara ve İzmir’e metropoliten denilmeye başlan-
mıştır. Ama bu biçimde gelişen bir kent sanayi toplumlarındaki metro-
pollerin yapısal özelliklerine sahip değildir. Onun için bunları belki de
aşırı büyümüş sanayi kenti diye adlandırmak daha doğru olacaktır. Bu tar-
tışmayı kısaca özetlersek popülist modernist anlayış içinde kentlerin yö-
netilemediğini, kendi haline bırakılan gelişmelerin kentleri bir tıkanmaya
doğru ittiğini söyleyebiliriz.
Bu durumda modernist meşruiyet çerçevesini korumak isteyen reji-
min bu konuya yeni bir planlama anlayışı ile çözüm bulmak isteyeceği
düşünülebilir. Oysa bu koşullarda başarılı olacak yeni bir planlama biçi-
mini geliştirmek için ciddi bir arayışın olduğunu söylemek zordur. Dö-
nemin siyasal söylemi içinde planlama hep çözümün meşru yolu olarak
savunulmuştur. Ama hiçbir zaman başarılı bir planlamanın gerektirdiği

165
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 166

işgücü, yetki ve bilgiyle donatılmış bir planlama örgütlenmesine gidil-


memiş, spontan gelişmelerin yolları açık bırakılmıştır. Dönemin pratiği te-
melde iki yüzlüdür. Bir yüzünde, planın meşruiyeti dışında kalmanın
yolunu açmaktadır. İkinci yüzünde de planlamaya inancı sürdürmeye ça-
lışmaktadır.
Birinci yüzünde mevzii plan pratiğinin yaygınlaştırılması gelmektedir.
Bu dönemde Türkiye’de büyük sermayeli “developer”lar henüz gelişme-
miştir. Buna karşılık arsa spekülasyonunu örgütleyen emlak şirketleri eliyle
bol miktarda mevzii planlar yapılarak, çok büyük alanlarda imar hakları
oluşturulmuştur. Mevzii planlar nazım planlar karşısında emrivaki meka-
nizmaları olarak çalışmıştır. Plan adını taşımasına karşılık mevzii planlar
modernist meşruiyetin aşılmasının bir aracı olarak kullanılmıştır.
Mevzii planlarla planlamanın meşruiyetini aşma yolunu kullananlar
küçük sermayeli, himayecilik ilişkisi içinde siyasal kanalları da kullana-
bilen kişilerdir. Oysa bu dönemde plan dışı kalmanın bir başka yolu, en
güçlü siyasal aktörler tarafından geliştirilmiştir. Buna imar operasyonları
adı verilmiştir. Yağ lekesi halinde tek tek yapıların eklenmesiyle büyüyen
ve sürekli olarak mevzii planlarla yönlendirilen Türkiye’nin büyük kent-
lerinde yaşanan tıkanmalar, dönemin yönetimlerince prestij sağlamakta
siyasal bir fırsat olarak görülmüştür. Kimi kez siyasal icranın en tepe-
sinde yer alan başbakanlar, belli büyüklükte bir parasal kaynak ayırdıktan
sonra, Menderes operasyonu örneğinde olduğu gibi, kendi adlarıyla öz-
deşleştirerek, büyük uygulamalara girmişlerdir. Bu operasyonlarda halkın
yaşadığı sıkıntılara çözüm getirmeyi öne çıkararak, plan dışına çıkmanın
ve hatta hukuk devleti kurallarının yanından geçmenin yollarını bul-
muşlardır.
Bu dönemde üç büyük kentten planlama operasyonuna sahne olmak
bakımından İstanbul bir ayrıcalığa sahip olmuştur. 1956-1960 yılları
arasında Adnan Menderes’in, 1967-1973 yılları arasında Süleyman De-
mirel’in yönlendirdiği Boğaz Köprüsü ve Çevre Yolları operasyonlarını
bu kapsamda görmek olanaklıdır. Diğer iki kentin benzer nitelikli ope-
rasyonlarla karşılaştığı söylenemez. Bu imar operasyonları uzun süre sür-
dürülememiş, modernist meşruiyeti savunan meslek çevrelerinin karşı
çıkışlarıyla 4-5 yıllık dönemler içinde sönmeye yüz tutmuştur. Ama unut-
mamalıdır ki imar operasyonları da mevzii planlarla gelişmenin doğal so-
nucudur.

166
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 167

Popülist modernite döneminde, planlı meşruiyet yönünde atılan adım-


lar olarak bir kentleşme bakanlığı niteliğindeki İmar ve İskan Bakanlığı-
nın kuruluşunu, şehir planlama eğitiminin kurumsallaşmasını, İller
Bankasının bir kente altyapı sağlanması için, kent planlarının varlığını
koşul olarak ileri sürmesini ve nihayet üç büyük kentte de metropoliten
planlama ofislerinin kurulmuş olmasını sayabiliriz. Bunlara, bu tür bir bü-
yüme biçiminin kentin tarihsel dokusu üzerinde yarattığı tahrip edici bas-
kılar karşısında geliştirilen koruma mevzuatını da eklemek gerekir.
Denilebilir ki Türkiye bu dönemde kentsel gelişmesini yarı planlı yarı
plansız koşullarda sürdürmüştür. Böyle bir durum kendisine özgü bir ge-
lişme dinamiği yaratmıştır. Bu pratiği ancak plan kararları ve yarattığı tep-
kilerle birlikte kavrayabiliriz. Böyle bir pratiğin Türk siyasetinin popülist
ve kayırmacı yapısıyla büyük bir tutarlılık içinde olduğu kolayca farkedi-
lebilir.

5. Küresel Dünyaya Eklemlenirken Modernitenin Aşınması


1980 yılı Türkiye tarihinin çok önemli dönüm noktalarından biri ol-
muştur. Bu tarihe kadar ithal ikamesiyle sanayileşme yani içe kapanmış
bir gelişme politikası izlenirken, bu yıldan itibaren dışa açık, ihracatını ar-
tırmaya dayanan bir gelişme politikası izlenmeye başlanmıştır. Devlet gi-
rişimciliği geri plana itilerek, özel kesime öncelik verilmiştir. Tabii ki bu
değişim dünya ile ilişki kurmakta da köktenci bir zihniyet değişikliğini
beraberinde getirmiştir.
On yıl kadar sonra dünyada sosyalist blokun çözülmesi ve soğuk sa-
vaşın sona ermesi de dışa açılmak isteyen Türkiye’nin önüne önemli fır-
sat pencereleri açmıştır.
Tüm bunlardan önemlisi 1970’li yıllarda yaşanan kriz sonrasında dün-
yanın büyük bir dönüşüm yaşamaya başlaması olmuştur. Bu dönüşümün
ana eksenlerini sanayi toplumundan bilgi toplumuna, Fordist üretimden
esnek üretime, ulus devletler dünyasından küresel dünyaya, modernist dü-
şünceden post modernist düşünceye geçişler oluşturmuştur.
Bu yeni dünyaya yeni dış ilişkiler ve zihniyetlerle uyum yapmaya
uğraşan Türkiye’nin yerleşme yapısı da önemli değişmeler geçirmeye baş-
lamıştır. “Radikal” ve “popülist modernite” döneminde iç pazar bütün-
leşmesini sağlayan Türkiye’de üç büyük kentin nüfusları “sıra büyüklük”
kuralına uyumlu hale gelmişti. Oysa Türkiye, ekonomisini dışa açtıkça ve

167
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 168

küresel sistemle bütünleştikçe ülkede nüfusun mekandaki dağılımında da


önemli değişmeler yaşanmaya başlandı. Bir yandan ülkenin güney ve ba-
tıdaki kıyı kentlerinde bir nüfus yığılması yaşanırken, öte yandan İstan-
bul’un sıra büyüklük kuralını bozacak şekilde hızla büyümesi gözlendi.
1980 sonrasında İstanbul 1920’li yıllarda Sovyet ve Türk devrimleri so-
nucu kaybettiği Dünya Kenti olma işlevlerini yeniden kazanmaya başla-
mıştır. İstanbul dünyanın mega kentleri arasında yer alırken, Türkiye’deki
meslek çevreleri bu kavram yerine dünya kenti kavramını benimsemişler-
dir. Çünkü dünya kenti kavramı içinde gizil olarak barınan programı fark
etmişlerdir.
1980 sonrasında yalnız kentlerin dış ilişkileri değil, kentin iç yapılan-
masını ve mekanda yayılmasını belirleyen süreçler de değişmiştir. Önceki
dönemde kentlerin büyümesi, yapıların, bireylerin ya da küçük girişimci-
lerin kararlarıyla birer birer eklenmesiyle gerçekleşirken, bu dönemde
kentler çok sayıda bireyi biraraya getirebilen örgütlenmeler, yani daha
güçlü aktörler eliyle, kente büyük parçaların eklenmesiyle büyür hale gel-
mişlerdir. Kentin büyükçe parçaların eklenmesiyle büyür hale gelmesi,
yeni yapı sunum biçimlerinin gelişmesine olanak veren kurumsal düzen-
lemeler sonucu olmuştur. Bunlardan en önemlisi yapsatçı konut sunum
biçiminin büyük ölçüde tıkanması üzerine, 10 -15 yıldır Türkiye’nin gün-
deminde olan, ama gerçekleştiremediği, toplu konut sunum biçimini uy-
gulamaya koyabilmesidir.
Toplu yapı sunum biçimlerinin gelişmesi sadece konut alanında kal-
mamış, iş yerleri alanlarında da kendini göstermiştir. Bunlar arasında or-
ganize sanayi bölgeleri, toptancı siteleri, nakliye siteleri, uzmanlaşmış
üretim siteleri, serbest ticaret bölgeleri vb. sayılabilir. Tüm bu örneklerde
küçük girişimciler ya da bireyler çoğu kez kooperatifler ya da başka türde
kurumsal düzenlemeler yoluyla bir araya getirilerek, büyük operasyonları
gerçekleştirecek bir yapabilirlik kazandırılmıştır.
Kentin büyük parçaların eklenmesiyle büyür hale gelmesini sağla-
yan başka nedenler de bulunmaktadır. Devlet ve vakıflar eliyle kurulan
üniversiteler kampus modelini benimsemiştir. Bir yandan özel araba sa-
hipliği artmış, öte yandan perakendecilik sektörünün yapısının değiş-
mesi sonucu büyük dağıtım zincirleri ortaya çıkmış ve büyük alışveriş
merkezleri kurulmaya başlamıştır. Bunlara başka örnekler de eklenebi-
lir.

168
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 169

Kentin büyük parçaların eklenmesiyle büyümeye başlaması sonucu,


kentlerin merkezinde önemli boşalmalar yaşanmaya başlamıştır. Bu bo-
şalma kendisini en açık biçimde İstanbul’da göstermiştir. Dünya kenti
olma işlevlerini yüklenmek çabasında olan İstanbul’un yeni denetim fonk-
siyonlarını eski merkezleri Eminönü ve Beyoğlu’nda yerine getirmesi ola-
nağı yoktur. Yüklenilen yeni işlevler, Mecidiyeköy ve Maslak ekseninde
gökdelenlerin oluşturduğu yeni bir merkezi doğurmuştur. Bu gelişmenin
gerçekleşebilmesi, sistemin inşaat alanında büyük sermayelerin harekete
geçirilebilme kapasitesinin artmış olmasıyla da yakından ilişkilidir.
Bu dönemde kentin gelişmesini daha önceki dönemlerde olduğu gibi,
sadece kentin yeni alanlara yayılma kalıplarıyla kavramak olanağı kalma-
mıştır. Kent bir yandan yeni alanlara yayılırken, öte yandan eski doku-
sunda çok önemli dönüşümler yaşamaya başlamıştır. Bu dönüşümleri en
çok ve farklılaşmış biçimde İstanbul yaşamaktadır. Kentte hangi alanın ne
türde bir dönüşüm geçirdiğini belirlemekte üç farklı nedenin birlikte et-
kili olduğu söylenebilir.
Birincisi yeni büyüme dinamikleri altında İstanbul’un ve kısmen de
Ankara ve İzmir’in azman bir sanayi kentinden kent bölgeye dönüşmekte
olmasıdır. Dönüşüm özellikle kent merkezlerinde önemli işlev değişiklik-
lerine yol açmıştır. Örneğin Eminönü bir çok üretim ve hizmet işlevini
kaybetmesine karşılık önemli turistik ve kültürel işlevler kazanmıştır. Ben-
zer bir dönüşüm Beyoğlu’nda da yaşanmaktadır. Bu dönemde göreli öne-
mini yitirmekte olan Ankara’da kentin tek merkezli yapısı parçalanmakta
kenar kentleri oluşmakta, ama kentin merkezi iç alanları henüz bir yapı de-
ğişmesi yaşamamaktadır.
İkinci önemli dönüşüm nedeni, ulaşım altyapısının ve hizmet sunu-
munun değişmesi sonucunda kent içi erişebilirlik matrisinin değişmesi
olmaktadır. Bu dönemde her üç kent de borçlanma yoluyla büyük kaynak
sağlama olanağını bularak metro projeleri gerçekleştirmişlerdir. Birinci ve
ikinci faktörün üst üste gelmesi kent merkezine yakın bazı mahallelerde
gentrifikasyonun gerçekleşmesine yol açmaktadır. (Cihangir, Kuzguncuk
vb. örneklerinde olduğu gibi). Ama Ankara’da henüz bir gentrifikasyon
yaşanmamaktadır. Üçüncü neden önceki dönemlerde gelişmiş olan gece-
kondu türü ya da çürük yapı stokunun karşı karşıya kaldığı yüksek riskin
artık taşınamaz hale gelmesidir. Özellikle İstanbul’da, yaşanan büyük dep-
rem felaketi bu tür dönüşümler yolundaki baskıları artırmıştır. İkinci ve

169
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 170

üçüncü faktörün üst üste gelmesi, bu sağlıksız konut alanlarının, Ankara


Dikmen Vadisi örneğinde olduğu gibi büyük belediye projeleriyle mi,
imar-ıslah planlarına dayanan yapsatçı süreçleriyle mi dönüşeceğini, yoksa
kendi haline mi bırakılacağını belirleyecektir.
Bir yandan yayılan, öte yandan için için dönüşen bu kentlerde mo-
dernist meşruiyet nerede durmaktadır? Tüm bu gelişmelerin içinde hep
bir tür topluma karşı yapılan emrivakiler kalmaktadır. İstanbul’da ruhsat-
sız yapılan inşaat artık yalnız gecekondulara inhisar etmemektedir. İstan-
bul’da kentin yüksek gelirli kesimlerinin oturduğu mahallelerde yasa dışı
ruhsatsız bina oranının çok yüksek değerler alabildiği bilinmektedir. Bu
ilginç bir gelişmedir. Gecekondululardan zaman içinde modernist meş-
ruiyet kalıplarına girmesini bekleyen kesimlerin kendileri dönüşmüş, ge-
cekonduluların alışkanlıkları (habitus) doğrultusunda hareket eder hale
gelmişlerdir.
Daha önemlisi, kentin, büyücek parçaların eklenerek büyümeye baş-
lamasının planlama bakımından doğan sonuçlarıdır. Marjinal eklentilerle
büyüyen bir kentin daha önce belirlenmiş planlarca yönlendirilmesi bir
ölçüde gerçekleştirilebilir. Ama büyük parçaların eklenmesiyle büyüyen
bir kentte bu tür büyümeyi gerçekleştiren aktörler güçlüdür. Bu güçle-
rinden yararlanarak yükselen arsa değerlerini ödemekten kaçınmaya çalı-
şacaklardır. Bunun için aldıkları arsalar üzerinde istedikleri yapılaşmayı
gerçekleştirmek için her türlü baskı yöntemine başvurarak istediklerini
gerçekleştireceklerdir. Onlar, büyük bir arsayı aldıkları an topluma bir em-
rivaki yaratmış olmaktadır.
Tabii burada denilebilir ki gelişmiş demokratik ülkelerde de eski tür-
deki dondurulmuş planlarla kentin gelişmesini yönlendirmek olanağı kal-
mamıştır. Kentlerin gelişmesi, katılımcı pratiklerle hazırlanan stratejik
planlarca yönlendirilirken, bu planlama kentin doğacak fırsatlardan ya-
rarlanabilmesi için müzakereye hep açık kalmaktadır. Türkiye’deki pra-
tiği, bu şeffaf müzakere süreçleriyle karıştırmamak gerekir. Türkiye’de
olan, belediye başkanlarının şeffaf olmayan bir biçimde takdir yetkilerini
kullanmasıdır. Nitekim bu dönemde bu tür yetkilerin kullanılması konu-
sunda yolsuzluk söylentileri çok yoğunluk kazanmıştır. Bu gelişmeyi sa-
dece kentin gelişme dinamiği ile açıklamak yetersiz kalabilir. Bu dönemde
demokrasiyi savunan kesimlerin yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yö-
nündeki çabaları, büyük kent belediye başkanları tarafından kendi güçle-

170
13 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 3 sayfa 152-171:Layout 1 29.10.2009 23:21 Sayfa 171

rinin artırılmasına kanalize edilmiştir. Yeterince demokratikleşmemiş


büyük kent yönetimlerinin büyük yetkilerle donatılması çoğu kez yerel
derebeyleri yaratmıştır.

6. Son Verirken
Türkiye’nin en büyük üç kentinin seksen yıllık gelişme öyküsüne iliş-
kin yazımın sonuna gelmiş bulunuyorum. Bu, bir modernleşme, demok-
ratikleşme ve kentleşme öyküsüdür. Türkiye Avrupa örneklerine göre çok
elverişsiz kapital birikim koşullarında, onlara göre çok kısa sürede ta-
mamlanan bir kentleşme yaşamıştır. Türkiye’nin kentleşmesi bir insanın
yaşamı içine sığmıştır. Bu deneyimi modernist meşruiyet kalıplarına göre
değerlendirirsek olumsuz yargılara varırız. Böyle bir yargı kanımca önemli
bir haksızlığı içerecektir. Unutulmamalıdır ki çok daha elverişli kapital bi-
rikim koşullarında çok daha uzun sürede böyle bir kentleşme deneyimi
yaşayan Avrupa’da bu dönüşüm çok daha sancılı bir biçimde yaşanmıştır.
Türkiye deneyimini standart kalıplara hapsolmadan yorumlarsak öğrene-
cek çok şey bulabiliriz.
Türkiye deneyiminin değerinin daha iyi kavranabilmesi için tabii ki
karşılaştırmalı analizlere gerek vardır. Ne yazık ki bu konuşmanın sınırları
içinde böyle bir karşılaştırma olanağı yok. Ama bu karşılaştırmalı analiz-
ler birinci ve ikinci kent tarihi yazımı paradigmasına göre yapılırsa meka-
nik bir karşılaştırmanın ötesine geçilemiyecektir. Oysa bu karşılaştırma
burada önerilen kent tarihi yazımı anlayışıyla yapılırsa kentlerin gelişme-
sini kendi yerelliklerine gömülü olarak kavramak ve karşılaştırmak ola-
nağı bulunacaktır.

171
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 172

MODERNLEŞME SÜRECİNDE
İSTANBUL NÜFUS DİNAMİKLERİ
NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ?*

1. Giriş
Bu toplantıyı düzenleyen dostlarım benden “Modernleşme Sürecinde
İstanbul Nüfus Dinamikleri Nasıl Değerlendirilmeli?” başlıklı bir açış bil-
dirisi vermemi istediler, ben de severek kabul ettim. Bu soruyu sevmemin
temel nedeni sorunun modernleşme sürecine atıfla tanımlanmış olmasıdır.
Son yıllara kadar Osmanlı İmparatorluğunda 19. yüzyılda yaşanan geliş-
meler modernleşme süreciyle değil Batılılaşma süreciyle tanımlanmaya
çalışılıyordu. Batılılaşma kavramı yaşanan değişme sürecini derinden kav-
ramak için çok uygun değildir. Bu kavramlaştırma, özcü batı ve doğu kar-
şıtlığına oturtulduğu için Batılılaşmaya, daha başlangıçta olumsuz bir
değer yargısı yüklemekte ve değişmeyi yönlendirmekten çok değişmeye
karşı direncin dayanağını oluşturmaktadır. Batılılaşma, bir kimlik kaybına,
bir özenti olmaya işaret etmektedir. Hele her iki toplumun özleri (essence)
bulunduğu da kabul edilirse, Batılılaşmayla başarıya ulaşılamaz olduğu
da daha başlangıçta kabul edilmiş olmaktadır. Oysa modernleşme her
ülkenin yaşaması gerekli/kaçınılmaz bir dönüşüme atıf yaptığı için, de-
ğişmeyi, direnilmesi gereken bir şey olmaktan çıkartarak, bir an önce ger-
çekleştirilmesi gereken bir amaç haline getirmektedir.
Bu saptamadan sonra, İstanbul’un yaşadığı nüfus dinamikleriyle, mo-
dernleşme sürecini nasıl ilişkilendireceğim konusunda nasıl bir yöntem
izleyeceğimi açıklamaya çalışacağım. Önce Türkiye’nin yaşadığı modern-

* Osmanlı Bankası Müzesi’nde 10-11 Nisan 2009’da düzenlenen IV. Aydınlanma


Sempozyumu’nda sunulan bildiri.

172
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 173

leşmeyi nasıl bir kuramsal çerçeve içinde ele almaya çalışacağım üzerinde
duracağım. İkinci olarak da bir kentin nüfus dinamiklerinden ne anladı-
ğıma açıklık kazandıracağım. Bu iki tanımlamadan sonra modernleşme
ve kentin nüfus dinamiklerinin ilişkisinin doğrudan kurulamayacağı
hemen görülecektir. O zaman bu ilişkiyi kurabilecek üçüncü bir kuram-
sal adımın atılması gereği ortaya çıkacaktır. Bu üçüncü kuramsal adım da
modernleşmeyle nüfus dinamikleri arasında bir ara kesit oluşturmak ola-
caktır. Bu ara kesitin belirlenmesiyle bu bildiride kullanılacak kuramsal
hazırlık tamamlanacaktır.
Bildirinin daha sonraki kesiminde İstanbul’daki nüfus dinamiklerine
ilişkin bir anlatı kurgulanmaya çalışılacaktır. Bu anlatının kurgulaması sı-
rasında da İstanbul’un modernleşme tarihi daha önceki yazılarımda ol-
duğu gibi dört ayrı dönem halinde ele alınacaktır. Bunlardan birincisini
utangaç modernite diye adlandıracağım. Osmanlı İmparatorluğunda
1840’lardan Cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemi kapsayacak. İkinci
evreyi Cumhuriyetin ilanından, İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok par-
tili siyasal yaşama geçinceye kadar uzanan dönemi kapsayan köktenci mo-
dernite projesi, üçüncü evreyi ise çok partili rejimden 1980’li yıllara kadar
uzanan popülist modernite projesi oluşturacak. 1980 sonrasından günü-
müze kadar uzanan dönemi ise modernitenin aşınması evresi olarak ad-
landıracağım. Bu dört dönemin anlatıları içinde modernite projesinin
niteliklerinin nasıl değiştiği ve nüfus dinamiklerini nasıl etkilediklerine
ilişkin açıklamalar yapılmaya çalışılacak.

