You are on page 1of 151

AYKIRI BİR

DOKTORUN
İTİRAFLARI

Dr. Robert S. Mendelsohn

Türkçesi
Betül Y. Arslancan
©PEGASUS AJANS
AYKIRI BİR DOKTORUN İTİRAFLARI
© 1979 by Dr. Robert S. Mendelsohn

KİTABIN ÖZGÜN ADI


Confessions of a Medical Heretic

T Ü R K Ç E S I
BeliU Y. Ar s!a rican

YAYIN YÖNETMENİ
Nil Giiıı

EDİTÖR
Yonca Hancıoğlu

KAPAK VE SAYFA DÜZENİ


Mahmut Hakan Güngör

İstanbul, Nisan 2005


ISBN 975-275-025-7

Kitap Matbaası'nda basılmıştır

KURALDIŞI YAYINCILIK
Caferağa Malı. Sakız Sak. Nr>: 617 34710 Kadıköy-İstanbul
Tel: 0216. 449 98 05 pbx Faks: 0216. 348 00 69
email: yayin@kuraldisi.com
www.kuraldisi.com
İçindekiler

Teşekkür
• 5•
Sunuş
• 6 •

İnanmıyorum
.9.
Birinci Bölüm
Tehlikeli Teşhis
• 17 •
İkinci Bölüm
Katliam Mucizesi!
•41 •
Üçüncü Bölüm
Sakatlama Törenleri
• 71 •
Dördüncü Bölüm
Kötü Kader Tapınakları
. 9i .

Beşinci Bölüm
Doktor Kaynaklı Ölümler
• 115 •
Altıncı Bölüm
Şeytanın Rahipleri
• 123 •
Soıısöz
Yeni Doktor Arayışı
• 139 •
İnsan kurallara sığma:!
Teşekkür

Bana öğretmenlerimden de meslektaşlarımdan da daha çok


şey öğretmiş olan, bugünün ünlü doktorları öğrencilerime teşek­
kür ederim. Aralarında beni en derinden etkileyenler Dr. May er
Eisenstein ve Dr. Fred Ettner olmuştur.
Daha otuz yıl öncesinden, modem tıbba eleştirel bir gözle
bakmamı sağlayan halk sağlığı uzmanı Dr. Leroy Fatherree’ye te­
şekkür ederim. Değerli bilgilerini paylaşarak bu konuda beni
eğitmeyi sürdüren Dr. Herbert Ratner ile onun sayesinde tanıştım.
On beş yıl önce, Medikal Danışma Kurulu üyeliğine seçilmeme
ön ayak olan Uluslararası La Leche Takımı’nın başkam Marian
Tompson’a teşekkür ederim. Onun örnek liderliği sayesinde da­
ha sonraları David ve Lee Stevvart ile Gail ve Tom Brewer’ın de­
ğerini anlayabildim; bu kitap onların etkileriyle şekillendi.Tıpla
ilgili düşüncelerimin çerçevesini oluşturan politik ve mesleki
gerçekleri bana açık açık anlatan, Northwestern Üniversitesi
profesörü John L. McKnight’a teşekkür ederim. Bu kitabın orta­
ya çıkması için, yüreğiyle, ruhuyla çalışıp olağanüstü yazı yete­
neğini ortaya koyan Dominick Bosco’ya teşekkür ederim.
Kariyerim boyunca bana çeşitli fırsatlar sunarak bugünkü
düşünce tarzımın oluşmasına yardımcı olan herkese teşekkür
ederim; yanlışlıkla istediğimi zannettiğim iş imkânları doğdu­
ğunda beni reddeden herkese de teşekkür ederim. Her şeyden
önemlisi, beni kararlılıkla, güvenle, sevgiyle kuşatarak bana dü­
şüncelerimi yazma lüksünü bahşeden eşime teşekkür ederim

5
Sunuş

Eğer bir tıp doktorunuz yoksa bu kitabı okuyun.


Eğer tıp doktorunuz varsa bu kitabı okuyun.
Eğer tıp doktoru olmak istiyorsanız bu kitabı okuyun.
Eğer tıp doktoru iseniz bu kitabı okuyun.

Doktorluk hayatının büyük bölümünü “modern” tıp uygula­


maları içinde geçirmiş bir doktorun “itirafları” her okuru derin­
den etkileyecektir. Dr. Mendelsohn aspirin gibi “zararsız” ilaç­
lar bile dahil olmak üzere tüm ilaçların bedenimize bir şekilde
zarar verdiğini, doktorların hastalıkları iyileştirmek için değil,
semptomları bastırmak üzere eğitildiğini söylüyor. Çünkü “tıp
kilisesi” sağlıktan değil, hastalıklardan para kazanıyor.
1926- 1988 yılları arasında yaşayan ve hayatının son dönem­
lerini tıbbın “tedavi” adı altında insanlara ve topluma verdiği za­
rarları anlatmaya adamış olan doktorun yazdıkları, bugün yazıl­
dığı tarihten bile daha da geçerli.
Tıp her gün yeni teknoloji geliştiriyor, yeni ilaçlan, yeni
ameliyat yöntemlerini piyasaya sürüyor ama toplumun sağlığı
gittikçe daha kötüye gidiyor. İlaca karşı olan doktorlar hemen
modern tıp kilisesi tarafından “sahtekâr” veya “şarlatan” ilan
ediliyor. Buna psikolojide projeksiyon (yansıtma) denir. Yani
modern tıp ve ilaç sektörü kendi sahtekarlığını ve şarlatanlığını
sisteme boyun eğmeyen doktorlara ve tedavi yöntemle'rine yan­
sıtarak kendini aklamaya çalışıyor.
6
Dr. Mendelsohn, en iyi haliyle modern tıp kilisesi üyelerinin
teşhis ve tedavi yöntemlerini “cehenneme giden yollar iyi niyet
taşlarıyla döşelidir” olarak tanımlıyor.
Tıp kilisesi iki Nobel ödüllü Dr. Linus Pauling’i bile “şarla­
tan” ilan etti. Çünkü Dr. Pauling ilaçsız tedaviyi savunuyordu.
Daha nice sağlıklı ve idealist düşünen doktor tıp kilisesi tarafın­
dan aforoz edildi. Onların sisteme çomak sokmasına izin verile­
mezdi.
Bugün tıp fakültelerinde öğrencilere öğretilenler tıp dogma­
larıdır; gerçekler değil.
Kitap 70’li yıllarda yazılmış olduğu için, kitapta anlatılan ba­
zı zararlı tedaviler değiştirilmiş veya yenilenmiş olsa da kitabın
tıbba bakış açısı bugün yazılmış gibi “taptaze.” Tıp dünyası, in­
san sağlığını her zamankinden daha fazla tehdit ediyor. Hatta
durum 70’li yıllara göre daha da kötüye gitmiş durumda.
Dünyanın en güçlü iki endüstrisi silah ve tıp endüstrisi. Silah
endüstrisi en azından niyetini gizlemiyor. Silahın tek bir işe ya­
radığını herkes biliyor. Ama tıp endüstrisi daha da tehlikeli.
Çünkü bize “sağlık” vaat ederek yavaş yavaş öldürüyor.
Kitapta doktorların grev yaptıkları dönemde ölüm oranının
önemli ölçüde düşüş göstermesiyle ilgili örnekler sarsıcı nitelik­
te. Türkiye’den zenginlerin tedavi olmak için gittiği ve bir ser­
vet harcadığı ABD hastanelerinde her yıl tıbbi hatalar nedeniy­
le 44 bin ila 100 bin kişi ölüyor. Bizim ülkemizde acaba kaç ki­
şi doktor hatası nedeniyle hayatını kaybediyor?
Amerikalı bir okur, kitabı okuduktan sonra şöyle diyor: “
Başka ülkelerden ABD’ye gelip doktorluk eğitimi alan insanlar
için üzülüyorum. Bu insanlar ülkelerine dönüp, bu hasta sistemi
ülkelerine taşımakla kalmıyorlar, üstüne ABD’de eğitim gör­
dükleri için bir de prestij kazanıyorlar, daha bilgili (!) doktor
olarak saygı görüyorlar.”
Doktorunuz eğitimini tamamlamak için yıllarını verdi. O da
kendisine öğretilenleri size uyguluyor. Ona yardımcı olmak he­
pimizin insani görevi. Ona bu kitabı ve alternatif tedavi yöntem­
lerini anlatan kitapları hediye edin. Belki okumaya zaman ayırır.
7
Sağlığınızı “uzmanlar”ın eline bırakmak yerine kendi elleri­
nize alm. Size doktorunuzun söylediklerini körü körüne kabul
etmeden önce sorgulayın. Araştırın. İnternet bu konuda özellik­
le yabancı dil bilenler için uçsuz bucaksız bir bilgi okyanusu.
Sonuçta siz “uzman” için bir “müşteri”, bir “vaka”sınız. Önce­
likle ilaç ve/veya ameliyat öneren doktorlardan sakının.

Sağlığınızın gerçek anlamda tek sorumlusu sizsiniz. İçinizde­


ki “doktor” ve bedeninizin “eczanesi” ile kimse boy ölçüşemez.
Ayrıca eğer erkek çocuğunuz varsa ve henüz sünnet ettirme-
diyseniz, Mayıs 2005’te Kuraldışı Yayınları’ndan çıkacak olan
Sünnet Farz Değildir- Sakatlanan Erkekler başlıklı araştırma
kitabımı okumanızı yüreğimin ta derinliğinden haykırarak öne­
riyorum. İnsan kurban etme dönemlerinin kırıntısı olarak günü­
müze kadar gelen bu barbarca sakatlama âdetinden bari sizin ço­
cuğunuz kurtulsun.
Önce okuyun, sonra karar verin. Lütfen! İnsanlık adına! Bi­
linçli karar vermek her anne babanın görevidir. Çocuğunuzu
sevdiğinizi biliyorum. Toplumsal kurallar için değil, çocuğunuz
için en sağlıklı olanı seçin. Doğanın asla hata yapmayacağım
daima hatırlayarak.

Sevgiyle hoşça olun.

Nil Gün
Nisan 2005
İnanmıyorum

Modern tıbba inanmıyorum. Ben aykırı bir tıp adamıyım. Bu


kitabı yazmaktaki amacım, sizleri de aykırı olmaya ikna etmek.
Ne var ki her zaman aykırı bir doktor değildim. Bir zamanlar
modern tıbba inanmıştım.
Tıp fakültesindeyken, DES adlı östrojen hormonunun etkile­
rini inceleyen bir araştırmaya gereğince derinlikli bakmayı be-
cerememiştim; çünkü inanıyordum. Hamilelikleri sırasında bu
ilacı kullanan annelerden doğan kız çocuklarında rahim kanseri
ve üreme organı anomalileri oluştuğunu yirmi yıl sonra keşfede­
ceğimizi kim tahmin edebilirdi ki?
En iyi ekipmanlara ve en gelişmiş prematüre bebek (zama­
nından önce doğmuş bebek) servislerine sahip merkezlerde bile
düşük kilolu doğmuş bebeklerin yüzde doksanmda kısmi ya da
tam körlük oranı gözlendiği halde, prematüre bebeklere uygula­
nan oksijen terapisi konusunda şüpheci davranmadığımı da iti­
raf ediyorum. Oysa daha az “gelişmiş” bir hastanede, prematüre
bebeklerde görme bozukluğu (retrolental fibroplasia) gözlenme
oranı yüzde ondan daha azdı. Tıp fakültesindeki profesörlerim­
den bu farkın nedenini açıklamalarını istediğimde, maddi duru­
mu daha kötü olan hastanelerdeki doktorların doğru teşhis koy­
mayı bilmedikleri cevabını almıştım; onlara inandım.
Bir iki yıl sonra, prematüre bebeklerdeki görme bozukluğuna,
bebeklere verilen yüksek konsantrasyonlarda oksijenin sebep ol­
duğu kanıtlandı. Hali vakti yerinde tıp merkezlerinde görülen

9
körlük oranıysa daha fakir hastanelere göre apaçık daha fazlaydı
çünkü bu merkezler en iyi hastane ekipmanlarını satın alabilecek
güce sahiptiler; küvöze pompalanan oksijenin tamamının bebeğe
ulaştığını garanti eden en pahalı ve en modern plastik küvözler
buralardaydı. Oysa maddi durumu daha kötü olan hastanelerde
eski moda küvözler kullanılıyordu. Bunlar çok gevşek metal ka­
paklı banyo küvetleri gibiydi; öylesine fazla sızıntı vardı ki,
pompalanan oksijen miktarı sonucu değiştirmiyordu çünkü kü­
vöze bebeği kör etmeye yetecek kadar oksijen gitmiyordu!
Prematüre bebeklerdeki solunum rahatsızlıklarını tedavi et­
mede kullanılan Teramisin adlı antibiyotiğin kullanımı konulu
bilimsel bir makalenin parçası olduğumda da hâlâ inanıyordum.
Antibiyotiğin hiç yan etkisi olmadığını iddia ediyorduk. Tabii
yoktu. Teramisin’in ya da başka bir antibiyotiğin yan etkisi ol­
madığını görmeye yetecek kadar, hatta söz konusu enfeksiyon­
larda etkili olduğunu görmeye yetecek kadar uzun süre bekle­
memiştik ki. Ama Teramisin ile diğer tetrasiklin grubu antibiyo­
tikler binlerce çocuğun dişlerine sarı yeşil renk verip kemikle­
rinde de tetrasiklin tortulan bırakacak kadar etkiliydi.
Bademciklerin, lenf düğümcüklerinin ve timus bezinin ışınla
tedavi edilebileceğine de inandığımı itiraf ediyorum. Radyasyo­
nun tabii ki zararlı olduğunu, ancak bizim kullandığımız dozla­
rın kesinlikle zararsız olduğunu söyleyen profesörlerime inan­
mıştım.
Yıllar sonra -zaman içinde, “kesinlikle zararsız” denilerek
ekilen radyasyon tohumlarının on ila yirmi yıl sonra tiroit tü­
mörleri mahsullerini biçtiğini anlayacaktık- bazı eski hastaları­
mın tiroit bezleri üzerinde oluşan yumrularla muayenehaneme
geldiklerini görünce şaşırmaktan kendimi alamamıştım. Neden
bana geliyorlardı ki? Bana geliyorlardı, yani bunu onlara ilk
başta yapan kişiye!
Artık modern tıbba inanmıyorum.
Artık başka bir şeye inanıyorum; bütün o süper teknolojiye
rağmen ve size kendinizi Ay’a ayak basacak bir astronotmuşsu­
nuz gibi hissettiren o seçkinci başucu ihtimamına rağmen, sağ­

10
lığınıza yöneltilen en büyük tehdidin modem tıp anlayışına sa­
hip doktorunuzdan geldiğine inanıyorum.
Modern tıp tedavilerinin nadiren etkili olduğuna inanıyorum.
Hatta bu tedavilerin hastalıklardan bile daha tehlikeli olduğuna
inanıyorum.
Önemsiz hastalıklarda son derece tehlikeli prosedürlerin
yaygın olarak kullanılmasının bu tehlikeleri daha da arttırdığına
inanıyorum.
Modem tıp uygulamalarının yüzde doksanından fazlası yer­
yüzünden silinecek olsa bundan sağlığımızın derhal ve olumlu
yönde etkileneceğine inanıyorum; yani doktorların, hastanelerin
ve ekipmanların yüzde doksanından fazlasının ortadan kalkma­
sında insan sağlığı açısından büyük fayda olduğuna inanıyorum.
Modern tıbbın, kritik koşullar göz önünde bulundurularak ta­
sarlanan aşırı güçlü tedavilerinin, sıradan durumlarda da gönül
rahatlığıyla kullanılmasının kelimenin tam anlamıyla haddini
aşmak, fazla ileri gitmek olduğuna inanıyorum.
Modern tıp her an her dakika fazla ileri gidiyor zaten; aslına
bakacak olursanız bununla da gurur duyuyor. Bir süre önce ya­
yımlanan “Cleveland’ın Müthiş Tıp Fabrikası” adlı makalede
Cleveland Kliniği’ne önceki yıl elde ettiği “başarılar” dolayısıyla
övgüler düzülüyordu: “2980 açık kalp ameliyatı, 1,3 milyon labo­
ratuar testi, 73.320 EKG çekimi, 7770 tüm vücut röntgen tarama­
sı, 210.378 adet radyolojik çalışma, 24.368 cerrahi işlem.”
Bu işlemlerden tekinin bile insanın sağlığını korumaya ya da
insanı sağlığına kavuşturmaya en küçük bir katkısı olduğu kanıt­
lanmamıştır. Ancak Cleveland Kliniği’nin kendi bülteninde ya­
yımlanan bu makalede, kaç kişinin bu pahalı savurganlıklar sa­
yesinde iyileştiğine değinilmiyordu bile. Çünkü bu fabrikanın
ürünü kesinlikle sağlık değildi.
Tıp “fabrikası”na övgü düzmenin anlamı şudur; doktora git­
ti ğinizd^ız7Ha?üni'gyi7mı^TmcTâ^^
ıak deeıTlinJahrikasınm ürünleri için potansiyel pazar olarak
görüliiXıS'inii-7

11
Hamileyseniz doktora gidersiniz ve doktorunuz da size san­
ki hastaymışsınız gibi davranır. Bebek dünyaya getirmek, teda­
vi edilmesi gereken dokuz aylık bir hastalıktır. Bu durumda si­
ze, damar içi sıvı torbaları, cenin izleme monitörleri, bir yığın
lüzumsuz ilaç, tamamen gereksiz dikişli doğum (epizyotomi) ve
üretim hattının en iyi ürünü olan sezaryenle doğum satılır.
Nezle ya da grip olduğunuz için doktora gitmek gibi bir hata
yapacak olursanız, verilen antibiyotikleri, yani “hapı” yutmakla
mükellefsiniz demektir. Oysa bu antibiyotikler sadece nezle ve
gribe karşı güçsüz olmakla kalmaz aynı zamanda sizi daha kötü
belalarla baş başa bırakır.
Çocuğunuz diğer çocuklara göre biraz daha enerjikse, öğret­
meni de onunla başa çıkmakta zorlanıyorsa, doktorunuz çok ile­
ri gidebilir ve çocuğunuzu ilaç bağımlısı yapabilir.
Bebeğiniz günlük besinini alıyor ancak doktorun çizelgesin­
de belirtilen rakamlara paralel olarak kilo almıyorsa, doktorunuz
doğal süreci durdurmak için emzirmenize ilaçlarla son verebilir
ve insan yapısı tehlikeli formüllere bebeğin midesinde yer aça­
bilir.
Rutin kontroller için doktorları ziyaret edecek kadar aptalsa­
nız, danışmadaki görevlinin hırçınlığı, ortalık yerde içilen siga­
ralar ya da sadece doktorun varlığı tansiyonunuzu yeteri kadar
yükseltebilir; siz de eve eliniz boş dönmemiş olursunuz. Yüksek
tansiyon ilaçları sayesinde “kurtarılan” bir hayat daha ve sona
eren bir cinsel hayat daha! İlaç tedavilerinin yol açtığı iktidarsız­
lık, psikolojik sorunların sebep olduğundan kat be kat fazladır.
Dünyadaki son günlerinizde bir hastaneye yakın mesafede
oturacak kadar şanssızsanız, doktorunuz günlüğü beş yüz dola­
ra gelen ölüm yatağınızın en son elektronik donanımlara sahip
olduğunu garanti edecek ve yanınıza son sözlerinizi duyacak yı­
ğınla yabancı personel verecektir. Ama bu personele, ailenizi
sizden uzak tutmaları için maaş verildiğinden, söyleyecek hiçbir
sözünüz olmayacaktır. Çıkaracağınız son ses de kalbinizi bağla­
dıkları cihazın elektronik ıslık sesi olacaktır. Akrabalarınız da
katılımda bulunacaklar elbette; faturayı ödeyerek.

12
Çocukların doktorlardan korkmalarına şaşmamak gerek. On­
lar biliyorlar! Onların gerçek tehlikeler karşısında içgüdüleri
yozlaşmamıştır. Aslında korku en doğal duygulardan biridir. Ye­
tişkinler de korkar ama bunu itiraf edemezler; kendilerine bile.
Büyüdüğümüzde bize olan şudur: Korku duygumuzu yitirmeyiz
ama dönüştürürüz, başka bir şeyden korkar hale geliriz. Doktor­
dan değil ama öncelikle bizi doktora götüren sebepten korkma­
yı öğreniriz; yani bedenimizden ve onun doğal süreçlerinden.
Bir şeyden korktuğunuz zaman ondan sakınırsınız. Onu gör­
mezden gelirsiniz. Ondan kaçınırsınız. Yokmuş gibi davranırsı­
nız. Korktuğunuz şeyle başka birinin ilgilenmesine; sizin adını­
za bir başkasının endişelenmesine izin verirsiniz. İşte doktorlar
yönetimi böyle ele geçirirler. Biz onlara izin veririz. Onlara şöy­
le deriz: “Bununla hiçbir şekilde uğraşmak istemiyorum doktor,
bedenimi ve başıma açtığı dertleri görmezden geliyorum. Ken­
disiyle sen ilgilen. Ne yapman gerekiyorsa yap!”
Eh, o da gerekeni yapar.
Doktorlar, reçeteye yazdıkları ilaçların yan etkileri hakkında
hastalarını bilgilendirmedikleri eleştirilerine karşı kendilerini,
bu tür bir dürüstlüğün doktor hasta ilişkisini zedeleyeceğini söy­
leyerek savunurlar. Bu savunma, doktor hasta ilişkisinin teme­
linde bilgiden başka bir şeyin yattığına işaret etmektedir; bunun
temelinde inanç yatmaktadır.
Doktorlarımızın iyi olduğunu biliyomz demeyiz, onlara ina­
nıyoruz, deriz. Onlara güveniyoruz. Hatta onlara tapıyoruz.
Doktorların aradaki farkın farkında olmadıklarını düşünme­
yin. Bu oyunu var güçleriyle oynamadıklarına bir dakikalığına
bile inanmayın ve bütün oyunlarda kâr zarar hesabının yapıldı­
ğını zinhar unutmayın. İhtiyacımız olmayan, modern tıbbın yüz­
de doksanından biraz daha fazlasıdır; yani bizi öldürmek için
hazır bekleyen kısmı.
Modem tıp, ona duyduğumuz inanç olmadan hayatta kalamaz.
Çünkü modern tıp ne bir sanattır ne de bir bilim. O bir dindir!
Dinin tanımlarından biri, içimizde ve çevremizde olan anla­
şılmaz, gizemli olaylarla başa çıkmak için organize olmuş her­
hangi bir çabadır. Modern Tıp Kilisesi en anlaşılmaz doğaüstü
olaylarla ilgilenmektedir: doğum, ölüm, bedenimizin bize yaptı­
ğı ve bizim ona yaptığımız her türlü numarayla ilgilenir. James
Geoıge Frazer’m Altın Dal (The Golden Bough) adlı kitabında
din, “doğanın ve insan yaşamının yönünü tayin ve kontrol etti­
ğine inanılan” insandan üstün güçlerin lütfunu kazanma girişimi
olarak tanımlanır.
İnsanlar, insan yaşamının yönünü tayin ve kontrol ettiğine
inanılan güçlerin lütfunu kazanmak için Modern Tıp Kilisesi’ııe
milyarlarca dolar harcamasınlar da ne yapsınlar?
Gerçeğin görülenle, duyulanla, hissedilenle, tadılanla ve
koklananla sınırlı olmadığı ya da buna bağımlı olmadığı iddiası
bütün dinlerin ortak söylemidir. Bu karakteristiğinden yola çıka­
rak modem tıp dinini kolaylıkla test edebilirsiniz: Doktorunuza
defalarca “Neden?” sorusunu sormanız yeterli olacaktır. Neden
reçeteye bu ilacı yazıyorsunuz? Neden bu ameliyat bana fayda­
lı olacak? Ben bunu neden yapmak zorundayım? Siz bunu bana
neden yapmak zorundasınız?
Sadece “Neden?” diye sorun. Yeterince soracak olursanız er
geç İnanç Darboğazı’na varacaksınız. Durumunuza dair bilgiyi
tekelinde tutan doktorunuz, bu konuda merak ettiğiniz her şeyi
öğrenip anlamaktan başka bir seçeneği kabul etmediğinizi gö­
rünce mutlaka geri adım atacaktır. Bana güven gerisini merak
etme sen meselesi.
Tıbbi dalalet ünitesinin ilk dersini işlemiş bulunuyoruz. Ge­
lelim ikinci dersimizin konusuna: Şayet bir doktor size korktu­
ğunuz bir şey yapmak isterse ve siz de, doktorunuza, Bana gü­
ven gerisini merak etme sen dedirtecek kadar çok “Neden?” so­
rusu sorduysanız, yapmanız gereken şey derhal, arkanıza bile
bakmadan oradan mümkün olduğunca hızla uzaklaşmaktır.
Ne yazık ki bunu çok az kişi yapar. Çoğu boyun eğer. İçlerin­
deki korkuyu, büyücü doktor maskesinden duydukları; maske­
nin ardındaki anlaşılmaz varlıktan duydukları; olmakta olanın
bilinmezliğinden ve olabileceklerin esrarengizliğinden duyduk­
ları korkuyu, sahnelenen oyuna duyulan saygı ve hayranlıkla ka­
rışık korkuyla takas ederler.

14
Oysa hiçbiriniz, büyücü doktorun burnunun dikine gitmesine
izin vermek zorunda değilsiniz. Modern tıptan kurtulabilirsiniz;
üstelik bunu yapmakla sağlığınızı tesadüflerin eline terk etmiş
de olmazsınız. Aksine, sağlığınızı daha az tehlikeye atmış olur­
sunuz. Donanımsız ve hazırlıksız bir şekilde, bir doktorun mu­
ayenehanesine, bir kliniğe ya da bir hastaneye adım atmak zaten
yapabileceğiniz en tehlikeli şeydir. Hazırlıklı olmak derken kas­
tettiğim, sağlık sigortanızın olması gerekliliği falan değil. Canlı
girdiğiniz hastaneden yine canlı çıkabilme misyonunu üstlenmiş
olmanız. Bu da, yeterli donanıma, beceriye ve kurnazlığa sahip
olmayı gerektirir.
Donanımınızın öncelikli aracı, düşmanla ilgili yeterli bilgiyi
edinmek olmalıdır. Modern tıbbın aslında bir din olduğunu kav­
radığınız anda onunla savaşabilecek yeterliliği de kazanırsınız;
karşınızdaki düşmanın sanat ya da bilim olmadığını bilirseniz
kendinizi daha etkin biçimde savunabilirsiniz. Modern Tıp Kili­
sesi tabii ki kendisinin bir din olduğunu hiçbir zaman kabul et­
mez. Tıp dinine adanmış bir kutsal tıp binası görmeniz mümkün
değildir, bu binalar her zaman tıp sanatına ya da tıp bilimine
adanmıştır.
Modern tıp, hayatta kalabilmek için inanca ihtiyaç duyar.
Bütün dinlerin buna ihtiyacı vardır. Modem Tıp Kilisesi’ni
ayakta tutacak olan da elbette inançtır; yeryüzündeki bütün in­
sanlar sadece bir günlüğüne ona inanmayı bırakacak olsa bütün
sistem çöker. Yoksa hangi kurum, üzerindeki büyük şaibeyi or­
tadan kaldırmadan modern tıbbın insanlara yaptırdıklarım yaptı­
rabilirle gücüne sahip olurdu? İnancı olmasaydı, kim yapay yol­
larla uyutulup başına neler gelebileceği konusunda en küçük bir
fikre sahip olmadan bedeninin kesilip biçilmesine izin verirdi?
İnancı olmasaydı, hangi aklı başında insan, kimyasal maddele­
rin kendisine neler yapacağı hakkında en küçük bir fikre sahip
olmadan her yıl tonlarca ilaç yutardı?
Modern tıp, kendi uygulamalarına tarafsız olarak bakabile­
cek durumda olsaydı, bu kitaba hiç gerek kalmazdı. Ama o bu­
nu başaramadığına göre ben size modern tıbbın, inançla bağlan­
manız gereken bir din olmadığını göstereceğim.

15
Bazı doktorlar hastalarını korkutacaklarından endişe ederler.
Bu kitabı okuyan sizler de bir biçimde benim hastam sayılırsı­
nız. Bence korkmalısınız. Huzuru ve özgürlüğü tehdit altında
olan birinden beklenen de budur: korkmak! Sağlıklı olan budur
ve şu anda siz ciddi biçimde tehdit altındasınız.
Doktorunuzun bildiği ama size söylemediği şok edici bazı
gerçekleri öğrenmeye hazırsanız; doktorunuzun sizin için bir teh­
dit olup olmadığım ortaya çıkarmaya hazırsanız; kendinizi dok­
torunuzdan nasıl korumanız gerektiğini öğrenmeye hazırsanız
okumaya devam etmelisiniz. Çünkü bu kitabın konusu işte bu.

16
Birinci Bölüm

TEHLİKELİ TEŞHİS

Herhangi bir hastalık belirtisi göstermeyenlere fiziksel kont­


rolden geçmek üzere doktora gitmelerini hiç tavsiye etmiyo­
rum. Hastalık belirtisi gösterenlere gelince; bu sizin için de pek
iyi bir fikir değil. Baştan sona teşhis prosedürünün tamamı, ki
muayenehaneye adım attığınız andan başlayıp elinize ya bir re­
çete ya da bir uzman adının yazılı olduğu bir kâğıt tutuşturul­
muş olarak muayenehaneden ayrıldığınız ana kadar geçen süre­
dir, dualarınızın nadiren kabul edildiği bir tür dini törendir.
Sanırsınız ki, sırf kendinizi bir doktorun ellerine, ki hazret de
bir tür din adamıdır, teslim edip onun isteklerine boyun eğme gi­
rişiminiz bile muhtemelen ulvi bir iyileşme ihsan edecektir size.
Ne kadar çok tetkik yaptırırsanız ve daha ne kadar çok tetkik
yaptırabilirseniz o kadar iyi olacağınız duygusuyla hareket eder­
siniz. Zırvalık!
Teşhis prosedürüne güvenle değil, kuşkuyla yaklaşmak zo­
rundasınız. Tehlikelerin farkında olmalısınız. Görünüşte en ba­
sit, en zararsız sanılan etkenler bile hem sağlığınız hem de iç hu­
zurunuz bakımından bir tehdit olabilir.
Teşhis araçlarının bizatihi kendisi son derece tehlikelidir. Ör­
neğin stetoskop (doktorlarm göğüs kafesi içindeki sesleri dinle­
mek için kullandıkları cihaz) papaz doktorun dini sembolünden
17
başka bir şey değildir. Faydasından çok zararı vardır. Stetoskop-
ların hastadan hastaya kullanılmasının büyük bir bulaşma kay­
nağı olduğu su götürmez bir gerçektir. Dahası, stetoskop olmak­
sızın teşhis edilemeyecek hemen hiçbir ciddi hastalık türü de
yoktur. Yeni doğan bir bebeğin teninin rengi maviye çalıyorsa
doğuştan kalp hastalığı olduğunu anlamak için kalbini dinleme­
nize gerek yoktur. Böyle bir durumda her şey gün gibi ortadadır;
çünkü bebeğin teni mavidir. Kalp hastalıklarının diğer türlerine
de bedenin çeşitli noktalarından nabız atışlarına bakarak teşhis
konulabilir. Örneğin, vücudun en büyük atardamarı olan aortta
yay problemleri söz konusu olduğunda, kasıkta yer alan uyluk
atardamarlarındaki (femoral arterler) nabız oranı yetersizdir. Bu
teşhisi koymak için stetoskopa ihtiyacınız olmaz.
Çıplak kulağı göğse dayamakla kıyaslandığında, stetoskop
kullanmayı daha üstün kılan tek şey, doktorun kişisel rahatlığı­
na ve iffet duygusuna düşkünlüğü olabilir ancak. Kulağını has­
tanın göğüs kafesine yaslayan bir doktorun duyamayacağı bir
sesi, hiçbir doktor stetoskopla da duyamaz. Aslına bakarsanız,
stetoskoplarını boyunlarında taşıyan, aletin dinleme kısmını
hastanın göğsüne bastıran ama kulaklık kısmını kulağına takma­
yı unutmuş doktorlar tanıyorum! Bir zamanlar bunun gerçekten
korkunç olduğunu düşünürdüm. Artık böyle düşünmüyorum.
Muhtemelen doktor, bilinçli ya da bilinçsiz, şunun farkındadır
ki, hasta, bir anlamı ya da yararı olacağına inandığından değil,
stetoskopla göğüs ve sırt dinlemenin kutsal muayene ayininin
bir parçası olduğunu düşündüğünden buna ihtiyaç duymaktadır.
Üstelik stetoskopla muayene zararlı bile olabilir; özellikle de
çocuklar söz konusu olduğunda. Diyelim ki, bir anne yıllık
kontrollerini yaptırmak üzere kızını doktora götürüyor. Çocukta
hiçbir hastalık belirtisi yoktur ama doktor stetoskopuyla çocu­
ğun kalbini dinleyince fonksiyonel bir kalp mırıltısı keşfeder.
Fonksiyonel kalp mırıltısı, bütün çocukların üçte birinde şu ya
da bu dönemde rastlanan zararsız bir kalp sesidir. Bu noktada
doktor bir karar vermek zorundadır; bunu anneye ya söyleye­
cektir ya da söylemeyecektir. Bir zamanlar doktorlar bu bilgiyi
kendilerine saklarlardı. Durumu ellerindeki çizelgeye ancak bir
18
başka doktorun anlayabileceği şekilde şifreleyerek not ederler­
di. Oysa artık doktorlara bu tür bilgileri ebeveynlerle paylaşmak
zorunda oldukları öğretiliyor. Doktor, anne babanın bunu bilme­
ye hakkı olduğunu düşündüğü için bilgiyi onlarla paylaşıyor
olabilir; tabii başka bir doktorun aynı durumu fark edip kendi­
sinden önce davranmasından korkuyor da olabilir.
Sonuç olarak doktor, anneye durumu bildirmeye karar vere­
cektir. Bu mırıltının masum bir ses olduğunu söyleyerek anne­
nin içini rahatlatmış olmasının, tabii yaptıysa, fazla bir önemi
olmayacaktır: Hem anne hem de kızı bir şeylerin gerçekten de
ters gitmekte olduğundan kuşkulanabilirler, bu kuşkuyu belki de
hayatlarının sonuna kadar taşıyabilirler. Ardından anne, kendi­
sinden tekrar tekrar EKG (Elektrokardiyogıam) çektirmesini,
göğüs röntgeni aldırmasını, hatta kalp kateterizasyonu (atarda­
marlara kateter denilen ince bir tüp sokmak yoluyla kalp fonksi­
yonlarının izlenmesi işlemi) yaptırmasını isteyecek çocuk kardi­
yologlarının kapısını aşındırmaya başlayabilir. Kalp mırıltısı
olan çocukların ailelerinin iki şeyi yapmaya meyilli oldukları
araştırmalarla gösterilmiştir: Birinci eğilim çocuklarının aktivi-
telerini kısıtlamalarıdır; yani anne baba, çocuğun herhangi bir
sporla uğraşmasına izin vermez. İkinci eğilim de çocuğu daha
da fazla yemek yemeye teşvik etmeleridir! Doğal olarak bu da
yapabilecekleri en kötü şeydir. Çocuklarım kelimenin tam anla­
mıyla sakat kalpli yaparlar.
Stetoskopa oranla albenisi epeyce fazla olan EKG, doktor
için bir parça daha pahalı bir elektronik oyuncaktır sadece. En
az yirmi yıl önce yapılan bir araştırma, uzman bir EKG yorum­
cusunun hazırladığı bir raporun bir başka uzman EKG yorum­
cusunun raporundan yüzde yirmi oranında farklılık gösterdiği­
ni ortaya çıkarmıştır. Ayrıca aynı uzmanlar, aynı raporu başka
bir zaman yorumladıklarında da ilk yorumlarıyla ikinci yorum­
ları arasında yüzde yirmi oranında bir fark olduğu görülmüştür.
Kişinin, günün hangi vaktinde EKG çektirdiğinden tutun da kı­
sa zaman önce spor yapıp yapmadığına kadar bu raporların yo­
rumunu etkileyen onlarca değişken vardır. Yapılan bir incele­
mede, kalp krizi geçirdiği kanıtlanmış vakaların sadece yüzde

19
yirmi beşinde EKG kalp krizini tespit edebilmiş; yarısında be­
lirsiz bulgu vermiş ve geri kalanlarda da kişinin kalp krizi ge­
çirdiğini anlayamamıştır. Başka bir araştırma da, sağlıklı kişi­
lerden elde edilen bulgularla yapılan EKG okumalarının yarı­
sından fazlasının hatalı biçimde anormal çıktığım ortaya koy­
muştur.
Yine de doktorların, kalp sorunlarını tespit eden bir dedektör
olarak gördükleri EKG’ye olan güvenleri en ufak biçimde sar­
sılmamıştır. Gözümde tekrar tekrar canlandırdığım şöyle bir
sahne vardır: Kalp krizi geçirdikten sonra yoğun kalp bakım
ünitesinde yatmakta olan bir hastayı hayal ederim. Gerçekten
çok rahat koşullarda, steril bir ortamdadır; ta ki bir hemşire,
elinde şırıngasıyla kendisine yaklaşıncaya kadar. Hemşire
EKG’de bir düzensizlik görüldüğünü ve bu durumun derhal dü­
zeltilmesi gerektiğini açıklar. Elektronik izleme ekipmanlarında
yüksek oranda hata görüldüğünden ve elektriğin aynı bakım üni­
tesi içinde bir monitörden diğerine sıklıkla sızıntı yaptığını gös­
teren araştırmalardan tabii ki hiç haberi yoktur. Benim hayali
kahramanımsa hemşireye karşı çıkıp ona yalvarır: “Hemşire
Hanım, lütfen nabzıma bakın. Gerçekten de çok düzenli atıyor!”
Hemşire, hastaya bunun hiçbir faydası olmayacağını söyler. Ma­
kineyle tartışamazsın! Şırıngayı derhal hastanın koluna daldırır.
Sonucu tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde.
Gördüğünüz gibi hiç de o kadar fantastik bir hayal değildir
bu. “Gelişmiş” kalp bakım ünitelerinde hastaların kalp atışlarını
elektronik olarak “düzeltmek” üzere tasarlanmış elektrikli izle­
me cihazları mevcuttur. Hangi hastanın elektrik şokuna ihtiyacı
olduğuna bu cihazlar karar verir. Aslında bir elektrik şokuna ih­
tiyacı olmadığı halde makinenin verdiği karar yüzünden elektrik
şoku uygulanan vakalar olduğunu biliyorum.
EEG (Elektroensefelogram) İstem dışı kas kasılmalarına ne­
den olan bazı hastalık türlerinin ve beyin tümörlerinin teşhis edi­
lip yerlerinin belirlenmesinde mükemmel bir araçtır ama pek
çok kişi bu cihazın sınırlarının farkında değildir. İstem dışı kas
kasılmaları olduğu klinik olarak kanıtlanmış kişilerin yaklaşık

20
yüzde yirmisinde anormal EEG hiç gözlenmez. Buna rağmen
son derece normal kişilerin yüzde on beş ila yirmisinde anormal
EEG olduğu görülmüştür. Beyin aktivitelerini ölçen bir cihaz
olarak EEG’nin güvenilirliğinin tartışmalı olduğunu göstermek
isteyen bir araştırmacı, baş kısmı kireç tozuyla doldurulmuş bir
mankene standart koşullarda EEG bağlamış ve monitörde, “ha­
yat belirtisi” olduğuna dair bilgi belirmiştir.
Açıkça görülen hata olasılıklarına rağmen EEG, hâlâ önce­
likli teşhis aracı olarak kullanılmaktadır; bir çocukta gerçekten
organik öğrenme güçlüğü olup olmadığını, asgari beyin hasarı
olup olmadığını, hiperaktivite olup olmadığını tespit etmekte ya
da “hastalık” olarak tanımlanmış bu tür yirmi otuz belirtiden bi­
rini gösterip göstermediğini tespit etmekte ilk başvurulan cihaz­
dır. Bilimsel makale yayımlama ihtiyacında olan çocuk nörolog­
ları, inişli çıkışlı EEG bulguları rapor etmiş oldukları gerçeği
karşısında, bir çocuğun davranışlarıyla EEG bulguları arasında
mantıklı bir bağlantı olduğu hususunda görüş birliğine varama­
mışlardır.
Ne ki, bilimsel geçerliliğinin tam anlamıyla kanıtlanmamış
olması EEG makinelerinin hızla çoğalmasına ve yapılan ölçüm
sayısının fırlamasına engel olamamıştır. Kariyer arayışında
olan öğrencilere genellikle EEG konusunda bütün alanı kapsa­
yan çalışmalar yapmalarını öneriyorum çünkü öğrenme bozuk­
luklarıyla ilgili her alan gibi bu da yeni yeni gelişmekte olan bir
endüstri. Bugün eğitimciler, doktorlar ve ebeveynler, bilinçli ya
da bilinçsiz olarak, her türlü davranış sorununun tıbbi bir has­
talık haline getirildiği bir komplonun içindeler. Çocuk, anne ba­
banın veli toplantısına çağrıldığını belirten bir kâğıt parçasıyla
evine yollanır. Veli toplantısında anne babaya, çocuklarının or­
ganik bir beyin problemi olabileceği, hiperaktif olabileceği ya
da beyninde asgari düzeyde bir hasar olabileceği söylenir. An­
ne baba, apar topar çocuğu alıp EEG çektirmek için doktora gi­
der. Doğruluğu tartışmalı EEG sonuçlarına bakılır ve çocuk ilaç­
larla uyuşturulup, öğretmenini huzura kavuşturacak davranış ka­
lıbına sokulur.
21
Bu arada, en yaygın ve en tehlikeli teşhis aracı da röntgen
makinesidir. Ne yazık ki, kutsal muayene ayininin en değerli
parçasını oluşturan bu cihaz, aynı zamanda doktorların vazgeç­
mekte en çok zorlanacakları cihazdır. Çünkü bilirler; insanlar,
bedenlerinin içini görebildikleri, acının kaynağını ilk bakışta
tespit edebildikleri ve kendilerinin göremediklerini görebildik­
leri için doktorların bu güçlerine karşı korkuyla karışık bir say­
gı duymaktadırlar. Doktorlar da bu tanrısal güçle âdeta kendile­
rinden geçmişlerdir ve bir sivilceyi incelemekten, ana rahminde­
ki ceninin gelişimindeki gizemleri çözmeye kadar her şeyde X
ışınlarını kullanırlar. Bebeğin rahimdeki pozisyonunu elle mu­
ayene ile tespit edebilme yeteneklerine güvenmeyen birçok ka-
dın-doğum uzmanı X ışınlarının kullanılmasında ısrarcı olmak­
tadır; hem de çocuklukta görülen löseminin (kan kanseri) do­
ğum öncesinde maruz kalınan radyasyonla bağlantılı olduğu
açıkça raporlanmış olduğu halde.
Tiroit bezindeki doku bozuklukları, ki çoğu kansere dönüşür,
yirmi otuz sene önce baş, boyun ve üst göğüs bölgesi radyasyo­
nuna maruz kalmış biıî[erce ihsanda ortaya çıkmaktadır. Diş he-
kimlerinin kuİİdnaîğrnniJîtlîlr^'TŞnnarı cihazının ürettiğinden
daha az miktar radyasyon alınmasıyla tiroit kanserinin gelişebil­
diği bulgulanmıştır. Bilim insanları, düşük seviyelerdeki radyas­
yonun hem şimdiki nesilde hem de gelecek nesillerde genetik
hasar oluşturma tehlikesini vurgulamaktadırlar. X ışınlarını,
hepsi de yaşlılıkla ilgili olan şeker hastalığı, kalp damar hasta­
lıkları, felç, yüksek tansiyon ve katarakt oluşumuna da karıştır­
dılar. Radyasyonu kanserle, kan hastalıklarıyla ve merkezi sinir
sistemi tümörleriyle iiişkilendiren pek çok araştırma sonucu
vardır. Yaygın muhafazakâr görüş, tıpta ve dişçilikte kullanılan
doğrudan radyasyonun her yıl sebep olduğu ölüm sayısını dört
binde sabitlemiştir.
Bir şey öğrendiysem o da bu ölümlerin kaçınılmaz olmadığı­
dır; tıpkı radyasyonun sebep olduğu başka pek çok sıkıntının ka­
çınılmaz olmadığı gibi. Meme röntgeni çekmek için göğse rad­
yasyon uygulamanın pratikte pek de işe yaramadığını yirmi beş
sene önce tıp fakültesindeyken öğrenmiştim. Yeni araştırmalar

22
durumun pek fazla değişmediğini gösteriyor. Meme ultrasonla-
rım yorumlamak üzere eğitildikleri söylenen doktorların teşhis­
leri, yine meme ultrasonlarım kullanarak meme kanserini teşhis
eden ama bu konuda eğitim almamış doktorlara oranla daha
doğru olmuyor. Otuz seneden fazla bir zaman önce yapılan bir
çalışma, aynı göğüs filmini yorumlayan radyologların yüzde
yirmi dördünün farklı sonuçlar bulduğunu ortaya çıkarmıştır;
hem de ciddi hastalık vakalarında bile! Akciğerde hasar olduğu­
nu açıkça gösteren göğüs röntgenlerinden yüzde otuz ikisinin
hatalı yorumlanıp, hasarı tespit edemediğini ortaya koyan araş­
tırmalar da cabası. 1959 yılında, uzmanların yüzde otuzu rönt­
gen yorumlamak konusunda diğer uzmanlarla uzlaşamamakta;
yüzde yirmisi aynı röntgen filmini yeniden yorumlarken kendi­
leri ile uzlaşamamaktaydı. 1970 yılında Harvard’da yapılan bir
çalışma, radyologlar arasındaki uzlaşmazlık oranının hâlâ en az
yüzde yirmi olduğunu gösteriyordu.
Yine de X ışınları, birçok doktorun ve diş hekiminin muaye­
nehanesinde dokunulmazlığa sahiptir. Mamografinin, teşhis
edeceğinden daha fazla kansere yol açtığı gerçeğinin bilimsel
olarak ortaya konmuş olmasına rağmen, yüzlerce, binlerce kadın
her yıl meme röntgeni çektirmek için kuyruğa giriyor. Yıllık
röntgenler; işe giriş belgeleri arasmda istenen röntgenler; okula
giriş belgeleri arasmda istenen röntgenler; sağlık kampanyala­
rıyla pompalanan röntgenler... bu dinsel tören böyle devam edip
gidiyor. Kusursuz sağlıktan bahsedip de yine de göğüs röntgeni
çektirmeleri için hastalarını zorlayan doktorlarla ilgili şikâyet
mektupları alıyorum. Fıtık ameliyatı olmak için hastaneye yatan
bir adam, altı göğüs röntgeni çektirdiğini söylemişti. Radyolog­
ların kendi aralarında yaptıkları konuşmalara kulak misafiri olan
bu kişi, radyasyona maruz kalınan dozlarla ilgili bir deneyin
içinde yer aldığından kuşku duymuştu. Dişindeki kaplamayı de­
ğiştirmek için diş hekimliği fakültesine gittiğinde de kendisine
otuz kez X ışını verilmişti.
Röntgen kullanan doktorların birçoğu, hastaların talebi ya da
beklentisi nedeniyle bu yola başvurduklarını söyleyerek kendi­
lerini savunurlar. Bu mazeret karşısında ben şu cevabı veriyo­

23
rum: “Madem insanlar X ışınlarına bu denli bağımlı o zaman tı­
patıp röntgen makinesine benzeyip aynı sesleri çıkaran yapma
makineler kurun. Böylece çok büyük miktarda hastalığın önüne
geçmiş olursunuz!”
Faydadan çok zararı olan teşhis prosedürlerinin bir başka
parçası da laboratuar tahlilleridir. Tıbbi tahlil laboratuarları uta­
nılacak derecede yanlış sonuçlar vermektedir. ABD çapında bü­
tün laboratuarlar arasmda yapılan bir araştırma, bakteriyolojik
tahlillerle ilgili işlerin yüzde on ila kırkının tatmin edici olma­
dığını; yüzde otuz ila ellisinin en basit klinik kimya testlerinde
bile başarısız olduğunu; yüzde on iki ila on sekizinin kan grup­
ları belirlenmesi çalışmalarını yüzlerine gözlerine bulaştırdık­
larını; yüzde yirmi ila otuzunun da hemoglobin (kanda oksijen
taşıyan protein) ve serum elektrolit (kandaki maddelerin
ayrıştırılması) tahlillerini doğru yapamadıklarım göstermiştir.
Basitçe söylemek gerekirse, yapılan tüm testlerin dörtte birin­
den fazlasında hatalı sonuçlar elde edilmiştir. Yine ABD çapın­
da yapılan bir başka araştırmada, “yüksek standartlara sahip”
laboratuarların yüzde ellisi sınavı geçmeyi başaramamıştır.
New Jersey’deki iki yüz yirmi beş laboratuarda yapılan yirmi
beş bin analizin tekrarlanması sonucunda, bu analizlerden yal­
nızca yüzde yirmisinin kabul edilebilir sonuçlara ulaştığı görül­
müştür. Yüzde yetmiş beş içinden de sadece yarısı testleri geç­
miştir.
Laboratuar tahlillerine her yıl milyarlarca dolar harcayan
insanların bunun karşılığında gerçekten ne aldıklarını bilmek
istiyorsanız, bağımsız birimlerce denetlenen laboratuarların
yüzde otuz birinin orak hücre anemisini (alyuvarların şekil­
lerinin bozulduğu bir kan hastalığı türü) teşhis etmekte başarı­
sız olduğunu öğrenmekle işe başlayabilirsiniz. Yapılan tahlil­
lerin en az üçte birinde öpüşme hastalığı da denen enfeksiyöz
mononükleoz (Herpes virüs ailesinin bir üyesinin yol açtığı bir
hastalık türü) tanımlanmaktadır. Denetlenen grupların yüzde
on ila yirmisi, örnek hasta numunelerinde lösemi görüldüğünü
hatalı olarak bildirmiştir. Bu grupların yüzde beş ila on ikisi
de, tamamen sağlıklı olan insanlardan alınmış numunelerde bir

24
sorun olduğunu söylemiştir. Benim en sevdiğim çalışmalardan
biri, iki yüz kişiden yüz doksan yedisinin, sadece laboratuar
testlerinin basitçe tekrar edilmesi yoluyla “iyileştirildikleri”
çalışmadır!
Bu tahlil sonuçlarının şok edici olduğunu düşünüyorsanız,
ABD’deki laboratuarların yalnızca yüzde onundan daha az bir
kısmının izlenip denetlediğini de aklınızdan çıkarmayın. Yani
yapılan bu deneyler, en iyi laboratuarlarm en iyi tahlillerini kap­
samaktadır. Geri kalanlar için, paranızı öder kaderinize razı
olursunuz; emin olun ki, her geçen gün daha çok para ödeyecek­
siniz çünkü eğitimlerine iş başında devam eden doktorlar karşı­
laştıkları vakalar üzerinde pratik yaptıklarından hep daha fazla
laboratuar tahlili isterler.
Bu tahlillerin hatalı sonuç verme olasılığı bu denli büyük ol­
duğu sürece bunlara olsa olsa kehanet ya da fal gözüyle bakabi­
liriz; çıkan sonucun tutarlılığı kâhinin akima ne estiğine ya da
üfürükçünün becerisine kalmıştır. Farz edelim, kâhinin yüce
güçlerle yaptığı pazarlıklar sonucunda tahlil sonuçlarınız muci­
zevi bir biçimde doğru çıktı, bu kez de doktorunuzun bu sonuç­
ları yanlış yorumlama tehlikesi vardır. Bana yollanan mektup­
lardan birinde, bir kadın, son yaptırdrğı rutin incelemeler sıra­
sında dışkısında kan tespit edildiğini belirtmişti. Doktoru onu,
baryum radyasyon testi de dahil olmak üzere aklına gelebilen
bütün testlere tabi tutmuştu. Sonuçların hepsi negatif çıkmıştı
ama doktor işin peşini bırakmamıştı. Yapılan testler kadınının
daha da fazla acı çekmesine sebep olduğu halde doktor daha da
fazla tahlil istemeye devam etmişti. Altı ay sonra, karşısında
durmakta olan çok daha güçsüz ve zayıf kadına teşhisini açıkla­
mıştı: “Midenizde fazla asit var!”
Doktorlar laboratuar tahlillerinin ve teşhis cihazlarının nicel
verilerine bu kadar bağımlı olmasalardı, tahliller de teşhis alet­
leri de bu kadar tehlikeli olmazdı. Ancak sayılarla istatistikler,
modern tıbbın dua dili olduğundan, nicel veriler kutsal kabul
edilir ve Tanrı sözü olarak bilinir. Aslına bakacak olursanız teş­
histe son söz gerçekten de Allah’a kalmıştır.

