You are on page 1of 100

D ü ş ü n c E n i n

ÇAĞRISI

I m m a n u e l Kant
(d. 1724, Königsberg - ö. 1 8 0 4 Königsberg)
Alman Klasik idealizminin Kurucusu, filozof ve düşünür. 1740-46
arasında, Königsberg Üniversitesinde matematiK, fizik ve felsefe oKu-
du 1746-55 arasında Doğu Prusyalı büyüK ailelerin yanında özel öğret-
m e n olaraK çalıştı. 1755'te Ateş Üzerine adlı incelemesiyle doKtor un-
vanını aldı. 1770'te mantıK ve metafiziK Kürsüsüne profesör o l d u ve
bu görevini 1796 yılına Kadar sürdürdü.
Kant'ın uzun felsefe ve d ü ş ü n yaşamı geleneksel olarak üç döne-
me ayrılır: Birincisi, mekaniğin temel kavramlarını tanımaya (Oedan-
kert von der wahren lebendigen Kraefte / Canlı Oüçlerin Doğru Değer-
lendirilmesi Üstüne Düşünceler) ya da ilksel bulutsudan yola çıKaraK
Dünya'nın KöKeni sorununu çözmeye (Ailgemeine Naturgeschichte
und Theorie des Himmels /Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı) ça-
lıştığı eleştiri-öncesi d ö n e m d i r (1746-81). İKincisi, eleştirel anlayışa uy-
gun ahlaKın ilkelerini ortaya Koyma amacı güttüğü, dogmacılığa Karşı
o l d u ğ u n u belirtmeK için eleştiricilik adını verdiği d ö n e m d i r (1781-90).
Üçüncüsü ise, siyasete hiç Karışmamasına rağmen Zum ewigen Frie-
den (Daimi Barış) adı altında siyasal felsefe m e t n i n i yayımladığı saldır-
m a / s a v u n m a d ö n e m i d i r (1790-1800). 18. yüzyıldan beri birçoK öğre-
ti Kant temeli üstüne Kurulmuştur. OlguculuK, VaroluşçuluK, Uygulayı-
cılık gibi birçok felsefe a k ı m ı Kant temeline dayanmaktadır.
Başlıca eserleri:
Kritik der reinen Vernunft (Saf Aklın Eleştirisi) (1781), Orundle-
gung zur Metaphysik der Sitten (Ahlak Metafiziğinin Temellendirilme-
si) (1785), Kritik der praktischen Vernunft (Pratik Aklın Eleştirisi)
(1788), Metaphysik der Sitten (Ahlak Metafiziği) (1797).

Arthur S c h o p e n h a u e r
(d. 1 788, Danzig - ö. 1860, Frankfurt am Main)
Ünlü Alman filozofu. 1820'de Berlin Üniversitesi'nde doçent olan
Schopenhauer, 1831'de öğretim üyeliğinden ayrılarak FranKfurt'ta mün-
zevi bir hayat yaşamaya başlamıştır. Schopenhauer'in felsefesi, hem
Kant idealizmine hem de Hint filozoflarına dayanmaktadır. Schopen-
hauer b ü t ü n doktrinini, özneyi ve nesneyi kapsayan, tasavvur (Vors- Immanuel Kant
tellung) ve irade gücü kavramı üstüne kurar. Schopenhauer'in felse-
Arthur Schopenhauer
fesine göre, dünya bir tasavvurdur, yani o, akılda tasavvur edildiğin-
den başka bir şekilde d ü ş ü n ü l e m e z (idealizm). Schopenhauer, bu fe- Martin Heidegger
n o m e n l e r dünyasının dayanağına, "irade" (istenç) adını verir ve her
kuvveti bir irade olarak görür (iradecilik).
Başlıca eserleri:
1 8 1 8 ' d e en b ü y ü k eseri, Die Welt als Wilie und Vorstellung (İstenç
ve Tasarım Olarak Dünya) yayımlanmıştır. Schopenhauer'in diğer
eserleri: Über den Willen in der Hatur (Tabiatta İrade Üstüne) (1836),
Über die Freiheit des Mensch-iichen Wiilens (İnsan İradesinin Hürriye-
ti Üstüne) (1839), Die beiden Orundprobieme der Ethik (Ahlakın İki
Temel Meselesi) (1841), Farerga und Paraiipomena (1851).
DÜŞÜNCENİN
Martin Heidegger
ÇAĞRISI
(d. 1889, Baden - ö. 1976, Freiburg im Breisgau)
Varoluşçu felsefenin ö n d e gelen isimlerinden biri olarak bilinen
Alman filozof. Freiburg Üniversitesi'nde Katolik ilahiyatı ve Hıristiyan
felsefesi o k u d u . 1914'te Psikolojide Yargı Kuramı adlı d o k t o r a teziy-
le dikkat ç e k m e y e başladı. 1923'te Marburg Üniversitesi'ne profesör
oldu. 1933 yılında, Freiburg Üniversitesi'ne rektör olarak seçildi. Hit-
Çeviren ve yayıma hazırlayan:
ler'in güç kazandığı d ö n e m d e , Hazi Partisi'ne katıldı. Nazilere katıldı-
Ahmet Aydoğan
ğı gerekçesiyle 1945'te üniversiteden uzaklaştırıldı, ama 1952'de tek-
rar üniversitedeki görevine d ö n d ü .
Heidegger'in felsefesine göre, insan, varoluşun ortasına öylece, ora- V
da-bir-variık olarak (Dasein) atılmıştır. Bu bir tercih ya da seçim sonucu
değildir. İnsan bu bırakılmıştık içinde tercihler ve seçimleriyle kendi ya-
şamını ileriye doğru kurar. İnsan, bırakılmışlığında ölüme yazgılıdır ve va-
roluşunu buna göre gerçekleştirmelidir. Heidegger'in felsefesinde ölüm
fikri, bu bakımdan önemli yer tutar. Fenomenolojiyi 'Varlık' sorunu bağ-
lamında yeniden yorumlayan, felsefe-dışı sayılan pek çok kavramı (kay-
gı, sıkıntı, ölüm, vb.) felsefeye taşıyan Heidegger, 'teknik'in gelişimiyle
birlikte modern dünyanın eleştirisini de yapmaya yönelmiştir.
Başlıca eserleri:
Sein und Zeit (1927). Kant und das Problem der Metaphysik (1929).
Erlâuterungen zu Uölderlins Dichtung (1936-68). Holzwege (1935-46).
Der Ursprung der Kunstwerkes (1935-1936) Die Zeit Des Weltbildes
(1938) Was heisst Denken? (1952) lMas ist Metaphysik? (1927)
Say Yayınları
Düşünce

Düşüncenin Çağnsı
Immanuel Kant
Arthur Schopenhauer
Martin Heidegger

ISBN 978-975-468-721-7
Sertifika no: 10962

Yayın Hakları © Say Yayınları


Bu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın kıs-
men veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, ço-
ğaltılamaz ve yayımlanamaz.

Yayın Yönetmeni: Aslı Kurtsoy Hısım


Çeviren ve Yayıma Hazırlayan: Ahmet Aydoğan

Baskı: Lord Matbaacılık ve Kâğıtçılık


Davutpaşa Cad. Davutpaşa Matbaacılar Sitesi
No: 103/430 Topkapı/İstanbul
Tel: (0212) 674 93 54

1. baskı: Say Yayınları, İstanbul, 2008


2. baskı: Say Yayınları, İstanbul, 2009

Say Yayınlan
Ankara Cad. 54 / 12 • TR-34410 Sirkeci-İstanbul
Telefon: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80
web: www.sayyayincilik.com
e-posta: sayyayinlari@ttmail.com

Genel Dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti.


Ankara Cad. 5 4 . / 4 • TR-34410 Sirkeci-İstanbul
Telefon: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80
e-posta: dagitim@saykitap.com
online satış: www.saykitap.com
İÇİNDEKİLER

DÜŞÜNCE DÜŞÜNÜLÜR 7
Ahmet Aydoğan

KENDİ KENDİNE DÜŞÜNMESİNİ ÖĞRENMEK 25


A. Schopenhauer

DÜŞÜNMEK NE DEMEKTİR? 45
M. Heidegger

DÜŞÜNMEYE ÇAĞIRAN NEDİR? 69


M. Heidegger

KİŞİNİN DÜŞÜNEREK YÖNÜNÜ TAYİN ETMESİ


NE ANLAMA GELİR? v 81
I. Kant

DÜŞÜNMENİN GEREKSİNDİĞİ: SÜKÛNET? 105


A. Schopenhauer
DÜŞÜNCE DÜŞÜNÜLÜR

Ahmet Aydoğan

Deniz bitti.
En az iki yüzyıldır milletçe t a m bir mirasyedi gibi ya-
şadık. Artık sonu geldi. Alacaklılar kapıya dayandı.
Günü gün ederek har v u r u p harman savurduk ve de-
ğirmenin suyunun nereden geldiğine zerrece aldırmadık.
Duranın durduğu yerde hep durmaya d e v a m edeceği-
ni sandık. Sürekli i h t i m a m l a ona d ö n ü k yaşamak, gün-
lerin deveranına göre aslın asliyeti içinde değişik imkân-
lara açık kalmasını sağlamak ve böylece o n u n l a ayakta
d u r m a k yerine emsalsiz bir aldırmazlık ve umursamaz-
lıkla sırtımızı d ö n d ü k , d ö n m e k l e k a l m a d ı k b o z u c u saldı-
rıların açtığı gedikleri g ö r ü p anlamaya, anlayıp onarma-
ya çalışmaya bile yanaşmadık.
Gidenlere aldırmadık, gözden ırak olanlara gönlü-
m ü z d e yer ayırmadık. G ö r ü n m e z o l u p kayıplara karışan-
ların hiç olmazsa dilimizde açtığı rahneler diri kalsın di-
ye çaba göstermedik.
K u r m a n ı n bizim değil, bizden önce geçmişte yaşamış
olanların işi o l d u ğ u n u , bizim, ancak o n u muhafaza ede-
bileceğimizi d ü ş ü n d ü k . O n u bile bihakkın yerine getire-
m e d i k . Ancak bir darboğazla karşılaşıp da, tökezleyip
d ü ş t ü ğ ü m ü z d e aklımıza geldi o n u hatırlamak. O da ha-
t ı r l a m a k değil, bir sebep b u l m a telaşıyla oyalanmaktı.
Kant - S c h o p e n h a u e r - tleidegger • Düşüncenin Çağrısı

"Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur" diye belletmişti


bize bizden öncekiler. Onlara da daha öncekiler. Bak-
m a k özen göstermeyi, üzerine titremeyi, o da sürekli
ayık ve uyanık durmayı gerektirirdi, zordu. Bakmazsak
en fazla dağ olurdu.
A m a o sözün söylendiği zamanlarda böyleydi bu, o za-
manlar bir şey b o z u l m u ş haliyle bile içinde imar ve İsla-
hı için gerekli olan nüveleri barındırırdı, n i t e k i m en fazla
dağ olurdu, dağı karşılarında görenler kollan sıvar, tekrar
onu açıp eski haline döndürürlerdi. D ü ş ü n m e d i k ki gün-
ler kısaldığında bozulmanın onulmaz onarılmaz bir şey
olacağını: Bakarsan bağ, bakmazsan dağ değil: çöl olur.
Ve bu zaman zarfında "kolaycılık"tı milletçe ekseriye-
timizin karakterini belirleyen tek şey. Ve o n u n debele-
nişleri içinde b u l u p ortaya çıkardığı ucuz şeyler. Epeyce
bir zamandır "yalan"ı da dahil ettik bunlara. Ve o n u n aç-
tığı kapıdan "sahtelik" daldı içeriye, her şeye musallat
oldu. Sahtelik de tıpkı zıddı gibidir, her şeye sirayet
eder, şu farkla ki, o ondurmaz.
Böyle bir yaşamaya, eğer yaşamak denirse tabii, neyin
bel verdiğini, neyin sayesinde böyle bir savurganlığa güç ye-
tirebildiğimizi ve hâlâ nasıl olup da ayakta kalabildiğimizi;
Bunca zaman o bel veren şeyin biz aldırmadıkça,
u m u r s a m a d ı k ç a nasıl belinin b ü k ü l d ü ğ ü n ü , aldırmazlığı-
mızın altında nasıl i n i m i n i m inlediğini ve günbegün yi-
tip tükendiğini d ü ş ü n m e y e yanaşmadık.
Düşünmeye y a n a ş m a m a k l a kalmadık, başka bir se-
beple değil, bizi sırf biraz daha a v u t u p oyalayacak şey-
lerin hatrına bizzat d ü ş ü n m e denen şeyin kendisini hor-
ladık, h e m de dünyanın hiçbir yerinde emsaline rastlan-
mayan bir horlamayla.
Ve son yirmi yıldır horlamayla da k a l m a d ı k , o n u n in-
sanlar nezdinde kalan itibarının son kırıntılarına sahtele-

8
Düşünce D ü ş ü n ü l ü r

rinin tasallutuna göz y u m d u k ve o böylece en sıradan


şeylerin itibarından bile yoksun kaldı.
Böyle bir yaşamaya, o n a eşlik eden horlamaya hiçbir
miras dayanmazdı ve n i t e k i m dayanmadı da.
Şimdi bu geldiğimiz noktada içinde b u l u n d u ğ u m u z
d u r u m a , tarihin kaydettiği medeniyetlerin sicilini t u t u p
her birinin yükselişinin ve tarih sahnesinden silinişinin
sebeplerini açıklamaya çalışanlar bile, b ü t ü n engin bilgi
ve görgülerine rağmen m u h t e m e l d i r ki bir isim b u l u p
veremeyeceklerdir.
Bir ülkede d ü ş ü n c e n i n söz sahibi o l d u ğ u bir k o n u m -
dan uzaklaştırılması ve sadece uzaklaştırılması, öyle biz-
deki gibi, horlanması, hakir görülmesi değil, o ülkenin
başına gelebilecek en b ü y ü k talihsizlik, en büyük fela-
kettir. Bunu yakında hep beraber göreceğiz.
Her k i m ki söze sahip o l m a d a n söz sahibi olmaya kal-
kışıyorsa, oraya meşru bir yoldan değil, başka bir şeye
tahsis edilmiş olanı gasp ederek kalkışıyordun Ç ü n k ü
"söz sahibi o l m a k " , ancak söze sahip o l m a k l a olabilen
bir şeydir, yani "söz sahipliği" m ü n h a s ı r a n "söze" tahsis
edilmiştir ve söz düşünceden, d ü ş ü n c e sözden neşet
eder. Bir ülkede d ü ş ü n c e n i n söz sahibi olmasını engel-
leyenler yol vurucuların ta kendileridir.
Fakat asıl yol vurucular gene de bunlar değil. Bunlar
belki onların ektiği t o h u m l a r ı n devşiricileridir. Asıl yol
vurucular d ü ş ü n c e n i n dile gelmesinin ve söz sahibi ol-
masının y o l u n u değil, düşüncenin şeyleri birbirine ular-
ken attığı i l m e k l e r i n k ö r d ü ğ ü m l e ş m e s i n e katkıda bulu-
narak bizzat d ü ş ü n c e n i n y o l u n u kesenlerdir...
İnsan düştüğü yerden kalkar, eğer kalkacaksa. Ta başın-
dan beri bu böyledir. Fakat, ancak düşünerek. Düşünme-
dikçe düştüğünün farkına varmaz insan. Düşünmedikçe,
düşünmeye ayak diredikçe biteviye sürer düşüşü. Düşüne-

