You are on page 1of 23

Özet: Marx’ın “ursprüngliche akkumulation” kavramı kapitalizmin tarih öncesini değil; şimdisini

imleyen, kapitalizmin kurucu öğesidir. Bu makalede kapitalist birikimin nasıl bir süreklilik arz ettiğini,
işçi sınıfı ile üretim araçlarının ayrılığını ifade eden “ursprüngliche akkumulation”un sınıf, sınıf
savaşımı ve devletle nasıl da iç ilişkili olduğu, kapitalist birikiminin olmazsa olmazının burjuva devleti
olduğu tartışılacaktır. Yazının “ek” kısmında “ursprüngliche akkumulation” kavramına Türkçe bir
karşılık önerilecektir.

Giriş

Marx’ta “ursprüngliche akkumulation” kavramının ne anlama geldiği konusunda Marksist yazında ve


tartışmalarda iki ana yorumdan söz edilebilir. Bir bakış Marx’ın bu kavramı tarih-dizimsel bir anlamda
kullandığını, bununla da kapitalizmin tarih-öncesine ait, büyük çiftçi kitlelerinin zor ve şiddet yoluyla
topraksızlaştırıldığı bir dönemi imlediğini, bu anlamda bir “ilk” birikim anına göndermede
bulunduğunu savunur. Buna göre Marx bu kavramsallaştırmanın kapitalizmin kanlı geçmişindeki bir
dönemle ilgili olduğunu, bu kanlı, doğrudan şiddetin kapitalizmin gelişimiyle yerini daha “uygar”
disipline etme yöntemlerine bıraktığını ima eder. Örneğin Federici, Marx’ın kapitalizmin bu “kanlı
evresinin” “zorunlu” bir dönem olarak gördüğünü, bu anlamda da bu zorunlu kanlı geçmişe olumlu
tarihsel bir görev yüklediğini, dahası kapitalizmin tarih-öncesini oluşturan bu şiddetin kapitalist
ekonominin gelişmesi ve yasalarının tam işlerlik kazanmasıyla sona ereceğini savunduğunu ileri sürer
(2004, 12). Benzer biçimde Federici tarih-dizimsel anlamda bir “ilkel birikim evresinden” (2004, 85)
söz eder ve Marx’ın “ursprüngliche akkumulation” kavramını, Smith’e karşı tartışmasında sermayenin
başlangıç evresindeki yoğunlaşma zorunluluğunun ifadesi ve bu yüzden feodal ekonomik ilişkilerin
direncini kırmak için “zorunlu” bir adım olduğu biçiminde geliştirdiğini (2004, 61-62) iddia eder, bu
yüzden de bu kavramın eleştirilip yeniden kavramsallaştırılması gerektiği konusunda Amin, Mies ve
Boutang gibi eleştirmenlere katıldığını söyler (2004, 61 ve 117, not 5).Federici, örneğin Boutang’ın,
Marx’ı “kökensel birikim [2] dönemini” Avrupa’daki egemen sınıfların fazlalık olan iş gücünden
kurtulmak istediği bir dönem olarak betimlediği eleştirisine katılır, ancak böyle bir eleştiriyi neye
dayandırdığını açıklamaz. Federici, Marx’ın kökensel birikim kavramının “tarihsel” bir anı imlediği
kadar kapitalist üretim ilişkilerinin “mantıksal” önkoşulunu da imlediğini teslim eder (2004, 63).
Ancak, Marx’ın bu kavramı bütünüyle “hikâyesinin anlatıcısı proletaryanın gözünden aktardığı” için
de eleştirir (2004, 63). Federici Marx’ın Afrikalı siyahların köleleştirilmesini, Kuzey Amerika
yerlilerinin servetinin yağmalanmasını ve İngiliz çocuklarının kanıyla biriken sermayesinin Kuzey
Amerika’ya aktarılmasını da kökensel birikimin kurucu uğrakları olarak tanımladığını ifade eder.
Ancak “ilkel birikimin yalnızca sömürülebilen işçilerle sermayenin yoğunlaşması olarak
tanımlanamayacağını”, bizzat “işçi sınıfı içindeki farklılıkların da birikimi olduğunu” (2004, 63-64)
söylerken cinsiyet ve ırk gibi “farklılıkların” tarih-üstü özler olarak değerlendirir ve bu kimliklerin
kapitalist kimlikler olarak nasıl üretildikleri sorusunu yanıtsız bırakır. Bu yüzden, örneğin, köle
emeğinin kapitalist üretim ilişkilerinin kuruluşunun önemli bir öğesi olduğu doğru belirlemesine
karşın, kapitalist köleliğin nasıl Roma veya Antik Yunan köleliğinden farklı olduğu, eski çağlardaki
köleliğin neden kapitalizmin inşasına yol açmadığı sorularına değinmez (2004, 64-65).

Sermayenin bir toplumsal ilişki olduğu olgusundan yola çıkarak birçok Marxçı siyasal ekonomici ve
toplumsal eleştirmen “ursprüngliche akkumulation” kavramının kapitalizmin sürekli yeniden-
üretilmesi gereken birikimini imlediğini (Bonefeld 2001), yalnızca tarihsel bir geçmişi değil; zorla
proleterleştirme anlamında kapitalist üretim ilişkilerinin özsel bir öğesini oluşturduğunu (Bonefeld
2011), kapitalizmin farklı zamansallıklar yarattığını, dolayısıyla klasik çizgisel bakışla ne kapitalizmin
ne de “kökensel birikimin” anlaşılabileceğini (Tomba 2013), devletin “kökensel birikimin”
sürekliğinin en önemli öznesi olduğunu (Roberts 2017) savunur. Bu ikinci bakış açısı sermayeyi
toplumsal bir ilişki olarak değerlendirmesinin yanı sıra çözümlemelerine siyasi dolayım, devlet ve
sınıf mücadelesi gibi kavramları katar. Roberts’in de ifade ettiği gibi, yanıtlanması gereken en önemli
sorulardan biri “kökensel birikimde” devletin bu zorunlu rolünün nereden kaynaklandığıdır (2017, 2).

Kökensel birikim kapitalist üretim tarzının ayırıcı, özgül özniteliği olan emek gücünün metalaşmasını
imler. Emek gücünün metalaşmasının gerekli ve yeterli koşuluysa emek gücü sahibinin “özgür işçi”
olarak ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda kökensel birikim sermayenin kurucu öğesi ve
kavramını[3] oluşturur (Bonefeld 2011, 380). Kapitalist üretim ilişkilerinin sürekli olarak yeniden
inşası ve doğrudan üreticileri üretim araçlarından ayrılığının yeniden-üretimi sürekli (dolaylı) şiddete
dayalı bir sürecin işletilmesini zorunlu kılar[4]. Özgül kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin özü olan
artı-değer sömürüsünün sürekliliğini sağlayan şey işçilerin üretim araçlarından sürekli biçimde ayrı
tutulmasıdır; bu ayrılığın siyasal var olma biçimi kapitalist devlettir. Kapitalist devlet işçilerin zorunlu
“özgürlüklerinin” güvencesidir. Bu açıdan bakıldığında kökensel birikim hem tarihsel hem de yapısal
anlamda süreklidir: Tarihsel anlamda kökensel birikim işçi ile üretim aracı arasındaki ayrılığın zor
yoluyla sürekli inşa edilmesi anlamına gelir. Yapısal olarak, kökensel birikimin özü olan bu ayrılık
hem kapitalist üretim ilişkilerinin koşulu, hem de bu ilişkilerin sonucu olduğu anlamına gelir.
Kökensel birikim kapitalist üretim ilişkilerinin koşuludur, zira işçiler “özgürleşmeden” emek gücü
metalaşamaz ve artı-değer üretilemez; bu ilişkilerin sonucudur zira işçi ile üretim aracı arasındaki
ayrılık yasalar, hukuk ve siyasal dolayım (devlet) yoluyla kurumsallaştırılır ve sürekli kılınır.

Kökensel birikimin sürekliliğinin iç ilişkili dört uğrağı imlediğini söylemek olanaklıdır: 1) Kapitalist
üretim ilişkilerinin kanlı doğumunu ve zorla mülksüzleştirme yoluyla işçi sınıfının oluşumunu imleyen
tarih-dizimsel uğrak; 2) Kapitalizmin kolonyal ve emperyalist küresel pazar oluşturma uğrağı; 3)
Uluslararası pazarda sermayeler arası rekabet ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması uğrağı;
4) En önemlisi, bütün bu uğraklara içsel olan işçi sınıfının mülküzleştirilmesinin sürekli kuruluşu
uğrağı. Tüm bu uğraklarda devlet kökensel birikimin ve kapitalist üretim ilişkilerinin hem koşulu hem
sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu savı açıklığa kavuşturmak için öncelikle Marx’ın kapitalist
toplumu çözümleme ve siyasal ekonomiyi eleştiri yöntemi ele alınacaktır. Bu çerçevede meta, değer
ve değer üretimi, vb. kavramlar çözümlenecektir. Ardından kökensel birikim ve bunun emeğin
özgürleşmesi ve burjuva özel mülkiyet ile bağları irdelenecektir. Son olarak kökensel birikimin
sürekliliği savı ele alınacaktır. “Ek” bölümünde ise “ursprüngliche akkumulation” kavramının niye
Türkçe olarak “kökensel birikim” biçiminde karşılanması gerektiği tartışılacaktır.

Marx’ın yöntemi: Kapitalist üretim ilişkileri ve siyasal ekonominin eleştirisi

Marx kapitalist üretim ilişkileri çözümlemesine meta kategorisiyle başlar. Bu olumsal bir tercih değil;
çözümlemeye meta ile başlamanın nedeni metanın kapitalist toplumlarda servetin var olma
(gerçekleşme) biçimi olmasıdır. Metanın ikili doğası, metaın bir yandan kullanışlı bir nesne (kullanım
değeri) öte yandan mübadele değeri biçimine bürünmesi, kapitalist üretim tarzının iç çelişkilerinin
özünü oluşturur. Bu yönüyle meta kapitalist toplumun hücresidir. Kapital’in başlangıç noktası ve
kapitalist üretimin koşulu olan meta, çözümlemenin sonunda özgül kapitalist üretim ilişkilerinin
sonucu olarak karşımıza çıkar. Bu durum, burjuva iktisatçılarının varsayımının tersine, ne bir
döngüselliğe ne de erekbilimsel bir açıklama biçimine karşılık gelir. Marx’ın çözümlemesine kapitalist
üretim ilişkilerinin koşulu olarak metayla başlayıp ardından aynı kategoriyi bu özgül ilişkilerden
çıkarsaması onun yöntemindeki iki önemli öğeyi imler: Soyuttan somuta yükseliş ve araştırma tarzı ile
sunuş tarzı arasındaki ayrım ve diyalektik ilişki.

Kapital’in başında meta her şeyden önce verili bir nesne, belirli bir gereksinimi karşılama nesnesidir
ve her türlü tarihsel belirleniminden soyutlanmış biçimde ele alınmaktadır. Bizzat bu noktada bile
Marx’ın diyalektik yöntemi ile deneycilik ve kaba materyalizm arasındaki ayrım göze çarpar:
Deneycilik ve fizikalist materyalizme göre duyu nesnesi en somut kategoridir; buna göre somut olan
“dışarıda” olan anlamında nesnel olanla özdeştir. Duyu nesnesinin somutluğu tartışma götürmez,
dahası, insan bu duyu verisi nesnenin özelliklerini kategoriler ve kavram aracılığıyla sınıflandırır ve
kavrar; bu yüzden her kavramsallaştırma-soyutlama katmanı özneyi nesneden uzaklaştırır zira
kavramlar hiyerarşisinde yukarı çıktıkça duyu nesnesinin başka özellikleri dışta bırakılır. Bu bakışın
sonucunda bir yandan boş kavramsal biçimler, öte yandan gerçekliği asla bilinemeyen “kendinde
şeyler” dünyası yer alır. Bu bakışta kavram farklı nesnelerin “ortak” yanları veya benzerliklerinin bir
genellemesiyle elde edilir. Bu yüzden bütün var olan nesnelerin ortak özelliği olan varlığı imleyen
terim, kavramların en soyut ve dolayısıyla en içerikten yoksun olanıdır.