2. Bir Kentte Modernleşme, Nüfus Dinamikleri Ara Kesitinin


Kavramsallaştırılması

• Modernleşmenin Ortaya Çıkışı ve Dünyayı Dönüştürme


Mekanizmaları
Modernleşmenin Avrupa’nın tarihsel gelişmesi sırasında Atlantik kı-
yılarındaki ülkelerde, özel koşullarda ortaya çıktığını biliyoruz. Bu koşul-
ların en önemlisi tabii ki daha önce yaşanmış olan aydınlanmadır.
Modernleşme aydınlanma üzerine oturmaktadır. Aydınlanma insanın ka-
derini, kutsal olandan almış, insanın eline vermiştir. Aydınlanma hem in-
sana, hem de insan aklına güveni getirmiştir. İnsan aklının doğanın ve
toplumsal düzenin işleyişini kavrayabileceğine ve geliştirdiği bu bilgiyi in-
sanların mutluluğu için kullanılabileceğine inanılmaya başlamıştır. İnsan

173
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 174

için iyi olanın ölçütünün de ancak insan tarafından belirlenebileceği kabul


edilmektedir. İşte modernleşme süreci bu yeni farkındalığın yönlendirici-
liğinde oluşmuştur.
Bu aydınlanma/modernleşme süreci, zaman içindeki birikimler so-
nucu, içinde geliştiği toplumlara çok yönlü değişmeler getirmiştir. Bu
değişmeleri buradaki tartışmamız açısından dört ana boyutta toplayabili-
riz. Bunlardan birinci boyutu ekonomi alanındadır. Bu alanda kapitalist
ilişkiler içinde, fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye dayanan bir üretim
yaparak, sanayi devrimi gerçekleştirilmiştir. Bu toplumda ürünler meta-
laşmış, emek ücretli hale gelmiş, liberalist mülkiyet anlayışı kurumsallaş-
tırılmış, ekonomik ilişkiler tüm dünyaya açılarak, kapitalist birikim rejimi
kurumsallaştırılmıştır. Bu yolla, yıkıcı bir yaratıcılığa yol açarak, teknolo-
jik gelişme hızlandırılmıştır.
Modernleşmenin ikinci boyutu bilgiye, ahlaka, sanata yaklaşımıdır. Bu
üç alan, bir birine göre otonomi kazanmış ve her biri evrensellik iddiası
taşır hale gelmiştir. İnsanın gerek doğal, gerek toplumsal olguların doğru
bir temsilini yapabileceğine, dolayısıyla bu temsile dayanarak evrensel ge-
çerlilik iddiası taşıyan doğa ve toplum bilimlerinin kurulabileceğine ina-
nılmaktadır. Bu durumda, temsili sağlayan dilin, gerçeği hiç etkilemeden
aktarabildiği kabul edilmektedir. Bu dilin kavramları ikili karşıtlıklar (bi-
nary opposition) üzerine kurulmuştur. Modernitenin evrensellik iddiası
sadece bilgi alanında değil, ahlak ve hukuk alanında da kendini göster-
mektedir.
Modernleşmenin üçüncü boyutunu geleneksel toplum bağlarından
kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendirebilen, özgürlük talebi olan bir
bireyin doğmuş olması oluşturmaktadır. Bu bireyler eylemlerinin sonuç-
ları üzerinde düşünerek, kendi eylemlerini yeniden biçimlendirebilmek-
tedir. Bunlar eğitilmiş, kapasiteleri geliştirilmiş, belli bir yöreye hapsol-
mayan, kendini tarihsel gelişme içine yerleştirebilen, akışkanlığı yükselmiş
bireylerdir. Bu bireyler yerelliğin ötesindeki daha büyük bir toplumsal
alanda, eşitler olarak yer almakta, yani yurttaşlık sorumluluğuyla içinde
bulunduğu topluma katılmaktadır.
Modernitenin dördüncü boyutunu toplumların yenilenen kurumsal
yapısı oluşturmaktadır. Bu tür ekonomik faaliyetler içinde, kendi yaptık-
ları üzerinde düşünen bireylerden oluşmuş bir toplumda, yeni bir top-
lumsal örgütlenme biçimi olarak ulus devletler ortaya çıkmıştır. Bireyin

174
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 175

varlığını anlamlı kılan zaman ve mekan uzaklıkları artmıştır. İnsanlar artık


yaşamlarının anlamını küçük yerelliklerde ve üç nesillik zaman derinlilik-
lerinde bulmamakta, ezelden ebede kadar uzanan, ulus devletlerde bul-
maktadır. Bu ulus devletlerin yönetimleri de artık meşruiyetlerini, ilahi
güçlere dayandırılan söylemlerden değil, özgürleştirdiği bireyin siyasal
seçmelerinden almak durumunda kalmışlardır. Temsili demokrasi de bu
bağlamda, bu ulus devletin toprakları içinde yaşayan kişilerin kaderleri-
ninin de bu topraklar içinde alınacak kararlara bağlı olacağı varsayımıyla
gelişmiştir. İlişkileri böyle kurulmuş bir devlet içinde, yere bağlılıkların
aşınmasıyla, kitlesel üretim yapan sanayinin gerek duyduğu mal ve emek
pazarının bütünleşmesi sağlanmıştır. Modernleşmenin bilim ve ahlak ala-
nında yarattığı dönüşüm, devletin örgütlenmesinde liyakat esaslı, akılcı
bir bürokrasinin gelişmesini de beraberinde getirmiştir.
Avrupa’nın Atlantik kıyılarındaki toplumlarda, tarihsel olarak ortaya
çıkan modernleşme sürecinin geleneksel toplumlara getirdiği bu değişik-
liklerin niteliği üzerinde düşünüldüğünde, bu değişikliklerin ulus devlet-
lerin içine hapsedilemeyeceği hemen farkedilecektir. Ortaya çıkan bu top-
lum kendine özgü bir dinamik yaratan iç ve dış çelişkiler taşımaktadır.
Ekonomi alanındaki gelişmeler hızlı bir teknolojik gelişmeyi ve üretim ar-
tışını olanaklı kılmaktadır. Böyle bir kapitalist birikim biçimine sahip di-
namik bir ekonomi için ulus devletin iç pazarı belli bir süre sonra dar gel-
mekte, dışa yayılma ve kendi dışındaki dünyayı dönüştürerek denetim
altına alma eğilimi ortaya çıkmaktadır. Bu eğilime modern dünyanın bil-
giye ve hukuka yaklaşımındaki evrensellik iddiası da eklenince modern-
leşmiş ulus devletlerin kendi çevresindeki toplumları dönüştürme potan-
siyeli de artmaktadır.
Modernleşmiş bir ulus devlet yalnız bir dış çelişkiye değil, bir iç çeliş-
kiye de sahiptir. Bu devletin kurumsal yapısı yurttaşlarının eşitliği varsa-
yımı üzerinden oluşmuştur. Ama ekonomik sisteminin işleyişi sürekli
olarak eşitsizliği üretmektedir. Bu iç çelişkiyle, modern bireylerin kendi ey-
lemlerinin sonuçları üzerinde değerlendirme yapma niteliği biraraya ge-
lince, içinde bir sosyalist modern toplum arayışının gelişmesine neden
olmaktadır.1

1 Bu konuda düşünce tarihi ağırlıklı bir sunu için bkz: İlhan Tekeli: “Türkiye’de Siyasal
Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,
Modernleşme ve Batıcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.19-42.

175
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 176

Avrupa’nın Atlantik kıyılarında yaşanan, gelenekselden modern top-


luma geçiş sürecini, buradaki çözümlememiz için gerekli olabilecek
ayrıntıları da içerecek bir biçimde tanımladık. Tabii ki bu oldukça yalın-
laştırılmış, ortalama bir tanımlamadır. Böyle bir ortalama tanımlamanın
önemli bir sakıncası vardır. Temelde tarihsel, dolayısıyla olumsal olanı,
normatif olarak kabul etmeye yol açabilmektedir. Bu da daha geç mo-
dernleşen ülkeler için tarihselden çıkarsanarak normatif hale getirilen bu
tanımlamayı bir “modernite projesi” haline getirmektedir. Tarihsel olarak
Avrupa’nın belli bir yöresinde yaşanmış olan modernleşmenin, içinde doğ-
duğu ulus devletlerin dışına taşması ve çevresindeki ülkeleri dönüştür-
meye başlaması sonucunda, 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın ilk
yarısında, Avrupa’nın modernleşme deneyiminin “modernite projesi” ola-
rak görülmesine yol açmıştır. “Modernite projesiyle”, bir tarihsel evrim
çizgisini normatif hale getirmenin çok önemli sonuçları olmaktadır. Ta-
rihsel olan deterministik hale getirilmekte, bundan ayrılan uygulamalara
da olumsuz nitelikler yüklenmektedir. Tabii bu tutum da modernite pro-
jesinin, evrensellik (universal) iddiasını yaşama geçirebilmek için en
önemli araçlardan biri haline gelmektedir. Avrupa merkezli dünyaya bakış
açısı bu yolla yaratılmaktadır.
Böyle bir “modernite projesinin” yaratılması ve ona normatif işlev yük-
lenmesinin pratikteki en önemli sonucu, gerek ulusal düzeyde, gerek ulus-
lararası düzeydeki kurumsallaşmaların hep bu kabul üzerinden gerçekleş-
mesidir. Kurumsal yapılar o toplumlarda hangi tür eylemlerin /çözümlerin
meşru olduğunu belirlemektedir. Tabii böyle kurumsal yapıların yerleş-
miş olması, Avrupa modeli dışı oluşumları gayri meşru hale getirmekte-
dir. Tarihsel/olumsal gelişmeler sağlıksız olarak nitelendirilmektedir. Bu
yolla evrensellik iddiası korunurken bağlam bağımlılığın (context depen-
dency) önü tıkanmak istenmektedir.
Günümüzde artık çoklu modernitelerden söz edilmeye başlanmıştır.
Çünkü dünyada yaşanan deneyimler, tekçi bir modernite projesinin üs-
tünlüğünü savunmaya olanak bırakmamıştır. Modernleşmeyle insanlar,
geleneksel toplumun bağlarından kurtulmuş özgürleşmişti. Ama tekçi bir
modernitenin, tek meşru gelişme çizgisi haline getirilmesiyle, insanlar ye-
niden tutsak ediliyordu. Bu yolla, bireylerin kendilerine çizilen güzer-
gahta, kendilerine düşen rolü oynamanın ötesine geçmesinin önü tıkanı-
yordu. Oysa çoklu modernite kabul edildiğinde, insanların özgürlük alanı

176
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 177

önemli ölçüde yeniden genişletilmiş olmaktadır. Değişik toplumlarda mo-


dernleşmenin başlangıç noktalarının farklılıkları ve değişik uygarlıklar
içinde gelişmesi sonucu farklı moderniteler ortaya çıkacaktır. Aslında
çoklu modernitenin olanaklılığının kabulüyle, modernite projesiyle çev-
redeki ülkelerin modernleşmesinin, elinden alınmış bulunan tarihselliği
geri verilmiş olmaktadır.
Ama bu geri verme yeni bir kavramsallaştırmayla hemen kolayca ger-
çekleştirilebilecek bir şey değildir. Çünkü gerek uluslararası düzeyde, gerek
ulusal düzeyde oluşmuş bir kurumsal yapı vardır ve bu yapı büyük ölçüde
tekli modernite anlayışına uygun bir meşruiyet çerçevesi oluşturmakta-
dır. Bu bağlam bağımlılığı ortadan kaldırmaya çalışan bir çerçeve içinde
tarihsellik/çoklu modernite gerçekleşirken önemli ölçüde meşuiyet bas-
kısı altında kalmaktadır. Bu tarihsellik, modernist meşruiyetin kurumsal
yapısına rağmen gerçekleşmektedir. Çoğu kez gerçekleşen çoklu moder-
nite meşruiyet sorunlarıyla karşılaşmaktadır.
Bu nedenle “modernite projesine” göre biçimlenmiş kurumsal meş-
ruiyet çerçeveleri içinde tarihselliği üreten mekanizmaların varlığını gös-
termek gerekir. Burada üzerinde duracağım esas konu modernist meşrui-
yet yapıları karşısında emrivakiler yaratan “happening/emergence”lardır.
Modernite projesi “happening/emergence”larla müzakere edilerek yeni
bir tarihsellik ortaya konulmaktadır. Bu “emergence”ların ortaya çıkması
için değişik nedenler bulunabilir. Modernite projesinin meşruiyet çerçe-
veleri, yeni gelişmeye başlayan bir ülkenin kapital birikim süreçleri ve
bireylerinin kapasiteleriyle uyumsuz ise, bu bireylerin o toplumda varlık-
larını sürdürebilmek için yapmak zorunda oldukları eylemler ya da bul-
dukları çözümler, çok sayıda kişi tarafından tekrarlanarak büyük kitleler
oluşturmaya başladıklarında, modernite projesinin dışındaki “emer-
gence”lar ortaya çıkmaktadır. Ama bu “emergence”ların ortaya çıkması
onlara modernite projesinin kurumsal yapısının sürdüğü bir ortamda meş-
ruiyet çerçevesi yaratmakta herzaman yeterli olmamaktadır.
• Bir Kentin Nüfus Dinamikleri
Modernleşme süreci ile bir kentin nüfus dinamikleri arasında bir iliş-
kinin nasıl kurulabileceği konusunda bir çözümleme yapabilmek için, bir
kentin nüfus dinamiğinden ne anlaşılması gerektiği konusunda, kısaca da
olsa bir saptama yapmakta yarar var. Bir kentin nüfus dinamiğini betim-
leyebilmek için üç konuda ayrı ayrı betimleme yapmak gerekir.

177
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 178

Bunlardan ilk akla geleni yani birincisi kentin nüfusu ve büyüme hı-
zıdır. Bu büyüklük ve büyüme hızı üç bileşenin bir araya gelmesinden
oluşmaktadır. Bunlardan biri kente yaşayanların kaba doğum oranları,
ikincisi kaba ölüm oranları, üçüncüsü ise kentin aldığı ya da verdiği net
göç oranlarıdır. Bu üç bileşenin her birinin modernleşme süreciyle bir
şekilde ilişkili olduğu hemen farkedilebilir. Ama bu ilişkinin hangi top-
lumsal mekanizmalarla oluştuğuna bir sonraki kısımda açıklık kazandırı-
lacaktır.
Bir kentin nüfus dinamiğinin ikinci öğesi kent nüfusunun yaş, cinsiyet,
eğitim, hüner, meslek vb. kompozisyonlarında yaşanan değişme eğilimle-
ridir. Gerçekte bir toplumun yaşadığı çok yönlü modernleşme sürecinin
hemen hemen her boyutunda yaşanan değişmeler, bir kentin nüfus kom-
pozisyonunun belli bir yönde değişmesini sağlayacak etkiler yaratacaktır.
Kent nüfus dinamiğinin üçüncü bileşeni nüfusun mekanda dağılımına
ilişkindir. Nüfusun kompozisyonunun kent mekanında yayılımı farklılaş-
maktadır. Bu farklılaşma da kentin büyümesi ve gelişmesi sırasında
değişiklik geçirmektedir. Üçüncü dinamik birinci ve ikinci dinamikle ya-
kından ilişkilidir. İlk iki dinamiğin mekansal yönünü kapsamaktadır.
• Modernleşme Sürecinin ve Nüfus Dinamiklerinin Arakesiti
Bu üç dinamiğin o toplumun yaşadığı modernleşme süreciyle ilişkisinin
kurulmasını sezgisel düzeye bırakmayarak, bunu ayrıntılandırmak istiyor-
sak, toplumda bu ilişkileri daha açıkça ortaya çıkarabilmek için, sözkonusu
iki değişme sürecinin bir arakesitini oluşturmak gerekmektedir.
Bu arakesiti, nüfus dinamiklerini kavramamıza yardımcı olacak bir bi-
çimde kurabilmek için, moderleşmenin daha önce üzerinde durduğumuz
dört boyutundan yola çıkacağız. Bu dört boyuttan yola çıkarak önce nü-
fusun toplam büyüklüğü ve nüfusun kompozisyonunun oluşumuyla iliş-
kilendiren arakesitlere açıklık kazandırmak gerekmektedir.
Bu arakesiti oluşturmakta, modernleşmenin dört boyutundan eko-
nomi ve devletin kurumsallaşma ve pratikteki örgütlenme biçimleri ön
plana çıkmaktadır. Diğer iki boyutu olan bireyin kazandığı yeni nitelik ile
bilgi, ahlak ve estetiğe yaklaşım biçimi ilk iki boyuttaki gelişmelerin nite-
liğini belirleyerek/etkileyerek dolaylı yoldan devreye girmektedir.
Modernleşen bir toplum, özel mülkiyeti kurumsallaştırması ve kapita-
list üretim biçiminin sağladığı güdüyle üretim teknolojisini geliştirerek,
tarımda ve tarım dışında üretimi çeşitlendirmekte ve büyük ölçüde artır-

178
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 179

makta, yakın bir yerelikte değil çok uzak mesafelerde alış ve satış yapa-
bilen bir ticaretle bütünleşmektedir. Böyle bir üretimin ve ticaretin
yapılabilmesi için gerekli olan, sigortacılık, bankacılık vb. hizmetlerin ge-
lişmesine de neden olmaktadır. Böyle bir gelişmenin olabilmesi için, çok
iyi yetişmiş hünerli insan gücüne gerek duyulmakta, toplumda bir orta
sınıf oluşmaya başlamakta ve modern bilgi ve meslek ahlakıyla donatılmış
mühendislik, yöneticilik ve muhasebecilik vb. bir profesyoneller kadro-
sunun yetiştirilmesi gerekmektedir. Ekonominin işlerliği için gerekli yeni
bir meslekler dağılımı talebi ortaya çıkmaktadır. İşte arakesiti oluşturan
öğelerin en önemlilerinden biri budur.
Ara kesiti oluşturmak için yola çıkacağımız noktalardan ikincisi, dev-
letin yapısı üzerinde durmaktır. Geleneksel devletin yerine modern bir
devlet gelişmeye başlayınca, bir yandan bireyin hakları ve devletin görev-
leri ve mali kaynakları konusunda yeni yasal düzenlemeler yapılırken, öte
yandan devletin yeniden örgütlenmesi gerçekleşecektir. Tabii bu gelişme-
lerin içeriğini, modernleşme içinde insana, bilgi, ahlak ve hukuka bakış
açısındaki gelişmeler etkileyecektir. Hukuk yoluyla yapılan kurumsal dü-
zenlemler çok önemlidir. Bunlar bir yandan devletin bireylerin haklarını
ve bu arada mülkiyet hakkını güvence altına alarak, ekonomi alanındaki
gelişmeleri yönlendirirken, öte yandan modern devlete, geleneksel döne-
min devletine göre çok daha geniş bir görev alanı çizmektedir. Modern
devlet yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını ayrı ayrı ve modernite-
nin laikleşmiş/dünyevileşmiş meşruiyet anlayışı içinde yeniden düzenle-
mektedir. Modernleşen devlet, savunma ve güvenliği sağlama gibi gele-
neksel işlevleri yanına eğitim, sağlık ve altyapı yapımı gibi alanları da
ekleyerek faaliyet alanlarını genişletmektedir. Faaliyetlerini çeşitlendiren
devlet, bu işlevlerini yerine getirirken örgütlenmesini, bilgiye yeni yakla-
şımı doğrultusunda, rasyonel bir bürokrasi/teknokrasi üzerine oturtmak-
tadır. Bu bürokrasi/teknokrasi geleneksel devletteki gibi sadakat esası üze-
rine değil, liyakat esası üzerine kurulmaktadır. Bu gelişme de ekonomi
alanındaki gelişmenin yarattığına benzer bir şekilde, iyi yetişmiş hünerli
insan gücüne talebi artırmış ve devletin etkin işlerliğini sağlayabilmek için
başka bir meslekler dağılımı talebi doğmuştur. Bu da ekonomi boyutunu
izlerken ortaya koyduğumuz arakesite eklenmiştir.
Modern devletin örgütlenmesinde yüklendiği iki yeni işlev olan, eği-
tim ve sağlık alanındaki gelişmeler, nüfus dinamikleri bakımından özel bir
öneme sahiptir. Bu iki işlevin de arakesitte önemli bir işlevi vardır. Üze-

179
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 180

rinde ayrıca durulması gerekiyor. Gerek modern devletin birey/vatanda-


şının yaratılması için gerek ekonomisinin ve yeni devletinin gerektirdiği
eğitilmiş, profesyonelleşmiş işgücünün sağlanması için devletin bu alan-
daki dünyevileşmiş/laik bir eğitimi örgütlemesi gerekir. Modernleşmenin
gerçekleştirilebilmesinde en önemli araç eğitim olmaktadır. Modernleş-
menin gelişmesi, büyük ölçüde eğitimin modernleşmesi ve tüm ulusu
kapsayabilmesi halinde olanaklı hale gelmektedir. Bu alandaki gelişme nü-
fusun kompozisyonunu sürekli olarak yeniden yapılandırmaktadır. Daha
önce üzerinde durduğumuz ikinci nüfus dinamiğinin temel mekanizma-
sını devletin ya da bu işlevi yüklenen sivil toplum kuruluşlarının eğitim
faaliyetleri sağlamaktadır.
Modernleşen devletler için nüfus büyüklüğü, gerek siyasal güç gerek
üretimin gerektirdiği emek ve iç pazarın büyüklüğü bakımından çok
önemli bir faktör haline gelmiştir. Bir yandan aydınlanma sonrasında tıp
biliminde yaşanan gelişmeler, öte yandan devletin halkın sağlığını koru-
mak için yüklendiği yeni işlevler, kent nüfuslarında salgın hastalıkların ya-
rattığı büyük kayıpları engelleyerek kent nüfuslarını artırmıştır. Modern
devletin sağlık alanında işlevler yüklenmesi nüfus artış hızını yükseltmek
bakımından çok önemli işlevler yüklenmiştir. Birinci nüfus dinamiğini
oluşturan kent nüfus artış hızını sadece sağlık hizmetlerinin modernleş-
mesi arakesitine dayandırmak yetersiz olur. Kent nüfusunda artışı sağla-
yan göç bileşenini de modernleşmenin diğer boyutlarıyla ilişkilendirmek
gerekir. Modernleşmenin üçüncü boyutunda ele aldığımız, birey/vatan-
daşın eğitim aracılığıyla hüner kompozisyonunun geliştirilmesi ve bir
yerelliğe bağlılıkların aşındırılması bir araya gelince, ülke nüfusunun akış-
kanlığı yükselecek ve kentlerde ortaya çıkan istihdam olanaklarına bağlı
olarak göç edilebilecektir.
Bu bölüme kadar bir kente ilişkin nüfus dinamiklerinden ilk ikisiyle
modernleşme süreci arasındaki arakesiti oluşturduk. Ama kent nüfusu-
nun kent mekanına yayılmasına ilişkin üçüncü dinamiğe şimdiye kadar
hiç değinmedik. Bir ülkede modernleşme süreci başlayınca kent nüfusları
büyümekte ve kent mekanı bir dönüşüme uğramaktadır. Nüfusun me-
kansal dinamiği de temelde kentin yaşadığı dönüşüme bağlı olarak oluş-
maktadır. Bu dinamik kentin makro formunun oluşumuyla paralel geliş-
mektedir. Bu dinamiği etkilemek bakımından üç arakesitten söz edebiliriz.
Bunlardan birincisi modernitenin ekonomi alanındaki ve devlet hizmet-
leri alanındaki faaliyetlerinin kentte seçtikleri yerlerdir. İkincisi kent içi

180
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 181

ulaşımın yeniden örgütlenme biçimidir. Eğer bu ikisi verilirse bu iki ve-


riye bağlı olarak konut alanlarının nasıl dağılabileceğini, yani niteliklerine
göre nüfusun mekansal dağılımının nasıl farklılaşacağını kestirebiliriz.
Ama modern bir toplum, kentlerin oluşumlarını bireylerin davranışsal
eğilimlerine bırakmamakta, planlamaktadır. Planlama temelde aydınlan-
manın bir çocuğudur. Modern bir toplumda kentin mekan içinde yayılı-
mımın meşruiyeti planlamaya dayandırılmıştır. Böylece modernite, kente
karşı yapılan her tür emrivakiyi meşruiyet dışı ilan etmiştir. Tabii planla-
rın ne kadar uygulanabildiği tartışma konusudur. Çoğu kez nüfusun me-
kansal dağılımını etkilemekte ama belirlememektedir.

