Professional Documents
Culture Documents
Sergio Pitol - Evlilik
Sergio Pitol - Evlilik
Evlilik
Çeviren:
Roza Hakmen
Roman
YKY
İSTANBUL
Yapı Kredi Yayınları - 3029
Edebiyat - 901
http://www.ykykultur.com.tr
e-posta: ykykultur@ykykultur.com.tr
Jacqueline o defterin iki sayfasına ilgisini çeken edebi alıntıları, bir sayfasına
da bir fiyasko olarak gördüğü evliliğine ilişkin duygularını yazmıştı; geriye
kalan sayfalar boştu. Bu notların evliliğinin ilk bunalımlarından biri sırasında,
yoğun bir hınç içinde, henüz kocasının ihanetlerini olağan sayıp
kabullenmeye başlamadan önce yazıldığını anlamak zor değildi. Kocası
Nicolás Lobato'nun yanında sekreter olarak çalışan yoksul kuzini Alicia
Villalba ve diğer çalışanlar, vefasız kocanın yaptıklarından onu her gün
haberdar ederlerdi. Nicolás'ın birlikte on yedi numaralı odaya kapandığı boya
sarışınının bayağılığını telefonda saatlerce anlatırlar, söz konusu odanın
Eslavia Oteli'nin ikinci katında olduğunu özellikle belirtirlerdi; sanki kaçıncı
katta olduğu önemliymiş gibi! Nicolás Asunción Oteli'ne nadiren gider, hele
gönül maceraları için belki kendi seviyesine layık görmediğinden oraya adım
atmaz, genellikle Orizaba sokağındaki Eslavia Oteli'ni kullanırdı. Aslında
Jacqueline evlendikten kısa bir süre sonra, çıldırmışçasına acı çekmemeyi
öğrenmişti, ama bu, Nicolás Lobato'nun sefih hayatını tasvip ettiği anlamına
gelmiyordu katiyen. Balzac'ın Evliliğin Fizyolojisi adlı kitabından tesadüfen
birkaç sayfa okuduğunda, kadınların çoğunun, evliliğin ilk yıllarında, son
derece keyfi biçimde kendilerine uygulanan zorbalığın tipik bir sonucu
olarak, kocalarına sadece yoğun bir nefret, neredeyse mutlak bir tiksinti
duyduklarına hükmetti.
Mavi deftere ilk kaydettiği alıntı, Fransız yazarın kategorik bir iddiası oldu:
"Evlilik hayatının tamamı yatak temeli üzerine kuruludur." Cümleyi üç dört
ünlem işaretiyle noktaladı; sonra öfkeye kapılarak cümleyi ve dolayısıyla
eklediği ünlem işaretlerini karaladı.
Ayrıca, evliliğin toplumların ayakta kalması için gerekli bir kurum olduğunu,
buna rağmen (buraya parantez içinde heyhat! ünlemini ekledi) söz konusu
kurumun doğa yasalarına aykırı olduğunu, evli kadının köle muamelesi
gördüğünü, her bakımdan mutlu sayılabilecek evlilik olmadığını, evliliğin
suça gebe olduğunu ve bilinen cinayetlerden daha da beterleri olduğunu
yazdı. Bu son iddianın altına çeşitli renklerde mürekkeple birkaç çizgi çekti;
sanki daha o sırada bile belli belirsiz bir önsezinin dokunuşunu hissetmişti.
—İstedikleri kadar aksini iddia etsinler, bir insanın yıllar geçtikçe nasıl bir
varlığa dönüşebileceğini hiç kimsenin tahmin edemeyeceğinden eminim —
diye fısıldadı sır verircesine yabancıya— . Benim tanıdığım, daha sonra
kocam olacak Nicolás Lobato'nun şu andaki haline dönüşeceğini asla tahmin
edemezdim; merak etmeyin, onu tanımanız için bir sebep yok, herhangi bir
konuda sivrilmiş biri değildir. Öğleden sonraları Mascarones kafesinde
buluşurduk. Aşinalığınız var mı?
Bu şekilde altı ya da yedi yıl geçti. Nicolás iki otele Londres sokağında bir
seyahat acentası eklemişti; acenta altın madeninden farksızdı, ama
Jacqueline'in hayatında herhangi bir değişiklik olmamıştı. Değişiklik— hem
de ne değişiklik!— eve döndüğünde salonda kardeşi Adrián'ı bulduğu gün
meydana gelmişti; Adrián tembeldi, beleşçiydi, bir hiçti, son zamanlarda, ara
sıra adi akşam gazetelerinde yayımlanan sıradan makalelerle geçimini
sağladığını iddia ediyordu; Jacqueline yeni yetmeliğinden beri kardeşini
baskıcı, işgüzar ve talepkâr bir çocuk olarak görürdü: her bakımdan felaket
bir bileşim. Mümkün olan en soğuk ses tonuyla, ne sebeple evine habersiz
geldiğini sordu; aynı anda salonda bir başka delikanlı olduğunu gördü;
kardeşiyle neredeyse tıpatıp aynı kıyafeti giymişti: çapraz düğmeli, çizgili gri
takım elbise. Delikanlılar ânında ayağa kalktılar. Aslında Jacqueline Adrián'ı
ağabeyi Marcelo'ya tercih ederdi; onun kırıcılığından, riyakârlığından
iğrenirdi. Adrián saçma sapan yazılar yazıyor olabilirdi, ama bir gazeteciyle
bir mezbaha işçisi arasında müthiş bir fark olduğu da bir gerçekti.
Marcelo'nun, hele hele adını bir türlü hatırlayamadığı karısının görünüşleri
feciydi. Jacqueline'e göre Marcelo'nun tek meziyeti evine yemek saatine
yakın gelmemesi ve beleşçi olmamasıydı; kendisinden de, Nicolás'tan da asla
para sızdırmaya çalışmamıştı. Hatta onlarla görüşmeye hevesli de sayılmazdı.
—Kocan bir tek senin sözüne kulak verir María Magdalena —dedi Adrián.
—Telaffuzu senin için zor, biliyorum, ama Jacqueline! —diye cevap verdi
ablası sertçe. Bunu izleyen son derece sıkıntılı yarım saatte Jacqueline
annesiyle ablalarını sormak zorunda hissetti kendini; onları uzun zamandır
görmemişti, ama iyi bir evlat olarak her ay annesine şoförüyle bir çek
gönderirdi; ardından ağabeyi Marcelo'yu, ablalarını, eniştelerini ve
yeğenlerini sordu ve nezaketini kanıtlamak için kuzenine de hiç hatırlamadığı
ailesinden haber sordu. Adrián ablasında ansızın yeşeren insanlığa şaşırmıştı.
Bu iyi niyet taşkını karşısında fırsattan yararlanıp eniştesinden borç
isteyeceğini de itiraf etti; acil bazı borçlarını kapatmasına imkân sağlayacak,
katiyen aşırı olmayan bir meblağ. Hibe değil, borç istiyordu, bu konuda
ısrarlıydı. Çalıştığı gazetede Nicolás'ın otelleriyle seyahat acentasının
reklamlarını yayımlatarak ödeyebilirdi borcunu.
Tahmin ettiği gibi, Gaspar'ı işe alması için kocasını ikna etmesi zor olmadı;
ikisinin arasında samimi bir ilişki kuruldu. Jacqueline'in hayatına bir
yoğunluk, bir renk geldi, evliliğinde olumlu gelişmeler oldu. Márgara
Armengol'un evine daha seyrek gidiyordu artık; katıldığı ender toplantılarda
uçkuruna hâkim olamayan, kaba ve zorba bir kocanın kirlettiği nadide çiçeğin
basmakalıp hikâyesiyle davetlileri bezdirmiyordu.
Ortalık bir anda karıştı. Herkes deprem işaretleri aramaya koyuldu. Evde bir
şeyler yerinden oynamış mıydı, lambalar sallanıyor muydu, resimler, perdeler
hareket ediyor muydu? Hiçbir hareket yoktu! Her şey yerli yerindeydi.
