Professional Documents
Culture Documents
DOKTORUN
İTİRAFLARI
Türkçesi
Betül Y. Arslancan
©PEGASUS AJANS
AYKIRI BİR DOKTORUN İTİRAFLARI
© 1979 by Dr. Robert S. Mendelsohn
T Ü R K Ç E S I
BeliU Y. Ar s!a rican
YAYIN YÖNETMENİ
Nil Giiıı
EDİTÖR
Yonca Hancıoğlu
KURALDIŞI YAYINCILIK
Caferağa Malı. Sakız Sak. Nr>: 617 34710 Kadıköy-İstanbul
Tel: 0216. 449 98 05 pbx Faks: 0216. 348 00 69
email: yayin@kuraldisi.com
www.kuraldisi.com
İçindekiler
Teşekkür
• 5•
Sunuş
• 6 •
İnanmıyorum
.9.
Birinci Bölüm
Tehlikeli Teşhis
• 17 •
İkinci Bölüm
Katliam Mucizesi!
•41 •
Üçüncü Bölüm
Sakatlama Törenleri
• 71 •
Dördüncü Bölüm
Kötü Kader Tapınakları
. 9i .
Beşinci Bölüm
Doktor Kaynaklı Ölümler
• 115 •
Altıncı Bölüm
Şeytanın Rahipleri
• 123 •
Soıısöz
Yeni Doktor Arayışı
• 139 •
İnsan kurallara sığma:!
Teşekkür
5
Sunuş
Nil Gün
Nisan 2005
İnanmıyorum
9
körlük oranıysa daha fakir hastanelere göre apaçık daha fazlaydı
çünkü bu merkezler en iyi hastane ekipmanlarını satın alabilecek
güce sahiptiler; küvöze pompalanan oksijenin tamamının bebeğe
ulaştığını garanti eden en pahalı ve en modern plastik küvözler
buralardaydı. Oysa maddi durumu daha kötü olan hastanelerde
eski moda küvözler kullanılıyordu. Bunlar çok gevşek metal ka
paklı banyo küvetleri gibiydi; öylesine fazla sızıntı vardı ki,
pompalanan oksijen miktarı sonucu değiştirmiyordu çünkü kü
vöze bebeği kör etmeye yetecek kadar oksijen gitmiyordu!
Prematüre bebeklerdeki solunum rahatsızlıklarını tedavi et
mede kullanılan Teramisin adlı antibiyotiğin kullanımı konulu
bilimsel bir makalenin parçası olduğumda da hâlâ inanıyordum.
Antibiyotiğin hiç yan etkisi olmadığını iddia ediyorduk. Tabii
yoktu. Teramisin’in ya da başka bir antibiyotiğin yan etkisi ol
madığını görmeye yetecek kadar, hatta söz konusu enfeksiyon
larda etkili olduğunu görmeye yetecek kadar uzun süre bekle
memiştik ki. Ama Teramisin ile diğer tetrasiklin grubu antibiyo
tikler binlerce çocuğun dişlerine sarı yeşil renk verip kemikle
rinde de tetrasiklin tortulan bırakacak kadar etkiliydi.
Bademciklerin, lenf düğümcüklerinin ve timus bezinin ışınla
tedavi edilebileceğine de inandığımı itiraf ediyorum. Radyasyo
nun tabii ki zararlı olduğunu, ancak bizim kullandığımız dozla
rın kesinlikle zararsız olduğunu söyleyen profesörlerime inan
mıştım.
Yıllar sonra -zaman içinde, “kesinlikle zararsız” denilerek
ekilen radyasyon tohumlarının on ila yirmi yıl sonra tiroit tü
mörleri mahsullerini biçtiğini anlayacaktık- bazı eski hastaları
mın tiroit bezleri üzerinde oluşan yumrularla muayenehaneme
geldiklerini görünce şaşırmaktan kendimi alamamıştım. Neden
bana geliyorlardı ki? Bana geliyorlardı, yani bunu onlara ilk
başta yapan kişiye!
Artık modern tıbba inanmıyorum.
Artık başka bir şeye inanıyorum; bütün o süper teknolojiye
rağmen ve size kendinizi Ay’a ayak basacak bir astronotmuşsu
nuz gibi hissettiren o seçkinci başucu ihtimamına rağmen, sağ
10
lığınıza yöneltilen en büyük tehdidin modem tıp anlayışına sa
hip doktorunuzdan geldiğine inanıyorum.
Modern tıp tedavilerinin nadiren etkili olduğuna inanıyorum.
Hatta bu tedavilerin hastalıklardan bile daha tehlikeli olduğuna
inanıyorum.
Önemsiz hastalıklarda son derece tehlikeli prosedürlerin
yaygın olarak kullanılmasının bu tehlikeleri daha da arttırdığına
inanıyorum.
Modem tıp uygulamalarının yüzde doksanından fazlası yer
yüzünden silinecek olsa bundan sağlığımızın derhal ve olumlu
yönde etkileneceğine inanıyorum; yani doktorların, hastanelerin
ve ekipmanların yüzde doksanından fazlasının ortadan kalkma
sında insan sağlığı açısından büyük fayda olduğuna inanıyorum.
Modern tıbbın, kritik koşullar göz önünde bulundurularak ta
sarlanan aşırı güçlü tedavilerinin, sıradan durumlarda da gönül
rahatlığıyla kullanılmasının kelimenin tam anlamıyla haddini
aşmak, fazla ileri gitmek olduğuna inanıyorum.
Modern tıp her an her dakika fazla ileri gidiyor zaten; aslına
bakacak olursanız bununla da gurur duyuyor. Bir süre önce ya
yımlanan “Cleveland’ın Müthiş Tıp Fabrikası” adlı makalede
Cleveland Kliniği’ne önceki yıl elde ettiği “başarılar” dolayısıyla
övgüler düzülüyordu: “2980 açık kalp ameliyatı, 1,3 milyon labo
ratuar testi, 73.320 EKG çekimi, 7770 tüm vücut röntgen tarama
sı, 210.378 adet radyolojik çalışma, 24.368 cerrahi işlem.”
Bu işlemlerden tekinin bile insanın sağlığını korumaya ya da
insanı sağlığına kavuşturmaya en küçük bir katkısı olduğu kanıt
lanmamıştır. Ancak Cleveland Kliniği’nin kendi bülteninde ya
yımlanan bu makalede, kaç kişinin bu pahalı savurganlıklar sa
yesinde iyileştiğine değinilmiyordu bile. Çünkü bu fabrikanın
ürünü kesinlikle sağlık değildi.
Tıp “fabrikası”na övgü düzmenin anlamı şudur; doktora git
ti ğinizd^ız7Ha?üni'gyi7mı^TmcTâ^^
ıak deeıTlinJahrikasınm ürünleri için potansiyel pazar olarak
görüliiXıS'inii-7
11
Hamileyseniz doktora gidersiniz ve doktorunuz da size san
ki hastaymışsınız gibi davranır. Bebek dünyaya getirmek, teda
vi edilmesi gereken dokuz aylık bir hastalıktır. Bu durumda si
ze, damar içi sıvı torbaları, cenin izleme monitörleri, bir yığın
lüzumsuz ilaç, tamamen gereksiz dikişli doğum (epizyotomi) ve
üretim hattının en iyi ürünü olan sezaryenle doğum satılır.
Nezle ya da grip olduğunuz için doktora gitmek gibi bir hata
yapacak olursanız, verilen antibiyotikleri, yani “hapı” yutmakla
mükellefsiniz demektir. Oysa bu antibiyotikler sadece nezle ve
gribe karşı güçsüz olmakla kalmaz aynı zamanda sizi daha kötü
belalarla baş başa bırakır.
Çocuğunuz diğer çocuklara göre biraz daha enerjikse, öğret
meni de onunla başa çıkmakta zorlanıyorsa, doktorunuz çok ile
ri gidebilir ve çocuğunuzu ilaç bağımlısı yapabilir.
Bebeğiniz günlük besinini alıyor ancak doktorun çizelgesin
de belirtilen rakamlara paralel olarak kilo almıyorsa, doktorunuz
doğal süreci durdurmak için emzirmenize ilaçlarla son verebilir
ve insan yapısı tehlikeli formüllere bebeğin midesinde yer aça
bilir.
Rutin kontroller için doktorları ziyaret edecek kadar aptalsa
nız, danışmadaki görevlinin hırçınlığı, ortalık yerde içilen siga
ralar ya da sadece doktorun varlığı tansiyonunuzu yeteri kadar
yükseltebilir; siz de eve eliniz boş dönmemiş olursunuz. Yüksek
tansiyon ilaçları sayesinde “kurtarılan” bir hayat daha ve sona
eren bir cinsel hayat daha! İlaç tedavilerinin yol açtığı iktidarsız
lık, psikolojik sorunların sebep olduğundan kat be kat fazladır.
Dünyadaki son günlerinizde bir hastaneye yakın mesafede
oturacak kadar şanssızsanız, doktorunuz günlüğü beş yüz dola
ra gelen ölüm yatağınızın en son elektronik donanımlara sahip
olduğunu garanti edecek ve yanınıza son sözlerinizi duyacak yı
ğınla yabancı personel verecektir. Ama bu personele, ailenizi
sizden uzak tutmaları için maaş verildiğinden, söyleyecek hiçbir
sözünüz olmayacaktır. Çıkaracağınız son ses de kalbinizi bağla
dıkları cihazın elektronik ıslık sesi olacaktır. Akrabalarınız da
katılımda bulunacaklar elbette; faturayı ödeyerek.
12
Çocukların doktorlardan korkmalarına şaşmamak gerek. On
lar biliyorlar! Onların gerçek tehlikeler karşısında içgüdüleri
yozlaşmamıştır. Aslında korku en doğal duygulardan biridir. Ye
tişkinler de korkar ama bunu itiraf edemezler; kendilerine bile.
Büyüdüğümüzde bize olan şudur: Korku duygumuzu yitirmeyiz
ama dönüştürürüz, başka bir şeyden korkar hale geliriz. Doktor
dan değil ama öncelikle bizi doktora götüren sebepten korkma
yı öğreniriz; yani bedenimizden ve onun doğal süreçlerinden.
Bir şeyden korktuğunuz zaman ondan sakınırsınız. Onu gör
mezden gelirsiniz. Ondan kaçınırsınız. Yokmuş gibi davranırsı
nız. Korktuğunuz şeyle başka birinin ilgilenmesine; sizin adını
za bir başkasının endişelenmesine izin verirsiniz. İşte doktorlar
yönetimi böyle ele geçirirler. Biz onlara izin veririz. Onlara şöy
le deriz: “Bununla hiçbir şekilde uğraşmak istemiyorum doktor,
bedenimi ve başıma açtığı dertleri görmezden geliyorum. Ken
disiyle sen ilgilen. Ne yapman gerekiyorsa yap!”
Eh, o da gerekeni yapar.
Doktorlar, reçeteye yazdıkları ilaçların yan etkileri hakkında
hastalarını bilgilendirmedikleri eleştirilerine karşı kendilerini,
bu tür bir dürüstlüğün doktor hasta ilişkisini zedeleyeceğini söy
leyerek savunurlar. Bu savunma, doktor hasta ilişkisinin teme
linde bilgiden başka bir şeyin yattığına işaret etmektedir; bunun
temelinde inanç yatmaktadır.
Doktorlarımızın iyi olduğunu biliyomz demeyiz, onlara ina
nıyoruz, deriz. Onlara güveniyoruz. Hatta onlara tapıyoruz.
Doktorların aradaki farkın farkında olmadıklarını düşünme
yin. Bu oyunu var güçleriyle oynamadıklarına bir dakikalığına
bile inanmayın ve bütün oyunlarda kâr zarar hesabının yapıldı
ğını zinhar unutmayın. İhtiyacımız olmayan, modern tıbbın yüz
de doksanından biraz daha fazlasıdır; yani bizi öldürmek için
hazır bekleyen kısmı.
Modem tıp, ona duyduğumuz inanç olmadan hayatta kalamaz.
Çünkü modern tıp ne bir sanattır ne de bir bilim. O bir dindir!
Dinin tanımlarından biri, içimizde ve çevremizde olan anla
şılmaz, gizemli olaylarla başa çıkmak için organize olmuş her
hangi bir çabadır. Modern Tıp Kilisesi en anlaşılmaz doğaüstü
olaylarla ilgilenmektedir: doğum, ölüm, bedenimizin bize yaptı
ğı ve bizim ona yaptığımız her türlü numarayla ilgilenir. James
Geoıge Frazer’m Altın Dal (The Golden Bough) adlı kitabında
din, “doğanın ve insan yaşamının yönünü tayin ve kontrol etti
ğine inanılan” insandan üstün güçlerin lütfunu kazanma girişimi
olarak tanımlanır.
İnsanlar, insan yaşamının yönünü tayin ve kontrol ettiğine
inanılan güçlerin lütfunu kazanmak için Modern Tıp Kilisesi’ııe
milyarlarca dolar harcamasınlar da ne yapsınlar?
Gerçeğin görülenle, duyulanla, hissedilenle, tadılanla ve
koklananla sınırlı olmadığı ya da buna bağımlı olmadığı iddiası
bütün dinlerin ortak söylemidir. Bu karakteristiğinden yola çıka
rak modem tıp dinini kolaylıkla test edebilirsiniz: Doktorunuza
defalarca “Neden?” sorusunu sormanız yeterli olacaktır. Neden
reçeteye bu ilacı yazıyorsunuz? Neden bu ameliyat bana fayda
lı olacak? Ben bunu neden yapmak zorundayım? Siz bunu bana
neden yapmak zorundasınız?
Sadece “Neden?” diye sorun. Yeterince soracak olursanız er
geç İnanç Darboğazı’na varacaksınız. Durumunuza dair bilgiyi
tekelinde tutan doktorunuz, bu konuda merak ettiğiniz her şeyi
öğrenip anlamaktan başka bir seçeneği kabul etmediğinizi gö
rünce mutlaka geri adım atacaktır. Bana güven gerisini merak
etme sen meselesi.
Tıbbi dalalet ünitesinin ilk dersini işlemiş bulunuyoruz. Ge
lelim ikinci dersimizin konusuna: Şayet bir doktor size korktu
ğunuz bir şey yapmak isterse ve siz de, doktorunuza, Bana gü
ven gerisini merak etme sen dedirtecek kadar çok “Neden?” so
rusu sorduysanız, yapmanız gereken şey derhal, arkanıza bile
bakmadan oradan mümkün olduğunca hızla uzaklaşmaktır.
Ne yazık ki bunu çok az kişi yapar. Çoğu boyun eğer. İçlerin
deki korkuyu, büyücü doktor maskesinden duydukları; maske
nin ardındaki anlaşılmaz varlıktan duydukları; olmakta olanın
bilinmezliğinden ve olabileceklerin esrarengizliğinden duyduk
ları korkuyu, sahnelenen oyuna duyulan saygı ve hayranlıkla ka
rışık korkuyla takas ederler.
14
Oysa hiçbiriniz, büyücü doktorun burnunun dikine gitmesine
izin vermek zorunda değilsiniz. Modern tıptan kurtulabilirsiniz;
üstelik bunu yapmakla sağlığınızı tesadüflerin eline terk etmiş
de olmazsınız. Aksine, sağlığınızı daha az tehlikeye atmış olur
sunuz. Donanımsız ve hazırlıksız bir şekilde, bir doktorun mu
ayenehanesine, bir kliniğe ya da bir hastaneye adım atmak zaten
yapabileceğiniz en tehlikeli şeydir. Hazırlıklı olmak derken kas
tettiğim, sağlık sigortanızın olması gerekliliği falan değil. Canlı
girdiğiniz hastaneden yine canlı çıkabilme misyonunu üstlenmiş
olmanız. Bu da, yeterli donanıma, beceriye ve kurnazlığa sahip
olmayı gerektirir.
Donanımınızın öncelikli aracı, düşmanla ilgili yeterli bilgiyi
edinmek olmalıdır. Modern tıbbın aslında bir din olduğunu kav
radığınız anda onunla savaşabilecek yeterliliği de kazanırsınız;
karşınızdaki düşmanın sanat ya da bilim olmadığını bilirseniz
kendinizi daha etkin biçimde savunabilirsiniz. Modern Tıp Kili
sesi tabii ki kendisinin bir din olduğunu hiçbir zaman kabul et
mez. Tıp dinine adanmış bir kutsal tıp binası görmeniz mümkün
değildir, bu binalar her zaman tıp sanatına ya da tıp bilimine
adanmıştır.
Modern tıp, hayatta kalabilmek için inanca ihtiyaç duyar.
Bütün dinlerin buna ihtiyacı vardır. Modem Tıp Kilisesi’ni
ayakta tutacak olan da elbette inançtır; yeryüzündeki bütün in
sanlar sadece bir günlüğüne ona inanmayı bırakacak olsa bütün
sistem çöker. Yoksa hangi kurum, üzerindeki büyük şaibeyi or
tadan kaldırmadan modern tıbbın insanlara yaptırdıklarım yaptı
rabilirle gücüne sahip olurdu? İnancı olmasaydı, kim yapay yol
larla uyutulup başına neler gelebileceği konusunda en küçük bir
fikre sahip olmadan bedeninin kesilip biçilmesine izin verirdi?
İnancı olmasaydı, hangi aklı başında insan, kimyasal maddele
rin kendisine neler yapacağı hakkında en küçük bir fikre sahip
olmadan her yıl tonlarca ilaç yutardı?
Modern tıp, kendi uygulamalarına tarafsız olarak bakabile
cek durumda olsaydı, bu kitaba hiç gerek kalmazdı. Ama o bu
nu başaramadığına göre ben size modern tıbbın, inançla bağlan
manız gereken bir din olmadığını göstereceğim.
15
Bazı doktorlar hastalarını korkutacaklarından endişe ederler.
Bu kitabı okuyan sizler de bir biçimde benim hastam sayılırsı
nız. Bence korkmalısınız. Huzuru ve özgürlüğü tehdit altında
olan birinden beklenen de budur: korkmak! Sağlıklı olan budur
ve şu anda siz ciddi biçimde tehdit altındasınız.
Doktorunuzun bildiği ama size söylemediği şok edici bazı
gerçekleri öğrenmeye hazırsanız; doktorunuzun sizin için bir teh
dit olup olmadığım ortaya çıkarmaya hazırsanız; kendinizi dok
torunuzdan nasıl korumanız gerektiğini öğrenmeye hazırsanız
okumaya devam etmelisiniz. Çünkü bu kitabın konusu işte bu.
16
Birinci Bölüm
TEHLİKELİ TEŞHİS
19
yirmi beşinde EKG kalp krizini tespit edebilmiş; yarısında be
lirsiz bulgu vermiş ve geri kalanlarda da kişinin kalp krizi ge
çirdiğini anlayamamıştır. Başka bir araştırma da, sağlıklı kişi
lerden elde edilen bulgularla yapılan EKG okumalarının yarı
sından fazlasının hatalı biçimde anormal çıktığım ortaya koy
muştur.
Yine de doktorların, kalp sorunlarını tespit eden bir dedektör
olarak gördükleri EKG’ye olan güvenleri en ufak biçimde sar
sılmamıştır. Gözümde tekrar tekrar canlandırdığım şöyle bir
sahne vardır: Kalp krizi geçirdikten sonra yoğun kalp bakım
ünitesinde yatmakta olan bir hastayı hayal ederim. Gerçekten
çok rahat koşullarda, steril bir ortamdadır; ta ki bir hemşire,
elinde şırıngasıyla kendisine yaklaşıncaya kadar. Hemşire
EKG’de bir düzensizlik görüldüğünü ve bu durumun derhal dü
zeltilmesi gerektiğini açıklar. Elektronik izleme ekipmanlarında
yüksek oranda hata görüldüğünden ve elektriğin aynı bakım üni
tesi içinde bir monitörden diğerine sıklıkla sızıntı yaptığını gös
teren araştırmalardan tabii ki hiç haberi yoktur. Benim hayali
kahramanımsa hemşireye karşı çıkıp ona yalvarır: “Hemşire
Hanım, lütfen nabzıma bakın. Gerçekten de çok düzenli atıyor!”
Hemşire, hastaya bunun hiçbir faydası olmayacağını söyler. Ma
kineyle tartışamazsın! Şırıngayı derhal hastanın koluna daldırır.
Sonucu tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde.
Gördüğünüz gibi hiç de o kadar fantastik bir hayal değildir
bu. “Gelişmiş” kalp bakım ünitelerinde hastaların kalp atışlarını
elektronik olarak “düzeltmek” üzere tasarlanmış elektrikli izle
me cihazları mevcuttur. Hangi hastanın elektrik şokuna ihtiyacı
olduğuna bu cihazlar karar verir. Aslında bir elektrik şokuna ih
tiyacı olmadığı halde makinenin verdiği karar yüzünden elektrik
şoku uygulanan vakalar olduğunu biliyorum.
EEG (Elektroensefelogram) İstem dışı kas kasılmalarına ne
den olan bazı hastalık türlerinin ve beyin tümörlerinin teşhis edi
lip yerlerinin belirlenmesinde mükemmel bir araçtır ama pek
çok kişi bu cihazın sınırlarının farkında değildir. İstem dışı kas
kasılmaları olduğu klinik olarak kanıtlanmış kişilerin yaklaşık
20
yüzde yirmisinde anormal EEG hiç gözlenmez. Buna rağmen
son derece normal kişilerin yüzde on beş ila yirmisinde anormal
EEG olduğu görülmüştür. Beyin aktivitelerini ölçen bir cihaz
olarak EEG’nin güvenilirliğinin tartışmalı olduğunu göstermek
isteyen bir araştırmacı, baş kısmı kireç tozuyla doldurulmuş bir
mankene standart koşullarda EEG bağlamış ve monitörde, “ha
yat belirtisi” olduğuna dair bilgi belirmiştir.
Açıkça görülen hata olasılıklarına rağmen EEG, hâlâ önce
likli teşhis aracı olarak kullanılmaktadır; bir çocukta gerçekten
organik öğrenme güçlüğü olup olmadığını, asgari beyin hasarı
olup olmadığını, hiperaktivite olup olmadığını tespit etmekte ya
da “hastalık” olarak tanımlanmış bu tür yirmi otuz belirtiden bi
rini gösterip göstermediğini tespit etmekte ilk başvurulan cihaz
dır. Bilimsel makale yayımlama ihtiyacında olan çocuk nörolog
ları, inişli çıkışlı EEG bulguları rapor etmiş oldukları gerçeği
karşısında, bir çocuğun davranışlarıyla EEG bulguları arasında
mantıklı bir bağlantı olduğu hususunda görüş birliğine varama
mışlardır.
Ne ki, bilimsel geçerliliğinin tam anlamıyla kanıtlanmamış
olması EEG makinelerinin hızla çoğalmasına ve yapılan ölçüm
sayısının fırlamasına engel olamamıştır. Kariyer arayışında
olan öğrencilere genellikle EEG konusunda bütün alanı kapsa
yan çalışmalar yapmalarını öneriyorum çünkü öğrenme bozuk
luklarıyla ilgili her alan gibi bu da yeni yeni gelişmekte olan bir
endüstri. Bugün eğitimciler, doktorlar ve ebeveynler, bilinçli ya
da bilinçsiz olarak, her türlü davranış sorununun tıbbi bir has
talık haline getirildiği bir komplonun içindeler. Çocuk, anne ba
banın veli toplantısına çağrıldığını belirten bir kâğıt parçasıyla
evine yollanır. Veli toplantısında anne babaya, çocuklarının or
ganik bir beyin problemi olabileceği, hiperaktif olabileceği ya
da beyninde asgari düzeyde bir hasar olabileceği söylenir. An
ne baba, apar topar çocuğu alıp EEG çektirmek için doktora gi
der. Doğruluğu tartışmalı EEG sonuçlarına bakılır ve çocuk ilaç
larla uyuşturulup, öğretmenini huzura kavuşturacak davranış ka
lıbına sokulur.
21
Bu arada, en yaygın ve en tehlikeli teşhis aracı da röntgen
makinesidir. Ne yazık ki, kutsal muayene ayininin en değerli
parçasını oluşturan bu cihaz, aynı zamanda doktorların vazgeç
mekte en çok zorlanacakları cihazdır. Çünkü bilirler; insanlar,
bedenlerinin içini görebildikleri, acının kaynağını ilk bakışta
tespit edebildikleri ve kendilerinin göremediklerini görebildik
leri için doktorların bu güçlerine karşı korkuyla karışık bir say
gı duymaktadırlar. Doktorlar da bu tanrısal güçle âdeta kendile
rinden geçmişlerdir ve bir sivilceyi incelemekten, ana rahminde
ki ceninin gelişimindeki gizemleri çözmeye kadar her şeyde X
ışınlarını kullanırlar. Bebeğin rahimdeki pozisyonunu elle mu
ayene ile tespit edebilme yeteneklerine güvenmeyen birçok ka-
dın-doğum uzmanı X ışınlarının kullanılmasında ısrarcı olmak
tadır; hem de çocuklukta görülen löseminin (kan kanseri) do
ğum öncesinde maruz kalınan radyasyonla bağlantılı olduğu
açıkça raporlanmış olduğu halde.
Tiroit bezindeki doku bozuklukları, ki çoğu kansere dönüşür,
yirmi otuz sene önce baş, boyun ve üst göğüs bölgesi radyasyo
nuna maruz kalmış biıî[erce ihsanda ortaya çıkmaktadır. Diş he-
kimlerinin kuİİdnaîğrnniJîtlîlr^'TŞnnarı cihazının ürettiğinden
daha az miktar radyasyon alınmasıyla tiroit kanserinin gelişebil
diği bulgulanmıştır. Bilim insanları, düşük seviyelerdeki radyas
yonun hem şimdiki nesilde hem de gelecek nesillerde genetik
hasar oluşturma tehlikesini vurgulamaktadırlar. X ışınlarını,
hepsi de yaşlılıkla ilgili olan şeker hastalığı, kalp damar hasta
lıkları, felç, yüksek tansiyon ve katarakt oluşumuna da karıştır
dılar. Radyasyonu kanserle, kan hastalıklarıyla ve merkezi sinir
sistemi tümörleriyle iiişkilendiren pek çok araştırma sonucu
vardır. Yaygın muhafazakâr görüş, tıpta ve dişçilikte kullanılan
doğrudan radyasyonun her yıl sebep olduğu ölüm sayısını dört
binde sabitlemiştir.
Bir şey öğrendiysem o da bu ölümlerin kaçınılmaz olmadığı
dır; tıpkı radyasyonun sebep olduğu başka pek çok sıkıntının ka
çınılmaz olmadığı gibi. Meme röntgeni çekmek için göğse rad
yasyon uygulamanın pratikte pek de işe yaramadığını yirmi beş
sene önce tıp fakültesindeyken öğrenmiştim. Yeni araştırmalar
22
durumun pek fazla değişmediğini gösteriyor. Meme ultrasonla-
rım yorumlamak üzere eğitildikleri söylenen doktorların teşhis
leri, yine meme ultrasonlarım kullanarak meme kanserini teşhis
eden ama bu konuda eğitim almamış doktorlara oranla daha
doğru olmuyor. Otuz seneden fazla bir zaman önce yapılan bir
çalışma, aynı göğüs filmini yorumlayan radyologların yüzde
yirmi dördünün farklı sonuçlar bulduğunu ortaya çıkarmıştır;
hem de ciddi hastalık vakalarında bile! Akciğerde hasar olduğu
nu açıkça gösteren göğüs röntgenlerinden yüzde otuz ikisinin
hatalı yorumlanıp, hasarı tespit edemediğini ortaya koyan araş
tırmalar da cabası. 1959 yılında, uzmanların yüzde otuzu rönt
gen yorumlamak konusunda diğer uzmanlarla uzlaşamamakta;
yüzde yirmisi aynı röntgen filmini yeniden yorumlarken kendi
leri ile uzlaşamamaktaydı. 1970 yılında Harvard’da yapılan bir
çalışma, radyologlar arasındaki uzlaşmazlık oranının hâlâ en az
yüzde yirmi olduğunu gösteriyordu.
Yine de X ışınları, birçok doktorun ve diş hekiminin muaye
nehanesinde dokunulmazlığa sahiptir. Mamografinin, teşhis
edeceğinden daha fazla kansere yol açtığı gerçeğinin bilimsel
olarak ortaya konmuş olmasına rağmen, yüzlerce, binlerce kadın
her yıl meme röntgeni çektirmek için kuyruğa giriyor. Yıllık
röntgenler; işe giriş belgeleri arasmda istenen röntgenler; okula
giriş belgeleri arasmda istenen röntgenler; sağlık kampanyala
rıyla pompalanan röntgenler... bu dinsel tören böyle devam edip
gidiyor. Kusursuz sağlıktan bahsedip de yine de göğüs röntgeni
çektirmeleri için hastalarını zorlayan doktorlarla ilgili şikâyet
mektupları alıyorum. Fıtık ameliyatı olmak için hastaneye yatan
bir adam, altı göğüs röntgeni çektirdiğini söylemişti. Radyolog
ların kendi aralarında yaptıkları konuşmalara kulak misafiri olan
bu kişi, radyasyona maruz kalınan dozlarla ilgili bir deneyin
içinde yer aldığından kuşku duymuştu. Dişindeki kaplamayı de
ğiştirmek için diş hekimliği fakültesine gittiğinde de kendisine
otuz kez X ışını verilmişti.
Röntgen kullanan doktorların birçoğu, hastaların talebi ya da
beklentisi nedeniyle bu yola başvurduklarını söyleyerek kendi
lerini savunurlar. Bu mazeret karşısında ben şu cevabı veriyo
23
rum: “Madem insanlar X ışınlarına bu denli bağımlı o zaman tı
patıp röntgen makinesine benzeyip aynı sesleri çıkaran yapma
makineler kurun. Böylece çok büyük miktarda hastalığın önüne
geçmiş olursunuz!”
Faydadan çok zararı olan teşhis prosedürlerinin bir başka
parçası da laboratuar tahlilleridir. Tıbbi tahlil laboratuarları uta
nılacak derecede yanlış sonuçlar vermektedir. ABD çapında bü
tün laboratuarlar arasmda yapılan bir araştırma, bakteriyolojik
tahlillerle ilgili işlerin yüzde on ila kırkının tatmin edici olma
dığını; yüzde otuz ila ellisinin en basit klinik kimya testlerinde
bile başarısız olduğunu; yüzde on iki ila on sekizinin kan grup
ları belirlenmesi çalışmalarını yüzlerine gözlerine bulaştırdık
larını; yüzde yirmi ila otuzunun da hemoglobin (kanda oksijen
taşıyan protein) ve serum elektrolit (kandaki maddelerin
ayrıştırılması) tahlillerini doğru yapamadıklarım göstermiştir.
Basitçe söylemek gerekirse, yapılan tüm testlerin dörtte birin
den fazlasında hatalı sonuçlar elde edilmiştir. Yine ABD çapın
da yapılan bir başka araştırmada, “yüksek standartlara sahip”
laboratuarların yüzde ellisi sınavı geçmeyi başaramamıştır.
New Jersey’deki iki yüz yirmi beş laboratuarda yapılan yirmi
beş bin analizin tekrarlanması sonucunda, bu analizlerden yal
nızca yüzde yirmisinin kabul edilebilir sonuçlara ulaştığı görül
müştür. Yüzde yetmiş beş içinden de sadece yarısı testleri geç
miştir.
Laboratuar tahlillerine her yıl milyarlarca dolar harcayan
insanların bunun karşılığında gerçekten ne aldıklarını bilmek
istiyorsanız, bağımsız birimlerce denetlenen laboratuarların
yüzde otuz birinin orak hücre anemisini (alyuvarların şekil
lerinin bozulduğu bir kan hastalığı türü) teşhis etmekte başarı
sız olduğunu öğrenmekle işe başlayabilirsiniz. Yapılan tahlil
lerin en az üçte birinde öpüşme hastalığı da denen enfeksiyöz
mononükleoz (Herpes virüs ailesinin bir üyesinin yol açtığı bir
hastalık türü) tanımlanmaktadır. Denetlenen grupların yüzde
on ila yirmisi, örnek hasta numunelerinde lösemi görüldüğünü
hatalı olarak bildirmiştir. Bu grupların yüzde beş ila on ikisi
de, tamamen sağlıklı olan insanlardan alınmış numunelerde bir
24
sorun olduğunu söylemiştir. Benim en sevdiğim çalışmalardan
biri, iki yüz kişiden yüz doksan yedisinin, sadece laboratuar
testlerinin basitçe tekrar edilmesi yoluyla “iyileştirildikleri”
çalışmadır!
Bu tahlil sonuçlarının şok edici olduğunu düşünüyorsanız,
ABD’deki laboratuarların yalnızca yüzde onundan daha az bir
kısmının izlenip denetlediğini de aklınızdan çıkarmayın. Yani
yapılan bu deneyler, en iyi laboratuarlarm en iyi tahlillerini kap
samaktadır. Geri kalanlar için, paranızı öder kaderinize razı
olursunuz; emin olun ki, her geçen gün daha çok para ödeyecek
siniz çünkü eğitimlerine iş başında devam eden doktorlar karşı
laştıkları vakalar üzerinde pratik yaptıklarından hep daha fazla
laboratuar tahlili isterler.
Bu tahlillerin hatalı sonuç verme olasılığı bu denli büyük ol
duğu sürece bunlara olsa olsa kehanet ya da fal gözüyle bakabi
liriz; çıkan sonucun tutarlılığı kâhinin akima ne estiğine ya da
üfürükçünün becerisine kalmıştır. Farz edelim, kâhinin yüce
güçlerle yaptığı pazarlıklar sonucunda tahlil sonuçlarınız muci
zevi bir biçimde doğru çıktı, bu kez de doktorunuzun bu sonuç
ları yanlış yorumlama tehlikesi vardır. Bana yollanan mektup
lardan birinde, bir kadın, son yaptırdrğı rutin incelemeler sıra
sında dışkısında kan tespit edildiğini belirtmişti. Doktoru onu,
baryum radyasyon testi de dahil olmak üzere aklına gelebilen
bütün testlere tabi tutmuştu. Sonuçların hepsi negatif çıkmıştı
ama doktor işin peşini bırakmamıştı. Yapılan testler kadınının
daha da fazla acı çekmesine sebep olduğu halde doktor daha da
fazla tahlil istemeye devam etmişti. Altı ay sonra, karşısında
durmakta olan çok daha güçsüz ve zayıf kadına teşhisini açıkla
mıştı: “Midenizde fazla asit var!”
Doktorlar laboratuar tahlillerinin ve teşhis cihazlarının nicel
verilerine bu kadar bağımlı olmasalardı, tahliller de teşhis alet
leri de bu kadar tehlikeli olmazdı. Ancak sayılarla istatistikler,
modern tıbbın dua dili olduğundan, nicel veriler kutsal kabul
edilir ve Tanrı sözü olarak bilinir. Aslına bakacak olursanız teş
histe son söz gerçekten de Allah’a kalmıştır.
25
Teşhis aleti, ister termometre, tartı ya da kalibre edilmiş bi
beron gibi basit bir şey olsun, ister röntgen makinesi, EKG,
EEG ya da laboratuar tahlillerinde kullanılan ekipman gibi kar
maşık bir cihaz olsun, gerçek anlamda teşhis sanatkârı olan dok
torların nitelikli hükümleri ve elbette sağduyu muayene sürecin
den dışlandıkça, hem hastaların hem de doktorların gözlerini ka
maştırmayı sürdürecektir.
Kadın-doğum ve pediatri bölümlerinde kullanılan tartılar her
türlü soruna davetiye çıkarır. Çocuk doktoru bebeği tartar; arzu
edilen miktarda kilo almadığını görünce yüzünde müthiş bir ke
der ifadesi belirir. İşte yine nitelikli bir değerlendirme yerine ni
celiğe dayanan bir değerlendirme yapılmıştır. Oysa böyle bir du
rumda şu soruların sorulması gerekir: Bebeğin görünüşü nasıl?
Davranışları nasıl? Bakışları nasıl? Hareketleri nasıl? Sinir sis
temi nasıl çalışıyor? Ama doktor bu gözlemlere güvenmek yeri
ne sayılarla uğraşır. Halbuki anne sütü emmekte olan bir bebek,
doktorun zannına uygun miktarda ve doktorun istediği hızda ki
lo almayabilir. Ama doktor, hem annenin hem de bebeğin zara
rına da olsa, bebeğe mama vermeye başlar.
Hamile kadınların da tartım aletlerine pabuç bırakmamaları
gerekir. Anne adayının alması gereken doğru miktarda kilo hiç
bir şekilde belirlenmiş değildir. Burada da doktor nitelikli bir
değerlendirme yapmak zorundadır; nicelikli değil. Hamile bir
kadının doğru beslenmesi gerekir; “doğru miktarda” beslenmesi
değil. Ne kadar yediğine değil, ne yediğine dikkat ederse kendi
ne iyi bakmış olacaktır. Tartıların gösterdiği rakamları göz ardı
etmesinde hiçbir mahsur yoktur.
Kalibre edilmiş yeni doğan biberonları da başka bir baş bela
sıdır. Çocuk doktoru, anneye, her beslenmesinde bebeğin “x”
miktar besin alması gerektiğini söyler. Anne aldığı emirleri har
fiyen uygulayıp gösterilen hedefe varmakta son derece azimli
dir. Bebeğini tatlı sözlerle kandırarak, olmadı tehdit ederek bes
ler; ne yapıp eder doğru miktarı bebeğe vermeyi başarır. Aslın
da bebek çoğu zaman yediğinin çoğunu dışarı püskürtür. Sonuç
ta elde kalan, anneyle bebek arasındaki kötü duygulardır. Sevgi
26
nin, eğlencenin, neşenin hüküm sürmesi gereken yerde, huzur
suzluk ve gerilim ortaya çıkar. Bu bebeğin ileriki yaşlarında
obez (aşırı şişman) olma ihtimali olduğunu belirtmeme herhalde
gerek bile yok.
Ateş ölçmek de fiilen faydasız bir işlemdir. Bir hastalık şikâ
yetiyle doktorunu arayan anneye sorulan ilk soru, çocuğun ate
şinin kaç olduğudur. Bu sorunun hiçbir anlamı yoktur. Çok yük
sek ateşle seyreden zararsız hastalıklar mevcuttur. Örneğin kıza
mıkçık yeni doğan bebeklerde yaygınca rastlanan ama tamamen
zararsız bir hastalıktır, buna karşılık ateş kırk, kırk bir dereceye
kadar çıkar. Öte yandan, verem ve menenjit gibi hayati tehlike
si olan bazı hastalıklarda ateş hiç gözlenmeyebilir ya da norma
lin altında ateş seviyeleri ölçülebilir. Böyle bir durumda dokto
run nitelikli bilgi alması gerekir; bunun için de çocuğun kendi
sini nasıl hissettiği ve annenin çocuğun davranışlarında ne tür
değişiklikler gözlediği gibi şeyleri sormak zorundadır. Rakamla
ra duyulan bu güven, bütün sürecin dini bir amaca hizmet ettiği
ni açıkça tasdik etmektedir. Ateş ölçmenin son derece lüzumsuz
olduğu, salt bir dini törenden ibaret olduğu ortadayken, annenin,
doktorun sorusuna, “Bilmem, ölçmedim” ya da “Evde termo
metremiz yok” diye cevap vermesi gerekir. Elbette doktor onda
bir gariplik olduğunu, sağlığına gereken önemi vermediğini ya
da zihinsel yetersizliği olduğunu düşünecektir. Bu yüzden anne
lere kafadan bir sayı uydurmalarını öneriyorum. Gerçekten dok
torun dikkatini çekmek istiyorsanız yüksek bir sayı seçin. Kırk
derece deyin ya da inandırıcı olmak kaydıyla başka yüksek bir
rakam söyleyin. Bu aşamada doktorunuz, örneğin otuz sekiz de
rece ateşi normal buluyorsa, ona şöyle söyleyebilirsiniz: “Biraz
önce çok daha yüksekti!” Doktor size inanmıyorsa, termomet
reyi yanlış okumanızdan başka bir nedenle sizi suçlayamaz.