3. İstanbul’un Nüfus Dinamiklerinin Öyküsü


Modernleşme süreciyle nüfus dinamikleri arasındaki etkileşim konu-
sunda oluşturduğumuz kuramsal çerçeveden yararlanarak İstanbul’un
nüfus dinamiklerinin gelişme öyküsünü tarihsel bir anlatı halinde kur-
maya çalışalım. Bu anlatı içinde bir önceki kesimde kurgulanan arakesit
noktaları merkezi bir yer tutacaktır. Bu anlatıyı kurarken Osmanlı İmpa-
ratorluğunda 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra güçlenen utangaç mo-
dernleşme döneminden başlayacağım.
• Utangaç Modernleşmenin Doğurduğu Nüfus Dinamikleri
Osmanlı modernleşmesinin öyküsünü kuranlar genellikle modernleş-
meyi sultanın ve yeni oluşan devlet bürokrasisinin kararlarına ve devlet
örgütünün değişmesine dayandırmışlardır. Oysa bu yazıda geliştirilen çer-
çevede modernleşme sürecinin iki kanaldan gelen etkilerle geliştiği kabul
edilmektedir. Bu nedenle biz öykümüzü hem devlet hem de ekonomi bo-
yutundaki gelişmeler üzerine durarak iki farklı kanalın yönlendirdiği ku-
rumsal düzenlemeler üzerinde durarak kurabiliriz. Bunlardan birincisi
ülkenin uluslararası ticarete açılması ve kapitalistleşme sürecinin işlemeye
başlamasıdır. İkincisi ise ülke merkezi yönetiminin geliştirdiği kurumsal
reformlar ve altyapı projeleridir. Bu süreç temelde mezkezden yönlendi-
rilen ve tepeden gelen bir modernleşmedir. Böyle tepeden gelen mo-
dernleşmenin tarihinin ayrıntıları izlendiğinde bunun bile önemli ölçüde
bağlam bağımlılıklar taşıdığı, yani bunun da çoklu modernite içinde kav-
ramlaştırılmasının doğru olacağı farkedilebilir.
Osmanlı İmparatorluğunun utangaç modernite projesinin her iki bo-
yutuyla hangi tarihten itibaren başladığı konusunda değişik tarihler verile-

181
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 182

bilir. Ama değişik tarihlerde Osmanlı İmparatorluğunda yapılan reformla-


rın ya da yeniden düzenleme girişimlerinin birikerek ancak 1880’li yılardan
sonra çok yönlü bir modernleşme süreci niteliğini kazanmaya başladığını
söyleyebiliriz. Yine de bu birikimin önemli dönüm noktaları için bazı ta-
rihler vermekte yarar vardır.
Geleneksel Osmanlı devlet düzeninin dönüşmesindeki en keskin döne-
mecin 1826’da yeniçeriliğin kadırılması olduğu söylenebilir. Yeniçeri oca-
ğının kaldırılması sadece orduya ilişkin bir düzenleme değildir. Osmanlı yö-
netiminin en merkezi kurumu ortadan kalkmıştır. Geleneksel bürokrasinin
yetişme kanalları yok olmuştur. Ordunun yeniden düzenlenmesi yanısıra
devlet mekanizmasının ve bu kadroları yetiştirecek eğitim kanallarının ye-
niden kurulmasını gerektirecek bir boşluk yaratılmıştır. Ama bu boşluğun
modern kurumlarla birdenbire ya da kısa sürede doldurulması olanaksız-
dır. Hem yetişmiş yeterli sayıda insan gücünün bulunmaması hem de dev-
let işlevlerinin henüz modern devlet kavramının ulaştığı kapsamdan çok
uzak olması dolayısıyla Osmanlı devleti, yeni yönetimi oluşturmakta önemli
ölçüde bağlam bağımlı bir deneme, hata saptama yoluyla gelişen uzun bir
arayışa girmiştir. Nezaretlerin kurulması, çeşitlenmesi ve yeterli kadrolarla
donatılabilmesi uzun zaman alacak, ancak 1880’li yıllarda belli bir geliş-
mişliğe ulaşacak, devlet ilk umuru-nafia planını geliştirebilecek bir kapasi-
teye sahip olacaktır.
Sistem içinde kapitalist gelişmenin hızlanmaya başlaması ve imparator-
luk ekonomisinin dış pazarlara açılmasındaki dönüm noktası 1838 yılında
İngiliz ticaret anlaşmasının imzalanması olmuştur. Bir yıl sonra 1839’da
ilan edilen Gülhane Fermanı ve 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanıyla,
bireylerin hakları, bu arada mülkiyet hakkı ve devlet karşısında eşitlikler ko-
nularında güvence verilmiştir. Bunlar anayasal nitelikte düzenlemelerdir.
Aynı zamanda bu metin, ekonomi mantığı açısından kapital birikim süreç-
lerine güvence sağlamak olarak da okunabilecektir. Bu yöndeki bir başka
adım, 1858’de arazi kanunnamesinin kabul edilerek toprakta liberal mülki-
yet anlayışına belli bir biçimde yaklaşılması olmuştur. Bu düzenlemelerin
modernite projesinden etkilendiği, o doğrultuda olduğu açıktır. Ama mo-
dern toplumların kurumlarının doğrudan ithali olmaktan ziyade yerel ko-
şullarda yeniden üretilmiş halidir. Bu uygulamalara utangaç modernite adı
vermemin de nedeni budur. 1860’lı yıllardan itibaren girişimcilik formları-
nın ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Az sayıda da olsa bankalar,

182
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 183

anonim şirketler kurulmaktadır. Ekonominin modernleşme yolunda ilerle-


mesinde ilk adımlar Osmanlı tebaasından, müslüman olmayan milletlerin
mensupları tarafından atılırken, 1880’li yıllardan sonra müslüman kesimin
girişimcileri de ekonomi alanında kendilerini göstermeye başlamışlardır.
İster devletin yeni gelişen bürokrasisi ister gelişmeye başlayan modern
iş yaşamı olsun, iyi eğitilmiş insan gücüne gerek duyuyordu. Bu mo-
dernleşen kesimin insangücü ihtiyacının, geleneksel Osmanlı düzeninin,
çocukların dinsel sosyalleşmesini sağlamanın ötesinde bir işlev görmeyen
sıbyan okullarıyla ve medreseleriyle karşılanmasına olanak yoktu. Toplu-
mun modernleşen her iki kesiminin de gereksinmelerini karşılayacak bir
eğitim sisteminin geliştirilmesi gerektiyordu. Bu konuda Osmanlı yöne-
timi, önce ordu gibi modernleştirdiği kurumların yetişmiş insan gerek-
sinmesini kurduğu yüksek okullarla karşılamaya çalışmıştır. İlk ve orta
eğitimde yetiştirilmiş öğrenci olmayınca, bu okullar ilk mezunlarını çok
uzun yıllar süren eğitimlerden sonra verebilmişlerdir. Eğitimin ilköğre-
tim, ortaöğretim, yüksek eğitim bütünlüğü içinde düşünülmesi ilk olarak
Tanzimat sonrasında 1845’lerde gerçekleşmiştir. Ancak Tanzimatın mo-
dern eğitim konusunda kurduğu ilk ve orta eğitim düzeyindeki okulların
sayısı çok azdır ve İstanbul’un içiyle sınırlı kalmıştır. Osmanlı eğitim
sisteminin modernleşmesi bakımından en önemli adım Saffet Paşa’nın na-
zırlığı döneminde 1869 yılında çıkarılan Maarif-i Umumi Nizamname-
siyle atılmıştır. Sıbyan okulu, rüşdiye, idadi/sultani, yüksek okullar ve
darülfünundan oluşan sistem 1880’li yıllardan sonra tüm İmparatorluk
yüzeyinde önemli ölçüde yaygınlık kazanmıştır. 1880 sonrasında özellikle
yüksek okullarda öğrencilerin sultana sadakatini artıracak mekanizmaların
kalmasına özellikle dikkat edilmiştir.Başka bir deyişle modern eğitime ge-
çilirken gelenekselin bazı kalıntıları yeniden üretilmiştir.2
Kuramsal olarak, modernleşmeyle nüfus dinamiklerinin arakesitini ge-
liştirirken üzerinde özellikle durduğumuz, devletin modern sağlık hizmeti
sağlamaya başlaması niteliğinin, Osmanlı İmparatorluğunun utangaç mo-
dernleşme yaklaşımı içinde aşama aşama nasıl geliştiği üzerinde duralım.
Geleneksel Osmanlı düzeninin hekimbaşı merkezli, çok sınırlı sağlık hiz-
metinin yerini, modern tıp bilgisinden yararlanan, tüm halka ulaşmaya
çalışan modern sayılabilecek bir sağlık hizmetinin alması zaman içinde

2 Benjamin C. Fortna: Mekteb-i Hümayun, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.

183
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 184

aşama aşama gerçekleşmiştir. Bu bakımdan atılan ilk adım modernleşti-


rilmeye çalışılan ordunun hekim ihtiyacını karşılamak için 1827 yılında
Tıbhane-i Amirenin kurulması olmuştur. Ülke içinde ve dışında modern
tıp eğitimi almış doktorların sayısının artmasına paralel olarak, hekimba-
şılığın sorumlulukları aşama aşama yeni bürokratik mekanizmalara dev-
redilmeye başlanmış, sonunda hekimbaşılık yok olmuştur. Bu yetkilerden
salgın hastalıkları önlemeye ilişkin bir bölümü 1838’de kurulan “Meclisi
Umuru Sıhhiye”ye (Karantina Meclisi) devredilmiş ve 1840 yılından
sonra Osmanlı İmparatorluğunda karantina uygulamasına geçilmiştir.
Kent nüfuslarının salgın hastalıklara çok duyarlı olduğu bir dönemde
karantina uygulaması tabii ki önemli bir adımdır. Bunu sivil hekim yetiş-
tirmek üzere 1867’de Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiyenin açılması izlemiştir.
Bu gelişmenin paralelinde 1871’de sıhhiye müfettişlikleri ve memleket ta-
biplikleri kurulmuştur. Bu yolla devletin sağlık hizmetleri tüm ülke me-
kanına yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Halk sağlığı bakımından devletin
attığı en önemli adım salgın hastalıklara karşı Avrupa’da geliştirilen aşı ve
serumların en kısa zamanda Türkiye’de uygulanmasını sağlamak olmuş-
tur. Bu yöndeki gelişmelerin 1870’li yıllarda başladığı görülmektedir.
1872’de İstanbulda bir Aşı Enspektörlüğü kurularak Avrupa’dan çiçek
aşısı getirtmeye karar verilmiştir. Bu aşı İstanbul’da “Telkih-i Cüderi Ame-
liyathanesi” kurularak 1892’de üretilmeye başlanmıştır. 1885’de Paste-
ur’ün Pariste ilk kez uyguladığı kuduz aşısı 1887’de İstanbul’da uygulan-
maya başlanmıştır. Bu gelişmeler1893’daki kolera salgını sonrasında
“Bakteriolojihane-i Osmani”nin kurulmasını getirmiştir. Böylece Osmanlı
sağlık örgütü salgın hastalıklara karşı daha güçlü olarak donatılmış olu-
yordu. Osmanlı İmparatorluğunda sağlık hizmetlerinde modernleşme İs-
tanbul, İzmir ve Selanik gibi liman kentlerinde yoğunlaşmış 20. yüzyıl
başlarında diğer kentlere yayılmaya başlamıştır.3

3 Necmettin Akyay; Osmanlı İmparatorluğu’nda Sağlık Örgütleri ve Sosyal Kuruluşlar;


H.Ü.Toplum Hekimliği Bölümü Yayını, No.10, Ankara, 1982.
Nil Sarı: “Osmanlı Hekimliği ve Tıp Bilimi”. Bila Ak, Adnan Ataç (Yay.Haz.)
Osmanlı Devletinde Sağlık Hizmetleri Sepozyumu, Sağlık Bakanlığı, Ankara, 2000, s. 22
Daniel Panzac: Osmanlı İmparatorluğunda Veba 1700-1850, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul, Ekim 1997.
Nuran Yıldırım: “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Koruyucu Sağlık Uygulamaları”,
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1986,
s.1331-1335.

184
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 185

Osmanlı utangaç modernleşmesinin ana bileşenleri üzerinde durduk-


tan sonra, nüfus dinamiklerini birincisinden başlayarak ele alalım.
Koruyucu sağlık alanında alınan önlemler ve balkanlaşma göçleri bir
araya gelince Osmanlıların elinde kalan topraklarda nüfus artışı yaşan-
maya başlanmıştır. Mc Carty’nin saptamalarına göre 1878-1911 yılları
arasında Anadolu’nun nüfusu yüzde 50 artmıştır. Bu, yılda yüzde 1,5’luk
artışa tekabül etmektedir.4
Kemal Karpat’ın saptamalarından yararlanarak İstanbul’un nüfusunun
1829’da 329.000, 1864’de 600.000, 1877’de 720.000, 1885’te 873.000,
1897’de 1.059.000, 1901’de 1.013.466 1914’de 1.200.000 olduğu ko-
nusunda bir kestirim yapılabilir.5 Tabii bu sayıların ne kadar güvenilir ol-
duğu tartışma konusudur. Ama yine de bazı analizlere olanak sağlamakta-
dır. İstanbul nüfusu önemli ölçüde büyümüştür. 1829 tahmininin düşük
olduğunu düşünsek bile, 90 yılda kentin nüfusu üç mislinden fazla artmış-
tır. Kuşkusuz bu artışta halk sağlığı koşullarındaki iyileşmenin etkisi vardır.
Ancak, Alan Duben ve Cem Beharın çalışmaları,6 İstanbul nüfusunun,
utangaç modernitenin 1880 sonrasındaki döneminde demografik geçiş sü-
recinde yol almaya başladığını göstermektedir. Kız ve erkeklerde ortalama
evlenme yaşı yükselmiştir. 1885’de kızların evlenme yaşı 19’a 1905’te
20’ye yükselmiştir. 1907’de erkeklerin ortalama evlenme yaşı 30’a yük-
selmiştir. 1907’de kaba doğum oranı binde 29,4 düzeyindeydi. Toplam
doğurganlık oranı yüzde 3,88’dir. İstanbul’da çok eşli aile sayısı yüzde
2,5’tu. Çekirdek aile yaygınlaşmıştır.7
İstanbul nüfusunun doğum yoluyla artış hızında bir düşme yaşanırken,
kentin nüfusunun önemli düzeyde bir artış gösterebilmesi göçler dolayı-
sıyla olmuştur. Bu göçün bir kısmı balkanlaşma göçü iken, diğer bir ke-
simi ekonomik güdülerle olan gönüllü göçlerdi. Bunların göreli önemleri
konusunda bir ayrım yapabilecek bilgilere sahip değiliz.
Modernleşme Atlantik kıyılarında ortaya çıkarak çevresinde yayılmaya
başladığında, Avusturya Macaristan, Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında

4 Justin McCarthy: Müslümanlar ve Azınlıklar, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1998.


5 Kemal H. Karpat: Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,
2003.
6 Alan Duben ve Cem Behar: İstanbul Households, Mariage, Family and Fertility
1880-1940, Cambridge University Press, Cambridge, 1991.
7 Alan Duben: Kent, Aile, Tarih, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002. s. 144, 148, 192.

185
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 186

ulusçuluk hareketlerinin gelişmesine neden olmuş ve imparatorlukların


uluslara parçalanması sonucunu yaratmıştır. Bu İmparatorluklarda ger-
çekleşen uluslaşma süreçleri, Avrupa’da gerçekleşen ulus devlet oluşum
süreçlerinden farklıdır. Avrupa’da küçük yerelliklerin birleşmesiyle daha
büyük alanlarda ulus devletler oluşmuştur. Oysa sanayi öncesinin son
büyük imparatorluklarında ulus devletin oluşumu büyük imparatorluk
topraklarının dil, din ve kültür benzerlikleri temelinde parçalanması yo-
luyla gerçekleşmiştir. Bu farkı ortaya koymak için siyasal bilimciler bu sü-
reci “Balkanlaşma” olarak adlandırmışlardır. Osmanlı İmparatorluğunda
da “Balkanlaşma” sürecine paralel olarak, kaybedilen topraklardan, elde
kalan topraklara benim balkanlaşma göçleri diye adlandırdığım, müslü-
man ve yahudi göçleri yaşanmaya başlamıştır. Bu göçler 1860-1927 yıl-
ları arasında yoğunlaşmıştır.8
Bu göçleri imparatorluk, 1857 yılından itibaren serbest bırakarak, teş-
vik etmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğuna gelenlere toprak veril-
meye, Anadolu’da yerleşenler 6 yıl, Rumeli’de yerleşenleri 12 yıl vergiden
muaf tutulmaya başlanmıştır. Tarımsal üretimde kıt faktör toprak değil
emektir. Bu nedenle göçün teşviki, bir anlamda toprak kaybını telafi eden
bir önlemdir. Gelen göçmenler 1877 yılına kadar sadece köylere yerleşti-
rilmiştir. Bu yıldan sonra ise göçmenlerin kentlere yerleşmelerine izin
verilmiştir. Kentlerdeki düzenli göçmen mahalleleri bu tarihten sonra gö-
rülmeye başlamıştır.
İstanbul’un nüfus dinamiğinin birinci öğesini inceledikten sonra,
nüfus dinamiğinin ikinci öğesi olan nüfus kompozisyonundaki değişme-
ler konusunu ele aldığımızda, bilgilerimizin sınırlı olduğu ortaya çıkar.
Bu bakımdan gözlenen birinci gelişme nüfus içinde müslüman nüfusun
hakimiyetinin artmasıdır. Müslüman nüfus oranı 1844’de yüzde 47.91,
1856’da yüzde 47.51, 1885’te yüzde 44,06 iken 1896’da yüzde 56.37’ye
1914’te yüzde 61.59’a yükselmiştir. 1885 yılında müslüman nüfusun
yüzde 37.30’u İstanbul doğumlu iken, yüzde 62.70’inin İstanbul dışı do-
ğumlu olması, müslüman nüfus oranının artışının büyük ölçüde balkan-
laşma göçlerinin sonucu olduğunu göstermektedir. Ayrıca, 1885 nüfus
sayımının sonuçlarına göre erkeklerin yalnızca yüzde 31.1’i kadınların ise

8 İlhan Tekeli: “Türkiye’nin Göç Tarihindeki Değişik Kategoriler” Ayhan Kaya- Baha
Şahin (Derleyenler): Kökler ve Yollar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
Şubat 2007, 449-455.