9
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

cek ki düştüğünün farkına varabilsin. Ve nereden düştüğü-


nün. Düşünmedikçe neresi olursa olsun yaşamasını sürdü-
rür insan. Düştüğünü bilen insan nereden düştüğünü de bi-
lir. Nereden düştüğünü bilen insan düşünen insandır.
Hâlâ nereden düştüğümüzü bulup çıkaramadık. Öyle
zannedildiği kadar ulu ve uzaklarda, erişilemeyecek kadar
ötelerde bıraktığımız bir yükseklik de değildi oysa. Kendin-
ce bir yükseklikti. A m a gene de sırrına akıl erdiremiyoruz.
Bir dünya ki ne üzerine kurulduysa, o n u üzerinde ta-
şıyan ve taşıdığı için taşınılan her neyse, o n a atfedilme-
yen nazar orada o dünyadan başka her şeyi görür. Daha
o zamanlar denmişti: "Söğüdün erenleri. Çevirin gidenle-
ri." Biz gidenleri, çevirmek bir tarafa, u m u r s a m a d ı k bile.
Bu noktaya gelinceye dek birçok badire atlattık. Mice
büyük fırtınalar, öyle ansızın değil, öncesindeki büyük
sessizliklerle gelip yakaladı ve yere çaldı her şeyi. O ses-
sizliklerde silkinip kendimize geleceğimiz yerde, gafletin
en koyusuyla uğraşmaya devam ettik uğraşılmaya değmez
şeylerle. Sen ben kavgasıyla aymadık ayıkmadık, sen ve
ben diye bir şeyin kalmadığı hezimete dek. Ardından bir
kerecik olsun dönüp bakmadık, bu kadar masum, bu ka-
dar suçsuz günahsız insan varken nasıl oldu da başımıza
geldi bunlar? Ne sorduk ne anlamaya çalıştık.
Nasıl ki yükseklerden düşüp de her yanı yara bere
içinde kalan, kırıkları çıkıkları alçıya alınan kimse, değil
dilediğince hareket e t m e k t e n , başını ç e v i r m e k t e n bile
acizse, dışarıdan belletilen veya bile isteye seçtiği asıl-
sız kabullerle, neyi koruduğu, neye hayrı d o k u n d u ğ u
belli olmayan dur işaretleriyle aklının i p o t e k altına alın-
masına izin veren insan da özgürce düşünemez.
Bugünlerde sık sık konuşulduğuna tanık oluyoruz: Eğer
ülke fiili bir işgal yahut istila tehdidi altında olmuş olsaydı
durum şimdikinden daha umutsuz olmazdı. Çünkü o za-

10
Düşünce D ü ş ü n ü l ü r

man hiç olmazsa hatipler kürsülerde, münadiler meydan-


larda parmaklarıyla gösterip diyebileceklerdi: "İşte istilacı-
lar toplarıyla tüfekleriyle sınırlarımıza dayandılar! Hâlâ boş
şeylerle oyalanıp avunmaya devam edecek misiniz?"
Gerçekten de böyledir. Fakat gösterilen sebepten ötü-
rü değil, böyle bir k o n u ş m a n ı n o ülkede bizzat düşünce-
nin iflasının en açık itirafı olmasından dolayı. Söylenilene
göre ülke fiili bir işgal yahut istiladan daha ağır bir tehli-
kenin altındadır, ç ü n k ü bu d u r u m u n doğurduğu umut-
suzluk, vaki tehlikenin ihsas ettirilemez, gösterilemez ol-
masından ötürü, bilfiil gerçekleşmesi halinde doğuracağı
umutsuzluktan daha vahimdir. O halde niye durup sor-
muyoruz: Bir tehlikeyi tehlike olarak algılayabilmek için
onun tehlike olmaktan çıkıp bütün tehditkâr unsurlarıyla
tahakkuk etmesi mi lazımdır? Eğer orada düşünce varsa,
o n u n işi nedir? Düşünce uzak olanı yakınlaştırmaz, yakın
olup göze çarpmayanı yeniden görünür hale gelecek
uzaklığa yerleştirmez mi? Temsil, temessül, misal, mesel
düşüncenin oyuncakları değil midir?
Ancak hayvanlar içinde b u l u n d u k l a r ı anda yaşar ve
daha ötesini ne görür ne de o n u n için tasalanırlar. Bıçak
gelip boğazlarına dayanmadıkça, hatta fiilen bıçağın acı-
sını hissetmedikçe kurbanlıklarının farkına varmazlar.
D e m e k , k i hayat hangi düzeyde yaşanırsa yaşama kabili-
yeti de ona göre ş e k i l l e n m e k t e ve o düzeye inmektedir.
Bütün zamanlar b o y u n c a insana insanlığına uygun bir
hayat teklif edilmiştir, ki insan olarak sahip olduğu kabi-
liyet ve melekeleri kaybetmesin. İnsan da aksine hep
kolay olanı seçmiştir. Fakat bu kolaycılık tercihi her za-
m a n sahip olunanların kaybıyla sonuçlanmıştır.
D ü ş ü n m e k insana özgü etkinliklerin içinde en zor ve
en yüksek olanıdır. Düşünme: bir etkinlik: üstelik öyle
sıradan bir etkinlik de değil: en yüksek olanı? Cümle da-

1 ı
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

ha t a m a m l a n m a d a n itirazlar birbirinin ardına yüzüne


patlayacaktır:
"...Bu (en y ü k s e k etkinliğin) d ü ş ü n s e l e t k i n l i k (0£wpîa) ol-
duğu daha önce gösterildi; bu daha önceki temellendirmele-
rimize ve h a k i k a t e uygun g ö r ü n e n bir s o n u ç t u r . Bu en y ü k s e k
etkinliktir, ç ü n k ü b i z d e k i en y ü k s e k şey akıldır ve a k l ı n obje-
leri bilinebilir en y ü k s e k şeylerdir. Ayrıca bu en d e v a m l ı etkin-
liktir; ç ü n k ü biz sair her şeyden d a h a kolay b i ç i m d e sürekli
olarak d ü ş ü n s e l e t k i n l i k t e bulunabiliriz... Her h a l ü k â r d a felse-
fenin h e m saflık h e m s ü r e k l i l i k b a k ı m ı n d a n h a r i k u l a d e hazla-
ra sahip o l d u ğ u d ü ş ü n ü l ü r ve b i l e n l e r i n z a m a n l a r ı n ı , arayan-
lardan daha h o ş ç a g e ç i r m e l e r i beklenir. Ve sözü e d i l e n ken-
d i n e yeterlilik d e e n y ü k s e k d e r e c e d e d ü ş ü n s e l etkinliğe ait
g ö r ü n ü r , ç ü n k ü bilge kişi, adalet veya djğer herhangi bir erde-
me sahip kişi gibi, hayat için zaruri olan şeylere ihtiyaç duyar;
fakat onların bu (erdemlere) yeterli d e r e c e d e sahip oldukları-
nı varsaysak bile adalet sahibi k i m s e ayrıca o n l a r a ve o n l a r l a
birlikte adil b i ç i m d e davranacağı insanlara da ihtiyaç duyar,
aynı şey m u t e d i l , c e s u r kişi ve diğerleri için de geçerlidir. Fa-
kat bilge kişi k e n d i başına d ü ş ü n m e e t k i n l i ğ i n d e b u l u n a b i l i r
ve o ne kadar bilgeyse, b u n u o kadar iyi yapabilir. K u ş k u s u z
birlikte e t k i n l i k t e b u l u n a c a ğ ı k i m s e l e r e sahip o l m a k d a h a iyi
dir, fakat o yine de k e n d i n e en yeter kişidir. Ve sadece bu et-
k i n l i k kendisi için, k e n d i n d e n ö t ü r ü sevilir g ö r ü n ü r ; ç ü n k ü
o n d a n (Oecopicı: t e f e k k ü r ve temaşa:) d ü ş ü n m e d ı ş ı n d a h i ç b i r
şey hasıl o l m a z ; h a l b u k i pratik e t k i n l i k l e r d e n , o işin kendisin-
d e n ayrı olarak, her z a m a n az ya da ç o k bir şeyler kazanırız.
Keza m u t l u l u ğ u n serbestliğe (çxoXr]) d a y a n d ı ğ ı n a inanılır;
ç ü n k ü nasıl ki savaşın h e d e f i barış ise, b ü t ü n i ş l e r i m i z i n ama-
cı da serbestiliktir...
İ m d i , nasıl ki siyasi ve askeri e t k i n l i k l e r s o y l u l u k ve yüce-
likleri b a k ı m ı n d a n e r d e m e uygun e t k i n l i k l e r a r a s ı n d a ö n e çı-
karsa, a m a b u n l a r s e r b e s t i l i k l e b a ğ d a ş m a z v e k e n d i l e r i n d e n
ö t ü r ü seçilmeyip. k e n d i ö t e l e r i n d e bir a m a c ı h e d e f l e r l e r s e
ve d ü ş ü n s e l (ÖecücpriTiKod) o l a n a k l ı n e t k i n l i ğ i b u n l a r ı v a k a r
b a k ı m ı n d a n aşar ve k e n d i ö t e s i n d e h e r h a n g i bir a m a c ı he-
d e f l e m e z ve t a m a m ı k e n d i n e ait o l a n bir hazza s a h i p görü-
nürse ve bu, o e t k i n l i ğ i k a m ç ı l a r s a , eğer bu böyle ise, bu et-
k i n l i k t e k e n d i n e yeterliliği ve s e r b e s t i l i k i m k â n ı n ı ve insan
için m ü m k ü n o l d u ğ u k a d a r y ı l m a z l ı ğ ı - y o r u l m a z l ı ğ ı bulacağı-

12
Düşünce Düşünülür

mız aşikârdır. D e m e k ki kusursuz m u t l u l u ğ u burada buluyo-


ruz, tabii eğer hayatın t a m a m ı n ı kapsarsa; ç ü n k ü m u t l u l u k t a
e k s i k o l a n h i ç b i r şey o l a m a z . Fakat b ö y l e b i r h a y a t i n s a n i ç i n
ç o k y ü k s e k o l a c a k t ı r . O b i r i n s a n o l d u ğ u k a d a r ı y l a ( b ö y l e bir)
hayatı yaşamaya güç yetiremeyecektir, ancak o n d a Tanrısal
b i r şey o l d u ğ u k a d a r ı y l a ( b u m ü m k ü n o l a b i l e c e k t i r ) ; o n u n bi-
l e ş i k d o ğ a m ı z d a k i (yeri) n e k a d a r ü s t ü n s e , e t k i n l i ğ i d e ö t e k i
erdem türlerine uygun olan etkinliklerden o kadar üstündür.
Eğer a k ı l i n s a n a k ı y a s l a T a n r ı s a l ise, o z a m a n o n a u y g u n
( o n u n e t k i n l i ğ i y l e ö r ü l ü ) h a y a t d a i n s a n h a y a t ı n a k ı y a s l a Tan-
rısaldır.
İ m d i i n s a n o l a r a k i n s a n i şeyleri, ö l ü m l ü o l a r a k ö l ü m l ü şey-
leri d ü ş ü n m e m i z i s a l ı k v e r e n l e r e k u l a k a s m a m a l ı , f a k a t eli-
mizden geldiğince kendimizi ölümsüzleştirmen ve içimizdeki
e n iyi, e n y ü c e şeyle u y u m i ç i n d e y a ş a m a k i ç i n h e r şeyi yap-
malıyız. Bu yanımız kütlece k ü ç ü k olsa bile i m k â n ve kıymet
b a k ı m ı n d a n h e r şeyi ç o k ç o k aşar. O i n s a n ı n asıl ( h ü k m e d e n )
v e e n iyi t a r a f ı o l d u ğ u i ç i n her kişiyi k e n d i s i y a p a n ı n d a a k ı l
o l d u ğ u n u k a b u l e t m e k g e r e k i r . İ m d i e ğ e r i n s a n k e n d i hayatı-
n ı d e ğ i l d e b a ş k a b i r şeye ait o l a n ı n k i n i y a ş a m a y ı s e ç e r s e b u
tuhaf olacaktır. Daha önce söylediğimiz burada da geçerli:
h e r b i r şeye u y g u n (özgü) o l a n d o ğ a s ı g e r e ğ i o şey için en iyi
ve en hoş olan şeydir, akıl her şeyden ö n c e insanın kendisi
o l d u ğ u i ç i n a k l a u y g u n h a y a t , i n s a n i ç i n e n iyisidir. B u y ü z d e n
o a y n ı z a m a n d a e n m u t l u hayat o l a c a k t ı r .

Aristoteles, Nikomakhos'a Etik


(X. K i t a p , 1 1 7 7 b - 1 1 7 8 a ) *

Kitap üç b ü y ü k Alman d ü ş ü n ü r ü n ü n ikisi müstakil,


biri seçki, üç ö n e m l i m e t n i n i içermektedir. Bunlardan
kitap içerisindeki sırasıyla ilki, insanın d ü ş ü n e n bir var-
lık o l u p olmadığını veya d ü ş ü n m e n i n o n u n özünün be-
lirlenmesine katkısının hangi boyutlarda o l d u ğ u n u sor-
gulamaktadır. İnsan düşünür, d ü ş ü n d ü k l e r i yapıp eyle-
diklerini şekillendirir, yapıp eyledikleri d ö n e r insanın ne
o l d u ğ u n u resmeder, o n u n ö z ü n ü belirler. D ü ş ü n m e d e n
söz açıldığında hep tekrarlanan budur. Peki bu bağ ya-
* Aynı doğrultuda bkz. Aristoteles, Metafizik, XII, 7: 1072b.

13
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

hut illiyetin kurulması bu kadar basit midir? "İnsan dü-


şünen varlık"tır sözü, üzerine d ü ş ü n ü l m e d e n h e m e n
doğru kabul edilecek ve sorgulanmaya ihtiyaç duyulma-
yacak kadar açık bir ifade midir, değilse bu başından
beri mi böyledir, y o k s a bizim yaşadığımız dünyaya mı
mahsustur? Metin, yaşamayı seçtiğimiz hayat ve geri
d ö n d ü r ü l e m e z b i ç i m d e sıkıştığımız darboğaz nedeniyle
daha da yaşamsal hale gelmiş olan b ü t ü n bu hususları
düşünmeye davet e t m e k t e d i r okuru.
Kitabın ikinci b ö l ü m ü n ü oluşturan metin, sorgulama-
yı daha da derinleştirerek düşünce dediğimiz şeyi kökle-
rinden kavramaya çalışmakta ve şu soruların cevapları-
nı aramaktadır: D ü ş ü n m e k ne y a p m a k t ı r - F i k i r ve kana-
at e d i n m e k ? Çıkarımda b u l u n m a k ? Bir tasavvur oluştur-
mak? Düşlere dalıp düşlemek? Kavramlara dayalı bir
m o d e l yahut sistem k u r m a k - Hangisini " d ü ş ü n m e " diye
çağırırız bunların?
"İki bin beş yüz yıldan beri d ü ş ü n m e n i n temel ayırt
edici özelliği olarak kabul edilegelen nedir?" Mantık ve
d ü ş ü n m e arasında nasıl bir ilişki vardır? "Geleneksel dü-
ş ü n m e öğretisi neden şu ilginç ' m a n t ı k ' ismini taşır?" Şi-
ir düşüncenin karşısında nerede durur?
"Tam hakkıyla düşünebiliyor o l m a m ı z için ihtiyaç
d u y d u ğ u m u z ön koşullar nelerdir? Her defasında düşün-
meyi t a m anlamıyla yerine getirebilmemiz için bizden is-
tenen nedir?"
Dünyanın ve insanın geldiği yer her haliyle düşünme-
ye çağrıda b u l u n u r k e n , karşılaştığımız her mesele bizi
d u r u p dinlemeye, dinleyip d ü ş ü n m e y e davet ederken
düşüncenin izine rastlanmaması, insanın d ü ş ü n m e kar-
şısındaki bu serkeşliği neyin alametidir?
D ü ş ü n m e neyi bekler? Düşünme neye, ne düşünme-
ye davet eder? O nedir ki başka bir şeye değil de düşün-
meye davet eder?