25
Teşhis aleti, ister termometre, tartı ya da kalibre edilmiş bi­
beron gibi basit bir şey olsun, ister röntgen makinesi, EKG,
EEG ya da laboratuar tahlillerinde kullanılan ekipman gibi kar­
maşık bir cihaz olsun, gerçek anlamda teşhis sanatkârı olan dok­
torların nitelikli hükümleri ve elbette sağduyu muayene sürecin­
den dışlandıkça, hem hastaların hem de doktorların gözlerini ka­
maştırmayı sürdürecektir.
Kadın-doğum ve pediatri bölümlerinde kullanılan tartılar her
türlü soruna davetiye çıkarır. Çocuk doktoru bebeği tartar; arzu
edilen miktarda kilo almadığını görünce yüzünde müthiş bir ke­
der ifadesi belirir. İşte yine nitelikli bir değerlendirme yerine ni­
celiğe dayanan bir değerlendirme yapılmıştır. Oysa böyle bir du­
rumda şu soruların sorulması gerekir: Bebeğin görünüşü nasıl?
Davranışları nasıl? Bakışları nasıl? Hareketleri nasıl? Sinir sis­
temi nasıl çalışıyor? Ama doktor bu gözlemlere güvenmek yeri­
ne sayılarla uğraşır. Halbuki anne sütü emmekte olan bir bebek,
doktorun zannına uygun miktarda ve doktorun istediği hızda ki­
lo almayabilir. Ama doktor, hem annenin hem de bebeğin zara­
rına da olsa, bebeğe mama vermeye başlar.
Hamile kadınların da tartım aletlerine pabuç bırakmamaları
gerekir. Anne adayının alması gereken doğru miktarda kilo hiç­
bir şekilde belirlenmiş değildir. Burada da doktor nitelikli bir
değerlendirme yapmak zorundadır; nicelikli değil. Hamile bir
kadının doğru beslenmesi gerekir; “doğru miktarda” beslenmesi
değil. Ne kadar yediğine değil, ne yediğine dikkat ederse kendi­
ne iyi bakmış olacaktır. Tartıların gösterdiği rakamları göz ardı
etmesinde hiçbir mahsur yoktur.
Kalibre edilmiş yeni doğan biberonları da başka bir baş bela­
sıdır. Çocuk doktoru, anneye, her beslenmesinde bebeğin “x”
miktar besin alması gerektiğini söyler. Anne aldığı emirleri har­
fiyen uygulayıp gösterilen hedefe varmakta son derece azimli­
dir. Bebeğini tatlı sözlerle kandırarak, olmadı tehdit ederek bes­
ler; ne yapıp eder doğru miktarı bebeğe vermeyi başarır. Aslın­
da bebek çoğu zaman yediğinin çoğunu dışarı püskürtür. Sonuç­
ta elde kalan, anneyle bebek arasındaki kötü duygulardır. Sevgi­
26
nin, eğlencenin, neşenin hüküm sürmesi gereken yerde, huzur­
suzluk ve gerilim ortaya çıkar. Bu bebeğin ileriki yaşlarında
obez (aşırı şişman) olma ihtimali olduğunu belirtmeme herhalde
gerek bile yok.
Ateş ölçmek de fiilen faydasız bir işlemdir. Bir hastalık şikâ­
yetiyle doktorunu arayan anneye sorulan ilk soru, çocuğun ate­
şinin kaç olduğudur. Bu sorunun hiçbir anlamı yoktur. Çok yük­
sek ateşle seyreden zararsız hastalıklar mevcuttur. Örneğin kıza­
mıkçık yeni doğan bebeklerde yaygınca rastlanan ama tamamen
zararsız bir hastalıktır, buna karşılık ateş kırk, kırk bir dereceye
kadar çıkar. Öte yandan, verem ve menenjit gibi hayati tehlike­
si olan bazı hastalıklarda ateş hiç gözlenmeyebilir ya da norma­
lin altında ateş seviyeleri ölçülebilir. Böyle bir durumda dokto­
run nitelikli bilgi alması gerekir; bunun için de çocuğun kendi­
sini nasıl hissettiği ve annenin çocuğun davranışlarında ne tür
değişiklikler gözlediği gibi şeyleri sormak zorundadır. Rakamla­
ra duyulan bu güven, bütün sürecin dini bir amaca hizmet ettiği­
ni açıkça tasdik etmektedir. Ateş ölçmenin son derece lüzumsuz
olduğu, salt bir dini törenden ibaret olduğu ortadayken, annenin,
doktorun sorusuna, “Bilmem, ölçmedim” ya da “Evde termo­
metremiz yok” diye cevap vermesi gerekir. Elbette doktor onda
bir gariplik olduğunu, sağlığına gereken önemi vermediğini ya
da zihinsel yetersizliği olduğunu düşünecektir. Bu yüzden anne­
lere kafadan bir sayı uydurmalarını öneriyorum. Gerçekten dok­
torun dikkatini çekmek istiyorsanız yüksek bir sayı seçin. Kırk
derece deyin ya da inandırıcı olmak kaydıyla başka yüksek bir
rakam söyleyin. Bu aşamada doktorunuz, örneğin otuz sekiz de­
rece ateşi normal buluyorsa, ona şöyle söyleyebilirsiniz: “Biraz
önce çok daha yüksekti!” Doktor size inanmıyorsa, termomet­
reyi yanlış okumanızdan başka bir nedenle sizi suçlayamaz.
Hatta ondan önce davranıp, “Termometreyi yanlış okumuş
olmalıyım!” diyebilirsiniz. Sonunda termometrenin mübarek
nicel engelini aştığınızda her ikiniz de daha önemli şeylerle ilgi­
lenmeye başlayabilirsiniz.
Muayene edilmenin en yaygın tehlikelerinden biri, şikâyeti­
nizle ilgili olmayan amaçlar için de kullanılabilecek olman ız-

27
dır. Seneler önce bir polikliniğin yöneticisi olduğumda, annele­
re rutin olarak “Çocuğunuzun tuvalet eğitimi var mı?” diye
sorulduğuna şahit olmuştum. Dört yaşma kadar tuvalet eğitimi­
ni tamamlamamış olan erkek çocuklar bir kenara ayrılıyor ve
üroloji uzmanlarından oluşan bir çalışma grubuna sevk edili­
yorlardı. Bu grubun çalışmaları birçok şeyin yanında, mesane
ve prostattan parça alınması işlemi demek olan sitoskopiyi de
içeriyordu. Dört yaşındaki bu çocukların hepsine sitoskopi
yapılıyordu! Tuvalet eğitimi ile ilgili sorulan bu soruya derhal
son verdim. Kısa bir süre sonra, arkadaşım olduğunu zannetti­
ğim üroloji bölümü başkanı beni aradı. Çok öfkeliydi. İlk önce,
bu sorunun sorulmasına ve dolayısıyla üroloji grubunun çalış­
malarına son verdiğim için yanlış yaptığımı söyledi. Organik
bozuklukları olan nadir vakaları bulabilmek için bu tarz araştır­
malar yapılmasının önemli olduğunu belirtti. Tabii ki bu tam bir
saçmalıktı çünkü bütün nadir vakalar, sitoskopiden çok daha
tehlikesiz ölçümlerle tanımlanabilirler. Sonra, olup bitenler
hakkında daha fazla bilgi verdi. Asıl sorun kadro programını
altüst etmiş olmamdı. İstediği kadronun yetkili kurumlarca
onaylanması için her yıl belirli sayıda sitoskopi yapması gere­
kiyordu. Bu durumda ulaşması gereken sayı yüz elliydi. Bense
onun sitoskopi kaynaklarını elinden almıştım ve bu nedenle
başım belaya girecekti.
Bu durum diğer uzmanlıklar için de böyledir. Örneğin bir
kardiyoloji kadrosunun onaylanması için, araştırmacı her yıl be­
lirli sayıda kateterizasyon yapmak zorundadır; bu sayı yüz elli,
iki yüz, beş yüz ya da başka bir şey olabilir. İnsanları yoldan çe­
virip kateterizasyona ihtiyaçları olduğunu söylemek gibi yaygın
bir eğilim var!
Doktorun sizi kendi amaçları uğruna kullanma tehlikesine
karşı, bütün araştırmacı ve eğitimci doktorlara potansiyel zarar
vericiler gözüyle bakmanız en iyisi. Aslına bakarsanız, insanla­
rı tedavi eden bir doktor sadece tedavi edici bir doktor olmalıdır.
Araştırma ve eğitim işi, araştırmacı ya da eğitimci sıfatıyla anı­
lan kişilere bırakılmalıdır. Rolleri karıştıran bir doktor son dere­
ce dikkatli olmalıdır. Tabii hastası da.
28
Doktorun deneme tahtası olmak, maruz bırakılabileceğiniz en
uğursuz ve en tehlikeli gizli amaçtır. Rutin sağlık taraması ayin­
leri olmasaydı, stajyer doktorlar muayenehane kiralarını öde­
mekte güçlük çekerlerdi! İnceleme ve araştırmalar olmasa, bir
doktor, Kilise’nin diğer dini törenleri için gereken adak kurban­
larını temin etmeyi nasıl garantiye alacaktı ki? İncil, “Pek çok in­
san çağrıldı ama çok az kişi seçildi” der. Modem Tıp Kilisesi bu
sözü daha bir güzel söyler: “Herkes çağrıldı birçoğu da seçildi.”
Yıllık fiziksel kontroller bir zamanlar işçiler ve fahişeler gi­
bi yüksek risk gruplan içinde yer alan kişilere öneriliyordu. Oy­
sa günümüzde doktorların çoğu herkesin yılda en az bir kez ru­
tin kontrollerden geçmesi gerektiğini söylüyor. Düzenli kontrol­
lerle geçen son elli yılda, buna içtenlikle boyun eğen kişilerin
daha çok yaşadıklarını ya da doktorlardan uzak duran kişilerden
daha sağlıklı olduklarını gösterecek en küçük bir kanıt bile elde
edilmiş değil. Bu kontrollerin kesinlikle risk içermesi nedeniy­
le, bu işlerden uzak duranların çok daha iyi durumda oldukları­
nı söyleyebilirim.
Açık ve net olarak söylenebilir ki, doktorun insafına kalmış
durumdasınız. O muayenehaneden içeri adım atmış olduğunuz
gerçeği, derdinizin ne olduğu konusunda en ufak bir fikriniz ol­
madığı ve bunu doktorun bulmasını istediğiniz anlamına gelir.
İşte bu noktada artık en değerli özgürlüğünüzü bırakmaya hazır­
sınız; yani teşhisi kendi kendinize koyma özgürlüğünü. Doktor
size hasta olduğunuzu söylerse, hastasmız. İyi olduğunuzu söy­
lerse, iyisiniz. Neyin normal neyin anormal, neyin iyi neyin kö­
tü olduğunun sınırlarını doktor koyar.
Doktorun normal ve anormal, hasta ve sağlıklı kavramlarına
güvenebilseydiniz bile ona boyun eğmek yine de korkunç olur­
du. Ama buna zaten güvenemezsiniz. Doktorların çoğu sağlıklı
olma kavramını tanımlamaktan acizdir; çünkü sağlık üzerine de­
ğil hastalık üzerine eğitim alırlar; çünkü hastalıkları teşhis eden
gözleri, sağlığı gören gözlerinden çok daha keskindir; çünkü her
iki durumun işaretlerinin de aynı kişide olabileceğinin göreceli
önemini algılayamazlar. İyi olduğunuzu söylemektense hasta ol­
duğunuzu söylemeye eğilimlidirler.
29
Kontrol doktorda olduğu sürece, sağlıklı olmanın ve hasta
olmanın sınırlarını nasıl isterse öyle tanımlayacaktır ya da nasıl
isterse öyle manipüle edecektir; kendi maksadına ve ilgi alanı­
na bağlı olarak dar ya da geniş sınırlar çizebilir. Hastalığın de­
recesini ustaca kendi istediği noktaya çekebilir. Örneğin, yük­
sek kan basıncını, normal sınırların üst limitinin içinde ya da
yukarısında olarak tanımlayıp tedavisini buna göre yapabilir ve
genellikle de çok güçlü ilaçlar kullanır. Hastalığın tanımını, nü­
fusun kaçta kaçını etkilediğine göre yapacaktır. Yüz çocuğun
boyunu ölçen bir doktor, en kısa boylu çocukla en uzun boylu
çocuk arasında kalanların “normal” olduğunu; bunun dışında
kalan yüzde bir, iki ya da beşlik kısmın “anormal” olduğunu ve
daha ayrıntılı olarak incelenmeleri gerektiğini söyleyebilir.
Normal kan ya da idrar değerlerinin veya EKG sonuçlarının alt
ve üst sınırlarını keyfince belirleyip, nüfusun bir kısmını, daha
ayrıntılı inceleme gerektiren “anormaller” grubuna sokarak
yaftalayabilir.
Müshil ilacı satıyor olsaydı, kabızlığı, nüfusun büyük çoğun­
luğunu kapsayacak biçimde şöyle tanımlamaya eğilimli olacak­
tı: Şayet kişinin bağırsak hareketleri o gün çok iyi değilse, o ki­
şi kabızdır. Nokta. Öte yandan, gerçekleri söyleme sorumlulu­
ğunu taşısaydı normal bağırsak hareketlerine sahip bir kişinin
haftada bir iki kez kabızlık çekmesinin pek önemli olmadığını
söyleyecekti. Tabii bu tür bir açıklama neredeyse nüfusun tama­
mım “hasta” kategorisinin dışında bırakırdı.
Hastalığın varolmadığı durumlarda bile doktor durumu has­
talık olarak tanımlayabilir. Her şey bir yana, boyları ölçülen yüz
çocuk arasında birkaç çocuk ya da kan, idrar ve EKG ölçümleri
yapılan bilmem kaç kişi arasında bilileri zaten illaki ölçüm cet­
velinin en düşük ve en yüksek noktasında bulunacaktır. Otuz
kırk testlik bir serinin en az birinde “istatistiksel olarak anor­
mal” çıkmayan çok az insan vardır; daha sonra bu insanlar ken­
dilerini potansiyel olarak hasar verici, hırpalayıcı, zararlı tıbbi
deneyler serisi içinde bulabilirler.
Doktorun ilgi odağını hesaba katmalı ve kendinizi sakınma­

30
lısınız. Doktorlar, müdahale ettikleri durumlar için, müdahale
etmedikleri durumlara göre her zaman daha çok ödül alır, daha
çok takdir görürler ve zaten müdahale etmek üzere eğitilirler;
gözlem yapmak, beklemek, hastanın kendi kendine iyileşmesi­
ne izin vermek ya da başka bir doktorun görüşünü alması için
ona şans vermek yerine, anında müdahale etmek üzere eğitilir­
ler. Aslmda, tıp öğrencilerine verebileceğim en can alıcı tavsi­
yelerden biri şudur: Sınavlarınızı başarıyla geçip tıp fakültesini
bitirmek istiyorsanız, bu arada da akıl sağlığınızı yitirmemek
gibi bir derdiniz varsa, çoktan seçmeli sınavlarda her zaman en
müdahale edici şıkkı işaretleyin, doğru cevabı verme olasılığı­
nız çok yüksek olacaktır. Diyelim ki, sorulardan birinde hasta­
nın burnunda sivilce çıktığı söyleniyor ve ne yapmanız gerekti­
ği soruluyor. Cevap seçeneklerinden ilkinde: Gözleyin, bekle­
yin ve birkaç gün sonra olacaklara bakın, diyorsa bu yanlış ce­
vaptır, bu seçeneği eleyin. Seçeneklerden İkincisinde: Hastanın
kafasını kesin, onu kalp ve akciğer cihazına bağlayın, sonra bü­
tün atardamarlarını yeniden dikin, ona yirmi farklı antibiyotik
ve steroit verin, diyorsa işte bu doğru cevaptır. Bu küçücük tav­
siye, birçok öğrencimin uluslararası sınavlardan, uzmanlık sı­
navlarından, bunlar gibi daha pek çok önemli sınavdan başarıy­
la geçmelerini sağlamış; aldıkları pek çok dersten de daha fay­
dalı olmuştur.
Bir hasta olarak, fiziksel testlere bir kez boyun eğdiğinizde
doktorunuz, çok küçük anomalileri bile bazı ciddi hastalıkların
ön belirtileri olarak yorumlayabilir. Bu anomaliler gerçek olabi­
lir de olmayabilir de. Hiç kuşkunuz olmasın, bu ciddi hastalık­
ların ön belirtileri, ciddi ön müdahaleler gerektirmektedir. Kan
şekeri testindeki küçük bir iniş ya da çıkış diyabet öncüsü ola­
rak yorumlanabilir; siz de elinize tutuşturulan diyabet önleyici
ilaçlarla evinizin yolunu tutarsınız. Doktor kalbinizde, koroner
yetmezlik öncesi belirtiler keşfedebilir; oysa gördüğü şey, o sı­
rada gökyüzünden geçmekte olan bir jetin EKG’de neden oldu­
ğu tesadüfi iz de olabilir; ama siz evinize, koroner kalp hastalı­
ğı öncesi durumu tedavi etmeye yarayan birkaç ilaçla dönmüş-
sünüzdür bile. Ön belirtilerle savaşan bu ilaçlar, davranış larını-
31
zı, ruh halinizi, zihinsel durumunuzu çarpıcı biçimde değiştirip
hayatınızı altüst edecektir; bulanık görme, kafa karışıklığı, aji-
tasyon (ruhsal çalkantı, karmaşa hali), sayıklama, halüsinasyon
(varolmayan şeyler görme), uyuşukluk, nöbet ve psikoz (akıl
hastalığı) da bunlara dahildir.
Size yazılan reçetede belki de Atromid S yer alacak. Bu, “ko­
lesterol düşürücü” bir ilaçtır. Kolesterolünüzü düşürmenin ya­
nında, şu yan etkilerden bir ya da daha fazlasına neden olabilir:
yorgunluk, güçsüzlük, baş ağrısı, baş dönmesi, kas ağrıları, saç
dökülmesi, uyuşukluk, bulanık görme, titreme, terleme, iktidar­
sızlık, azalmış cinsel aktivite, kansızlık, ülser, romatizma ve bir
tür bağışıklık sistemi hastalığı olan lupus eritematozis. İlacın
prospektüsündeki bu bilgileri doktorunuz muhtemelen size oku­
mayacaktır. Hatta siyah ve kalın harflerle yazılmış paragraf içe­
riğinden size bahsetmeye gönlü razı olmayacaktır: Kolestero­
lün ilaçlarla düşürülmeye çalışılmasının zararlı ya da yarar­
lı olup olmadığı veya koroner kalp hastalığına bağlı hasta­
lıklarda ya da ölümlerde bir etkisi olup olmadığı henüz tes­
pit edilmemiştir. Bilimsel araştırmaların bu soruların ceva­
bını verebilmeleri için uzun senelere ihtiyaç vardır.
Bu bilgiyi okuduktan sonra nasıl bir insan o ilacı kullanır?
Ön hastalıklar için kullanılan en yaygın ön tedavi ne olmalı­
dır? Muayenehaneye girdiğinizde, doktor tansiyonunuzu biraz
yüksek bulursa ne olur? Tansiyonunuzun, sırf orada bulunduğu­
nuz için geçici olarak çıkmış olabileceği gerçeğini göz ardı eder­
seniz, orayı tansiyon düşürücü bir ilaçla terk etmeniz büyük ola­
sılıktır. Bu şekilde yüksek tansiyondan kurtulma yolunda ancak
bir arpa boyu yol alacağınız su götürmezken, yanı sıra kazana­
caklarınızın haddi hesabı yoktur: baş ağrısından sersemliğe, le­
tarjiden (uyuşukluk) mide bulantısına ve iktidarsızlığa kadar de­
ğişen yan etkiler. 70’li yıllarda, Koroner İlaçlar Proje Araştırma
Grubu, bu ilaçların, öldürücü olmayan kalp krizi ve akciğer da­
marlarında tıkanma gibi çok sayıda yan etkileri olduğunu ve et­
kilerinin de ölüm oranlarını azaltmakta hiç de ağır basmadığını
ortaya çıkarmıştır.
32
ABD’de büyük ekonomik kriz döneminde doktorlar, apaçık
ortada olan birtakım sebeplerle, fiziksel kontrollerin ne kadar
önemli olduğunu bas bas bağırmaya başlamışlardı. Aynı apaçık
sebepler yüzünden, şimdi de diş hekimleri, rutin çekap yaptır­
mak üzere insanları alelacele muayenehanelerine çağırmaya
başladılar. Kısa süre önce diş hekimleri kuruluşundan aldığım
bir yazıda, her çocuğun üçüncü doğum gününde bir diş hekimi
tarafından, yedinci doğum gününde de bir ortodontist (çene cer­
rahı) tarafından muayene edilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bu
muayenelerin birçok çocuğa hiçbir fayda sağlamayacağı kesin­
dir, hatta çoğuna zararlı olacaktır. Zararı verecek olan da sadece
bu muayenehanelerdeki cıva kirliliği ya da kutsal X ışınlarıyla
ve kutsal su florid ile yapılan uygulamalar değil, tedavi yöntem­
lerinin ta kendisidir. Diş hekimlerinin dişleri incelemek için kul­
landıkları keskin uçlu diş tarayıcılarının, çeşitli bakteri türlerini
hastalık bulaşmış dişlerden sağlam dişlere taşıdıkları gösteril­
miştir. Çene cerrahisi hâlâ gizemli ve doğruluğu kanıtlanmamış
bir sanattır.
Yaşamlarının erken dönemlerinde ortodonti tedavisi gördük­
leri için, sonraki yaşlarda dişeti problemleri yaşayan birçok kişi
biliyoruz. Kendilerine ortodonti tedavisi önerildiği halde yaptır­
mayan ve dişleri kendi kendine iyileşen birçok kişi de biliyoruz.
Önerilen inceleme ve araştırmaların size ya da çocuğunuza bir
faydası olmasa da, diş hekimlerine ve ortodontistlere çok yarar­
lı olacağı kesindir.
Doktorların, özellikle de diş hekimlerinin, düzenli çekap ko­
nusunda hemen savunmaya geçtiklerini tecrübelerimle biliyo­
rum. Ama şiddetli diş ağrısıyla acil servise gelip de, son altı ay
içinde düzenli kontrollerini yaptırmamış oldukları gerekçesiyle
diş hekimi tarafından reddedilen hastalar olduğunu da biliyo­
rum! Tabii ya, hastaların bu tutumu doktorlara ve diş hekimleri­
ne tıbbın en büyük oyunu olan “kurbanı suçla” oyununu oyna­
ma hakkını vermez de ne yapar! Gizemli dini ayinlerinin lüzum­
suz olduğunu, sihirli güçlere sahip olmadıklarını kabul etmek­
tense, onlara başvurmakta geç kalmış olduğunuzu söylemeyi
tercih edeceklerdir.

33
Öte yandan, bir doktora asla yeterince erken, gerektiğince za­
manında başvuramazsınız; çoğu size bunu kanıtlamaya hazırdır.
Çoğu insan da buna inanmaya hazırdır. Ama bilin ki, sadece teş­
his prosedürlerine boyun eğmeniz bile, doktorun gözünde teda­
vi talep ettiğinizin işaretidir. Ona ne şüphe, madem doktora git­
tiniz tedavi talep ediyorsunuz demektir. Aspirin almaktan, bir
uzvunuzun kesilmesine kadar geniş bir yelpazede yer alan bütün
o kutsal tedavilerden nasibinizi almak istiyorsunuz demektir.
Tabii ki aziz doktor da, tepesindeki haleyi biraz daha parlatacak
olan, kutsal boyunu bir karış daha uzatacak olan daha da şiddet­
li kurban etme yollarını denemeye eğilimli olacaktır. Bazıları
buna o kadar meyillidirler ki, alt sınırdaki olasılıkları tamamen
gözden kaçırırlar. Genç bir arkadaşım, daha önce hiç denememiş
olduğu halde yüz altmış kilometrelik bir bisiklet yarışma katıl­
ma cesaretini göstermişti. Yarışın yaklaşık üçte birini tamamla­
dığındaysa, böyle bir cezayı hak etmediğini düşünüp fikrini
değiştirmişti bile. Ama o sırada yanından geçmekte olan bazı
yarışçılar yavaş gittiği için kendisiyle dalga geçince o kadar
öfkelenmişti ki yarışı bitirmeye yemin etti. Bitirdi de. Ertesi gün
uyandığında neredeyse hareket edemiyordu. İnadının ceremesi­
ni dizleri çekiyordu. Kendisini çok kötü hissettiği için bir dok­
tora gitti. Doktor onu muayene edip röntgenini çektikten sonra
iki ihtimalden söz etti: ya belsoğukluğuna yakalanmıştı ya da
dizlerinde bir tür kanser oluşmuştu. Arkadaşım, doktora, yüz
altmış kilometrelik yarıştan bahsedip durumun bu yarışla ilgisi
olup olmadığını sordu. “Uzaktan yakından ilgisi yok” diyen
doktor onu bir uzmana sevk etti. Tabii ki genç dostum evine
dönerken uzman doktorun adının yazılı olduğu kâğıdı çöpe fır­
lattı. Birkaç gün sonra dizleri yine eskisi kadar sağlıklıydı.
Bazı doktorlar da, hastaları, kendi başlarının çaresine baka­
bilecekleri durumlarda tedavi talep etmekle suçlarlar. Soğuk
algınlığı için antibiyotik istedikleri; hafif eklem gerginlikleri
için güçlü ve tehlikeli anti-romatizmal ilaçlar istedikleri; ya da
sivilcelerden kurtulmak isteyen gençlerin hormon hapı talep
ettikleri mazeretine sığınırlar. Ben bu mazereti kabul etmiyo­
rum. Hastalar pek çok şey ister; mesela, daha nazik bakım, daha

34
saygılı davranış, daha doğal tedavi yolları ve alternatif yöntem­
lerin tartışılması gibi. Ama doktorlar, nadiren bu konularda on­
ları aydınlatır.
Kendinizi gereğince savunabilmek istiyorsanız şunu aklınıza
iyice sokmalısınız: Doktorun standartları kesinlikle sizin stan­
dartlarınızdan farklıdır ve kesinlikle sizinkilerden daha iyi değil­
dir. Doktorlar, daha sordukları ilk birkaç soruya verilecek
cevapların bile müdahale etme gerekliliğini doğurduğunu göz
ardı ederler. Ben doktorlara, zararsız kalp mırıltılarını, büyük
bademcikleri ve göbek fıtıklarını mesele haline getirip anne
babaya söylememelerini öneririm; bunların neredeyse tamamı
çocuk altı yaşma geldiğinde kaybolup gider. Ayrıca bir anneye
üç yaşmdaki oğlunun tuvalet eğitimi olup olmadığını sormama­
larını da öneriyorum; çünkü bu soru, tuvalet eğitimini henüz
tamamlamamış bir çocuğun annesinin otomatik olarak bir şeyle­
rin ters gittiğini düşünmesine yol açıyor.
Kendinizi teşhis prosedürlerinin tehlikeleri karşısında savun­
mak istiyorsanız daha pek çok stratejiyi öğrenmeniz gerekir. Ta­
bii ki kaza, yaralanma ya da ani apandisit gibi acil bir durum söz
konusuysa seçim şansınız yok. Ancak bu olaylar, tıbbi vakaların
sadece yüzde beşini oluşturur. Sizde hiçbir hastalık belirtisi yok­
sa, ilk aşamada kontrol için doktora gitmeyi aklınızdan bile ge­
çirmeyin. Hastaysanız, ilk savunma stratejiniz olası sorununuz
hakkında doktordan daha fazla bilgi sahibi olmaktır. Hastalığı­
nız hakkında bilgi edinin, hem bu hiç de öyle zor değil. Siz de
doktorun çalıştığı kitaplara ulaşabilirsiniz; üstelik doktorunuz
bu kitaplardan öğrendiği bilginin çoğunu unutmuş olabileceğin­
den, teşhis koymada ondan daha da becerikli olabilirsiniz. Bir
insanın ömrü boyunca yakalanma olasılığı olan her hastalık için,
herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış kitaplar vardır. Önem­
li olan, sorununuz hakkında doktorla eşit platformda tartışabil­
mek için mümkün olduğunca fazla bilgi edinmenizdir.
Sizden bir laboratuar tahlili istendiğinde, o tahlilin ne oldu­
ğunu ve sonuçlarının neyi göstermesinin beklendiğini araştırın.
Doktora, bu tahlili sizden niçin istediğini ve sonuçlarının neyi

35
göstermesini beklediğini sorun. Doktorunuz bunu size söyleme­
yecektir. Ancak siz kendi dedektiflik görevinizi yaparsanız, kan
sayımı, idrar tahlilleri, verem testleri ve göğüs röntgenleri gibi
basit testlerin, oldukça tartışmalı ve yorumlanması güç testler
olduğunu, faydalarının da çok sınırlı olduğunu göreceksiniz.
Ayrıca yüksek test performansıyla çalışan; doğru sonuçlar
alan ve bu yaklaşımını daima koruyan bir laboratuar bulmaya
çalışmalısınız. Laboratuar çalışanları laboratuarda yapılan hata
oranı hakkında konuşmak istemiyorlarsa, bu laboratuarı listeniz­
den çıkarın. Laboratuarlarının mükemmel ya da mükemmele ya­
kın bir doğruluk oranı ile çalışmasından gurur duyuyorlarsa,
şüpheci davranın. Sorularınızı sormaya devam edin. Bu kadar
doğru çalıştıklarından nasıl böylesine emin olabiliyorlar? Doğ­
rulukları onaylanmış ve sertifikalandırılmış mı? Sertifika kimin
tarafından verilmiş? Bütün sorularınızı sizi tatmin edecek şekil­
de cevaplandıracak bir laboratuarı hiçbir zaman bulamayabilir­
siniz. Bulursanız, doktorunuzun bu laboratuarı kullanması
konusunda ısrarcı olun. Muhtemelen bu konuda size zorluk
çıkaracaktır çünkü çoğu doktorun belirli bir laboratuarla kâr
bağlantısı vardır. Israrcı olun. Bütün testleri doktorun kendisi
yapıyorsa, bir laboratuara soracağınız tüm soruları bu kez ona
sorun. Laboratuar tahlillerinin sonuçları ciddi bir tedavi gerekli­
liğine işaret ediyorsa, bütün tahlilleri başka bir laboratuarda tek­
rar ettirin. Hatta, aynı laboratuarda yaptırmanız gerekse bile
mutlaka tekrarlatın.
Kendinizi korumak adına teşhis prosedürlerini çökertmenin
en başarılı yolu doktora soru sormaktır. Bazı durumlarda sorula­
rınızı cevaplayacaktır. Bu bir istisnadır. Çoğu durumda doktor
bundan hiç de hoşnut olmayacaktır. Odadan sepetlenmek paha­
sına da olsa siz sorularınızı sorun. Davranış biçimine, verdiği
tepkilere bakarak onun nasıl bir insan olduğunu anlayabilir; ala­
nında ne kadar uzman olduğu hakkında fikir sahibi olabilirsiniz.
Sorgularsanız daha ilk anda kendinizi X ışınlarından koruya­
bilirsiniz. Tabii ki en iyi korunma yolu hiç radyasyona maruz
kalmamaktır. Elli yaşın altında olup da hiçbir hastalık belirtisi

36
olmayan ve ailelerinde göğüs kanseri geçmişi bulunmayan
kadınlara uygulanan radyasyon, göğüs kanserinin tespit edilme­
sinde güvenilir değildir. Aslında diğer tüm kadınlar için de gü­
venilir olduğu şüphelidir çünkü özellikle göğüsler, X ışınlarına
karşı oldukça hassastır. Bütün kadınlar, hamile olduklarından
kuşkulandıklarını doktora söyleyerek radyasyon yemekten kur­
tulabilirler; hamile olsalaf da olmasalar da. Bazen de hamile
olduğunuzu iddia etmeniz, doktoru gebelik testi istemeye teşvik
eder. Bir meslektaşımın karısı gebelik testini kocasının yapma­
sını istediğini söyleyerek işin içinden sıyrılmıştı. Bu onların ilk
bebekleriydi ve her anını mümkün olduğunca birlikte yaşamak
istiyorlardı. Böylece röntgen çektirmek zorunda kalmamıştı. Siz
de benzer bir taktikle, gebelik testini kendi doktorunuzun yap­
masını istediğinizi söyleyerek oradan uzaklaşabilirsiniz. Aynı
sorunun yeniden gündeme gelmemesi için bürokratik tembelli­
ğe de güvenebilirsiniz. Hamile bir kadın ya da gerçekten hâmi­
le olduğundan şüphelenen bir kadın, röntgen filmini çekmeye
kalkışan herkese durumunu yüksek sesle açıkça dile getirmeli­
dir. Hiç gerekmediği halde hamile bir kadmı radyasyona maruz
bırakmakta ısrarcı olan bütün doktorların veya diş hekimlerinin
diplomaları ellerinden alınmalıdır.
X ışınlarından kaçınma teknikleri, budala rolü yapmaktan
-“Bütün bu röntgenlere gerçekten ihtiyacım var mı, Doktor?”-
ikna etme kabiliyetine ve tatlı sözlerle kandırmaya kadar deği­
şiklik gösterebilir. Bu teknikler bazen işe yarar ama siz yine de
mücadeleye ve engellemelere karşı hazırlıklı olmalısınız. Bazen
doktor, röntgen odasına kadar götürülmeniz için sizi tekerlekli
sandalyeye oturtur. Bu, fazla zeki hastaları küçük düşürmek, ki­
şiliklerini bir an için ellerinden alıp onları aşağılamak için bile
bile yapılan tipik bir hiledir; onları yumuşak başlı, kabullenici,
uysal işbirlikçiler, kolaylıkla yönetilebilen hastalar haline dö­
nüştürmektir amaç. Bir gün başmıza böyle bir şey gelirse, teker­
lekli sandalyeden fırlayıp iki ayağınızın üzerinde durun. Kendi
sağlığınızın sorumluluğunu almak için daima tetikte olun. Te­
kerlekli sandalyeden kalktığınız için hissedebileceğiniz suçluluk
duygusunun size X ışınları kadar zarar vermeyeceği şüphesizdir.

37
Radyasyondan kaçınmak konusunda kendi tercihinizi yaptık­
tan sonra bile doktorunuz sizi hâlâ ateş hattında tutmak istiyor­
sa, ona şu soruları sormalısınız: “Aradığınız şey nedir? Aradığı­
nız şeyi X ışınlarını kullanarak bulma olasılığınız ne kadardır?
Aradığınız şeyi daha güvenli bir yöntem kullanarak bulamaz
mısınız? En düşük muhtemel radyasyon miktarıyla çalışan en
modern, en bakımlı makineleri mi kullanıyorsunuz? Bedenimin
geri kalan kısmını uygun biçimde koruyarak kapatacak mısınız?
Radyasyon tedavimin gidişatını hangi koşullar değiştirecek?
Röntgen cihazınızın güvenirliği en son ne zaman kontrol edil­
di?” Doktorunuz size durumu tam olarak açıklayıncaya kadar;
her türlü bilgiye vakıf biri olarak seçim yapmanıza izin verene
kadar soru sormayı sürdürün. Röntgen çektirmeniz gerektiğine
karar verecek olursanız bu durumda da, sadece o an için gereken
ve sadece hastalığınıza özgü filmlerin çekilmesine izin verin. Ne
doktorunuzun ne de radyologun “siz röntgen masasında kaldığı­
nız sürece” ekstra film çekmesine asla izin vermeyin.
Kendinizi doktorunuzdan tamamen korumak için, size söyle­
diklerinin bir kulağınızdan girip öbüründen çıkmasına izin ver­
meniz gerekebilir. Bebeğinizi emzirmek istiyorsanız, dok­
torunuz da ısrarla reçeteye altı kutu bebek maması yazıyorsa
onunla tartışmak zorunda değilsiniz; hiç sesinizi çıkarmadan ilk
fırsatta reçeteyi çöp kutusuna atıp bebeğinizi emzirmeye devam
edebilirsiniz. Bir sonraki kontrolde doktor bebeği tartım aletine
koyduğunda ona, bebeğinizin tahıl ve meyve içeren öğünlerin­
den ne kadar hoşlandığını anlatın. İşte o zaman doktor tartıya
bakacak ve bebeğinizin gayet iyi durumda olduğunu söyleye­
cektir.
Hamileyseniz, doktorunuz, hamilelik sırasında almakta oldu­
ğunuz kiloların sınırlandırılması gerektiğine dair tehlikeli fikir­
lerini empoze edebilir. İlk muayeneye gelen kadınların çoğu, ka-
dın-doğumculardan ne isteyip ne istemediklerini içeren bir liste­
yi beraberlerinde getirirler. Tıraş edilmek istemediklerini, dikiş­
li doğum istemediklerini, anestezi istemediklerini, doğumun su­
ni sancılarla hızlandırılmasını istemediklerini ve daha birçok şe­
yi onlara söylerler. Bu durumda doktor başını sallayacaktır. Son­

38
ra doğumun son anlarında, anne adayı istemediği her şeyin ba­
şına geldiğini görecektir. Doğum yapmakta olan bir anne ada­
yından, doktorun, ihtiyacı olduğunu söylediği bir şeye “Hayır”
demesi beklenemez.
Durum daha da kritik bir hal almadan mümkün olan en kısa
zamanda bütün bu süreci çökertmek ve doktordan önce davranıp
onu şaşırtmak işte bu yüzden bu denli önemlidir. Siz sorularını­
zı sorarsınız ama doktorun verdiği cevaplara güvenebileceğini­
zin bir garantisi yoktur. Söylediği her şeyin doğru olup olmadı­
ğını öğrenmeye çalışın. Bulabildiğiniz bütün kaynaklan oku­
yun. Onun bildiğinden daha fazlasını bilmek zorundasınız.
Genel olarak doktorlara, bir araba satıcısına ne kadar güve­
nirseniz o kadar güvenmenizde fayda vardır. Doktorunuz ne
söylerse söylesin, ne önerirse önersin, ilk önce bundan onun na­
sıl bir çıkarı olabileceğini dikkate alın. Örneğin, bir yeni doğan
uzmanı yüksek risk içeren uygulamaların bebeklerin hayatta
kalma oranlarını yükselttiğini söylerse, onun yüksek riskli uy­
gulamalar bölümünde araştırmacı olarak çalışıp çalışmadığını
öğrenin.
Bir başka doktorun görüşünü alırsanız ve zihninizde farklı
bir ikinci fikir oluşursa, geri dönüp ilk doktorla yüzleşmeli, ona
ikinci doktorun söylediklerini aktarmalısınız. İnsanlar ilk dokto­
run öfkelenip düşmanca davranmasından korktuklarından ge­
nellikle bunu yapmazlar. Ama bu yolla doktoru sınamak olduk­
ça değerlidir. Aslında doktoru öfkelendirmenizde ve düşmanca
davranışlarını açığa çıkarmanızda büyük yarar vardır; böylece o
doktora karşı tutumunuzu değiştirebilirsiniz. Tabii genel olarak
bütün doktorlara karşı tutumunuzu da değiştirebilirsiniz.
Tıbbi bir prosedürle ilgili olarak bir karar vermek zorunda
kaldığınızda, gerçekten bilgili olduğuna inandığınız insanları
arayıp bulmalı ve onlarla konuşmalısınız. Bir zamanlar, çok
uzun zaman önce, doktorlar bilgili ve kültürlü insanlardı. Sanat
ve edebiyat bilirlerdi. Zekâlarıyla, saygılı davranışlarıyla göze
çarparlardı. Bu artık böyle değil. Bilgi ve görüş kaynağı olabi­
lecek kişiler, sizlerle aynı deneyimlere sahip kişiler. Onların da

39
benzer hastalık belirtileri ve hastalıkları var. Doktorunuz size
sorunun ne olduğunu söylese de ve siz sorunun ne olduğunu bi­
liyor olduğunuzu düşünseniz de, bu konuda arkadaşlarınızla,
komşularınızla, ailenizle konuşun. Onlarm doktorlarının onlara
ne söylediğini öğrenin. Doktorlar bunu yapmamanızı; kasapta,
manavda ya da berberde duyduğunuz fikirleri dinlememenizi;
akrabalarınıza ve arkadaşlarınızı kulak asmamanızı söylerler.
Ama yalan söylerler. Onlar sadece kutsal otoritelerini koruma­
ya çalışırlar. Aslında, arkadaşlarınızla, akrabalarınızla, çevre­
nizde yaşayan insanlarla, bildiğiniz ve güvendiğiniz birileriyle
hastalık belirtilerinizin başlangıcı hakkında konuşmalısınız.
Doktorsuz da yapabileceğinizi göreceksiniz.

40
İkinci Bölüm

KATLİAM MUCİZESİ!