186
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 187

yüzde 62.8’inin İstanbul doğumlu olması balkanlaşma göçleri yanında


ekonomik güdülü göçlerin de önemli düzeyde olduğunu göstermektedir.
1907 yılında İstanbul’da yaşayan yabancıların oranı yüzde 16.5 olarak
saptanmıştır. Bu oldukça yüksek bir orandır. Daha sonraki tarihlerde böyle
yüksek bir orana rastlanmayacaktır.9
İstanbul’un nüfus dinamiğine ilişkin üçüncü öğe olan nüfus dağılımı-
nın mekansal farklılaşmasına ilişkin bir yorum yapabilmek için, önce kent
formunda yaşanan dönüşümlerle ilgili bazı açıklamalar yapmak gerekir.
Modernleşme sürecinin sonucu olarak özellikle 1860’lı yıllarda, klasik
Osmanlı liman kentindeki bedesten etrafındaki çarşılardan, liman çevre-
sindeki kapanlardan ve pazarlardan oluşan eski merkezlerin yanında ya da
yerinde modern bir iş merkezi oluşmaya başlamıştır. Osmanlı ekonomi-
sinin kapitalist ilişkiler içinde dünya ekonomisiyle eklemlenmeye başla-
masıyla, merkezde bankalar, sigorta şirketleri, iş hanları, oteller kurulmaya
başlandı. Bu yeni ilişkiler, yeni altyapıları gerektirdi. Merkezde ya da ya-
kınında demiryolu istasyonları, limanlar ve rıhtımlar, antrepolar, posta bi-
naları yapıldı. Modernleşmenin etkisiyle, yeni devlet kurumlarının ve
bürokrasinin oluşmasına paralel olarak, merkezde devlet daireleri kuruldu.
Böylece kent merkezi büyüdü, işlevleri çeşitlendi, modern ve geleneksel
kesimler farklılaştı.
İkinci önemli değişme, temelde yaya olan kent içi ulaşımının yerini,
araba ya da tramvay, vapur, banliyö treni gibi toplu taşıma araçlarıyla yapı-
lan ulaşımın alması oldu. Üçüncü önemli değişme olarak, yeni ekonomik
ilişkilerin ve yeni örgütlenme biçiminin sonucunda toplumsal tabakalaş-
masının değişmesi ve yeni toplumsal sınıfların oluşması nedeniyle, konut
alanlarındaki millet esaslı farklılaşmanın yanında sınıf esaslı bir farklılaşma
ortaya çıkmaya başladı. İstanbul ve İzmir’de banliyöleşme oluşmaya başladı.
Osmanlı İmparatorluğunun uygulamaya koyduğu 1860 tarihli
Tahrir-i Nüfus ve Emlake Dair Talimatname, bu tarihe kadar yaşanan mo-
dernleşmenin bireye ve kent mekanına bakışını değiştirmiştir.10 Bu tali-

9 Cem Behar: Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu, Devlet İstatistik


Enstitüsü, Ankara, 1996, s.56, 73-77.
10 İlhan Tekeli Selim İlkin: “28 Aralık 1860 Tarihli Tahrir-i Nüfus ve Emlake Dair
Talimatname’nin Osmanlı Modernite Projesi Açısından Okunması Üzerine”, İlhan
Tekeli Selim İlkin: Cumhuriyetin Harcı Cilt.3, İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul,
Eylül 2004, s.27-62.

187
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 188

matnameyle nüfus tezkeresi verilmesi kavramı getirilmiştir. Böylece dev-


letin tebaasına kimlik kazandırılmaktadır. Nüfus sayımında kadın-erkek
tüm nüfusun sayılması ilkesi kabul edilmiştir. Kent mekanında da tüm bi-
nalara bir numara verilecektir. Başka bir deyişle, artık devlet karşısında
her bireyin yeri de presizyonla belirlenecektir. Gayrimenkullerin yerinin ve
sınırlarının da hassas bir şekilde belirlenmesi için kadastro haritalarının
yapılması gündeme gelmektedir. Kentte yeni yapılacak binalara ruhsat
alma ve “mimari rüsumu” ödeme kuralı getirilmiştir. Böylece kentin ge-
lişmesi konusunda modernist meşruiyetin kurumsal çekirdeği oluşturul-
muştur.
Osmanlılarda kent planı uygulaması, ilk kez İstanbul’da olmak üzere,
1850’li yıllardan itibaren başlamıştır. İlginçtir, kent planlaması, Avrupa’da
da aynı tarihlerde başlamıştır. Avrupa’da kent planlama, sanayileşmenin
kentlerde yarattığı sorunlara çözüm olarak gelişiyordu. Sanayi kentine
karşı geliştirilmiş ütopyalardan besleniyordu. Oysa Osmanlı İmparator-
luğunda farklı bir durum söz konusuydu. Geleneksel kentin dönüşmeye
başlaması planlama gereksinmesini yaratmıştı. Özellikle önemli liman
kentlerinde değişen ticaret biçimi ve yavaş bir tempoyla da olsa refom ge-
çiren Osmanlı yönetimi, kentlerin değişen dış bağlantıları, geleneksel mer-
kez dışında yeni bir modern merkezin doğmasına neden oluyordu. Kent
içi ilişkilerin yaya olarak kurulması terkediliyor, ilişkileri artık araba ve
tramvay gibi toplu ulaşım araçları sağlıyordu.Kent nüfuslarında çok yük-
sek olmasa da yaşanan artış hızları kentlerde yeni alanların iskana açılma-
sını gerektiriyordu. Bu kentin yeni formunu almasında kentin tümü için
yapılan planlar değil, daha çok yeni mülkiyet anlayışıyla tutarlı olarak ha-
ritacıların yaptığı mevzii planlar etkili oluyordu. Dönüşüm güçsüz bele-
diyelerin kararlarıyla değil, büyük yangınların yarattığı fırsatlara bağlı
olarak gerçekleşiyordu. Ahşap binaların hakim olduğu kentte, yaşanan
büyük yangınlar sonrasında ortaya çıkan yangın alanları mevzii planlarla
planlanarak kentin yapısı adeta mozaik parçaların birbirine eklenmesiyle
modernleşiyordu.
Bu gelişmelere paralel olarak, önce sadece İstanbul için geçerli olan,
belli bir süre sonra tüm ülkede geçerli hale getirilen bir imar mevzuatı ge-
lişiyordu. 1849’daki ilk örneklerinden başayarak aşama aşama gelişerek
1881 yılında Ebniye Kanununun çıkarılmasıyla belli bir gelişmişliğe ulaştı.
Bu mevzuat yeni kent içi ulaşım biçimine uygun yolların açılması ve ge-
nişletilmesinin nasıl gerçekleştirileceği, yeni alanların nasıl yapılaşmaya

188
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 189

açılacağı, yangın alanlarının yeniden nasıl planlanacağı, yangın tehlikesi-


nin nasıl azaltılacağı üzerinde duruyordu. Bir bakıma Pariste Haussman’ın
uygulamalarının etkileri altında yıkıcı bir modernleşmeye meşruiyet ka-
zandırıyordu.11
Bu gelişmeler sonucunda12 özellikle 1864 Hoca Paşa yangını ve aynı
yıllarda Galata surlarının da yıkılması sonrasında kentin merkezi iş alanı
yeniden yapılandı, Galata’dan sonra Beyoğlu’na doğru uzandı. Kentin
merkezi iş alanı, kent nüfusunun ve çalışanlarının artışına paralel olarak
ana yollar boyunca yayılıyordu. Kent formu ise, tramvay, deniz hatları ve
demiryolu gibi temel ulaşım hatları boyunca yayılıyordu. Bu hatlar kent
merkezinde kesişiyordu. Kent formu merkezde kesişen bantlar halinde
kavramlaştırılabilir.
Kent, su yollarıyla parçalanmış üç alanda gelişiyordu. Birinci gelişme
tarihi yarımadadaydı. Bu alandaki gelişmeler büyük ölçüde surlar içinde
kalıyordu. Surların dışında Kazlıçeşme ve Ayvansaray-Eyüp gibi yerleş-
melerde mezbaha/dericilik gibi çevreyi kirleten ve baruthane gibi tehli-
keli faaliyetler yer alıyordu. Bu yöndeki demiryolu üzerinde Makriköy ve
Yeşilköy banliyö yerleşmeleri oluşmuştu.
Halicin kuzeyinde Galata ve Pera’da olan gelişme de üç eksende yayılı-
yordu. Birincisi sahil boyunca Tophane’den Ortaköy’e kadar uzanıyordu.
İkinci eksen Taksim’den Şişli’ye uzanan yolun batı yanındaki yerleşmelerce
oluşturuluyordu. Üçüncüsü ise Dolmabahçe’den başlıyor, Teşvikiye ve
Nişantaşı’ndan içeriye doğru uzanıyordu. Bu gelişmelerin dışında Boğaz
boyunca sıralanan köyler kent yaşamıyla ileri derecede bütünleşmişti.
Anadolu yakasındaki gelişme de üç yönde gerçekleşiyordu. Bunlardan
birincisi kıyı boyunca Üsküdar’dan Kuzguncuk’a kadar uzanan Bağlar-
başı ve İcadiye’yi içeren eksendi. İkincisi Üsküdar, Kadıköy arasındaki
boşluğu dolduran, Haydarpaşa ve Yeldeğirmeni yerleşmeleridir. Üçün-
cüsü ise demiryolu boyunca oluşan Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy ve
Bostancı altkentleridir. Bu bağlamda Fenerbahçe 1895 sonrasında Le-
vanten altkenti olarak gelişmiştir.

11 İlhan Tekeli: “Bir Modernleşme Projesi Olarak Türkiye’de Kent Planlaması”, Sibel
Bozdoğan Reşat Kasaba (Editöler) Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s.142-145.
12 İlhan Tekeli : The Development of the İstanbul Metropolitan Area: Urban Administration
and Planning, IULA – EMME, İstanbul, 1994. s. 41-47.

189
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 190

Konut yerleşmeleri bu eksenler üzerinde yayılırken bir sosyal farklı-


laşma yaratıyordu. Etnik farklılaşma çok keskin çizgilerle ayrılmasa da
alansal bir farklılaşma gösteriyordu. Rum nüfusu tarihsel yarımadada,
Fener, Ayakapı ve Cibali’de yoğunlaşmıştı. Rumlar ayrıca Samatya ve
Kumkapı’da ve Makriköy ve Yeşilköyde’de yaşıyorlardı. Haliç’in kuze-
yinde Rum nüfus, Galata, Pera ve Pangaltıyla, Boğazın batı kıyılarında
Beşiktaş, Kuruçeşme, Arnavutköy, Ortaköy, Tarabya, Rumelihisar, Yeni-
köy, Boyacıköy, Büyükdere, Sarıyer’de yaşıyordu. Boğazın doğu yakasında
Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy yoğun Rum yerleşmeleriydi, ayrıca Bey-
koz, Kuzguncuk ve Selimiye’de bulunuyorlardı. Büyükada, Heybeliada
ve Burgaz Rum yerleşmeleriydi, ayrıca Marmara kıyısında Kartal ve Geb-
ze’de önemli sayıda Rum nüfus bulunuyordu.
Ermeni nüfusu tarihi yarımadada, Samatya, Kumkapı, Gedipaşa ve
Yenikapı’da yoğunlaşmıştı, ayrıca Topkapı, Narlıkapı, Yedikule ve Balat
ile Surdışında Makriköy ve Yeşilköyde yaşıyordu. Haliç’in kuzeyinde Has-
köy, Galata, Beyoğlu, Surpagop, Pangaltı ve Şişli de Ermenilerin bulun-
duğu yerlerdi. Boğazın batı kıyılarında Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeş-
me’de, kısmen de Arnavutköy, Rumelihisarı, Boyacıköy, İstinye Yeniköy
ve Büyükdere’de yaşıyorlardı. Doğu kıyısındaki Ermeni mahalleleri, Kuz-
guncuk, Bağlarbaşı-Yenimahalle, Selamsız ve İcadiye’deydi. Ayrıca Bey-
koz, Çengelköy, Selimiye ve Alemdar köyünde yaşıyorlardı. Adalarda daha
çok Kınalı’da kısmen de Büyükada’da, Marmara kıyısında ise Kartal’da
bulunuyorlardı.
Yahudi nüfusu, tarihi yarımadada Balat odak olmak üzere çevresin-
deki Cibali, Ayvansaray ve Tekfursaray’da yerleşmişti. Haliç’in kuzeyinde
ise Hasköy’de yoğunlaşmışlardı. Ayrıca Galata, Pera, Kasımpaşa ve Top-
hane’de yaşıyorlardı. Boğazın batı kıyılarında Kuruçeşme bir odak noktası
oluşturuyorken, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy ve Büyükdere’de de ya-
hudi nüfus bulunuyordu. Boğazın doğu kıyısında Kuzguncuk’ta yoğun-
laşmışlardı. Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy’de de yaşıyorlardı.
Yabancılar çoğunlukla Galata ve Pera’da, Levantenler ise çoğunlukla
Cihangir’de yaşıyorlardı. İngilizler Bebek ve Kandilli’yi, Fransızlar Kan-
dilli ve Büyükdere’yi tercih ediyorlardı.
Müslümanlar ise tarihsel yarımadada Aksaray, Laleli, Şehzadebaşı,
Süleymaniye, Zeyrek, Sultan Selim, Çarşamba, Fatih ve Atikalide yo-
ğunlaşmıştı. Surdışında Eyüp bir müslüman yerleşmesiydi. Makriköy ve

190
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 191

Yeşilköy’de müslüman ve müslüman olmayan nüfus yan yana yaşıyordu.


Haliç’in kuzeyinde Sütlüce ve Kasımpaşa müslüman mahalleleriydi. Ga-
lata ve Pera’da çok az müslüman yaşıyordu ama Tophane ve Fındıklı müs-
lümanların yoğun olduğu yerlerdi. 19. yüzyılın sonuna doğru, Nişantaşı
ve Yıldız müslüman bürokratların yerleştikleri semtlerdi. Boğazın batı sa-
hillerinde Beşiktaş, Ortaköy, Büyükdere, Sarıyer ve Rumelikavak müslü-
manların da oturduğu yerlerdi. Doğu sahilinde Anadolu Kavağı ve
Kandilli arasına yerleşmişlerdi. Müslüman nüfus Üsküdar’da yoğunlaşır-
ken müslüman olmayan nüfusun konsantrasyonu Kadıköy’deydi. Mar-
mara kıyılarında Müslüman elitler, Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy ve
Bostancı alt kentlerinde yoğunlaşmıştı. Müslüman olmayan kesim ada-
larda çoğunluktayken, Kartal ve Gebze’de Müslümanlar çoğunluktaydı.
Utangaç modernleşme ilerledikçe müfusun mekansal dağılımındaki
farklılaşmanın etnik temelli olması gevşemekte, farklılaşma statü temelli
olma niteliğini kazanmaya başlamaktadır. Bunun sonucu olarak kent me-
kanının belli bölümleri prestij kaybı yaşarken diğer kesimleri prestij ka-
zanmaya başlamaktadır. Haliç prestij kaybı yaşarken, konut alanları olarak
Nişantaşı, Pera, Kadköy’den Bostancı’ya kadar uzanan yerleşmeler Mak-
riköy ve Yeşilköy prestij kazanan alanlar olmuştur.
• Köktenci Modernite Projesinin Nüfus Dinamikleri
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı aydınlarını meşgul eden temel
sorun İmparatorluğun nasıl kurtulacağıydı. Bu soruna çözüm olarak
ancak parça parça yapılan düzenlemeler düşünülebiliyordu. Oysa Cum-
huriyetin ilanından sonra sorulan soru değişmiştir. Artık çözümü aranan
sorun, yeninin baştan nasıl kurulacağı haline gelmiştir. Utangaç da olsa
bir modernleşme deneyimi içinde yaşayanlar ulus devletlerini inşa eder-
ken kendilerine rehber olarak köktenci bir modernite projesini seçmiş-
lerdir.
Bir cumhuriyet kurulmuştur. Ama bunun toplumsal bilinç düzeyinde
ulus devlet haline gelmesi için yapılacak çok şey vardır. Cumhuriyetin ku-
rucuları Batının denetiminde olmayan bağımsız modern bir ulus devlet
inşa etmek istemektedirler. Bunun başarılabilmesi için ülke düzeyinde ol-
dukça bilinçli mekansal stratejiler izlemişlerdir. Bunlardan en önemlisi üç
imparatorluğa başkentlik etmiş olan İstanbul’un bırakılarak Ankara’nın
başkent olarak ilan edilmesidir. Batı ile en sıkı eklemlenmiş İstanbul’un
yerine Ankara’nın başkent seçilmesi devrimci bir karardır. İstanbul’da yoz-

191
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 192

laşmamış bir modern yaşamın kurulamayacağına inanılmaktadır. Anka-


ra’da örnek bir modern hayat yaratılmak istenilmektedir.
Türkiye savaştan bir önceki dönemde yetişmiş insan gücünden büyük
kayıplar vererek çıkmıştır. Kapital birikim hızı çok düşüktür. Lozan
Antlaşması sonrasında Türkiye yabancı sermaye için çekiciliğini büyük
ölçüde kaybetmiştir. Cumhuriyetin ilk yılları sonrasında yaşanmaya baş-
lanan 1929 büyük ekonomik bunalımı Türkiye’yi de içine almıştır. Daha
sonra İkinci Dünya Savaşı çıkmıştır. Kısacası, Türkiye köktenci modernite
projesini çok zor ekonomik koşullar içinde uygulamak durumunda kal-
mıştır. Böyle zor ekonomik koşullar, Türkiye’yi devlet eliyle ve ithal ika-
mesi yoluyla bir sanayileşmeye itmiştir. Sovyet planlama deneyiminin
başarısından da esinlenerek, bu gelişmesini modernist çizgisiyle tutarlı bir
biçimde, planlamayla yönlendirmeye çalışmıştır.
Bu dönemin köktenci modernist programı içinde eğitim ve sağlık hiz-
metlerinin modernleşmesine özel bir önem verilmiştir. Tevhidi tedrisat
modernist çizgide eğitimi homojenleştiren bir adımdır. Teknik öğretim,
köy eğitimi, ilköğretimin yaygınlaştırılması, ortaöğretimin kalitesinin ge-
liştirilmesi, üniversite reformu konusunda yapılanlar bir arada değerlen-
dirildiğinde, bu dönemde eğitimin modernleşme ve ulus devlet inşasının
temel mekanizması olarak ortaya konulduğu görülecektir. Utangaç mo-
dernite döneminde bulaşıcı hastalıklar konusunda karantina uygulaması
ve bakteriyolojihane kurulması bakımından önemli adımlar atılmıştı.
Ama Cumhuriyetin başlangıcında Türkiye nüfusu içinde sıtma, frengi,
trahom ve verem çok yaygındı. Cumhuriyet, halk sağlığı bakımından et-
kili bir örgütlenmeyle, etkili kampanyalar düzenleyerek iyi sonuçlar al-
mıştır. Kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü bu mekanizmanın beyni rolünü
oynamıştır.
Köktenci modernite projesinin iki farklı düzeyde mekansal strateji iz-
lediği söylenebilir. Birincisi ülke topraklarının bir ulus devlet mekanına
dönüştürülmesine yönelinmesi, ikincisi ise kentlerin modernitenin yeri
(place) haline getirilmesidir. Ülke topraklarında bir ulus devlet mekanının
oluşturulması için dört önemli adım atılmıştır. Bunlardan birincisi, An-
kara’nın başkent ilanı, ikincisi ülke mekanını demiryolları ağlarıyla öre-
rek iç pazar bütünlüğünün sağlanması, üçüncüsü devlet eliyle sanayileşme
politikasının bir uygulaması olarak demiryolu ağı üzerindeki Anadolu’nun
küçük kentlerinde sanayilerin kurulması ve dördüncüsü de Anadolu’nun

192
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 193

tüm kentlerinde kurulan Halkevleri kanalıyla modern yaşamın ve buna


ilişkin değerlerin ülke mekanına yayılmasıdır.13
Kentlerin çağdaş yaşam yerleri haline gelmesinin modeli Ankara’da
yaratılıyordu. Bu kent Ebenezer Howard’ın “Bahçe Kent”, Camillo Sit-
te’nin “Tarihsel Kent” anlayışından etkilenmiş olan H.Jansen’in planına
uygun olarak geliştirilmeye çalışıldı. İlk yıllarda Ankara pratiğinde elde
edilen deneyim kurumsal modernizasyonla tüm ülke mekanına yaygın-
laştırılmıştır. Bunlar; 1926 yılında çıkarılan Medeni Kanun, 1930 yılında
çıkarılan Belediyeler ve Umumi Hıfzıssıhha kanunlarıyla 1933 yılında çıka-
rılan Yapı ve Yollar kanunlarıdır. Bu dört yasayla Cumhuriyetin çağdaş
yaşamla neyi öngördüğüne açıklık kazandırılmıştır. Bir başka deyişle kent-
sel yaşamın meşruiyet çerçevesini oluşturulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Rusya’da yaşanan sosya-
list devrim ve Türkiye Cumhuriyeti devrimi İstanbul’un sahip olduğu
dünya kenti işlevinin yitirilmesi anlamına geliyordu. Buna İstanbul’un
başkentlik işlevini de Ankara’ya devretmesi eklenince, İstanbul’un kay-
betme süreci hızlandı.
1927 yılındaki ilk nüfus sayımında İstanbul Şehremaneti sınırları
içinde 691.000 kişi yaşıyordu. Cumhuriyet ilan edildiğinde kentin nüfusu
muhtemelen 650.000 düzeyindeydi. Eğer 1914 yılında kentin 1.200.000
olan nüfus tahmini gerçekçi ise kent neredeyse yarı yarıya küçülmüştü.
Tabii bu çok büyük bir küçülmeydi. 1935 yılında nüfus 741.000’e,
1940’da 794.000’e, 1945’de 861.000’e, 1950’de 983.000’e yükselmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan 27 yıl sonra dahi İstanbul 1914 yılındaki
nüfusuna ulaşamamış bulunuyordu. İstanbul nüfusunun ülke nüfusuna
oranı 1927’de %5.1, 1935’de %4.5, 1940’da %4.4, 1945’de %4.5,
1950’de %4.7 olmuştur. Bu sayılar İstanbul’un nüfus artışının Türkiye’nin
ortalamasından az olduğunu gösteriyor. Alan Duben’in saptamasına göre
bunda, İkinci Dünya Savaşına gelindiğinde, İstanbul nüfusunda demog-
rafik geçişin büyük ölçüde tamamlanmış olmasının yanında İstanbul’un
aldığı göç’ün çok yüksek olmamasının da payı vardı.
Nüfus dinamiğinin bu dönemde dikkati çeken bir özelliği İstanbul nü-
fusunun bu süre içinde homojenleşmesi ve kozmopoliten niteliğini yavaş

13 İlhan Tekeli: “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent


Planlaması”, Yıldız Sey (Editör), 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Türkiye Tarih
Vakfı, İstanbul, 1998, s.1-24.

