You are on page 1of 79

EVLİLİK

Sergio Pitol 1933 yılında, Meksika'nın Puebla şehrinde doğdu. Meksika'da


Nacional Autónoma Üniversitesi'nde edebiyat ve hukuk öğrenimi gördü.
Üniversiteden sonra Meksika Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmaya başladı.
1970'li yıllarda kültür ataşesi olarak Polonya, Macaristan ve Fransa'da görev
yaptı. Ardından Meksika'nın Çekoslovakya elçisi oldu. 1966-1977 arası
Meksika'da Veracruz Üniversitesi'nde; 1971-1972 yıllarında da İngiltere'de
Bristol Üniversitesi'nde ders verdi. Aralarında Joseph Conrad, Henry James,
Jane Austen, Gombrowicz ve Çehov gibi yazarların eserlerinin de bulunduğu
yüzü aşkın eseri İspanyolcaya çevirdi. Eleştirmenlerce hikâye, hatırat ve şiir
alanında üstat olarak görülen Pitol, İspanyol kültür mirasına yaptığı
katkılardan dolayı 2005 yılında İspanya'nın en prestijli ödülü olan Cervantes
Ödülü'ne layık görüldü. Eserlerinden bazıları şunlardır: No hay tal lugar
(1967), Los climas (1972), Asimetría (1980), Nocturno de Bujara (1982), El
desfile del amor (1984), Domar a la divina garza (1988), Vals de Mefisto
(1989), La casa de la tribu (1989), La vida conyugal (1991) (Evlilik, YKY
2010), El arte de la fuga (1996). Yazar, Meksika'da, Veracruz'da
yaşamaktadır.

Roza Hakmen 1956'da İzmir'de doğdu. 1974'te İzmir Amerikan Kız


Koleji'ni, 1979'da ODTÜ Ekonomi Bölümü'nü bitirdi. Başlıca çevirileri:
Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor; Mario Vargas Llosa, Kent ve
Köpekler; Nina Berberova, Eşlik Eden: Soneçka Antonovskaya; Juan Benet,
Madrid'de Sonbahar; Oscar Wilde, De Profundis; Marguerite Duras, Mavi
Gözler Siyah Saçlar; Anthony Burgess, Bir Elin Sesi Var; Carson McCullers,
Yelkovansız Saat; Tama Janowitz, New York Köleleri; Mircea Eliade,
Matmazel Christina; Anne Rice, Vampirle Konuşma; Miguel de Cervantes
Saavedra, Don Quijote; Marcel Proust, Swann'ların Tarafı, Çiçek Açmış
Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Mahpus, Albertine Kayıp,
Yakalanan Zaman, Kayıp Zamanın İzinde, Sainte-Beuve'e Karşı; Henry
James, Güvercinin Kanatları; Marguerite Yourcenar, Rüya ve Kader; Tim
Parks, Kader, Avrupa; Anna Kavan, Kartal Yuvası; Howard Norman, Müze
Bekçisi; Jamal Mahjoub, Cinlerle Yolculuk.
SERGIO PITOL

Evlilik

Çeviren:

Roza Hakmen

Roman

YKY

İSTANBUL
Yapı Kredi Yayınları - 3029

Edebiyat - 901

Evlilik / Sergio Pitol

Özgün adı: La vida conyugal

Çeviren: Roza Hakmen

Kitap editörü: Tamer Erdoğan

Düzelti: Eser Demirkan

Kapak tasarımı: Nahide Dikel

Baskı: Promat Basım Yayım San. ve Tic. A.Ş.

Sanayi Mahallesi, 1673 Sokak, No: 34 Esenyurt / İstanbul

Çeviriye temel alınan baskı: Editorial Anagrama, S. A., Barcelona, 2006

1. baskı: İstanbul, Ocak 2010 ISBN 978-975-08-1714-4

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 2009

Sertifika No: 12334

Copyright © Editorial Anagrama, 1991

Bu kitabın telif haklan Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Bütün yayın haklan saklıdır.

Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında

yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


Yapı Kredi Kültür Merkezi

İstiklal Caddesi No. 161 Beyoğlu 34433 İstanbul

Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23

http://www.ykykultur.com.tr

e-posta: ykykultur@ykykultur.com.tr

İnternet satış adresi: http://alisveris.yapikredi.com.tr


EVLİLİK
Bölüm 1
Bu öykünün kahramanı Jacqueline Cascorro, hayatının uzunca bir bölümünde
evliliğin olağan deneyimlerini yaşadı: Kızgınlıklar, kavgalar, ihanetler ve
barışmalar. Her şey bir anda değişti; elleriyle bir yengecin bacağını koparıp
arkasında bir şampanyanın patlatılışını duyduğunda, bundan böyle aralıklı
olarak aklına düşecek olan ve onu temelli fesat bir kadına dönüştüren bir
fikrin etkisi altına girdi.

Yıllar boyunca, olaylı evliliği içinde sürüklendiği çeşitli taşınmalarda, mavi


bir defter, kendisi farkına varmadan ona hep eşlik etti; balayı yolculuğu
sırasında, Pátzcuaro'da satın alınmış bol işlemeli bir kutunun dibinde, lastikle
tutturulmuş edebiyat ve sanat tarihi notlarının arasında duran incecik bir
defterdi. Bu kutu, Jacqueline Veracruz'a taşınmaya karar verdiğinde evinin
hemen hemen bütün eşyalarını depoladığı Cuernavaca'daki L'Aiglon adlı
restoranın mahzeninde durur hâlâ. O unutulmuş defteri açıp yıllar önce kopya
ettiği edebi satırları okusa, mutlaka çok şaşırırdı. Hiç şüphesiz benliğinin en
yüce, en saf yanını, bir süre boyunca ona bir ölçüde güven vermiş olan ve
hayatını müthiş bir patırtıyla sarsan şiddetin kökünü kuruttuğu yegâne yanını
beslemiş olan entelektüel çabaları hüzünlenerek hatırlar, özlerdi. Bir
noktadan sonra, bu konuda hayallere kapılmasına imkân kalmamıştı artık:
Manevi hayatı paramparça olmuştu.

Jacqueline o defterin iki sayfasına ilgisini çeken edebi alıntıları, bir sayfasına
da bir fiyasko olarak gördüğü evliliğine ilişkin duygularını yazmıştı; geriye
kalan sayfalar boştu. Bu notların evliliğinin ilk bunalımlarından biri sırasında,
yoğun bir hınç içinde, henüz kocasının ihanetlerini olağan sayıp
kabullenmeye başlamadan önce yazıldığını anlamak zor değildi. Kocası
Nicolás Lobato'nun yanında sekreter olarak çalışan yoksul kuzini Alicia
Villalba ve diğer çalışanlar, vefasız kocanın yaptıklarından onu her gün
haberdar ederlerdi. Nicolás'ın birlikte on yedi numaralı odaya kapandığı boya
sarışınının bayağılığını telefonda saatlerce anlatırlar, söz konusu odanın
Eslavia Oteli'nin ikinci katında olduğunu özellikle belirtirlerdi; sanki kaçıncı
katta olduğu önemliymiş gibi! Nicolás Asunción Oteli'ne nadiren gider, hele
gönül maceraları için belki kendi seviyesine layık görmediğinden oraya adım
atmaz, genellikle Orizaba sokağındaki Eslavia Oteli'ni kullanırdı. Aslında
Jacqueline evlendikten kısa bir süre sonra, çıldırmışçasına acı çekmemeyi
öğrenmişti, ama bu, Nicolás Lobato'nun sefih hayatını tasvip ettiği anlamına
gelmiyordu katiyen. Balzac'ın Evliliğin Fizyolojisi adlı kitabından tesadüfen
birkaç sayfa okuduğunda, kadınların çoğunun, evliliğin ilk yıllarında, son
derece keyfi biçimde kendilerine uygulanan zorbalığın tipik bir sonucu
olarak, kocalarına sadece yoğun bir nefret, neredeyse mutlak bir tiksinti
duyduklarına hükmetti.

Mavi deftere ilk kaydettiği alıntı, Fransız yazarın kategorik bir iddiası oldu:
"Evlilik hayatının tamamı yatak temeli üzerine kuruludur." Cümleyi üç dört
ünlem işaretiyle noktaladı; sonra öfkeye kapılarak cümleyi ve dolayısıyla
eklediği ünlem işaretlerini karaladı.

Ardından, yeşil mürekkeple hayatın tutkuyla beslendiğini ve evliliğin


söndürmediği tutku bulunmadığını yazdı.

Ayrıca, evliliğin toplumların ayakta kalması için gerekli bir kurum olduğunu,
buna rağmen (buraya parantez içinde heyhat! ünlemini ekledi) söz konusu
kurumun doğa yasalarına aykırı olduğunu, evli kadının köle muamelesi
gördüğünü, her bakımdan mutlu sayılabilecek evlilik olmadığını, evliliğin
suça gebe olduğunu ve bilinen cinayetlerden daha da beterleri olduğunu
yazdı. Bu son iddianın altına çeşitli renklerde mürekkeple birkaç çizgi çekti;
sanki daha o sırada bile belli belirsiz bir önsezinin dokunuşunu hissetmişti.

Bunları ve başka birtakım edebi alıntılar yazıp Cuernavaca'da bir mahzende,


bir daha eline almamak üzere terk ettiği mavi defter, Veracruz'a gitmeden
yıllar önce hafızasından silinmişti. O satırların hangi koşullarda kaleme
alındığı daha da önce silinmişti. Kocasını ilk kez ne zaman ve kiminle
aldattığını soracak olsalar, hiç şüpheye düşmez, menfaat gütmeden yardım
ettiği, buna karşılık kendisini arkadan bıçaklayan Gaspar Rivero'yla, Devrim
Anıtı'nın yanı başındaki sevimsiz Asunción Oteli'nde çalışmaya
başlamasından kısa bir süre önce diye cevap verir, asıl öncü, Márgara
Armengol'un evindeki bir partide tanıştığı Guanajuato'lu mühendis aklına bile
gelmezdi. Olayın tamamı hafızasından silinmişti. Bir hekim ya da
hipnotizmacı kendisini uyutup bu konuda bir soru sorsaydı, belki de bir aralar
artık genç sayılamayacak bir adamın bir partide kendisine tanıştırıldığını ve
onun da, sırf nezaket icabı yanına oturmasını teklif ettiğini hatırlayabilirdi;
oturduktan sonra iki kadeh çok alkollü cubalibre içmiş ve hiç tanımadığı
adama ünlü bir felsefe profesörünün kısa bir süre önce o evde kendisine, uzun
meslek hayatı boyunca rastladığı en gelişmiş duyarlılığa sahip olduğunu
söylediğini, hatta duyarlılık hariç her şeye sahip olabilecek bir grup kıskanç
gösteriş budalasına onu örnek gösterdiğini anlatmış ve hemen ardından,
Guanajuato'lu mühendise kocası olacak gaddar adamın, hayatta para ve
şehvetten başka şeyle ilgilenmeyen vahşinin kalleşlikleri karşısında bu
olağanüstü meziyetini koruyabilmek için ne zorlu bir mücadele vermesi
gerektiğini açıklamaya girişmişti.

—İstedikleri kadar aksini iddia etsinler, bir insanın yıllar geçtikçe nasıl bir
varlığa dönüşebileceğini hiç kimsenin tahmin edemeyeceğinden eminim —
diye fısıldadı sır verircesine yabancıya— . Benim tanıdığım, daha sonra
kocam olacak Nicolás Lobato'nun şu andaki haline dönüşeceğini asla tahmin
edemezdim; merak etmeyin, onu tanımanız için bir sebep yok, herhangi bir
konuda sivrilmiş biri değildir. Öğleden sonraları Mascarones kafesinde
buluşurduk. Aşinalığınız var mı?

—Kiminle? —diye sordu, söylediklerini dikkatle dinlememiş olan mühendis.

—Kimseyle. Mascarones kafesini kastettim; Felsefe ve Edebiyat Fakültesi


henüz Ribera de San Cosme'deyken fakültenin içindeydi. Harika bir yerdi;
öğrenciliğimizde oraya giden bizler hâlâ öksüz gibi hissederiz kendimizi. Ben
Nicolás Lobato'yla o kafede tanıştım. Bunun bilinmesinden hoşlanmaz, neden
bilmem, ama şimdi başka işlerle meşgul; ikimiz de fakülteyi bitiremedik
çünkü. Nicolás siyaset bilimi okuyordu. Öğleden sonraları bizim fakültenin
arkasındaki Miguel Schultz sokağında ahır gibi bir yere kapanırdı. Onu
almaya birkaç kere gitmiştim oraya; iki katlı, harap bir barakaydı, orada bir
fakülte olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Oysa benim fakültem ne kadar
farklıydı! Yerle gök kadar, böbürlenmek gibi olmasın ama, kocamla bendeniz
kadar farklıydı —bir kahkaha patlattı—. Nicolás hemen her akşamüstü
Mascarones'e uğrardı. Bizim fakültede coğrafya dersine girerdi, bir de bir
derse daha, sanıyorum bir dil dersi, herhalde İngilizceydi. O sırada ne
okuduğunu kendinin de bilmediğinden eminim. Dersler konusunda ihmalkâr
ve savruktu hep. Vaktinin çoğunu kafede geçirirdi; bu sayede tanıştık. Akşam
aynı tramvaylarla dönerdik. İki tramvaya binerdik, bizim eve direkt tramvay
yoktu. O Eugenia'da, Valle mahallesinde inerdi, ben Coyoacán'a devam
ederdim. Bazen Márgara da bizimle gelirdi. Márgara'yla arkadaşlığımız böyle
başladı. Evlerimiz birbirine çok yakındı. Márgara o zaman da bu evde
otururdu, ben de iki adım ötedeki Berlin sokağında. Bizimki çok güzel bir
binaydı —dedi nostaljik bir tonda—. Çocukluğumuzu çevreleyen duvarları
aşmayı hiçbir zaman başaramadık. Ben evlendiğimde dul ve bütün kızlarını
evlendirmiş olan annem Narvarte mahallesinde bir apartman dairesine
taşındı. Zavallı kadın o koca evde ne yapacaktı? Nicolás tek çocuktu;
küçüklüğünde yürürken hep bileğini burkarmış. Erkek gibi giyinen, kravat
filan takan kuzini Alicia Villalba'nın dediğine bakılırsa, bu ayrıntı
davranışlarını büyük ölçüde açıklıyormuş. İlişkimizin başlangıcından birkaç
ay sonra babası hastalandı ve Nicolás mecburen kent merkezinde, Mesones
sokağındaki hırdavat dükkânının başına geçti; kısa bir süre sonra da dükkân
ona miras kaldı. Üniversite eğitimini yarıda bırakmasına bunu bahane etti,
ama aslında öğrenciliğe tahammülü kalmamıştı. Bana çok âşıktı, kabul
ediyorum; fakülteye devam etmediği halde oldukça sık görüşüyorduk.
Sevgiliyken bana herhangi bir baskı yapmadığını da kabul ediyorum; öyle ki,
evlenmek üzere kiliseye gittiğimizde bakireydim; emin olun o zamanlar bu
önemli bir şeydi. Babası öldüğünde Nicolás'a hırdavatçı dükkânıyla yüklü
miktarda para bıraktı; o da otellerle ilgilenmeye başladı. Dükkânı sattı; iyi de
etti, çünkü orada boğuluyordu. Rahat bir nefes aldı. Köhne ya da çökmek
üzere olan otelleri birkaç peso karşılığında satın almak için herhalde bin türlü
dalavere çevirmesi gerekmiştir. Önce Asunción'u aldı; Devrim Anıtı'yla
Reforma caddesinin arasında, yıkık dökük, sefil bir yerdi; bu alımdan hiç
memnun kalmamıştı; daha satın aldığının ertesi günü nefret ediyordu oradan;
ardından Orizaba sokağında, çok daha hoş bir yer olan Eslavia Oteli'ni aldı. O
zamandan beri de Cuernavaca'da dev bir otel inşa etmekten başka şey
düşünmüyor; bu onda saplantı haline geldi; bir bu, bir de en önemli
saplantısı, kadınlar —kısa bir ara verip bir kadeh içki aldı; ağzını açma fırsatı
vermediği mühendisin kalkmak üzere olduğunu görünce engellemek için
elini bacağının üzerine koydu ve devam etti—: Sizi evliliğimin sorunlarıyla
bezdireceğim diye korkmayın. Biliyor musunuz, hayatta en sevdiğim şey
cumartesi günleri Márgara'nın evine gelmektir. Biz üniversite arkadaşından
çok, başından beri kardeş gibiyizdir. Bu evin atmosferi çok hoşuma gider.
Yüzde yüz kültür! Aslında hepimiz biraz bohemiz, öyle değil mi? Ben burada
suda balık gibi hissederim kendimi. Gördüğünüz gibi ruhumun ölmemesi için
elimden geleni yaptım. Bir kadının kültürünü geliştirebilmesinin ne demek
olduğunu anlamak erkekler için zordur —sonra, daha bir dakika önce
çocukluğunun geçtiği kocaman evi anlattığını unutarak devam etti—: Bunu
anlatmam doğru değil aslında, ama biz evde beş kardeştik, üç kız, iki erkek;
ben evleninceye kadar üç kız aynı odayı paylaştık; María Dorotea, María del
Carmen ve ben; o zamanlar hâlâ korkunç bir adım vardı. Bu koşullarda bir
şey okumam mümkün müydü? Sınavlarıma ne zaman hazırlanacaktım?
Üstelik de altmış vatlık kıtipiyoz bir ampulle! Gerekli kitapları satın almak
için parayı nereden bulacaktım? Ben elimden geleni yaptım! Hatta
çekinmeden diyebilirim ki fazlasını yaptım! Sıhhatinize! Dediğim gibi,
Nicolás Lobato'nun tek düşündüğü para ve seks. Evlendiğimizde çok gençtik.
Aslında ben çocuk sayılırdım. Beni neyin beklediğini hayal bile edemezdim.
Gerçekten çok erkeksi olan Alicia Villalba dışında Nicolás yanında çalışan
kadınlardan hiçbirinin gözünün yaşına bakmamıştır; bir kere bile olsa,
hepsine mutlaka affedersiniz atlamıştır. Onlara orospu gibi davranıyor olsa
gerek, bana da öyle davranmak isterdi herhalde— o sırada yanlarından geçen
tepsiden bir cubalibre daha aldı ve sonra evliliğinin dertlerini anlatmaya
devam etti; bir noktada, onca mahrem ayrıntıyı anlattığı adamın artık yanında
olmadığını fark etti; onun yerine, rüküş bir sarı peruğu birbirlerine takıp
çıkararak maskaralık eden iki delikanlıyla konuşmaktaydı; çocuklar sonunda
peruğu kask gibi onun kafasına geçirdiler; ona açık saçık sorular soruyor, o
utandıkça, terbiyeli cevaplar verdikçe gülüyorlardı; kahkahalarla Cuquita
diye bir kadının seks hayatının tüyler ürpertici ayrıntılarını anlatıyor,
Jacqueline'in tanımadığı, tanımak da istemediği bu kadının adını her
söylediklerinde "Meksika'nın gelmiş geçmiş en azgın götüne sahip kaşar"
diye ekliyor, her küfürde kahkahalarla gülüyorlardı; Jacqueline bir noktada
mecburen ayağa kalkıp sizi aptallar diye bağırarak kiminle konuşma şerefine
nail olduklarını bilmediklerini söyledi; bunu kendileri fark edemediklerine
göre kendisi söyleyecekti, o gece bir hanımefendiyle konuşmaktaydılar, bir...
o anda zihninde bir boşluk oldu; etrafına baktı, neşeli bir ifadeyle sözlerine
devam etmesini bekleyen iki delikanlınınkinden başka çehreler de gördü ve
sözünü iyi kötü tamamladı... tekrar etti: Evet, bir hanımefendiyle
konuşmaktaydılar, hayatta çok acı çekmiş, dolayısıyla başka türlü bir
muameleyi hak etmiş, kelimenin tam anlamıyla bir barbar olan kocasının
bütün personelini ve karşısına çıkan her sürtüğü hafta sonu Cuernavaca'da
götürmesini hak etmeyen bir hanımla... Delikanlılar yine kahkahaya
boğularak neredeyse ikisi bir ağızdan, sersemlik etmemesini, kurban rolü
oynamaktan vazgeçmesini söylediler. Yoksa hafta sonu orjilerinden sonra
kocasının bir yanı mı eksiliyordu? Eksilmiyordu herhalde; en ünlü
seksologlar, diğer hayvanlardan da çok insanlarda erkeğin kamışının asla
tükenmeyen bir sabuna benzediğini söylüyorlardı; ne kadar çok kullanılırsa o
kadar iyi iş görüyordu. Jacqueline bir kez daha kalkmaya yeltendi, çünkü
kendisine açıkça saygısızlık edildiği kanısındaydı ve Márgara Armengol'a
saygısından, istediği gibi karşılık verip olay çıkarmak istemiyordu. Diğer
salona geçtiğinde, pek az davetli kalmış olduğunu gördü. Birden Márgara
yanında boy gösterdi ve bir rahatsızlık mı hissediyor diye sordu; acaba
içkilerden biri mi dokunmuştu? Misafirlerden bazıları kendilerini iyi
hissetmediklerini söylemiş, içkilerin kalitesizliği yüzünden olduğunu tahmin
etmişlerdi; ev sahibesinin bu söyledikleri Jacqueline'e pek kibarca
gelmemişti, çünkü o gece içkileri Jacqueline getirmişti, ama gerçek bir
hanımefendi olduğundan tek kelime etmedi; ardından ev sahibesi birinin
arabayla kendisini eve bırakmasını ister mi, yoksa biraz bekleyip toplantı
bittikten sonra çalışma odasında yatmayı mı tercih eder diye sordu. Tek
başına gitmesine izin veremezdi, kesinlikle olmazdı, çok içkili olduğu her
halinden belliydi. O anda Nicolás Lobato'nun karısı olmanın çeşitli
dezavantajlarını anlattığı davetli çıktı tekrar ortaya; Márgara'nın ricası
üzerine Jacqueline'i memnuniyetle evine bırakacağını söyledi; ne var ki onu
götürdüğü yer, bir arkadaşının dairesiydi, çünkü kendisi Guanajuato'lu
olduğundan Mexico'da evi yoktu. Adını galiba hiç öğrenmediği bu şahsı
Márgara'nın evindeki davetlerde iki kere daha gördü; her iki davetin de
sonunda aynı şey oldu. O daireye son gidişinde, Guanajuatoluya hangi tipte
âşıkları kocasına tercih ettiğini ayrıntılarıyla anlatırken, adam bir rafa uzanıp
Balzac'ın Evliliğin Fizyolojisi adlı kitabını aldı ve Jacqueline'e verip kitabı
kendisine hediye ettiğini söyledi; bu hareket Jacqueline'e Márgara'nın içkiler
konusundaki sözleri kadar kaba geldi, çünkü bu daire, dolayısıyla kitaplar da
dahil içindeki eşyaların hepsi başkasına aitti.

Adamın daha sonra Guanajuato'ya dönüp dönmediğini bilmiyordu, ayrıca


ilgilenmiyordu da. Jacqueline onu bir daha gördüyse de muhtemelen kabalığa
yaklaşan bir kayıtsızlıkla selamlamış olmalı; buna rağmen o dairede geçirdiği
üç gecede Guanajuatoluya evlendiklerinden kısa bir süre sonra kocasının
kuzini ve sekreteri Alicia Villalba'nın bir telefon konuşmasında anlattıklarını
hırsla, heyecandan dili dolanarak aktarmıştı: Nicolás o hafta sonu eve
gelmeyecekti, çünkü Cuernavaca'da satılık bir araziye bakmaya gidecekti;
haber vermek için Jacqueline'i birkaç kere aramış ama bulamamıştı,
dolayısıyla gidişini haber vermesini sekreterinden rica etmişti; Alicia Villalba
bir es verdikten sonra sözüne devam etmişti: Nicolás yanında çalışmaya yeni
başlamış olan bir kadını, pis saçları havuç rengi boyalı, en bayağı fahişelerin
giydiği cinsten mor çoraplı bir kadını da Cuernavaca'ya davet etmişti;
evlendiğinde bakire olan Jacqueline, işte o andan itibaren, kocasının yatağını
paylaşan tek kadın olmadığını biliyordu; bu yüzden de Nicolás Cuernavaca'ya
gittiğinde kendisi de bunun karşılığında Márgara Armengol'un evindeki
kültürel toplantılara katılıyor, son zamanlarda kendi evinde olduğu gibi iş
dünyasıyla değil, kitaplarla, tiyatroyla, sinemayla ilgili konuşmalar
dinliyordu. Guanajuatolunun adını da, yüzünü de sonra hiç hatırlamadı;
dolayısıyla onu âşığı sayması mümkün değildi; zaten âşığı olduğu sırada da,
görünüşe bakılırsa bedeni tutkuyla sarsılarak adamın altında yatarken, adam
dilini bacaklarında gezdirir veya meme uçlarını hafifçe ısırırken, Jacqueline
Nicolás Lobato'nm kendisini nasıl kabalaştırmaya çalıştığını, duyarlılığını
yok etmeye çalışıp başaramadığını, çünkü cumartesi geceleri seçkin
insanlarla görüşerek duyarlılığını beslediğini, kendisine kalsa hayatını
Márgara'yla ve incelikli dostlarıyla geçireceğini, gerçi son zamanlarda ne
yazık ki tek başına, sahipsiz, savunmasız bir kadın gördükleri anda çizmeyi
aşan terbiyesiz birtakım delikanlıların eve dadanmış olduğunu anlatmaya
devam ediyordu. Nicolás ona evlenme teklif ettiğinde, bunun için,
Márgara'ya yakın olabilmek için Coayacán'da oturmayı şart koşmuştu; o da,
ilginçtir ki, arkadaşının varlığını bile fark etmezmiş gibi yaptığı halde, şartı
kabul etmişti; öğrenci oldukları sırada, eve dönüşte üçü ayrı tramvaya
bindiklerinde bile görmezden gelirdi Márgara'yı.

Jacqueline tam bir baş belası olmuştu. Bu haftalık toplantıların en gerekli


unsurlarını o sağlamasa, davet edilmezdi. Birkaç yıl boyunca Márgara
Armengol'un sonunda kendisinden bucak bucak kaçan dostlarına kocasının
kendisine ne kadar kötü muamele ettiğini, genelde erkekleri, hatta kitaplar,
resimler, müzik, tiyatro, çiçekler ve üniversiteden arkadaşı, komşusu,
arkadaştan da öte kardeşi Márgara'yla etrafına topladığı seçkin grubun
konuşmaları haricinde bazen hayatı bile ne kadar sıkıcı bulduğunu anlattı.
Tombul kollarını iki yana açıp teatral bir jestle bunun gerçekten kendisine ait
diye kabul edebileceği yegâne çevre olduğunu, rahat nefes alabildiği yegâne
çevre olduğunu söylerdi. Márgara her defasında birkaç davetliye özel ricada
bulunur, onunla ilgilenmelerini isterdi. Jacqueline ara sıra kitapçılara gidip
yeni çıkmış üç dört kitap alırdı. Kendini zorlayarak sayfalarını çevirir, kapak
arkalarını okur ve kültürünü güncelleştirdiği zannına kapılırdı.