Hatta ondan önce davranıp, “Termometreyi yanlış okumuş
olmalıyım!” diyebilirsiniz. Sonunda termometrenin mübarek
nicel engelini aştığınızda her ikiniz de daha önemli şeylerle ilgi
lenmeye başlayabilirsiniz.
Muayene edilmenin en yaygın tehlikelerinden biri, şikâyeti
nizle ilgili olmayan amaçlar için de kullanılabilecek olman ız-
27
dır. Seneler önce bir polikliniğin yöneticisi olduğumda, annele
re rutin olarak “Çocuğunuzun tuvalet eğitimi var mı?” diye
sorulduğuna şahit olmuştum. Dört yaşma kadar tuvalet eğitimi
ni tamamlamamış olan erkek çocuklar bir kenara ayrılıyor ve
üroloji uzmanlarından oluşan bir çalışma grubuna sevk edili
yorlardı. Bu grubun çalışmaları birçok şeyin yanında, mesane
ve prostattan parça alınması işlemi demek olan sitoskopiyi de
içeriyordu. Dört yaşındaki bu çocukların hepsine sitoskopi
yapılıyordu! Tuvalet eğitimi ile ilgili sorulan bu soruya derhal
son verdim. Kısa bir süre sonra, arkadaşım olduğunu zannetti
ğim üroloji bölümü başkanı beni aradı. Çok öfkeliydi. İlk önce,
bu sorunun sorulmasına ve dolayısıyla üroloji grubunun çalış
malarına son verdiğim için yanlış yaptığımı söyledi. Organik
bozuklukları olan nadir vakaları bulabilmek için bu tarz araştır
malar yapılmasının önemli olduğunu belirtti. Tabii ki bu tam bir
saçmalıktı çünkü bütün nadir vakalar, sitoskopiden çok daha
tehlikesiz ölçümlerle tanımlanabilirler. Sonra, olup bitenler
hakkında daha fazla bilgi verdi. Asıl sorun kadro programını
altüst etmiş olmamdı. İstediği kadronun yetkili kurumlarca
onaylanması için her yıl belirli sayıda sitoskopi yapması gere
kiyordu. Bu durumda ulaşması gereken sayı yüz elliydi. Bense
onun sitoskopi kaynaklarını elinden almıştım ve bu nedenle
başım belaya girecekti.
Bu durum diğer uzmanlıklar için de böyledir. Örneğin bir
kardiyoloji kadrosunun onaylanması için, araştırmacı her yıl be
lirli sayıda kateterizasyon yapmak zorundadır; bu sayı yüz elli,
iki yüz, beş yüz ya da başka bir şey olabilir. İnsanları yoldan çe
virip kateterizasyona ihtiyaçları olduğunu söylemek gibi yaygın
bir eğilim var!
Doktorun sizi kendi amaçları uğruna kullanma tehlikesine
karşı, bütün araştırmacı ve eğitimci doktorlara potansiyel zarar
vericiler gözüyle bakmanız en iyisi. Aslına bakarsanız, insanla
rı tedavi eden bir doktor sadece tedavi edici bir doktor olmalıdır.
Araştırma ve eğitim işi, araştırmacı ya da eğitimci sıfatıyla anı
lan kişilere bırakılmalıdır. Rolleri karıştıran bir doktor son dere
ce dikkatli olmalıdır. Tabii hastası da.
28
Doktorun deneme tahtası olmak, maruz bırakılabileceğiniz en
uğursuz ve en tehlikeli gizli amaçtır. Rutin sağlık taraması ayin
leri olmasaydı, stajyer doktorlar muayenehane kiralarını öde
mekte güçlük çekerlerdi! İnceleme ve araştırmalar olmasa, bir
doktor, Kilise’nin diğer dini törenleri için gereken adak kurban
larını temin etmeyi nasıl garantiye alacaktı ki? İncil, “Pek çok in
san çağrıldı ama çok az kişi seçildi” der. Modem Tıp Kilisesi bu
sözü daha bir güzel söyler: “Herkes çağrıldı birçoğu da seçildi.”
Yıllık fiziksel kontroller bir zamanlar işçiler ve fahişeler gi
bi yüksek risk gruplan içinde yer alan kişilere öneriliyordu. Oy
sa günümüzde doktorların çoğu herkesin yılda en az bir kez ru
tin kontrollerden geçmesi gerektiğini söylüyor. Düzenli kontrol
lerle geçen son elli yılda, buna içtenlikle boyun eğen kişilerin
daha çok yaşadıklarını ya da doktorlardan uzak duran kişilerden
daha sağlıklı olduklarını gösterecek en küçük bir kanıt bile elde
edilmiş değil. Bu kontrollerin kesinlikle risk içermesi nedeniy
le, bu işlerden uzak duranların çok daha iyi durumda oldukları
nı söyleyebilirim.
Açık ve net olarak söylenebilir ki, doktorun insafına kalmış
durumdasınız. O muayenehaneden içeri adım atmış olduğunuz
gerçeği, derdinizin ne olduğu konusunda en ufak bir fikriniz ol
madığı ve bunu doktorun bulmasını istediğiniz anlamına gelir.
İşte bu noktada artık en değerli özgürlüğünüzü bırakmaya hazır
sınız; yani teşhisi kendi kendinize koyma özgürlüğünü. Doktor
size hasta olduğunuzu söylerse, hastasmız. İyi olduğunuzu söy
lerse, iyisiniz. Neyin normal neyin anormal, neyin iyi neyin kö
tü olduğunun sınırlarını doktor koyar.
Doktorun normal ve anormal, hasta ve sağlıklı kavramlarına
güvenebilseydiniz bile ona boyun eğmek yine de korkunç olur
du. Ama buna zaten güvenemezsiniz. Doktorların çoğu sağlıklı
olma kavramını tanımlamaktan acizdir; çünkü sağlık üzerine de
ğil hastalık üzerine eğitim alırlar; çünkü hastalıkları teşhis eden
gözleri, sağlığı gören gözlerinden çok daha keskindir; çünkü her
iki durumun işaretlerinin de aynı kişide olabileceğinin göreceli
önemini algılayamazlar. İyi olduğunuzu söylemektense hasta ol
duğunuzu söylemeye eğilimlidirler.
29
Kontrol doktorda olduğu sürece, sağlıklı olmanın ve hasta
olmanın sınırlarını nasıl isterse öyle tanımlayacaktır ya da nasıl
isterse öyle manipüle edecektir; kendi maksadına ve ilgi alanı
na bağlı olarak dar ya da geniş sınırlar çizebilir. Hastalığın de
recesini ustaca kendi istediği noktaya çekebilir. Örneğin, yük
sek kan basıncını, normal sınırların üst limitinin içinde ya da
yukarısında olarak tanımlayıp tedavisini buna göre yapabilir ve
genellikle de çok güçlü ilaçlar kullanır. Hastalığın tanımını, nü
fusun kaçta kaçını etkilediğine göre yapacaktır. Yüz çocuğun
boyunu ölçen bir doktor, en kısa boylu çocukla en uzun boylu
çocuk arasında kalanların “normal” olduğunu; bunun dışında
kalan yüzde bir, iki ya da beşlik kısmın “anormal” olduğunu ve
daha ayrıntılı olarak incelenmeleri gerektiğini söyleyebilir.
Normal kan ya da idrar değerlerinin veya EKG sonuçlarının alt
ve üst sınırlarını keyfince belirleyip, nüfusun bir kısmını, daha
ayrıntılı inceleme gerektiren “anormaller” grubuna sokarak
yaftalayabilir.
Müshil ilacı satıyor olsaydı, kabızlığı, nüfusun büyük çoğun
luğunu kapsayacak biçimde şöyle tanımlamaya eğilimli olacak
tı: Şayet kişinin bağırsak hareketleri o gün çok iyi değilse, o ki
şi kabızdır. Nokta. Öte yandan, gerçekleri söyleme sorumlulu
ğunu taşısaydı normal bağırsak hareketlerine sahip bir kişinin
haftada bir iki kez kabızlık çekmesinin pek önemli olmadığını
söyleyecekti. Tabii bu tür bir açıklama neredeyse nüfusun tama
mım “hasta” kategorisinin dışında bırakırdı.
Hastalığın varolmadığı durumlarda bile doktor durumu has
talık olarak tanımlayabilir. Her şey bir yana, boyları ölçülen yüz
çocuk arasında birkaç çocuk ya da kan, idrar ve EKG ölçümleri
yapılan bilmem kaç kişi arasında bilileri zaten illaki ölçüm cet
velinin en düşük ve en yüksek noktasında bulunacaktır. Otuz
kırk testlik bir serinin en az birinde “istatistiksel olarak anor
mal” çıkmayan çok az insan vardır; daha sonra bu insanlar ken
dilerini potansiyel olarak hasar verici, hırpalayıcı, zararlı tıbbi
deneyler serisi içinde bulabilirler.
Doktorun ilgi odağını hesaba katmalı ve kendinizi sakınma
30
lısınız. Doktorlar, müdahale ettikleri durumlar için, müdahale
etmedikleri durumlara göre her zaman daha çok ödül alır, daha
çok takdir görürler ve zaten müdahale etmek üzere eğitilirler;
gözlem yapmak, beklemek, hastanın kendi kendine iyileşmesi
ne izin vermek ya da başka bir doktorun görüşünü alması için
ona şans vermek yerine, anında müdahale etmek üzere eğitilir
ler. Aslmda, tıp öğrencilerine verebileceğim en can alıcı tavsi
yelerden biri şudur: Sınavlarınızı başarıyla geçip tıp fakültesini
bitirmek istiyorsanız, bu arada da akıl sağlığınızı yitirmemek
gibi bir derdiniz varsa, çoktan seçmeli sınavlarda her zaman en
müdahale edici şıkkı işaretleyin, doğru cevabı verme olasılığı
nız çok yüksek olacaktır. Diyelim ki, sorulardan birinde hasta
nın burnunda sivilce çıktığı söyleniyor ve ne yapmanız gerekti
ği soruluyor. Cevap seçeneklerinden ilkinde: Gözleyin, bekle
yin ve birkaç gün sonra olacaklara bakın, diyorsa bu yanlış ce
vaptır, bu seçeneği eleyin. Seçeneklerden İkincisinde: Hastanın
kafasını kesin, onu kalp ve akciğer cihazına bağlayın, sonra bü
tün atardamarlarını yeniden dikin, ona yirmi farklı antibiyotik
ve steroit verin, diyorsa işte bu doğru cevaptır. Bu küçücük tav
siye, birçok öğrencimin uluslararası sınavlardan, uzmanlık sı
navlarından, bunlar gibi daha pek çok önemli sınavdan başarıy
la geçmelerini sağlamış; aldıkları pek çok dersten de daha fay
dalı olmuştur.
Bir hasta olarak, fiziksel testlere bir kez boyun eğdiğinizde
doktorunuz, çok küçük anomalileri bile bazı ciddi hastalıkların
ön belirtileri olarak yorumlayabilir. Bu anomaliler gerçek olabi
lir de olmayabilir de. Hiç kuşkunuz olmasın, bu ciddi hastalık
ların ön belirtileri, ciddi ön müdahaleler gerektirmektedir. Kan
şekeri testindeki küçük bir iniş ya da çıkış diyabet öncüsü ola
rak yorumlanabilir; siz de elinize tutuşturulan diyabet önleyici
ilaçlarla evinizin yolunu tutarsınız. Doktor kalbinizde, koroner
yetmezlik öncesi belirtiler keşfedebilir; oysa gördüğü şey, o sı
rada gökyüzünden geçmekte olan bir jetin EKG’de neden oldu
ğu tesadüfi iz de olabilir; ama siz evinize, koroner kalp hastalı
ğı öncesi durumu tedavi etmeye yarayan birkaç ilaçla dönmüş-
sünüzdür bile. Ön belirtilerle savaşan bu ilaçlar, davranış larını-
31
zı, ruh halinizi, zihinsel durumunuzu çarpıcı biçimde değiştirip
hayatınızı altüst edecektir; bulanık görme, kafa karışıklığı, aji-
tasyon (ruhsal çalkantı, karmaşa hali), sayıklama, halüsinasyon
(varolmayan şeyler görme), uyuşukluk, nöbet ve psikoz (akıl
hastalığı) da bunlara dahildir.
Size yazılan reçetede belki de Atromid S yer alacak. Bu, “ko
lesterol düşürücü” bir ilaçtır. Kolesterolünüzü düşürmenin ya
nında, şu yan etkilerden bir ya da daha fazlasına neden olabilir:
yorgunluk, güçsüzlük, baş ağrısı, baş dönmesi, kas ağrıları, saç
dökülmesi, uyuşukluk, bulanık görme, titreme, terleme, iktidar
sızlık, azalmış cinsel aktivite, kansızlık, ülser, romatizma ve bir
tür bağışıklık sistemi hastalığı olan lupus eritematozis. İlacın
prospektüsündeki bu bilgileri doktorunuz muhtemelen size oku
mayacaktır. Hatta siyah ve kalın harflerle yazılmış paragraf içe
riğinden size bahsetmeye gönlü razı olmayacaktır: Kolestero
lün ilaçlarla düşürülmeye çalışılmasının zararlı ya da yarar
lı olup olmadığı veya koroner kalp hastalığına bağlı hasta
lıklarda ya da ölümlerde bir etkisi olup olmadığı henüz tes
pit edilmemiştir. Bilimsel araştırmaların bu soruların ceva
bını verebilmeleri için uzun senelere ihtiyaç vardır.
Bu bilgiyi okuduktan sonra nasıl bir insan o ilacı kullanır?
Ön hastalıklar için kullanılan en yaygın ön tedavi ne olmalı
dır? Muayenehaneye girdiğinizde, doktor tansiyonunuzu biraz
yüksek bulursa ne olur? Tansiyonunuzun, sırf orada bulunduğu
nuz için geçici olarak çıkmış olabileceği gerçeğini göz ardı eder
seniz, orayı tansiyon düşürücü bir ilaçla terk etmeniz büyük ola
sılıktır. Bu şekilde yüksek tansiyondan kurtulma yolunda ancak
bir arpa boyu yol alacağınız su götürmezken, yanı sıra kazana
caklarınızın haddi hesabı yoktur: baş ağrısından sersemliğe, le
tarjiden (uyuşukluk) mide bulantısına ve iktidarsızlığa kadar de
ğişen yan etkiler. 70’li yıllarda, Koroner İlaçlar Proje Araştırma
Grubu, bu ilaçların, öldürücü olmayan kalp krizi ve akciğer da
marlarında tıkanma gibi çok sayıda yan etkileri olduğunu ve et
kilerinin de ölüm oranlarını azaltmakta hiç de ağır basmadığını
ortaya çıkarmıştır.
32
ABD’de büyük ekonomik kriz döneminde doktorlar, apaçık
ortada olan birtakım sebeplerle, fiziksel kontrollerin ne kadar
önemli olduğunu bas bas bağırmaya başlamışlardı. Aynı apaçık
sebepler yüzünden, şimdi de diş hekimleri, rutin çekap yaptır
mak üzere insanları alelacele muayenehanelerine çağırmaya
başladılar. Kısa süre önce diş hekimleri kuruluşundan aldığım
bir yazıda, her çocuğun üçüncü doğum gününde bir diş hekimi
tarafından, yedinci doğum gününde de bir ortodontist (çene cer
rahı) tarafından muayene edilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bu
muayenelerin birçok çocuğa hiçbir fayda sağlamayacağı kesin
dir, hatta çoğuna zararlı olacaktır. Zararı verecek olan da sadece
bu muayenehanelerdeki cıva kirliliği ya da kutsal X ışınlarıyla
ve kutsal su florid ile yapılan uygulamalar değil, tedavi yöntem
lerinin ta kendisidir. Diş hekimlerinin dişleri incelemek için kul
landıkları keskin uçlu diş tarayıcılarının, çeşitli bakteri türlerini
hastalık bulaşmış dişlerden sağlam dişlere taşıdıkları gösteril
miştir. Çene cerrahisi hâlâ gizemli ve doğruluğu kanıtlanmamış
bir sanattır.
Yaşamlarının erken dönemlerinde ortodonti tedavisi gördük
leri için, sonraki yaşlarda dişeti problemleri yaşayan birçok kişi
biliyoruz. Kendilerine ortodonti tedavisi önerildiği halde yaptır
mayan ve dişleri kendi kendine iyileşen birçok kişi de biliyoruz.
Önerilen inceleme ve araştırmaların size ya da çocuğunuza bir
faydası olmasa da, diş hekimlerine ve ortodontistlere çok yarar
lı olacağı kesindir.
Doktorların, özellikle de diş hekimlerinin, düzenli çekap ko
nusunda hemen savunmaya geçtiklerini tecrübelerimle biliyo
rum. Ama şiddetli diş ağrısıyla acil servise gelip de, son altı ay
içinde düzenli kontrollerini yaptırmamış oldukları gerekçesiyle
diş hekimi tarafından reddedilen hastalar olduğunu da biliyo
rum! Tabii ya, hastaların bu tutumu doktorlara ve diş hekimleri
ne tıbbın en büyük oyunu olan “kurbanı suçla” oyununu oyna
ma hakkını vermez de ne yapar! Gizemli dini ayinlerinin lüzum
suz olduğunu, sihirli güçlere sahip olmadıklarını kabul etmek
tense, onlara başvurmakta geç kalmış olduğunuzu söylemeyi
tercih edeceklerdir.
33
Öte yandan, bir doktora asla yeterince erken, gerektiğince za
manında başvuramazsınız; çoğu size bunu kanıtlamaya hazırdır.
Çoğu insan da buna inanmaya hazırdır. Ama bilin ki, sadece teş
his prosedürlerine boyun eğmeniz bile, doktorun gözünde teda
vi talep ettiğinizin işaretidir. Ona ne şüphe, madem doktora git
tiniz tedavi talep ediyorsunuz demektir. Aspirin almaktan, bir
uzvunuzun kesilmesine kadar geniş bir yelpazede yer alan bütün
o kutsal tedavilerden nasibinizi almak istiyorsunuz demektir.
Tabii ki aziz doktor da, tepesindeki haleyi biraz daha parlatacak
olan, kutsal boyunu bir karış daha uzatacak olan daha da şiddet
li kurban etme yollarını denemeye eğilimli olacaktır. Bazıları
buna o kadar meyillidirler ki, alt sınırdaki olasılıkları tamamen
gözden kaçırırlar. Genç bir arkadaşım, daha önce hiç denememiş
olduğu halde yüz altmış kilometrelik bir bisiklet yarışma katıl
ma cesaretini göstermişti. Yarışın yaklaşık üçte birini tamamla
dığındaysa, böyle bir cezayı hak etmediğini düşünüp fikrini
değiştirmişti bile. Ama o sırada yanından geçmekte olan bazı
yarışçılar yavaş gittiği için kendisiyle dalga geçince o kadar
öfkelenmişti ki yarışı bitirmeye yemin etti. Bitirdi de. Ertesi gün
uyandığında neredeyse hareket edemiyordu. İnadının ceremesi
ni dizleri çekiyordu. Kendisini çok kötü hissettiği için bir dok
tora gitti. Doktor onu muayene edip röntgenini çektikten sonra
iki ihtimalden söz etti: ya belsoğukluğuna yakalanmıştı ya da
dizlerinde bir tür kanser oluşmuştu. Arkadaşım, doktora, yüz
altmış kilometrelik yarıştan bahsedip durumun bu yarışla ilgisi
olup olmadığını sordu. “Uzaktan yakından ilgisi yok” diyen
doktor onu bir uzmana sevk etti. Tabii ki genç dostum evine
dönerken uzman doktorun adının yazılı olduğu kâğıdı çöpe fır
lattı. Birkaç gün sonra dizleri yine eskisi kadar sağlıklıydı.
Bazı doktorlar da, hastaları, kendi başlarının çaresine baka
bilecekleri durumlarda tedavi talep etmekle suçlarlar. Soğuk
algınlığı için antibiyotik istedikleri; hafif eklem gerginlikleri
için güçlü ve tehlikeli anti-romatizmal ilaçlar istedikleri; ya da
sivilcelerden kurtulmak isteyen gençlerin hormon hapı talep
ettikleri mazeretine sığınırlar. Ben bu mazereti kabul etmiyo
rum. Hastalar pek çok şey ister; mesela, daha nazik bakım, daha
34
saygılı davranış, daha doğal tedavi yolları ve alternatif yöntem
lerin tartışılması gibi. Ama doktorlar, nadiren bu konularda on
ları aydınlatır.
Kendinizi gereğince savunabilmek istiyorsanız şunu aklınıza
iyice sokmalısınız: Doktorun standartları kesinlikle sizin stan
dartlarınızdan farklıdır ve kesinlikle sizinkilerden daha iyi değil
dir. Doktorlar, daha sordukları ilk birkaç soruya verilecek
cevapların bile müdahale etme gerekliliğini doğurduğunu göz
ardı ederler. Ben doktorlara, zararsız kalp mırıltılarını, büyük
bademcikleri ve göbek fıtıklarını mesele haline getirip anne
babaya söylememelerini öneririm; bunların neredeyse tamamı
çocuk altı yaşma geldiğinde kaybolup gider. Ayrıca bir anneye
üç yaşmdaki oğlunun tuvalet eğitimi olup olmadığını sormama
larını da öneriyorum; çünkü bu soru, tuvalet eğitimini henüz
tamamlamamış bir çocuğun annesinin otomatik olarak bir şeyle
rin ters gittiğini düşünmesine yol açıyor.
Kendinizi teşhis prosedürlerinin tehlikeleri karşısında savun
mak istiyorsanız daha pek çok stratejiyi öğrenmeniz gerekir. Ta
bii ki kaza, yaralanma ya da ani apandisit gibi acil bir durum söz
konusuysa seçim şansınız yok. Ancak bu olaylar, tıbbi vakaların
sadece yüzde beşini oluşturur. Sizde hiçbir hastalık belirtisi yok
sa, ilk aşamada kontrol için doktora gitmeyi aklınızdan bile ge
çirmeyin. Hastaysanız, ilk savunma stratejiniz olası sorununuz
hakkında doktordan daha fazla bilgi sahibi olmaktır. Hastalığı
nız hakkında bilgi edinin, hem bu hiç de öyle zor değil. Siz de
doktorun çalıştığı kitaplara ulaşabilirsiniz; üstelik doktorunuz
bu kitaplardan öğrendiği bilginin çoğunu unutmuş olabileceğin
den, teşhis koymada ondan daha da becerikli olabilirsiniz. Bir
insanın ömrü boyunca yakalanma olasılığı olan her hastalık için,
herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış kitaplar vardır. Önem
li olan, sorununuz hakkında doktorla eşit platformda tartışabil
mek için mümkün olduğunca fazla bilgi edinmenizdir.
Sizden bir laboratuar tahlili istendiğinde, o tahlilin ne oldu
ğunu ve sonuçlarının neyi göstermesinin beklendiğini araştırın.
Doktora, bu tahlili sizden niçin istediğini ve sonuçlarının neyi
35
göstermesini beklediğini sorun. Doktorunuz bunu size söyleme
yecektir. Ancak siz kendi dedektiflik görevinizi yaparsanız, kan
sayımı, idrar tahlilleri, verem testleri ve göğüs röntgenleri gibi
basit testlerin, oldukça tartışmalı ve yorumlanması güç testler
olduğunu, faydalarının da çok sınırlı olduğunu göreceksiniz.
Ayrıca yüksek test performansıyla çalışan; doğru sonuçlar
alan ve bu yaklaşımını daima koruyan bir laboratuar bulmaya
çalışmalısınız. Laboratuar çalışanları laboratuarda yapılan hata
oranı hakkında konuşmak istemiyorlarsa, bu laboratuarı listeniz
den çıkarın. Laboratuarlarının mükemmel ya da mükemmele ya
kın bir doğruluk oranı ile çalışmasından gurur duyuyorlarsa,
şüpheci davranın. Sorularınızı sormaya devam edin. Bu kadar
doğru çalıştıklarından nasıl böylesine emin olabiliyorlar? Doğ
rulukları onaylanmış ve sertifikalandırılmış mı? Sertifika kimin
tarafından verilmiş? Bütün sorularınızı sizi tatmin edecek şekil
de cevaplandıracak bir laboratuarı hiçbir zaman bulamayabilir
siniz. Bulursanız, doktorunuzun bu laboratuarı kullanması
konusunda ısrarcı olun. Muhtemelen bu konuda size zorluk
çıkaracaktır çünkü çoğu doktorun belirli bir laboratuarla kâr
bağlantısı vardır. Israrcı olun. Bütün testleri doktorun kendisi
yapıyorsa, bir laboratuara soracağınız tüm soruları bu kez ona
sorun. Laboratuar tahlillerinin sonuçları ciddi bir tedavi gerekli
liğine işaret ediyorsa, bütün tahlilleri başka bir laboratuarda tek
rar ettirin. Hatta, aynı laboratuarda yaptırmanız gerekse bile
mutlaka tekrarlatın.
Kendinizi korumak adına teşhis prosedürlerini çökertmenin
en başarılı yolu doktora soru sormaktır. Bazı durumlarda sorula
rınızı cevaplayacaktır. Bu bir istisnadır. Çoğu durumda doktor
bundan hiç de hoşnut olmayacaktır. Odadan sepetlenmek paha
sına da olsa siz sorularınızı sorun. Davranış biçimine, verdiği
tepkilere bakarak onun nasıl bir insan olduğunu anlayabilir; ala
nında ne kadar uzman olduğu hakkında fikir sahibi olabilirsiniz.
Sorgularsanız daha ilk anda kendinizi X ışınlarından koruya
bilirsiniz. Tabii ki en iyi korunma yolu hiç radyasyona maruz
kalmamaktır. Elli yaşın altında olup da hiçbir hastalık belirtisi
36
olmayan ve ailelerinde göğüs kanseri geçmişi bulunmayan
kadınlara uygulanan radyasyon, göğüs kanserinin tespit edilme
sinde güvenilir değildir. Aslında diğer tüm kadınlar için de gü
venilir olduğu şüphelidir çünkü özellikle göğüsler, X ışınlarına
karşı oldukça hassastır. Bütün kadınlar, hamile olduklarından
kuşkulandıklarını doktora söyleyerek radyasyon yemekten kur
tulabilirler; hamile olsalaf da olmasalar da. Bazen de hamile
olduğunuzu iddia etmeniz, doktoru gebelik testi istemeye teşvik
eder. Bir meslektaşımın karısı gebelik testini kocasının yapma
sını istediğini söyleyerek işin içinden sıyrılmıştı. Bu onların ilk
bebekleriydi ve her anını mümkün olduğunca birlikte yaşamak
istiyorlardı. Böylece röntgen çektirmek zorunda kalmamıştı. Siz
de benzer bir taktikle, gebelik testini kendi doktorunuzun yap
masını istediğinizi söyleyerek oradan uzaklaşabilirsiniz. Aynı
sorunun yeniden gündeme gelmemesi için bürokratik tembelli
ğe de güvenebilirsiniz. Hamile bir kadın ya da gerçekten hâmi
le olduğundan şüphelenen bir kadın, röntgen filmini çekmeye
kalkışan herkese durumunu yüksek sesle açıkça dile getirmeli
dir. Hiç gerekmediği halde hamile bir kadmı radyasyona maruz
bırakmakta ısrarcı olan bütün doktorların veya diş hekimlerinin
diplomaları ellerinden alınmalıdır.
X ışınlarından kaçınma teknikleri, budala rolü yapmaktan
-“Bütün bu röntgenlere gerçekten ihtiyacım var mı, Doktor?”-
ikna etme kabiliyetine ve tatlı sözlerle kandırmaya kadar deği
şiklik gösterebilir. Bu teknikler bazen işe yarar ama siz yine de
mücadeleye ve engellemelere karşı hazırlıklı olmalısınız. Bazen
doktor, röntgen odasına kadar götürülmeniz için sizi tekerlekli
sandalyeye oturtur. Bu, fazla zeki hastaları küçük düşürmek, ki
şiliklerini bir an için ellerinden alıp onları aşağılamak için bile
bile yapılan tipik bir hiledir; onları yumuşak başlı, kabullenici,
uysal işbirlikçiler, kolaylıkla yönetilebilen hastalar haline dö
nüştürmektir amaç. Bir gün başmıza böyle bir şey gelirse, teker
lekli sandalyeden fırlayıp iki ayağınızın üzerinde durun. Kendi
sağlığınızın sorumluluğunu almak için daima tetikte olun. Te
kerlekli sandalyeden kalktığınız için hissedebileceğiniz suçluluk
duygusunun size X ışınları kadar zarar vermeyeceği şüphesizdir.
37
Radyasyondan kaçınmak konusunda kendi tercihinizi yaptık
tan sonra bile doktorunuz sizi hâlâ ateş hattında tutmak istiyor
sa, ona şu soruları sormalısınız: “Aradığınız şey nedir? Aradığı
nız şeyi X ışınlarını kullanarak bulma olasılığınız ne kadardır?
Aradığınız şeyi daha güvenli bir yöntem kullanarak bulamaz
mısınız? En düşük muhtemel radyasyon miktarıyla çalışan en
modern, en bakımlı makineleri mi kullanıyorsunuz? Bedenimin
geri kalan kısmını uygun biçimde koruyarak kapatacak mısınız?
Radyasyon tedavimin gidişatını hangi koşullar değiştirecek?
Röntgen cihazınızın güvenirliği en son ne zaman kontrol edil
di?” Doktorunuz size durumu tam olarak açıklayıncaya kadar;
her türlü bilgiye vakıf biri olarak seçim yapmanıza izin verene
kadar soru sormayı sürdürün. Röntgen çektirmeniz gerektiğine
karar verecek olursanız bu durumda da, sadece o an için gereken
ve sadece hastalığınıza özgü filmlerin çekilmesine izin verin. Ne
doktorunuzun ne de radyologun “siz röntgen masasında kaldığı
nız sürece” ekstra film çekmesine asla izin vermeyin.
Kendinizi doktorunuzdan tamamen korumak için, size söyle
diklerinin bir kulağınızdan girip öbüründen çıkmasına izin ver
meniz gerekebilir. Bebeğinizi emzirmek istiyorsanız, dok
torunuz da ısrarla reçeteye altı kutu bebek maması yazıyorsa
onunla tartışmak zorunda değilsiniz; hiç sesinizi çıkarmadan ilk
fırsatta reçeteyi çöp kutusuna atıp bebeğinizi emzirmeye devam
edebilirsiniz. Bir sonraki kontrolde doktor bebeği tartım aletine
koyduğunda ona, bebeğinizin tahıl ve meyve içeren öğünlerin
den ne kadar hoşlandığını anlatın. İşte o zaman doktor tartıya
bakacak ve bebeğinizin gayet iyi durumda olduğunu söyleye
cektir.
Hamileyseniz, doktorunuz, hamilelik sırasında almakta oldu
ğunuz kiloların sınırlandırılması gerektiğine dair tehlikeli fikir
lerini empoze edebilir. İlk muayeneye gelen kadınların çoğu, ka-
dın-doğumculardan ne isteyip ne istemediklerini içeren bir liste
yi beraberlerinde getirirler. Tıraş edilmek istemediklerini, dikiş
li doğum istemediklerini, anestezi istemediklerini, doğumun su
ni sancılarla hızlandırılmasını istemediklerini ve daha birçok şe
yi onlara söylerler. Bu durumda doktor başını sallayacaktır. Son
38
ra doğumun son anlarında, anne adayı istemediği her şeyin ba
şına geldiğini görecektir. Doğum yapmakta olan bir anne ada
yından, doktorun, ihtiyacı olduğunu söylediği bir şeye “Hayır”
demesi beklenemez.
Durum daha da kritik bir hal almadan mümkün olan en kısa
zamanda bütün bu süreci çökertmek ve doktordan önce davranıp
onu şaşırtmak işte bu yüzden bu denli önemlidir. Siz sorularını
zı sorarsınız ama doktorun verdiği cevaplara güvenebileceğini
zin bir garantisi yoktur. Söylediği her şeyin doğru olup olmadı
ğını öğrenmeye çalışın. Bulabildiğiniz bütün kaynaklan oku
yun. Onun bildiğinden daha fazlasını bilmek zorundasınız.
Genel olarak doktorlara, bir araba satıcısına ne kadar güve
nirseniz o kadar güvenmenizde fayda vardır. Doktorunuz ne
söylerse söylesin, ne önerirse önersin, ilk önce bundan onun na
sıl bir çıkarı olabileceğini dikkate alın. Örneğin, bir yeni doğan
uzmanı yüksek risk içeren uygulamaların bebeklerin hayatta
kalma oranlarını yükselttiğini söylerse, onun yüksek riskli uy
gulamalar bölümünde araştırmacı olarak çalışıp çalışmadığını
öğrenin.
Bir başka doktorun görüşünü alırsanız ve zihninizde farklı
bir ikinci fikir oluşursa, geri dönüp ilk doktorla yüzleşmeli, ona
ikinci doktorun söylediklerini aktarmalısınız. İnsanlar ilk dokto
run öfkelenip düşmanca davranmasından korktuklarından ge
nellikle bunu yapmazlar. Ama bu yolla doktoru sınamak olduk
ça değerlidir. Aslında doktoru öfkelendirmenizde ve düşmanca
davranışlarını açığa çıkarmanızda büyük yarar vardır; böylece o
doktora karşı tutumunuzu değiştirebilirsiniz. Tabii genel olarak
bütün doktorlara karşı tutumunuzu da değiştirebilirsiniz.
Tıbbi bir prosedürle ilgili olarak bir karar vermek zorunda
kaldığınızda, gerçekten bilgili olduğuna inandığınız insanları
arayıp bulmalı ve onlarla konuşmalısınız. Bir zamanlar, çok
uzun zaman önce, doktorlar bilgili ve kültürlü insanlardı. Sanat
ve edebiyat bilirlerdi. Zekâlarıyla, saygılı davranışlarıyla göze
çarparlardı. Bu artık böyle değil. Bilgi ve görüş kaynağı olabi
lecek kişiler, sizlerle aynı deneyimlere sahip kişiler. Onların da
39
benzer hastalık belirtileri ve hastalıkları var. Doktorunuz size
sorunun ne olduğunu söylese de ve siz sorunun ne olduğunu bi
liyor olduğunuzu düşünseniz de, bu konuda arkadaşlarınızla,
komşularınızla, ailenizle konuşun. Onlarm doktorlarının onlara
ne söylediğini öğrenin. Doktorlar bunu yapmamanızı; kasapta,
manavda ya da berberde duyduğunuz fikirleri dinlememenizi;
akrabalarınıza ve arkadaşlarınızı kulak asmamanızı söylerler.
Ama yalan söylerler. Onlar sadece kutsal otoritelerini koruma
ya çalışırlar. Aslında, arkadaşlarınızla, akrabalarınızla, çevre
nizde yaşayan insanlarla, bildiğiniz ve güvendiğiniz birileriyle
hastalık belirtilerinizin başlangıcı hakkında konuşmalısınız.
Doktorsuz da yapabileceğinizi göreceksiniz.
40
İkinci Bölüm
KATLİAM MUCİZESİ!
41
karşılaştıklarında doktorların uyguladıkları tedavi yöntemi o ka
dar sıradan ki, tedaviyi bir hemşire ya da bir tıp teknisyeni de
yürütebiliyor. Mucize karşısında duyulan hayranlık baki kalsa
da, bir zamanlar çok değerli olan bu ilaçlar artık çok tehlikeli.
Doktorların çoğu, soğuk algınlığı gibi zararsız vakalarda bi
le reçetelerine penisilin yazıyor. Penisilin, bakteriyel enfeksi
yonlara karşı mükemmel bir savaşçı olabilir ama soğuk algınlı
ğı ve grip gibi viral enfeksiyonlarda etkisizdir. Penisilin ve diğer
antibiyotikler hastalığın süresini kısaltmaz. Başka tıbbi sorunla
ra neden olmanın önünü alamaz. Burun boğazda ateş ve hastalık
yapan organizmaların sayısını azaltmaz. Aslında hiçbir fayda
sağlamaz.
Antibiyotiklerin tek yapabildiği, ciltte döküntü ya da kusma,
ishal, ateş, kalp damar sistemi çöküntüsü, terleme, bilinç kaybı,
düşük tansiyon, kalp atım hızının ve ritminin bozulması ile sey
reden şok durumu gibi reaksiyonlara neden olmak. Şanslıysanız,
ciltteki döküntülerden yakınan yüzde yedi ila sekizlik gruba da
hil olursunuz; üstelik, ukde hummasından yakınan kişilere am-
pisilin verildiğinde, cilt döküntüleri görülme oram çok daha faz
la olmasına rağmen. Penisiline karşı ciddi reaksiyonlar veren
yüzde beşlik şanssız kesimin ortaya koyduğu, şoka girmiş hasta
resmi hiç iç açıcı değildir: soğuk ve nemli bir deri ile seyreden
kalp damar sistemi çöküntüsü, terleme, bilinç kaybı, düşük tan
siyon, kalp atım hızının ve ritminin bozulması. Penisilinin, iyi
leştirmek üzere tasarlanmış olduğu hastalıklara benzeyen du
rumlara yol açması nasıl da ironik!
Tek hain, kesinlikle penisilin değil. Kloromisetin, H. influerı-
za bacillus adlı mikroorganizmanın sebep olduğu bir menenjit
türünde ve aynı zamanda tifo mikrobu ve benzeri mikropların
neden olduğu hastalıklarda etkili bir ilaçtır. Bu hastalıklarda et
kili olabilecek tek antibiyotiktir. Ancak kloromi setinin de ölüm
cül olabilen ciddi bir yan etkisi vardır: kemik iliğinin kan üreti
mini engelleyebilir.
Bir insanın ömrünün sınırları zaten belirlenmişse, alınabile
cek bu risk, kabul edilebilir bir risktir. Ama eğer ki bir çocuk, vi-
42
rai bir boğaz ağrısından başka bir şeyden yakınmıyorsa, kurtarı
cı olmayan kloromisetini kullanarak çocuktaki kemik iliği işlev
lerinin baskılanabilme riskini almaya değer mi? Kemik iliğinin
baskılanması birçok kez kan nakli yapılmasını ve daha başka te
rapilerin uygulanmasını gerektirecektir. Peki bunlar tamamen
iyileşmeyi garanti edecek mi? Tabii ki hayır. Ama yine de dok
torlar boğaz ağrıları için reçetelerine kloromisetin yazmaya de
vam ediyorlar.
Ayakta tedavi kliniklerinde ve muayenehane uygulamaların
da tetrasiklin de oldukça popülerdir. Hatta bu antibiyotiğe “evi
mizin antibiyotiği” bile diyoruz. Bu antibiyotik, hem çocuklara
hem de her yaş grubundan insana yaygın biçimde veriliyor. Ne
den? Çünkü bu antibiyotik farklı türdeki pek çok organizmaya
karşı etkilidir ve yan etkileri de tehlikeli olarak kabul edilmez.