Tıp kariyerimin başlarında, bakteriyel menenjitin acı verici


semptomları nedeniyle can çekişen çocuklara birkaç saatte bir
damardan penisilin veriyordum. Mucizevi değişimleri her saat
başı nasıl heyecanla izlediğimi hatırlıyorum. Ölümün kıyısında
yürüyen çocukların bilinçleri yerine geliyor, birkaç saat içinde
uyaranlara tepki vermeye başlıyorlardı. Birkaç gün sonra da ta­
burcu oluyorlardı.
Zatürree olan hastalar da korkunç acılar çekerlerdi. Yüksek
ateş, şiddetli öksürük, nefes darlığı, titreme ve üşüme nöbetleri­
ne tutulur, şiddetli göğüs ağrıları olurdu. Bazıları iyileşirdi ama
çoğu hayatını kaybederdi. Penisilin bulunduğunda, akciğer lobu
zatürreesi olan insanlar artık nöbet geçirmez olmuşlardı. Birkaç
gün içinde ateşleri düşüyor, öksürükleri kesiliyor ve diğer tüm
belirtiler ortadan kayboluyordu. Hastaneden taburcu olmaları
bir zamanlar hayal olan kişiler, çantalarını toplayıp, yürüyerek
evlerine dönüyorlardı.
Ben de, diğer doktor arkadaşlarım da, gerçekten mucizelere
tanık olduğumuzu, mucizevi işler yapıldığını hissediyor, olup
bitenlerden derinden etkileniyorduk.
Ama bugün her şey çok farklı. Menenjit ve akciğer lobu za­
türreesi artık yaygın değil. Hayati tehlike arz eden bir durumla

41
karşılaştıklarında doktorların uyguladıkları tedavi yöntemi o ka­
dar sıradan ki, tedaviyi bir hemşire ya da bir tıp teknisyeni de
yürütebiliyor. Mucize karşısında duyulan hayranlık baki kalsa
da, bir zamanlar çok değerli olan bu ilaçlar artık çok tehlikeli.
Doktorların çoğu, soğuk algınlığı gibi zararsız vakalarda bi­
le reçetelerine penisilin yazıyor. Penisilin, bakteriyel enfeksi­
yonlara karşı mükemmel bir savaşçı olabilir ama soğuk algınlı­
ğı ve grip gibi viral enfeksiyonlarda etkisizdir. Penisilin ve diğer
antibiyotikler hastalığın süresini kısaltmaz. Başka tıbbi sorunla­
ra neden olmanın önünü alamaz. Burun boğazda ateş ve hastalık
yapan organizmaların sayısını azaltmaz. Aslında hiçbir fayda
sağlamaz.
Antibiyotiklerin tek yapabildiği, ciltte döküntü ya da kusma,
ishal, ateş, kalp damar sistemi çöküntüsü, terleme, bilinç kaybı,
düşük tansiyon, kalp atım hızının ve ritminin bozulması ile sey­
reden şok durumu gibi reaksiyonlara neden olmak. Şanslıysanız,
ciltteki döküntülerden yakınan yüzde yedi ila sekizlik gruba da­
hil olursunuz; üstelik, ukde hummasından yakınan kişilere am-
pisilin verildiğinde, cilt döküntüleri görülme oram çok daha faz­
la olmasına rağmen. Penisiline karşı ciddi reaksiyonlar veren
yüzde beşlik şanssız kesimin ortaya koyduğu, şoka girmiş hasta
resmi hiç iç açıcı değildir: soğuk ve nemli bir deri ile seyreden
kalp damar sistemi çöküntüsü, terleme, bilinç kaybı, düşük tan­
siyon, kalp atım hızının ve ritminin bozulması. Penisilinin, iyi­
leştirmek üzere tasarlanmış olduğu hastalıklara benzeyen du­
rumlara yol açması nasıl da ironik!
Tek hain, kesinlikle penisilin değil. Kloromisetin, H. influerı-
za bacillus adlı mikroorganizmanın sebep olduğu bir menenjit
türünde ve aynı zamanda tifo mikrobu ve benzeri mikropların
neden olduğu hastalıklarda etkili bir ilaçtır. Bu hastalıklarda et­
kili olabilecek tek antibiyotiktir. Ancak kloromi setinin de ölüm­
cül olabilen ciddi bir yan etkisi vardır: kemik iliğinin kan üreti­
mini engelleyebilir.
Bir insanın ömrünün sınırları zaten belirlenmişse, alınabile­
cek bu risk, kabul edilebilir bir risktir. Ama eğer ki bir çocuk, vi-
42
rai bir boğaz ağrısından başka bir şeyden yakınmıyorsa, kurtarı­
cı olmayan kloromisetini kullanarak çocuktaki kemik iliği işlev­
lerinin baskılanabilme riskini almaya değer mi? Kemik iliğinin
baskılanması birçok kez kan nakli yapılmasını ve daha başka te­
rapilerin uygulanmasını gerektirecektir. Peki bunlar tamamen
iyileşmeyi garanti edecek mi? Tabii ki hayır. Ama yine de dok­
torlar boğaz ağrıları için reçetelerine kloromisetin yazmaya de­
vam ediyorlar.
Ayakta tedavi kliniklerinde ve muayenehane uygulamaların­
da tetrasiklin de oldukça popülerdir. Hatta bu antibiyotiğe “evi­
mizin antibiyotiği” bile diyoruz. Bu antibiyotik, hem çocuklara
hem de her yaş grubundan insana yaygın biçimde veriliyor. Ne­
den? Çünkü bu antibiyotik farklı türdeki pek çok organizmaya
karşı etkilidir ve yan etkileri de tehlikeli olarak kabul edilmez.
Ancak bu antibiyotiğe ait oldukça kapsamlı bir yan etkiler liste­
si var ki, konu hakkında bilgilendirilen bir kişi, bu ilacın tedavi
etmek üzere tasarlandığı hastalık dışındaki kullanımlarını kabul
etmeyebilir. İlacın, kemiklerde ve dişlerde birikip tortular oluş­
turması gibi aşılması oldukça güç bir yan etkisi mevcuttur. Tet-
rasiklinin kemiklere ne yaptığını tam olarak kimse bilmese de,
dişleri geri dönüşü olmayan sarı ya da sarı yeşil renge boyadığı­
nı, yüzlerce, binlerce, hatta belki milyonlarca ebeveyn ve çocuk
biliyor. Basit bir soğuk algınlığının belirtilerini ortadan kaldır­
mak için kullanılan bu ilacın, faydalı olduğu şüpheli olan etkile­
ri karşılığında böyle bir bedel ödemenin çok fazla olduğunu mu
düşünüyorsunuz? Ama doktorların çoğu sizin gibi düşünmüyor.
Son zamanlarda, bazı basit hastalıklarda bu ilacın kullanılması­
nı mantıklı kılmak için, soğuk algınlığına yakalanmış bir çocu­
ğun en küçük bakterilerden biri olan mikroplazma enfeksiyonu­
na yakalanmış olabileceğinden şüphe duyulduğu söyleniyor.
Oysa soğuk algınlığına yakalanmış çocukların çok büyük kıs­
mında böyle bir enfeksiyon belirtisine hiç rastlanmıyor.
Amerika Besin ve İlaç Kurumu (FDA), tetrasiklinlerin yay­
gın biçimde aşırı kullanılmaları karşısında nihayet uyandı ve bu
ilaçlara ait bütün basılı ambalaj malzemelerinde şu uyarının yer
almasını zorunlu kıldı: “Tetrasiklin grubu ilaçların diş gelişimi

43
sırasında -hamileliğin son yarısı, bebeklik çağı ve sekiz yaşına
kadar olan çocukluk çağı- kullanılmaları dişlerin renginde geri
dönüşü olmayan sarı gri kahverengi renk değişimlerine neden
olabilir. Bu yan etki, ilaçların uzun süreli kullanımlarında daha
yaygın olarak gözlenmektedir. Ancak birbirini takip eden kısa
süreli kullanımlarda da gözlenmiştir. Diş minesinde hasar görül­
düğü de rapor edilmiştir. Bu nedenle, bu yaş gruplarında başka
ilaçlar etkili olabildiği sürece ve bunların da kullanılmasını sa­
kıncalı kılan durumlara rastlanmadığı sürece tetrasiklin kullanıl­
mamalıdır.”
Doktorlar ilaçların prospektüslerini nadiren okuduklarından,
bu uyarınm bir işe yarayıp yaramadığını söylemek çok güç. Ger­
çi prospektüsteki uyarıları okumaları da ilaçları kullanmalarına
engel olmuyor ya; hele ki, tetrasiklinde olduğu gibi, ancak çok
kritik koşullarda kullanılmasının göze alınabileceği yan etkileri
olduğu apaçık anlatılmamışsa.
Antibiyotiklerin diğer bütün yan etkilerden çok daha kor­
kunç olan bir yan etkisi daha vardır: süper enfeksiyonlar. Bir an­
tibiyotik, enfeksiyonla savaşırken, ilaca karşı dirençli başka bir
bakteri türünün neden olduğu daha kötü bir enfeksiyonu tetikle-
yebilir. Bakteriler hemen uyum sağlayabilen hayret verici orga­
nizmalardır. Bir önceki soyları, yani ataları, bir ilaca ne kadar
çok maruz kalırsa, sonradan oluşan soylar bu ilaca karşı o kadar
direnç geliştirebilir. Orta dozlarda kullanılan penisilin, belso-
ğukluğu hastalığını bir zamanlar kolaylıkla tedavi ediyordu ama
şimdi bu hastalığı tedavi etmek için iki büyük doz antibiyotiğin
verilmesi gerekiyor; bazen de ek ilaçların kullanılması gereki­
yor. Filipinler’de ve Batı Afrika’da belsoğukluğuna neden olan
iki yeni soy keşfedilmiştir. Bu yeni soylar penisilinin etkisini ta­
mamen yok ediyor.
Elbette modern tıbbın, daha güçlü olan bu yeni belsoğukluğu
bakterisi için hazırda bulundurduğu daha güçlü bir ilacı var:
spektinomisin. Altı kat daha pahalı olan bu ilacın yan etkilerinin
de fiyatından aşağı kalır bir durumu yok. Bu arada belsoğuklu­
ğu bakterisi, spektinomisine karşı da dirençli yeni bir soy daha

44
geliştirdi! Bu savaş kızıştıkça hastalar ve cüzdanları güçsüzleşir-
ken, bakteriler daha güçlü bir hale gelecek.
Oysa doktorlar, antibiyotiklerin oldukça sınırlı bir tıbbi alanı
olduğunu kabul edip bu sınırların gereklerini yerine getirselerdi
bunların hiçbiri olmazdı. Bir insanın bütün ömrü boyunca ancak
üç ya da dört kez penisiline ya da başka bir antibiyotiğe ihtiya­
cı olabilir; o da risk almaya değer kritik bir noktadaysa.
Fakat ne yazık ki doktorlar, bütün nüfusa bu güçlü ilaçların
tohumlarını ektiler. Her yıl sekiz on milyon Amerikalı, soğuk al­
gınlığına yakalandığı için doktora gidiyor. Bunların yüzde dok­
san beşi ellerinde bir reçeteyle dışarı çıkıyor. Bu reçetelerde ya­
zılı ilaçların yarısını antibiyotikler oluşturuyor. Bu insanlar sa­
dece hiçbir faydası olmayan bir şey satm aldıkları için dolandı­
rılmakla kalmıyorlar, aynı zamanda yan etkilerin tehlikeleri ve
ölümcül enfeksiyon riskleri hakkında da kandırılıyorlar.
Bir zamanlar tedavi eden kişiyi temsil eden doktorlar, şimdi
hastalık yayan kişiyi temsil ediyorlar. Modem tıp çok ileri gide­
rek ve sınırları zorlayarak, uç noktadaki aşırı önemli vakaların
yönetimini bile güçsüzleştirip yolundan saptırdı. Bir zamanlar
benim ve diğer doktor arkadaşlarımın bir parçası olmaktan gu­
rur duyduğumuz mucize, katliam mucizesi haline geldi.
Dr. Robert Koch, 1890 yılında tüberküloz bakterisinden bir
madde türetmiş ve bunun hastalığı tedavi edeceğini iddia etmiş­
ti. Fakat her nasılsa, bu maddeyi enjekte ettiği hastaların ya du­
rumları daha da kötüleşmiş ya da ölmüşlerdi. 1928 yılında tho-
rotrast adı verilen bir ilaç, karaciğerin, dalağın, lenf nodüllerinin
ve diğer organların X ışınları taslaklarını elde etmek üzere ilk
kez kullanıldı. İlacın çok düşük dozlarının bile kansere neden
olduğunun keşfedilmesi on dokuz yıl aldı. 1937 yılında yeni bir
anti bakteriyel verilen bir çocuk öldü çünkü ilaçta zehirli bir
kimyasal madde vardı. 1955 yılında, çiçek virüsü taşıdıkların­
dan bile şüphelenilmeyen kişiler arasında yüzden fazla ölüm va­
kası görüldü; bu kişiler Saik adlı aşının, tahminen etkisiz hale
getirilmemiş çiçek virüsü taşıyan belirli üretim şarjlarından kul­
lanmışlardı. 1959 yılında Almanya’da beş yüz ve Avrupa’nın

45
çeşitli yerlerinde bin çocuk ciddi sakatlıklarla doğdu; çünkü an­
neleri hamileliklerinin erken dönemlerinde thalidomide adlı uy­
ku hapını kullanmışlardı. Triparanol adlı kolesterol düşürücü bir
ilaç, aralarında kataraktın da bulunduğu çok sayıda yan etkiye
neden olduğu gerekçesiyle 1962 yılında piyasadan toplatıldı.
İlaç kullanımına dair bu geri tepmelerin çoğu, ya ilaç piyasa­
dan toplatıldıktan sonra ya da üretimdeki hatanın farkına varılıp
daha sıkı kontrol noktaları oluşturulduğunda düzeltildi. Yine de
bu kontroller hâlâ yeterince sıkı değil. Yoksa bu gibi ilaç fela­
ketlerini her allahın günü yaşar mıydık? Aslına bakarsanız gün­
den güne güçlenen tek şey, tehlikeli ilaçları fabrikalardan alarak
doktor eliyle tedbirsiz hastaların ağızlarına tıkan, vücutlarına
enjekte eden düzenek. Yüksek tansiyon için kullanılan reserpine
hâlâ reçetelerde yer alıyor; üstelik göğüs kanseri riskini üç kat
artırdığı kanıtlanmış olduğu halde. Bilimsel çalışmalarda ensü­
linin, şeker hastalığına bağlı körlüğün sebeplerinden biri olduğu
ortaya çıkarıldı; ama fark etmez, kullanımı hâlâ tıbbi bir mucize
olarak ilan ediliyor.
Madem ilaçlar tıp biliminin tek ürünüdür, o halde ilaçlarla
meşgul olmak bilimin yöntemlerini kullanmayı, aklıselimi ve
sağduyuyu gerektirir. Ama ilaçlar sırf bilimsel olsa iyi, onlar ay­
nı zamanda kutsaldır! Modern tıbbın zemzem suyundan bir yu­
dum içtiğinizde ya da kutsal bir hapı yuttuğunuzda modern tıp
dininin gizemlerinden birini paylaşmış olursunuz: Doktor, ilaca
inanan insanın ruh halini ve davranış biçimini değiştirme gücü­
ne sahiptir. İyileştirmede ya da moral düzeltmekte inkâr edile­
mez bir etken ğîTn,” kulun mihraba varışı psikolojiyle hükme
bağlanmıştır; plasebo etkisi -ya da telkinin gücü- bir ilacın vere­
bileceği bütun fây’dalarda muazzam bir rol oynamaktadır. Aslın­
da, plasebo etkisinin öncelikli tedavi elemanı olduğunu bildiği-
ıîTîz'bazı ilaçlar mevcuttur!
Doktor reçetelerine yazılan modern tıbbın kutsal ilaçları so­
kaklarda yasadışı satılan uyuşturuculara göre çok daha fazla in­
sanı öldürür. ABD çapında yapılan bir araştırmaya göre, ilaç su­
iistimali nedeniyle görülen ölümlerde, sokaklarda satılan

46
yasadışı uyuşturucuların payı yüzde yirmi altıdır. Reçeteli ilaç­
lardan Valium ve barbitüratlar, ilaç suiistimali nedeniyle meyda­
na gelen ölümlerin yüzde yirmi üçlük kısmını oluşturmaktadır.
Bu araştırma, doktorların reçetelere yazdıkları ilaçların yan etki­
leri nedeniyle her yıl ölen yirmi ila otuz bin civarındaki insanı
hesaba katmamıştır. Tahmini hesaplarda böylesine geniş bir ara­
lık bulunmasının sebebi, doktorların gerçek ölüm nedeni olarak
ilaçları göstermekten kaçınmalarıdır. Bir insanın ölümcül bir
hastalığı varsa ve ilaç tedavisi sırasında hayatım kaybederse,
ölüm sebebi olarak hastalığın kendisi gösterilecektir; normal
şartlarda hastanın bir süre daha hayatta kalacağı beklentisine
rağmen.
Boston İlaç İzleme Programı’ndan bir grup araştırmacı, akut
hastalık koğuşlarına kabul edilen hastaları izleyerek, hastaneler­
de ilaç tedavisi nedeniyle oluşan ölüm riskini binde birden daha
az olarak kabul etmiştir. Aynı grup tarafından yapılan önceki bir
araştırmada, kanser, kalp hastalıkları ve alkolik siroz gibi ciddi
kronik hastalıklar nedeniyle hastanede yatmakta olan hastalar
arasında ölüm riskinin binde dört olduğu saptanmıştır. Tabii öy­
ledir. Ama bu insanların çoğunun ilk anda hastaneye gelme se­
bebi de doktorlarının yazdığı reçeteli ilaçların yan etkileridir.
Muhafazakâr tahminlere kalırsa, Amerikan ve İngiliz hastanele­
rindeki insanların ancak yüzde beşi ilaçların yan etkileri nede­
niyle oradalar. Bir başka muhafazakâr tahmin de önlenebilir ağ­
rı üzerine üç milyar dolarlık fiyat etiketi yapıştırmaktadır.
Ciddi vakaların tedavisinde kullanılması gerekirken, sıradan
vakalarda kullanılan, üstelik çok daha güçlü olan bir diğer ilaç
grubu da steroitlerdir. Steroitler, en güçlü metabolizma düzen­
leyicisi olan adrenal bezlerinin çalışma mekanizmalarını taklit
eder. Hemen bütün organlar, adrenal bezlerinin salgılarından
doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenir; aynı zamanda doktor­
ların reçetelere yazdıkları sentetik kimyasal maddelerden de et­
kilenir. Bir zamanlar steroitler, şiddetli adrenal yetersizlikleri­
nin ya da hipofizbezi rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılırdı;
bir tür bağışıklık sistemi hastalığı olan lupus eritematozis, ül­
serli kolit, cüzam, lösemi, Hoçkin hastalığı ve lenf kanseri gibi
47
*

hayati tehlike arz eden bazı hastalıkların tedavisi için reçeteye


yazılırdı. Oysa bugün, güneş yanığı, öpüşme hastalığı, sivilce
ve genellikle yanlış olarak teşhis edilen çok çeşitli deri dökün­
tüleri gibi yaygın durumlarda bile reçetelere steroitler yazılıyor.
Prednison adlı ilaçla ilgili önlemlerin ve yan etkilerin yer al­
dığı liste, Doktorun Elkitabı'nda (PDR) ansiklopedilerde ya da
AB D’deki ruhsatlı ilaçların “kutsal” kitabında iki sütunu kaplar.
Yan etkileri arasmda şunlar yer alır: yüksek tansiyon, kas gücü
kaybı, muhtemelen delik ya da kanama oluşumu ile seyreden
peptik ülser, yara iyileşmesinde yavaşlama, terlemede artış, ka­
sılmalar, baş dönmesi, âdet düzensizlikleri, çocuklarda büyüme­
nin baskılanması, gizli şeker belirtileri, ruhsal bozukluklar ve
göz tansiyonu. Bazı küçük ve önemsiz deri döküntülerinden
kurtulmak uğruna bu felaketlerden birine yakalanma riskine de­
ğer mi? Görünüşe bakılırsa bazı doktorlar buna değdiğini düşü­
nüyorlar.
Örneğin Atlantalı bir kadın, bana, yirmi yaşındaki kızının
şimdiye kadar hiç âdet kanaması görmediğini yazmıştı. On bir
yaşındayken kızın bacağında bir döküntü oluşmuş. Cilt hastalık­
ları uzmanı reçeteye Prednison yazmış; genç kız da üç yıl bo­
yunca bu ilacı kullanmış. Kadıncağız, “Kızım için yapılacak bir
şey var mı?” diye soruyordu bana. “Keşke o cilt hastalıkları uz­
manı, bu ilacın böyle bir yan etkisi olduğunu bize söylemiş ol­
saydı; kızımın bacağındaki deri döküntüsünü kendi haline bıra­
kırdık!”
Olıio’dan genç bir kadın da, bedeninde kızarıklıklara yol
açan bir tür zehirli sarmaşık nedeniyle kendisine Prednison
verildiğini; yanında, başka bir steroit türü olan Kenalog’un da
reçeteye yazıldığını anlatmıştı. “Şiddetli baş ağrıları, kas kasıl­
maları, göğüslerimin şişmesi ve yirmi beş gün süren kanamalar
nedeniyle çok acı çektim” diyordu. Kadın-doğum uzmanı, kana­
ma sebebinin zehirli sarmaşık yüzünden aldığı ilaçlar olduğunu
ve şimdi kendisine kürtaj yapılması gerektiğini söylemişti.
Bir süre önce Chicago Üniversitesi, DES adlı sentetik hor­
monla ilgili yürütülen üniversite deneylerinde kullanıldıklarının

48
farkında olmayan binden fazla kadm adına açılan dava sonrasın­
da yetmiş yedi milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edildi;
kadınların bazıları yirmi beş sene önce bu deneylerin bir parça­
sı olmuşlardı. Bu davanın benim için ayrı bir önemi vardır. Ben
o zamanlar tıp fakültesinde öğrenciydim ve zamanımın çoğunu
Chicago Üniversite Hastanesi’nde geçiriyordum. Dietilstilbeste-
rol adlı ilacın hayati tehlike arz eden düşüklerin önlenmesinde
kullanımım inceleyen bu deneylerden de haberdardım. Okuluna
güvenen ve profesörlerinin ne yaptıklarım biliyor olduklarına
inanan vicdanlı bir tıp öğrencisi olarak bu deneyi sorgulamayı
aklımdan bile geçilmemiştim.
Elbette ne ben, ne de o zavallı bin kadın, üniversiteye kesin­
likle güvenmemeliydik. Sandığımızın aksine, hocalar ne yaptık­
larını bilmiyorlardı. 1971 yılında, daha soma Harvard Tıp Fa­
kültesi’nde görev yapmış olan Dr. Arthur L. Herbst, DES adlı
sentetik hormonu kullanan kadınlardan doğan kız çocuklarında
rahim kanseri görülme oranınm dehşet verici biçimde yüksek ol­
duğunu ilk kez duyurdu. Soma da, bu kadınların erkek evlatla­
rının cinsel organlarında oluşan sakatlık oranlarının da dehşet
verici biçimde yüksek olduğunu öğrendik. Bu kadınların istatis­
tiksel olarak önemli bir kısmı kanser nedeniyle ölüyordu.
Tabii ki o dönem, benim tıp bilimini sorgusuz sualsiz kabul
ettiğim dönemdi. Haberleri duyduğumda hiç şaşırmamıştım.
Menopoz için kullanılan hormon ilaçlarının zararlı etkileri artık
su yüzüne çıktı. DES adlı sentetik hormonun, tehlikelere karşı
son derece hassas, gelişmekte olan cenin üzerinde hasar verici
etkileri olabileceği yirmi beş yıl önce bilinmiyordu belki ama ar­
tık biliniyor.
Bugün bütün bu olup bitenlere artık o kadar hayret etmez ol­
dum ki, ilacın tehlikelerini herkesten önce açığa vurmuş olan
aynı Dr. Herbst’in, DES kanseri riskini önemsemeyip hafife alan
bir makale yazdığmı gördüğüm zaman kaşlarımı yukarı bile kal­
dırmıyorum! İlaçlar verebileceği zararı zaten vermiş olduğu
için; doktorlar da kullandıkları ilaçların muhtemel tehlikelerin­
den haberdar olmadıklarını herkese duyurdukları için, artık ge­

49
riye yapılacak tek bir şey kalıyor: Kutsal dualar eşliğinde yeni
bir tedaviye başlayıp hatanın aslında hata olmadığını, tehlikenin
de aslında tehlike olmadığını göstermeye çalışmak. DES deney­
lerinde kobay olarak kullanıldıklarım öğrenen anneleri ikna et­
mekle başlayın işe. Sonra bu annelerin çocuklarını ikna etmeye
çalışın. Hastalanan ya da sakatlanan bu çocuklarin hepsi için
risk yüzde yüzdür.
Dr. Herbst’in bizzat tuttuğu kayıtlarda, anneleri DES hormo­
nuyla tedavi edilmiş üç yüz bebekte rahim kanseri vakası sap­
tandığı apaçık ortadadır. Birkaç sene önce, “sadece üç yüz vaka­
da” domuz gribi olduğu keşfedilmiş olsaydı, modem tıbbın or­
talığı nasıl velveleye vereceğini bir hayal edin. O zaman doktor­
lar riskin gerçekten ne kadar az olduğunu söyleyebilecekler
miydi? Ya da doktor, yeni doğan bir bebekte antibiyotik kullan­
mak istediği zaman, bebeğin bu ilaca gerçekten ihtiyacı olması
ihtimali yüz binde birden azsa ne olacaktı?
DES adlı sentetik hormon, hayatlarının her safhasında kadın­
lara verilen cinsel hormonlardan sadece bir tanesidir. Her gün
milyonlarca kadın bu tür hormonları, doğum kontrol hapları ya
da menopoz döneminde verilen östrojen hormonları şeklinde
alıyor. DES hormonu hâlâ “ertesi gün” doğum kontrol hapı ola­
rak ve göğüslerden gelen sütü kurutmak için veriliyor. 1975 yı­
lında FDA, doktorlar için uyarı niteliğinde bir bildiri yayımlayıp
kırk yaşın üzerindeki kadınlara Pili adlı hormon hapı yerine do­
ğum kontrol hapı vermelerini önerdi. 1977 yılında FDA, Pili
kullanan kırk yaş üzeri kadınlarda görülen kalp ve damar hasta­
lıklarındaki astronomik risk artışının önemini vurgulayan bir
uyarı broşürüne ihtiyaç duydu. Bu uyarıların bir işe yarayıp ya­
ramadığım bekleyip göreceğiz. Kırk yaş üzeri kadınlar hâlâ Pili
kullanıyorlar; ya gerektiği gibi bilgilendirilmedikleri için ya da
risk almayı tercih ettikleri için! Pili kullanmakta olan kadınların
hayret verici derecede büyük çoğunluğuysa kırk yaşın altında.
Riskler bu kadınlar için de çok büyük ve sadece kalp damar has­
talıklarını değil, karaciğer tümörlerini, baş ağrılarını, depresyo­
nu ve kanseri de içeriyor. Kırk yaş üzerinde Pili kullanmak, kalp
krizinden ölme riskini beş katına çıkarıyor; otuz ila kırk yaş ara-

50
smda kullanmaksa bu riski üç katına çıkarıyor. Pili kullanan bü­
tün kadınlar, kullanmayan kadınlara göre altı kat daha fazla yük­
sek tansiyon riski taşıyorlar. Felç riskleri dört kat ve pıhtılaşma
nedeniyle damar tıkanıklığı oluşma riski de beş kat daha fazla.
Doktorlar, kadınlara, Pili kullanmanın hamile kalmaktan da­
ha iyi olduğunu söyleyerek, piyasadaki muazzam Pili pazarına
arka çıkmaya devam ediyorlar. Bu iddia sadece bilimi değil ak­
lıselimi de hiçe saymaktır. Her şey bir yana, Pili’in tehlikeleri
yeni yeni su yüzüne çıkmakta. Bunlar, doğal olmayan bir mad­
denin vücutta gelişen olaylara müdahalesinden kaynaklanan
tehlikeler. Oysa hamilelik doğal bir süreçtir ve sağlıksız bir du­
rum söz konusu değilse vücut kendi kendine bununla baş etme­
ye hazırlanır. Pili almak, hastalığı vücuda sokmak demektir. Ha­
mile kalma riskini. Pili almanm yol açacağı risklerle karşılaştı­
racak kadar haddini bilmezlik, zengin kadınları, fakir kadınları,
hasta kadınları, Pili kullanan kadınları, Pili’i bırakan kadınları,
başka doğum kontrol hapları kullanan kadınları, doğum kontrol
hapı kullanmayan kadınları, evli kadınları, bekâr kadınları, genç
kızları, yetişkin kadınları, rasgele cinsel ilişki kuran kadınları ve
tek kişiyle cinsel ilişki kuran kadınları akıldışı bir biçimde allak
bullak etmekten başka bir şey değildir. Bu kadınlar hamile kal­
dıkları anda, hamilelikle hiç ilgisi olmayan istatistiksel risk fak­
törleriyle karşı karşıya kalacaklar.
Pill’in tehlikelerini hamilelikle karşılaştırmak, elbette berbat
bir bilim anlayışı, zaten asıl soru şu olmalı: Pili diğer doğum
kontrol yöntemlerinden daha mı güvenli?
Hâlâ Pili kullanmakta olan on milyon kadına ek olarak, beş
milyon kadın da menopoz östrojeni kullanmaktadır. Ama yet­
mez; bu ilaçlar safra kesesi hastalıklarının ve rahim kanserleri­
nin (hatırlayın; riski beş ila on iki kat artırıyordu) önlenmesinde
de kullanılmaya başlanır; öyle ki, FDA, doktorları ve hastaları
uyarmak üzere yayın yapmak zorunda kalacaktır. Doktorlar baş­
ka işlerle çok meşgul olduklarından bu uyarılara pek aldırış et­
memişlerdir. Bu ilaçların kullanımının -daha seyrek olarak ve
sadece çok ciddi hastalık belirtilerinin kısa süreli giderilmesin­
51
de- sınırlandırılması şartken, birçok doktor ciddi menopoz ra­
hatsızlıklarını sözüm ona önlemek için bunları rutin olarak kul­
lanıyor. Östrojen terapisi gençliği korumak için, kozmetik
amaçlar için, depresyonu hafifletmek için ve kalp damar hasta­
lıklarını önlemek için kullanılıyor. Bütün bu kullanım alanların­
da faydalı olup olmadığıysa kanıtlanmış değil. Östrojenler daha
yaşlı kadınlardaki kemik erimesini önlemek için de kullanılıyor.
Kemik erimesi, egzersiz ve diyetle de önlenebilir; hem bunlar
kansere neden olmazlar. Orta yaşlı kadınların pek çoğu, depres­
yon belirtisini gördükleri anda doktorlarından östrojen talep edi­
yorlar. Doktorlarsa, depresyonun başka bir sebebi olup olmadı­
ğını ve östrojen ya da herhangi bir ilaç olmaksızın tedavi edilip
edilemeyeceğini sorgulamaya pek vakit harcamıyorlar.
Aslına bakacak olursanız, daha az tehlikeli yöntemlerle ra­
hatlıkla tedavi edilebilecek hastalıklar için icat edilmiş epeyce
ilaç vardır. Yüksek tansiyon ilaçları, kan basıncını düşürmenin
kolay yolu olarak görüldüğünden piyasada büyük bir pazar boş­
luğunu doldurup son yıllarda oldukça popüler oldu. Artık bir
doktor, yüksek tansiyonu olan hastasına, hayat tarzının kendisi­
ni öldürmek üzere olduğunu söylemek zorunda kalmıyor. Sade­
ce reçeteye bir ilaç yazıveriyor; ikna kabiliyetini de hastanın ila­
cı alması için kullanıyor. Hatta televizyon programlarında, rad­
yolarda, dergilerde insanlar yüksek tansiyon haplarını almaya
teşvik ediliyor! Birileri, bu ilaçları almanm tansiyonu düşürme­
nin tek yolu olduğuna insanları bir şekilde inandırmış durumda.
Tabii ki yine bu birileri, bu ilaçların yan etkileri hakkında pek
çok kişiyi uyarmayı da ihmal etmiş durumda. Ancak yine bu bi­
rileri, bu yan etkilerden de haberdar durumda; çünkü tıbbi yayın
yapan dergilerdeki yüksek tansiyon ilacı reklamlarının çoğu, bu
ilaçların yan etkileriyle baş etmek üzere üretilmiş ilaçların rek­
lamlarıdır!
Bu yan etkilerden bazıları şunlardır: deride döküntü, kurde­
şen, ışığa karşı hassasiyet, baş dönmesi, güçsüzlük, kas kramp­
ları, kan damarlarında yangı, deride ürperme hissi, eklem ağrıla­
rı, zihin karışıklığı, konsantrasyon güçlüğü, kas spazmları, mide
bulantısı, cinsel aktivitede azalma ve iktidarsızlık. Bu sonuncu

52
yan etki hem kadınlarda hem de erkeklerde görülmektedir. Orta
yaşlı nüfusun ne kadarının herhangi bir psikolojik nedenle değil
de aldıkları tansiyon ilaçları sebebiyle iktidarsızlık yaşadıklarını
bazen merak ediyorum. Dünyadaki hiçbir cinsel terapi, ilaç kay­
naklı iktidarsızlığı ve cinsel istek kaybını düzeltemez. Doktorlar
bu ilaçların yan etkilerinden haberdar değillerse, işlerini gerek­
tiği gibi yapmıyorlar demektir çünkü ilaç üreticileri, bu yan et­
kileri listeler halinde yayımlıyor. Doktorlar bu yan etkilerden
haberdar oldukları halde hâlâ bu ilaçları reçetelerine yazmaya
devam ediyorlarsa, o zaman şunu merak etmeniz gerekir: Peki
ya yüksek tansiyonu olan kişi bir doktor olsaydı, bu ilaçları ken­
disi kullanır mıydı?
Belki de bu ilaçları reçetesine yazacak kadar budala olan bir
doktor, kullanacak kadar da budaladır. Peki ama bu ilaçların
gerçekten bir fayda sağlayıp sağlamadığı konusunda sürüp gi­
den tartışmalardan haberdar olmayan tek bir doktor var mıdır
acaba? Yüksek tansiyonun tehlikeli olduğunu farz etseniz bile,
doktorlar reçete yazmakta bu kadar aceleci davrandıkları için
yine de suçludurar. Tansiyon ilaçlarını kullanmakta olan pek
çok insan aslında normal sınırlardaki vakalardır: kan basınçla­
rı, tansiyon ilaçlarının yan etkilerini mazur gösterecek kadar
yüksek değildir. Bu insanların birçoğu kan basınçlarını, gevşe­
me terapilerine katılarak; beslenme biçimlerini değiştirerek çok
daha etkin şekilde düşürebilirler. Araştırmalar, gevşeme terapi­
sinin kan basıncını ilaç tedavisinden çok daha hızlı ve etkili bir
şekilde düşürdüğünü kanıtlamaktadır. Ayrıca, kilo vermenin,
tuzu azaltmanın, vejetaryen diyet uygulamanın ve egzersiz yap­
manın, kan basıncını en az ilaçlar kadar etkili biçimde düşürdü­
ğünü ortaya koyan araştırmalar da vardır; üstelik kan basıncının
bu şekilde düşürülmesinin, ilaçtan çok daha güvenli olduğu bir
gerçektir. Birçok hasta, tansiyonlarının düşürülmesi gerektiği
konusuna kuşkuyla bakmalıdır; çoğu insanın, muayenehane de­
nen korkutucu ortamdan ayrıldıkları anda tansiyonunun norma­
le döndüğü bilinmektedir.
Modem tıbbm yazılı olmayan kurallarından biri de şudur:
Yeni bir ilacı, henüz bütün yan etkileri su yüzüne çıkmadan, aci­

53
*

len ve derhal reçeteye yaz! Bu inanılmaz yaklaşım herhalde hiç­


bir zaman kendisini yeni romatizma ilaçlarının piyasaya sürül­
düğü dönemdeki kadar fütursuzca ortaya koymamıştır; yeni an-
ti romatizma ilaç sürüsü her şeyden habersiz hastaların üzerine
bir anda salıverilmiştir. “Tedavi”nin, hastalığın kendisinden bile
kötü olabileceği hiçbir yerde bu kadar aşikâr olmamıştır.
Tıp dergilerini istila eden reklam seli, Butazolidin alka, Mot-
ıin, İndosin, Naprosin, Nalfon, Tolektin ve benzeri anti romatiz-
ıııal ilaçların gelişini müjdeliyordu. İlaç şirketleri, romatizmayı
“tedavi eden” ilaçlarını pazar piyasasına alelacele yetiştirmeye
çalışırken ne zamandan ne de paradan kıstılar. Milyonlarca reçe­
te yazıldı. Birkaç sene içinde de bu yeni ilaç sınıfının yan etki­
leri kayıtlara geçti. Söz konusu ilaçlar, bu yan etkileriyle, gerçek
anlamda halk sağlığı düşmanı olan antibiyotiklere ve hormonla­
ra taş çıkartacağa benziyordu.
Sadece Butazolidin alka’nın üreticisi tarafından hazırlanan
prospektüsü okumanız ve doktorunuzun size gerçekten de bu
ilacı yazdığını düşünmeniz bile hasta olmanıza yeter: Bu kuv­
vetli bir ilaçtır. Yanlış kullanımı çok ciddi sonuçlar doğura­
bilir. Bu ilacı kısa ve uzun süreli terapiler halinde alan has­
talarda lösemi vakalarının görüldüğü rapor edilmiştir. Has­
taların büyük çoğunluğu kırk yaşın üzerindedir. Daha fazla­
sını okuyacak cesaretiniz varsa doktorunuzun sizi tam doksan
iki tane muhtemel yan etkiyle kaderinize terk ettiğini görürsü­
nüz. Bu yan etkilere, baş ağrıları, baş dönmesi, koma, yüksek
tansiyon, retinada kanama ve hepatit de dahildir. Üretici firma
itirafnaınesine şöyle devam eder: İlaca karşı hassas olan özel­
likle kırk yaş ve üzerindeki her hasta tek tek dikkatle bilgi­
lendirilmeli ve izlenmelidir. Etkili olan en düşük dozu kulla­
nın. Ciddi ve hatta öldürücü reaksiyon risklerine karşı belir­
siz kalmış faydaları tartın. Hastalık koşullarının kendisi,
ilaç tarafından değiştirilemez.
Bu yazıyı okuduktan sonra, canınız sıkılabilir ve ilaç şirketi­
nin bu ilacı neden hâlâ pazarlamaya devam ettiğini merak ede­
bilirsiniz: Hangi doktor böyle bir zehri hastasına verebilir? Kim
54
böyle bir ilacı içmeye gönüllü olabilir? Merak etmeyi bırakın.
Butazolidin alka, üretici firmaya milyonlarca dolar kazandır­
maktadır. Doktorlar ilacın yıkıcı yan etkilerinden haberdar ola­
bilirler de olmayabilirler de. İlaç şirketinin “ölüm ihtimali karşı­
sında faydalan belirsiz olan ilacın kullanımına değip değmeye­
ceği doktor tarafından tartılmalıdır” diye imzaladığı itirafname-
den rahatsızlık duymayabilirler. Bütün bunları hiç umursama­
yabilirler.
Belki de onlara rehberlik eden, mantığın ve aklıselimin öte­
sine geçmiş birtakım güçlerdir; tıpkı dini bir kurban töreninde
tamtam sesleriyle kendinden geçmek gibi.
Naprosin adlı romatizmal ilaç vakasında, kurban töreni aşa­
ma kaydetmiş ve tam bir maskaralığa dönüşmüştür. İlacın üreti­
ci firması Syntex’in, deneme aşamasında laboratuar kobayların­
da ortaya çıkan tümörlerle ve ani ölümlerle ilgili tutulan kayıt­
larda tahrifat yapmış olduğu FDA tarafından ortaya çıkarılmış
olmasına rağmen hükümet bu ilacı ancak uzun ve bezdirici da­
valardan sonra piyasadan toplatabilmiştir.
Ama modem tıbbın engizisyoncu doğasını, hiçbir modern tıp
prosedürü “hiperaktif ’ çocuklara verilen ilaçlar kadar iyi sergi-
leyememiştir. Başlangıçta, davranışları kontrol etmek üzere üre­
tilen bu ilaçlar, sadece çok ciddi zihinsel hastalıkları tedavi et­
mek amacındaydı. Ancak bugün Dexedrin, Cylert, Ritalin ve
Tofranil gibi ilaçlar ABD’de ve bütün dünyada milyonlarca ço­
cukta, genellikle doğruluğu kesin olmayan hiperaktivite teşhis
kriterlerine ve çok küçük beyin hasarlarına dayanılarak kullanıl­
maktadır. Doğru uygulandığında bazı tıbbi testler doğru sonuç­
lar verebilir ama bir çocuğu, hiperaktif olarak; ya da bu “hasta­
lık” için uydurulmuş yirmi bir farklı hastalık isminden biriyle
damgalamaya yetecek tek bir teşhis yöntemi bile yoktur. Bu ko­
nuda yapılan, sonuçsuz kalmış araştırmaların listesi en az bu
“hastalıkla” bağlantılı isim listesi kadar uzundur. Bir doktorun
güvenmesi gereken tek şey, araştırmaların sonuçsuz kalmış ol­
ması ve “eğitimli” bir “uzmanın” tahminleridir.
Teksas’ta bir okul, bu müphemliği kendi lehine kullanıp öğ­

55
rencilerinin yüzde kırkında bir yıl içinde minimal beyin hasarı
oluştuğunu ileri sürerek, bu sendromu tedavi etmek için devlet
tarafından ayrılan bütçeden faydalanmayı talep etti. İki yıl son­
ra kendilerine verilen bu para kesildi ama öğrenme güçlüğü çe­
ken çocukların tedavisine ayrılan fonlar havada uçuşmaya de­
vam ediyordu. Beyinlerinde minimal hasar olan çocuklara gelin­
ce; onlar birdenbire ortadan kayboluverdiler, artık çocukların
yüzde otuz beşinde öğrenme güçlüğü vardı!
Bu okullar devletten bir bahaneyle aldıkları parayı, öğret­
menlerin maaşlarını ödemek, kitap almak, oyun parkları yaptır­
mak ve erzak almak için kullanmış olsalardı, bu, affedilebilir bir
hırsızlık olarak görülebilirdi belki ama sınıfta yerinde durama­
yan çocuğa, ilgisini çekebilecek, onu meşgul edecek bir iş ver­
mektense, hiperaktif teşhisi koymayı tercih ettiler. Çocuğu ilaç­
larla “yönetmek” kolaylarına geliyordu. Ama bu ilaçların ciddi
yan etkileri varmış, ne gam! Bu ilaçlar sadece büyümeyi baskı­
layıp yüksek tansiyona, sinirlilik haline ve uykusuzluğa neden
olmakla kalmıyor, aynı zamanda çocukları “cesur yeni dün­
yacın zombileri haline dönüştürüyor. Çocukların önemli dere­
cede yavaşladıklarından emin olabilirsiniz. Ayrıca daha az tep­
kili ve daha az ilgililer; daha az gülüyorlar, daha duygusuzlar ve
uzun zaman aralıkları içinde tarafsız olarak değerlendirildikle­
rinde, kimse iyiye gittiklerini söyleyemiyor.
Davranışları değiştiren bu ilaçlar hakkında yapılan bilimsel
çalışmaların gerçek sahipleri, bu ilaçların mevcut kullanımların­
dan kendilerini ayrı tutmaya çalışmışlardır. Asıl sorunun ilaçla­
rı keşfetmekte değil, doktorların abartılı ya da yanlış teşhislerin­
de olduğunu, ilaçları aşırı dozlarda kullanmalarında olduğunu
iddia etmişlerdir. Bu tür iddiaların birkaç bireysel şöhreti kurtar­
dığı olmuştur. Ama araştırmacıların kendi keşfettikleri ilaçların
kullanımlarını gereği gibi sınırlandırmak konusunda hemen hiç­
bir teşebbüste bulunmadıklarını aklınızdan çıkarmayın. Aksine,
tıp dergilerinde, gururla “Ne harika, değil mi? Andy’nin el yazı­
sı artık tavuk gagalamasına benzemiyor!” diyen öğretmeni konu
eden üç sayfalık resimli reklamlarımız var. Güçlü ve tehlikeli
ilaçların, kötü el yazılarını düzeltmek üzere satıldıkları tarihte
56
ilk kez görülüyor! Oldukça başarılı bir pazarlama taktiği kulla­
nıldığım da eklemeliyim. Her yıl milyonlarca çocuğa verilen bu
ilaçlar, ilaç şirketlerinin cüzdanlarını da milyonlarca dolarla tıka
basa dolduruyor.
Modem tıbbın engizisyon kafası, başka hiçbir yerde görül­
memiş bir bağnazlıkla, kontrol edilmek istenen çocukları ilaca
boğuyor. Ortaçağ engizisyonu, Ortodokslukla ilgili olmayan
inanç ve davranışları “günah” olarak adlandırıp bunlara suç gö­
züyle bakacak kadar ileri gitmişti. Suçlular önce kilise tarafın­
dan sonra da laik otoriteler tarafından cezalandırılırdı. Modem
tıp, hastalık olarak tanımlanamayan davranışları engizisyon gö­
revini layıkıyla yerine getirerek tanımlamaktadır. Sonra da suç­
luları ilaçlarla “yöneterek” onlara “hak ettikleri cezayı” vermek­
tedir. Okulların öncelikli amacı, öğrenme yoluyla merak zekâsı­
nı açığa çıkarmak değil, gereğince sosyalleştirilmiş, yönetilebi­
len vatandaşlar yaratmak olduğundan, tıp ulemasıyla devlet,
ulusal düzeni koruyup devam ettirmek için güçlerini birleştirmiş
durumdadır. Ulema, devletin taleplerine uygun standart davra­
nışları belirliyor. Devlet de, bu tek yanlı, indirgemeci bakış açı­
sını teşvik ederek ulemanın borusunu öttürmesine izin veriyor.
Bunların hepsi de sağlık adı altında yapılıyor; gerçekte sağlık
her iki tarafın da umurunda olmayan tek şey.
Gelin şimdi, modern tıbbın “kutsal su” hizmetini, devletin,
insanları kendi dinine döndürmekte nasıl kullandığına tanıklık
edelim. Kutsal su, teşhis gereksiniminin ince maskesiyle örtü-
lemez olmuş ilaçlardan hafifçe ayrılan çok özel bir mevzudur.
Herkesin ama herkesin kutsal suya ihtiyacı vardır ve kutsal su
herkese verilir: yeni doğan bebeğin gözlerine gümüş nitrat
damlatılır; doğum yapan annelere, hastanede yatan diğer hasta­
lara damardan sıvı verilir; düzenli olarak herkese aşı yapılır ve
su kaynakları flüor sayesinde kimyasal karışımla tanışır. Saydı­
ğımız bu dört tür kutsal su otomatik olarak, hiç düşünülmeden
insanlara zorla verilir; isteseler de istemeseler de, ihtiyaçları ol­
sa da olmasa da. Yine bu dört tür kutsal su, yüzde doksan do­
kuz oranında gereksiz yere kullanılır. Dördünün de güvenilirli­
ği tartışmalıdır. Buna rağmen, şimdilik damar içine verilen sı­

57
vılar hariç, kutsal su sadece ulemanın değil, aynı zamanda dev­
letin de kanunudur.
Erken doğan bebeklerin kaldığı bölüme doğru yürüyen, öl­
meden önce vaftiz edebilsin diye bebeklerin üzerine kutsal su
serpmek için tutturan o baskıcı rahibi asla unutmayacağım. Has­
talarına kutsal su enjekte edebilmek için çırpınan modem tıp
ulemasını motive eden de aynı zalim dürtüdür.
Tıp fakültesi öğrencilerine akıllarından çıkarmamaları gerek­
tiği öğretilip de gerçek hayatta hiçbir zaman karşılığını bulama­
mış düsturlardan biri de -tıpkı, “İlk amaç, zarar vermemek” sözü
gibi- şudur: “Toynak sesi duyduğunuzda, zebralardan önce atla­
rı düşünün.” Yani, bir hastalık belirtisi söz konusu olduğunda ilk
önce en makul, en aşikâr ihtimali düşünün. Görüyorsunuz ya,
pek çok doktorun mezun olur olmaz unuttuğu bir düsturdur bu.
Atlar üzerinde çok güçlü, pahalı ilaçlar ve tedavi yöntemleri
kullanmanın bir manası yoktur. En iyisi zebraların toynak sesi­
ne kulak verip buna uygun bir tedavi uygulamaktır. Bir çocuğun
canı sıkılıyorsa, bir yerde uzun süre oturamıyorsa, hiperaktiftir
ve ilaca ihtiyacı vardır. Bir ömür hiç egzersiz yapmadıysanız ve
doğal olarak eklemleriniz sertleştiyse, ilaca ihtiyacınız var de­
mektir. Tansiyonunuz biraz yüksekse, ilaca ihtiyacınız vardır.
Burnunuz akıyorsa, ilaca ihtiyacınız vardır. Hayatınız yolunda
gitmiyorsa, ilaca ihtiyacınız vardır. Bu böyle sürer gider. Zebra­
lar akın akın gelmeye devam eder.
Sürekli zebra getirten zihniyetin değişmemesinin nedeni as­
lında ilaç şirketleriyle doktorlar arasındaki sıcacık kâr ilişkisidir.
İlaç şirketleri, ürettikleri ilaçları kullandırtsınlar diye her yıl
doktor başına ortalama altı bin dolar harcar. İlaç şirketlerinin
“gözde” adamları olan satış temsilcileri, düzenli hastaneTzıyaret-
lerinde doktorlarla dostça çıkar ilişkileri kurar. Onlarla içki içer,
oıîTârt yemeğe götürür, sırtlarını sıvazlar ve Fedeîsizlîaç‘nnmu-
neTenTerTflerTAcı gerçek şu'W;"iîaç'knîlamnn ve ilacın kötüye
kullanımıyla ilgili bilgilerin çoğu doktorlara ilaç şirketleri vası­
tasıyla ulaşır; yani satış temsilcileri ve tıp dergilerindeki reklam­
lar aracılığıyla. Klinik araştırma raporlarının çoğunun bütçesini

58
ilaç şirketleri karşılar; bu nedenle bu kaynaklardan gelen bilgi­
ler de oldukça şüphelidir.
İlaç sorunu üzerine araştırma yapmak için kurulan bir komis­
yon, ki aralarında dört Nobel Ödülü kazanmış Laureates de var­
dı, asıl suçlunun, doktorlar ve ilaçları test eden bilimciler oldu­
ğunu ortaya koymuştur. Komisyon, yeni ilaçların klinik dene­
melerinin yapılış şeklinin “mezbahaları” aratmadığını belirtmiş­
tir. Bu gibi klinik deneyler yapan doktorlardan bazılarını rasge­
le kontrol eden FDA, bunların yüzde yirmisini suçlu bulmuştur.
Gerçek tıp etiğinden nasibini almamış bu uygulamalar arasında,
hastalara hatalı dozlar verilmesinden tutun da kayıtların tahrif
edilmesine dek pek çok ahlaksızlık vardır. FDA tarafından kont­
rol edilen kayıtların üçte birinde, test edildiği iddia edilen ilacın
hiç sınanmadığı ortaya çıkmıştır. Diğer üçte birlik kısımdaysa
deneysel protokol takip edilmemiştir. Yapılan testlerin sadece
üçte birinde elde edilen sonuçların bilimsel olarak anlamlı ol­
dukları kabul edilebilir, sonucuna varılmıştır!
İlaç şirketleriyle doktorlar arasındaki pazarlama ilişkisinde
açıkça görülen yozlaşmaya rağmen, benim asıl suçladığım ne
ilaç şirketleri, ne satış temsilcileri, ne bunları denetlemesi gere­
ken devlet kuruluşları ne de ilaç için doktorların başının etini yi­
yen hastalar. Doktorların, kendi egemenlik alanları içinde neler
olup bittiğini anlayacak kadar bilgileri var. İlacın bütün testleri­
nin yapılmış olduğu ve yan etkileriyle kısıtlamalarının iyice bi­
lindiği durumlarda bile ilacı gelişigüzel reçeteye yazarak asıl
büyük zararı onlar veriyorlar. Buna rağmen, sahip oldukları kut­
sal iktidarı ve etiğin üstünde olmayı, ki edindikleri iktidarla bir­
likte yitirmiş oldukları şeydir etik, kendilerine hak olarak görü­
yorlar. İlaç şirketlerinin tek derdi para kazanmak; mümkün ol­
duğunca çok sayıda ürünü mümkün olduğunca yüksek fiyata
satmak. İlaçların test edilmesi, ruhsatlandırılması ve kullanıma
sunulması aşamalarında bilimsel süreci altüst ettikleri doğru
ama ilaç kullanıma hazır hale geldiğinde doktorları -kurnazca da
olsa- söz konusu ilacın neler yapıp neler yapamayacağı konu­
sunda bilgilendiriyorlar.