Bu şekilde altı ya da yedi yıl geçti. Nicolás iki otele Londres sokağında bir
seyahat acentası eklemişti; acenta altın madeninden farksızdı, ama
Jacqueline'in hayatında herhangi bir değişiklik olmamıştı. Değişiklik— hem
de ne değişiklik!— eve döndüğünde salonda kardeşi Adrián'ı bulduğu gün
meydana gelmişti; Adrián tembeldi, beleşçiydi, bir hiçti, son zamanlarda, ara
sıra adi akşam gazetelerinde yayımlanan sıradan makalelerle geçimini
sağladığını iddia ediyordu; Jacqueline yeni yetmeliğinden beri kardeşini
baskıcı, işgüzar ve talepkâr bir çocuk olarak görürdü: her bakımdan felaket
bir bileşim. Mümkün olan en soğuk ses tonuyla, ne sebeple evine habersiz
geldiğini sordu; aynı anda salonda bir başka delikanlı olduğunu gördü;
kardeşiyle neredeyse tıpatıp aynı kıyafeti giymişti: çapraz düğmeli, çizgili gri
takım elbise. Delikanlılar ânında ayağa kalktılar. Aslında Jacqueline Adrián'ı
ağabeyi Marcelo'ya tercih ederdi; onun kırıcılığından, riyakârlığından
iğrenirdi. Adrián saçma sapan yazılar yazıyor olabilirdi, ama bir gazeteciyle
bir mezbaha işçisi arasında müthiş bir fark olduğu da bir gerçekti.
Marcelo'nun, hele hele adını bir türlü hatırlayamadığı karısının görünüşleri
feciydi. Jacqueline'e göre Marcelo'nun tek meziyeti evine yemek saatine
yakın gelmemesi ve beleşçi olmamasıydı; kendisinden de, Nicolás'tan da asla
para sızdırmaya çalışmamıştı. Hatta onlarla görüşmeye hevesli de sayılmazdı.

—Eminim bunun kim olduğunu hayatta tahmin edemezsin —dedi Adrián


neşeyle, öteki delikanlıyı işaret ederek; görünüşe bakılırsa ne kadar soğuk
karşılandıklarının farkında değildi—. İyi bak, tahmin et, bahse girerim
bilemeyeceksin. Tanıdın mı? Ha, ha? Karşında Gaspar Rivero, Orizabalı
kuzenlerimizden — Jacqueline'in yaratmaya niyetlendiği otoriter hava bir
anda dondu. Kuzen Gaspar onu saygıyla, ama yaltaklanmadan selamladı ve
hatırlamasına pek imkân olmadığını ekledi; çünkü Jacqueline anne babasıyla
birlikte Veracruz'a giderken Orizaba'dan geçtiklerinde o kadar çekingen bir
çocuktu ki, onları gördüğünde, konuşmak zorunda kalır korkusuyla salondan
kaçıvermişti.

—Hayatımda bu kadar etkileyici bir ses duymadım —dedi Jacqueline ertesi


gün Márgara'ya—. Sence insan bir sese âşık olabilir mi? Sanki sırf bana hitap
ettiğini hissettim sesinin. Nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum, ama şunu
söyleyebilirim ki, başka hiçbir ses bende böyle duygular uyandırmamıştır.

—O da edebiyatla ilgileniyor mu?

—Doğrusunu istersen söylediklerine dikkat edemedim. İlk birkaç cümleden


sonra ne konuştuğunu hiç bilmiyorum.

Márgara olağan soruları sorduğunda Jacqueline kuzenin yakışıklı olup


olmadığını bilemedi; zayıf bir delikanlı olduğunu zor hatırlayabildi;
boyundan hiç emin olamadı; kısa boylu değildi, belki orta boyluydu, kardeşi
Adrián gibi; buna karşılık köşeli bir çehresi olduğunu, cildinin biraz bozuk,
elmacık kemiklerinin fazla çıkık, kirpiklerinin de çok uzun olduğunu ve
neredeyse gözlerini örttüğünü hatırlıyordu.

Bir gün öncesine, yani karşılaşmalarına dönecek olursak, kuzeni çekingen


olduğunu, yabancılardan korktuğunu söylediğinde Jacqueline tatlılıkla
gülümsedi. Adrián'ın bu akrabayla birlikte onun evine niye geldiğini
açıklamasını bekliyordu. Sessizlik uzayınca Jacqueline kendisi konuşmaya
karar verdi. Oturmalarını söyleyip bir içki ikram etti. Kocasının en geç yarım
saat içinde geleceğini söyledi; öğle yemeğini hemen yiyeceklerdi, çünkü bu
aralar kocası öğleden sonraları acentaya dönüyordu. Jacqueline bu arada uzun
zamandır ilk kez öfkeyle başından def etmediği kardeşinin ziyaret sebebini
öğrendi. Jacqueline'deki değişiklik o kadar büyüktü ki, ikisini de yemeğe
davet etti. Adrián nihayet Jalapalı unutulmuş kuzen Gaspar'ı Nicolás'la
tanıştırmak istediğini açıkladı. Gaspar yıllar önce México'da yaşamış, turizm
okulunda kurslara devam etmiş, ama bitirememişti; son yıllarda Veracruz'da
çeşitli otellerde çalışmıştı. Başkente geleli birkaç hafta oluyordu. Eğitimine
devam etmek istiyordu, ama iş bulması lazımdı. Böyle durumlarda
tanıdıklardan başka kime başvurulabilirdi ki? Gaspar Adrián'ı aramış ve
sonunda bulmuştu. O da durumunu ve otelcilik konusundaki deneyimini
öğrenince, belki de Nicolás'ın tam anlamıyla güvenebileceği birini işe almak
isteyebileceğini düşünmüştü.

—Kocan bir tek senin sözüne kulak verir María Magdalena —dedi Adrián.

—Telaffuzu senin için zor, biliyorum, ama Jacqueline! —diye cevap verdi
ablası sertçe. Bunu izleyen son derece sıkıntılı yarım saatte Jacqueline
annesiyle ablalarını sormak zorunda hissetti kendini; onları uzun zamandır
görmemişti, ama iyi bir evlat olarak her ay annesine şoförüyle bir çek
gönderirdi; ardından ağabeyi Marcelo'yu, ablalarını, eniştelerini ve
yeğenlerini sordu ve nezaketini kanıtlamak için kuzenine de hiç hatırlamadığı
ailesinden haber sordu. Adrián ablasında ansızın yeşeren insanlığa şaşırmıştı.
Bu iyi niyet taşkını karşısında fırsattan yararlanıp eniştesinden borç
isteyeceğini de itiraf etti; acil bazı borçlarını kapatmasına imkân sağlayacak,
katiyen aşırı olmayan bir meblağ. Hibe değil, borç istiyordu, bu konuda
ısrarlıydı. Çalıştığı gazetede Nicolás'ın otelleriyle seyahat acentasının
reklamlarını yayımlatarak ödeyebilirdi borcunu.

—Kocanla uygun bir dille konuşulduğunda cömerttir —diye devam etti—;


mesele seni aşmaktır hep. Nicolás'tan biri ricada bulunduğunda cevabı hep
aynıdır: "Önce karımla konuş, sonra ayrıntıları hallederiz!" İş burada biter!

Jacqueline kardeşinin bu sözleri söylemeye cesaret edebilmesine şaşırdı


kaldı. Bir saat sonra masa başındaydılar. Nicolás o günlerde etrafa neşe
saçıyordu. Hayatı her bakımdan mükemmeliyete yaklaşır gibiydi. Cuernavaca
yöresinde palmiye ağaçları ekili, çok geniş bir arazi satın almıştı; aylardır bu
işin peşindeydi, mülkiyet hakkına ilişkin çetrefilli hukuki sorunların
halledilmesi gerekmiş, sonunda araziyi alabilmişti. Yörede benzeri olmayan
bir turizm merkezi kurmayı planlıyordu. Mutlu bir öğle yemeği yendi.
Jacqueline büfenin aynasından gizlice nasıl göründüğüne bakıyordu. Bir gün
önce güzellik salonuna gitmiş olması ne şanstı! Belki de içine doğmuştu!
Acaba kuaförün saçıyla ilgili söylediği doğru muydu? Giderek seyreliyor
muydu? Zannetmiyordu. Kadın yanılmıştı; öyle ya, Meksikalı kadınların
çoğunun saçları diken gibiydi, onlara alışmıştı; Jacqueline'in saçlarıysa
incecikti, çocukken babası melek saçlı derdi ona. Ne olursa olsun, kuaför
güzel bir saç modeli yapmıştı. Kuzeninin kendisini göz ucuyla süzdüğünün
farkındaydı. Her şeye rağmen hafif bir rejime girse iyi olurdu. Kısa boynunu
memnuniyetsizlikle inceledi, fazlasıyla kalındı; kilo verirse, Romalı
imparatorları andıran geniş yüzü çok daha iyi görünecekti. Jimnastik
yapacaktı. Kendini disiplin altına alacak, kaytarmayacaktı bu sefer. Evet,
evet, evet! dedi içinden, pek de kendine güvenemeyerek; ama gözlerindeki
pırıltı, pürüzsüz, ince cildi ve alımlı tebessümü kusurlarını telafi ediyordu.
Kuzeninin Orizaba'da, hatta Veracruz'da tanımış olabileceği kadınlarla
rekabet edebileceğinden emindi. Kilosu da umutsuzluğa kapılacak kadar fazla
değildi. Ertesi günden tezi yok jimnastiğe başlayacaktı. Konuşmaya hararetle
katıldı; merkezi Cuernavaca'da oluşturulacak otelcilik imparatorluğunun
kraliçesi olduğunda neler yapacağını anlattı. Herkes onu kutladı. Nicolás
Lobato ne zamandır evinde işitilmeyen bu neşeli ses tonuna şaşırdı ve bu
gençleşmenin tadını çıkarmak, karısının her zamanki bitkin, gergin ve
mızmız tonunu unutmak için akrabalarını eve daha sık davet etmesi
gerektiğini düşündü.

Jacqueline bu ani coşku selinin ardından, sanki kocasının düşüncelerini


okumuşçasına birden kedere boğuldu. Adrián'la kuzeninin çizgili takımlarına,
kumaşın düşük kalitesine, zarafetten iz taşımayan kesimine baktı ve
muhtemelen üçüncü sınıf bir dükkândan alınmış bu takımları kocasının
üstündeki takımın harika kaşmir kumaşıyla, mükemmel kesimiyle
karşılaştırdı. Çocukluğunu hatırladı: Coyoacán'da yoksulların oturduğu "aile
evleri"ne benzer, ortak avlulu evdeki hayatı, her iki yanında on küçücük
kulübe bulunan uzun koridoru, günlük sefaleti; gerekli cihazları alacak parası
olmadığından köhne bir muayenehanede birkaç hastaya bakan diş hekimi
annesini düşündü; Eğitim Bakanlığı'nda basit bir memur olan babasının
amfizemini, hastalığının giderek daha ızdıraplı hale gelişini, ölümünden
önceki son aylarda çektiği cehennem azabını düşündü; sefaletin kıyısındaki
hayatlarını, María Dorotea ve María del Carmen'le paylaştığı küçük odayı,
ortaklaşa kullandıkları kozmetikleri, çorap, kışlık giysi, daha birçok şey, hatta
yiyecek yoksunluğunu hatırladı ve ağlamak geldi içinden. O cehennemden
kurtulduğunu düşünmek onu hep gururlandırırdı; akla gelebilecek her türlü
engele rağmen üniversiteye yazılmaya, evlenmeden önce de ismini
değiştirmeye karar vermişti; nefret ettiği vaftiz ismi María Magdalena
Cascorró yerine özgüvenini artıran, katlandığı onca derdi telafi edecek
Jacqueline'de karar kılmıştı. Annesiyle babasını gücendirmemek için soyadını
değiştirmedi, ama Fransızcaymış gibi son heceyi vurgulayarak telaffuz
etmeye başladı: Cascorró. Jacqueline Cascorró! Eski dertlere ilişkin bu iç
hesaplaşma, hayatında ansızın boy gösteren delikanlıyla bir duygudaşlık
doğurdu içinde; hiç kuşkusuz o da kendisininkine benzer bir hayattan
çıkmıştı ve bu hayatı geride bırakmaya kararlıydı. Jacqueline tekrar aynaya
baktı, çehresinde şüphesiz kötü anıların yarattığı derin umutsuzluk ifadesini
gördü, hararetle sohbet etmekte olan üç erkeği inceledi ve belki de kendi ruh
halini hissedebilecek, duyarlılığını değerlendirebilecek tek kişinin yeni ortaya
çıkan bu kuzen olduğunu düşünerek ona yardım etmeye karar verdi. Kahve
servisi yapılır yapılmaz saldırı harekâtına geçecekti. Alev saçan bir meleğe,
yırtıcı bir aslana, cömert bir prensese dönüşecekti. Gaspar'm bir işi olacaktı;
belki otellerden birinin yönetimini üstlenecek, belki seyahat acentasında
çalışacaktı; kesinlikle Cuernavaca'daki yeni turistik projeyle hiç ilgisi
olmayan bir iş yapacaktı.

Kendi düşüncelerinin cüretine şaşırdı.

Tahmin ettiği gibi, Gaspar'ı işe alması için kocasını ikna etmesi zor olmadı;
ikisinin arasında samimi bir ilişki kuruldu. Jacqueline'in hayatına bir
yoğunluk, bir renk geldi, evliliğinde olumlu gelişmeler oldu. Márgara
Armengol'un evine daha seyrek gidiyordu artık; katıldığı ender toplantılarda
uçkuruna hâkim olamayan, kaba ve zorba bir kocanın kirlettiği nadide çiçeğin
basmakalıp hikâyesiyle davetlileri bezdirmiyordu.

Bir yengecin bacağını koparıp arkasında bir şampanyanın patlatılışını


duyduğu ve fesat bir düşünceye kendini kaptırdığı âna kadar her şey
yolundaydı. Sanki içine düşen bir yıldırım ona enerji yüklemişti: Gözleri
parladı, elleri titredi, kalbi gümbürdedi. Aynı düşünce hayatı boyunca ara sıra
onu ele geçirdi ve Jacqueline'i temelli kötüden de öte berbat düşünceli bir
kadına dönüştürdü.
Bölüm 2
Nicolás Lobato birkaç gün boyunca karısının kuzenini hangi pozisyona
yerleştireceğine karar veremedi. Ona en çok Cuernavaca yakınındaki yeni
arazide ihtiyacı vardı. Yakında başlayacak olan inşaatı denetleyecek biri
gerekiyordu; "Las Palmas" (Palmiyeler, ç.n.) adını vereceği iddialı merkezde
otel, havuzlar, bungalovlar, at ahırları, tenis kortları ve golf sahası olacaktı.
Birkaç hafta sonra arazideki yapılar yıkılacaktı. Ardından inşaat başlayacaktı.
Boğazına kadar borca batacaktı, ama umursamıyordu; her şey yolunda
giderse, üç dört yıl sonra ülkenin en muhteşem turizm merkezlerinden birinin
sahibi olmakla gurur duyabilecekti. Jacqueline kuzeninin kent dışına
gönderilmesine karşı çıktı. Girişilecek inşaatın dev boyutlarda olduğunu
söyledi; böylesine masraflı bir girişimin başlatılmasını, geliştirilmesini ve
sonuçlandırılmasını finanse etmek ve Las Palmas kâra geçinceye kadar
rahatça yaşamalarını sağlamak üzere ellerindeki imkânları geliştirmeleri
gerekiyordu. Gaspar o korkunç Asunción Oteli'nde çalışsa daha iyi olmaz
mıydı? Nicolás'ín daha binayı satın aldığı anda güvensizlik beslediği
yönetimi düzeltebilirdi belki. Onda öteden beri son derece kötü bir izlenim
bırakmış olan yöneticiyi yakından denetleyebilirdi. Las Palmas için yörenin
koşullarını ve insanlarını bilen, Cuernavacalı biri daha uygun olurdu. Yabana
atılamayacak bu görüşler sayesinde Gaspar Rivero ilk etapta Asunción
Oteli'nin restoranının başına getirildi; ayrıca otelin işletilmesini ve
yönetilmesini de mümkün mertebe izlemekle görevliydi.

Ancak bu noktada, önceki bölümde sözünü ettiğimiz, Jacqueline'in zihnini


bulandıran fesat düşünceye dönmemiz gerekir. Bu fesat düşüncelerin
patlaması, 23 Nisan 1960'ta, yedinci evlilik yıldönümü kutlaması sırasında
gerçekleşti. Jacqueline o sırada otuz yaşını bitirmek üzereydi. Yıldönümünü
Tlalpan'da bir kır lokantasında kutladılar. Davete iki yüz kadar kişi katıldı.
Jacqueline kocasının hayatındaki değişikliği Alicia Villalba kendisine davetli
listesini gösterdiği anda fark etti: siyasetçiler, bankacılar, otel ve restoran
sahipleri, sosyete mensupları ve ciddiyeti biraz hafifletmek amacıyla birkaç
sinema oyuncusu. Her şey mükemmeldi. Jacqueline kendisinin sadece
sosyete haberlerinden tanıdığı bu insanlarla kocasının ne kadar doğal ve rahat
konuştuğunu görünce etkilendi. Nicolás sanki hepsiyle okul arkadaşıymış,
hep görüşürlermiş gibi davranıyordu. Birinin sırtına vuruyor, kadınları
yanaklarından öpüyor, herkese gülümsüyordu. Pırıl pırıl dişlerine ve son
aylarda bıraktığı kaim bıyığa hayran olmaktan kendini alamadı. Nicolás'ın
evlilik yıldönümünü değil, Las Palmas projesini başlatmak için ait olmaya
karar verdiği sosyal çevreye girişini kutladığı açıktı. Jacqueline çok karışık
duygular içindeydi; bir yandan o parlak erkeğin kocası olmasından ötürü
gururlanıyor, her girişiminde başarılı olacağına güveniyordu; diğer yandan,
bu yeni ve parıltılı hayattan kendisini dışladığı için müthiş bir hınç
duyuyordu; kendi kendine, sanki bir teselli mükâfatı sunarcasına, bunun boş
ve sahte bir hayat, sadece bir dış görünüş olduğunu, kendisinin gizlice
sürdüğü yoğun duygusal hayatla ve geçmişte Márgara Armengol'un
çevresinde bulduğu entelektüel motivasyonla kesinlikle
karşılaştırılamayacağını söylüyordu. Nicolás'ın yeni stili karşısında zayıf
düşmemek için düşmanının o olduğunu hatırlamak zorunda kaldı; kendini
ondan korumak, onu alt etmek zorundaydı. Márgara ve dostlarının
oluşturduğu grubun bu davette göze batmadıklarını fark etti; o masada belki
biraz aşırı bir eksantrik hava fark ediliyordu, ama kesinlikle zarif bir havaydı;
diğer davetlileri tamamlayan bir tezat. Buna karşılık, bahçenin en dibinde,
tam mutfak kapısının önündeki iki masadakilerin diğer davetlilere aykırılığı
gözü tırmalıyordu. Masalardan birinde, lütfedip gelmiş olan annesi, María
Dorotea, María del Carmen, kocaları ve kardeşi Adrián oturuyordu;
Marcelo'ya zaten davetiye göndermemişti. Bu grubun ortasında da, herhalde
sıkıntıdan patlayan Gaspar Rivero. Eniştelerinin kıyafetleri içler acısıydı, ama
ablalarının kıyafetleri anlatılacak gibi değildi. Bileklere kadar inen, bol mu
bol siyah saten elbiseler, yeşil dantelden manşet ve yakalar, siyah ceketler,
topak topak düşük kalite yeşil mücevherler, muhtemelen kiralanmış saten
şapkalar, yüzün bir kenarına düşen koyu yeşil yapma kuş tüyünden sorguçlar;
işte böyle giyinmişlerdi. O gülünç grubun ortasında kuzeninin varlığı
Jacqueline'de öyle güçlü bir mıknatıs etkisi yaratıyordu ki, bakışları masadan
beş dakikadan fazla ayrılamıyordu. Aslında oraya baktığında tek gördüğü,
Gaspar Rivero'ydu. Onun gözünde ablaları, enişteleri, kardeşi Adrián, hatta
zavallı anneciği bile, insanın ilk bakışta bir papağan sürüsü zannedebileceği
gürültücü, aşırı renkli bir faunanın parçasıydılar. Yan masada ise Nicolás'ın
güvendiği elemanları vardı. Alicia Villalba, aşırı derecede erkeksi kesimli
elbisesine rağmen, diğer davetlilere karışıp ilişki kurmaktan âciz, insan içine
çıkmaları kabahat olan kümenin, o ayaktakımımn yanında zarafet ve şıklığın
timsali gibiydi.

Bir ara harekete geçmeyi başarabildi. Bakışlarını kuzeninin yüzünden


ayırması, değişik gruplar arasında kocası kadar rahat gezinmesi gerekiyordu.
Zekice konuşabilen, güler yüzlü bir kadındı o; Márgara Armengol'un
cumartesi toplantılarında imkânlarını geliştirdiğinin bilincindeydi. Bahçede
sağa sola selam vererek yürüdü ve sonunda kocasının yanına gitti. Kimi
kadınların kendisine selam verirken alaylı tebessümlerini, dudak büküşlerini
gizlemediklerini gözledi. Jacqueline tepki göstermedi. Bunun anlamı —
Márgara bunu defalarca açıklamıştı kendisine— herhangi bir modaya tabi
olmayan, kendine ait bir kişiliği olduğuydu; çoğu kadının yaptığı gibi
herkesle aynı kıyafeti giymeyen, farklı, giyimiyle kendi tarzını ifade eden bir
kadındı ve bu yüzden onu kolay kolay affetmiyorlardı. Günler önce, Alicia
Villalba arkadaşlarının davetiyelerini bırakmak üzere eve uğradığında,
Nicolás'ın Jacqueline'e topluluk içine ne şekilde çıkacağı konusunda
tavsiyelerde bulunabilecek birini, belki bir sunucu aradığını laf arasında,
önemsemeden söylemişti. Jacqueline ansızın kendini bir boy aynasında
gördüğünde o saçmalığı hatırlayınca kahkahasını zor tuttu; davete şeffaf
plastikten, topukları fosforlu ayakkabılarıyla gelmenin belki de fazla cüretkâr
olduğunu düşündü. O harika ayrıntının genelde son derece tutucu olan
Meksika toplumu için fazlasıyla avangard olduğunu düşündü serinkanlılıkla.
Son davetliler gittikten sonra, yakınları, yani mutfak kapısının önündeki
masalarda oturmaya devam eden akrabalar ve personel Lobato'ların evine
gitti; Jacqueline evden çıkmadan önce birkaç şişe şampanyayı soğutmuş ve
birkaç tepsi kanepe hazırlanması için talimat vermişti. Alicia Villalba
Jacqueline'in annesini Narvarte mahallesindeki dairesine götürmeyi teklif etti.
Diğerleri Lobato'ları kutlayarak, eğlencenin ikinci bölümünün tadını
çıkarmaya hazır, sürü halinde restorandan ayrıldılar. Ailesi Jacqueline için bir
azap kaynağına dönüşmüştü. Bu gürültücü, alacalı faunayı her yere taşımanın
kendisi için ne kadar büyük bir fedakârlık olduğunu kelimelerle anlatmak
mümkün değildi! Sinirlerinin bu işkenceye dayanamamasından, hiç
beklemediği bir anda bir histeri krizine kapılmaktan korkuyordu. Böyle bir
şey olmaması için elinden geleni yapıyordu. Açlıktan nefesi kokan bu
sürünün dokundurmalarına, kabalıklarına, başkalarının yanında aldırmadan,
ağızlarını doldura doldura, coşkuyla María Magdalena deyişlerine, Adrián'la
ablalarının sürekli para istemesine, laubaliliklere, hakaretlere, hepsine bir tek
şey için katlanıyordu: Yaklaşık on aydır âşığı olan Gaspar Rivero'yla
ilişkisini bu korkunç aile gelenekleri ağında eritmek için.

Yıldönümü kutlamalarının evdeki ikinci bölümünde hayatının yeni bir


dönemi başladı. Bu konuda yapabileceği tek açıklama, aile kutlamasının bir
noktasında elleriyle bir yengecin bacağını kopardığı, çıkan kuru sesin
kendisini şaşırttığı, bu sesle aynı anda açılan bir şampanya şişesinden çıkan
sesin duyulduğu ve sanki bir sesin ona, "eve ateş ediyorlar" dediğiydi; bir
yandan da, benliğinin en derin noktalarından fışkıran bir nefretle çakırkeyif
dört kadının mambo yapışını seyrediyor, salonun başka bir bölümündeki
erkeklerden gelen, hiç kuşkusuz Nicolás'ın anlattığı belden aşağı fıkraların
ardından patlayan gürültülü kahkahaları duyuyordu. Kocasının çifte kişiliğine
şaşırıyordu; yapıştığı sosyetik çevrede bir züppeyken, hemen ardından, halkın
arasında hovardanın teki olabiliyordu. Kuzeninin koruduğu mesafe,
ölçülülüğü ve buz gibi gülümsemesiyle çektiği duvar da dikkatini çekti.
Yengecin bacağını kopardığı ve şampanyanın patlatıldığı anda, hayatının bir
bölümünün sona erip bir yenisinin başladığını anladı; daha dolu, daha özgür
bu dönemde o delikanlı, kuzeni ve âşığı kimsenin müstehcen fıkralarını
dinlemek, emir almak, Nicolás'ın çalışanların üzerinde kurduğu baskının
altında ezilmek zorunda kalmayacaktı.

Yaşadığı aydınlanma hem göz kamaştırıcı, hem de ürkütücüydü. Onunla


yüzleşmeye hazır olmadığını fark etti. Titremeye başladı, sonra gülmeye
koyuldu. Sevinç gözyaşlarına boğulmak üzere olduğunu hissediyordu.
Mutluluğunu avaz avaz haykırmak, ciğerlerinin bütün gücüyle bağırmak
istiyordu. Ama o iğrenç köylülerin karşısında histerik kadın görüntüsü
sergilemek istemiyordu. Kesin özgürlüğe kavuşuncaya kadar rol yapmayı,
duygularını gizlemeyi öğrenecekti. Çocukluğundan beri sinir hastası olarak
görülmekten bıkmıştı; ona sorulursa, bu rivayetlere meydan veren olaylar,
ablalarından daha ince duyarlılığının ifade bulmasıydı. Banyoya gidip yüzünü
yıkamaya, biraz lavanta koklamaya niyetlendi. Ama ayağa kalktığı anda,
dayanmaya, son etaba yenilmeden ulaşmaya kesin kararlı olduğu halde,
göğsünden bir hıçkırık yükseldi. Bir şampanya şişesinin daha gürültüyle
patlatıldığı âna denk geldi hıçkırık. Etrafındakilerde bir şaşkınlık hissetti.
Jacqueline içinde boğulmasına ramak kalan ani mantıksızlık dalgasında, daha
hedefine varmak üzere bir adım atmamışken, zaferini baltalamak üzere
olduğunu fark edecek basireti bulabildi. Tepkilerinin süratiyle öteden beri
gurur duyardı; o gün de istisna teşkil etmedi. İnlemeler, titremeler ve
hıçkırıklar eşliğinde haykırmaya başladı:

—Deprem! Deprem! Tanrım, deprem oluyor, farkında değil misiniz?!

Ortalık bir anda karıştı. Herkes deprem işaretleri aramaya koyuldu. Evde bir
şeyler yerinden oynamış mıydı, lambalar sallanıyor muydu, resimler, perdeler
hareket ediyor muydu? Hiçbir hareket yoktu! Her şey yerli yerindeydi.