14
Düşünce D ü ş ü n ü l ü r

Bütün bu sorular milletçe ve topyekûn insanlıkça gel-


diğimiz noktada bugün her zamankinden daha fazla so-
rulmaya ve cevapları üzerinde düşünülmeye muhtaç so-
rulardır. Belki de hepsi derlenip toparlanarak tek bir so-
ruyla, "Düşünmenin beklediği ve düşünmeyi bekleyen
nedir?" sorusuyla ifade edilebilir. Elbette sadece milletçe
değil, topyekûn insanlıkça. Fakat yine de geldiğimiz nok-
tanın arz ettiği vehamet ve aciliyet nedeniyle öncelikle
milletçe...
Yeterlilik koşulları oluştuktan sonra bugün yaşadığımız
dünyada ve bilhassa ülkemizin şartları göz önünde bulun-
durulduğunda düşünmenin önündeki engeller de ayrıca
düşünülmeye muhtaçtır. Kitap içerisindeki üçüncü metin
"dogmatizm"i bu engellerin en büyüklerinden biri olarak
göstermekte ve aklı, düşünmenin bu en büyük düşmanı-
nın tasallutundan kurtarmanın, dolayısıyla düşünmenin
muhtariyetini savunmanın yollarını aramaktadır. Ve o k u r u
bir bakıma tersinden, dogmatizmin, görmezden gelme,
görüp geçme, kanıksama, umursamama, durup dinleme-
me gibi her biri yakın zamanlara mahsus olan ve sürdürü-
lemez noktaya gelinceye dek kurbanı olmaya devam ede-
ceğimiz telaş ve aceleciliğin sonuçlan olarak görülmesi
gereken engelleri de gölgeleyecek kertede düşünmenin
önündeki en büyük barikatı oluşturup oluşturmadığını,
orada eleştiri konusu edilen dogmatizmin, o haliyle olma-
sa bile, varlığını hâlâ sürdürüp sürdürmediğini, eğer sür-
dürüyorsa, aradan bir "eleştiri çağı" gelip geçmiş olması-
na rağmen neden sürdürdüğünü, o günün dogmatizminin
yerini bugün nasıl ve ne adına bir dogmatizmin aldığını
düşünmeye davet etmektedir.

Düşünme her şeyden evvel bir görüş yahut kanaat sa-


hibi olma, bir şey veya bir d u r u m hakkında bir tasavvur
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

hut illiyetin k u r u l m a s ı bu kadar basit midir? "İnsan dü-


şünen varlık"tır sözü, üzerine d ü ş ü n ü l m e d e n h e m e n
doğru kabul edilecek ve sorgulanmaya ihtiyaç duyulma-
yacak kadar açık bir ifade midir, değilse bu başından
beri mi böyledir, yoksa bizim yaşadığımız dünyaya mı
mahsustur? Metin, yaşamayı seçtiğimiz hayat ve geri
d ö n d ü r ü l e m e z b i ç i m d e sıkıştığımız darboğaz nedeniyle
daha da yaşamsal hale gelmiş olan b ü t ü n bu hususları
d ü ş ü n m e y e davet e t m e k t e d i r o k u r u .
Kitabın ikinci b ö l ü m ü n ü oluşturan metin, sorgulama-
yı daha da derinleştirerek düşünce dediğimiz şeyi kökle-
rinden kavramaya çalışmakta ve şu soruların cevapları-
nı aramaktadır: D ü ş ü n m e k ne y a p m a k t ı r - F i k i r ve kana-
at e d i n m e k ? Çıkarımda b u l u n m a k ? Bir tasavvur oluştur-
mak? Düşlere dalıp düşlemek? Kavramlara dayalı bir
m o d e l yahut sistem k u r m a k - Hangisini " d ü ş ü n m e " diye
çağırırız bunların?
"İki bin beş yüz yıldan beri d ü ş ü n m e n i n temel ayırt
edici özelliği olarak kabul edilegelen nedir?" Mantık ve
d ü ş ü n m e arasında nasıl bir ilişki vardır? "Geleneksel dü-
ş ü n m e öğretisi neden şu ilginç ' m a n t ı k ' ismini taşır?" Şi-
ir düşüncenin karşısında nerede durur?
"Tam hakkıyla düşünebiliyor o l m a m ı z için ihtiyaç
d u y d u ğ u m u z ön koşullar nelerdir? Her defasında düşün-
meyi t a m anlamıyla yerine getirebilmemiz için bizden is-
tenen nedir?"
Dünyanın ve insanın geldiği yer her haliyle d ü ş ü n m e -
ye çağrıda b u l u n u r k e n , karşılaştığımız her mesele bizi
d u r u p dinlemeye, dinleyip d ü ş ü n m e y e davet ederken
düşüncenin izine rastlanmaması, insanın d ü ş ü n m e kar-
şısındaki bu serkeşliği neyin alametidir?
D ü ş ü n m e neyi bekler? D ü ş ü n m e neye, ne düşünme-
ye davet eder? O nedir ki başka bir şeye değil de düşün-
meye davet eder?

14
Düşünce D ü ş ü n ü l ü r

Bütün bu sorular milletçe ve topyekûn insanlıkça gel-


diğimiz noktada bugün her zamankinden daha fazla so-
rulmaya ve cevaplan üzerinde düşünülmeye muhtaç so-
rulardır. Belki de hepsi derlenip toparlanarak tek bir so-
ruyla, "Düşünmenin beklediği ve düşünmeyi bekleyen
nedir?" sorusuyla ifade edilebilir. Elbette sadece milletçe
değil, topyekûn insanlıkça. Fakat yine de geldiğimiz nok-
tanın arz ettiği vehamet ve aciliyet nedeniyle öncelikle
milletçe...
Yeterlilik koşulları oluştuktan sonra bugün yaşadığımız
dünyada ve bilhassa ülkemizin şartları göz önünde bulun-
durulduğunda düşünmenin önündeki engeller de ayrıca
düşünülmeye muhtaçtır. Kitap içerisindeki üçüncü metin
"dogmatizm"i bu engellerin en büyüklerinden biri olarak
göstermekte ve aklı, düşünmenin bu en büyük düşmanı-
nın tasallutundan kurtarmanın, dolayısıyla düşünmenin
muhtariyetini savunmanın yollarını aramaktadır. Ve okuru
bir bakıma tersinden, dogmatizmin, görmezden gelme,
görüp geçme, kanıksama, umursamama, durup dinleme-
me gibi her biri yakın zamanlara mahsus olan ve sürdürü-
lemez noktaya gelinceye dek kurbanı olmaya devam ede-
ceğimiz telaş ve aceleciliğin sonuçları olarak görülmesi
gereken engelleri de gölgeleyecek kertede düşünmenin
önündeki en büyük barikatı oluşturup oluşturmadığını,
orada eleştiri konusu edilen dogmatizmin, o haliyle olma-
sa bile, varlığını hâlâ sürdürüp sürdürmediğini, eğer sür-
dürüyorsa, aradan bir "eleştiri çağı" gelip geçmiş olması-
na rağmen neden sürdürdüğünü, o günün dogmatizminin
yerini bugün nasıl ve ne adına bir dogmatizmin aldığını
düşünmeye davet etmektedir.

Düşünme her şeyden evvel bir görüş yahut kanaat sa-


hibi olma, bir şey veya bir d u r u m hakkında bir tasavvur

15
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı Düşünce Düşünülür

oluşturma, bir dizi öncüllerden hareketle muhakemeye nı soyluluğundan gelen sarsılmaz iştiyakla birer birer ku-
başvurarak geçerli bir sonuca ulaşma değildir. Düşünme laçlayarak ilkelere doğru y o l c u l u ğ u n u sabırla, azimle
bilimler gibi bilgi üretmez, hayat için işe yarar, kullanışlı sürdürür:
kestirmeler sunmaz. O kestirmelerin ışığında alelacele ha- D ü ş ü n m e n i n tek derdi hakikattir. T e k ve biricik sada-
rekete geçmek için gerekli olan kör kararlılığı beslemez. kati onadır. Onunla m a h z u n olur, o n u n l a sürura erer.
Düşünme her şeyden evvel b u g ü n k ü bu h e n g â m e n i n O n u n uzağına düşmeyi en büyük sürgün bilir. Onun ya-
ve o n u n basmakalıp kanaatlerinin zorbalığının ortasın- k ı n ı n d a olmayı bağışların en büyüğü.
da fert olmayı, k e n d i n e özgü duyuşa ve bulunuşa - vic- D ü ş ü n m e n i n karşısında dünya m e ş u m s o n u n a doğru
dana sahip olmayı gerekli kılar. D ü ş ü n m e özgürce, a m a her gün biraz daha yaklaşırken "güneşin altında günler
asla fütursuzca değil, sorgulamayı, özden gelen, yönel- birbirini kovalar ve günlerin getirdiği hep aynıdır, her şe-
diğini değil, kendisini zorlayan soruları sormayı gerekli yin illâki bir ç ö z ü m ü vardır" genişliğiyle ö n ü n e gelen her
kılar. Bu ise yalnızlığı ve sessizliği. Hayatın y ü k ü n ü ken- şeyin üzerine paldır k ü l d ü r yürüyen anlayışsızlar o r d u s u
di başına omuzlamayı, tuttuğu yolda kendi başına an- ve o n l a r ı n " p r o j e " l e r i vardır. Onlar her şeyi basit bir he-
lam arayışı içinde olmayı. Kapanmayı ve kapanarak dü- sap kitap meselesi olarak görürler. Onlar düşünceyi sa-
şünceyi besleyip doğurtacak d ü ş ü n ü r l e r i n düşünceleriy- dece doğuracağı sonuçlara, y o l u n u açacağı hareket
le ilişki kurmayı. İnsanın ve dünyanın nerelerden geçip tarzlarına veya kalıplarına göre değerlendirirler ve dü-
buralara geldiğini. Sonra dinlemeyi. Ve beklemeyi. şünceyle karşı karşıya kaldıklarında soracakları ilk soru
Düşünme bir meseleyi düşünürken onu asla kendini "Peki, a m a bize b u n u n s o m u t , elle t u t u l u r ne faydası
beri tutarak üstünkörü düşünmez. Yüzeyde gördüğü ben- vardır?" sorusudur: Bu soru çok d a h a küstahlaşabilir,
zerlikleri birbirine raptederek aceleci sonuçlara varmaya bu o n u n en m a s u m halidir. Onların nazarında her şey
çabalamaz. Kutsala gösterdiği saygıyla bütün varlığıyla basittir, ç ö z ü m ü o l m a y a n şey yoktur, varsa m u t l a k a bir
o n u n özüne, hakikatine ermeye çabalar hep. Onu kendi ç ö z ü m ü vardır. M ü h i m olan en kısa, en kestirmeden,
başına ele alıp ait olduğu bütünlükten hunharca kopar- bakıldığında kolayca g ö r ü l e b i l e n s o n u ç t u r , o n u n ne pa-
maz. Bağlara dindarca bir özen gösterir, onları koparmayı hasına ve hangi y o l d a n elde edildiğinin ö n e m i yoktur:
en büyük dinsizlik addeder. Düşünme dinler. Ve bekler. Kolaycılığın kural tanımazlığa, o n u n da ilkesizliğe evril-
D ü ş ü n m e neyin asli neyin tâli o l d u ğ u n u , doğası gere- mesinde ve s o n u n d a sahteliğin ve sahteciliğin her şeyi
ği neyin ne tür bir kanıtlamaya gereksinim d u y d u ğ u n u böylesine teslim alacak bir yaygınlığa ulaşmasında şaşı-
ve neyin her türlü kanıtlama çabasından vareste t u t u l u p lacak bir taraf o l m a s a gerektir.
kendiliğinden apaşikâr sayılacağını bilir ve b u n u en bü-
y ü k ayrıcalığı beller. Ve ancak bu terbiyeye sahip olan- Son birkaç on yıla kadar bu ülkede sürekli olarak te-
lara m u h a t a p gözüyle bakar. lifsizlikten ve fikri sefaletten şikâyet edilirdi. El atılan
Düşünme bir yandan bağlara dindarca bir özen gös- hangi mesele olursa olsun, isterse m ü n h a s ı r a n bu top-
tererek, diğer yandan ufuksuz tecrit denizinin dalgaları- raklara ve üzerinde yaşayan insanlara mahsus olsun,

1 7
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı Düşünce D ü ş ü n ü l ü r

dört başı m a m u r telif bir esere, derin bir tefekkür mah- ni duyurabileceği bir yere yerleştirmelidir. Ama düşünce-
sulü bir fikre tesadüf edilemiyor deniyordu. Fakat şu ye "hayat hakkı" tanıyayım derken "düşünce ve ifade öz-
son on yılda h e m e n her k o n u d a kapaklarında yerli isim- gürlüğü" adı altında herkesin her şeyi ulu orta söyleyebil-
lerin boy gösterdiği neşriyata tesadüf ediyoruz, lâkin şi- mesinin önünü açarak ve Pandora'nın kutusunda güneşi
kâyetlerin kesildiğine tanık olmuyoruz. Her ne kadar bu görmeyen hiçbir şey kalmasın diye, kapağı açmakla kal-
şikâyetler şimdi eskisi kadar gür ve şiddetli değilse de. mayıp, bir de ne yaptığını bilmez bir aymazlıkla ters çevi-
Sorulsa şikâyet sahiplerine, diyecekleri " b u şikâyetlerin rip silkeleyerek bütün uğursuzlukları ortalığa saçmamalı,
eskisine nazaran güç işitilir olması haklılığından bir şey böylece düşünmenin en büyük hasmını besleyip gürbüz-
yitirmesine değil, olsa olsa seslendirenlerin mevzi kay- leştirmemeli, düşünceyi sesini duyuramayacağı kör karan-
bettiklerine karine teşkil eder" cümlesinin daha genişle- lıklara, boğucu gürültülere m a h k û m etmemelidir.
miş biçimi olacaktır herhalde. Hasıl ki b ü t ü n uzuvlar yerli yerinde ve baş da gövde-
Her şeyin bir kolayını b u l m a n ı n ve o n u n yerine sure- nin üzerinde k a l m a d ı k ç a insan denilen canlı hayatiyeti-
ta benzerini koymanın yolunu bulmuştuk bulmasına, a m a ni sürdüremezse, insan dünyasında da her şey yerli ye-
sıra düşünceye geldiğinde hâlâ artakalan edep duygu- rinde d u r m a d ı k ç a , o dünyanın fertleri hadden h u d u t t a n
m u z d a n mı, hâlâ o n u n sureta benzerine itibar etmeye- haberdar olmadıkça, nerede neyi k o n u ş u p nerede susa-
cek kadar sahiciliğe d ü ş k ü n l ü ğ ü m ü z d e n mi, yoksa dü- caklarını, nerede neye karşı harekete geçip hangi nokta-
şüncenin hakikatinin sahtesine ç ö z ü l e m e m e s i n d e n m i da duracaklarını b i l m e d i k ç e o dünya ayakta kalamaz.
nedendir bilinmez, düşüncenin bir kolayını bu zamana Fakat biz sadece şeyleri yerinden etmekle kalmadık,
kadar bulamamıştık. S o n u n d a o n u da bulduk. Şimdi ar- bir zamandan beri atın ö n ü n e et, itin ö n ü n e ot koyarak
tık herkesin k o l t u ğ u n u n altında bir " p r o j e " var. bu ülkede yerinden edilen şeylerin yerlerine iade edil-
Kimse de çıkıp demiyor: Tasası olmayanın tasarısı ol- mesinin ö n ü n e bile bile ve kasten geçmeye çalıştık.
maz; "tasarı" denen şey yaşadığı anın sınırları içinde sı- Unutulmamalı: Düşünce insan dünyasındaki yeri ne-
kışıp kalmayarak en az yarın için tasalanabilecek kadar resiyse orada o l m a d ı k ç a , o yere o n u n sureta benzerleri-
zihin sağlığını, hafıza b ü t ü n l ü ğ ü n ü k a y b e t m e m i ş , d ü n ü nin tasallutu bertaraf e d i l m e d i k ç e , karşılaşılan her soru-
b u g ü n ü ve yarını bir arada d ü ş ü n e b i l e n kimselerin elin- nu ç ö z m e denemesi yeni ve üstesinden gelinmesi daha
den gelebilecek bir şeydir. da zor sorunları d o ğ u r m a k t a n başka bir şeyle neticelen-
Eğer bu ülke beka dediği şeyi bir itiyat olarak değil de meyecektir.
adına yaraşır bir ciddiyetle, talep ettiği özenle düşünüyor Bir mesele kendisini kendiliğinden göstereceği yük-
ve onun için gerçekten tasalanıyorsa, onu olmayacak yer- seklikten g ö r ü l m e d i k ç e izafiliğinden bir şey kaybetme-
de ve kendisine hiç hayrı dokunmayacak şeylerde aramak yecek ve dolayısıyla bir mesele olarak varlığını koruya-
yerine mutlaka düşünceye "hayat hakkı" tanımalı, düşün- caktır. İzafi görüşle yetinilmeyip bir de ondan hareketle
ceyi düşünebilecek kadar hayat gailesinden kurtarıp sesi- o meselenin ç ö z ü m ü n e yeltenilecek olursa bu kalkışma