—Bizi evden kovmak için düzenlenmiş pek kurnazca bir oyun doğrusu! —
diye haykırdı María Dorotea, öfkeyle. —Tam María Magdalena'nın yapacağı
şey! Ben onu avcumun içi gibi tanırım, yıllar boyunca katlandım, ama bugün
onun istediği olmayacak.
Misafirler gecenin geç vaktine kadar kalıp içmeye ve dansa devam ettiler.
Jacqueline kocasının ve o sırada gelen Alicia Villalba'nın yardımıyla odasına
götürülüp yatağa yatırıldı. Hıçkıra hıçkıra ağladı, sonra yavaş yavaş
sakinleşti. Aynaya baktı; o kadar feci görünüyordu ki, uzun süre daha ağladı.
Birkaç kere otlakçıları kovmak, müziğin volümü, yaygara ve kahkahaları
yüzünden bağıra çağıra hakaret etmek üzere yerinden kalkacak oldu, ama
ayağa kalktığı anda tekrar kendini yatağa atıp ağlamaya devam ediyordu.
Aynada kendini her gördüğünde yeniden şok geçiriyordu. Yüzü şişmişti; fare
gözüne benzer, yarı kapalı gözlerinde acınası bir bakış vardı. Hıçkırıkları, o
gün kutlama işkencesine katlandığı yedi yıllık evliliği boyunca yaşadığı
baskıdan onu kurtarmaya yetmedi. Zor bela yerinden kalktı, odasından çıktı,
merdivene kadar yürüdü ve oradan, tırabzanın yanına, yere yatıp diğerlerine
görünmeden, tir tir titreyerek aşağıdakileri seyretmeye koyuldu. Görgüsüzler
sürüsü önü alınamayan bir sarhoşluk dalgasıyla zıvanadan çıkmış gibiydi.
Gaspar'ı ceketiyle kravatını çıkarıp atmış, María Dorotea'yla çılgınca mambo
yaparken görünce kaygılandı; María Dorotea en bayağı kabare artistleri gibi
sürekli ağzını açıyor, dilini çıkarıp çiklet çiğnermiş gibi yapıyordu;
müstehcen figürlerle belden aşağısını kuzenine yaklaştırıp hemen çekiyor,
ardından hayvansı hareketlerle karşısında diz kırıp çöküyordu; bir yandan
aman dileyen, bir yandan da erkekle birleşmek için yakaran bir kadın izlenimi
uyandırıyordu; sonuç güzel olmamak bir yana, iğrençti. Korkunç bir gösteri!
Gaspar'ı herkesten ayrı bir koltuğa gömülmüş, yüzü sevdiği kadının yaşadığı
korkunç aydınlanmanın bilinciyle —nasıl bilincine varacaksa! —kederli bir
halde görmeyi o kadar isterdi ki! Ağır adımlarla, duvarlara tutunarak
kocasıyla paylaştığı yatak odasına döndü; kriz geçmişti, Jacqueline coşkuyla
hüzün arasında gidip geliyordu. Kendisi duygularının yoğunluğu altında
ezilirken María Dorotea kadar aşağılık bir kadınla en bayağı şekilde dans
eden bir erkek uğruna yakın geleceğin sunduğu ciddi tehlikeleri göze almanın
anlamı var mıydı? Zihni dizginlenemeyen bir koşu tutturmuştu. Planlar
yapıyor, vazgeçiyordu; yakın gelecekte tamamlanması gereken programın
ayrıntıları dur durak bilmeden peş peşe ortaya çıkıyor, birbirine karışıyor,
sıfırlanıyor, Jacqueline'i serseme çeviriyordu. Sonuçlar elini uzatsa
yakalayacakmış kadar yakınında görünüyordu. Gaspar'ın boşanma işlemlerini
hızlandırması gerekliydi, bunu sık sık tekrarlıyordu kendi kendine. Evlendiği
kadın ona özgürlüğünü vermemekte direniyordu. Jacqueline'in kafası
karışıktı. Son on aydır hayatının en mutlu dönemini yaşamaktaydı. Gaspar
ona ailevi sorunlarını, kızlarının geleceği için kaygılandığını anlattığında onu
kederine, korkularına ortak ediyor, sevgiliden öte, kız kardeş, dost, anne
yerine koyuyordu.
Tekrar aynanın karşısına geçip oturdu, gözyaşlarını sildi, yüzüne bol bol
serinletici losyon sürdü. Sonra bir havluyla temizledi. Aynada kendini uzun
uzun inceledi ve memnun kalmış olmalı ki, yatağa uzanıp hatıralara daldı.
"Her aşkın başlangıcı biraz şafağa benzer," derdi Márgara Armengol. Bir
sabah aynanın karşısına geçip çeşitli kıyafetler denemeye koyuldu; en şık
kıyafetle başladı, epey bir süre sonra bir etekle süveter giyip üstüne bir
yağmurluk almaya ve kafasına da eski mavi beresini takmaya karar verdi.
Süvetere, iki göğsünün arasına küçük bir papatya demeti şeklinde bir broş
iğneledi; papatyaların birinin ortasında minik bir saat vardı; kocası bu broşu
her gördüğünde zevksiz espriler yapardı. Otomobiliyle Asunción Oteli'ne
doğru yol alırken ilk aşk randevusuna giden bir Fransız öğrenci gibi
hissediyordu kendini. Otelde resepsiyona gidip iri yarı, tıraşı uzamış,
ceketinin yakası kepekle kaplı yöneticiye bir zincirle bir kayış almak
istediğini söyleyip nerede bulabileceğini sordu; zincir ince altından olacaktı,
ona broşun saatini takacaktı; böylece saat göğsünden bir otuz santim kadar
uzaklaşacak, saate her bakmak istediğinde broşu çıkarmak zorunda
kalmayacaktı; kayış da deriden olacaktı, köpeği için; yani kendisi için ince bir
altın zincir, köpeği için de kayışlı bir tasma istediğini tekrarladı çirkin suratlı
adama; adam gönülsüzce cevap vererek en yakındaki, Paseo de la
Reforma'daki Sanborn's mağazasına gitmesini önerdi. O anda Gaspar Rivero
boy gösterdi ve Jacqueline'i görünce belli ki şaşırdı. Jacqueline evde
görüştüklerinde, kocasının sırtı dönükken aralarında geçen yoğun
bakışmalardan, yalnız buluşacakları günün yakında geleceğini kuzeninin
anladığından hiç kuşku duymuyordu. Gaspar onu kibarca otelin kapısına
kadar geçirdi; kapıda alçak sesle otele uğramasının doğru olmadığını, çünkü
yönetici Morales'in kendisini tanıyabileceğini, buluşmalarını yanlış
anlayabileceğini ve kocasına yanlış aktarabileceğini söyledi.