59
İlaç şirketlerinin, ilacın yan etkileri ve tehlikeleriyle ilgili ila­
cı kullanan kişilere bilgi verebilecek prospektüslere karşı çıkma­
larına hacet yok; Amerikan Tıp Birliği bu işi onlar adına yapı­
yor. Doktorsa, doktor hasta ilişkisi tehlikeye girer korkusuyla ya
yan etkileri önemsemiyor ya da bunları hastasından saklıyor.
“Hastalarıma bazı şeyleri açıklamam gerekseydi, çalışma saatle­
rimin sonu gelmezdi” ya da “Hastalar, bu ilaçların yapabileceği
her şeyi bilselerdi bunları hiçbir zamarTkulIanmazlardı.” Dok­
torlar, hastaları korumak yerine, hayatta kalmak için cehalete
güvenen kutsal kör inanç ilişkisini koruyorlar.
Doktorlar tıbbın ilk düsturuna -Primum, norı nocere, ilk
amaç, zarar vermemek- hâlâ uyuyor olsalardı, hastalarını körü
körüne inanmaya zorlamazlardı. İlacın faydasına karşı zararı de­
ğerlendirilirken göz önünde tutulması gereken ilk şey, hastanın
iyiliği olmalıdır. Ama bu kural öylesine garip bir değişime uğra­
yıp yeni bir kılıfa sokulmuştur ki, doktorun, ilacın faydasıyla za­
rarını tamamen farklı bir etik çerçevede değerlendirmesine fır­
sat tanımıştır: Artık, ilk amaç, bir şeyler yapmak haline gelmiş­
tir. Artık, hastalara bir şey vermezseniz, ki bu ilaç da olabilir bir
tedavi yöntemi de, onlara zarar verdiğiniz iddia ediliyor. Ama
bu “bir şey” faydalı mı zararlı mı belli değilmiş, kimin umurun­
da! Faydasından çok zararı olabilirmiş, kimin umurunda! Teda­
vi, hastanın şikâyet etmesine sebep olacak kadar ona zarar veri­
yormuş, olsun, doktorun cevabı hazırdır nasılsa: “Bununla yaşa­
mayı öğren.”
Ama elbette doktor, en az bir ilaç denemeden hastasma böy­
le bir şey söylemeyi düşünmez. “Kimya sayesinde daha iyi bir
yaşam” diyen reklam sloganının telif hakkını satın almış gibidir
doktorlar. Belki de, sebep ortada, diyorsunuzdur. Doğru, son de­
rece ekonomik bir tutumdur bu. Reçete yazmak doktorun birkaç
saniyesini alır, oysa hastasıyla beslenme şeklini, egzersiz alış­
kanlıklarım, meslek yaşamını ve ruh halini konuşacak olsa gün
içinde muayene ettiği hasta sayısı epeyce azalacaktır. “Hizmet
başına vizite ücreti” sisteminde, alelacele yapılan bir iğne, dok­
tora da, eczacıya da, ilaç üreticisine de maddi bir ödül vermek
demektir. Bir taşla üç kuş!

60
Ama bence bu tutumun kökleri paradan daha derin meselele­
re iniyor. Biraz fazla alaycı bir bakış açısı olabilir belki ama,
doktorların asırlar boyunca yanlış fikirleri benimsediklerinin
farkına varmalıyız. Yaşadığımız çağdaki ilaç sorununu değer­
lendirirken, on dokuzuncu yüzyılda inatla savsaklanmış olan
sterillik meselesini, parazitleri, hastadan kan akıtmaları, içi dışı­
na çıkana kadar müshil ilacı vermeleri göz önünde bulundurun;
tıbbın, hastaların büyük çoğunluğuna daima zarar vermiş oldu­
ğunu göreceksiniz.
Bu -ve tabii doktorların maddi ödüllere gösterdikleri büyük
saygı- hasta olduğunuzda neyle karşı karşıya kalacağmızı anla­
manızı sağlayacaktır. Hâlâ daha derine inmekte ısrar ediyorsa­
nız, karşınıza çıkacak olan düşman, felsefi sebepler olacaktır, ki
bunları modern tıbbın teolojisi diye tanımlamaktan başka bir şey
gelmiyor elimden. Trajikomik bir durum ama, bu teoloji Hıristi­
yan tanrıbiliminin bazı yönlerinin yozlaşmış halidir.
Batı’da uygulananın dışında bazı tıp sistemlerine baktığınız­
da, besin kaynaklarına ne kadar önem verildiğini görürsünüz.
Ama modem tıbbın “besini” ilaçlardır. Amerikalı doktor, yarım
yamalak bilgisiyle ve çoğunlukla yanlış uyguladığı birtakım “te­
davi edici diyetler” hariç (gut hastalığı, şeker hastalığı, düşük
tuz, safra kesesi, kilo verme, düşük kolesterol) beslenme konu­
sunda tamamen cahildir. Beslenmeyle ilgilenenleri de, geçici
heveslere kapılmış kişiler, ifrata kaçanlar, ölçüyü aşmışlar, radi­
kaller ve şarlatanlar olarak yaftalar. Kimi zaman da (daha doğru
olarak) aykırı insanlar olarak adlandım.
Öte yandan Doğu tıbbı, beslenmenin sağlıktaki öneminin
farkına varmış ve bundan faydalanmayı bilmiştir. Doğu inanç­
larını incelediğinizde besinlerin ruh sağlığı için ne kadar önem­
li kabul edildiğini görürsünüz. Hıristiyanlık adı verilen Batı
inancıysa, modern tıp anlayışının ta kendisidir: Modern tıp,
gerçek besinlerin yerine, önlerinde saygıyla eğildikleri kutsal
sembolik besinler koymuştur. “Bir insanın ağzından içeri giren
şey onu kirletmez; onu kirleten şey ağzından çıkanlardır.”
(Matta İncili)

61
Kim bilir belki de Hıristiyanlığın ilk öncüleri, Tevrat’ın em­
rettiği beslenme kurallarını reddetme hezeyanına öylesine kapıl­
mışlardı ki, tam ters yöne doğru fazlaca ileri gidip geçmişin bes­
lenme alışkanlıklarından tamamen uzaklaştılar. Modem tıbbın,
yukarıda örnek verdiğimiz türden müphem sözleri uç noktalara
taşımış olduğu şüphesizdir. Açıkçası, söz konusu olan insan sağ­
lığıysa, ağza giren her şey en az çıkan kadar önemlidir. Dahası,
neyin içeri girdiği, neyin dışarı çıkacağını belirleyebilir. Buna
rağmen, “Ne yiyorsanız osunuz” sözünü söylemeye cüret eden­
ler olursa, modern tıp onlara ya aykırı insanlar ya da iradesi, ki­
şiliği zayıf entelektüeller gözüyle bakar. Kutsal “kudreti” olan
“besin” ilaçtır. İyi de olsa, kötü de olsa damarlarınızın içinden
akıp giden, insan yapımı kimyasal maddelerdir.
Ama zalim papazdan korunmak istiyorsanız, bu aykırı in­
sanların radikal inançsızlık sıçrayışını yapmak zorundasınız.
Doktorunuza güvenmeyin. Reçeteye yazdığı ilacın tehlikeli ol­
duğunu varsayın. Güvenli olan hiçbir ilaç yoktur. Eli Lilly’nin
şu sözlerini daima aklınızda bulundurun: ^Zehirli etkisi olma­
yan bir ilaç, ilaç değildir.” Her ilaca şüpheyle yaklaşılmalıdır.
Hamileyseniz bu şüpheler ikiye katlanır. Aslında, hamileyse­
niz, bütün ilaçlardan tamamen uzak durmanız hem sizin hem de
bebeğinizin yararınadır. Sizde çok az yan etkisi olan ya da hiç
yan etkisi olmayan bir ilaç, içinizde gelişmekte olan cenine ta­
miri olmayan hasarlar verebilir. Unutmayın; yüzlerce ilaç, cenin
üzerindeki etkilen bilinmeden önce piyasaya sunulmuştu. Bebe­
ğinizin sağlıklı yaşama hakkını bilime bağışlamak ve bir ilacın
yan etkilerini ilk ortaya çıkaran kişi olmak istemiyorsanız, ölüm
kalım meselesi olmadığı sürece hiçbir ilacı kullanmayın.
Aspirin de buna dahil. Seksen yıldan uzun süredir piyasada
olmasına rağmen, aspirinin nasıl etki ettiğini doktorlar bile hâlâ
tam olarak çözemiyorlar. Çok uzun bir zamandır “ailemizin dos­
tu” olduğundan, aspirinin de yan etkileri olduğunu ve kendine
özgü tehlikeleri beraberinde taşıdığım fark edemiyorlar. En yay­
gın yan etkisi olan mide kanamasının yanı sıra, doğumdan önce­
ki yetmiş iki saat içinde anne tarafından alındığında, bebeğin ka­
62
fa derisi altında kanamaya neden olabiliyor. Aspirinin tek, on
adetlik formu mevcut olmasına rağmen doktorların neden her
zaman, beş adetlik “iki tablet” almamızı söylediklerini hep me­
rak etmişimdir. Bir şeyin on adetini, iki tablet halinde almanın
bir tür dini önemi olabilir mi?
Doktorunuzun reçeteye yazdığı herhangi bir ilacın ilk dozu­
nu almadan önce, ilaç hakkında doktorun kendisinin bildiğinden
daha fazla bilgi edinmeyi görev haline getirmelisiniz. Tekrar
söyleyeyim; durumunuz hakkında doktordan daha fazla şey öğ­
renmeniz o kadar zor değildir. Doktorlar, ilaçlar hakkındaki bil­
gilerinin büyük çoğunluğunu reklamlardan, satış temsilcilerin­
den ve kendilerine dağıtılan broşürlerden öğrenirler. Yapmanız
gereken tek şey, ilacı kullanıp kullanmayacağınıza karar verme­
den önce, ihtiyacınız olan bilgiyi elde etmek için iyi birkaç ki­
tapla biraz vakit harcamaktır.
Başlangıç için en iyi kitap PDR (Physiciaıı’s Desk
Reference) adı verilen Doktorun Elkitabı’dır. PDR, Modern Tıp
Kilisesi’nin “kutsal kitabı” olarak kabul edilebilir; özellikle de,
uzun zaman boyunca papaz efendiler dışındaki kişilere yasak
olduğu göz önünde bulundurulunca. Şimdilerde çok kolay bu­
lunup satın alınabiliyor olsa da, bundan birkaç yıl öncesine ka­
dar tıp mensubu olmayan kişilere kitabın dağıtımının yapılma­
sını yayıncısı kabul etmiyordu. Birçok köşe yazımda ve yayı­
nımda PDR’nin reklamını yaparken bundan haberim yoktu. En
sonunda yayıncıdan bir mektup aldım. Kitaplarını başka insan­
lara tavsiye etmekten vazgeçmemi rica ediyordu; çünkü bu ki­
tabı sadece uzmanlara dağıtıyorlardı. Halkın PDR'yi anlayama­
yacağını ve kafalarının karışacağını düşünüyorlardı. Bunun
üzerine bu mektubu köşemde yayımladım ve tarihte ilk kez bir
yayıncının, kitabım satmak istemediği yorumunu yaptım. Bun­
dan çok kısa bir zaman sonra, PDR yalnızca kitabevlerinde gö­
rünmekle kalmadı, kitabevleri tarafından promosyonu da yapıl­
maya başlandı! Şimdi kitabevlerine gittiğinizde PDR kümeleri
görüyorsunuz. Yayıncının sonunda bu fikri benimsediğini tah­
min ediyorum.

63
7

Elbette bu kitabı satın almak zorunda değilsiniz. Sekizinci sı­


nıfı bitirmiş ve sözlüğü olan herkes herhangi bir tıp kitabını oku­
yabilir. Hatta doktorlar bile, hastaların, bilmeleri gereken bö­
lümleri anladıklarına tanıklık edeceklerdir.
İlaçlarla çevrili ve herkesin bir defada birden fazla ilaç kul­
landığı bir çağda yaşadığımız için, ilaç kombinasyonlarının teh­
likelerinden de haberdar olmalısınız. Bir ilacm, bir organda yüz­
de üç ya da dört, başka bir organda yüzde iki ve başka bir organ­
da da yüzde altı oranında hasar veren yan etkileri olabilir. İkin­
ci bir ilacm, bir organ üzerinde yüzde üç, başka bir organ üze­
rinde ise yüzde on oranında tehlikesi olabilir. Eğer yeterli mik­
tarda ilaç alıyorsanız, tehlike kolayca büyüyebilir ve yüzde yüz­
den bile fazla bir orana ulaşabilir. Bazı toksik etkilerden yakın­
manız garanti edilir! İlaç kombinasyonlarının potansiyel etkile­
ri bunlardan çok daha tehlikelidir. Bir ilacın size zarar verme
şansı sadece yüzde beş olabilir. Ancak başka bir ilaçla birleşen
aynı ilaç nedeniyle tehlike iki, üç, dört, beş... ve kim bilir daha
kaç katma çıkabilir. Sadece risk değil, toksik etkinin kuvveti de
katlanarak artar! Verilen ilaçla etkileşime giren ilaçların listele­
rini veren kitaplar vardır.
Tabii ki kullanmakta olduğunuz ilaçlar hakkında doktorunu­
zu bilgilendirmelisiniz. Ancak oluşabilecek tehlikeli reaksiyon­
lar konusunda onun bilgisine güvenmeyin.
Yan etkilerinin, endikasyonlarıyla (ilacm kullanımını gerek­
tiren durumlar) aynı olduğu ilaçların farkında olmalısınız. Bu
sizin sandığınız kadar seyrek karşılaşılan bir durum değildir.
Örneğin, Valium adlı ilacm endikasyonlar listesini okuduğu­
nuzda ve sonra da yan etkilerinin listesine baktığınızda, bu iki
listenin biıbiriyle değiştirilebilecek derecede aynı olduğunu gö­
receksiniz! Endikasyonlar listesinde şunları bulacaksınız: endi­
şe, yorgunluk, depresyon, akut aşırı heyecan durumu, titreme,
halüsinasyon, iskelet kasları spazmları. Ve yan etkiler listesin­
de de şunları bulacaksınız: endişe, yorgunluk, depresyon, akut
aşırı heyecan durumu, titreme, halüsinasyon, artan kas kasılma­
ları! Böyle bir ilacm nasıl kullanılacağım bilmediğimi itiraf

64
r

ediyorum: Böyle bir ilacı reçeteye yazarsam ve semptomlar hâ­


lâ devam ederse ne yapacağım? İlacı bırakmak mı, dozu iki ka­
tma çıkarmak mı gerekir? Bu gibi ilaçların kullanımları ardın­
da yatan strateji benim için bir sır gibi. Belki de doktorlar, her
ne pahasına olursa olsun, plasebo etkisini oynuyorlardır ya da
sadece, bir hastanın gerçek semptomlarını, ona bu semptomla­
ra neden olan ilacı vererek kutsuyorlardır. Belki de, ilaç geri çe­
kildiğinde semptomların kaybolacağım zannediyorlardır; tıpkı
ilkel dönemlerdeki arındırma ayinleri gibi. Durum ne olursa ol­
sun, Valium tarihte en çok satan ilaçtır. Her yıl altmış milyon
Valium reçetesi yazılır. Belki de, benzer endikasyonları ve yan
etkileri nedeniyle tarihte en çok satan ilaç olmayı hak ediyor­
dur; çünkü bu ilaç bütün bilim, sanat ve inanç sistemlerinin el­
de etmeye çalıştığı şeye sahip olmayı başarmıştır: Birlik ve bü­
tünlük!
Doktorunuza yığınla soru sormadan, size ilaç yazmasına izin
vermemelisiniz. İlacı almazsanız ne olacağını sorun. İlacın size
ne yapmasının beklendiğini ve bunu nasıl yapacağını sorun. Yan
etkilerinin neler olduğunu sorun. İlacın hangi durumlarda
tavsiye edilmediğini sorun. Ama çok açık ve net cevaplar bekle­
meyin. İlaçların büyük çoğunluğunun nasıl iş gördüğü onları ge­
liştiren kişiler için bile gizemini korumaktadır.
Kendinizi bu bilgi bombardımanına maruz bıraktıktan sonra,
oturup ilacı kullanmak isteyip istemediğinize karar vermelisiniz.
Yine söylüyorum, doktorunuzun kararma güvenmeyin. Onu,
yan etkileri itiraf edecek bir noktaya getirmiş dahi olsanız, bu
yan etkilerin sadece çok ender vakalarda görüldüğünü söyleye­
rek bunları göz ardı etmeye kalkışacaktır. Küçük olasılıklarla
ifade edilen riskler nedeniyle yanlış yola sapmayın. Bir buzda­
ğının tehlikesini, suyun üzerinde görülen kısmına bakarak yar­
gılarsanız, uzun süre su üstünde kalmayı başaramazsınız. Tıpkı
Rus ruletindeki gibi, silahın kurşun yüklü bölümünü alan kişi
için risk yüzde yüzdür. Ancak bu oyunun tersine, ilaç kullanan
biri için hiçbir bölüm tamamen boş değildir. Her ilaç bedeninizi
bir biçimde incitir.

65
Doktor bunu önemsemez çünkü onun karar felsefesi yozlaş­
mıştır. İlk amacı, bir şeyler yapmaktır. Doktor kendisini, “Pili
adlı ilaç hamilelikten daha güvenlidir” gibi saçma sapan laflar
ederken bulabilir. Ama doktor bunları söylediği için değil, bu
söylediklerine inandığı için tehlikelidir. Riskinizi bireysel olarak
değerlendirmek zorundasınız. İlaçla ilgili yazılanları okudukça,
ilacı, olduğundan daha tehlikeli hale getirebilecek belirli koşul­
ların sizde olup olmadığının farkına varacak olan sadece sizsi-
niz. İlacm sağlayabileceği muhtemel faydalara karşılık, onca
yan etkiyi göze alıp kendinizi riske atıp atmamak konusunda ka­
rar verecek olan da yalnızca sizsiniz. Hiçbiriniz şunu aklınızdan
çıkarmamalısınız: İlacı kullanmayı reddedebilirsiniz. Ortaya ko­
nan şey sizin sağlığınız. İlacı kullanmak istememenize neden
olacak şeyler okursanrz, ilk önce doktorunuzu bu bilgilerle yüz­
leştirin. İster ikna etmeye çalışın, ister başının etini yiyin; ama
bu ilaçtan gerçekten uzak durmak istediğinize onu inandırın.
Doktorlarla yapılan bütün yüzleşmelerde olduğu gibi, tepkileri,
sizin hesaba kattığınızdan daha fazla şey anlatabilir. Onun fikir­
lerinin sizinkilerden hiç de değerli olmadığını, belki de ilk ve
son kez bu sayede anlayabilirsiniz.
Öte yandan, araştırma sonucunda sizi ilacı kullanmaktan
caydıracak hiçbir şey bulamazsanız; muhtemel faydalar riskler­
den daha ağır basıyorsa, yine de eve eliniz boş gitmeyeceksiniz
demektir. Hâlâ kendinizi korumak zorundasınız. İlk önce, dok­
torunuz tarafından verilen bilgiyi uyguladığınızdan emin olun.
Onun verdiği bilgilerin, prospektüs bilgilerinden farklı olduğu­
nu görürseniz bunun sebebini sormalısınız. Bunun için mükem­
mel bir sebebi olabilir: ilacm, onun söylediği şekilde kullanıldı­
ğı zaman en iyi etkiyi yarattığını tecrübeleriyle bilmektedir.
Tabii bir ihtimal de, ilacm size zarar verip vermeyeceği konu­
sunda hayati bir hata yapıyor olabilir.
Size verilen bilgileri takip etmenizi gerektiren bir başka ne­
den daha var. Bu bilgiler, siz ilacı kullanırken ilaçla ilgili sürdü­
rülen araştırmaları da kapsamalıdır. Bu araştırmalar, herhangi
bir ciddi yan etkiyi, işler çığırından çıkmadan önce açığa çıkar­
mak üzere tasarlanmıştır. Bu testler genellikle prospektüs bilgi­

66
r

leri içinde yer alır. Bütün doktorlar bu bilgiden haberdardırlar ve


istedikleri an bilgiye ulaşabilirler. Yine de çok az doktor, bu so­
rumluluğu yerine getirme zahmetine katlanır. Yani bedeninizin
ilaca karşı verebileceği tepkilerin daha önceden test edilmiş ol­
duğundan emin olmak size kalmıştır.
İlacın etkisini öznel olarak da izlemek zorundasınız. İlacı
alınca kendinizi nasıl hissettiniz? Bir yan etki gözlediyseniz, ilk
anda size ne kadar önemsiz görünürse görünsün doktorunuzu
arayıp haberdar etmelisiniz. Ev ödevi yapmış olmak işte tam bu
noktada faydasmı gösterir; çünkü doktorunuz, ilacın bırakılması
gerektiğinin sinyallerini veren bazı yan etkilerin farkında olma­
yabilir. Öte yandan, bazı yan etkiler geçicidir. Zaten ilacı kullan­
maya karar verdiyseniz, rahatsızlık veren durumlar geçici olduğu
sürece ilacı bırakmak istemeyebilirsiniz. Ciddi bir yan etkinin
darbesini yerseniz acilen tıbbi yardım almalısınız. Doktorunuzun
sizinle irtibat kurması için uzun süre beklemeyin. Bir hastanenin
acil servisine gidin.
Yan etkileri nedeniyle belirli bir ilacı kullanmayı reddettiği­
niz için doktorunuz reçeteye başka bir ilaç yazmaya kalkarsa, bu
ilacın aynı etken maddeyi içeren ama farklı bir adla pazarlanan
bir ilaç olmadığından emin olmalısınız. Bizzat doktorunuz bu
konuda cahil olabilir ya da sizi cahil zannedebilir.
Çocuğunuzu, onun hiperaktivite “tedavisi” görmesi gerektiği­
ni öneren okul yetkililerinden ya da doktorlardan korumak zo­
runda kalabilirsiniz. Bu durumda yapacağınız ilk şey, küçük
adımlarla başlayıp daha zorlayıcı manevralara kendinizi hazırla­
mak olmalıdır. En basit prosedür biraz diplomasi, biraz uzmanla­
rı aldatma becerisi ve belki de çocuğunuzu eğitme biçiminizde
biraz değişiklik yapmayı içerir. Sınıf öğretmeniyle karşılıklı gö­
rüşme yapın. Çocuğunuzun ilaç kullanmasını istemediğinizi ve
bu sorunla başa çıkmak için alternatif yollar araştırmak istediği­
nizi anlatın. Bunu yapmak, çocuğunuzun, hangi davranışı yüzün­
den öğretmeni tarafından “hiperaktif’ olarak etiketlendiğini
anlamınıza yardım eder. Çocuğunuza evde nasıl davranmanız ge­
rektiğine dair öğretmenden öneri isteyebilirsiniz. Burada biraz

67
yalan söylemeye hazırlıklı olmalısınız. Öğretmenin önerilerine
dürüstçe önem vermelisiniz. Bu öneriler size mantıklı geliyorsa,
uygulayın. Ancak aile alışkanlıklarını kurban etmeden ve sizin
için önemli olan şeylerden vazgeçmeden yapabileceğiniz bir şey­
ler gibi görünmüyorsa, bu önerileri kulak ardı edebilirsiniz. Bu­
nu öğretmene söylemek zorunda değilsiniz. Onun önerilerine uy­
maya başladıktan sonra çocuğunuzun davranışlarının ne kadar
olumlu yönde değiştiğini söylemek gibi bir kurnazlığa başvurup
onu göklere çıkarabilirsiniz. Bu şekilde sorunun sona erme şansı
vardır çünkü çocuğun davranışlarıyla ilgili beklentileri, öğretme­
nin olayı algılayış biçimini de belirler. Hatta çocuğun kendine
güvenmesine ve tatmin olmasına neden olacağından, onun ger­
çek davranışlarını bile belirleyebilir.
Atacağınız ikinci adım, sınıf yönetiminin biraz değiştirilme­
si konusunda muhtemel yolları incelemek üzere öğretmenle gö­
rüşmektir. Burada bir dirençle karşı karşıya kalırsınız; çünkü ço­
ğu okulun felsefesine göre çocuk, okul tarafından belirlenen ka­
lıplara uymak zorundadır; bireysel gelişime gösterilen tüm o
sahte bağlılığa rağmen.
Bu noktada bir yere varamıyorsanız güvendiğiniz insanlara
danışın. Bu kişiler özel eğitim uzmanları da olabilir, aile
yakınlarınız da.
Çocuğunuzun sınıfını değiştirmeyi düşünün. Bir doktorun ço­
cuğunuzun kimyasmı bozmasma izin vermeden önce belki de
gerçekten kabahatli olanın ya çocukla öğretmen arasındaki ya da
çocukla smıf arkadaşları arasındaki “kimya” olduğunun farkına
varmalısınız. Bu durumda okul değiştirmek de bir çözüm olabilir.
En zorlayıcı çözüm, kanunlar izin veriyorsa, çocuğunuzu ta­
mamen okuldan alıp onu özel öğretmenlerle evde eğitmektir.
Çocuğunuzun gerçekten de bir davranış problemi olduğu gö­
rülüyorsa ve bu problem çocukluk inadının normal sınırlarını
aşıyorsa, birçok ailenin başarıyla denediği bir çözüm yolunu dü­
şünebilirsiniz: Feingold diyeti. Dr. Ben Feingold, Kaiser Vak-
fı’mn alerji kliniği başkamdir. Onun diyeti; gıda boyalarını, di­
ğer yapay katkı maddelerini ve bazı doğal gıdaları elemektedir.

68
Bu gıdalardaki bazı maddelerin, özellikle kolay etkilenen hassas
çocukları uyardığını varsayar. Bu kavram, ilaç terapisi savunu­
cularının büyük gayretiyle saldırıya uğramış olmasına rağmen
sonuç getirmiştir.
Hiperaktif teşhisi konulan çocuğunuzu, ilaçlardan uzak tut­
maya çalışma savaşınızda, doktorun size yardım edeceğine gü­
venemezsiniz. Doktor sizin tarafınızdaymış rolü oynayıp şöyle
söyleyebilir: “Öğretmenle konuşup çevre koşullarını değiştir­
meye çalışalım.” Ancak yüz vakadan doksan dokuzunda doktor
ilaçlara yönelecektir. Doktorunuzun ilaçsız tedavi uygulaması­
nı sağlamaya çalıştığınız her durumda, benzer şeyin başınıza
gelme olasılığı çok büyüktür. Mesele şu ki, doktorlar ilaçsız te­
daviye inanmazlar. Daha doğrusu, ilaçsız tedavinin nasıl yapı­
lacağını çok azı bilir. Beslenme ve yaşam tarzı hakkında da ye­
terince bilgileri olmadığı için hastalarına faydalı bir değişimi
nasıl yaratacaklarını gösteremezler. Belki elli doktordan biri
bunu bilir.
Hasta açısından elbette ilaçsız tedavi edilmenin anlamı çok
büyüktür. Ancak doktor açısından bu tamamen korkunçtur. Yine
doktorun etik anlayışıyla hastanın etik anlayışı çelişir. Bu büyük
bir sürpriz olarak görülmemelidir. Tıbbi etik anlayışı,
alışılageldik etik tanımının karşıtıdır. Mesela ameliyat sırasında,
birisi kanımızda bir önceki operasyondan kalma bir sünger bul­
duysa, geleneksel etik anlayışı bunu açığa çıkarmayı gerektirir.
Tıbbi etik anlayışıysa bu konuda ağzınızı kapalı tutmanızı söy­
ler. Cenah şöyle söyleyecektir: “Kimsenin bundan haberi olma­
sını istemiyorum.” Hemşire bunu aileye söylerse işinden koyu­
lacaktır. Tıp etiği, olay yerinden geçmekte olan bir doktorun du­
ruma müdahale etmesi konusunda da saçmalamaya bayılır. Bir
doktor olay yerinden geçip gitmeye kalkıştığında geleneksel
etik anlayışı ona derhal durup bir hayat kurtarmasını söyler. Tıp
etiğiyse mevzuatın ne dediğini sorgulamasını söyler.
Modem Tıp Kilisesi’nde ilaçsız tedavi yapan doktora farklı
bir mezhebin mensubu gözüyle bakılır. Şarlatan, çatlak ya da ge­
çici heveslere kapılmış biri olduğu düşünülür.
69
Dini kısıtlamalar o kadar sıkıdır ki, doktorların “kâfirlerle”
ilgilenmeleri bile yasaktır. Amerikan Tıp Birliği etik kuralları,
tıp doktorlarının tarikat üyelerine bakmak zorunlulukları olma­
dığını söyler. Onlarla konuşmazlar ve onları evlerinde istemez­
ler! Bu insan tipinin, size şu ya da bu tehlikeli ilacı vücudunuza
almanızı tavsiye eden kişi olduğunu aklınızda bulundurursanız,
kendinizi korumanız için gereken motivasyonu elde etmekte hiç
sorun yaşamazsınız.

70

/
Üçüncü Bölüm

SAKATLAMA TÖRENLERİ

Benim kuşağımdan olan doktorlara dair iki şeyin akıllardan


hiç çıkmayacağma inanıyorum: penisilin ve kortizon gibi sonra­
dan katliama dönüşmüş mucizeler ile her yıl ameliyathanelerde
törenlerle gerçekleştirilen milyonlarca sakatlama vakası.
Muhafazakâr tahminler her yıl yapılan iki buçuk milyon
ameliyatın gereksiz olduğunu ortaya koyuyor. Bu ameliyatlar
her yıl dört milyar dolara ve on iki bin insanın hayatına mal olu­
yor; ameliyat srrasında ya da sonrasında oluşan çeyrek milyon
ölümün yüzde beşinden de bu operasyonlar sorumlu. Bağımsız
denetçilerse, gereksiz ameliyat sayısının üç milyondan fazla ol­
duğunu söylüyorlar. Çeşitli araştırmalar, faydasız ameliyat ora­
nının yüzde on bir ila otuz arasmda değiştiğini ortaya koyuyor.
Bense, ameliyatların yaklaşık yüzde doksanının gereksiz zaman,
enerji, para ve hayat kaybı olduğunu düşünüyorum.
Ameliyat olmaları gerektiği söylenen hastaları yakın takibe
alan bir araştırma grubu, yalnızca bu insanların çoğunun ameli­
yata ihtiyaçları olmadığını ortaya çıkarmakla kalmamış, aynı za­
manda yarısının hiçbir tıbbi müdahaleye ihtiyacı olmadığını da
saptamıştır.
Ameliyatlarda alınan dokuları incelemek üzere komiteler ku­
rulması da bazı istatistiksel verilerin elde edilmesini sağladı. Bir
71
hastanede, doku komitesinin ameliyatları denetlemeye başladığı
yıldan bir önceki yıl, iki yüz altmış iki apandisit ameliyatı yapıl­
dığı saptanmıştı. Komitenin ilk yılki çalışmaları sırasında bu sa­
yı yüz yetmiş sekize düştü. Birkaç yıl içinde de altmış ikiye düş­
tü. Alman normal apandisitlerin oranı yüzde elli beşe düşmüştü.
Başka bir hastanede de, doku komitesinin işe başlamasmı taki­
ben apandisit ameliyatlarının üçte ikisi bıçak gibi kesilmişti.
Düşünün ki, bu komiteler de halen modern tıbbın inanç sis­
temi içinde çalışan doktorlardan oluşmaktadır. Bu doktorların,
yaygın ameliyatların çoğunu faydalı gördükleri de şüphesizdir.
Kanser ameliyatları, baypas ameliyatları ya da ameliyatla rah­
min alınması gibi faydalı olduğu düşünülerek yapılan düzineler­
ce ameliyat var. Yine de bana göre, yukarıda sayılan ameliyatla­
rı da içine alan en yaygın ameliyatların yüzde doksanı çok az
faydalıdır, o da en iyi ihtimalle, en kötü ihtimalle de çok zararlı
olabilirler.
Gereksiz ameliyatların bir başka kurbanı da çocuklardır. Ba­
demcik ameliyatı ABD’deki en yaygın ameliyatlardan biridir.
Bütün çocuk ameliyatlarının yarısını bademcik alma operasyo­
nu oluşturur. Her yıl yaklaşık bir milyon bademcik ameliyatı ya­
pılır. Buna rağmen ameliyatın çok iyi sonuçlar doğurduğu bugü­
ne dek gösterilebilmiş değil.
Bir poliklinikte çocuklar üzerinde ürolojik araştırmalar ya­
pan çalışma grubunun hevesini kursağında bırakıp da başımı
derde soktuğum günlerde, bademcik boyutunun hesaba katılma­
dığını ortaya attığım için de başım belaya girmişti. Bademciğin
alınmasını gerektirecek bir vakaya kırk yılda bir rastlanır. Çocu­
ğun horladığı ya da hırıltılarla nefes aldığı durumlardan bahset­
miyorum; çocuğun nefes alışını gerçekten engelliyorsa ve çocuk
gerçekten tıkanıyorsa bademciklerinin alınması gerekebilir. Bu­
nu çocuğa ya da anne babasına sormanız da gerekmez. Zaten or­
tadadır! Muayene sırasında bu sorunun sorulmasını da yasakla­
mıştım. Tabii ki bademcik ameliyatlarının sayısında gözle görü­
lür bir düşüş olmuştu. Çok kısa bir süre sonra, sizin de tahmin
edebileceğiniz gibi, kulak burun boğaz bölümü başkanından bir
telefon aldım; öğretim programını tehdit ediyordum.
72
Bademcik ameliyatları tam iki bin yıldır yapılıyor. Birçok
vakada da faydası hiçbir zaman kanıtlanamadı. Doktorlar, ame­
liyatın gerekip gerekmediği konusunda hâlâ uzlaşmış değiller.
Bademcik kuşatmasına dair doktorlarla anne babaların göstere­
bilecekleri en iyi sebep “Çünkü orada duruyordu” demek olabi­
lir ancak; sanki fethedilmesi gereken bir dağmış gibi.
Ebeveynlere, ameliyatın “hiçbir zararı olmadığı” söylenerek
sahte bir güven duygusu veriliyor. Ama dedikleri gibi zararı hiç
yok değil; nadir de görülse, görülüyor işte. Çeşitli araştırmalar,
ölüm oranının üç binde bir ila on binde bir arasında değiştiğini
ortaya koyuyor. Operasyonun yol açtığı duygusal travmalar da
cabası. Bir külah dondurmanın tamamını yiyebileceğini bilmesi,
anne babasının kendisine karşı doktorla bir olduğunu sanan ço­
cuğun duyduğu haklı korkuyu telafi edecek bir şey değildir.
Ameliyat sonrasında pek çok çocuğun davranış biçiminin kayda
değer şekilde kötüleştiği bilinmektedir. Daha sinirli, daha içe ka­
panık, daha kötümser, daha korkak ve genellikle daha sakar olu­
yorlar. Onları kim suçlayabilir ki? Çocuklar her şeyi hissederler
ve ne yazık ki, bırakm tehlikeli müdahaleleri, olmayacak şeyler­
den bile ciddi biçimde etkilenirler.
Kadınlar da gereksiz ameliyatların en büyük kurbanlarından-
dır. Her yıl milyonlarca kadının rahmi alınır. Uluslararası Sağlık
İstatistikleri Merkezi 1973 yılında altı yüz doksan bin kadının
rahminin ameliyatla alındığım tahmin etmektedir. Yani yüz bin
kadından neredeyse altı yüz ellisinin rahmi alınıyor. Bu da de­
mektir ki, rahim alma ameliyatları bu şekilde artmaya devam
edecek olursa bütün kadınların yarısı altmış beş yaşma geldiğin­
de rahmini kaybedecektir! Tabii oran sabit olarak artmaya de­
vam ederse durum budur. Ama gerçek şu ki, oran katlanarak ar­
tıyor. Sadece 1975 yılında sekiz yüz sekiz bin rahim alma ame­
liyatı yapılmıştır.
Bunların çok az kısmı gerçekten gerekliydi. New York’ta al­
tı farklı hastanede yapılan rahim alma ameliyatlarının yüzde
kırk üçünün makul gerekçeleri olmadığı ortaya çıkarıldı. Anor­
mal kanama ya da yoğun âdet kanaması şikâyeti olan kadınlara,

73
başka tedavi yöntemleri uygulanarak, hatta bazen hiçbir tedavi
uygulanmayarak da olumlu sonuçlar alınabilecekken, rahimleri
alınıyordu.
Cerrahların sahip olduğu itibar ve gücün peşinde hevesle ko­
şan kadın-doğum uzmanları, doğal bir süreç olan doğumu, hızla
cerrahi bir işlem haline dönüştürüyorlar. Her tedavi bir önceki
tedavinin yan etkilerini telafi etmeyi gerektirdiği için, hastaya
uygulanan katman katman “tedavi” aslmda deneme tahtası ol­
manın hastalık örtüsü altına gizlenmiş halidir. Asıl tuhaf olanı,
doktorların bu telafi etme girişimlerinden kendilerine paye çı­
karmalarıdır; ama telafi etmeyi gerektiren tıbbi felaketlere daha
ilk başta yol açmış olma payesini asla taşımazlar, o başka.
Doğal doğum sürecine yapılan ilk büyük müdahale vakum
cihazlarının ortaya çıkmasıyla olmuştur. On altıncı yüzyılda ya­
şamış olan Chamberlen Kardeşler -asıl işleri berberlik olan iki
berbat cerrah kardeş- doğum yaptıracakları odaya büyük tahta
bir kuluyla girerlerdi. Herkesi dışarı çıkarır ve kutuyu açmadan
önce doğum yapacak annenin gözlerini bağlarlardı. Kutunun
içinde ne olduğu ancak on dokuzuncu yüzyılda açığa çıktı: do­
ğum vakumu. Doğum normal gelişimini izlese de izlemese de
bebeği dışarı çıkarmak için vakum kullanmak, doğumu cerrahi
bir işleme dönüştürme yolunda atılan ilk adımdı.
Doktorlar doğum sürecine ilgi duymaya başladıklarında bir
sonraki adım olan ebeleri saf dışı etme savaşını başlattılar. Ve
kazandılar. Artık doğum, kadın ebeler tarafından değil erkek
doktorlar tarafından yaptırılıyordu. Doğurmak üzere olan kadın­
ların evden hastaneye taşınmaları da uzun zaman almadı; ne de
olsa doğum, kolayca üstesinden gelinebilecek bir doğal afetti!
Zaten erkek doktorların yönetimine geçer geçmez bir hastalık
haline gelmişti. Doktorlar ebelerin hiçbir zaman yapmadıkları
bir şeyi yaptılar: Cesetlerle çalıştıkları otopsi laboratuarlarından
çıkarak doğum yaptırmak üzere doğruca doğumhanelere girdi­
ler. Anne ve bebek ölümleri, ebelerin doğum yaptırdıkları zama­
na oranla roket hızıyla arttı. İgnaz Philipp Semmelweis adlı ce­
sur bir doktor bu ölümcül bağlantıya dikkat çekip hastalıkların

74
asıl sebebinin doktorlar olduğunu söylediği için tıp camiasından
dışlanarak akıl hastanesine yatırıldı. Semmehveis’in doğum
yaptırmaya hazırlanan doktorların ellerini yıkamaları gerektiği­
ne dair uyarıları dikkate alınmaya başlandıktan sonra, anne ve
bebek ölüm oranları da düştü. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu
uzmanlık alanına itibar kazandıran da bu gelişmeydi.
Kadın-doğum uzmanları, anneyi ilaçlarla uyutup, eli kolu
bağlı, çaresiz bir insana dönüştürmeyi akıl edebildiklerinde çok
daha güçlü bir konuma geldiler. Bayılttıkları anne doğuma yar­
dım edemediği için vakumun doğumhanedeki yeri de garanti al­
tına alınmış oldu.
Doğum yapacak kadın ameliyata mükemmel bir biçimde ha­
zırlanır; sakinleştirilir, ayakları doğum yatağına yerleştirilir, tı­
raş edilir, damardan sıvı vermeye yarayan torbalar takılır ve bir
dizi izleme ekipmanma bağlanır. Bu sahne dekorunun boşa git­
memesi için bir ameliyat uydurulmalıdır. Sıra epizyotomiye (do­
ğum kesisi ya da dikişli doğum) gelmiştir. Vajina ağzının geniş­
letilmesi için anüs ile vajina arasındaki bölgenin cerrahi olarak
kesilmesi işlemi o kadar sıradan bir olay haline gelmiştir ki, çok
az kadın ve çok az doktor bu konuda ikinci kez durup düşünme­
ye gerek görür. Doktorlar cerrahi olarak yapılan bu kesiğin, do­
ğum sırasında bebeğin başı ve omuzları vajinadan çıkarken ken­
diliğinden oluşabilecek yırtıktan çok daha düzgün ve onarılma­
sı kolay bir kesik olduğunu iddia ederler. Oysa bir gerçeği kabul
etmemek konusunda inat ettikleri için ne kadar yanıldıklarının
da farkına varamazlar: Doğum yapmakta olan kadını ilaçlarla
serseme çevirmiş olmasalar, kadın neler olup bittiğini bilen biri
tarafmdan doğru olarak yönlendirildiğinde bebeği rahatça dışarı
çıkarmak için ne zaman, nasıl itmesi gerektiğini ve ne zaman na­
sıl itmemesi gerektiğini bilecektir. Doğum bilinçli ve önceden
tasarlanmrş bir tecrübe olarak yaşandığında, perine yırtığı genel­
likle göz ardı edilebilir. Zaten vajina, esnemek ve bebeğin dışa­
rı çıkmasına izin vermek üzere yaratılmış bir organdır. Yırtılma
oluşsa bile, cerrahi kesiklerin doğal yırtılmalara göre daha iyi ve
çabuk iyileştiklerine dair hiçbir kanıt yoktur. Tam aksine, benim
tecrübelerim doğal yırtıkların doğum kesilerine göre daha hızlı

75
ve daha az rahatsızlık vererek iyileştiğini göstermektedir. Do­
ğum keşişinin daha sonraki dönemlerde cinsel istekte azalmaya
neden olduğuna dair görüşler de mevcuttur.
Doğum kesisi denilen bu küçük cerrahi işlem, kadm-doğum
uzmanlarını bir süre sonra tatmin etmemeye başlamıştı. Daha
dehşet verici ve daha tehlikeli bir şeyler icat etmeliydiler. Do-
ğumhane ortamı, “burada gerçekten anormal bir şeyler dönüyor
olmalı” duygusuna katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramı­
yordu. Eh, böyleşine anormal bir olayın tıbbi müdahale gerektir­
mesi de kaçınılmazdı. Müdahale ne kadar aşırıya kaçarsa o ka­
dar iyiydi. Sırf bir küvöz eklenerek kılık değiştiren doğumhane
gerçek bir ameliyathane olduğundan, burada gerçekleştirilmesi
gereken de, dört başı mamur bir ameliyat olmalıydı. Kadın-do-
ğum uzmanlığının kurban etme ritüeli sınıf atlamalı ve epizyo-
tomi yaparak basitçe sakatlamanın yerini, modern kadın-doğum
uzmanlığının gelmiş geçmiş en korkunç uygulaması almalıydı:
salgın hastalık gibi yayılan sezaryen!
Sezaryen doğum hasadının semeresini almak için, ceninin
kalp atışlarının anne karnında dinlenmesi ya da son zamanlarda
olduğu gibi doğum anında bebeğin kafasına takılan elektrotlarla
dinlenmesi gibi teşhis tohumları atıldı. Bebek gerçekten sıkıntı­
da olsa da olmasa da, izleme monitörü bir şeylerin yolunda ol­
madığını söylüyorsa annenin derhal kesilip bebeğin dışarı çıka­
rılması şarttı. Kadm-doğum uzmanı, bir mucize gerçekleştirme­
nin haklı övgülerinin rehavetiyle artık koltuğunda kaykılabilir-
di; ne de olsa, kaçınılmaz bir ölümün ya da sakatlığın pençesin­
den bir hayat kapmıştı. Doğum yöntemlerinin karşılaştırıldığı
araştırmalar, bebeğin kalp atışlarının stetoskopla dinlendiği du­
rumlara oranla elektronik olarak izlendiği durumlarda sezaryen­
le doğumun üç dört kat fazla yapıldığını ortaya koymaktadır.
Aman ne kadar da şaşırtıcı!
Anne ameliyat olmak istemiyorsa, kadm-doğum uzmanının
yapması gereken tek şey annenin dikkatini izleme cihazının ek­
ranındaki endişe verici duruma çekmektir. Kadınm hissettiği şey
gerçek değildir; gerçek, doktor monitörde ne görüyorsa odur.
76
Bir kadının, doğum sürecinin elektronik olarak izlenmemesi­
ni talep etmesi için daha birçok sebebi vardır. Elektrotları ceni­
nin kafasına yerleştirebilmek için, su kesesinin yapay yollarla
patlatılması gerekir. Bu işlem, bebeğin kalp atım hızında ani bir
azalmaya yol açar. Araştırmalar, doğum anında elektronik ola­
rak izlenmiş çocukların, somaki yaşamlarında davranışsal ve
gelişimsel problemlerle karşılaşma olasılıklarının yüzde altmış
beş olduğunu göstermektedir.
Tabii ki kadının ne hissettiği, ne istediği, kadm-doğum uz­
manının gerekli gördüklerinin yanında ikinci planda kalacaktır.
Buna, doğumu doktorun keyfine ve rahatına göre planlamak da
dahildir. Zamanı önceden tespit edilmiş “sabah dokuz, akşam
beş mesaisi” doğumlar birçok hastanede kural haline gelmiştir.
Doktor sadece kendi hesaplarına dayanarak bebeğin hazır oldu­
ğuna inandığı zaman doğumu başlatır; bebek doğum kanalmdan
geçmeye doğal olarak hazır olduğu an değil. Doktorun yaptığı
hesaplar, bazen bebeğin yanlışlıkla altı hafta önce alınmasına bi­
le neden olabilir. Doktor tarafından başlatılan bir doğum sezar­
yenle sonuçlanabilir çünkü henüz doğmaya hazır olmayan bir
bebek, zamanından evvel çağrılmanın stresini yaşadığı için mo­
nitörlerde doğal olarak daha tehlikeli bir durum gösterecektir.
Yapay olarak başlatılan bir doğumun tehlikeleri arasmda, er­
ken doğumla bağlantılı cenin akciğer hastalıkları, normal büyü­
mede ve gelişmede gerilik, zihinsel ya da fiziksel yetersizlikler
de vardır. Yapay tıbbi yollarla doğurtulan bebeklerin yüzde dör­
dü, hemen doğum sonrasında yeni doğan yoğun bakım ünitesi­
ne alınır. Yapay olarak doğum yaptırılan annelerin de doğum
sonrasında yoğun bakım ünitesine alınmaları olasılığı daha yük­
sektir. Sezaryen doğum yapmış kadınların yarısında ameliyat
sonrası komplikasyonlar görülür. Anne ölümleri de, vajinal do­
ğum yapmış kadınlara oranla tam yirmi altı kat daha fazladır.
Cenin monitörü terimini kaldırıp, bunun yerine, ölüm monitörü
terimini kullanmayı öneriyorum!
Sezaryen doğumla, zamanmda ve normal boyutlarda doğan
bebeklerse, ya akciğer zarı hastalığı olarak bilinen ciddi bir ak­

77
ciğer nastalığı tehlikesiyle ya da solunum yetersizliğiyle karşı
karşıya kalırlar. Tam olarak anlaşılamayan, bazen öldürücü ola­
bilen ve genellikle tedaviye cevap vermeyen bu durum hemen
bütün erken doğumlarda görülür. Normal yollarla doğumdaysa,
rahmin yaptığı baskı bebek dışarı çıkmaya çalışırken göğsünü
ve akciğerini sıkıştırdığı için akciğerde toplanan sıvı ve salgılar
bronşlara doğru itilip ağız yoluyla dışarı atılır ama sezaryen be­
beklerinin böyle bir şansı yoktur.
Araştırmalara göre, doktorlar sezaryen doğum konusunda
daha çekimser davranabilseler, bu hastalığın görülme sıklığı en
az yüzde on beş oranında azalacaktır. Ayrıca, doktorlar, bebek,
dölyatağından ayrılacak kadar olgunlaşmadan doğumu başlat­
madıkları takdirde akciğer zarı hastalığına yakalanan tahmini
kırk bin vakadan en az altı bini önlenebilecektir. Bütün bunlara
rağmen, yapay olarak başlatılan doğumlarla sezaryen doğumlar
azalacağına hızla artıyor. Bir hastanenin sezaryen doğum sıklığı
yüzde beşin üzerine çıktığında kapsamlı bir araştırma yapıldığı­
nı hatırlıyorum. Oysa şu anda bu seviye yaklaşık yüzde yirmi
beşlerde ve hiçbir araştırma yapıldığı da yok. Bazı hastanelerde
bu oran yüzde elliyi zorluyor.
Tıbbın çok geliştiğini; cerrahi işlemlerin her geçen gün iyi­
leştiğini; faydalarının kanıtlandığını ve neredeyse sıradan uygu­
lamalar haline geldiğini sanıyoruz. Ne yazık ki işler hiç de bizim
sandığımız gibi yürümüyor. Ama biz yine de bir sonraki “muci­
zevi” tedavi eskisinin yerini alana kadar ilkine inanmaya devam
ediyoruz. Oysa cerrahi işlemler üç aşamadan geçer; gelin görün
ki bu aşamaların hiçbirinin ilerlemeyle, gelişmeyle yakından
uzaktan ilgisi yoktur. Yeni bir cerrahi prosedürün ilk aşaması,
coşkuyla kabul görme aşamasıdır. Olayların doğal işleyiş sırası­
na göre, yeni bir gelişmeye coşkudan önce kuşkuyla yaklaşılma­
sı beklenir, öyle değil mi? Ama hayır, modern tıpta işler böyle
yürümez. Bir ameliyatın yapılabilirliği kanıtlandığında, coşkuy­
la, heyecanla kabul edilmesi de garanti altına alınmıştır. Sonra
sıra ikinci aşamaya gelir. Ne zaman ki ameliyat yapılır, gerçek
faydalarının ve zararlarının erken övgü sisleri arasından kendini
gösterme olasılığı ortaya çıkar işte sadece o zaman kuşku köşe­
lerden içeri sızmaya başlar.