—Bizi evden kovmak için düzenlenmiş pek kurnazca bir oyun doğrusu! —
diye haykırdı María Dorotea, öfkeyle. —Tam María Magdalena'nın yapacağı
şey! Ben onu avcumun içi gibi tanırım, yıllar boyunca katlandım, ama bugün
onun istediği olmayacak.

Misafirler gecenin geç vaktine kadar kalıp içmeye ve dansa devam ettiler.
Jacqueline kocasının ve o sırada gelen Alicia Villalba'nın yardımıyla odasına
götürülüp yatağa yatırıldı. Hıçkıra hıçkıra ağladı, sonra yavaş yavaş
sakinleşti. Aynaya baktı; o kadar feci görünüyordu ki, uzun süre daha ağladı.
Birkaç kere otlakçıları kovmak, müziğin volümü, yaygara ve kahkahaları
yüzünden bağıra çağıra hakaret etmek üzere yerinden kalkacak oldu, ama
ayağa kalktığı anda tekrar kendini yatağa atıp ağlamaya devam ediyordu.
Aynada kendini her gördüğünde yeniden şok geçiriyordu. Yüzü şişmişti; fare
gözüne benzer, yarı kapalı gözlerinde acınası bir bakış vardı. Hıçkırıkları, o
gün kutlama işkencesine katlandığı yedi yıllık evliliği boyunca yaşadığı
baskıdan onu kurtarmaya yetmedi. Zor bela yerinden kalktı, odasından çıktı,
merdivene kadar yürüdü ve oradan, tırabzanın yanına, yere yatıp diğerlerine
görünmeden, tir tir titreyerek aşağıdakileri seyretmeye koyuldu. Görgüsüzler
sürüsü önü alınamayan bir sarhoşluk dalgasıyla zıvanadan çıkmış gibiydi.
Gaspar'ı ceketiyle kravatını çıkarıp atmış, María Dorotea'yla çılgınca mambo
yaparken görünce kaygılandı; María Dorotea en bayağı kabare artistleri gibi
sürekli ağzını açıyor, dilini çıkarıp çiklet çiğnermiş gibi yapıyordu;
müstehcen figürlerle belden aşağısını kuzenine yaklaştırıp hemen çekiyor,
ardından hayvansı hareketlerle karşısında diz kırıp çöküyordu; bir yandan
aman dileyen, bir yandan da erkekle birleşmek için yakaran bir kadın izlenimi
uyandırıyordu; sonuç güzel olmamak bir yana, iğrençti. Korkunç bir gösteri!
Gaspar'ı herkesten ayrı bir koltuğa gömülmüş, yüzü sevdiği kadının yaşadığı
korkunç aydınlanmanın bilinciyle —nasıl bilincine varacaksa! —kederli bir
halde görmeyi o kadar isterdi ki! Ağır adımlarla, duvarlara tutunarak
kocasıyla paylaştığı yatak odasına döndü; kriz geçmişti, Jacqueline coşkuyla
hüzün arasında gidip geliyordu. Kendisi duygularının yoğunluğu altında
ezilirken María Dorotea kadar aşağılık bir kadınla en bayağı şekilde dans
eden bir erkek uğruna yakın geleceğin sunduğu ciddi tehlikeleri göze almanın
anlamı var mıydı? Zihni dizginlenemeyen bir koşu tutturmuştu. Planlar
yapıyor, vazgeçiyordu; yakın gelecekte tamamlanması gereken programın
ayrıntıları dur durak bilmeden peş peşe ortaya çıkıyor, birbirine karışıyor,
sıfırlanıyor, Jacqueline'i serseme çeviriyordu. Sonuçlar elini uzatsa
yakalayacakmış kadar yakınında görünüyordu. Gaspar'ın boşanma işlemlerini
hızlandırması gerekliydi, bunu sık sık tekrarlıyordu kendi kendine. Evlendiği
kadın ona özgürlüğünü vermemekte direniyordu. Jacqueline'in kafası
karışıktı. Son on aydır hayatının en mutlu dönemini yaşamaktaydı. Gaspar
ona ailevi sorunlarını, kızlarının geleceği için kaygılandığını anlattığında onu
kederine, korkularına ortak ediyor, sevgiliden öte, kız kardeş, dost, anne
yerine koyuyordu.

Tekrar aynanın karşısına geçip oturdu, gözyaşlarını sildi, yüzüne bol bol
serinletici losyon sürdü. Sonra bir havluyla temizledi. Aynada kendini uzun
uzun inceledi ve memnun kalmış olmalı ki, yatağa uzanıp hatıralara daldı.

"Her aşkın başlangıcı biraz şafağa benzer," derdi Márgara Armengol. Bir
sabah aynanın karşısına geçip çeşitli kıyafetler denemeye koyuldu; en şık
kıyafetle başladı, epey bir süre sonra bir etekle süveter giyip üstüne bir
yağmurluk almaya ve kafasına da eski mavi beresini takmaya karar verdi.
Süvetere, iki göğsünün arasına küçük bir papatya demeti şeklinde bir broş
iğneledi; papatyaların birinin ortasında minik bir saat vardı; kocası bu broşu
her gördüğünde zevksiz espriler yapardı. Otomobiliyle Asunción Oteli'ne
doğru yol alırken ilk aşk randevusuna giden bir Fransız öğrenci gibi
hissediyordu kendini. Otelde resepsiyona gidip iri yarı, tıraşı uzamış,
ceketinin yakası kepekle kaplı yöneticiye bir zincirle bir kayış almak
istediğini söyleyip nerede bulabileceğini sordu; zincir ince altından olacaktı,
ona broşun saatini takacaktı; böylece saat göğsünden bir otuz santim kadar
uzaklaşacak, saate her bakmak istediğinde broşu çıkarmak zorunda
kalmayacaktı; kayış da deriden olacaktı, köpeği için; yani kendisi için ince bir
altın zincir, köpeği için de kayışlı bir tasma istediğini tekrarladı çirkin suratlı
adama; adam gönülsüzce cevap vererek en yakındaki, Paseo de la
Reforma'daki Sanborn's mağazasına gitmesini önerdi. O anda Gaspar Rivero
boy gösterdi ve Jacqueline'i görünce belli ki şaşırdı. Jacqueline evde
görüştüklerinde, kocasının sırtı dönükken aralarında geçen yoğun
bakışmalardan, yalnız buluşacakları günün yakında geleceğini kuzeninin
anladığından hiç kuşku duymuyordu. Gaspar onu kibarca otelin kapısına
kadar geçirdi; kapıda alçak sesle otele uğramasının doğru olmadığını, çünkü
yönetici Morales'in kendisini tanıyabileceğini, buluşmalarını yanlış
anlayabileceğini ve kocasına yanlış aktarabileceğini söyledi.

Jacqueline yöneticiyle karşılaşma ihtimalinden korkmadan hangi saatte otele


uğrayabileceğini sordu.

—Morales köpek gibidir; köpeğe onun kadar benzeyen başkasını görmedim


—diye cevap verdi Gaspar—. Bütün gününü otelde geçirir. Elinden gelse
kulübesini buraya kurar, kiraya, yemeğe para vermemek için hiç çıkmazdı
dışarı. Cumartesileri öğle yemeğinden sonra istemeye istemeye gider,
pazartesi şafak sökerken döner — diye açıkladı.

O hafta cuma günü öğleden sonra Jacqueline Gaspar'a telefon etti. Nicolás'ın
her zamanki gibi Cuernavaca'ya gittiğini söyledi; o pespaye sevgililerinden
biriyle gittiğinden emindi, ama onu evliliğinin sorunlarından haberdar etmek
için aramamıştı; o konunun ilginç bir yanı yoktu, ertesi gece onu bir
toplantıya davet etmek için arıyordu; gerçek dünyasını, suda balık gibi
hareket ettiği dünyayı tanımasını istiyordu. Onu hep düşmanca ortamlara
hapsolmuş halde, Nicolás'ın yanında çalışan personelle birlikte, daha da
beteri, muhtemelen fark etmiş olacağı gibi kendisinden apayrı insanlar olan
kendi akrabaları arasında görmüştü. Mesela demirci eniştesi Jesús'la ne gibi
bir ortak yanı olabilirdi, söyleyebilir miydi acaba? María Dorotea'nın ağzına
takdırdığı o altın dişle ne korkunç bir görüntü oluşturduğunu fark etmiş
miydi? Onlarla selamlaşmak bile sinirlerini geriyordu. İşte bu yüzden de,
gerçek ailesiyle, kaderin tayin ettiği ailesiyle değil, kendi seçtiği küçük
arkadaş grubuyla beraberken buluşmak istiyordu onunla; onlardan çok
hoşlanacağından emindi. Ve böylece Jacqueline Gaspar'ı Márgara
Armengol'un toplantılarından birine götürdü. O cumartesi günü alışverişe
büyük özen gösterdi; öğleden sonra arkadaşının evine uğrayıp deniz ürünleri,
kuşkonmaz konserveleri, sosis, jambon, değişik peynirler, fındık fıstık,
meyve ve çeşit çeşit içki bıraktı. Márgara'nın evine vardıklarında Elvira
Ríos'un eski bir plağı çalıyordu. Gaspar ısrarlı bir tavırla dansa kaldırmak
istedi onu; o da alçak sesle dans müziği olmadığını, zaten arkadaşının evinde
dans edilmediğini söyledi. Gaspar'ın ne kadar üzüldüğünü hâlâ hatırlıyordu;
bir şeyler homurdandı; Jacqueline ne dediğini anlamamakla birlikte
diğerlerinin alaylı bakışları karşısında dans etmeye karar verdi. İki parça
sonra oturdular. O gergin, çekingen, ürkek adam onu konuşmasının
samimiyetiyle öylesine cezbetmiş olan kuzeni miydi gerçekten? Kendini
beğenmiş, demode snoplar dediği o insanların arasında rahat etmediğini
anlamamak mümkün değildi. Jacqueline ilk kez bu toplantılara onun
alıştığından farklı bir açıdan bakılabileceğini düşündü. Oradan erken bir
saatte, gece yarısından önce ayrıldılar. Kuzeninin itirazlarına rağmen onu
otele götürmek konusunda ısrar etti. Jacqueline sohbet etmeye çalışıyordu,
Gaspar ise tek kelimeyle, zar zor cevap veriyordu. Otele vardıklarında
Jacqueline arabadan indi ve sanki öyle kararlaştırmışlar gibi, elinden
geldiğince fütursuz bir tavırla Gaspar'la birlikte otele girdi.

Gaspar Rivero onu odasına götürmeye hevesli görünmüyordu; bir gören


olabileceğini, bu ziyaretin bir şekilde duyulacağını, bu tip hikâyelerin hep
kötü bittiğini ileri sürüyordu; Jacqueline o gece dinledikleri Elvira Ríos
şarkılarından birini mırıldanmaya başladı: "Sevgilim, yine sana sohbete
geldim / seninle konuşmaya davet ediyor gecenin sessizliği..."; belli ki onu
vazgeçirmeyi amaçlayan sözleri dinlememeye kararlıydı. Öyke ki, Gaspar'ın
onu içeri almaktan başka çaresi kalmadı. Jacqueline yatağın üstüne oturdu ve
ağır ağır soyunmaya koyuldu. Bir komodinin üzerinde yanında iki kız
çocuğuyla bir kadının gümüş çerçeve içinde fotoğrafı duruyordu. Gaspar
kızları olduğunu söyledi. Seviştiler; Jacqueline bu sevişmede bir şeylerin
eksik olduğu hissini edindi, neredeyse her şeyin; fiziksel yetersizliklerden
değil de, psikolojik yetersizlikten kaynaklanan bir eksiklik; kuzeninin ona
âdeta mecburen, uzaktan kumandayla, vekâleten sahip olduğu duygusuna
kapılmıştı; bu duygular onu mağlup etmedi, aksine Gaspar korkudan
kaynaklanan direncini alt edinceye kadar mücadele etme isteği verdi.
Gaspar'ın vücudundan yayılan keskin koku onu okşamaların hepsinden daha
çok tahrik ediyordu. Yataktan çıkmadan birer sigara içtiler. Jacqueline
kuzeninin zayıf, kaslı, esmer bedenini kendi beyaz, yuvarlak hatlı bedeniyle
karşılaştırdı. Bir an utanıp üzerini örttü; sonra zayıfların özellikle ete, yani
şişmanlara düşkün olduklarını duyduğunu hatırlayıp gülümsedi. Gaspar duş
almak üzere banyoya geçtiğinde Jacqueline fırsattan yararlanıp odayı biraz
inceledi, Gaspar'ın ceplerini karıştırdı. Cüzdanındaki şişkin para tomarını
görünce ürktü. Resmen bir servet! Komodinin üstünde duran resimde
kızlarının yanındaki kadından başka bir kadının oval fotoğrafını bulunca daha
da çok şaşırdı. Aceleyle giyindi. Bir hınç patlaması yaşamak üzereymiş gibi
hissediyordu kendini. Gaspar banyodan çıktığında, doğrudan öfkeli bir soru
yağmuruna tuttu onu. Karısının fotoğrafını hem yatarken, hem uyandığında
görecek şekilde baş ucunda tuttuğu halde niçin boşanmak üzere olduğunu
söylemişti? Peki ya öteki? Hangisi? Yoksa cebinde fotoğrafını gezdirdiği
pespaye karıyı unutmuş muydu? O kaltağı, o orospuyu kalbinin üzerindeki
cebinde taşıdığını fark etmediğini mi sanıyordu yoksa? Derhal odayı terk
etmek üzere son izzetinefis kırıntılarını toparlayarak ayağa kalktı.

—Sakın beni arama. Bu ahıra bir daha geleceğime yılan eti yerim daha iyi —
dedi, oval fotoğrafı çantasına koyarak; bir yandan da odada iğrenç bir koku
varmış gibi sesli sesli etrafı kokluyordu. Dudakları büzülmüş, bakışları
kaymıştı. Gaspar soğukkanlı bir edayla ayna karşısında saçını tarıyor, fazla
umursamıyordu onu. Eşyalarını karıştıracak kadar alçalabileceğini hayalinden
bile geçirmemiş olduğunu söylemekle yetindi; fotoğrafı geri vermesini rica
etti; Jacqueline bir kahkaha patlattı ve maçoluğunu kanıtlamak istiyorsa zorla
almasını, skandaldan filan korkmadığını söyledi bağırarak. Gerekirse deliler
gibi bağırır, kocası da olayları öğrenirdi; o zaman o örnek elemanının, sessiz
sedasız, namuslu taşralı delikanlı gibi geçinen elemanının, cüzdanında bir
servet taşıdığını söylerdi, bakalım nasıl açıklayacaktı bu durumu? Gaspar tek
kelime etmeden kravatını bağladı, ceketini giydi, Jacqueline'e kapıyı gösterdi
ve arabasına kadar ona eşlik etti. Jacqueline evine geldiğinde fotoğrafa dört
iğne batırdı: her iki gözüne, ağzına ve alnının ortasına birer iğne.

Aşağı yukarı bir ay sonra, aile toplantılarından nefret etmekle birlikte, küçük
bir davet düzenleyebileceğini düşündü. Kuzeninin keskin vücut kokusu onda
saplantı haline gelmişti. Sıradan bir pis vücut kokusu değildi bu; içten gelen
bir kokuydu, belki endokrin salgılarının özelliğinden kaynaklanıyordu.
Toplantı fikrinden hiç hoşlanmıyordu, ama bu koşullarda zorunluydu.
Kocasından Gaspar'ı davet etmesini rica etti, ama o unuttu ve aile toplantısı
tam bir fiyasko oldu. Bazı kişilerin kriterler konusundaki esnekliğini
bayağılık işareti gibi gördüklerini biliyordu; Jacqueline bu kişileri, gerçek
sıradanlığın ne olduğunu tam olarak anlamaları için, María Dorotea, María
del Carmen ve kocalarını beş dakika seyretmeye davet ediyordu. O
toplantının başında sıkıntıdan patladı, sonra, kuzeninin gelmeyeceğinden
emin olunca, yavaş yavaş sinirlenmeye başladı. Sonunda davetlilere açtı
ağzını, yumdu gözünü, onlar da aynı şekilde karşılık verdiler. Konuşmaya
başladıklarında ona María Magdalena diye hitap ediyorlar, bu da onu
zıvanadan çıkarmaya yetiyordu. Karşılıklı o kadar tatsız laflar söylendi ki,
Lobato'ların evindeki aile toplantıları temelli sona erdi.

Günün birinde, öğle yemeği saatinde, Nicolás yanında Gaspar Rivero'yla


çıkageldi. Kahveler içilirken kardeş çocukları birbirleriyle konuşmaya
başladılar; işte o anda, ilişkinin altın çağı başladı. Jacqueline kilo verdi;
gardrobunu yenileyip yumuşattı; Márgara Armengol'un evindeki toplantılara
katılmaktan vazgeçti; arkadaşına binde bir tek başına ziyarete gidiyor, tutkulu
ifşaatlarda bulunuyordu; arkadaşı da bu itiraflara karşılık evinin her ikisine de
daima açık olduğunu hatırlatıyor, o delikanlının çekingenliğine rağmen ne
kadar kaliteli biri olduğunu hemen anladığını söylüyor, genç bir yazarın bir
sonraki kitabının basımı şerefine, bir tiyatrocunun yakındaki düğünü şerefine
ya da bir ressamın son sergisi şerefine düzenlemek niyetinde olduğu bir
kokteyl için laf arasında ondan yardım rica ediyor, bundan böyle bu tür
davetlerde onu da görmek istediğini ekliyordu. Kuzenini de, söylemeye gerek
bile yoktu, artık sürekli davetli kabul ediyordu.

Evet, bu öykünün bir anlamı olması için, bir yengeç bacağının koparılıp
şampanya şişesinin patlatıldığı andan başlamak gerekir. Sevgili
Jacqueline'imizin kaderini tayin eden an! O gece ve onu izleyen günlerde, bir
dizi sorundan ibaret olan evliliğini baştan sona gözden geçirdi. Harekete
geçmeye kararlıydı, ama konuyu kuzenine nasıl açacağını iyi düşünmek,
temkinli olmak zorundaydı. Gaspar'ın fazlasıyla duyarlı olduğunu
düşünüyordu; kendisi gibi kuvvetli değildi. Yıllarca aşağılandıktan sonra
intikam alma ihtiyacı duyduğunu anlayamazdı. İyi bir çocuktu, masumdu.
Dolayısıyla Jacqueline onu, her ikisini, yaşadıkları bu kısıtlı, sakat, geleceği
olmayan aşkı düşününce ne kadar üzüldüğünü söylemekle başladı işe. Bir
çözüm bulamıyordu. Boşanacak olursa Nicolás ona metelik vermeyip
kuzenini de işten atabilirdi. Yine sefalete mi dönecekti? Asla! Kocasının ona
dokunmasına, canı her istediğinde bedenini ele geçirmesine tahammül
edemediğini söylüyordu. Böyle zamanlarda ne kadar kaba, ne kadar acımasız
olduğunu kimse tahmin edemezdi. Birkaç gün boyunca aynı konuşmaları
tekrarladı durdu, Lobato'nun içinde yüzdüğü muazzam servete, böyle bir
refahı hak etmediğine, sermayesini en bayağı kenar mahalle kadınlarına
yedirmekten başka şey yapmayan bir geri zekâlı olduğuna değindi; sonra da o
paranın Gaspar'a ait olması gerektiğini söyledi ısrarla, o yirmi altı yaşındaydı,
yetenekliydi ve parayı hak eden de oydu. Nicolás'ın servetinden
yararlanabilse hayatın cennet olacağını söylüyordu, Asunción Oteli'nin köhne
yataklarından birinde uzanmış yatarken. Yalan mıydı? İtiraz edebilir miydi?
Muhteşem sahneler hayal ediyor, bunlar genellikle Venedik kanallarında bir
gondol gezintisiyle noktalanıyordu. Başlangıçta Gaspar bu yorumları sinsi
sinsi gülerek karşılıyordu; sanki sırf tehlikeli bir şakayı dinlemekle suç
işlermiş gibiydi; zamanla sevgilisinin tekrarlamaktan vazgeçmediği
konferanslarına boyun eğdi, çünkü Jacqueline artık başka bir konuda
konuşamaz olmuştu. Gerekli adımları bir bir kararlaştırmaya başladılar;
Gaspar tıpkı başlangıçta dinlerken olduğu gibi temkinli, oyun oynarmış gibi
bir tavır içindeydi; Jacqueline ise gemi azıya almıştı; sonunda işin hayal
kısmı tamamen silindi ve gayet ciddi konuşur oldular. Jacqueline çok önemli
bilgiler sağladı. Evde bir tabanca vardı. Nicolás tabancayı yazı masasının orta
çekmecesinde tutardı. Gaspar'a tabancayı bir an önce gösterse iyi olurdu.
Belirli bir noktada şüpheleri üzerlerine çekmemek için görüşmeye ara
vermeleri gerekecekti. Sadece Nicolás Gaspar'ı eve yemeğe davet ettiğinde
görüşeceklerdi. Gaspar kimi hafta sonları Nicolás'la birlikte gideceğini
söyledi; birkaç kere rica etmişti gelmesini, Cuernavaca'da tamamlamakta
olduğu inşaatla ilgilenmesini istiyordu. Her ikisi de tamamen doğal
davranacak, çok ketum olacak, pis zorbanın defterini dürme zamanı gelinceye
kadar ayrı yaşayacaklardı. Jacqueline bu deyimi duyduğunda bedeninde tatlı
bir ürperti gezindi. Tek şart koşuyordu: Kendisi ateş etmeyecekti. Bir kere,
daha önce eline tabanca almamıştı; İkincisi, bu iş bir eşe düşmezdi. Örneğin
kendisi Gaspar'a karısını öldürmesini teklif edemezdi. İnsan bazı şeyleri
yapabilirdi, ama bazı şeyleri asla yapamazdı.

Öngördükleri ayrılık öncesinde Nicolás Lobato'yu öldürme planının bütün


ayrıntılarını tekrar gözden geçirdiler. Bir keresinde Gaspar randevuya telaş
içinde geldi. Hiç ara vermeden konuşuyor, ara sıra söylediklerini anlamak zor
oluyordu. Meksika'nın en ünlü üç avukatından biriyle görüştüğünü söyledi;
birkaç hafta içinde boşanma davasını sonuçlandırabileceğini söylemişti.
Avukat işe karısını takip ettirmekle başlayacaktı. Mükemmel ajanları vardı,
yani Rosario orospuluk ediyorsa kiminle, nerede yaptığını bir çırpıda
öğrenirlerdi, o zaman işi bitmiş demekti. Eğer kimseyle birlikte olmadığını
keşfederlerse, ki Gaspar buna ihtimal vermiyordu, çünkü karısının ne kadar
iştahlı olduğunu biliyordu, o zaman da hünerlerini gösterip profesyonel bir
âşık çıkaracaklardı karşısına. Bunların çok becerikli olanları vardı, asla hata
yapmazlardı. Sonunda bir gün fırın açık, mercimek içine verilmek üzereyken
yakalayacaklardı onu. Fotoğraf makineleri derhal kullanılacak, flaş mı ne
lazımsa yapılacaktı. Âşığı iş üstünde yakalayacaklardı. Ondan sonra da karısı,
canı istesin istemesin, Gaspar'dan boşanmayı kabul edecekti. Para lazımdı.
Gaspar o günden itibaren Jacqueline'e aşırı gibi gelen meblağlar istemeye
başladı, ama kuzeninin anlattığı boyun eğdirme yöntemleri ve karısından söz
ederken kullandığı kelimeler kendisinde tiksinti yarattığı halde istediği
paraları derhal veriyordu. Bir keresinde Nicolás'ın bir Roma seyahatinde
hediye ettiği inci kolyeyi rehine konulmak üzere vermek zorunda kaldı.

Gaspar'la ilk yattığı geceden beri kocasıyla sevişmeye karşı konulmaz bir
ihtiyaç duyuyordu. Cinayet planları ilerledikçe gözle görülür derecede
ateşlenmekteydi. Nicolás Lobato bu sevişmelerden aldığı hazza şaşırıyordu;
hiçbir kadın bu hazzı yaşatamamıştı ona. İki erkeğin rekabeti Jacqueline'de
yeni bir erotik figür yaratmıştı. Gaspar'ın gönülsüzlüğü Nicolás'ın
saldırganlığıyla zenginleşiyordu. Kocasının sabun ve deodoran kokusuyla
kuzeninin tahrik edici pis kokusu.

Çok dikkatli olmak gerektiğini söylüyorlardı hep birbirlerine; bütün


ayrıntıları belirlemek, hiçbir şeyi şansa bırakmamak gerekiyordu. Gaspar
Nicolás Lobato'nun işinin Cuernavaca yolunda görülmesi gerektiği
kanısındaydı. Jacqueline o gün Las Palmas'ta tamamlanmak üzere olan
inşaatı görmek için onunla birlikte gitmek istediğini, oradan da Tepoztlán'a
devam edip eski üniversite arkadaşlarıyla buluşacağını söyleyecekti. Evden
Nicolás'la birlikte çıkacaktı. Kapıları, kirişleri ve demir işleri satışa
çıkarılacak, yıkılmakta olan eski bir evi göstermek bahanesiyle eski yoldan
gidilen bir çiftliğe uğramaya ikna edeceklerdi onu; böylece kontrol
kulübelerinin önünden geçmeyecekler, birileri tarafından görülüp teşhis
edilme ihtimalini ortadan kaldırmış olacaklardı. Gaspar Jacqueline'in
arabasını kullanacaktı; tabanca torpido gözünde olacaktı. Lobato'lar yolun
ıssız bir noktasında, Gaspar'ın toprak bir yoldan onları götürmek üzere
beklediği yerde duracaklardı. Arabadan indiklerinde âşık Nicolás'a arkadan
yaklaşacak ve garantili olsun diye çok yakından ateş edecekti. Sonra ikisi
Jacqueline'in arabasıyla başkente döneceklerdi. Her biri kendi şahitlerini
ayarlayacaktı. Zor değildi. Jacqueline Márgara'yı arayacaktı. Konuşmaya
başlar başlamaz arkadaşından özür dileyip kapının çalındığını söyleyerek beş
dakika sonra aramasını rica edecekti. Böylece o gün öğleden sonra
México'da, evinde olduğunu kanıtlayabilecekti. Gaspar hem çalışanlar hem
de müşteriler tarafından görülecek şekilde restorana sık sık girip çıkacaktı;
sonra odasına kapanacak ve telefonla bira ve sandviç siparişi verecekti. Ona
benzer bir şey. Her ikisinin de öğleden sonrayı kentte geçirdikleri fikri çeşitli
insanların zihninde yer edecekti. Nicolás'ın üstünde ve arabanın içinde
herhangi bir kimlik bulunmayacaktı. Polis cesedi teşhis etmekte gecikecekti.
Kocasının bir cinayete kurban gittiğini Jacqueline'e bildirmeleri belki bir
günden fazla sürecekti. Hâlâ düşünülmesi gereken kimi ayrıntılar vardı.
Örneğin bir şanssızlık sonucu tanıdıkları biri onların birlikte döndüğünü
görürse mazeret uydurmak zorundaydılar; düşük bir ihtimal olmakla birlikte
atlanmaması gerekirdi. O tarihte evden çıkışlarına kimse şahit olmasın diye
şimdiden hizmetçi kadınla konuşup izin gününü pazardan cumartesiye almak
gerekirdi.