19
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

bir zorlamayla, o da yeni ve daha yüksekten görülmesi


gereken bir meselenin doğumuyla sonuçlanacaktır.
Eğer bu bir hakikatse, b u n u n dünya üzerinde bizden da-
ha ibret verici misali zor bulunur.
Bir şeyin yerinden edilmesine "zulüm" demişiz, daha
doğrusu ona bütün zulmetiyle dilimizi ve gönlümüzü aç-
mışız, açmakla kalmamış dilimizde ona tınısıyla, çağrışı-
mıyla, zaman içerisinde üzerine topladığı mana ve tazam-
munlarıyla tüyler ürperten bir yer tahsis etmişiz, şimdi her
şey yerinden ediliyor, her şey her şeyin yerine göz dikiyor,
kılımız kıpırdamıyor: Duymayan biz miyiz, duyurmaz olan
böylesine dehşetli tınıları, çağrışımları olan sözcük mü?
Sözcükler ne zaman çağırdıklarını çağırmaz hale ge-
lir, çağırdıkları ne zaman çağırana ayak diremeye başlar
ve çağırmaya boyun eğerek g ö r ü n ü r hale gelmez olur?
A m a b ü t ü n bu yerinden etmelerin bir neticesi olarak
dünyanın her gün biraz daha yaklaştığı hazin s o n u n
uğursuz habercilerine öyle sözcükler b u l u p veriyoruz ki
hiç kimse d ö n ü p de b a k m ı y o r bile. O sözcüğün söyledi-
ğiyle irkilip söylenene kulak kesilmiyor, kulak kesilip de
k e n d i m e çeki düzen vereyim demiyor. Sözgelimi hava-
nı n veya suların ısınmasından söz eder gibi, dünyayı
bekleyen büyük felakete gayet m a s u m bir edayla "küre-
sel ısınma" diyoruz ve zaten o n a böyle bir isim vermek-
le peşinen, o n u n söylediğini kaale alarak hiçbir şeyimi-
zi değiştirmeyeceğimizi, bizi bu noktaya getiren yoldan
hiçbir surette dönmeyeceğimizi de i m a etmiş oluyoruz:
İnsanlar geçmişte tecrübe ettikleri ve içinde bu kadar ol-
masa bile kendince hayati tehlikeler barındıran şeyleri
böyle mi çağırıyorlardı?
Şimdi biz durup düşünüyor muyuz: Sıcaklığın kuraklığa
dönüşmesi, kuraklığın kıraçlaşma ve çölleşmeyle netice-

20
Düşünce D ü ş ü n ü l ü r

lenmesi neyin işaretidir? niye her şey haddini aşıp bir aşı-
rılıktan diğerine savrulup durmaktadır sürekli? niye aşırı-
lıklar arasında ölçü ve denge, nispet ve itidal teessüs
etmiyor da biri diğerini sürekli besleyip duruyor doymama-
casına? Doğanın çöktüğünü idrak etmek için daha ne ile
uyarılmamız lazım?
Bütün bu sorular zorluyor: Dilimizi özel bir çabayla
kısırlaştırdık, kısırlaşan dil dimağımızı iğdiş etti ve o kı-
sırlıkla iğdişliğin m a h s ü l ü d ö n d ü dilimizi b ü t ü n sunili-
ğiyle bir daha ilkah etti ve ş i m d i içinde kıvranıp durdu-
ğ u m u z fikri iktidarsızlıkta aldık soluğu. Bu kıvranıp dur-
ma bu gidişle er geç d e b e l e n m e y e d ö n ü ş e c e k ve o n u n
e m e k l e m e çabaları dikelmeyle değil, olsa olsa sürün-
meyle sonuçlanacaktır. Eğer bu kısırlaştırma çabası ait
o l u n a n dünyanın d i l i m i z d e k i bağlarını k o p a r m a y ı ve
o n u n ö z ü m ü z d e k ö k l e ş m e s i n i engellemeyi hedefliyor-
duysa, neden dahil o l u n m a y a çalışılan dünyanın taşıyı-
cı dilleriyle ilişki k u r m a y ı d e n e m e d i k öyleyse? Neden
Grekçe veya Latince, o k u l l a r d a zorunlu ders olarak oku-
t u l m a d ı ? ç ü n k ü her yerde o l d u ğ u gibi burada da kolay-
cılığı seçtik.

Sorulabilir: Durum m a d e m bu kadar vahim, o halde


neden bu d u r u m u n kendi ö z ü n d e n kaynaklanan veha-
met ve o n u n sebepleri üzerine d ü ş ü n ü l m ü y o r da, o n u n
özüne yabancı k a l m a k pahasına, başka diyarlarda kale-
me alınmış metinlerden bir derleme hazırlanmakla yeri-
niliyor?
Aceleci bir soru olsa da, bir mazeret b u l m a telaşıyla
değil düşüncenin bu topraklardaki geleceği için ve sırf
d ü ş ü n c e n i n esenliği gözetilerek cevaplanmali: Bu kada-
rını d ü ş ü n e n elbette o n u da düşünebilirdi ve bu kadarı-

21
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

nı ortaya k o y m a k için gerekli olan yeterlilik en azından


insaf ehlinin nazarında o n u n da v ü c u d a getirilebileceği-
nin karinesini teşkil eder. Ancak bir şey u n u t u l m a k t a d ı r :
Böyle bir şey için o n u n , karşılığını a l m a k değil, o saye-
de bir yerlerde o l m a k veya g ö r ü n m e k hiç değil, en mü-
tevazı insanın en asgari ve zecri ihtiyaçlarını ve m u t l a k a
alın teriyle ve gönül huzuruyla karşılama endişesinden,
o n u n gailesinden uzak kalması gerekir. Ç ü n k ü d ü ş ü n m e
insan etkinlikleri içinde en kıskanç olanıdır. O asla ken-
disi için gerekli olan gücün bir k ı s m ı n ı n başka şeylere
sarf edilmesine razı olmaz. T ü m ü n ü n kendisi için kulla-
n ı m a hazır olmasını talep eder. Böyle bir hazırlık olma-
dıkça, o n u n talep ettiği huzur o n a ve sadece o n a tahsis
edilmedikçe, diğer şartlar ne kadar müsait olursa olsun,
ortaya çıkan şey bir düşünce taslağı olarak kalacak ve
daha öteye gidemeyecektir.
Düşüncenin istediği, köşkler konaklar değildir. Kim-
senin y o l u n u n düşmediği uzak, izbe, tenha bir köşede,
bir dağın başında başını sokacak bir kulübesi olsun,
başka bir şey istemez. O, insanların ayağını kaydıran
şeylerle ayartılmayacak kadar g ö r m ü ş geçirmiş ve onla-
ra karşı iyice bilenmiştir. Onlar durgun denizini dalga-
landıramayacak kadar boşluğunu ve beyhudeliğini gös-
termiştir ona. A m a yine de insanlar o n u kendileri için en
b ü y ü k tehlike addederler.
ne ki düşüncenin bu ülkedeki yazgısı daha da ağırdır:
O, üniversitelerden uzaklaştırılır. Matbuatta bir yer bula-
maz. Kürsülerin yanına yaklaştırılmaz. Sesini duyurabile-
ceği her imkân, her vasıta elinden alınır. Kendini bir par-
ça olsun yakın hissedebileceği her şey özel bir çabayla
esirgenir ondan. Böyleyken kimselere derdini anlatamaz,
vasatlık ağız birliği eder, ağız açtırmaz ona, bir sözü şerh

22
Düşünce Düşünülür

eyleyemez. En yakınındakiler bile halinden anlamaz


onun. Yabancısı olduğu bu dünya biganedir ona. O ki za-
rarsızdır. Hayırdan başka bir şey dilemez. Ancak gittiğin-
de anlaşılır, uzaklaştığında kadri bilinir, t ü m hakikatli
şeyler gibi.
Düşünce b ü t ü n hakikatli şeyler gibi sessizdir. Ç ü n k ü
başka bir şeyin değil hakikatin âşığıdır. Tanınmadığı,
kadrinin bilinmediği yerde, diğer hakikatli şeyler gibi, di-
reşerek kalmaz. Direşmek, ayak s ü r ü m e k sahte şeylerin
özelliğidir, ç ü n k ü bu direşme bizzat sahteliğin ö z ü n d e n
kaynaklanır. Ç ü n k ü sahtelik dediğimiz şeyin bizzat ken-
disi direşerek var olur, o n u n kendine ait bir varlığı yok-
tur, o gerçekte olmadığı halde öyle g ö r ü n ü r ve o görün-
tüyle hakikate tasallutta bulunarak varlık gösterir ve
sonra o n a ayak direr. Eğer insanlar hakikate itibar et-
mezlerse, kendilerinde hakikatin tuttuğu yeri sahtelik
alacağından hakikat sessizce geri çekilir. Bugün olduğu
gibi.
Her türlü varlık iddiasına rağmen y o k l u k t u r çepeçev-
re kuşatan dört bir yanımızı, belli ki bu ç o k geç anlaşı-
lacak.

23
KENDİ KENDİNE DÜŞÜNMESİNİ
ÖĞRENMEK

A. Schopenhauer
KENDİ KENDİNE DÜŞÜNMESİNİ ÖĞRENMEK*+

Bir kütüphane çok geniş olabilir; fakat eğer düzensiz


ise k ü ç ü k ama derli toplu bir kütüphane kadar kullanışlı
ve yararlı değildir. Benzer şekilde bir insan çok büyük bir
bilgi yığınına sahip olabilir, fakat kendi kendisine üzerin-
de düşünerek bu bilgiyi gerektiği gibi işlememişse bu bil-
gi, üzerinde tekrar tekrar ve uzun uzadıya d ü ş ü n ü l m ü ş
çok daha küçük bir bilgi miktarından daha kıymetsizdir.
Çünkü bir insan, ancak dört bir taraftan topladığı bilgiyi
bir araya getirip bildiği şeyleri, bir doğruyu diğeriyle kar-
şılaştırarak bir araya getirdiği zaman o n a t a m a m e n hâ-
k i m olur ve onu kendi gücüne-melekesine dönüştürür.
Bir insan bilmediği bir şeyi zihninde evirip çeviremez,
düşünemez; bu yüzden önce bir şeyi öğrenmelidir; fakat
bir insan ancak üzerine düşündüğü şeyi bilir.
O k u m a k ve ö ğ r e n m e k herhangi bir k i m s e n i n kendi
özgür iradesiyle (keyfe keder) yapabileceği şeylerdir; fa-
kat düşünmek böyle değildir. D ü ş ü n m e tıpkı bir ateş gi-
bi bir cereyanla ya da hava akımıyla t u t u ş t u r u l m a k ve
konuya duyulan bir ilgi ile beslenmelidir. Bu ilgi bütü-
nüyle nesnel ya da t a m a m e n öznel t ü r d e n olabilir. Bu
s o n u n c u s u bizi şahsen ilgilendiren şeylerde ortaya çı-
kar, fakat nesnel ilgi doğası gereği d ü ş ü n e n ve d ü ş ü n m e
kendileri için nefes a l m a k kadar tabii bir şey olan kafa-

* Parerga und Paralipomena, Bd. II, Kap. XXII: Selbstdenken.


+ (Metinde ve dipnotlarda Köşeli parantez içinde yer alan açıklamalar
çevirmene aittir.)
Kant - S c h o p e n h a y e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

larda ve sadece onlarda b u l u n u r ; fakat bunlar seyrek


rastlanan kimselerdir. Bu sebepten ö t ü r ü d ü r ki okur-ya-
zar kimselerin çoğu b u n d a n ç o k az nasiplenmiştir.
* * *

D ü ş ü n m e n i n ve o k u m a n ı n insan zihni üzerinde mey-


dana getirdiği etkiler arasındaki fark inanılamayacak ka-
dar büyüktür. Zihinler arasında bir insanı d ü ş ü n m e y e ,
diğerini o k u m a y a götüren asli farklılık bu yüzdendir ki
sürekli olarak büyür. O k u m a k l a insanın o an içinde bu-
lunabileceği ruh haline ve eğilimine yabancı olan düşün-
celer, zihni zorla ele geçirir ve üzerine damgasını bastı-
ğı b a l m u m u n a m ü h ü r ne kadar yabancıysa bu düşünce-
ler de zihne o kadar yabancıdır. Böylelikle zihin bütü-
nüyle dışarıdan gelen zorlama altındadır; şunu veya bu-
nu düşünmeye zorlanır, her ne kadar o an için böyle bir
şeye zerrece eğilimi veya isteği y o k ise de.
Fakat bir insan kendi kendisine d ü ş ü n ü n c e o an için
ya çevresi ya da zihnine düşen belli bir şey tarafından
belirlenmiş olan kendi içgüdüsünü takip eder. İnsanın
(algısına, sezgisine k o n u olan) g ö r ü n ü r çevresi zihne,
o k u r k e n olduğu gibi tek bir belirli düşünceyi zorlamaz,
sadece doğasına ve m e v c u t ruh haline uygun olan şey
üzerine düşünmeye götürecek m a l z e m e y i ve vesileyi su-
nar ona. Dolayısıyla çok o k u m a n ı n zihni her türlü esnek-
likten yoksun kılmasının nedeni b u d u r ; bu tıpkı bir çe-
lik yayı sürekli tazyik altında t u t m a k gibidir. Eğer bir in-
san d ü ş ü n m e k istemezse b u n u n en güvenli yolu her ne
zaman yapacak başka bir şeyi o l m a s a eline bir kitap al-
maktan geçer.
Çok geniş ve çeşitli konularda bilgi sahibi o l m a n ı n in-
sanların çoğunu yaradılışça o l d u k l a r ı n d a n daha a h m a k
ve budala yapmasının ve yazdıklarını herhangi bir başa-

28
Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

n kazanmaktan alıkoymasının sebebini açıklayan işte bu


alışkanlıktır.* Pope'un şu dizesinde söylediği gibi:
"For ever reading, never to be read\"
(Dunciad III, 194.)**

Eğitimli, öğrenimli insanlar kitapların içindekileri oku-


yanlardır. Düşünürler, dâhiler ve dünyayı aydınlatıp in-
san s o y u n u n ilerlemesine katkıda b u l u n m u ş olanlar,
doğrudan tabiat k i t a b ı n d a n yararlananlardır.
* * *

Eğer bir insanın düşünceleri, içinde hakikati ve haya-


tı barındıracaksa, bunlar o n u n kendi t e m e l düşünceleri
o l m a l ı d ı r . * * * Ç ü n k ü o n u n gerçekten ve t a m a m e n anla-
yabildiği sadece bunlardır. Başkalarının düşüncelerini
o k u m a k , kişinin davet edilmediği bir yemeğin artıklarını
alması ya da bir yabancının yırtık d ö k ü k elbiselerini üze-
rine geçirmesi gibidir.
O k u d u ğ u m u z düşünceyle içimizde uyanan düşünce
arasındaki ilişki, tarih öncesi zamanlardan kalma bir bit-
kinin fosilleşmiş kalıntısının baharda t o m u r c u k l a n a n bir
bitkiyle ilişkisi gibidir.
* * *

O k u m a k bir k i m s e n i n kendi düşüncelerinin yerine


bir i k a m e d e n başka bir şey değildir. Bir insan böylelik-
le d ü ş ü n c e l e r i n i n dizginini, ç e k m e s i için başkalarının
eline verir.
Bunca kitap ne kadar ç o k yanlış y o l u n olduğunu ve
eğer bunlardan herhangi birisini takip etse ne kadar ç o k
insanın yanlış yola düşebileceğini göstermekten başka

* Yazanlar çok, düşünenler azdır.