78
Baypas cerrahisi, keşfedilişinin ilk beş altı yılı boyunca sor­
gusuz sualsiz kabul edilmenin tadını çıkardı. Yağ birikintileri ta­
rafından tıkanan kan damarına cerrahi müdahale ABD’deki kalp
krizinden ölümlerin inanılmaz artışına atılmış bir tokattı âdeta.
Ne ki, mum yatsıya kadar yanabildi. On binlerce erkek ve kadın
bu ameliyatı olabilmek için kuyruklar oluşturuyor ama her ge­
çen gün daha fazla insan kuşkuya kapılıyordu. Görünüşe bakı­
lırsa ameliyat cerrahların düşündükleri kadar çok işe yaramıyor.
Uzman Yönetimi adlı grup tarafından yürütülen ve binden fazla
kişiyi kapsayan yedi yıllık bir çalışmada, sol ana arter (atarda­
mar) hastalığının seyrek görüldüğü yüksek risk grubundaki has­
talar dışında, koroner baypas ameliyatının hiçbir yararı olmadı­
ğı ortaya çıkarılmıştır. Ameliyat olmuş hastalarla tıbbi tedavi
görmüş olanlar arasmda ölüm oranlarında önemli bir fark tespit
edilmemiştir. Aslına bakılırsa düşük risk grubundaki hastalar
arasında dört yıl sonraki ölüm oranmın, ameliyat olan hastalara
göre çok az yüksek olduğu görülmüştür. Yapılan diğer çalışma­
larda da koroner baypas ameliyatı olan kişilerin, eforlu EKG
testlerinde hâlâ anormallik gösterdikleri ortaya konmuştur. Bu
insanların kalp krizi geçirme riskleri, ameliyat olmadan tedavi
edilenlerden hiç de az değildir. Ameliyat kalp ağrılarını ortadan
kaldırıyor gibi görünse de, bazı doktorlar bunun ya plasebo et­
kisi ya da sinir yollarının cerrahi olarak zedelenmesinin bir so­
nucu olabileceğine inanıyorlar. Ayrıca baypasla değiştirilen da­
marın da tıkanıp hastayı ameliyat öncesinde başladığı noktaya
geri döndürme olasılığı var.
Kalp hastalıkları tedavisindeki en etkili yöntemin, beslenme
alışkanlıklarında radikal bir değişim yapmak olduğu söylenebi­
lir. Yüksek oranda yağ içeren bir diyet, yerini, alman toplam ka­
lorinin yüzde on ya da daha azmi yağların meydana getirdiği bir
diyete bırakmalıdır. Bu diyete ilerleyici egzersiz programı eşlik
etmelidir. Bu tedavi yönteminin iyileşmeyi sağladığına dair ka­
nıtlar ortaya konmuştur.
Bütün bunlar cerrahi bir işlem olan baypas ameliyatını üçün­
cü aşamaya iter: terk edilme aşaması.

79
Ama özellikle baypas gibi bol kazançlı ameliyatlardan kolay
kolay vazgeçilmez. Tıkanmış büyük bir damarın yedi sekiz san­
timetrelik bir bölümünün yerine başka bir damar konmasının,
geride kalan tıkalı atardamarların yüzde doksan dokuzu için hiç­
bir yararı olmayacağı apaçık ortada olmasına rağmen, baypas
ameliyatları hâlâ yapılıyor. İnsanların kaderi, kariyeri ve hayatı
hâlâ ona bağlanıyor.
Belki de, baypas ameliyatınm terk edilmesini sağlamak için,
“pudralama” yönteminin tabutuna son çiviyi çakma cesareti
gösteren cerrahm yürekliliğine sahip olmaktan başka bir yol kal­
mamıştır. “Pudralama” otuz kırk sene önce popüler olan bir kalp
ameliyatıydı. Bu ameliyatta göğüs kafesi açılıyor ve kalbin dış
kısmına talk pudrası serpiliyordu. Tahminen bu işlem damarları
ve damar yollarını tahriş ediyordu, böylelikle yeni kan damarla­
rı oluşturulup kan dolaşımı sağlanıyordu. Pudralama yöntemi
çok moda olmuştu; ta ki bir cerrah bir grup hastayı ameliyata
alıp, hepsinin göğüs kafeslerini açıp sadece yarısına pudra ser­
pene kadar. Elde edilen sonuçlar tamamen aynıydı. Hastaların
hepsi, ameliyat sonrasında kendilerini aynı hissediyorlardı!
Cerrahi bir işlemin bütün mantıklı gerekçeler ortaya konup
da terk edilmesine karar verilmiş olması, modern tıp tarafından
da muhakkak terk edileceği anlamına gelmez. En önemli cerra­
hi müdahaleleri ele alırsanız, çoğunun yıllar önce terk edilme
noktasına gelmiş olduğunu görürsünüz. Zaten bu işlemlerin
gerçekten faydalı olup olmadığının bir önemi yoktur çünkü kut­
sal faydaları nedeniyle varolmaya devam ederler. Dini bayram­
lar gibi onlar da hiç ölmezler. İki bin yıl önce terk edilmiş ol­
ması gereken bademcik ameliyatı, tıbbi ayin statüsüne alınmış
olduğundan hâlâ çok revaçta. Göz hastalıkları uzmanları, hafif
şaşı çocukların, şaşılıkları cerrahi yöntemlerle düzeltilmeyecek
olursa bir yıl içinde kör olacaklarını söyleyerek anne babaların
korkudan akıllarını başlarından alıyor, onlara cehennem azabı
yaşatıyorlar. Bu doğru olsaydı, etrafta tek gözü kör milyonlar­
ca insan olurdu çünkü göz doktoruna hiç gitmeyen milyonlarca
insan var.
80
Koroner baypas gülü çoktan solmuş olmasına rağmen, mo­
dem tıbbın kutsal fabrikalarında çalışan doktorlar aynr temel ve
faydasız tekniği, başka kalp damar hastalıkları türünde kullan­
mak üzere geliştiriyorlar.
Bir gün modem kanser cerrahisine de, şimdi, on sekizinci
yüzyılda sülük kullanımına baktığımız gibi dehşetle bakacağız.
Kanser ameliyatlarının mantıksızlığı daha 60’lı yıllarda gösteril­
mişti. Illinois Üniversitesi’nden Warren Cole, deri açıldıktan
sonra yüzeysel damarlar incelendiğinde ameliyatın sonucu ola­
rak tümör hücrelerinin çoktan yayılmış olduğunun görüleceğini
ortaya koymuştu. Doktorlar, tümörün elbette yayılacağını ancak
bedenin geri kalanının bununla başa çıkabileceğini söyleyerek
karşı çıkmışlardı ona. Bu çok aptalca bir cevaptı. Madem kişi­
nin bedeni “bununla başa çıkabilecek” durumdaydı o insanın za­
ten kansere yakalanmaması gerekirdi! Bazıları, kanser cerrahisi­
nin, kanserle savaşta kullanılan bütün o yeni teknikler yüzünden
tehdit altında olduğunu söylüyorlar. Oysa buna başka bir açıdan
bakmak da mümkün: Kanser cerrahisi tam bir hayal kırıklığı ya­
rattığından, yeni teknikler yüzünden tehdit altında olan, asıl in­
sanların hayal güçleri ve umutları. Yine de bunu itiraf edip ka­
bul edecek son kişi cerrahınız olacaktır.
Bana, gereksiz ameliyatların neden bu kadar fazla olduğunu
soranlara şöyle cevap veririm: “Gereksiz ameliyat yapmak için,
gereksiz ameliyat yapmamak için olduğundan çok daha fazla se­
bep vardır. Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmamasını ge­
rektirecek tek sebep insanmın parasım, zamanını, sağlığını ve
hayatını kaybetmemesini sağlamak olabilir.” Ama tabii böyle
ufak tefek kayıplar Modern Tıp Kilisesi’nin icraatları üzerinde
hiçbir zaman pek etkili olmamıştır. Öte yandan, bu kadar çok
gereksiz ameliyatın yapılmasını gerektirecek sebepler saymakla
bitmez, ayrıca modem tıp dininin ahlak anlayışı bunları zorunlu
da tutmaktadrr.
Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmasının en basit açıkla­
ması şudur: Cerrahi, pek çok uygulamasrm uygulamaya koyma
hakkına sahiptir; bir hastalığı iyileştirmek ya da ortadan kaldır-

81
ıııak amacıyla hastalığa müdahale etme tartışmasız hakkının ya­
nı sıra tabii. Cerrahi hem mükemmel bir öğrenme aracı hem de
çok verimli, keşiflere elverişli deneysel bir alandır; ama bugüne
kadar “öğrendiği” ya da “keşfettiği” tek şey ameliyatın nasıl ya­
pılacağı olmuştur. Illinois Zihin Sağlığı Departmanı’nda kıdem­
li pediatrik danışman olarak çalıştığım sırada, kalplerinde sorun
olan mongol çocuklara uygulanan bir ameliyat türüne son ver­
miştim. Ameliyatın beyan edilen amacı, mongol çocukların bey­
nine giden oksijen miktarını artırmaktı. Elbette gerçek amaç, İl-
linois kalp damar hastalıkları cerrahisindeki ihtisas programları­
nı geliştirmekti. Bu ameliyatla mongol çocukların beyinlerine
daha fazla oksijen gittiği falan yoktu ve cerrahlar da bunu gayet
iyi biliyorlardı. Zaten ortaya attıkları fikir daha en baştan saçma
sapan bir fikirdi; üstelik ölümcüldü de. Ameliyata bağlı ölüm
oranı son derece yüksekti. Bu ameliyatlara son verdiğimde üni­
versite çalışanları doğal olarak çok üzüldüler. Mongol çocuklar
için bundan daha iyi bir çözüm yolu bulmakta zorlanıyorlardı,
hem cerrahları eğitmek de çok önemliydi.
Gerçi ekonomik gerekçelerin tek başına böyle bir şeyi açık­
lamaya yetmeyeceğini düşünüyorum ama gereksiz ameliyatlar
yapılmasında hırs da önemli rol oynuyor. Gereksiz bütün ameli­
yatlara son verilecek olsa ortalıkta işsiz cerrahtan daha bol bir
şey göremeyeceğinizden şüpheniz olmasın. Bir cerraha sizi
ameliyat ettiğinde para ödenir, başka yollarla tedavi ettiğinde
değil. Bu durumda çaresiz, dürüstçe yapabilecekleri bir iş ara­
maları gerekecek. Cerrahların, kaç ameliyat yaptıklarına bağlı
olmaksızın düzenli maaş aldıkları hastanelerde, rahim alma ve
bademcik ameliyatı oranının, “hizmet başına” para ödenen has­
tanelere göre üçte bir oranında daha az olduğu görülmüştür.
Şu an sahip olduğumuz cerrahların sadece onda biri kadar sa­
yıda cenaha sahip olsaydık, gereksiz ameliyatların sayısı da ay­
nı oranda azalacaktı. Amerikan Cerrah Fakültesi bile, gelecek
yarım yüzyılda ülkenin cerrahi ihtiyaçlarının bol bol karşılana­
bilmesi için sadece elli altmış bin diplomalı cerraha, on bin son
sınıf öğrencisine ve ihtisas öğrencisine ihtiyacımız olduğunu
bildirmiştir. Fakültenin verdiği bilgiler ciddiye alınırsa cerrahla­
82
rın maddi olarak zor duruma düşmeleri kaçınılmaz görünüyor;
şu an sahip olduğumuz yaklaşık yüz bin cerrahın neredeyse ya­
rısının da gereksiz olduğu ortaya çıkıyor. Geriye kalan elli bin
kınından çıkmış neşter de yeteri kadar hasar verebilir zaten.
Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmasının bir başka sebe­
bi de cehalettir. Hastaların cahilliğini kastetmiyorum. Mesela,
modası geçmiş, yersiz ve düpedüz aptalca jinekolojik müdaha­
lelerden kaynaklanan bütün jinekolojik ameliyatları ortadan kal­
dıracak olsanız, geriye pek bir jinekolojik ameliyat kalmazdı.
Doktorlar, âdet düzensizlikleri olan kadınların, doğum kontrol
hapları aldıklarında vajina ya da rahim boynu kanserine daha
meyilli hale geldiklerini çok iyi bilirler. Aslında bu kadınlardan
bazıları için kanser riski, âdet düzensizliğine neden olan etkene
bağlı olarak zaten artmış risk oranından on kat daha fazladır!
Buna rağmen çok az doktor, Pili adlı ilaca başlamadan önce bu
kadınların öykülerini dinleme zahmetine katlanır. Yıllarca Pili
kullanan bir kadın tanıyordum. İçinde bulunduğu tehlikeden ha­
beri yoktu. İlk âdet gördüğünde ciddi kanaması olmuştu, bu da
onu, özellikle Pili kullanmaması gereken risk altındaki gruba so­
kuyordu. Vajinadan parça alınması yoluyla yapılan incelemeler
sırasında bir şeylerin yolunda gitmediği ortaya çıkmıştı ama ji­
nekologu şimdilik buna aldırış etmemesi gerektiğini, eğer ister­
se daha soma rahmini alabileceklerini söylemişti. Kadıncağız, o
doktoru motive edenin hırs ve cehalet karışımı bir zihniyet oldu­
ğunu ancak başka bir doktora gittiğinde anlayabilmişti; başvur­
duğu ikinci jinekolog ona, nispeten daha küçük bir ameliyatın
derhal yapılmaması halinde birkaç sene içinde rahminin kesin­
likle alınması gerekeceğini söylemişti. Pili almaya başladığı an­
da içinde bulunduğu tehlikeden haberdar edilmiş olsaydı, bu kü­
çük operasyona bile hiç gerek kalmayacaktı.
Yine de ne hırs ne de cehalet açıklıyor bu kadar çok gereksiz
ameliyatın yapılmasını. Aslında bu temelde bir inanç sorunudur:
doktorlar cerrahiye inanıyorlar. Nedendir bilinmez, “bıçak altı­
na yatmanın” bir tür cazibesi var; doktorlar da insanları bu nok­
taya getirmek için bu cazibeden sonuna kadar istifade ediyorlar.
Her şey bir yana, cerrahi, gelişmenin ve ilerlemenin bir parçası­

83
dır. Gelişme, bizi, bizden önce gelmiş olanlardan üstün kılar.
Amerika’da, bir şey yapılabilecekse yapılır; yapılması mı doğ­
rudur, yapılmaması mı, bunun meseleyle hiçbir ilgisi yoktur.
Madem araç gereç imal edebiliyoruz, o halde araç gereç imal
etmek ve bunları kullanmak yapılabilecek en doğru şeydir. O
halde neden sadece baypas ameliyatlarıyla yetinelim ki; neden
kadınların rahimlerini, göğüslerini almakla, çocukların badem­
ciklerini sökmekle yetinelim ki, transseksüel cerrahimiz de ol­
malı, değil mi ama?
İlk cerrahi müdahale dini bir işlemdi; bugün gerçekleştirilen
ameliyatların yüzde doksam da dinidir. Musevilerin bris dedik­
leri sünnet töreninin Musevi hukukunda ve kültüründe önemli
yeri vardır. Bris yani sünnet, erkek bebek sekiz günlük olduğun­
da, bu konuda eğitimli bir mohel yani fenni sünnetçi tarafından
yapılır. Mohel, dört bin yıldır varlığını sürdüren bir tekniği kul­
lanır. Sünneti doğru yapıp yapmadığını kontrol etmek için de
başında on tane adam durur. Oysa modern tıpta sünnet, bebek
bir ya da iki günlükken yapılır. Bu günlerde oluşabilecek kan
kaybıysa özellikle çok tehlikelidir. Bir cerrah, bir ihtisas öğren­
cisi ya da tıp fakültesi son sınıf öğrencisi tarafından yapılan sün­
nette “en son” teknikler kullanılır. Bris töreninde bebeğin ağzı­
na biraz şarap damlatılır ama modern tıp töreninde hiçbir anes­
tetik madde kullanılmaz.
Bir erkeğin sünnet edilmesinin, din dışında, hiçbir bahane­
si yoktur. Sünnet de bir ameliyattır ve göz ardı edilemeyecek
tehlikeleri vardır. Bir cerrahın, neşter kullanmak yerine pek
gösterişli yakma işlemini uygulayıp da penisi kaydırması ve
büyük kısmını yakması hiç de seyrek rastlanılan bir durum de­
ğildir.
Bazı ilkel dinlerde dini yaralama ayinine teslim olmak, kur­
banı daha yüksek bir bilinç haline terfi ettirir. Kurban, ya yo­
ğun acının etkisiyle ya da uyuşturucu ilaçların etkisiyle -belki
de her ikisinin de etkisiyle- tanrısal varlıklarla bütünleştiğine
dair sanrılar yaşar. Kimi zaman bu “ayrıcalık” sadece dinin
temsilcilerine aittir. Hıristiyanlıkta, sadece İsa ve havarileri,

84
r

yaralanarak eziyet çekme mertebesine erişebilmiştir; tabii çe­


şitli dönemlerde ara sıra ortaya çıkan, bedenlerinin belirli yer­
lerinde mucizevi damgalar oluşan, özellikle de İsa’nın çarmıh­
ta aldığı yaraların aynısını taşıdıkları iddia edilen kuşkulu mis­
tikler hariç.
Ama modern tıp dininde hiç kimse kurban edilme töreninden
muaf değildir; bu “ayrıcalık” herkese bahşedilmiştir. Anestezi­
nin keşfine dek, tıp dininin kurbanları bayılmadan önce son kez
dişlerini sıkar ve can çekişmenin berraklığında tanrılarını görür­
lerdi. Bugünse kurban artık sahte bir ölümün “himayesinde” ve
böylece doktor sadece kurbanı tedavi etme fırsatını değil, onu
ölümün pençesinden geri alma fırsatmı da yakalamış oluyor.
Ama tabii ki bu büyük fırsatın bile yerini alacak daha rafine bir
yöntem keşfedilmiştir: lokal anestezi. Yaşasın! Artık kurban, bi­
lincini kaybetmeden, ölümlülüğüyle hokkabazlığa girişmiş olan
cerrahı gözlemleyebilecektir. Ameliyattan sonra çocuklar bile
yara yerlerini göstermekten hoşlanırlar. Bu çocukların ebeveyn­
leri doktorsa, gösterilecek yaralara sahip olma şansları daha faz­
ladır çünkü doktor ailelerinde ameliyat olma eğilimi, diğer bü­
tün meslek gruplarına göre çok daha fazladır. Bu da doktorların,
kutsal cerrahinin gücüne büyük bir sadakatle bağlı olduklarını
gösterir; en azmdan başkalarından bekledikleri kadar çok inanır­
lar bu güce.
Gerçek bir tıp fanatiğini test etmenin en iyi yollarından biri,
kendisine verilen ilaçları alıp almadığına bakmaktır; ya da hazır­
ladığı basm bildirisine inanıp inanmadığına bakmak. Doktorla­
rın, kurban edilmek için sıraya giriyor olmaları, sadece tören
alanındaki yerlerini sağlamlaştırır.
Modern tıbbın cerrahiye inancının en büyük fesatlığı, bu
inancın ardında yatmakta olan, madem ki sizi ameliyat edebili­
yor o halde papaz her şeyin üstesinden gelebilir, varsayımıdır.
Siz zahmet edip kendinize bakmayın, ters giden bir şeyler olur­
sa biz sizi tamir ederiz. Size düşen tek görev, ayinin kutsallığı­
na yeterince inanmaktır; elbette burada kutsal olan, kesilip biçil­
me ayinidir. Modern tıp, semavi dinlerin kudretine öylesine ba­

85
şarıyla el koymuştur ki, artık rahipler, hahamlar ve imamlar da
dahil olmak üzere herkes kendisini ameliyathane masasındaki
güç tarafından eninde sonunda onarılabilir bir şey olarak görme­
ye başlamıştır.
Doktorun batıl cerrahi itikatlarından korunmak isteyen; etini
kesmek üzere hazır bekleyen kutsal neşterden sakınmak isteyen
herkesin mutlaka ama mutlaka tıp konusunda kendisini eğitme­
si gerekir. Yine söylüyorum, şikâyetiniz hakkında doktorunuz­
dan daha bilgili olmayı tek hedefiniz haline getirin.
Doktorunuz size, bademcik ameliyatı, rahim ameliyatı, fıtık
ameliyatı gibi yaygın ameliyatlardan birini öneriyorsa özellikle
tedbirli olun. Doktorun cerrahiye, bedeninize potansiyel olarak
zarar veren bir müdahale gözüyle bakmadığını; aksine, sorunu
ortadan kaldırmasa da biraz işe yarayan hayırlı bir ayin gözüyle
baktığını hiç aklınızdan çıkarmayın. Güvenilir bir aile doktoru­
nun bile, ameliyatı gerçekten sadece gerekli olduğu için önerdi­
ğine güvenilmemelidir.
Doktor ameliyat lafını eder etmez soru sormaya başlamalısı­
nız: “Bu ameliyat neyi başaracak? Nasıl başaracak? Neden ge­
rekli? Gerekli mi? Ameliyat olmazsam ne olur? Ameliyattan
başka bir yol yok mu? Ameliyatın başarısız olma ihtimali ne­
dir?” Eve gidince, doktorunuzun verdiği bütün cevapları, tabii
cevap verdiyse, teker teker kontrol etmelisiniz. Yeterince derin
kazdığınızda çelişkili bilgileri gün ışığına çıkarma olasılığınız
oldukça fazladır.
İkinci bir uzmanın fikrini alacaksanız, aynı uygulama gru­
bunda çalışan başka bir doktora gitmeyin. Hatta aynı hastanede
çalışan başka bir doktora bile gitmeyin. Gerçekten bağımsız bir
doktora ulaşmak için ülke dışına bile çıkmanız gerekebilir. İkin­
ci doktora da birincisine sorduğunuz 'soruların aynısını sormalı­
sınız. Taban tabana zıt iki görüşle karşı karşıya kalırsanız, he­
men asıl doktorunuza gidip ikinci doktorun görüşlerini ona ak­
tarın. Bu yöntem çelişkiyi ortadan kaldırmayabilir ve siz yete­
rince tatmin olmayabilirsiniz. Bu durumda doktorunuzdan, eski
usul bir konsültasyon düzenlemesini rica edin.

86
Bütün bunlar size bir yığın sorunla uğraşmak zorunda kala­
cağınızı düşündürmüş olabilir. Ama esas hedefin, sizi tek parça
halinde tutmak olduğunu; gerçekten gerekli olmadığı sürece ke­
silmenize izin vermemek olduğunu aklınızdan çıkarmamalısı­
nız. Üçüncü, hatta dördüncü bir görüş almaktan sakın korkma­
yın. Gereksiz ameliyatların ne kadar çok yapıldığını hatırlayın;
size önerilenin de gereksiz bir ameliyat olma ihtimalini sakın
göz ardı etmeyin. Özellikle de doktorunuz, ameliyatın tek çö­
züm olduğuna inanmanız için debelenip duruyorsa bu ihtimali
mutlaka hatırlamak zorundasmız. Tek çözüm ameliyat olmaya­
bilir; belki de bir çözüm bile varolmayabilir; hatta belki bir so­
rununuz bile olmayabilir!
“Ev ödevinizi” yaptıktan sonra topladığınız her türlü bilgiy­
le doktorunuzu yüzleştirmekte bir an bile tereddüt etmeyin.
Ameliyatın çözüm olmadığı sonucuna varırsanız, içinde bu­
lunduğunuz durumdan sıyrılmak için ne yapmanız gerekiyorsa
yapın. Doktora karşı gelmekten korkmayın. Ameliyat olmayı is­
temediğinizi ve olmayacağınızı açıkça söylemek en iyisidir ama
“Bu konuda biraz düşünmem lazım” oyununu oynamak sizin
için daha rahatlatıcı bir çözüm de olabilir. Başından beri sizi
ameliyat ettirmeye çalışan doktorunuz, tükürdüğünü yalamak is­
temediği için sizi hastası olmaktan azletmekle tehdit edebilir.
Zaten ameliyatın tek çıkış yolu olduğunu söylediyse, sizi başka
bir yöntemle tedavi etmesi beklenemez, öyle değil mi? Öyle ya
da böyle, tek parça olarak kalma kararınız bir doktor kaybetme­
nize neden olacaksa, bırakın olsun.
Öte yandan, ameliyat olmaya karar verdiyseniz bile, sırtüstü
yatıp törenin başlamasını bekleyecek değilsiniz. Doktorların ço­
ğu sizi bunun aksine inandırmaya çalışsa da, ameliyatı kimin ya­
pacağı çok şey fark ettirir. Neden fark ettirmesin ki? Evinizi ki­
min boyadığı ya da arabanızı kimin tamir ettiği önemli değil mi?
Öyleyse safra kesenizi alan kişinin kabiliyetinin her şeyi değiş­
tirebileceği düşüncesi mantıklı değil mi?
Ameliyat olması gerçekten gerekli kişiler, cerrahlarını nasıl
seçmeleri gerektiği konusunda bana sıkça soru soruyorlar. Ben

87
de onlara her zaman şu cevabı veriyorum: “Gerçekten ameliyat
olmanızın ‘şart’ olması demek, ne yazık ki seçim yapma şansı­
nızın olmadığı bir konumda bulunuyorsunuz demektir. Çünkü
benim takdirime göre ameliyat olmanın ‘zorunlu’ olduğu tek
durum acil durumdur.”
Acil bir durumda seçme hakkınız yoktur. Kaza geçirdiyseniz
ve ameliyata ihtiyacınız varsa, bulduğunuz ilk cerraha sarılırsı­
nız. Oysa acil durumlar dışındaki bütün vakalarda, sadece ame­
liyat olup olmama kararını vermeniz için değil, ameliyatı kimin
yapacağına karar vermeniz için de bolca vaktiniz vardır.
Sizi ameliyat edecek cerrahı seçerken de işe soru sormakla
başlayacaksınız. Pek çok cerrahla konuşmalı ve her birine şu so­
ruları tek tek sormalısınız: “Daha önce kaç defa bu ameliyatı
yaptınız? Ameliyat yapma ortalamanız nedir? Yaptığınız ameli­
yatların kaçı başarılı geçti? Kaçı başarısızlıkla sonuçlandı?
Komplikasyon oranmız nedir? Bu ameliyat sırasında ve sonra­
sında ölüm sıklığı nedir? Hastalarınızın kaçı ameliyat sırasında
ya da hemen sonrasında öldü? Daha önce bu ameliyatı geçirmiş
olan bazı hastalarınızın adlarını bana verebilir misiniz? Benim­
le konuşmaya istekli olacaklar mıdır?
Benim bir cerraha sorulacak en gözde sorum şudur: “Ameli­
yatın yapılacağı gün şehir dışında olsaydınız, bu ameliyatı yap­
ması için kimi önerirdiniz?” Bu sorunun bir başka versiyonu da
şöyledir: “Doktor, sizin ameliyat olmanız gerekseydi, kime gi­
derdiniz?”
Cerrahlara, ne tür bir ameliyatın gerekli olduğunu da sorma­
lısınız. Bu sayede başlangıçta önerilenden çok daha az radikal
bir ameliyat geçirebilirsiniz. Her cerraha, bir kez daha, ameliya­
tın gerekli olup olmadığını sormayı ihmal etmeyin. Bir kez ame­
liyat olmaya karar verdikten sonra, bütün bu soruları sormanın
zaman kaybı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak yeni bir bilgiden
ya da alternatif bir tedavi yönteminden haberdar olan bir doktor­
la karşılaşma olasılığınız her zaman var. Yeni bir bilgiyle karşı­
laştığınız anda hemen kitaplarınıza başvurup öğrendiklerinizi
kontrol etmeyi unutmayın.
Yapılacak cerrahi işlem fazlaca karmaşıksa, bu konuda ün­
lenmiş bir cerrahı aramak da iyi bir fikir olabilir. Bu doktor şe­
hir dışındaysa ve siz yolculuk etmek istemiyorsanız ya da o baş­
ka bir vaka daha almak istemiyorsa, sizi daha yakın birine veya
sorumluluğunuzu alacak birine yönlendirmesini rica edin. Arka­
daşlarınızdan ve aile bireylerinden de doğru cerrahı bulma süre­
cinizde size yardımcı olmalarmı isteyin.
Başvurduğunuz cerrah kim olursa olsun; alanında ne kadar
büyük bir ün kazanmış olursa olsun sakın yelkenleri suya indir­
meyin; işlerin anlamadığınız, sizi tatmin etmeyen bir biçimde
yürümesine asla izin vermeyin.
Ameliyat sonrası durumunuz, tedbirli olma zorunluluğunuzu
ikiye katlayacaktır. Ameliyat planlandığı gibi gitmediyse ya da
daha önceden haberdar edilmediğiniz yan etkiler görülüyorsa,
sizi ameliyat eden doktordan olan biteni öğrenmeye çalışarak
vakit kaybetmeyin. Bir ilacın yan etkilerinde görüldüğü gibi, or­
taya çıkan rahatsızlık geçici ve zararsız olabilir. Tabii ölümcül
de olabilir. Ameliyat sonrası sorunlar nedeniyle farklı bir dokto­
ra başvurduğunuzda ona şu soruları sorarak meydan okumalısı­
nız: “Diğer doktorun bu ameliyattaki performansı hakkında dü­
rüstçe görüş bildirebilir misiniz? Diğer doktora karşı, görevi kö­
tüye kullanma davası açılması söz konusu olsa, yine dürüstçe
görüş bildirir misiniz? Ya da sizin hastanenize karşı dava açıl­
ması söz konusu olsa, dürüstçe görüş bildirir misiniz?”
Bu sorulan nasıl cevaplandırdığına bağlı olarak, yeni dokto­
runuza güvenip güvenmeyeceğinize karar verebilirsiniz. Her
türlü tıbbi durumda, güveninizi karşı tarafa armağan etmekte
gönülsüz olmanız ilk savunmanızdır. Doktorun bu güveni hak
etmesini sağlayın; özellikle de sizi sakatlamaya niyet etmişse.

89
İnsan kurallara sığmaz!
Dördüncü Bölüm

KÖTÜ KADER TAPINAKLARI

Hastane denilen yer savaş alanıdır. Oradan uzak durmak için


elinizden geleni yapmalısınız. İçeri girmek zorunda kalacak
olursanız, yanınızda mümkün olduğunca çok müttefikiniz olma­
lıdır; ilk ve tek hedefiniz de en kısa zamanda dışarı çıkmak ol­
malıdır.
Vasat bir hastaneye ödeyeceğiniz yatak parası, dünyanın her­
hangi bir yerindeki tatil beldesinde aynı süre boyunca konakla­
mak için harcayacağınız paraya denktir; uçak biletleri de dahil!
Acil müdahale gerektiren bir durumunuz da yoksa, zamanınızı
ve paranızı tatil yerinde harcadığınızda sağlığınız çok daha iyi­
ye gider. Hastane, modem tıp dininin tapınağıdır ve elbette yer-
yüzündeki en tehlikeli yerlerden biridir.
Herhangi bir kültür yerleşik düzene geçtiğinde o kültüre
mensup insanların tanrıları da bir yerde ikâmet etmek zorunda
kalırlar. Tapmak, din ruhunu barmdırmak için inşa edilir. Ait ol­
duğunuz dine dair her türlü ipucu tapınakta mevcuttur. Bina, ke­
hanetin merkezi haline gelir ve burada tanrılar insanlarla konu­
şur. Birinin, özellikle de yaşlı bir insanın, “Hastane, ölmek için
gidilen yerdir” dediğini duyduğumda, onun, tanrıların ne konuş­
tuklarını duyduğunu düşünürüm.
Çocuklar da, henüz yetişkinlik bulutları araşma gizlenmemiş

91
1

sezgileriyle bize bir mesaj verirler: Hastaneye gitmekten çok


ama çok korkarlar. Çocukların, tıpkı doktor korkularında olduğu
gibi, hastane korkularında da biz yetişkinleri uyandıracak çok
değerli bilgiler vardır. Elbette çocuklar da korkularını ifade et­
mekte güçlük çekebilirler. Biz yetişkinler bile, bir hastaneden
içeri adım attığımızda bizi asıl korkutanm ne olduğunu bir türlü
bulamayız; dile getirmekte zorlanırız. Ama yetişkinlerin derdi
bu kadarla bitmez; biz, korkumuzu itiraf etmekten korkarız. Ta­
pınak rahipleriyse “Korkacak hiçbir şey yok” diyerek bizi ikna
ederken, bilgisizliğimizi ve dinin yalnızca kendilerine sunulmuş
sırlarının avantajını kullanırlar.
Korkacak öyle çok şey var ki; çünkü Modem Tıp Tapma-
ğı’nda oturan tanrı, Ölüm’dür.
Hastanelerde, şehrin başka hiçbir yerinde karşılaşamayacağı-
nı/ mikroorganizmalar mevcuttur. Bunun tek sebebi hastanele­
rin kirli yerler olması değildir; modern tıbbın, ortalığı mikrop­
lardan arındırma ritüelleri saplantısı da sebeplerden biridir. Bu
size çelişkili bir ifade gibi mi göründü? Ama değil. Hiçbir has­
tane, olması gerektiği kadar temiz tutulmuyor. Temizlik ekiple­
ri, ihtiyaç duyulandan genellikle çok daha az sayıda oluyor. Ça­
lışanlar, fazla iş yükü olduğunda, sadece gözle görülen işleri
yapmak gibi bir eğilim içine girerler, dolayısıyla da yeteri kadar
dikkatli, özenli çalışmazlar. Şöyle bir alıcı gözüyle bakacak
olursanız, hastanelerde köşe bucağın kir pas toz içinde olduğu­
nu görürsünüz. Üstelik hastanelerin kiri pası tozu başka yerlerin
kirine tozuna benzemez.
Aşağıda sayacaklarımın hepsini bir arada bulabileceğiniz
başka tek bir bina var mı? Hazırlanan yemeklerden arta kalan
hayvansal ve bitkisel atıklar; döküntü ve çöpler; teşhis, tıbbi,
cerrahi ve otopsi kaynaklı biyolojik atıklar; yara bezleri; sargı
bezleri; ameliyatlarda ve otopsilerde çıkarılmış dokular; havada
asılı mikroplar; plasentalar; organlar; kesilmiş kol ve bacaklar;
kurban edilmiş deney hayvanları; tek kullanımlık yatak bezleri
ve çamaşırlar; kateterler; sabunlar; vücut sıvıları; bardaklar;
maskeler; numune almaya yarayan pamuklu kulak çubukları;

92
r

hijyenik kadın bağlan; alçılar; şırıngalar ve dışkı materyalleri.


Bunların hepsi aynı yolu izler, aynı yerde toplanır ve aynı kişi­
ler tarafından çöpe atılır; yani hasta odalarına ve ameliyathane­
lere girme yetkileri olduğu gibi mutfağa, laboratuarlara ve mor­
ga girme yetkileri de olan insanlar tarafından.
Hastaları taşımak için kullanılan sedyelerde, kadavraları da
taşıdıkları tespit edilen hastaneler vardır. Asap bozucu, değil
mi? Ama size bozulan tek şeyin asabınız olmadığını söyleye­
yim. Bu sedyeler, önceki tatsız yolculukların kalıntılarını da ta­
şımaktadır. Aynı hastanenin, ki ABD’nin başkenti Washing-
ton’un en büyük yerel hastanelerinden biridir, acil servisinde ve
morgdaki çalışma alanlarında “organik kalıntılar ve dışkı mater­
yalleri” de tespit edilmiştir. Hasta odalarında kirli elbiseler, kir­
li küvetler, derialtı iğneleri ve yoğun toz birikintileri olduğu gö­
rülmüştür.
Bu koşulların bir istisna değil de kural olduğunu anladığım­
dan beri artık bu keşifler beni hiç şaşırtmıyor. Her türlü tozu, ki­
ri, mikroorganizmayı hastanenin her yerine yayan havalandırma
sistemleri bu koşulları daha da tehlikeli yapıyor. Su tesisatından
bahsetmeye gerek bile yok. Herhangi bir binaya göre hastaneler­
de çok daha karmaşık bir su tesisatı bulunur. Sürekli kullanıma
hazır sıcak ve soğuk suyun yanı sıra hastanelerde belirli bir de­
recenin üzerinde soğuk su sistemi, damıtılmış su sistemi, vakum
sistemleri, sıvı emme sistemleri, oksijen sistemleri, yangın sön­
dürme sistemleri (birçoğu yetersizdir), soğutma sistemleri, yeni­
den dolaşımı sağlanan soğutma suları, direnaj sistemleri, lağım
sistemleri ve sulama sistemleri vardır. Bütün bu sistemler hasta­
nenin duvarlarından, tavanından ve zemininden geçer. Mesele
sadece bu bağlantıların yanlış yapılma olasılığının inanılmaz
yüksek olması da değil, biyolojik kirlenme, bulaşma tehlikesini
artıracak kaçak bağlantıların da yapılmış olma olasılığı.
Modem tıbbın kendini temizliğe adama fanatikliğinin, anti­
biyotiklere karşı dirençli bir mikroorganizma sınıfı yaratma teh­
likesini de kat be kat artırması tam bir ironi örneğidir. Kitabın
ikinci bölümünde, antibiyotiklerin aşırı kullanımının ilaca di­

93
rençli bakteri sayısını artırdığından bahsetmiştim. Bu süper mik­
roorganizmalar için, antibiyotiklerin çorba gibi içildikleri mo­
dern bir hastaneden daha mükemmel bir üreme sahası olabilir
mi? Hatta bazı bakteriler uyum konusunda öyle kusursuz bir
noktaya erişebilirler ki, antibiyotiklerle beslenir hale gelirler!
Sonra ne mi olur? Tabii ki, hastane personeli bu mikroorga­
nizmalar için ayaklı bakteri üretme kavanozları haline gelir. Bu
mikroorganizmalara her gün maruz kalan hastane personeli yine
de bundan zarar görmez. Ama zarar görmemiş olmaları, yatağı­
nıza, yemeğinize, kıyafetlerinize ve size dokunan temizlik per­
sonelinin ya da hemşirelerin size de zarar vermeyecekleri anla­
mına gelmez.
Tapmak rahiplerinin, yani doktorların, onlardan da beter has­
talık yayıcılar oldukları söylenebilir. Kutsal ameliyat töreni ön­
cesi hariç, doktorlar ellerini yıkamayı genellikle ihmal ederler.
Genellikle günlük işlerini yaparken bir hastadan diğerine gider­
ler; dil muayenesi yapmaya yarayan aletlere, şırıngalara ve has­
taların çeşitli bölgelerine dokunurlar. Bütün bunlara rağmen
kendilerinin eşsiz bir temizlik abidesi olduklarını düşündükle­
rinden, bir hastadan diğerine giderken ellerini yıkamazlar. Kep­
lere, maskelere ve kauçuk eldivenlere de sonsuz güvenleri var­
dır. Oysa maskeler, takıldıktan sadece on dakika sonra öylesine
mikroplanıyor ki, kalkan olarak görev yapmaları gerekirken
bakteri kültürleri haline geliyor. Keplerden ya da kauçuk eldi­
venlerden söz etmeme bilmem gerek var mı?
Henüz ilk kez o sabah giydiğim tertemiz kıyafetlerimle yeni
doğan bebeklerin bulunduğu bölüme ne zaman girsem, hemşire­
ler anında bir yaygara koparıp bana önlük giydirmeye kalkışır­
lar. Ben de onlara yeni elbisemi aşağılayıp aşağılamadıklarını
sorarak bu durumla eğlenirim. Gerçekliğe dair kendi sezgilerine
güvenmek yerine kutsal önlüklere güvenmektedirler. Oysa bana
giydirdikleri beyaz önlüğün, benim kıyafetlerimden daha temiz
olduğunun hiçbir garantisi yoktur. Aslına bakarsanız bunun tam
tersinin düşünülmesini gerektiren kanıtlar mevcuttur. O beyaz
önlük aylardır rafta duruyor olabilir. Uygun bir biçimde temiz­

94
lenmiş olduğunu nasıl bilebilirler? Özellikle de kirli çarşaflar,
yastık kılıfları ve ameliyathane örtüleriyle aynı kirli sepetine
atıldığı şüphesizken. Bir önlüğün beyaz olması, temiz olduğu
anlamına gelmez. Aynı şey yatak takımları için de geçerlidir.
Nevresim takımları yıkanabilir, ancak döşekler ve yastıklar yı­
kanmaz.
Daha ayrıntılı söylenecek olursa, hastanede enfeksiyona ya­
kalanma şansınız yaklaşık yirmide birdir. Bu ılımlı ve tutucu bir
tahmindir. Hastanelerdeki enfeksiyonlarm yarışma, kateter ve
damar içi ekipmanları gibi kirli tıbbi aygıtlar neden olur. 60’lı
yıllarda, henüz bu aygıtların kullanımlarında bir patlama yaşan­
mamışken, aygıtların neden olduğu enfeksiyonlar hemen hiç
yoktu. Oysa artık tıp çok ilerledi; her yıl yaklaşık on beş bin
kişi hastanelerden kaptığı enfeksiyonlar nedeniyle hayatını kay­
bediyor. İlaç ölümleri vakalarında olduğu gibi, ciddi rahatsızlığı
olan bir hasta, hastane kaynaklı bir enfeksiyona yenik düştüğü
zaman, hastane personeli istatistikler hakkında ufak çaplı yalan­
lar söyler. Enfeksiyon kapma riskiniz aynı zamanda hastanede
ne için bulunduğunuza da bağlıdır. Ameliyat olmak için hasta­
nede bulunuyorsanız, yalnızca ameliyathanedeki tehlikelere
maruz kalmazsınız. Bedeniniz de ameliyat nedeniyle ciddi bir
biçimde zayıf düştüğü için enfeksiyonlarla savaşamaz hale gelir.
Yanık ya da yaralanma nedeniyle hastanede bulunuyorsanız, yi­
ne zayıf düştüğünüz için enfeksiyon kapma riskiniz artar.
Tecrübelerime göre, yirmide bir risk, minimum enfeksiyon
tehlikesini temsil eden temel risk sınırı olmalıdır. Salgın hasta­
lıkların hastanelerde hızla yayıldığına ve bu nedenle herkesin
eve gönderilmesi gerektiğine az tanık olmadım. Bakteriler tara­
fından istila edilmiş hastanelerde, salgın nedeniyle hastanenin
ya da hastane personelinin suçlandığımysa ender olarak gör­
düm. Suçu hep ziyaretçilerin üzerine atarlar! Ziyaretçi saatleri­
nin sınırlandırılması, salgının kaçınılmaz bir sonucudur. Aslında
ziyaretçileri uzak tutmak, yapılması gerekenlerin sadece yarısı­
dır. Hastalar da hastanelerden uzak tutulurlarsa çok daha iyi
olur.
95
Çocuk servisleri ve yeni doğan üniteleri, yayılmakta olan en­
feksiyonlara karşı en hassas bölümlerdir. Hastanedeki en tehli­
keli bölümün yeni doğan ünitesi olduğu, hastanelerde çok iyi
saklanan bir sırdır. Çünkü buradaki bebeklerin hiçbirinde -özel­
likle de bağışıklık sistemini güçlendiren anne sütünden mahrum
bırakılmış olanlarda- mikroorganizmalarla savaşacak bağışıklık
sistemi henüz gelişmemiştir.
Hastaneler yalnızca mikroorganizmalar tarafından kirletil­
mez. Hatırlarsanız, hastaneler modern tıbbın tapınakları oldu­
ğundan doktorların kullanmayı sevdikleri bütün tehlikeli kimya­
sallar burada bol miktarda bulunur. Bütün bu ilaçlar doktorların
emrinde olduklarından, kullanılmaları da kaçınılmazdır. Ve kul­
lanılırlar. Hastanede yatan hastalar ortalama olarak yirmi farklı
ilaç kullanırlar. Sizi öldürecek ya da sakatlayacak ilaçlar almı­
yor olmanız, havada uçuşan başka kimyasallar nedeniyle hasta­
nede yattığınız süre içinde sağlığınızın kötüye gitme olasılığını
ortadan kaldırmaz. Ayrıca, belki sizin doktorunuz ilaca pek sı­
cak bakmıyor olabilir ama başka herkesin doktoru bakıyor. La­
boratuarlarda ve temizlik hizmetlerinde kullanılan zehirli çözü­
cülerin, yanıcı kimyasalların ve radyoaktif atıkların hepsi sağlı­
ğınızı tehdit eder.
Hastaneler uyandırdıkları izlenim kadar verimli yerler ol­
saydı, bu tehlikeler konusunda daha az rahatsızlık duyardık.
Ama ne yazık ki hastaneler, gerçek bir uygunsuzluk modelidir.
Bütün kompleks hata olasılıklarını düşünüp taşınmaya başladı­
ğınızda aslında aşırı derecede endişelenmenizi gerektiren sayı­
sız basit hatanın yapıldığını görürsünüz! Bir insanın iki ya da üç
seçim hakkı olabilir ve içlerinden yanlış olanı seçebilir.
Hastanelerde her şey birbirine karışır. Buna hastalar da dahil­
dir. Uzun seneler önce erkek kardeşim fıtık ameliyatı olmak için
hastaneye yatmıştı. Ameliyatı sabah saat ll:00’da yapılacaktı.
Saat 9:30’da odasma gittiğimde orada değildi. Ne olduğunu he­
men anladım. Derhal ameliyathaneye koştum. Kardeşimin ora­
da olduğundan emindim. Nitekim oradaydı, başka bir hastanın
yerine onu ameliyata almışlardı. Ama erkek kardeşim benim sa­
96

yemde kurtulmuş falan değil; doktorlar rahmini almaya kalkı­


şınca durumu anlamışlardı allahtan!
Karışıklıklar hastanelerin vazgeçilmezlerindendir. Cerrahlar
yanlış bacağı ameliyat ederler. Bir hastaya verilecek ilaç yanlış­
lıkla başka birine verilir. Özel beslenme programında olan has­
talara yanlış yemekler verilir. Hatta bebekler bile karıştırılır. Her
sene, gazetelerde, hastanede iki anneye birbirlerinin bebekleri­
nin verildiğine dair birkaç hikâye mutlaka boy gösterir. Doğum
ünitelerinde çalışıp da, hemşire tarafından anneye yanlış bebe­
ğin getirildiğine ve hemşirenin anne tarafından uyarıldığına şa­
hit olmayan doktor yoktur. Doğum ünitelerinde ortalama yirmi
ila otuz bebek bulunur. Ayak izlerinin güvenilir olmadığını bü­
tün doktorlar bilir. Kola takılan künyeler de her zaman düşer.
Öyleyse bu bebekleri kim gerçek anlamda ayırt edebilir?
İnsanlar hastanelerde sadece karıştırılmazlar, aynı zamanda
kaybolurlar. Hastane asansörlerinde ve az kullanılan tuvaletler­
de ölü bulunan hastalarla ilgili az haber çıkmamıştır gazeteler­
de. Birkaç yıl önce Chicago Üniversitesi Hastanesi’nden bir be­
bek çalınmıştı. Michael Reese Hastanesi’nin yeni doğan bölü­
müne her gittiğimde, Fronzack adlı o bebeğin başına gelenleri
duyan olup olmadığını sorarak hemşireleri heyecanlandırırım.
Yıllar önce Fronzack adlı bebek yeni doğan ünitesinden bir an­
da kaybolmuştu, bir daha da bulunamadı. Yakın zamanda İsra­
il’de yaşanan bir vakada iki anneye birbirlerinin bebekleri veril­
mişti. Bebekler iki aylık olana kadar durum ortaya çıkmadı. İki
anne de “kendi” bebeğim diğerine vermek istemedi. İki ay bo­
yunca size annelik yapan birine nasıl hitap ederdiniz?
Bana göre, evde doğumun en iyi iddialarından biri de hasta­
neden yanlış bebekle çıkma olasılığını ortadan kaldırmasıdır.
Hastanede olduğunuz sürece sizi tehdit eden bir başka tehli­
ke de kaza geçirme ihtimalinizdir. Pennsylvania’da bir hastane­
de inşaat işçilerinden biri, acil servise gaz hattı kurarken oksijen
ve nitrik oksit etiketlerini kazayla birbirine karıştırmıştı. Bu ha­
tanın farkına varılana dek, ki hastanenin altı ayım almıştı, nitrik
oksit alması gereken hastalara oksijen, oksijen alması gereken