O hafta cuma günü öğleden sonra Jacqueline Gaspar'a telefon etti. Nicolás'ın
her zamanki gibi Cuernavaca'ya gittiğini söyledi; o pespaye sevgililerinden
biriyle gittiğinden emindi, ama onu evliliğinin sorunlarından haberdar etmek
için aramamıştı; o konunun ilginç bir yanı yoktu, ertesi gece onu bir
toplantıya davet etmek için arıyordu; gerçek dünyasını, suda balık gibi
hareket ettiği dünyayı tanımasını istiyordu. Onu hep düşmanca ortamlara
hapsolmuş halde, Nicolás'ın yanında çalışan personelle birlikte, daha da
beteri, muhtemelen fark etmiş olacağı gibi kendisinden apayrı insanlar olan
kendi akrabaları arasında görmüştü. Mesela demirci eniştesi Jesús'la ne gibi
bir ortak yanı olabilirdi, söyleyebilir miydi acaba? María Dorotea'nın ağzına
takdırdığı o altın dişle ne korkunç bir görüntü oluşturduğunu fark etmiş
miydi? Onlarla selamlaşmak bile sinirlerini geriyordu. İşte bu yüzden de,
gerçek ailesiyle, kaderin tayin ettiği ailesiyle değil, kendi seçtiği küçük
arkadaş grubuyla beraberken buluşmak istiyordu onunla; onlardan çok
hoşlanacağından emindi. Ve böylece Jacqueline Gaspar'ı Márgara
Armengol'un toplantılarından birine götürdü. O cumartesi günü alışverişe
büyük özen gösterdi; öğleden sonra arkadaşının evine uğrayıp deniz ürünleri,
kuşkonmaz konserveleri, sosis, jambon, değişik peynirler, fındık fıstık,
meyve ve çeşit çeşit içki bıraktı. Márgara'nın evine vardıklarında Elvira
Ríos'un eski bir plağı çalıyordu. Gaspar ısrarlı bir tavırla dansa kaldırmak
istedi onu; o da alçak sesle dans müziği olmadığını, zaten arkadaşının evinde
dans edilmediğini söyledi. Gaspar'ın ne kadar üzüldüğünü hâlâ hatırlıyordu;
bir şeyler homurdandı; Jacqueline ne dediğini anlamamakla birlikte
diğerlerinin alaylı bakışları karşısında dans etmeye karar verdi. İki parça
sonra oturdular. O gergin, çekingen, ürkek adam onu konuşmasının
samimiyetiyle öylesine cezbetmiş olan kuzeni miydi gerçekten? Kendini
beğenmiş, demode snoplar dediği o insanların arasında rahat etmediğini
anlamamak mümkün değildi. Jacqueline ilk kez bu toplantılara onun
alıştığından farklı bir açıdan bakılabileceğini düşündü. Oradan erken bir
saatte, gece yarısından önce ayrıldılar. Kuzeninin itirazlarına rağmen onu
otele götürmek konusunda ısrar etti. Jacqueline sohbet etmeye çalışıyordu,
Gaspar ise tek kelimeyle, zar zor cevap veriyordu. Otele vardıklarında
Jacqueline arabadan indi ve sanki öyle kararlaştırmışlar gibi, elinden
geldiğince fütursuz bir tavırla Gaspar'la birlikte otele girdi.
—Sakın beni arama. Bu ahıra bir daha geleceğime yılan eti yerim daha iyi —
dedi, oval fotoğrafı çantasına koyarak; bir yandan da odada iğrenç bir koku
varmış gibi sesli sesli etrafı kokluyordu. Dudakları büzülmüş, bakışları
kaymıştı. Gaspar soğukkanlı bir edayla ayna karşısında saçını tarıyor, fazla
umursamıyordu onu. Eşyalarını karıştıracak kadar alçalabileceğini hayalinden
bile geçirmemiş olduğunu söylemekle yetindi; fotoğrafı geri vermesini rica
etti; Jacqueline bir kahkaha patlattı ve maçoluğunu kanıtlamak istiyorsa zorla
almasını, skandaldan filan korkmadığını söyledi bağırarak. Gerekirse deliler
gibi bağırır, kocası da olayları öğrenirdi; o zaman o örnek elemanının, sessiz
sedasız, namuslu taşralı delikanlı gibi geçinen elemanının, cüzdanında bir
servet taşıdığını söylerdi, bakalım nasıl açıklayacaktı bu durumu? Gaspar tek
kelime etmeden kravatını bağladı, ceketini giydi, Jacqueline'e kapıyı gösterdi
ve arabasına kadar ona eşlik etti. Jacqueline evine geldiğinde fotoğrafa dört
iğne batırdı: her iki gözüne, ağzına ve alnının ortasına birer iğne.
Aşağı yukarı bir ay sonra, aile toplantılarından nefret etmekle birlikte, küçük
bir davet düzenleyebileceğini düşündü. Kuzeninin keskin vücut kokusu onda
saplantı haline gelmişti. Sıradan bir pis vücut kokusu değildi bu; içten gelen
bir kokuydu, belki endokrin salgılarının özelliğinden kaynaklanıyordu.
Toplantı fikrinden hiç hoşlanmıyordu, ama bu koşullarda zorunluydu.
Kocasından Gaspar'ı davet etmesini rica etti, ama o unuttu ve aile toplantısı
tam bir fiyasko oldu. Bazı kişilerin kriterler konusundaki esnekliğini
bayağılık işareti gibi gördüklerini biliyordu; Jacqueline bu kişileri, gerçek
sıradanlığın ne olduğunu tam olarak anlamaları için, María Dorotea, María
del Carmen ve kocalarını beş dakika seyretmeye davet ediyordu. O
toplantının başında sıkıntıdan patladı, sonra, kuzeninin gelmeyeceğinden
emin olunca, yavaş yavaş sinirlenmeye başladı. Sonunda davetlilere açtı
ağzını, yumdu gözünü, onlar da aynı şekilde karşılık verdiler. Konuşmaya
başladıklarında ona María Magdalena diye hitap ediyorlar, bu da onu
zıvanadan çıkarmaya yetiyordu. Karşılıklı o kadar tatsız laflar söylendi ki,
Lobato'ların evindeki aile toplantıları temelli sona erdi.
Evet, bu öykünün bir anlamı olması için, bir yengeç bacağının koparılıp
şampanya şişesinin patlatıldığı andan başlamak gerekir. Sevgili
Jacqueline'imizin kaderini tayin eden an! O gece ve onu izleyen günlerde, bir
dizi sorundan ibaret olan evliliğini baştan sona gözden geçirdi. Harekete
geçmeye kararlıydı, ama konuyu kuzenine nasıl açacağını iyi düşünmek,
temkinli olmak zorundaydı. Gaspar'ın fazlasıyla duyarlı olduğunu
düşünüyordu; kendisi gibi kuvvetli değildi. Yıllarca aşağılandıktan sonra
intikam alma ihtiyacı duyduğunu anlayamazdı. İyi bir çocuktu, masumdu.
Dolayısıyla Jacqueline onu, her ikisini, yaşadıkları bu kısıtlı, sakat, geleceği
olmayan aşkı düşününce ne kadar üzüldüğünü söylemekle başladı işe. Bir
çözüm bulamıyordu. Boşanacak olursa Nicolás ona metelik vermeyip
kuzenini de işten atabilirdi. Yine sefalete mi dönecekti? Asla! Kocasının ona
dokunmasına, canı her istediğinde bedenini ele geçirmesine tahammül
edemediğini söylüyordu. Böyle zamanlarda ne kadar kaba, ne kadar acımasız
olduğunu kimse tahmin edemezdi. Birkaç gün boyunca aynı konuşmaları
tekrarladı durdu, Lobato'nun içinde yüzdüğü muazzam servete, böyle bir
refahı hak etmediğine, sermayesini en bayağı kenar mahalle kadınlarına
yedirmekten başka şey yapmayan bir geri zekâlı olduğuna değindi; sonra da o
paranın Gaspar'a ait olması gerektiğini söyledi ısrarla, o yirmi altı yaşındaydı,
yetenekliydi ve parayı hak eden de oydu. Nicolás'ın servetinden
yararlanabilse hayatın cennet olacağını söylüyordu, Asunción Oteli'nin köhne
yataklarından birinde uzanmış yatarken. Yalan mıydı? İtiraz edebilir miydi?
Muhteşem sahneler hayal ediyor, bunlar genellikle Venedik kanallarında bir
gondol gezintisiyle noktalanıyordu. Başlangıçta Gaspar bu yorumları sinsi
sinsi gülerek karşılıyordu; sanki sırf tehlikeli bir şakayı dinlemekle suç
işlermiş gibiydi; zamanla sevgilisinin tekrarlamaktan vazgeçmediği
konferanslarına boyun eğdi, çünkü Jacqueline artık başka bir konuda
konuşamaz olmuştu. Gerekli adımları bir bir kararlaştırmaya başladılar;
Gaspar tıpkı başlangıçta dinlerken olduğu gibi temkinli, oyun oynarmış gibi
bir tavır içindeydi; Jacqueline ise gemi azıya almıştı; sonunda işin hayal
kısmı tamamen silindi ve gayet ciddi konuşur oldular. Jacqueline çok önemli
bilgiler sağladı. Evde bir tabanca vardı. Nicolás tabancayı yazı masasının orta
çekmecesinde tutardı. Gaspar'a tabancayı bir an önce gösterse iyi olurdu.