Plan böylelikle geliştirildi. Gaspar Rivero yolu ve olanaklarını incelemeye


başladı. Yalnız buluşmaya ara verdiler. Ancak çok gerekli olduğu takdirde
telefonlaşmaya ve şifreli konuşmaya karar verdiler. Acil bir durum olursa
önceden belirlenmiş bir yerde randevulaşacaklardı: Rafların arasına
gizlenerek konuşabilecekleri, Juárez caddesindeki Zaplana kitapçısı. Cinayet
tarihini belirlediler. Jacqueline güvenliydi, kendisiyle mutluluğu arasındaki
engelin pek yakında kalkacağından emindi.

Belirlenen tarihten birkaç gün önce, bir akşam Nicolás Lobato eve yanında
Gaspar'la geldi. Akşam yemeğinin ardından, iki erkek salona geçip domino
oynayarak Jacqueline'in işitemeyeceği şekilde gizli gizli konuşurlarken, o da
kendisini özgürlüğüne kavuşturacak olan silahı görmek, eline alıp okşamak
fikrinin cazibesine karşı koyamadı. Bu güdüyü marazi bulmakla birlikte ona
direnemedi. En dibinde tabancanın durduğu yazı masası çekmecesini
açtığında, bir zarfın içinde fotoğraflar gördü ve laf olsun diye —hiç merak
etmediğine yemin edebilirdi —açtı. Zarfın içinde mayolu üç çiftin
fotoğrafları vardı. Nicolás herhalde yanında çalışan genç bir kızla birlikteydi;
Gaspar ise göğüsleri açıkta bir kadını öpüyordu. Nedenini bilmiyordu ama, o
anda bunun fotoğrafına iğneler batırdığı kadın olduğundan emin oldu. Evet,
ilk birlikte oldukları gece Gaspar'ın cüzdanında resmini bulduğu sürtük
olduğu şüphe götürmezdi. Jacqueline'in o anda aklını temelli nasıl
kaçırmadığını açıklamak mümkün değil. Kuzeni o lanet olası melek suratıyla
aylar boyunca bir geri zekâlı gibi kandırmıştı onu. Bol bol parasını almıştı.
Jacqueline kendisini korkutan bir basiretle geleceğini gözünde canlandırdı:

Nicolás Lobato'nun cenazesinden sonra Gaspar onu daha da çok seviyormuş


gibi yapacaktı; zamanı geldiğinde onunla evlenecek, sonra, ilk fırsatta öteki
dünyaya gönderecekti, tıpkı zavallı kocasını göndermeye niyetli olduğu gibi;
böylece serveti ele geçirdikten sonra fotoğraflarda öpüştüğü kaşarlanmış
orospunun hizmetine sunacaktı. Boğazından art arda ürkütücü çığlıklar koptu.
Salona gitmek istedi, ama o sersemlikle farklı bir kapıdan çıktı ve ansızın
kendini karanlıkta, bahçede buldu. Önce havaya ateş etti. Bağırıyor, uluyor,
yüzünün gözyaşlarıyla sırılsıklam olduğunu hissediyor, ölmek istiyordu, ama
önce sahtekâr âşığını öldürme zevkini tatmak niyetindeydi. Geri zekâlı gibi
pençesine düşmüştü onun! Erkekler ona mani olmak üzere koşup geldiler.
Jacqueline üç dört el daha ateş etmeyi başardı, nereye, kime ateş ettiğini
bilmeden. Yüzünde bir tokat hissetti, ağzında yapışkan, tuzlu bir şey eridi,
yüzüne bir tokat daha atıldığını, sonra başını kalın bir kumaşa sardıklarını
hissetti. Ona vurduklarını, tabancayı tutan kolunu büktüklerini fark etti. Sağ
kolu omzundan parmak uçlarına kadar ısınmış, ateş gibi olmuştu. Ardından
her şey karıştı. Tek hatırladığı, bir batma hissiyle tanımadığı birinin koluna
yaptığı iğneydi. Çok daha sonra, önce neresi olduğunu anlayamadığı beyaz
bir odada uyandı; yatağının yanına oturmuş bir kadın sakin olsun diye
yakarıyordu ona: Bir hemşire. Tek anladığı, yaşamak istemediğiydi; bundan
sonraki günlerde yemek yemeyi kesinlikle reddetti, onu serumla beslediler;
odaya bir doktor ya da hemşire girdiğinde tek kelime konuşmaya yanaşmıyor,
sadece ağlıyordu. Birçok kez annesini gördü; karşısında oturuyor, kocası
adına ona yalvarıyordu, Nicolás'ın çok acı çektiğini, çok üzüldüğünü, onun
iyileştiğini görmekten başka şey istemediğini söylüyordu; sonra kocasını da
yanında gördü, elini, yanaklarını öpüyordu, ama ne dediğini anlayamıyordu;
bazen de odası insanlarla dolup taşıyordu: Annesi, kocası, iki ablası,
yapmacık bir tonda onu azarlayan, yaramazlık yapan çocuklara yapıldığı gibi
parmağını sallayan hemşire. Yavaş yavaş ödün vermeye başladı, ölme isteği
azaldı, bir gün yemek yemeyi denedi, serumdan vazgeçildi, doktorlarla,
hemşirelerle, hatta Nicolás'la konuşmaya başladı; sonra bir gün kocası elinde
bir valizle geldi, hemşire içinden evlilik yıldönümünde giydiği elbiseyi
çıkardı ve giyinmesine yardım etti. Nicolás omuzlarına kürk bir manto attı,
parmağına da güzel, zümrüt bir yüzük taktı. Ağlamaya başladı, başını
kocasının göğsüne yasladı ve böylece, sarmaş dolaş, o kaba adamdan hayatta
beklemeyeceği şefkatli bir muamele görerek odadan çıkıp arabaya bindiler ve
sonra yine evde buldular kendilerini. Jacqueline yatağına yatırıldığında yine
sessizce ağlamaya koyuldu. Hastanede gereksiz bir skandala yol açmamak
için kürkle yüzüğü kabul ettiğini, ama bir daha asla kullanmayacağını söyledi
kendi kendine. Konuşmaya ne hevesi ne de hali vardı. Hiçbir şeyi merak
etmiyordu. Kocasının bedeninden yayılan sıcaklığı ve gücü hissetmek hoştu
bir bakıma. Nicolás da yatak odasına girdiklerinden beri konuşmuyordu; onu
yatağa yatırdı, ellerini okşadı, sonra boğuk bir sesle Jacqueline'e aptallık
ettiğini, koca bir aptal olduğunu, hayatında onun için tek önemli kadın
olduğunu, bundan nasıl şüphe edebildiğini anlamadığını, şimdi yaramazlık
yapmayıp uyuması gerektiğini, geçmişteki saçmalıkları ikisinin de
ummadıkları kadar çabuk unutacaklarını, ona ihtiyacı olduğunu, onu
sevdiğini, çok sevdiğini, çok çok sevdiğini... söyledi.
Bölüm 3
Jacqueline kesintisiz bir hüzün içinde yaşıyordu. Bir krizden çıkıp yenisine
giriyordu. Bazen migreninin şiddetinden başını oynatamıyordu. Boyun ve sırt
ağrıları yüzünden günler boyunca felçliymiş gibi kıpırdayamıyordu.
Psikiyatrlar da dahil birçok doktora göründü; her şeyden bahsediyordu
onlara: Çocukluk travmaları, Nicolás'ın onu birkaç kere intiharın eşiğine
sürüklediğini inanarak söylediği ihanetleri, bütün dertlerinin panzehiri olan
öğrenme hevesi. Şikâyetlerinin ardı arkası kesilmeyen bir papağan gibiydi.
Ama şunu belirtmek gerekir ki, Gaspar Rivero'yla aşkı konusunda, kuzeniyle
birlikte yaptıkları cinayet planı hakkında asla tek kelime etmedi. Doktorların
bir faydası olup olmadığını bilmiyordu aslında; verdikleri haplar ağzını
kurutuyor, onu robot gibi hareket ettiriyor ya da sürekli uyutuyordu.
Tedavinin iyiye gitmediğinden emin olunca doktorunu değiştiriyordu. Onu
ekşi vücut kokusuyla uyuşturarak sonsuza dek seveceğine and içen o
zamparanın sefil oyununa gelmiş olmanın utancından asla kendini
toparlayamayacağı kanısındaydı. Bu kadar saf, bu kadar aptal olabileceğini,
aldatılmalar zincirinin tek halkasını bile fark etmekten âciz olabileceğini hiç
düşünemezdi; kriz geçtikten sonra yalanlardan dokunmuş bu kalın ağ
kendisine o kadar bariz, o kadar açık göründü ki, görmemek için kör olmak
gerekirdi. Nicolás Lobato onu görmek için uğradığında genellikle üzgün
üzgün yatağında yatar halde buluyordu. Yanında hep açık bir kitap duruyor,
belli ki konsantre olup okuyamıyordu. Nasıl olduğunu sorarsa, mutlaka
ağlamaya başlıyor, ruhsuz bir tavırla yataktan kalkıyor, sendeleyerek
yürüyor, başını kocasının göğsüne dayıyor, ona sarılıyor ve müthiş bir
umutsuzlukla hıçkırmaya devam ediyordu.

Bir akşamüstü, Nicolás Coyoacán'dan taşınmaya karar verdiğini söyledi.


Yakın zamandaki olayları kökünden silip unutmak gerekiyordu. Polanco'da,
Julio Verne sokağında bir ev almak üzereydi; orada yeni bir hayata
başlayacaklardı. Ne yazık ki kötü durumda olan geniş bir evdi ve hatırı sayılır
büyüklükte bir bahçesi vardı. Las Palmas'ta çalışan mimarlardan biri azıcık
vakit bulur bulmaz restorasyona başlayacaktı. Hayat hâlâ onlara olağanüstü
zamanlar bahşedecekti, görecekti. Elbette evi Jacqueline'in üzerine yapmak
istiyordu; birkaç gün sonra onu gerekli evrakları imzalamak üzere notere
götürecekti.

Jacqueline'in hiç sormadığı Gaspar Rivero yavaş yavaş hayatından silindi.


Bazen haftalar boyunca onu hatırlamıyordu bile; hatırladığında yoğun bir
nefret duygusuyla hatırlıyordu. Bir gün María Dorotea davetsiz ziyaretine
geldi ve yarım saati aşkın bir süre beylik laflar edip durdu, sonra artık kendini
tutamazmış gibi, Gaspar'ın Cuernavaca'da yaşadığını, Las Palmas'taki
inşaatın başında olduğunu söyledi. Bir hafta önce kocası Jesús'la oraya
gittiklerini söyledi; demir işleri kocasına verilmişti. İnşaatın durumunu sinir
bozucu şekilde, uzun uzadıya anlattı. Bitmiş olan küçük bir kısmında, bir
masanın üzerinde tamamlanmış halinin maketi duruyormuş. Fevkalade bir
şey diye haykırdı gözlerini aça aça, evet, daha önce benzeri görülmemiş bir
şeymiş, bir rüyaymış, kentten uzakta, ama pek de uzakta olmayan geniş bir
araziymiş, bir harikalar diyarıymış. Tam ortada büyük otel yükseliyormuş,
etrafını çeviren bahçenin muhteşem bir şey olacağı belliymiş . Bir palmiye
korusunun ortasında tenis kortları, ahırlar, havuzlar. Arazinin bir kenarına bir
sıra bungalov yapılıyormuş, tam karşıya da otel servisi verilen dairelerden
oluşan bir apartman. Makette her şey varmış, golf sahasıyla öteki spor
tesisleri bile. Feci bir bayağılıkla dudaklarını yalayarak kendi gözleriyle
görünce harikulade bir girişim olduğunu anladığını söyledi tekrar; bir binbir
gece masalıymış, bir efsaneymiş. İkide birde Nicolás'ın çok zevkli, çok
becerikli bir iş adamı olduğunu söyleyip duruyordu. Hem bir centilmendi,
hem de büyük bir sermayedar! Ablasının ilkokul yıllarından beri sergilediği
adi tiyatrovari havayla el kol hareketleri yaptığını görmek Jacqueline'in en
nefret ettiği şeydi. Ondan birçok şey öğrendi; mesela Nicolás'ın inşaatın
gerektirdiği müthiş masraflar yüzünden Asunción Oteli'ni satmak zorunda
kaldığını. Kendini kollamazsa Las Palmas Nicolás'ın gömleğine kadar her
şeyini alacak elinden, diye devam etti ablası, bilmiş bir tavırla. İleriki
yıllarda, otel hizmete açıldıktan sonra bile masraflar devam edecek, öteki
otel, hatta belki seyahat acentası da gidecekti elden, ama bir noktadan sonra
bütün sorunlar ortadan kalkacaktı. Nicolás ipotekle kredi alırdı, gerekirse
bungalovlarla otel servisli dairelerin hisse senetlerini satabilirdi. Nicolás
Lobato neler yapabileceğini gösterecekti herkese.

Jacqueline kendini bildi bileli ablalarından hoşlanmamıştı; zaman geçtikçe de


en fecileri María Dorotea'ya tahammül edemez olmuştu. Onlardan nefret
etmesinin bir sebebi, onun kararlarına saygı göstermeye yanaşmamalarıydı.
Kendisine Jacqueline dedirtememişti bir türlü; nefret ettiği eski isminden
şaşmıyor, Jacqueline'i zıvanadan çıkaran alaylı bir ifadeyle, ağızlarını doldura
doldura María Magdalena diyorlardı. Çocukluklarından beri ikisi bir olup
onunla rekabetçi bir tavır içine girmişler, zamanla keskinleşen tutumları
sonunda en ufak bir dostça ilişki bırakmamıştı aralarında. Gaspar Rivero'nun
kendisinden faydalandığı dönemde onlarla konuşmak, kocalarına katlanmak,
birçok kez üstesinden gelemeyeceği bir şey gibi görünmüştü ona. Kuzeninin
evindeki varlığını normal gösterebilmek için katlanmıştı. Dolayısıyla, artık
onlara bu dönemin kapanmış bir geçmişte kaldığını söylemesi gerekiyordu.
Jacqueline Gaspar'ın kocasının yanında çalışmaya devam ettiği haberini
kendisinin bile hayran olduğu, ablasını şaşkına çeviren bir soğukkanlılıkla
karşıladı; o iğrenç isim telaffuz edildiğinde yüzünde kıymık oynamadı. María
Dorotea kardeşinin az kalsın yuvasını yıkan o orospu çocuğunun ismi
anıldığında beklediği öfke patlamasından en ufak bir iz bile bulamadı.
Jacqueline ise Las Palmas'ın gülünç sözcüsüne dönüşmüş o can sıkıcı kadının
kâh baygın baygın, kâh çığlık çığlığa, saçma sapan tarif ettiği muazzam eser
hakkında en ufak bir yorumda bulunmama lüksünü kullandı.

Jacqueline'in konuşmaya ne kadar kayıtsız kaldığını fark edince María


Dorotea doğrudan asıl ilgilendiği konuya daldı:

—Ya, öyle... Nicolás'ın çok şansı oldu doğrusu bizim kuzenin oraya
yerleşmesi —María Dorotea'nın dil bilgisi öteden beri kıttı —. Gaspar onun
vefalı elemanı olacak, geçmişteki sorunları unutacak. Dürüst, sağlıklı, vefalı
bir genç. Ona kaç kere söyledim: "Oğlum, hafızana bir sünger çek, kocasıyla
yeni tanışmış gibi düşün" dedim. Göreceksin María Magdalena, ona
yaşattığın zor anları, onu köşeye kıstırmak için nafile çabalarını unutacak
sonunda. Nicolás'a o kadar çok şey borçlu ki, sadakatiyle ödeyecek borcunu.
Başkalarının sorunlarına burnumu sokmak istemem, herkes kendi kaderini
çizer. Nicolás samimi, iyi kalpli bir adam, seni seviyor, ama her körlüğün de
bir sınırı vardır...

—Kötülük cehaletten kaynaklanır —dedi Jacqueline, María Dorotea'nm ses


tonunu taklit ederek—, zevksizliğin, gösteriş budalalığının sonucudur.
Cumartesi akşamları Márgara Armengol'un evinde katıldığım sohbetleri
seninle paylaşmayı ne kadar isterdim bilemezsin. Bir şeyleri paylaşmaya
başlamayı o kadar isterdim ki... çocukluğumuzda, gençliğimizde yapamadık,
körolası yoksulluk fırsat tanımadı bize... Karamazov Kardeşler'ı, Dönüşüm'ü,
Avignon'lu Genç Kızlar'ı, ünlü Picasso'yu paylaşabilseydik keşki! María del
Carmen'le sana hayatın vermediği bu fırsatları verebilmeyi çok isterdim. Ama
ben ne yapıyorum?! Burada seninle gevezelik ediyorum, halbuki bu öğleden
sonra doktorda randevum var; gerçekten harika bir insan; bir şeyler yazmamı
söylüyor ısrarla. Bir öyküyle başlamam gerektiğini düşünüyor; aslında
sıradan insanların şaşkınlığını, kendilerinden üstün olan, asla
ulaşamayacakları her şeye karşı hınçlarını anlatmak istiyorum doğrusu.
Öykümün hayalî bir kentte, farklı bir zamanda geçmesi gerekir ki kimse
üstüne alınmasın, değil mi? Bak hâlâ konuşuyorum! Hadi ben kaçıyorum!

Jacqueline ayağa kalktı ve elini bile uzatmadan ablasına iyi günler dileyip bir
masanın üstünde duran dergiyi alarak odasına gitti.

María Dorotea'yı iyi tanırdı; pek yakında eve yağacak imzasız mektupları
düşündü. Derhal harekete geçmesi, gerekli önlemleri alması gerekiyordu.
Ablasıyla bu konuşmanın ardından, son birkaç aydır yakasını bırakmayan
isteksizlik, iradesizlik yok oluverdi. Nicolás o gün ne öğle yemeğine geldi, ne
de akşam yemeğine; Jacqueline gecenin geç saatine kadar onu bekledi,
sonunda göremeden uyudu. Büyük krizden beri ayrı odalarda yattıklarından
geliş gidişlerini pek takip etmiyordu. Ertesi sabah yalnız başına kahvaltı etti;
her zamankinden daha büyük özenle giyindi ve haber vermeden seyahat
acentasına gitti.
Nicolás onu odasında görünce şaşırdı. Jacqueline kocasının tek kelime
etmesine fırsat vermeden söze başladı. Duygusuz, canlı ve kayıtsız bir tonda,
haber spikeri gibi konuşuyordu:

—Ziyaretime şaşırdın mı? Dün ablam María Dorotea geldi eve. Ne yaptı
biliyor musun, sırtlan? Hiçbir ayrıntıyı atlamadan senin yeni ihanetlerini
anlattı —Jacqueline bu yalanı telaffuz ederken yüzüne ateş basmasına,
sesinin titremesine, gözlerinin dolu dolu olmasına kendi de şaşırdı—. Ben
kendine saygısı olan bir kadınım, her zaman da öyle oldum — derken konuyu
dağıttığının farkına vardı—. Yanlışım varsa söyle. Seninle korkunç bir hayat
yaşadım... Ben tedavi olmasını bilen bir kadınım... Özellikle ruhsal
gelişimime önem veriyorum... Sana istediğin mutluluğu veremedim... sen de
onu başka yerde aradın... — yanakları gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu.
Nicolás şaşkınlığını üstünden atamadan sadede gelmesi gerektiğini düşündü.
Gözyaşlarının arasından sesini yükseltti ve hem ürkütücü, hem de acıklı bir
izlenim yaratmayı başardı—. Hakarete uğradım! iftiraya uğradım! María
Dorotea'nın her zamanki alçaklığıyla anlattıklarına bakılırsa, Cuernavaca'da
tuttuğun, ne yazık ki akrabam olan o sefil suç ortağın, kendisine musallat
olduğumu ileri sürüyormuş, sebebi malum... —sesindeki iniltili ton yerini
öfkeye bıraktı—. Benim hayatım şeffaf, sense bunu kaldıramıyorsun. Benim
pespaye bir sürtük olmamı, senin kadar ahlaksız, senin kadar azgın olmamı
tercih ederdin; o zaman bana böyle muamele etmeye hakkın olurdu. Evini
terk edeceğimi haber vermek için geldim. Geldiğim gibi gidiyorum.
Döndüğünde benden hiçbir iz bulma diye bavullarımı toplayıp gidebilirdim.
Ama seninle yüzleşmeyi tercih ettim. Yakında adresimi bildireceğim.
Boşanmak istiyorsan zorluk çıkarmam. Dönmemi istersen, dönerim. Ama
dönmem için, ki sanıyorum çok zor olacak, o suç ortağından ayrılman,
bizlerden temelli uzaklaştırman gerekir; tahminime göre seni avcunda
tutuyor; bana bile itiraf etmeye cesaret edemediğin bir şeyleri biliyor
herhalde; aranızdaki ilişkiyi başka türlü açıklayamıyorum —eldivenlerini,
siyah çantasını aldı ve filmlerde gördüğü bazı artistlerin can alıcı anlardaki
tavırlarına benzer bir edayla, muhteşem bir çıkış yaptı.

Nicolás Lobato oturduğu yerden neden sonra kalkarak kapıya koştu, açtı,
Jacqueline'le birlikte dışarı çıktı ve onu otomobiliyle bir restorana götürdü;
odasındansa restoranda konuşmanın daha hoş olacağı konusunda ısrarlıydı.
Bunu izleyen konuşmada Gaspar'a o hafta sonu yol vermesi kararlaştırıldı; iki
ay sonra da, evlendikten kısa bir süre sonra, sadece bir kez, on iki - on üç yıl
önce gittikleri Avrupa'ya gideceklerdi.

Her şey kararlaştırıldığı gibi oldu. Gaspar Las Palmas'ı terk etti; ikisi
Avrupa'da beş hafta geçirdiler. Jacqueline hayatı boyunca kuzenini bir daha
görmedi, haber almadı. Yıllar sonra ara sıra vücut kokusunu duyar gibi olur,
uzun bir süre kendini toparlayamazdı.

Avrupa'dan döndükten kısa bir süre sonra Márgara Armengol Jacqueline'i


ziyarete geldi. Neredeyse bir yıldır görüşmüyorlardı. Jacqueline Gaspar
Rivero'yla ilişkisinin son aylarında onunla görüşmeyi kesmişti. Márgara'ya
gücenmişti, çünkü hastalığından sonra onu telefonla aramış, ama o ne
ziyaretine gelmiş ne de telefon etmişti. Jacqueline arkadaşını görünce hıncını
unutmuş, ona Avrupa izlenimlerini anlatmaya koyulmuştu. En güzelinin
birlikte seyahate çıkmak olacağını söyledi; birinin enerjisi, diğerinin kültürü
en mükemmel deneyimi yaşamalarını sağlayabilirdi. Márgara eskisine göre
çok daha ciddi, neredeyse ağırbaşlı görünüyordu; mizah anlayışında gözle
görülür bir gerileme olmuştu. Evindeki arkadaş toplantılarının devam ettiğini,
ama daha seyrek yapıldığını söyledi; zaman değişmişti, toplantıların havası
değişmişti; daha seviyeli denebilirdi. Rahatlık devri geçmişte kalmıştı. Her
yaşın farklı ihtiyaçları, farklı talepleri olduğunu ekledi sertçe. Coyoacán'daki
evini akademiye dönüştürmeye karar vermişti.

—İnsanların genellikle geliştirmedikleri bir yeteneği oluyor —diye açıkladı


— hem öğrenme açlığı içindeler, hem de seslerini duyurmak istiyorlar, ama
nasıl yapacaklarını bilemiyorlar. Biz küçük akademimizde bir grup arkadaş
olarak belirli kaygıları olan kişilere gerekli imkânları sağlayıp o güne kadar
imkânsız zannettikleri bir adımı atmalarını sağlamayı üstleniyoruz. Senin
durumunu ele alalım Jacqueline. Senin gibi eğitimi yarım kalmış, ama
entelektüel kaygıları içini kemiren birine kurslarımız bilgilenme imkânı
sağlamakla kalmayacak, kimi ifadeye geçmemiş yaratıcı yeteneklerini de
ortaya çıkaracaktır —bir yazınsal yaratı atölyesi olacağını açıkladı; bu
atölyede öğrenciler öykü ve roman yazmak için şart olan şeyleri
öğreneceklerdi; ünlü yazarlara ilişkin "roman yorumu" dersinde klasik
romancıların yanı sıra çağdaş romancılar da incelenecek, bir de görsel sanat
tarihi dersi olacaktı. Dersler sabah verilecekti. Yorum dersini Márgara kendi
üstlenecekti; Julián Barreda yazınsal yaratı atölyesini yürütecek, İtalyan asıllı
bir genç, zeki bir adam, bir keşif, gerçekten harika bir insan olan Gianni
Ferraris de, Altamira'dan günümüze sanat tarihinin mihenk taşları konusunda
öğrencilerini aydınlatacaktı—. Ferraris genelde sanat tarihi hocalarının
yaptığı gibi sadece resim ve heykelden bahsetmeyecek —diye ekledi—,
fotoğraf ve sinema gibi başka görsel mecraları da ele alacak. Son olarak da,
aklımıza gelen çeşitli yenilikleri programa alacağız. Profesör Villalobos,
Meksika tarihi uzmanı Marina Villalobos, tarihî ve sanatsal önem taşıyan
mekânlara geziler düzenleyecek. Öğrencileri boğmaktan başka işe yaramayan
katılıkları ve ukalalıkları ortadan kaldıran esnek bir program düşünüyoruz.
Zaten sen de kendin değerlendirip yakında fikrini bildirirsin; küçük bilgi
tapınağıma kaydolmayı reddetmeyeceğinden eminim.

Jacqueline derhal yazınsal yaratı atölyesiyle roman yorumu dersine kaydoldu.


Kısa zamanda sonuç aldı: Talihsiz çocukluğu hakkında öyküler yazmaya
başladı, kütüphanesini çok sayıda romanla ve çağdaş edebiyat konulu birkaç
denemeyle zenginleştirdi. Her salı ve perşembe, Márgara'nın evine âdeta
mistik bir ilhamla devam ediyordu. Mutlu ve huzurlu, fakat ne yazık ki pek
kısa bir dönemdi. Okuyor, düşünüyor, yazıyor, tartışıyordu. Hem sözlü, hem
de yazılı olarak kendini oldukça rahat ifade etmeyi başarıyordu. Birkaç kere
deneyimlerini kocasıyla paylaşmayı denedi, ama Nicolás ona, sanki tığ ya da
kanaviçe öğrenmek için bir kadınlar toplantısına katılmış da, o gün öğrendiği
şeyleri anlatıyormuşçasına kayıtsız karşılıklar veriyordu. Dersler birçok
bakımdan başarılı oldu. Márgara Armengol'un evindeki sosyal yaşantı gözle
görülür şekilde değişti. Sohbetler akademikleşti. Hayatında hiç bu kadar kitap
okumamıştı! İtalyan asıllı profesör Gianni Ferraris ilk havadan sudan
sohbetlerinde Jacqueline'de sevimsiz bir tip izlenimi uyandırdı, ama biraz
tereddüt ettikten sonra dersine kaydoldu ve ilk dersten itibaren öğrendiklerine
hayran kaldı. Kısa bir süre sonra Marina Villalobos'un Meksika sanatı
kurslarına da yazıldı ve bu sayede akademide geçirdiği süreyi iki katına
çıkardı. Marina'nın kursuna kaydolduğu için her ayın ilk cumartesi günü
prehispanik ve kolonyal yerleşimlere yapılan gezilere de katılıyordu. Her üç
aylık dönemin sonunda daha iddialı geziler için uzun bir hafta sonu
ayarlanıyordu. Mayıs başında Yucatán'a bir gezi yapılacaktı.