Ancak bu antibiyotiğe ait oldukça kapsamlı bir yan etkiler liste
si var ki, konu hakkında bilgilendirilen bir kişi, bu ilacın tedavi
etmek üzere tasarlandığı hastalık dışındaki kullanımlarını kabul
etmeyebilir. İlacın, kemiklerde ve dişlerde birikip tortular oluş
turması gibi aşılması oldukça güç bir yan etkisi mevcuttur. Tet-
rasiklinin kemiklere ne yaptığını tam olarak kimse bilmese de,
dişleri geri dönüşü olmayan sarı ya da sarı yeşil renge boyadığı
nı, yüzlerce, binlerce, hatta belki milyonlarca ebeveyn ve çocuk
biliyor. Basit bir soğuk algınlığının belirtilerini ortadan kaldır
mak için kullanılan bu ilacın, faydalı olduğu şüpheli olan etkile
ri karşılığında böyle bir bedel ödemenin çok fazla olduğunu mu
düşünüyorsunuz? Ama doktorların çoğu sizin gibi düşünmüyor.
Son zamanlarda, bazı basit hastalıklarda bu ilacın kullanılması
nı mantıklı kılmak için, soğuk algınlığına yakalanmış bir çocu
ğun en küçük bakterilerden biri olan mikroplazma enfeksiyonu
na yakalanmış olabileceğinden şüphe duyulduğu söyleniyor.
Oysa soğuk algınlığına yakalanmış çocukların çok büyük kıs
mında böyle bir enfeksiyon belirtisine hiç rastlanmıyor.
Amerika Besin ve İlaç Kurumu (FDA), tetrasiklinlerin yay
gın biçimde aşırı kullanılmaları karşısında nihayet uyandı ve bu
ilaçlara ait bütün basılı ambalaj malzemelerinde şu uyarının yer
almasını zorunlu kıldı: “Tetrasiklin grubu ilaçların diş gelişimi
43
sırasında -hamileliğin son yarısı, bebeklik çağı ve sekiz yaşına
kadar olan çocukluk çağı- kullanılmaları dişlerin renginde geri
dönüşü olmayan sarı gri kahverengi renk değişimlerine neden
olabilir. Bu yan etki, ilaçların uzun süreli kullanımlarında daha
yaygın olarak gözlenmektedir. Ancak birbirini takip eden kısa
süreli kullanımlarda da gözlenmiştir. Diş minesinde hasar görül
düğü de rapor edilmiştir. Bu nedenle, bu yaş gruplarında başka
ilaçlar etkili olabildiği sürece ve bunların da kullanılmasını sa
kıncalı kılan durumlara rastlanmadığı sürece tetrasiklin kullanıl
mamalıdır.”
Doktorlar ilaçların prospektüslerini nadiren okuduklarından,
bu uyarınm bir işe yarayıp yaramadığını söylemek çok güç. Ger
çi prospektüsteki uyarıları okumaları da ilaçları kullanmalarına
engel olmuyor ya; hele ki, tetrasiklinde olduğu gibi, ancak çok
kritik koşullarda kullanılmasının göze alınabileceği yan etkileri
olduğu apaçık anlatılmamışsa.
Antibiyotiklerin diğer bütün yan etkilerden çok daha kor
kunç olan bir yan etkisi daha vardır: süper enfeksiyonlar. Bir an
tibiyotik, enfeksiyonla savaşırken, ilaca karşı dirençli başka bir
bakteri türünün neden olduğu daha kötü bir enfeksiyonu tetikle-
yebilir. Bakteriler hemen uyum sağlayabilen hayret verici orga
nizmalardır. Bir önceki soyları, yani ataları, bir ilaca ne kadar
çok maruz kalırsa, sonradan oluşan soylar bu ilaca karşı o kadar
direnç geliştirebilir. Orta dozlarda kullanılan penisilin, belso-
ğukluğu hastalığını bir zamanlar kolaylıkla tedavi ediyordu ama
şimdi bu hastalığı tedavi etmek için iki büyük doz antibiyotiğin
verilmesi gerekiyor; bazen de ek ilaçların kullanılması gereki
yor. Filipinler’de ve Batı Afrika’da belsoğukluğuna neden olan
iki yeni soy keşfedilmiştir. Bu yeni soylar penisilinin etkisini ta
mamen yok ediyor.
Elbette modern tıbbın, daha güçlü olan bu yeni belsoğukluğu
bakterisi için hazırda bulundurduğu daha güçlü bir ilacı var:
spektinomisin. Altı kat daha pahalı olan bu ilacın yan etkilerinin
de fiyatından aşağı kalır bir durumu yok. Bu arada belsoğuklu
ğu bakterisi, spektinomisine karşı da dirençli yeni bir soy daha
44
geliştirdi! Bu savaş kızıştıkça hastalar ve cüzdanları güçsüzleşir-
ken, bakteriler daha güçlü bir hale gelecek.
Oysa doktorlar, antibiyotiklerin oldukça sınırlı bir tıbbi alanı
olduğunu kabul edip bu sınırların gereklerini yerine getirselerdi
bunların hiçbiri olmazdı. Bir insanın bütün ömrü boyunca ancak
üç ya da dört kez penisiline ya da başka bir antibiyotiğe ihtiya
cı olabilir; o da risk almaya değer kritik bir noktadaysa.
Fakat ne yazık ki doktorlar, bütün nüfusa bu güçlü ilaçların
tohumlarını ektiler. Her yıl sekiz on milyon Amerikalı, soğuk al
gınlığına yakalandığı için doktora gidiyor. Bunların yüzde dok
san beşi ellerinde bir reçeteyle dışarı çıkıyor. Bu reçetelerde ya
zılı ilaçların yarısını antibiyotikler oluşturuyor. Bu insanlar sa
dece hiçbir faydası olmayan bir şey satm aldıkları için dolandı
rılmakla kalmıyorlar, aynı zamanda yan etkilerin tehlikeleri ve
ölümcül enfeksiyon riskleri hakkında da kandırılıyorlar.
Bir zamanlar tedavi eden kişiyi temsil eden doktorlar, şimdi
hastalık yayan kişiyi temsil ediyorlar. Modem tıp çok ileri gide
rek ve sınırları zorlayarak, uç noktadaki aşırı önemli vakaların
yönetimini bile güçsüzleştirip yolundan saptırdı. Bir zamanlar
benim ve diğer doktor arkadaşlarımın bir parçası olmaktan gu
rur duyduğumuz mucize, katliam mucizesi haline geldi.
Dr. Robert Koch, 1890 yılında tüberküloz bakterisinden bir
madde türetmiş ve bunun hastalığı tedavi edeceğini iddia etmiş
ti. Fakat her nasılsa, bu maddeyi enjekte ettiği hastaların ya du
rumları daha da kötüleşmiş ya da ölmüşlerdi. 1928 yılında tho-
rotrast adı verilen bir ilaç, karaciğerin, dalağın, lenf nodüllerinin
ve diğer organların X ışınları taslaklarını elde etmek üzere ilk
kez kullanıldı. İlacın çok düşük dozlarının bile kansere neden
olduğunun keşfedilmesi on dokuz yıl aldı. 1937 yılında yeni bir
anti bakteriyel verilen bir çocuk öldü çünkü ilaçta zehirli bir
kimyasal madde vardı. 1955 yılında, çiçek virüsü taşıdıkların
dan bile şüphelenilmeyen kişiler arasında yüzden fazla ölüm va
kası görüldü; bu kişiler Saik adlı aşının, tahminen etkisiz hale
getirilmemiş çiçek virüsü taşıyan belirli üretim şarjlarından kul
lanmışlardı. 1959 yılında Almanya’da beş yüz ve Avrupa’nın
45
çeşitli yerlerinde bin çocuk ciddi sakatlıklarla doğdu; çünkü an
neleri hamileliklerinin erken dönemlerinde thalidomide adlı uy
ku hapını kullanmışlardı. Triparanol adlı kolesterol düşürücü bir
ilaç, aralarında kataraktın da bulunduğu çok sayıda yan etkiye
neden olduğu gerekçesiyle 1962 yılında piyasadan toplatıldı.
İlaç kullanımına dair bu geri tepmelerin çoğu, ya ilaç piyasa
dan toplatıldıktan sonra ya da üretimdeki hatanın farkına varılıp
daha sıkı kontrol noktaları oluşturulduğunda düzeltildi. Yine de
bu kontroller hâlâ yeterince sıkı değil. Yoksa bu gibi ilaç fela
ketlerini her allahın günü yaşar mıydık? Aslına bakarsanız gün
den güne güçlenen tek şey, tehlikeli ilaçları fabrikalardan alarak
doktor eliyle tedbirsiz hastaların ağızlarına tıkan, vücutlarına
enjekte eden düzenek. Yüksek tansiyon için kullanılan reserpine
hâlâ reçetelerde yer alıyor; üstelik göğüs kanseri riskini üç kat
artırdığı kanıtlanmış olduğu halde. Bilimsel çalışmalarda ensü
linin, şeker hastalığına bağlı körlüğün sebeplerinden biri olduğu
ortaya çıkarıldı; ama fark etmez, kullanımı hâlâ tıbbi bir mucize
olarak ilan ediliyor.
Madem ilaçlar tıp biliminin tek ürünüdür, o halde ilaçlarla
meşgul olmak bilimin yöntemlerini kullanmayı, aklıselimi ve
sağduyuyu gerektirir. Ama ilaçlar sırf bilimsel olsa iyi, onlar ay
nı zamanda kutsaldır! Modern tıbbın zemzem suyundan bir yu
dum içtiğinizde ya da kutsal bir hapı yuttuğunuzda modern tıp
dininin gizemlerinden birini paylaşmış olursunuz: Doktor, ilaca
inanan insanın ruh halini ve davranış biçimini değiştirme gücü
ne sahiptir. İyileştirmede ya da moral düzeltmekte inkâr edile
mez bir etken ğîTn,” kulun mihraba varışı psikolojiyle hükme
bağlanmıştır; plasebo etkisi -ya da telkinin gücü- bir ilacın vere
bileceği bütun fây’dalarda muazzam bir rol oynamaktadır. Aslın
da, plasebo etkisinin öncelikli tedavi elemanı olduğunu bildiği-
ıîTîz'bazı ilaçlar mevcuttur!
Doktor reçetelerine yazılan modern tıbbın kutsal ilaçları so
kaklarda yasadışı satılan uyuşturuculara göre çok daha fazla in
sanı öldürür. ABD çapında yapılan bir araştırmaya göre, ilaç su
iistimali nedeniyle görülen ölümlerde, sokaklarda satılan
46
yasadışı uyuşturucuların payı yüzde yirmi altıdır. Reçeteli ilaç
lardan Valium ve barbitüratlar, ilaç suiistimali nedeniyle meyda
na gelen ölümlerin yüzde yirmi üçlük kısmını oluşturmaktadır.
Bu araştırma, doktorların reçetelere yazdıkları ilaçların yan etki
leri nedeniyle her yıl ölen yirmi ila otuz bin civarındaki insanı
hesaba katmamıştır. Tahmini hesaplarda böylesine geniş bir ara
lık bulunmasının sebebi, doktorların gerçek ölüm nedeni olarak
ilaçları göstermekten kaçınmalarıdır. Bir insanın ölümcül bir
hastalığı varsa ve ilaç tedavisi sırasında hayatım kaybederse,
ölüm sebebi olarak hastalığın kendisi gösterilecektir; normal
şartlarda hastanın bir süre daha hayatta kalacağı beklentisine
rağmen.
Boston İlaç İzleme Programı’ndan bir grup araştırmacı, akut
hastalık koğuşlarına kabul edilen hastaları izleyerek, hastaneler
de ilaç tedavisi nedeniyle oluşan ölüm riskini binde birden daha
az olarak kabul etmiştir. Aynı grup tarafından yapılan önceki bir
araştırmada, kanser, kalp hastalıkları ve alkolik siroz gibi ciddi
kronik hastalıklar nedeniyle hastanede yatmakta olan hastalar
arasında ölüm riskinin binde dört olduğu saptanmıştır. Tabii öy
ledir. Ama bu insanların çoğunun ilk anda hastaneye gelme se
bebi de doktorlarının yazdığı reçeteli ilaçların yan etkileridir.
Muhafazakâr tahminlere kalırsa, Amerikan ve İngiliz hastanele
rindeki insanların ancak yüzde beşi ilaçların yan etkileri nede
niyle oradalar. Bir başka muhafazakâr tahmin de önlenebilir ağ
rı üzerine üç milyar dolarlık fiyat etiketi yapıştırmaktadır.
Ciddi vakaların tedavisinde kullanılması gerekirken, sıradan
vakalarda kullanılan, üstelik çok daha güçlü olan bir diğer ilaç
grubu da steroitlerdir. Steroitler, en güçlü metabolizma düzen
leyicisi olan adrenal bezlerinin çalışma mekanizmalarını taklit
eder. Hemen bütün organlar, adrenal bezlerinin salgılarından
doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenir; aynı zamanda doktor
ların reçetelere yazdıkları sentetik kimyasal maddelerden de et
kilenir. Bir zamanlar steroitler, şiddetli adrenal yetersizlikleri
nin ya da hipofizbezi rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılırdı;
bir tür bağışıklık sistemi hastalığı olan lupus eritematozis, ül
serli kolit, cüzam, lösemi, Hoçkin hastalığı ve lenf kanseri gibi
47
*
48
farkında olmayan binden fazla kadm adına açılan dava sonrasın
da yetmiş yedi milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edildi;
kadınların bazıları yirmi beş sene önce bu deneylerin bir parça
sı olmuşlardı. Bu davanın benim için ayrı bir önemi vardır. Ben
o zamanlar tıp fakültesinde öğrenciydim ve zamanımın çoğunu
Chicago Üniversite Hastanesi’nde geçiriyordum. Dietilstilbeste-
rol adlı ilacın hayati tehlike arz eden düşüklerin önlenmesinde
kullanımım inceleyen bu deneylerden de haberdardım. Okuluna
güvenen ve profesörlerinin ne yaptıklarım biliyor olduklarına
inanan vicdanlı bir tıp öğrencisi olarak bu deneyi sorgulamayı
aklımdan bile geçilmemiştim.
Elbette ne ben, ne de o zavallı bin kadın, üniversiteye kesin
likle güvenmemeliydik. Sandığımızın aksine, hocalar ne yaptık
larını bilmiyorlardı. 1971 yılında, daha soma Harvard Tıp Fa
kültesi’nde görev yapmış olan Dr. Arthur L. Herbst, DES adlı
sentetik hormonu kullanan kadınlardan doğan kız çocuklarında
rahim kanseri görülme oranınm dehşet verici biçimde yüksek ol
duğunu ilk kez duyurdu. Soma da, bu kadınların erkek evlatla
rının cinsel organlarında oluşan sakatlık oranlarının da dehşet
verici biçimde yüksek olduğunu öğrendik. Bu kadınların istatis
tiksel olarak önemli bir kısmı kanser nedeniyle ölüyordu.
Tabii ki o dönem, benim tıp bilimini sorgusuz sualsiz kabul
ettiğim dönemdi. Haberleri duyduğumda hiç şaşırmamıştım.
Menopoz için kullanılan hormon ilaçlarının zararlı etkileri artık
su yüzüne çıktı. DES adlı sentetik hormonun, tehlikelere karşı
son derece hassas, gelişmekte olan cenin üzerinde hasar verici
etkileri olabileceği yirmi beş yıl önce bilinmiyordu belki ama ar
tık biliniyor.
Bugün bütün bu olup bitenlere artık o kadar hayret etmez ol
dum ki, ilacın tehlikelerini herkesten önce açığa vurmuş olan
aynı Dr. Herbst’in, DES kanseri riskini önemsemeyip hafife alan
bir makale yazdığmı gördüğüm zaman kaşlarımı yukarı bile kal
dırmıyorum! İlaçlar verebileceği zararı zaten vermiş olduğu
için; doktorlar da kullandıkları ilaçların muhtemel tehlikelerin
den haberdar olmadıklarını herkese duyurdukları için, artık ge
49
riye yapılacak tek bir şey kalıyor: Kutsal dualar eşliğinde yeni
bir tedaviye başlayıp hatanın aslında hata olmadığını, tehlikenin
de aslında tehlike olmadığını göstermeye çalışmak. DES deney
lerinde kobay olarak kullanıldıklarım öğrenen anneleri ikna et
mekle başlayın işe. Sonra bu annelerin çocuklarını ikna etmeye
çalışın. Hastalanan ya da sakatlanan bu çocuklarin hepsi için
risk yüzde yüzdür.
Dr. Herbst’in bizzat tuttuğu kayıtlarda, anneleri DES hormo
nuyla tedavi edilmiş üç yüz bebekte rahim kanseri vakası sap
tandığı apaçık ortadadır. Birkaç sene önce, “sadece üç yüz vaka
da” domuz gribi olduğu keşfedilmiş olsaydı, modem tıbbın or
talığı nasıl velveleye vereceğini bir hayal edin. O zaman doktor
lar riskin gerçekten ne kadar az olduğunu söyleyebilecekler
miydi? Ya da doktor, yeni doğan bir bebekte antibiyotik kullan
mak istediği zaman, bebeğin bu ilaca gerçekten ihtiyacı olması
ihtimali yüz binde birden azsa ne olacaktı?
DES adlı sentetik hormon, hayatlarının her safhasında kadın
lara verilen cinsel hormonlardan sadece bir tanesidir. Her gün
milyonlarca kadın bu tür hormonları, doğum kontrol hapları ya
da menopoz döneminde verilen östrojen hormonları şeklinde
alıyor. DES hormonu hâlâ “ertesi gün” doğum kontrol hapı ola
rak ve göğüslerden gelen sütü kurutmak için veriliyor. 1975 yı
lında FDA, doktorlar için uyarı niteliğinde bir bildiri yayımlayıp
kırk yaşın üzerindeki kadınlara Pili adlı hormon hapı yerine do
ğum kontrol hapı vermelerini önerdi. 1977 yılında FDA, Pili
kullanan kırk yaş üzeri kadınlarda görülen kalp ve damar hasta
lıklarındaki astronomik risk artışının önemini vurgulayan bir
uyarı broşürüne ihtiyaç duydu. Bu uyarıların bir işe yarayıp ya
ramadığım bekleyip göreceğiz. Kırk yaş üzeri kadınlar hâlâ Pili
kullanıyorlar; ya gerektiği gibi bilgilendirilmedikleri için ya da
risk almayı tercih ettikleri için! Pili kullanmakta olan kadınların
hayret verici derecede büyük çoğunluğuysa kırk yaşın altında.
Riskler bu kadınlar için de çok büyük ve sadece kalp damar has
talıklarını değil, karaciğer tümörlerini, baş ağrılarını, depresyo
nu ve kanseri de içeriyor. Kırk yaş üzerinde Pili kullanmak, kalp
krizinden ölme riskini beş katına çıkarıyor; otuz ila kırk yaş ara-
50
smda kullanmaksa bu riski üç katına çıkarıyor. Pili kullanan bü
tün kadınlar, kullanmayan kadınlara göre altı kat daha fazla yük
sek tansiyon riski taşıyorlar. Felç riskleri dört kat ve pıhtılaşma
nedeniyle damar tıkanıklığı oluşma riski de beş kat daha fazla.
Doktorlar, kadınlara, Pili kullanmanın hamile kalmaktan da
ha iyi olduğunu söyleyerek, piyasadaki muazzam Pili pazarına
arka çıkmaya devam ediyorlar. Bu iddia sadece bilimi değil ak
lıselimi de hiçe saymaktır. Her şey bir yana, Pili’in tehlikeleri
yeni yeni su yüzüne çıkmakta. Bunlar, doğal olmayan bir mad
denin vücutta gelişen olaylara müdahalesinden kaynaklanan
tehlikeler. Oysa hamilelik doğal bir süreçtir ve sağlıksız bir du
rum söz konusu değilse vücut kendi kendine bununla baş etme
ye hazırlanır. Pili almak, hastalığı vücuda sokmak demektir. Ha
mile kalma riskini. Pili almanm yol açacağı risklerle karşılaştı
racak kadar haddini bilmezlik, zengin kadınları, fakir kadınları,
hasta kadınları, Pili kullanan kadınları, Pili’i bırakan kadınları,
başka doğum kontrol hapları kullanan kadınları, doğum kontrol
hapı kullanmayan kadınları, evli kadınları, bekâr kadınları, genç
kızları, yetişkin kadınları, rasgele cinsel ilişki kuran kadınları ve
tek kişiyle cinsel ilişki kuran kadınları akıldışı bir biçimde allak
bullak etmekten başka bir şey değildir. Bu kadınlar hamile kal
dıkları anda, hamilelikle hiç ilgisi olmayan istatistiksel risk fak
törleriyle karşı karşıya kalacaklar.
Pill’in tehlikelerini hamilelikle karşılaştırmak, elbette berbat
bir bilim anlayışı, zaten asıl soru şu olmalı: Pili diğer doğum
kontrol yöntemlerinden daha mı güvenli?
Hâlâ Pili kullanmakta olan on milyon kadına ek olarak, beş
milyon kadın da menopoz östrojeni kullanmaktadır. Ama yet
mez; bu ilaçlar safra kesesi hastalıklarının ve rahim kanserleri
nin (hatırlayın; riski beş ila on iki kat artırıyordu) önlenmesinde
de kullanılmaya başlanır; öyle ki, FDA, doktorları ve hastaları
uyarmak üzere yayın yapmak zorunda kalacaktır. Doktorlar baş
ka işlerle çok meşgul olduklarından bu uyarılara pek aldırış et
memişlerdir. Bu ilaçların kullanımının -daha seyrek olarak ve
sadece çok ciddi hastalık belirtilerinin kısa süreli giderilmesin
51
de- sınırlandırılması şartken, birçok doktor ciddi menopoz ra
hatsızlıklarını sözüm ona önlemek için bunları rutin olarak kul
lanıyor. Östrojen terapisi gençliği korumak için, kozmetik
amaçlar için, depresyonu hafifletmek için ve kalp damar hasta
lıklarını önlemek için kullanılıyor. Bütün bu kullanım alanların
da faydalı olup olmadığıysa kanıtlanmış değil. Östrojenler daha
yaşlı kadınlardaki kemik erimesini önlemek için de kullanılıyor.
Kemik erimesi, egzersiz ve diyetle de önlenebilir; hem bunlar
kansere neden olmazlar. Orta yaşlı kadınların pek çoğu, depres
yon belirtisini gördükleri anda doktorlarından östrojen talep edi
yorlar. Doktorlarsa, depresyonun başka bir sebebi olup olmadı
ğını ve östrojen ya da herhangi bir ilaç olmaksızın tedavi edilip
edilemeyeceğini sorgulamaya pek vakit harcamıyorlar.
Aslına bakacak olursanız, daha az tehlikeli yöntemlerle ra
hatlıkla tedavi edilebilecek hastalıklar için icat edilmiş epeyce
ilaç vardır. Yüksek tansiyon ilaçları, kan basıncını düşürmenin
kolay yolu olarak görüldüğünden piyasada büyük bir pazar boş
luğunu doldurup son yıllarda oldukça popüler oldu. Artık bir
doktor, yüksek tansiyonu olan hastasına, hayat tarzının kendisi
ni öldürmek üzere olduğunu söylemek zorunda kalmıyor. Sade
ce reçeteye bir ilaç yazıveriyor; ikna kabiliyetini de hastanın ila
cı alması için kullanıyor. Hatta televizyon programlarında, rad
yolarda, dergilerde insanlar yüksek tansiyon haplarını almaya
teşvik ediliyor! Birileri, bu ilaçları almanm tansiyonu düşürme
nin tek yolu olduğuna insanları bir şekilde inandırmış durumda.
Tabii ki yine bu birileri, bu ilaçların yan etkileri hakkında pek
çok kişiyi uyarmayı da ihmal etmiş durumda. Ancak yine bu bi
rileri, bu yan etkilerden de haberdar durumda; çünkü tıbbi yayın
yapan dergilerdeki yüksek tansiyon ilacı reklamlarının çoğu, bu
ilaçların yan etkileriyle baş etmek üzere üretilmiş ilaçların rek
lamlarıdır!
Bu yan etkilerden bazıları şunlardır: deride döküntü, kurde
şen, ışığa karşı hassasiyet, baş dönmesi, güçsüzlük, kas kramp
ları, kan damarlarında yangı, deride ürperme hissi, eklem ağrıla
rı, zihin karışıklığı, konsantrasyon güçlüğü, kas spazmları, mide
bulantısı, cinsel aktivitede azalma ve iktidarsızlık. Bu sonuncu
52
yan etki hem kadınlarda hem de erkeklerde görülmektedir. Orta
yaşlı nüfusun ne kadarının herhangi bir psikolojik nedenle değil
de aldıkları tansiyon ilaçları sebebiyle iktidarsızlık yaşadıklarını
bazen merak ediyorum. Dünyadaki hiçbir cinsel terapi, ilaç kay
naklı iktidarsızlığı ve cinsel istek kaybını düzeltemez. Doktorlar
bu ilaçların yan etkilerinden haberdar değillerse, işlerini gerek
tiği gibi yapmıyorlar demektir çünkü ilaç üreticileri, bu yan et
kileri listeler halinde yayımlıyor. Doktorlar bu yan etkilerden
haberdar oldukları halde hâlâ bu ilaçları reçetelerine yazmaya
devam ediyorlarsa, o zaman şunu merak etmeniz gerekir: Peki
ya yüksek tansiyonu olan kişi bir doktor olsaydı, bu ilaçları ken
disi kullanır mıydı?
Belki de bu ilaçları reçetesine yazacak kadar budala olan bir
doktor, kullanacak kadar da budaladır. Peki ama bu ilaçların
gerçekten bir fayda sağlayıp sağlamadığı konusunda sürüp gi
den tartışmalardan haberdar olmayan tek bir doktor var mıdır
acaba? Yüksek tansiyonun tehlikeli olduğunu farz etseniz bile,
doktorlar reçete yazmakta bu kadar aceleci davrandıkları için
yine de suçludurar. Tansiyon ilaçlarını kullanmakta olan pek
çok insan aslında normal sınırlardaki vakalardır: kan basınçla
rı, tansiyon ilaçlarının yan etkilerini mazur gösterecek kadar
yüksek değildir. Bu insanların birçoğu kan basınçlarını, gevşe
me terapilerine katılarak; beslenme biçimlerini değiştirerek çok
daha etkin şekilde düşürebilirler. Araştırmalar, gevşeme terapi
sinin kan basıncını ilaç tedavisinden çok daha hızlı ve etkili bir
şekilde düşürdüğünü kanıtlamaktadır. Ayrıca, kilo vermenin,
tuzu azaltmanın, vejetaryen diyet uygulamanın ve egzersiz yap
manın, kan basıncını en az ilaçlar kadar etkili biçimde düşürdü
ğünü ortaya koyan araştırmalar da vardır; üstelik kan basıncının
bu şekilde düşürülmesinin, ilaçtan çok daha güvenli olduğu bir
gerçektir. Birçok hasta, tansiyonlarının düşürülmesi gerektiği
konusuna kuşkuyla bakmalıdır; çoğu insanın, muayenehane de
nen korkutucu ortamdan ayrıldıkları anda tansiyonunun norma
le döndüğü bilinmektedir.
Modem tıbbm yazılı olmayan kurallarından biri de şudur:
Yeni bir ilacı, henüz bütün yan etkileri su yüzüne çıkmadan, aci
53
*
55
rencilerinin yüzde kırkında bir yıl içinde minimal beyin hasarı
oluştuğunu ileri sürerek, bu sendromu tedavi etmek için devlet
tarafından ayrılan bütçeden faydalanmayı talep etti. İki yıl son
ra kendilerine verilen bu para kesildi ama öğrenme güçlüğü çe
ken çocukların tedavisine ayrılan fonlar havada uçuşmaya de
vam ediyordu. Beyinlerinde minimal hasar olan çocuklara gelin
ce; onlar birdenbire ortadan kayboluverdiler, artık çocukların
yüzde otuz beşinde öğrenme güçlüğü vardı!
Bu okullar devletten bir bahaneyle aldıkları parayı, öğret
menlerin maaşlarını ödemek, kitap almak, oyun parkları yaptır
mak ve erzak almak için kullanmış olsalardı, bu, affedilebilir bir
hırsızlık olarak görülebilirdi belki ama sınıfta yerinde durama
yan çocuğa, ilgisini çekebilecek, onu meşgul edecek bir iş ver
mektense, hiperaktif teşhisi koymayı tercih ettiler. Çocuğu ilaç
larla “yönetmek” kolaylarına geliyordu. Ama bu ilaçların ciddi
yan etkileri varmış, ne gam! Bu ilaçlar sadece büyümeyi baskı
layıp yüksek tansiyona, sinirlilik haline ve uykusuzluğa neden
olmakla kalmıyor, aynı zamanda çocukları “cesur yeni dün
yacın zombileri haline dönüştürüyor. Çocukların önemli dere
cede yavaşladıklarından emin olabilirsiniz. Ayrıca daha az tep
kili ve daha az ilgililer; daha az gülüyorlar, daha duygusuzlar ve
uzun zaman aralıkları içinde tarafsız olarak değerlendirildikle
rinde, kimse iyiye gittiklerini söyleyemiyor.
Davranışları değiştiren bu ilaçlar hakkında yapılan bilimsel
çalışmaların gerçek sahipleri, bu ilaçların mevcut kullanımların
dan kendilerini ayrı tutmaya çalışmışlardır. Asıl sorunun ilaçla
rı keşfetmekte değil, doktorların abartılı ya da yanlış teşhislerin
de olduğunu, ilaçları aşırı dozlarda kullanmalarında olduğunu
iddia etmişlerdir. Bu tür iddiaların birkaç bireysel şöhreti kurtar
dığı olmuştur. Ama araştırmacıların kendi keşfettikleri ilaçların
kullanımlarını gereği gibi sınırlandırmak konusunda hemen hiç
bir teşebbüste bulunmadıklarını aklınızdan çıkarmayın. Aksine,
tıp dergilerinde, gururla “Ne harika, değil mi? Andy’nin el yazı
sı artık tavuk gagalamasına benzemiyor!” diyen öğretmeni konu
eden üç sayfalık resimli reklamlarımız var. Güçlü ve tehlikeli
ilaçların, kötü el yazılarını düzeltmek üzere satıldıkları tarihte
56
ilk kez görülüyor! Oldukça başarılı bir pazarlama taktiği kulla
nıldığım da eklemeliyim. Her yıl milyonlarca çocuğa verilen bu
ilaçlar, ilaç şirketlerinin cüzdanlarını da milyonlarca dolarla tıka
basa dolduruyor.
Modem tıbbın engizisyon kafası, başka hiçbir yerde görül
memiş bir bağnazlıkla, kontrol edilmek istenen çocukları ilaca
boğuyor. Ortaçağ engizisyonu, Ortodokslukla ilgili olmayan
inanç ve davranışları “günah” olarak adlandırıp bunlara suç gö
züyle bakacak kadar ileri gitmişti. Suçlular önce kilise tarafın
dan sonra da laik otoriteler tarafından cezalandırılırdı. Modem
tıp, hastalık olarak tanımlanamayan davranışları engizisyon gö
revini layıkıyla yerine getirerek tanımlamaktadır. Sonra da suç
luları ilaçlarla “yöneterek” onlara “hak ettikleri cezayı” vermek
tedir. Okulların öncelikli amacı, öğrenme yoluyla merak zekâsı
nı açığa çıkarmak değil, gereğince sosyalleştirilmiş, yönetilebi
len vatandaşlar yaratmak olduğundan, tıp ulemasıyla devlet,
ulusal düzeni koruyup devam ettirmek için güçlerini birleştirmiş
durumdadır. Ulema, devletin taleplerine uygun standart davra
nışları belirliyor. Devlet de, bu tek yanlı, indirgemeci bakış açı
sını teşvik ederek ulemanın borusunu öttürmesine izin veriyor.
Bunların hepsi de sağlık adı altında yapılıyor; gerçekte sağlık
her iki tarafın da umurunda olmayan tek şey.
Gelin şimdi, modern tıbbın “kutsal su” hizmetini, devletin,
insanları kendi dinine döndürmekte nasıl kullandığına tanıklık
edelim. Kutsal su, teşhis gereksiniminin ince maskesiyle örtü-
lemez olmuş ilaçlardan hafifçe ayrılan çok özel bir mevzudur.
Herkesin ama herkesin kutsal suya ihtiyacı vardır ve kutsal su
herkese verilir: yeni doğan bebeğin gözlerine gümüş nitrat
damlatılır; doğum yapan annelere, hastanede yatan diğer hasta
lara damardan sıvı verilir; düzenli olarak herkese aşı yapılır ve
su kaynakları flüor sayesinde kimyasal karışımla tanışır. Saydı
ğımız bu dört tür kutsal su otomatik olarak, hiç düşünülmeden
insanlara zorla verilir; isteseler de istemeseler de, ihtiyaçları ol
sa da olmasa da. Yine bu dört tür kutsal su, yüzde doksan do
kuz oranında gereksiz yere kullanılır. Dördünün de güvenilirli
ği tartışmalıdır. Buna rağmen, şimdilik damar içine verilen sı
57
vılar hariç, kutsal su sadece ulemanın değil, aynı zamanda dev
letin de kanunudur.
Erken doğan bebeklerin kaldığı bölüme doğru yürüyen, öl
meden önce vaftiz edebilsin diye bebeklerin üzerine kutsal su
serpmek için tutturan o baskıcı rahibi asla unutmayacağım. Has
talarına kutsal su enjekte edebilmek için çırpınan modem tıp
ulemasını motive eden de aynı zalim dürtüdür.
Tıp fakültesi öğrencilerine akıllarından çıkarmamaları gerek
tiği öğretilip de gerçek hayatta hiçbir zaman karşılığını bulama
mış düsturlardan biri de -tıpkı, “İlk amaç, zarar vermemek” sözü
gibi- şudur: “Toynak sesi duyduğunuzda, zebralardan önce atla
rı düşünün.” Yani, bir hastalık belirtisi söz konusu olduğunda ilk
önce en makul, en aşikâr ihtimali düşünün. Görüyorsunuz ya,
pek çok doktorun mezun olur olmaz unuttuğu bir düsturdur bu.
Atlar üzerinde çok güçlü, pahalı ilaçlar ve tedavi yöntemleri
kullanmanın bir manası yoktur. En iyisi zebraların toynak sesi
ne kulak verip buna uygun bir tedavi uygulamaktır. Bir çocuğun
canı sıkılıyorsa, bir yerde uzun süre oturamıyorsa, hiperaktiftir
ve ilaca ihtiyacı vardır. Bir ömür hiç egzersiz yapmadıysanız ve
doğal olarak eklemleriniz sertleştiyse, ilaca ihtiyacınız var de
mektir. Tansiyonunuz biraz yüksekse, ilaca ihtiyacınız vardır.
Burnunuz akıyorsa, ilaca ihtiyacınız vardır. Hayatınız yolunda
gitmiyorsa, ilaca ihtiyacınız vardır. Bu böyle sürer gider. Zebra
lar akın akın gelmeye devam eder.
Sürekli zebra getirten zihniyetin değişmemesinin nedeni as
lında ilaç şirketleriyle doktorlar arasındaki sıcacık kâr ilişkisidir.
İlaç şirketleri, ürettikleri ilaçları kullandırtsınlar diye her yıl
doktor başına ortalama altı bin dolar harcar. İlaç şirketlerinin
“gözde” adamları olan satış temsilcileri, düzenli hastaneTzıyaret-
lerinde doktorlarla dostça çıkar ilişkileri kurar. Onlarla içki içer,
oıîTârt yemeğe götürür, sırtlarını sıvazlar ve Fedeîsizlîaç‘nnmu-
neTenTerTflerTAcı gerçek şu'W;"iîaç'knîlamnn ve ilacın kötüye
kullanımıyla ilgili bilgilerin çoğu doktorlara ilaç şirketleri vası
tasıyla ulaşır; yani satış temsilcileri ve tıp dergilerindeki reklam
lar aracılığıyla. Klinik araştırma raporlarının çoğunun bütçesini
58
ilaç şirketleri karşılar; bu nedenle bu kaynaklardan gelen bilgi
ler de oldukça şüphelidir.
İlaç sorunu üzerine araştırma yapmak için kurulan bir komis
yon, ki aralarında dört Nobel Ödülü kazanmış Laureates de var
dı, asıl suçlunun, doktorlar ve ilaçları test eden bilimciler oldu
ğunu ortaya koymuştur. Komisyon, yeni ilaçların klinik dene
melerinin yapılış şeklinin “mezbahaları” aratmadığını belirtmiş
tir. Bu gibi klinik deneyler yapan doktorlardan bazılarını rasge
le kontrol eden FDA, bunların yüzde yirmisini suçlu bulmuştur.
Gerçek tıp etiğinden nasibini almamış bu uygulamalar arasında,
hastalara hatalı dozlar verilmesinden tutun da kayıtların tahrif
edilmesine dek pek çok ahlaksızlık vardır. FDA tarafından kont
rol edilen kayıtların üçte birinde, test edildiği iddia edilen ilacın
hiç sınanmadığı ortaya çıkmıştır. Diğer üçte birlik kısımdaysa
deneysel protokol takip edilmemiştir. Yapılan testlerin sadece
üçte birinde elde edilen sonuçların bilimsel olarak anlamlı ol
dukları kabul edilebilir, sonucuna varılmıştır!
İlaç şirketleriyle doktorlar arasındaki pazarlama ilişkisinde
açıkça görülen yozlaşmaya rağmen, benim asıl suçladığım ne
ilaç şirketleri, ne satış temsilcileri, ne bunları denetlemesi gere
ken devlet kuruluşları ne de ilaç için doktorların başının etini yi
yen hastalar. Doktorların, kendi egemenlik alanları içinde neler
olup bittiğini anlayacak kadar bilgileri var. İlacın bütün testleri
nin yapılmış olduğu ve yan etkileriyle kısıtlamalarının iyice bi
lindiği durumlarda bile ilacı gelişigüzel reçeteye yazarak asıl
büyük zararı onlar veriyorlar. Buna rağmen, sahip oldukları kut
sal iktidarı ve etiğin üstünde olmayı, ki edindikleri iktidarla bir
likte yitirmiş oldukları şeydir etik, kendilerine hak olarak görü
yorlar. İlaç şirketlerinin tek derdi para kazanmak; mümkün ol
duğunca çok sayıda ürünü mümkün olduğunca yüksek fiyata
satmak. İlaçların test edilmesi, ruhsatlandırılması ve kullanıma
sunulması aşamalarında bilimsel süreci altüst ettikleri doğru
ama ilaç kullanıma hazır hale geldiğinde doktorları -kurnazca da
olsa- söz konusu ilacın neler yapıp neler yapamayacağı konu
sunda bilgilendiriyorlar.
59
İlaç şirketlerinin, ilacın yan etkileri ve tehlikeleriyle ilgili ila
cı kullanan kişilere bilgi verebilecek prospektüslere karşı çıkma
larına hacet yok; Amerikan Tıp Birliği bu işi onlar adına yapı
yor. Doktorsa, doktor hasta ilişkisi tehlikeye girer korkusuyla ya
yan etkileri önemsemiyor ya da bunları hastasından saklıyor.
“Hastalarıma bazı şeyleri açıklamam gerekseydi, çalışma saatle
rimin sonu gelmezdi” ya da “Hastalar, bu ilaçların yapabileceği
her şeyi bilselerdi bunları hiçbir zamarTkulIanmazlardı.” Dok
torlar, hastaları korumak yerine, hayatta kalmak için cehalete
güvenen kutsal kör inanç ilişkisini koruyorlar.