Belirli bir noktada şüpheleri üzerlerine çekmemek için görüşmeye ara
vermeleri gerekecekti. Sadece Nicolás Gaspar'ı eve yemeğe davet ettiğinde
görüşeceklerdi. Gaspar kimi hafta sonları Nicolás'la birlikte gideceğini
söyledi; birkaç kere rica etmişti gelmesini, Cuernavaca'da tamamlamakta
olduğu inşaatla ilgilenmesini istiyordu. Her ikisi de tamamen doğal
davranacak, çok ketum olacak, pis zorbanın defterini dürme zamanı gelinceye
kadar ayrı yaşayacaklardı. Jacqueline bu deyimi duyduğunda bedeninde tatlı
bir ürperti gezindi. Tek şart koşuyordu: Kendisi ateş etmeyecekti. Bir kere,
daha önce eline tabanca almamıştı; İkincisi, bu iş bir eşe düşmezdi. Örneğin
kendisi Gaspar'a karısını öldürmesini teklif edemezdi. İnsan bazı şeyleri
yapabilirdi, ama bazı şeyleri asla yapamazdı.
Gaspar'la ilk yattığı geceden beri kocasıyla sevişmeye karşı konulmaz bir
ihtiyaç duyuyordu. Cinayet planları ilerledikçe gözle görülür derecede
ateşlenmekteydi. Nicolás Lobato bu sevişmelerden aldığı hazza şaşırıyordu;
hiçbir kadın bu hazzı yaşatamamıştı ona. İki erkeğin rekabeti Jacqueline'de
yeni bir erotik figür yaratmıştı. Gaspar'ın gönülsüzlüğü Nicolás'ın
saldırganlığıyla zenginleşiyordu. Kocasının sabun ve deodoran kokusuyla
kuzeninin tahrik edici pis kokusu.
Belirlenen tarihten birkaç gün önce, bir akşam Nicolás Lobato eve yanında
Gaspar'la geldi. Akşam yemeğinin ardından, iki erkek salona geçip domino
oynayarak Jacqueline'in işitemeyeceği şekilde gizli gizli konuşurlarken, o da
kendisini özgürlüğüne kavuşturacak olan silahı görmek, eline alıp okşamak
fikrinin cazibesine karşı koyamadı. Bu güdüyü marazi bulmakla birlikte ona
direnemedi. En dibinde tabancanın durduğu yazı masası çekmecesini
açtığında, bir zarfın içinde fotoğraflar gördü ve laf olsun diye —hiç merak
etmediğine yemin edebilirdi —açtı. Zarfın içinde mayolu üç çiftin
fotoğrafları vardı. Nicolás herhalde yanında çalışan genç bir kızla birlikteydi;
Gaspar ise göğüsleri açıkta bir kadını öpüyordu. Nedenini bilmiyordu ama, o
anda bunun fotoğrafına iğneler batırdığı kadın olduğundan emin oldu. Evet,
ilk birlikte oldukları gece Gaspar'ın cüzdanında resmini bulduğu sürtük
olduğu şüphe götürmezdi. Jacqueline'in o anda aklını temelli nasıl
kaçırmadığını açıklamak mümkün değil. Kuzeni o lanet olası melek suratıyla
aylar boyunca bir geri zekâlı gibi kandırmıştı onu. Bol bol parasını almıştı.
Jacqueline kendisini korkutan bir basiretle geleceğini gözünde canlandırdı:
—Ya, öyle... Nicolás'ın çok şansı oldu doğrusu bizim kuzenin oraya
yerleşmesi —María Dorotea'nın dil bilgisi öteden beri kıttı —. Gaspar onun
vefalı elemanı olacak, geçmişteki sorunları unutacak. Dürüst, sağlıklı, vefalı
bir genç. Ona kaç kere söyledim: "Oğlum, hafızana bir sünger çek, kocasıyla
yeni tanışmış gibi düşün" dedim. Göreceksin María Magdalena, ona
yaşattığın zor anları, onu köşeye kıstırmak için nafile çabalarını unutacak
sonunda. Nicolás'a o kadar çok şey borçlu ki, sadakatiyle ödeyecek borcunu.
Başkalarının sorunlarına burnumu sokmak istemem, herkes kendi kaderini
çizer. Nicolás samimi, iyi kalpli bir adam, seni seviyor, ama her körlüğün de
bir sınırı vardır...
Jacqueline ayağa kalktı ve elini bile uzatmadan ablasına iyi günler dileyip bir
masanın üstünde duran dergiyi alarak odasına gitti.
María Dorotea'yı iyi tanırdı; pek yakında eve yağacak imzasız mektupları
düşündü. Derhal harekete geçmesi, gerekli önlemleri alması gerekiyordu.
Ablasıyla bu konuşmanın ardından, son birkaç aydır yakasını bırakmayan
isteksizlik, iradesizlik yok oluverdi. Nicolás o gün ne öğle yemeğine geldi, ne
de akşam yemeğine; Jacqueline gecenin geç saatine kadar onu bekledi,
sonunda göremeden uyudu. Büyük krizden beri ayrı odalarda yattıklarından
geliş gidişlerini pek takip etmiyordu. Ertesi sabah yalnız başına kahvaltı etti;
her zamankinden daha büyük özenle giyindi ve haber vermeden seyahat
acentasına gitti.
Nicolás onu odasında görünce şaşırdı. Jacqueline kocasının tek kelime
etmesine fırsat vermeden söze başladı. Duygusuz, canlı ve kayıtsız bir tonda,
haber spikeri gibi konuşuyordu:
—Ziyaretime şaşırdın mı? Dün ablam María Dorotea geldi eve. Ne yaptı
biliyor musun, sırtlan? Hiçbir ayrıntıyı atlamadan senin yeni ihanetlerini
anlattı —Jacqueline bu yalanı telaffuz ederken yüzüne ateş basmasına,
sesinin titremesine, gözlerinin dolu dolu olmasına kendi de şaşırdı—. Ben
kendine saygısı olan bir kadınım, her zaman da öyle oldum — derken konuyu
dağıttığının farkına vardı—. Yanlışım varsa söyle. Seninle korkunç bir hayat
yaşadım... Ben tedavi olmasını bilen bir kadınım... Özellikle ruhsal
gelişimime önem veriyorum... Sana istediğin mutluluğu veremedim... sen de
onu başka yerde aradın... — yanakları gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu.
Nicolás şaşkınlığını üstünden atamadan sadede gelmesi gerektiğini düşündü.
Gözyaşlarının arasından sesini yükseltti ve hem ürkütücü, hem de acıklı bir
izlenim yaratmayı başardı—. Hakarete uğradım! iftiraya uğradım! María
Dorotea'nın her zamanki alçaklığıyla anlattıklarına bakılırsa, Cuernavaca'da
tuttuğun, ne yazık ki akrabam olan o sefil suç ortağın, kendisine musallat
olduğumu ileri sürüyormuş, sebebi malum... —sesindeki iniltili ton yerini
öfkeye bıraktı—. Benim hayatım şeffaf, sense bunu kaldıramıyorsun. Benim
pespaye bir sürtük olmamı, senin kadar ahlaksız, senin kadar azgın olmamı
tercih ederdin; o zaman bana böyle muamele etmeye hakkın olurdu. Evini
terk edeceğimi haber vermek için geldim. Geldiğim gibi gidiyorum.
Döndüğünde benden hiçbir iz bulma diye bavullarımı toplayıp gidebilirdim.
Ama seninle yüzleşmeyi tercih ettim. Yakında adresimi bildireceğim.
Boşanmak istiyorsan zorluk çıkarmam. Dönmemi istersen, dönerim. Ama
dönmem için, ki sanıyorum çok zor olacak, o suç ortağından ayrılman,
bizlerden temelli uzaklaştırman gerekir; tahminime göre seni avcunda
tutuyor; bana bile itiraf etmeye cesaret edemediğin bir şeyleri biliyor
herhalde; aranızdaki ilişkiyi başka türlü açıklayamıyorum —eldivenlerini,
siyah çantasını aldı ve filmlerde gördüğü bazı artistlerin can alıcı anlardaki
tavırlarına benzer bir edayla, muhteşem bir çıkış yaptı.