193
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 194

yavaş kaybetmesidir. 1927‘de İstanbul nüfusunun yüzde 65’i müslüman


iken bu oran, 1935’de yüzde 70’e, 1950’de yüzde 84’e yükselmişti. Rum-
ların sayısı 1927’de 90.000’e 1935’de 75.000’e, 1945’de 70.000’e,
1950’de 62.000’e düşmüştü. Benzer şekilde Ermenilerin sayısı 1927’de
45.000 iken, 1935’de 39.000’e düşmüş, 1945’de 43.000‘e yükselmiş
1950’de yeniden 40.000’e düşmüştür. Yahudi nüfusu 1927’de 39.000
iken, 1935’te 26.000, 1945’de 31.000, 1950’de 26.000 olarak saptan-
mıştır. 1950 yılında kentteki yabancı sayısı 11.550 idi. Tabii ki bu nüfus-
lar kentin toplam nüfusuna oranlandığında küçülme çok daha çarpıcı
olarak ortaya çıkacaktır.
Nüfus dinamiğinin üçüncü yönü olan nüfus dağılımının mekansal
farklılaşması bu dönemin özellikle ilk yıllarında çok ilginç bir özellik gös-
termektedir. Karşımızda savaştan küçülerek çıkmış bir kent söz konusu-
dur. Kent eski sınırlarının dışına taşma eğilimi göstermemektedir. Kentteki
yangın alanları mevzii planlarla düzenlense bile yeni konut talepleri ol-
mayınca yenilenmemekte, harap yerler olarak kalmaktadır. Kent nüfusu-
nun mekansal dağılımını düzenleyen mekanizmalar, büyüyen bir kentin
mekanizmalarından farklıdır. Artık gayri menkul alanında spekülatif kâr-
ların canlandırıcılığı bulunmamaktadır.
Köktenci modernist yönetim, beklenilebileceği üzere İstanbul’u da
ciddi olarak planlamak çabası içine girmiştir. İstanbul’un planlanması Pa-
ris’in bölgesel planını hazırlayan Prost’a emanet edildi. 1936 ve 1937 yı-
lında tarihi yarımadanın ve Beyoğlu tarafının 1/5.000 ölçekli planları
hazırlandı. Bunlara Anadolu yakasında Üsküdar, Kadıköy ve Çamlıca’nın
nazım planları 1940 yılında eklendi. Bunu da surlar dışındaki Eyüp ve
Rami planları izledi. Toplam olarak 6.000 hektarlık alan için nazım plan-
lar hazırlanmıştı. Bu plan daha önceki dönemin tramvay, banliyö treni ve
deniz yolu hatları boyunca sıralanan gelişmelerinin kent merkezinde
kesişmesinden meydana gelen formunu entegre bir ulaşım sistemine ve
özellikle de motorlu araç ulaşımına uygun hale getiriyordu. Prost planı
tamamen uygulanmasa da nüfus artışının hızlı olmadığı dönemlerde Ye-
nikapı, Atatürk Bulvarı, Unkapanı Köprüsü, Şişhane, Tozkoparan Cad-
desi başta olmak üzere, iyi tasarlanmış diğer yolların yapılması, kent içinde
erişebilirlik ilişkilerini değiştirirken, nüfusun mekansal dağılımı konu-
sunda yeni dinamikler yaratıyordu.
Bu dönem için genel olarak nüfusun mekandaki farklılaşması için söy-
lenebilecek olan, müslüman olmayan nüfusun sayısal olarak azalmasına

194
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 195

paralel olarak kent mekanındaki yayılımının azalmış olmasıdır. Bu azalma


bir önceki dönemde gördüğümüz yoğunlaşma merkezlerinin çevresinde
gerçekleşmiştir.
Planın uygulanması ve apartmanlaşma sürecinin başlamasının parale-
linde kent mekanında prestij farklılaşması doğmuş ve bu dönemde nüfu-
sun mekansal yeniden dağılım stratejisini belirlemiştir. Yeni açılan Atatürk
Bulvarı çevresi, Taksim, Harbiye, Maçka, Nişantaşı, Şişli, apartmanlaş-
manın yoğunlaştığı semtler olmuştur. Kadıköy Pendik arasındaki Kızıl-
toprak, Göztepe, Erenköy, Bostancı, Maltepe ve Suadiye, sayfiye olma
niteliklerini değiştirerek tüm yıl boyunca oturulan yerlere dönüşmüşler-
dir.
• Popülist Modernleşmenin Nüfus Dinamikleri
II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de tek parti rejiminden çok par-
tili bir siyasal rejime geçilince, köktenci modernite projesini bir sosyal
mühendislik anlayışı içinde uygulamak olanağı büyük ölçüde azaldı. Uy-
gulamada gerçekleşen popülist eğilimlere dayalı bir modernleşme süreci
gelişti.
Savaş öncesinde otarşik bir politika izlenerek içe kapalı bir ekonomik
gelişme gerçekleştirilmeye çalışılırken, savaş sonrasında özellikle tarıma
ağırlık veren bir dışa açılma süreci başladı. Tam bir sıçrama olmasa da, sık
kullanılmaya başlanan liberalleşme söylemi içinde özel kesime daha çok
ağırlık verildi. Özel kesim eliyle sanayileşme özendirilirken, devlet eliyle
sanayileşme de sürdürüldü. Ülke iç pazarının bütünlüğünü kurmada de-
miryolu ağırlıklı bir stratejiden karayolu ağırlıklı bir stratejiye geçildi.
Tarımda yaşanan makineleşme ve geçimlik tarımsal üretimden, ulusal
ya da uluslararası pazarlar için üretime geçişin, ülkenin büyük kesimine ya-
yılmaya başlamasıyla birlikte, köylülüğün çözülmesi hızlandı. Köktenci
modernite döneminde sadece Ankara kentinin nüfusu yüzde 6 büyürken,
II. Dünya Savaşı sonrasında tüm kentler yaklaşık olarak yüzde 6 hızla bü-
yümeye başladı. Kentsel nüfus artış hızı en yüksek değerini 1965-70 dö-
neminde yüzde 6,1 olarak almıştır.
Bu hızda yaşanan bir kentleşmenin, bir önceki dönemde kurumsallaş-
mış, kenti bir nesne gibi tasarlamaya dönük bir kent planlama anlayışının
oluşturduğu meşruiyet kalıpları içinde başarılı bir biçimde gerçekleştiril-
mesi çok önemli zorluklar taşıyordu. Kente büyük sayılarla gelen yeni
gruplara iş yaratabilmek için sanayi ve hizmetler alanına büyük miktar-

195
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 196

larda yatırım yapmak gerekiyordu. Ayrıca bu grupların kentlere modernite


projesinin normlarına uygun olarak yerleştirilebilmesi için de konut ala-
nına, kentsel alt yapılar alanına büyük yatırımlar yapılmasına gerek du-
yuluyordu. Oysa Türkiye’nin bu dönemdeki kapital birikim süreçleri bu
çapta bir yatırımı gerçekleştirmekten çok uzaktı. Öte yandan modernite
projesinin meşruiyet çerçevesinin uygulanabilmesi için kente yeni gelen-
lerin belli bir kültürel birikime, kenti kullanma becerisine sahip olması ge-
rekmekteydi. Oysa köyünden koparak kente gelen bu gruplar bu tür
kapasitelere sahip değildi. Bu durumda ortaya çıkan çözüm gecekondu-
lar oluşmuştur. Bu toplumun modernist meşruiyet çerçevesine karşı
emrivaki halinde oluşmuş “emergence” niteliğinde bir çözümdür. Bu
“emergence” yalnız konut alanındaki gecekondu olgusunun ortaya çık-
masıyla gerçekleşmemiştir. Kentsel yaşamın değişik kesimlerinde ortaya
çıkmaktadır. Birkaç örnek olarak; enformel işler, işportacılık, dolmuş, ara-
besk müzik, yapsatçılık vb. sayılabilir.
Türkiye’nin ve benzer ülkelerin deneyimleri göstermiştir ki modernite
projesinin yerleştirdiği meşruiyet kalıbından kolayca vazgeçilememekte-
dir. Kentli elitler meşruiyet çerçevelerini kente gelenlerin kapasiteleriyle
uyumlu şekilde yeniden tanımlamaya hazır değillerdir. Gelenlerin kapasi-
teleriyle uyumlu yeni bir meşruiyet çerçevesi oluşturamamaktadırlar. Mo-
dernite projesi onların zihniyetlerini böyle bir uyuma kapamıştır. Onların
bulabildiği çözüm kente gelen bu grupları köye geriye göndermektir.
Bunun pratikte gerçekleştirilemez oluşunun karşısında yapılabilenler, imar
afları geliştirmek olmuştur. Bu aflar kentin gecekondu kesimleri için yeni
bir meşruiyet çerçevesi getirmemekte, sadece belli bir zaman ve mekanda
ortaya çıkan “emergence”ları affetmektedir. Bundan sonra her yerde ye-
niden modernite projesinin meşruiyet çerçevesi geçerli olacaktır. Bunun
gerçekleştirilemeyeceğini herkes bilmektedir. Kente gelenlerin kapasitele-
rinde önemli bir değişiklik olmadan kente gelenler için gecekondunun
çözüm olmaktan çıkmasının nesnel koşulları yaratılmıştır denilemez.
Bu dönemde popülist modernite ve bunun yarattığı sorunlar karşı-
sında köktenci modernist eğilimler kendilerini yeniden üretmek için bazı
girişimlerde bulunmuşlardır. Bunu 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra
anayasal bir kurum olarak Devlet Planlama Teşkilatının kuruluşunda ve
planlı ekonomiye geçiş arayışlarında görüyoruz. Yeni anayasada devletin
refah devleti olarak tanımlanması, planlamayla yeniden ithal ikamesi ağır-

196
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 197

lıklı bir sanayileşmeye geçiş, dengeli bir kentleşme arayışı, modernist bek-
lentileri belli bir süre canlandırmıştır. Bu bağlamda Milli Fizik Planların
yapılması gibi uç modernist öneriler gelişmiş. Mimarlıktan ayrı bir kent
planlaması eğitimi gelişmiştir.
Bu arayışlara karşın hızlı kentleşme sürmüş, özellikle ülke yerleşme sis-
teminin en üstünde yer alan büyük kentlerde gözlenen yeni kent sorun-
ları ülke gündemine oturmuştur. Kentler kamu ulaşım sistemlerini geliş-
tirmekte geri kalmışlar, Kentler tek tek binaların eklenmesiyle, kent
merkezlerini sürekli sıkıştıran bir yağ lekesi halinde kent mekanında ya-
yılmışlardır. Bu büyüme biçimi yıkyap süreçlerini özendirerek modern-
leşmenin yıkıcı yüzünü sergilemeye başlamıştır. Özellikle büyüklüğü
200.000’i aşmış kentlerde konut ısıtması dolayısıyla kış aylarında yoğun
bir hava kirliliği yaşanmaya başlamıştır.
İstanbul’un belediye sınırları içindeki nüfusu 1950 yılında 983.000,
1960’da 1.467.000, 1970’de 2.133.000, 1980’de 2.773.000 olarak sap-
tanmıştır. İstanbul’un belediye sınırları içindeki nüfusunun Türkiye nü-
fusuna oranı 1950’de yüzde 4.7, 1960’da yüzde 5.3, 1970’de yüzde 5.9,
1980’de yüzde 6.1 olmuştur. Ama artık İstanbul belediye sınırları içine
sığmamaktadır. Ana kentin çevresinde 1980 yılında 32 bitişik belediye
yer almaktadır. Bu belediyeler kompleksinin nüfusunu metropoliten nüfus
olarak adlandırırsak, bu nüfusun 1960 yılında 1.736.000, 1970’de
2.849.000, 1980’de 4.643.000 olduğu tahmin edilmektedir.14 İstanbul’un
metropoliten alanı içindeki nüfusunun Türkiye nüfusuna oranı 1960’da
yüzde 6.3, 1970’de yüzde 8.0, 1980’de yüzde 10.4 olmuştur. İstanbul’da
nüfus yığılması bir önceki dönemden farklı olarak göreli önemini sürekli
artırmıştır. Beklenilebileceği üzere esas büyüme İstanbulun çevresinde yer
alan belediyelerde olmuştur.
Bu dönemde metropoliten nüfus artışı üç öğeden oluşuyordu. Bun-
lardan en önemlisi Türkiye’nin yaşamaya başladığı hızlı kentleşme dola-
yısıyla İstanbul’un, özellikle karadeniz kıyıları başta olmak üzere tüm
Türkiye’den aldığı göçtü. 1940’lı yıllara gelindiğinde İstanbul nüfusunun
demografik geçişi tamamladığını görmüştük. Ama göçle kente gelen yeni
gruplar İstanbul’a yüksek doğurganlık taşıyordu. Bu gruplar demografik
geçişi İstanbul’da yaşayacaktı. Üçüncü öğe ise metropoliten alanın me-

14 İlhan Tekeli: “Yüzelli Yılda Toplu Ulaşım”, İstanbul, Sayı. 2 , 1992, s. 27.

197
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 198

kanda yayılması sonucu yeni alanların nüfusunun metropoliten alana ka-


tılmasıyla gerçekleşiyordu.
Nüfus’un niteliklerine ilişkin farklılaşma dinamiğinin bu dönemde
de bir önceki dönemdeki gibi devam ettiği söylenebilir. Nüfusun etnik
homojenliği sürekli artış göstermiştir. Ne yazık ki bir önceki dönemdeki
verilere sahip değiliz. 1960 yılında Ermeni nüfusu 37.280 iken 1965’de
29.479’a düşmüştü. Rum nüfusu 1960’da 49.081 iken, 1965’te 35.097’ye
inmişti. Yahudi nüfusu 1960’da 16.754 iken 1965’de 8.606’ya düşmüş-
tür. Bu sayılarda İsrail’in kuruluşundan sonra Türkiye’den ayrılan yahudi
nüfusunun etkisi açıkça görülmektedir. Daha sonraki yıllardaki gelişme-
leri nüfus sayımlarından izeyemiyoruz. İstanbul’da 1970 sayımında ya-
bancı tabiyetindeki nüfus 17.855 iken, 1980’de 10.303’e düşmüştü.
Nüfusun mekandaki yayılımının farklılaşmasına ilişkin üçüncü di-
namik de bir önceki dönemin köktenci modernitesinin meşruiyet kalıpları
içine sığmıyor, bir yandan yaşanan olguların gerçekleri, öte yandan da çok
partili rejimin popülist/kayırmacı siyaset pratikleri tarafından şekillendi-
riliyordu.
Köktenci modernitenin meşruiyet kalıplarına göre bir kentin büyü-
mesi ve nüfusun mekansal dağılımı planlamayla yönlendirilmeliydi. II.
Dünya Savaşı öncesinin yavaş büyüyen kentinde Prost’un planları belli
bir ölçüde denetimi sağlıyabiliyordu. Ama savaş sonrasında İstanbul hızla
büyümeye başlayınca bir yandan yeterli planın üretilemeyişi, öte yandan
hızlanan arazi spekülasyonu planlı denetime olanak bırakmıyordu. Bu ne-
denle Türkiye, Müşavir Heyetine, Piçinato’ya, Högg’e planlar hazırlattı.
Ama hızla büyüyen kentte planlama’nın yetersiz kalması, Adnan Mende-
res’in İstanbul’da “İmar Operasyonlarına” yol açtı. Gerçekte bunun siya-
sal taktiklerden kaynaklanan nedenleri vardı. Hızlı büyüyen kentte yaşan-
maya başlayan trafik sorunları da İstanbul’u yaşanmaz hale getirmişti.
Aslında Menderes operasyonlarının yapılma biçimi ve planla ilişki kurma
biçimi modernist meşruiyet kalıplarına sığmıyordu. Bu dönemde mo-
dernist meşruiyeti yalnız gecekondular değil devlet te aşıyordu. 27 Mayıs
müdahalesi sonrasında, plana dayanan meşruiyet yeniden üretilmeye baş-
landığında kent planlamasının hızlı kentleşme karşısında yetersizliği fark
edilerek bölge planlama sisteme sokulmaya çalışıldıysa da pratikte etkili
olamadı. Sonuçta İstanbul’un gelişmesi yarı planlı, yarı plansız olarak
yönlendirildi.

198
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 199

Bu dönemde nüfusun mekansal dağılımının betimlenmesinde, konut


alanlarının mekansal dağılımıyla temsil edilebileceği kabul edilirse, konut
alanlarının dağılımı üzerinde durmak yeterli olacaktır.Bu dönemin konut
dağılımını belirlemekte temelde üç mekanizmanın etkili olduğu söylene-
bilir. Bunlardan birincisi İstanbul merkezi iş alanının yapı değiştirmesi,
ikincisi bu dönemde İstanbul’da sanayinin kent mekanındaki yeni dağı-
lımı, üçüncüsü ise boğaz köprüsü ve çevre yollarının yapılmasıdır. İstan-
bul’da bu dönemde merkezi iş alanının tarihi yarımadada bulunan kesimi
bir küvöz işlevi görmüş içinde büyüme eğilimi gösteren üretim ve bazı
hizmet işlevlerini kent merkezi dışına göndermiştir. Öte yandan merkezi
iş alanının Taksim-Şişli yönünde bulunan kesimi Mecidiyeköy ve ötesine
yayılmıştır. Boğaz köprüsü ve çevre yolları bağlantısı kentin iki yakasını
bağladığı gibi, kent içindeki erişebilirlik ilişkilerinde köklü bir değişme
yaratmıştır.
Bu dönemde kent formunu esas belirleyen İstanbul’da hızla gelişen
sanayileşme sonucu ortaya çıkan üretim tesislerinin mekansal dağılımı
olmuştur. Bir önceki dönemde üretim kuruluşları merkezi iş alanı çevre-
sinde ve Haliç boyunca kümelenmişti. Bu kümelenmede elektiriğin
Haliçteki otoprodüktörlerle üretilmesinin payı yüksekti. Ama elektrik üre-
timinin enterkonnekte sistemlerle dağıtılmaya başlanması sanayi kuruluş-
larının metropoliten alanda desantralize olmasını kolaylaştırmıştır. Küçük
ve orta boy sanayi tesisleri şehir merkezinden çok uzaklara gidemiyordu.
Tarihi yarımadadan desantralize olanlar surların ve belediye sınırları dı-
şında Eyüp’ten Zeytinburnu’na kadar uzanan bir yay üzerinde yer alı-
yordu. Bu yay üzerinde dört sanayi odağı oluşmuştu. Bunlar, Alibeyköy,
Rami-Topçular, Topkapı-Sağmalcılar, Kazlıçeşme-Zeytinburnu odakla-
rıydı. Bu odaklardan sanayi yollar boyunca yayılıyordu. Rami-Topçular
odağının yayılması Gaziosmanpaşa (Taşlıtarla)-Küçükköy ekseninde ger-
çekleşmişti. Haliç’in kuzeyinde de üç odak oluşmuştu. Bunlar Kağıthane,
Bomonti-Feriköy, Levent-Esentepe odaklarıydı. Boğazın batı kıyılarında
Ayazağa köyünde, İstinye’de ve Büyükdere vadisinde bazı kümelenmeler
oluşmuştu. Boğazın doğu kıyısında Beykoz-Paşabahçe’de, Anadolu tara-
fında Kartal, Maltepe-Cevizli ve Kartal-Taşocakları yöresine yoğunlaşma
gerçekleşmişti. Sanayi işgücünün yüzde 58.2 si merkezi iş alanındandan
4-9 km uzaklıktaki halka içinde yer alıyordu. Bu sayıda üretim alanları
mekansal dağılımı, bir metropoliten alanın sanayi dağılımından çok

199
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 200

uzaktı. Bunun için değişik yazılarımda İstanbul’u bir metropoliten alan


olarak nitelemek yerine azman sanayi kenti diye adlandırdım.
Bu sanayinin emek ihtiyacı kente yeni gelen göçlerle karşılanıyordu. Bu
nüfus ise sanayi kümelenmeleri yakınındaki gecekondu alanlarında yaşı-
yordu. Sanayi dağılımıyla gecekondu alanlarının dağılımı paralel gidiyordu.
İlk gecekondular Zeytinburnu’nda başlamış onu Taşlıtarla’daki gecekondu
alanları izlemişti. Bunları Bakırköy’deki sanayi alanlarına hizmet veren Os-
maniye tamamladı. Tarihi yarımadada, Küçükköy, Sağmalcılar, Esenler,
Güngören, Bahçelievler, Şirinevler, Safraköy, Halkalı gecekondu alanları
oluştu. Alibeyköy gecekondu alanı, tarihi yarımada gecekondu alanlarından
Haliç’in kuzeyindeki gecekondu alanlarına geçiş noktasında bulunuyordu.
Haliçin kuzeyinde Kağıthane, Gültepe, Çağlayan alanları gelişti. Meci-
diyeköy, Kuştepe ve Gültepe gecekonduları Levent ve Bomonti sanayi
bölgelerine işgücü sağlıyordu. Boğazın batı yakasındaki Nafibaba ve Bal-
talimanı gecekondu alanları yer alıyordu. Boğazın doğu yakasında ilk ge-
cekondu alanları Beykoz’da gelişti. Üsküdar civarında Selamsız, Sinekli-
tepe (Libade), Çengelköy, Ümraniye gecekondu alanları oluştu. Kadıköy
civarında ilk önemli gecekondu gelişmesi Fikirtepe’de oldu. Ankara kara-
yolu boyunca, Küçükyalı’da, Maltepe’nin kuzeyinde Gülsuyu, Yakacık ya-
kınında Topselvi, Yeşilbağlar, Tuzla’nın batısında Göçmen, kuzeyinde Taş-
pınar, Gebze yakınında Kaynarca gecekondu alanları olarak sıralandı.
Kentin imarlı alanları ise genellikle apartmanlarla yapılanıyordu. Bu
apartmanlaşma genelde üç farklı aktör tarafından gerçekleştiriliyordu.
Bunlar Emlak Bankası, kooperatifler ve yapsatçılar olarak sıralanabilir.
Emlak Bankası Levent mahalleleri ve Ataköy’de olduğu gibi yüksek ka-
liteli konut alanları oluştururarak kentin yüksek gelirli eğitilmiş nüfusunu
çekiyordu. Kooperatifler hem beyaz yakalılar hem de göreli olarak yüksek
gelirli mavi yakalılar tarafından kuruluyor, kredi kullanabilmeleri için imar
planı bulunan yerlerde inşa ediliyordu. Bunlar arasında Ortaköy’de Şeker
Şirketi, Bebek’in ötesinde Etiler, Yenikentte Kalender, Sarıyer de Zümrüt
Evleri sayılabilir. Anadolu yakasındaki kooperatif eliyle sunumun büyük
bölümü Bağdat Caddesinin kuzeyinde ve Yakacık yolu üzerinde yeraldı.
Apartmanlaşmanın büyük kesimi yapsatçı diye adlandırılan, çoğu kez
varolan binaların yıkılıp yerine daha yüksek yapılmasını sağlayan küçük gi-
rişimcilerce gerçekleştiriliyordu. Bu tür apartman arzının bir bölümü Lon-
dra asfaltıyla sahil arasında gerçekleşti. Yeşilyurt ve Bakırköy bu tür arzın