Marx açısından ise kavram duyu nesnelerinin ortak özelliklerinin genellemesi ile elde edilen bir şey
değildir. Kavram, İlyenkov’un deyişiyle (1982), farklı nesneler arasındaki ortak yönleri değil; bu farklı
nesnelerin aynı kökten nasıl türediklerini imler. Kavram farklılıkların ortak oluşumsal kökünün ideal
olarak yeniden inşasıdır öyle ki yalnızca var olan farklı nesnelerin bireyselleşmelerini, özgül ve ortak
özniteliklerini değil; aynı zamanda bu oluşum sürecinde kaybolmuş öznitelikler ve özgüllükleri ve
bunların ortadan kalkmasının nedenlerini de gösterir. Buna göre, örneğin sınıf, öteki toplumsal
katmanların yanı sıra bir katman değildir: “sınıf” kavramı bir toplumsal zümrenin ortak özelliklerinin
genellemesiyle elde edilemez. Tersine hangi koşullar ve oluşumsal süreçler sonucunda toplumsal
katmanlaşmanın bu belirli tarihsel biçime büründüğü gösterildiğinde, eş deyişle sınıfsal
katmanlaşmanın tarihsel belirlenimleri ideal olarak inşa edildiğinde ve bu belirli tarihsel
katmanlaşmanın toplumsal dinamikleri ve iç özellikleri belirlendiğinde sınıf kavramına varılır. Bu
doğrultuda Marx, örneğin kapitalist öncesi toplumsal katmanların bir örneği olarak Fransız çiftçilerini
betimlerken şöyle der:

Küçük köylüler, üyelerinin hepsi aynı koşullar içinde yaşayan ama birbirleriyle gerçek ilişkilerle
birleşmemiş bulunan muazzam bir kitle meydana getirir. Onların üretim tarzları, onları, karşılıklı
ilişkiler kurmaya götüreceği yerde, birbirlerinden ayırır. Küçük köylülerin bu tecrit edilmiş durumu,
Fransa’da ulaşım araçlarının kötü durumu ve köylülerin yoksulluğu yüzünden daha da ağırlaşır. Küçük
bir tarlanın işletilmesi, hiç bir işbölümüne, hiç bir bilimsel yöntem kullanılmasına elvermez, bu
bağımdan da, hiç bir gelişim çeşitliliğine, hiç bir yetenek değişikliğine, toplumsal ilişkilerde hiç bir
zenginliğe elverişli değildir. Köylü ailelerinin her biri, hemen hemen tamamıyla kendi kendisine yeter,
tükettiğinin en büyük bölümünü doğrudan doğruya kendisi üretir, böylece geçim araçlarını, toplumla
bir değiş-tokuştan çok doğa ile yaptığı değişim yoluyla sağlar. Tarla, köylü, ailesi; onun yanında bir
başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile. Bu ailelerden belli bir miktarı bir köy meydana getirir,
belli bir miktar köy de bir idari birimi oluşturur. Böylece, Fransız ulusunun büyük kitlesi, aynı cinsten
büyüklüklerin basit bir toplamı ile, hemen hemen patates dolu bir çuvalın bir çuval patates meydana
getirmesi gibi, aynı biçimden oluşmuştur. (2003, 105)

Buna benzer biçimde Grundrisse’de Marx üretimin her zaman belirli bir tarihsel biçimde gerçekleştiği
anlamında tarihsel olduğunu, buna karşın bir “zihin ayrımı” veya soyutlama olarak bütün bu tarihsel
dönemlerde ortak bir yön bulunduğunu söyler ve bunu “genel olarak üretim” diye adlandırır. Ancak
Marx siyasal ekonominin görevinin toplumsal üretim ilişkilerinin (insanlar arası ve insan ile doğa
arasındaki metabolik ilişkiyi) çözümlemek, her bir döneme özgü yönleri ve bu özgüllüklere karşın bu
dönemlerin ortak yönlerini ortaya çıkarmak olduğunu belirtir. Bir başka deyişle, siyasal ekonominin
görevi farklı ekonomik formasyonların ortak oluşumsal köklerini ideal olarak inşa etmek ve
farklılaşma nedenleri ve yordamlarını ortaya koymaktır. “Genel olarak üretim yoksa, genel üretim de
yoktur… Ensonu, üretim, yalnızca bir özel üretim de değildir. Ancak, her zaman, çok ya da az büyük
ya da verimli üretim dallarının bir bütünlüğü içinde etkin olan belli toplumsal bir gövde, toplumsal bir
öznedir.” (Marx 2013, 22-23).

Soyuttan somuta yükselmek, en belirlenimsiz ve olumsal olanın toplumsal belirlenimlerini ortaya


çıkarabilmek içinse başlangıç noktası mevcut tarihsel verili durumdur. Marx bu durumu, kapitalist
öncesi üretim tarzlarını kapitalist üretim tarzıyla karşılaştırırken şu biçimde formüle eder: “İnsanın
anatomisi, maymun anatomisi için bir anahtardır.” (2013, 39). İnsan anatomisi, maymununkiyle
karşılaştırıldığında daha somuttur zira “somut, birçok belirlenimin sentezi, dolayısıyla da çeşitliliğin
birliği olduğu için somuttur.” (2013, 35).

Bu noktada yukarıda sözü edilen Marx’ın yönteminin ikinci özgüllüğüne varıyoruz: Araştırma tarzı ile
sunuş tarzı arasındaki fark ve birlik somut ile soyut arasında bu diyalektik ilişkinin bir yansımasıdır.
Marx Kapital’in birinci cildinin ikinci Almanca baskısına yazdığı önsözde bu konuyla ilgili şunları
söyler:

Şüphesiz, sunuş tarzının araştırma tarzından şekil olarak ayrılması gerekir. Araştırma sırasında,
malzemenin tüm ayrıntılarıyla ele alınması, farklı gelişim biçimlerinin çözümlenmesi ve bunların iç
bağlantısının keşfedilmesi gerekir. Gerçek hareket, ancak bu işin yapılmasından sonra, uygun şekilde
betimlenebilir. Bu başarıldığında ve malzemenin yaşamının aynadaki gibi ideal bir yansımasına
ulaşıldığında, a priori bir yapıyla karşı karşıya olunduğu sanılabilir. (2010, 28)

Yine de bu ayrım mutlak değildir; nasıl ki somut ve soyut sürekli yer değiştiriyor ve her diyalektik
döngüde biri ötekinin bir uğrağı olarak ortaya çıkıyorsa, sunuş tarzı ile araştırma tarzı da somutta
diyalektik birliğine kavuşur.
Somut, gerçeklikte ve dolayısıyla da sezi [Anschauung] ve tasarım [Konzeption] için çıkış noktası
olmakla birlikte, düşüncede, o, çıkış noktası olarak değil, sonuç olarak, toplulaşma olarak ortaya çıkar.
Birinci yöntemde, tasarımın bütünlüğü soyut bir belirlenime ulaşmak için kaybolur; ikincide, soyut
belirlenimler, somutun düşünce yoluyla yeniden-üretimine götürür. (2013, 35, vurgu eklendi)

Marx diyalektik yönteminin bu temel “yasalarının” gizemlileştirilmiş bir biçimde de olsa Hegel
tarafından ortaya konduğunu belirtir ve bu anlamda kendisini Hegel’in “öğrencisi” sayar (2010, 29).
Yine de Marx’a göre Hegel’in sapkın diyalektiğinde Tin her şeyin ondan türetilebildiği boş bir özneye
dönüşür öyle ki Hegel’in niyetinin de tersine öz ve görünüm arasındaki ilişki, tıpkı deneycilik ve kaba
materyalizmde olduğu gibi dışsal, mekanik nedensel bir ilişkiye dönüşür. Hegel, somut durumun
somut mantığını çıkarsayacağına, önceden hazır, Tinin mantığını varsayar: Bu anlamda
görüngübilimde soyuttan somuta yükseliş gibi görünen hareket boş bir totolojiye dönüşür. Hegel özün
belirme mantığının açıklanması olan görüngübilim yerine görüngüye hapsolur ve ötesine geçemez.
Hegel için her şey düşüncenin yansımasıdır; onun kaygısı “siyasal gövdenin mantığı” değil “mantığı
için siyasal bir gövde oluşturmaktır” (Marx 1975, 48). Marx içinse görüngübilim maddi olanın ideal
inşası, görüngünün somutlaştırılmasıdır. Bu anlamda Kapital “emeğin görüngübilimi”dir.

Meta, yukarıda da belirtildiği gibi, kullanım nesnesinden farklı olarak değişim değeriyle belirlenir.
Değer ise, değer taşıyıcısı olarak belirli bir metanın üretimi için gerekli ortalama zorunlu toplumsal
emek zamanı ile belirlenir. Zorunlu toplumsal zaman cinsinden ifade edilen emek, eş deyişle evrensel
bir değişken olan soyut zamanın tahakkümüne giren emek değerin özünü oluşturur. Soyut emek, bir
parçacığının bile kullanım nesnesinde bulunamayacağı toplumsal bir tözdür. Toplumsal bir töz olarak
değer “ideal” maddi bir ilişki, gerçek bir soyutlamadır. Değerin taşıyıcısı olarak meta bu yüzden farklı
iki düzlemde bir çelişkinin ifadesidir. Kapitalist toplumda kullanım nesnesinin var olma biçimi ile
toplumsal bir töz olarak değerin var olma biçimi çelişir ancak değerin gerçekleşebilmesi aynı zamanda
onu kullanım nesnesine bağımlı kılar; ne var ki bu ikisi arasındaki ilişki değişir: Kullanım-değeri
değerin bir uğrağına dönüşür. Öte yandan, basit meta mübadelesinde daha sonra C metasıyla mübadele
edilmek üzere A metasıyla mübadele edilen B metasının kullanım değerinin bu mübadele çevriminin
doğasıyla ilişkisi yoktur. Ancak emek ile sermayenin mübadele ilişkisine girdiği kapitalist ekonomide
artık basit mübadele düzleminde değiliz. Sermaye ile mübadele edilen ve üretim sürecinde tüketilen
emek gücü yalnızca değer değil; artı-değer de üretir: Değerlenme emek gücünün bu “üretici
tüketiminin” sonucudur. Dahası, bu mübadele ilk ve tek gerçekten toplumsal üretim ilişkileri olan
kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin temelinde gerçekleşebilir. Rosdolsky’nin belirttiği gibi,
“sermaye ile emek arasındaki mübadelede kapitalist üretim sürecini ve bizzat sermaye ilişkisini inşa
eden şey kapitalist tarafından satın alınan metanın (emek gücünün) kullanım değeridir” (1977, 84).
Kullanım değerinin değerin bir uğrağına dönüşümü bu özgül metanın, eş deyişle emek gücünün
kullanım değerinin tüketilmesinin doğrudan değerlenmekle sonuçlanmasına yol açan kapitalist
toplumsal üretim ilişkileridir.