97
hastalara da nitrik oksit verildi. Hastane bu kaza nedeniyle beş
kişinin öldüğünü itiraf etti. Ancak aynı dönemde acil serviste
ölen diğer otuz beş kişinin ölümüne etiket kazasının neden ol­
madığını belirttiler. Bu hastalardan bazıları hastaneye vardıkla­
rında zaten ölmüşlerdi, bazıları da kendilerine ister oksijen, ister
nitrik oksit, ne verilirse verilsin iyileşemeyecek kadar hastaydı­
lar zaten. Bu açıklamalar size, tedaviye bağlı ölümlerin üzerini
örtmek için doktorların söyledikleri yalanlar gibi geliyorsa, me­
sajımı alıyorsunuz demektir.
Doktorlar her geçen gün teknolojiye daha fazla bel bağlıyor­
lar, hastaneler de elektronik aygıtlar ve kablolarla daha fazla
sarılıyor. Elektrikle öldürülme olasılığı, elektrik faturalarıyla
orantılı olarak artıyor. Washington’da önceleri pisliğiyle ün sal­
mış bir hastanede, üç hastayla birçok doktor ve hemşire, koro­
ner yoğun bakım ünitesindeki hatalı çalışan elektrikli bir aygıt
nedeniyle ciddi biçimde şoka maruz kalıp yanmışlardı. Bu tip
kazalar oldukça yaygındır; hastanelerdeki cihazlardan sorumlu
bakım personeli azaldıkça, karmaşık kablolarla başa çıkılama­
dıkça daha da yaygınlaşacaktır.
Birçok hastanede organizasyon yapısı ve yönetim o denli za­
yıftır ki, mevcut tehlikeler arasında cinayet de vardır. Michigan
Askeri Hastanesi ’nde, felç edici bir ilaç birkaç hastaya kasıtlı
olarak verilmişti. Hastaneler zaten ölümcül ilaçların daima el
altında olduğu, son derece kolay bulunduğu yerlerdir; bu hasta­
ne ilaçları o kadar kontrol altında tutmuyordu ki suçluyu arama­
ya nereden başlayacağını bilememişti bile. Sonunda duruma el
koymak için FBI devreye girmişti. Mükemmel bir cinayet işle­
mek istiyorsanız bunu bir hastanede gerçekleştirin.
Tabii siz de, hastanenin işin içinden çabucak sıyrılıverdiği bir
cinayet davasının maktulü haline gelebilirsiniz. İlaçlar, mikroor­
ganizmalar, ameliyatlar, kimyasallar ya da kazalar sizi yere
deviremediyse bile hâlâ açlıktan ölme ihtimaliniz vardır. Hasta­
nelerin utanılacak durumda olan beslenme programlarını araştı­
ran ilk büyük çalışmalardan birinde, Boston’daki büyük bir be­
lediye hastanesinin cerrahi servisinde yatan bütün hastalar taki­
98
be alınmıştı. Hastalar dengesiz protein-kalori beslenme biçimi
bakrmından test edileceklerdi. Bu test, kişinin her gün belirli bir
zaman içinde yeterince protein ve kalori alıp almadığını göste­
ren minimal bir standarttır. Hastaların yeterli vitamin ve mineral
alıp almadıkları araştırılmamıştır. Bununla birlikte, cerrahi has­
talarının yansının yeterince protein ve kalori almadıkları görül­
müştür. Bu hastaların yarısında ciddi beslenme bozukluğu oldu­
ğu saptanmıştır; hastalar iyileşme süreçlerini tehdit etmeye ve
hastanede kalış sürelerini uzatmaya yetecek derecede kötü bes­
lenmekteydiler. Hastane bu hastalara yeterince yiyecek verme­
diği için yeterli vitamin ve mineral almadıklarından da şüpheniz
olmasm.
Bu araştırma sonuçlarına sakın “münferit” olaylar gibi bak­
mayın. Bunun ardından yapılan pek çok araştrrmada, Amerikan
ve İngiliz hastanelerinde yatmakta olan hastaların yüzde yirmi
beş ila yüzde ellisinde beslenme bozukluğu olduğu ortaya çıka­
rılmıştır. Boston’daki çalışmayı yürüten Dr. George L. Black-
burn, yetersiz beslenmenin, hastanede yatan yaşlı insanlar ara­
sındaki en yaygın ölüm sebeplerinden biri olduğunu belirtmiştir.
Dr. Blackbum’ün su yüzüne çıkardığı bu gerçek hiç de öyle şa­
şırtıcı değildir. Yetersiz beslenme bir insanı öylesine içinden çı­
kılmaz bir duruma sokabilir ki, hastaneye gelmesine sebep olan
hastalıkla savaşmasını imkânsız kılar. Buna hastanede karşılaşa­
bilecek bütün o diğer tehlikeleri de ekleyin. İşte size bir felaket
formülü. Tabii ki biz bu felaketin gerçek büyüklüğü hakkında
yalnızca tahmin yürütebiliyoruz. İlaçlar, kazalar ve tedaviye
bağlı diğer ölümlerde olduğu gibi beslenme bozuklukları konu­
sunda da doktorlar gerçeği söylemekten kaçınırlar. Hastaneler­
deki beslenme yetersizliklerine bağlı olarak, kaç kişinin doğru­
dan ya da dolaylı olarak öldüğünü tam olarak bilmemiz müm­
kün değil. Bildiğimiz tek şey, hastanelerdeki insanların en az ya­
rısının yetersiz beslendiği ve yetersiz beslenmenin de kesinlikle
ölümcül olduğu.
Peki ama neden hastalar yetersiz besleniyorlar? Hastane ye­
mekleri hemen her zaman çok kötüdür. Oysa bunlar yenebilecek
gibi yemekler olsaydı sözünü ettiğim araştırmaların ortaya çı­

99
kardığı protein-kalori bozukluklarının çoğu önlenebilirdi. Sorun
bu yemeklerin yenmemesi. Hastane personeli hastanın yemeği­
ni yiyip yemediğini asla kontrol etmez. En iyi durumda, tepsi
odaya getirilip yatağın yanındaki bir masanın üzerine konur ve
orada öylece durur. En kötü durumdaysa, tedavi programı ve
hastane personeli sürgit hastanın üzerine çullandığı için hasta
yemeğine dokunmaya fırsat bulamaz: laboratuar testleri için
zaman gerekir, terapi için zaman gerekir, lavman için zaman ge­
rekir, ilaçlar için zaman gerekir, şunun için zaman gerekir bunun
için zaman gerekir.
Modern Tıp Tapınağı’nda, iştahınızı kaçıracak yığınla şeyle
karşılaşırsınız. Hastanelerde yaşanan psikolojik tehlikeler de en
az fiziksel tehlikeler kadar ölümcüldür.
Hastanenin ön kapısından girdiğiniz an başlayıp, dışarı çıkı­
şınıza ya da morga götiirülüşünüze dek devam eden sürecin, bi­
nlerinin size kara büyü yaptığını düşünmenize yol açacak derin
bir psikolojik etkisi de vardır. Size kara büyü yapıldığını bilinç­
li olarak kabul etseniz de etmeseniz de, içinde bulunduğunuz or­
tam sizi umutsuzluğa sürükleyecek, sizi takatten düşürecek bir
ortamdır; size umut ve destek vaat eden bir ortam değil. Etrafı­
nızda olumlu düşünen, iyimser bakan tek kişi bile göremezsiniz.
Sadece acı çeken, ölmek üzere olan insanların kederli yüzlerini
görürsünüz; tabii bir de, bu insanların acı çekip ölmelerini sey­
retmek zorunda olan insanların yüzlerini görürsünüz. Tepkileri­
ni frenlemeyi öğrenmiş, robotlaşmış hastane personelini görür­
sünüz. Danışma masasının önünde, doktor çizelgelerinde yer
alan rakamlara ve semptomlara indirgendiğinizde, siz de tepki-
sizleşmeye başlarsınız. Önceki hayatınızı ve kimliğinizi geride
bırakırsınız. Gerçek yaşantınızın simgesi olan kıyafetleriniz,
özel eşyalarınız, üzerinizden alınıp bir dolaba tıkılır; işte o anda
önceki yaşamınızdan gerçek anlamda sıyrılmış olursunuz. Geç­
miş yaşamınız sizinle bağlarını koparır. Akrabalarınızın sizinle
geçireceği zaman kısıtlanır.
Bütün bu psikolojik ayrıntıların etkisiyle kendi sağlığınız
üzerinde kontrol sahibi olma nosyonundan vazgeçersiniz. Sizi

100

ele geçirenler sizi soyutlarlar, uzaklaştırırlar, korkuturlar, bastı­


rırlar ve genellikle her isteklerine boyun eğmenizi sağlayacak
biçimde endişelenmenize neden olurlar. Ruhunuz kırılır, parça­
lanır, lime lime edilir. Artık “iyi bir hasta” olmaya hazırsınızdır.
Çocuklarla yaşlılar, hastane kara büyüsünün yıkıcı etkisine
karşı özellikle daha duy arlıdırlar. Çocuklar, güçlü terk edilme
duygularıyla ve ayrılık endişesiyle çok çabuk tepki verirler. Bu­
na ameliyat korkusunu ya da her ne yapılacaksa onun korkusu­
nu da ekleyin. Ebeveynleri olmadan bir ya da iki gece hastane­
de kalan çocuklarm davranışlarında gerileme gözlenmesi, tuva­
let eğitimlerini ya da konuşma yeteneklerini kaybetmeleri hiç de
ender rastlanan olaylar değildir. Üç altı yaş arasındaki dönemin,
büyük karmaşaların yaşandığı bir dönem olduğunu bütün dok­
torlar bilmelidir. Bu yaşlardaki çocuklar çevrelerinde olup biten­
leri tam olarak anlayamazlar. Çocuğun yanında bulunacak bir
ebeveynin faydasını göz ardı ederek çocuğu hastane ortamında
tek başına bırakmak, zalimlikten başka bir şey değildir.
Yirmi yıldan daha fazla oluyor, fıtık ameliyatına girmeye ha­
zırlanan çocuklarm hayallerini konu alan bir yazı yazmıştım.
Çocuklarla konuşup, kendilerine ne olacağı konusunda ne dü­
şündüklerini sormuştum. Çocuklarm hemen hepsi, cinsel organ­
larına bir şey olacağını düşünüyorlardı. Ameliyatın bedenlerinin
hangi bölgesinde gerçekleşeceğini sorduğumda, çocuklardan
bazıları cinsel organlarım savunmak istercesine elleriyle tutmuş­
lardı. Bu olay benim gözlerimi açtı. O zaman şu sonuca varmış­
tık: Ameliyat öncesinde çocuklarla konuşmalı ve ameliyat hak­
kında onlara bilgi vermeliydik. Ama artık bunun işe yarar bir fi­
kir olmadrğım biliyorum. Çocuklarm gerçekten ihtiyaç duyduk­
ları tek şey, hastanede kaldıkları süre içinde anne babalarının
yanlarında olacağının garanti edilmesi. Bizim tavsiye etmemiz
gereken tek şey buydu.
Geceleri hastanede dolaşmaktan oldum olası hiç hoşlanma-
mışımdır. Öyle çok ağlayan bebek vardır ki. Ağlayan bebekler­
le hep sorunum olmuştur. Onları görmezden gelemem. Düzenli
olarak gece viziteleri yaptığım dönemlerde ağlayan bebekleri ya

101
da küçük çocukları kucağıma alır, onları hemşirelerin odasma
götürürdüm. Hemşirelerin kucağmda ya da masanın köşesinde
oturduklarında ağlamazlardı.
Yaşlılar da hastanede kalmaktan hiç hoşlanmazlar. Dr. David
Green hastanelere, “yaşlı insanlar için dünyadaki en berbat yer”
der. Ben de ona katılıyorum. Hatta ben hastanelerin herkes için
dünyadaki en berbat yer olduğunu söyleyebilirim. Hastanede ka­
lınan süre içinde yaşanan muazzam stres, yetişkinlere bile bu ka­
dar zarar veriyorken, çocukların bundan etkilenmemelerini nasıl
bekleyebiliriz bilmiyorum. Yetmezmiş gibi bir de çocuklardan
hastanede birer yetişkin gibi davranmalarını, ayrılığa, terk edil­
meye, korkuya uyum sağlamalarını bekliyoruz. Daha da tuhafı,
yetişkinlerden de savunmasız birer çocuk haline gelmelerini bek­
liyoruz. Hastane prosedürleri, insana saygı duymak nedir bil­
mez. Kendi kıyafetlerinizi çıkarmanız ve sizi sayısız doktorun,
hemşirenin, teknisyenin incelemelerine, saldırılarına karşı savun­
masız bırakan hastane önlüğünü giymeniz gerekir. Çoğu zaman
sırtüstü yatmanız gerekir. Canınızın istediği gibi gidip gelemez­
siniz. Size ne verilirse onu yemek zorundasınızdır, tabii zamanı­
nız olursa. En önemlisi de, yabancılarla dolu bir odada uyumak
zorundasınızdır; üstelik hepsi de hasta olan yabancılarla!
Hastanede kalmak sizi aşağılar. Tıbbi işlemler yaptığım ve
tıbbi işlemlerin yapılışına tanıklık ettiğim yirmi beş yıl boyun­
ca, hastanede kalmak kadar aşağılayıcı bir deneyim daha görme­
dim; üstelik kimsenin sağlığına zerre kadar faydası olmayan bir
deneyim. Ama hatırlayın, hastaneler modern tıbbın tapınakları­
dır. Başka bir dinin tapınağından içeri girdiğinizde, o dinin ilah­
larının huzuruna çıkmış olursunuz. Hiçbir tanrı, rakip tanrıları
kendi evine sokmanıza izin vermez. Siz de içeri girmeden önce
eski tanrılarınızı ve size öğrettiklerini arkanızda bırakırsınız. Tıp
dini, yaşamınızın her veçhesini, hayatınızın bir parçası olan her
şeyi rakip bir tanrı olarak gördüğü için, tapınağından içeri girer­
ken kimliğinizi, ailenizi, özgüveninizi ve itibarınızı dışarıda bı­
rakmak zorunda kalırsınız. Ancak gerçek hayatınızdan tümüyle
alınabildiğinizde ölüm dininin kutsal fesat ödüllerine layık gö-
rüleceksinizdir.

102
Bir salgın türünün bir hastanede hızla yayılması nedeniyle
herkesin evine ya da başka bir hastaneye gönderildiği vakalar
her zaman ilgimi çekmiştir. Genellikle de başka hastaneye gön­
derilen hasta sayısı bir elin parmaklarım geçmez. On hastadan
dokuzu hiç sorunsuz evine gönderilebilir.
Yaklaşık yirmi beş yıl önce, hastanede yatmanın gerçekten
ne kadar gerekli olduğunu ortaya çıkarmak için küçük bir araş­
tırma yapmaya karar vermiştim. Yirmi sekiz yataklı bir hastane
koğuşunun başındaydım. Orada yatmakta olan yirmi dört hasta­
nın hiçbirinin aslında hastanede yatmak zorunda olmadığına ka­
rar vermiştim. Giriş çıkışlar da kontrolüm altındaydı. Koğuşa
girmek isteyen biri geldiğinde, buna gerçekten gerek olup olma­
dığına karar veriyorduk. İnsanlarm evlerinde tedavi edilebilme­
lerine olanak sağlayan özel prosedürlerimiz mevcuttu. Örneğin
ayakta tedavi edilebilecek hastaların taksi ücretlerini karşılaya­
biliyorduk. Cihaza bağlanması gereken hastaların cihazlarında
ayar yapmak üzere evlerine giderken kullanabileceğimiz bir
kamyonetimiz vardı.
Koğuşta yatan hastaların sayısını üçe indirinceye dek bu uy­
gulamaya devam ettim. Hastanelerin o kadar da gerekli olma­
dıklarını kendimce ispatlamıştım. Sonradan anladım ki aslında
gerekli olmayan bendim. Hemşirelerden şikâyetler gelmeye baş­
lamıştı. Yapacak işleri kalmaymca başka hastanelere gönderilme
tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Son sınıf öğrencileriyle
kadrolu doktorlar, yeterince eğitim materyaline sahip olamadık­
larından yakınıyorlardı. Bu, hastanelerin kullanımı konulu araş­
tırmamın sonu oldu.
Sayıları bu denli arsızca artan hastanelerin varlık sebebi, hiz­
met vermeleri gereken insanlarm iyiliği değil, tıp mesleğinin ke­
yif sürebilmesidir. Başlangıçta hastaneler “fakirhane” olarak or­
taya çıkmıştı. Hizmetleri karşılığında kendilerine para ödeyeme­
yecek olan hastaları, doktorlar buralara gönderiyorlardı. Bir za­
man sonra doktorlar, bütün hastaları aynı mekânda toplayıp bü­
tün alet edevatı oraya yerleştirmenin kendilerine büyük kolaylık
sağlayacağının farkına vardılar. Tıp, daha az kişisel ve daha çok

103
mekanik bir endüstri haline geldikçe doğal olarak doktorların
hastalara hastanede müdahale etmeleri de daha elverişli bir hale
geldi. Hepimiz şunu çok iyi biliriz ki, hastasını, hastaneye yatır­
madan ayakta tedavi eden bir doktorun çok daha kurnaz ve çok
daha becerikli olması gerektir. Doktorlarda nitelikli değerlendir­
me ve yetenek ender rastlanan meziyetler haline geldiği için
hastaneler pıtrak gibi çoğalmaya başladı. Sigorta şirketleri ayak­
ta tedavi için ödeme yapmayı reddederek insanları hastanelere
çekti. Şayet hastane ve sigorta ödemelerinin, yozlaşmış, çürü­
müş bir din anlayışını ayakta tutmak için şart olduğunun farkın­
da olmasaydık, hastane dışında birkaç yüz dolara yapılabilecek
bir tedavi için bir sigorta şirketinin hastaneye binlerce dolar öde­
meyi tercih ettiğini gördüğümüzde, bu saçma sapan tutum kar­
şısında diklenmeye kalkışabilirdik.
Ama zaten modem tıbbın, saçma sapan tutumları ya da has­
tanelerin tehlikelerini izah etme mecburiyeti yoktur. Hastaneler,
kendi kendilerini denetler ve onaylar. Bir hastanenin hizmet ver­
meye devam edip etmeyeceğine karar veren yönetim kurulları
bizatihi hastaneyi yönetmekte olan “iyi adamlar” tarafından
oluşturulmaktadır. Federal bir denetleyici bu sistemin içine sız­
mayı başarsa bile, sistemin muazzam kurumsal ataleti, berbat
hastanelerin açık kalmasını sağlayacak kadar; kendi içlerinde re­
form yapmaya yeltenen diğer hastanelerin de cesaretini kıracak
kadar güçlüdür. Birkaç sene önce sağlık bakanlığı, tıp mevzu­
atında özellikle vurgulanan tehlikelerle ilgili olarak yüz beş has­
tanede rasgele kontroller yaptı. Altmış dokuz hastanenin, yangın
güvenliği, ilaç kayıtları, hemşire sayısı, doktor sayısı, beslenme
danışmanları, tıbbi kayıtlar ve tıp kütüphaneleriyle ilgili şartna­
melere uymadıkları ortaya çıkarıldı. Bu hastanelerin hepsi yakın
zaman önce hastane değerlendirme komitesi tarafından onaylan­
mıştı. Araştırma sonuçları yayımlandıktan sonra, bu komite söz
konusu hastanelerin onay belgelerini geri çekmeyi reddetti!
Halkın hastane koşullarını protesto etmek için düzenlediği
gösteriler nedeniyle mantar gibi biten reform çalışmalarına ben
“perili hastanenin hayalet reformları” adını veriyorum. Bu re­
formların çoğu, hastane yöneticilerinin gizli toplantı tutanakla­
104
'

rında, kâğıt üzerinde kalır. Modem tıp dini, iktidarından vazgeç­


meye asla razı olmaz, özellikle de tapmaklarını sorgulatmaya as­
la yanaşmaz. Hasta şikâyetleri üzerine devreye giren, hastane bi­
lirkişileri oluşturma ve hasta hakları gibi reformlar sadece göre­
vi kötüye kullanma davalarında müdahil olmak üzere düzenlen­
miştir. Ağza bir parmak bal çalma girişiminden ibaret olan bu
reformlar, hastaları, haklarının gözetildiğini düşünmeye sevk
eder. Amerikan Hastane Birliği, hasta hakları beyannamesini
“resmi olarak benimseyip” bütün üye hastanelere dağıttıktan iki
yıl soma, hastanelerin sadece çok küçük bir kısmı bu “hakları”
hastalarına tanımıştı.
Modern tıp dininin tapınaklarından bu reformları uygulama­
larını beklemek aptallık olur; hastanın bazı haklara sahip olma­
sı fikri, kurumun işleyiş anlayışına taban tabana zıt bir bakış
açısıdır. Dahası, hasta haklan gerçekten savunuluyor olsaydı,
hastanelerin kapatılması gerekirdi! Ortalıkta gereksiz bir yığın
hastane olduğu epeydir bilinen bir gerçek. Yıllardır yapılan sa­
yısız araştırma hastanelerde uzun süre kalmanın gereksiz oldu­
ğunu göstermiştir; en azından, çocuk dünyaya getirmek için
hastanede beş gün, üç gün, hatta yarım gün bile kalmak gerek­
sizdir. Bu genellikle hem anne hem de bebek için düpedüz za­
rarlıdır. Bilimsel literatüre göre, kalp hastaları hastanede ne ka­
dar uzun süre kalırlarsa sağlıkları o kadar kötüye gitmektedir.
Bir zamanlar doktorlar, bir aylık yatış süresinin minimum süre
olduğunu savunan araştrrmalara dikkat çekiyorlardı. Artık üç
haftalrk yatış süresinin, iki haftalık yatış süresinden daha iyi ol­
madığını biliyoruz. Hatta bir haftalık yatış süresi çok daha iyi
olabilir ve hatta hastaların evlerinde tedavi edilmeleri en iyisi­
dir! Amerikan Hastane Birliği bile ihtiyacımız olandan daha
fazla hastane yatağına sahip olduğumuzu kabul ediyor. Öyley­
se, olup bitenleri görebilenler için hastanelerin gerçekte ne ka­
dar lüzumsuz olduklarının nasıl da ortada olduğunu anlayabilir­
siniz.
Ama elbette tıp dininin bütün kurumlan halkın neler olup
bittiğini anlamaması için ellerinden geleni yaparlar. Özel fon­
larla -sizin hastanelere ödediğiniz paralarla- ayakta duran Has­

105
tane ve Mesleki Faaliyetler Komisyonu’nun elinde, hastaneler­
de olup bitenleri belgeleyen bir veri bankası mevcuttur. Bu ve­
ri bankasında, tedavilerden, kazalara, enfeksiyon kapma riskin­
den yapılan hatalara kadar hastanelerde korkmanızı gerektire­
cek ne varsa her şeyle ilgili karşılaştırmalı ölüm oranları da bu­
lunmaktadır. Tekellerinde tuttukları bu bilgiye sadece şöyle bir
göz atmaya kalkışın bakalım ne oluyor. Komisyon anında sa­
vunmaya geçip bilgiyi sizden saklamak için kanının son damla­
sına kadar öylesine savaşır ki, başımızdaki hükümet böyle bir
tutuma ancak gıpta edebilir. Tabii ki çok geçerli bir sebepleri
var. Bilginin neden “sınıflandırıldığı” konusunu açıklamaya ça­
lışan sözcüleri size şunları söyleyecektir: “Bilgiler yanlış yo­
rumlanabilirdi ve gelişmeyi sağlayacak analizler engellenebilir­
di.” Aslında demek istedikleri şudur: Halk, hastanelerin kusur­
larını “yanlış” yorumlayıp çok tehlikeli yerler olduklarını düşü­
nebilir ve orada ölmeye razı olmayabilirdi. Eh, bu tabii ki “ge­
lişimi” baltalardı çünkü ortada geliştirilecek bir şey olmaz, has­
taneler kapatılırdı!
Modern tıbbın, bilimsel bilginin gerektirdiği gibi davranma­
dığı açıkça ortadır; toplum, bütün bunların farkına varıp da mo­
dern tıptan gerçek bilimi talep edene dek de bu böyle sürecektir.
Araştırma, modern tıp dininin duasıdır. Araştırma sonuçlarının
gereğini yerine getirmediğiniz sürece araştırma yapmanızda hiç
sorun yoktur. Araştırma yapan bir doktor, bulgularının hayata
geçirilmesini talep edecek kadar sınırı aşacak olursa, modern
tıbbın gözünde kariyerini anmda mahvedebilir!
Tapınağın bir işe yarayıp yaramadığı; içinde olup bitenlerin
faydalı mı zararlı mı olduğu konu dışıdır. Önemli olan, müritle­
rin inançlı olmalarıdır; dindarlıklarını da, kendilerine pazarlanan
dini ayinlere katılarak belli ederler. Niyetleri iyi olabilir; ancak
cehenneme giden yolun hangi taşlarla döşenmiş olduğunu da
herkes bilir.
Elbette modern tıbbın niyetinin zaten ahlaksızlık olduğunu
da hesaba katmak gerekebilir. Hastaneler, ziyaret saatleri konu­
sunda daha esnek davranmaya başladıklarında, bunu hastaların

106
r

aileleriyle birlikte daha fazla zaman geçirsinler diye yapmadılar.


Pediyatri (çocuk hastalıkları bilim dalı) ölmek üzereydi de onun
için yaptılar. Çocuk koğuşlarmdaki yataklar bomboştu. Çocuk­
ları buraya getirmek için bir şeyler yapılmalıydı. Annelerin, ba­
baların, kardeşlerin, kedilerin, köpeklerin ziyarete gelmelerine
izin verilmeliydi! Kadm-doğum da ölüyor. Anneler bebeklerini
hastanede değil, evlerinde dünyaya getirmek istiyorlar. Öyleyse
artık herkesin doğumhaneye girmesine izin verilmelidir. Koca­
ların, ablaların, annelerin, erkek arkadaşların... herkesin! Yeter
ki bir gelir elde edilsin.
Hesap kitaplarını da şöyle yapıyorlar: Herkese hastanenin
gerçekten gerekli bir yer olduğu hissini verelim; tapınağın tek
kurtuluş yolları olduğunu düşünsünler. Ama değil. Tapmak kim­
seyi kurtaramaz çünkü tapınağın sağlıkla yakından uzaktan ilgi­
si yoktur. Hastanelerde sağlık hizmeti verilmez; sağlık için hiz­
met verilmez; sağlığa katkıda bulunduğu yaygın olarak bilinen
hiçbir hizmet verilmez. Yemekler, en berbat hazır yiyecek resto­
ranlarında yedikleriniz kadar kötüdür. Egzersiz yapabileceğiniz
bir yer yoktur. Size kendinizi iyi hissettirecek ya da sizi sağlıklı
kılacak bütün kişisel etkenler bertaraf edilmiştir; aileniz, arka­
daşlarınız ve kişiliğiniz yok olmuştur. Bir hastaneden adımınızı
attığınızda şu sözlere teslim olursunuz: “İşte buradayım. Kendi
kendime yardım etmekten acizim. Beni kurtarmak zorundasınız.
Ben güçsüzüm. Bütün güç sizde.”
Bu ülkede “sağlık” hizmetlerine ayrılan bütçenin en büyük
payı hastane masraflarına ayrılmıştır. İlk sırada yer alan savun­
ma giderleriyle neredeyse başa baş gitmeye başlamıştır. Tıp har­
camaları savunma harcamalarını aştığmda, engizisyon artık dur­
durulamaz hale gelecek. Bütçede ilk sıraya oturan bir kurumla
hiç kimse mücadele edemez. Bütçede en çok gideri olan kurum
bürokratik ataleti çoğaltır ve ülkenin kaderini kontrol eder. İşte
o zaman modern tıbbın kurduğu hayal gerçek olacaktır: ülkenin
tamamı hastane haline gelecektir. Bizler de Kötü Kader Tapına-
ğı’nm hastaları olacağız.
Modern hastanelerin tehlikelerinden korunmak için yapma­
nız gereken ilk şey, orada kalmamaya bakmaktır. Herkes, dokto­
ru öyle uygun gördüğü için hastaneye yattığına göre öncelikle

107
doktorunuza izin vermemelisiniz. Bu, gerçekten gerekmedikçe
ilaç almamak ve gerçekten gerekmedikçe ameliyat olmamak an­
lamına da gelir.
Doktorların, siz ısrar etmediğiniz sürece ayakta tedavi sıra­
sında uygulamadıkları pek çok yaygın tedavi vardır. İşte yine ev
ödevinizi çalışmanız gerekiyor. Örneğin, sağlıklı kadınların
yüzde doksan beşinden fazlası hastane dışında doğum yapabilir
ve yapmalıdır. Ama doktorlar genç anne adaylarını korkutur;
“komplikasyonlar” ile ilgili korkunç hikâyeler anlatarak onları
doğumhanelere çekmeye çalışnlar. Oysa bunlar sadece istatis­
tiksel fantezilerdir ya da zaten kadm-doğum uzmanları yüzün­
den olmuş olaylardır. Bu ürkütücü taktiklere rağmen evde do­
ğum yapmak isteyen kadınların sayısı giderek artıyor. Bu da de­
mektir ki, yeni icat edilen “doğum odaları” çok yakında bütün
hastanelerde mantar gibi bitmeye başlayacak.
Tam bir otel odası gibi dekore edilen bu doğum odalarının
farklı olacağını düşünerek kendinizi aldatmayın. Modern tıbbın
yetki alanına girdiğiniz anda sizi ele geçirmişler demektir. Tek­
rar tekrar aklıma gelen bir hayalim var: Genç bir çift doğum
odasına giriyor. Bu odada pirinç bir karyolayla renkli televizyon
seti de var. Doktor, cana yakın bir amca gibi gülümsüyor ama
anne pirinç karyolaya bağlanır bağlanmaz gizli bir paneldeki
düğmeye basıyor. Duvar kâğıtları ile kaplı duvarlar kaymaya
başlıyor, mobilyalar yok oluyor ve genç çift kendisini bir anda
ameliyathane lambasının altında buluyor. Cerrah tam karşıların­
da duruyor. Elinde bisturisiyle annenin karnını bir uçtan bir uca
kesmeye hazır.
Bu hiç de o kadar gerçekdışı bir hayal değil. Doğum odaları
ameliyathanelerden çok fazla izole edilmemişlerdir. Doktorun
yetki alanı içindeyseniz, oyunu onun kurallarıyla oynarsınız.
Bebeğinizi evde dünyaya getirirseniz, doktor kendi ev ödevini
yapmak zorundadır. Hastane hizmetine ihtiyacınız varsa, bunla­
rı kullanmak zorundasınız ama bebeğinizi bir doğum odasında
dünyaya getirebiliyorsanız, kendi yatak odanızda da dünyaya
getirebilirsiniz.

108
Doktorunuzun sizi gereksiz yere hastaneye yatırmasına engel
olmak için ilaçlardan ve ameliyattan kurtulma taktiklerini kul­
lanmalısınız. Olasılıklar, alternatifler ve sonuçlar hakkında ken­
dinizi eğitin. Bu, başka bir doktora gitmek anlamına geliyorsa,
gidin. Bu, doktor olmayan ama iyileştirme gücü olan kişilere
gitmek anlamma geliyorsa, gidin. Topladığınız bilgileri doktoru­
nuzun yüzüne vurmaktan korkmayın. Hastaneye ihtiyacınız ol­
duğuna karar verdiyseniz, doğru hastaneyi bulmak için de yap­
manız gerek budur. En iyi hastanelerin üniversite hastaneleri ol­
duğuna dair duyacağınız vaazlara aldırış etmeyin; bu belki bazı
özel koşullar sebebiyle otuz kırk yıl önce geçerliydi ama bugün
sadece saçma bir iddiadan ibaret; tabii eğer kendinizi biyoloji sı­
nıfındaki kurbağalar, ıstakozlar ve domuz ceninleri gibi hisset­
mek istemiyorsanız. Hastane kaynaklı enfeksiyonun en sık gö­
rüldüğü; laboratuar testlerinde ve ilaç hazırlanmasında en fazla
hatanın yapıldığı; hastaların en sık karıştırıldığı ve en büyük psi­
kolojik hasarın verildiği hastaneleri bulmak istiyorsanız eğitim,
araştırma hastanelerine gidin. Deneme tahtası olarak kullanıl­
mak istiyorsanız, ki bir tedavinin doğruluğunu (yanlışlığını?!)
kanıtlamaktan, bir ilacm işe yarayıp yaramadığını anlamaya ka­
dar her şey olabilir, üniversite hastanesinden daha uygun bir yer
bulamazsmız.
Bir zamanlar, çok ender görülen ciddi bir hastalığa sahipseniz
araştırma hastanesine gitmeniz gerektiğine dair de vaazlar veri­
lirdi. Bu da artık geçerli değil. Unutmayın ki, araştırma hastane­
leri geleneksel tedavi yöntemlerini öğretmek için vardır. İşe ya­
rasa da yaramasa da, burada elinize geçecek tek şey geleneksel
tedavi yöntemleri olacaktır. En son tedavi yöntemlerini istiyorsa­
nız, daha küçük bir hastaneye ya da modem tıp müritlerinin eri­
şemeyeceği başka bir ülkedeki hastaneye gitmeniz gerekir.
Aslında hastane seçmeyin. Bir doktor seçin. Doğru doktoru
seçtiyseniz, onun kendi yeteneklerine uygun doğru bir çalışma
alanı seçme olasılığı yüksek olacaktır. İyi doktorlar sınıfına gi­
ren tanıdığım doktorların çoğu, büyük araştırma ve geliştirme
hastanelerinde çok az zaman harcarlar. Tıbbın efsanevi sacaya­
ğı (araştırma, eğitim ve hasta bakımı) doğru dürüst ayakta dura­

109
maz çünkü ayakları eşit değildir. Doktorlarla hastaneler bir sa­
cayağı kurmaya kalkıştıklarında hasta bakımının payına hemen
her zaman en kısa ayak düşer. Dolayısıyla, birisi bana bir araş­
tırma hastanesini seçtiğini söylediğinde, ona tetikte olmasını
çünkü ciddi bir tehlike içinde olduğunu söylerim.
Doktorunuz kim olursa olsun ve sizi hangi hastaneye yatır­
mış olursa olsun, her zaman ölümcül bir tehlike içindesiniz de­
mektir; yani her zaman tetikte olmak zorundasmız. Hem de pa­
sif olarak değil. Sizin işiniz sorun çıkarmak. Hemşirelere, dok­
torlara, herkese sorun çıkarın. İtibarınızı ve hatta izin verirseniz
hayatınızı çalacak olan sistemi çökertin.
Elbette kolay değildir bunu yapmak. İyi bir toplumsal mev-
kiiniz varsa işiniz biraz daha kolaydır. Yüksek mevkilerde değil­
seniz yaratıcı zekânızı kullanmaya çok ihtiyacmız olacak. Ha­
zırlıklı, kurnaz ve becerikli olmalısınız.
Anne babaların, hastanede oldukları sürece çocuklarının ya­
nında kalmaları çok hoşuma gidiyor. Çalıştığım hastanelerden
birinde, anne babalar ancak çocukları kritik hasta listesindeyse
onların yanında kalabiliyorlardı. Ben de bütün çocukları kritik
hasta listesine koyuyordum! Bu konuda beni uzun süre yalnız
bırakmışlardı; ta ki, o güç gösterisini kazanana kadar.
Ziyaret saatlerinin her akşam 19:30’da sona ermesi gereki­
yordu. Bir anne beni arayıp çocuğunun ağladığını söyledi. Saat
20:30’a kadar onun yanında kalabilirse ağlamayı kesip uykuya
dalacağını da ekledi. Ben de ona çocuğunun odasına çıkıp onun­
la kalmasını söyledim. Sonra hemşire arayıp annenin gitmesi
gerektiğini söyledi. Çocuğun durumu kritik değildi ve ziyaret
saati sona ermişti. Anne kalmaya karar verdiyse, ne yapacağını
sordum. Gözetmenini arayacağını söyledi. Gözetmeni ben ara­
dım ve aynı soruyu ona da sordum. Hastane yöneticisini araya­
cağım söyledi.
Hastane yöneticisi beni aradığında ona ne yapmayı planladı­
ğını sordum. Polis çağıracağını ve polisin hastanenin dışına çı­
kana kadar kadına eşlik edeceğini söyledi. Benim için bir iyilik
yapmasını ve polisleri on beş dakika daha bekletmesini rica et­

110
tim. Benim iyi bir genç olduğumu, bu durumla onun yerine ba­
şa çıkabileceğimi düşünüyordu. Ricamı kabul etti.
Yerel bir TV habercisini (bir eylemciyi) aradım ve ağlayan
çocuğunun yarımda onu uyutmadan önce bir saat daha fazla kal­
mak istediği için hastaneden atılmak üzere olan bir anne olduğu­
nu söyledim. Onları yirmi dakika kadar oyalamamı, kamerasını
alıp hemen olay yerine geleceğini söyledi. Elimden geleni yapa­
cağımı söyledim. Sonra hastane yöneticisini arayıp yirmi dakika
daha beklemesini rica ettim; haber ekibinin, hastaneden dışarı çı­
karılırken kadına eşlik edecek olan polisleri görüntülemek üzere
yola çıktığını ve yirmi dakika sonra orada olacağmı söyledim.
Hastane yöneticisi “Pekâlâ, Bob” dedi. “Sen kazandın. Sen
kendi köpeklerini geri çek, ben de kendi köpeklerimi çekeyim.
Ama yarın seni ofisimde görmek istiyorum.” Ertesi sabah ofisi­
ne gittim. Yaptıklarım yüzünden beni hastane kadrosundan ata­
bileceğini söyledi. Bunu bildiğimi söyledim ona. Ama aynı za­
manda beni atamayacağını da biliyordum çünkü böyle bir şey
yaparsa derhal gazeteye gidecek ve şimdiye dek gördüğü en bü­
yük yaygarayı koparacaktım. Bunun doğru olduğunu söyledi ve
benimle bir anlaşma yaptı: “Senin hastalarının ziyaretçileri, has­
talarının yanında istedikleri kadar kalabilirler. Ama bu başkala­
rının ziyaretçileri için geçerli değil. Bu konudan diğer persone­
lin önünde bahsetmeni istemiyorum.”
İşte böyle oldu. Bazı hemşireler benden korkuyorlardı ve ba­
zıları da düpedüz bana sinir oluyorlardı. Çünkü hastalarımın ne
isterlerse yapmalarını talep ediyordum. Hemşire bana şöyle söy­
lüyordu: “Ama Dr. Mendelsohn, bu katta yirmi yedi hasta daha
var. Neden sizin hastalarınızın önceliği olsun?” Ben de benim
hastalarımın öncelikli olduklarını çünkü eğer böyle olmazsa
dünyanın görüp görebileceği en büyük çığlığı atacağımı söylü­
yordum. Benim hastalarımın bakımları çoğunlukla öncelikli ola­
rak yapılıyordu. Her zaman kuralları çiğniyordum.
Hastanedeyken kendinizi korumak için sizin yapmanız gere­
ken şey de işte bu. Bunu yalnız başınıza yapamazsınız. Her za­
man yanınızda bir yakınınız olmalı. Tabii özel hemşireyi kastet­
miyorum, aileden biri ya da iyi bir arkadaşmız sizinle kalmalı.

111
Tabii ki yakınlarınızın sizinle kalması pek iyi karşılanmaya­
caktır. Refakatçinize hastaneyi terk etmesi söylendiğinde, orayı
terk etmemelidir. Avukat sözcüğünü sıkça kullanın çünkü dok­
torlar avukatlardan korkarlar. Mesela refakatçiniz şöyle söyleye­
bilir: “Abim avukattır ve bana kalabileceğimi söyledi.” Bu ba­
zen işe yarar. Sert bakışlı, iri yarı akrabaları getirmek de başka
bir tekniktir. Chicago’nun güney kesimindeki çingeneleri tedavi
etmiştim. Çingene şefinin oğlu pencereden düşünce başından
yaralanmıştı. Onu hastaneye babası getirmişti, yanında da yak­
laşık iki yüz çingene daha vardı. Hastaneye, antenlerinde küçük
bayraklar olan karavanlarla gelmişlerdi. Oldukça dramatik bir
manzaraydı bu. Bütün arabalar durmuş ve çingeneler ön kapıya
gelmişlerdi. Yaklaşık yirmi çingene, çocukla beraber odasına
kadar çıktı. Ziyaret saati biteli çok olmuştu ama onlara gitmele­
rini söyleyecek bir hemşire ya da doktor ortalarda yoktu.
Refakatçinizin öncelikli sorumluluğu, iyi beslendiğinizden
emin olmaktır. Hastanede yattığınız süre boyunca açlıktan öl­
mek istemiyorsanız beslenmenizin sorumluluğunu üstlenmek
zorundasınız. Hastane yemekleri sizin standartlarınıza uymu­
yorsa, evden yemek getirtmelisiniz. (Hastane yemekleri sizin
standartlarınıza uygunsa, ya sıra dışı bir hastanede yatıyorsunuz
demektir, ya da beslenme alışkanlıklarınızı ciddi biçimde yeni­
den gözden geçirmeniz gerekmektedir.) Hemşire ya da teknis­
yenler tahlil yapmak ya da başka bir şey için gelip de yemeğini­
zi bölmeye kalkışacak olurlarsa refakatçiniz sizin adınıza onlara
müdahale etmeye hazır olmalıdır. Zayıf düştüyseniz beslenme­
niz için yine refakatçinize güveneceksiniz; aynı zamanda ye­
meklerinizi de izleyebilir ve ne yiyip ne yemediğinizi doktora
iletebilir. Özel bir diyetteyseniz, getirilen yemeğin diyetinize
uygun olup olmadığım da kontrol edebilir.
Refakatçiniz hangi ilaçları kullanmanız gerektiğini bilmeli­
dir; yoksa yandaki yatakta yatan hastanın ilaçlarını içme ihtima­
liniz yüksektir. Ayrıca yandaki yatakta yatan hasta yerine ameli­
yathaneye sizin götürülmenize de refakatçiniz engel olacaktır.
Tahliller yapılırken refakatçiniz de sizinle birlikte gelebilir.
Röntgen çekilmesi gerekiyorsa sizinle gelebilir ve doğru yere

112
götürüldüğünüzden emin olur. Cereyanlı bir koridorda bütün
gün bekletilmenize izin vermez ve doğru yerinizin röntgeninin
çekildiğinden de emin olur.
Refakatçiniz soru sormak ve sorun çıkarmak için oradadır.
Damar içi damlalığının ne kadar hızla sıvı damlatması gerekti­
ğini hemşireye sormalıdır ki, sıvıyı çok hızlı almayasınız. Bula­
şıcı hastalığı olan bir kimsenin sizinle aynı odaya konulmasına
da karşı çıkmalıdır.
Refakatçiniz, doktorunuza, size dokunmadan önce ellerini
yıkamasını söylemelidir. Doktorlar artık ev ziyaretleri yapma­
dıkları için ellerini de yıkamıyorlar. Ev ziyaretlerine gittiğim za­
manlarda, kapıdan içeri adımımı atar atmaz insanlar bana kibar­
ca şöyle söylerlerdi: “Doktor, banyo şu tarafta.” Havlu ve sabu­
nun hazır bulundurulduğu banyonun yerini gösterirlerdi. Hasta­
nın yanına gitmeden önce ellerimi yıkamam beklenirdi. Ellerimi
gerçek anlamda yıkamayı ev ziyaretlerine gitmeye başladıktan
sonra öğrenmiştim. Şimdilerde, doktorların bir hastadan diğeri­
ne gittiklerini ama ellerini nadiren yıkadıklarını görürsünüz. Ba­
zen doktor ellerini suyun altında öylesine tutar. Refakatçiniz,
doktorun size dokunmadan önce ellerini iyice yıkamış olduğun­
dan emin olmalıdır. Size dokunmadan önce aynı ellerin nerede
olduklarını kim bilebilir!
Başka hiçbir işe yaramasa bile, bir refakatçinizin olması sizi
hastanenin psikolojik tehlikelerinden ve “hastanede yatma kara
büyüsünden” korur. Bir arkadaş ya da akraba, gerçek yaşamla,
kimliğinizle ve özgüveninizle bağlantı halinde olmanızı sağlar.
Bu da, hastane personeli üzerinize saldırdığında sizi hayata bağ­
lar ve güçlü kılar. En iyi hastaneler bile korkutucu ve tehlikeli­
dir. En çok ihtiyaç duyduğunuz zaman, sizi savunmak ve destek­
lemek için orada bulunan iyi bir arkadaş ya da akrabaya sahip
olmak gerçek bir nimettir. Hemşireleri bezdirecek ve sizin tam
bir baş belası olduğunuzdan şikâyet etmelerini sağlayacak kadar
iyi bir takım arkadaşına sahipseniz o zaman gerçekten çok şans­
lı ve sevilen birisiniz demektir.