Jacqueline kocasına Yucatán'a birlikte gitmeyi önerdi. Soğuk bir teklifti;


Nicolás'ın hangi sebeple olursa olsun inşaatın durumunu incelemek için
Cuernavaca'ya gitmekten vazgeçmeyeceğinden emin olduğu için, âdet yerini
bulsun diye teklif etmişti gelmesini. Jacqueline'e katılmaya heveslense,
dangalakça yorumları seyahatin bütün zevkini kaçırırdı. Avrupa seyahatinde
bol bol sergilediği fil duyarlılığı örneklerini hatırladıkça hâlâ içi daralıyordu.
Roma'daki son birkaç gün, onunla mümkün mertebe az çıkmak için sürekli
bir migreni bahane etmişti. Yorumları hasta ediyordu onu. Neyse ki Nicolás
teklifini geri çevirdi; Alicia Villalba'yla gitmesini önerdi ona, ama Jacqueline
onunla katiyen gitmeyeceğini, bütün grubun alay konusu olamayacağını,
öyleyse tek başına gitmeyi tercih ettiğini söyledi; bu da mümkün olmadı,
çünkü tam Mérida'ya doğru yola çıkılacakken annesi öldü ve bir evlat olarak
görevlerinden feragat etmedi, etmek de istemedi. Ancak üçüncü ders yılının
sonunda, 1964 Nisan'ında nihayet uçabildi Yucatán'a. Marina Villalobos'un
grubu yaklaşık yirmi kişiden oluşuyordu; aralarında Jacqueline gibi
yarımadaya hiç gitmemiş olan Gianni Ferraris de vardı. Mérida uçağında yan
yana oturdular, Yucatán'daki ilk günlerde birbirlerinden hiç ayrılmadılar.
Onunla konuşmak, aile hikâyelerini dinlemek, projelerini, özellikle iki yıl
kadar sonra belirsiz bir süreliğine İtalya'ya yerleşme projesini öğrenmek çok
zevkliydi. Onunla birlikte Mérida'da gezinmek, Uxmal'a, Chichén-Itzá'ya
gitmek, Maya sanatını yorumlayıp başka kültürlerle karşılaştırmasını
dinlemek daha da ilginç oldu. Cuernavaca’da unutulan defterlerden birine
Ferraris'in çok çeşitli kültürel, sosyal ve hatta kişisel konulardaki yorumları
kaydedilmişti. Jacqueline bu seyahatte Maya harabeleri karşısında
heyecandan çılgına döndü, ayrıca aşktan da: Bir öğleden sonra, Mérida'da
dolaşmak, ardından da yerel bir restoranda akşam yemeği yemek üzere
sözleştiği Italyan profesörü bekleyerek otelin barında kahve içerken,
tamamen tesadüf eseri, birçok bakımdan Ferraris'in zıddı olan esmer, çekici
ve şık bir delikanlıyla, David Carranza'yla tanıştı; delikanlı Jacqueline'in
yanına oturdu, derhal konuşmaya başladı ve onu o kadar etkiledi ki, birkaç
dakika sonra Jacqueline onunla birlikte sıvıştı, sonra dansa gitti ve üstüne
üstlük yatağına davet etti.

Neredeyse hiç uyuyamadı. Şafak sökerken, sabahın ilk ışıkları odaya


girdiğinde, delikanlının çehresini zevkle inceledi, şehvetli, mükemmel biçimli
dudaklarına hayran oldu; sonra elini hafifçe kıllı göğsünde, kalçalarında,
bacaklarında, kamışında gezdirdi, bedenini onun bedenine sürtmeye başladı
ve az sonra tekrar okşandı, teslim oldu; kuzeniyle yaşadığı yetersiz cinsel
ilişkinin, bu ânın yoğunluğuna sadece bir başlangıç teşkil ettiğinden kuşku
duymuyordu. Grup México'ya döneceği zaman David Carranza onu bir
haftalığına Cozumel'e davet etti. Jacqueline kocasına telefon etti, karışık,
tutarsız bir hikâye uydurarak kurstan birkaç kadın arkadaşla seyahati uzatıp
Cozumel'e, belki Isla Mujeres'e gitme ihtimali olduğunu söyledi ve sonra
yeni âşığıyla havaalanına gitti.

Gündüzleri güneşlenip denize giriyor, geceleri dans ediyor, şafak vaktine


kadar sevişiyor, sonra da bitkin, uykuya gömülüyorlardı. Jacqueline ona
büyük bir ciddiyetle kurslarını, Mérida'ya ne amaçla geldiğini anlattı, çünkü
bayağı bir macera düşkünü gibi görünmek istemiyordu. David onu sabırla,
kibarca gülümseyerek dinledi ve sonunda kültürü çok saygıdeğer bir alan
olarak görmekle birlikte, kendi ilgi alanının farklı, politika olduğunu söyledi.
Çalışma Bakanlığı'nda görevliydi; bu mevkiyi ona beleş bir iş olarak teklif
etmişlerdi. Onu tavsiye eden, torpili olan politikacı işe sadece maaş alacağı
gün gitmesinin yeterli olacağını söylemişti, ama o bu tutumu tasvip etmiyor,
kısa ve uzun vadede politik geleceği için bir tehdit oluşturacağını
düşünüyordu. Her gün bakanlıkta boy gösteriyor, bir yolunu bulup üstleriyle
konuşuyordu, meslektaşlarıyla, özellikle aynı torpili paylaştığı ve hiç
güvenmediği hemşerisi Manuel de Gracia'yla çok iyi ilişkileri vardı; mümkün
olduğu ölçüde memurlarla kahvaltılara katılıyordu. Orada, Cozumel'de bile
México'dan gelen bütün gazeteleri alıyor, politika sütunlarını dikkatle
okuyor, Jacqueline'le yorumluyor, daha doğrusu, havuz başındaki
şezlonglarda uzanırlarken baştan sona ona açıklıyordu. En büyük zevki
ülkenin politik hayatı ve yönetimi hakkında konuşmaktı. Hukuk konusunda
hiçbir şey öğrenmemiş olabilirdi, ama Hukuk fakültesindeki eğitimi gerekli
ilişkileri kurmasını sağlamıştı. Doğup büyüdüğü Campeche'den gelir gelmez
üniversitenin politik çevrelerine girmişti. Kaliteli bir politikacının dış
görünüşüne büyük özen göstermesi gerektiğini ileri sürüyordu ısrarla. Hiç
kolay bir iş değildi. Yataktan kalkar kalkmaz bir saat koşmak, haftada üç kere
jimnastiğe gitmek, uygun kıyafetleri büyük bir dikkatle seçmek gerekiyordu.
Yükselme hırsı ancak ahlaksızlığıyla kıyaslanabilecek Manuel de Gracia gibi
entrikacıların ölçüsüz hırslarına karşı uyanık olmak gerekiyordu. Jacqueline
onu dinlerken yüzündeki ifadeyi gören, karşısında bir peygamber var sanırdı.
Jacqueline konuşmaya fırsat bulabildiğinde hayatından kesitler anlatıyor, ona
dertlerinden, acılarından, insanları terbiyesizce bir cümleyle aşağılayan,
aslında hiçbir şeyle ilgilenmeyen kocasından söz ediyordu. Kamu hayatına
ilişkin her şeyden nefret eden, her dakika dünyanın bütün politikacılarının,
ama özellikle Meksika'dakilerin ya su katılmadık düzenbazlar ya da aşağılık
herifler olduklarını ve hepsini toplasan bir adam etmeyeceğini söyleyen biri
olabilir mi diye soruyordu şeytanca.

Ona sürekli tanıdığı bütün erkeklerden farklı olduğunu söylüyordu; yalan


söyleyip kocasına ilk kez ihanet ettiğini ileri sürüyor, Nicolás Lobato'nun
kendisiyle sevişirken kullandığı kaba lisanı ve hareketleri David'de bulmak
çok hoşuna gidiyordu. Ansızın o kadifemsi ses tonu, zarif hareketleri, politika
sahnesinde boy gösterebilmek için attığı her adımı sabırla ona açıklarken
kullandığı bilgiç lisan yok oluyordu; içindeki yırtıcı hayvan çıkıyordu ortaya.
Hem ne yırtıcı!

Yakışıklının ne kadar kof olduğunu daha ilk anda anlamıştı. Herhangi bir
kadının, aklını asgari ölçüde kullanarak onu avcuna alabileceğini
düşünüyordu. Karşısında sürekli hayran ve ilgili bir tavır takınmak yeterliydi.
Hayranlık duyuyordu, ama anlattıklarına ilgi duymuyordu. İki üç kere
diyalog kurmayı denedi, sonra teslim olup kendisi kadar kültürle iç içe
olamayacağını kabullendi. Barda, restoranda başka çiftlerle sohbet
ettiklerinde, Jacqueline Maya mimarisinden, kitaplardan ve müzikten söz
ederken, sanki ikisinin de ait olduğu bir dünyaymışçasına kendisini
dinlemekten hoşlandığını da fark ediyor, bu onu çok tatmin ediyor ve
David'in bu alanlardaki eksikliklerini affettiriyordu.

México'ya döndüklerinde ilişkileri devam etti. Dediğine bakılırsa, Cozumel'e


döndükten kısa bir süre sonra David'e Roma'daki Meksika Büyükelçiliği'nde
bir pozisyon teklif edilmişti. Asıl ilgi konusundan uzaklaşmamak için gitmek
istemedi. Sürgüne gitmek istemiyordu. Valiliğe oynayan bir senatörün halkla
ilişkiler programında çalışmaya başladı. Çok çeşitli mesleklerden kişilerden
oluşan bir ekiple birlikte, senatör için bir hareket planı oluşturması
gerekiyordu; zor bir iş olduğunu söylüyordu hararetle, çünkü herhangi bir
model çizmek değildi amaç, gerçek bir yönetim programı oluşturmaktı. Biri,
tabii ki torpili, bu ekibe Manuel de Gracia'yı da katmıştı; başkalarının
çalışmalarını karalayıp övgüleri kendine mal etmek için hiçbir fırsatı
kaçırmıyordu. Jacqueline bunun anlamını kavrayamadı; sonra söyledikleri
daha anlaşılırdı: Senatör, adaylığı kesinleştikten sonra David'e Donanma
müsteşarının özel sekreterliğini vaat etmişti. Sonra anlaşılamayan iki üç
aksilik oldu. Heveslendiği özel sekreterliğe getirilmediği gibi, Manuel de
Gracia'nın müdahalesi dışında Jacqueline'in hiçbirini anlayamadığı sebeplerle
hem senatörün, hem torpilin himayesini de kaybetti; dolayısıyla sadece
maaşını almak üzere uğradığını ağzından kaçırdığı Çalışma Bakanlığındaki
işinden de oldu.

Yağmurlu bir öğleden sonra, David Carranza'nm Condesa mahallesindeki


yalın ve nötr dairesinde Jacqueline uzun ve zevkli bir sevişmenin ardından,
fark edilir bir coşkuyla ona sorunlarının fazlasıyla asil ruhlu oluşundan
kaynaklandığını, her yanından asalet fışkırdığını söyledi; bu yüzden mutlaka
çevresindeki o başarısızlar sürüsü, yükselme hırsından gözleri kör olmuş,
küskün ve iğrenç güruh onu kıskanıyor, çekemiyordu; Carranza bu
söylediklerini pek inanamaz gibi görünmekle birlikte kabul etti; Jacqueline
sözüne devam edip ona kendisini destekleyecek, hayallerini sınırlamadan
gerçekleştirmesi için ilk adımı atmasını, şunun bunun sekreterliğini yaparak
harcanmamasını sağlayacak bir sermayeye ihtiyacı olduğunu söyledi; mesela
kişiliğini ön plana çıkararak potansiyelini değerlendirecek bir gazetenin
desteği gerekirdi. Bir avuç aşağılık herifin binbir dalavere ve iftirayla her şeyi
ele geçirmesi haksızlıktı. Kesinlikle haksızlıktı, ne derse desin, aksine onu
asla ikna edemezdi. Onunla tanıştığından beri — yakarırcasına konuşuyordu
— düşündüğü tek bir şey vardı: Kocası vefat ettiği takdirde, kendisi tek
mirasçı sıfatıyla onun yükselmesine yardımcı olmak, David Carranza'nın
neler yapabileceğini herkese kanıtlamasına katkıda bulunmak için gereken
serveti kullanabilecekti. Jacqueline kuzeni Gaspar'a uyguladığı baştan
çıkarma kampanyasını tekrarladı. Hiçbir direnişle karşılaşmayınca şaşırıp
sevindi. Çiçeği burnunda politikacı bir anlık şaşkınlığın ardından Nicolás
Lobato'yu öbür dünyaya gönderme görevini dünyanın en doğal şeyiymiş gibi
benimsedi.

— Düşünsene, kocanı tanımıyorum bile! —dedi—. Önemli değil, bu olayı


titizlikle planlamamız lazım; kanımca kiralık katil kullanmak akıllıca bir
çözüm olmaz. Bence bu durumda çıkar ortaklığını kullanamayız; kimi tutsak
sonunda bizi dolandırır, şantaj yapar, beş parasız kalırız, belki mezarı
boylarız. Kolay iş değil. Kendi imkânlarımızla yetinmek, ne bileyim,
otomobille çiğnemek, boğmak zorundayız... Bana kalırsa cinayet planını
birine, mesela Manuel de Gracia'ya yüklemek yerinde olur. Ne kadar hızlı
hareket edersek o kadar iyi!

—Bir tabancaya ihtiyacımız var —dedi Jacqueline, bir çocuğa ders verir gibi.
Bu dönemde ses tonu ve tavırları sık sık didaktik bir piyeste rol alan bir
oyuncuyu hatırlatıyordu—. Kocamı tanımaman senin açından avantaj. Öte
yandan benim sana geldiğimi kimse bilmiyor. Kimse seninle Nicolás
arasında, seninle benim aramda ilişki kurmaz. Ben seni eve sokarım, hırsızlık
süsü veririz. Tabanca kullanmayı biliyor musun? Ben arabamı dışarıda
bırakırım, kolayca kaçabilmen için anahtarları sana veririm; sonra arabayı
canının istediği yerde bırakırsın. O gün evde hizmetkâr olmaz. Ben sana yol
gösteririm David. Bana güven. Önünde parlak bir gelecek var; yükselişinde
ben de sana eşlik etmek istiyorum.

—De Gracia denen orospu çocuğunu nasıl sokabiliriz işin içine?

Cevap hiç değişmiyordu:

—O entrikacıyı unutmamız lazım. Gereksiz en ufak komplikasyon


mahvımıza sebep olabilir.

Jacqueline tıpkı bir önceki duygusal macerasında da olduğu gibi gecelerini


erotik bir hezeyan içinde geçiriyordu âdeta. Kendi evinde öylesine bir
şiddetle, ateşle, sanki kendini alamayarak sevişiyordu ki, Nicolás Lobato
hayret ediyor, onu asla tam olarak fethedemeyeceğini, ne olursa olsun, daima
hayatının kadını olacağını, gerçek ve yegâne kadını olacağını düşünüyor, her
geçen yıl ona biraz daha hararetle bağlandığını, Jacqueline'in her geçen gün
tanıdığı bütün dişilerden üstün olduğunu yeni baştan kanıtladığını fark
ediyordu.

Jacqueline sabahları Akademi'ye gitmeye devam ediyordu.

Öğle yemeğinden sonra âşığının evinde birkaç saat geçiriyordu. Ayrıntıları


geliştirmek için polisiye romanlar okumaya karar vermişlerdi. Ama ne
mümkündü! David kendini veremeden birkaç sayfa okuyor, sonra gazeteyi
alıp Jacqueline'in yanınauzanıyor ve politikaya ilişkin makaleleri ona deşifre
ediyordu; makalelerin anlamı genellikle Jacqueline'in zannettiğinden
farklıydı. David yazıları okuyup yorumlarken Jacqueline de bir yandan
pantolonuyla gömleğinin düğmelerini, kemerini çözüyor, makale bittiğinde,
bazen makalenin ortasında, mart kedileri gibi sevişmeye koyuluyorlardı.
Jacqueline sonra Nicolás Lobato'ya nefretini ona biraz olsun aktarmaya
çalışıyor, sevişme dışında cinayetten başka şey düşünmesin istiyordu. Aynı
zamanda müstakbel bir vali eşi olma fikriyle de flört ediyor, nasıl bir
gardroba ihtiyacı olacağını, hangi mücevherleri alabileceğini ve ayrıca —
haliyle!—girişeceği sosyal ve kültürel faaliyetleri düşünüyordu. Tehlikeli
biçimde David'e telkin ettiği argümanlara kendi de inanmaya başlamıştı.
Márgara'yla Profesör Ferraris'i müşavirliğe getirecekti; profesörün Mérida'da
onu ektiği günden beri sergilediği sert tavır yumuşayacaktı mutlaka.

Nihayet Polanco'daki eve taşındılar. Tadilat o kadar çok kere ertelenmişti ki,
Jacqueline umudunu kaybetmişti artık. Nicolás her şeyi üstlenmek istedi:
yeni mobilyalar, dekorasyon, taşınma; Jacqueline'in bavullarını toplamaktan
başka şey yapması gerekmedi. Yeni evde hep hayalini kurduğu bir şeyle
karşılaştı: kendine ait güzel bir çalışma odası. Bu ona bir işaret gibi geldi:
İleriki günlerde, önemli bir politikacının eşi olduğunda bu çalışma odası
zaruri olacaktı onun için. Karı kocanın yatak odalarının ayrılmış olmamasına
da sevindi. Ayrı odalardan bıkmıştı artık. Taşınma sayesinde Nicolás'ın
tabancasını nereye sakladığını öğrenip alma fırsatı buldu. Yeni eve girer
girmez tabancayı kendi çalışma odasındaki kitaplığa, kitapların arasına
sakladı. Nicolás Lobato kendini savunmaya kalkışırsa aradığı silahı
bulamayacaktı.

Belirlenen gece bir yolunu bulup Nicolás'ın yemeğine yüksek dozlu üç


valyum hapı karıştıracaktı. Otopsinin sonuçları belli olunca kocasının
yatmadan önce sakinleştirici alma âdeti olduğunu, son zamanlarda aşırı
kullandığı izlenimini edindiğini söyleyecekti. Taşınmadan günler önce,
Jacqueline aşçı Elena'ya yeni eve taşınır taşınmaz tatile çıkabileceğini
söylemişti. Çamaşırlarla ilgilenen öteki kızın her şey olup bittikten sonra
öğreneceği cinayete şahitlik etmek üzere evde bulunmasının iyi olacağını
düşündü.

Ve nihayet iple çekilen özgürlük ânı geldi. Jacqueline lambası açık, o


günlerde roman kursunda inceledikleri Choderlos de Laclos'nun Tehlikeli
İlişkiler'ini okumaktaydı. Nicolás'ın uykuya dalışını izledi. Her zamanki gibi
rahatça, belki aldığı uyku hapları sayesinde daha da derin uykuya daldı.
Jacqueline hemen kalkıp David'in bir güçlükle karşılaşmadan içeri
girebilmesi için bahçe kapısıyla evin kapısını açtı. Kocasını öldürmek üzere
ne zaman yukarı çıkacağına dair işareti Jacqueline verecekti. Odasına döndü
ve planladıklarının aksine, o andaki heyecanına ve romanı ilgiyle takip
etmesine rağmen uyuyakaldı. Aniden uyandı. Nicolás'ın komodinin
çekmecesinde bir şey aradığını gördü. Tabanca! diye düşünerek alaylı alaylı
dudak büktü. Nicolás yatağa yaklaştı, alçak sesle kıpırdamamasını,
konuşmamasını, galiba eve birinin girdiğini, ama kendisinin önce davranıp
onu şaşırtacağını söyledi. Jacqueline gözlerini kapadı, bu gerilim
korkutacaktı onu, hiçbir şey görmek, duymak, bilmek istemiyordu.
"Bırakalım ölüler ölülerini gömsünler!" diye mırıldandı, bu cümlenin o âna
ne kadar uygun düştüğünü bilmeden. Planlarda bir değişiklik olmasına
rağmen David'in durumu idare edebileceğinden, birkaç dakika sonra dul
olacağından ve koşulların karmaşıklığına rağmen hâlâ iyi bir kadın
olduğundan, sırf aşk ve onur yüzünden bu şekilde davranmak zorunda
kaldığından kuşku duymuyordu. Tam alacağı başsağlığı mektuplarının
listesini kendi kendine tekrarlamak üzereyken ansızın gözlerini açtı ve
Nicolás'ın kim bilir nereden bir başka tabanca çıkarmış olduğunu gördü;
bunun namlusu Jacqueline'in sakladığı tabancanınkinden epey daha uzundu
ve Nicolás odadan çıkmak üzereydi.

Nicolás hiç kuşkusuz David Carranza'yı gafil avlayıp ateş edecek, hatta daha
da beteri, polise teslim edecekti. Âşığı yıllarca hapis yatacaktı. Belki
Jacqueline de karışacaktı davaya. Ödü patlayarak yataktan kalktı. Salonda
yukarı çıkıp canavarın işini bitirmek için işaret bekleyen zavallı delikanlıya
haber vermesi şarttı. Kucağında ağır bir vazoyla karanlıkta merdivene kadar
gitti. Deli gibi bağırıyordu. Nicolás alçak sesle susmasını rica ediyordu; sesin
geldiği yere doğru ilerledi ve vazoyu kafasına indirirken bağırmaya devam
etti:

—İmdat! Hırsız var! İmdat! Hırsız var!

O anda bir silah sesi duyuldu, sonra üst üste birkaç el ateş edildi. Jacqueline
hangi tabancayla ateş edildiğini anlayamadı. İnanılmaz bir keşmekeş oldu.
Korkudan ödü patlayarak yere yuvarlandı, kocasının bir bacağına yapıştı; o
sırada bağıramadığını fark etti, vücudunun tam belirleyemediği bir yerinde
keskin bir acı vardı, midesi bulanıyordu, kusmak üzereydi.

Gözlerini tekrar açtığında her zamanki hastanede, bir yatakta buldu kendini.
Gündüzdü. Eli sargılıydı. Bir hemşire merak edilecek bir şey olmadığını, iki
parmağını kaybettiğini, ama birkaç hafta sonra eskisinden güzel iki parmak
takılacağını, elinin eskisinden daha güzel, daha iyi olacağını söylüyordu.
Nicolás onu sakinleştirmeye çalışarak yakında hırsızın yakalanıp otomobilin
bulunacağından emin olduğunu ekledi. O sabah savcılıkta suçlunun kim
olduğunu açıklayan bir mektup aldıklarını haber vermişlerdi; yanlış
hatırlamıyorsa De la Gracia diye biriydi. Soruşturma yapılıyordu,
bağlantılarını açıklığa kavuşturmaya çalışıyorlardı; yakında hapishaneyi
boylayacaktı. Jacqueline kocasının da yarasız kurtulmadığını gördü; onun da
başı sargılıydı.

—Bu kadar gözüpek bir karım olduğunu asla tahmin edemezdim! —dedi
salak—. Ama ne yazık ki yanıldın bir tanem; beni hırsız sanıp vazoyu benim
kafama indirdin.

Jacqueline'in gözleri yaşlarla doldu. Fazlasıyla acı çektiğini düşündü.


Yaşamaya devam etmenin bir anlamı var mıydı? Koskoca bir bandajla
sarılmış eline bakmaya yanaşmıyordu. İki parmak! Hangileriydi acaba?
Gözyaşları bir cesedin yüzü kadar kıpırtısız yüzünden aşağı akıyordu. Bir
gece önce ilginç bir kitap, bir dizi mektuptan oluşan bir roman okumakta
olduğunu, silah sesleri duyduğunu hatırladı ve o anda uykuya daldı.
Bölüm 4
1968 yılıydı, Mayıs ayı olduğunu da belirtelim. Jacqueline pencereden eğilip
derin bir nefes aldı; ciğerlerine iyot dolduğunu hayal etti. Sol elinin baş
parmağıyla işaret parmağını kaybetmesinin üstünden dört yıl geçmişti. Protez
takıldığından beri elinde sürekli bir ağırlık hissediyor, her hareketi hantal
geliyordu ona.

—Doğrusu hepimizin bu tatile feci derecede ihtiyacı vardı —dedi yanlarında


tatile götürdükleri aşçıya. Jacqueline o sabah sert bir ses tonuyla,
düşünmeden, söylediklerine pek dikkat etmeden emirler yağdırmaktaydı.
Istakozları haşlamasını, haşlandıktan sonra derhal kabuklarını soymasını,
kerevizi salata için ince ince doğramasını, tavuk çorbası pişirmesini ve beyaz
şarap şişelerini soğutucuya yerleştirmesini söyledi. Sonra bir kere daha, bu
deniz kenarında tatile gerçekten feci şekilde ihtiyacı olduğunu tekrarladı.
Kelimeleri sanki çok zorlanarak telaffuz ediyormuş gibi, güçlükle
söyleyebiliyordu. Odayı arşınladı, tiz bir sesle ıstakozları mutlaka ufak ufak
doğraması, kerevizle karıştırması gerektiğini, salatayla birlikte soğuk beyaz
şarap içeceklerini, ama önce, doğal olarak çorba içileceğini tekrar etti.
Soğutucunun kapısını defalarca açıp kapadı, sonunda bahçe ve deniz
manzarasından mahrum olmak istemiyormuşçasına pencerenin önüne dikildi.

Nicolás, Pie de la Cuesta yakınındaki bu ücra evi kiralamıştı; doktor


Jacqueline'e tercihen deniz kıyısında, sakin bir yere gitmesini, zihnini
kesinlikle dinlendirmesini, biraz televizyon seyredip egzersiz yapmasını salık
vermişti.

—Aman Tanrım! Bu ne? Ne oldu? —diye bağırdı ansızın, gözünü saate


dikerek—. Söylesene, ne oldu? —Hizmetçi boş gözlerle ona bakıyordu—.
Elena, rica ederim öyle bakma bana, iyice telaşlandırma beni. Silah sesi
duydum gibime geldi. Sen bir şey duydun mu? —Sonra cevabı beklemeden
alelacele mutfaktan çıktı, yemek odasından geçip bahçeye çıktı ve iki seksen
havuz kenarına uzanmış kocasına baktı. Saat on ikiyi iki geçiyordu: her şey
bir saat çarkı gibi tıkır tıkır işlemişti. Şaşkınlık, panik, üzüntü ifadeleri
yerleştirdi yüzüne, ama ansızın tamamen rol yapmadığını, çehresinin
gözyaşlarıyla sırılsıklam olduğunu, aslında Nicolás'tan hiçbir zaman nefret
etmiş olmadığını, korkunç bir hata yaptığını, Adolfo'nun, bu cinayeti
işlemeye karar veren genç ve aptal oyuncu müsveddesinin bir daha gözlerine
bakamayacağını fark etti. Kocasının yanına diz çöktüğünde onun
cömertliğini, asaletini, bir yandan da altı aydan biraz uzun bir süredir ilişkide
olduğu oyuncunun kimi tatsız kaprislerini, anlaşılmaz hasisliklerini hatırladı.