Metanın bu ikili doğası metada cisimleşen emeğin ikili doğasından kaynaklanmaktadır. Kapitalist
üretim ilişkilerinde emek bir yandan metanın kullanım değerinde ifade bulan kullanışlı veya somut
emek biçiminde belirir, öte yandan metanın değerinde ifade bulan türdeş, soyut emek biçiminde
gerçekleşir. Değer türdeş emek niceliklerinin bir toplamıdır. Başka bir deyişle, kapitalist emek
sürecinde bir yandan toplumsal gereksinimleri giderecek kullanım nesneleri üretilir, öte yandan da
toplumsal bir töz ve soyut emeğin ifadesi olan değer üretilir. Değer üretimi insanların emeklerini eşit
saymalarını sağlar; böylece farklı emek ürünleri birbiriyle mübadele edilebilir eşit nicelikler olarak
belirir. Bir başka deyişle, insanlar ürettikleri farklı nesneleri türdeş insan emeğinin cisimleşmesi
gördüklerinden dolayı bu ürünleri mübadeleye sokmazlar; tersine “farklı türden ürünlerini mübadele
sırasında birbirlerine eşitlerken, kendi farklı emeklerini insan emeği olarak birbirlerine eşitlerler”
(Marx 2010, 84). Farklı emeklerin değer tarafından eşit olarak varsayılması meta fetişizminin başka
bir görünümüdür: Üreticiler arasındaki ilişkiler, aslında bu üreticilerin faaliyet yasalarının ifadesinden
başka bir şey olmayan, metalar arasındaki ilişki yasaları tarafından belirlenir.

Paranın sermayeye dönüşümü basit mübadele çevriminin sermaye çevrimine dönüşmesine ve artı-
değer üretimine bağlıdır. Basit mübadelede mübadelenin amacı belirli somut bir gereksinimin
karşılanmasıdır. Sermaye çevriminde ise mübadelenin amacı bizzat paradır. Marx’ın deyişiyle,
sermaye çevrimi sermayenin bir kişileşmesi olan kapitalistin cebinde başlar ve orada son bulur.
Ancak, P-M-P çevriminin bir anlam ifade edebilmesi çevrimin sonunda kapitalistin cebine dönen
paranın başlangıçtaki paradan daha fazla olmasını gerektirir; aksi halde kapitalist böyle bir döngüyü
başlatma zahmetine girmez.

Marx artı-değer kaynağının bir metanın ortalama değeri üzerinde bir fiyattan satılması veya ortalama
değerinin altında bir fiyattan alınması ile açıklanamayacağını söyler; edimsel durumdaki fiyat
dalgalanmaları bir yana, metanın değeri ancak ve ancak onun üretilmesi için gereken zorunlu ortalama
toplumsal zaman ile belirlenir. Arı biçiminde metaların mübadelesi eşit değerlerin mübadelesidir.
Öyleyse paranın sermayeye dönüşümünün kaynağı mübadele alanı olamaz. “Artık değerin dolaşımdan
doğamayacağını, dolayısıyla da oluşumu sırasında, dolaşımın dışında, dolaşımın içinden
görülemeyecek bir şeylerin olması gerektiğini görmüş bulunuyoruz” (Marx 2010, 168). Ancak değerin
gerçekleşmesi aynı zamanda bir metanın başka metayla mübadelesi olmaksızın olanaksızdır; bir başka
deyişle, bir metaya eklenen emek onun değerini artırabilir ancak özdeğerlenmeye yol açmaz. Belirli
bir hammaddenin işlenmesinden sonra ortaya çıkan fazladan değerin gerçekleşmesi bu yeni metanın
mübadele alanında parayla mübadele edilmeksizin olanaksızdır. Dolayısıyla, “sermaye dolaşımdan
doğamaz, ama dolaşımdan ayrı olarak doğması da en az o kadar imkânsızdır. Sermaye aynı anda hem
dolaşımda doğmak ve hem de dolaşımda doğmamak zorundadır” (Marx 2010, 168). Para sahibi olan
kapitalist metaları değerlerinde satın alıp ve değerlerinde satmalıdır ama aynı zamanda bu sürecin
sonunda mübadelenin başlangıcında dolaşıma soktuğundan daha fazla değer elde edebilmelidir. Bay
Sermaye tüketiminin (kullanım değerinin) değer üretmekle özdeş olan bir meta satın alabilmelidir.
“Bu meta, emek kapasitesi (Arbeitsvermögen) ya da emek gücüdür (Arbeitskraft)” (Marx 2010, 170).

Emek gücünün satın alınabilmesi bu kapasitenin metaya dönüşmesini gerektirir. Emek gücünün bir
metaya dönüşebilmesi için emeğin iki anlamda “özgürleşmesi” gerekiyor: Öncelikle emek gücü sahibi
bu özgül metanın sahibi olmalı; bu koşul sağlandığında emek gücü sahibi bu metayı mübadele
alanında “özgürce” satabilme olanağını elde eder. Bu durum aynı zamanda emek gücü sahibinin bu
metayı bir bütün olarak değil; belirli bir süreliğine satmasını gerektirir zira bu metayı veya kendisini
bütünüyle satmak özgürlüğünden feragat etmesi anlamına gelir ve bir meta satıcısından bir metaya
dönüşür.

Emek gücünün bir metaya dönüşüp mübadele alanında sermaye ile ilişkiye girmesinin ikinci bir
koşulu ise emek gücü sahibinin gereksindiği metalara, daha da önemlisi bu metaların üretimine
yarayacak üretim araçlarına erişiminin olmamasıdır. Bir başka deyişle, emek gücü sahibi üretim
araçlarından da “özgür” olmalıdır ve bu özel metadan başka bir metaya sahip olmamalıdır. Bu nedenle
üretim araçlarının özel mülkiyeti kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu mülkiyet biçimidir. Burjuva
özel mülkiyetinin “olumsuz” görünümü doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrılığı, “olumlu”
görünümü ise bu araçların gerçek veya tüzel kişilerin mülkü olmasıdır. Marx Kapital’den çok önce bu
durumu şu biçimde betimler:

Proletarya ve zenginlik, karşıt şeylerdir. Karşıt şeyler olarak bir bütünlük oluştururlar. Her ikisi de
özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdırlar. Sorun, onlardan her birinin bu çelişki içinde hangi belirli
yeri tuttuğunu bilmektir. Bunlar bir bütünün iki yüzüdür demek, yetmez.

Özel mülkiyet olarak, zenginlik olarak özel mülkiyet … çelişkinin olumlu yanıdır.

Tersine, proletarya, proletarya olarak … çelişkinin olumsuz yönü, çelişkinin yüreğindeki tasa, yok
olmuş ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir. (Marx 2016, 57-58)

Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, eş deyişle emek gücünün “özgürleşmesi” kapitalist üretim
ilişkilerinin ortaya çıkmasının koşuludur. Özgür emek yokluğunda salt meta ve para dolaşımı
kapitalist üretim ilişkilerinin ve kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasına yetmez. Tam bu anlamda
sermaye bir şey –birikmiş para, altın, vb.—değil; toplumsal bir ilişki olarak ortaya çıkar. Marx’ın daha
önce belirttiği gibi para (toplumsal bir ilişki olarak) sermayeyi önceler ancak paranın gerçek özüne
kavuşması veya kavramının altına girmesi (eş deyişle, belirlenim kazanıp ortak oluşumsal kökünün bir
uğrağına dönüşmesi) ancak ve ancak paranın sermayeye dönüşmesi ile olanaklı olur. Paranın
sermayeye, basit meta mübadelesinin de kapitalist mübadeleye dönüşmesi ancak ve ancak bu
toplumsal ilişkinin kurulmasıyla, eş deyişle emek gücünün metalaşması ve bunun koşulu olan emek
gücü sahibinin bu çift anlamlı “özgürleşmesiyle” olanaklıdır.

Demek ki, kapitalist çağı karakterize eden şey, işçinin kendi gözünde emek gücünün kendisine ait bir
meta biçimini alması ve dolayısıyla emeğin ücretli emek biçimine dönüşmesidir. Diğer yandan emek
ürünlerinin meta biçimini alması ancak bu andan itibaren genelleşir. (Marx 2010, 172, n. 42)

Emek gücünün metaya dönüşmesi ve toplumsal bir ilişki olarak sermayenin ortaya çıkması üretim
sürecinin özniteliğini de değiştirir. Genel anlamıyla üretim, insanların çalışma aygıtlarını işe koşarak
toplumsal doğayı gereksinimleri doğrultusunda zapturapt altına almaları demektir. Ancak bu, en soyut
ve en genel anlamıyla üretim sürecini imler. Emek gücünün sermaye sahibi tarafından satın alınması
ve tüketilmesi ise iki özgül görüngünün ortaya çıkmasına yol açar. İlkin, “işçi, emeğinin kendisine ait
olduğu kapitalistin denetimi altında çalışır” (Marx 2010, 188). Bu anlamda işçi sermayenin bir
kişileşmesi olan kapitalistin istencine uygun davranır, sermayenin gereklilikleri doğrultusunda üretici
etkinlikte bulunur. Bu süreçte çocuğun gelişim süreci boyunca başkasının (ebeveyn, öğretmenler vb.)
istencini içselleştirip öz istencini oluşturma süreci olumsuzlanıp yeniden olumlanır: İşçi kendi
istencini sermaye istenci lehine olumsuzlar ve öz istencini sermayenin istencinin görüntüsü olarak
yeniden kurar. İşçinin istenci “sermayenin kendi suretinde kurduğu dünyaya” (Marx & Engels 1976,
488) uygun bir istence dönüşür. “Ama ikincisi, ürün, onun dolaysız üreticisinin, yani işçinin değil,
kapitalistin malıdır” (Marx 2010, 188). Bunun nedeni işçinin emek gücünün kullanımını kapitaliste
satmasıdır. Bir metanın alıcısı bu metayı, son çözümlemede, kullanım değerinden dolayı satın alır.
Emek gücü alıcısı kapitalist de bu kuraldan müstesna değildir. Bu yüzden emeğin etkinliğinin sonucu
olan ve artı-değer taşıyıcısı metalarda cisimleşen emek gücü, “mantıksal” açıdan, kapitaliste aittir. Bu
emek gücünün metalaşmasının zorunlu ve dolaysız sonucudur.

Kökensel birikim

Yukarıda söylenenlerden emeğin “özgürleşmesinin” kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin ve


burjuva özel mülkiyetinin hem koşulu, hem sonucu olduğu, eş deyişle bunların birbirlerinin
dolayımları oldukları ortaya çıkar. Burjuva özel mülkiyeti olmaksızın, pazarda “eşdeğer” metalarını
mübadele edecek meta sahipleri (para sahibi kapitalist ve emek gücü sahibi işçi) ortaya çıkamaz. Öte
yandan, işçi iki anlamda (üretim araçlarından özgürleşmeden ve elindeki biricik meta olan emek
gücünü satabilme özgürlüğüne kavuşmadan) “özgürleşmeden” ve bunun sonucunda emek gücü bir
meta olarak sermaye-para ile mübadeleye girmeden kapitalist üretim ilişkileri inşa edilemez. Burjuva
özel mülkiyeti (üretim araçlarının özel mülkiyeti) ve özgür emek karşılıklı olarak birbirlerinin var
olma biçimleridir—bu karşılıklılık sınıfsal bir ilişkiyi imler.