113
'

'

.
insan kurallara sığmaz!
Beşinci Bölüm

DOKTOR KAYNAKLI ÖLÜMLER

Modem tıp putperesttir. Ona göre kutsal olan canlılar değil,


mekanik süreçlerdir; Ruhları ve hayatları kurtarmakla değil, şu
ya da bu yeni makinenin kaç kere kullanılmış olduğuyla; şu ya
da bu yöntemin kaç para kazandırdığıyla gurur duyar.
Bütün dinlerin özünde tanrı kavramı yatar. Modern tıbbın
özünde ne yattığını anlayabilmeniz için, önce, insan yapımı ilaç­
lar okyanusunu aşmanız ardından da tonlarca devasa makineyle
savaşmanız gerekir. Bütün bunlardan sonra modem tıp dininin
özünde ne yattığını; neden yok edilmesi gereken zalim bir put­
perest olduğunu hâlâ anlayamadıysanız onun tanrısıyla yüz yü­
ze geldiğinizde bunu anlayacaksınız.
Modem tıbbın tanrısı Ölüm’dür.
Dr. Quentin Young, modem tıbbm işleyişini tanımlamak için
yeni bir kelime türetmişti: iatrogenosit. İatros Yunanca “doktor”
demektir, genosit ise soykırım anlamına gelir; iatrogenosit, kit­
lelerin doktorlar tarafından katledilmesi demektir. Daha önce
sözünü ettiğim, gelişmekte olan ülkelerde bebeklerin feda edil­
mesi, iatrogenosite iyi bir örnektir.
Modem tıp dininin ne denli ölümcül olduğu asıl doktorlar
greve gittiklerinde ortaya çıkar. 1976 yılında Kolombiya’da ya­
pılan ve elli iki gün süren bir grevde, doktorlar acil vakalar dı-

115
şmda ortadan kaybolmuşlardı. Haberi veren muhabir grev nede­
niyle ortaya çıkan “olağandışı yan etkiler”den bahsediyordu.
Ölüm oranları yüzde otuz beş azalmıştı! Cenaze İşleri sözcüsü
de şunları söylemişti: “Belki de tesadüftür ama gerçek olduğu
kesin.” Aynı yıl, Los Angeles’taki doktorlar, sigorta primleriyle
ilgili yolsuzlukların artmasını protesto etmek için grev yaptılar.
Ölüm oranlarında yüzde on sekizlik bir azalma görüldü! UÇLA
Sağlık ve Bakım İdaresi’nden Profesör Dr. Milton Roemer, on
yedi büyük hastanede yaptığı incelemelerde, ameliyat sayısının
yüzde altmış oranında azaldığını ortaya çıkarmıştı. Grev sona
erip, tıbbi makineler yeniden gıcırdamaya başladığında ölüm
oranları tekrar önceki seviyesine çıktı.
1973 yılında İsrail’deki doktorlar, bir günde baktıkları hasta
sayısını altmış beş binden yedi bine indirdiklerinde de aynı şey
oldu. Grev bir ay sürdü. Cenaze İşleri’ne göre, o ay içinde İsra­
il’de ölüm oranı yüzde elli oranında düşmüştü. Doktorlar en son
yirmi yıl önce greve gittikleri için, o günden bu yana ölüm oran­
larında çarpıcı bir düşüş kaydedilmemişti! Doktorlardan bu fe­
nomeni açıklamaları istendiğinde, sadece acil vakalarla ilgilen­
diklerinden bütün enerjilerini gerçekten hasta olan insanlara ver­
diklerini söylemişlerdi. Gün içinde diğer hastaların muhtemelen
önemsiz şikâyetlerini dinlemek zorunda kalmadıkları için, ken­
dilerini daha önemli olan hayat kurtarma işine adayabilmişlerdi.
Bu pek de kötü bir cevap değil. Benim her zaman söylemek­
te olduğum şey, ihtiyacımız olanın bitmek bilmeyen bir doktor
“grevi” olduğudur. Doktorlar hastaların yüzde doksanına karış­
mayı bırakıp sadece acil vakalarla ilgilenirlerse, çok daha sağ­
lıklı olacağımızdan en ufak bir kuşkum yok.
Doktorların enerjilerinin endişe verici derecede büyük bir
kısmının, ölüm çalışmalarına adanmış olduğu gerçeğinden ka­
çamıyoruz. Ben öğrencilerime, modern tıp alanında başarılı ol­
mak için yapmaları gereken tek şeyin, ölümü teşvik eden ya da
ölüme odaklı bir dal seçmek olduğunu söylüyorum. Böylece
önlerinde parlak bir gelecek uzanır. Modern tıbba göre ölüm,
gelişmekte olan bir endüstridir. Gebelikten korunma yolları,

116
düşük, sterilizasyon, genetik danışmanlık ve tarama, amniyo-
sentez (gebe annenin kamından sıvı alınması yoluyla bebeğin
genetik bir hastalığı olup olmadığını tespit etme yöntemi) sıfır
nüfus artışı, ötenazi ve “yaşam kalitesi” gibi konularda son ge­
lişmeleri içermeyen tıbbi bir yayın bulamazsınız. Bunların hep­
sinin amacı, yaşamı engellemek ya da sonlandırmaktır. Anne
kamındaki bebeğin alınması ihtimalini taşıyan genetik tarama
ve zorunlu amniyosentez gibi işlemler, şimdilerde sadece konu­
şulma aşamasında, ama konuşma, harekete geçmenin yarısıdır.
Bu işlemleri bir an önce kabul etme telaşı içinde, ki bunu an­
cak ateşli bir dindarlık olarak açıklayabilirim, insanlık dışı etki­
lerini ve bilimsel doğruluktan yoksun oluşlarını göz ardı etme
yanılgısına düşüyoruz.
Bizler doğamızın derinliklerinde, yaşam için programlanmışız.
En güçlü tutkularımız yaratıcıdır ve yaşamı destekler. Gelin görün
ki, modem tıp bu içgüdüye saldırmaya programlanmıştır.
Kabul görmeyen tek alternatif hayat tarzı, modem tıp dini­
nin burnunu sokmasını olanaksız kılan hayat tarzıdır. Bebeğini­
zi evde doğurmanız günahtır. Alternatif tedavi yöntemlerini uy­
gulayan birine gidip de yabancı bir tanrıyı şereflendirmeniz gü­
nahtır.
Bu din, yaşamı inanılmaz derecede küçümserken, yaşamla
bağlantılı olmayan her şeyi de inanılmaz derecede cesaretlendir­
mektedir. Sağduyu ayaklar altında çiğnenir. Kürtaja cesaret ve­
rirken, ne annenin ne de bebeğin yaşamı düşünülür. Bu dinin il­
gilendiği tek şey kendi teknolojisidir.
Geçtiğimiz yirmi yıl içindeki kutsal felaketlerden biri de, tıp
dininin her ne pahasına olursa olsun doğum kontrolünü destek­
lemesi olmuştur. Burada ahlaki “günah” ile biyolojik “günah”
arasındaki fark çok daha açıktır. Aslında doğum kontrolü etik
olarak yanlış değildir. Ancak belirli doğum kontrol yöntemleri,
kullanıcının yaşamı üzerindeki etkileri olumsuz olduğu için bi­
yolojik olarak yanlıştır. Pili ve IUD gibi zararlı yöntemlerle sa-
vaşılmamaktadır. Doktorlar, bu yöntemlerin kullanılmasıyla or­
taya çıkabilecek gerçek tehlikelerden bütün kadınları haberdar

117
etmiş olsalardı ve onların bilgi sahibi olduktan sonra bir seçim
yapmalarına izin verselerdi, çok az sorun yaşanırdı. Ama onlar,
bir kadının hayatını tehlikeye atmayı ne kadar istediğiyle den­
gelenmesi gereken bir müdahaleyi asla hastanın seçimine bı­
rakmazlar. Biyolojiyi basitçe bir kenara atarlar. Belirli bir mü­
dahalenin iyilikten çok kötülük yapabileceği gerçeğini görmez­
den gelirler. Bu tür bir cehalete öylesine büyük bağlılıkları var­
dır ki, bunun tek bir açıklaması olabilir: Modern tıbbın en de­
rindeki amacı, cehalet sayesinde ayakta kalmaktır.
Henüz genç bir tıp öğrencisiyken, tıbbın tek amacının hayat
kurtarmak ve ömrü uzatmak olduğunu düşünürdüm. Şimdilerde
“haysiyetli ölüm” olarak adlandırılan mesele üzerinde ciddi cid­
di oturup konuştuğumuzu hatırlayamıyorum. Ölümle baş etme­
yi, umudu ayakta tutup ölümü reddederek öğrenmiştim. Oysa bu
günlerde, reddetmek, hiç sevilmeyen bir kelime; hem de onca
araştırma sonucuna rağmen: Kanser gibi amansız hastalıkları
olan insanlarm, bu hastalıkları reddedip mücadeleyi seçtiklerin­
de, hastalıklarını “kabullenmiş” insanlara göre daha uzun yaşa­
dıklarını ortaya koyan birçok araştırma vardır. British Medical
Journal tıp dergisinde yer alan şu habere bir bakalım: “Yapılan
araştırmalarda toplanan kanıtlar, psikolojik faktörlerin, hayatta
kalma süresini tayin etmede önemli bir rol oynadığı görüşünü
kesinlikle desteklemektedir. Weisman ve Worden, istatistiksel
olarak beklenenden daha uzun süre hayatta kalan kanserli hasta­
larla, beklenenden daha erken ölen hastalan karşılaştırmışlar ve
hayatta kalma motivasyonunun -hastalık ilerledikçe ‘artan bir
küskünlük’ göstermek yerine tedaviye karşı olumlu bir tutum ta­
kınmanın- ömrü uzattığı sonucuna varmışlardır. Buna karşılık,
ölmek istediklerini söyleyen hastalar ya da ölümü çoktan kabul
etmiş olanlar, beklenenden çok daha önce ölmüşlerdir. Ayrıca,
kalp krizi geçirip de sonrasında depresyona girmeye yatkın olan
ya da depresyona giren hastaların, melankolik olmayan hastala­
ra oranla hayatta kalma şanslarının çok daha az olduğu birçok
çalışmada ortaya konmuştur. Bütün bunlar da şunu gösteriyor ki,
azim ve umut hayat süresini uzatıyor. Oysa ölümü kabullenmek
ya da umutsuzluğa kapılmak ömrü kısaltıyor.”
118
Kısa süre önce bir tıp konferansına katılmıştım. Kanser has­
talarım kemoterapiyle tedavi eden bir doktor, hayat kurtarmakla
ve yeni tedavi yöntemleri keşfetmekle ilgilendiğini ama bundan
daha da fazla, hastalarının “huzur içinde, ölümü kabullenmiş
olarak” öte dünyaya göçmelerini sağlamakla ilgilendiğini söylü­
yordu. O ve ekibi, hem zamanlarının hem de kaynaklarının bü­
yük kısmını, ölmekte olan hastalara, tercihen aileleri yanlarında
yokken, danışmanlık yaparak harcıyorlardı. Ölüm satıcısının,
hastaya “danışmanlık” yaparken neden ailesinin yanında olma­
ması konusunda ısrarcı davrandığını çok iyi anlıyorum. Bir aile­
nin tek amacı ve dolayısıyla etki alanı, hayattır, ölüm değil.
O doktor -ve ölümsever sayısız meslektaşı- insanın ölümü
kabullenmesi gerektiği varsayımından yola çıkarak doktorluk
yapmaktadır.
Hastasına, hiç yaşama şansı kalmadığını söyleyen bir dokto­
run, hastasmın iyiliğini düşündüğü savunulabilir mi! Her şey bir
yana, hastasına böyle bir şey söyleyen bir doktor aslmda kor­
kunç bir varsayımı dile getirmektedir: Hastayı sağlığına kavuş­
turacak olan tek şey doktorun gücüdür! Bir hastaya öleceğini
söylemek, onu lanetlemekle eş anlamlıdır; bunun kara büyü
yapmaktan hiçbir farkı yoktur. Hasta buna inanır ve inandığı şey
de gerçek olur.
Bedenin kendisini iyileştirme gücüne zihnin nasıl bir etkisi
olduğu çok iyi biliniyor. Elbette doktorlar, bedenin kendi kendi­
ni iyileştirmede önemli bir güce sahip olduğu gerçeğini kabul
edecek en son insanlar olacaklardır. Bir doktorun, hastasına kor­
kunç sonunu söylemesi değil, geleceğini planlamasında ona yar­
dım etmesi gerekir. Hastayı, amansız bir hastalığa yakalanmış
olduğu ve doktorun sihirli değneğinin pek işe yaramadığı konu­
sunda bilgilendirmek başka bir şeydir; ona, sonunun geldiğini
ve bunun kaçınılmaz olduğunu söylemek bambaşka bir şeydir.
Doktor, hastanın sorunu üzerinde hiçbir gücü olmadığını;
başka güçlerin (alternatif tedavilerin, şifacıların ya da hastanın
kendisinin) onu iyileştirebileceğini kabul etseydi tabii ki hasta
üzerindeki gücünü kaybedebilirdi. Modern tıbbm töreleri sade­

119
ce git gide daha da başarısız olmakla kalmıyor git gide daha da
ölümcül oluyor ve hastayı da doktorun sebep olduğu kaçınılmaz
sona hazırlamak, iyi iş başarmak anlamına geliyor.
Modern tıp, insanları öldürmeye çok daha hazırlıklı, çok da­
ha donanımlı. Bunu en iyi insan yaşamının başlangıcında ve so­
nunda görebilirsiniz; yaşamın daha kırılgan olduğu ve ölümün
“doğal nedenlere” atfedilebilecek kadar kolay gerçekleşebildiği
anlarda. Bağırsaklarında bir sorunla doğmuş mongol bir bebeğin
çocuk ünitesinde bulunması çok tehlikelidir. Belki sorun ameli­
yatla giderilebilir ama bebeğin bakımsız kalıp ölüme terk edil­
me olasılığı çok yüksektir. Aynı şey, ciddi bir hastalığa yakalan­
ma talihsizliğine uğrayıp devlet hastanelerine yatırılan zekâ
özürlü çocuklar için de geçerlidir.
Yaşamın diğer ucundaysa “istenmeyen” kişilerin ölmesine
izin verilir, hatta bunun için cesaretlendirilirler. Huzurevleriyle
ilgili bütün o gösterişli reklamlara karşın, bu yaşlı insanlar, ora­
lara, “gerçek” insanların yolundan çekilmeleri için atılırlar. Ora­
da ölümü bekleyeceklerdir, onlar da bunu bilirler zaten. .
Yaşlı insanları, ayak altından çekilip bir an önce ölmeye teş­
vik etmede doktorların üstüne yoktur. Onlara karşı takındıkları
tavır, ölüme mahkum etmeyle eş anlamlıdır. “Bununla yaşama­
yı öğrenmek zorundasın” ve “Bu yaşta başka ne bekliyorsun
ki?” gibi cümleler, yaşlı insana, sorununun beklenen bir durum
olduğunu anlatır. Onlar da beklenen bütün hastalıkları bekleme­
ye başlarlar. Sonunda da yakalanırlar. Doktorlar, genellikle yaş­
lılıkla ilgili olan bu sorunların çaresi olmayan hastalıklar olma­
dığını; doğal yollarla önlenip iyileştirilebileceğini itiraf etme­
dikleri için, hastalar da her türlü ağrı kesiciyi -ve ölümcül ilacı-
yutmaya hazırdır. Üzerlerine henüz modern tıbbın ölü toprağı
örtülmemiş bazı kültürlerde insanlar becerilerinden hiçbir şey
yitirmeden çok ileri yaşlara kadar yaşarlar. Modern tıpsa, ömrü
değil, ölümü uzatır.
Kültürel bir güç, bir başka kültürel güce üstün gelip de o top­
lumu ele geçirdiğinde, değiştirilecek ilk şey dildir. İnsanların
olayları tanımlama şeklini kontrol altına aldığınızda, o olaylarla
baş etme yollarmı da kontrol altına almış olursunuz.
120
Bebeğin zararlı bir şey olduğunu çağrıştırsın diye nüfus “pat­
laması” terimini kullanırlar. Kürtajı klinik olarak yaşamdan ya
da ölümden ayrı göstersin diye gebelik “planlaması” ya da ge­
beliğe “son verme” derler. “İnsaflı cinayet” demek yerine “öte­
nazi” derler. Oysa insaflı cinayet, bu durumu tanımlamak için ne
kadar uygun bir kelime. Üstelik çok güzel bir sıfatı da var. Söz­
cükleri değiştirerek gerçeği saklamak konusunda en korkunç te­
şebbüs, “haysiyetli ölüm” tanımının ortaya atılmasıdır. Yani
“haysiyetli” olduğu sürece ölüm, her koşulda kabul edilebilir bir
gerçektir. Komik olan şu ki, bu tanımlamanın en sık kullanıldı­
ğı durumda yapılan “fişi çekme” işlemi, olayın bütün haysiyeti­
ni silip süpürür.
Bütün bu ölüm odaklı işlemler bana Nazileri anımsatıyor.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da tıp mesleğinin ilgi­
si, tıpkı bu sözünü ettiğime benzer müdahalelere kaymıştı. Al­
man doktorlar, sakat ya da ciddi zekâ geriliği olan çocuklardan;
yani “işe yaramaz” insanlardan bile isteye kurtuluyorlardı. Libe­
ralleşen kürtajı ve ötenaziyi, yaşlı insanlarm “haysiyetli
ölüm”leri izledi; yani yaşlılar ölmeye terk edildiler, ölmeleri için
cesaretlendirildiler. Sonra sıra çingene cinayetlerine geldi; son­
ra da Nazi karşıtlarına ve Yahudilere.
Modern tıbbın Hayat Karşıtı Savaşı şiddetlendikçe, hastane­
ler aşırı yükü kaldıramaz hale geldi; bu yüzden, huzurevleri de­
nilen “ölüm merkezleri” (gerçeği saklamak için kullanılan nasıl
da rahatlatıcı bir kelime) kurmak gerekti. Ölüm danışmanları,
hastalan, kurumun en büyük ürününe hazırlamak için kötü ka­
der tapınaklarına taşınmaya başladılar. Mükemmel bir pazarla­
ma stratejisi! Bir ürünü satmak için yapmanız gereken şey, arzu
uyandırmak ve ürünün kabul görmesini sağlamaktır. Modern
tıbbın ürünü ölüm olduğundan, önce ölüm fikrine alışmamız
için “yumuşak” bir giriş yapıldı. Yaşama içgüdümüzden bir kez
uzaklaştırılıp da insanlık dışı muameleleri kabul ettiğimizde,
tehlikeli işlemleri uygulamaya sokmak çok daha kolay olacaktı.
En sonunda, ilaçlar sayesinde yaşamla ölüm arasmda takılıp kal­
dığımızda, öte dünya adına bize danışmanlık yapmaya geldiğin­
de ölüm satıcısına, hoş geldin dedik.

121
O an geldiğinde, tıp dininin bütün dikkati, sizin “büyük sırra”
katılımınıza yönelir. Dirilişi kutlayan Katolik ekmek ve şarap
ayini gibi, yoğun bakım ünitesindeki ölümünüz en yüce kutsal
ayine dönüşür. Ön seremoniler o kadar kutsaldır ki, ailenizden
ayrılırsınız. Eski dinlerde, kutsal törenlerde kurban edilenlerin
de, rahiplerin entrikalarına müdahale etmek isteyebilecek akra­
balarından ayrı tutulduklarına eminim. Aile üyelerinden birinin
elini tutmak yerine, en gelişmiş elektronik aygıtlara bağlanı­
rsınız. Sonunda, tapınağın derinliklerinde, verdiğiniz sözü yerine
getirirsiniz ve modern tıbbın tanrısıyla buluşursunuz.
Yeni bir din eski bir dini gözden düşürmek istediğinde eski
dinin tanrılarım suçlar; insanlarm sorunlarından eski tanrıların
sorumlu olduğunu söyler. Modern tıp, hastalığınızın sebebinin
bir virüs olduğunu söyler. O virüsü kim yarattı? Tabii ki eski
tanrı. Hastalığınızın sebebi siz değilsiniz; bunun sorumlusu bir­
takım doğal oluşumlar; virüsler, bakteriler, hücrelerin düzensiz
bölünme eğilimi, kalıtım... suçlu eski tanrı, suçlu yaşam!
Modern tıp sizi, eski tanrının bağlarından kurtarabilir. Modern
tıp size, bakterileri, virüsleri, düzensiz bölünen hücreleri, uygun­
suz ceninleri, sakat çocukları, zekâ özürlü çocukları, yaşlıları ve
bütün belalı yaşam türlerini etkisiz hale getirebilecek yeni bir tan­
rı verebilir. Bütün bunları da yaşam kalitesi adı altında yapar.
Yaşam kalitesi, en basit haliyle yaşam süresinin bir işlevidir.
Uzun ömürlü olmakla ilgilenmemin sebebi pek çok toruna sahip
olma isteğim. Benim hayatımın kalitesi, kaç torunumun büyü­
düğünü görebileceğime bağlıdır. Mümkün olduğunca uzun ya­
şamak istiyorum. Yaşadığım sürece gerçek anlamda diri olur­
sam o zaman kaliteli bir yaşamım olmuş demektir. Yaşamımın
kalitesi hakkında bana danışmanlık yapacak bir uzmanlar çete­
sine ihtiyacım yok.
Elbette uzmanlar burunlarını yaşamımızın niteliğine ve niceli­
ğine sokmaktan kendilerini alamayacaklardır; hatta bu konuda
çok da saldırgan olacaklardır. Bize düşen, yaşamsever doktorlar
bulmaktır; yaşama duyduğumuz saygıyı bizimle paylaşan, zekâsı­
nı ve yeteneklerini yaşamı korumaya adamış doktorlar bulmaktır.
Ne yazık ki, belki de en zor başaracağınız görev budur.

122
Altıncı Bölüm

ŞEYTANIN RAHİPLERİ

Amerikan Tıp Birliği, doktorların insanlar üzerinde özel bir


gücü olmadığını iddia ettiğinde her zaman çok gülüyorum. Gül­
mem geçince de, kaç kişinin size elbiselerinizi çıkarmanızı söy­
leyebildiğini ve sizin de bunu hemen yaptığınızı soruyorum.
Aslında hemen hiç kimse, Modern Trp Kilisesi rahiplerinin,
hayatımız üzerindeki fazladan nüfuzunu inkâr etmez. Her şey
bir yana, doktorların çoğu dürüst, kendini işine adamrş, aklı ba­
şında, sağlıklı, eğitimli ve yetenekli insanlardır, öyle değil mi?
Doktor, tıbbm üzerine inşa edildiği kayadır, öyle değil mi?
Oysa doktor sadece insandır. Doktorunuzun, yukarıda sırala­
nan iyi özelliklere sahip olduğunu varsayamazsınız çünkü dok­
torlar, toplumdaki herkesten daha fazla yozlaşmış, daha sahte­
kâr, daha ahlaksız, hastalıklı, eğitimsiz ve düpedüz aptal olabili­
yorlar.
Doktorların, durumun gerektirdiğinden çok daha aptal olabil­
diklerine dair en bayıldığım örneklerden biri Parlamento tuta­
naklarına da geçmiştir. Parlamento’da sağlık soruşturması önce­
sinde oluşturulan alt komisyonda tanıklığına başvurulan senatör
Edward Kennedy, gençliğinde kayak yaparken omzundan sakat-
landığım hatırlamıştı. Babası, oğlunu muayene edip tedavi öne­
risinde bulunması için dört uzmandan görüş almıştı. Uzmanlar­

123
dan üçü ameliyat önermişti. Her nasılsa, tedaviyi, ameliyat öne­
risinde bulanmayan dördüncü doktorun yapmasına karar veril­
mişti. Doktorların dördü de aynı uzmanlık derecesine sahipti.
Delikanlının omzundaki sakatlık ameliyatsız iyileşmişti. Bu ta­
nıklığın ardından senatörler Vermont Tıp Fakültesinden Profe­
sör Dr. Lawrence Weed’in sorgulamasına devam ettiler. Dr.
Lawrence Weed aynı zamanda hastanelerde şu çok iyi bilinen,
hasta kayıt sistemlerinin de yaratıcısıydı. Dr. Weed, şöyle söyle­
di: “Sayın senatörün omzu muhtemelen ameliyatla da tatminkâr
bir iyileşme gösterirdi.”
Görüyorsunuz ya, doktorları resmi kurullarda sorguladığınız­
da ortaya çıkacak sonuçlar epeyce cesaret kırıcı olabilir. Bir
doktorun sizi tedavi etmeye kalkışmasının ne kadar tehlikeli ola­
bileceğini önceki bölümlerden biliyorsunuz; ancak bu tehlike­
nin, sırf tedavinin kendine özgü risklerinden kaynaklanması ge­
rekmez. Doktorlar, işlerini baştan savma yaparlar. Bir doktorla
tanıştığımda, genellikle, dar görüşlü, önyargılı, düşünüp taşın­
madan karar veren ve muhakeme yeteneğinden yoksun biriyle
karşı karşıya olduğumu farz ederim. Çok azı bu önyargımı hak­
sız çıkarmıştır.
Ayrıca, hiçbir doktorun yaklaşımının tamamen etik olduğuna
da güvenilmez. Squibb adlı ilaç şirketinin ücretli danışmanları
gibi davranan, Harvard Tıp Fakültesi dekanı Dr. Robert H. Ebert
ve Yale Tıp Fakültesi dekanı Dr. Lewis Thomas, FDA’yı, söz
konusu şirketin en kârlı ürünlerden biri olan Mysteclin adlı ilaç
üzerindeki yasağı kaldırması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Dr.
Ebert, bunun verebileceği en iyi tavsiye olduğunu ve son derece
dürüst davrandığmı iddia etmişti. Ama nedense, ilaç şirketinin
başkanı Norman R. Ritter, her iki dekana da ödemeyi kabul et­
tiği “mütevazı ücretin” miktarını belirtmeyi reddetmişti. Dr.
Ebert sonradan bu ilaç şirketinin ücretli yöneticisi olmuş ve bu­
radan on beş bin dolarlık bir geliri olduğunu kabul etmişti.
Kansere ve doğum kusurlarına yol açan kimyasal etkiler ala­
nında dünyanın en önemli otoritelerden biri olan Dr. Samuel S.
Epstein, beslenme ve insani ihtiyaçlar konusunu inceleyen se­

124
çim komitesine “Ulusal Bilim Akademisi, çıkar çatışmaları ne­
deniyle bir bilmeceye dönüşmüştür” şeklinde beyanda bulun­
muştu. Besinlerdeki katkı maddelerinin güvenilirliği gibi çok
önemli ve kritik konularda karar alan jüri heyetinde, sıklıkla,
denetim altında tutulması gereken çıkar ilişkilerinin ya da doğ­
rudan iş ortaklıklarının hüküm sürdüğünü bildirmiş ve “Bu ül­
kede, çalışmalarınızı desteklemek için ihtiyacınız olan verileri
satın alabilirsiniz” demiştir.
Bilimsel araştırma sahtekârlıkları, gazete manşetlerinden
uzak tutulacak kadar sıradan olaylardır. FDA, deneysel ilaç
araştırmalarında, hastalara yüksek ya da düşük dozlarda ilaç ve­
rilmesi, uydurma kayıtlar tutulması ve ilaç dampingleri gibi
kurnazlıkları açığa çıkarmıştır. Elbette bu örneklerin hepsinde
de, ilaç şirketleri için çalışan doktorların tek hedefi, FDA’nın
ilacı onaylamasını sağlayacak sonuçlar üretmekti. Ödenek al­
mak her geçen gün daha da zorlaşıyor, ayrıca o büyük pastadan
bir dilim alabilmek için ortada büyük de bir rekabet var, bu yüz­
den doktorlar da araştırmalarında, para musluğunu açık bıraka­
cak sonuçlar üretmeye çok hevesli oluyorlar. Hepsi de aynı ge­
minin yolcusu olduklarından, baştan savma deneylere, doğru­
lukları kanıtlanmamış sonuçlara ve sonuçlarm yorumlanmasın­
daki özensizliğe büyük bir tolerans gösteriliyor.
Kolorado Üniversitesi mikrobiyologlarından Dr. Ernest Bö­
rek, “Her geçen gün daha fazla sayıda uydurma veri bilimsel ya­
yınlardaki yerlerini alıyor” demişti. Massachussetts Teknoloji
Enstitüsü biyologlarından Nobel ödüllü Salvadore E. Luria ise,
“Son derece saygm bilimcilerin, laboratuarlarının açıkladığı
bulguları, takım arkadaşlarından biri tarafından uydurulduğunu
ortaya çıkardıkları için, geri çekmek zorunda kaldıkları en az iki
vaka biliyorum” demişti.
Sloane-Kettering Enstitüsü’nde ortaya çıkarılan bir sahtekâr­
lıksa klasikler arasmda yerini almıştır. Söz konusu enstitüde
araştırma yapmakta olan Dr. William Summerlin, başarılı bir
doku nakli gerçekleştirdiğini göstermek için fareleri boyadığmı
itiraf etmişti. Laboratuar hayvanı boyacılığının öncüsü Avustur­

125
yalı genetikçi Paul Kammerer’dir. Kendisi, Lamark’ın, kazanıl­
mış genetik özelliklerin somaki nesillere geçtiğine dair teorisini
kanıtlamak için bir karakurbağasının ayağını boyamıştı. Arthur
Koessler’in Karakurbağası Yaratıcısının Vakası adlı kitabmda
teşhir edilince de intihar etmişti.
Ulusal Standartlar Dairesi’nden Dr. Richard W. Roberts şun­
ları söylemektedir: “Bilim insanlarının dergilerde yayımlanan
makalelerindeki sayısal verilerin yarısı ya da yarısından fazlası
kullanılamaz durumdadır. Araştırmacının, ölçtüğünü düşündüğü
şeyi doğru olarak ölçtüğüne ya da olası hata kaynaklarını izah
edebildiğine veya ortadan kakhrdığına dair hiçbir kanıt yoktur.”
Bilimsel yayınları takip eden ortalama bir okur için, makalenin
hangi yarısının doğru olduğunu anlamak neredeyse imkânsız ol­
duğundan, tıbbi yayınların, iletişime giden yol olarak mı, yoksa
karmaşaya giden yol olarak mı hizmet ettikleri merak konusudur.
Bilimsel bir makalenin doğruluğunu değerlendirme yöntem­
lerinden biri, fon kaynağrna dair dipnotu incelemektir. İlaç şir­
ketlerinin, araştırmaların dürüstlüğüyle ilgili kayıtları, güven
telkin edecek kadar prrıltılı değildir. Iowa Üniversitesi’nde psi­
kolog olan Dr. Leroy Wolins’in öğrencilerinden biri, bilimsel ra­
porlar yayımlayan otuz yedi araştırmacıya mektup yazıp ulaştık­
ları sonuçları dayandırdıklarr ham verileri istemiştir. Mektubu
yanıtlayan otuz iki kişi içinden yirmi biri, verilerin ya kaybol­
muş ya da yanlışlıkla yok edilmiş olduğunu belirtmiştir. Dr. Wo-
lins, kendisine ulaşan yedi ayrı çalışmanın sonuçlarını incelemiş
ve üçünde, bilimsel gerçek olarak sunulan verileri geçersiz kıl­
maya yetecek derecede önemli hatalar tespit etmiştir.
Araştırma sahtekârlıkları elbette yeni bir şey değil. İnsan ze­
kâsının kalıtımla belirlendiği iddialarıyla ünlenen geç dönem İn­
giliz psikologlarından Cyril Burt, Pıinceton Üniversitesi’nden
psikolog Leon Karnin tarafından sahtekârlıkla suçlanmıştı.
Burt’ün araştırma bulgularından sorumlu “deney arkadaşla­
rının aslında varolmadıkları düşünülüyordu! Gen teorisinin ba­
bası Gregor Mendel’in bile, bezelye ekme deneylerinin sonuçla­
rını, teorisine kusursuz biçimde uyacak şekilde değiştirmiş ola­

126
bileceğine dair kanıtlar mevcuttur. Mendel’in vardığı sonuçlar
doğruydu; ancak yayımlanan verilerin istatistiksel analizleri, bu
sonuçların, Mendel’in yaptığı gibi bir deneyle ortaya çıkma ih­
timalinin on binde bir olduğunu göstermişti.
Doktorlarm etik olmayan davranışları sadece tıp sektörüyle
de sınırlı değildir. îsmi, önemli bir cerrahi işlemin geliştirilme­
siyle hemen hemen eşanlamlı olan bir doktor, 1964-1968 yılları
arasında vergi iadesinden iki yüz elli bin dolardan fazla para al­
mış ve bu miktarın beş katını gelir vergisi olarak ödemeye mah­
kum edilmişti. Amerikan Tıp Birliği’nin yönetim kurulu başka­
nı da, bankadaki 1.8 milyon dolarlık fonun kötüye kullanımıyla
ilgili bir yolsuzluğa karışmakla suçlanmış, suçu sabit görülmüş
ve on sekiz ay hapis cezasına çarptırılmıştır. FBI’a göre, o ve di­
ğer davalılar “kendi çıkarları için dolaylı yollardan faiz elde et­
mek... banka fonlarını karşılığı olmayan çeklerle ödemek... ve
devleti dolandırmak...” üzere komplo kurmuşlardı.
Bu düzenbazlıkların, tıp mesleğinin en yüksek seviyelerinde
olup bittiğini aklınızdan çıkarmayın. Bu tür yolsuzluklara, sah­
tekârlıklara, hırsızlıklara Yale ya da Harvard gibi üniversitele­
rin; Ulusal Bilimler Akademisi ya da Amerikan Tıp Birliği gibi
kuramların modem tıp piskoposlarıyla kardinalleri bile karışabi-
liyorsa, diğer tıp fakültelerinde ve tıp kuramlarında görev yapan
orta halli rahipler arasında neler olup bittiğini varın siz hayal
edin!
Sağlık vermesi gereken bu uzmanlık dalının belki de en çar­
pıcı özelliklerinden biri, doktorların, toplumun geri kalanından
çok daha hasta olmalarıdır. Muhafazakâr tahminlere göre,
ABD’de, her yirmi doktordan birinin psikolojik rahatsızlığı
var; alkolik doktor sayısı otuz bin ve yüz doktordan biri de
uyuşturucu bağımlısı. Doktorları, benzer sosyoekonomik statü­
ye ve zekâ seviyesine sahip başka meslek dallarıyla karşılaştı­
ran, otuz yılı kapsayan bir araştırmada, denek olarak gözlenen
doktorlardan yarısının büyük ailevi sorunlar yaşadığı; üçte bi­
rinden fazlasının amfetamin, barbitürat veya diğer narkotikler
gibi ilaçlar kullandıkları; üçte birinin terapi görecek kadar cid­

127
di duygusal problemler yaşadığı ortaya çıkarılmıştır. Doktor ol­
mayanlardan oluşan kontrol grubunda bu kadar kötü sonuçlar
elde edilmemiştir.
Doktorlar, ilaca bağlı uyuşturucu madde kullanmaya herhan­
gi bir insana göre otuz ila yüz kat daha fazla yatkındırlar. Ame­
rikan Tıp Birliği’nin 1972 yılındaki yarıyıl toplantısında yapılan
anketlerde, Oregon ve Arizona’da çalışan doktorların yüzde iki­
sinin, ilaç suiistimali gerekçesiyle yetkililerce cezalandırıldıkla­
rı gösterilmiştir. Bundan çok daha büyük bir yüzdeninse, aşırı
alkol tüketimi nedeniyle başı belaya girmiştir. ABD’deki dok­
torların yüzde bir ila bir buçuğunun ilaç kullanmakta olduğunu
Amerikan Tıp Birliği bile kabul etmektedir. Yıllarca yapılan çe­
şitli reform ve rehabilitasyon ölçümleri, bu yüzdeleri değiştir­
meyi başaramamıştır. Bu rakamların yalnızca belirli vakaları
temsil ettiğini unutmayın. Örneğin Illinois Tıp Derneği’nin jüri
heyeti başkanı Dr. James West, İllinoisli doktorların yüzde dör­
dünün uyuşturucu bağımlısı, yüzde on birinin de alkol bağımlı­
sı olduğunu bildirmiştir.
Doktorlar arasında ölümle sonuçlanan intihar vakaları, araba
ya da uçak kazası, boğulma ve cinayet sonucu ortaya çıkan
ölümlerin hepsinden daha fazladır. Doktorlar arasında intihar
oranı, nüfusun geri kalanından iki kat fazladır. Her yıl yaklaşık
yüz doktor intihar ediyor. Bu sayı, ortalama bir tıp fakültesinden
mezun olan doktor sayısına eşittir. Bununla birlikte, kadın dok­
torlar arasındaki intihar oranı, yirmi beş yaş üzerindeki diğer ka­
dınlara göre hemen hemen dört kat daha fazladır.
Tıp mesleğiyle ilgili konular üzerinde çalışan sosyologlar,
doktorlarda görülen yüksek hastalık oranları için çok çeşitli se­
bepler ortaya atıyorlar. İlaçlara çok kolay ulaşabiliyorlar; ciddi
stres altında çok uzun saatler çalışmak zorundalar; özgeçmişleri
ve psikolojik yapıları, güçlerinin sınırlarını zorlamalarma sebep
oluyor; hastalar ve toplum onlardan çok fazla şey talep ediyor.
Doğru olsun ya da olmasın, bu sebeplerin hiçbiri doktorların
ciddi anlamda hastalıklı insanlar oldukları gerçeğini makul gös­
termiyor.
128
Ne olursa olsun ben, bu sıralanan sebeplerden daha fazlasını
aramayı tercih ederim. İlaç şirketlerinin doktorları ayartmak için
neler yapabildiğini gözüyle gören biri araştırma sahtekârlıkları­
na ve yolsuzluklara şaşırabilir mi? Bedava yemekler, kokteyller,
kongreler, para yardımıyla desteklenen araştırmalar hâlâ yalnız­
ca yüzeysel açıklamalardır. Modem tıbbm psikolojik ve ahlaki
iklimini incelediğinizde, doktorların neden bu kadar sağlıksız
olduklarını daha iyi anlamaya başlarsınız.
Farklı çıkarları olan insanlarm bir araya gelip yapabilecekle­
rinin en iyisini yaptıkları nispeten açrk bir süreç yerine, sadece
“kazanan her şeyi alrr” oyunu sayesinde yerinden kımıldatılabi-
len katı otoriter bir güç yapısı vardır tıp politikalarında. Tarih,
olayların gidişatını radikal biçimde değiştirmeye cüret eden
doktorların aforoz edildiğini; fikirlerinin arkasmda durabilmek
için kariyerlerini feda etmek zorunda kaldıklarım göstermiştir.
Bunu yapmaya da çok azı gönüllü olmuştur.
Doktorların uzlaşmaya yanaşmamalarının bir başka sebebi
de, arkadaşlık ilişkilerini kendi çevreleriyle sınırlandırmaya yat­
kın olmalarıdır. Diğer meslek gruplarıyla karşılaştırıldığında
doktorların kendi meslekleri dışından insanlarla dostluk kurduk-
larrna çok az rastlanır. Sonuç olarak doktorlar, fikirlerini, olay­
lara farklı bir bakış açısıyla bakan insanlar arasmda nadiren sa­
vunmak zorunda kalırlar. Hayat felsefelerini göreceli bir mahre­
miyet içinde geliştirirler. Bu fikirlere destek almak üzere arada
bir halkın arasına karrştıkları olur tabii ama hemen ardından sü­
ratle diğer doktorların güvenli kucağına koşarlar.
Elbette doktorlar hastalarım görürler ama onları insan olarak
görmezler. Doktor, hastasından mutlak teslimiyet bekler; doktor
hasta ilişkisi daha çok sahip köle ilişkisine benzer. Böyle bir ha­
va içinde, doktorun hastasıyla fikir alışverişi yapması beklene­
mez. Mesleki dokunulmazlık, bu ilişkiyi insani etkilerden ya da
değerlerden tümüyle yoksun kılar. Doktorlar, doktor olmayan­
larla nadiren bir araya gelirler; o da meslek icabıdır zaten.
Doktorun hırsları onu daha üst sınıfa çıkarmıştır; ona duyu­
lan sempati de zaten buradan gelmektedir. Doktorlar, üst taba­
kayla, hatta daha da ötesiyle özdeşleştirilirler. Onlar kendilerini

129
toplumun gerçek elit tabakası olarak görürler. Doktorun yaşam
tarzı ve mesleki tutumu, istibdat rejimini cesaretlendirir. Dok­
torların çoğu beyaz, erkek ve zengindir. Fakirlerle, beyaz olma­
yanlarla ve kadınlarla eşit ilişki kurmayı gerektirecek pozisyon­
larda hemen hiç bulunmazlar. Bu gruplardan gelen doktorlar bi­
le, nadiren “onlarla birlikte” olup onlara hizmet verirler. Onlar
da bütün pratik amaçlar için beyaz, erkek ve zengin olurlar. Es­
ki dostlarını da, tıpkı diğer doktorlar gibi, babacan bir küçük
görme edasıyla tedavi ederler.
Doktorların bu kötü alışkanlıkları nerede edindiklerini sora­
cak olsanız, bir zamanlar buna, tıp fakültesinde diye cevap ve­
rirdim. Oysa artık, bütün bunları fakülteden çok önce öğrenmiş
olduklarını fark ediyorum. Tıp fakültesine girmeden önce öğre­
niyorlar, kopya çekmeyi, rekabeti ve istediklerini almak için her
şeyi yapmayı. Bununla birlikte üniversite sistemimiz tıp fakülte­
lerinden sonra, liselerimizse üniversitelerimizden sonra biçim­
lenmiştir.
Tıp fakültelerine giriş sınavları, buraya giren öğrencilerin
kötü doktorlar olarak yetişeceklerini hemen hemen garanti eder.
Bakılan tek şey öğrencinin sınavdan kaç puan aldığı olunca, alı­
nan puanın da çok yüksek olması şart olunca, tıp fakültelerine,
genellikle insan ilişkileri zayıf, iletişim kuramayan ve kurmaya
da istekli olmayan belirli bir kişilik tipine sahip öğrenciler alınır.
Seçilenler, modern tıp ulemasının otoriter etkisine en açık genç­
ler olur. Başarılı olmak için hırsa sahip ama isyan edecek irade­
ye ya da bütünlüğe sahip olmayan çocuklar isterler. Kontrol hi­
yerarşisi, okul hayatını pasif kalarak sürdürecek ve yalnızca pro­
fesörlerinin rahatlıkla cevaplayabileceği soruları soracak öğren­
ciler ister. Bu genellikle, bir defada sadece bir soru istedikleri
anlamına gelir. Tıp fakültesinde hayatta kalmaları için öğrenci­
lerime verdiğim tavsiyelerden biri, sadece bir soru sormaları, as­
la İkincisini sormaya yeltenmemeleridir.
Tıp fakülteleri, akıllı öğrencileri aptal insanlara, dürüst öğ­
rencileri sahtekârlara ve sağlıklı öğrencileri hastalıklı insanlara
dönüştürmek için elinden geleni yapar. Akıllı bir öğrenciyi aptal
birine dönüştürmek hiç de zor değildir. Önce, fakülteye öğrenci

130
kabulü yapanlar, hocaların, zayıf iradeli ve otoriteye boyun
eğen, “uyumlu” öğrencilerle çalışmalarını garanti altına alırlar.
Soma onlara, sağlıkla yakından uzaktan ilgisi olmayan, anlam­
sız bir ders programı verilir. Tıp eğitimcilerinin kendileri bile,
tıp eğitiminin yarılanması için gereken sürenin dört yrl olduğu­
nu söylerler. Dört yıl içinde bir tıp öğrencisinin öğrendiği şeyle­
rin yarısı da yanlış olur. Tek sorun şu ki, hangi yarmın yanlış ol­
duğu öğrencilere söylenmez! Onlar her şeyi öğrenmeye zorla­
nırlar. Rehberlik hizmeti son derece yetersiz olabilir.
Ardından bu öğrenciler deli gibi bir çalışma temposuna tabi
tutulurlar. Birini kendi amaçlarınız doğrultusunda biçimlendir­
mek istiyorsanız, iradesini zayıflatmanın en iyi yolu çok çalış­
masını sağlamaktır. Özellikle geceleri çalışmasını sağlayın ki,
kendisini toparlama şansım asla bulamasın. Ona kafesteki fare
gibi çember çevirtin. Nihayet, öylesine zayıf düşecektir ki, tıp
fakültelerinin öğrenciler üzerinde kullandığı en zayıflatıcı olgu­
ya; yani korkuya direnemeyen bir insan çıkacaktır ortaya.
Bir doktoru karakterize etmem gerekse, en büyük ruhsal
özelliğinin korku olduğunu söylerdim. Doktorları yönlendiren,
aşırı bir güven kazanma dürtüsüdür ve bu dürtülerini asla tatmin
edemezler. Tıp fakültesindeyken içlerine yığınla korku salınır:
başarısızlık korkusu, yanlış teşhis korkusu, yanlış tedavi korku­
su, yaptıkları hatanın başka bir öğrenci tarafından fark edilme
korkusu, adam gibi bir iş bulamama korkusu.
Korku hapını bu denli hevesle yutup, iyileştirme içgüdüleri­
ni, insani duygularmı ve değerlerini feda edebildikleri için al­
dıkları bir ödül varsa o da kibirdir! Korkularını her koşulda sak­
layabilmek için hocalarmm otoriter tutumunu benimsemeyi öğ­
renirler. İki aşırı uç arasında çekiştirilip duran bu gençlerin,
sonunda toplumun en önemli hastalık kaynakları olmalarına şa­
şırmamak gerek. Biyoloji sınavında mikroskop lamını yerinden
oynatıp bir somaki öğrencinin yanlış numuneyi görmesine se­
bep olma aldatmacasıyla başlayan süreç, idrar örneğine şeker
karıştırıp diğer öğrencinin araştırma sonuçlarını değiştirmek
şeklinde devam eder. Ardından, kendisinin yerine sınavlara gi­
recek birilerini bulmak gelir. Uydurma sonuçlarla “kuru labora­

131
tuar” deneyleri yapılır. Bir ilacın ruhsat alıp onaylanmasını sağ­
lamak için araştırma raporlarında tahrifat yapılmasıyla da sona
erer. Sınav sonucu korkusuyla başlayan şey, ilaç ya da alkol ba­
ğımlılığıyla son bulur. Kibirle başlayan şey, hastanın hayatını ve
sağlığım önemsemeden ölümcül ilaçları reçeteye yazan bir dok­
tor yaratmakla son bulur.
Ben tıp fakültesi öğrencilerine, mümkün olduğunca hızla
mezun olmalarını tavsiye ederim. Tıp fakültesindeki ilk iki yıl­
da hayatta kalmak daha kolaydır, bu dönemde öğrenciler nispe­
ten isimsizdirler. Öğrenci, isimsiz kalmayı sürdürmek için elin­
den gelen her şeyi yapmalıdır. Hocalar onu tanımazlarsa onunla
uğraşamazlar. Tıp fakültesindeki son iki yıl daha kişiseldir ama
öğrencinin, saldırıların etkilerini üzerinden atmak için daha çok
zamanı vardır. Bir öğrenci, sınıfını geçmek için kendisini harap
etmeyip sadece yeteri kadar çalışırsa sağ salim bitiş çizgisine
varma olasılığı daha yüksektir. Ardından diplomasını almaya
hak kazanacaktır; benim tavsiyemse bu sevdadan vazgeçmesi­
dir. İhtisas yapmayı ve uzmanlık eğitimini unutun; aksi takdirde
gece gündüz hocalarınızın esareti altında yaşayıp tam anlamıyla
beyninizin yıkanmasına hazır olun. İşte şeytanın rahipleri asıl o
zaman yetiştirilmeye başlanır.
Yaptıkları da yanlarına kâr kalır. Şimdiye kadar rastladığım
en çarpıcı istatistiklerden biri, Doktorun Elkitabımn yayıncısı
tarafından raporlanmıştı. Bir anket çalışmasında, bin yedi yüz
kişilik bir temsil grubuna şu soru da sorulmuştu: “Doktorunuzun
yolsuzluk yaptığını öğrenmiş olsaydınız, bu sizin, onun hakkın-
daki görüşlerinizi değiştirir miydi?” İnanılması güç ama denek
grubunu oluşturan insanların yüzde yetmiş yedisi bu soruya HA­
YIR yanıtını vermişti!
Acaba bu, insanların, doktorlardan yolsuzluk yapmalarını
bekledikleri anlamına mı geliyor, yoksa yolsuzluk yapsalar da
yapmasalar da umursamadıkları anlamına mı geliyor? Bunu ger­
çekten bilmiyorum.
Sigorta şirketlerinin, gerekenden daha fazla harcama yapan
doktorlar tarafından dolandırıldıklarım biliyorum. Açıkça ortada
olan bütün bu yolsuzluklara rağmen her yıl sadece yetmiş dok­
torun çalışma ruhsatının ellerinden alındığını da biliyorum. Bu
da, dinin en büyük gizemlerinden biridir işte: Tıp fakültesindey-
ken birbirlerinin kuyusunu kazmak için büyük çabalar gösteren
doktorlar, uygunsuz ya da yetersiz meslektaşlarını ele verme ko­
nusunda son derece isteksizdirler. Örneğin, bir hastane, doktor­
larından birinin yolsuzluk yaptığını keşfederse, doktordan sade­
ce istifa etmesi istenir. Yetkililer durumdan haberdar edilmez ve
başka bir hastanede iş aramaya başladığında, kendisine parlak
bir referans mektubu verilir.
Her ikisi de kadın-doğum uzmanı olan ünlü Marcus kardeş­
ler, 1975 yazında aşırı dozda uyuşturucudan ölü bulundukların­
da, bu doktorların uyuşturucu bağımlısı oldukları haberi, mes­
lektaşları dışında herkesi şok etmişti. Kardeşlerin “sorunu” bir
yıl önce hastane personeli tarafından fark edildiğinde, tıbbi yar­
dım görmek üzere izne ayrılmaları istenmişti. New York Hasta­
nesi, Comell Tıp Merkezi’ne geri döndüklerinde, durumlarında
bir ilerleme olup olmadığı gözlenmişti. İlerleme yoktu. Peki bu­
nun üzerine ne yapıldı? Diğer personelden uzaklaştırıldılar mı?
Birisi ciddi bir zarar görmeden önce, hastalarla temas kurmaları
yasaklandı mı? Yetkililere rapor edildiler mi? Hayır. Mayıs
ayında kendilerine, 1 Temmuz itibariyle hastanede çalışamaya­
cakları bildirildi. Hastanedeki hastaları kabul etme imtiyazları
ellerinden alındıktan birkaç gün sonra da ölü olarak bulundular.
Masum insanların hayatıyla oynayan meslektaşlarına göz yu­
man doktorlarla ilgili en iyi örneklerden biri de New Mexico’da
yaşanmıştır. Safrakesesi ameliyatı sırasında yanlış kanalı kesen
bir cerrah, hastanın ölümüne sebep olmuştu. Yaptığı hata otopsi
sırasında açığa çıkmış ancak doktor cezalandırılmamıştı. Aslın­
da, bu ameliyatı doğru yapmayı bilmiyordu bile. Birkaç ay son­
ra bir başka safrakesesi ameliyatmda yine aynı hatayı yapmış ve
başka bir hasta ölmüştü. Yine ne ceza almıştı ne de cerrahi eği­
tim. Ancak üçüncü kez aynı hatayı yapıp, başka bir hastanın ölü­
müne sebep olduğunda hakkında bir soruşturma açılmış ve dip­
loması elinden alınmıştı.
Doktorların, meslektaşlarının ihmalkârlıklarını rapor etmek
konusunda neden bu kadar isteksiz olduklarım; buna karşılık ko­
nu tıp politikaları ve rekabet olduğunda neden bu kadar amansız

133
olduklarını açıklamam gerekse tıp fakültesinde filizlenen temel
duygulara geri dönerdim: korku ve kibir. Doktorlar, öğrenciyken
birbirlerine karşı hissetmeyi öğrendikleri kin duygusunu, niha­
yet uzmanlık diplomalarını ellerine aldıklarında hastalara akta­
rırlar. Diğer doktorlar, artık potansiyel düşman olmaktan çık­
mıştır. Ayrıca eski başarısızlık korkusu hiçbir zaman yok olmaz.
Güvenliği tehdit eden birincil etken hastadır ve tek bir doktorun
yaptığı hata bütün doktorların güvenliğini tehdit eder. Hasta, çö­
zülmesi gereken bir problemle doktorun karşısına gelir; bu tıpkı
tıp fakültesi sınavı gibidir. Her mesleki grupta kibrin nesnesi da­
ima dışarıdan gelen yabancılardır; bu kibir hiçbir zaman meslek­
taşlara yöneltilmez.
Diğer meslek gruplarına oranla doktorların daha kibirli ol­
dukları açıkça ortadadır. Modern tıp bir din olmasaydı, kim böy-
lesi bir küstahlığa pabuç bırakndı?. Ama modern tıbbın alışılmı­
şın ötesinde yozlaşmış doğası sağ olsun, doktorların yaptıkları,
başka dinlerin rahipleriyle kıyaslandığında, çok daha fazla yan­
larına kâr kalmaktadır.
Bütün dinler suçluluk duygusunu hem kışkırtır hem de avu­
tur. Bir din, suçluluk duygusunu kışkırtarak ve avutarak yararlı
davranış kalıpları yaratabildiği ölçüde “iyi” bir dindir.
Modern tıp diniyse size kendinizi suçlu hissettirecek tek bir
“günah” tanır: doktora gitmemek. Başka hiçbir konuda suçluluk
duymamanızı sağlamış bir dinin rahipleri olarak, onlara gitme­
me günahını işlemenize asla izin veremezler. Kendinizi hasta
hissettiğinizde sizi doktora gitmeye zorlayacak bir suçluluk
duygusu, ne kadar zararlı olabilir ki?
Papaz doktor, şeytanla savaşmaktadır; eh bu durumda yaptı­
ğı yanma kâr kalmış, çok mu? Başarı olasılığının olmadığı faz­
laca nazik bir konumda kaldığında, papazın yapacağı şey, şey­
tanla karşı karşıya olduğunu söyleyerek suçlamalardan kaç­
maktır. Papaz doktor da aynı şeyi yapar. Hastalığın gidişatı iyi
olmadığında, kendisinin de bir fani olduğunu hatırlar ve şeytan­
la yüz yüze olduğunu kabul eder. Kazanırsa, o bir kahramandır.
Kaybederse, bozguna uğramış bir kahramandır ama hâlâ bir
kahramandır.