Nicolás Lobato oturduğu yerden neden sonra kalkarak kapıya koştu, açtı,
Jacqueline'le birlikte dışarı çıktı ve onu otomobiliyle bir restorana götürdü;
odasındansa restoranda konuşmanın daha hoş olacağı konusunda ısrarlıydı.
Bunu izleyen konuşmada Gaspar'a o hafta sonu yol vermesi kararlaştırıldı; iki
ay sonra da, evlendikten kısa bir süre sonra, sadece bir kez, on iki - on üç yıl
önce gittikleri Avrupa'ya gideceklerdi.
Her şey kararlaştırıldığı gibi oldu. Gaspar Las Palmas'ı terk etti; ikisi
Avrupa'da beş hafta geçirdiler. Jacqueline hayatı boyunca kuzenini bir daha
görmedi, haber almadı. Yıllar sonra ara sıra vücut kokusunu duyar gibi olur,
uzun bir süre kendini toparlayamazdı.
Yakışıklının ne kadar kof olduğunu daha ilk anda anlamıştı. Herhangi bir
kadının, aklını asgari ölçüde kullanarak onu avcuna alabileceğini
düşünüyordu. Karşısında sürekli hayran ve ilgili bir tavır takınmak yeterliydi.
Hayranlık duyuyordu, ama anlattıklarına ilgi duymuyordu. İki üç kere
diyalog kurmayı denedi, sonra teslim olup kendisi kadar kültürle iç içe
olamayacağını kabullendi. Barda, restoranda başka çiftlerle sohbet
ettiklerinde, Jacqueline Maya mimarisinden, kitaplardan ve müzikten söz
ederken, sanki ikisinin de ait olduğu bir dünyaymışçasına kendisini
dinlemekten hoşlandığını da fark ediyor, bu onu çok tatmin ediyor ve
David'in bu alanlardaki eksikliklerini affettiriyordu.
—Bir tabancaya ihtiyacımız var —dedi Jacqueline, bir çocuğa ders verir gibi.
Bu dönemde ses tonu ve tavırları sık sık didaktik bir piyeste rol alan bir
oyuncuyu hatırlatıyordu—. Kocamı tanımaman senin açından avantaj. Öte
yandan benim sana geldiğimi kimse bilmiyor. Kimse seninle Nicolás
arasında, seninle benim aramda ilişki kurmaz. Ben seni eve sokarım, hırsızlık
süsü veririz. Tabanca kullanmayı biliyor musun? Ben arabamı dışarıda
bırakırım, kolayca kaçabilmen için anahtarları sana veririm; sonra arabayı
canının istediği yerde bırakırsın. O gün evde hizmetkâr olmaz. Ben sana yol
gösteririm David. Bana güven. Önünde parlak bir gelecek var; yükselişinde
ben de sana eşlik etmek istiyorum.
Nihayet Polanco'daki eve taşındılar. Tadilat o kadar çok kere ertelenmişti ki,
Jacqueline umudunu kaybetmişti artık. Nicolás her şeyi üstlenmek istedi:
yeni mobilyalar, dekorasyon, taşınma; Jacqueline'in bavullarını toplamaktan
başka şey yapması gerekmedi. Yeni evde hep hayalini kurduğu bir şeyle
karşılaştı: kendine ait güzel bir çalışma odası. Bu ona bir işaret gibi geldi:
İleriki günlerde, önemli bir politikacının eşi olduğunda bu çalışma odası
zaruri olacaktı onun için. Karı kocanın yatak odalarının ayrılmış olmamasına
da sevindi. Ayrı odalardan bıkmıştı artık. Taşınma sayesinde Nicolás'ın
tabancasını nereye sakladığını öğrenip alma fırsatı buldu. Yeni eve girer
girmez tabancayı kendi çalışma odasındaki kitaplığa, kitapların arasına
sakladı. Nicolás Lobato kendini savunmaya kalkışırsa aradığı silahı
bulamayacaktı.
Nicolás hiç kuşkusuz David Carranza'yı gafil avlayıp ateş edecek, hatta daha
da beteri, polise teslim edecekti. Âşığı yıllarca hapis yatacaktı. Belki
Jacqueline de karışacaktı davaya. Ödü patlayarak yataktan kalktı. Salonda
yukarı çıkıp canavarın işini bitirmek için işaret bekleyen zavallı delikanlıya
haber vermesi şarttı. Kucağında ağır bir vazoyla karanlıkta merdivene kadar
gitti. Deli gibi bağırıyordu. Nicolás alçak sesle susmasını rica ediyordu; sesin
geldiği yere doğru ilerledi ve vazoyu kafasına indirirken bağırmaya devam
etti:
O anda bir silah sesi duyuldu, sonra üst üste birkaç el ateş edildi. Jacqueline
hangi tabancayla ateş edildiğini anlayamadı. İnanılmaz bir keşmekeş oldu.
Korkudan ödü patlayarak yere yuvarlandı, kocasının bir bacağına yapıştı; o
sırada bağıramadığını fark etti, vücudunun tam belirleyemediği bir yerinde
keskin bir acı vardı, midesi bulanıyordu, kusmak üzereydi.
Gözlerini tekrar açtığında her zamanki hastanede, bir yatakta buldu kendini.
Gündüzdü. Eli sargılıydı. Bir hemşire merak edilecek bir şey olmadığını, iki
parmağını kaybettiğini, ama birkaç hafta sonra eskisinden güzel iki parmak
takılacağını, elinin eskisinden daha güzel, daha iyi olacağını söylüyordu.
Nicolás onu sakinleştirmeye çalışarak yakında hırsızın yakalanıp otomobilin
bulunacağından emin olduğunu ekledi. O sabah savcılıkta suçlunun kim
olduğunu açıklayan bir mektup aldıklarını haber vermişlerdi; yanlış
hatırlamıyorsa De la Gracia diye biriydi. Soruşturma yapılıyordu,
bağlantılarını açıklığa kavuşturmaya çalışıyorlardı; yakında hapishaneyi
boylayacaktı. Jacqueline kocasının da yarasız kurtulmadığını gördü; onun da
başı sargılıydı.
—Bu kadar gözüpek bir karım olduğunu asla tahmin edemezdim! —dedi
salak—. Ama ne yazık ki yanıldın bir tanem; beni hırsız sanıp vazoyu benim
kafama indirdin.
Ara sıra Nicolás'ı çok sevdiğini söylüyordu kendi kendine; kocası elli yaşına
geldiğinde heybetli ve muzaffer bir havaya bürünmüştü. Otel kompleksinin
açılışı, zamanında yurt çapında önemli bir turizm olayı olmuştu. Açılışta
Morelos valisi, iki üç bakan, ülkenin en önde gelen finans kuruluşlarının ve
en kapalı sosyete çevrelerinin temsilcileri bulunmuştu. Nicolas hiçbir
masraftan kaçınmamıştı. Jacqueline açılışa New York'tan özel olarak aldığı
harikulade bir kıyafetle katılmıştı: Nar çiçeği rengi şeffaf kumaştan, çok açık
dekolteli, önü kısacık, arkasında kısa bir kuyruğu olan bir elbise. Feci bir
gündü. Yağmurun genellikle geceleri yağdığı Cuernavaca'da ansızın siklona
benzer bir kasırga koptu, ardından yağan şiddetli dolu birkaç saat sürdü.
Valiyi, Nicolás'ı, Jacqueline'i ve en seçkin konuklardan bazılarını korumak
üzere şemsiyeler açıldı. Jacqueline buna rağmen iliklerine kadar ıslandı;
incecik elbisesi yüzünden töreni izleyen iki hafta boyunca yüksek ateşle yattı.