Sınırları içinde emek gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadelesi alanı, gerçekten
de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Burada tek sözü geçen, Özgürlük,
Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da
satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit
kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur.
Eşitlik! Çünkü, birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan
şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta
bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtar maya çalışır. Bunları bir araya
getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel
çıkarlarıdır. (Marx 2010, 177-178)

De Angelis’e göre, kökensel birikim kavramı iki kavramsal çıkarımı olanaklı kılmaktadır: Bu kavram
bir yandan üreticiler ile üretim araçlarının “zor kullanımıyla” ayrılmasını, öte yandan bu zoraki
ayrılmanın çok sayıda farklı biçimlere büründüğü olgusunu imler. De Angelis, kökensel birikim
kavramının bir sınıf ilişkisi olarak sermaye ile bağlantılı olduğunu ifade eder (2001, 5) ve buna
dayanarak üç önemli belirlemede bulunur. Buna göre 1) gerek kökensel birikimin gerek genel
birikimin merkezinde, yukarıda değinilen üreticiler ile üretim araçları arasındaki ayrılık yer alır; 2) bu
ayrılık Marx’ın siyasal ekonomi eleştirisinin merkezi kategorisidir; 3) Birikim ve kökensel birikim
arasındaki fark özsel değil; ayrılığın sağlandığı biçimler ve koşullarla ilişkilidir (2001, 6). De
Angelis’in yorumunda özellikle dikkat çeken şey kökensel birikim ile sınıf mücadelesi arasında
kurduğu bağdır[5]. Kökensel birikim ile sınıf savaşımının ilişkisini açıklığa kavuşturmak için, Karl
Polanyi’ye göndermede bulunarak, De Angelis Marx’ın kapitalist toplumu çözümlemesinde ikili bir
hareketten söz eder: Sermayenin sonsuz değerlenme isteği ve buna karşı, örneğin, işgününü
uzunluğunun belirlenmesinde olduğu gibi, toplumun direnci. Angelis’e göre bu durum sınıf
savaşımının bu gibi direniş hareketlerine içkin olduğunun göstergesidir. Ne var ki De Angelis bu
durumda devletin rolüne ilişkin bir şey söylemez. Ona göre kökensel birikimin nesnesi sadece ortak
kullanım alanları, toprak vb. değil; sermayenin hareketini daraltacak veya ona yeni hareket alanları
açacak sınıflar arasındaki herhangi bir güç dengesidir (2001, 14). Ancak sınıf savaşımının “siyasal”
yönünü, bu savaşımın burjuvazi adına özünde devlet eliyle yürütüldüğünü görmezden gelir. De
Angelis’in betimlemesi, üreticilerin siyasal dolayıma karşın üretim araçlarına doğrudan
ulaşabilecekleri izlenimine yol açar ve niyetine karşın siyasal ile ekonomik olanı apayrı iki alan sayan
geleneksel ekonomist bakışı yeniden-üretir.

Michael Parelman’ın, “İlkel Birikimin Gizli Tarihi”nde İngiltere çiftçilerinin toprakları ve ortak
alanlarının zor alımının bir anlamda “yasal” olduğu, zira geleneksel olarak çiftçilerin yasal mülkiyet
hakları bulunmadığı ve toprak veya ortak alanlar üzerindeki hakları “geleneksel haklar” alanına girdiği
(2001, 7) belirlemesi ise kapitalist üretim ilişkilerinin inşasında devletin rolünü gösterir gibidir. Bu
durum, devletin “yasal” mekanizmaları ve kanunlarının kökensel birikimin nasıl da ayrılmaz bir
parçası ve kurucu bir öğesi olduğu, dahası birikim sürecinin yasal varoluş biçimi olduğunun göstergesi
olarak da yorumlanabilir. “Piyasa geliştikçe toprağa susamış ilk zarifler ve daha sonra burjuvazi bu
geleneksel hakları bertaraf edecek yasal bir yapı oluşturmak için devleti kullandı” (2001, 7).

Marx Kapital’de kökensel birikimin siyasal ekonomideki rolünü teolojideki “ilk günaha” benzetir.
Buna göre, burjuva siyasal ekonomiciler, işçilerin emek gücünden başka bir şeyleri olmamasını, buna
karşın kapitalistlerin üretim araçlarına ve işçiyi işe koşacak sermayeye sahip olmalarını, talihsiz
işçilerin atalarının tembelliğine ve talihli kapitalistlerin atalarının varyemezliklerine bağlamaya
çalışırlar. Onlara göre bu durumun, Âdem’in elmayı ısırması gibi, geçmişte gerçekleşen bir olaydır,
kapitalist üretim tarzı da bu geçmişteki günahın doğal sonucudur. Burjuva siyasal ekonomisinin bu
doğalcılığına karşı Marx üretim ve geçim araçlarının yanı sıra para ve metanın “kendinde” sermaye
olmadıklarını, bunların sermaye dönüşebilmesi için belli koşulların oluşması gerektiğini söyler. Bunun
için toplum, bir yandan emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan özgür işçilere, öte yandan
ellerindeki değeri artırmak için bu işçilerin emek güçlerini satın almaya can atan sermaye sahiplerine
bölünmelidir (2010, 686-687). Bir başka deyişle, kapitalist üretim ilişkilerinin gerçekleşebilmesi için
değer kavramının ortaya çıkması gerekir. Marx’ın Aristoteles’in neden değer kavramını çıkarsamadığı
üzerine söylediği gibi, değer kavramının ortaya çıkması ise bu kavramın özünü oluşturan genel (soyut)
emeğin ortaya çıkmasını gerektirir.

Değer ifadesinin sırrı, yani genel olarak insan emeği oldukları için ve oldukları ölçüde bütün
emeklerin eşit ve eş değerde olmaları, insanların eşitliği kavramı halkın bir ön yargısı haline gelerek
yerleşiklik kazanmadan çözülemez. Ama, bu da ancak meta biçiminin emek ürününün genel biçimi
halini aldığı ve dolayısıyla insanlar arasındaki meta sahipliğine dayanan ilişkinin egemen toplumsal
ilişki haline geldiği bir toplumda mümkün olur. (Marx 2010, 71)

Değer kavramının ortaya çıkabilmesi için emek gücünün bir metaya dönüşmesi gerekir; bunun
koşuluysa, daha önce de söylendiği gibi, burjuva özel mülkiyeti, üreticilerin emek güçlerini satmak
dışında geçimlerini sağlamak için başka bir araçları olmamasının sağlanmasıdır. Kapitalizm bu
ayrılmayı yaratıp koruduğu gibi onu sürekli büyütür ve yeniden-üretir.
Dolayısıyla, sermaye ilişkisini yaratan süreç, işçiyi kendi çalışma koşullarının mülki-yetinden ayıran
süreçten başka bir şey olamaz… İlk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel
bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir “ilk” süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile
uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir. (Marx 2010, 687)

Parelman, Kapitalizmin İcadı’nda, Marx’ın, burjuva siyasal ekonomisinin mitolojik yaklaşımına karşı
okurun dikkatini kapitalist düzenin bizzat şu andaki felaketlerine çekmek için kökensel birikimin
sürekliliğini göz ardı ettiğini ileri sürer (2000, 30). Bu bakışı, Marx’ın kökensel birikim üzerine
yazdıkları göz önünde tutulduğunda şöyle geliştirmek olanaklıdır. Kökensel birikim ancak ve ancak
kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla gerçekleşir veya bu ilişkilerin gerçekleşmesini imler.
Örneğin, kökensel birikim yalnızca kapitalizmin kanlı “başlangıcını” temsil etmez; “sermaye tepeden
tırnağa kana bulandığından” (Marx 2010, 727) ve kapitalizm barbarca ve hunharca bir düzen
olduğundan kökensel birikim de hep kanlı olagelmiştir. Şiddet, sermayenin ikizidir. Bu şiddet, ister
doğrudan bedensel şiddet biçiminde anlaşılsın, ister sermayenin “eğitici” disiplini biçiminde, ancak ve
ancak siyasal dolayımla, eş değerle devlet aracılığıyla uygulanabilir. Bu bağlamda, örneğin, Sven
Beckert Pamuk İmparatorluğu’nda kölelik ve öteki baskı mekanizmalarının kapitalizmin yapısal
olmazsa olmaz öznitelikleri olduğunu gösterir. On sekizinci yüzyılda Birleşik Krallık gelişen pamuk
endüstrisinin hammadde gereksiniminin nasıl karşılanacağı henüz meçhuldür. Osmanlı topraklarında,
doğu Hindistan ve Çin’de yetişen pamuk bu gereksinimi karşılamaktan uzaktır. İşte bu evrede Kuzey
Amerika’da yoğun köle emeğine dayalı pamuk üretimine geçilir. Burada “kölelik, uygun hava
koşulları ve verimli topraklar kadar yeni pamuk imparatorluğunun kurulması için zorunludur” (2015,
93). Bunun yanı sıra, Kuzey Amerika’da pamuk ekiminin gerçekleştirilmesi için devlet müdahalesi
zorunlu bir koşuldur. 1786 yılında Birleşik Krallık devleti çiftlik sahiplerini pamuk ekmeye
özendirmek için onlara karşılıksız toprak vaadinde bile bulunur. Beckert’in deyişiyle “böyle bir devlet
desteği … endüstriyel üretim için gereken hammadde akışının küresel ölçekte güvenceye alınması için
devletin müdahalesinin yaygınlaşacağı gelecekteki bir duruma işaret eder” (2015, 100). Dahası,
ABD’nin dünyanın en büyük pamuk sağlayıcısına dönüşmesi, her şeyden öte yerlilerin savaş yoluyla
topraklarından sürülmesi ve kolonicilerin bu “sahipsiz” toprakları politikacıların (devletin) yardımıyla
ele geçirmesiyle gerçekleşebilirdi. Bu siyasi baskı sadece yerli topraklarını ele geçirmek için değil;
köle emeğini sağlamak için de gerekliydi (Beckert 2015, 115).

David Harvey ise kapitalizmin inşası ve birikimin sürekliliğinde devletin rolü konusuna daha açık
biçimde değinir. “Yeni Emperyalizm” başlıklı makalesinde Harvey yeni emperyalizmi kapitalizmin
birikimin sürekliliğini merkezde sağlayamadığı dönemlerde merkez ülkelerden çeper ülkelere sermaye
aktararak çeperde mülksüzleştirme yoluyla birikimi sağlaması olarak tanımlar (2004, 64). Harvey’ye
göre Marx’ın genel birikim kuramı kökensel birikim süreçlerini dışta bırakır (2004, 73). Bu yönüyle
Harvey Marx’ın kökensel birikimi hala tarih-dizimsel bir an olarak değerlendirdiğini iddia eder. Ona
göre Marx “zor” kullanımıyla birikimin sağlanmasını kapitalizmin “başlangıç” dönemiyle sınırlandırır
(2004, 74). Harvey de, Marx gibi, kökensel birikim sürecinde devletin rolünün önemine dikkat çeker.
Ancak özellikle Çin ve genel olarak küresel ölçekte özelleştirmeler konusunda söyledikleri (kökensel)
birikim konusundaki önermelerini bulanıklaştırır. Harvey’ye göre Çin’de yakın zamana dek devletin
mülksüzleştirme yoluyla kökensel birikime karşı durdurucu (olumsuz) bir etkisi bulunuyordu. Buradan
Harvey açısından devlet mülkiyetinin kapitalist özel mülkiyet anlamına gelmediği sonucu çıkar.
Dahası, Harvey açısından kapitalist özel mülkiyet, olumsuz anlamda, işçilerin üretim araçlarından
ayrılığı anlamına gelmez. Bu yüzden de yeni emperyalizm döneminde mülksüzleştirme yoluyla
kökensel birikimin sürekliliğini uluslararası finans sermayenin dayatmasıyla yapılan özelleştirmelerle
özdeşleştirir (2004, 75). Ona göre “mülksüzleştirme yoluyla birikim (özellikle özelleştirme yoluyla)
küresel kapitalizmin merkezi özgüllüklerinden birine dönüştü” (2005, 78). Bu anlamda her ne kadar
Harvey, Marx’a atfettiği, kökensel birikimin kapitalizmin başlangıç evresine ait olduğu yorumuna
karşı bunun sürekliliği savını savunmaya çalışsa da bu sürekliliği kapitalizmin yapısal bir özgüllüğü
olarak değil; dışsal ve olumsal bir nitelik olarak ele alır.