200
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 201

etkili olduğu semtlerdi. Tarihi yarımadada suriçinde Aksaray, Saraçhane,


Fatih, Halıcılar, Karagümrük, Haseki ve Fındıkzade, Haliç’in kuzeyinde
Topağacı, Teşvikiye, Nişantaşı, Osmanbey, Şişli, Mecidiyeköy’ün eski do-
kuları bu süreçle dönüştü. Bu bölgelerdeki boş alanlar da bu tür süreç-
lerle doldu. Anadolu yakasında da Kadıköy-Bostancı arası bu tür bir
dönüşüm yaşadı. Yapsatçı apartmanları Bağdat Caddesinin güneyinde yer
aldı. Bostancı-Tuzla arasında düşük yoğunluklu bahçeli evler gelişti. Tuzla-
Gebze arasında daha büyük bir girişim sonucu Bayramoğlu sahil sitesi
oluştu.
• Modernleşme Aşınırken Nüfus Dinamikleri de Değişiyor
1980 sonrasında İstanbul’un öyküsünde önemli değişmeler oldu. Bu
değişmenin içten ve dıştan kaynaklanan nedenleri vardı. İçte hem 24 Ocak
1980 kararları, hem de 12 Eylül 1980 müdahalesi Türkiye’nin yaşamında
önemli bir dönüm noktası olmuştur.Türkiye’nin ekonomik politikası olan
korumacı karma ekonomi anlayışı terkedilerek, neo-liberal çizgide, dışa
açık ihracat ağırlıklı bir politika uygulamaya geçilmiştir.
Türkiye’nin dış dünya ile ilişkilerini artırması, dünyada yaşanmaya baş-
lanan büyük dönüşümden etkilenmeye başlaması sonucunu doğurmuş-
tur. Dünya kentlerinin niteliklerini önemli ölçüde yeniden tanımlayan,
fordist üretimden esnek üretime, sanayi toplumundan bilgi toplumuna,
ulus devletler dünyasından küresel bir dünyaya geçiş yaşanırken, mo-
dernite kendisini yeniden üretemeyerek postmodernist eleştiriler karşısında
önemli aşınmalar yaşamaya başladı. Bunun sonucu bilim, ahlak ve sanat
alanlarında postmodernist gelişmeler ortaya çıktı, Türkiye’de bu geliş-
melerden hızla etkilenmeye başladı.15
1989 yılında sosyalist blokun çözülmesi Doğu Avrupa ülkeleri ve Rus-
ya’nın pazar ekonomilerine dönüşmeleri, Türkiye’nin özellikle İstanbul’un
önünde yeni bir fırsat penceresi açmıştır. İstanbul I. Dünya Savaşı sonra-
sında kaybetmiş olduğu “Dünya Kenti” olma fırsatını yeniden yakala-
mıştır. 1990’lı yılların ortalarından itibaren siyasetçiler ve iş çevreleri
“Yaşanabilir Bir Dünya Kenti İstanbul” vizyonu üzerinde uzlaşmış bu-
lunmaktaydı. Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyelik için başvurmuş ol-
ması da bu vizyonu güçlendiriyordu.

15 TÜBA Yerleşme Bilimleri Öngörü Çalışma Grubu: Yerleşme Bilimleri/ Çalışmaları İçin
Öngörüler, TÜBA Raporları, Ankara, 2006.

201
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 202

Küreselleşen dünyada ülkelerin yarışması büyük dünya kentleri aracı-


lığıyla oluyordu. Türkiye’nin de dünyada etkili olabilmesi bakımından İs-
tanbul’un bir dünya kenti olma potansiyeline sahip olması önemli bir
fırsat oluşturuyordu. Bu dönemde Türkiye’nin bu fırsatı değerlendirebil-
diği söylenebilir. İstanbul, henüz birinci kategorideki en etkili 10 dünya
kenti arasına girmiş olmasa da ikinci kategorideki 20-25 kadar dünya ken-
tinden biri haline gelmeyi başardığı söylenebilir. Kendisinin oldukça geniş
coğrafyası içinde İstanbul’la yarışabilecek bir başka kent bulunmamakta-
dır.
İstanbul bir dünya kenti işlevini kazanarak, kendi uluslararası ekono-
mik hinterlandını denetleyerek örgütler, finans merkezi olarak ortaya çıkar
ve bu hinterlanda kapital ihraç eder hale gelirken, bir sanat ve kültür odağı
olarak da dikkati çekmeye başlıyor, nüfusu10 milyonun üzerine çıkıyor
ve kendisini de bir “kentsel bölge” haline dönüştürüyordu. Günümüzde bir
büyük kentin merkezinden kırsal alana kadar uzanan kesiminde yeralan
çok sayıda yerleşme telefon, TV, bilgisayar/internet gibi elekronik araçlar
ve medya olanakları, birbirine bağlanarak bir bütünlük oluşturmaktadır.
Bunun gerisinde Fordist üretimin düşey bütünleşmesinin yerini düşey ay-
rışmanın alması ve onun yerine esnek üretimin geçmeye başlamasıyla
yatay bir bütünleşmenin gelişmeye başlaması yatmaktadır. Bunun para-
lelinde merkezden ayrılan sanayiler, hizmetler, hatta konut alanları kent-
sel bölgede yeni odaklanmalar yaratmaktadır. Merkezdeki işlevlerin bir
kısmı merkezi terkederek kentsel bölgeye yayılırken, merkezi yeniden ya-
pılanmaya hazır hale getirmektedir. Kent merkezlerindeki çok sayıdaki
kuruluşun kentsel bölgede yer seçmesi yanında, perakende ticaretin de
büyük alışveriş merkezleri halinde motorlu araçlarla kolayca ulaşılabilen
yerlere inşaa edilmesi de merkezlerin çekiciliğini azaltarak sorun olarak
ortaya çıkma potansiyeli taşımaktadır.
Azman bir sanayi kenti olan İstanbul’un bir kentsel bölge haline dö-
nüşmesi için kent içinde ve yönetim anlayışında yeni gelişmeler gereki-
yordu. Azman sanayi kentinden dünya kentine dönüşürken beklenileceği
üzere, hizmet sektörünün payının yükselmesi, kadın işgücüne katılımının
artması gerekmiştir. Bir önceki dönemdeki tek tek binaların eklenmesiyle,
küçük sermayenin girişimciliğiyle büyüyen kent, büyük sermayenin ön-
cülüğüyle toplu konutlarla, organize sanayi bölgeleriyle, eğitim ve hizmet
alanları kampüsleriyle, kent parçalarının eklenmesiyle büyümeye ve dö-

202
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 203

nüşmeye başlamıştır. Dünya kenti haline gelen İstanbul’un uluslararası


emlak pazarının bir parçası haline gelmesi, kenti dönüştürmekte güçlü
sermaye gruplarını çekmesine de neden olmuştur.
Bu dönüşümün yaşanmakta olmasının en açık kanıtı, kent siyasetçile-
rinin söylemlerini bir önceki dönemde adı bile geçmeyen dönüşüm pro-
jelerinin doldurmuş olmasıdır. Dönüşüm projeleri değişik kategoriler ha-
linde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan bir grubu popülist dönemin meşru
olmayan gelişmelerinin sonuçlarının ortadan kaldırılmasına dönüktür.
Bunlar arasında deprem güvenliği olmayan kesimlerdeki yenileştirmeler ve
gecekondu alanlarında gerçekleştirilmek istenen dönüşümler sayılabilir.
İkinci grup ise azman sanayi kentinden kentsel bölgeye dönüşüm sıra-
sında ortaya çıkan, kentin merkezi iş alanındaki faaliyetlerin çevreye ta-
şınmasının geriye bıraktığı alanların yeniden işlevlendirilmesi ve tarihsel
özellikleri dolayısıyla kimliğinin korunmasına ilişkin gelişmeler/projeler-
dir. Bu kapsam içinde kentin eski kesimlerinde, Kuzguncuk ve Cihan-
gir’de soylulaştırama (gentrification) süreçleri ya da Sultanahmette bo-
şalan alanların, oteller ve turizimle ilgili faaliyetler tarafından yeniden
yapılandırılmasında görülmektedir. Bu dönüşümlerin kendiliğinden oluş-
maya bırakılması yerine yeniden canlandırma projeleri haline getirilme-
sinden de söz edilebilir. Akaretler örneğinde olduğu gibi. İlk iki grupta yer
alan dönüşüm projelerinin gerekliliği konusunda kuşku yoktur. Ama dö-
nüşüm projelerinin bir kesimi konusunda böyle bir oydaşma bulunma-
maktadır. Ben bu tür dönüşüm projelerini sahte (pseudo) dönüşüm proje-
leri olarak adlandırmak eğilimi taşıyorum. Bu üçüncü grup dönüşüm
projeleri genellikle kent yöneticilerinin ideolojik ya da ahlak konusundaki
takıntılarını karşılamak için üretilmektedir. Birincisine örnek olarak tarihi
yarımadada, İstanbul Manifaturacılar Çarşısının yerine “Yeni Osmanlıcı”
bir takıntıyla Osmanlı konağı yapılması, ikincisine örnek olarak roman
mahallesi “Sulukule”nin yenilenmesi verilebilir.
Birinci dinamiği oluşturan, İstanbul kentsel bölgesinin nüfus artışı
konusunda bir şey söyleyebilmek için bu bölgenin sınırlarının bilinmesi
gerekir. Oysa kentsel bölge kavramı sınır saptamak bakımından oldukça
belirsizdir. Böyle bir hesaplama yapabilmek için İstanbul’un kentsel böl-
gesi konusunda oldukça muhafazakar bir kabul yapılabilir. Bu kabule göre
kentsel bölgenin İstanbul iliyle, Kocaelinden Gebze, Tekirdağ’dan Çer-
kezköy ve Çorlu ilçelerinden oluştuğunu varsaydım. Bu kabule göre kent-

203
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 204

sel bölgenin nüfusu 1980 yılında 4.964.000, 1990 yılında 7.762.000,


2000 yılında 10.702.000, 2007 yılında 13.452.000 olarak ortaya çık-
maktadır. Kentsel bölge nüfusunun, Türkiye nüfusu içindeki oranı
1980’de yüzde 11.10 iken 1990’da yüzde 13.74’e 2000’de yüzde 15.78’e,
2007’de ise yüzde 19.05’e yükselmiştir. Ülke nüfusunun yaklaşık beşte
biri İstanbul kentsel bölgesinde yaşamaktadır.
Bu artışta doğum yoluyla nüfus artışının payı yüksek değildir. Ülkenin
1950’li yıllarda yüzde 2,8 düzeyinde olan nüfus artış hızı 1997 yılında
yüzde 1,4’e düşmüştür. Türkiye demografik geçişte önemli bir ölçüde yol
almıştır. Tabii bu yol alış ülke mekanında önemli farklılaşmalar göster-
mektedir. 1993 yılında toplam doğurganlık hızı, kentlerde 2,4 iken kırsal
yerleşmelerde 3,1 olarak saptanmıştır. Batı Anadolu’da toplam doğur-
ganlık hızı 2 iken Doğu Anadoluda 4,4 olarak saptanmıştır. İstanbul’da bu
oranlar daha da düşüktür. Bu durumda nüfus artış bir yandan göçlerden
öte yandan alan büyümesinden kaynaklanmaktadır.
İstanbul nüfusunun niteliksel değişmelerine ilişkin bilgiler nüfus sa-
yımlarından artık elde edilememektedir. Buna karşın Nüfusun nitelikle-
rine göre mekansal dağılımının farklılaşması konusunda Murat Gü-
venç’in çalışmaları dolayısıyla diğer dönemlerde bulunmayan bilgilere
sahip bulunuyoruz. Güvenç, nüfus sayımları verilerinden yararlanarak
1990 ve 2000 yılları için İstanbul mahallerindeki nüfusun profil farklı-
laşmasını ve iki tarih arasındaki değişmeleri betimlemiştir.16
Güvenç’in betimlemesinde kentin denizle ayrılmış üç bölümünde, üç
odak açıkça ortaya çıkmıştır. 1990 yılında tarihi yarımadada Ataköy, Bah-
çelievler, Yeşilköy, Yeşilyurt, ayrıca, Fatih semtinde de Adnan Menderes
Bulvarıyla, Millet Caddeleri arası farklılaşmış bir odak olarak ortaya çık-
maktadır. Haliç’in kuzeyinde Kabataş-Cihangir- Maslak arasındaki bölüm,
Anadolu yakasında ise İkinci Köprü-Bostancı sahil bandı E5 arasındaki
alan farklılaşmış bir odak olarak belirmişlerdir. Bu üç odak yüksek eğitim
düzeyleri, küçük hane halkı büyüklükleri, mülk sahipliği ve beyaz yakalı

16 Murat Güvenç vd.: EK-1a İstanbul 1990, İstanbul Metropoliten Alan Çalışmaları,
ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara, 2005.
Murat Güvenç vd.: EK-1b İstanbul 2000, İstanbul Metropoliten Alan Çalışmaları,
ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara, 2005.
Murat Güvenç vd.: EK-1c 1990-2000 İstanbul 1990, İstanbul Metropoliten Alan
Çalışmaları, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Ankara, 2005.

204
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 205

işlerde çalışmak bakımından İstanbul kent bölgesininin diğer alanların-


dan farklılaşmaktadır. İstanbul’da E5 yolunun kuzeyi ve güneyi bir başka
farklılaşma ekseni oluşturuyordu. Kuzeyde eğitim düzeyi daha düşüktü,
mavi yakalılar bu mahallelerde yaşıyordu.
2000 yılı nüfus sayımın sonuçlarına dayanarak yapılan araştırmada ise
E5’in kuzey ve güneyinde gözlenen eğitim düzeyi karşıtlığı Tuzla-Pendik
kısmı dışında büyük ölçüde erimiştir. Bu erime kendisini hane halkı bü-
yüklüğü ve varlık sahipliğinde de göstermektedir. 2000 yılında beyaz ve
mavi yakalılar karşıtlığı 1990 yılına göre daha açık olarak çıkmaktadır.
1990’ın üç odak bölgesi farklılığını korumaktadır. Bu dönemde tüm çalı-
şanlar içinde beyaz yakalı işlerin oranı yükselmiş, mavi yakalıların oranı
azalmıştır. Anadolu yakasının tamamında ve Beyoğlu yakasının büyük bö-
lümünde beyaz yakalılar hakimdir. Tarihi İstanbul’da mavi yakalı işgücü
profilleri bulunmaktadır. Burada mavi yakalılar Yeşiköy ve Rumeli feneri
arasındaki iç bükey çizginin batısında toplanmışlardır.

4. Sonuçlandırırken
İstanbul’un yaşadığı değişik niteliklerdeki modernleşme sürecinin
nüfus dinamiklerine etkileri konusundaki sunuşumun sonuna gelmiş
bulunuyorum. Bu sunuş içindeki anlatıyı kurarken en çok sıkıntısını çek-
tiğim konu demografik verilerin kıtlığı ve var olanların da yeterince iş-
lenmemiş olmasıydı.
Konuşmama son verirken iki konuya daha değinmek istiyorum. Bu
konuşmayı dinleyenler muhtemelen 1980 sonrasına niçin modernitenin
aşınması dediğim konusunu soracaklardır. Bu nedenle bu soruya şimdiden
bazı yanıtlar vermek istiyorum. Burada modernitenin aşınması derken,
post-modernist bir duruma geçilmediğini, ama post-modernist durumun
bazı özelliklerinin sistemi etkilediğini anlatmak istemiştim. Bu dönemde
İstanbul’un, azman sanayi kentinden, kentsel bölgeye dönüşümü süreci-
nin ortaya koyduğu yapı sıkı bir bütünlükten çok esnek, parçalanmış, bir
mozaik haline gelmiş bir kentsel dokuyu işaret etmektedir. Bu çeşitlilik ve
farklılıklar içeren yapı modernitenin kentinin özelliklerini yitirmiştir. Mo-
dern kentin kamu alanı ahlakı içinde bu dönemin kapıları halka kapalı
yerleşmelerine (gated communites) yer bulmak olanağı yoktur.
Bu yeni kentsel yapı ve yeni yapılanma süreçleriyle, modernist döne-
min geleceği doğru kestirerek kentin gelişme kalıbını yirmi yıl önce be-

205
14 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 4 sayfa 172-206:Layout 1 29.10.2009 23:29 Sayfa 206

lirleyen ve her tür emrivakiye kapalı planlama anlayışının uzlaşamayacağı


açıkça ortaya çıkmıştır. Bu durumda daha esnek planlama anlayışları ge-
lişmiştir. Katılımcı pratiklerle hazırlanan stratejik planlar ortaya çıkmıştır.
Yeni haliyle bu planlamayı modernist mi postmodernist olarak mı adlan-
dırmak gerekecektir? Planlamanın temelde modernist bir kategori olduğu
düşünülerek postmodernist eleştiriler karşısında planlamanın kendini ye-
niden yapılandırması olarak adlandırmak doğru olur kanısındayım. Ne
yazık ki İstanbul’da planlama bu yeniden yorumlamayı gerçekleştireme-
miş bulunmaktadır.

206
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 207

TÜRKİYE’DE SON YILLARDA


YAŞANAN GELİŞMELER,
KENT PLANLAMASINDAN NE
BEKLEYEBİLECEĞİMİZ VE NE
BEKLEMEMİZ GEREKTİĞİ
KONUSUNDA DÜŞÜNCELERİMİZİ
BERRAKLAŞTIRMA
GEREKSİNMESİNİ ARTIRIYOR*

1. Giriş
Toplantıyı düzenleyen arkadaşlarım benden son on yıl içinde kent
planlaması konusunda yaşananlar konusunda bir değerlendirme yapmamı
istediler. Ben bu bildirinin başlığında da görüleceği üzere konumu biraz
değiştirdim. Eğer benden istenilenler doğrultusunda bir konuşma yap-
saydım, Türkiye’nin planlama gündemine hangi yeni planlama türlerinin
girdiğini, değişik ölçekteki kentlerde ne tür planların yapıldığını, plan-
lama yetkisinin nasıl parçalandığını, plan kademelerinin birlikte bütün-
lüğü ilkesinin nasıl görmezden gelindiğini, uygulamada siyasal/bürokratik
yolsuzlukların yaygınlığı gibi konuları ele alacaktım. Ama bu konuları
kent plancıları camiası olarak çok yakın geçmişte Kent Şurasında ayrıntılı
bir şekilde ele aldık, tartıştık, sınırlı ölçüde müzakere edilmiş metinler çı-
kardık. Bunu yinelemenin bir yararı yok. Kaldı ki sorun bununla da sınırlı
değil. Tartışmanın sadece planın varlığı/yokluğu, uygulanıp/uygulanma-
dığı üstünden yürütülmesi tartışmayı çok kısırlaştırmaktadır. Yapılan plan-
ların niteliği, iyi olup olmaması, tartışma gündemi dışında kalmaktadır.
Bu nedenle soruyu daha genel olarak formüle etmeyi yeğledim.

* Yıldız Teknik Üniversitesi’nde 11-12 Haziran 2009 tarihinde toplanan, Planlama ve


Mimarlık Alanının Son On Yılı Sempozyumu’nda sunulan açılış bildirisi.

207
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 208

Önce başarmak istediğimizin ne olduğuna ilişkin bir açıklık kazanmak


için Habitat II. İstanbul Kent Zirvesinin koyduğu hedeflerden yola çıka-
biliriz. Bu zirvede üç amaç kabul edilmiştir. Bunlar yaşanabilirlik, sürdü-
rülebilirlik ve hakçalık amaçlarıdır. Biz bu amaçları toplumun değişik ak-
törleri bir araya gelerek ve toplumun geliştirdiği regülasyonlardan
yararlanarak gerçekleştirmek durumundayız. Planlama bu süreç içinde yer
alan kurumlardan, plancı da süreç içinde yer alan aktörlerden sadece biri-
dir. Bu kurumun ve aktörün başarabildikleri, içinde yer aldıkları toplu-
mun niteliklerinden, toplumun yaşadığı gelişme sürecinin dinamiklerin-
den etkilenmektedir. Türkiye’nin planlama kurumunun ve plancılarının
başarılarını/başarısızlıklarını kavrayabilmemiz için toplumsal bağlamı içine
oturtmak gerekir. Ben de bu konuşmamda önce Türkiye’de kentlerin
gelişmesinin toplumsal bağlamı üzerinde duracağım. Yani kent planla-
masının çözmeye/yönlendirmeye/etkilemeye çalıştığı olgunun niteliğine
açıklık kazandırmaya uğraşacağım. Daha sonra kentin yapılanmasını yön-
lendiren aktörlerin kimler olduğunu, güçlerinin ve güdülerinin nasıl fark-
lılaştığını ele alacağım.
Konuşmamın bundan sonraki bölümü planlamaya yönelecek. Daha
önce üzerinde durulan toplumsal bağlamın toplumun geleceğe dönük viz-
yonlar üretebilmekte, hesaplamalar yapabilmekte ne tür sınırlamalar ge-
tirdiği tartışılacak, bunu da toplumda planlamanın gerekli gördüğü de-
netimin kurulmasında ne tür sınırlılıklar olduğu üzerinde durulması
izleyecek. Planlama konusundaki toplumdan kaynaklanan bu sınırlamalara
açıklık kazandırdıktan sonra Türkiye’deki benim yarı-planlı durum diye
adlandırdığım durumun tanımlaması yapılarak Türkiye’nin ekonomik/si-
yasal düzenindeki işlevleri ele alınacaktır.
Yazının son bölümünde ise yaşanabilirlik, sürdürülebilirlik ve hakçalık
hedeflerini gerçekleştirmek bakımından sadece plancıların değil toplumun
değişik aktörlerinin yüklenmeleri gereken sorumlulukların neler olduğu
üzerinde durulacaktır. Bu aşamada planlamadan bekleyebileceğimiz ve
beklememiz gerekenlerin ne oldukları açıklık kazanacaktır.