Açılış günü pırıl pırıl güneşli de olmuş olsa, Jacqueline töreni hiç kuşkusuz
Márgara Armengol'un sürpriz doğum günü partisi kadar beğenmeyecekti. Bu
arada kurs arkadaşlarıyla sırf onu eğlendirmek için katılan eski arkadaşlarının
ve Akademi'nin dört beş hocasının toplanmış olduğu bahçeye döndü.
Dışarıda bir masanın üzerine kanepeler ve içecekler dizilmişti. Jacqueline
duygulanarak gözlerini kapadı ve bir hamağa bıraktı kendini; bir el sıkıca
kavramamış olsa, yere düşecekti. Başı dönüyordu, sıkıntılı ve üzgün
hissediyordu kendini; yıllar önce, henüz parmaklarını kaybetmemişken bir
falcının, ileride işaret parmağıyla orta parmağının eksikliği yüzünden
duygusal dengesinin ciddi biçimde bozulacağını söylemiş olduğunu hatırladı.
Kaza kurşunuyla kaybettiği parmakları o iki parmak olmasa da... Midesi
bulandı, ağlamak geliyordu içinden, bu dünyadan temelli ayrılmak istedi.
Anlık bir duyguydu. Gözlerini açtığında toparlanmıştı. Yanında yine Profesör
Ferraris duruyordu.
—Dört yıl kadar önce Milano'ya taşındım. Belki siz yokluğumu fark
etmemişsinizdir bile —dedi kırgın bir tonda—. Vatanım olarak gördüğüm
ülkede yaşamanın ve akademik hayatımı orada sürdürmenin zamanı geldiğini
düşünüyordum. Birkaç ay sonra yanıldığımı anladım; ne yazık ki çok vasat
bir çevredeydim. İki yıl gaflet içinde yaşadıktan sonra México'ya dönmeye
karar verdim; hoşuma gitse de, gitmese de, bildiğim, bir şeyler yapabileceğim
tek yerin México olduğunu anladım birden. Milano'da, İtalya'nın herhangi
başka bir kentinde daima silik biri olacaktım. Hayatım boyunca orada ot gibi
yaşayabilirdim. Bunun üzerine döndüm. Yine üniversite bünyesine katıldım;
bu dost evdeki kurslarıma, sevgili Márgara'mızın bilgi yuvasına döndüm.
Karşınızda gördüğünüz adam, dünyayı fethedeceği gibi gülünç bir hayalle
aranızdan ayrılan adamdan farklı biri, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ama
México affetmiyor saygıdeğer dostum, affetmiyor. Döndükten birkaç hafta
sonra anlaşılmaz biçimde sinirsel bir hastalık yakama yapıştı, o zamandan
beri de rahat vermiyor. Emin olun delirme noktasına geldim. İlk kriz beni
gafil avladı. Her şeyimle alay eden, değişmeme imkân tanımayan, yıkıcı bir
dış gücün pençesinde hissettim kendimi. Amansız bir krizdi. O gece,
cehennemde bir mevsime bedeldi. Karanlık bir illetin kurbanı olduğumu
biliyor, aynı zamanda savunmasız bir adama saldıran cinnete tanıklık
ediyordum. Tam anlamıyla kişilik bölünmesi, yemin ederim. Bu samimiyet
gösterileri canınızı sıkıyor mu? Emin olun âdetim değildir böyle açılmak —
dedi ansızın, duygusuz, donuk bir tonda. Gözlerinin etrafındaki halkalar o
kadar koyuydu ki, sanki yüzünde bir maske varmış, deliklerinde iki deli gözü
parlıyormuş gibiydi.
—Niyetim seni üzmek değildi Gianni Ferraris. Nasıl bir hayat sürdüğümü
hayal etmen mümkün değil, nasıl dayandığımı, bugüne kadar çıldırmamayı
nasıl başardığımı anlaman mümkün değil. Cehennem azabı çektiğini
söylüyorsun, tamam, inanıyorum sana. Buna karşılık benim son yıllarım
güllük gülistanlık mıydı sanıyorsun? Kendi dertlerimle senin canını sıkmak
istemedim, biliyorsun dertlerimi asla anlatmadım sana, ama galiba artık
konuşmaya başlamak gerekiyor. Bu evliliğe katlanmak benim için kolay mı
oldu sanıyorsun? —ve heyecan içinde seks düşkünü, hayvani kocasının
kendisine çektirdiği sözde işkenceleri ayrıntıyla anlatmaya koyuldu. İki
takma parmağını beceriksizce oynatarak sakat elini, omzundaki yarayı
gösterdi, hepsi şiddetli şehvet gecelerinin sonucuymuş gibi; Ferraris, gözleri
yuvalarından uğramış, ona bakmaktan başka şey yapamıyordu—. Seni
tanıdığımda artık boyun eğemeyeceğim şeyler olduğunu anladım —ve hiç ara
vermeden kocasının zihinsel ve ahlaki yetersizliğinden, utanç verici bir refah
içinde ot gibi yaşamasından, aşırı savurganlığından bahsetti. Buna karşılık
Ferraris'in konferansı ve gerektirdiği resepsiyon konusundaki pintiliğinin
anlatılacak gibi olmadığını da ekledi. Ferraris onu şaşkınlık içinde dinliyordu,
çünkü hayatında bu kadar şaşaalı bir şölene katılmamıştı.
—Nicolás Lobato turp gibidir, en azından kendini öyle görür, ama onun işini
ben bitireceğim. Bunca yıldır bana çektirdiklerine kötülükle karşılık
vermenin zamanı geldi. İzin ver onu nasıl ortadan kaldıracağımızı bir
düşüneyim. Mesela uyku hapıyla uyutabilir, otomobile bindirebilir,
Cuernavaca yolunda dağlık bir yere götürüp arabasını uçurumdan aşağı
yuvarlayabiliriz. Ânında ölür sanıyorum, öyle umuyorum. Arabayı ben
kullanırım, gişelerde fark edilmemek için eski yoldan gideriz. Birkaç yıl önce
Londra'dan aldığım yağmurluğu giyerim, harika bir yağmurluk, öyle cafcaflı
bir şey değil katiyen, emin olabilirsin —dedi trans halinde bir tutarsızlıkla,
sonra devam etti — : Arabayı uçurumun kenarına kadar getiririm, inerim,
sonra sen öteki arabayla hafifçe itersin. O kadarı yeter. Hemen benim eve
döner, her şeyin bittiğini, üzerimizdeki sınırsız baskının geçmişte kaldığını,
önümüzde pırıl pırıl bir geleceğin bağrına basmak üzere bizi beklediğini
haber verecek telefonu bekleriz.
—Söylersem bi kere verecek misin? Bana bak, şırfıntı, burada soruları biz
sorarız, bir an önce öğrensen iyi olur —diye kabaca cevap verdi polislerden
biri; bu arada Ferraris'e bir tokat daha patlattı. Ardından odaya polisler
doluştu; Ferraris çığlık çığlığa bağırmaya başladı, kollarını değirmen gibi
döndürüyordu, polislerden biri arkasına geçti, bileklerini büktü; bunun
üzerine çığlıklar inlemeye dönüştü; bütün vücudu zangır zangır titriyordu; bu
arada polisler Jacqueline'in ne olduğunu bilemediği bir şeyi bütün evde didik
didik aramaya koyulmuşlardı. Çekmeceler, dolaplar yerlere boşaltılmıştı. Çok
geçmeden ikisini bir polis otosuna bindirdiler ve bilinmeze doğru yola
çıktılar.
Adamın o yarı deli haldeki kuvveti akıl alır gibi değildi. Jacqueline dayağın
ne kadar sürdüğünü, İtalyan'ın evinden ne zaman ayrıldığını bilemiyordu.
Saatler sonra, vücudu yara bere içinde ayıldı. Oda karanlıktı. Zor bela ayağa
kalkıp elektrik düğmesini el yordamıyla buldu. Uyurgezer gibi yatağa kadar
yürüdü. Kendisini boy aynasında görünce ödü patladı; yüzünde morluklar
vardı, üstü başı yırtılmış, kana bulanmıştı, ayakkabısının teki yoktu. Bir
doktor çağırmaya karar verdi, ama ancak yatağa varabilecek gücü buldu
kendinde ve tekrar bayıldı.