Marx Kapital’in birinci cildinde özgür işçiler sınıfının kanlı oluşum tarihini ayrıntılarıyla anlatır. 14.
yüzyıldan başlayarak çoğunluğu kendi toprağı üzerinde çalışan kır nüfusunun çeşitli biçimlerde
topraklarına el konulmasıyla bu nüfus üretim araçlarından (topraktan ve kamuya ait alanlardan)
yoksun bırakıldı. Ancak kapitalist üretim tarzının temelleri büyük ölçüde 16. yüzyılda atıldı. Bunun
yanı sıra, Avrupa’nın büyük toprak sahiplerinden kilisenin mallarına da el konulması kitlelerin
proleterleşmesine yeni bir itki kazandırdı.

Bu mülksüzleştirme hareketlerinin ortak özelliği ise hepsinin devletin zor kullanımına dayanmasıydı.
Mülksüzleştirmeyi tamamlayan süreç ise mülksüzleştirilenlere karşı çıkartılan yasalardı. 1530’da VIII.
Henry’nin çalışamayacak durumdaki engelli ve yaşlılara dilencilik lisansı verilmesini, buna karşı
çalışabilir durumdakilerin kırbaçlanma, araba arkasından sürüklenme vb. çeşitli cezalar öngörüyordu.
“Suçun” tekrarı durumunda kulağının yarısının kesilmesi, üçüncü kez yakalandığında ise idamı
hükmediliyordu (Marx 2010, 704-705). VI. Edward’ın 1547 tarihli yasası ise çalışmayı reddeden
kişinin kaçtığı işverenine köle olarak verilmesini buyuruyordu (Marx 2010, 705). 1572 tarihli
Elizabeth’in buyruğu 14 yaşından büyük sağlıklı kimselerin dilencilik yaparken yakalanması
durumunda, onları hizmetine alacak bir kişinin bulunmaması halinde kırbaçlanmasını ve sol kulağının
kesilmesini, suçun tekrarı durumunda idam edilmelerini emrediyordu (Marx 2010, 705-706). I. James
buyruğuyla ise “ortalıkta dolaşan ve dilenen bir kişi haydut ve serseri ilân ediliyordu. Sulh yargıçları
bunları ağır olmayan suç işlemeleri halinde meydanda kırbaçlatma ve ilk yakalanmada 6 ay, ikinci
yakalanmada ise 2 yıl hapisle cezalandırma yetkisine sahiptir…” (Marx 2010, 706). Bu yasalar
İngiltere’de 18. yüzyılın başlarına kadar yürürlükte kaldı. Benzer uygulamalar aynı dönemde
Fransa’da ve Hollanda’da da bulunur (Marx 2010, 706). Marx’ın belirttiği gibi, bu mülksüzleştirilen
kitle her türlü bedensel baskı ve işkenceyle, kırbaçlanarak ve dağlanarak yeni kapitalist çalışma
disiplinine uygun davranmaya itildi (2010, 707).

Sermaye ilişkisinin gelişimi yalnızca emeği “özgürleştirmekle” kalmıyor; nüfusun bir kesimini de
fazlalık (artık) haline getiriyor. Sermayenin zenginliğinin artmasının zorunlu bir ürünü ve sermaye
tarafından her zaman kullanılmaya hazır bir ihtiyat ordusu oluşturan (Marx 2010, 610) “akıcı, saklı ve
durgun” (Marx 2010, 619) üç biçimde var olan bu artık-nüfus, durgunluk dönemlerinde faal işçiler
üzerinde bir baskı unsuru, ekonomik canlılık ve aşırı üretim dönemlerindeyse çalışan nüfusun
taleplerini dizginleme işlevi görür (Marx 2010, 617). Kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı nüfus
yasasının ürünü olan bu artık nüfusun bir kısmı zamanla yeni üretim alanlarınca, ama daha kötü
çalışma koşullarıyla, özümsenir. Bir başka kısmı ise toplumun kıyısında tedrici bir ölüme terkedilir,
dilencilik, haydutluk ve serserilik yoluyla varlığını sürdürmeye çalışan kesimi ise yukarıda örnekleri
verilen çeşitli yasal buyruklarla kapitalist üretimin gereklerine uygun biçimde yontulur. Marx bu
süreci şöyle özetler:
Bir uçta işin maddi koşullarının sermaye olarak belirmesi ve diğer uçta emek güçlerinden başka
satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların ortaya çıkması yetmez. Bunların kendilerini gönüllü olarak
satmaya zorlanmaları da yetmez. Kapitalist üretimin gelişimi içinde, eğitimleri, gelenekleri ve
alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim tarzının zorunluluklarını apaçık doğa yasalarıymış gibi gören bir
işçi sınıfı oluşur. Bu üretim tarzı tam bir gelişme düzeyine ulaşır ulaşmaz, işleyişi ile her türlü direnci
kırar; göreli bir nüfus fazlasının sürekli varlığı, emek arz ve talebi yasasını ve dolayısıyla ücreti
sermayenin değerlenme ihtiyaçlarına uygun sınırlar içinde tutar ve iktisadi ilişkilerin sessiz baskısı
kapitalistin işçi üzerindeki kesin egemenliğini tamamlar. Gerçi, iktisat dışı, dolaysız zora yine
başvurulur, ama yalnızca istisnai olarak.İşlerin normal akışı sırasında işçi, “üretimin doğal yasaları”na,
yani kapitalist üretimin kendi mekanizması ile yaratılan, güvence altına alınan ve ebedileştirilen
sermaye bağımlılığına terk edilebilir. Kapitalist üretimin tarihsel doğumu sırasında durum başkadır.
Doğum halindeki burjuvazi, ücretleri “düzenlemek”, yani kâr yapma ihtiyaçlarının gerekli kıldığı
sınırlar içinde tutmak, iş gününü uzatmak ve bizzat işçinin kendisini normal bir bağımlılık derecesinde
tutmak için devlet zoruna ihtiyaç duyar ve bunu kullanır. Bu, “ilk birikim”in temel bir unsurudur.
(2010, 707, vurgular eklendi)

Ancak kapitalist devlet şiddeti bu “tarihsel” başlangıç noktasıyla sınırlı değildir. Kapitalist şiddetin
dolaylı ve soyut biçimi onu daha az kanlı veya daha insancıl kılmaz. Nasıl ki devlet kapitalist üretim
ilişkilerinin egemen üretim tarzına dönüşmesiyle işlevsizleşmiyorsa, kapitalist dolaylı ve soyut şiddet
de gerek bedensel şiddet biçimde gerek başka biçimlerde varlığını sürdürür. Kapitalist toplumda
işçinin özgürlüğü sadece görünürde özgürlüktür. Emek gücünden başka satacak metası olmayan kişi
iki seçenek arasında seçim yapmakta özgürdür: Emek gücünü ve kendisini satmak veya artık-nüfusun
bir parçası olmak ve sürekli bir ölümü deneyimlemek.

Romalı köle, sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin
görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmenin fictio
juris’iyle (hukuki sanallığı ile) ayakta tutulur. (Marx 2010, 554)

Köleye karşı “özgür” işçi hem özgürlük bilincine hem de sorumluluk duygusuna sahiptir. Bu
“sorumluluk” duygusu Kant’ın pek sevdiği “özerklik” ve ahlakın kavramının temelini oluşturur.
Ancak bu özerklik veya ahlaki sorumluluk duygusu aslında “özgürlüğün” bir yanılsaması olan, işçinin
çalışma zorunluluğunun görünmez bağlarıyla bağımlı halde olmasından başka bir şey değildir. Köle
bu durumunda sürekli, dolaysız bir zorla tutulur; işçiyse kendisinin ve ailesinin varlığını sürdürmek
için kapitalist tarafından yeniden sömürülmeye bağlı olduğundan bizzat kendisi tarafından, “gönüllü”
biçimde mevcut konumunu sürdürür (Marx 1993, 1031).

Kökensel birikimin sürekliliği ve devlet

Sermaye bildik anlamıyla para değildir; daha önce de söylendiği gibi sermaye her şeyden önce
toplumsal bir ilişkidir. Para sermayenin büründüğü zorunlu bir biçimdir; para sermayenin para
biçiminde gerçekleştiği dolayımdır.
[Metaların] yeniden dolaşım alanına sokulmaları gerekir. Bu, bu metaların satılmaları, değerlerinin
para olarak gerçeklik kazanması, bu paranın yeniden sermayeye dönüşmesi, bu hareketin durmadan
yenilenmesi demektir. Sürekli birbirini izleyen aynı aşamalardan geçerek oluşan bu döngü sermayenin
dolaşım hareketini oluşturur.” (Marx 2010, 545)

Bu döngünün sürekliliğinin sağlanmasının olmazsa olmaz koşulu, kullanım değerinin (tüketilmesinin)


değer ve artı-değer üretilmesine yol açan özgül bir meta olan emek gücünün de sürekli bu döngüye
dâhil olmasıdır. Emek gücünün bir meta olarak dolaşıma girebilmesinin koşuluysa emeğin
“özgürlüğünün” koşullarının sürekli inşası ve yeniden-üretilmesidir. Buna göre kapitalist üretimin
gerçek başlangıç noktası emeğin nesnel koşullarının emeğin öznel etmeni olan emek gücünden
ayrılmasıdır. Bir başka deyişle, emek gücünün bir meta olarak mübadele alanına girebilmesi için
emeğin üretim araçlarından ayrı tutulması gerekir. Bu yolla, “başlangıçta sadece bir hareket
noktasından ibaret olan bu durum, yalnızca sürecin, yani basit yeniden-üretimin sürekliliği aracılığıyla
durmadan yeni baştan üretilir ve kapitalist üretimin kendine özgü bir sonucu olarak ebedileşir” (Marx
2010, 551). Dahası, işçinin bu ayrılık koşullarının süreklilik kazanması yoluyla yeniden-üretilmesi
kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu koşulu olarak belirir. Bu anlamda kökensel birikim kapitalist
üretim ilişkilerinin özünü ve bir toplumsal ilişki olarak sermayeyi inşa ettiği savı bir kez daha
doğrulanmış olur.

Başlangıçta işe koşulan sermaye birikim çevriminin tamamlanmasıyla ortadan kaybolmaz.


Başlangıçtaki sermaye kendini yeniden-üretmeyi ve artı-değer üretimini sürdürür. Bu, gerek
başlangıçtaki sermaye gerek bu sermaye tarafından belirlenen yeni sermaye için geçerlidir. Bu
anlamda başlangıçtaki birikim sadece mantıksal anlamda bir başlangıçtır; bu başlangıç ortadan
kalkmaz ve birikim sürecinde varlığını sürdürür. Böyle düşünüldüğünde bütün birikim süreci
başlangıçtaki birikim veya kökensel birikimdir.

Artık-emeğin sahiplenilmesinde de benzer bir durum söz konusudur. Sermayenin biricik ereği daha
fazla artık-emeği sahiplenmektir ve bu süreç daha önceki artık-emeğin sahiplenilmesine
dayanmaktadır. Bu anlamda da sermaye birikimi başlangıçtaki (kökteki) birikimin sürekli inşası ve
yeniden-üretilmesidir. Bu yüzden klasik siyasal ekonominin sermayenin “kökensel emeğe” dayalı
olarak sahiplenilmesi gereken bir şey olduğu kavramsallaştırması fetişisttir.