134
Doktor asla kaybetmez; gereğinden çok risk de alsa, ikili de
oynasa asla kaybetmez. Çünkü gerçek etkilerine bakılmaksızın,
yaptığı dini ayinlerin kutsal olduğu kabul edilmiştir. Kutsal alet
edevatını, masaya sürülen parayı artırıp daha da uğursuz bir ku­
mar oynayabilmek için kullanır. Kamındaki bebeği, olması ge­
reken pozisyonda duran bir anne ultrason cihazına bağlanır da
cihaz bebeğin stres altmda olduğunu söylerse, doktor bu durumu
ölüm kalım meselesi haline getirmekte bir an bile tereddüt et­
mez; sezaryen doğumu başlattığındaysa gerçekten de durum bir
ölüm kalım meselesi haline gelir. Sezaryenin biyolojik olarak
tehlikeli olduğunu doktor da bilir. Ancak oyun artık biyolojik
kurallarla oynanmamaktadır. Bu bir din oyunudur, bir seremoni­
dir ve bu oyunda söz sahibi papaz efendidir. Anneyle çocuk ha­
yatta kalırsa, papaz efendi bir kahramandır. Ölürlerse... eh, ölüm
kalım meselesiydi ya zaten.
Doktor hiçbir zaman kaybetmez: sadece hastalar kaybeder.
Doktorları nasıl olup da uçak pilotlarına benzetiyorlar anlamı­
yorum. Uçak düşerse, pilot da uçakla birlikte düşer. Oysa dok­
tor hiçbir zaman hastayla birlikte düşmez.
Çuvallama sebeplerini başarı gibi göstermekte de üzerlerine
yoktur. Prematüre bebek servislerinde yatan bebeklerdeki kör­
lük oranının aşırılığına dikkat çektiğinizde, size bunun ödenme­
si gereken bir bedel olduğunu söyleyecektir. “Haydi ama! Şu bir
buçuk kiloluk minik şeyleri kurtarmayı başardık. Gerçi hepsi de
kör oldu ama onları kurtarmamış olsaydık, şimdi ölü olacaklar­
dı.” Şeker hastalığına bağlı körlük söz konusu olduğunda da ay­
nı mazerete sığınırlar; bu sorunun, pek çok şeker hastasının öm­
rünü uzatmanın bedeli olduğunu söylerler. Doktorlar, “daha
uzun süre yaşamalarını sağladık” mazeretine, başarıyla tedavi
edemedikleri her hastalıkta sığınırlar. Modem tıbbın sağlık ve
hastalık konusundaki kötü yönetimine işaret eden biyolojik ger­
çekleri kesinlikle göz ardı ederler. İşin içinden sıyrılmak için su­
çu kendi rahatsızlıklarına da atabilirler. Ne kadar çok sayıda
mutsuz, hastalıklı ve sahtekâr doktor olduğuna işaret edecek
olursanız mazeret hazırdır: “Psikolojik yetersizliğimizin sebebi
mükemmeliyetçi kişiler olmamız; klinik başarısızlıklar nedeniy­

135
le kolayca suçluluk duyma eğilimimizdir” Bu, Amerikan Tıp
Birliği başkanlarından birinin iddiasıydı.
Doktorların kendilerini koruma yollarından biri de kullan­
dıkları kutsal dildir. Bir dinin, ruhban sınıfının söylevini, alt ta­
bakalardan ayıracak kutsal bir dili olmalıdır. Her şey bir yana,
papaz efendinin kullandığı dil, evreni rotasında tutan güçlerin
dilidir. Sıradan insanların da bu sözleri işitebilmelerini isteme­
yiz değil mi? Doktorların kutsal dilinin, herhangi bir seçkin gru­
bun geliştirdiği jargondan hiçbir farkı yoktur. Öncelikli amaç,
yabancıları konudan uzak tutmaktır. Doktorların her söylediğini
anlayabiliyor olsaydınız, üzerinizdeki nüfuzları azalırdı. Hasta­
ne ortamındaki pislik yüzünden hastalanacak olursanız, doktor
size, nosokomiyal bir enfeksiyon kaptığınızı söyler; “hastane
kaynaklı” bir enfeksiyon demez. Bunun üzerine siz, hastaneye
kızmamakla kalmaz, böylesine seçkin isimli bir hastalığa yaka­
landığınız için kendinizi ayrıcalıklı da hissedersiniz. Öfkeden
deliremeyecek kadar da korkmuş olursunuz.
Doktorlar, anlambilimsel üstünlüklerini, size kendinizi aptal
gibi hissettirmek için kullanırlar. Muayene ayinleri gizemini ko­
ruduğu sürece; tedavilerini biyolojik olarak haklı çıkarmaları
gerekmediği sürece, her şeyden sıyırabilirler. Mantık kuralları
sıradan kullar için geçerlidir; doktorları bağlamaz. Mesela, bay­
pas ameliyatının iyi bir şey olduğunun kanıtı, bu ameliyatı geçi­
ren herkesin kendisini daha iyi hissetmesidir. Ama Laetril teda­
visi gören bütün kanser hastalarının kendilerini daha iyi hisset­
tiğinden yola çıkıp tedavinizin bu ilaçla yapılmasını talep eder­
seniz, size, ilacın etkisinin bilimsel olarak henüz kanıtlanmadı­
ğını söyleyeceklerdir.
Kimsenin anlamadığı kelimeler kullanmanın başka bir işlevi
daha vardır: kişiyi, kendi tedavisinde söz sahibi olma hakkından
mahrum etmek. Madem hastanın neler olup bittiğini bilme şan­
sı hiç yok, o halde ne diye tedavi sürecine dahil edilsin ki? Za­
ten hasta dediğin kutsal muayene ayinlerini zorlaştıran kimse­
dir; öyleyse hastayı ayak altından çekmek gerekir! Doktorların,
insanlarla, sağlıklarını nasıl koruyacakları konusunu konuşma­

136
malarının bir sebebi de budur. Konuşacak olsalar, hastayı mu­
ayene etmek yerine bilgilendirmeleri gerekirdi. Bilginin payla­
şılması da iktidarın paylaşılması anlamına gelir.
Her şeyden önce, hastanın, hastalığıyla savaşacak o muaz­
zam makineler ordusu karşısında huşu içinde titremesi gerek­
mektedir. Böyle muhteşem bir gücü kontrol etmek hangi sıradan
kula nasip olmuştur ki? Elektronik büyücü, doktorun, “Elimden
gelen her şeyi yaptım” iddiasına da ağırlık katacaktır. Doktorun,
siyah çantasıyla orada öylece durması “elinden pek bir şey gel­
miyor” demektir. Oysa üç odaya anca sığan dört milyon dolarlık
bir cihazın düğmelerini çeviriyorsa, o zaman, “elinden gelen her
şeyi yapmış” demektir.
Bütün büyük dinlerde, içinde en müthiş gücü barındıran tö­
rensel nesneler dinin tapınağında bulunur. Tapınağm statüsü ne
kadar yüksekse duvarlarının içinde o kadar fazla obje bulunur.
Modem tıbbm tapmaklarına gittiğinizde, sırtlarında yanıl­
mazlığın ağırlığını taşıyan papaz efendilerle karşı karşıya kalır­
sınız. Onlar asla yanlış yapmazlar; dolayısıyla onlar en tehlikeli
olanlardır.
Sorunları çözmek üzere yapılan reformların ne kadar faydalı
olduğu da şüphelidir. Örneğin rehabilitasyon programları, hasta­
lığın gerçek köklerine saldırmaz. Zaten doktorlar, bir sorunun
özüne saldırmak üzere eğitilmezler; sadece belirtileri bastırmak
üzere eğitilirler.
Doktorların bilgilerini güncellemek için yapılan girişimlerin
de pek faydası olmaz çünkü doktorların tıp fakültesinde öğren­
dikleri türden bilgiler zaten ihtiyaçları olmayan bilgilerdir. Süre­
gelen tıp eğitimi programlarında kendilerine verilen de tam ola­
rak budur; ihtiyaçları olmayan bilgi. Bu kurslarda, tıp fakülte­
sinde eğitim aldıkları hocaları tarafından eğitilirler. Onlara gün­
cel bilgileri aktarmak kimin sorumluluğudur?
Kendinizi doktorlardan sakınmak için, onların iki önemli
vasfını hiç aklınızdan çıkarmayın: başarısızlık korkusu ve kibir.
Doktorun kibrine meydan okumadan önce mutlaka korkuları
üzerinde çalışmayı öğrenmelisiniz. Doktorlar sizden ve onlara
yapabileceklerinizden korkarlar; bu korkuyu kullanmakta bir an

137
bile tereddüt etmeyin. Avukatlardan da korkarlar. Gerektiğinde
bir doktora dava açmaktan hiç çekinmeyin. Tıp sisteminin işle­
yişini tanıyan ve bir doktoru ipe götürmekten korkmayacak bir
avukat bulun. Yolsuzluklarla ilgili açılan davaların sayısının art­
ması cesaret vericidir; çünkü bu, her gün daha fazla insanın, ku­
ralları belirlemek üzere doktorun gücüne meydan okuyabildiği
bir noktaya geldiğini gösterir.
Doktorunuz size sorun yaratıyorsa ama yine de bu ona dava
açmanız için yeterli değilse ona hangi noktaya kadar meydan
okuyacağınıza dikkat etmelisiniz. Bir doktor size düşmanca
davranıp sizi tehdit ediyorsa onun karşısında dimdik durmalısı­
nız. Sözünüzü geri almayın. Siz de onu tehdit edin. Gerçekten
ciddi olduğunuzu hissettiği anda geri adım atacaktır.
Yine de, elinizi taşın altına koymaya hazır değilseniz bir dok­
toru tehdit etmemenizde yarar vardır. İsyan etme zamanınız gel­
memişse; duygusal olarak kesin bir karar vereceğiniz an gelme­
mişse ve sıkı bir mücadeleye girmek için tam bir fiziksel yeter­
liliğe sahip değilseniz isyan etmeyin. Doktorun fikrini değiştire­
bileceğiniz umuduyla onunla tartışmaya girmeyin. Geleneksel
kemoterapi yöntemiyle size kanser tedavisi uygulayan bir dok­
tora asla “Doktor, laetril hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye
sormayın. Hiçbir yere varamazsınız. Laetril tedavisi de göre­
mezsiniz. Bebeğinizin güvenliği için onu biberonla beslemenizi
öneren bir doktora “Ama ben bebeğimi emzirmek istiyorum”
demeyin. Onun fikrini değiştirip yeni bir yöntem denemesini
umut etmeyin. Kendinizi tam anlamıyla hazır hissedene kadar
ona meydan okumayın. Siz kendi ev ödevinizi yapın.
Rahibin yeterince iyi olmadığını düşünürseniz onun fikrini
değiştirmeye uğraşmazsınız, sadece kilisesini terk edersiniz. İş­
te size de bunu öneririm. Modern Tıp Kilisesi’ni terk edin. Bu­
gün bunu uygulayan birçok insan görüyorum. Alternatif tıbba il­
ginin her geçen gün biraz daha arttığını görüyorum. Her gün da­
ha çok insanın, modern tıp dinine karşı çıkan aykırı insanlarla
bir araya geldiğini görüyorum.

138
Sonsöz

YENİ DOKTOR ARAYIŞI

Sağlık, ne doktorla başlar, ne de onunla son bulur. Doktorun


rolü, ortalarda bir yerlerde ve hep son derece kritiktir. Doktorlar
önemli olmasalardı, modern tıp dini şu an sahip olduğu gücü
hiçbir zaman kazanamazdı.
Eşzamanlı olarak ilerleyen, “tıbbı yıkma” ve “tıbbı yeniden
inşa etme” süreci, doğal olarak, siyasi bir süreçtir. Tıbbi devrim,
her düzeyde, siyasetle uğraşmayı gerektirir: Çocuklarınıza aşı
yaptırmamak için okul yönetimine karşı çıkmanız siyasi bir ey­
lemdir. Kanunları sizi desteklemediği ve sağlık sigortası ödeme
yapmayı reddettiği halde bebeğinizi evde doğurmanız siyasi bir
eylemdir. Hayatta kalabilmek için şart olan, engizisyona sırtını
dönüp yüzünü yeni tıbba çevirmektir ki, bu da bir eylem gerek­
tirecektir ve elbette bunun da siyasi bir eylem olacağı açıktır.
John McKnight, “tıp siyasetçiliği” terimini kullandığı maka­
lesinde şöyle söylüyordu: “Siyasetçilik, insanlık adına maksi­
mum faydayı elde etmek için zekâlarını birleştiren vatandaşlarrn
bir eylemidir. Tıp siyasetçiliğiyse bu ortak zekânın reddidir. Si­
yasetçilik, mümkün olanın sanatıdır; sınırlarının farkında olan
ve bu sınırların dayattığı tarafsızlık sorularıyla boğuşma süreci­
dir. Tıp siyasetçiliğiyse imkânsızın sanatıdır; adaletin yerini sı­
nırsız vaatlerin aldığı süreçtir. Siyasetçilik, iktidarı pay etme sa­

139
natıdır. Tıp siyasetçiliği, iktidarı mesele olmaktan çıkaracak bi­
çimde denetimi yanıltır. Merkezi siyaset, daha fazla kontrol et­
me hakkı haline gelir. Siyasetçilik, vatandaşlık eylemidir. Tıp si­
yasetçiliği, müşteri denetimidir. Yalnızca vatandaşların elleri
tıbbı tedavi edebilir. Tıp kendi kendini tedavi edemez; çünkü
onun reçeteleri, kendi değerler sistemi içinden gelmektedir.”
Toplumunuz suya flor katmayı düşünüyorsa -ya da zaten kat­
tıysa- bununla savaşmak zorunda kalabilirsiniz. Siyasi bir eylem
gerçekleştirebilir, ulusal sağlık sigortası yasalarına karşı çalışa­
bilir ya da engizisyonun toplumdaki ölümleri yönetmesine engel
olacak “devrim koşullarının” bu yasalara dahil edilmesi için ça­
lışabilirsiniz. Havaya, besinlere ve suya karıştırılan zehirleri, et­
kin biçimde ortadan kaldıracak yasalar çıkarmak için siyaset ya­
pabilirsiniz; sosyal sigorta kurumunda gereken reformların ya­
pılmasını, vergi kanunlarının değiştirilmesini sağlayabilirsiniz.
Bir süre önce, Chicago’da yaşayan Latin-Amerikalı anneler­
den oluşan bir grup kadın, çocukları daha iyi yetiştirebilmek
için, organizasyon üyeleri arasında emzirmenin desteklenmesi
konusunda kendilerine yardımcı olmamı rica etmişlerdi; en bü­
yük sorunlarının kamu hastanelerinin mama kullanımını onayla­
maları olduğunu biliyorlardı. Bu anneler, üyesi oldukları organi­
zasyonla birlikte bir şeyler yapmaya karar verdiler. Hastane yö­
netimine çıktılar. Bebeklerini emzirmekte olan annelere altılı
paketler halinde bedelsiz tanıtım numuneleri ve özel “ek besin
paketleri” dağıtmaya son vermelerini; anneleri, bebekleri ma­
mayla beslemeye teşvik etmekten vazgeçmelerini istediler. Has­
tane yönetimi bu isteklerine cevap vermeyecek olursa hastaneyi
abluka altına alacakları tehdidinde bulundular.
Bence yeni doktor, bu kavgada en ön sırada bulunmalıdır.
Hastalarının ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için, bu kavgaya po­
litik olarak dahil olması gerekecektir. Bu konular su yüzüne çık­
tığında, gazeteler ve diğer medya organları yoluyla tanınacaktır
ve basının olay yerine gelmesini sağlayacaktır.
Modem tıp etiğiyle yeni tıp etiği arasındaki en büyük farklı­
lıklardan biri budur. Modern tıp, doktorlara politikadan uzak

140
durmalarını söyler. Elbette bunun tek amacı, doktorların zaten
politikanın içinde çok güçlü bir biçimde yer alıyor oldukları ger­
çeğini saklamaktır. Kilise, statükoyu sever; ama kontrol altında
olduğu sürece. Bu yüzden de potansiyel olarak sorun çıkaranla­
rı korkutup kaçırma becerisine sahip olmak ister. Korkutup ka­
çıramadıklarını gözden düşürmek, saygınlıklarını karalamak
için onları “politikacı” etiketiyle yaftalar.
Yeni tıp, doktorun manastırda yaşayan bir keşiş olmadığını,
toplum hayatmın bir parçası olup topluma katılması gerektiğini
söyler. Doktorlar, politikada aktif rol oynayan toplumsal liderler
olacaklardır; çünkü toplum sağlığı adına duyulan endişeler bunu
talep etmektedir. Su şirketi, halka ait suya flor katmak istediğin­
de, yeni doktor derhal oraya gidip insanları bu uygulamanın bi­
yolojik sonuçlarından haberdar edecektir. Enerji şirketleri, nük­
leer enerji fabrikası inşa etmek istediğinde, yeni doktor orada
öylece durup toplum sağlığının tehdit edilmesine izin vermeye­
cektir. Yeni doktor, tıbbın siyasallaştırılmasına göz yummak ye­
rine, sağlık ve hastalık söz konusu olduğunda siyasi bir tavır al­
mayı kabul edecektir. Yeni doktor, “kötü” politikanın hastalık
faktörlerinden biri olduğunu söylemekten çekinmeyecektir.
Toplumun bu tür katılımları, belirli bir tarzdaki doktoru da
beraberinde getirir: hassasiyet, beceri ve motivasyona sahip
doktorlar yeni tıbbın kurulmasına yardımcı olurlar. Eyleme dö­
nüştürülmek üzere ortaya atılan bütün fikirler, eylemi gerçekleş­
tiren insanlar tarafından çökertilebilir.
Yeni doktor, her yaştan insanla iletişim kuracaktır; yalnızca
doktor hasta ilişkilerinde değil, her türlü sosyal ilişkide de in­
sanlarla arası iyi olacaktır. Yeni doktor, verdiği hizmeti toplum­
sal gelişimin temsilcisi olarak görür; bu yüzden de tıbbın top­
lumsal ve etik esaslarını anlayıp bunların farkında olmaya ihti­
yacı olacaktır.
Yeni doktor, yalnızca bilimin diline değil, halkın diline de aşi­
na olacaktır. Hastalarını sürekli olarak bilgilendirecek-, onları te­
davilerin ileriye dönük olası riskleri ve faydalan hakkında uyara­
cak; sağlıklı kalabilmenin yollarını anlatacak; belirli aktivitelerin

141
ve koşulların sağlığı nasıl etkilediği hakkında aydınlatacaktır.
Doktor hasta ilişkisi, her iki taraf da bilgileri eşit olarak paylaş­
tıkları sürece demokratiktir; ne zaman ki, doktor kendi otoritesi­
ni kurmaya kalkışır, bu “demokrasi” de ister istemez bozulur.
Hasta, doktora gider çünkü onun bilgisine ve eğitimine -ne
düzeyde olursa olsun- güvenmektedir. Doktor kot pantolon da
giyse, üç parçalı takım elbise de giyse bu beni ilgilendirmez; sa­
çının uzun ya da kısa olması da beni ilgilendirmez; son moda bir
klinikte çalışıyor olması ya da ikinci el bir karavanda hizmet
veriyor olması da beni ilgilendirmez. Hasta, doktorun bilgisin­
den fayda sağlamak için oradadır. Doktor, yapacağı seçimlerin
kendisini nasıl etkileyeceğine dair hastayı bilgilendirmek zorun­
dadır. Ancak kendi bilgisinin ve yeteneklerinin temeline daya­
nan yargılara varmaktan da çekinmemelidir. Hasta bunun için
para öder.
Yeni doktor, yeni doğum yapmış bir kadına, bebeğin beslen­
mesi ve bakımıyla ilgili seçenekleri açıkça anlatacaktır; bebeği
biberonla beslemenin emzirmek kadar güvenli ve sağlıklı olma­
dığını kesin bir dille söyleyecektir.
Yeni doktor, eldeki kanıtlara göre hareket etmekten korkmaz.
Kendi bilgisine, eğitimine ve içgüdülerine güveni tamdır; yan
çizmek için fırsat kollamaz: “Yeterince bilgimiz yok. Yeterli ka­
nıt mevcut değil. Daha fazla araştırma yapmamız lazım” gibi
mazeretlere sığınmaz.
Yeni doktor, seçim yapmanın gerekliliğine inandığı için has­
ta doktor ilişkisinin etiğini gözetir. İnsan ırkı, hayatı, ölümü ve
sağlığı hangi noktaya dek idare etme hakkına sahiptir? Tıp, ha­
yat ve ölüm üzerindeki denetimini ne kadar artırabilir? Yapay
organların üretilmesi, organ nakli ve hayat destek birimi maki­
nelerinin kullanımının kapsamına hangi konular dahil edilebilir?
Yeni doktor için işlerin nasıl yapıldığını bilmek yeterli değildir;
neden yapıldığını da bilmek zorundadır. Bir şeyin yapılabilir ol­
ması, onun yapılması gerektiği anlamına mı gelir? Yeni dokto­
run uygulamalarına ve eğitimine nüfuz etmesi gereken etik an­
layışı insan haklarıyla birebir ilgilidir.

142
Bir sağlıkçr olarak yeni doktor, insanın, herhangi bir tekniğin
ifade edilme aracı değil, doğanın bir parçasr olduğunu bilir. İn­
san yeterliliğinin sınırlarının farkında olan yeni doktor, doğal
sürece ne zaman müdahale edeceğini; doğal süreci ne zaman
teşvik edeceğini ve doğal süreci ne zaman akışına bırakacağmı
bilir. Doktorların verebileceği zararların farkında olmak, bu bil­
ginin göstergesidir.
Forest Hastanesi’nin başhekimi olan meslektaşım ve yakın
dostum Dr. Leo I. Jacobs şöyle der: “Tıp sanatı, doktorun, iç
gözlem yapabilme becerisinden ve hastayı, sadece semptom ta­
şıyıcı biri gibi görmek yerine, duyguları, düşünceleri, davranış­
ları, insani ilişkileri, amaçları ve beklentileri olan gerçek bir in­
san olarak anlama kabiliyetinden doğar. Böyle bir doktor, sağlı­
ğı koruma sorumluluğunun öncelikli olarak kendisinde değil,
hastasmda olduğunun farkındadır. Sağlıklı olmanın yolunun,
sevgi dolu bir ortamdan; doğru beslenme alışkanlıkları edinip
egzersiz yapmaktan; işin ve eğlencenin dengeli birleşiminden
oluşan anlamlı bir yaşam sürmekten geçtiğini bilir. Böyle bir
doktor, ilaçlara ve ameliyata sadece, hastanın şikâyetinin eği­
timle, psikolojiyle ya da toplumsal yaklaşımlarla giderilemeye­
ceğinden emin olduktan soma başvuracaktır.”
Yeni doktor, doğanın birincil iyileştirici -ya da asıl doktor-
olduğu gerçeğini kabul eder.
Yeni doktor, bir insanı, hem aile yaşantısına hem de dini ve
toplumsal anlayışına bakarak tedavi eder. Yeni doktor muayene
için evlere gider; aileyle kendi alanında buluşur. Doktor olma­
yanların anlamakta zorlanacağı mesleki dili ve tavsiyeleri bir
kenara bırakır. Hastalarını hastaneye yatırmaktan, hatta orada te­
davi etmekten mümkün olduğunca kaçınmak en önemli hedefi
olacaktır. Bunun için yeni doktor bebeklerin doğumunu evde
yaptırır ve insanlarm bu dünyaya gelirken de bu dünyadan ayrı­
lırken de yoğun bakım şartları içinde olmaları gerektiği fikrini
açıkça küçümser.
Yeni doktor bir cankurtarandır. Yaşamı tehdit eden koşulla­
ra müdahale etmek üzere hazır bekler. Yaşamın başlangıcında,

143
annenin bebeğini normal yollarla doğurmasına izin verir ve ken­
disine ihtiyaç duyulabilecek çok küçük yüzdedeki olumsuz va­
ka olasılığına karşı hazır bekler.
Cankurtaran rolünü doktora yükler yüklemez, onun kariyeri
boyunca ne yaptığını ve ne yapmadığını bizler belirleriz. O,
merkezi bir rol oynamaz. Merkezi roller birey, aile ve toplum ta­
rafından oynanır.
Yeni doktor, hastalarının sağlığını “korurken” öncelikleri,
güvenlik ve etkinlik derecelerine göre saptar. Tedavinin Hipok-
rat düzeninde, ilaç ve ameliyattan önce bir rejim belirlenmiştir.
Yeni doktor da bunu yapacaktır. Bir hastanın, kendi bedenine ve
ruhuna sürgit yaptıklarının sağlığı üzerindeki etkisi çok büyük­
tür. Bu etki, doktorun çok kısa bir zaman içinde yapabilecekle­
rinden çok daha fazladır. Yeni doktor, hastasma, kendisinden
uzak olduğu zaman dilimlerinde sağlığını korumak için neler
yapacağını öğretmelidir.
Bütün tıp öğrencilerime öğrettiğim kural şudur: Hasta mu­
ayenehanenizden çıkarken, girdiği ana göre kendisini çok daha
iyi hissediyorsa, ona ne yapmış olduğunuz umurumda değildir.
Yeni doktor, kendi yaşama bakış açısıyla iyileştirir hastasını;
doktorun yaşama sevinci, şevki ve umudu varsa, bunu hastasma
aktarabiliyorsa, bu durumda hasta da kendisini iyi hissedecektir.
Hangi tekniği kullanırsa kullansın, şifacı, şifacıdır. Bunun bilin­
cinde olan yeni doktor, kişiliğinin ve insanlığının bütün kaynak­
larını cömertçe hastasına sunacaktır.
Elbette yeni doktora da kendi hikâyenizi anlatmalısınız ki,
hayatınızdaki sağlıklı ve sağlıksız etkileri belirleyebilsin. Ancak
yeni doktor size sağlıksız bir yaşam sürdürdüğünüz önyargısıy­
la yaklaşıp sizi yargılamayacaktır; sadece yaptığınız şeyin far­
kında olmanızı sağlayacaktır. “Hatalara” uyum sağlayıp bunları
telafi etmek konusunda inanılmaz yetenekli olan bedenimizin,
kendi arınma güçleri olduğunu biliyoruz. Günahınızın bağışlan­
ması için önerilen kefareti hâlâ yerine getirmek zorundasınız;
ancak arada bir fark vardır: yeni doktor sizi kutsal sularda boğ­
maz ve size, ancak şu ya da bu ilacı kullanıp kendinizi sakatlar­

144
sanız bağışlanacağınızı bildirmez. Yeni doktor sizi hiçbir inti­
kamcı tamıya kurban etmez. Sizin kefaretiniz biyolojiktir. Yeni­
den dengeye ulaşmanız için ödemeniz gereken bedeldir. Çok ile­
ri gitmişseniz, bunun telafi edilmesi için bir müddet fazlaca be­
del ödemeniz gerekecektir.
Doğal olarak yeni doktor, insanları hastalıklardan sakınmala-
rı için motive etmeye de çalışır. Kimi zaman bir kişinin davra­
nışlarının değiştirilmesinde en güçlü motivasyon faktörlerinden
biri, yaptrğı şeyin zararları konusunda onu uyarmaktır. Yüzeysel
semptomlar yerine hastalıkların sebepleriyle ilgilenen yeni dok­
tor, rafine edilmiş şeker ve un tüketmek, fazlasıyla işlenmiş gı­
dalar tüketmek, sigara içmek ve egzersiz yapmamak gibi konu­
larda hastalarını sürekli uyaracak; bu anlamda, suçluluk duy­
gusundan da yararlanacaktır.
Yeni doktorun suçluluk duygusunu kullanış şekli, hayal kı­
rıklığı ve korku yaratmaktan uzak olacak; insanları sağlıklı alış­
kanlıklar edinmeye motive edecek nitelikte olacaktır. Ortada
hiçbir ikilem olmamalıdrr. Bir şey sizin için ya iyidir ya da kö­
tü. Yeni doktor, bu ikisi arasındaki farkr bildiğinizden emin ola­
caktır. Bu fark, politik ya da dinsel olarak değil, biyolojik olarak
belirlenecektir. Biberonla beslenmenin yanlış olmasının sebebi,
çok sayıda sağlıksız koşul yaratıp bebeği, mide bağırsak hasta­
lıklarına, alerjilere, enfeksiyonlara maruz bırakması; anne bebek
arasındaki bağın zayıflamasına yol açmasıdır. Yeni doktor, bir
kadının bedeninin kendisine ait olduğuna inanır ama kürtajın da
yüksek oranlarda kısırlığa ve başka pek çok komplikasyona se­
bep olduğunu biyolojik olarak bilir. Uygun biçimde bilgilen­
dirildiğinde kadmın seçme şansı olacağını da bilir. Doktor, kür­
tajın, ileride prematüre bebek dünyaya getirme olasılığını yüzde
elli oranında artıracağını kadına söylemelidir. İsrail’de on bir
bin hamile kadının incelendiği araştırmadan da bahsetmelidir.
Bu araştırmaya göre: “Daha önce kürtaj olmuş kadınların, nor­
mal doğum yapma olasılıklarının çok daha az olduğu görülmüş­
tür. Kürtajı takiben gerçekleşen doğumlarda, erken bebek ölüm­
lerinin göreceli riski iki kat, geç bebek ölümleri riski de üç dört
kat artmıştır. Düşük kilolu bebeklerin doğma sıklığında, bir kür­

145
taj geçmişi olmayan annelerin bebeklerine göre önemli artışlar
olmuştur. Büyük ve küçük doğum kusurlarında da artışlar ol­
muştur.”
Yeni doktorun dürüstlüğü, modern tıbbın her şeyin tedavi
edilebilir olduğunu ve doktorun yetenekleri ne olursa olsun sizi
iyileştireceğini söyleyen efsanevi iddiasını inkâr edecek kadar
keskin bir dürüstlük olacaktır. Yeni doktor, gerçek dermanın bu­
lunmasının çok zor olduğu ve hatta bazı hastalıkları mucizelerin
tedavi ettiği konusunda hastalarını bilgilendirir. B öylece hasta­
lar, onlara uzun ve sağlıklı bir yaşamm anahtarım verecek olan
dengeli yaşamdan uzaklaşmaya karşı uyarılmış olurlar.
Yeni doktor, ilaçların ve ameliyatın vaat edilen faydaları ko­
nusunda şüpheci olacaktır. Onun en önemli sorumluluk alanla­
rından biri, insanları gereksiz ameliyatlara ve ürünlerini zorla
satmaya çalışan ilaç şirketlerine karşı korumaktır. Yine de, yeni
doktor yararlı teknolojiden vazgeçmez. Bunun yerine, faydalı
makinelerle yalnızca makine oldukları için kullanılan makineler
arasında bir ayrım yapar. Bilimsel ekipmanların kullanılması
konusunda eğitilmiştir; ancak bunların risklerini ve eksiklikleri -
ni de öğrenmiştir. Hepsinden önemlisi, kesinlikle gerekmediği
sürece makinelere bel bağlamaz. Teknolojinin, sağduyu ve içgü­
dülerin üzerine geçmesine izin verilmesinin ne gibi tehlikeleri
olduğunun farkındadır.
Yeni doktor, modern tıbba ait makinelerin büyük bir çoğun­
luğunu reddettiğinden, alternatif tedavi yöntemleri hakkında bil­
gilidir. Beslenme terapisi, akupunktur, kinesiyoloji, şiropraktik,
homeopati de bu tedavi yöntemleri içinde yer alır.
Yeni doktorun öncelikli faaliyetlerinden biri, hastaları uz­
manların aşırılıklarına karşı korumaktır. Yeni doktor, hastayı,
tek bir noktada birikmiş hastalık belirtisi yığmı olarak görmek
yerine, insanın bütününü hastalığın olası sebebi olarak göre­
cektir.
Etik kuralların ışığı altında, herkesi bilgilendirmeyle, doktor­
ların genel olarak eğitilmeleriyle, nihayet uzmanlar büyük ölçü­
de yok olacaklardır. Hastane bağımlılığı, yaşamm erken döne­

146
minde (doğumda) yok edilirse, yaşamın ileriki dönemlerinde bir
alışkanlık haline gelmeyecektir. Bebeklerin evde dünyaya gel­
meleri, cerrahların ve kadın-doğumcuların yüzde doksan beşinin
ortadan kaybolmalarına neden olacaktır. Psikiyatrik kemoterapi,
psiko-ameliyat, elektroşok terapisi, analizler ve danışmanlık
hizmetleri başarısız oldukça psikiyatrinin büyük çoğunluğu da
ortadan kaybolacaktır. Çok yüksek kazançlı uygulamalar kulla­
nan dahiliye iflas edecektir; yıllrk kontroller, hipertansiyon tara­
maları ve doğal yollarla tedavi edilebilecek hastalıklar için ilaç
terapilerim satacak kimse bulamayacaklardır. İnsanlar, ortada
geçerli bir neden yokken doktorların kendilerini sakatlamalarına
izin vermeyi reddetmeyi öğrendikçe, cerrahi de büyük ölçüde
kaybolacaktır. İnsanlar, ameliyata gerek kalmadan kendilerini
iyileştirebilecek yeni doktorlarr her gün daha fazla sayıda bula­
bildikçe cerrahi yok olacaktır. Kanser tedavisinde kullanılan ke­
moterapi, ameliyat ve radyasyonun aslında mantıksız ve bilim­
sel olarak desteklenmemiş uygulamalar oldukları açığa çıkarıl­
dıkça, bütün geleneksel onkoloji sahası ortadan kaybolacaktır.
Ve elbette, daha çok anne bebeğini emzirmeye teşvik edildikçe
çocuk hastalıkları uzmanları da ortadan kaybolacaklardır.
Yeni doktor, uzmanları tıbbı bakım işinin dışında tutmakla
kalmaz, aynı zamanda kendisini de işin dışında tutar. Doktorlar,
işin içinde olma sebeplerinin işin dışında kalabilmek olduğunu
söylerlerdi ama bu sadece bir slogandı. Zaten artık böyle bir şey
söylediklerini asla duyamazsınız. Ama yeni doktor, bu sözü ey­
lemleriyle gerçekleştirecektir. İnsanlara, kendilerini nasıl sağlık­
lı tutacaklarını, sağlıklarını nasıl geri kazanacaklarım ve bir pro­
fesyonelin yardımı olmaksızın nasıl dengede kalabileceklerini
öğretecektir. Yeni doktor, bir insanrn her zaman bir doktora ihti­
yaç duyulabileceğini bilse de, doktorun insan sağlığında oynadı­
ğı rol azalacaktır. Bu noktada, doktorların hayatlarmı sürdürme­
leri için tıbbın yanı sıra başka işlerle de uğraşmaları hiç de kötü
bir fikir olmaz. Kesin olan şudur ki, her doktor, yeni doktor ola­
bilse çok daha az doktora ihtiyacımız olurdu ve tıbbi bakım ko­
nusu, insanlarm hayatlarında bugün olduğu kadar önemli bir rol
oynamazdı.

147
Yeni doktor, başkalarına örnek olacak cesurca girişimlere ha-
zırlanmalıdır. Bunun anlamı şudur: Geleneksel doktorlukla iliş­
kili zenginliği, gücü ve statüyü bir kenara bırakmak anlamına da
gelse yapılması gereken yapılmalıdır. Yeni doktorlara yavaş ya­
vaş cesaret aşılamak konusunda bir sorun yaşayacağımızı san­
mıyorum. Benim karşılaştığım doktorlar ve doktor adayları,
hem cesaretle, hem de kendilerini savunma kurnazlığıyla donan­
mış gibi görünüyorlar. Yakın bir zaman önce genç bir doktorla
tanıştım. Diplomasını almaya hak kazanır kazanmaz, yani pra-
tisyenliği biter bitmez, resmi tıp eğitimini terk etmişti. Diploma­
sının nerelerde geçerli olduğunu sorduğumda, beş eyalette dok­
torluk yapma hakkı olduğunu söylemişti. Tıbbi kurumlarla so­
run yaşayabileceğini tahmin ediyordu! Bu nedenle diplomasmı
elinden almaya kalkışacak olurlarsa buna hazırlıklıydı. Uzun sü­
redir karşılaştığım en zeki insanlardan biriydi. Yeni doktor, ken­
disini meselenin dışında tutarak yeterince uzun süre hayatta ka­
labilmek için ne yapması gerektiğini bilir.
Açıkça söylemek gerekirse, yeni doktor, tıp eğitimi sayesin­
de değil, ona rağmen varolacaktır. Ben ve bazı meslektaşlarım,
bunu aklımızdan çıkarmayarak, yeni bir tıp fakültesi projesi ha­
zırladık. Bu proje, şimdilerde, devlet onayını alıp yeni doktor
adaylarını birinci sınıfa kabul etmek için dört gözle bekliyor.
Yeni doktorun eğitimi, sadece temel tıbbi bilimler ve klinik
uygulamaları değil, aynı zamanda sanat ve edebiyatı da içine
alacaktır. Yeni tıp fakültesindeki bütün öğrencilere, insan davra­
nışlarının sağlıkla ve hastalıkla nasıl bir bağlantısı olduğu gös­
terilecektir. Yeni doktorlar, hem yazılı hem de sözlü olarak ileti­
şim kurmak üzere eğitileceklerdir. Televizyon gibi medya or­
ganlarının temel tekniklerini ve sosyal anlamlarını da öğrene­
ceklerdir. Yeni doktorlar, sadece toplumla etkili bir biçimde ile­
tişim kurabilmekle kalmamalıdırlar; aynı zamanda, kendilerini
ve hastalarını etkileyen süreçlerin de farkında olmalıdırlar. Ya­
sal prosedürler, sadece doktorun kendi uygulamalarını koruma­
sında değil, aynı zamanda hastalarının korunmasında da önem­
lidir. Bu nedenle, yeni doktorlar hem avukatlarla hem de yasa­
larla ilgilenmeyi öğreneceklerdir.

148
Yeni tıp fakültesinin, Etik ve Adalet Departmanı olacaktır.
Bir toplumun adalet mefhumu, üyelerinin sağlıklarını, yaşam
beklentisi, bebek ölümleri, hastalık istatistikleri ve tıbbi bakım
kalitesi açısından tayin eder. Kuramsal ekonomik yaprların bu
konuyla bir ilgisi yoktur. Adaletten yoksun olarak toplumsallaş­
tırılmış bir sistem, kötü bir tıbbi bakım hizmeti sağlayabilirken,
adaletle doyurulmuş bir serbest teşebbüs sistemi, iyi bir tıbbi ba­
kım hizmeti sağlayabilir. Teknolojik başarılara keyfi sınırlar ko­
yan ahlaksız bir toplum zarar verici olabilir. Oysa teknolojinin
sunduklarından en iyi biçimde faydalanmaya çalışan ahlaklı bir
toplum, sağlıklı insanlar üretebilir.
Yeni tıp fakültesinde çok güçlü bir Doktor Kaynaklı Hasta­
lıklar Departmanı da olacaktır. Bu departmanda, doktorların
kullandıkları yöntemlerin hastalıklara ve sakatlıklara nasıl sebep
olduklarını göstermek için bütün tıbbi disiplinlere ve özel nite­
liklere ihtiyaç duyulacaktır. Doktorlara ve profesörlere, tıbbi ba­
kım hizmetlerinin iyilikten çok kötülük yaptığını kanıtlayacak;
önerilen tedavi yöntemlerinin verdiği zararı kanıtlayacak araş­
tırmalar için para ödenecektir.
Yeni tıp fakültesi, geleneksel tıp fakültelerinin teşvik ettiği
rol modellerini ve uzmanlığı destekleyen eğitim yapısını benim­
semek yerine, bilgiyi genelleştirmeyi seçecektir. Yeni tıp fakül­
tesi, tedavi konusunda fikirlerin paylaşrldığı açık bir forum ola­
caktır. Öğrencilere yalnızca tıp doktorları değil, kemik hastalık-
larr uzmanları, sinir sistemi uzmanları, doğal terapi uzmanları ve
beslenme uzmanları da ders vereceklerdir. Yeni doktorların, bu
fikir ve uygulamaları soyut akademik prensipler olarak öğren­
melerini istemiyoruz. Öncelikle bütün bunların uygulanışlarını
görmelerini istiyoruz.
Yeni doktor, her birkaç yrlda bir modası geçmeyen yöntem
ve prensipler konusunda eğitileceklerdir. Şu an öğretilmekte
olan bilgilerin yüzde elli ila doksanı bir zaman soma yanlış ya
da güncelliğini yitirmiş olduğu gerekçesiyle veya konuyla ilgisi
olmadığı gerekçesiyle reddedilmektedir. Teşhis ve tahminin te­
meli gibi konularda öğretilmesi gerekenleri öğretmek için yete­
rince vaktimiz olacaktır.

149
Yeni tıp fakültesi, farklı kişiliklerde öğrenciler seçerek yeni
doktorlar yaratmaya başlayacaktır. Geleneksel tıp fakültesi giriş
sınavlarında yüksek notlar alan öğrenciler, başarı odaklı kişiler
olma eğilimi gösterirler. Tıbbın gerçek hedefleriyle irtibatlarını
kaybederler. Doğanın dengesini onarmak yerine, hakimiyeti ele
geçirmek için teknoloji yarışma kapılıp giderler. Yeni tıp fakül­
tesi nicel testleri bir kenara bırakır ve insanlara bir şey yapmak
ya da onlar için bir şeyler yapmak yerine, diğer insanlarla bir­
likte olmaktan hoşlanan insanları arar. Kendilerini küçük gör­
dükleri ve kendilerine güvenmedikleri için, akranlarına meydan
okuyarak, statülerini savunarak sürekli olarak kendilerini kanıt­
lamaya ihtiyaç duyan insanlar istemiyoruz. Bu karakterler, hem
çevreleri için, hem de kendileri için sağlıksızdır.
Birkaç sene önce, bir tıp fakültesinde o sene yeni başlayan
tıp öğrencileri için bir konuşma yapmam istenmişti. Konuşma­
mın başlığı “Tıp Fakültesi’nde Nasıl Ayakta Kalınır?” sorusuy­
du. Onlara çok sayıda kuraldan bahsettim. Bu kurallardan biri,
tıp fakültesine gelmeden önce tanımış oldukları insanlarla dost­
luklarını sürdürmeleriyle ilgiliydi. Doktor ya da doktor adayı ol­
mayan insanlara yakın durun. Çok fazla çalışmayın. A almak
için çabalamayın. Tıp fakültesinden atılmak neredeyse mümkün
değildir; yani sadece sessizce geçip gidebilirsiniz. Eğitiminiz
için büyük bir yatırım yapın; ama aşırı olmasın. Hayatınızın ge­
ri kalan kısmını dışarıda bırakacak bir yatırım yapmayın.
Konuşmamı bitirdikten sonra, okulun dekanı ayağa kalktı ve
söylediğim her şeye katıldığım bildirdi ama öğrencilerin daima
hatırlamaları gereken bir şey olduğunu belirtti: tıp fakültesine
girdiğinizde, yeni bir hayata başlamış olursunuz!
Yeni tıp fakültesindeki öğrenciler, farklı biçimlerde eğitim
alacaklardır. Fakülteyle ilişkileri, ticaret okulu eğitimlerinin pa­
sif alıcılarına benzer olmak yerine, mezun öğrencilerin aktif ola­
rak yer aldıkları disiplin çalışmalarına benzeyecektir. Yeni tıp
fakültesi, bir araştırma enstitüsü ya da bir hastane olmayacaktır.
Bir okul olacaktır. Öğrenciler, hastanelere değil, öğretmenlere
teslim edileceklerdir. Öğretim formatı, konularında uzman eği­

150
timciler veya anlaşmalı olarak çalışan profesyonel kişiler tara­
fından yürütülecektir. Öğrenciler, kendi eğitimleri adına sorum­
luluk alacaklardır.
Bu genç adamlar ve genç kadınlar fakülteden mezun olduk­
larında, onları, sürünün geri kalanlarından ayırt etmekte hiç so­
run yaşamayacaksınız. Devlete, yeni tıp fakültemiz için başvu­
rumuzu hazırlarken, çok sayıda tıp fakültesini ziyaret ettik. Bun­
lardan biri de küçük bir yerleşim biriminde yer alan yeni bir fa­
külteydi. Nelerle uğraşıp, hangi zorlukların üstesinden geldikle­
rini anlattılar; görüşme biterken yöneticilere tek bir soru yönelt­
tik: Mezunlarınızın arasına bir grup Harvard Trp Fakültesi me­
zunu karrşsaydı, onları birbirlerinden ayırt edebilir miydiniz?
Verdikleri cevap şöyleydi: “Hayır, ayırt edemezdik. Bizim öğ­
rencilerimizin Harvard’daki öğrencilerden hiçbir farkı yok.”
İşte bu noktada, bu okulla hiçbir ilişkimiz olamayacağına ka­
rar verdik. Bizim öğrencilerimiz kolaylrkla tanınabilecekler; on­
ların ilk kuralı şu olacak:
İlk Amaç Zarar Vermemek!

151

You might also like