2. Türkiye’de Yerleşme Sisteminin ve Yerleşmelerin Yaşamakta


Olduğu Dönüşüm Üzerine Saptamalar
Türkiye’de II. Dünya Savaşı sonrasında, kırsal alanda köylülüğün çö-
zülmesiyle yaşanan hızlı kentleşme süreci, 1980’li yıllardan sonra dünyada

208
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 209

yaşanmaya başlanan sanayi toplumundan bilgi toplumuna, ulus devletler


dünyasından küresel bir dünyaya, Fordist birikim biçiminden esnek biri-
kim biçimine geçişle birlikte önemli değişiklikler yaşadı. Türkiye 60 yılda
kentleşme sürecinin sonuna çok yaklaştı. Ülkenin önemli bir kesiminde
köy-kent ikilemi anlamını yitirdi. Türkiye ne yazık ki 1970’li yılların so-
nunda DPT tarafından gerçekleştirilen yerleşme kademelenmesi araştır-
ması sonrasında, yerleşme sisteminin yaşadığı bu dönüşümü ortaya ko-
yacak, kuramsal temelleri iyi kurulmuş, ülke çapındaki yeni bir yerleşme
yapısı araştırmasını gerçekleştirmediği için yaşanan dönüşümler konu-
sunda yeterli bilgimiz yok. Yapılan sınırlı kapsamlı çalışmalardan yararla-
narak yaşanan dönüşüm hakkında ancak bir fikir sahibi oluyoruz. Türki-
ye’nin 1980’li yıllarda sıra büyüklük kuralına uygun kent büyüklüklerinin
bozulduğunu görüyoruz. İstanbul tek egemen kent büyüklüğüne ulaşarak
bir dünya kenti olma yolunda gelişiyor. İstanbul kent bölgesine ilişkin en
sınırlı bir tanım kabul edilse bile ülke nüfusunun yüzde 20’si İstanbul
kentsel bölgesinde yaşıyor.
Günümüz küresel dünyasında, İstanbul’un bu ölçekte bir büyüklüğe
sahip olması, yarattığı günlük yaşam sorunlarından yakınılsa da, temelde
Türkiye’nin ekonomik büyüme ya da kalkınma hedefleri bakımından is-
tediği, başarmaya çalıştığı bir şeydir. 1989’da sosyalist blokun çözülmesi
sonucu, İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kaybettiği dünya kenti
olma işlevini tekrar ele geçirme olanağını elde etmiştir. 1990 yılından
sonra İstanbul’un genellikle benimsenen vizyonu, “yaşanabilir bir dünya
kentini gerçekleştirmek” olmuştur. Artık küreselleşen dünyada ülke eko-
nomileri birbirleriyle dünya kentleri aracılığıyla yarışmaktadırlar. Bu ba-
kımdan İstanbul kent bölgesinin büyük ölçüde bir dünya kenti olarak
oluşmuş olmasını Türkiye’nin üstünlüklerinden biri olarak görmek gere-
kir.
Türkiye yeni dünya ekonomisinin bütünleşmiş bir parçası haline ge-
lirken yerleşme yapısında önemli değişiklikler yaşamaktadır. Ülke meka-
nında bir kıyılaşma yaşanmaktadır. Özellikle Akdeniz ve Ege kıyılarındaki
yerleşmelerde nüfus yığılması artmaktadır. E-5 yolunun güney-batısın-
daki yerleşmeler kendi içinde ve dünya ekonomisiyle yüksek derecede bü-
tünleşmiş bir sistem halinde bulunmaktadır. Bu bölümde iki başka kentsel
bölgenin oluştuğu söylenebilir. Bunlar İzmir, Ankara ve çevrelerindeki
oluşumlardan meydana gelmektedir. Ekonominin diğer kısmında bu dü-

209
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 210

zeyde birbiriyle sıkı bağlı bir yerleşme ağından söz etmek doğru olmaz.
E-5’in kuzey ve doğusunda sanayi ve sanayi öncesi toplumların yerleşme
kademelenmesi bulunmaktadır. Bu alandaki ekonomiler bölge merkezleri
etrafında örgütlenmişlerdir. Bu bölge merkezlerinin bir kısmı doğrudan
dünya ekonomisiyle ilişki kurma potansiyeline sahiptir. Bu yerleşme yapısı
içinde önemli ölçüde gelir farklılıkları bulunmaktadır. Ayrıca sistem ol-
dukça önemli riskler taşımaktadır. Bu riskler çok yaygın olan deprem ris-
kinden, iç savaş riskine kadar uzanan bir yelpaze içinde dağılmaktadır.
Aynı zamanda kolayca kaçırılabilecek bir fırsatlar dünyasında yer almak-
tadırlar.
Türkiye’nin 1980 sonrasında yaşamaya başladığı dönüşüm yalnız yer-
leşme sistemlerinin yapısını değiştirmemiş, aynı zamanda da kentlerin ya-
pısında önemli değişme yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönüşüm kendisini
en açık biçimde kentsel bölgelerde göstermektedir. Onun için öncelikle
bu dönüşüm üzerinde durulmalıdır.
İstanbul bir dünya kenti işlevini kazanarak, kendi uluslararası ekono-
mik hinterlandını denetleyerek örgütler, finans merkezi olarak ortaya çıkar,
bu hinterlanda kapital ihraç eder hale gelir ve bir sanat ve kültür odağı ola-
rak dikkati çekmeye başlarken, nüfusu 10 milyonun üzerine çıkmış ve
kendisini de bir “kentsel bölge” haline dönüştürmüştür. Günümüzde bir
büyük kentin merkezinden kırsal alana kadar uzanan kesiminde yer alan
çok sayıda yerleşme, telefon, TV, bilgisayar/internet gibi elekronik araçlar
ve medya olanaklarıyla birbirine bağlanarak bir bütünlük oluşturmaktadır.
Bunun gerisinde Fordist üretimin düşey bütünleşmesinin yerini, düşey ay-
rışmanın alması ve onun yerine esnek üretimin geçmeye başlamasıyla
yatay bir bütünleşmenin gelişmeye başlaması yatmaktadır. Bunun para-
lelinde merkezden ayrılan sanayiler, hizmetler, hatta konut alanları kent-
sel bölgede yeni odaklanmalar yaratmaktadır. Merkezdeki işlevlerin bir
kısmı merkezi terkederek kentsel bölgeye yayılırken, merkezi yeniden ya-
pılanmaya hazır hale getirmektedir. Kent merkezlerindeki çok sayıdaki
kuruluşun kentsel bölgede yer seçmesi yanında, perakende ticaretin de
büyük alışveriş merkezleri halinde motorlu araçlarla kolayca ulaşılabilen
yerlere inşaa edilmesi de merkezlerin çekiciliğini azaltarak sorun olarak
ortaya çıkma potansiyeli taşımaktadır.
Azman bir sanayi kenti olan İstanbul’un bir kentsel bölge haline
dönüşmesi için kent içinde ve yönetim anlayışında yeni gelişmeler gere-

210
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 211

kiyordu. Azman sanayi kentinden dünya kentine dönüşürken beklenile-


ceği üzere, hizmet sektörünün payının yükselmesi, kadın işgücüne katı-
lımının artması gerekmiştir. Kent bir önceki dönemdeki gibi tek tek
binaların eklenmesiyle, küçük sermayenin girişimciliğiyle büyümek ye-
rine, büyük sermayenin öncülüğüyle toplu konutlarla, organize sanayi
bölgeleriyle, eğitim ve hizmet alanları kampüsleriyle, kent parçalarının
eklenmesiyle büyümeye ve dönüşmeye başlamıştır. Dünya kenti haline
gelen İstanbul’un uluslararası emlak pazarının bir parçası haline gel-
mesi de kenti dönüştürmekte güçlü sermaye gruplarını çekmesine neden
olmuştur.
Bu dönüşümün yaşanmakta olmasının en açık kanıtı, kent siyasetçile-
rinin söylemlerini bir önceki dönemde adı bile geçmeyen dönüşüm pro-
jelerinin doldurmuş olmasıdır. Dönüşüm projeleri değişik kategoriler ha-
linde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan bir grubu popülist dönemin meşru
olmayan gelişmelerinin sonuçlarının ortadan kaldırılmasına dönüktür.
Bunlar arasında deprem güvenliği olmayan kesimlerdeki yenileştirmeler ve
gecekondu alanlarında gerçekleştirilmek istenilen dönüşümler sayılabilir.
İkinci grupta ise azman sanayi kentinden, kentsel bölgeye dönüşüm sıra-
sında ortaya çıkan projelerdir. Kentin merkezi iş alanındaki faaliyetlerin
çevreye taşınmasının geriye bıraktığı alanların yeniden işlevlendirilmesi
ve tarihsel özelliklerinin, dolayısıyla kimliğinin korunmasına ilişkin geliş-
meler/projelerdir. Bu kapsam içinde kentin eski kesimlerinde, Kuzgun-
cuk, Cihangir’de soylulaştırama (gentrification) süreçleri ya da Sulta-
nahmette boşalan alanların otellerin ve turizmle ilgili faaliyetler tarafından
yeniden yapılandırılması görülmektedir. Bu dönüşümlerin kendiliğinden
oluşmaya bırakılması yerine yeniden canlandırma projeleri haline getiril-
mesinden de söz edilebilir. Akaretler örneğinde olduğu gibi. İlk iki grupta
yer alan dönüşüm projelerinin gerekliliği konusunda kuşku yoktur. Ama
dönüşüm projelerinin bir kesimi konusunda böyle bir oydaşma bulun-
mamaktadır. Ben bu tür dönüşüm projelerini sahte (pseudo) dönüşüm pro-
jeleri diye adlandırmak eğilimi taşıyorum. Bu üçüncü grup dönüşüm pro-
jeleri genellikle kent yöneticilerinin ideolojik ya da ahlak konusundaki
takıntılarını karşılamak için üretilmektedir. Birincisine örnek olarak tarihi
yarımadada İstanbul Manifaturacılar Çarşısının yerine “Yeni Osmanlıcı”
bir takıntıyla Osmanlı konağı yapılması, ikincisine örnek olarak roman
mahallesi “Sulukule” nin yenilenmesi verilebilir.

211
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 212

İstanbul gibi bir dünya kentinin kentsel bölge haline gelirken yaşadığı
dönüşümlerin belki de daha az yoğun olanlarını Ankara ve İzmir’de de ya-
şanan dönüşümlerde de gözlemekteyiz. Yerleşme sisteminde daha küçük
yerleşmelerde de özellikle dış dünyaya eklemlenme düzeyi yükseldikçe ye-
niden yapılanmalar yaşanmaktadır. Dış dünya’ya eklemlenmesi yüksek ol-
mayan kentlerde de iki farklı nedenden dolayı yaşam kalitesinde gelişme-
ler yaşanmaya başlamıştır. Bu nedenlerden biri 1980 sonrasında kentleşme
hızının düşmesi, ikincisi ise yerel yönetimlerin gelirlerinin artmasıdır. Bu
durumda kentler modern altyapılarını geliştirmeye olanağı bulmuşlar,
kentlerin belli bir bölümünde tarihsel mirası koruma duyarlılığı gelişmeye
başlamıştır. Tarihsel olmayan yeni gelişen küçük yerleşmelerde “kitsch”
olarak görülebilecek örnekleri olsa da kentsel tasarım yoluyla kimlik oluş-
turma çabalarına da rastlanmaya başlamıştır.

3. Kent Mekanını Şekillendiren Aktörlerin Çeşitlenmesi ve


Güçlerinin Artması Süreci Yaşanıyor
Bir ülkede yapılan planların ne tür kararlar getirmesi gerektiği ve ken-
tin biçimlenişini denetlemekte ne tür araçlar kullanılırsa başarılı olunabi-
leceği, o toplumdaki ilgili aktörlerin türlerine, göreli güçlerine ve karşılıklı
etkileşme mekanizmalarına bağlı olacaktır. Bunu kısaca kentsel mekanı
biçimlendiren aktörlerin “etkileşme dokusu” ya da “aktörler ontolojisi”
olarak adlandıracağım. Bir ülkede kentsel alanın aktörler ontolojisi, o ül-
kede yapılacak planların başarısının neye bağlı olacağını tartışmaya olanak
verecek bir çerçeve oluşturacaktır. 1980 sonrasında kent planlamanın il-
gili aktörleri ve onların etkileşme dokusu üzerinde önemli değişmeler ya-
şanmıştır. Kentsel alanı şekillendiren aktörlerin nitelikleri konusundaki
değişmeleri işlev gruplarına ayırarak ele alalım.
Birinci grupta yönetim/yönetişime ilişkin aktörleri ele alalım. Bu ak-
törlerden birincisini merkezi yönetimler-yerel yönetimler ikilemi içinde
tanımlayabiliriz. Türkiye’de yerel yönetimler, 1980 öncesinde genelde
mali olarak zayıf kalmış ve sürekli olarak merkezi yönetimin vesayeti
altında kalmıştır. Yerel yönetimler 1980 sonrasından günümüze kadar ka-
deme kademe güçlendirilmiştir. Bu süreç Türkiye’de kolay gelişememek-
tedir. Siyasal ve bürokratik sistem içinde yerel yetkilerin artırılmasına
yüksek bir direnç görülmektedir. Önce Özal döneminde yapılan düzenle-
melerle belediye gelirleri artırılmıştır. Bununla birlikte merkezi vesayet al-

212
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 213

tında olan kent planı yaptırma yetkileri tamamen yerel yönetimlere bıra-
kılmıştır. AKP döneminde yerel yönetimlerin gelirleri ikinci kez artırıl-
mıştır. Ama yetkilerin artırılması yolunda gerçekleştirilebilenler hazırlanan
taslaklara göre çok daha geride kalmıştır.
Burada ilginç bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de genellikle bü-
rokrasinin desantralizasyonu engellediği konusunda bir kanı bulunmak-
tadır. Oysa yönetimin siyasetçiler ve bürokratlar olmak üzere iki gruptan
oluştuğu düşünülürse, Türkiye’de bu iki kesimin ilişkisinin sağlıklı olarak
kurulduğunu söylemek olanağı yoktur. Siyasetçiler, seçilmişler atanmış-
lardan üstündür söylemleriyle yönetimlere kalan tüm takdir yetkilerini
kendileri kontrol etmek istemektedirler. Eğer Weber’in rasyonel organi-
zasyon yaklaşımı kabul edilirse siyasetçiler ve bürokratlar arasında takdir
yetkilerinin kullanılmasında bir işbölümü olması gerekir. Yapılacak işin
amaçlarının konulmasında siyasetçiler söz sahibi olması gerekirken, bu
amaçlara ulaşılmasında izlenecek yolların ne olması gerektiği konusunda
ise bürokratların söz sahibi olması gerekecektir. Oysa Türkiye’de siyaset-
çiler bürokrasiye bir takdir yetkisi bırakmamak eğilimindedirler. Bu özel-
likle konumuz bakımından önem taşıyan yerel yönetimlerin imar alanla-
rındaki çalışmalarında söz konusu olmaktadır.
1980 sonrasındaki yerel yönetim/yönetişim konusundaki gelişmeler
konusunda bu noktaya kadar yaptığımız saptamalar yerel yönetimlerin ve
siyasetçilerin yetkilerinin arttığı, merkezi vesayetin azaldığı konusunda bir
yargıya varılmasını sağlayabilir. Oysa böyle bir yargıya varırken dikkatli
olmak gerekir. Merkezi yönetim terk ettiği yetkileri bir şekilde yerel yö-
netimlere emrivakiler oluşturacak biçimde geri almaktadır. Bu değişik bi-
çimlerde kendini göstermektedir. TOKİ’ye verilen imara ilişkin yetkiler,
Çevre ve Orman Bakanlığına verilen çevre planı yaptırma yetkileri, Kül-
tür ve Turizm Bakanlığına verilen turizm bölgesi ilan etme ve bu bölge-
lere ilişkin imar kararı verme yetkileri bunlar arasında sayılabilir. Bu imar
yetkilerinin belediyelerce vesayetçi bir denetim altında kullanılmasından
farklı bir durumdur. Vesayetçi süreçte yerel yönetimin verilen kararlar ko-
nusunda belli ölçüde de olsa söyleyeceği bir söz kalmaktayken, merkezin
yeni müdahale biçimi tek taraflıdır. Merkez ilgilendiği konularda yerel
yönetimlere söyleyecek bir söz bırakmamaktadır. Bir anlamda kentin ka-
derini etkileyebilecek çok önemli konularda yerel yönetim devre dışı kal-
makta, merkezin kararları karşısında yerellikler uyum yapıcı bir konuma

213
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 214

itilmektedirler. Küresel dünyanın fırsatlarını algılayarak kentlerin kendi


kaderlerini kendilerinin belirlemesi kanalları bu yolla tıkanmaktadır.
Yönetim aktörleri konusundaki tartışmayı tamamlamadan önce Tür-
kiye’nin gündemine 1980’li yıllardan sonra giren büyükşehir belediyeleri
olgusu üzerinde de durmak gerekir. 1980 yılı sonrasında Özal düzenle-
meleri sırasında büyükşehir ilan edilen alanlara iki kademeli bir belediye
sistemi getirildi. Üst kademe büyükşehir alanının tümünü ilgilendiren ko-
nularda yetkilendirilirken, alt kademeyi oluşturan ilçe belediyelerine daha
yerel görevler bırakılmıştır. AKP zamanında yapılan değişiklikle büyük-
şehir belediyeleri ilçe belediyeleri karşısında daha da güçlendirilmiştir.
Türkiye’de siyasetin etkinliğini merkezileşmede gören yanılsama bu öl-
çekte de kendini açıkça göstermiştir. İlçe belediyeleri de o kadar büyük
ünitelerdir ki katılımcılığa da olanak vermemektedir. Bu konuda Türki-
ye’nin siyaset kültüründen kaynaklanan sorunları bulunmaktadır.
İkinci grup aktörler olarak kent yönetiminden, yönetişime geçişi sağ-
layacak olan demokratik kitle örgütleri (DKÖ) ve sivil toplum kuruluş-
ları (STK) üzerinde duralım. Tüm demokratik toplumlarda yaşanmaya
başlanan temsili demokrasi krizi sonrasında, katılımcı demokrasi konu-
suna verilen önem hızla yoğunluk kazanmıştır. Günümüz demokrasileri
temsili demokrasinin yarattığı demokrasi açıklarını katılımcı demokrasi
pratikleriyle kapatmaya çalışmaktadır. Temsili demokrasinin ve katılımcı
demokrasinin birlikte işletilebilmesi demokrasinin kalitesinin yükseltil-
mesi için günümüzde bir gereklilik haline gelmiştir. Katılımcı demokra-
sinin gelişmesi ve etkili olabilmesi için büyük ölçüde yaygın ve güçlü bir
STK’lar ağının oluşmuş olması gerekir. Türkiye STK’larla, 1990’lı yıllar-
dan itibaren tanışmaya başlamıştır. Ama Türkiye gündeminde STK’ların
önem kazanması İstanbul Habitat II. Zirvesiyle olmuştur. Türkiye’nin
STK’ların bir ülkenin yaşamında ne kadar etkili bir güç olduğunun farkına
varması, İstanbul-Kocaeli depremi sonrasında gerçekleşmiştir.
Günümüzde Türkiye ölçeğinde ve yerel ölçekte çok sayıda STK bu-
lunmaktadır. Bunların ilk akla gelenleri olarak Akut, Çağdaş Yaşamı Des-
tekleme Derneği, Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Doğa Derneği, İstanbul
Kültür ve Sanat Vakfı, Çekül, Tarih Vakfı vb. sayılabilir. İstanbul Kültür
ve Sanat Vakfının İstanbul’un bir dünya kenti olmasındaki katkısı gör-
mezden gelinemez. Çekül’ün öncülüğünde oluşan Tarihi Kentler Birliği-
nin, kentlerin tarihsel mirasının korunmasında yarattığı hareketin önemi

214
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 215

açıktır. Tarih Vakfının yerel tarih gruplarını oluşturmadaki rolü, kent mü-
zeciliğini bir demokrasi projesi haline getirmesindeki yaratıcılığı unutu-
lamaz. Bu yeni aktörlerin Türkiye’de özellikle devlet bürokrasisi tarafından
içten bir kabul gördüğünü söylemek zordur. STK’ları kendilerinin bir or-
tağı olarak görmekten çok adeta katlanılması gereken bir gerçeklik olarak
görmektedirler. Kanımca siyasetçiler bu konuda daha açık davranabil-
mektedirler.
Kamu alanının daha eski ve daha güçlü bir başka aktör türü DKÖ’ler-
dir. Bu grup içinde meslek odalarını, sendikaları vb. sayabiliriz. Bu dönem
içinde odalar konusunda iki tür gelişme yaşanmıştır. Bir yandan gelirlerini
artırmışlar, öte yandan şube sayılarını yükselterek ülke mekanındaki yay-
gınlıklarını çoğaltmışlardır. Konumuz bakımından en ilgili olan mimarlar,
şehir plancıları, harita mühendisleri ve çevre mühendisleri odaları günü-
müzde bir tür kamu yararı savunuculuğu yapmaktadırlar. Türkiye’de si-
yasal yaşamın, kamu alanındaki tartışmalardan etkilenme düzeyi düşük
olduğundan, DKÖ’ler kamu yararı savunuculuklarını daha çok idari yargı
yoluyla yerine getirmeye çalışmakta, teknik bilgileri ve kaynaklarıyla, yerel
yönetimlerin ve hükümetin uygulamalarının yargı denetimine tabi tutul-
masını gerçekleştirme uğraşını vermektedirler.
Bu nedenle kent mekanında kentin biçimlenmesinde etkili olan bir
başka tür aktör olarak idari yargıyı da saymak gerekir. Bunu bölge idare
mahkemeleri ve Danıştay olarak iki kademe halinde ele alabiliriz. Bu aktör
temelde yerel yönetimlerin ve hükümetlerin aldığı kararlar karşısında bi-
reylerin haklarını korumak için oluşturulmuş kurumlardır. Türkiye’de
idari yargı kararları gözden geçirildiğinde bireyin haklarından çok, yöne-
timin kararlarını korumak eğilimi taşıdığı görülecektir. Türkiye’de plan-
ların hazırlanmasında katılımcı süreçlere yeterince yer verilmediği için
plan kararları karşısında kentli hemşerilerin itirazları yüksek düzeyde ol-
makta odaların da savunucu işlevlerini yerine getirmek için yargı kanalını
kullanması yargının yükünü artırmaktadır. Çoğu kez yargı verdiği çok sa-
yıda kararla adeta bir plan yapıcısı haline gelmektedir. Bu anlamda yargı
kanalı, kullanılmayan katılımcılık kanalının, zahmetli ve çok zaman tüke-
ten bir ikamesi haline gelmektedir.
Kent mekanının inşasında önemli rol oynayan aktörler 1980 son-
rasında önemli bir değişme göstermiştir denilebilir. 1980 öncesinin hakim
konut biçimleri yapsatçılık, küçük konut kooperatifleri ve nihayet gece-