Daha önceki karşılığı ödenmemiş emek üzerindeki mülkiyet, şimdi, karşılığı ödenmeyen canlı emeğe
bugün gittikçe büyüyen bir ölçüde sahip olabilmenin biricik koşulu olarak ortaya çıkıyor. Kapitalist,
ne kadar çok biriktirmişse, o kadar çok biriktirebilecek durumda oluyor. (Marx 2010, 564)

Bizzat başlangıçtaki sermaye el konulmuş artı-değer biçimindeki başkalarının artık-emeğinin bir


bölümünden başka bir şey değildir. Eldeki bu sermaye daha fazla emek gücü satın alarak sadece
kendisine eşit bir niceliği değil; daha fazla bir artık-değer üretir, bu da sermayenin büyümesine ve
birikimin artmasına yol açar. Bu da ancak ve ancak mübadele alanında satın alınabilecek bir meta
olarak emek gücünün ortaya çıkabilmesinin koşullarının inşasına bağlı bir süreçtir. Görünürde her şey
metaların eşit mübadelesi yasasına uygun biçimde cereyan etmektedir, ne var ki emek gücünün
sermaye ile mübadelesi söz konusu olunca eşit değerlerin mübadelesi dolaşım alanına ait bir
yanılsamadan başka bir şey olmaz.

Emek gücünün devamlı olarak alınıp satılması, biçimdir. İçerik, kapitalistin, bir eşdeğer karşılığını
vermeksizin durmadan el koyduğu nesnelleşmiş yabancı emeğin bir kısmını elden çıkararak,
durmadan daha büyük miktarda yeni yabancı canlı emek ele geçirmekte olmasıdır… Mülkiyet ile
emek arasındaki ayrılma, görünüşte bunların özdeşliğinden doğmuş olan bir yasanın zorunlu sonucu
oluyor. (Marx 2010, 564-565)

Birikim para birikimini değil; sermayenin özdeğerlenme sürecini imler. Bir başka deyişle, birikim bir
toplumsal ilişki olarak sermayenin büyüme sürecidir. Bu büyümeye sermayenin her iki bileşeninin
büyümesi dâhildir öyle ki “sermaye birikimi proletaryanın çoğalması demektir” (Marx 2010, 594).
Kökensel birikimin kapitalist üretim ilişkilerin “tarihsel” başlangıcını imlediği savını da bu doğrultuda
yorumlamak gerekir.

Meta üretiminin meydana getirdiği temel, boyutları gittikçe büyüyen üretimi, ancak kapitalist biçim
içinde taşıyabilir. Bundan ötürü, bireysel meta üreticilerinin ellerinde belli bir sermayenin birikmiş
olması, özgül kapitalist üretim tarzının ön koşulunu oluşturur. İşte bu nedenle, zanaatçılıktan kapitalist
işletme biçimine geçilirken bunun bulunduğunu varsaymak zorunda kalmıştık. Kapitalizme özgü
üretimin doğurduğu tarihsel bir sonuç olmadığı, aksine, kapitalizme özgü üretimin temelini
oluşturduğu için, bu birikime ilk birikim [ursprüngliche Akkumulation] adı verilebilir. (Marx 2010,
603)

Kapitalist üretim ilişkilerinin inşası için sadece yeter sayıda işçiyi işe koşacak belirli bir sermayenin
varlığı yeterli değildir; bunun için aynı zamanda işe koşulacak yeter sayıda “özgür” işçi de var
olmalıdır. Özgül kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkabilmesini sağlayan varsayımsal tarihsel bir
başlangıç noktası bile özünde doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrı tutulduğu bir toplumsal
ilişki olan sermayeyi varsayar. Marx sermayenin organik bileşimini tanımlarken işçi sınıfını değişken
sermaye, üretim araçlarını da sabit sermaye olarak ele alır. İşte bu anlamda da özgül kapitalist üretim
ilişkilerinin gerçekleşmesi için bir toplumsal ilişki olarak sermayenin var olması gerekir. Marx’ın
sözünü ettiği bu tarihsel başlangıçtaki sermayenin niceliği işte sermayenin bu her iki bileşenini
kapsayacak biçimde düşünülmelidir. Sorun, belirli bir kapitalistin elinde belirli miktarda para
biçiminde bir sermayenin “birikmesi” değildir. İşçi sınıfına verilen ücret zaten işçi sınıfının “geçen
hafta ürettiği değerin bir kesimidir”. Bu gerçeği görmezden gelmek klasik siyasal ekonominin ücreti
bir “gelir” biçimi olarak tanımladığı teslis formülüne geri düşmektir. Özgül kapitalist üretim
ilişkilerinin ve bu ilişkilere karşılık gelen üretim tarzının “tarih öncesini” imleyen kökensel birikim
sürekli biçimde yeniden-üretilir ve bütün kapitalist üretim ve birikim süreçlerine eşlik eder. Marx bu
sürecin iki özgüllüğü olduğundan söz eder: “Kapitalist üretim sürecinin sonucunda sürekli büyüyecek
biçimde bizzat bu ilişkinin yeniden-üretilmesi ve bu ilişkilerin tarihsel olarak ilk kez ortaya çıktığı ve
daha sonra gelişmiş kapitalist toplumun yüzeyinde sürekli yenilenen özgül biçimi” (Marx 1993, 1063).
Bu sürekli yenilenen özgül “tarihsel” biçim ise işçilerin mülksüzlüğüdür. İşte bu anlamda “kökensel
birikim sürekli biçimde yeniden-üretilen birikimdir” (Bonefeld 2001, 1).

Bir dolayımlar toplumu olan kapitalist toplumda, yukarıda da belirtildiği gibi, tahakküm de dolaylı bir
biçime bürünür. Kapitalist tahakküm siyasi dolayımla gerçekleşir. Bu dolaylılık öncelikle servetin
meta biçiminde belirdiği ve bir evrensel yok-varlık olarak değerin taşıyıcısı olduğu üretim ilişkilerinin
siyasal var olma biçimidir. Değer asla dolaysız biçimde belirmez, en belirlenimsiz ve soyut düzeyde
bile ancak ve ancak bir eşdeğer dolayısıyla göreceli olarak ifade edilir. Değer, insanın üretici
etkinliğinin “gecikmeli” sonucudur; üretim alanında ortaya çıkmasına karşın ancak ve ancak dolaşım
alanında ve mübadele dolayımıyla, gecikmeyle gerçekleşir. Bu durum, değerin toplumsal bir “ideal”
ve kavramsal bir varlık olmasına bağlıdır: Kavram dış uyarana karşı tepkiyi geciktiren, tepkiyi salt
davranıştan insan eylemine dönüştüren dolayımdır.

Sermayenin Mikro-politikası’nda Jason Read, kapitalizm ile devlet ilişkisi konusunda “devletin,
özellikle de polis gücünün ve şiddetinin kapitalist üretim tarzının inşası için gerekli ama olumsal”
olduğunu iddia eder (2003, 25). Bu savı ise Marx’ın Kapital’de ekonomi-üstü şiddetin yerini
sermayenin eğitici disiplinine bıraktığı (2010, 707) önermesine dayandırır. Ancak, Marx burada
toplumun örgütlenmiş gücü olarak devletten değil; tam da ekonomi-üstü şiddetten (ki büyük olasılıkla,
buna işverenin işçilerin doğrudan bedenlerine uyguladığı şiddet de dâhildir) söz etmektedir. Dahası,
yukarıda da alıntılanan pasajda, Marx sermayenin olağanüstü durumlarda yine bu şiddet biçimine
başvuracağını söyler. Alıntıdaki “ekonomi-üstü” ölçüler devletle özdeşleştirildiğinde bile, bu
“olağanüstü” durumun hiç de ayrıksı durumlara tekabül etmediği görülür. Özellikle sınıf
mücadelesinin yükseldiği ve burjuva rejiminin tehlikeye düştüğü, hatta burjuvazi içindeki
anlaşmazlıklar rejimin “bekasını” tehlikeye düşürdüğü durumlarda burjuvazinin devleti bütün
parlamenter ve temsili süslemelerinden kurtardığına, devleti özü olan kolluk gücü, yargı ve
hapishaneler sistemine dönüştürdüğüne tanık oluruz. İki kutuplu dünyadaki Latin Amerika
cuntalarından Endonezya ve Güneydoğu Asya’daki komünistleri katleden askeri yönetimlere,
Türkiye’deki 12 Eylül 1980 darbesinden 20 Temmuz 2016 “saray darbesine”, derinleşen kapitalist
bunalım karşısında Avrupa ve Kuzey Amerika dâhil tüm dünyada kitlelere dayatılan kemer sıkma
politikaları ve sosyal haklara saldırıdan çalışma süresinin uzatılmasına ve emeklilik yaşının yukarı
çekilmesine devletin “olağanüstü durumlarda ekonomi-üstü araçlara” başvurmasının sürekli bir kural
olduğu görülür.

Sermayenin ve kapitalist toplumsal sınıfların bu evrensel varoluş biçimleri tahakkümün de evrensel ve


dolaylı biçimde gerçekleşmesini zorunlu kılar. Tahakkümün dolaylı ve evrensel biçimi en açık
ifadesini siyasal ve sivil alanların ayrılmasında, siyasal alanın devlet biçiminde bağımsız bir varoluşa
kavuşmasında bulur. Marx modern kapitalist devleti “burjuvazinin icra kurulu” (Marx & Engels 1976,
486) olarak tanımladığında aslında Hegel’in “devlet Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür” (1978, 279)
önermesinin insani özünü (ad hominem) açığa çıkararak ayakları üzerinde oturtur. Devlet bir kuvvetler
karşılaşması ve savaş alanı olan kapitalist toplumun bu çelişkili varoluşunun hem sonucu, hem de
koşuludur. Hegel, sivil toplum alanındaki çelişkilerin devlette çözüme kavuştuğunu söylerken
gerçeğin yarısını ama sapkın bir biçimde dile getirir. Olağan durumda kapitalist devlet toplumsal
kuvvetler vektörlerinin toplamının sıfır olduğu bir alandır; ancak devlet bu kuvvet vektörlerinin bir
araya gelmesinden başka bir şey değildir ve bu yüzden görünürdeki denge devletin sivil alandaki
çelişkilerin—sınıf mücadelesinin—siyasal alanda bir üst çelişkiler biçiminde yeniden-üretilmesi
olduğu gerçeğini gizlemez. Devlet bir yandan sınıf çelişkisinin ve sınıf mücadelesinin bastırılması
aygıtıdır, öte yandan bu sınıf çelişkisinin bizzat kendisidir. Devletin sınıf savaşımını bastırabilmesinin
koşulu sınıf savaşımıyla bu özdeşliğidir; bu özdeşlik devletin sınıf savaşımına müdahalesinin
gerçekleşmesinin vasıtasıdır (medium). Devlet çatışan sınıfların, dolayısıyla sınıf savaşımının “orta
terimidir”. Devlet kapitalist üretim ilişkilerinin siyasal varoluşunun zorunlu sonucu ve bu üretim
tarzının kurucu öğesidir. Lenin, “her sınıf savaşımı siyasal bir savaştır” ve “Marksizm sınıf
savaşımının en gelişkin halini genel olarak siyaseti değil; siyasetin en özgül biçimi olan devlet
örgütlenmesinin kavrayışında görür (1977, 121-122) derken bu gerçeği yalın biçimde dile
getirmektedir.