** ("Mütemadiyen okurlar, (bu yüzden) hiç okunmazlar.")
*** Ya da: "İçinde hakikati ve hayatı barındıran sadece ve sadece bir
insanın kendi temel düşünceleridir."

29
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

bir işe yaramaz. FaKat Kendi dehasının Kılavuzluğunda daki] tavsiyesinin m ü K e m m e l e n gerçeKleşmesi hatta yo-
ilerleyen, bir başKa söyleyişle, Kendi Kendisine düşünen, rumudur:
dışarıdan hiçbir zorlama olmaKsızm ve doğru bir şeKilde
düşünmesini öğrenmiş insan, Kendisini doğru yoldan Was du ererbt v o n deinen Vâtern hast,
saptırmayacak şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Bu yüzden Ertvirb es um es zu besitzen.*
bir insan, ancaK Kendi düşüncelerinin Kaynağı Kuruduğu
zaman okumalıdır, Ki çoğu zaman en iyi Kafaların duru- Kendi Kendisine d ü ş ü n m e s i n i ö ğ r e n m i ş bir insan
mu bu merKezdedir. Kendi Kanaatlerini Kendisi oluşturur, otoritelere, ancaK
Diğer yandan bir Kimsenin eline bir Kitap alaraK Ken- daha sonra başvurur, başvururKen de amacı sadece
di öz malı olan düşüncelerini ürKütüp Kaçırması en bü- Kendi görüşlerini onlara teyit ettirmeK ve böyleliKle Ken-
yük günahtır. Bunun tabiattan yüz çevirip ölü bitkiler dine olan inancını güçlendirmeKtir. HalbuKi Kitap-filozo-
müzesini seyretmeye giden, yahut harikulade bir man- fu yola bu otoriteleri Koltuğunun altına almadan çıKmaz.
zarayı bir taş baskıdan ya da gravürden incelemeye ça- BaşKa insanların Kitaplarını oKur, onların Kanaatlerini
lışan bir adamdan farkı yoktur. toplar ve böyleliKle Kendisi için o n l a r d a n b ü t ü n bir sis-
Bir insan kendi kendisine d ü ş ü n e r e k bir hayli zaman t e m oluşturur. Böyle bir sistem mahiyetine ve teşekkü-
ve çaba sarf ettikten ve düşüncelerini bıkıp usanmadan lüne aKıl erdiremediğimiz bir r o b o t a (Qr. automaton)
birbirine uladıktan sonra bir parça doğruya veya bir fik- benzer. Buna KarşılıK Kendi Kendisine d ü ş ü n m e s i n i öğ-
re ulaşmış olabilir; a m a böyle olmayabilir ve aynı şeyi renmiş insan, tabiatın meydana getirdiği Kanlı canlı insa-
kendisini bunca zahmete s o k m a k s ı z ı n bir kitapta hazır na benzer. ÇünKü eser tıpKı bir insan gibi vücut bulur;
olarak kolayca bulabilirdi. Öyle de olsa, eğer o n a kendi d ü ş ü n e n Kafa dışarıdan gebe Kalır ve daha sonra o n u
kendisine düşünerek ulaşmış ise bu bin kere daha Kıy- r a h m i n d e taşır ve zamanı gelince doğurur.
metlidir. Bilgimizi, ancaK bu şeKilde elde e t m e m i z halin- Safi öğrenilmiş doğru bize suni bir uzuv gibi bağlıdır,
de, elde ettiğimiz şey b ü t ü n düşünce sistemimizin bü- taKma bir diş veya yapıştırma bir b u r u n ya da en iyi ha-
tünleyici bir parçası, canlı bir uzvu haline gelir ve böyle- liyle bir başKasının doKusundan y a p ı l m a bir b u r u n gibi;
liKle bildiKlerimizle t a m ve sağlam bir ilişKi içerisinde o sadece takıldığı veya t u t t u r u l d u ğ u için bize bağlıdır;
b u l u n u r ; bütün sebepleri ve sonuçlarıyla (daha doğrusu h a l b u k i bir kimsenin kendi kendine d ü ş ü n e r e k elde et-
Kapsamlarıyla) esaslı bir şeKilde, ancaK böyleliKle anla- tiği doğru tabii bir uzuv gibidir: gerçekten bize ait olan
şılır. Kendi düşünme tarzımızın rengini, ayırtısını ve dam- sadece odur. Düşünen insan ile ö ğ r e n i m d e n geçmiş ol-
gasını ancaK böyleliKle taşır ve böyleliKle t a m zamanın- m a k t a n başka bir meziyeti olmayan insan arasındaki
da, tam da gereKsinim duyulduğu anda ortaya çıkar; fark b u n a dayanır. Dolayısıyla k e n d i kendisine düşün-
bağlandığı yere sapasağlam bağlanır ve asla unutulmaz. mesini öğrenmiş bir insanın zihinsel kazanımları güzel
Bu tam da Ooethe'nin (gerçeKten sahip o l a b i l m e m i z
* (Babalarının mirasından kalanı
için mirasımızı Kendi alın terimizle Kazanmamız yolun- Yeniden kazan, gerçekten sahip olmak için ona.)

30 31
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

bir resme benzer, ki ışık ve gölge yerli yerinde, açıklık


ve koyuluklar y u m u ş a k , renk u y u m u m ü k e m m e l d i r ; tek
kelimeyle o hayata sadıktır. Halbuki b ü t ü n meziyeti öğ-
r e n i m g ö r m ü ş o l m a k t a n ibaret olan kişinin zihinsel ka-
zanımları her türlü renkle kaplı, olsa olsa sistematik bi-
ç i m d e düzenlenmiş, fakat uyumdan, bağıntıdan ve an-
lamdan y o k s u n b ü y ü k bir palete benzer.
* * *

Okumak kişinin kendi kafası yerine başka birisinin


kafasıyla düşünmesidir. Fakat kişinin kendi kendisine
d ü ş ü n m e s i tutarlı bir b ü t ü n ü , bir sistemi - h e r ne kadar
o t a m anlamıyla eksiksiz bir sistem olmasa d a - geliştir-
m e k için çabalamasıdır. Ve b u n u başka hiçbir şey, sü-
rekli o k u m a k suretiyle, başkalarının düşüncelerinin ce-
reyanını* g ü ç l e n d i r m e k kadar engellemez. Değişik deği-
şik kafalardan çıkan bu düşünceler, farklı sistemlere ait
olmaları, farklı renkler taşımaları nedeniyle, hiçbir za-
m a n kendiliklerinden bir düşünce, bilgi, anlayış, yahut
kanaat birliğine ulaşmazlar; tersine kafayı Babil (Kulesi-
nin dikilmesinden sonra ortaya çıkmış) diller karmaşa-
sıyla doldururlar. Yabancı düşüncelerle tıka basa dolan
kafa neticede vuzuh ve sarahatten, açık ve berrak bir
anlayıştan y o k s u n kalır ve belki de bir adım sonra akı-
beti çözülüp dağılmadır. Eğitimli insanların ç o ğ u n d a bu
gözlemlenebilir bir d u r u m d u r ve bu onları sağduyu,
doğru yargı ve pratik incelik b a k ı m ı n d a n , t e c r ü b e ve
sohbetle ve az biraz o k u m a n ı n yardımıyla, dışarıdan
çok az bir bilgi e d i n m i ş ve o n u da her zaman kendi dü-
şüncelerine boyun eğdirip o n u n l a m e c z e t m i ş olan çoğu
o k u m a m ı ş kimseye nazaran geri d u r u m d a bırakır.
Gerçek manada ilim ile uğraşan düşünür de aynı şe-
yi, daha geniş bir ölçekte yapar. Her ne kadar ç o k fazla
' (Yani başkalarının düşüncelerinin zihnimize doluşmasını...)

32
Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

bilgiye ihtiyaç duysa ve çok fazla o k u m a s ı gerekse de,


zihni hepsine h ü k m e d e c e k , düşünce sistemi içinde bun-
ları eritip h a z m e d e c e k ve anlayışının (izafi) organik bir-
liğine boyun eğdirecek kadar güçlüdür, ki fevkalade ge-
niştir ve m ü t e m a d i y e n genişlemesini sürdürür. Süreç
içerisinde kendi düşüncesi, bir orgdaki kalın sesler gibi,
her zaman her k o n u d a ön sırayı alır ve her türden mü-
zik parçalarının birbirine karıştığı ve temel ses t o n u n u n
t a m a m e n kaybolduğu eski düşüncelerle dolu kafaların
hep kaderi o l d u ğ u üzere asla başka sesler tarafından
bastırılmaz.
* * *

Hayatlarını okuyarak geçirenler ve bilgeliklerini kitap-


lardan elde edenler, bir ülke h a k k ı n d a k i tam ve doğru
bilgiyi seyyahların anlattıklarından elde etmeye çalışan-
lara benzer. Bu insanlar birçok şey h a k k ı n d a bir yığın
şey söylerler; a m a aslında ülkenin gerçek d u r u m u hak-
kında açık, belirgin, doğru ve tutarlı bir bilgiye sahip de-
ğillerdir. Fakat hayatlarını düşünerek geçirenler, o ülke-
yi gezip görmüş, orada bizzat yaşamış olanlara benzer-
ler; sadece bunlar onların anlattığı şeyin ne olduğunu
gerçekten bilirler, oradaki şeylere dair kendi içinde tu-
tarlı ve kapsamlı bir bilgiye sahiptirler ve onların özüne
vakıftırlar.
* * *

Eleştirel bir tarihçiye kıyasla görgü tanığı ne ise sıra-


dan kitap-filozofuna göre düşünür de o d u r ; o doğrudan
kendisine ait bilgiyi (şeylerin dolayımsız kavranışından
hareketle) konuşur.
Bu sebepten ö t ü r ü d ü r ki kendi kendilerine düşünme-
yi öğrenmiş olanlar esas itibariyle hep aynı sonuca ula-
şırlar ve birbirlerinden ayrıldıkları zaman b u n u n sebebi
farklı bakış açılarına sahip olmalarıdır, fakat bunlar ko-

33
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

n u n u n özüne etki etmediği zaman hepsi aynı şeyi söy-


lerler. Hepsi de eşya h a k k ı n d a yalnızca nesnel bir bakış
açısından kendi algılarının s o n u c u n u dile getirirler. Yaz-
d ı k l a r ı m d a öyle pasajlar vardır ki paradoksal yapıların-
dan ö t ü r ü çoğu zaman halka açıklamakta t e r e d d ü t etmi-
şimdir ve sonradan h e m e n aynı düşüncelerin ç o k uzun
zaman önce b ü y ü k adamların eserlerinde dile getirildiği-
ni görünce hoş bir şaşkınlık içerisinde kalmışımdır.
Kitap-filozofu sadece bir k i m s e n i n söylediklerini ve
bir başkasının kastettiklerini, yahut bir ü ç ü n c ü s ü n ü n yö-
nelttiği eleştirileri ve benzeri şeyleri aktarır. O farklı gö-
rüşleri karşılaştırır, ö l ç ü p biçer, eleştirir ve bir şey hak-
k ı n d a doğru bir kanaate ulaşmaya çabalar ve bu bakım-
dan eleştirel tarihçiye benzer. Sözgelimi o, Leibniz haya-
tının bir d ö n e m i n d e bir süre Spinoza'nın takipçisi o l m u ş
mu o l m a m ı ş mı vs. b u l u p çıkarmaya çalışacaktır. Merak-
lı araştırmacı sözünü ettiğim şeyin çarpıcı örneklerini
Herbart'ın Analytische Beleuchtung der Moral und des
riaturrechts ve yine onun Briefe über die Freiheitında
bulacaktır. Böyle bir k i m s e n i n kendisini b u n c a sıkıntıya
sokması bizi şaşırtır; ç ü n k ü eğer dikkatini ö n ü n d e k i me-
sele üzerine vermiş olsaydı, ç o k g e ç m e d e n kendi kendi-
sine birazcık düşünerek amacına ulaşmış olacaktı.
Fakat (düşünme bahsinde) üstesinden gelinmesi gere-
ken küçük bir güçlük var. Sözünü ettiğimiz türden bir şey
bizim irademize bağlı değildir. Bir insan her zaman oturup
okuyabilir, fakat düşünemez. Düşünceler de insanlar gibi-
dir: onları canımızın istediği zaman çağıramayız, teşrif edip
gelinceye kadar onları beklememiz gerekir. Bir konu hak-
kındaki düşünce kendiliğinden çıkagelmelidir, tabii ki ona
dış bir uyarıcı ile zihinsel-ruhsal d u r u m ve dikkatin mutlu
uyumlu birliği de katkıda bulunmalıdır ve bu insanlara hiç-
bir zaman gelmediği anlaşılan da tam olarak budur.