Ansızın Nicolás yüzünde şaşkın bir ifadeyle doğrulmaya başladı. O anda


silah sesi duyuldu. Jacqueline bir şey söylemeye çalıştı, ama acıya yenildi, bir
çığlık atmaya vakit bulamadan Nicolás Lobato'nun ayaklarının dibine yığıldı;
mermi sağ omzuna gömüldü.

Bütün bunlar yeterince acıklı değilmiş gibi, Acapulco hastanesinde, ameliyat


salonuna alınmadan az önce, sakinleştirici iğne yapılırken gözlerini açtı,
kocasına baktı ve boğuk, son derece kederli bir sesle mırıldandı:

— Nihayet benden kurtulmayı başardın, değil mi? —ve ardından uykuya


daldı.
Bölüm 5
Üniversite öğrencisi olduğu yıllardan beri mart ayından nefret ederdi. Martın
15'i doğum günüydü. Burcundan nefret ediyordu: Balık tabii ki. Hayatının en
kötü anlarının çoğunun o iğrenç burcundan kaynaklandığını düşünürdü sık
sık.

Jacqueline 15 Mart 1974'te kırk beş yaşını doldurdu. Márgara'nın Dönüşüm'e


ayırdığı ders bittiğinde, Akademi'nin doğum günü şerefine bir sürpriz parti
düzenlediğini öğrendi. Birden yanında Profesör Ferraris'in durduğunu fark
etti; David Carranza denen ve elbette başarısızlıkla sonuçlanan Nicolás
Lobato'yu öldürme girişiminden beri görmediği kuş beyinli delikanlıyla
tanıştığı meşhur Yucatán gezisinden beri, profesör kendisiyle neredeyse tek
kelime konuşmamıştı. Son on yıldır Carranza'nın adını dahi duymamış,
gazetelerde de rastlamamıştı. Gözü yüksekte, ama beyni sınırlı delikanlının
hayalini kurduğu politik kariyeri yapamamış olduğu belliydi.

Ferraris Jacqueline'e balık burcunu ayrıntıyla çözümlemeye girişti; sanatsal


eğilimlerinden, takıntılarından, tartışılmaz meziyetlerinden, tehlikelerinden
ve avantajlarından söz etti; yıllardır onun soğukluğuna aynı derecede
mesafeli bir tavırla karşılık veren Jacqueline, bu ani belagat patlamasına
şaşırarak duygulanmaya başladı. Doğruydu, bütün söyledikleri doğruydu.
Aslan burcunda doğmuş olmak ya da güçlü, kararlı, acımasız bir Boğa kadını
olmak için canını verirdi. Jacqueline doğal olarak kaç yaşını bitirdiğini
kimseye söylemedi. Görünüşünden gerçek yaşını tahmin etmek imkânsızdı.
Kendini bırakmamıştı: haftada iki kere masaj, dengeli beslenme, her sabah
egzersiz, her cumartesi pazar Las Palmas'ta yüzme, gerçekten kendi saçı gibi
görünen saç ekimi. Onu çok eskiden beri tanıyanlar, otuz beşinden sonra
yaşının âdeta donduğuna ve o zamankinden de iyi göründüğüne yemin
edebilirlerdi. Bakışları etrafta gezinip bir ayna aradı, bulamadı. Ansızın
endişeye kapıldı. Yüzünü inceleyebilmek için banyoya gitmesi gerekti.
Yüzünde hiçbir tuhaflık yoktu. Sonra, bahçeye giderken tekrar bir hüzün
dalgası kapladı içini. Bir boşluk hissi: "Bunca yıl mutlak bir boşluk içinde
geçti!" diye mırıldandı. Hayatını nasıl geçirdiğini anlayamıyordu. Ne
olmuştu? Bazen zorlukla hareket ettirebildiği bu takma parmaklar yerine
elinin ortasında bir delik olsa daha iyi olacağını düşünüyordu. Sağ omzunu
ameliyat etmişlerdi. Yavaş yazmak koşuluyla yazı yazabiliyordu; yemek
yerken kimse hareketlerinde bir gariplik sezmiyordu. Ayrıca ameliyatla
mahrem yerlerinden kistler de alınmıştı. Öylesine gurur duyduğu
dayanıklılığının kültüre olan sarsılmaz inancından kaynaklandığından emindi.
Márgara Armengol'un evindeki kurslara yıllardır sebatla devam ediyordu.
Stendhal'in, Flaubert'in, Dostoyevski'nin, Tolstoy'un, Proust'un, Kafka'nın,
Woolf denen kadının, Borges'in ve daha birçoklarının bahsini çeşitli defalar
işitmişti, ama ana hatlarını tam olarak hatırlayamıyordu. Hocalarının
derslerde çözümlediği kitapları okuyordu, ama çalışkan sayılmazdı;
dolayısıyla bir hoca iki üç yıl üst üste aynı dersi tekrarlasa da, o farkına bile
varmıyordu. Her derste notlar alıyor, defterler dolduruyor, sonra onları yazı
masasının bir çekmecesine ya da başka bir yere kaldırıyor, bir daha göz
atmıyordu bile. Márgara Armengol'un Akademisi'yle ilişkisi ve Nicolás
Lobato'nun ekonomik refahıyla ilişkili koşullar, ona gıpta edilecek bir
kendine güven, davranışlarında doğallık kazandırmıştı. Artık neredeyse her
yıl çıktığı Avrupa ve New York seyahatleri, okuduğu kitaplar ve gün görmüş,
kültürlü insanlarla sohbetleri sayesinde, o zamana kadar sahip olmadığı bir
güven kazanmıştı. Giyim konusundaki zevki, her ne kadar inanılmaz gibi
gelse de, incelmişti. Akademideki çabaları yazınsal yaratı atölyesinde
yoğunlaşıyordu. Öyküler yazıyordu. Konular hep aynıydı; kahramanları
genellikle ablalarına benzer kadınlar olan, kendine ait bir dünya yaratmıştı;
onların küçük dertlerini, bayağı hayallerini, başarılı kız kardeşlerinin adını
her anışlarında hınçla kendilerinden geçişlerini, hayatlarının kararışını,
gösteriş budalalığı, hüsran ve sıkıntı arasında acınacak şekilde gidiş
gelişlerini tasvir ediyordu. Jacqueline bu sefil karakterlere ayrıcalıklı,
yüksekte bir noktadan bakıyordu. Ailesinde sefaleti kesin biçimde ardında
bırakan tek kişi o olmuştu. Maria Dorotea'yla Maria del Carmen yoksulluktan
kurtulduklarını her zannedişlerinde kısa süre sonra tekrar aynı batakta
debelenir halde bulmuşlardı kendilerini. Jacqueline hafta sonları görkemli
palmiyelerin arasında yazıyordu öykülerini: Nicolas ona bahçede küçük bir
stüdyo yaptırmıştı. Çalışma masası rengârenk begonvillerin çevrelediği
pencerenin önündeydi. Jacqueline bu cennetten ablalarının dünyasını kuşatan
donuk sefalete uzanıyordu. Her öykünün yazılması ortalama on ay sürüyordu,
yani bir kurs süresi.

Ara sıra Nicolás'ı çok sevdiğini söylüyordu kendi kendine; kocası elli yaşına
geldiğinde heybetli ve muzaffer bir havaya bürünmüştü. Otel kompleksinin
açılışı, zamanında yurt çapında önemli bir turizm olayı olmuştu. Açılışta
Morelos valisi, iki üç bakan, ülkenin en önde gelen finans kuruluşlarının ve
en kapalı sosyete çevrelerinin temsilcileri bulunmuştu. Nicolas hiçbir
masraftan kaçınmamıştı. Jacqueline açılışa New York'tan özel olarak aldığı
harikulade bir kıyafetle katılmıştı: Nar çiçeği rengi şeffaf kumaştan, çok açık
dekolteli, önü kısacık, arkasında kısa bir kuyruğu olan bir elbise. Feci bir
gündü. Yağmurun genellikle geceleri yağdığı Cuernavaca'da ansızın siklona
benzer bir kasırga koptu, ardından yağan şiddetli dolu birkaç saat sürdü.
Valiyi, Nicolás'ı, Jacqueline'i ve en seçkin konuklardan bazılarını korumak
üzere şemsiyeler açıldı. Jacqueline buna rağmen iliklerine kadar ıslandı;
incecik elbisesi yüzünden töreni izleyen iki hafta boyunca yüksek ateşle yattı.

Açılış günü pırıl pırıl güneşli de olmuş olsa, Jacqueline töreni hiç kuşkusuz
Márgara Armengol'un sürpriz doğum günü partisi kadar beğenmeyecekti. Bu
arada kurs arkadaşlarıyla sırf onu eğlendirmek için katılan eski arkadaşlarının
ve Akademi'nin dört beş hocasının toplanmış olduğu bahçeye döndü.
Dışarıda bir masanın üzerine kanepeler ve içecekler dizilmişti. Jacqueline
duygulanarak gözlerini kapadı ve bir hamağa bıraktı kendini; bir el sıkıca
kavramamış olsa, yere düşecekti. Başı dönüyordu, sıkıntılı ve üzgün
hissediyordu kendini; yıllar önce, henüz parmaklarını kaybetmemişken bir
falcının, ileride işaret parmağıyla orta parmağının eksikliği yüzünden
duygusal dengesinin ciddi biçimde bozulacağını söylemiş olduğunu hatırladı.
Kaza kurşunuyla kaybettiği parmakları o iki parmak olmasa da... Midesi
bulandı, ağlamak geliyordu içinden, bu dünyadan temelli ayrılmak istedi.
Anlık bir duyguydu. Gözlerini açtığında toparlanmıştı. Yanında yine Profesör
Ferraris duruyordu.

Ansızın bir çekingenlik kapladı benliğini. Ne diyeceğini bilemiyordu; o


sersemlikle Yucatán seyahatinden, Mérida'da ondan ayrıldıktan sonra
Cozumel'de geçirdiği günlerden söz etmeye başladı profesöre. Ansızın sakat
elini ona doğru uzattı ve katı, solgun takma parmaklarını gösterdi. Bütün
felaketleri atlatmış kişilerin nötr ses tonuyla açıkladı:

—O kahrolası adaya yaptığım kaçamağın karşılığında ödediğim bedel.

—Köpekbalığı mı? —diye sordu profesör şaşkınlık içinde.

—Öyle de denebilir. Birçok spesiyaliste başvurmak zorunda kaldım. Benim


çılgınlık etmeme izin vermemeliydiniz —o kadar yoğun bir duygusallıkla
konuşuyordu ki, kendisi bile etkilendi—. Doktor doktor gezdim. İlk
başvurduğum psikiyatrla terapim yeni bitti; köklerime geri döndüm
diyebilirim; şimdi de kendi olanaklarımla ilerlemeye çalışıyorum.

Bu davranış biçimini benimsemesine sezgileri sebep olmuştu kuşkusuz. Sanat


hocasını dikkatle izledi. Onunla tanıştığı dönemden bu yana çok değişmişti.
Bazı yenilikler dikkatini çekti: Şakaklarda kırçıllanmalar, itinayla
biçimlendirilmiş bir sakal, belli belirsiz bir kaygının okunduğu sabit bakışlar.
Bir garson sandviç tepsisiyle yanında durdu, bir başkası içkilerle yaklaştı.

—Sadece meşrubat ve meyve suyu içebiliyorum —profesör bir süredir


anksiyolitikler ve antidepresanlarla yaşadığını anlattı uzun uzadıya.
Jacqueline kendisine hiç anksiyolitik verilmediğini söyledi. Tam olarak ne
olduğunu bile bilmiyordu—. Bu yeni bir ilaç, en azından öyle söylüyorlar.
Kimyadan korkmamak lazım. Kaygı sendromlarını gidermeye yönelik ilaçlar
bunlar —diye ekledi.

—Ya, öyle mi? —dedi Jacqueline, biraz ürkmüştü, konuyu ve mümkünse


yerini değiştirmeye kararlıydı. Konuşmanın fazlasıyla mahrem konulara
doğru ilerlediği kanısındaydı; böyle devam ederse, her zamanki içtenliğiyle
mahremiyetinin derinliklerinden koparıp aldıkları kistlerden bahsetmeye
başlayacağından korkuyordu. Hayatta gizlemek zorunda olduğu o kadar çok
şey vardı ki, özellikle tehlikeli olmayan konularda konuşurken kendinden
geçer, kontrolü tamamen kaybederdi. Ama profesör onun geri çekilmesine
fırsat vermeyip dertlerini anlatmaya başladı. Jacqueline'in de gayet iyi bildiği
gibi İtalyan bir ailenin evladı olduğunu, İtalyancayı İspanyolcadan önce
öğrendiğini, hayatı boyunca kendini tam olarak bilemediği bir sebeple
México'ya yerleşmiş bir İtalyan olarak gördüğünü anlattı. İtalyancasını
İtalyan Kültür Enstitüsü'nde ilerletmiş, sonra Felsefe ve Edebiyat
Fakültesi'nde İtalyan edebiyatı yüksek lisans eğitimi görmüştü; doğal olarak
çoğunlukla İtalyanca kitap okuyordu. Bu durumda İtalya'da yaşaması
gerektiğini düşünmesi doğal değil miydi?

—Dört yıl kadar önce Milano'ya taşındım. Belki siz yokluğumu fark
etmemişsinizdir bile —dedi kırgın bir tonda—. Vatanım olarak gördüğüm
ülkede yaşamanın ve akademik hayatımı orada sürdürmenin zamanı geldiğini
düşünüyordum. Birkaç ay sonra yanıldığımı anladım; ne yazık ki çok vasat
bir çevredeydim. İki yıl gaflet içinde yaşadıktan sonra México'ya dönmeye
karar verdim; hoşuma gitse de, gitmese de, bildiğim, bir şeyler yapabileceğim
tek yerin México olduğunu anladım birden. Milano'da, İtalya'nın herhangi
başka bir kentinde daima silik biri olacaktım. Hayatım boyunca orada ot gibi
yaşayabilirdim. Bunun üzerine döndüm. Yine üniversite bünyesine katıldım;
bu dost evdeki kurslarıma, sevgili Márgara'mızın bilgi yuvasına döndüm.
Karşınızda gördüğünüz adam, dünyayı fethedeceği gibi gülünç bir hayalle
aranızdan ayrılan adamdan farklı biri, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ama
México affetmiyor saygıdeğer dostum, affetmiyor. Döndükten birkaç hafta
sonra anlaşılmaz biçimde sinirsel bir hastalık yakama yapıştı, o zamandan
beri de rahat vermiyor. Emin olun delirme noktasına geldim. İlk kriz beni
gafil avladı. Her şeyimle alay eden, değişmeme imkân tanımayan, yıkıcı bir
dış gücün pençesinde hissettim kendimi. Amansız bir krizdi. O gece,
cehennemde bir mevsime bedeldi. Karanlık bir illetin kurbanı olduğumu
biliyor, aynı zamanda savunmasız bir adama saldıran cinnete tanıklık
ediyordum. Tam anlamıyla kişilik bölünmesi, yemin ederim. Bu samimiyet
gösterileri canınızı sıkıyor mu? Emin olun âdetim değildir böyle açılmak —
dedi ansızın, duygusuz, donuk bir tonda. Gözlerinin etrafındaki halkalar o
kadar koyuydu ki, sanki yüzünde bir maske varmış, deliklerinde iki deli gözü
parlıyormuş gibiydi.

—Burada sizi anlayabilecek biri varsa, unutmayın ki o da benim —diye


cevap verdi Jacqueline—. Benim geçirdiğim krizleri hayal etmeniz mümkün
değil...

—O geceden beri korku yakamı bırakmadı —diye devam etti Ferraris,


görünüşe bakılırsa Jacqueline'in yaşadıklarıyla ilgilenmeyerek—. Gittiğim
psikoterapist yaşamama yardımcı oldu; onun sayesinde çukurun dibinden
çıktım, ama bu kendimi tamamen iyi hissettiğim anlamına gelmiyor katiyen.
O olaydan beri sadece kimya sayesinde ayakta duruyorum, belki hep böyle
olacak. İlaçları aniden kesme fikri beni çok korkutuyor, iyice çöküp bir daha
toparlanamamaktan korkuyorum. Tekrar bir kriz yaşama korkusundan
kurtulamıyorum, hiç beklemediğim bir anda çektiğim o işkenceyi yine
yaşayabileceğim fikri bana bir an rahat vermiyor. Öğle yemeğinden sonraki
ilk saatler en kötü saatler. O ne huzursuzluk Tanrım, ne endişe! O saatlerde
sanki zaten bitkin olan sinirlerim bir karınca ordusunun istilasına uğruyor. ..

Ferraris sustu. Jacqueline uygun cevabın ne olabileceğini bilemiyordu. Sanat


hocasının acıdan çarpılmış çehresini, mağlup, ürkek bakışlarını seyretmekten
başka şey yapamıyordu. Sonunda kararlı bir tonda konuştu:

—Endişeye kapıldığınızda, ihtiyacınız olduğunda, canınız istediğinde, saat


kaç olursa olsun beni arayın. Dostlarınızı arayın. Beni arayın. Belki ikimize
de yararı olur.

Ve o günden itibaren telefonda konuşmaya başladılar. Sonra Jacqueline onu


ziyaret etmeye karar verdi ve aralarında verimli bir kaygı alışverişi başladı.
Aynı anda konuşuyorlar, birbirlerini anlamıyorlar, sadece birbirlerine ihtiyaç
duyduklarını biliyorlardı. Bir arınma arayışı içinde birlikte bir büyücü kadına
başvurdular. Kadın gövdelerinde gezdirdiği yumurtaları kırarak ikisinin de,
özellikle Ferraris'in, onlara kötülük etmek isteyen kişilerin kıskançlığının
kurbanı olduğunu söyledi; yoga yapmaya, akupunktur tedavisi görmeye
başladılar, tarot seanslarına katıldılar, horoskoplarını çıkarttırdılar; giderek
rahatsızlıkları azalmaya başladı. Neredeyse farkına varmadan, bir gün
sevişmeye başladılar; sanki kendilerine musallat olan cinleri kovmak için
giriştikleri birçok egzersizden biriymiş gibi. İlk kez soyundukları öğle
sonrasında, Jacqueline profesörün vücudundan yayılan ağır koku ve iç
çamaşırlarının pisliği karşısında dehşete düştü. İnanılır gibi bir şey değildi!
Derhal bu durumu düzeltmesine yardım etmeye karar verdi. Jacqueline
hayatının bir kez daha anlam kazandığını düşünüyordu. Seviyor, seviliyordu.
İlk yapması gereken şey, âşığına özgüvenini yeniden kazandırmaktı. Yaz
mevsiminde bir cumartesi günü Ferraris Las Palmas'ın konferans salonunda
çağdaş İtalyan resmi konusunda bir konuşma yaptı. Nicolás Lobato'yla
birlikte Cuernavaca'daki şirkette çalışmaya başlayan Alicia Villalba'nın her
zamanki becerisiyle seferber ettiği personel ordusu sayesinde salon doldu.
Ardından gösterişli bir resepsiyon verildi. Yine hiçbir masraftan kaçınılmadı.
Ve sonunda, akşam olduğunda, Márgara Armengol'un grubu gitmeye
hazırlanır, Jacqueline ev sahibesi sıfatıyla davetlileri uğurlarken, Ferraris
ondan kendisiyle birlikte başkente dönmesini rica etti. Jacqueline bir çocukla
konuşur gibi tatlı tatlı gülümseyerek o saatte Cuernavaca'dan ayrılmasının
imkânsız olduğunu, sadece hafta sonları görüştüğü kocasına karşı görevleri
olduğunu, herhangi bir davetli gibi México'ya dönmesini Nicolás'ın asla
anlayışla karşılamayacağını açıkladı ona.

O gece Nicolás Lobato'ya kendini verirken sergilediği taşkınlık, kocasını bir


kez daha şaşırttı; aynı taşkınlık bir süre boyunca her hafta sonu aynı
yoğunlukla tekrarlanacaktı.

Pazartesi günü Ferraris'e telefon ettiğinde karşısındaki duygusuz, donuk ses


ondan mümkün olduğunca uzakta durmak istediğini, kaçınılmaz olarak alaya
alındığı duygusuna kapıldığını, aralarındaki bağın sadece hayvani değil,
insani bir bağ olduğunu zannettiğini, ama ne yazık ki yanılmış olduğunu
belirtti. Hayatına damgasını vuran aptallıklara, saflıklara bir yenisini
eklediğini kabul ediyordu. Jacqueline telefonu kapattı, arabasına bindi ve
âşığının küçük dairesinin bulunduğu Coyoacán'daki Higuera sokağına doğru
son hız yola koyuldu. Zili uzun uzun çaldı; nihayet kapı açıldığında fırtına
gibi içeriye dalarak Ferraris'i de beraberinde sürükledi. Minik, dağınık yatak
odasına vardığında kendini yatağın üzerine bıraktı ve ağlamaya başladı. Bir
süre sonra kendini biraz toparlayıp konuştu:

—Niyetim seni üzmek değildi Gianni Ferraris. Nasıl bir hayat sürdüğümü
hayal etmen mümkün değil, nasıl dayandığımı, bugüne kadar çıldırmamayı
nasıl başardığımı anlaman mümkün değil. Cehennem azabı çektiğini
söylüyorsun, tamam, inanıyorum sana. Buna karşılık benim son yıllarım
güllük gülistanlık mıydı sanıyorsun? Kendi dertlerimle senin canını sıkmak
istemedim, biliyorsun dertlerimi asla anlatmadım sana, ama galiba artık
konuşmaya başlamak gerekiyor. Bu evliliğe katlanmak benim için kolay mı
oldu sanıyorsun? —ve heyecan içinde seks düşkünü, hayvani kocasının
kendisine çektirdiği sözde işkenceleri ayrıntıyla anlatmaya koyuldu. İki
takma parmağını beceriksizce oynatarak sakat elini, omzundaki yarayı
gösterdi, hepsi şiddetli şehvet gecelerinin sonucuymuş gibi; Ferraris, gözleri
yuvalarından uğramış, ona bakmaktan başka şey yapamıyordu—. Seni
tanıdığımda artık boyun eğemeyeceğim şeyler olduğunu anladım —ve hiç ara
vermeden kocasının zihinsel ve ahlaki yetersizliğinden, utanç verici bir refah
içinde ot gibi yaşamasından, aşırı savurganlığından bahsetti. Buna karşılık
Ferraris'in konferansı ve gerektirdiği resepsiyon konusundaki pintiliğinin
anlatılacak gibi olmadığını da ekledi. Ferraris onu şaşkınlık içinde dinliyordu,
çünkü hayatında bu kadar şaşaalı bir şölene katılmamıştı.

O günden itibaren eski nakarat tekrar başladı: Nicolás Lobato bu dünyanın


bütün nimetlerinden yararlanırken son derece kültürlü, bilgisini
güncelleştirmek için pahalı kitaplara ve seyahatlere ihtiyacı olan bir sanat
tarihi profesörünün bir lokma ekmekle yetinmesi, ders vererek canını
çıkarması, ara sıra da elbette sanatla hiçbir ilgisi olmayan garsonlardan,
berberlerden ve otel komilerinden oluşan bir izleyici kitlesine bir konferans
vermesi reva mıydı? Jacqueline dişi kedi gibi ısrar ediyor, miyavlamasına
dertlerini sıralıyor, uygun gördüğü her fırsatta kocasının bu dünyadaki
gereksiz varlığına imada bulunuyordu. Nicolás'ın sanatı ve her türlü kültürel
olayı daima aşağıladığını sürekli vurguluyordu.

—Hiçbir şey anlamıyorum —diyordu Ferraris inleyerek—; kocanın ne


düşünüp düşünmediği benim umurumda değil. Benim huzura ihtiyacım var,
anlamıyor musun? Ben huzurdan başka şey istemiyorum, sense beni
korkutuyorsun, eziyet ediyorsun bana. Rahat bırak beni lütfen, beni
bunaltmaktan vazgeç. Cuernavaca'da düzenlediğin konferansa gelince —diye
ekledi kırgınlıkla—, karşımda ne tür bir izleyici topluluğu olduğunu daha
önce söylememiştin.

—Keyfini kaçırmak istemiyordum Gianni, üzülmene izin veremezdim —diye


cevap verdi Jacqueline, sonra hemen ekledi—: Nicolás ölse, ki her gece
bunun için Tanrı'ya dua ediyorum, Las Palmas'ı derhal satardım, o şatafatlı
otelden nefret ediyorum. Böylece hayat boyu bütün sorunlarımızı çözmüş
olurduk.

Bu konuşmaların ardından Ferraris görülmedik şiddette sinir krizleri


geçirirdi. Önceki haftalarda kaydettiği bütün gelişmeler bir anda sıfırlanırdı.
Kendini yatağa atar, kıvranır, kollarını, göğsünü kaşırdı. Derisinin altındaki
karıncalar bütün bedeninde dolaşırdı. Görünür şekilde kilo verirdi. Ne var ki
Jacqueline'in sözlerindeki zehir içine nüfuz etmişti. Lobato ölürse, kendisi
dünyanın en iyi kliniklerinde, İsviçre dağlarında, Kara Orman'da, Málaga'da
tedavi görüp sağlığına kavuşabilirdi. Kendini Alpler'de bir odada, bir yandan
yazacağı deneme için İtalya'dan gönderilmiş lüks baskı bir Giorgio Morandi
incelemesinin sayfalarını çevirir, bir yandan gerekli tedaviyi görürken hayal
ediyordu.

—Kocanın yakın zamanda ölmesi ihtimali, korkmadan söylersem, umudu var


mı peki? Bir sağlık sorunu var mı? —diye sordu nihayet bir gün.

—Nicolás Lobato turp gibidir, en azından kendini öyle görür, ama onun işini
ben bitireceğim. Bunca yıldır bana çektirdiklerine kötülükle karşılık
vermenin zamanı geldi. İzin ver onu nasıl ortadan kaldıracağımızı bir
düşüneyim. Mesela uyku hapıyla uyutabilir, otomobile bindirebilir,
Cuernavaca yolunda dağlık bir yere götürüp arabasını uçurumdan aşağı
yuvarlayabiliriz. Ânında ölür sanıyorum, öyle umuyorum. Arabayı ben
kullanırım, gişelerde fark edilmemek için eski yoldan gideriz. Birkaç yıl önce
Londra'dan aldığım yağmurluğu giyerim, harika bir yağmurluk, öyle cafcaflı
bir şey değil katiyen, emin olabilirsin —dedi trans halinde bir tutarsızlıkla,
sonra devam etti — : Arabayı uçurumun kenarına kadar getiririm, inerim,
sonra sen öteki arabayla hafifçe itersin. O kadarı yeter. Hemen benim eve
döner, her şeyin bittiğini, üzerimizdeki sınırsız baskının geçmişte kaldığını,
önümüzde pırıl pırıl bir geleceğin bağrına basmak üzere bizi beklediğini
haber verecek telefonu bekleriz.

Gianni Ferraris asla bu planları onaylamadı; bununla birlikte, Jacqueline'in


onu robot gibi yönetmesine izin veriyordu, kaçıp kurtulamadığı bir rüyaya
hapsolmuş gibiydi. Uygun bir yer bulmak için birçok kez yolculuk yaptılar.
Nicolás Lobato'yu bazen haftalarca ayak basmadığı México'ya
cezbedebilmenin en iyi yolunu bulmaya çalıştılar. Jacqueline yoğun bir
dejavu duygusuyla geçmişte tasarladığı planlardan birini tekrarlıyordu. Hasta
taklidi yapacak, sanki ölüm döşeğindeymiş gibi Cuernavaca'ya telefon
edecekti. Cumartesi akşamüzeri ya da akşamı olması gerekirdi. Pazar günü
evde kimse olmayacaktı, Nicol´æs'ın ilaçlarla uyuşmuş bedenini arabaya
yükleyecekler ve büyük operasyonu tamamlayacaklardı.