Bölüm 6
Şansı varmış ki, ev onun üzerineydi. En azından sığınacağı bir evi vardı.
Avukat Paredes ona evi satmasını, o parayla bir başka müvekkilinin satılığa
çıkardığı Nápoles'teki daireyi satın almasını önerdi.
—Şunu belirteyim ki, bu olaylara değinmek belki bana sizden daha zor
geliyordur —diye devam etti, sizli bizli konuşmaya başlayarak—. Aramızda
her türlü ilişki bitmiştir! Kültür yuvamızdaki varlığınıza tahammül ettiğimiz
süre boyunca hem benim, hem de elemanlarımın size gösterdiği yakın ilgiye
bu şekilde karşılık vereceğinizi hayal bile edemezdim. İşte bu kadar! —diye
bitirdi ansızın konuşmasını ve telefonu kapadı.
Nicolás Lobato'dan haber almadan fazlasıyla uzun süre geçtiğini fark edince,
sorunlarını kendi başına çözmek için bir çaba daha gösterdi. Son derece ciddi
bir kıyafet giyip kaypak avukat Paredes'in bürosuna gitti tekrar; iş bulmasına
yardımcı olacak bir referans istedi kendisinden; ne var ki avukat referans
vermeyi doğrudan reddetmemekle birlikte, istediği referansı da vermedi. Her
zamanki gibi, bunu en iyi kendisinin anlayacağını belirterek, müvekkilinden
talimat alması gerektiğini söyledi. Jacqueline buna karşılık kaygılarını çok iyi
anladığını, ancak Nicolás'la temasa geçtiğinde ona tutuklandığını, maddi ve
manevi işkenceye tabi tutulduğunu, basın tarafından insafsızca yerden yere
çalındığını, beterin beteri bir fahişe muamelesi gördüğünü, bir delinin
saldırısına uğradığını ve birçok kez kendi de delirmenin eşiğine geldiğini,
buna rağmen kocasına beslediği dayanışma ve sevgiyle, yani aşkı sayesinde
bu zorlu sınavlara tahammül ettiğini açıklar, ayrıca Balderas'ta son derece
mütevazı bir daireye, doksan beş taksim altı adresine taşındığını bildirir ve bu
adrese birkaç satırlık bir mektup yazıp ileride ne yapması gerektiğine,
İspanya'ya taşınması mı onu Meksika'da beklemesi mi gerektiğine dair
talimat vermesini rica ederse minnettar olacağını söyledi.
Yine Nicolás Lobato'dan hiçbir haber alamadı. Balderas'taki dairede bir yıl
sıkıntı içinde, anlamsız bir hayat yaşadı; bir süre sonra okuma isteği yok
oldu; ara sıra uğrayan Alicia Villalba'yla eskiden komşusu olan geveze ve
cömert bir medyum dışında geleni gideni, arkadaşı yoktu. Jacqueline artık
kitap okumuyordu; konsantre olamıyordu. Hiçbir şeye ilgi duymuyordu. Bir
kitabı açtığında kederleniyor, keyfi kaçıyordu, çünkü yetersizliğini
kabullenmek zorunda kalıyordu. Bu hayırsever komşu Jacqueline'i yeğenleri
Mario ve Manuel Requena'yla tanıştırdı; iki kardeş Metropólitan sinemasının
yanında bir ezoterik kitapçı dükkânı işletiyorlardı; her ikisi de tarot falı
bakıyor, horoskop çıkarıyorlardı. Jacqueline'e iş teklif ettiler, o da kitapçı
dükkânı evinden üç sokak ötede olduğundan kabul edebildi. Uzun yolda
paniğe kapılıyordu. Hayatının büyük bölümünün geçtiği ve geçmişle birçok
bağlantısının yanı sıra Márgara Armengol'un akademisinin de bulunduğu
Coyoacán semti şöyle dursun, daha kısa süre öncesine kadar yaşadığı
Polanco'ya bile dünyayı verseler gitmezdi. Bu işi kabul etmezse yavaş yavaş
öleceğini, belki sonunda intihar edeceğini anlıyordu. Kitapçı dükkânı onu
hayata döndürdü. Bir gün Mario Requena işlerin çok iyi gittiğini, artık
Cuernavaca'da bir şube açma zamanı geldiğini söyledi ona. Casino de la
Selva'nın iki adım ötesinde, çok uygun bir yer teklif etmişlerdi; El Zodíaco
adlı kafe, ezoterik dükkânın şubesini açmak için ideal mekândı; kendisi
kardeşiyle anlaşamadığından değil, sağlık nedenlerinden ötürü oraya
taşınacaktı; México'nun yüksekliği ona iyi gelmiyordu, kalbi iki kez
uyarmıştı onu; evinden ya da dükkândan birkaç sokak uzaklaşmaya cesareti
olmayan Jacqueline, Mario'nun açıklamanın ardından yaptığı teklifi kendi de
şaşırarak, memnuniyetle kabul etti ve El Zodíaco'nun yanında minicik bir eve
yerleşti. Bundan sonraki on yıl boyunca, yılların nasıl geçtiğini anlamadan,
tam olarak yaşamadan orada yaşadı. Yeni çevresinin şifreli lisanının temel
hatlarını öğrendi. Mario Requena bir el kitabının da yardımıyla ona el falı
bakmayı öğretmeye çalıştı, ama Jacqueline inanmadan, gerekli hissiyatı
aktarmayan, gizem beklentisi yaratmayan bir ses tonuyla fal bakıyordu; bu
nedenle hocası onu falcılık mesleğinden vazgeçirmeyi daha uygun buldu.
Jacqueline boş vakitlerinde tek bir satırını bile anlamadığı halde nasılsa
kendisini oyalayan, ama sorsalar tek kelimesini tekrar edemeyeceği ezoterik
kitaplardan bölük pörçük parçalar okuyordu. Bir keresinde, Cuernavaca'ya
taşındıktan kısa bir süre sonra, tarot kâğıtları o güne kadar üç ayrı hayat
yaşamış olduğunu ve varoluşunun pentagramının doğal biçimde
tamamlanabilmesi ve o güne kadar yaşadıklarının oluşturduğu akorların,
yıldızların çizdiği kaderinin ezgisinde eriyebilmesi için daha iki hayat
yaşaması gerektiğini söyledi ona.
— İkisi aynı şey değil mi? —diye sordu bu kez Jacqueline, iyice kafası
karışarak.
Alicia Villalba iki üç ayda bir El Zodíaco'ya gelip fal baktırıyor, ardından
Jacqueline'i güzel bir yere yemeğe götürüyordu; kentteki restoranlara
gitmeyi, yeniliklerden haberdar olmayı, halkla ilişkileri yürütmeyi ve bu
çevrede görünmeyi mesleki bir zorunluluk kabul ediyordu. Kendine yeterince
güvendiği için de, o şişman, vaktinden önce yaşlanmış, şaşkın görünümlü,
seyrek, dağınık saçlı, elleri tombul, tırnakları yenmiş, genellikle bir giysiden
çok dinî bir yemin gereği giyilen tövbekâr cübbesine benzeyen biçimsiz bir
tunik kuşanmış kadınla insan içine çıkmaya aldırmıyordu. Birlikte çıktıkları
zamanlar, Jacqueline Alicia'nın uzun monologlarını nadiren böldüğünde,
arkadaşının arzu ettiği gibi simyadan, el falından, tarot falından söz etmiyor,
tekrar tekrar korkunç tutukluluk tecrübesini, kapatıldığı hücrede ilk iki
gününü birlikte geçirdiği yoksul kadını, onun hapishane anılarını dinleyerek
nasıl korkuya kapıldığını, ardından maruz kaldığı sorgulamaları, her
bakımdan dengesiz bir İtalyan'la dostluk kurmakla ne müthiş bir hata
işlediğini, mitoman İtalyan'ın kim bilir hangi işkenceler sonucu, belki de
çeşitli defalar örneklerini sergilediği deliliği sonucu tüyler ürpertici itiraflarda
bulunduğunu anlatıyor, her defasında sözünü Nicolás Lobato'nun uzun ve
anlaşılmaz suskunluğuyla bitiriyor, derin derin iç geçiriyor, birkaç gözyaşı
döküyor ve telaş içinde iki fincan papatya çayı içiyordu.