34
Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

Bu d u r u m bizim kişisel ilgimizi cezbeden konularda


dahi açıkça görülebilir. Bu türden bir mesele h a k k ı n d a
bir karara varma zorunluluğu ortaya çıktığında, belirli bir
anda o t u r u p enine b o y u n a d ü ş ü n e r e k bir karara vara-
mayız; ç ü n k ü çoğu kez böyle bir zamanda düşünceleri-
mizi belli bir nokta etrafında toplayamayız, düşünceleri-
miz bir sürü başka şeyin peşine düşerler, k i m i zaman is-
teksizlik veya k o n u d a n hazzetmeme bile b u n u n sebebi
olabilir. Böyle bir d u r u m d a kendimizi zorlamamalı, bu-
n u n yerine kendiliğinden gelecek uygun r u h halini bek-
lemeliyiz. Çoğu zaman bu, b e k l e n m e d i k zamanda gelir
ve tekrar tekrar kapımızı çalar; bizi farklı zamanlarda et-
kisi altına alan farklı ruh halleri k o n u y a her zaman taze
bir ışık tutarlar. Hararların olgunluğu tabiriyle anlaşılan
bu uzun süreçtir. Ç ü n k ü bir karara ulaşma işi taksim
edilmelidir ve süreç içerisinde bir zaman gözden kaçırı-
lan birçok şey bir başka zamanda ilgimizi çeker; istek-
sizlik ya da hazzetmeme de kaybolur, ç ü n k ü mesele da-
ha yakından incelendiğinde ilk bakışta g ö r ü l d ü ğ ü n d e n
daha fazla t a h a m m ü l edilebilir görünür.
Bu teorik olarak da böyledir: bir insan doğru anı bek-
lemelidir; en b ü y ü k kafalar bile her zaman kendi kendi-
lerine düşünemezler. Dolayısıyla boş vakitlerin okuya-
rak değerlendirilmesi önerilebilir, ki d a h a önce söylen-
diği gibi, bu bir k i m s e n i n kendi kendisine d ü ş ü n m e s i n i n
yerine bir ikamedir; bu suretle her ne kadar her zaman
b i z i m k i n d e n farklı bir tarzda da olsa, bir başkasının bi-
zim için d ü ş ü n m e s i n e izin vererek, zihne dışarıdan mal-
zeme alınmış olur. Dolayısıyla bir insan, zihninin bu ika-
meye alışkanlık e d i n m e m e s i ve böylelikle ö n ü n d e du-
ran meseleyi gözden k a ç ı r m a m a s ı için; daha önce yü-
r ü n m ü ş yollan y ü r ü m e y e alışmamak ve yabancı bir dü-
şünce y o l u n u takip ederek k e n d i s i n i n k i n i u n u t m a m a k

35
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

için çok fazla o k u m a m a l ı d ı r . Daha da önemlisi bir insan


salt o k u m a k uğruna gerçek dünya ile bağını koparma-
malıdır: bir kimseyi kendi kendisine d ü ş ü n m e y e yönel-
ten güdü ve ruh hali çoğu zaman kitapların dünyasından
ziyade gerçek dünyadan gelir. Bir k i m s e n i n ö n ü n d e gör-
düğü gerçek dünya, ilkelliği ve gücüyle* o n u n düşünce-
sinin doğal k o n u s u d u r ve düşünen bir kafayı başka her
şeyden daha kolay uyarabilir.
Bu düşüncelerden sonra kendi kendisine düşünmesi-
ni öğrenmiş bir insanın, bizatihi k o n u ş m a tarzıyla, belir-
gin ciddiyeti ve samimiyeti ile, teklifsizliği ve özgünlüğü
ile, b ü t ü n düşüncelerine damgasını vuran şahsi kanaati
ve görüşleri ile kitap filozofundan kolayca ayırt edilebi-
leceğini gördüğümüzde şaşırmayız. Diğer yandan kitap
filozofunda her şey ikinci eldir; o n u n fikirleri nasıl ele
geçirildiği belli olmayan bir eski paçavralar toplaması-
dır; o keskinliği k a y b o l m u ş küt bir kafa - bir suretin su-
retidir. Kalıplaşmış, hatta kaba, bayağı ve ağızlara sakız
o l m u ş ifadelerle ve herkesin rağbet ettiği u y d u r m a söz-
cüklerle dolu edebi üslubu, kendine ait parası olmadığı
için tedavüldeki b ü t ü n paraların yabancılara ait o l d u ğ u
k ü ç ü k bir devletçiğe benzer.
* * *

O k u m a k gibi safi tecrübe de d ü ş ü n c e n i n o denli az


yerini doldurabilir. Safi tecrübenin düşünce karşısında-
ki d u r u m u ne ise y e m e n i n hazım ve s i n d i r i m karşısında-
ki d u r u m u da odur. Tecrübe insanlığın ilerlemesinin özel-
likle kendi keşiflerine borçlu olduğuyla ö v ü n ü r k e n , be-
deni bütünlüğü içinde ayakta t u t m a n ı n kendi işi olduğu-
nu iddia eden ağızdan farklı bir k o n u m d a değildir.
* * *

* (Ya da: Bir kimsenin sezgisel kavrayışının konusu olan gerçek şeyin
özgün doğası ve gücüyle...)

36
Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

Gerçekten üstün kabiliyetlerle d o n a n m ı ş bütün kafa-


ların eserleri kararlılık ve belirliliğin ve dolayısıyla ber-
raklık ve açıklığın ayırt edici özelliğiyle kendisini h e m e n
belli eder. Bunun sebebi ister nesirde veya nazımda is-
ter müzikte olsun, bu tür kafaların dile getirmek istedik-
leri şeyi açık ve belirli bir şekilde bilmeleridir. Başka ka-
falar sözünü ettiğimiz bu kararlılık ve açıklıktan yoksun-
dur, dolayısıyla kendilerini h e m e n belli ederler.
Birinci sınıf bir kafanın ayırt edici özelliği bütün yargıla-
rının ve görüşlerinin doğrudanlığıdır. Dile getirdiği her şey
kendi kendisine düşünmesinin sonucudur; bu düşüncele-
rinin ifade bulma tarzıyla dahi her yerde kendisini ele ve-
rir. Dolayısıyla o düşünce dünyasında iktidarı kendi başına
her şeyi belirleyen bir prens gibidir. Diğer bütün kafalar,
üsluplarından da görülebileceği gibi, kendilerine özgü
damgaları olmayan birer elçiden başka bir şey değillerdir.
Dolayısıyla kendi kendisine düşünen her gerçek ve öz-
gün d ü ş ü n ü r bu ölçüde bir kral gibidir; o n u n iktidarı mut-
laktır ve kendi üzerinde kimseyi tanımaz. Onun yargıları-
nın kökeni, tıpkı kraliyet buyrukları gibi, kendi mutlak ik-
tidarıdır ve doğrudan kendisinden kaynaklanır. Bir kral
bir buyruğu ne kadar dikkate alırsa, o da otoriteyi o ka-
dar kaale alır; kendisi yetki vermedikçe yahut onaylama-
dıkça hiçbir şeyin geçerliliği yoktur. Diğer yandan her tür-
den yaygın görüşe, otoriteye kulak veren ve önyargıların
etkisi altında kalan sıradan kafalar ise bu bakımdan ya-
salara ve buyruklara sessizce itaat eden kalabalık gibidir.
* * *

Tartışmalı meseleleri ele alıp bu noktada yetkin kim-


seleri zikrederek bir çözüme kavuşturmak için böylesine
gayretli ve istekli olanlar, bu sahada başka birisinin anla-
yış ve kavrayışını kendi eksik ve noksan görüşlerinin ye-
rine koyabildiklerinde gerçekten mutludurlar. Bunların
Kant - S c h o p e n h a u e r - l i e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

sayıları saymakla bitmez. Ç ü n k ü Seneca'nın söylediği gi-


bi unus quisque mavult credere, quam judicare.*
Tartışmalarında veya münakaşalarında bu tür insan-
ların rastgele ve sık sık kullandıkları silah, otoritelerdir:
b u n u n l a birbirlerini vururlar ve her k i m böyle bir tartış-
m a n ı n içine çekilecek olsa, bir s a v u n m a tarzı olarak akıl
ve m u h a k e m e y e başvurmasa iyi yapmış olur; ç ü n k ü bu
tür bir silaha karşı bu insanlar d ü ş ü n m e ve değerlendir-
me yeteneğinden zerrece nasiplenmemiş boynuzlu Si-
egfried'ler gibidir. Onun h ü c u m u n u otoritelerini (bir mah-
cup etme yolu olarak) argumentum ad verecundiam**
öne çıkararak savuştururlar ve ardından da zafer çığlığı
atarlar.
* * *

Gerçek dünyada, her ne kadar m u t l u , adil ve hoş ol-


duğu ileri sürülebilirse de, her zaman sürekli karşı koy-
mamız, üstesinden gelmemiz gereken ç e k i m yasasının
hâkimiyeti altında yaşarız. Fakat düşünce dünyasında
ç e k i m yasasının d e n e t i m i n d e n k u r t u l m u ş , d ü ş k ü n l ü k ve
sefaletten azade, bedensiz ruhlar gibiyizdir.
Dolayısıyla yeryüzünde soylu ve verimli bir kafanın
u m u t l u ve iyimser bir anda kendisinde bulacağı (mutlu-
lukla) kıyaslanabilecek bir m u t l u l u k y o k t u r . * * *
* * *

Bir düşüncenin çıkagelişi sevdiğimiz birisinin teşrifi


gibidir. Bu düşünceyi hiçbir zaman unutmayacağımızı ve
bu sevilen kimsenin asla bize kayıtsız hale gelemeyece-

* (Herkes aklını kullanmak yerine inanmayı tercih eder.)


** (Savunduğunu güçlendirmek için genellikle insanların büyük
düşünürlere, eski âdetlere ve otoritelere saygısından yararlanan
argumentum.)
*** (Ya da: Yeryüzünde hiçbir mutluluk soylu ve verimli bir kafanın
umutlu ve iyimser bir anda kendisinde bulacağı mutlulukla kıyas-
lanamaz.)

38
Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

ğini zannederiz. Fakat gözden ırak olan g ö n ü l d e n de


ırak olur.* Eğer onu yazarak zaptı rapt altına almazsak en
güzel düşünce bir daha ele geçirilemez b i ç i m d e unutul-
ma ve eğer o sevgiliyle evlenmezsek terk e d i l m e tehli-
kesi altındadır.
* * *

Düşünen insan için değerli olabilecek b i r ç o k düşün-


ce vardır; fakat bunlardan ç o k azı yankı uyandıracak, ya-
zıldıktan sonra o k u r u n ilgi ve merakını cezbedecek ka-
dar güçlüdür.
* * *

Hakiki değere sahip olan tek şey bir insanın doğrudan


kendi kendisine düşündüğüdür. Düşünürler belki aşağı-
daki gibi sınıflandırılabilirler: İlk başta kendi kendilerine
(ve kendileri için) düşünenler gelir ve ardından doğrudan
başkaları için düşünenler. Birinciler hakiki düşünürlerdir,
onlar sözcüğün her iki anlamında da kendi kendilerine
düşünürler; onlar gerçek filozoflardır, ç ü n k ü sadece on-
lar s a m i m i d i r (meselelerini ciddiye alırlar). Ayrıca onların
hayatlarının hakiki hazzı ve mutluluğu düşünmeye daya-
nır. Diğerleri birer sofisttir; olmadıkları biçimde görün-
meyi arzu ederler ve mutluluklarını başka insanlardan bu
şekilde almayı u m u t ettikleri şeyde ararlar. Bunlar başka
bir k o n u d a s a m i m i değillerdir. Bir insanın bu iki sınıftan
hangisine ait olduğu takip ettiği usul ve tarz ile derhal an-
laşılabilir. Lichtenberg birinci k ü m e için bir örnektir; Her-
der hiç şüphe y o k ikinci sınıfa mensuptur.
* * *

(Bir sonraki düşünce a d ı m ı n d a düşünürleri kendileri


için ve başkaları için d ü ş ü n e n l e r diye ayırabiliriz; sonun-
cular kural, öncekiler istisnadır. Dolayısıyla öncekiler çif-
te a n l a m d a özgün ve bağımsız düşünürler ve sözcüğün
* (: Allein aus den Augen, aus d e m Sinn!)

39
Kani - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

en soylu a n l a m ı n d a bencildirler. Dünyanın kendilerin-


den bir şeyler öğrenebileceği düşünürler sadece bunlar-
dır. Ç ü n k ü daha sonra başkalarını aydınlatan sadece bir
insanın kendisi için yaktığı ışıktır, dolayısıyla Seneca'nın
ahlaki bir a n l a m d a söylediği şeyin, yani alteri vivas opor-
tet, si vis tibi vivere'n'm* (Epistulae, 48) tersine çevril-
miş biçimi, tibi cogites oportet, si omnibus cogitasse
voiueris,** düşünsel açıdan doğrudur.
Fakat bu kesinlikle herhangi bir resmi kararla ya da iyi
niyetle zorla kabul ettirilemeyecek nadir rastlanır sııadı-
şılıktır, ama yine de felsefede onsuz hiçbir gerçek ilerle-
me m ü m k ü n değildir. Diğerleri ya da genel olarak dolay-
lı hedefler için bir kimse bu amacın gerekli kıldığı, benli-
ğin ve bütün hedeflerin unutulmasını talep eden en bü-
y ü k zihinsel çaba içerisinde asla olmaz; tersine o şeyle-
rin salt görüntüsü ve taklidiyle yetinir, daha ileri gitmez.
Muhtemelen birkaç kavram bulunur ve birkaç farklı şe-
kilde bir araya getirilip bir terkip oluşturulur, s o n u n d a
deyiş yerindeyse kâğıttan bir kule kurulur; fakat bu şekil-
de dünyaya yeni ve hakiki hiçbir şey gelmiş olmaz.
Ayrıca gerçek hedefleri kendi esenlikleri o l u p düşün-
ceyi b u n u n için sadece araç haline getirenler her zaman,
çağdaşlarının gelip geçici ihtiyaç ve eğilimlerini, söz sahi-
bi d u r u m u n d a olanların hedef ve maksatlarını vb. göz
ö n ü n d e b u l u n d u r m a k zorundadırlar. Bu d u r u m d a haki-
kati hedeflemek m ü m k ü n değildir, dürüstçe araştırıldı-
ğında bile hakikatle karşılaşmak son derecede güçtür.
Fakat genel olarak k o n u ş m a k gerekirse, kendisi ve
ailesi için dürüst bir geçim i m k â n ı arayan birisi kendisi-
ni aynı zamanda nasıl hakikate adayacaktır? O ki her za-

* (: Eğer Kendin için yaşamaK istiyorsan, başkaları için yaşamalısın.)


** (: Eğer herkes için düşünmüş olmayı istiyorsan, kendin için düşün-
melisin.)

40
Kendi Kendine Düşünmesini Öğrenmek

man tehlikeli bir yoldaş ve her yerde istenilmeyen bir


misafirdir. Galiba getireceği, bahşedeceği hiçbir şey ol-
madığı, fakat sadece kendisi için araştırıldığı için böyle
bir başına g ö r ü n m e k t e d i r . Aynı zamanda iki efendiye,
baş harfleri dışında o r t a k hiçbir yanları olmayan dünya-
ya ( die Welt} ve hakikate (die Wahrheit) hizmet edeme-
yiz; böyle bir şeye kalkışmak bizi ikiyüzlülüğe, dalkavuk-
luğa, fırsatçılığa götürür. Çünkü bir hakikat rahibinin,
kendisinin inanmadığı şeyi inandırıcı biçimde başkaları-
na öğreten ve böylece her şeye kolayca inanan safdil
gençlerin zamanını israf edip zihinlerini harabeye çevi-
ren bir sahtekârlık ve hilekârlık prensi olması m ü m k ü n -
dür. Edebi n a m u s u n u bir yana bırakıp kendisini döne-
min etkili çam devirenlerine ve softalık taslayan manka-
falarına övgüler d ü z m e y e adar ya da maaşı devlet tara-
fından devletin amaçları için ödendiğinden dolayı büyük
bir gayretle devleti Tanrılaştırmaya çalışır, onu her türlü
insani çabanın ve her şeyin zirvesi haline getirmeyi ken-
disine hedef edinir. Bu suretle o, felsefe dersinin veril-
diği sınıfı en sığ darkafalılığın bir o k u l u n a dönüştürmek-
le kalmaz, fakat s o n u n d a , sözgelimi Hegel gibi, insanın
kaderini, bir b a k ı m a tıpkı bir k o v a n d a k i arıların kaderi
gibi, devlette özdeşleştiren iğrenç öğretiye ulaşır; böyle-
ce v a r o l u ş u m u z u n en y ü k s e k hedefi bütünüyle gözden
kaçmış olur.
Gerçek düşünürler derin kavrayışın peşinde olmuşlar
ve o n u (başka herhangi bir şey için değil) salt kendisi
için aramışlardır, ç ü n k ü onlar içinde kendilerini bulduk-
ları dünyayı ateşli, heyecanlı biçimde şöyle veya böyle
anlaşılır hale getirmeyi istiyorlardı; a m a b u n u ders ver-
m e k ve k o n u ş m a k için yapmıyorlardı.
Dolayısıyla sürekli t e f e k k ü r s o n u c u n d a zihinlerinde
temeli her zaman sezgisel dünya kavrayışı olan sabit, tu-

47
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

tarlı ve esaslı bir görüş yavaş yavaş gelişti. Her alandaki


özel hakikatlere yollar buradan ışır; bunlar da sırasında
o temel görüşe ışık yansıtır. Aynı zamanda b u n d a n on-
ların öyle veya böyle her hayat s o r u n u ve dünya ile ilgi-
li belirli, iyi anlaşılmış ve tutarlı bir görüşe ulaştıkları so-
nucu çıkar; dolayısıyla onların diğer t ü r d e n düşünürlerin
yaptıkları gibi kimseyi boş deyimlerle oyalamasına ge-
rek kalmaz.
Bu sonuncuların her zaman şeylerin kendileri yerine
başkalarının görüşlerinin karşılaştırılması ve incelenme-
siyle meşgul olduklarını görürüz. Bu yüzden ortadaki so-
runun, gözlerimizin ö n ü n d e apaçık uzanan gerçek dün-
ya ile değil, bir zamanlar orada o l m u ş birkaç seyyahın
yazılı anlatılarından hareketle, eleştirel bir karşılaştırma
yapmak zorunda kaldığımız uzak ülkelerle ilgili olduğu-
nu düşünebiliriz.)
* * *