Kapital’in “Endüstriyel Kapitalistin Doğuşu” bölümünde kökensel birikimin farklı tarihsel uğraklarına
dikkat çeken Marx şöyle yazar,

İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az çok bir zaman sırası izleyerek, özellikle İspanya, Portekiz,
Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye dağılmış bulunuyor. Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere’de
sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve korumacılık siste-mini içine
alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler, sömürgecilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en
kaba zora dayanır. Ama hepsi … devlet zorundan yararlanmıştı. (2010, 718-719)

Jason Read buna dayanarak Marx açısından kökensel birikimin bir geçiş sürecini imlediği sonucunu
çıkarır. Read, birçok başka Marksist yorumcu gibi, bu iddiasını genelde güç kullanımının, özelde ise
devletin (siyasal alanın) dar anlamda “maddi” üretim alanını imleyen “ekonomik” alana dışsal olduğu
varsayımına dayandırır. Bu bakış açısı, niyetine karşın, Hegel’in devlet anlayışının sivil toplumcu
materyalist bir yorumudur. Oysa devletin (siyasal alanın) ekonomiden (sivil alandan) bu görünür
bağımsızlığı bizzat kapitalist toplumun bazı özgüllüklerinin ifadesidir. Kapitalist toplumda sınıflar,
burjuvazi ve proletarya, sermayenin olumlu ve olumsuz kişiselleşmeleri olduğundan devlet “herkesin
devleti” ve sınıflar-üstüdür. Bu “sınıflar-üstü” nitelik devlete sivil alandan bağımsız olduğu görünümü
kazandırır. Ne var ki devletin bizzat bu “sınıflar-üstü” niteliği onun kapitalist devlet olmasından, eş
deyişle sermayenin devleti olmasından kaynaklanır: Devlete sahip olan “herkesi” imleyen sınıflar,
kapitalist toplumsal ilişkilerinin yeniden-üretilmesiyle sermayenin olumlu ve olumsuz suretleri olarak
yeniden-üretilirler. Bu anlamda devlet toplumun bu sınıflı varoluşunun hukuksal ve yasal ifadesi ve
toplumsal sınıfların çatışmasının alanıdır. Marx, “devlet toplumun yoğunlaştırılmış ve örgütlü
kuvvetidir” (Marx 1993, 915)[6] ve “kuvvet başlı başına ekonomik bir güçtür” (Marx 1993, 916)
dediğinde devletin sınıf savaşımının bir var olma biçimi ve sınıf mücadelesinin üzerinden
sürdürüldüğü zemin olduğunu ifade eder. İnce’nin de belirttiği gibi “Sermaye ve siyasal güç arasındaki
genetik ilişki sistematik ifadesini [sermayenin] devletle özdeşleştirilmesinde bulur. Fernand Braudel’in
deyişiyle, “kapitalizm devletle özdeşleştiğinde, bizzat devlete dönüştüğünde zafere ulaşır” (1977: 64)”
(2014, 123). İşte tam da bu yüzden kapitalist toplumsal ilişkilerin Marxçı eleştirisi bu ilişkilerin
bütünlüğünün pratik eleştirisi biçimine bürünür. Böyle bir bütünsellikten yoksun bir mücadele,
ekonomik ve siyasal alanların birliğini ve bunların aynı toplumsal ilişkilerin farklı var olma biçimleri
olduğunu görmezden gelen bir eleştiri, mücadeleye katılanların niyetlerinden bağımsız olarak
kapitalist toplumsal ilişkilere eklemlenir.
Read ve birçok Marksist yazar kapitalist şiddetin “dolaylılığını” fiziksel şiddete başvurmayış,
kapitalist-öncesi toplumlarda şiddetin dolaysızlığını ise köle veya toprak sahibinin kölelere veya
ırgatlara karşı böyle bir bedensel şiddet uygulamaya indirgerler. Kapitalist şiddetin çokça işçilerin
bedenini hedef alması bir yana[7], şiddetin dolaylı veya dolaysız olmasını böyle bir indirgemeye
başvurmadan anlamak gerekir. Kapitalist şiddetin dolaylılığı her şeyden önce bu şiddetin siyasi alan,
eş deyişle devlet dolayımıyla uygulandığı anlamına gelir. Bu yüzden kapitalist toplumda, siyasal dinin,
örneğin siyasal İslam’ın egemen olduğu toplumlarda bile sivil ile siyasal alan ilkece ayrılır ve
“hukukun egemenliği” sağlanır. Dahası, dolaylılık kapitalist şiddetin evrenselliğini imler. Kapitalizm-
öncesi toplumlarda şiddet herkesi tutsak edip yaşamını belirleyen nesnel bir güç biçiminde belirmez.
Mansur Hikmet’in belirttiği gibi,

Bu nesnel gücü anlamak kapitalizmi anlamaksızın olanaklı değildir… Kölemen toplumda köle sahibi
kâhyası, değnekçileri ve kılıcıyla birkaç adım ötede durur. Gücü bundan ibarettir; yeterince hızlı
koşabilirsem ondan kurtulurum. Ama kapitalist toplumda bu güç yaşamımızın bütün gözeneklerine
işlemiş durumdadır. Eğitim öğretimden, özel ilişkilerimize, ailemizden yaşamamız ve ölümümüze
kadar bütün düzeylerde var olan, toplum adına ve devlet, şirketler, piyasa ve fiyatlar gibi kavramlarla
yaşamımızı belirleyen, kapitalist üretim tarzı anlaşılmadan açıklanamayan muazzam bir güçle karşı
karşıyayız. (2001)

Nasıl ki çalışmamak emeği potansiyel emek gücü taşıyıcısı olmaktan, dolayısıyla da emek gücünü
meta olmaktan kurtarmıyorsa, nasıl ki uyumak insanları yabancılaşmadan alı koymuyorsa, kapitalizm
ve kapitalist devlet yıkılmadan sermayenin dolaylı şiddeti de ortadan kaldırılamaz. Kapitalist şiddet
dolaylıdır zira işçi grevinin, hak talep edenlerin gösterilerinin copla bastırılmasından OHAL ilanıyla
temel hak ve özgürlüklerin askıya alınmasına, çalışma gününün uzunluğundan sömürünün
yoğunluğuna dek her şey hukuk ve yasaların “görünmez” eliyle gerçekleşir. Kapitalist şiddetin aracı
olan kapitalist devlet kapitalist-öncesi “devletten” basit mübadele aracı olarak para sermaye olarak
paradan veya kapitalist toplumsal sınıflar kapitalist-öncesi zümrelerden nasıl farklıysa öyle farklıdır.

Yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalist devlet herkesin, tüm yurttaşların devletidir oysa örneğin, eski
Yunan şehir-devleti yalnızca özgür erkek ve/veya mülk sahiplerinin devletidir. Bu anlamda devlet
kapitalist toplumsal sınıfların sürekli yeniden-üretilmesinin ifadesi ve aygıtıdır. Kapitalist toplumsal
sınıflar bir toplumsal ilişki olarak sermayenin var olma biçiminin ve sermaye birikiminin koşulu,
sonucu ve varoluş biçimi olan doğrudan üreticilerin üretim araçlarından ayrılığı, eş deyişle üretim
araçlarının burjuva özel mülkiyetinin ifadesi olduklarından devlet (kökensel) birikime içsel ve
birikimin ve sürekliliğinin kurucu öğesidir.

Sonuç yerine

Kapitalist sistem kapitalizm-öncesinin “doğal” veya “tarihi” devamı değildir; kapitalizm öncesiyle bir
kopuşu, nitel bir kırılmayı temsil eder. Bu kırılmanın görüngülerinden bazıları toplumsal üretimin
(gerçekten biricik toplumsal üretim tarzı değer üretime ve sermayenin öz-değerlenmesi evrensel
ereğine yönelik örgütlenmiş kapitalist üretim biçimidir), buna bağlı olarak toplumsal bireyin ortaya
çıkmasıdır: Toplumsal birey bir sınıfın üyesi olan bireydir. Kapitalist öncesi üretim tarzlarında
sınıflardan değil zümreler ve loncalardan söz edilebilir. Dahası, üretimin toplumsallaşması bir öncül
olarak “özgür işçiyi” gereksinir. Bonefeld’in dediği gibi, “kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel
önkoşulu bir yandan emeğin çift anlamlı özgürlüğü, öte yandan üretim araçlarının birkaç kişinin elinde
yoğunlaşmasıdır” (2011, 380). Bu özgürlük, “ikili” doğası sorunu bir yana biçimsel de olsa belirli
hukuki bir durumu imler: Özgür işçi artık beyin ırgatı veya köle sahibinin hizmetindeki köle gibi
doğrudan değil; dolaylı bir tahakkümün altındadır. Bu yüzden kapitalist üretim tarzının yönetim aygıtı
hem bu dolaylı tahakkümün sonucu hem de bu dolaylı tahakkümün koşulu olan “özgürlüğün”
güvencesi olarak sivil alandan ayrı ve ondan bağımsız modern devlet biçiminde ortaya çıkar. Kökensel
birikim aslında tüm bu sonuçlar ve koşulların kuruluşu ve yeniden-üretiminin koşulu ve sonucudur.
Yine de tıpkı özgürlük gibi, toplumsal bireyin toplumsallığı salt biçimseldir. Marx’ın deyişiyle bu
toplumsallık, toplumsal-olmayan (asosyal) bir toplumsallıktır.

Kökensel birikim ve onunla ilintili zorla mülksüzleştirme, işçi sınıfının oluşturulmasının kanlı tarihi ve
doğrudan geniş mülksüzleştirilmiş kitlelerin gövdelerini hedef alan tahakküm biçimleri, her ne kadar
işçilerin kapitalist üretimin gereklerine uygun disiplin altına alınmalarıyla yerini soyut, görünmez ve
dolaylı tahakküm biçimlerine bıraksa da, ortadan kalkmaz. Sermayenin emek üzerindeki biçimsel ve
hibrid tahakkümü yerini gerçek tahakküme bıraktıkça, sermayenin soyut ve dolaylı şiddeti artar ve
güçlenir. Somut şiddet ve tahakküm bu dolaylı tahakküm tarafından içlenir (Aufhebung) ve onun bir
uğrağına dönüştürülür. Bedensel, somut ve dolaysız şiddet özellikle iki alanda sermayenin işçiyi
tahakküm altına almasının özünü oluşturur. İlkin üretim alanında: Burada işçinin becerileri, yetileri ve
bedensel varoluşu çalışmanın yoğunluğu ve tekdüzeliği yoluyla sürekli biçimde aşınır, işçi
sefilleştirilir ve “zamanın leşine” dönüştürülür. İkincisi ve daha önemlisi siyasal alanda, eş deyişle,
kapitalist üretim ilişkilerinin siyasal varoluş biçimi olan devlette: Devlet hem sınıf savaşımının
üzerinden düzenlendiği alan hem de sınıf savaşımını bastırma ve işçi sınıfını tahakküm altında tutma
aracıdır. Dahası, devlet işçi sınıfını üretim araçlarından ayrı tutma aygıtıdır. İlk birikimin “ilkelliği”
kapitalizmin tarih öncesini salt kronolojik bir uğrağını imleseydi devlet gereksiz ve ilgisiz bir araca
dönüşürdü. Bu söz konusu olmadığı gibi, sınıf savaşımın yükseldiği ve birikimin sekteye uğradığı
bunalım anlarında devlet bütün hukuki ve yasal kabuğundan kurtulur ve olağanüstü hal yoluyla işçi
sınıfını doğrudan bastırma ve (kökensel) birikimin çevriminin yeniden inşası makinesine dönüşür.
Tomba’nın vurguladığı gibi kökensel birikim “kapitalist biçimin yalnızca proto-tarihinin bir kesiti
değildir… Birikim kapitalizmin sürekli itici gücüdür ve görece farklı uğrakların birleşimidir: Devlet
şiddeti, proletaryanın oluşumu ve biçimsel olarak özgür işçinin yaratımı, kolonizasyon, kölelik … ve
işçi sınıfının disiplin altına alınması” (2013, 364).