Ferraris'in o dönemde çok yüksek dozlarda sakinleştirici alması gerekiyordu;


tepkileri ve konuşması gün geçtikçe yavaşlıyordu. Jacqueline kazanın bir an
önce gerçekleşmesini istiyor, uzun bir bekleyiş döneminin âşığı için ölümcül
olmasından korkuyordu. Planın henüz çekirdek aşamasında olduğunu,
ayrıntıların kabataslak tasarlandığını, birbirlerine teğellerle tutturulduğunu
gayet iyi biliyordu, ama her şeyin o andaki sezgilerle çözüleceğine
güveniyordu. Hızla harekete geçmezse Gianni çökecek, psikiyatri kliniğini
boylayacaktı. Zaten ilişkilerinin bu döneminde sevişemiyorlardı, Gianni'nin
bedeni bitkindi; buna karşılık kocasıyla geçirdiği hafta sonları, onu öldürmeyi
planladığı her dönemde olduğu gibi çıldırtıcı şehvet aşırılıklarına sahne
oluyordu.

Sonunda bir tarih belirlediler; Jacqueline âşığını tekrar seçtikleri yeri


incelemeye götürdü. O akşam Márgara Armengol ve her yere peşinden giden,
hiç durmadan konuşmak gibi tahammül edilmez bir kusuru olan antipatik
Fransız sevdalısıyla birlikte Jacqueline'in evinde yemek yiyeceklerdi.
Jacqueline'in hayatında hep olduğu gibi olaylar dramatik, ama öngörülenden
bambaşka biçimde gelişti.

O akşam, Márgara ve geveze arkadaşıyla yemek yerlerken, ansızın


Jacqueline'in yemek odasında iki polis boy gösterdi. Buyurgan bir tonda
Nicolás Lobato'yu sordular; Jacqueline haliyle lafı uzatarak cevap verdi, evde
olmadığını, akşam yemeğini nadiren evde yediğini, çünkü işini büyük ölçüde
Cuernavaca'ya taşıdığını söyledi; belki bilmiyorlardı, kocası Las Palmas
otelinin sahibiydi, o kadar önemli bir yerdi ki, golf sahası bile vardı. Mutfak
kapısı açıldığında başka polislerin de eve girmiş, hizmetkârları sorguya
çekmekte olduğunu gördü. Yüksek rütbeli gibi görünen bir polis Márgara'yla
Fransız'a çirkin bir dille hakaret etti, varlıklarıyla soruşturmayı
engellediklerini söyledi ve derhal evden çıkıp yazılı izin almadıkça kentten
ayrılmamalarını emretti. Jacqueline şaşkına dönmüştü. Bir an kocasının,
kendisiyle Ferraris'in ellerini kirletmelerine gerek kalmadan canlılar
âleminden ayrılmış olduğu umuduna kapıldı. Márgara'yla arkadaşı gider
gitmez soruşturma farklı bir tona büründü. Jacqueline'le Ferraris en ağza
alınmayacak hakaretlere maruz kaldılar. Jacqueline Ferraris'le ilişkisini
polislerin gayet iyi bildiği hissine kapıldı. Kocasının nerede olduğunu, onu
hangi cehenneme sakladıklarını soruyorlardı ısrarla; onu en son ne zaman
görmüşlerdi, o gün saat kaçta ve nereden telefon etmişti? Aralarından biri,
suskunluklarıyla hak ettikleri muameleyi onlara uygulamak istemediklerini
söylerken bir yandan da Ferraris'e okkalı bir tokat patlattı; bu yüzden de
doğru ve net cevap istiyorlardı. Nicolás Lobato nerede gizleniyordu? Nereye
kaçmıştı? Soruları tehditler izledi. Tokatçı polis bir yandan Jacqueline'i sertçe
omzundan sarsıyor, bir yandan da ötmedikleri takdirde tutuklanacaklarını,
kafalarını bok kovalarına daldıracaklarını, dostu olacak o ibneyi de
taşaklarından güzelce asacaklarını söylüyordu; bakalım o narin karınlarında
çizmeler mambo yaparken dilsiz rolü yapmaya devam edecekler miydi?
Kırılmadık tek kemikleri kalmadığında devam edecekler miydi bakalım...
göreceklerdi...

—Kocamın başına ne geldi? —diye sordu Jacqueline ürkek bir tonda,


sersemlemiş halde—. Yalvarırım gerçeği söyleyin artık.

—Söylersem bi kere verecek misin? Bana bak, şırfıntı, burada soruları biz
sorarız, bir an önce öğrensen iyi olur —diye kabaca cevap verdi polislerden
biri; bu arada Ferraris'e bir tokat daha patlattı. Ardından odaya polisler
doluştu; Ferraris çığlık çığlığa bağırmaya başladı, kollarını değirmen gibi
döndürüyordu, polislerden biri arkasına geçti, bileklerini büktü; bunun
üzerine çığlıklar inlemeye dönüştü; bütün vücudu zangır zangır titriyordu; bu
arada polisler Jacqueline'in ne olduğunu bilemediği bir şeyi bütün evde didik
didik aramaya koyulmuşlardı. Çekmeceler, dolaplar yerlere boşaltılmıştı. Çok
geçmeden ikisini bir polis otosuna bindirdiler ve bilinmeze doğru yola
çıktılar.

Jacqueline yaklaşık iki hafta tutuklu kaldı. Soruşturmalar sırasında, polislerin


iddiasına göre kocasının yolsuzluk ve sahtekârlık yaparak iflas ettikten sonra
Morelos'taki kompleksten kaçtığını öğrenebildi. Sonra da hiçbir şey
anlamadı; ona aşağılık bir cani muamelesi yapıyorlar, aşağılıyorlar,
sarsalıyorlar, saçlarını çekiyorlardı; kocasının cesedini nereye sakladığını
öğrenmek istiyorlardı. Günlerce, gecelerce aynı soruları sorup durdular.
Jacqueline hiçbir şey bilmediğinden hiçbir cevap veremiyordu. Nihayet
salıverildiğinde Ferraris'i aradı ve henüz evine dönmemiş olduğunu öğrendi.
Gazeteleri okumak onun için hapishane işkencesinden daha beterdi.
Gazetelerden sanat hocasıyla birlikte katil zanlısı olduklarını öğrendi; eski
Cuernavaca yolunda Nicolás Lobato'yu öldürmekle suçlanıyorlardı.
Muhtemelen Ferraris planlarından söz etmiş, polisler de cinayetin işlenmiş
olduğuna hükmetmişlerdi. Ama Ferraris itirafının geçerli olmadığını,
işkenceyle imzalattırıldığını açıklamıştı.

Kendisinden görülmedik bir bayağılıkla söz eden basından iğreniyordu.


Gazeteler bir tek cesedin bulunmasının kaldığını iddia ediyorlardı. Jacqueline
günlerdir çıldırmanın eşiğindeydi. Ablalarıyla ağabeyinden ve kardeşinden
neyse ki ses seda çıkmamış, kuşkusuz polislerin korkuttuğu hizmetkârları,
daha evine dönmeden onu terk etmişti. Márgara Armengol onunla telefonda
görüşmeye bile yanaşmıyordu; boş bulunup telefonu açtığında Jacqueline'in
ölgün sesini duyar duymaz kapatıyordu. Ev baştan aşağı yağmalanmıştı,
kürkleri, mücevherleri, gümüşler, hepsi gitmişti. Zavallı Gianni hâlâ
tutukluydu, onu ziyaret etmesine izin vermiyorlardı. Bir tek Alicia
Villalba'dan destek gördü. Özgürlüğüne kavuşması için gerekli işlemleri o
yapmış, Jacqueline'in Nicolás Lobato'nun avukatıyla temas kurmasını
sağlayan da o olmuştu; Paredes diye bir avukattı, Marcelino Paredes. Aylar
sonra, avukat Paredes Nicolás Lobato'nun sağ salim olduğunu, Madrid'de
yaşadığını ve Meksika'yla İspanya arasında bu konuda bir anlaşma
olmadığından, ülkeye iade edilmesinin söz konusu olmadığını gösteren kesin
kanıtlar buldu.

Madrid'deki Meksika konsolosluğu tarafından onaylanmış belgelerin ele


geçirilmesi de birkaç ay sürdü; bu belgelerde Nicolás Lobato'nun kesinlikle
İspanya'da olduğu belirtiliyordu. Ve bu belgeler sayesinde Gianni Ferraris de
özgürlüğüne kavuşabildi.

Bir sabah Jacqueline'in kapısı çalındı. Gelenin Alicia Villalba olduğundan


emin, kapıyı açmak üzere yataktan kalktı. Ama içeri giren Gianni Ferraris
oldu. Jacqueline kapıyı açtığında profesörün nefesi o kadar iğrenç kokuyordu
ki, Jacqueline hemen işkillendi. Öfkeden gözü dönmüştü. Konuşmadı,
eskiden olsa yapacağı gibi bağırmadı. Jacqueline'i sürükleyerek yatak odasına
götürdü, bir köşeye sıkıştırdı, biraz geri çekildi, sonra ona doğru koşup
göğsüne bir kafa attı; Jacqueline dengesini kaybedip yere devrildi. Sonra
Ferraris deli gibi tekme tokat dövdü onu.

Adamın o yarı deli haldeki kuvveti akıl alır gibi değildi. Jacqueline dayağın
ne kadar sürdüğünü, İtalyan'ın evinden ne zaman ayrıldığını bilemiyordu.
Saatler sonra, vücudu yara bere içinde ayıldı. Oda karanlıktı. Zor bela ayağa
kalkıp elektrik düğmesini el yordamıyla buldu. Uyurgezer gibi yatağa kadar
yürüdü. Kendisini boy aynasında görünce ödü patladı; yüzünde morluklar
vardı, üstü başı yırtılmış, kana bulanmıştı, ayakkabısının teki yoktu. Bir
doktor çağırmaya karar verdi, ama ancak yatağa varabilecek gücü buldu
kendinde ve tekrar bayıldı.
Bölüm 6
Şansı varmış ki, ev onun üzerineydi. En azından sığınacağı bir evi vardı.
Avukat Paredes ona evi satmasını, o parayla bir başka müvekkilinin satılığa
çıkardığı Nápoles'teki daireyi satın almasını önerdi.

—Böylece bugüne kadar yaşadığınız iki yerin, Coyoacán'la Polanco'nun


ortasında olursunuz —dedi avukat. Sanki yolun ortasında olmak Jacqueline'e
aman vermeyen sıkıntıyı ve paniği hafifletebilirmiş gibi!

Paredes parayı derhal bankaya yatırması gerektiğini, böylece sermayeyi


koruyup faiziyle geçinebileceğini söylüyordu ısrarla. Ne var ki Nápoles'teki
daireyi satın alması mümkün olmadı; evi satmak öngörüldüğünden daha uzun
sürmüştü. Nicolás geçmişte birçok kez ona imzalaması için evraklar vermiş, o
da her defasında ne olduğunu bile sormadan, kocasının bu konulardaki
becerisine güvenerek imzalamıştı. Polanco'daki evi satmak istediğinde, evin
ipotekli olduğu ortaya çıktı. Avukat Paredes çözümlenmeleri bir yıldan fazla
süren çeşitli karmaşık, Jacqueline için anlaşılmaz, bir noterin gösterdiği,
kendisinin hiç hatırlamadığı, kendi el yazısını ve imzasını taşıyan evrakların
da bulunduğu muamelelerin sonunda satışı gerçekleştirebildi ve nice
bahtsızlıklarına sahne olmuş o koca eve karşılık gülünç bir meblağ elde etti.
Avukatın elemanlarından biri eşyaların satışını üstlendi, onların karşılığında
da pek az bir para geçti eline.

Günün birinde kendini Balderas sokağında, derme çatma eşyalarla döşenmiş


küçük bir dairede buldu. Jacqueline de sonuçta ailesinin kaderinden
kurtulamamış, o da yine sefaletin ortasına düşmüştü. Bankadan aldığı düşük
faizle geçiniyordu, ama evlendiği günden beri ilk kez parasını dikkatli
harcamaya kararlıydı. Balderas sokağına taşındığından beri tek yaptığı,
iskambil falı açmak ve takıntılı biçimde geçmişini didiklemekti. Hayat ona
hedefi olmayan bir çöl yolculuğu gibi görünüyordu. Aslında, dışarıdan farklı
görünse de, hayatında pek az değişiklik olduğunu düşünüyordu. Yakın
gelecekteki en büyük sorunu, ona sorulursa ekonomik değil, içinde
bulunduğu müthiş yalnızlığın yol açtığı durumdu. Lobato'nun hiçbir
dostundan yardım isteyecek gücü bulamıyordu kendinde. Basın Jacqueline'e
o kadar acımasız davranmıştı ki, başvuracağı her kapıdan geri
çevrileceğinden kuşkusu yoktu. Ailesinden yardım istemek aklından bile
geçmemişti. María Dorotea'ya asla bu zevki tattırmayacaktı! Uzun yıllardan
beri, evliliği ve evlilik dışı ilişkileri haricinde en büyük manevi desteği,
Márgara Armengol'la dostluğundan ibaretti. Duygularının tek taraflı
olmadığından emindi. Aralarındaki yanlış anlaşılmaları zaman çözecekti.
Márgara'nın da kendisine onun kadar ihtiyaç duyacağı an gelecekti. Sanki
hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklardı. Márgara'yı düşünmek onu mutlu
üniversite yıllarına, Nicolás Lobato'yla nişanlanmasına, evliliğine ve
evliliğinde yaşadığı çeşitli olaylara geri götürüyordu. Kültür âlemine
Márgara'nın açtığı kapıdan girmişti. Márgara'yla dostluğu hayatına bütünlük
kazandırmıştı. Márgara'yı düşünmek, amfetamin alıp sınavlara çalıştıkları
geceleri, gençliğindeki partileri, cubalibreleri, Smirnoff votkayı, cin tonikleri,
her birinin o dayanılmaz sabahlarını, sabahlara kadar mambo ve çaçaça
yapılan geceleri yeniden yaşamak demekti. Görünürde karmakarışık, aslında
mutlak masumiyet yılları! Ardından yeni heveslerin doğuşu: resim galerileri,
sinematekler, kurslar, kocasının canı istediğinde aşağılayamayacağı bir kadın
olabilmek için kültürünü geliştirmeye çalıştığı yıllar. Ne işine yaramıştı!
Annesi öldükten sonra gerçek ailesini María del Carmen, María Dorotea,
Adrián ve Marcelo'nun oluşturmadığını gayet iyi biliyordu; onun gerçek
ailesi Márgara Armengol ve onun çevresinden bir iki kişiydi. Bu yüzden,
salıverildiğinde ilk aradığı kişi Márgara Armengol olmuştu. Pek bir sonuç
alamadığını biliyoruz.

Márgara'nın ilk şoku atlatması için gerekli sürenin geçtiğine hükmedince,


tekrar telefon etti ona. Arkadaşı telefonu açtığında Jacqueline insanüstü bir
çabayla, rahat olmasa da en azından normal sayılabilecek bir tonda
konuşmaya çalıştı. İlk kaygılı belirsizlik ânında arkadaşının telefonu suratına
kapatacağını sandı. Ama belli ki Márgara Armengol artık kesin bir tutum
belirlemeye kararlıydı; başlangıçta tek kelime etmedi, sonunda Jacqueline
artık kekelemeye başlayarak onu dinleyip dinlemediğini sordu. O anda
arkadaşı buz gibi bir sesle hem kendisiyle, hem de Akademi'nin bütün hoca
ve öğrencileriyle her türlü teması kesmesini talep ettiğini söyledi; rica
etmiyordu, istemiyordu, talep ediyordu. Basından öğrendiği olaylar, bilhassa
kendi enstitüsünün hocalarından biriyle ilişkisi konusunda son derece çirkin
şeyler söyledi; Jacqueline daha sonra, sanki Ferraris'le normal öğrenci - hoca
ilişkisinden daha samimi bir ilişkim olduğunu hiç fark etmemiş gibi! diye
düşünmüştü; üstelik Márgara yıllar boyunca en samimi sırdaşı olmuştu.
Basından başka bazı gerçekleri, asla hayal edemeyeceği alçaklıkları
öğrendiğini söyledi; örneğin Profesör Ferraris'i kötü niyetle bulaştırmaya
çalıştığı kocasını öldürme planı gibi.

—Şunu belirteyim ki, bu olaylara değinmek belki bana sizden daha zor
geliyordur —diye devam etti, sizli bizli konuşmaya başlayarak—. Aramızda
her türlü ilişki bitmiştir! Kültür yuvamızdaki varlığınıza tahammül ettiğimiz
süre boyunca hem benim, hem de elemanlarımın size gösterdiği yakın ilgiye
bu şekilde karşılık vereceğinizi hayal bile edemezdim. İşte bu kadar! —diye
bitirdi ansızın konuşmasını ve telefonu kapadı.

Jacqueline için müthiş bir darbe olmuştu.

Bunu izleyen dönem hayatının en kimsesiz dönemiydi.

Bu öyküyü daha iyi kavrayabilmek için önceki kimi olayları gözden


geçirmemiz gerekir:

Jacqueline Gianni Ferraris'ten yediği dayağın şokunu atlatıp kendine


geldiğinde, feci ağrılarla, her an yeniden bayılacakmış duygusuyla ayağa
kalktı; üzerine bir manto atıp dışarı çıkmayı başardı. Ne kadar süre baygın
kaldığını bilmiyordu. Yüzünü bile yıkamadı; yüzü kan pıhtıları ve iç
kanamanın yol açtığı morluklarla tanınmayacak derecede çirkinleşmişti. Ağır
ve güvensiz adımlarla bir taksi buluncaya kadar sokaklarda dolaşan kadın,
baştan aşağı bir ağrı çuvalıydı sanki. Doktoru onu muayenehanesinden doğru
bir kliniğe gönderdi; orada yaklaşık iki hafta kaldı. Alicia Villalba'nın tek bir
ziyareti dışında tamamen unutulmuştu. Vücudu alçıya alındı, sağ kaşının
üstündeki yaraya birkaç dikiş attılar, her gün çeşitli iğneler yaptılar ve sürekli
sakinleştirici verdiler. Klinikten birkaç kere Paredes'in ofisine telefon etti;
avukat telefona hiç çıkmadı, onu aramadı. Jacqueline taburcu olur olmaz onu
görmeye gitti. Avukat kabalığa varan bir aldırmazlıkla özür diledi.
Mesajlarının hiçbirini almadığını, ama geçmiş hataları tartışmayı da anlamsız
bulduğunu söyledi. Polanco'daki evin Jacqueline'in üzerine olduğunu, evin
ona ait olduğunu bu görüşmede söyledi; orayı satıp daha masrafsız bir yere
taşınmasını önerdi. İki arabayı, Lobato'nun üzerine kayıtlı olduklarından,
alacaklılara vermek zorunda kaldığını ekledi.

Jacqueline avukattan kocasının İspanya'daki adresini istedi; onunla mutlaka


temas kurup talimat alması gerektiğini söyledi. Her şeyi satıp onunla
İspanya'da buluşması mı gerekiyordu acaba? Evin ipotekli olduğu ve
satışından eline pek az bir para geçebileceği konusunda henüz hiçbir şey
bilmiyordu. Avukat istediği adresi ona vermeye yanaşmadı. Önce
müvekkiline danışması gerektiğini söyledi. Jacqueline afallamıştı. Hemen
orada oturup bir mektup yazdı ve kocasına göndermesini rica ederek
Paredes'e teslim etti. Mektupta kocasına tutuklandığını, tacize ve iftiraya
uğradığını, bu skandalin hayatını temelli lekelediği duygusuyla yaşadığını
anlattı; Ferraris soyadlı bir İtalyan profesörden, belki hatırlardı onu, servetini
ele geçirmek için onu, evet, Nicolás Lobato'yu öldürmek üzere bir komplo
kurdukları yolunda sahte bir itiraf koparmışlardı işkenceyle; profesör
gördüğü muamele yüzünden aklını yitirmişti; daha sonra masum olduğu
anlaşılıp serbest bırakılmış ve delilik krizlerinden birinde kendisine
saldırmıştı; aldığı yaraların tamamen iyileşmesi daha uzun zaman alacaktı.
Mektupta kocasından kibarca ekonomik yardım istiyor, evi satıp onunla bir
araya gelinceye kadar içinde bulunduğu zor durumu atlatmasına yardımcı
olacak bir aylık bağlamasını rica ediyordu.

Mektubu cevapsız kaldı. Bunu izleyen aylar boyunca avukatla görüşmeye


devam etti; Paredes ipotekli evin ve eşyaların satışını üstlendi; daha önce de
belirtildiği gibi tamamı karşılığında gerçek bedelinin çok altında bir meblağ
elde etti, ama Balderas sokağındaki daireye taşınma imkânı buldu. Tıpkı
hayatının başka dönemlerinde olduğu gibi kendi hareketleri ve olaylar, sanki
bir rüya âleminde yer alıyormuş gibi geliyordu Jacqueline'e; kendisi hem baş
karakterdi, hem de bütün olan biteni kaydedip yargılayan bir tanık. Böylesi
daha iyiydi, ne kadar kimsesiz olduğunu ve önünde uzanan geleceğin ne
kadar kısır olduğunu bilmemesi daha iyiydi. Yavaş yavaş, nasıl olduğunu
anlayamadan gerçeği algılamaya başladı. O dönemle ilgili bulanık
düşüncelere sahipti. Hâlâ Polanco'daki evde mi yaşıyordu, yoksa
Balderas'taki mütevazı daireye taşınmış mıydı? Gerçekle yüzleştiği ilk
aylarda zamanının büyük bölümünü eve kapanarak geçirdi; Akademi'de
inceledikleri eserlerin bazılarını okumaya çalışıyordu; tutuklandığından beri
onlara göz atmamıştı. Ara sıra melankoli dönemleri geçiriyordu; hemen her
defasında öncesinde sinirsel dengesi ciddi biçimde bozuluyordu. "Bir bu
eksikti" diye homurdanıyordu, "o kahrolası delinin sürekli şikâyet ettiği
karıncalanmalar şimdi bana musallat oldu"; o günlerde kitapları kapatıp
yatağında öylece uzanır, kısa bir süre önce doktoru Montenegro'nun tavsiye
ettiği nöroloğun verdiği ilaçları alırdı. Haftalar boyunca iskambil falı
açmaktan başka şey yapmadığı olurdu.

Nicolás Lobato'dan haber almadan fazlasıyla uzun süre geçtiğini fark edince,
sorunlarını kendi başına çözmek için bir çaba daha gösterdi. Son derece ciddi
bir kıyafet giyip kaypak avukat Paredes'in bürosuna gitti tekrar; iş bulmasına
yardımcı olacak bir referans istedi kendisinden; ne var ki avukat referans
vermeyi doğrudan reddetmemekle birlikte, istediği referansı da vermedi. Her
zamanki gibi, bunu en iyi kendisinin anlayacağını belirterek, müvekkilinden
talimat alması gerektiğini söyledi. Jacqueline buna karşılık kaygılarını çok iyi
anladığını, ancak Nicolás'la temasa geçtiğinde ona tutuklandığını, maddi ve
manevi işkenceye tabi tutulduğunu, basın tarafından insafsızca yerden yere
çalındığını, beterin beteri bir fahişe muamelesi gördüğünü, bir delinin
saldırısına uğradığını ve birçok kez kendi de delirmenin eşiğine geldiğini,
buna rağmen kocasına beslediği dayanışma ve sevgiyle, yani aşkı sayesinde
bu zorlu sınavlara tahammül ettiğini açıklar, ayrıca Balderas'ta son derece
mütevazı bir daireye, doksan beş taksim altı adresine taşındığını bildirir ve bu
adrese birkaç satırlık bir mektup yazıp ileride ne yapması gerektiğine,
İspanya'ya taşınması mı onu Meksika'da beklemesi mi gerektiğine dair
talimat vermesini rica ederse minnettar olacağını söyledi.
Yine Nicolás Lobato'dan hiçbir haber alamadı. Balderas'taki dairede bir yıl
sıkıntı içinde, anlamsız bir hayat yaşadı; bir süre sonra okuma isteği yok
oldu; ara sıra uğrayan Alicia Villalba'yla eskiden komşusu olan geveze ve
cömert bir medyum dışında geleni gideni, arkadaşı yoktu. Jacqueline artık
kitap okumuyordu; konsantre olamıyordu. Hiçbir şeye ilgi duymuyordu. Bir
kitabı açtığında kederleniyor, keyfi kaçıyordu, çünkü yetersizliğini
kabullenmek zorunda kalıyordu. Bu hayırsever komşu Jacqueline'i yeğenleri
Mario ve Manuel Requena'yla tanıştırdı; iki kardeş Metropólitan sinemasının
yanında bir ezoterik kitapçı dükkânı işletiyorlardı; her ikisi de tarot falı
bakıyor, horoskop çıkarıyorlardı. Jacqueline'e iş teklif ettiler, o da kitapçı
dükkânı evinden üç sokak ötede olduğundan kabul edebildi. Uzun yolda
paniğe kapılıyordu. Hayatının büyük bölümünün geçtiği ve geçmişle birçok
bağlantısının yanı sıra Márgara Armengol'un akademisinin de bulunduğu
Coyoacán semti şöyle dursun, daha kısa süre öncesine kadar yaşadığı
Polanco'ya bile dünyayı verseler gitmezdi. Bu işi kabul etmezse yavaş yavaş
öleceğini, belki sonunda intihar edeceğini anlıyordu. Kitapçı dükkânı onu
hayata döndürdü. Bir gün Mario Requena işlerin çok iyi gittiğini, artık
Cuernavaca'da bir şube açma zamanı geldiğini söyledi ona. Casino de la
Selva'nın iki adım ötesinde, çok uygun bir yer teklif etmişlerdi; El Zodíaco
adlı kafe, ezoterik dükkânın şubesini açmak için ideal mekândı; kendisi
kardeşiyle anlaşamadığından değil, sağlık nedenlerinden ötürü oraya
taşınacaktı; México'nun yüksekliği ona iyi gelmiyordu, kalbi iki kez
uyarmıştı onu; evinden ya da dükkândan birkaç sokak uzaklaşmaya cesareti
olmayan Jacqueline, Mario'nun açıklamanın ardından yaptığı teklifi kendi de
şaşırarak, memnuniyetle kabul etti ve El Zodíaco'nun yanında minicik bir eve
yerleşti. Bundan sonraki on yıl boyunca, yılların nasıl geçtiğini anlamadan,
tam olarak yaşamadan orada yaşadı. Yeni çevresinin şifreli lisanının temel
hatlarını öğrendi. Mario Requena bir el kitabının da yardımıyla ona el falı
bakmayı öğretmeye çalıştı, ama Jacqueline inanmadan, gerekli hissiyatı
aktarmayan, gizem beklentisi yaratmayan bir ses tonuyla fal bakıyordu; bu
nedenle hocası onu falcılık mesleğinden vazgeçirmeyi daha uygun buldu.
Jacqueline boş vakitlerinde tek bir satırını bile anlamadığı halde nasılsa
kendisini oyalayan, ama sorsalar tek kelimesini tekrar edemeyeceği ezoterik
kitaplardan bölük pörçük parçalar okuyordu. Bir keresinde, Cuernavaca'ya
taşındıktan kısa bir süre sonra, tarot kâğıtları o güne kadar üç ayrı hayat
yaşamış olduğunu ve varoluşunun pentagramının doğal biçimde
tamamlanabilmesi ve o güne kadar yaşadıklarının oluşturduğu akorların,
yıldızların çizdiği kaderinin ezgisinde eriyebilmesi için daha iki hayat
yaşaması gerektiğini söyledi ona.