Doktorlar tıbbın ilk düsturuna -Primum, norı nocere, ilk
amaç, zarar vermemek- hâlâ uyuyor olsalardı, hastalarını körü
körüne inanmaya zorlamazlardı. İlacın faydasına karşı zararı de
ğerlendirilirken göz önünde tutulması gereken ilk şey, hastanın
iyiliği olmalıdır. Ama bu kural öylesine garip bir değişime uğra
yıp yeni bir kılıfa sokulmuştur ki, doktorun, ilacın faydasıyla za
rarını tamamen farklı bir etik çerçevede değerlendirmesine fır
sat tanımıştır: Artık, ilk amaç, bir şeyler yapmak haline gelmiş
tir. Artık, hastalara bir şey vermezseniz, ki bu ilaç da olabilir bir
tedavi yöntemi de, onlara zarar verdiğiniz iddia ediliyor. Ama
bu “bir şey” faydalı mı zararlı mı belli değilmiş, kimin umurun
da! Faydasından çok zararı olabilirmiş, kimin umurunda! Teda
vi, hastanın şikâyet etmesine sebep olacak kadar ona zarar veri
yormuş, olsun, doktorun cevabı hazırdır nasılsa: “Bununla yaşa
mayı öğren.”
Ama elbette doktor, en az bir ilaç denemeden hastasma böy
le bir şey söylemeyi düşünmez. “Kimya sayesinde daha iyi bir
yaşam” diyen reklam sloganının telif hakkını satın almış gibidir
doktorlar. Belki de, sebep ortada, diyorsunuzdur. Doğru, son de
rece ekonomik bir tutumdur bu. Reçete yazmak doktorun birkaç
saniyesini alır, oysa hastasıyla beslenme şeklini, egzersiz alış
kanlıklarım, meslek yaşamını ve ruh halini konuşacak olsa gün
içinde muayene ettiği hasta sayısı epeyce azalacaktır. “Hizmet
başına vizite ücreti” sisteminde, alelacele yapılan bir iğne, dok
tora da, eczacıya da, ilaç üreticisine de maddi bir ödül vermek
demektir. Bir taşla üç kuş!
60
Ama bence bu tutumun kökleri paradan daha derin meselele
re iniyor. Biraz fazla alaycı bir bakış açısı olabilir belki ama,
doktorların asırlar boyunca yanlış fikirleri benimsediklerinin
farkına varmalıyız. Yaşadığımız çağdaki ilaç sorununu değer
lendirirken, on dokuzuncu yüzyılda inatla savsaklanmış olan
sterillik meselesini, parazitleri, hastadan kan akıtmaları, içi dışı
na çıkana kadar müshil ilacı vermeleri göz önünde bulundurun;
tıbbın, hastaların büyük çoğunluğuna daima zarar vermiş oldu
ğunu göreceksiniz.
Bu -ve tabii doktorların maddi ödüllere gösterdikleri büyük
saygı- hasta olduğunuzda neyle karşı karşıya kalacağmızı anla
manızı sağlayacaktır. Hâlâ daha derine inmekte ısrar ediyorsa
nız, karşınıza çıkacak olan düşman, felsefi sebepler olacaktır, ki
bunları modern tıbbın teolojisi diye tanımlamaktan başka bir şey
gelmiyor elimden. Trajikomik bir durum ama, bu teoloji Hıristi
yan tanrıbiliminin bazı yönlerinin yozlaşmış halidir.
Batı’da uygulananın dışında bazı tıp sistemlerine baktığınız
da, besin kaynaklarına ne kadar önem verildiğini görürsünüz.
Ama modem tıbbın “besini” ilaçlardır. Amerikalı doktor, yarım
yamalak bilgisiyle ve çoğunlukla yanlış uyguladığı birtakım “te
davi edici diyetler” hariç (gut hastalığı, şeker hastalığı, düşük
tuz, safra kesesi, kilo verme, düşük kolesterol) beslenme konu
sunda tamamen cahildir. Beslenmeyle ilgilenenleri de, geçici
heveslere kapılmış kişiler, ifrata kaçanlar, ölçüyü aşmışlar, radi
kaller ve şarlatanlar olarak yaftalar. Kimi zaman da (daha doğru
olarak) aykırı insanlar olarak adlandım.
Öte yandan Doğu tıbbı, beslenmenin sağlıktaki öneminin
farkına varmış ve bundan faydalanmayı bilmiştir. Doğu inanç
larını incelediğinizde besinlerin ruh sağlığı için ne kadar önem
li kabul edildiğini görürsünüz. Hıristiyanlık adı verilen Batı
inancıysa, modern tıp anlayışının ta kendisidir: Modern tıp,
gerçek besinlerin yerine, önlerinde saygıyla eğildikleri kutsal
sembolik besinler koymuştur. “Bir insanın ağzından içeri giren
şey onu kirletmez; onu kirleten şey ağzından çıkanlardır.”
(Matta İncili)
61
Kim bilir belki de Hıristiyanlığın ilk öncüleri, Tevrat’ın em
rettiği beslenme kurallarını reddetme hezeyanına öylesine kapıl
mışlardı ki, tam ters yöne doğru fazlaca ileri gidip geçmişin bes
lenme alışkanlıklarından tamamen uzaklaştılar. Modem tıbbın,
yukarıda örnek verdiğimiz türden müphem sözleri uç noktalara
taşımış olduğu şüphesizdir. Açıkçası, söz konusu olan insan sağ
lığıysa, ağza giren her şey en az çıkan kadar önemlidir. Dahası,
neyin içeri girdiği, neyin dışarı çıkacağını belirleyebilir. Buna
rağmen, “Ne yiyorsanız osunuz” sözünü söylemeye cüret eden
ler olursa, modern tıp onlara ya aykırı insanlar ya da iradesi, ki
şiliği zayıf entelektüeller gözüyle bakar. Kutsal “kudreti” olan
“besin” ilaçtır. İyi de olsa, kötü de olsa damarlarınızın içinden
akıp giden, insan yapımı kimyasal maddelerdir.
Ama zalim papazdan korunmak istiyorsanız, bu aykırı in
sanların radikal inançsızlık sıçrayışını yapmak zorundasınız.
Doktorunuza güvenmeyin. Reçeteye yazdığı ilacın tehlikeli ol
duğunu varsayın. Güvenli olan hiçbir ilaç yoktur. Eli Lilly’nin
şu sözlerini daima aklınızda bulundurun: ^Zehirli etkisi olma
yan bir ilaç, ilaç değildir.” Her ilaca şüpheyle yaklaşılmalıdır.
Hamileyseniz bu şüpheler ikiye katlanır. Aslında, hamileyse
niz, bütün ilaçlardan tamamen uzak durmanız hem sizin hem de
bebeğinizin yararınadır. Sizde çok az yan etkisi olan ya da hiç
yan etkisi olmayan bir ilaç, içinizde gelişmekte olan cenine ta
miri olmayan hasarlar verebilir. Unutmayın; yüzlerce ilaç, cenin
üzerindeki etkilen bilinmeden önce piyasaya sunulmuştu. Bebe
ğinizin sağlıklı yaşama hakkını bilime bağışlamak ve bir ilacın
yan etkilerini ilk ortaya çıkaran kişi olmak istemiyorsanız, ölüm
kalım meselesi olmadığı sürece hiçbir ilacı kullanmayın.
Aspirin de buna dahil. Seksen yıldan uzun süredir piyasada
olmasına rağmen, aspirinin nasıl etki ettiğini doktorlar bile hâlâ
tam olarak çözemiyorlar. Çok uzun bir zamandır “ailemizin dos
tu” olduğundan, aspirinin de yan etkileri olduğunu ve kendine
özgü tehlikeleri beraberinde taşıdığım fark edemiyorlar. En yay
gın yan etkisi olan mide kanamasının yanı sıra, doğumdan önce
ki yetmiş iki saat içinde anne tarafından alındığında, bebeğin ka
62
fa derisi altında kanamaya neden olabiliyor. Aspirinin tek, on
adetlik formu mevcut olmasına rağmen doktorların neden her
zaman, beş adetlik “iki tablet” almamızı söylediklerini hep me
rak etmişimdir. Bir şeyin on adetini, iki tablet halinde almanın
bir tür dini önemi olabilir mi?
Doktorunuzun reçeteye yazdığı herhangi bir ilacın ilk dozu
nu almadan önce, ilaç hakkında doktorun kendisinin bildiğinden
daha fazla bilgi edinmeyi görev haline getirmelisiniz. Tekrar
söyleyeyim; durumunuz hakkında doktordan daha fazla şey öğ
renmeniz o kadar zor değildir. Doktorlar, ilaçlar hakkındaki bil
gilerinin büyük çoğunluğunu reklamlardan, satış temsilcilerin
den ve kendilerine dağıtılan broşürlerden öğrenirler. Yapmanız
gereken tek şey, ilacı kullanıp kullanmayacağınıza karar verme
den önce, ihtiyacınız olan bilgiyi elde etmek için iyi birkaç ki
tapla biraz vakit harcamaktır.
Başlangıç için en iyi kitap PDR (Physiciaıı’s Desk
Reference) adı verilen Doktorun Elkitabı’dır. PDR, Modern Tıp
Kilisesi’nin “kutsal kitabı” olarak kabul edilebilir; özellikle de,
uzun zaman boyunca papaz efendiler dışındaki kişilere yasak
olduğu göz önünde bulundurulunca. Şimdilerde çok kolay bu
lunup satın alınabiliyor olsa da, bundan birkaç yıl öncesine ka
dar tıp mensubu olmayan kişilere kitabın dağıtımının yapılma
sını yayıncısı kabul etmiyordu. Birçok köşe yazımda ve yayı
nımda PDR’nin reklamını yaparken bundan haberim yoktu. En
sonunda yayıncıdan bir mektup aldım. Kitaplarını başka insan
lara tavsiye etmekten vazgeçmemi rica ediyordu; çünkü bu ki
tabı sadece uzmanlara dağıtıyorlardı. Halkın PDR'yi anlayama
yacağını ve kafalarının karışacağını düşünüyorlardı. Bunun
üzerine bu mektubu köşemde yayımladım ve tarihte ilk kez bir
yayıncının, kitabım satmak istemediği yorumunu yaptım. Bun
dan çok kısa bir zaman sonra, PDR yalnızca kitabevlerinde gö
rünmekle kalmadı, kitabevleri tarafından promosyonu da yapıl
maya başlandı! Şimdi kitabevlerine gittiğinizde PDR kümeleri
görüyorsunuz. Yayıncının sonunda bu fikri benimsediğini tah
min ediyorum.
63
7
64
r
65
Doktor bunu önemsemez çünkü onun karar felsefesi yozlaş
mıştır. İlk amacı, bir şeyler yapmaktır. Doktor kendisini, “Pili
adlı ilaç hamilelikten daha güvenlidir” gibi saçma sapan laflar
ederken bulabilir. Ama doktor bunları söylediği için değil, bu
söylediklerine inandığı için tehlikelidir. Riskinizi bireysel olarak
değerlendirmek zorundasınız. İlaçla ilgili yazılanları okudukça,
ilacı, olduğundan daha tehlikeli hale getirebilecek belirli koşul
ların sizde olup olmadığının farkına varacak olan sadece sizsi-
niz. İlacm sağlayabileceği muhtemel faydalara karşılık, onca
yan etkiyi göze alıp kendinizi riske atıp atmamak konusunda ka
rar verecek olan da yalnızca sizsiniz. Hiçbiriniz şunu aklınızdan
çıkarmamalısınız: İlacı kullanmayı reddedebilirsiniz. Ortaya ko
nan şey sizin sağlığınız. İlacı kullanmak istememenize neden
olacak şeyler okursanrz, ilk önce doktorunuzu bu bilgilerle yüz
leştirin. İster ikna etmeye çalışın, ister başının etini yiyin; ama
bu ilaçtan gerçekten uzak durmak istediğinize onu inandırın.
Doktorlarla yapılan bütün yüzleşmelerde olduğu gibi, tepkileri,
sizin hesaba kattığınızdan daha fazla şey anlatabilir. Onun fikir
lerinin sizinkilerden hiç de değerli olmadığını, belki de ilk ve
son kez bu sayede anlayabilirsiniz.
Öte yandan, araştırma sonucunda sizi ilacı kullanmaktan
caydıracak hiçbir şey bulamazsanız; muhtemel faydalar riskler
den daha ağır basıyorsa, yine de eve eliniz boş gitmeyeceksiniz
demektir. Hâlâ kendinizi korumak zorundasınız. İlk önce, dok
torunuz tarafından verilen bilgiyi uyguladığınızdan emin olun.
Onun verdiği bilgilerin, prospektüs bilgilerinden farklı olduğu
nu görürseniz bunun sebebini sormalısınız. Bunun için mükem
mel bir sebebi olabilir: ilacm, onun söylediği şekilde kullanıldı
ğı zaman en iyi etkiyi yarattığını tecrübeleriyle bilmektedir.
Tabii bir ihtimal de, ilacm size zarar verip vermeyeceği konu
sunda hayati bir hata yapıyor olabilir.
Size verilen bilgileri takip etmenizi gerektiren bir başka ne
den daha var. Bu bilgiler, siz ilacı kullanırken ilaçla ilgili sürdü
rülen araştırmaları da kapsamalıdır. Bu araştırmalar, herhangi
bir ciddi yan etkiyi, işler çığırından çıkmadan önce açığa çıkar
mak üzere tasarlanmıştır. Bu testler genellikle prospektüs bilgi
66
r
67
yalan söylemeye hazırlıklı olmalısınız. Öğretmenin önerilerine
dürüstçe önem vermelisiniz. Bu öneriler size mantıklı geliyorsa,
uygulayın. Ancak aile alışkanlıklarını kurban etmeden ve sizin
için önemli olan şeylerden vazgeçmeden yapabileceğiniz bir şey
ler gibi görünmüyorsa, bu önerileri kulak ardı edebilirsiniz. Bu
nu öğretmene söylemek zorunda değilsiniz. Onun önerilerine uy
maya başladıktan sonra çocuğunuzun davranışlarının ne kadar
olumlu yönde değiştiğini söylemek gibi bir kurnazlığa başvurup
onu göklere çıkarabilirsiniz. Bu şekilde sorunun sona erme şansı
vardır çünkü çocuğun davranışlarıyla ilgili beklentileri, öğretme
nin olayı algılayış biçimini de belirler. Hatta çocuğun kendine
güvenmesine ve tatmin olmasına neden olacağından, onun ger
çek davranışlarını bile belirleyebilir.
Atacağınız ikinci adım, sınıf yönetiminin biraz değiştirilme
si konusunda muhtemel yolları incelemek üzere öğretmenle gö
rüşmektir. Burada bir dirençle karşı karşıya kalırsınız; çünkü ço
ğu okulun felsefesine göre çocuk, okul tarafından belirlenen ka
lıplara uymak zorundadır; bireysel gelişime gösterilen tüm o
sahte bağlılığa rağmen.
Bu noktada bir yere varamıyorsanız güvendiğiniz insanlara
danışın. Bu kişiler özel eğitim uzmanları da olabilir, aile
yakınlarınız da.
Çocuğunuzun sınıfını değiştirmeyi düşünün. Bir doktorun ço
cuğunuzun kimyasmı bozmasma izin vermeden önce belki de
gerçekten kabahatli olanın ya çocukla öğretmen arasındaki ya da
çocukla smıf arkadaşları arasındaki “kimya” olduğunun farkına
varmalısınız. Bu durumda okul değiştirmek de bir çözüm olabilir.
En zorlayıcı çözüm, kanunlar izin veriyorsa, çocuğunuzu ta
mamen okuldan alıp onu özel öğretmenlerle evde eğitmektir.
Çocuğunuzun gerçekten de bir davranış problemi olduğu gö
rülüyorsa ve bu problem çocukluk inadının normal sınırlarını
aşıyorsa, birçok ailenin başarıyla denediği bir çözüm yolunu dü
şünebilirsiniz: Feingold diyeti. Dr. Ben Feingold, Kaiser Vak-
fı’mn alerji kliniği başkamdir. Onun diyeti; gıda boyalarını, di
ğer yapay katkı maddelerini ve bazı doğal gıdaları elemektedir.
68
Bu gıdalardaki bazı maddelerin, özellikle kolay etkilenen hassas
çocukları uyardığını varsayar. Bu kavram, ilaç terapisi savunu
cularının büyük gayretiyle saldırıya uğramış olmasına rağmen
sonuç getirmiştir.
Hiperaktif teşhisi konulan çocuğunuzu, ilaçlardan uzak tut
maya çalışma savaşınızda, doktorun size yardım edeceğine gü
venemezsiniz. Doktor sizin tarafınızdaymış rolü oynayıp şöyle
söyleyebilir: “Öğretmenle konuşup çevre koşullarını değiştir
meye çalışalım.” Ancak yüz vakadan doksan dokuzunda doktor
ilaçlara yönelecektir. Doktorunuzun ilaçsız tedavi uygulaması
nı sağlamaya çalıştığınız her durumda, benzer şeyin başınıza
gelme olasılığı çok büyüktür. Mesele şu ki, doktorlar ilaçsız te
daviye inanmazlar. Daha doğrusu, ilaçsız tedavinin nasıl yapı
lacağını çok azı bilir. Beslenme ve yaşam tarzı hakkında da ye
terince bilgileri olmadığı için hastalarına faydalı bir değişimi
nasıl yaratacaklarını gösteremezler. Belki elli doktordan biri
bunu bilir.
Hasta açısından elbette ilaçsız tedavi edilmenin anlamı çok
büyüktür. Ancak doktor açısından bu tamamen korkunçtur. Yine
doktorun etik anlayışıyla hastanın etik anlayışı çelişir. Bu büyük
bir sürpriz olarak görülmemelidir. Tıbbi etik anlayışı,
alışılageldik etik tanımının karşıtıdır. Mesela ameliyat sırasında,
birisi kanımızda bir önceki operasyondan kalma bir sünger bul
duysa, geleneksel etik anlayışı bunu açığa çıkarmayı gerektirir.
Tıbbi etik anlayışıysa bu konuda ağzınızı kapalı tutmanızı söy
ler. Cenah şöyle söyleyecektir: “Kimsenin bundan haberi olma
sını istemiyorum.” Hemşire bunu aileye söylerse işinden koyu
lacaktır. Tıp etiği, olay yerinden geçmekte olan bir doktorun du
ruma müdahale etmesi konusunda da saçmalamaya bayılır. Bir
doktor olay yerinden geçip gitmeye kalkıştığında geleneksel
etik anlayışı ona derhal durup bir hayat kurtarmasını söyler. Tıp
etiğiyse mevzuatın ne dediğini sorgulamasını söyler.
Modem Tıp Kilisesi’nde ilaçsız tedavi yapan doktora farklı
bir mezhebin mensubu gözüyle bakılır. Şarlatan, çatlak ya da ge
çici heveslere kapılmış biri olduğu düşünülür.
69
Dini kısıtlamalar o kadar sıkıdır ki, doktorların “kâfirlerle”
ilgilenmeleri bile yasaktır. Amerikan Tıp Birliği etik kuralları,
tıp doktorlarının tarikat üyelerine bakmak zorunlulukları olma
dığını söyler. Onlarla konuşmazlar ve onları evlerinde istemez
ler! Bu insan tipinin, size şu ya da bu tehlikeli ilacı vücudunuza
almanızı tavsiye eden kişi olduğunu aklınızda bulundurursanız,
kendinizi korumanız için gereken motivasyonu elde etmekte hiç
sorun yaşamazsınız.
70
/
Üçüncü Bölüm
SAKATLAMA TÖRENLERİ
73
başka tedavi yöntemleri uygulanarak, hatta bazen hiçbir tedavi
uygulanmayarak da olumlu sonuçlar alınabilecekken, rahimleri
alınıyordu.
Cerrahların sahip olduğu itibar ve gücün peşinde hevesle ko
şan kadın-doğum uzmanları, doğal bir süreç olan doğumu, hızla
cerrahi bir işlem haline dönüştürüyorlar. Her tedavi bir önceki
tedavinin yan etkilerini telafi etmeyi gerektirdiği için, hastaya
uygulanan katman katman “tedavi” aslmda deneme tahtası ol
manın hastalık örtüsü altına gizlenmiş halidir. Asıl tuhaf olanı,
doktorların bu telafi etme girişimlerinden kendilerine paye çı
karmalarıdır; ama telafi etmeyi gerektiren tıbbi felaketlere daha
ilk başta yol açmış olma payesini asla taşımazlar, o başka.
Doğal doğum sürecine yapılan ilk büyük müdahale vakum
cihazlarının ortaya çıkmasıyla olmuştur. On altıncı yüzyılda ya
şamış olan Chamberlen Kardeşler -asıl işleri berberlik olan iki
berbat cerrah kardeş- doğum yaptıracakları odaya büyük tahta
bir kuluyla girerlerdi. Herkesi dışarı çıkarır ve kutuyu açmadan
önce doğum yapacak annenin gözlerini bağlarlardı. Kutunun
içinde ne olduğu ancak on dokuzuncu yüzyılda açığa çıktı: do
ğum vakumu. Doğum normal gelişimini izlese de izlemese de
bebeği dışarı çıkarmak için vakum kullanmak, doğumu cerrahi
bir işleme dönüştürme yolunda atılan ilk adımdı.
Doktorlar doğum sürecine ilgi duymaya başladıklarında bir
sonraki adım olan ebeleri saf dışı etme savaşını başlattılar. Ve
kazandılar. Artık doğum, kadın ebeler tarafından değil erkek
doktorlar tarafından yaptırılıyordu. Doğurmak üzere olan kadın
ların evden hastaneye taşınmaları da uzun zaman almadı; ne de
olsa doğum, kolayca üstesinden gelinebilecek bir doğal afetti!
Zaten erkek doktorların yönetimine geçer geçmez bir hastalık
haline gelmişti. Doktorlar ebelerin hiçbir zaman yapmadıkları
bir şeyi yaptılar: Cesetlerle çalıştıkları otopsi laboratuarlarından
çıkarak doğum yaptırmak üzere doğruca doğumhanelere girdi
ler. Anne ve bebek ölümleri, ebelerin doğum yaptırdıkları zama
na oranla roket hızıyla arttı. İgnaz Philipp Semmelweis adlı ce
sur bir doktor bu ölümcül bağlantıya dikkat çekip hastalıkların
74
asıl sebebinin doktorlar olduğunu söylediği için tıp camiasından
dışlanarak akıl hastanesine yatırıldı. Semmehveis’in doğum
yaptırmaya hazırlanan doktorların ellerini yıkamaları gerektiği
ne dair uyarıları dikkate alınmaya başlandıktan sonra, anne ve
bebek ölüm oranları da düştü. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu
uzmanlık alanına itibar kazandıran da bu gelişmeydi.
Kadın-doğum uzmanları, anneyi ilaçlarla uyutup, eli kolu
bağlı, çaresiz bir insana dönüştürmeyi akıl edebildiklerinde çok
daha güçlü bir konuma geldiler. Bayılttıkları anne doğuma yar
dım edemediği için vakumun doğumhanedeki yeri de garanti al
tına alınmış oldu.
Doğum yapacak kadın ameliyata mükemmel bir biçimde ha
zırlanır; sakinleştirilir, ayakları doğum yatağına yerleştirilir, tı
raş edilir, damardan sıvı vermeye yarayan torbalar takılır ve bir
dizi izleme ekipmanma bağlanır. Bu sahne dekorunun boşa git
memesi için bir ameliyat uydurulmalıdır. Sıra epizyotomiye (do
ğum kesisi ya da dikişli doğum) gelmiştir. Vajina ağzının geniş
letilmesi için anüs ile vajina arasındaki bölgenin cerrahi olarak
kesilmesi işlemi o kadar sıradan bir olay haline gelmiştir ki, çok
az kadın ve çok az doktor bu konuda ikinci kez durup düşünme
ye gerek görür. Doktorlar cerrahi olarak yapılan bu kesiğin, do
ğum sırasında bebeğin başı ve omuzları vajinadan çıkarken ken
diliğinden oluşabilecek yırtıktan çok daha düzgün ve onarılma
sı kolay bir kesik olduğunu iddia ederler. Oysa bir gerçeği kabul
etmemek konusunda inat ettikleri için ne kadar yanıldıklarının
da farkına varamazlar: Doğum yapmakta olan kadını ilaçlarla
serseme çevirmiş olmasalar, kadın neler olup bittiğini bilen biri
tarafmdan doğru olarak yönlendirildiğinde bebeği rahatça dışarı
çıkarmak için ne zaman, nasıl itmesi gerektiğini ve ne zaman na
sıl itmemesi gerektiğini bilecektir. Doğum bilinçli ve önceden
tasarlanmrş bir tecrübe olarak yaşandığında, perine yırtığı genel
likle göz ardı edilebilir. Zaten vajina, esnemek ve bebeğin dışa
rı çıkmasına izin vermek üzere yaratılmış bir organdır. Yırtılma
oluşsa bile, cerrahi kesiklerin doğal yırtılmalara göre daha iyi ve
çabuk iyileştiklerine dair hiçbir kanıt yoktur. Tam aksine, benim
tecrübelerim doğal yırtıkların doğum kesilerine göre daha hızlı
75
ve daha az rahatsızlık vererek iyileştiğini göstermektedir. Do
ğum keşişinin daha sonraki dönemlerde cinsel istekte azalmaya
neden olduğuna dair görüşler de mevcuttur.
Doğum kesisi denilen bu küçük cerrahi işlem, kadm-doğum
uzmanlarını bir süre sonra tatmin etmemeye başlamıştı. Daha
dehşet verici ve daha tehlikeli bir şeyler icat etmeliydiler. Do-
ğumhane ortamı, “burada gerçekten anormal bir şeyler dönüyor
olmalı” duygusuna katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramı
yordu. Eh, böyleşine anormal bir olayın tıbbi müdahale gerektir
mesi de kaçınılmazdı. Müdahale ne kadar aşırıya kaçarsa o ka
dar iyiydi. Sırf bir küvöz eklenerek kılık değiştiren doğumhane
gerçek bir ameliyathane olduğundan, burada gerçekleştirilmesi
gereken de, dört başı mamur bir ameliyat olmalıydı. Kadın-do-
ğum uzmanlığının kurban etme ritüeli sınıf atlamalı ve epizyo-
tomi yaparak basitçe sakatlamanın yerini, modern kadın-doğum
uzmanlığının gelmiş geçmiş en korkunç uygulaması almalıydı:
salgın hastalık gibi yayılan sezaryen!
Sezaryen doğum hasadının semeresini almak için, ceninin
kalp atışlarının anne karnında dinlenmesi ya da son zamanlarda
olduğu gibi doğum anında bebeğin kafasına takılan elektrotlarla
dinlenmesi gibi teşhis tohumları atıldı. Bebek gerçekten sıkıntı
da olsa da olmasa da, izleme monitörü bir şeylerin yolunda ol
madığını söylüyorsa annenin derhal kesilip bebeğin dışarı çıka
rılması şarttı. Kadm-doğum uzmanı, bir mucize gerçekleştirme
nin haklı övgülerinin rehavetiyle artık koltuğunda kaykılabilir-
di; ne de olsa, kaçınılmaz bir ölümün ya da sakatlığın pençesin
den bir hayat kapmıştı. Doğum yöntemlerinin karşılaştırıldığı
araştırmalar, bebeğin kalp atışlarının stetoskopla dinlendiği du
rumlara oranla elektronik olarak izlendiği durumlarda sezaryen
le doğumun üç dört kat fazla yapıldığını ortaya koymaktadır.
Aman ne kadar da şaşırtıcı!
Anne ameliyat olmak istemiyorsa, kadm-doğum uzmanının
yapması gereken tek şey annenin dikkatini izleme cihazının ek
ranındaki endişe verici duruma çekmektir. Kadınm hissettiği şey
gerçek değildir; gerçek, doktor monitörde ne görüyorsa odur.
76
Bir kadının, doğum sürecinin elektronik olarak izlenmemesi
ni talep etmesi için daha birçok sebebi vardır. Elektrotları ceni
nin kafasına yerleştirebilmek için, su kesesinin yapay yollarla
patlatılması gerekir. Bu işlem, bebeğin kalp atım hızında ani bir
azalmaya yol açar. Araştırmalar, doğum anında elektronik ola
rak izlenmiş çocukların, somaki yaşamlarında davranışsal ve
gelişimsel problemlerle karşılaşma olasılıklarının yüzde altmış
beş olduğunu göstermektedir.
Tabii ki kadının ne hissettiği, ne istediği, kadm-doğum uz
manının gerekli gördüklerinin yanında ikinci planda kalacaktır.
Buna, doğumu doktorun keyfine ve rahatına göre planlamak da
dahildir. Zamanı önceden tespit edilmiş “sabah dokuz, akşam
beş mesaisi” doğumlar birçok hastanede kural haline gelmiştir.
Doktor sadece kendi hesaplarına dayanarak bebeğin hazır oldu
ğuna inandığı zaman doğumu başlatır; bebek doğum kanalmdan
geçmeye doğal olarak hazır olduğu an değil. Doktorun yaptığı
hesaplar, bazen bebeğin yanlışlıkla altı hafta önce alınmasına bi
le neden olabilir. Doktor tarafından başlatılan bir doğum sezar
yenle sonuçlanabilir çünkü henüz doğmaya hazır olmayan bir
bebek, zamanından evvel çağrılmanın stresini yaşadığı için mo
nitörlerde doğal olarak daha tehlikeli bir durum gösterecektir.
Yapay olarak başlatılan bir doğumun tehlikeleri arasmda, er
ken doğumla bağlantılı cenin akciğer hastalıkları, normal büyü
mede ve gelişmede gerilik, zihinsel ya da fiziksel yetersizlikler
de vardır. Yapay tıbbi yollarla doğurtulan bebeklerin yüzde dör
dü, hemen doğum sonrasında yeni doğan yoğun bakım ünitesi
ne alınır. Yapay olarak doğum yaptırılan annelerin de doğum
sonrasında yoğun bakım ünitesine alınmaları olasılığı daha yük
sektir. Sezaryen doğum yapmış kadınların yarısında ameliyat
sonrası komplikasyonlar görülür. Anne ölümleri de, vajinal do
ğum yapmış kadınlara oranla tam yirmi altı kat daha fazladır.
Cenin monitörü terimini kaldırıp, bunun yerine, ölüm monitörü
terimini kullanmayı öneriyorum!
Sezaryen doğumla, zamanmda ve normal boyutlarda doğan
bebeklerse, ya akciğer zarı hastalığı olarak bilinen ciddi bir ak
77
ciğer nastalığı tehlikesiyle ya da solunum yetersizliğiyle karşı
karşıya kalırlar. Tam olarak anlaşılamayan, bazen öldürücü ola
bilen ve genellikle tedaviye cevap vermeyen bu durum hemen
bütün erken doğumlarda görülür. Normal yollarla doğumdaysa,
rahmin yaptığı baskı bebek dışarı çıkmaya çalışırken göğsünü
ve akciğerini sıkıştırdığı için akciğerde toplanan sıvı ve salgılar
bronşlara doğru itilip ağız yoluyla dışarı atılır ama sezaryen be
beklerinin böyle bir şansı yoktur.
Araştırmalara göre, doktorlar sezaryen doğum konusunda
daha çekimser davranabilseler, bu hastalığın görülme sıklığı en
az yüzde on beş oranında azalacaktır. Ayrıca, doktorlar, bebek,
dölyatağından ayrılacak kadar olgunlaşmadan doğumu başlat
madıkları takdirde akciğer zarı hastalığına yakalanan tahmini
kırk bin vakadan en az altı bini önlenebilecektir. Bütün bunlara
rağmen, yapay olarak başlatılan doğumlarla sezaryen doğumlar
azalacağına hızla artıyor. Bir hastanenin sezaryen doğum sıklığı
yüzde beşin üzerine çıktığında kapsamlı bir araştırma yapıldığı
nı hatırlıyorum. Oysa şu anda bu seviye yaklaşık yüzde yirmi
beşlerde ve hiçbir araştırma yapıldığı da yok. Bazı hastanelerde
bu oran yüzde elliyi zorluyor.
Tıbbın çok geliştiğini; cerrahi işlemlerin her geçen gün iyi
leştiğini; faydalarının kanıtlandığını ve neredeyse sıradan uygu
lamalar haline geldiğini sanıyoruz. Ne yazık ki işler hiç de bizim
sandığımız gibi yürümüyor. Ama biz yine de bir sonraki “muci
zevi” tedavi eskisinin yerini alana kadar ilkine inanmaya devam
ediyoruz. Oysa cerrahi işlemler üç aşamadan geçer; gelin görün
ki bu aşamaların hiçbirinin ilerlemeyle, gelişmeyle yakından
uzaktan ilgisi yoktur. Yeni bir cerrahi prosedürün ilk aşaması,
coşkuyla kabul görme aşamasıdır. Olayların doğal işleyiş sırası
na göre, yeni bir gelişmeye coşkudan önce kuşkuyla yaklaşılma
sı beklenir, öyle değil mi? Ama hayır, modern tıpta işler böyle
yürümez. Bir ameliyatın yapılabilirliği kanıtlandığında, coşkuy
la, heyecanla kabul edilmesi de garanti altına alınmıştır. Sonra
sıra ikinci aşamaya gelir. Ne zaman ki ameliyat yapılır, gerçek
faydalarının ve zararlarının erken övgü sisleri arasından kendini
gösterme olasılığı ortaya çıkar işte sadece o zaman kuşku köşe
lerden içeri sızmaya başlar.
78
Baypas cerrahisi, keşfedilişinin ilk beş altı yılı boyunca sor
gusuz sualsiz kabul edilmenin tadını çıkardı. Yağ birikintileri ta
rafından tıkanan kan damarına cerrahi müdahale ABD’deki kalp
krizinden ölümlerin inanılmaz artışına atılmış bir tokattı âdeta.
Ne ki, mum yatsıya kadar yanabildi. On binlerce erkek ve kadın
bu ameliyatı olabilmek için kuyruklar oluşturuyor ama her ge
çen gün daha fazla insan kuşkuya kapılıyordu. Görünüşe bakı
lırsa ameliyat cerrahların düşündükleri kadar çok işe yaramıyor.
Uzman Yönetimi adlı grup tarafından yürütülen ve binden fazla
kişiyi kapsayan yedi yıllık bir çalışmada, sol ana arter (atarda
mar) hastalığının seyrek görüldüğü yüksek risk grubundaki has
talar dışında, koroner baypas ameliyatının hiçbir yararı olmadı
ğı ortaya çıkarılmıştır. Ameliyat olmuş hastalarla tıbbi tedavi
görmüş olanlar arasmda ölüm oranlarında önemli bir fark tespit
edilmemiştir. Aslına bakılırsa düşük risk grubundaki hastalar
arasında dört yıl sonraki ölüm oranmın, ameliyat olan hastalara
göre çok az yüksek olduğu görülmüştür. Yapılan diğer çalışma
larda da koroner baypas ameliyatı olan kişilerin, eforlu EKG
testlerinde hâlâ anormallik gösterdikleri ortaya konmuştur. Bu
insanların kalp krizi geçirme riskleri, ameliyat olmadan tedavi
edilenlerden hiç de az değildir. Ameliyat kalp ağrılarını ortadan
kaldırıyor gibi görünse de, bazı doktorlar bunun ya plasebo et
kisi ya da sinir yollarının cerrahi olarak zedelenmesinin bir so
nucu olabileceğine inanıyorlar. Ayrıca baypasla değiştirilen da
marın da tıkanıp hastayı ameliyat öncesinde başladığı noktaya
geri döndürme olasılığı var.
Kalp hastalıkları tedavisindeki en etkili yöntemin, beslenme
alışkanlıklarında radikal bir değişim yapmak olduğu söylenebi
lir. Yüksek oranda yağ içeren bir diyet, yerini, alman toplam ka
lorinin yüzde on ya da daha azmi yağların meydana getirdiği bir
diyete bırakmalıdır. Bu diyete ilerleyici egzersiz programı eşlik
etmelidir. Bu tedavi yönteminin iyileşmeyi sağladığına dair ka
nıtlar ortaya konmuştur.
Bütün bunlar cerrahi bir işlem olan baypas ameliyatını üçün
cü aşamaya iter: terk edilme aşaması.
79
Ama özellikle baypas gibi bol kazançlı ameliyatlardan kolay
kolay vazgeçilmez. Tıkanmış büyük bir damarın yedi sekiz san
timetrelik bir bölümünün yerine başka bir damar konmasının,
geride kalan tıkalı atardamarların yüzde doksan dokuzu için hiç
bir yararı olmayacağı apaçık ortada olmasına rağmen, baypas
ameliyatları hâlâ yapılıyor. İnsanların kaderi, kariyeri ve hayatı
hâlâ ona bağlanıyor.
Belki de, baypas ameliyatınm terk edilmesini sağlamak için,
“pudralama” yönteminin tabutuna son çiviyi çakma cesareti
gösteren cerrahm yürekliliğine sahip olmaktan başka bir yol kal
mamıştır. “Pudralama” otuz kırk sene önce popüler olan bir kalp
ameliyatıydı. Bu ameliyatta göğüs kafesi açılıyor ve kalbin dış
kısmına talk pudrası serpiliyordu. Tahminen bu işlem damarları
ve damar yollarını tahriş ediyordu, böylelikle yeni kan damarla
rı oluşturulup kan dolaşımı sağlanıyordu. Pudralama yöntemi
çok moda olmuştu; ta ki bir cerrah bir grup hastayı ameliyata
alıp, hepsinin göğüs kafeslerini açıp sadece yarısına pudra ser
pene kadar. Elde edilen sonuçlar tamamen aynıydı. Hastaların
hepsi, ameliyat sonrasında kendilerini aynı hissediyorlardı!
Cerrahi bir işlemin bütün mantıklı gerekçeler ortaya konup
da terk edilmesine karar verilmiş olması, modern tıp tarafından
da muhakkak terk edileceği anlamına gelmez. En önemli cerra
hi müdahaleleri ele alırsanız, çoğunun yıllar önce terk edilme
noktasına gelmiş olduğunu görürsünüz. Zaten bu işlemlerin
gerçekten faydalı olup olmadığının bir önemi yoktur çünkü kut
sal faydaları nedeniyle varolmaya devam ederler. Dini bayram
lar gibi onlar da hiç ölmezler. İki bin yıl önce terk edilmiş ol
ması gereken bademcik ameliyatı, tıbbi ayin statüsüne alınmış
olduğundan hâlâ çok revaçta. Göz hastalıkları uzmanları, hafif
şaşı çocukların, şaşılıkları cerrahi yöntemlerle düzeltilmeyecek
olursa bir yıl içinde kör olacaklarını söyleyerek anne babaların
korkudan akıllarını başlarından alıyor, onlara cehennem azabı
yaşatıyorlar. Bu doğru olsaydı, etrafta tek gözü kör milyonlar
ca insan olurdu çünkü göz doktoruna hiç gitmeyen milyonlarca
insan var.
80
Koroner baypas gülü çoktan solmuş olmasına rağmen, mo
dem tıbbın kutsal fabrikalarında çalışan doktorlar aynr temel ve
faydasız tekniği, başka kalp damar hastalıkları türünde kullan
mak üzere geliştiriyorlar.
Bir gün modem kanser cerrahisine de, şimdi, on sekizinci
yüzyılda sülük kullanımına baktığımız gibi dehşetle bakacağız.