215
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 216

kondu sunum biçimleridir. Kentler planlanmış ya da planlanmamış alan-


larda, tek tek binaların eklenmesiyle, kentin dış bağlantılarını kuran yol-
lar boyunca bir yağ lekesi halinde gelişmektedir. 1980 sonrasında yapsat-
çılık ve gecekondu sunumu, önemleri azalarak bir ölçüde devam etse de
toplu konut türü sunum biçimi egemen hale gelmiştir. Toplu konut su-
numu üç farklı örgütlenme biçimi içinde ortaya çıkmaktadır. Bunların bir
kesimi devlet tarafından çok güçlü biçimde yetkilendirilen TOKİ eliyle,
bir kesimi kent kooperatifçiliği yoluyla ve nihayet diğer bir kesimi de
konut yapımında uzmanlaşmış büyük inşaat şirketleri eliyle sağlanmak-
tadır. Bu konut sunum biçiminin yaygınlaşmasıyla kentin büyümesi mar-
jinal eklenmelerle değil kent parçaları halinde gerçekleşmeye başlamıştır.
Kentlerin eklenen büyük parçalarla büyümesi yalnız konut alanında değil
diğer kullanışlarda da kendini göstermektedir. Sanayi büyük organize sa-
nayi bölgelerinde yer seçmektedir. Küçük sanayi siteleri, üniversite kam-
pusları, büyük hastane kompleksleri, tatil köyleri vb. bu bağlamda sayıla-
bilir. Günümüzde kentlerde topraklar, biraz da yapılan planların katkısıyla
çok küçük parçalara ayrıldığından büyük toprak parçaları kıt faktör haline
gelmiştir.
Kentin bu büyük parçaların eklenmesiyle büyümeye başlaması ve
büyük toprakların kıt olması Türkiye’de daha önce var olmayan bir giri-
şimcilik işlevini ortaya çıkarmıştır. Bu girişimci türü İngilizce adıyla “de-
veloper”dır. Geliştirmeci denilebilecek bu yeni aktör büyük toprağı elde
etmekte bunun üstünde gerçekleştirmek istediğinin planlamasını yap-
makta, kentin gelişmesi konusunda imar otoriteleriyle bu plan üzerinden
müzakere etmekte ve kentlerin planları dışında gelişmesinin temel aktörü
halinde ortaya çıkmaktadır. İster devlet ister kent kooperatifleri ister özel
firmalar eliyle olsun geliştirmecilik işlevi yerine getirilmeseydi kent böl-
gelerinin oluşması sağlanamazdı. Son yıllara kadar gayrimenkul piyasası
tamamen büyük ve küçük Türkiyeli girişimcilerin elindeyken, gayrimen-
kul piyasasının uluslararasılaşmasıyla yabancı girişimciler de bu piyasanın
aktörleri arasına girmeye başlamıştır.
Son olarak üzerinde konuşacağım aktörler, kentte yaşayanlar ve ken-
tin kullanıcıları olacak. Kentin belli bir biçimde büyümesinden en çok
etkilenen paydaşlar kentte yaşayanlardır. Gerçekte bir kentin yöneticileri-
nin meşruiyetleri, kentte yaşayanların tercihlerine dayanmaktadır. Bu
nedenle kenti yönetenler/planlayanlar onların tercihlerine sırtlarını döne-

216
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 217

mezler. Ama kentte yaşayan bireylerin tercihlerinin ortaya çıkardığı sonuç


çoğu kez çok önemli sürdüremezlikler, dengesizlikler, tarihi ve doğal de-
ğerlerin tahribi gibi bir sonuç ortaya çıkarabilir. Yöneticilere/plancılara
düşen sorumluluk bu tür bir popülizme düşmeden kentte yaşayanların
tercihlerini gerçekleştirmenin yolunu bulmaktır. Bu sorunun çözülme-
sinde 1980 öncesinde hakim olan kavramsal yaklaşım kamu yararıdır.
Daha sonraki yıllarda ikinci bir kavram olarak yaşam kalitesini geliştirmek
ortaya çıktı ve zaman içinde daha merkezi bir konum kazandı. Her iki
kavramın gerisinde de bir toplum referansı bulunmaktadır. Birincisi daha
hukuksal ve kuramsal bağlamla yüklü iken, ikincisinde gizil bir tüketim
atfı bulunmaktadır. Başka bir deyişle kamu yararında modernist bir ahlak,
yaşam kalitesinde postmodernist bir tatmin de bulunabilir.
Bu iki kavram kent toplumunun tümü için ifade edilmektedir. Ama
kentin ortaya çıkışı sınıflı bir toplumun oluşmaya başlamasıyla gerçekleş-
miştir. Kentli bir toplum, sosyal olarak farklılaşmış katmanlardan oluş-
maktadır. Böyle sosyal olarak farklılaşmış olduğu kabul edilen bir top-
lumda kamu yararının hakim sınıfların yararı olarak, ya da orta sınıflardan
gelen plancının çıkarıyla özdeşleştiği çoğu kez tartışma konusu olmuştur.
Nitekim kamu yararı kavramının zedelenmesi karşısında John Friedmann
kamu yararı kavramını kaybedersek onun yerine neyin konulabileceğini
araştırmak zorunda kalmış ve “iyi kent” kitabını yazmıştır. Bu iyi kenti
aramanın, kamu yararından yaşam kalitesine geçiş bakımından bir ara
adım oluşturduğu söylenebilir.
Yaşam kalitesi kavramının öznel yanının yüksek olduğu, toplum
katmanlarına göre farklı anlamlar içereceği söylenebilir. Bu görelilikten
kaçınmanın bir yolunu ben yaşam kalitesinin insan haklarının kentsel me-
kanda yaşama geçirilmesi olarak tanımlanmasında görüyorum. İnsan hak-
ları İnsan Hakları Bildirgesinde kaldıkça soyuttur. Bunun somut hale gel-
mesi kent mekanında olur. Örneğin kentin havasında kükürt dioksit oranı
yaşam hakkının pratikte uygulanmasıyla yakından ilişkilidir.
İlk bakışta yaşam kalitesinin tanımlanmasında insan haklarından yola
çıkmak bir çözüm gibi görünse de toplumsal olarak katmanlaşmış bir
kentte eşitsizlikle ilgili sorunları aşmakta yeterli olmamaktadır. Toplum-
sal katmanlaşmanın üst tabakalarında yer alanlar, kendilerini güvenlik ge-
rekçesine sığınarak diğer kentlilerin girişi engellenmiş alanlarına “gated
communities” yerleşerek ayrıcalıklarını mekansal olarak da sergilemekte-

217
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 218

dirler. Tabii modernitenin kentlerdeki kamu alanlarına ilişkin ahlakı ile bu


gelişmeleri bağdaştırmak olanağı yoktur. Ama bu güçlü gruplar koşulla-
rını kent yönetimlerini kabule zorlayabileceklerdir. Toplumsal katmanlaş-
manın en altında kalanlar, kent mekanında, kentsel hizmetlerin, dolayı-
sıyla yaşam kalitesinin düşük olduğu kesimlerinde yaşarken, kentteki
varlıklarını sürdürebilmek için kayırmacı politik uygulamaların konusu
haline geleceklerdir.
Son on yılda kent içinde toplumsal katmanlaşma artmış, kent kullanıcı
gruplarının mekandaki farklılaşması belirginleşmiş, kent planlaması ko-
nusunda değişik güç ve müzakere biçimlerine sahip gruplar çeşitlenmiş-
tir.

4. Yaşanan Gelişmeler Karşısında Plancının Rolü ve


Plandan Beklenenler Nasıl Yeniden Belirleniyor?
Önce Türkiye’de yaşanan değişmelerle birlikte, çeşitlenen aktörler ve
yükselen aktörler arası güç eşitsizlikleri karşısında, olanaklı olan ve Tür-
kiye’nin uygulamayı yönlendirmekte kullanabileceği planlama biçiminin
ne olduğu konusuna açıklık kazandırmak gerekecektir. İkinci Dünya Sa-
vaşına kadar kent planlamasından beklenen büyük ölçüde kentin bir nesne
gibi tasarlanmasıydı. Bu yıllarda yapılan planlar, Jansen Planı, Proust Planı
gibi tasarımcısının adıyla anılıyordu. Türkiye’de kentleşme hızının düşük
olduğu bu dönemdeki modernist bir meşruiyet anlayışı, kentsel gelişmeyi
yönlendirmekte önemli bir sorun yaratmıyordu.
Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de hızlı bir kentleşme
yaşanmaya başlandığında modernist meşruiyet çerçevesi ve kenti bir nesne
gibi tasarlama yaklaşımının yetersiz kaldığı kısa zamanda ortaya çıktı.
Kentlerin çevresi gecekondularla kuşatılıyordu. Bu durumda kentin bü-
yümesinin denetiminin bir tasarım sorunu değil, bir bilimsel kestirim so-
runu olduğu düşünülmeye başlandı. Çok yönlü bilimsel araştırmalarla
kentin yirmi yıllık büyümesinin kestirilmesinden sonra, kentin yirmi yıl
için planlanmasının, önce nazım plan, daha sonra yapılan ayrıntılı uygu-
lama planlarıyla düzenlenebileceği varsayılıyordu. Planlama bir tasarım
probleminden çok bir sosyal bilim problemi olarak görülmeye başlamıştı.
Türkiye’de kent planlama eğitimi de kent planlama mesleği de bu dö-
nemde kurumsallaştı. Böyle bir planlama sisteminin başarılı olması planın
uygulandığı toplumun yapısı hakkındaki ontolojik bazı kabullere dayanı-

218
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 219

yordu. Konu, kapalı bir ekonomik sistem ile toplumda pazarlık gücü ol-
mayan güçsüz aktörler ve güçlü bir devletin bulunduğu varsayımına da-
yanan bir ontoloji üzerinden düşünülüyordu. Bu ontolojik varsayımlar
altında anlamlığını koruyan bu planlama sistemi kendisini pratikte olmasa
bile entelektüel düzeyde bölge planlama ve ülkesel planlama kademele-
riyle tamamlıyordu. Bu da planların kademeli birliği şeklinde formüle edi-
len bir ilkenin plancılar içinde yaygın bir biçimde kabulüne neden
oluyordu.
Daha önceki bölümlerde ayrıntılarını gördüğümüz biçimde toplumda,
kentlerde ve kentsel aktörlerde yaşanan değişimler, söz konusu bu onto-
lojik kabulü gerçekliği temsil edebilirlikten uzaklaştırmıştır. Bu durumda
küreselleşmiş bir dünya’daki karmaşık bir sistem halindeki kentler konu-
sunda uzun erimli kestirimlerde bulunmak olanaksız hale gelmiştir. Ayrıca
hızla değişen fırsat ve risk algılamalarına duyarlı kararlar alabilme olanağı
vermeyen statik planların topluma pahası yükselmiştir. Böyle tüm kent
mekanındaki kentsel gelişmeyi yirmi yıl önceden tespit ederek, onu par-
sellere bölen, üzerinde haklar oluşmasını sağlayan bir planlama, kent par-
çalarının inşasına olanak verecek kentsel toprak arzını kıt hale getirerek
fiyatlarını yükseltmekte ve planın gerçekleşmesinin bir engeli haline sok-
maktadır. Küreselleşen kentlerin birbiriyle yarışma halinde olduğu bir
dünya’da kentlerin gelişmesinin kapsamlı rasyonel planlama ile denetle-
nemeyeceği ortaya çıkmıştır.
Kent mekanının oluşmasında çok sayıda güçlü aktörün olduğu, dev-
letin yönetişim yaklaşımını benimsediği, katılımcı demokrasinin önem
kazandığı bir toplum ontolojisinde plandan ve plancıdan beklenen rol ye-
niden şekillenmeye başlamaktadır. Plancı, toplumun ve sosyo-mekansal
bir süreç sonucu kentin tarihsel oluşumuna müdahale eden bir aktör ni-
teliğini kazanmaktadır. Bu rolünü tabiî ki toplumun yeni kurumsallaştı-
racağı planlama paradigması içinde oynayacaktır. Bunun belki de bazı ilk
ipuçları “Kentleşme Şurası” çalışmaları içinde bulunabilir.
Yaşanmakta olan değişmeler karşısında özellikle büyük kentlerin plan-
lamasının ne biçimde gelişeceği belirginleşmeye başlamıştır. Çok aktörlü,
çok değişik meşruiyetlere duyarlı bir yönetişim sistemi içinde kentlerin
oluşumunu yönlendirmek için değişik düzeylerdeki kararlardan ve plan-
lardan oluşan oldukça karmaşık bir mekanizmadan yararlanılmaktadır. Bu
karmaşık sistemin tasarlanmış olmaktan çok pratik içinde oluştuğu söy-
lenebilir.

219
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 220

Bu mekanizmayı günümüz planlama pratiklerine bakarak şöyle be-


timlemeliyiz.
1) Kentin geleceğine ilişkin vizyon,
2) Kentin stratejik gelişme planı,
3) Kent stratejik planının uygulanması ve değiştirilmesi için müzakere
süreçleri,
4) Kentin eski bölümlerine ilişkin dönüşüm süreçleri ve planları,
5) Kentin yeni bölümleri için uygulama planları ya da kentsel tasarım
projeleri,
6) Katılımcı önerilere açık kalan bir uygulamayı izleme mekanizmaları.
Günümüzde kentlerinin gelişmesinin tarihselliğinin, bu tür bir plan-
lar mozaiği içinde gerçekleştiği söylenebilir. Karmaşık bir kentsel siste-
min gelişmesinin denetimi de karmaşık bir planlar sistemiyle yapılmakta-
dır. Bir kent plancısının bu tarihsel oluşuma nasıl müdahale edeceği ya da
müdahil olacağı söz konusu planlarda değişik biçimlerde ortaya çıkacak-
tır. Büyük kentlerde bu tür esnek ve tarihsel fırsatlardan her an yararlan-
maya çalışan bir planlamanın gerekliliği kabul ediliyorsa, örgütlenmesi de
sürekli olmak durumundadır.
Böyle sürekli bir planlama örgütü esas olarak ilk üç kademedeki
kararlarda etkili olacaktır. Bunlardan uzun erimli bir zaman perspektifi
içinde kentin edinmesi istenilen işlevlerin, yaşam kaliteleri hatta görsel/
fiziksel niteliklerine işaret eden bir vizyonun oluşturulmasında kentin tüm
aktörlerinin sözünün olabileceği katılımcı bir süreç işletilmek durumun-
dadır. Bu sürecin başlatılmasında siyasal aktörler etkili olurken, plancılar
büyük ölçüde kolaylaştırıcı işlevi yükleneceklerdir. Bir kez vizyon üzerinde
oydaşma sağlandı mı, bu yolla oldukça kararlı ve önemli bir yönlendirici
elde edilmiş olacaktır. Ama vizyon da değişmez değildir.
Planlar mozaiğinin ikinci düzeyinde kentin stratejik planının yapıl-
ması yer alır. Kente, bir tasarım nesnesi olarak değil yönlendirilebilecek
bir oluşum olarak bakıldığında, stratejik planı bu oluşumunun belke-
miğini tanımlamak diye düşünebiliriz. Strateji vizyonun gerçekleşme-
sine olanak verecek temel kararları saptayacak ve onların kentin meka-
nında nasıl bir omurga oluşturabileceğini ortaya koyacaktır. Önemli
ölçüde bilimsel analize ve bilimsel kestirimlere dayanacaktır. Bu nedenle
de kentin planlama örgütlenmesi bu planı hazırlayacak kapasiteye sahip ol-
malıdır. Tabii ki plancı bu aşamada etkin olacaktır.

220
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 221

Stratejik plan çok daha esnek bir plandır. Kentin zaman içindeki fır-
satları kaçırmaması için uygulama konusundaki kesinleşmiş kararları son
noktaya kadar geciktirebilen bir plandır. Bu planın esnekliği ve kent olu-
şumunun belkemiği olması nasıl sağlanacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için
iki farklı konu üzerinde durmak gerekir. Bunlardan biri kente ilişkin stan-
dartlar ve performans kriterlerinin belirlenmesidir. Bunlar stratejik
planın belkemiğinin etrafındaki oluşumun hangi sınırlamalar içinde ger-
çekleşmesi gerektiğini belirleyecektir. Bir başka deyişle her stratejik planın
böyle bir tamamlayıcısı olacaktır.
Stratejik plan yaşama geçerken bu kentte uygulama yapmak isteyen
değişik aktörlerin, girişimcilerin, STK’ların müzakeresine sürekli açık
kalacaktır. Aslında bu müzakere süreci stratejik planın kendisinden bek-
lenenleri yerine getirebilmesinde ve başarılı olabilmesinde en kritik aşa-
madır. Her kentsel stratejinin uygulanması için üzerinde uzlaşılmış bir
müzakere ahlakına ihtiyaç duyulacaktır. Müzakereyi sadece siyasetçi ve
tek bir aktör arasında bir alış veriş olarak kavramlaştırmak yetersiz olur.
Çoğu kez çok sayıdaki aktör arasında olan bir müzakere olarak da düşün-
mek gerekir. Bu halde plancının rolü bir moderatöre de dönüşebilecektir.
Dördüncü ve beşinci kademede yer alan planlar doğrudan uygula-
mayı yönlendirecek olanlardır. Bundan sonra söz konusu olan artık bir
kent parçasının nasıl ele alınacağıdır. Bunun çok değişik biçimleri söz ko-
nusu olabilir. Bazı hallerde bu, orada yaşayanların katılımıyla bir sağlıklı-
laştırma olabileceği gibi, piyasa süreçleri içinde yenileşme, hatta bazı
hallerde yıkılarak tamamen yeniden yapılanma söz konusu olabilecektir.
Bu son halde bir kent parçasının tasarımcısı tarafından tasarlanacaktır. Be-
şinci öğede, yeni kentleşmeye açılacak alanlarda yapılan uygulama planları
yer almaktadır. Geliştirmecilerin (developer) yaptığı planlar bu kategori
içinde yer almaktadır. Dört ve beşinci kademedeki planların kentin plan-
lama örgütü tarafından yapılması söz konusu olmayabilir. Bu düzeyde
kentin planlama örgütünün görevi bu planların denetimini yapmak ve
onaylanmasını sağlamaktır.
Böyle karmaşık bir planlar mozaiğinin uygulanmasından ya da uygu-
lanmamasından anlaşılacak olan, 1960’ların kapsamlı-rasyonel planının
uygulanmasından anlaşılacaklardan çok farklıdır. Kentin tümü söz konusu
olduğunda, geçmişteki paradigmada kent mekanının her noktası önceden
tasarlanmış/betimlenmiştir. Oysa burada bir oluşum söz konusudur. Uy-

221
15 tekeli 8-modernite-bolum 2 yazi 5 sayfa 207-208:Layout 1 29.10.2009 23:32 Sayfa 222

gulanmadan anlaşılabilecek olan, strateji planıyla birlikte kabul edilmiş


bulunan standartların ve başarı ölçütlerinin ihlal edilmemiş olmasıdır.
Değişik dönemlerde yapılacak olan dördüncü ve beşinci kademedeki
uygulama düzeyindeki kesinleşmiş planlarda disiplinli bir uygulama söz
konusu olacaktır. Bu parçaya ilişkin yönetim birimleri bunlardan sorumlu
olmalıdır. Bu denetimlerde katılımcı pratikler de geliştirilebilir. Bu parça-
ların uygulamasının disiplinli olup olmaması stratejik plan açısından
hayati bir öneme sahip değildir. Ama alt parçalar açısından önemlidir. Bi-
reylerin tek tek tüm tasarımı anlamsız hale getirecek uygulamalarının en-
gellenmesi, kent parçalarının piyasa değerlerinin ve o küçük topluluk
içinde bireylerin bir diğerine saygısını koruması bakımından anlamlıdır.
Tabii bu topluluğun kendi oydaşmasıyla daha esnek bir uygulamaya gi-
dilmesi de düşünülebilir.
5. Son Verirken
1980 sonrasında ekonomik ve sosyal yaşamdaki gelişmeler ve toplu-
mun ontolojisindeki değişiklilikler sonucu, dünyada olduğu gibi Türki-
ye’de de kent planlamasında bir paradigma değişikliği gerekliliği kendisini
duyurmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de yeni planlama kavramları ve pa-
radigma önerileri konuşulmaya başlanmıştır. Ama yeni bir paradigma de-
ğişikliğinin hemen kabul edilmesi kolay değildir. Çünkü sistem içinde var
olan ataletler bu değişmeyi güçleştirmektedir. Sistemin imara ilişkin ku-
rumsal yapısı eski paradigma doğrultusunda oluşmuştur. Yargı organları
bu paradigmayı sürdürmektedir. Tabii bu dirençlerden en önemlisi, sayı-
ları son yıllarda önemli ölçüde artmış olan kent plancılarının formasyon-
larını eski paradigma üzerinden almış olmalarıdır. Ama biliyoruz ki bir
alanda sosyal değişme talebi ortaya çıktı mı bu değişiklik er ya da geç ger-
çekleşmektedir.
Buraya kadar yaşanan değişmeler sonucu plan ve plancıdan olan bek-
lentilerin nasıl değiştiğini gördük. Ama katılımcı süreçlere önem veren ve
plancıyı tarihsel oluşum sürecinin aktörlerinden biri olarak gören bir yak-
laşıma ilişkin bu yazıya son verirken, bu süreçte plancı dışı aktörlere ve
özellikle kent kullanıcılarına düşen rol hakkında da bir şey söylemek ge-
rekir. Böyle bir sürecin başarıyla işlemesi büyük ölçüde kentlilerin aktif
yurttaşlık bilincine sahip olmalarıyla gerçekleşebilir. Kayırmacı siyaset pra-
tiğinin yaygın olduğu, kentlilerin büyük ölçüde pasifleştirildikleri ortam-
larda katılmacı pratikler sorunlarla karşılaşır.

222

You might also like