Varoluş - b u belirsiz, esrarengiz, azap verici, rüya gi-


bi gelip geçici v a r o l u ş - meselesin in bizim için ne kadar
büyük ve yakin bir mesele olduğu d ü ş ü n ü l e c e k olursa,
bir kimse o n u n diğer b ü t ü n meseleleri ve amaçları göl-
gelediğini derhal fark eder - b i r k a ç nadir istisna dışında
b ü t ü n insanların bu mesele h a k k ı n d a açık bir fikre sa-
hip olmadığı, hatta ondan t a m a m e n habersiz gibi görün-
düğü, fakat kendilerini b u n u n dışında her şeyle meşgul
ettikleri; ya meseleyi doğrudan gözardı ederek ya da
yaygın revaç b u l m u ş bir metafizik sistemin yardımıyla
o n u kabule hazır vaziyette ve tatmin o l m u ş olarak, gün-
lerini gün e t m e k t e n başka bir şeyi d ü ş ü n m e k s i z i n ve
önlerindeki daha uzun günleri nadiren hesaba katarak
yaşadıkları düşünülecek o l u r s a - ve insanın, ancak en
uzak anlamda düşünen bir varlık olduğu fikrine ulaşabi-
lir ve insanın düşüncesizliğinin yahut budalalığının belir-

42
Kendi Kendine D ü ş ü n m e s i n i Ö ğ r e n m e k

lileriyle karşılaştığında özel bir şaşkınlığa kapılmaz; t a m


i r r s i n e sıradan bir insanın zihinsel ya da düşünsel görüş
ufkunun, ne geçmiş ne gelecek bilincine sahip, b ü t ü n
hayatları deyiş yerindeyse sürekli bir ş i m d i d e n ibaret
olan hayvanlarınkinden ç o k da ileride olmadığını, arada
öyle zannedildiği gibi geniş bir aralık b u l u n m a d ı ğ ı n ı bi-
lir.
Esasen bu bir fikir silsilesini birbirine ulayıp bir mu-
hakemeye d ö n ü ş t ü r m e l e r i n i imkânsız kılacak derecede
düşüncelerinin saman ç ö p ü gibi doğrandığına tanık ol-
d u ğ u m u z çoğu insanın s o h b e t tarzıyla doğrulanır.
Eğer bu dünya gerçekten d ü ş ü n e n insanlarla dolu ol-
saydı, her türden gürültü bu denli evrensel biçimde ta-
h a m m ü l görmezdi - o n u n aslında en k o r k u n ç ve en
amaçsız b i ç i m i n d e görüldüğü gibi.* Eğer tabiat insanı
d ü ş ü n d ü r m e y i amaçlamış olsaydı, o n a kulakları vermez-
di ya da her halükârda o n u , yarasaların m u t l u ve kıska-
nılası d u r u m u n d a olduğu gibi, sahip o l d u ğ u kulaklar ye-
rine hava geçirmez sarkık parçalarla donatırdı. Fakat ha-
kikatte insan tıpkı geri kalanlar gibi zavallı bir hayvandır
ve yetileri o n u sadece hayat için mücadelesinde destek-
leyecek şekilde tasarlanmıştır; dolayısıyla o, peşindeki-
nin yaklaştığını haber vermesi için gece gündüz her za-
m a n açık kulaklara ihtiyaç duyar.

* (Kast edilen kırbaç şaklamalarıdır ve "Über Lârm und Gerâusch"


başlıklı makalede bağımsız olarak ele alınır. Son bölüme bakınız.)

43
DÜŞÜNMEK NE DEMEKTİR?

M. Heidegger
DÜŞÜNMEK NE DEMEKTİR?*

Kendimiz d ü ş ü n ü y o r k e n d ü ş ü n m e n i n ne d e m e k ol-
d u ğ u n u öğrenmeye başlarız.** Eğer girişimimiz başarılı
olacaksa d ü ş ü n m e y i öğrenmeye hazır olmalıyız.
Kendimizi daha böyle bir öğrenmeye bırakır bırak-
m a z / * * henüz d ü ş ü n m e y e m u k t e d i r olmadığımızı ka-
bul ettik. Yine de insana düşünebilen denir - doğrusu
böyledir de. Ç ü n k ü insan akıllı canlıdır. Akıl, ratio, dü-
şünmeyle a ç ı l ı r . * * * * Akıllı canlı olarak insan, gerçekten
istiyorsa, düşünebilmelidir. Gene de olabilir ki insan dü-
ş ü n m e y i ister ama düşünemez, n i h a y e t i n d e düşünmeyi
isterken ç o k şey ister ve dolayısıyla elinden ç o k azı ge-
lebilir. İnsan, buna i m k â n ı olduğu m ü d d e t ç e düşünebi-
lir. B u n u n l a beraber sadece bu i m k â n d ü ş ü n e b i l m e m e -
zin güvencesi değildir. Çünkü, ancak yapmaya eğilim-
li * * * * * o l d u ğ u m u z şeyleri yapmaya muktedirizdir. Yine

* Was heisst Denken? Max Niemeyer Verlag Tübingen, 1954, Ers-


ter Teil.
**(: gelangen: ulaşmak, ermek.)
***(: sich einlassen; Heidegger'in özellikle son d ö n e m l e r i n d e k i ya-
zılarında bu fiille olan yakınlığı göz ö n ü n d e b u l u n d u r u l d u ğ u n d a
b u n u n "...içine salıverir salıvermez..." diye karşılanması gerekir-
di.)
"***(: sich entfalten; d ü r ü l ü bir şeyin açılması, gelişmesi-tekamül et-
mesi.)
'"**(: mögen. C ü m l e s o n u n d a k i ' m u k t e d i r l i k ' l e , vermögen ilişkisi
içinde aynı zamanda isteklilik, yatkınlılık olarak da anlaşılın.IM
gerekir.)

47
Kant - S c h o p e n h a u e r - h e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

gerçek anlamda biz, ancak bize ve en iç ö z ü m ü z e eği-


limli olana, özde tutan olarak o da özümüze seslenirken
eğilimliyizdir. T u t m a k aslında, sözgelimi (bir hayvan sü-
rüsünün) çayırda otlamasına izin vererek, koruyucu bir
şekilde göz kulak olmaktır. Bizi ö z ü m ü z d e tutan, ne var
ki, ancak bizi tutana kendi adımıza tutulu kaldığımız sü-
rece tutar bizi. Biz ona o n u n hafızamızdan çıkıp gitme-
sine izin vermeyerek tutulu (bağlı) kalırız.* Hafıza** dü-
şüncenin toplanmasıdır. Meye? Bizi tutana, üzerine dü-
ş ü n ü l m e s i gereken olarak kaldığı için, onu d ü ş ü n ü n d ü -
ğ ü m ü z d e n dolayı. Düşünülen, hatırlamayla*** bahşedi-
len, ona eğilimli olduğumuz için bahşedilen bağış-
t ı r . * * * * Ancak zatı itibariyle üzerine düşünülecek olana
böyle eğilimli olduğumuzda, işte o zaman d ü ş ü n m e y e
m u k t e d i r oluruz.
Düşünmeye m u k t e d i r o l m a k için o n u öğrenmeliyiz.
Nedir öğrenme? İnsan yaptığı her şeyi kendisine özsel
olarak seslenene cevap verecek tarzda bıraktığında öğ-
renir. Üzerine düşünülecek ne ise ona kulak kesilerek
d ü ş ü n m e y i öğreniriz.
Sözgelimi, dilimizde bir dostta asli ya da özsel olan
şeye dostluk denir. Aynı anlamda kendi başına üzerine

* (: be-halten; fiil aynı zamanda 'hatırda t u t m a k ' ve türev anlamla-


rını da içermektedir.)
** (: das Gedâchtnis; "bellek" diye değil de "hafıza"yla karşılanmış
olsa bile türeyişi ve şekillenişi b a k ı m ı n d a n Almancadaki muadi-
line yabancı kalacaktır.)
'*•**(: das Andenken.)
****(: beschenken, bahşetmek; Beschenkte, bağış. Schenken veya
schicken k ö k fiilinden diğer kökteşlerinin das Geschick (kader),
die Geschickiichkeit (hüner-maharet), das Schicksal (talih, kıs-
met, kaza) olduğu göz önünde b u l u n d u r u l u r s a bu bağışın ve
bahşetmenin ne kadar önemli olduğu kendiliğinden anlaşılır.)

48
D ü ş ü n m e K Ne DemeKtir?

d ü ş ü n ü l e c e k olana şimdi düşünce uyandıran* diyoruz.


Düşünce uyandıran her şey bizi d ü ş ü n m e y e verir. Fakat
düşünce uyandıran mesele zaten doğası gereği üzerine
d ü ş ü n ü l e c e k olan olduğu kadarıyla o her zaman bu ba-
ğışı verir.** Bundan böyle, her zaman d ü ş ü n ü l e c e k olan
olarak kalana en ç o k düşünce uyandıran diyeceğiz, çün-
kü o başından itibaren ve başka her şeyden önce böy-
ledir. Nedir en ç o k düşünce uyandıran? Nasıl gösterir
kendisini bizim düşünce uyandıran anımızda?
En çok düşünce-uyandıran henüz düşünmediğimiz-
dir; hatta henüz bile değil, her ne kadar dünyanın duru-
mu sürekli olarak daha fazla düşünce uyandırır hale gel-
se de. Doğru, hadiselerin bu seyri insanın, konferanslar-
da, uluslararası toplantılarda k o n u ş m a l a r y a p m a k yerine
ve asla ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiği üzerine
fikirler teklif e t m e n i n ötesine g e ç m e d e n , gecikmeksizin
harekete geçmesi gerektiğini talep eder g ö r ü n m e k t e d i r .
O halde eksik olan eylemdir, düşünce değil.
A m a yine de - olabilir ki h â k i m o l a n insan (tipi) yüz-
yıllardır çok fazla eylemiş ç o k az d ü ş ü n m ü ş t ü r . Fakat
b u g ü n her yerde felsefeye canlı ve sürekli olarak d a h a
fazla hissedilebilir bir ilgi varken, b u g ü n neredeyse her-
kes felsefenin taalluk ettiği ş e y i * * * bildiğini iddia eder-
ken, henüz d ü ş ü n m e d i ğ i m i z i ö n e sürmeye k i m nasıl
cesaret edebilir! Filozof d e m e k " d ü ş ü n ü r " d e m e k t i r .
* (Düşünceli, endişe verici, şüphe uyandırıcı vb. anlamları olan ve
yuKarda Kullanıldığı şeKliyle "düşünceyi cezbeden" diye Karşıla-
nabileceK bedenklich sözcüğü, J. Glenn Grnyin İngilizce, çeviri-
sinde Kullandığı thought-provoking tabirinin uyandırdığı çağrışım-
la bu şeKilde Karşılanmış, ancaK bir önceKi cümleyle bağı Koru-
namamıştır.)
** (: es gibt... bKz. "'Hümanizm' Üzerine MeKtup", Hümanizmin Özü
içinde, İstanbul 2 0 0 3 . )
*** (Ya da: ... neyi ilgi alanının sınırları içerisine aldığını...)

49
K a n t - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

Onlara düşünür denir, ç ü n k ü d ü ş ü n m e dosdoğru* felse-


fenin içinde gerçekleşir.
Bugün felsefeye bir ilginin var o l d u ğ u n u hiç kimse in-
kâr edemez. Fakat bugün insanın, "ilgi"yi anladığı an-
lamda, ilgi duymadığı bir şey var (kalmış) mıdır?
İlgi, (inter-esse), şeylerin arasında veya ortasında ya
da bir şeyin tam merkezinde o l m a k ve o n u n l a birlikte
kalmak demektir. Fakat b u g ü n ü n ilgisi geçerli olarak sa-
dece ilginç olanı kabul eder. İlginç (ya da ilgi çekici) o l a n
bir vakit sonra (hiçbir) açıklama l ü z u m u duymaksızın
önemsiz** olarak görülebilecek ve yerini, o zaman da
bizi, ancak daha ö n c e k i şey kadar ilgilendiren başka bir
şeyin alabileceği bir şeydir. Bugün b i r ç o k insan bir şeyi
ilginç bularak o n a büyük bir o n u r bahşettiklerini düşü-
nür. Hakikat şu ki böyle bir yargı zaten ilgi çekici olan
şeyi itip çekiştirerek önemsiz ve az sonra sıkıcı olacak
olanın arasına atmıştır.
İnsanların felsefeye ilgi gösterdiklerini düşünmeye ha-
zır o l m a n ı n s o m u t delili yoktur. Kuşkusuz her yerde fel-
sefe ve o n u n meseleleriyle yabana atılamayacak derece-
de ciddi bir meşguliyeti vardır. Bilim dünyası felsefe ta-
rihinin araştırılmasına takdire şayan çaba ve e m e k sarf
etmektedir. Bunlar yararlı ve övgüye değer işlerdir ve
ancak en iyi yetenekler bunlar için t a t m i n edici derece-
de yeterlidir, özellikle bize büyük d ü ş ü n m e örneklerini
sunduklarında. Fakat büyük d ü ş ü n ü r l e r i n incelemeleri-
nin ve yazılarının yoğun araştırmasına yıllarımızı versek
bile, hâlâ bizim kendi k e n d i m i z e d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z ü n ,
hatta d ü ş ü n m e y i öğrenmeye hazır o l d u ğ u m u z u n güven-
cesi yoktur. Tam tersine, başka her şeyden daha fazla
felsefe ile meşguliyet bize bir t ü r l ü kaybolmayan şu, sü-

* (: eigentlich; asli (anlamında).)


** (: gleichgültig: lakayt kalınabilecek olan.)

50
D ü ş ü n m e k n e Demektir?

ı«- Kİî olarak "felsefe yaptığımız"dan ö t ü r ü düşünüyoruz,


yanılsamasını verebilir.
Böyle olsa bile, düşünceye çeken zamanımızda en çok
düşünce uyandıran, hâlâ d ü ş ü n m e d i ğ i m i z d i r önesürü-
ıııü tuhaf ve küstah görünmeye d e v a m eder. O nedenle
l)iı ö n e s ü r ü m ü ispat etmeliyiz. Hatta daha kabule şayan
olanı önce o n u açıklamaktır. Çünkü olabilir ki bir ispat
l.ılebi bu ö n e s ü r ü m ü n ne söylediğine yeteri kadar ışık
I utulur tutulmaz ortadan kalkar. Şunu der:
Düşünceye çağıran zamanımızda en çok düşünce
uyandıran, hâlâ düşünmediğimizdir.
Daha önce "düşünce uyandıran" tabirinin nasıl anla-
şılması gerektiğine işaret edilmişti. Düşünce uyandıran
bizi düşünmeye verendir. Daha yakından bakalım ve ba-
şından itibaren her bir sözcüğe kendi ağırlığını bıraka-
lım. Bazı şeyler kendi başlarına, deyiş yerindeyse, tabia-
lı icabı ve içsel olarak, bizi d ü ş ü n m e y e sevk eder. Bazı
şeyler bize onları d ü ş ü n m e k o n u s u y a p m a m ı z için, dü-
şünmeyle onlara doğru d ö n m e m i z için, onları düşünme-
miz için çağrıda bulunur.
Düşünce uyandıran, bizi d ü ş ü n m e y e sevk eden, o
halde, bizim belirlediğimiz bir şey, sadece bizim k u r u p
tesis ettiğimiz, sadece bizim önerdiğimiz bir şey değil.
Bizim ö n e s ü r ü m ü m ü z e göre, bizi k e n d i n d e n en fazla
düşünmeye sevk eden şey, en ç o k düşünce uyandıran
şey, şudur: Bizim hâlâ d ü ş ü n m ü y o r o l u ş u m u z .
Bu şimdi şu anlama gelir: Biz mahiyeti icabı özsel bir
anlamda d ü ş ü n ü l m e y i arzulayan ile hâlâ yüz yüze gel-
medik, henüz o n u n tesir ve nüfuzu altına girmedik.* Ga-
liba b u n u n nedeni biz insanların (bu) d ü ş ü n ü l m e y i arzu-
layana henüz yeteri kadar** y ü z ü m ü z ü d ö n m e m e m i z -
* (Ya da: ... nüfuz sahası içine girmedik.)
** (: hinreiclıend. Fiil f o r m u n d a aynı zamanda el v e r m e k , yetişmek,
erişmek, temas k u r m a k anlamlarına da gelir.)