Kanser ameliyatlarının mantıksızlığı daha 60’lı yıllarda gösteril
mişti. Illinois Üniversitesi’nden Warren Cole, deri açıldıktan
sonra yüzeysel damarlar incelendiğinde ameliyatın sonucu ola
rak tümör hücrelerinin çoktan yayılmış olduğunun görüleceğini
ortaya koymuştu. Doktorlar, tümörün elbette yayılacağını ancak
bedenin geri kalanının bununla başa çıkabileceğini söyleyerek
karşı çıkmışlardı ona. Bu çok aptalca bir cevaptı. Madem kişi
nin bedeni “bununla başa çıkabilecek” durumdaydı o insanın za
ten kansere yakalanmaması gerekirdi! Bazıları, kanser cerrahisi
nin, kanserle savaşta kullanılan bütün o yeni teknikler yüzünden
tehdit altında olduğunu söylüyorlar. Oysa buna başka bir açıdan
bakmak da mümkün: Kanser cerrahisi tam bir hayal kırıklığı ya
rattığından, yeni teknikler yüzünden tehdit altında olan, asıl in
sanların hayal güçleri ve umutları. Yine de bunu itiraf edip ka
bul edecek son kişi cerrahınız olacaktır.
Bana, gereksiz ameliyatların neden bu kadar fazla olduğunu
soranlara şöyle cevap veririm: “Gereksiz ameliyat yapmak için,
gereksiz ameliyat yapmamak için olduğundan çok daha fazla se
bep vardır. Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmamasını ge
rektirecek tek sebep insanmın parasım, zamanını, sağlığını ve
hayatını kaybetmemesini sağlamak olabilir.” Ama tabii böyle
ufak tefek kayıplar Modern Tıp Kilisesi’nin icraatları üzerinde
hiçbir zaman pek etkili olmamıştır. Öte yandan, bu kadar çok
gereksiz ameliyatın yapılmasını gerektirecek sebepler saymakla
bitmez, ayrıca modem tıp dininin ahlak anlayışı bunları zorunlu
da tutmaktadrr.
Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmasının en basit açıkla
ması şudur: Cerrahi, pek çok uygulamasrm uygulamaya koyma
hakkına sahiptir; bir hastalığı iyileştirmek ya da ortadan kaldır-
81
ıııak amacıyla hastalığa müdahale etme tartışmasız hakkının ya
nı sıra tabii. Cerrahi hem mükemmel bir öğrenme aracı hem de
çok verimli, keşiflere elverişli deneysel bir alandır; ama bugüne
kadar “öğrendiği” ya da “keşfettiği” tek şey ameliyatın nasıl ya
pılacağı olmuştur. Illinois Zihin Sağlığı Departmanı’nda kıdem
li pediatrik danışman olarak çalıştığım sırada, kalplerinde sorun
olan mongol çocuklara uygulanan bir ameliyat türüne son ver
miştim. Ameliyatın beyan edilen amacı, mongol çocukların bey
nine giden oksijen miktarını artırmaktı. Elbette gerçek amaç, İl-
linois kalp damar hastalıkları cerrahisindeki ihtisas programları
nı geliştirmekti. Bu ameliyatla mongol çocukların beyinlerine
daha fazla oksijen gittiği falan yoktu ve cerrahlar da bunu gayet
iyi biliyorlardı. Zaten ortaya attıkları fikir daha en baştan saçma
sapan bir fikirdi; üstelik ölümcüldü de. Ameliyata bağlı ölüm
oranı son derece yüksekti. Bu ameliyatlara son verdiğimde üni
versite çalışanları doğal olarak çok üzüldüler. Mongol çocuklar
için bundan daha iyi bir çözüm yolu bulmakta zorlanıyorlardı,
hem cerrahları eğitmek de çok önemliydi.
Gerçi ekonomik gerekçelerin tek başına böyle bir şeyi açık
lamaya yetmeyeceğini düşünüyorum ama gereksiz ameliyatlar
yapılmasında hırs da önemli rol oynuyor. Gereksiz bütün ameli
yatlara son verilecek olsa ortalıkta işsiz cerrahtan daha bol bir
şey göremeyeceğinizden şüpheniz olmasın. Bir cerraha sizi
ameliyat ettiğinde para ödenir, başka yollarla tedavi ettiğinde
değil. Bu durumda çaresiz, dürüstçe yapabilecekleri bir iş ara
maları gerekecek. Cerrahların, kaç ameliyat yaptıklarına bağlı
olmaksızın düzenli maaş aldıkları hastanelerde, rahim alma ve
bademcik ameliyatı oranının, “hizmet başına” para ödenen has
tanelere göre üçte bir oranında daha az olduğu görülmüştür.
Şu an sahip olduğumuz cerrahların sadece onda biri kadar sa
yıda cenaha sahip olsaydık, gereksiz ameliyatların sayısı da ay
nı oranda azalacaktı. Amerikan Cerrah Fakültesi bile, gelecek
yarım yüzyılda ülkenin cerrahi ihtiyaçlarının bol bol karşılana
bilmesi için sadece elli altmış bin diplomalı cerraha, on bin son
sınıf öğrencisine ve ihtisas öğrencisine ihtiyacımız olduğunu
bildirmiştir. Fakültenin verdiği bilgiler ciddiye alınırsa cerrahla
82
rın maddi olarak zor duruma düşmeleri kaçınılmaz görünüyor;
şu an sahip olduğumuz yaklaşık yüz bin cerrahın neredeyse ya
rısının da gereksiz olduğu ortaya çıkıyor. Geriye kalan elli bin
kınından çıkmış neşter de yeteri kadar hasar verebilir zaten.
Bu kadar çok gereksiz ameliyat yapılmasının bir başka sebe
bi de cehalettir. Hastaların cahilliğini kastetmiyorum. Mesela,
modası geçmiş, yersiz ve düpedüz aptalca jinekolojik müdaha
lelerden kaynaklanan bütün jinekolojik ameliyatları ortadan kal
dıracak olsanız, geriye pek bir jinekolojik ameliyat kalmazdı.
Doktorlar, âdet düzensizlikleri olan kadınların, doğum kontrol
hapları aldıklarında vajina ya da rahim boynu kanserine daha
meyilli hale geldiklerini çok iyi bilirler. Aslında bu kadınlardan
bazıları için kanser riski, âdet düzensizliğine neden olan etkene
bağlı olarak zaten artmış risk oranından on kat daha fazladır!
Buna rağmen çok az doktor, Pili adlı ilaca başlamadan önce bu
kadınların öykülerini dinleme zahmetine katlanır. Yıllarca Pili
kullanan bir kadın tanıyordum. İçinde bulunduğu tehlikeden ha
beri yoktu. İlk âdet gördüğünde ciddi kanaması olmuştu, bu da
onu, özellikle Pili kullanmaması gereken risk altındaki gruba so
kuyordu. Vajinadan parça alınması yoluyla yapılan incelemeler
sırasında bir şeylerin yolunda gitmediği ortaya çıkmıştı ama ji
nekologu şimdilik buna aldırış etmemesi gerektiğini, eğer ister
se daha soma rahmini alabileceklerini söylemişti. Kadıncağız, o
doktoru motive edenin hırs ve cehalet karışımı bir zihniyet oldu
ğunu ancak başka bir doktora gittiğinde anlayabilmişti; başvur
duğu ikinci jinekolog ona, nispeten daha küçük bir ameliyatın
derhal yapılmaması halinde birkaç sene içinde rahminin kesin
likle alınması gerekeceğini söylemişti. Pili almaya başladığı an
da içinde bulunduğu tehlikeden haberdar edilmiş olsaydı, bu kü
çük operasyona bile hiç gerek kalmayacaktı.
Yine de ne hırs ne de cehalet açıklıyor bu kadar çok gereksiz
ameliyatın yapılmasını. Aslında bu temelde bir inanç sorunudur:
doktorlar cerrahiye inanıyorlar. Nedendir bilinmez, “bıçak altı
na yatmanın” bir tür cazibesi var; doktorlar da insanları bu nok
taya getirmek için bu cazibeden sonuna kadar istifade ediyorlar.
Her şey bir yana, cerrahi, gelişmenin ve ilerlemenin bir parçası
83
dır. Gelişme, bizi, bizden önce gelmiş olanlardan üstün kılar.
Amerika’da, bir şey yapılabilecekse yapılır; yapılması mı doğ
rudur, yapılmaması mı, bunun meseleyle hiçbir ilgisi yoktur.
Madem araç gereç imal edebiliyoruz, o halde araç gereç imal
etmek ve bunları kullanmak yapılabilecek en doğru şeydir. O
halde neden sadece baypas ameliyatlarıyla yetinelim ki; neden
kadınların rahimlerini, göğüslerini almakla, çocukların badem
ciklerini sökmekle yetinelim ki, transseksüel cerrahimiz de ol
malı, değil mi ama?
İlk cerrahi müdahale dini bir işlemdi; bugün gerçekleştirilen
ameliyatların yüzde doksam da dinidir. Musevilerin bris dedik
leri sünnet töreninin Musevi hukukunda ve kültüründe önemli
yeri vardır. Bris yani sünnet, erkek bebek sekiz günlük olduğun
da, bu konuda eğitimli bir mohel yani fenni sünnetçi tarafından
yapılır. Mohel, dört bin yıldır varlığını sürdüren bir tekniği kul
lanır. Sünneti doğru yapıp yapmadığını kontrol etmek için de
başında on tane adam durur. Oysa modern tıpta sünnet, bebek
bir ya da iki günlükken yapılır. Bu günlerde oluşabilecek kan
kaybıysa özellikle çok tehlikelidir. Bir cerrah, bir ihtisas öğren
cisi ya da tıp fakültesi son sınıf öğrencisi tarafından yapılan sün
nette “en son” teknikler kullanılır. Bris töreninde bebeğin ağzı
na biraz şarap damlatılır ama modern tıp töreninde hiçbir anes
tetik madde kullanılmaz.
Bir erkeğin sünnet edilmesinin, din dışında, hiçbir bahane
si yoktur. Sünnet de bir ameliyattır ve göz ardı edilemeyecek
tehlikeleri vardır. Bir cerrahın, neşter kullanmak yerine pek
gösterişli yakma işlemini uygulayıp da penisi kaydırması ve
büyük kısmını yakması hiç de seyrek rastlanılan bir durum de
ğildir.
Bazı ilkel dinlerde dini yaralama ayinine teslim olmak, kur
banı daha yüksek bir bilinç haline terfi ettirir. Kurban, ya yo
ğun acının etkisiyle ya da uyuşturucu ilaçların etkisiyle -belki
de her ikisinin de etkisiyle- tanrısal varlıklarla bütünleştiğine
dair sanrılar yaşar. Kimi zaman bu “ayrıcalık” sadece dinin
temsilcilerine aittir. Hıristiyanlıkta, sadece İsa ve havarileri,
84
r
85
şarıyla el koymuştur ki, artık rahipler, hahamlar ve imamlar da
dahil olmak üzere herkes kendisini ameliyathane masasındaki
güç tarafından eninde sonunda onarılabilir bir şey olarak görme
ye başlamıştır.
Doktorun batıl cerrahi itikatlarından korunmak isteyen; etini
kesmek üzere hazır bekleyen kutsal neşterden sakınmak isteyen
herkesin mutlaka ama mutlaka tıp konusunda kendisini eğitme
si gerekir. Yine söylüyorum, şikâyetiniz hakkında doktorunuz
dan daha bilgili olmayı tek hedefiniz haline getirin.
Doktorunuz size, bademcik ameliyatı, rahim ameliyatı, fıtık
ameliyatı gibi yaygın ameliyatlardan birini öneriyorsa özellikle
tedbirli olun. Doktorun cerrahiye, bedeninize potansiyel olarak
zarar veren bir müdahale gözüyle bakmadığını; aksine, sorunu
ortadan kaldırmasa da biraz işe yarayan hayırlı bir ayin gözüyle
baktığını hiç aklınızdan çıkarmayın. Güvenilir bir aile doktoru
nun bile, ameliyatı gerçekten sadece gerekli olduğu için önerdi
ğine güvenilmemelidir.
Doktor ameliyat lafını eder etmez soru sormaya başlamalısı
nız: “Bu ameliyat neyi başaracak? Nasıl başaracak? Neden ge
rekli? Gerekli mi? Ameliyat olmazsam ne olur? Ameliyattan
başka bir yol yok mu? Ameliyatın başarısız olma ihtimali ne
dir?” Eve gidince, doktorunuzun verdiği bütün cevapları, tabii
cevap verdiyse, teker teker kontrol etmelisiniz. Yeterince derin
kazdığınızda çelişkili bilgileri gün ışığına çıkarma olasılığınız
oldukça fazladır.
İkinci bir uzmanın fikrini alacaksanız, aynı uygulama gru
bunda çalışan başka bir doktora gitmeyin. Hatta aynı hastanede
çalışan başka bir doktora bile gitmeyin. Gerçekten bağımsız bir
doktora ulaşmak için ülke dışına bile çıkmanız gerekebilir. İkin
ci doktora da birincisine sorduğunuz 'soruların aynısını sormalı
sınız. Taban tabana zıt iki görüşle karşı karşıya kalırsanız, he
men asıl doktorunuza gidip ikinci doktorun görüşlerini ona ak
tarın. Bu yöntem çelişkiyi ortadan kaldırmayabilir ve siz yete
rince tatmin olmayabilirsiniz. Bu durumda doktorunuzdan, eski
usul bir konsültasyon düzenlemesini rica edin.
86
Bütün bunlar size bir yığın sorunla uğraşmak zorunda kala
cağınızı düşündürmüş olabilir. Ama esas hedefin, sizi tek parça
halinde tutmak olduğunu; gerçekten gerekli olmadığı sürece ke
silmenize izin vermemek olduğunu aklınızdan çıkarmamalısı
nız. Üçüncü, hatta dördüncü bir görüş almaktan sakın korkma
yın. Gereksiz ameliyatların ne kadar çok yapıldığını hatırlayın;
size önerilenin de gereksiz bir ameliyat olma ihtimalini sakın
göz ardı etmeyin. Özellikle de doktorunuz, ameliyatın tek çö
züm olduğuna inanmanız için debelenip duruyorsa bu ihtimali
mutlaka hatırlamak zorundasmız. Tek çözüm ameliyat olmaya
bilir; belki de bir çözüm bile varolmayabilir; hatta belki bir so
rununuz bile olmayabilir!
“Ev ödevinizi” yaptıktan sonra topladığınız her türlü bilgiy
le doktorunuzu yüzleştirmekte bir an bile tereddüt etmeyin.
Ameliyatın çözüm olmadığı sonucuna varırsanız, içinde bu
lunduğunuz durumdan sıyrılmak için ne yapmanız gerekiyorsa
yapın. Doktora karşı gelmekten korkmayın. Ameliyat olmayı is
temediğinizi ve olmayacağınızı açıkça söylemek en iyisidir ama
“Bu konuda biraz düşünmem lazım” oyununu oynamak sizin
için daha rahatlatıcı bir çözüm de olabilir. Başından beri sizi
ameliyat ettirmeye çalışan doktorunuz, tükürdüğünü yalamak is
temediği için sizi hastası olmaktan azletmekle tehdit edebilir.
Zaten ameliyatın tek çıkış yolu olduğunu söylediyse, sizi başka
bir yöntemle tedavi etmesi beklenemez, öyle değil mi? Öyle ya
da böyle, tek parça olarak kalma kararınız bir doktor kaybetme
nize neden olacaksa, bırakın olsun.
Öte yandan, ameliyat olmaya karar verdiyseniz bile, sırtüstü
yatıp törenin başlamasını bekleyecek değilsiniz. Doktorların ço
ğu sizi bunun aksine inandırmaya çalışsa da, ameliyatı kimin ya
pacağı çok şey fark ettirir. Neden fark ettirmesin ki? Evinizi ki
min boyadığı ya da arabanızı kimin tamir ettiği önemli değil mi?
Öyleyse safra kesenizi alan kişinin kabiliyetinin her şeyi değiş
tirebileceği düşüncesi mantıklı değil mi?
Ameliyat olması gerçekten gerekli kişiler, cerrahlarını nasıl
seçmeleri gerektiği konusunda bana sıkça soru soruyorlar. Ben
87
de onlara her zaman şu cevabı veriyorum: “Gerçekten ameliyat
olmanızın ‘şart’ olması demek, ne yazık ki seçim yapma şansı
nızın olmadığı bir konumda bulunuyorsunuz demektir. Çünkü
benim takdirime göre ameliyat olmanın ‘zorunlu’ olduğu tek
durum acil durumdur.”
Acil bir durumda seçme hakkınız yoktur. Kaza geçirdiyseniz
ve ameliyata ihtiyacınız varsa, bulduğunuz ilk cerraha sarılırsı
nız. Oysa acil durumlar dışındaki bütün vakalarda, sadece ame
liyat olup olmama kararını vermeniz için değil, ameliyatı kimin
yapacağına karar vermeniz için de bolca vaktiniz vardır.
Sizi ameliyat edecek cerrahı seçerken de işe soru sormakla
başlayacaksınız. Pek çok cerrahla konuşmalı ve her birine şu so
ruları tek tek sormalısınız: “Daha önce kaç defa bu ameliyatı
yaptınız? Ameliyat yapma ortalamanız nedir? Yaptığınız ameli
yatların kaçı başarılı geçti? Kaçı başarısızlıkla sonuçlandı?
Komplikasyon oranmız nedir? Bu ameliyat sırasında ve sonra
sında ölüm sıklığı nedir? Hastalarınızın kaçı ameliyat sırasında
ya da hemen sonrasında öldü? Daha önce bu ameliyatı geçirmiş
olan bazı hastalarınızın adlarını bana verebilir misiniz? Benim
le konuşmaya istekli olacaklar mıdır?
Benim bir cerraha sorulacak en gözde sorum şudur: “Ameli
yatın yapılacağı gün şehir dışında olsaydınız, bu ameliyatı yap
ması için kimi önerirdiniz?” Bu sorunun bir başka versiyonu da
şöyledir: “Doktor, sizin ameliyat olmanız gerekseydi, kime gi
derdiniz?”
Cerrahlara, ne tür bir ameliyatın gerekli olduğunu da sorma
lısınız. Bu sayede başlangıçta önerilenden çok daha az radikal
bir ameliyat geçirebilirsiniz. Her cerraha, bir kez daha, ameliya
tın gerekli olup olmadığını sormayı ihmal etmeyin. Bir kez ame
liyat olmaya karar verdikten sonra, bütün bu soruları sormanın
zaman kaybı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak yeni bir bilgiden
ya da alternatif bir tedavi yönteminden haberdar olan bir doktor
la karşılaşma olasılığınız her zaman var. Yeni bir bilgiyle karşı
laştığınız anda hemen kitaplarınıza başvurup öğrendiklerinizi
kontrol etmeyi unutmayın.
Yapılacak cerrahi işlem fazlaca karmaşıksa, bu konuda ün
lenmiş bir cerrahı aramak da iyi bir fikir olabilir. Bu doktor şe
hir dışındaysa ve siz yolculuk etmek istemiyorsanız ya da o baş
ka bir vaka daha almak istemiyorsa, sizi daha yakın birine veya
sorumluluğunuzu alacak birine yönlendirmesini rica edin. Arka
daşlarınızdan ve aile bireylerinden de doğru cerrahı bulma süre
cinizde size yardımcı olmalarmı isteyin.
Başvurduğunuz cerrah kim olursa olsun; alanında ne kadar
büyük bir ün kazanmış olursa olsun sakın yelkenleri suya indir
meyin; işlerin anlamadığınız, sizi tatmin etmeyen bir biçimde
yürümesine asla izin vermeyin.
Ameliyat sonrası durumunuz, tedbirli olma zorunluluğunuzu
ikiye katlayacaktır. Ameliyat planlandığı gibi gitmediyse ya da
daha önceden haberdar edilmediğiniz yan etkiler görülüyorsa,
sizi ameliyat eden doktordan olan biteni öğrenmeye çalışarak
vakit kaybetmeyin. Bir ilacın yan etkilerinde görüldüğü gibi, or
taya çıkan rahatsızlık geçici ve zararsız olabilir. Tabii ölümcül
de olabilir. Ameliyat sonrası sorunlar nedeniyle farklı bir dokto
ra başvurduğunuzda ona şu soruları sorarak meydan okumalısı
nız: “Diğer doktorun bu ameliyattaki performansı hakkında dü
rüstçe görüş bildirebilir misiniz? Diğer doktora karşı, görevi kö
tüye kullanma davası açılması söz konusu olsa, yine dürüstçe
görüş bildirir misiniz? Ya da sizin hastanenize karşı dava açıl
ması söz konusu olsa, dürüstçe görüş bildirir misiniz?”
Bu sorulan nasıl cevaplandırdığına bağlı olarak, yeni dokto
runuza güvenip güvenmeyeceğinize karar verebilirsiniz. Her
türlü tıbbi durumda, güveninizi karşı tarafa armağan etmekte
gönülsüz olmanız ilk savunmanızdır. Doktorun bu güveni hak
etmesini sağlayın; özellikle de sizi sakatlamaya niyet etmişse.
89
İnsan kurallara sığmaz!
Dördüncü Bölüm
91
1
92
r
93
rençli bakteri sayısını artırdığından bahsetmiştim. Bu süper mik
roorganizmalar için, antibiyotiklerin çorba gibi içildikleri mo
dern bir hastaneden daha mükemmel bir üreme sahası olabilir
mi? Hatta bazı bakteriler uyum konusunda öyle kusursuz bir
noktaya erişebilirler ki, antibiyotiklerle beslenir hale gelirler!
Sonra ne mi olur? Tabii ki, hastane personeli bu mikroorga
nizmalar için ayaklı bakteri üretme kavanozları haline gelir. Bu
mikroorganizmalara her gün maruz kalan hastane personeli yine
de bundan zarar görmez. Ama zarar görmemiş olmaları, yatağı
nıza, yemeğinize, kıyafetlerinize ve size dokunan temizlik per
sonelinin ya da hemşirelerin size de zarar vermeyecekleri anla
mına gelmez.
Tapmak rahiplerinin, yani doktorların, onlardan da beter has
talık yayıcılar oldukları söylenebilir. Kutsal ameliyat töreni ön
cesi hariç, doktorlar ellerini yıkamayı genellikle ihmal ederler.
Genellikle günlük işlerini yaparken bir hastadan diğerine gider
ler; dil muayenesi yapmaya yarayan aletlere, şırıngalara ve has
taların çeşitli bölgelerine dokunurlar. Bütün bunlara rağmen
kendilerinin eşsiz bir temizlik abidesi olduklarını düşündükle
rinden, bir hastadan diğerine giderken ellerini yıkamazlar. Kep
lere, maskelere ve kauçuk eldivenlere de sonsuz güvenleri var
dır. Oysa maskeler, takıldıktan sadece on dakika sonra öylesine
mikroplanıyor ki, kalkan olarak görev yapmaları gerekirken
bakteri kültürleri haline geliyor. Keplerden ya da kauçuk eldi
venlerden söz etmeme bilmem gerek var mı?
Henüz ilk kez o sabah giydiğim tertemiz kıyafetlerimle yeni
doğan bebeklerin bulunduğu bölüme ne zaman girsem, hemşire
ler anında bir yaygara koparıp bana önlük giydirmeye kalkışır
lar. Ben de onlara yeni elbisemi aşağılayıp aşağılamadıklarını
sorarak bu durumla eğlenirim. Gerçekliğe dair kendi sezgilerine
güvenmek yerine kutsal önlüklere güvenmektedirler. Oysa bana
giydirdikleri beyaz önlüğün, benim kıyafetlerimden daha temiz
olduğunun hiçbir garantisi yoktur. Aslına bakarsanız bunun tam
tersinin düşünülmesini gerektiren kanıtlar mevcuttur. O beyaz
önlük aylardır rafta duruyor olabilir. Uygun bir biçimde temiz
94
lenmiş olduğunu nasıl bilebilirler? Özellikle de kirli çarşaflar,
yastık kılıfları ve ameliyathane örtüleriyle aynı kirli sepetine
atıldığı şüphesizken. Bir önlüğün beyaz olması, temiz olduğu
anlamına gelmez. Aynı şey yatak takımları için de geçerlidir.
Nevresim takımları yıkanabilir, ancak döşekler ve yastıklar yı
kanmaz.
Daha ayrıntılı söylenecek olursa, hastanede enfeksiyona ya
kalanma şansınız yaklaşık yirmide birdir. Bu ılımlı ve tutucu bir
tahmindir. Hastanelerdeki enfeksiyonlarm yarışma, kateter ve
damar içi ekipmanları gibi kirli tıbbi aygıtlar neden olur. 60’lı
yıllarda, henüz bu aygıtların kullanımlarında bir patlama yaşan
mamışken, aygıtların neden olduğu enfeksiyonlar hemen hiç
yoktu. Oysa artık tıp çok ilerledi; her yıl yaklaşık on beş bin
kişi hastanelerden kaptığı enfeksiyonlar nedeniyle hayatını kay
bediyor. İlaç ölümleri vakalarında olduğu gibi, ciddi rahatsızlığı
olan bir hasta, hastane kaynaklı bir enfeksiyona yenik düştüğü
zaman, hastane personeli istatistikler hakkında ufak çaplı yalan
lar söyler. Enfeksiyon kapma riskiniz aynı zamanda hastanede
ne için bulunduğunuza da bağlıdır. Ameliyat olmak için hasta
nede bulunuyorsanız, yalnızca ameliyathanedeki tehlikelere
maruz kalmazsınız. Bedeniniz de ameliyat nedeniyle ciddi bir
biçimde zayıf düştüğü için enfeksiyonlarla savaşamaz hale gelir.
Yanık ya da yaralanma nedeniyle hastanede bulunuyorsanız, yi
ne zayıf düştüğünüz için enfeksiyon kapma riskiniz artar.
Tecrübelerime göre, yirmide bir risk, minimum enfeksiyon
tehlikesini temsil eden temel risk sınırı olmalıdır. Salgın hasta
lıkların hastanelerde hızla yayıldığına ve bu nedenle herkesin
eve gönderilmesi gerektiğine az tanık olmadım. Bakteriler tara
fından istila edilmiş hastanelerde, salgın nedeniyle hastanenin
ya da hastane personelinin suçlandığımysa ender olarak gör
düm. Suçu hep ziyaretçilerin üzerine atarlar! Ziyaretçi saatleri
nin sınırlandırılması, salgının kaçınılmaz bir sonucudur. Aslında
ziyaretçileri uzak tutmak, yapılması gerekenlerin sadece yarısı
dır. Hastalar da hastanelerden uzak tutulurlarsa çok daha iyi
olur.
95
Çocuk servisleri ve yeni doğan üniteleri, yayılmakta olan en
feksiyonlara karşı en hassas bölümlerdir. Hastanedeki en tehli
keli bölümün yeni doğan ünitesi olduğu, hastanelerde çok iyi
saklanan bir sırdır. Çünkü buradaki bebeklerin hiçbirinde -özel
likle de bağışıklık sistemini güçlendiren anne sütünden mahrum
bırakılmış olanlarda- mikroorganizmalarla savaşacak bağışıklık
sistemi henüz gelişmemiştir.
Hastaneler yalnızca mikroorganizmalar tarafından kirletil
mez. Hatırlarsanız, hastaneler modern tıbbın tapınakları oldu
ğundan doktorların kullanmayı sevdikleri bütün tehlikeli kimya
sallar burada bol miktarda bulunur. Bütün bu ilaçlar doktorların
emrinde olduklarından, kullanılmaları da kaçınılmazdır. Ve kul
lanılırlar. Hastanede yatan hastalar ortalama olarak yirmi farklı
ilaç kullanırlar. Sizi öldürecek ya da sakatlayacak ilaçlar almı
yor olmanız, havada uçuşan başka kimyasallar nedeniyle hasta
nede yattığınız süre içinde sağlığınızın kötüye gitme olasılığını
ortadan kaldırmaz. Ayrıca, belki sizin doktorunuz ilaca pek sı
cak bakmıyor olabilir ama başka herkesin doktoru bakıyor. La
boratuarlarda ve temizlik hizmetlerinde kullanılan zehirli çözü
cülerin, yanıcı kimyasalların ve radyoaktif atıkların hepsi sağlı
ğınızı tehdit eder.
Hastaneler uyandırdıkları izlenim kadar verimli yerler ol
saydı, bu tehlikeler konusunda daha az rahatsızlık duyardık.
Ama ne yazık ki hastaneler, gerçek bir uygunsuzluk modelidir.
Bütün kompleks hata olasılıklarını düşünüp taşınmaya başladı
ğınızda aslında aşırı derecede endişelenmenizi gerektiren sayı
sız basit hatanın yapıldığını görürsünüz! Bir insanın iki ya da üç
seçim hakkı olabilir ve içlerinden yanlış olanı seçebilir.
Hastanelerde her şey birbirine karışır. Buna hastalar da dahil
dir. Uzun seneler önce erkek kardeşim fıtık ameliyatı olmak için
hastaneye yatmıştı. Ameliyatı sabah saat ll:00’da yapılacaktı.
Saat 9:30’da odasma gittiğimde orada değildi. Ne olduğunu he
men anladım. Derhal ameliyathaneye koştum. Kardeşimin ora
da olduğundan emindim. Nitekim oradaydı, başka bir hastanın
yerine onu ameliyata almışlardı. Ama erkek kardeşim benim sa
96
■
97
hastalara da nitrik oksit verildi. Hastane bu kaza nedeniyle beş
kişinin öldüğünü itiraf etti. Ancak aynı dönemde acil serviste
ölen diğer otuz beş kişinin ölümüne etiket kazasının neden ol
madığını belirttiler. Bu hastalardan bazıları hastaneye vardıkla
rında zaten ölmüşlerdi, bazıları da kendilerine ister oksijen, ister
nitrik oksit, ne verilirse verilsin iyileşemeyecek kadar hastaydı
lar zaten. Bu açıklamalar size, tedaviye bağlı ölümlerin üzerini
örtmek için doktorların söyledikleri yalanlar gibi geliyorsa, me
sajımı alıyorsunuz demektir.
Doktorlar her geçen gün teknolojiye daha fazla bel bağlıyor
lar, hastaneler de elektronik aygıtlar ve kablolarla daha fazla
sarılıyor. Elektrikle öldürülme olasılığı, elektrik faturalarıyla
orantılı olarak artıyor. Washington’da önceleri pisliğiyle ün sal
mış bir hastanede, üç hastayla birçok doktor ve hemşire, koro
ner yoğun bakım ünitesindeki hatalı çalışan elektrikli bir aygıt
nedeniyle ciddi biçimde şoka maruz kalıp yanmışlardı. Bu tip
kazalar oldukça yaygındır; hastanelerdeki cihazlardan sorumlu
bakım personeli azaldıkça, karmaşık kablolarla başa çıkılama
dıkça daha da yaygınlaşacaktır.
Birçok hastanede organizasyon yapısı ve yönetim o denli za
yıftır ki, mevcut tehlikeler arasında cinayet de vardır. Michigan
Askeri Hastanesi ’nde, felç edici bir ilaç birkaç hastaya kasıtlı
olarak verilmişti. Hastaneler zaten ölümcül ilaçların daima el
altında olduğu, son derece kolay bulunduğu yerlerdir; bu hasta
ne ilaçları o kadar kontrol altında tutmuyordu ki suçluyu arama
ya nereden başlayacağını bilememişti bile. Sonunda duruma el
koymak için FBI devreye girmişti. Mükemmel bir cinayet işle
mek istiyorsanız bunu bir hastanede gerçekleştirin.
Tabii siz de, hastanenin işin içinden çabucak sıyrılıverdiği bir
cinayet davasının maktulü haline gelebilirsiniz. İlaçlar, mikroor
ganizmalar, ameliyatlar, kimyasallar ya da kazalar sizi yere
deviremediyse bile hâlâ açlıktan ölme ihtimaliniz vardır. Hasta
nelerin utanılacak durumda olan beslenme programlarını araştı
ran ilk büyük çalışmalardan birinde, Boston’daki büyük bir be
lediye hastanesinin cerrahi servisinde yatan bütün hastalar taki
98
be alınmıştı. Hastalar dengesiz protein-kalori beslenme biçimi
bakrmından test edileceklerdi. Bu test, kişinin her gün belirli bir
zaman içinde yeterince protein ve kalori alıp almadığını göste
ren minimal bir standarttır. Hastaların yeterli vitamin ve mineral
alıp almadıkları araştırılmamıştır. Bununla birlikte, cerrahi has
talarının yansının yeterince protein ve kalori almadıkları görül
müştür. Bu hastaların yarısında ciddi beslenme bozukluğu oldu
ğu saptanmıştır; hastalar iyileşme süreçlerini tehdit etmeye ve
hastanede kalış sürelerini uzatmaya yetecek derecede kötü bes
lenmekteydiler. Hastane bu hastalara yeterince yiyecek verme
diği için yeterli vitamin ve mineral almadıklarından da şüpheniz
olmasm.
Bu araştırma sonuçlarına sakın “münferit” olaylar gibi bak
mayın. Bunun ardından yapılan pek çok araştrrmada, Amerikan
ve İngiliz hastanelerinde yatmakta olan hastaların yüzde yirmi
beş ila yüzde ellisinde beslenme bozukluğu olduğu ortaya çıka
rılmıştır. Boston’daki çalışmayı yürüten Dr. George L. Black-
burn, yetersiz beslenmenin, hastanede yatan yaşlı insanlar ara
sındaki en yaygın ölüm sebeplerinden biri olduğunu belirtmiştir.
Dr. Blackbum’ün su yüzüne çıkardığı bu gerçek hiç de öyle şa
şırtıcı değildir. Yetersiz beslenme bir insanı öylesine içinden çı
kılmaz bir duruma sokabilir ki, hastaneye gelmesine sebep olan
hastalıkla savaşmasını imkânsız kılar. Buna hastanede karşılaşa
bilecek bütün o diğer tehlikeleri de ekleyin. İşte size bir felaket
formülü. Tabii ki biz bu felaketin gerçek büyüklüğü hakkında
yalnızca tahmin yürütebiliyoruz. İlaçlar, kazalar ve tedaviye
bağlı diğer ölümlerde olduğu gibi beslenme bozuklukları konu
sunda da doktorlar gerçeği söylemekten kaçınırlar. Hastaneler
deki beslenme yetersizliklerine bağlı olarak, kaç kişinin doğru
dan ya da dolaylı olarak öldüğünü tam olarak bilmemiz müm
kün değil. Bildiğimiz tek şey, hastanelerdeki insanların en az ya
rısının yetersiz beslendiği ve yetersiz beslenmenin de kesinlikle
ölümcül olduğu.
Peki ama neden hastalar yetersiz besleniyorlar? Hastane ye
mekleri hemen her zaman çok kötüdür. Oysa bunlar yenebilecek
gibi yemekler olsaydı sözünü ettiğim araştırmaların ortaya çı
99
kardığı protein-kalori bozukluklarının çoğu önlenebilirdi. Sorun
bu yemeklerin yenmemesi. Hastane personeli hastanın yemeği
ni yiyip yemediğini asla kontrol etmez. En iyi durumda, tepsi
odaya getirilip yatağın yanındaki bir masanın üzerine konur ve
orada öylece durur. En kötü durumdaysa, tedavi programı ve
hastane personeli sürgit hastanın üzerine çullandığı için hasta
yemeğine dokunmaya fırsat bulamaz: laboratuar testleri için
zaman gerekir, terapi için zaman gerekir, lavman için zaman ge
rekir, ilaçlar için zaman gerekir, şunun için zaman gerekir bunun
için zaman gerekir.
Modern Tıp Tapınağı’nda, iştahınızı kaçıracak yığınla şeyle
karşılaşırsınız. Hastanelerde yaşanan psikolojik tehlikeler de en
az fiziksel tehlikeler kadar ölümcüldür.
Hastanenin ön kapısından girdiğiniz an başlayıp, dışarı çıkı
şınıza ya da morga götiirülüşünüze dek devam eden sürecin, bi
nlerinin size kara büyü yaptığını düşünmenize yol açacak derin
bir psikolojik etkisi de vardır. Size kara büyü yapıldığını bilinç
li olarak kabul etseniz de etmeseniz de, içinde bulunduğunuz or
tam sizi umutsuzluğa sürükleyecek, sizi takatten düşürecek bir
ortamdır; size umut ve destek vaat eden bir ortam değil. Etrafı
nızda olumlu düşünen, iyimser bakan tek kişi bile göremezsiniz.
Sadece acı çeken, ölmek üzere olan insanların kederli yüzlerini
görürsünüz; tabii bir de, bu insanların acı çekip ölmelerini sey
retmek zorunda olan insanların yüzlerini görürsünüz. Tepkileri
ni frenlemeyi öğrenmiş, robotlaşmış hastane personelini görür
sünüz. Danışma masasının önünde, doktor çizelgelerinde yer
alan rakamlara ve semptomlara indirgendiğinizde, siz de tepki-
sizleşmeye başlarsınız. Önceki hayatınızı ve kimliğinizi geride
bırakırsınız. Gerçek yaşantınızın simgesi olan kıyafetleriniz,
özel eşyalarınız, üzerinizden alınıp bir dolaba tıkılır; işte o anda
önceki yaşamınızdan gerçek anlamda sıyrılmış olursunuz. Geç
miş yaşamınız sizinle bağlarını koparır. Akrabalarınızın sizinle
geçireceği zaman kısıtlanır.
Bütün bu psikolojik ayrıntıların etkisiyle kendi sağlığınız
üzerinde kontrol sahibi olma nosyonundan vazgeçersiniz. Sizi
100
’
101
da küçük çocukları kucağıma alır, onları hemşirelerin odasma
götürürdüm. Hemşirelerin kucağmda ya da masanın köşesinde
oturduklarında ağlamazlardı.
Yaşlılar da hastanede kalmaktan hiç hoşlanmazlar. Dr. David
Green hastanelere, “yaşlı insanlar için dünyadaki en berbat yer”
der. Ben de ona katılıyorum. Hatta ben hastanelerin herkes için
dünyadaki en berbat yer olduğunu söyleyebilirim. Hastanede ka
lınan süre içinde yaşanan muazzam stres, yetişkinlere bile bu ka
dar zarar veriyorken, çocukların bundan etkilenmemelerini nasıl
bekleyebiliriz bilmiyorum. Yetmezmiş gibi bir de çocuklardan
hastanede birer yetişkin gibi davranmalarını, ayrılığa, terk edil
meye, korkuya uyum sağlamalarını bekliyoruz. Daha da tuhafı,
yetişkinlerden de savunmasız birer çocuk haline gelmelerini bek
liyoruz. Hastane prosedürleri, insana saygı duymak nedir bil
mez. Kendi kıyafetlerinizi çıkarmanız ve sizi sayısız doktorun,
hemşirenin, teknisyenin incelemelerine, saldırılarına karşı savun
masız bırakan hastane önlüğünü giymeniz gerekir. Çoğu zaman
sırtüstü yatmanız gerekir. Canınızın istediği gibi gidip gelemez
siniz. Size ne verilirse onu yemek zorundasınızdır, tabii zamanı
nız olursa. En önemlisi de, yabancılarla dolu bir odada uyumak
zorundasınızdır; üstelik hepsi de hasta olan yabancılarla!
Hastanede kalmak sizi aşağılar. Tıbbi işlemler yaptığım ve
tıbbi işlemlerin yapılışına tanıklık ettiğim yirmi beş yıl boyun
ca, hastanede kalmak kadar aşağılayıcı bir deneyim daha görme
dim; üstelik kimsenin sağlığına zerre kadar faydası olmayan bir
deneyim. Ama hatırlayın, hastaneler modern tıbbın tapınakları
dır. Başka bir dinin tapınağından içeri girdiğinizde, o dinin ilah
larının huzuruna çıkmış olursunuz. Hiçbir tanrı, rakip tanrıları
kendi evine sokmanıza izin vermez. Siz de içeri girmeden önce
eski tanrılarınızı ve size öğrettiklerini arkanızda bırakırsınız. Tıp
dini, yaşamınızın her veçhesini, hayatınızın bir parçası olan her
şeyi rakip bir tanrı olarak gördüğü için, tapınağından içeri girer
ken kimliğinizi, ailenizi, özgüveninizi ve itibarınızı dışarıda bı
rakmak zorunda kalırsınız. Ancak gerçek hayatınızdan tümüyle
alınabildiğinizde ölüm dininin kutsal fesat ödüllerine layık gö-
rüleceksinizdir.