Bu çerçevede kökensel birikimin kapitalizmin tarihsel başlangıcının yanı sıra eşzamanlı üç süreklilik
alanını da imlediği söylenebilir. Birincisi, kolonyal “fetihler” ve emperyalist çağda sermayenin yeni
pazarlar elde etmesi, yerli halkları mülksüzleştirmesi ve sermaye ihracı yoluyla ülkeleri emperyalist
zincire katmasıdır. İkincisi, sermayeler arası ulusal ve uluslararası alanda rekabet yoluyla farklı
sermayelerin yutulması ve sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. Üncüsü ve en önemlisi,
işçilerin mülksüzleştirilmesi ve “özgürlüklerinin” sürekli inşası ve güvence altına alınmasıdır. Tüm bu
alanlarda birikimin tesisi ve sürekliliğinin korunması sermayenin yasaları ve “gizli elinin” yanında
devlet aygıtıdır.

Ek: Türkçe için terminolojik bir öneri


Marx “ursprüngliche akkumulation” kavramını Adam Smith’in “previous accumulation” kavramını
karşılamak için kullanır. İşin ilginç yanı Kapital İngilizceye çevrildiğinde bu ayrıntının gözden
kaybolması ve kavramın “primitive accumulation” biçiminde karşılanmasıdır. Son dönemde bu
kavramın İngilizcede “primitive” ile doğru karşılanmadığı ve bunun yerine “original” teriminin
kullanılmasının daha doğru olacağı konusunda tartışmalar sürmekte, “original accumulation” kavramı
daha yaygın biçimde kullanılmaktadır. Bu yeni terimin kullanımı için önerilen en önemli
anlambilimsel gerekçe “ursprüngliche” kavramının (su) kaynağı, fıskiye, fışkırtmak, gövermek gibi
yan anlamlara sahip olması, “primitive” (ilkel) teriminin bu anlamları içermediği gibi sanki Marx’ın
bu kavramla kronolojik bir anı imlemeye çalışıyormuş izlenimine yol açması gösterilir.

Kapital’in ilk Türkçe çevirisi İngilizceden yapıldığından “ursprüngliche akkumulation” terimi de


“ilkel birikim” olarak karşılandı. Yukarıdaki tartışmadan kavramsal olarak bu terimin hiç de bir “ilk”
veya “ilkel” durumu imlemediği, birikimin kapitalist üretim tarzındaki sürekli kurucu işlevini
vurguladığı, ursprüngliche akkumulation’un kapitalizmin şimdisinin bir öğesi olduğu ortaya
çıkar. Kapital’in Türkçeye ikinci çevirisinde “ilkel” terimi “ilksel” terimiyle değiştirildi. “İlksel”
teriminin Türkçede bulunmayışının yanı sıra, bu terimin “ilk” sözünden üretilmiş olması tıpkı “ilkel”
gibi sakıncalar içermektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğü “ilk” terimini “sıra, yer ve önem bakımından
ötekilerden önce gelen, son karşıtı”, “herhangi bir şeyin en önde olanı, önce geleni” ve “birinci olarak,
en başta” diye tanımlıyor. Dolayısıyla “ilksel” teriminin bu anlamda zamansal bir vurgusu olduğu,
zamanda ilk gelen anlamını barındırdığı, bu yüzden de “ursprüngliche” terimini doğru karşılamadığı
ve kavramsal karışıklığa yol açtığı söylenebilir.

Buna karşılık İngilizce “previous” kavramı Türkçede “önceki”, “önceden” gibi anlamlara geliyor.
Ancak ne yazık ki burada öncelik vurgusu daha çok zamansal boyutadır. Oysa “önce” ayrıca görece
uzamda önde olan anlamlarına da gelir ancak İngilizce-Türkçe sözlüklerde bu anlam kaybolur.
Britanya sözlüklerinde “previous” “zamanda veya uzamda önce olan” biçiminde tanımlanır. Marx, bu
terimi “ursprüngliche” ile karşılarken büyük olasılıkla bu uzamsal yönünü de göz önünde
bulundurmuştur.

Bu söylenenler ışığında “ursprüngliche akkumulation” teriminin Türkçede en uygun “kök” sözünden


üretilen “kökensel” terimiyle karşılanması gerektiği iddia edilebilir. “Kök” terimi yalnızca “bitkiyi
toprağa bağlayan ve onun besin almasını sağlayan klorofilsiz kısım” değil; aynı zamanda bitkinin
içinden fışkırdığı, göverdiği, varlığını sürekli onunla sürdürdüğü, zamansal-uzamsal bir öncelikten çok
bitkinin varlığının sürekli bir koşulu ve sonucu olduğunu imler. Bitki kökten çıkmaz, kökle var olur.
Bitkinin varlığı köke, kökün varlığı da bitkiye bağlıdır; biri ötekinden ayrılmaz: Bitki köküyle bitkidir,
kök de bitkiyle köktür. “Kök” sözünden türetilen “köken” ise bu anlamları içinde barındırmasının yanı
sıra “kaynak”, “menşe”, “neden”, “soy” ve “asıl” gibi anlamlara da gelir. “Kökensel” ise “kökle ilgili
olan” demektir ve Türkçede mevcuttur. Bu çerçevede “kökensel birikim” kapitalist birikimin hem
başlangıcını, hem sürekliliğini, hem de kaynağını veya kökünü imlediğinden ve “ursprüngliche
akkumulation” kavramının yan anlamsal zenginliğini de içinde barındırdığından bu terimin
Türkçedeki en uygun karşılığı olduğu düşünülebilir.
Kaynakça

Beckert, S. (2014). The Empire of Cotton: A Short History. New York: Alfred A. Knopf.

Bonefeld, W. (2001). “The Permanence of Primitive Accumulation: Commodity Fetishism and Social
Constitution”. The Commoner, No. 2, 1-15.

Bonefeld, W. (2011). “Primitive Accumulation and Capitalist Accumulation: Notes on Social


Constitution and Expropriation”. Science and Society, 75:3, 379-399.

De Angelis, G. (2001). “Marx and Primitive Accumulation: The Continuous Character of Capıtal’s
Enclosures”. The Commoner.

Federici, S. (2004). Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation. New
York: Autonomedia.

Fracchia, J. (2008). “The Capitalist Labour-Process and the Body in Pain: The Corporeal Depths of
Marx’s Concept of Immiseration”. Historical Materialism, 16, 35-66.

Hegel, G. F. W. (1978). Philosophy of Right (T. M. Knox, trans.). London: Oxford University Press.

Harvey, D. (2004). “The New Imperialism: Accumulation by Dispossession”. Socialist Register, 63-
87.

Hekmat, M. (2001). “Bazxani-ye Kapital-e Marx (Marx’ın Kapital’ini Yeniden


Okumak). http://hekmat.public-archive.net/fa/3200fa.html
Ilyenkov, E. V. (1982). Dialectics of the Abstract and the Concrete ın Marx’s Capital (S. Kuzyakov,
trans.). Moscow: Progress Publishers.

Ince, O. U. (2014). “Primitive Accumulation, New Enclosures and Land Grabs: A Theoretıcal
Interventıon”. Rural Socıology, 79:1, 104-131.

Lenin, V.I. (1977). “Liberal and Marxist Conceptions of Class Struggle”. Collected Works, Vol. 19.
Moscow: Progress Publishers, 119-124.

Marx, K. (1975). Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Law. MECW, Vol. 3.
Moscow: Progress Publishers, 3-129.

Marx, K. (1993). Capital: A Critique of Political Economy (Fowkes, B. Trans.). London: Penguin.

Marx, K. (2003). Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i (S. Belli, çev). İstanbul: Eriş Yayınları.

Marx, K. (2010). Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt I (M. Selik ve N. Satılgan, çev.). İstanbul:
Yordam.

Marx, K. (2013). Grundiresse: Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri (Ham Taslak) (A. Gelen,
çev.). Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (2016). Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi (K. Somer, çev.), İstanbul: Eriş
Yayınları.

Marx, K. & Engels, F. (1976). Manifesto of the Communist Party. MECW, Vol. 6. New York:
International Publishers, 477-519.
Perelman, M. (2000). The Invention of Capitalism. Durham & London: Duke University Press.

Perelman, M. (2001). “The Secret History of Primitive Accumulation and Clasical Political
Economy”. The Commoner, 2.

Read, J. (2003). The Micro-Politics of Capital: Marx and the Prehistory of the Present. Albany: State
University of New York Press.

Roberts, W. C. (2017). “What Was Primitive Accumulation? Reconstructing the Origin of a Critical
Concept”. European Journal of Political Theory. DOI: 10.1177/1474885117735961

Rosdolsky, R. (1977). The Making of Marx’s Capital (P. Burgess, trans.). London: Pluto Press.

Tomba, M. (2013). “Accumulation and Time: Marx’s Historiography


from Grundrisse to Capital”. Capital and Class: 37:3, 355-372.
[1] Doç. Dr. Felsefe Bölümü, École Normale Supérieure, Paris

[2] “Ek” bölümünde “ursprüngliche akkumulation” kavramını “ilkel” veya “ilksel” birikim yerine
“kökensel birikim” terimiyle karşılanmasının neden daha uygun olacağı tartışılacaktır.

[3] Kavram görüngüler arasındaki özsel iç ilişkilerin ideal olarak inşasıdır; eş deyişle, kavram farklı
öğelerin birliği olan “somutun” ifadesidir. Bu anlamda kavram farklı görüngülerin ortak oluşumsal
kökenini imler.

[4] Kapitalist dolaylı şiddetin ne anlamda zorunlu ve sürekli olduğu, bunun fiziksel cebir ve şiddet
anlamına gelmek zorunda olmadığı “kökensel birikimin sürekliliği ve devlet” bölümünde
açıklanacaktır.

[5] De Angelis, gerek Lenin gerek Luxemburg için sınıf mücadelesinin (örneğin çiftçilerin
mülksüzleştirilmeye karşı direnişlerinin) ikincil olduğunu iddia eder ve her ikisini bir çeşit
“ekonomizmle” eleştirir. Ne var ki Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi ve Narodniklere karşı
polemikleri döneminde bile siyasi mücadeleye ve devlet aygıtının ele geçirilişine yaptığı vurgu bu
eleştiriyi kısmen geçersiz kılar. Devletin sınıf mücadelesindeki merkezi konumu aşağıda ele
alınacaktır.

[6] Kapital’in Yordam Yayınları Türkçe baskısında bu tanım ne yazık ki yer almamaktadır.

[7] Joseph Fracchia, kapitalizmin işçilere uyguladığı bedensel şiddeti ele aldığı “The Capitalist
Labour-Process and the Body in Pain” başlıklı makalesinde “Marx sermayenin nasıl da Kafka’nın
işkence makinesi gibi, mesajını gözlemci için hemen çözülemeyen bir yazıyla emeğin bedenine
kazıdığını gösterir” (2008, 35) diye yazar. “Kapitalist emek-süreci sistemli biçimde “insanın bedensel
örgütlenişini” oluşturan (beyin dâhil) araçları, yetileri ve becerileri tahrip eder” (2008, 39) diye ekler.
“İşçi Kafka’nın mahkûmları gibi tutsak olmasa da … serserilikle çalışma kolonisi arasında seçim
yapmaya zorlanan bir durumun cenderesine alınır” (2008, 42).

You might also like