Mart ayının on üçünde Alicia Villalba Jacqueline'i telefonla aradı. İki gün
sonra El Zodíaco'ya uğrayacağını söyleyip Mario Requena'dan kendisine
randevu almasını rica etti; ancak sırf bunun için aramadığını da ekledi; o gün
bir güzellik salonuna gidip en güzel kıyafetini giymesini rica etti, çünkü
seanstan sonra onu doğum gününü kutlamak üzere L'Aiglon'a götürecekti.
İkisi yalnız olacaklardı; arkadaşı Sara birkaç günlüğüne Cozumel'e, ailesinin
yanına gitmişti. Jacqueline içini çekti. Ayın on beşinde altmış yaşını
dolduracaktı.
Bir imitasyon, bir de rengârenk seramik boncuklu kolye aldı; kuaföre gitti;
mahalle terzisinin düzelttiği şampanya rengi bir elbise giydi; şansına elbise
pek eski moda sayılmazdı; aynaya baktığında sonuç kendisini bile şaşırttı.
Alicia El Zodíaco'ya geldiği anda Jacqueline onda olağandışı bir hava
olduğunu fark etti; örneğin selamı hem müphem, hem muzafferane, hem de
suç ortaklığı ima eder gibiydi; o kadar ki, arkadaşının o akşam kendisine bazı
sırlarını anlatacağını düşündü; belki her zamanki gibi toptancılarla, ahçılarla,
mâliyeyle, müşterilerle, garsonlarla, sendikayla sorunlarını anlatmak yerine
Fransız arkadaşıyla aralarındaki duygusal bir sorundan söz edecekti; son
zamanlarda her türlü değişikliğe üzülen Jacqueline buna da üzüldü. O gece
öğreneceklerinden başka her şey geçti hayalinden. Jacqueline bu özel gecede
bile bir kadeh şarap içmeyi reddettiği için Alicia Villalba söze onu
azarlayarak başladı; ancak Jacqueline kararlılığından taviz vermedi,
doktorunun sakinleştiricilerle birlikte alkol alma yasağını delmeye cesareti
yoktu. Alicia bunun özel bir gün olduğunu söyleyerek ısrar etti ve sek
Campari kadehini kaldırdı, Jacqueline ise maden suyu bardağını. Alicia tarot
kartlarının bir müjde verip vermediğini sorduğunda, Cuernavaca'ya
geldiğinden beri sadece bir kez, o da ilk günlerde fal baktırdığını hatırlattı
ona. O gün o kadar altüst olmuştu ki, kaderini esasen kendisini korkutan
yollardan değil, yaşayarak öğrenmeyi tercih ediyordu.
Jacqueline uzun bir süre sessizce ev sahibesine baktı. Bir dilim ekmek alıp
üzerine tereyağı sürdü, tuz ekti ve minik lokmalarla yemeye koyuldu. Bir
süre sonra yemeye ara verip tamamen duygusuz bir sesle konuştu:
—Kuşlar söyledi, cik cik cik! Yeni dönmüş! Gelmeden önce biri, belki bir
ortağı, vekâleten Veracruz'un merkezindeki hırdavatçı dükkânını açmış bile,
Diligencias otelinden iki sokak ötede, düşünebiliyor musun? —üzerinde
Nicolás Lobato adıyla Modern Hırdavatçının adresinin yazılı olduğu bir
kartvizit uzattı. Alicia Villalba başka soru sormayan, Nicolás'a da, ayrılığına
da, buluşma ihtimaline de değinmeyen Jacqueline'e hayretle bakıyordu.
Alicia biraz daha kalması için ısrar etti; onun şerefine hazırlanmış böğürtlenli
pastayı tatması şarttı; ama Jacqueline gitmekte diretti. Onun ne kadar bitkin
göründüğünü fark eden Alicia şoförden Jacqueline'i otomobiliyle evine
bırakmasını rica etti.
En fazla üç saat uyuyabildi. Ertesi sabah yıkanıp kahvaltı ettikten sonra, tam
El Zodíaco'ya doğru yola çıkmak üzereyken ansızın fikir değiştirdi, odasına
döndü, alelacele bir bavul hazırladı, arabaya koydu ve México'ya doğru yola
çıktı. México'da sadece benzin almak için durdu. Akşamüzeri saat altı
sularında arabasını Veracruz'da, Modern Hırdavatçının önüne park
etmekteydi.
—Daha fazla söze gerek yok! Her birimizin bu yıllar boyunca yaşadıkları
artık geçmişe karıştı! Bu alyanslar hepsini silecek! —dedi Nicolás belirgin bir
İspanyol şivesiyle; yaptığı taklit ikisinin de yeni duruma uyum sağlamalarını
kolaylaştırdı. Jacqueline Cuernavaca'ya ilk taşındığında baktırdığı tarot falını
hatırladı ve acaba bu tazelenen evlilik hayatının pentagramını nihayet
tamamlayacak mı diye merak etti. O anda, yanılmıyorsa hayatının dördüncü
dönemine girdiğini ve pentagramın tamamlanması için bir dönem daha
gerektiğini hatırladı.
Arabaya bindiklerinde Nicolás onu turistik bir geziye çıkararak Boca del
Rıo'ya kadar götürdü; Jacqueline Veracruz'u bilmiyormuş gibi, geçtikleri
yerlerle ilgili hiç aralıksız beylik yorumlar yapıyordu. Dönüşte, Villa del
Mar'a geldiklerinde sağa döndü, üç dört sokak gitti ve sonunda duvarcıların
çalışmakta olduğu bir evin önünde durdu. Abartılı bir jestle evi Jacqueline'e
gösterdi.
Ansızın kulaklarına yabancı bir dilde konuşmalar geldi. Yandaki masada bir
grup genç denizci Portekizce konuşuyordu. Jacqueline gençlerin melodik, şen
şakrak seslerini, erkeksi, kaba tonlamalarını zevkle dinlemeye koyuldu.
Gruba hayranlıkla bakıyordu. Kocasına gençlerin nereli olduklarını sordu.
Nicolás muhtemelen Brezilyalı olduklarını söyledi; Portekizlilerin tavırları
farklıydı, bu kadar teklifsiz değillerdi. Son yıllarda bastırılmış olan arzular
öyle bir şiddetle ortaya çıktı ki, Jacqueline neredeyse yere yığılacaktı. Sırf o
dildeki konuşmaları dinlemek bile onu sarhoş ediyordu sanki. Çantasından
aynasını çıkardı, yüzüne tuttu ve iğrenerek yerine koydu. Gençlerin terli
çehrelerine bakıyordu; uzun kirpiklerinin altında gözleri sanki sıcağın
etkisiyle mahmur, kasları kadifemsi ve tehlikeliydi; konuşmalarla bedenlerin
hareketi arasındaki uyumun tadını çıkarıyordu. Cüretkâr hayaller onu
kışkırtıyor, neredeyse acı veriyordu. Oturduğu yerde hafif hafif zıplıyordu.
Bakışlarını kocasına çevirdiğinde karşısında onun isteklerine ve ihtiyaçlarına
duyarsız, pısırık bir ihtiyar gördü; aptal aptal sırıtarak genç görünmeye
çalışıyordu; Jacqueline Cuernavaca'ya hapsolup bu zavallı budaladan haber
bekleyerek geçirdiği yıllar boyunca bir veya birkaç âşık edinmemekle büyük
aptallık ettiğini düşündü. Dünyanın en aptal insanının Jacqueline Cascorró
olduğunu tekrarladı öfkeyle kendi kendine; çünkü utanmadan kendini
Rothschild yerine koyan o beş para etmez herifi bunca zaman beklemişti.