102
Bir salgın türünün bir hastanede hızla yayılması nedeniyle
herkesin evine ya da başka bir hastaneye gönderildiği vakalar
her zaman ilgimi çekmiştir. Genellikle de başka hastaneye gön
derilen hasta sayısı bir elin parmaklarım geçmez. On hastadan
dokuzu hiç sorunsuz evine gönderilebilir.
Yaklaşık yirmi beş yıl önce, hastanede yatmanın gerçekten
ne kadar gerekli olduğunu ortaya çıkarmak için küçük bir araş
tırma yapmaya karar vermiştim. Yirmi sekiz yataklı bir hastane
koğuşunun başındaydım. Orada yatmakta olan yirmi dört hasta
nın hiçbirinin aslında hastanede yatmak zorunda olmadığına ka
rar vermiştim. Giriş çıkışlar da kontrolüm altındaydı. Koğuşa
girmek isteyen biri geldiğinde, buna gerçekten gerek olup olma
dığına karar veriyorduk. İnsanlarm evlerinde tedavi edilebilme
lerine olanak sağlayan özel prosedürlerimiz mevcuttu. Örneğin
ayakta tedavi edilebilecek hastaların taksi ücretlerini karşılaya
biliyorduk. Cihaza bağlanması gereken hastaların cihazlarında
ayar yapmak üzere evlerine giderken kullanabileceğimiz bir
kamyonetimiz vardı.
Koğuşta yatan hastaların sayısını üçe indirinceye dek bu uy
gulamaya devam ettim. Hastanelerin o kadar da gerekli olma
dıklarını kendimce ispatlamıştım. Sonradan anladım ki aslında
gerekli olmayan bendim. Hemşirelerden şikâyetler gelmeye baş
lamıştı. Yapacak işleri kalmaymca başka hastanelere gönderilme
tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Son sınıf öğrencileriyle
kadrolu doktorlar, yeterince eğitim materyaline sahip olamadık
larından yakınıyorlardı. Bu, hastanelerin kullanımı konulu araş
tırmamın sonu oldu.
Sayıları bu denli arsızca artan hastanelerin varlık sebebi, hiz
met vermeleri gereken insanlarm iyiliği değil, tıp mesleğinin ke
yif sürebilmesidir. Başlangıçta hastaneler “fakirhane” olarak or
taya çıkmıştı. Hizmetleri karşılığında kendilerine para ödeyeme
yecek olan hastaları, doktorlar buralara gönderiyorlardı. Bir za
man sonra doktorlar, bütün hastaları aynı mekânda toplayıp bü
tün alet edevatı oraya yerleştirmenin kendilerine büyük kolaylık
sağlayacağının farkına vardılar. Tıp, daha az kişisel ve daha çok
103
mekanik bir endüstri haline geldikçe doğal olarak doktorların
hastalara hastanede müdahale etmeleri de daha elverişli bir hale
geldi. Hepimiz şunu çok iyi biliriz ki, hastasını, hastaneye yatır
madan ayakta tedavi eden bir doktorun çok daha kurnaz ve çok
daha becerikli olması gerektir. Doktorlarda nitelikli değerlendir
me ve yetenek ender rastlanan meziyetler haline geldiği için
hastaneler pıtrak gibi çoğalmaya başladı. Sigorta şirketleri ayak
ta tedavi için ödeme yapmayı reddederek insanları hastanelere
çekti. Şayet hastane ve sigorta ödemelerinin, yozlaşmış, çürü
müş bir din anlayışını ayakta tutmak için şart olduğunun farkın
da olmasaydık, hastane dışında birkaç yüz dolara yapılabilecek
bir tedavi için bir sigorta şirketinin hastaneye binlerce dolar öde
meyi tercih ettiğini gördüğümüzde, bu saçma sapan tutum kar
şısında diklenmeye kalkışabilirdik.
Ama zaten modem tıbbın, saçma sapan tutumları ya da has
tanelerin tehlikelerini izah etme mecburiyeti yoktur. Hastaneler,
kendi kendilerini denetler ve onaylar. Bir hastanenin hizmet ver
meye devam edip etmeyeceğine karar veren yönetim kurulları
bizatihi hastaneyi yönetmekte olan “iyi adamlar” tarafından
oluşturulmaktadır. Federal bir denetleyici bu sistemin içine sız
mayı başarsa bile, sistemin muazzam kurumsal ataleti, berbat
hastanelerin açık kalmasını sağlayacak kadar; kendi içlerinde re
form yapmaya yeltenen diğer hastanelerin de cesaretini kıracak
kadar güçlüdür. Birkaç sene önce sağlık bakanlığı, tıp mevzu
atında özellikle vurgulanan tehlikelerle ilgili olarak yüz beş has
tanede rasgele kontroller yaptı. Altmış dokuz hastanenin, yangın
güvenliği, ilaç kayıtları, hemşire sayısı, doktor sayısı, beslenme
danışmanları, tıbbi kayıtlar ve tıp kütüphaneleriyle ilgili şartna
melere uymadıkları ortaya çıkarıldı. Bu hastanelerin hepsi yakın
zaman önce hastane değerlendirme komitesi tarafından onaylan
mıştı. Araştırma sonuçları yayımlandıktan sonra, bu komite söz
konusu hastanelerin onay belgelerini geri çekmeyi reddetti!
Halkın hastane koşullarını protesto etmek için düzenlediği
gösteriler nedeniyle mantar gibi biten reform çalışmalarına ben
“perili hastanenin hayalet reformları” adını veriyorum. Bu re
formların çoğu, hastane yöneticilerinin gizli toplantı tutanakla
104
'
105
tane ve Mesleki Faaliyetler Komisyonu’nun elinde, hastaneler
de olup bitenleri belgeleyen bir veri bankası mevcuttur. Bu ve
ri bankasında, tedavilerden, kazalara, enfeksiyon kapma riskin
den yapılan hatalara kadar hastanelerde korkmanızı gerektire
cek ne varsa her şeyle ilgili karşılaştırmalı ölüm oranları da bu
lunmaktadır. Tekellerinde tuttukları bu bilgiye sadece şöyle bir
göz atmaya kalkışın bakalım ne oluyor. Komisyon anında sa
vunmaya geçip bilgiyi sizden saklamak için kanının son damla
sına kadar öylesine savaşır ki, başımızdaki hükümet böyle bir
tutuma ancak gıpta edebilir. Tabii ki çok geçerli bir sebepleri
var. Bilginin neden “sınıflandırıldığı” konusunu açıklamaya ça
lışan sözcüleri size şunları söyleyecektir: “Bilgiler yanlış yo
rumlanabilirdi ve gelişmeyi sağlayacak analizler engellenebilir
di.” Aslında demek istedikleri şudur: Halk, hastanelerin kusur
larını “yanlış” yorumlayıp çok tehlikeli yerler olduklarını düşü
nebilir ve orada ölmeye razı olmayabilirdi. Eh, bu tabii ki “ge
lişimi” baltalardı çünkü ortada geliştirilecek bir şey olmaz, has
taneler kapatılırdı!
Modern tıbbın, bilimsel bilginin gerektirdiği gibi davranma
dığı açıkça ortadır; toplum, bütün bunların farkına varıp da mo
dern tıptan gerçek bilimi talep edene dek de bu böyle sürecektir.
Araştırma, modern tıp dininin duasıdır. Araştırma sonuçlarının
gereğini yerine getirmediğiniz sürece araştırma yapmanızda hiç
sorun yoktur. Araştırma yapan bir doktor, bulgularının hayata
geçirilmesini talep edecek kadar sınırı aşacak olursa, modern
tıbbın gözünde kariyerini anmda mahvedebilir!
Tapınağın bir işe yarayıp yaramadığı; içinde olup bitenlerin
faydalı mı zararlı mı olduğu konu dışıdır. Önemli olan, müritle
rin inançlı olmalarıdır; dindarlıklarını da, kendilerine pazarlanan
dini ayinlere katılarak belli ederler. Niyetleri iyi olabilir; ancak
cehenneme giden yolun hangi taşlarla döşenmiş olduğunu da
herkes bilir.
Elbette modern tıbbın niyetinin zaten ahlaksızlık olduğunu
da hesaba katmak gerekebilir. Hastaneler, ziyaret saatleri konu
sunda daha esnek davranmaya başladıklarında, bunu hastaların
106
r
107
doktorunuza izin vermemelisiniz. Bu, gerçekten gerekmedikçe
ilaç almamak ve gerçekten gerekmedikçe ameliyat olmamak an
lamına da gelir.
Doktorların, siz ısrar etmediğiniz sürece ayakta tedavi sıra
sında uygulamadıkları pek çok yaygın tedavi vardır. İşte yine ev
ödevinizi çalışmanız gerekiyor. Örneğin, sağlıklı kadınların
yüzde doksan beşinden fazlası hastane dışında doğum yapabilir
ve yapmalıdır. Ama doktorlar genç anne adaylarını korkutur;
“komplikasyonlar” ile ilgili korkunç hikâyeler anlatarak onları
doğumhanelere çekmeye çalışnlar. Oysa bunlar sadece istatis
tiksel fantezilerdir ya da zaten kadm-doğum uzmanları yüzün
den olmuş olaylardır. Bu ürkütücü taktiklere rağmen evde do
ğum yapmak isteyen kadınların sayısı giderek artıyor. Bu da de
mektir ki, yeni icat edilen “doğum odaları” çok yakında bütün
hastanelerde mantar gibi bitmeye başlayacak.
Tam bir otel odası gibi dekore edilen bu doğum odalarının
farklı olacağını düşünerek kendinizi aldatmayın. Modern tıbbın
yetki alanına girdiğiniz anda sizi ele geçirmişler demektir. Tek
rar tekrar aklıma gelen bir hayalim var: Genç bir çift doğum
odasına giriyor. Bu odada pirinç bir karyolayla renkli televizyon
seti de var. Doktor, cana yakın bir amca gibi gülümsüyor ama
anne pirinç karyolaya bağlanır bağlanmaz gizli bir paneldeki
düğmeye basıyor. Duvar kâğıtları ile kaplı duvarlar kaymaya
başlıyor, mobilyalar yok oluyor ve genç çift kendisini bir anda
ameliyathane lambasının altında buluyor. Cerrah tam karşıların
da duruyor. Elinde bisturisiyle annenin karnını bir uçtan bir uca
kesmeye hazır.
Bu hiç de o kadar gerçekdışı bir hayal değil. Doğum odaları
ameliyathanelerden çok fazla izole edilmemişlerdir. Doktorun
yetki alanı içindeyseniz, oyunu onun kurallarıyla oynarsınız.
Bebeğinizi evde dünyaya getirirseniz, doktor kendi ev ödevini
yapmak zorundadır. Hastane hizmetine ihtiyacınız varsa, bunla
rı kullanmak zorundasınız ama bebeğinizi bir doğum odasında
dünyaya getirebiliyorsanız, kendi yatak odanızda da dünyaya
getirebilirsiniz.
108
Doktorunuzun sizi gereksiz yere hastaneye yatırmasına engel
olmak için ilaçlardan ve ameliyattan kurtulma taktiklerini kul
lanmalısınız. Olasılıklar, alternatifler ve sonuçlar hakkında ken
dinizi eğitin. Bu, başka bir doktora gitmek anlamına geliyorsa,
gidin. Bu, doktor olmayan ama iyileştirme gücü olan kişilere
gitmek anlamma geliyorsa, gidin. Topladığınız bilgileri doktoru
nuzun yüzüne vurmaktan korkmayın. Hastaneye ihtiyacınız ol
duğuna karar verdiyseniz, doğru hastaneyi bulmak için de yap
manız gerek budur. En iyi hastanelerin üniversite hastaneleri ol
duğuna dair duyacağınız vaazlara aldırış etmeyin; bu belki bazı
özel koşullar sebebiyle otuz kırk yıl önce geçerliydi ama bugün
sadece saçma bir iddiadan ibaret; tabii eğer kendinizi biyoloji sı
nıfındaki kurbağalar, ıstakozlar ve domuz ceninleri gibi hisset
mek istemiyorsanız. Hastane kaynaklı enfeksiyonun en sık gö
rüldüğü; laboratuar testlerinde ve ilaç hazırlanmasında en fazla
hatanın yapıldığı; hastaların en sık karıştırıldığı ve en büyük psi
kolojik hasarın verildiği hastaneleri bulmak istiyorsanız eğitim,
araştırma hastanelerine gidin. Deneme tahtası olarak kullanıl
mak istiyorsanız, ki bir tedavinin doğruluğunu (yanlışlığını?!)
kanıtlamaktan, bir ilacm işe yarayıp yaramadığını anlamaya ka
dar her şey olabilir, üniversite hastanesinden daha uygun bir yer
bulamazsmız.
Bir zamanlar, çok ender görülen ciddi bir hastalığa sahipseniz
araştırma hastanesine gitmeniz gerektiğine dair de vaazlar veri
lirdi. Bu da artık geçerli değil. Unutmayın ki, araştırma hastane
leri geleneksel tedavi yöntemlerini öğretmek için vardır. İşe ya
rasa da yaramasa da, burada elinize geçecek tek şey geleneksel
tedavi yöntemleri olacaktır. En son tedavi yöntemlerini istiyorsa
nız, daha küçük bir hastaneye ya da modem tıp müritlerinin eri
şemeyeceği başka bir ülkedeki hastaneye gitmeniz gerekir.
Aslında hastane seçmeyin. Bir doktor seçin. Doğru doktoru
seçtiyseniz, onun kendi yeteneklerine uygun doğru bir çalışma
alanı seçme olasılığı yüksek olacaktır. İyi doktorlar sınıfına gi
ren tanıdığım doktorların çoğu, büyük araştırma ve geliştirme
hastanelerinde çok az zaman harcarlar. Tıbbın efsanevi sacaya
ğı (araştırma, eğitim ve hasta bakımı) doğru dürüst ayakta dura
109
maz çünkü ayakları eşit değildir. Doktorlarla hastaneler bir sa
cayağı kurmaya kalkıştıklarında hasta bakımının payına hemen
her zaman en kısa ayak düşer. Dolayısıyla, birisi bana bir araş
tırma hastanesini seçtiğini söylediğinde, ona tetikte olmasını
çünkü ciddi bir tehlike içinde olduğunu söylerim.
Doktorunuz kim olursa olsun ve sizi hangi hastaneye yatır
mış olursa olsun, her zaman ölümcül bir tehlike içindesiniz de
mektir; yani her zaman tetikte olmak zorundasmız. Hem de pa
sif olarak değil. Sizin işiniz sorun çıkarmak. Hemşirelere, dok
torlara, herkese sorun çıkarın. İtibarınızı ve hatta izin verirseniz
hayatınızı çalacak olan sistemi çökertin.
Elbette kolay değildir bunu yapmak. İyi bir toplumsal mev-
kiiniz varsa işiniz biraz daha kolaydır. Yüksek mevkilerde değil
seniz yaratıcı zekânızı kullanmaya çok ihtiyacmız olacak. Ha
zırlıklı, kurnaz ve becerikli olmalısınız.
Anne babaların, hastanede oldukları sürece çocuklarının ya
nında kalmaları çok hoşuma gidiyor. Çalıştığım hastanelerden
birinde, anne babalar ancak çocukları kritik hasta listesindeyse
onların yanında kalabiliyorlardı. Ben de bütün çocukları kritik
hasta listesine koyuyordum! Bu konuda beni uzun süre yalnız
bırakmışlardı; ta ki, o güç gösterisini kazanana kadar.
Ziyaret saatlerinin her akşam 19:30’da sona ermesi gereki
yordu. Bir anne beni arayıp çocuğunun ağladığını söyledi. Saat
20:30’a kadar onun yanında kalabilirse ağlamayı kesip uykuya
dalacağını da ekledi. Ben de ona çocuğunun odasına çıkıp onun
la kalmasını söyledim. Sonra hemşire arayıp annenin gitmesi
gerektiğini söyledi. Çocuğun durumu kritik değildi ve ziyaret
saati sona ermişti. Anne kalmaya karar verdiyse, ne yapacağını
sordum. Gözetmenini arayacağını söyledi. Gözetmeni ben ara
dım ve aynı soruyu ona da sordum. Hastane yöneticisini araya
cağım söyledi.
Hastane yöneticisi beni aradığında ona ne yapmayı planladı
ğını sordum. Polis çağıracağını ve polisin hastanenin dışına çı
kana kadar kadına eşlik edeceğini söyledi. Benim için bir iyilik
yapmasını ve polisleri on beş dakika daha bekletmesini rica et
110
tim. Benim iyi bir genç olduğumu, bu durumla onun yerine ba
şa çıkabileceğimi düşünüyordu. Ricamı kabul etti.
Yerel bir TV habercisini (bir eylemciyi) aradım ve ağlayan
çocuğunun yarımda onu uyutmadan önce bir saat daha fazla kal
mak istediği için hastaneden atılmak üzere olan bir anne olduğu
nu söyledim. Onları yirmi dakika kadar oyalamamı, kamerasını
alıp hemen olay yerine geleceğini söyledi. Elimden geleni yapa
cağımı söyledim. Sonra hastane yöneticisini arayıp yirmi dakika
daha beklemesini rica ettim; haber ekibinin, hastaneden dışarı çı
karılırken kadına eşlik edecek olan polisleri görüntülemek üzere
yola çıktığını ve yirmi dakika sonra orada olacağmı söyledim.
Hastane yöneticisi “Pekâlâ, Bob” dedi. “Sen kazandın. Sen
kendi köpeklerini geri çek, ben de kendi köpeklerimi çekeyim.
Ama yarın seni ofisimde görmek istiyorum.” Ertesi sabah ofisi
ne gittim. Yaptıklarım yüzünden beni hastane kadrosundan ata
bileceğini söyledi. Bunu bildiğimi söyledim ona. Ama aynı za
manda beni atamayacağını da biliyordum çünkü böyle bir şey
yaparsa derhal gazeteye gidecek ve şimdiye dek gördüğü en bü
yük yaygarayı koparacaktım. Bunun doğru olduğunu söyledi ve
benimle bir anlaşma yaptı: “Senin hastalarının ziyaretçileri, has
talarının yanında istedikleri kadar kalabilirler. Ama bu başkala
rının ziyaretçileri için geçerli değil. Bu konudan diğer persone
lin önünde bahsetmeni istemiyorum.”
İşte böyle oldu. Bazı hemşireler benden korkuyorlardı ve ba
zıları da düpedüz bana sinir oluyorlardı. Çünkü hastalarımın ne
isterlerse yapmalarını talep ediyordum. Hemşire bana şöyle söy
lüyordu: “Ama Dr. Mendelsohn, bu katta yirmi yedi hasta daha
var. Neden sizin hastalarınızın önceliği olsun?” Ben de benim
hastalarımın öncelikli olduklarını çünkü eğer böyle olmazsa
dünyanın görüp görebileceği en büyük çığlığı atacağımı söylü
yordum. Benim hastalarımın bakımları çoğunlukla öncelikli ola
rak yapılıyordu. Her zaman kuralları çiğniyordum.
Hastanedeyken kendinizi korumak için sizin yapmanız gere
ken şey de işte bu. Bunu yalnız başınıza yapamazsınız. Her za
man yanınızda bir yakınınız olmalı. Tabii özel hemşireyi kastet
miyorum, aileden biri ya da iyi bir arkadaşmız sizinle kalmalı.
111
Tabii ki yakınlarınızın sizinle kalması pek iyi karşılanmaya
caktır. Refakatçinize hastaneyi terk etmesi söylendiğinde, orayı
terk etmemelidir. Avukat sözcüğünü sıkça kullanın çünkü dok
torlar avukatlardan korkarlar. Mesela refakatçiniz şöyle söyleye
bilir: “Abim avukattır ve bana kalabileceğimi söyledi.” Bu ba
zen işe yarar. Sert bakışlı, iri yarı akrabaları getirmek de başka
bir tekniktir. Chicago’nun güney kesimindeki çingeneleri tedavi
etmiştim. Çingene şefinin oğlu pencereden düşünce başından
yaralanmıştı. Onu hastaneye babası getirmişti, yanında da yak
laşık iki yüz çingene daha vardı. Hastaneye, antenlerinde küçük
bayraklar olan karavanlarla gelmişlerdi. Oldukça dramatik bir
manzaraydı bu. Bütün arabalar durmuş ve çingeneler ön kapıya
gelmişlerdi. Yaklaşık yirmi çingene, çocukla beraber odasına
kadar çıktı. Ziyaret saati biteli çok olmuştu ama onlara gitmele
rini söyleyecek bir hemşire ya da doktor ortalarda yoktu.
Refakatçinizin öncelikli sorumluluğu, iyi beslendiğinizden
emin olmaktır. Hastanede yattığınız süre boyunca açlıktan öl
mek istemiyorsanız beslenmenizin sorumluluğunu üstlenmek
zorundasınız. Hastane yemekleri sizin standartlarınıza uymu
yorsa, evden yemek getirtmelisiniz. (Hastane yemekleri sizin
standartlarınıza uygunsa, ya sıra dışı bir hastanede yatıyorsunuz
demektir, ya da beslenme alışkanlıklarınızı ciddi biçimde yeni
den gözden geçirmeniz gerekmektedir.) Hemşire ya da teknis
yenler tahlil yapmak ya da başka bir şey için gelip de yemeğini
zi bölmeye kalkışacak olurlarsa refakatçiniz sizin adınıza onlara
müdahale etmeye hazır olmalıdır. Zayıf düştüyseniz beslenme
niz için yine refakatçinize güveneceksiniz; aynı zamanda ye
meklerinizi de izleyebilir ve ne yiyip ne yemediğinizi doktora
iletebilir. Özel bir diyetteyseniz, getirilen yemeğin diyetinize
uygun olup olmadığım da kontrol edebilir.
Refakatçiniz hangi ilaçları kullanmanız gerektiğini bilmeli
dir; yoksa yandaki yatakta yatan hastanın ilaçlarını içme ihtima
liniz yüksektir. Ayrıca yandaki yatakta yatan hasta yerine ameli
yathaneye sizin götürülmenize de refakatçiniz engel olacaktır.
Tahliller yapılırken refakatçiniz de sizinle birlikte gelebilir.
Röntgen çekilmesi gerekiyorsa sizinle gelebilir ve doğru yere
112
götürüldüğünüzden emin olur. Cereyanlı bir koridorda bütün
gün bekletilmenize izin vermez ve doğru yerinizin röntgeninin
çekildiğinden de emin olur.
Refakatçiniz soru sormak ve sorun çıkarmak için oradadır.
Damar içi damlalığının ne kadar hızla sıvı damlatması gerekti
ğini hemşireye sormalıdır ki, sıvıyı çok hızlı almayasınız. Bula
şıcı hastalığı olan bir kimsenin sizinle aynı odaya konulmasına
da karşı çıkmalıdır.
Refakatçiniz, doktorunuza, size dokunmadan önce ellerini
yıkamasını söylemelidir. Doktorlar artık ev ziyaretleri yapma
dıkları için ellerini de yıkamıyorlar. Ev ziyaretlerine gittiğim za
manlarda, kapıdan içeri adımımı atar atmaz insanlar bana kibar
ca şöyle söylerlerdi: “Doktor, banyo şu tarafta.” Havlu ve sabu
nun hazır bulundurulduğu banyonun yerini gösterirlerdi. Hasta
nın yanına gitmeden önce ellerimi yıkamam beklenirdi. Ellerimi
gerçek anlamda yıkamayı ev ziyaretlerine gitmeye başladıktan
sonra öğrenmiştim. Şimdilerde, doktorların bir hastadan diğeri
ne gittiklerini ama ellerini nadiren yıkadıklarını görürsünüz. Ba
zen doktor ellerini suyun altında öylesine tutar. Refakatçiniz,
doktorun size dokunmadan önce ellerini iyice yıkamış olduğun
dan emin olmalıdır. Size dokunmadan önce aynı ellerin nerede
olduklarını kim bilebilir!
Başka hiçbir işe yaramasa bile, bir refakatçinizin olması sizi
hastanenin psikolojik tehlikelerinden ve “hastanede yatma kara
büyüsünden” korur. Bir arkadaş ya da akraba, gerçek yaşamla,
kimliğinizle ve özgüveninizle bağlantı halinde olmanızı sağlar.
Bu da, hastane personeli üzerinize saldırdığında sizi hayata bağ
lar ve güçlü kılar. En iyi hastaneler bile korkutucu ve tehlikeli
dir. En çok ihtiyaç duyduğunuz zaman, sizi savunmak ve destek
lemek için orada bulunan iyi bir arkadaş ya da akrabaya sahip
olmak gerçek bir nimettir. Hemşireleri bezdirecek ve sizin tam
bir baş belası olduğunuzdan şikâyet etmelerini sağlayacak kadar
iyi bir takım arkadaşına sahipseniz o zaman gerçekten çok şans
lı ve sevilen birisiniz demektir.
113
'
'
.
insan kurallara sığmaz!
Beşinci Bölüm
115
şmda ortadan kaybolmuşlardı. Haberi veren muhabir grev nede
niyle ortaya çıkan “olağandışı yan etkiler”den bahsediyordu.
Ölüm oranları yüzde otuz beş azalmıştı! Cenaze İşleri sözcüsü
de şunları söylemişti: “Belki de tesadüftür ama gerçek olduğu
kesin.” Aynı yıl, Los Angeles’taki doktorlar, sigorta primleriyle
ilgili yolsuzlukların artmasını protesto etmek için grev yaptılar.
Ölüm oranlarında yüzde on sekizlik bir azalma görüldü! UÇLA
Sağlık ve Bakım İdaresi’nden Profesör Dr. Milton Roemer, on
yedi büyük hastanede yaptığı incelemelerde, ameliyat sayısının
yüzde altmış oranında azaldığını ortaya çıkarmıştı. Grev sona
erip, tıbbi makineler yeniden gıcırdamaya başladığında ölüm
oranları tekrar önceki seviyesine çıktı.
1973 yılında İsrail’deki doktorlar, bir günde baktıkları hasta
sayısını altmış beş binden yedi bine indirdiklerinde de aynı şey
oldu. Grev bir ay sürdü. Cenaze İşleri’ne göre, o ay içinde İsra
il’de ölüm oranı yüzde elli oranında düşmüştü. Doktorlar en son
yirmi yıl önce greve gittikleri için, o günden bu yana ölüm oran
larında çarpıcı bir düşüş kaydedilmemişti! Doktorlardan bu fe
nomeni açıklamaları istendiğinde, sadece acil vakalarla ilgilen
diklerinden bütün enerjilerini gerçekten hasta olan insanlara ver
diklerini söylemişlerdi. Gün içinde diğer hastaların muhtemelen
önemsiz şikâyetlerini dinlemek zorunda kalmadıkları için, ken
dilerini daha önemli olan hayat kurtarma işine adayabilmişlerdi.
Bu pek de kötü bir cevap değil. Benim her zaman söylemek
te olduğum şey, ihtiyacımız olanın bitmek bilmeyen bir doktor
“grevi” olduğudur. Doktorlar hastaların yüzde doksanına karış
mayı bırakıp sadece acil vakalarla ilgilenirlerse, çok daha sağ
lıklı olacağımızdan en ufak bir kuşkum yok.
Doktorların enerjilerinin endişe verici derecede büyük bir
kısmının, ölüm çalışmalarına adanmış olduğu gerçeğinden ka
çamıyoruz. Ben öğrencilerime, modern tıp alanında başarılı ol
mak için yapmaları gereken tek şeyin, ölümü teşvik eden ya da
ölüme odaklı bir dal seçmek olduğunu söylüyorum. Böylece
önlerinde parlak bir gelecek uzanır. Modern tıbba göre ölüm,
gelişmekte olan bir endüstridir. Gebelikten korunma yolları,
116
düşük, sterilizasyon, genetik danışmanlık ve tarama, amniyo-
sentez (gebe annenin kamından sıvı alınması yoluyla bebeğin
genetik bir hastalığı olup olmadığını tespit etme yöntemi) sıfır
nüfus artışı, ötenazi ve “yaşam kalitesi” gibi konularda son ge
lişmeleri içermeyen tıbbi bir yayın bulamazsınız. Bunların hep
sinin amacı, yaşamı engellemek ya da sonlandırmaktır. Anne
kamındaki bebeğin alınması ihtimalini taşıyan genetik tarama
ve zorunlu amniyosentez gibi işlemler, şimdilerde sadece konu
şulma aşamasında, ama konuşma, harekete geçmenin yarısıdır.
Bu işlemleri bir an önce kabul etme telaşı içinde, ki bunu an
cak ateşli bir dindarlık olarak açıklayabilirim, insanlık dışı etki
lerini ve bilimsel doğruluktan yoksun oluşlarını göz ardı etme
yanılgısına düşüyoruz.
Bizler doğamızın derinliklerinde, yaşam için programlanmışız.
En güçlü tutkularımız yaratıcıdır ve yaşamı destekler. Gelin görün
ki, modem tıp bu içgüdüye saldırmaya programlanmıştır.
Kabul görmeyen tek alternatif hayat tarzı, modem tıp dini
nin burnunu sokmasını olanaksız kılan hayat tarzıdır. Bebeğini
zi evde doğurmanız günahtır. Alternatif tedavi yöntemlerini uy
gulayan birine gidip de yabancı bir tanrıyı şereflendirmeniz gü
nahtır.
Bu din, yaşamı inanılmaz derecede küçümserken, yaşamla
bağlantılı olmayan her şeyi de inanılmaz derecede cesaretlendir
mektedir. Sağduyu ayaklar altında çiğnenir. Kürtaja cesaret ve
rirken, ne annenin ne de bebeğin yaşamı düşünülür. Bu dinin il
gilendiği tek şey kendi teknolojisidir.
Geçtiğimiz yirmi yıl içindeki kutsal felaketlerden biri de, tıp
dininin her ne pahasına olursa olsun doğum kontrolünü destek
lemesi olmuştur. Burada ahlaki “günah” ile biyolojik “günah”
arasındaki fark çok daha açıktır. Aslında doğum kontrolü etik
olarak yanlış değildir. Ancak belirli doğum kontrol yöntemleri,
kullanıcının yaşamı üzerindeki etkileri olumsuz olduğu için bi
yolojik olarak yanlıştır. Pili ve IUD gibi zararlı yöntemlerle sa-
vaşılmamaktadır. Doktorlar, bu yöntemlerin kullanılmasıyla or
taya çıkabilecek gerçek tehlikelerden bütün kadınları haberdar
117
etmiş olsalardı ve onların bilgi sahibi olduktan sonra bir seçim
yapmalarına izin verselerdi, çok az sorun yaşanırdı. Ama onlar,
bir kadının hayatını tehlikeye atmayı ne kadar istediğiyle den
gelenmesi gereken bir müdahaleyi asla hastanın seçimine bı
rakmazlar. Biyolojiyi basitçe bir kenara atarlar. Belirli bir mü
dahalenin iyilikten çok kötülük yapabileceği gerçeğini görmez
den gelirler. Bu tür bir cehalete öylesine büyük bağlılıkları var
dır ki, bunun tek bir açıklaması olabilir: Modern tıbbın en de
rindeki amacı, cehalet sayesinde ayakta kalmaktır.
Henüz genç bir tıp öğrencisiyken, tıbbın tek amacının hayat
kurtarmak ve ömrü uzatmak olduğunu düşünürdüm. Şimdilerde
“haysiyetli ölüm” olarak adlandırılan mesele üzerinde ciddi cid
di oturup konuştuğumuzu hatırlayamıyorum. Ölümle baş etme
yi, umudu ayakta tutup ölümü reddederek öğrenmiştim. Oysa bu
günlerde, reddetmek, hiç sevilmeyen bir kelime; hem de onca
araştırma sonucuna rağmen: Kanser gibi amansız hastalıkları
olan insanlarm, bu hastalıkları reddedip mücadeleyi seçtiklerin
de, hastalıklarını “kabullenmiş” insanlara göre daha uzun yaşa
dıklarını ortaya koyan birçok araştırma vardır. British Medical
Journal tıp dergisinde yer alan şu habere bir bakalım: “Yapılan
araştırmalarda toplanan kanıtlar, psikolojik faktörlerin, hayatta
kalma süresini tayin etmede önemli bir rol oynadığı görüşünü
kesinlikle desteklemektedir. Weisman ve Worden, istatistiksel
olarak beklenenden daha uzun süre hayatta kalan kanserli hasta
larla, beklenenden daha erken ölen hastalan karşılaştırmışlar ve
hayatta kalma motivasyonunun -hastalık ilerledikçe ‘artan bir
küskünlük’ göstermek yerine tedaviye karşı olumlu bir tutum ta
kınmanın- ömrü uzattığı sonucuna varmışlardır. Buna karşılık,
ölmek istediklerini söyleyen hastalar ya da ölümü çoktan kabul
etmiş olanlar, beklenenden çok daha önce ölmüşlerdir. Ayrıca,
kalp krizi geçirip de sonrasında depresyona girmeye yatkın olan
ya da depresyona giren hastaların, melankolik olmayan hastala
ra oranla hayatta kalma şanslarının çok daha az olduğu birçok
çalışmada ortaya konmuştur. Bütün bunlar da şunu gösteriyor ki,
azim ve umut hayat süresini uzatıyor. Oysa ölümü kabullenmek
ya da umutsuzluğa kapılmak ömrü kısaltıyor.”
118
Kısa süre önce bir tıp konferansına katılmıştım. Kanser has
talarım kemoterapiyle tedavi eden bir doktor, hayat kurtarmakla
ve yeni tedavi yöntemleri keşfetmekle ilgilendiğini ama bundan
daha da fazla, hastalarının “huzur içinde, ölümü kabullenmiş
olarak” öte dünyaya göçmelerini sağlamakla ilgilendiğini söylü
yordu. O ve ekibi, hem zamanlarının hem de kaynaklarının bü
yük kısmını, ölmekte olan hastalara, tercihen aileleri yanlarında
yokken, danışmanlık yaparak harcıyorlardı. Ölüm satıcısının,
hastaya “danışmanlık” yaparken neden ailesinin yanında olma
ması konusunda ısrarcı davrandığını çok iyi anlıyorum. Bir aile
nin tek amacı ve dolayısıyla etki alanı, hayattır, ölüm değil.
O doktor -ve ölümsever sayısız meslektaşı- insanın ölümü
kabullenmesi gerektiği varsayımından yola çıkarak doktorluk
yapmaktadır.
Hastasına, hiç yaşama şansı kalmadığını söyleyen bir dokto
run, hastasmın iyiliğini düşündüğü savunulabilir mi! Her şey bir
yana, hastasına böyle bir şey söyleyen bir doktor aslmda kor
kunç bir varsayımı dile getirmektedir: Hastayı sağlığına kavuş
turacak olan tek şey doktorun gücüdür! Bir hastaya öleceğini
söylemek, onu lanetlemekle eş anlamlıdır; bunun kara büyü
yapmaktan hiçbir farkı yoktur. Hasta buna inanır ve inandığı şey
de gerçek olur.
Bedenin kendisini iyileştirme gücüne zihnin nasıl bir etkisi
olduğu çok iyi biliniyor. Elbette doktorlar, bedenin kendi kendi
ni iyileştirmede önemli bir güce sahip olduğu gerçeğini kabul
edecek en son insanlar olacaklardır. Bir doktorun, hastasına kor
kunç sonunu söylemesi değil, geleceğini planlamasında ona yar
dım etmesi gerekir. Hastayı, amansız bir hastalığa yakalanmış
olduğu ve doktorun sihirli değneğinin pek işe yaramadığı konu
sunda bilgilendirmek başka bir şeydir; ona, sonunun geldiğini
ve bunun kaçınılmaz olduğunu söylemek bambaşka bir şeydir.
Doktor, hastanın sorunu üzerinde hiçbir gücü olmadığını;
başka güçlerin (alternatif tedavilerin, şifacıların ya da hastanın
kendisinin) onu iyileştirebileceğini kabul etseydi tabii ki hasta
üzerindeki gücünü kaybedebilirdi. Modern tıbbm töreleri sade
119
ce git gide daha da başarısız olmakla kalmıyor git gide daha da
ölümcül oluyor ve hastayı da doktorun sebep olduğu kaçınılmaz
sona hazırlamak, iyi iş başarmak anlamına geliyor.
Modern tıp, insanları öldürmeye çok daha hazırlıklı, çok da
ha donanımlı. Bunu en iyi insan yaşamının başlangıcında ve so
nunda görebilirsiniz; yaşamın daha kırılgan olduğu ve ölümün
“doğal nedenlere” atfedilebilecek kadar kolay gerçekleşebildiği
anlarda. Bağırsaklarında bir sorunla doğmuş mongol bir bebeğin
çocuk ünitesinde bulunması çok tehlikelidir. Belki sorun ameli
yatla giderilebilir ama bebeğin bakımsız kalıp ölüme terk edil
me olasılığı çok yüksektir. Aynı şey, ciddi bir hastalığa yakalan
ma talihsizliğine uğrayıp devlet hastanelerine yatırılan zekâ
özürlü çocuklar için de geçerlidir.
Yaşamın diğer ucundaysa “istenmeyen” kişilerin ölmesine
izin verilir, hatta bunun için cesaretlendirilirler. Huzurevleriyle
ilgili bütün o gösterişli reklamlara karşın, bu yaşlı insanlar, ora
lara, “gerçek” insanların yolundan çekilmeleri için atılırlar. Ora
da ölümü bekleyeceklerdir, onlar da bunu bilirler zaten. .
Yaşlı insanları, ayak altından çekilip bir an önce ölmeye teş
vik etmede doktorların üstüne yoktur. Onlara karşı takındıkları
tavır, ölüme mahkum etmeyle eş anlamlıdır. “Bununla yaşama
yı öğrenmek zorundasın” ve “Bu yaşta başka ne bekliyorsun
ki?” gibi cümleler, yaşlı insana, sorununun beklenen bir durum
olduğunu anlatır. Onlar da beklenen bütün hastalıkları bekleme
ye başlarlar. Sonunda da yakalanırlar. Doktorlar, genellikle yaş
lılıkla ilgili olan bu sorunların çaresi olmayan hastalıklar olma
dığını; doğal yollarla önlenip iyileştirilebileceğini itiraf etme
dikleri için, hastalar da her türlü ağrı kesiciyi -ve ölümcül ilacı-
yutmaya hazırdır. Üzerlerine henüz modern tıbbın ölü toprağı
örtülmemiş bazı kültürlerde insanlar becerilerinden hiçbir şey
yitirmeden çok ileri yaşlara kadar yaşarlar. Modern tıpsa, ömrü
değil, ölümü uzatır.
Kültürel bir güç, bir başka kültürel güce üstün gelip de o top
lumu ele geçirdiğinde, değiştirilecek ilk şey dildir. İnsanların
olayları tanımlama şeklini kontrol altına aldığınızda, o olaylarla
baş etme yollarmı da kontrol altına almış olursunuz.