— Nasıl olur? Ben üç hayat mı yaşadım? —diye sordu Jacqueline,


şaşkınlığını gizlemeden.

— Benim anlayamadığım —diye karşılık verdi Requena— aynı kişinin


bedeninde üç hayat mı yaşandığı, yoksa tek bir hayatı üç kişinin mi yaşadığı.

— İkisi aynı şey değil mi? —diye sordu bu kez Jacqueline, iyice kafası
karışarak.

— Hayat böyle esrarengizdir işte! —buyurdu Requena, dalgın bir edayla.

Jacqueline artık tarot falına baktırmamaya karar verdi: Sonuçlar fazlasıyla


rahatsız ediyordu onu. Dehşet içinde, bildiği üç hayatı aklından geçirdi: sefil
çocukluğu, perişan ilk gençliği, üniversite yılları, kendisine biraz olsun
çekidüzen verip fakülteye yazılabilmek için yarattığı mucizeler; ikinci aşama
evliliğiyle başlamış ve sona erdiğinde, Polanco'da kahvaltıda tahıl gevreği
servisini beyaz eldivenli bir uşağın yaptığı evin yanı sıra Márgara
Armengol'un evindeki kursları, okuduğu kitapları, yazdığı, yayımlanamayan
öykülerini, Akademi'ye belirli aralıklarla davet edilen çok çeşitli entelektüel
şahsiyetlerle, yazarlarla ilişkileri içeren, kocası ne derse desin onunkinden
çok daha cazip bir atmosfere sahip zengin bir entelektüel çevreyi de
kaybetmişti; üçüncü aşama ise Nicolás Lobato'nun kaçışı ve anlaşılmaz
suskunluğuyla başlamış, onu sefalete dalış ve Cuernavaca sürgünü izlemişti;
burada çoğunlukla hizmetkârsız, ara sıra tek bir hizmetkârla yaşıyor, ne
yediğine, ne giydiğine dikkat ediyor, bir tek hayatta kalmaya bakıyordu,
sanki ona layık görülen tek amaç buydu. Varoluşunun bu üç farklı aşamasını
birleştiren hiçbir bağlantı bulamıyordu; hatta son iki dönem arasında bile pek
az bağlantı vardı, bunların en belirgin olanı Alicia Villalba'yla ilişkisiydi;
Alicia Villalba Nicolás'ın iflasından sonra Cuernavaca'da kalmıştı; Las
Palmas'ta değildi elbette, bir Fransız restoranının önce yöneticisi, sonra da
ortağı olmuştu, durumu çok iyiydi. Nicolás'ın kuzini Jacqueline'e son derece
cömert davranmış, hatta Cuernavaca'da hareket edebilmesi için pek
kullanmadığı bir otomobili de ona ödünç vermişti. Jacqueline Alicia'yla ve
hepsi El Zodíaco'nun müşterileri olan kentteki az sayıda tanıdığıyla sık sık
telefon görüşmeleri yapıyordu; yalnızlığını gidermesine yardımcı olan nadir
imkânlardan biriydi bu. Kocasının eski sekreterinin gırtlaktan bir sesle,
havalara girerek restorandaki sorunlarını, personelle, toptancılarla,
müşterilerle, Cuernavaca'ya yerleştiğinden beri birlikte yaşadığı, yuvarlacık,
sürekli gülen, ama Alicia'ya herkesin önünde karşı çıkmaktan da geri
durmayan Fransız bir kadın olan ortağı Sara'yla sorunlarını anlatmasını
dinlemek Jacqueline'in çok hoşuna gidiyordu. Jacqueline bu telefon
görüşmelerinde pek konuşmuyordu, ama uzunca bir süre başka birinin sesini
dinlemek, ilaçların daima gideremediği endişesini yok etmeye yardımcı
oluyordu.

Alicia Villalba iki üç ayda bir El Zodíaco'ya gelip fal baktırıyor, ardından
Jacqueline'i güzel bir yere yemeğe götürüyordu; kentteki restoranlara
gitmeyi, yeniliklerden haberdar olmayı, halkla ilişkileri yürütmeyi ve bu
çevrede görünmeyi mesleki bir zorunluluk kabul ediyordu. Kendine yeterince
güvendiği için de, o şişman, vaktinden önce yaşlanmış, şaşkın görünümlü,
seyrek, dağınık saçlı, elleri tombul, tırnakları yenmiş, genellikle bir giysiden
çok dinî bir yemin gereği giyilen tövbekâr cübbesine benzeyen biçimsiz bir
tunik kuşanmış kadınla insan içine çıkmaya aldırmıyordu. Birlikte çıktıkları
zamanlar, Jacqueline Alicia'nın uzun monologlarını nadiren böldüğünde,
arkadaşının arzu ettiği gibi simyadan, el falından, tarot falından söz etmiyor,
tekrar tekrar korkunç tutukluluk tecrübesini, kapatıldığı hücrede ilk iki
gününü birlikte geçirdiği yoksul kadını, onun hapishane anılarını dinleyerek
nasıl korkuya kapıldığını, ardından maruz kaldığı sorgulamaları, her
bakımdan dengesiz bir İtalyan'la dostluk kurmakla ne müthiş bir hata
işlediğini, mitoman İtalyan'ın kim bilir hangi işkenceler sonucu, belki de
çeşitli defalar örneklerini sergilediği deliliği sonucu tüyler ürpertici itiraflarda
bulunduğunu anlatıyor, her defasında sözünü Nicolás Lobato'nun uzun ve
anlaşılmaz suskunluğuyla bitiriyor, derin derin iç geçiriyor, birkaç gözyaşı
döküyor ve telaş içinde iki fincan papatya çayı içiyordu.

Mart ayının on üçünde Alicia Villalba Jacqueline'i telefonla aradı. İki gün
sonra El Zodíaco'ya uğrayacağını söyleyip Mario Requena'dan kendisine
randevu almasını rica etti; ancak sırf bunun için aramadığını da ekledi; o gün
bir güzellik salonuna gidip en güzel kıyafetini giymesini rica etti, çünkü
seanstan sonra onu doğum gününü kutlamak üzere L'Aiglon'a götürecekti.
İkisi yalnız olacaklardı; arkadaşı Sara birkaç günlüğüne Cozumel'e, ailesinin
yanına gitmişti. Jacqueline içini çekti. Ayın on beşinde altmış yaşını
dolduracaktı.

Bir imitasyon, bir de rengârenk seramik boncuklu kolye aldı; kuaföre gitti;
mahalle terzisinin düzelttiği şampanya rengi bir elbise giydi; şansına elbise
pek eski moda sayılmazdı; aynaya baktığında sonuç kendisini bile şaşırttı.
Alicia El Zodíaco'ya geldiği anda Jacqueline onda olağandışı bir hava
olduğunu fark etti; örneğin selamı hem müphem, hem muzafferane, hem de
suç ortaklığı ima eder gibiydi; o kadar ki, arkadaşının o akşam kendisine bazı
sırlarını anlatacağını düşündü; belki her zamanki gibi toptancılarla, ahçılarla,
mâliyeyle, müşterilerle, garsonlarla, sendikayla sorunlarını anlatmak yerine
Fransız arkadaşıyla aralarındaki duygusal bir sorundan söz edecekti; son
zamanlarda her türlü değişikliğe üzülen Jacqueline buna da üzüldü. O gece
öğreneceklerinden başka her şey geçti hayalinden. Jacqueline bu özel gecede
bile bir kadeh şarap içmeyi reddettiği için Alicia Villalba söze onu
azarlayarak başladı; ancak Jacqueline kararlılığından taviz vermedi,
doktorunun sakinleştiricilerle birlikte alkol alma yasağını delmeye cesareti
yoktu. Alicia bunun özel bir gün olduğunu söyleyerek ısrar etti ve sek
Campari kadehini kaldırdı, Jacqueline ise maden suyu bardağını. Alicia tarot
kartlarının bir müjde verip vermediğini sorduğunda, Cuernavaca'ya
geldiğinden beri sadece bir kez, o da ilk günlerde fal baktırdığını hatırlattı
ona. O gün o kadar altüst olmuştu ki, kaderini esasen kendisini korkutan
yollardan değil, yaşayarak öğrenmeyi tercih ediyordu.

—Fal baktırsaydın —dedi Alicia—, Nicolás Lobato'nun Meksika'ya dönmüş


olmasına şaşırmazdın. Şu anda Veracruz'da, oraya yerleşmeye karar verdi.
Sanırım yüksek basınç yüzünden başkente gidemiyor. Bütün hukuki
meseleleri halletti. Limanda bir hırdavatçı dükkânı açtı. Ne diyorsun? Tekrar
evlenmediğini öğrenmek istersin diye düşündüm.

Jacqueline uzun bir süre sessizce ev sahibesine baktı. Bir dilim ekmek alıp
üzerine tereyağı sürdü, tuz ekti ve minik lokmalarla yemeye koyuldu. Bir
süre sonra yemeye ara verip tamamen duygusuz bir sesle konuştu:

—Tekrar evlenmesi biraz zor olurdu bence —dedi ve arada tereyağlı


ekmeğinden lokmalar alarak, isteksizce, zar zor konuşarak kocasının zaten
kendisinden boşanmadığından, tekrar evlenemeyeceğini açıkladı.

Alicia söyleyeceklerini tahmin edermiş gibi araya girdi:


—Jacqueline'ciğim, bir erkek kafasına koydu mu dünyanın en alçak insanı
olur. Gizlice boşanır, artık bir kocan olmadığını en son öğrenen sen olursun.
Nicolás'ın boşanıp boşanmadığını bilmiyorum; tek bildiğim, Veracruz'a
yalnız geldiği. Hepsi bu. Sana bu haberi ben vermek istemiştim —kısa bir
sessizlikten sonra devam etti —: Sana garip gelecek belki, ama itiraf
etmeliyim ki ben uzun zamandır gençliğe inancımı kaybettim —Alicia
Villalba'nın olağanüstü bir teni vardı. Her zamankinden daha erkeksi olan
çehresinde zamanın izi yoktu, davetlisi için aynı şey söylenemezdi—. Hazır
itiraflara başlamışken bir şey daha söyleyeyim mi? Ben hayatın altmışından
sonra başladığından eminim. Yanılmıyorsam Nicolas bu yıl altmış yaşını
dolduruyor.

—Seneye dolduracak —diye atıldı Jacqueline, kocasının kendisinden bir yaş


küçük olduğunu hatırlayarak—. Memlekete döndüğünü nereden öğrendin?

—Kuşlar söyledi, cik cik cik! Yeni dönmüş! Gelmeden önce biri, belki bir
ortağı, vekâleten Veracruz'un merkezindeki hırdavatçı dükkânını açmış bile,
Diligencias otelinden iki sokak ötede, düşünebiliyor musun? —üzerinde
Nicolás Lobato adıyla Modern Hırdavatçının adresinin yazılı olduğu bir
kartvizit uzattı. Alicia Villalba başka soru sormayan, Nicolás'a da, ayrılığına
da, buluşma ihtimaline de değinmeyen Jacqueline'e hayretle bakıyordu.

Çorbalarını içtiler. Ardından garson şatobriyan ve sebzeleri getirdi. Restorana


gittiklerinde ne yiyeceklerine daima Alicia karar verirdi; davetlisinin
şişmanlığının aşırı tahıl tüketimiyle et eksikliğinden kaynaklandığına
hükmetmişti. Jacqueline uzunca bir süre etini ufacık parçalar halinde
kesmekle oyalandı; ardından çok yavaş yemeye koyuldu; o kadar boş boş
bakıyordu ki, sarhoş olduğu zannedilebilirdi. Alicia Jacqueline'in sarsıldığını,
haberi ona alıştıra alıştıra söylememekle hata ettiğini düşündü; onun Nicolás'ı
düşündüğünden kuşku duymadığından, arkadaşı yemeğin ortasında
konuşmaya başlayınca çok şaşırdı: Jacqueline aldığı haberle hiç ilgisi
olmayan şeylerden, uğursuz tutukluluk günlerinden, yemek niyetine
verdikleri iğrenç hayvan yeminden, geceler boyunca süren, kuvvetli bir
projektörle aydınlatıldığından geceyle gündüzün ayırt edilemediği daracık bir
odada yürütülen sorgulardan, kurban gittiği iftira kampanyasından, sanat
tarihi hocası rezil Ferraris'in, basının da marazi bir ayrıntı bolluğuyla
aktardığı deli saçması açıklamalarından söz ediyordu; Jacqueline o gün
Alicia'ya daha önce hiç anlatmadığı bir konuya da değinerek deli İtalyan'ın
serbest kalır kalmaz kendisine attığı dayağı ve psikolojik olarak hâlâ kendini
toparlayamadığını anlattı. Sonra kendini çok yorgun hissettiğini, müthiş
uykusu geldiğini söyleyip bir taksi çağırmalarını rica etti.

Alicia biraz daha kalması için ısrar etti; onun şerefine hazırlanmış böğürtlenli
pastayı tatması şarttı; ama Jacqueline gitmekte diretti. Onun ne kadar bitkin
göründüğünü fark eden Alicia şoförden Jacqueline'i otomobiliyle evine
bırakmasını rica etti.

Jacqueline arabaya bindiğinde ağlamaya başladı ve evinde neredeyse bütün


gece ağlamaya devam etti. Birkaç kere kalkıp aynanın karşısına oturdu, kendi
kendine hayatta sevdiği, saygı duyduğu tek erkeğin Nicolás Lobato olduğunu,
onun kendisini terk ettiği an hayatının bütün anlamını yitirdiğini söyledi.

En fazla üç saat uyuyabildi. Ertesi sabah yıkanıp kahvaltı ettikten sonra, tam
El Zodíaco'ya doğru yola çıkmak üzereyken ansızın fikir değiştirdi, odasına
döndü, alelacele bir bavul hazırladı, arabaya koydu ve México'ya doğru yola
çıktı. México'da sadece benzin almak için durdu. Akşamüzeri saat altı
sularında arabasını Veracruz'da, Modern Hırdavatçının önüne park
etmekteydi.

Jacqueline dükkâna bitkin, neredeyse baygın bir halde, yolculuktan


yıpranmış, uyurgezer gibi girdi. Kendine geldiğinde, Nicolás Lobato'nun
karşısında ayakta duruyordu. Gördüğü adam uzun boylu, geniş omuzlu, biraz
toplu olmakla birlikte şişman sayılmayacak bir erkekti. Dudakları, gözleri,
teni, bütün varlığı gülümsemekteydi. "Mutlu bir adam olduğu her halinden
belli" diye düşündü. Öte yandan, sağlıklı ve mutlu havasına rağmen
Jacqueline Nicolás'ın ortadan kaybolduğu âna kadar koruduğu çocuksu
görünümünü aradan geçen yıllarda kaybetmiş olduğunu da fark etti. O da
yaşlanmıştı. Mutlu ama yaşlı bir erkekti. Nicolás Lobato ona biraz şaşırarak
baktı, nihayet onu tanıdığında ikisi de ne diyeceklerini bilemediler.
Jacqueline elini uzatıp başını çevirdi. Nicolás Lobato tezgâhın arkasından
çıkıp yürüdü ve bir kız kardeşi kucaklarcasına kucakladı onu. Sonra çıraklara
birkaç talimat verdi. O akşam dükkânı kapatmaya gelmeyeceğini söyledi.
Jacqueline'e eşyalarının nerede olduğunu sorup kaldığı otele götürdü.

Jacqueline bütün gece konuşacaklarını düşünmüştü, ama öyle olmadı. Ayrı


oldukları yıllarda olan bitenlerin sadece bir bölümünden söz ettiler.
Jacqueline avukat Paredes'in tutuklu olduğu sırada basında çıkan yazıları
kocasına göndermiş olduğunu öğrendi; Nicolás Ferraris'le ilişkisi hakkında
yazılanlara inanmış, ama elbette kendisini öldürmek üzere yaptığı planlara
inanmamıştı. Ne saçmalık! Yüksek tansiyonu yüzünden memlekete dönmeye
karar vermişti; başka bir ülkede ölmek istemiyordu; bütün borçlarını
kapatmıştı; hayali Las Palmas'ı ayakta tutmayı başaramamıştı, ama o hayal
uğruna yaşamaya değmişti; ne var ki tek gerçek olan kader onun kapasitesini
belirlemiş ve tıpkı başladığı gibi bir hırdavatçı dükkânında günlerini
tamamlamak zorunda bırakmıştı; yurt dışında geçirdiği yıllardan bir ders
almıştı: Olayları olduğu gibi kabul etmek; liman kentinde yaşamaktan
hoşlanıyordu; bir iki ay sonra kiraladığı eve taşınacaktı, ileride satın da
alabilirdi evi; şimdilik tadilat görüyordu. Jacqueline kendisine de konuşma
sırası geleceğini düşünmüştü, ama Nicolás evden bahsettiği anda sırtını
döndü ve uyuyakaldı.

Güneş onları erkenden uyandırdı. Neredeyse hiç konuşmadan yıkandılar,


giyindiler ve kahvaltıya indiler. Jacqueline son yıllarda kendini böylesine
bıraktığı için utanıyordu. Aynanın karşısında bir süre durdu; karşısında
şişman, hantal bir kocakarı gördü. Nicolás'a Cuernavaca'ya taşındığını,
geçimini sağlayacak bir iş bulduğunu anlattı. O kentte yaşamak Nicolás'a
yakın hissettiriyordu kendisini. Bu sayede hayatı kurtulmuştu; México'da
yaşadığı binadan geriye bir tek temeli kalmıştı. Depremde bina yerle bir
olmuştu. Kahvaltıdan sonra Nicolás onu bir kuyumcuya götürüp iki alyans
satın aldı; elini tutup alyanslardan birini parmağına, hiç çıkarmadığı eski
yüzüğünün yanına taktı. Sonra ikinci alyansı kendi parmağına geçirdi.

—Daha fazla söze gerek yok! Her birimizin bu yıllar boyunca yaşadıkları
artık geçmişe karıştı! Bu alyanslar hepsini silecek! —dedi Nicolás belirgin bir
İspanyol şivesiyle; yaptığı taklit ikisinin de yeni duruma uyum sağlamalarını
kolaylaştırdı. Jacqueline Cuernavaca'ya ilk taşındığında baktırdığı tarot falını
hatırladı ve acaba bu tazelenen evlilik hayatının pentagramını nihayet
tamamlayacak mı diye merak etti. O anda, yanılmıyorsa hayatının dördüncü
dönemine girdiğini ve pentagramın tamamlanması için bir dönem daha
gerektiğini hatırladı.

Arabaya bindiklerinde Nicolás onu turistik bir geziye çıkararak Boca del
Rıo'ya kadar götürdü; Jacqueline Veracruz'u bilmiyormuş gibi, geçtikleri
yerlerle ilgili hiç aralıksız beylik yorumlar yapıyordu. Dönüşte, Villa del
Mar'a geldiklerinde sağa döndü, üç dört sokak gitti ve sonunda duvarcıların
çalışmakta olduğu bir evin önünde durdu. Abartılı bir jestle evi Jacqueline'e
gösterdi.

—Senin evin mi?

—Evet karıcığım! İşte evimiz! En geç iki ay sonra taşınabileceğiz. Hadi


bakalım —dedi sonra, enerjik bir tavırla—, benim dükkâna gitmem gerek.
Saat ikide seni otelden alırım, birlikte öğle yemeği yeriz.

Nicolás Lobato'nun buyurgan tonda verdiği talimatlar bile Jacqueline'in


hoşuna gidiyordu. Otele döndüğünde tekrar aynaya baktı ve görüntüsünden
iğrendi. Cuernavaca'ya lanetler okudu. O iğrenç kent kendisini bir ineğe
dönüştürmüştü. Derhal kendine çekidüzen vermesi şarttı. Denizde yüzmekten
daha güzeli olabilir miydi! Cuernavaca'ya telefon yazdırdı. Derhal bağladılar.
Alicia Villalba'ya bütün olanları anlattı. Artık Veracruz'da yaşayacağını
söyledi, evindeki az sayıda eşyayı toplayıp bildireceği adrese göndermesini
rica etti. Yatağa uzandı ama uyuyamadı. Odadan çıkıp arabasına bindi ve
Veracruz'da turlamaya koyuldu. Bir ara gaza basıp El Zodíaco kafe-
kitapçısına gelinceye kadar durmamak geldi içinden. Kendini değersiz
hissediyordu, hayatı beş para etmezdi. Nicolás Lobato'yla otuz küsur yıldır
süren evliliği boyunca saçmalamaktan başka şey yapmamıştı. Birkaç gazete
ve dergi satın alıp tekrar odasına kapandı; sonra tekrar inip bir defterle kalem
aldı; nişanlılık dönemiyle evliliğinin ilk yıllarını yazmaya niyetliydi. Yazınsal
yaratı atölyesinde öğrendiği her şeyi unutmuş gibiydi. O eski öğrencilik
günlerini, Nicolás'ın onu Kalantán'ın dansını seyretmek üzere tiyatroya
götürdüğü geceyi tasvir etmeye çalıştı, ama yarım sayfadan fazla yazamadı;
her satır karalamalarla doluydu. Yazdığı her cümle ona eksik, kusurlu
geliyordu. Tekrar aşağı indi. Bir kahve söyledi; ansızın saatin ikiyi beş
geçtiğini fark etti; Nicolás'ın mı gelip onu alacağını, yoksa kendisinin mi
dükkâna gideceğini hatırlayamadı. Telefon numarasını bilmiyordu. Telefon
rehberinde aradı, ama herhalde henüz çok yeni olduğundan kayıtlı değildi.
Odasına dönüp sonra tekrar aşağı indi; sonunda, tam kocasını aramak üzere
çıkacakken geldiğini gördü; sağlıklı ve keyifli görünüyordu; Jacqueline bir
sinir yumağına dönüşerek bayılabileceğini hissetti. Herkesin ortasında
ağlayacağından korktu, ama neyse ki bu kez kendini tutabildi.

Öğle yemeğini Prendes'te yediler. Sonra aynı binadaki kafelerden birine


geçip kahve ve içki içtiler. Jacqueline yıllar öncesine döndüğünü hissetti.
Nicolás yöneticilerden, bankacılardan ve diğer önemli kişilerden uzakta
olduğunda, bir şekilde kırk yıl öncesinin sade, sevimli hukuk öğrencisi
oluveriyordu. O gün Jacqueline antidepresan kullanmaya başladığından beri
ilk kez kahveyle birlikte bir kadeh konyak içmeye cesaret edebildi. İçkinin,
ksilofonun, masaların arasında sürekli dolaşan insanların ve genel eğlence
havasının etkisiyle bir mucize gerçekleşmişti; Jacqueline'in bakışlarına bir
canlılık geldi. Kendinden geçerek Nicolás'ı seyretti. Yarı kapalı
gözkapaklarının arasından, yeniden bir araya gelmenin mutluluğunu ifade
eden baygın bir bakış geçti.

Ansızın kulaklarına yabancı bir dilde konuşmalar geldi. Yandaki masada bir
grup genç denizci Portekizce konuşuyordu. Jacqueline gençlerin melodik, şen
şakrak seslerini, erkeksi, kaba tonlamalarını zevkle dinlemeye koyuldu.
Gruba hayranlıkla bakıyordu. Kocasına gençlerin nereli olduklarını sordu.
Nicolás muhtemelen Brezilyalı olduklarını söyledi; Portekizlilerin tavırları
farklıydı, bu kadar teklifsiz değillerdi. Son yıllarda bastırılmış olan arzular
öyle bir şiddetle ortaya çıktı ki, Jacqueline neredeyse yere yığılacaktı. Sırf o
dildeki konuşmaları dinlemek bile onu sarhoş ediyordu sanki. Çantasından
aynasını çıkardı, yüzüne tuttu ve iğrenerek yerine koydu. Gençlerin terli
çehrelerine bakıyordu; uzun kirpiklerinin altında gözleri sanki sıcağın
etkisiyle mahmur, kasları kadifemsi ve tehlikeliydi; konuşmalarla bedenlerin
hareketi arasındaki uyumun tadını çıkarıyordu. Cüretkâr hayaller onu
kışkırtıyor, neredeyse acı veriyordu. Oturduğu yerde hafif hafif zıplıyordu.
Bakışlarını kocasına çevirdiğinde karşısında onun isteklerine ve ihtiyaçlarına
duyarsız, pısırık bir ihtiyar gördü; aptal aptal sırıtarak genç görünmeye
çalışıyordu; Jacqueline Cuernavaca'ya hapsolup bu zavallı budaladan haber
bekleyerek geçirdiği yıllar boyunca bir veya birkaç âşık edinmemekle büyük
aptallık ettiğini düşündü. Dünyanın en aptal insanının Jacqueline Cascorró
olduğunu tekrarladı öfkeyle kendi kendine; çünkü utanmadan kendini
Rothschild yerine koyan o beş para etmez herifi bunca zaman beklemişti.

Yine Brezilyalı gençlere çevirdi bakışlarını. Istakozlarını parmaklarıyla


soyuyorlardı. O yağlı elleri, parlak dudakları, obur hareketleri görünce sanki
elektrik çarpmış gibi oldu; yıllar önce bir yengecin bacağını koparıp bir
şampanyanın patlatılışını duyduğunda yaşadığı aydınlanma kadar müthiş bir
aydınlanma yaşadı. Nicolás Lobato'nun işini bitirmenin tek yolunun zehir
olduğunu anladı. Doktorlar ölüm sebebini deniz ürünleri zehirlenmesi olarak
kaydedeceklerdi. Bacağını kocasının bacağına değdirip gizlice elini üzerine
koydu; kasığına kadar okşamak istedi ama cesaret edemedi. Nicolás
Lobato'nun bacağını okşarken çehresine diktiği bakışlarda birikmiş, çılgınca
bir nefret okunuyordu.
Bölüm 7
Aylar sonra, Villa del Mar'da bir restorana bir çift girdi. Erkeğin sürdüğü
tekerlekli iskemlede bir kadın oturuyordu. Bir masaya yaklaştı ve büyük bir
dikkatle kadının ayağa kalkmasına yardım edip normal bir iskemleye oturttu.
Bunlar Jacqueline ve Nicolás Lobato'ydu elbette. Konuşmaları
duyulmuyordu. Nicolás'ın hem hareketleri hem mimikleri, küçük ve kaprisli
bir kız çocuğunu bir yandan uyarırken bir yandan sakinleştirmeye çalışan bir
babayı hatırlatıyordu. Jacqueline neredeyse tek kelime etmiyordu. Bir gözü
kapalıydı, gözkapağındaki kanlı morluk, kadının o gün evden çıkmaması
gerektiğini düşündürüyordu. Dudakları korkunç şekilde şişmişti. Kocasının
sözlerine zar zor karşılık veriyor, küçümsemeyle omuz silkip ağır hareketlerle
başını sallayarak itiraz etmekle yetiniyordu. Bir kez daha evlilik
yıldönümlerini kutluyorlardı.

You might also like