120
Bebeğin zararlı bir şey olduğunu çağrıştırsın diye nüfus “pat
laması” terimini kullanırlar. Kürtajı klinik olarak yaşamdan ya
da ölümden ayrı göstersin diye gebelik “planlaması” ya da ge
beliğe “son verme” derler. “İnsaflı cinayet” demek yerine “öte
nazi” derler. Oysa insaflı cinayet, bu durumu tanımlamak için ne
kadar uygun bir kelime. Üstelik çok güzel bir sıfatı da var. Söz
cükleri değiştirerek gerçeği saklamak konusunda en korkunç te
şebbüs, “haysiyetli ölüm” tanımının ortaya atılmasıdır. Yani
“haysiyetli” olduğu sürece ölüm, her koşulda kabul edilebilir bir
gerçektir. Komik olan şu ki, bu tanımlamanın en sık kullanıldı
ğı durumda yapılan “fişi çekme” işlemi, olayın bütün haysiyeti
ni silip süpürür.
Bütün bu ölüm odaklı işlemler bana Nazileri anımsatıyor.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da tıp mesleğinin ilgi
si, tıpkı bu sözünü ettiğime benzer müdahalelere kaymıştı. Al
man doktorlar, sakat ya da ciddi zekâ geriliği olan çocuklardan;
yani “işe yaramaz” insanlardan bile isteye kurtuluyorlardı. Libe
ralleşen kürtajı ve ötenaziyi, yaşlı insanlarm “haysiyetli
ölüm”leri izledi; yani yaşlılar ölmeye terk edildiler, ölmeleri için
cesaretlendirildiler. Sonra sıra çingene cinayetlerine geldi; son
ra da Nazi karşıtlarına ve Yahudilere.
Modern tıbbın Hayat Karşıtı Savaşı şiddetlendikçe, hastane
ler aşırı yükü kaldıramaz hale geldi; bu yüzden, huzurevleri de
nilen “ölüm merkezleri” (gerçeği saklamak için kullanılan nasıl
da rahatlatıcı bir kelime) kurmak gerekti. Ölüm danışmanları,
hastalan, kurumun en büyük ürününe hazırlamak için kötü ka
der tapınaklarına taşınmaya başladılar. Mükemmel bir pazarla
ma stratejisi! Bir ürünü satmak için yapmanız gereken şey, arzu
uyandırmak ve ürünün kabul görmesini sağlamaktır. Modern
tıbbın ürünü ölüm olduğundan, önce ölüm fikrine alışmamız
için “yumuşak” bir giriş yapıldı. Yaşama içgüdümüzden bir kez
uzaklaştırılıp da insanlık dışı muameleleri kabul ettiğimizde,
tehlikeli işlemleri uygulamaya sokmak çok daha kolay olacaktı.
En sonunda, ilaçlar sayesinde yaşamla ölüm arasmda takılıp kal
dığımızda, öte dünya adına bize danışmanlık yapmaya geldiğin
de ölüm satıcısına, hoş geldin dedik.
121
O an geldiğinde, tıp dininin bütün dikkati, sizin “büyük sırra”
katılımınıza yönelir. Dirilişi kutlayan Katolik ekmek ve şarap
ayini gibi, yoğun bakım ünitesindeki ölümünüz en yüce kutsal
ayine dönüşür. Ön seremoniler o kadar kutsaldır ki, ailenizden
ayrılırsınız. Eski dinlerde, kutsal törenlerde kurban edilenlerin
de, rahiplerin entrikalarına müdahale etmek isteyebilecek akra
balarından ayrı tutulduklarına eminim. Aile üyelerinden birinin
elini tutmak yerine, en gelişmiş elektronik aygıtlara bağlanı
rsınız. Sonunda, tapınağın derinliklerinde, verdiğiniz sözü yerine
getirirsiniz ve modern tıbbın tanrısıyla buluşursunuz.
Yeni bir din eski bir dini gözden düşürmek istediğinde eski
dinin tanrılarım suçlar; insanlarm sorunlarından eski tanrıların
sorumlu olduğunu söyler. Modern tıp, hastalığınızın sebebinin
bir virüs olduğunu söyler. O virüsü kim yarattı? Tabii ki eski
tanrı. Hastalığınızın sebebi siz değilsiniz; bunun sorumlusu bir
takım doğal oluşumlar; virüsler, bakteriler, hücrelerin düzensiz
bölünme eğilimi, kalıtım... suçlu eski tanrı, suçlu yaşam!
Modern tıp sizi, eski tanrının bağlarından kurtarabilir. Modern
tıp size, bakterileri, virüsleri, düzensiz bölünen hücreleri, uygun
suz ceninleri, sakat çocukları, zekâ özürlü çocukları, yaşlıları ve
bütün belalı yaşam türlerini etkisiz hale getirebilecek yeni bir tan
rı verebilir. Bütün bunları da yaşam kalitesi adı altında yapar.
Yaşam kalitesi, en basit haliyle yaşam süresinin bir işlevidir.
Uzun ömürlü olmakla ilgilenmemin sebebi pek çok toruna sahip
olma isteğim. Benim hayatımın kalitesi, kaç torunumun büyü
düğünü görebileceğime bağlıdır. Mümkün olduğunca uzun ya
şamak istiyorum. Yaşadığım sürece gerçek anlamda diri olur
sam o zaman kaliteli bir yaşamım olmuş demektir. Yaşamımın
kalitesi hakkında bana danışmanlık yapacak bir uzmanlar çete
sine ihtiyacım yok.
Elbette uzmanlar burunlarını yaşamımızın niteliğine ve niceli
ğine sokmaktan kendilerini alamayacaklardır; hatta bu konuda
çok da saldırgan olacaklardır. Bize düşen, yaşamsever doktorlar
bulmaktır; yaşama duyduğumuz saygıyı bizimle paylaşan, zekâsı
nı ve yeteneklerini yaşamı korumaya adamış doktorlar bulmaktır.
Ne yazık ki, belki de en zor başaracağınız görev budur.
122
Altıncı Bölüm
ŞEYTANIN RAHİPLERİ
123
dan üçü ameliyat önermişti. Her nasılsa, tedaviyi, ameliyat öne
risinde bulanmayan dördüncü doktorun yapmasına karar veril
mişti. Doktorların dördü de aynı uzmanlık derecesine sahipti.
Delikanlının omzundaki sakatlık ameliyatsız iyileşmişti. Bu ta
nıklığın ardından senatörler Vermont Tıp Fakültesinden Profe
sör Dr. Lawrence Weed’in sorgulamasına devam ettiler. Dr.
Lawrence Weed aynı zamanda hastanelerde şu çok iyi bilinen,
hasta kayıt sistemlerinin de yaratıcısıydı. Dr. Weed, şöyle söyle
di: “Sayın senatörün omzu muhtemelen ameliyatla da tatminkâr
bir iyileşme gösterirdi.”
Görüyorsunuz ya, doktorları resmi kurullarda sorguladığınız
da ortaya çıkacak sonuçlar epeyce cesaret kırıcı olabilir. Bir
doktorun sizi tedavi etmeye kalkışmasının ne kadar tehlikeli ola
bileceğini önceki bölümlerden biliyorsunuz; ancak bu tehlike
nin, sırf tedavinin kendine özgü risklerinden kaynaklanması ge
rekmez. Doktorlar, işlerini baştan savma yaparlar. Bir doktorla
tanıştığımda, genellikle, dar görüşlü, önyargılı, düşünüp taşın
madan karar veren ve muhakeme yeteneğinden yoksun biriyle
karşı karşıya olduğumu farz ederim. Çok azı bu önyargımı hak
sız çıkarmıştır.
Ayrıca, hiçbir doktorun yaklaşımının tamamen etik olduğuna
da güvenilmez. Squibb adlı ilaç şirketinin ücretli danışmanları
gibi davranan, Harvard Tıp Fakültesi dekanı Dr. Robert H. Ebert
ve Yale Tıp Fakültesi dekanı Dr. Lewis Thomas, FDA’yı, söz
konusu şirketin en kârlı ürünlerden biri olan Mysteclin adlı ilaç
üzerindeki yasağı kaldırması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Dr.
Ebert, bunun verebileceği en iyi tavsiye olduğunu ve son derece
dürüst davrandığmı iddia etmişti. Ama nedense, ilaç şirketinin
başkanı Norman R. Ritter, her iki dekana da ödemeyi kabul et
tiği “mütevazı ücretin” miktarını belirtmeyi reddetmişti. Dr.
Ebert sonradan bu ilaç şirketinin ücretli yöneticisi olmuş ve bu
radan on beş bin dolarlık bir geliri olduğunu kabul etmişti.
Kansere ve doğum kusurlarına yol açan kimyasal etkiler ala
nında dünyanın en önemli otoritelerden biri olan Dr. Samuel S.
Epstein, beslenme ve insani ihtiyaçlar konusunu inceleyen se
124
çim komitesine “Ulusal Bilim Akademisi, çıkar çatışmaları ne
deniyle bir bilmeceye dönüşmüştür” şeklinde beyanda bulun
muştu. Besinlerdeki katkı maddelerinin güvenilirliği gibi çok
önemli ve kritik konularda karar alan jüri heyetinde, sıklıkla,
denetim altında tutulması gereken çıkar ilişkilerinin ya da doğ
rudan iş ortaklıklarının hüküm sürdüğünü bildirmiş ve “Bu ül
kede, çalışmalarınızı desteklemek için ihtiyacınız olan verileri
satın alabilirsiniz” demiştir.
Bilimsel araştırma sahtekârlıkları, gazete manşetlerinden
uzak tutulacak kadar sıradan olaylardır. FDA, deneysel ilaç
araştırmalarında, hastalara yüksek ya da düşük dozlarda ilaç ve
rilmesi, uydurma kayıtlar tutulması ve ilaç dampingleri gibi
kurnazlıkları açığa çıkarmıştır. Elbette bu örneklerin hepsinde
de, ilaç şirketleri için çalışan doktorların tek hedefi, FDA’nın
ilacı onaylamasını sağlayacak sonuçlar üretmekti. Ödenek al
mak her geçen gün daha da zorlaşıyor, ayrıca o büyük pastadan
bir dilim alabilmek için ortada büyük de bir rekabet var, bu yüz
den doktorlar da araştırmalarında, para musluğunu açık bıraka
cak sonuçlar üretmeye çok hevesli oluyorlar. Hepsi de aynı ge
minin yolcusu olduklarından, baştan savma deneylere, doğru
lukları kanıtlanmamış sonuçlara ve sonuçlarm yorumlanmasın
daki özensizliğe büyük bir tolerans gösteriliyor.
Kolorado Üniversitesi mikrobiyologlarından Dr. Ernest Bö
rek, “Her geçen gün daha fazla sayıda uydurma veri bilimsel ya
yınlardaki yerlerini alıyor” demişti. Massachussetts Teknoloji
Enstitüsü biyologlarından Nobel ödüllü Salvadore E. Luria ise,
“Son derece saygm bilimcilerin, laboratuarlarının açıkladığı
bulguları, takım arkadaşlarından biri tarafından uydurulduğunu
ortaya çıkardıkları için, geri çekmek zorunda kaldıkları en az iki
vaka biliyorum” demişti.
Sloane-Kettering Enstitüsü’nde ortaya çıkarılan bir sahtekâr
lıksa klasikler arasmda yerini almıştır. Söz konusu enstitüde
araştırma yapmakta olan Dr. William Summerlin, başarılı bir
doku nakli gerçekleştirdiğini göstermek için fareleri boyadığmı
itiraf etmişti. Laboratuar hayvanı boyacılığının öncüsü Avustur
125
yalı genetikçi Paul Kammerer’dir. Kendisi, Lamark’ın, kazanıl
mış genetik özelliklerin somaki nesillere geçtiğine dair teorisini
kanıtlamak için bir karakurbağasının ayağını boyamıştı. Arthur
Koessler’in Karakurbağası Yaratıcısının Vakası adlı kitabmda
teşhir edilince de intihar etmişti.
Ulusal Standartlar Dairesi’nden Dr. Richard W. Roberts şun
ları söylemektedir: “Bilim insanlarının dergilerde yayımlanan
makalelerindeki sayısal verilerin yarısı ya da yarısından fazlası
kullanılamaz durumdadır. Araştırmacının, ölçtüğünü düşündüğü
şeyi doğru olarak ölçtüğüne ya da olası hata kaynaklarını izah
edebildiğine veya ortadan kakhrdığına dair hiçbir kanıt yoktur.”
Bilimsel yayınları takip eden ortalama bir okur için, makalenin
hangi yarısının doğru olduğunu anlamak neredeyse imkânsız ol
duğundan, tıbbi yayınların, iletişime giden yol olarak mı, yoksa
karmaşaya giden yol olarak mı hizmet ettikleri merak konusudur.
Bilimsel bir makalenin doğruluğunu değerlendirme yöntem
lerinden biri, fon kaynağrna dair dipnotu incelemektir. İlaç şir
ketlerinin, araştırmaların dürüstlüğüyle ilgili kayıtları, güven
telkin edecek kadar prrıltılı değildir. Iowa Üniversitesi’nde psi
kolog olan Dr. Leroy Wolins’in öğrencilerinden biri, bilimsel ra
porlar yayımlayan otuz yedi araştırmacıya mektup yazıp ulaştık
ları sonuçları dayandırdıklarr ham verileri istemiştir. Mektubu
yanıtlayan otuz iki kişi içinden yirmi biri, verilerin ya kaybol
muş ya da yanlışlıkla yok edilmiş olduğunu belirtmiştir. Dr. Wo-
lins, kendisine ulaşan yedi ayrı çalışmanın sonuçlarını incelemiş
ve üçünde, bilimsel gerçek olarak sunulan verileri geçersiz kıl
maya yetecek derecede önemli hatalar tespit etmiştir.
Araştırma sahtekârlıkları elbette yeni bir şey değil. İnsan ze
kâsının kalıtımla belirlendiği iddialarıyla ünlenen geç dönem İn
giliz psikologlarından Cyril Burt, Pıinceton Üniversitesi’nden
psikolog Leon Karnin tarafından sahtekârlıkla suçlanmıştı.
Burt’ün araştırma bulgularından sorumlu “deney arkadaşla
rının aslında varolmadıkları düşünülüyordu! Gen teorisinin ba
bası Gregor Mendel’in bile, bezelye ekme deneylerinin sonuçla
rını, teorisine kusursuz biçimde uyacak şekilde değiştirmiş ola
126
bileceğine dair kanıtlar mevcuttur. Mendel’in vardığı sonuçlar
doğruydu; ancak yayımlanan verilerin istatistiksel analizleri, bu
sonuçların, Mendel’in yaptığı gibi bir deneyle ortaya çıkma ih
timalinin on binde bir olduğunu göstermişti.
Doktorlarm etik olmayan davranışları sadece tıp sektörüyle
de sınırlı değildir. îsmi, önemli bir cerrahi işlemin geliştirilme
siyle hemen hemen eşanlamlı olan bir doktor, 1964-1968 yılları
arasında vergi iadesinden iki yüz elli bin dolardan fazla para al
mış ve bu miktarın beş katını gelir vergisi olarak ödemeye mah
kum edilmişti. Amerikan Tıp Birliği’nin yönetim kurulu başka
nı da, bankadaki 1.8 milyon dolarlık fonun kötüye kullanımıyla
ilgili bir yolsuzluğa karışmakla suçlanmış, suçu sabit görülmüş
ve on sekiz ay hapis cezasına çarptırılmıştır. FBI’a göre, o ve di
ğer davalılar “kendi çıkarları için dolaylı yollardan faiz elde et
mek... banka fonlarını karşılığı olmayan çeklerle ödemek... ve
devleti dolandırmak...” üzere komplo kurmuşlardı.
Bu düzenbazlıkların, tıp mesleğinin en yüksek seviyelerinde
olup bittiğini aklınızdan çıkarmayın. Bu tür yolsuzluklara, sah
tekârlıklara, hırsızlıklara Yale ya da Harvard gibi üniversitele
rin; Ulusal Bilimler Akademisi ya da Amerikan Tıp Birliği gibi
kuramların modem tıp piskoposlarıyla kardinalleri bile karışabi-
liyorsa, diğer tıp fakültelerinde ve tıp kuramlarında görev yapan
orta halli rahipler arasında neler olup bittiğini varın siz hayal
edin!
Sağlık vermesi gereken bu uzmanlık dalının belki de en çar
pıcı özelliklerinden biri, doktorların, toplumun geri kalanından
çok daha hasta olmalarıdır. Muhafazakâr tahminlere göre,
ABD’de, her yirmi doktordan birinin psikolojik rahatsızlığı
var; alkolik doktor sayısı otuz bin ve yüz doktordan biri de
uyuşturucu bağımlısı. Doktorları, benzer sosyoekonomik statü
ye ve zekâ seviyesine sahip başka meslek dallarıyla karşılaştı
ran, otuz yılı kapsayan bir araştırmada, denek olarak gözlenen
doktorlardan yarısının büyük ailevi sorunlar yaşadığı; üçte bi
rinden fazlasının amfetamin, barbitürat veya diğer narkotikler
gibi ilaçlar kullandıkları; üçte birinin terapi görecek kadar cid
127
di duygusal problemler yaşadığı ortaya çıkarılmıştır. Doktor ol
mayanlardan oluşan kontrol grubunda bu kadar kötü sonuçlar
elde edilmemiştir.
Doktorlar, ilaca bağlı uyuşturucu madde kullanmaya herhan
gi bir insana göre otuz ila yüz kat daha fazla yatkındırlar. Ame
rikan Tıp Birliği’nin 1972 yılındaki yarıyıl toplantısında yapılan
anketlerde, Oregon ve Arizona’da çalışan doktorların yüzde iki
sinin, ilaç suiistimali gerekçesiyle yetkililerce cezalandırıldıkla
rı gösterilmiştir. Bundan çok daha büyük bir yüzdeninse, aşırı
alkol tüketimi nedeniyle başı belaya girmiştir. ABD’deki dok
torların yüzde bir ila bir buçuğunun ilaç kullanmakta olduğunu
Amerikan Tıp Birliği bile kabul etmektedir. Yıllarca yapılan çe
şitli reform ve rehabilitasyon ölçümleri, bu yüzdeleri değiştir
meyi başaramamıştır. Bu rakamların yalnızca belirli vakaları
temsil ettiğini unutmayın. Örneğin Illinois Tıp Derneği’nin jüri
heyeti başkanı Dr. James West, İllinoisli doktorların yüzde dör
dünün uyuşturucu bağımlısı, yüzde on birinin de alkol bağımlı
sı olduğunu bildirmiştir.
Doktorlar arasında ölümle sonuçlanan intihar vakaları, araba
ya da uçak kazası, boğulma ve cinayet sonucu ortaya çıkan
ölümlerin hepsinden daha fazladır. Doktorlar arasında intihar
oranı, nüfusun geri kalanından iki kat fazladır. Her yıl yaklaşık
yüz doktor intihar ediyor. Bu sayı, ortalama bir tıp fakültesinden
mezun olan doktor sayısına eşittir. Bununla birlikte, kadın dok
torlar arasındaki intihar oranı, yirmi beş yaş üzerindeki diğer ka
dınlara göre hemen hemen dört kat daha fazladır.
Tıp mesleğiyle ilgili konular üzerinde çalışan sosyologlar,
doktorlarda görülen yüksek hastalık oranları için çok çeşitli se
bepler ortaya atıyorlar. İlaçlara çok kolay ulaşabiliyorlar; ciddi
stres altında çok uzun saatler çalışmak zorundalar; özgeçmişleri
ve psikolojik yapıları, güçlerinin sınırlarını zorlamalarma sebep
oluyor; hastalar ve toplum onlardan çok fazla şey talep ediyor.
Doğru olsun ya da olmasın, bu sebeplerin hiçbiri doktorların
ciddi anlamda hastalıklı insanlar oldukları gerçeğini makul gös
termiyor.
128
Ne olursa olsun ben, bu sıralanan sebeplerden daha fazlasını
aramayı tercih ederim. İlaç şirketlerinin doktorları ayartmak için
neler yapabildiğini gözüyle gören biri araştırma sahtekârlıkları
na ve yolsuzluklara şaşırabilir mi? Bedava yemekler, kokteyller,
kongreler, para yardımıyla desteklenen araştırmalar hâlâ yalnız
ca yüzeysel açıklamalardır. Modem tıbbm psikolojik ve ahlaki
iklimini incelediğinizde, doktorların neden bu kadar sağlıksız
olduklarını daha iyi anlamaya başlarsınız.
Farklı çıkarları olan insanlarm bir araya gelip yapabilecekle
rinin en iyisini yaptıkları nispeten açrk bir süreç yerine, sadece
“kazanan her şeyi alrr” oyunu sayesinde yerinden kımıldatılabi-
len katı otoriter bir güç yapısı vardır tıp politikalarında. Tarih,
olayların gidişatını radikal biçimde değiştirmeye cüret eden
doktorların aforoz edildiğini; fikirlerinin arkasmda durabilmek
için kariyerlerini feda etmek zorunda kaldıklarım göstermiştir.
Bunu yapmaya da çok azı gönüllü olmuştur.
Doktorların uzlaşmaya yanaşmamalarının bir başka sebebi
de, arkadaşlık ilişkilerini kendi çevreleriyle sınırlandırmaya yat
kın olmalarıdır. Diğer meslek gruplarıyla karşılaştırıldığında
doktorların kendi meslekleri dışından insanlarla dostluk kurduk-
larrna çok az rastlanır. Sonuç olarak doktorlar, fikirlerini, olay
lara farklı bir bakış açısıyla bakan insanlar arasmda nadiren sa
vunmak zorunda kalırlar. Hayat felsefelerini göreceli bir mahre
miyet içinde geliştirirler. Bu fikirlere destek almak üzere arada
bir halkın arasına karrştıkları olur tabii ama hemen ardından sü
ratle diğer doktorların güvenli kucağına koşarlar.
Elbette doktorlar hastalarım görürler ama onları insan olarak
görmezler. Doktor, hastasından mutlak teslimiyet bekler; doktor
hasta ilişkisi daha çok sahip köle ilişkisine benzer. Böyle bir ha
va içinde, doktorun hastasıyla fikir alışverişi yapması beklene
mez. Mesleki dokunulmazlık, bu ilişkiyi insani etkilerden ya da
değerlerden tümüyle yoksun kılar. Doktorlar, doktor olmayan
larla nadiren bir araya gelirler; o da meslek icabıdır zaten.
Doktorun hırsları onu daha üst sınıfa çıkarmıştır; ona duyu
lan sempati de zaten buradan gelmektedir. Doktorlar, üst taba
kayla, hatta daha da ötesiyle özdeşleştirilirler. Onlar kendilerini
129
toplumun gerçek elit tabakası olarak görürler. Doktorun yaşam
tarzı ve mesleki tutumu, istibdat rejimini cesaretlendirir. Dok
torların çoğu beyaz, erkek ve zengindir. Fakirlerle, beyaz olma
yanlarla ve kadınlarla eşit ilişki kurmayı gerektirecek pozisyon
larda hemen hiç bulunmazlar. Bu gruplardan gelen doktorlar bi
le, nadiren “onlarla birlikte” olup onlara hizmet verirler. Onlar
da bütün pratik amaçlar için beyaz, erkek ve zengin olurlar. Es
ki dostlarını da, tıpkı diğer doktorlar gibi, babacan bir küçük
görme edasıyla tedavi ederler.
Doktorların bu kötü alışkanlıkları nerede edindiklerini sora
cak olsanız, bir zamanlar buna, tıp fakültesinde diye cevap ve
rirdim. Oysa artık, bütün bunları fakülteden çok önce öğrenmiş
olduklarını fark ediyorum. Tıp fakültesine girmeden önce öğre
niyorlar, kopya çekmeyi, rekabeti ve istediklerini almak için her
şeyi yapmayı. Bununla birlikte üniversite sistemimiz tıp fakülte
lerinden sonra, liselerimizse üniversitelerimizden sonra biçim
lenmiştir.
Tıp fakültelerine giriş sınavları, buraya giren öğrencilerin
kötü doktorlar olarak yetişeceklerini hemen hemen garanti eder.
Bakılan tek şey öğrencinin sınavdan kaç puan aldığı olunca, alı
nan puanın da çok yüksek olması şart olunca, tıp fakültelerine,
genellikle insan ilişkileri zayıf, iletişim kuramayan ve kurmaya
da istekli olmayan belirli bir kişilik tipine sahip öğrenciler alınır.
Seçilenler, modern tıp ulemasının otoriter etkisine en açık genç
ler olur. Başarılı olmak için hırsa sahip ama isyan edecek irade
ye ya da bütünlüğe sahip olmayan çocuklar isterler. Kontrol hi
yerarşisi, okul hayatını pasif kalarak sürdürecek ve yalnızca pro
fesörlerinin rahatlıkla cevaplayabileceği soruları soracak öğren
ciler ister. Bu genellikle, bir defada sadece bir soru istedikleri
anlamına gelir. Tıp fakültesinde hayatta kalmaları için öğrenci
lerime verdiğim tavsiyelerden biri, sadece bir soru sormaları, as
la İkincisini sormaya yeltenmemeleridir.
Tıp fakülteleri, akıllı öğrencileri aptal insanlara, dürüst öğ
rencileri sahtekârlara ve sağlıklı öğrencileri hastalıklı insanlara
dönüştürmek için elinden geleni yapar. Akıllı bir öğrenciyi aptal
birine dönüştürmek hiç de zor değildir. Önce, fakülteye öğrenci
130
kabulü yapanlar, hocaların, zayıf iradeli ve otoriteye boyun
eğen, “uyumlu” öğrencilerle çalışmalarını garanti altına alırlar.
Soma onlara, sağlıkla yakından uzaktan ilgisi olmayan, anlam
sız bir ders programı verilir. Tıp eğitimcilerinin kendileri bile,
tıp eğitiminin yarılanması için gereken sürenin dört yrl olduğu
nu söylerler. Dört yıl içinde bir tıp öğrencisinin öğrendiği şeyle
rin yarısı da yanlış olur. Tek sorun şu ki, hangi yarmın yanlış ol
duğu öğrencilere söylenmez! Onlar her şeyi öğrenmeye zorla
nırlar. Rehberlik hizmeti son derece yetersiz olabilir.
Ardından bu öğrenciler deli gibi bir çalışma temposuna tabi
tutulurlar. Birini kendi amaçlarınız doğrultusunda biçimlendir
mek istiyorsanız, iradesini zayıflatmanın en iyi yolu çok çalış
masını sağlamaktır. Özellikle geceleri çalışmasını sağlayın ki,
kendisini toparlama şansım asla bulamasın. Ona kafesteki fare
gibi çember çevirtin. Nihayet, öylesine zayıf düşecektir ki, tıp
fakültelerinin öğrenciler üzerinde kullandığı en zayıflatıcı olgu
ya; yani korkuya direnemeyen bir insan çıkacaktır ortaya.
Bir doktoru karakterize etmem gerekse, en büyük ruhsal
özelliğinin korku olduğunu söylerdim. Doktorları yönlendiren,
aşırı bir güven kazanma dürtüsüdür ve bu dürtülerini asla tatmin
edemezler. Tıp fakültesindeyken içlerine yığınla korku salınır:
başarısızlık korkusu, yanlış teşhis korkusu, yanlış tedavi korku
su, yaptıkları hatanın başka bir öğrenci tarafından fark edilme
korkusu, adam gibi bir iş bulamama korkusu.
Korku hapını bu denli hevesle yutup, iyileştirme içgüdüleri
ni, insani duygularmı ve değerlerini feda edebildikleri için al
dıkları bir ödül varsa o da kibirdir! Korkularını her koşulda sak
layabilmek için hocalarmm otoriter tutumunu benimsemeyi öğ
renirler. İki aşırı uç arasında çekiştirilip duran bu gençlerin,
sonunda toplumun en önemli hastalık kaynakları olmalarına şa
şırmamak gerek. Biyoloji sınavında mikroskop lamını yerinden
oynatıp bir somaki öğrencinin yanlış numuneyi görmesine se
bep olma aldatmacasıyla başlayan süreç, idrar örneğine şeker
karıştırıp diğer öğrencinin araştırma sonuçlarını değiştirmek
şeklinde devam eder. Ardından, kendisinin yerine sınavlara gi
recek birilerini bulmak gelir. Uydurma sonuçlarla “kuru labora
131
tuar” deneyleri yapılır. Bir ilacın ruhsat alıp onaylanmasını sağ
lamak için araştırma raporlarında tahrifat yapılmasıyla da sona
erer. Sınav sonucu korkusuyla başlayan şey, ilaç ya da alkol ba
ğımlılığıyla son bulur. Kibirle başlayan şey, hastanın hayatını ve
sağlığım önemsemeden ölümcül ilaçları reçeteye yazan bir dok
tor yaratmakla son bulur.
Ben tıp fakültesi öğrencilerine, mümkün olduğunca hızla
mezun olmalarını tavsiye ederim. Tıp fakültesindeki ilk iki yıl
da hayatta kalmak daha kolaydır, bu dönemde öğrenciler nispe
ten isimsizdirler. Öğrenci, isimsiz kalmayı sürdürmek için elin
den gelen her şeyi yapmalıdır. Hocalar onu tanımazlarsa onunla
uğraşamazlar. Tıp fakültesindeki son iki yıl daha kişiseldir ama
öğrencinin, saldırıların etkilerini üzerinden atmak için daha çok
zamanı vardır. Bir öğrenci, sınıfını geçmek için kendisini harap
etmeyip sadece yeteri kadar çalışırsa sağ salim bitiş çizgisine
varma olasılığı daha yüksektir. Ardından diplomasını almaya
hak kazanacaktır; benim tavsiyemse bu sevdadan vazgeçmesi
dir. İhtisas yapmayı ve uzmanlık eğitimini unutun; aksi takdirde
gece gündüz hocalarınızın esareti altında yaşayıp tam anlamıyla
beyninizin yıkanmasına hazır olun. İşte şeytanın rahipleri asıl o
zaman yetiştirilmeye başlanır.
Yaptıkları da yanlarına kâr kalır. Şimdiye kadar rastladığım
en çarpıcı istatistiklerden biri, Doktorun Elkitabımn yayıncısı
tarafından raporlanmıştı. Bir anket çalışmasında, bin yedi yüz
kişilik bir temsil grubuna şu soru da sorulmuştu: “Doktorunuzun
yolsuzluk yaptığını öğrenmiş olsaydınız, bu sizin, onun hakkın-
daki görüşlerinizi değiştirir miydi?” İnanılması güç ama denek
grubunu oluşturan insanların yüzde yetmiş yedisi bu soruya HA
YIR yanıtını vermişti!
Acaba bu, insanların, doktorlardan yolsuzluk yapmalarını
bekledikleri anlamına mı geliyor, yoksa yolsuzluk yapsalar da
yapmasalar da umursamadıkları anlamına mı geliyor? Bunu ger
çekten bilmiyorum.
Sigorta şirketlerinin, gerekenden daha fazla harcama yapan
doktorlar tarafından dolandırıldıklarım biliyorum. Açıkça ortada
olan bütün bu yolsuzluklara rağmen her yıl sadece yetmiş dok
torun çalışma ruhsatının ellerinden alındığını da biliyorum. Bu
da, dinin en büyük gizemlerinden biridir işte: Tıp fakültesindey-
ken birbirlerinin kuyusunu kazmak için büyük çabalar gösteren
doktorlar, uygunsuz ya da yetersiz meslektaşlarını ele verme ko
nusunda son derece isteksizdirler. Örneğin, bir hastane, doktor
larından birinin yolsuzluk yaptığını keşfederse, doktordan sade
ce istifa etmesi istenir. Yetkililer durumdan haberdar edilmez ve
başka bir hastanede iş aramaya başladığında, kendisine parlak
bir referans mektubu verilir.
Her ikisi de kadın-doğum uzmanı olan ünlü Marcus kardeş
ler, 1975 yazında aşırı dozda uyuşturucudan ölü bulundukların
da, bu doktorların uyuşturucu bağımlısı oldukları haberi, mes
lektaşları dışında herkesi şok etmişti. Kardeşlerin “sorunu” bir
yıl önce hastane personeli tarafından fark edildiğinde, tıbbi yar
dım görmek üzere izne ayrılmaları istenmişti. New York Hasta
nesi, Comell Tıp Merkezi’ne geri döndüklerinde, durumlarında
bir ilerleme olup olmadığı gözlenmişti. İlerleme yoktu. Peki bu
nun üzerine ne yapıldı? Diğer personelden uzaklaştırıldılar mı?
Birisi ciddi bir zarar görmeden önce, hastalarla temas kurmaları
yasaklandı mı? Yetkililere rapor edildiler mi? Hayır. Mayıs
ayında kendilerine, 1 Temmuz itibariyle hastanede çalışamaya
cakları bildirildi. Hastanedeki hastaları kabul etme imtiyazları
ellerinden alındıktan birkaç gün sonra da ölü olarak bulundular.
Masum insanların hayatıyla oynayan meslektaşlarına göz yu
man doktorlarla ilgili en iyi örneklerden biri de New Mexico’da
yaşanmıştır. Safrakesesi ameliyatı sırasında yanlış kanalı kesen
bir cerrah, hastanın ölümüne sebep olmuştu. Yaptığı hata otopsi
sırasında açığa çıkmış ancak doktor cezalandırılmamıştı. Aslın
da, bu ameliyatı doğru yapmayı bilmiyordu bile. Birkaç ay son
ra bir başka safrakesesi ameliyatmda yine aynı hatayı yapmış ve
başka bir hasta ölmüştü. Yine ne ceza almıştı ne de cerrahi eği
tim. Ancak üçüncü kez aynı hatayı yapıp, başka bir hastanın ölü
müne sebep olduğunda hakkında bir soruşturma açılmış ve dip
loması elinden alınmıştı.
Doktorların, meslektaşlarının ihmalkârlıklarını rapor etmek
konusunda neden bu kadar isteksiz olduklarım; buna karşılık ko
nu tıp politikaları ve rekabet olduğunda neden bu kadar amansız
133
olduklarını açıklamam gerekse tıp fakültesinde filizlenen temel
duygulara geri dönerdim: korku ve kibir. Doktorlar, öğrenciyken
birbirlerine karşı hissetmeyi öğrendikleri kin duygusunu, niha
yet uzmanlık diplomalarını ellerine aldıklarında hastalara akta
rırlar. Diğer doktorlar, artık potansiyel düşman olmaktan çık
mıştır. Ayrıca eski başarısızlık korkusu hiçbir zaman yok olmaz.
Güvenliği tehdit eden birincil etken hastadır ve tek bir doktorun
yaptığı hata bütün doktorların güvenliğini tehdit eder. Hasta, çö
zülmesi gereken bir problemle doktorun karşısına gelir; bu tıpkı
tıp fakültesi sınavı gibidir. Her mesleki grupta kibrin nesnesi da
ima dışarıdan gelen yabancılardır; bu kibir hiçbir zaman meslek
taşlara yöneltilmez.
Diğer meslek gruplarına oranla doktorların daha kibirli ol
dukları açıkça ortadadır. Modern tıp bir din olmasaydı, kim böy-
lesi bir küstahlığa pabuç bırakndı?. Ama modern tıbbın alışılmı
şın ötesinde yozlaşmış doğası sağ olsun, doktorların yaptıkları,
başka dinlerin rahipleriyle kıyaslandığında, çok daha fazla yan
larına kâr kalmaktadır.
Bütün dinler suçluluk duygusunu hem kışkırtır hem de avu
tur. Bir din, suçluluk duygusunu kışkırtarak ve avutarak yararlı
davranış kalıpları yaratabildiği ölçüde “iyi” bir dindir.
Modern tıp diniyse size kendinizi suçlu hissettirecek tek bir
“günah” tanır: doktora gitmemek. Başka hiçbir konuda suçluluk
duymamanızı sağlamış bir dinin rahipleri olarak, onlara gitme
me günahını işlemenize asla izin veremezler. Kendinizi hasta
hissettiğinizde sizi doktora gitmeye zorlayacak bir suçluluk
duygusu, ne kadar zararlı olabilir ki?
Papaz doktor, şeytanla savaşmaktadır; eh bu durumda yaptı
ğı yanma kâr kalmış, çok mu? Başarı olasılığının olmadığı faz
laca nazik bir konumda kaldığında, papazın yapacağı şey, şey
tanla karşı karşıya olduğunu söyleyerek suçlamalardan kaç
maktır. Papaz doktor da aynı şeyi yapar. Hastalığın gidişatı iyi
olmadığında, kendisinin de bir fani olduğunu hatırlar ve şeytan
la yüz yüze olduğunu kabul eder. Kazanırsa, o bir kahramandır.
Kaybederse, bozguna uğramış bir kahramandır ama hâlâ bir
kahramandır.
134
Doktor asla kaybetmez; gereğinden çok risk de alsa, ikili de
oynasa asla kaybetmez. Çünkü gerçek etkilerine bakılmaksızın,
yaptığı dini ayinlerin kutsal olduğu kabul edilmiştir. Kutsal alet
edevatını, masaya sürülen parayı artırıp daha da uğursuz bir ku
mar oynayabilmek için kullanır. Kamındaki bebeği, olması ge
reken pozisyonda duran bir anne ultrason cihazına bağlanır da
cihaz bebeğin stres altmda olduğunu söylerse, doktor bu durumu
ölüm kalım meselesi haline getirmekte bir an bile tereddüt et
mez; sezaryen doğumu başlattığındaysa gerçekten de durum bir
ölüm kalım meselesi haline gelir. Sezaryenin biyolojik olarak
tehlikeli olduğunu doktor da bilir. Ancak oyun artık biyolojik
kurallarla oynanmamaktadır. Bu bir din oyunudur, bir seremoni
dir ve bu oyunda söz sahibi papaz efendidir. Anneyle çocuk ha
yatta kalırsa, papaz efendi bir kahramandır. Ölürlerse... eh, ölüm
kalım meselesiydi ya zaten.
Doktor hiçbir zaman kaybetmez: sadece hastalar kaybeder.
Doktorları nasıl olup da uçak pilotlarına benzetiyorlar anlamı
yorum. Uçak düşerse, pilot da uçakla birlikte düşer. Oysa dok
tor hiçbir zaman hastayla birlikte düşmez.
Çuvallama sebeplerini başarı gibi göstermekte de üzerlerine
yoktur. Prematüre bebek servislerinde yatan bebeklerdeki kör
lük oranının aşırılığına dikkat çektiğinizde, size bunun ödenme
si gereken bir bedel olduğunu söyleyecektir. “Haydi ama! Şu bir
buçuk kiloluk minik şeyleri kurtarmayı başardık. Gerçi hepsi de
kör oldu ama onları kurtarmamış olsaydık, şimdi ölü olacaklar
dı.” Şeker hastalığına bağlı körlük söz konusu olduğunda da ay
nı mazerete sığınırlar; bu sorunun, pek çok şeker hastasının öm
rünü uzatmanın bedeli olduğunu söylerler. Doktorlar, “daha
uzun süre yaşamalarını sağladık” mazeretine, başarıyla tedavi
edemedikleri her hastalıkta sığınırlar. Modem tıbbın sağlık ve
hastalık konusundaki kötü yönetimine işaret eden biyolojik ger
çekleri kesinlikle göz ardı ederler. İşin içinden sıyrılmak için su
çu kendi rahatsızlıklarına da atabilirler. Ne kadar çok sayıda
mutsuz, hastalıklı ve sahtekâr doktor olduğuna işaret edecek
olursanız mazeret hazırdır: “Psikolojik yetersizliğimizin sebebi
mükemmeliyetçi kişiler olmamız; klinik başarısızlıklar nedeniy
135
le kolayca suçluluk duyma eğilimimizdir” Bu, Amerikan Tıp
Birliği başkanlarından birinin iddiasıydı.
Doktorların kendilerini koruma yollarından biri de kullan
dıkları kutsal dildir. Bir dinin, ruhban sınıfının söylevini, alt ta
bakalardan ayıracak kutsal bir dili olmalıdır. Her şey bir yana,
papaz efendinin kullandığı dil, evreni rotasında tutan güçlerin
dilidir. Sıradan insanların da bu sözleri işitebilmelerini isteme
yiz değil mi? Doktorların kutsal dilinin, herhangi bir seçkin gru
bun geliştirdiği jargondan hiçbir farkı yoktur. Öncelikli amaç,
yabancıları konudan uzak tutmaktır. Doktorların her söylediğini
anlayabiliyor olsaydınız, üzerinizdeki nüfuzları azalırdı. Hasta
ne ortamındaki pislik yüzünden hastalanacak olursanız, doktor
size, nosokomiyal bir enfeksiyon kaptığınızı söyler; “hastane
kaynaklı” bir enfeksiyon demez. Bunun üzerine siz, hastaneye
kızmamakla kalmaz, böylesine seçkin isimli bir hastalığa yaka
landığınız için kendinizi ayrıcalıklı da hissedersiniz. Öfkeden
deliremeyecek kadar da korkmuş olursunuz.
Doktorlar, anlambilimsel üstünlüklerini, size kendinizi aptal
gibi hissettirmek için kullanırlar. Muayene ayinleri gizemini ko
ruduğu sürece; tedavilerini biyolojik olarak haklı çıkarmaları
gerekmediği sürece, her şeyden sıyırabilirler. Mantık kuralları
sıradan kullar için geçerlidir; doktorları bağlamaz. Mesela, bay
pas ameliyatının iyi bir şey olduğunun kanıtı, bu ameliyatı geçi
ren herkesin kendisini daha iyi hissetmesidir. Ama Laetril teda
visi gören bütün kanser hastalarının kendilerini daha iyi hisset
tiğinden yola çıkıp tedavinizin bu ilaçla yapılmasını talep eder
seniz, size, ilacın etkisinin bilimsel olarak henüz kanıtlanmadı
ğını söyleyeceklerdir.
Kimsenin anlamadığı kelimeler kullanmanın başka bir işlevi
daha vardır: kişiyi, kendi tedavisinde söz sahibi olma hakkından
mahrum etmek. Madem hastanın neler olup bittiğini bilme şan
sı hiç yok, o halde ne diye tedavi sürecine dahil edilsin ki? Za
ten hasta dediğin kutsal muayene ayinlerini zorlaştıran kimse
dir; öyleyse hastayı ayak altından çekmek gerekir! Doktorların,
insanlarla, sağlıklarını nasıl koruyacakları konusunu konuşma
136
malarının bir sebebi de budur. Konuşacak olsalar, hastayı mu
ayene etmek yerine bilgilendirmeleri gerekirdi. Bilginin payla
şılması da iktidarın paylaşılması anlamına gelir.
Her şeyden önce, hastanın, hastalığıyla savaşacak o muaz
zam makineler ordusu karşısında huşu içinde titremesi gerek
mektedir. Böyle muhteşem bir gücü kontrol etmek hangi sıradan
kula nasip olmuştur ki? Elektronik büyücü, doktorun, “Elimden
gelen her şeyi yaptım” iddiasına da ağırlık katacaktır. Doktorun,
siyah çantasıyla orada öylece durması “elinden pek bir şey gel
miyor” demektir. Oysa üç odaya anca sığan dört milyon dolarlık
bir cihazın düğmelerini çeviriyorsa, o zaman, “elinden gelen her
şeyi yapmış” demektir.
Bütün büyük dinlerde, içinde en müthiş gücü barındıran tö
rensel nesneler dinin tapınağında bulunur. Tapınağm statüsü ne
kadar yüksekse duvarlarının içinde o kadar fazla obje bulunur.
Modem tıbbm tapmaklarına gittiğinizde, sırtlarında yanıl
mazlığın ağırlığını taşıyan papaz efendilerle karşı karşıya kalır
sınız. Onlar asla yanlış yapmazlar; dolayısıyla onlar en tehlikeli
olanlardır.
Sorunları çözmek üzere yapılan reformların ne kadar faydalı
olduğu da şüphelidir. Örneğin rehabilitasyon programları, hasta
lığın gerçek köklerine saldırmaz. Zaten doktorlar, bir sorunun
özüne saldırmak üzere eğitilmezler; sadece belirtileri bastırmak
üzere eğitilirler.
Doktorların bilgilerini güncellemek için yapılan girişimlerin
de pek faydası olmaz çünkü doktorların tıp fakültesinde öğren
dikleri türden bilgiler zaten ihtiyaçları olmayan bilgilerdir. Süre
gelen tıp eğitimi programlarında kendilerine verilen de tam ola
rak budur; ihtiyaçları olmayan bilgi. Bu kurslarda, tıp fakülte
sinde eğitim aldıkları hocaları tarafından eğitilirler. Onlara gün
cel bilgileri aktarmak kimin sorumluluğudur?
Kendinizi doktorlardan sakınmak için, onların iki önemli
vasfını hiç aklınızdan çıkarmayın: başarısızlık korkusu ve kibir.
Doktorun kibrine meydan okumadan önce mutlaka korkuları
üzerinde çalışmayı öğrenmelisiniz. Doktorlar sizden ve onlara
yapabileceklerinizden korkarlar; bu korkuyu kullanmakta bir an
137
bile tereddüt etmeyin. Avukatlardan da korkarlar. Gerektiğinde
bir doktora dava açmaktan hiç çekinmeyin. Tıp sisteminin işle
yişini tanıyan ve bir doktoru ipe götürmekten korkmayacak bir
avukat bulun. Yolsuzluklarla ilgili açılan davaların sayısının art
ması cesaret vericidir; çünkü bu, her gün daha fazla insanın, ku
ralları belirlemek üzere doktorun gücüne meydan okuyabildiği
bir noktaya geldiğini gösterir.
Doktorunuz size sorun yaratıyorsa ama yine de bu ona dava
açmanız için yeterli değilse ona hangi noktaya kadar meydan
okuyacağınıza dikkat etmelisiniz. Bir doktor size düşmanca
davranıp sizi tehdit ediyorsa onun karşısında dimdik durmalısı
nız. Sözünüzü geri almayın. Siz de onu tehdit edin. Gerçekten
ciddi olduğunuzu hissettiği anda geri adım atacaktır.
Yine de, elinizi taşın altına koymaya hazır değilseniz bir dok
toru tehdit etmemenizde yarar vardır. İsyan etme zamanınız gel
memişse; duygusal olarak kesin bir karar vereceğiniz an gelme
mişse ve sıkı bir mücadeleye girmek için tam bir fiziksel yeter
liliğe sahip değilseniz isyan etmeyin. Doktorun fikrini değiştire
bileceğiniz umuduyla onunla tartışmaya girmeyin. Geleneksel
kemoterapi yöntemiyle size kanser tedavisi uygulayan bir dok
tora asla “Doktor, laetril hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye
sormayın. Hiçbir yere varamazsınız. Laetril tedavisi de göre
mezsiniz. Bebeğinizin güvenliği için onu biberonla beslemenizi
öneren bir doktora “Ama ben bebeğimi emzirmek istiyorum”
demeyin. Onun fikrini değiştirip yeni bir yöntem denemesini
umut etmeyin. Kendinizi tam anlamıyla hazır hissedene kadar
ona meydan okumayın. Siz kendi ev ödevinizi yapın.
Rahibin yeterince iyi olmadığını düşünürseniz onun fikrini
değiştirmeye uğraşmazsınız, sadece kilisesini terk edersiniz. İş
te size de bunu öneririm. Modern Tıp Kilisesi’ni terk edin. Bu
gün bunu uygulayan birçok insan görüyorum. Alternatif tıbba il
ginin her geçen gün biraz daha arttığını görüyorum. Her gün da
ha çok insanın, modern tıp dinine karşı çıkan aykırı insanlarla
bir araya geldiğini görüyorum.
138
Sonsöz
139
natıdır. Tıp siyasetçiliği, iktidarı mesele olmaktan çıkaracak bi
çimde denetimi yanıltır. Merkezi siyaset, daha fazla kontrol et
me hakkı haline gelir. Siyasetçilik, vatandaşlık eylemidir. Tıp si
yasetçiliği, müşteri denetimidir. Yalnızca vatandaşların elleri
tıbbı tedavi edebilir. Tıp kendi kendini tedavi edemez; çünkü
onun reçeteleri, kendi değerler sistemi içinden gelmektedir.”
Toplumunuz suya flor katmayı düşünüyorsa -ya da zaten kat
tıysa- bununla savaşmak zorunda kalabilirsiniz. Siyasi bir eylem
gerçekleştirebilir, ulusal sağlık sigortası yasalarına karşı çalışa
bilir ya da engizisyonun toplumdaki ölümleri yönetmesine engel
olacak “devrim koşullarının” bu yasalara dahil edilmesi için ça
lışabilirsiniz. Havaya, besinlere ve suya karıştırılan zehirleri, et
kin biçimde ortadan kaldıracak yasalar çıkarmak için siyaset ya
pabilirsiniz; sosyal sigorta kurumunda gereken reformların ya
pılmasını, vergi kanunlarının değiştirilmesini sağlayabilirsiniz.
Bir süre önce, Chicago’da yaşayan Latin-Amerikalı anneler
den oluşan bir grup kadın, çocukları daha iyi yetiştirebilmek
için, organizasyon üyeleri arasında emzirmenin desteklenmesi
konusunda kendilerine yardımcı olmamı rica etmişlerdi; en bü
yük sorunlarının kamu hastanelerinin mama kullanımını onayla
maları olduğunu biliyorlardı. Bu anneler, üyesi oldukları organi
zasyonla birlikte bir şeyler yapmaya karar verdiler. Hastane yö
netimine çıktılar. Bebeklerini emzirmekte olan annelere altılı
paketler halinde bedelsiz tanıtım numuneleri ve özel “ek besin
paketleri” dağıtmaya son vermelerini; anneleri, bebekleri ma
mayla beslemeye teşvik etmekten vazgeçmelerini istediler. Has
tane yönetimi bu isteklerine cevap vermeyecek olursa hastaneyi
abluka altına alacakları tehdidinde bulundular.
Bence yeni doktor, bu kavgada en ön sırada bulunmalıdır.
Hastalarının ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için, bu kavgaya po
litik olarak dahil olması gerekecektir. Bu konular su yüzüne çık
tığında, gazeteler ve diğer medya organları yoluyla tanınacaktır
ve basının olay yerine gelmesini sağlayacaktır.
Modem tıp etiğiyle yeni tıp etiği arasındaki en büyük farklı
lıklardan biri budur. Modern tıp, doktorlara politikadan uzak
140
durmalarını söyler. Elbette bunun tek amacı, doktorların zaten
politikanın içinde çok güçlü bir biçimde yer alıyor oldukları ger
çeğini saklamaktır. Kilise, statükoyu sever; ama kontrol altında
olduğu sürece. Bu yüzden de potansiyel olarak sorun çıkaranla
rı korkutup kaçırma becerisine sahip olmak ister. Korkutup ka
çıramadıklarını gözden düşürmek, saygınlıklarını karalamak
için onları “politikacı” etiketiyle yaftalar.
Yeni tıp, doktorun manastırda yaşayan bir keşiş olmadığını,
toplum hayatmın bir parçası olup topluma katılması gerektiğini
söyler. Doktorlar, politikada aktif rol oynayan toplumsal liderler
olacaklardır; çünkü toplum sağlığı adına duyulan endişeler bunu
talep etmektedir. Su şirketi, halka ait suya flor katmak istediğin
de, yeni doktor derhal oraya gidip insanları bu uygulamanın bi
yolojik sonuçlarından haberdar edecektir. Enerji şirketleri, nük
leer enerji fabrikası inşa etmek istediğinde, yeni doktor orada
öylece durup toplum sağlığının tehdit edilmesine izin vermeye
cektir. Yeni doktor, tıbbın siyasallaştırılmasına göz yummak ye
rine, sağlık ve hastalık söz konusu olduğunda siyasi bir tavır al
mayı kabul edecektir. Yeni doktor, “kötü” politikanın hastalık
faktörlerinden biri olduğunu söylemekten çekinmeyecektir.
Toplumun bu tür katılımları, belirli bir tarzdaki doktoru da
beraberinde getirir: hassasiyet, beceri ve motivasyona sahip
doktorlar yeni tıbbın kurulmasına yardımcı olurlar. Eyleme dö
nüştürülmek üzere ortaya atılan bütün fikirler, eylemi gerçekleş
tiren insanlar tarafından çökertilebilir.
Yeni doktor, her yaştan insanla iletişim kuracaktır; yalnızca
doktor hasta ilişkilerinde değil, her türlü sosyal ilişkide de in
sanlarla arası iyi olacaktır. Yeni doktor, verdiği hizmeti toplum
sal gelişimin temsilcisi olarak görür; bu yüzden de tıbbın top
lumsal ve etik esaslarını anlayıp bunların farkında olmaya ihti
yacı olacaktır.
Yeni doktor, yalnızca bilimin diline değil, halkın diline de aşi
na olacaktır. Hastalarını sürekli olarak bilgilendirecek-, onları te
davilerin ileriye dönük olası riskleri ve faydalan hakkında uyara
cak; sağlıklı kalabilmenin yollarını anlatacak; belirli aktivitelerin
141
ve koşulların sağlığı nasıl etkilediği hakkında aydınlatacaktır.
Doktor hasta ilişkisi, her iki taraf da bilgileri eşit olarak paylaş
tıkları sürece demokratiktir; ne zaman ki, doktor kendi otoritesi
ni kurmaya kalkışır, bu “demokrasi” de ister istemez bozulur.
Hasta, doktora gider çünkü onun bilgisine ve eğitimine -ne
düzeyde olursa olsun- güvenmektedir. Doktor kot pantolon da
giyse, üç parçalı takım elbise de giyse bu beni ilgilendirmez; sa
çının uzun ya da kısa olması da beni ilgilendirmez; son moda bir
klinikte çalışıyor olması ya da ikinci el bir karavanda hizmet
veriyor olması da beni ilgilendirmez. Hasta, doktorun bilgisin
den fayda sağlamak için oradadır. Doktor, yapacağı seçimlerin
kendisini nasıl etkileyeceğine dair hastayı bilgilendirmek zorun
dadır. Ancak kendi bilgisinin ve yeteneklerinin temeline daya
nan yargılara varmaktan da çekinmemelidir. Hasta bunun için
para öder.
Yeni doktor, yeni doğum yapmış bir kadına, bebeğin beslen
mesi ve bakımıyla ilgili seçenekleri açıkça anlatacaktır; bebeği
biberonla beslemenin emzirmek kadar güvenli ve sağlıklı olma
dığını kesin bir dille söyleyecektir.
Yeni doktor, eldeki kanıtlara göre hareket etmekten korkmaz.
Kendi bilgisine, eğitimine ve içgüdülerine güveni tamdır; yan
çizmek için fırsat kollamaz: “Yeterince bilgimiz yok. Yeterli ka
nıt mevcut değil. Daha fazla araştırma yapmamız lazım” gibi
mazeretlere sığınmaz.
Yeni doktor, seçim yapmanın gerekliliğine inandığı için has
ta doktor ilişkisinin etiğini gözetir. İnsan ırkı, hayatı, ölümü ve
sağlığı hangi noktaya dek idare etme hakkına sahiptir? Tıp, ha
yat ve ölüm üzerindeki denetimini ne kadar artırabilir? Yapay
organların üretilmesi, organ nakli ve hayat destek birimi maki
nelerinin kullanımının kapsamına hangi konular dahil edilebilir?
Yeni doktor için işlerin nasıl yapıldığını bilmek yeterli değildir;
neden yapıldığını da bilmek zorundadır. Bir şeyin yapılabilir ol
ması, onun yapılması gerektiği anlamına mı gelir? Yeni dokto
run uygulamalarına ve eğitimine nüfuz etmesi gereken etik an
layışı insan haklarıyla birebir ilgilidir.
142
Bir sağlıkçr olarak yeni doktor, insanın, herhangi bir tekniğin
ifade edilme aracı değil, doğanın bir parçasr olduğunu bilir. İn
san yeterliliğinin sınırlarının farkında olan yeni doktor, doğal
sürece ne zaman müdahale edeceğini; doğal süreci ne zaman
teşvik edeceğini ve doğal süreci ne zaman akışına bırakacağmı
bilir. Doktorların verebileceği zararların farkında olmak, bu bil
ginin göstergesidir.
Forest Hastanesi’nin başhekimi olan meslektaşım ve yakın
dostum Dr. Leo I. Jacobs şöyle der: “Tıp sanatı, doktorun, iç
gözlem yapabilme becerisinden ve hastayı, sadece semptom ta
şıyıcı biri gibi görmek yerine, duyguları, düşünceleri, davranış
ları, insani ilişkileri, amaçları ve beklentileri olan gerçek bir in
san olarak anlama kabiliyetinden doğar. Böyle bir doktor, sağlı
ğı koruma sorumluluğunun öncelikli olarak kendisinde değil,
hastasmda olduğunun farkındadır. Sağlıklı olmanın yolunun,
sevgi dolu bir ortamdan; doğru beslenme alışkanlıkları edinip
egzersiz yapmaktan; işin ve eğlencenin dengeli birleşiminden
oluşan anlamlı bir yaşam sürmekten geçtiğini bilir. Böyle bir
doktor, ilaçlara ve ameliyata sadece, hastanın şikâyetinin eği
timle, psikolojiyle ya da toplumsal yaklaşımlarla giderilemeye
ceğinden emin olduktan soma başvuracaktır.”
Yeni doktor, doğanın birincil iyileştirici -ya da asıl doktor-
olduğu gerçeğini kabul eder.
Yeni doktor, bir insanı, hem aile yaşantısına hem de dini ve
toplumsal anlayışına bakarak tedavi eder. Yeni doktor muayene
için evlere gider; aileyle kendi alanında buluşur. Doktor olma
yanların anlamakta zorlanacağı mesleki dili ve tavsiyeleri bir
kenara bırakır. Hastalarını hastaneye yatırmaktan, hatta orada te
davi etmekten mümkün olduğunca kaçınmak en önemli hedefi
olacaktır. Bunun için yeni doktor bebeklerin doğumunu evde
yaptırır ve insanlarm bu dünyaya gelirken de bu dünyadan ayrı
lırken de yoğun bakım şartları içinde olmaları gerektiği fikrini
açıkça küçümser.
Yeni doktor bir cankurtarandır. Yaşamı tehdit eden koşulla
ra müdahale etmek üzere hazır bekler. Yaşamın başlangıcında,
143
annenin bebeğini normal yollarla doğurmasına izin verir ve ken
disine ihtiyaç duyulabilecek çok küçük yüzdedeki olumsuz va
ka olasılığına karşı hazır bekler.
Cankurtaran rolünü doktora yükler yüklemez, onun kariyeri
boyunca ne yaptığını ve ne yapmadığını bizler belirleriz. O,
merkezi bir rol oynamaz. Merkezi roller birey, aile ve toplum ta
rafından oynanır.
Yeni doktor, hastalarının sağlığını “korurken” öncelikleri,
güvenlik ve etkinlik derecelerine göre saptar. Tedavinin Hipok-
rat düzeninde, ilaç ve ameliyattan önce bir rejim belirlenmiştir.
Yeni doktor da bunu yapacaktır. Bir hastanın, kendi bedenine ve
ruhuna sürgit yaptıklarının sağlığı üzerindeki etkisi çok büyük
tür. Bu etki, doktorun çok kısa bir zaman içinde yapabilecekle
rinden çok daha fazladır. Yeni doktor, hastasma, kendisinden
uzak olduğu zaman dilimlerinde sağlığını korumak için neler
yapacağını öğretmelidir.
Bütün tıp öğrencilerime öğrettiğim kural şudur: Hasta mu
ayenehanenizden çıkarken, girdiği ana göre kendisini çok daha
iyi hissediyorsa, ona ne yapmış olduğunuz umurumda değildir.
Yeni doktor, kendi yaşama bakış açısıyla iyileştirir hastasını;
doktorun yaşama sevinci, şevki ve umudu varsa, bunu hastasma
aktarabiliyorsa, bu durumda hasta da kendisini iyi hissedecektir.
Hangi tekniği kullanırsa kullansın, şifacı, şifacıdır. Bunun bilin
cinde olan yeni doktor, kişiliğinin ve insanlığının bütün kaynak
larını cömertçe hastasına sunacaktır.
Elbette yeni doktora da kendi hikâyenizi anlatmalısınız ki,
hayatınızdaki sağlıklı ve sağlıksız etkileri belirleyebilsin. Ancak
yeni doktor size sağlıksız bir yaşam sürdürdüğünüz önyargısıy
la yaklaşıp sizi yargılamayacaktır; sadece yaptığınız şeyin far
kında olmanızı sağlayacaktır. “Hatalara” uyum sağlayıp bunları
telafi etmek konusunda inanılmaz yetenekli olan bedenimizin,
kendi arınma güçleri olduğunu biliyoruz. Günahınızın bağışlan
ması için önerilen kefareti hâlâ yerine getirmek zorundasınız;
ancak arada bir fark vardır: yeni doktor sizi kutsal sularda boğ
maz ve size, ancak şu ya da bu ilacı kullanıp kendinizi sakatlar
144
sanız bağışlanacağınızı bildirmez. Yeni doktor sizi hiçbir inti
kamcı tamıya kurban etmez. Sizin kefaretiniz biyolojiktir. Yeni
den dengeye ulaşmanız için ödemeniz gereken bedeldir. Çok ile
ri gitmişseniz, bunun telafi edilmesi için bir müddet fazlaca be
del ödemeniz gerekecektir.
Doğal olarak yeni doktor, insanları hastalıklardan sakınmala-
rı için motive etmeye de çalışır. Kimi zaman bir kişinin davra
nışlarının değiştirilmesinde en güçlü motivasyon faktörlerinden
biri, yaptrğı şeyin zararları konusunda onu uyarmaktır. Yüzeysel
semptomlar yerine hastalıkların sebepleriyle ilgilenen yeni dok
tor, rafine edilmiş şeker ve un tüketmek, fazlasıyla işlenmiş gı
dalar tüketmek, sigara içmek ve egzersiz yapmamak gibi konu
larda hastalarını sürekli uyaracak; bu anlamda, suçluluk duy
gusundan da yararlanacaktır.
Yeni doktorun suçluluk duygusunu kullanış şekli, hayal kı
rıklığı ve korku yaratmaktan uzak olacak; insanları sağlıklı alış
kanlıklar edinmeye motive edecek nitelikte olacaktır. Ortada
hiçbir ikilem olmamalıdrr. Bir şey sizin için ya iyidir ya da kö
tü. Yeni doktor, bu ikisi arasındaki farkr bildiğinizden emin ola
caktır. Bu fark, politik ya da dinsel olarak değil, biyolojik olarak
belirlenecektir. Biberonla beslenmenin yanlış olmasının sebebi,
çok sayıda sağlıksız koşul yaratıp bebeği, mide bağırsak hasta
lıklarına, alerjilere, enfeksiyonlara maruz bırakması; anne bebek
arasındaki bağın zayıflamasına yol açmasıdır. Yeni doktor, bir
kadının bedeninin kendisine ait olduğuna inanır ama kürtajın da
yüksek oranlarda kısırlığa ve başka pek çok komplikasyona se
bep olduğunu biyolojik olarak bilir. Uygun biçimde bilgilen
dirildiğinde kadmın seçme şansı olacağını da bilir. Doktor, kür
tajın, ileride prematüre bebek dünyaya getirme olasılığını yüzde
elli oranında artıracağını kadına söylemelidir. İsrail’de on bir
bin hamile kadının incelendiği araştırmadan da bahsetmelidir.
Bu araştırmaya göre: “Daha önce kürtaj olmuş kadınların, nor
mal doğum yapma olasılıklarının çok daha az olduğu görülmüş
tür. Kürtajı takiben gerçekleşen doğumlarda, erken bebek ölüm
lerinin göreceli riski iki kat, geç bebek ölümleri riski de üç dört
kat artmıştır. Düşük kilolu bebeklerin doğma sıklığında, bir kür
145
taj geçmişi olmayan annelerin bebeklerine göre önemli artışlar
olmuştur. Büyük ve küçük doğum kusurlarında da artışlar ol
muştur.”
Yeni doktorun dürüstlüğü, modern tıbbın her şeyin tedavi
edilebilir olduğunu ve doktorun yetenekleri ne olursa olsun sizi
iyileştireceğini söyleyen efsanevi iddiasını inkâr edecek kadar
keskin bir dürüstlük olacaktır. Yeni doktor, gerçek dermanın bu
lunmasının çok zor olduğu ve hatta bazı hastalıkları mucizelerin
tedavi ettiği konusunda hastalarını bilgilendirir. B öylece hasta
lar, onlara uzun ve sağlıklı bir yaşamm anahtarım verecek olan
dengeli yaşamdan uzaklaşmaya karşı uyarılmış olurlar.
Yeni doktor, ilaçların ve ameliyatın vaat edilen faydaları ko
nusunda şüpheci olacaktır. Onun en önemli sorumluluk alanla
rından biri, insanları gereksiz ameliyatlara ve ürünlerini zorla
satmaya çalışan ilaç şirketlerine karşı korumaktır. Yine de, yeni
doktor yararlı teknolojiden vazgeçmez. Bunun yerine, faydalı
makinelerle yalnızca makine oldukları için kullanılan makineler
arasında bir ayrım yapar. Bilimsel ekipmanların kullanılması
konusunda eğitilmiştir; ancak bunların risklerini ve eksiklikleri -
ni de öğrenmiştir. Hepsinden önemlisi, kesinlikle gerekmediği
sürece makinelere bel bağlamaz. Teknolojinin, sağduyu ve içgü
dülerin üzerine geçmesine izin verilmesinin ne gibi tehlikeleri
olduğunun farkındadır.
Yeni doktor, modern tıbba ait makinelerin büyük bir çoğun
luğunu reddettiğinden, alternatif tedavi yöntemleri hakkında bil
gilidir. Beslenme terapisi, akupunktur, kinesiyoloji, şiropraktik,
homeopati de bu tedavi yöntemleri içinde yer alır.
Yeni doktorun öncelikli faaliyetlerinden biri, hastaları uz
manların aşırılıklarına karşı korumaktır. Yeni doktor, hastayı,
tek bir noktada birikmiş hastalık belirtisi yığmı olarak görmek
yerine, insanın bütününü hastalığın olası sebebi olarak göre
cektir.
Etik kuralların ışığı altında, herkesi bilgilendirmeyle, doktor
ların genel olarak eğitilmeleriyle, nihayet uzmanlar büyük ölçü
de yok olacaklardır. Hastane bağımlılığı, yaşamm erken döne
146
minde (doğumda) yok edilirse, yaşamın ileriki dönemlerinde bir
alışkanlık haline gelmeyecektir. Bebeklerin evde dünyaya gel
meleri, cerrahların ve kadın-doğumcuların yüzde doksan beşinin
ortadan kaybolmalarına neden olacaktır. Psikiyatrik kemoterapi,
psiko-ameliyat, elektroşok terapisi, analizler ve danışmanlık
hizmetleri başarısız oldukça psikiyatrinin büyük çoğunluğu da
ortadan kaybolacaktır. Çok yüksek kazançlı uygulamalar kulla
nan dahiliye iflas edecektir; yıllrk kontroller, hipertansiyon tara
maları ve doğal yollarla tedavi edilebilecek hastalıklar için ilaç
terapilerim satacak kimse bulamayacaklardır. İnsanlar, ortada
geçerli bir neden yokken doktorların kendilerini sakatlamalarına
izin vermeyi reddetmeyi öğrendikçe, cerrahi de büyük ölçüde
kaybolacaktır. İnsanlar, ameliyata gerek kalmadan kendilerini
iyileştirebilecek yeni doktorlarr her gün daha fazla sayıda bula
bildikçe cerrahi yok olacaktır. Kanser tedavisinde kullanılan ke
moterapi, ameliyat ve radyasyonun aslında mantıksız ve bilim
sel olarak desteklenmemiş uygulamalar oldukları açığa çıkarıl
dıkça, bütün geleneksel onkoloji sahası ortadan kaybolacaktır.
Ve elbette, daha çok anne bebeğini emzirmeye teşvik edildikçe
çocuk hastalıkları uzmanları da ortadan kaybolacaklardır.
Yeni doktor, uzmanları tıbbı bakım işinin dışında tutmakla
kalmaz, aynı zamanda kendisini de işin dışında tutar. Doktorlar,
işin içinde olma sebeplerinin işin dışında kalabilmek olduğunu
söylerlerdi ama bu sadece bir slogandı. Zaten artık böyle bir şey
söylediklerini asla duyamazsınız. Ama yeni doktor, bu sözü ey
lemleriyle gerçekleştirecektir. İnsanlara, kendilerini nasıl sağlık
lı tutacaklarını, sağlıklarını nasıl geri kazanacaklarım ve bir pro
fesyonelin yardımı olmaksızın nasıl dengede kalabileceklerini
öğretecektir. Yeni doktor, bir insanrn her zaman bir doktora ihti
yaç duyulabileceğini bilse de, doktorun insan sağlığında oynadı
ğı rol azalacaktır. Bu noktada, doktorların hayatlarmı sürdürme
leri için tıbbın yanı sıra başka işlerle de uğraşmaları hiç de kötü
bir fikir olmaz. Kesin olan şudur ki, her doktor, yeni doktor ola
bilse çok daha az doktora ihtiyacımız olurdu ve tıbbi bakım ko
nusu, insanlarm hayatlarında bugün olduğu kadar önemli bir rol
oynamazdı.
147
Yeni doktor, başkalarına örnek olacak cesurca girişimlere ha-
zırlanmalıdır. Bunun anlamı şudur: Geleneksel doktorlukla iliş
kili zenginliği, gücü ve statüyü bir kenara bırakmak anlamına da
gelse yapılması gereken yapılmalıdır. Yeni doktorlara yavaş ya
vaş cesaret aşılamak konusunda bir sorun yaşayacağımızı san
mıyorum. Benim karşılaştığım doktorlar ve doktor adayları,
hem cesaretle, hem de kendilerini savunma kurnazlığıyla donan
mış gibi görünüyorlar. Yakın bir zaman önce genç bir doktorla
tanıştım. Diplomasını almaya hak kazanır kazanmaz, yani pra-
tisyenliği biter bitmez, resmi tıp eğitimini terk etmişti. Diploma
sının nerelerde geçerli olduğunu sorduğumda, beş eyalette dok
torluk yapma hakkı olduğunu söylemişti. Tıbbi kurumlarla so
run yaşayabileceğini tahmin ediyordu! Bu nedenle diplomasmı
elinden almaya kalkışacak olurlarsa buna hazırlıklıydı. Uzun sü
redir karşılaştığım en zeki insanlardan biriydi. Yeni doktor, ken
disini meselenin dışında tutarak yeterince uzun süre hayatta ka
labilmek için ne yapması gerektiğini bilir.
Açıkça söylemek gerekirse, yeni doktor, tıp eğitimi sayesin
de değil, ona rağmen varolacaktır. Ben ve bazı meslektaşlarım,
bunu aklımızdan çıkarmayarak, yeni bir tıp fakültesi projesi ha
zırladık. Bu proje, şimdilerde, devlet onayını alıp yeni doktor
adaylarını birinci sınıfa kabul etmek için dört gözle bekliyor.
Yeni doktorun eğitimi, sadece temel tıbbi bilimler ve klinik
uygulamaları değil, aynı zamanda sanat ve edebiyatı da içine
alacaktır. Yeni tıp fakültesindeki bütün öğrencilere, insan davra
nışlarının sağlıkla ve hastalıkla nasıl bir bağlantısı olduğu gös
terilecektir. Yeni doktorlar, hem yazılı hem de sözlü olarak ileti
şim kurmak üzere eğitileceklerdir. Televizyon gibi medya or
ganlarının temel tekniklerini ve sosyal anlamlarını da öğrene
ceklerdir. Yeni doktorlar, sadece toplumla etkili bir biçimde ile
tişim kurabilmekle kalmamalıdırlar; aynı zamanda, kendilerini
ve hastalarını etkileyen süreçlerin de farkında olmalıdırlar. Ya
sal prosedürler, sadece doktorun kendi uygulamalarını koruma
sında değil, aynı zamanda hastalarının korunmasında da önem
lidir. Bu nedenle, yeni doktorlar hem avukatlarla hem de yasa
larla ilgilenmeyi öğreneceklerdir.
148
Yeni tıp fakültesinin, Etik ve Adalet Departmanı olacaktır.
Bir toplumun adalet mefhumu, üyelerinin sağlıklarını, yaşam
beklentisi, bebek ölümleri, hastalık istatistikleri ve tıbbi bakım
kalitesi açısından tayin eder. Kuramsal ekonomik yaprların bu
konuyla bir ilgisi yoktur. Adaletten yoksun olarak toplumsallaş
tırılmış bir sistem, kötü bir tıbbi bakım hizmeti sağlayabilirken,
adaletle doyurulmuş bir serbest teşebbüs sistemi, iyi bir tıbbi ba
kım hizmeti sağlayabilir. Teknolojik başarılara keyfi sınırlar ko
yan ahlaksız bir toplum zarar verici olabilir. Oysa teknolojinin
sunduklarından en iyi biçimde faydalanmaya çalışan ahlaklı bir
toplum, sağlıklı insanlar üretebilir.
Yeni tıp fakültesinde çok güçlü bir Doktor Kaynaklı Hasta
lıklar Departmanı da olacaktır. Bu departmanda, doktorların
kullandıkları yöntemlerin hastalıklara ve sakatlıklara nasıl sebep
olduklarını göstermek için bütün tıbbi disiplinlere ve özel nite
liklere ihtiyaç duyulacaktır. Doktorlara ve profesörlere, tıbbi ba
kım hizmetlerinin iyilikten çok kötülük yaptığını kanıtlayacak;
önerilen tedavi yöntemlerinin verdiği zararı kanıtlayacak araş
tırmalar için para ödenecektir.
Yeni tıp fakültesi, geleneksel tıp fakültelerinin teşvik ettiği
rol modellerini ve uzmanlığı destekleyen eğitim yapısını benim
semek yerine, bilgiyi genelleştirmeyi seçecektir. Yeni tıp fakül
tesi, tedavi konusunda fikirlerin paylaşrldığı açık bir forum ola
caktır. Öğrencilere yalnızca tıp doktorları değil, kemik hastalık-
larr uzmanları, sinir sistemi uzmanları, doğal terapi uzmanları ve
beslenme uzmanları da ders vereceklerdir. Yeni doktorların, bu
fikir ve uygulamaları soyut akademik prensipler olarak öğren
melerini istemiyoruz. Öncelikle bütün bunların uygulanışlarını
görmelerini istiyoruz.
Yeni doktor, her birkaç yrlda bir modası geçmeyen yöntem
ve prensipler konusunda eğitileceklerdir. Şu an öğretilmekte
olan bilgilerin yüzde elli ila doksanı bir zaman soma yanlış ya
da güncelliğini yitirmiş olduğu gerekçesiyle veya konuyla ilgisi
olmadığı gerekçesiyle reddedilmektedir. Teşhis ve tahminin te
meli gibi konularda öğretilmesi gerekenleri öğretmek için yete
rince vaktimiz olacaktır.
149
Yeni tıp fakültesi, farklı kişiliklerde öğrenciler seçerek yeni
doktorlar yaratmaya başlayacaktır. Geleneksel tıp fakültesi giriş
sınavlarında yüksek notlar alan öğrenciler, başarı odaklı kişiler
olma eğilimi gösterirler. Tıbbın gerçek hedefleriyle irtibatlarını
kaybederler. Doğanın dengesini onarmak yerine, hakimiyeti ele
geçirmek için teknoloji yarışma kapılıp giderler. Yeni tıp fakül
tesi nicel testleri bir kenara bırakır ve insanlara bir şey yapmak
ya da onlar için bir şeyler yapmak yerine, diğer insanlarla bir
likte olmaktan hoşlanan insanları arar. Kendilerini küçük gör
dükleri ve kendilerine güvenmedikleri için, akranlarına meydan
okuyarak, statülerini savunarak sürekli olarak kendilerini kanıt
lamaya ihtiyaç duyan insanlar istemiyoruz. Bu karakterler, hem
çevreleri için, hem de kendileri için sağlıksızdır.
Birkaç sene önce, bir tıp fakültesinde o sene yeni başlayan
tıp öğrencileri için bir konuşma yapmam istenmişti. Konuşma
mın başlığı “Tıp Fakültesi’nde Nasıl Ayakta Kalınır?” sorusuy
du. Onlara çok sayıda kuraldan bahsettim. Bu kurallardan biri,
tıp fakültesine gelmeden önce tanımış oldukları insanlarla dost
luklarını sürdürmeleriyle ilgiliydi. Doktor ya da doktor adayı ol
mayan insanlara yakın durun. Çok fazla çalışmayın. A almak
için çabalamayın. Tıp fakültesinden atılmak neredeyse mümkün
değildir; yani sadece sessizce geçip gidebilirsiniz. Eğitiminiz
için büyük bir yatırım yapın; ama aşırı olmasın. Hayatınızın ge
ri kalan kısmını dışarıda bırakacak bir yatırım yapmayın.
Konuşmamı bitirdikten sonra, okulun dekanı ayağa kalktı ve
söylediğim her şeye katıldığım bildirdi ama öğrencilerin daima
hatırlamaları gereken bir şey olduğunu belirtti: tıp fakültesine
girdiğinizde, yeni bir hayata başlamış olursunuz!
Yeni tıp fakültesindeki öğrenciler, farklı biçimlerde eğitim
alacaklardır. Fakülteyle ilişkileri, ticaret okulu eğitimlerinin pa
sif alıcılarına benzer olmak yerine, mezun öğrencilerin aktif ola
rak yer aldıkları disiplin çalışmalarına benzeyecektir. Yeni tıp
fakültesi, bir araştırma enstitüsü ya da bir hastane olmayacaktır.
Bir okul olacaktır. Öğrenciler, hastanelere değil, öğretmenlere
teslim edileceklerdir. Öğretim formatı, konularında uzman eği
150
timciler veya anlaşmalı olarak çalışan profesyonel kişiler tara
fından yürütülecektir. Öğrenciler, kendi eğitimleri adına sorum
luluk alacaklardır.
Bu genç adamlar ve genç kadınlar fakülteden mezun olduk
larında, onları, sürünün geri kalanlarından ayırt etmekte hiç so
run yaşamayacaksınız. Devlete, yeni tıp fakültemiz için başvu
rumuzu hazırlarken, çok sayıda tıp fakültesini ziyaret ettik. Bun
lardan biri de küçük bir yerleşim biriminde yer alan yeni bir fa
külteydi. Nelerle uğraşıp, hangi zorlukların üstesinden geldikle
rini anlattılar; görüşme biterken yöneticilere tek bir soru yönelt
tik: Mezunlarınızın arasına bir grup Harvard Trp Fakültesi me
zunu karrşsaydı, onları birbirlerinden ayırt edebilir miydiniz?
Verdikleri cevap şöyleydi: “Hayır, ayırt edemezdik. Bizim öğ
rencilerimizin Harvard’daki öğrencilerden hiçbir farkı yok.”
İşte bu noktada, bu okulla hiçbir ilişkimiz olamayacağına ka
rar verdik. Bizim öğrencilerimiz kolaylrkla tanınabilecekler; on
ların ilk kuralı şu olacak:
İlk Amaç Zarar Vermemek!
151