51
I\ant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

dir. Eğer böyle ise, hâlâ düşünüyor o l m a m a m ı z , düşün-


mede sadece bir yavaşlık, bir gecikme ya da olsa olsa
insan hesabına bir ihmal olurdu. İnsana atfedilen bu
ağırdan almanın (bu yavaşlığın) uygun önlemlerle insana
mahsus bir şekilde ö n ü alınabilir (çaresi bulunabilir). İn-
san ihmalkârlığı bizi düşünmeye sevk ederdi, fakat an-
cak geçici olarak. Hâlâ d ü ş ü n m ü y o r o l u ş u m u z düşün-
meye çağıran o l u r d u elbette, fakat g ü n ü m ü z insanının
geçici ve onarılabilir (çaresi bulunabilir) d u r u m u olarak
bu, asla en fazla düşünce uyandıran mesele olarak ad-
landırılamaz. Yine de ona verdiğimiz isim b u d u r ve böy-
lelikle şunu kastederiz: Hâlâ d ü ş ü n m ü y o r oluşumuz, dü-
şünmeye çağıran hiçbir surette sadece henüz insanın
yüzünü, özü itibariyle üzerine d ü ş ü n ü l m e s i gereken ola-
rak kaldığı için kökeni ve mahiyeti icabı d ü ş ü n ü l m e y i is-
teyene yeteri kadar çevirmemesi nedeniyle değildir. Da-
ha çok, hâlâ d ü ş ü n m ü y o r o l u ş u m u z düşünülecek olanın
insandan yüz çevirmesi, uzun süre önce çevirmiş olma-
sından kaynaklanır.
Bir an evvel bu hadisenin ne zaman v u k u b u l d u ğ u n u
ö ğ r e n m e k isteriz. Hatta bundan da önce, daha da ısrar-
cı bir şekilde böyle bir hadiseyi imkânlar ölçüsünde na-
sıl bilebileceğimizi sorarız. Nihayet burada bekleyen so-
runlar, bir diğerini daha eklediğimizde, üzerimize h ü c u m
eder: aslında bizi düşünmeye sevk eden, tarih içerisin-
de belirlenebilecek herhangi bir zaman d i l i m i n d e insan-
dan yüz çevirmemiştir: t a m tersine, gerektiği gibi düşü-
nülmesi gereken, kendisini o şekilde tutar ki, başından
beri insandan yüz çevirmiştir.
Diğer taraftan, çağımızda insan her zaman başka bir
şekilde d ü ş ü n m ü ş t ü r ; aslında insan en t e m e l düşünce-
leri d ü ş ü n m ü ş ve bunları hafızaya e m a n e t etmiştir. Bu
şekilde düşünerek d ü ş ü n ü l m e s i gerekene bağlı kalmış
ve kalmaktadır. A m a yine de insan, d ü ş ü n ü l m e s i gere-

52
D ü ş ü n m e k Me D e m e k t i r ?

Ren geri çekildiği [kendisini esirgediği)* sürece gerektiği


gibi düşünmeye m u k t e d i r değildir.
Eğer biz, şimdi ve burada o l d u ğ u m u z gibi, boş ko-
nuşmanın içine çekilmeyeceksek, bu zamana kadar söy-
lenmiş her şeyin yekpare bir boş ö n e s ü r ü m l e r silsilesi
olduğu (iddiasını) reddetmeli ve ayrıca burada ortaya ko-
nulmuş olanın bilimsel bilgiyle hiçbir ilgisi olmadığını
ifade etmeliyiz.
Söylenmiş olana karşı böyle bir savunucu tavrın m ü m -
kün olduğu sürece s ü r d ü r ü l m e s i iyi olur; ancak böyle
bir tavırla, sayesinde içimizden birinin veya bir başkası-
nın düşünmeye sıçramada başarılı olabileceği bir hamle
için gerekli mesafeyi koruruz. Ç ü n k ü bu zamana kadar
söylenmiş olanın ve (bundan böyle) d e v a m edecek olan
bütün tartışmanın bilimsel bilgiyle hiçbir ilgisinin olma-
dığı, bilhassa tartışmanın kendisi bir d ü ş ü n m e olacaksa,
doğrudur. Bu d u r u m u n nedeni bilimin düşünmediği, dü-
şünemeyeceğinde yatar, ki bu o n u n m u t l u talihidir, bu
da kendi belirlenmiş y o l u n u n güvencesi anlamına gelir.
Bilim düşünmez. Bu sarsıcı bir ifade. Bırakalım sarsıcı
olsun, hatta ona, sözü d ö n d ü r ü p dolaştırmadan şu ilave
ifadeyi eklesek bile, b i l i m i n yine de her zaman kendi
tarzında düşünmeyle alakası vardır. B u n u n l a beraber
bu tarz, ancak d ü ş ü n m e ile bilimler arasında, k ö p r ü ku-
rulamaz b i ç i m d e yer alan u ç u r u m g ö r ü n ü r hale geldik-
ten sonra, hakiki ve dolayısıyla verimlidir. Burada köp-
rü y o k t u r , sadece sıçrama (vardır). O nedenledir ki bu-
gün insanların d ü ş ü n m e ile bilimler arasında rahat bir
alışveriş k u r d u k l a r ı b ü t ü n iğreti ve zoraki k ö p r ü l e r d e * *

* (: entziehen.)
** (: Eselsbriicke, "eşek köprüsü": yeniyetınelere skolastikte bir te-
o r e m i ve ispatlanmasını anlatmanın doğurduğu güçlük eşeklerin
k ö p r ü d e n geçirilmesiyle ilişkisi içerisinde verilirdi: pons asino-
ruin. )

53
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

zarar ziyandan başka bir şey yoktur. Bu sebepten ö t ü r ü


biz, bilimlerden yola çıkanlar, d ü ş ü n m e h a k k ı n d a sarsı-
cı ve tuhaf olana katlanmalıyız - d ü ş ü n m e y i öğrenmeye
hazır o l d u ğ u m u z u varsayarak. Öğrenmek demek, yaptı-
ğımız her şeyin bize özsel olarak seslenene cevap ver-
mesini sağlamaktır. B u n u yapabilmek için, yol üzerinde
(yola çıkmış) o l m a m ı z gerekir. Her şeyden evvel, düşün-
meyi öğrenmek için k o y u l d u ğ u m u z bu yolda kendi ken-
dimizi oyalayarak, bastıran (kendisini zorlayan) sorular-
dan aceleyle kaçmamalıyız,-* tam tersine hiçbir bulucu-
lukla bulunamayacak olanı arayan soruların içine bırak-
malıyız kendimizi. Bilhassa biz bugünün insanları, ancak
(öğrendiklerimizi) aynı zamanda ve daima unutursak öğ-
renebiliriz. Ö n ü m ü z d e k i meseleye tatbik edersek: dü-
şünmeyi, ancak geleneksel olarak d ü ş ü n m e ne idiyse
(ne olmuşsa) o n u k ö k l ü bir şekilde bilerek (isteyerek)
unutursak öğrenebiliriz. Bunu y a p m a k için aynı zaman-
da o n u bilmeye (öğrenmeye) başlamalıyız.
Dedik ki, insan henüz d ü ş ü n m ü y o r ve b u n u n nedeni
düşünülecek olanın o n d a n yüz çevirmesidir; hiçbir su-
rette yalnızca insanın d ü ş ü n ü l e c e k olana yeteri kadar
y ü z ü n ü d ö n m e m e s i n d e n değil.
Düşünülecek olan, insandan yüz çeviriyor. O, ondan
geri çekiliyor. Fakat başından itibaren kendisini geri çe-
ken bir şey hakkında nasıl en ufak bir şey bilebiliriz, hat-
ta ona nasıl bir isim verebiliriz? Geri çekilen her ne ise
erişilmeyi reddeder. Fakat kendini geri çekme hiç (değe-
rinde) bir şey değildir. Geri çekilme bir hadisedir. Doğru-
su geri çekilen, insanı, gözüne takılan (yoluna çıkan)**
ve kendisine d o k u n a n m e v c u t herhangi bir şeyden da-

* (Ya da: ...hedefimizden saparak kendisini zorlayan soruların yanın-


dan düşüncesizce geçip gitmemeliyiz).
** (: ...ve cezbedip icabında yolundan çıkaran...)

54
D ü ş ü n m e K Ne D e m e k t i r ?

ha asli b i ç i m d e ilgilendirir ve talepte b u l u n u r . Gerçek


(şimdi ve burada) olanın* tutsağı olmayı (cazibesine ka-
pılmayı), gerçek olanın gerçekliğinin k u r u c u unsuru ola-
rak görmeyi tercih ederiz. Me var ki gerçek olanın tutsa-
ğı o l m a k l a insan tam da k e n d i s i n i ilgilendiren ve kendi-
sine d o k u n a n d a n , kendisini geri çekişiyle her halde (dik-
katinden) esrarlı bir k a ç m a tarzı içinde o n a d o k u n a n d a n
m a h r u m kalabilir. Bu geri ç e k i l m e hadisesi b ü t ü n hali-
hazırda olanların içinde en halihazır olanı olabilir ve ger-
çek o l a n * * her şeyin gerçekliğini sınırsızca aşabilir.
Bizden kendini geri çeken geri çekilişiyle, h e m e n ar-
dından farkında olalım veya o l m a y a l ı m veya her ne şe-
kilde olursa olsun, bizi peşi sıra sürükler. Bir kez bu ge-
ri çekilmeye kapıldığımızda - h e r ne kadar g ö ç m e n kuş-
larınkinden o l d u k ç a farklı bir şekilde de o l s a - kendini
geri çekmesiyle bizi ç e k e n i n ç e k i m i n e yakalanırız. Bu
şekilde cezbedilerek bizi ç e k e n i n ç e k i m i n d e olduğu-
m u z d a ö z ü m ü z zaten bu "...e doğru ç e k i l m e " n i n damga-
sını taşır. Biz geri çekilenin ç e k i m i n d e y k e n bu kendini
geri çekene işaret e d e r i z . * * * Biz ne isek (veya her kim-
sek) bu doğrultuyu işaretle o oluruz - a r ı z i (sonradan
olan) bir eklenti gibi değil, fakat şu şekilde, bu "...e doğ-
ru ç e k i l m e " kendi başına geri çekilene asli ve o neden-
le sürekli bir işarettir, "...e doğru ç e k i l m e " d e m e k , ken-
dini geri çekene işaret e t m e k demektir.
İnsan bu ç e k i m içinde olduğu ölçüde kendisini geri
çekene işaret eder. O bu y ö n ü işaret ettiği için insan işa-
retçid/r. İnsan burada her şeyden önce insan, ardından
da arasıra işaret eden birisi de değildir. Hayır: Kendisini
geri çekene doğru çekildiğinde, ona doğru çekilip böyle-

* (: das VVirkliche; die Wirklichkeit.)


** (: aktüelle.)
* * * [onu akla getirir, ona delalet ederiz.)

55
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

bu sözcük geçmiş bir şeyin zihinsel bir temsilinin* salt psi-


kolojik olarak kanıtlanabilir m u h a f a z a yeteneğinden baş-
ka bir şey anlamına gelir. Hafıza d ü ş ü n ü l m ü ş bir şeyi dü-
şünür. Fakat Musalar'ın Anası'nın ismi olduğunda, "Hafı-
za" sadece düşünülebilir bir şeyin düşüncesi d e m e k de-
ğildir. Hafıza her yerde her şeyden önce düşünülmeyi ta-
lep edenin üzerine düşüncenin toplanmasıdır. Hafıza, ha-
tırlamanın** toplanmasıdır. O, güvenli biçimde muhafa-
za eder ve kendisinde saklanmış olanda, herhangi verili
bir zamanda, özsel olarak açılan, bizi varlığa sahip ve var-
lıkta o l m u ş olan olarak cezbeden (kendisine çeken] her
şeyde düşüncenin öncelikle yoğunlaştırılması gerekeni
(öncelikle düşünceye verilmesi icap edeni) muhafaza
eder. Hafıza, Musalar'ın Anası - d ü ş ü n ü l e c e k olanı düşün-
m e - * * * şiirin kaynağı ve temelidir. Şiir yazma, b u n u n
içindir ki kimi zaman geriye kaynağına doğru akan sudur,
yani hatırlama**** olarak düşünmeye doğru (yol alır). Şu-
rası kesin ki, mantığın bize düşünmenin ne olduğuna da-
ir kavrayış sunacağı görüşünü benimsediğimiz sürece, şi-
irleştirmenin her türünün, hatırlamaya (tahattura ve te-
zekküre) dayandığını hiçbir zaman düşünmeye m u k t e d i r
olamayacağız. Şiir, ancak hatırlayan (kökene doğru düşü-
n e n ) * * * * * düşünmeden fışkırır.

*(: die Vorstellung, tasavvur.)


**(: das Andenken, geriye doğru düşünme.)
***(: das Andenken, buradaki anlamıyla eski d i l i m i z d e k i " t e z e k k ü r "
sözcüğü kastedileni t a m olarak karşılar.)
****(Yani, düşünceyi geriye, kaynağa doğru toplama.)
**"**(: Andacht, sözcük bu formuyla, ki bu o n u n g ü n l ü k dildeki hali-
dir, ibadet anında yalvarış ve yakarıştaki vecdi dile getirir. An-
cak Heidegger sözcüğü bozar ve yukarıda geçen Andenkenl,
(prât. andachte) hatırlatacak tarzda An-dacht diye yazar. Dolayı-
sıyla bu d u r u m d a yukarıdaki ifade "...hatırlayan, kökene doğru
d ü ş ü n e n vecd halindeki düşünceden..." diye anlaşılmalıdır.)

58
D ü ş ü n m e k Ne Demektir?

N n e m o s y n e başlığı altında Hölderlin şunu söyler:

"Ein Zeichen sind wir, deutungslos..."


(Biz o k u n m a y a n bir işaretiz...)

Biz k i m ? Biz b u g ü n ü n insanları, uzun bir zamandan


beri süregelen ve uzun bir zaman daha sürecek olan, o
kadar u z u n ki tarihte hiçbir t a k v i m ölçüsünü veremez,
bugünün. Aynı şarkı, Mnemosyne, der ki: "Uzundur / Za-
m a n " - i ç i n d e y o r u m l a n m a m ı ş (tabir edilmemiş) bir işa-
ret o l d u ğ u m u z zaman. Ve bu, bir işaret, hatta yorumlan-
m a m ı ş bir işaret o l m a m ı z , d ü ş ü n m e y e yeterince kay-
naklık etmez mi? Şairin bu ve takip eden sözlerle söyle-
diği, en ç o k düşünce uyandıranın ne olduğunu, tam da
en ç o k düşünceye çağıran anımıza dair ö n e s ü r ü m ü n dü-
ş ü n m e y e çalıştığını bize göstermede bir pay sahibi ola-
bilir. Ve bu ö n e s ü r ü m , o n u uygun bir şekilde ele alma-
mız şartıyla şairin sözü üzerine bir ışık tutabilir; b u n a
karşılık Hölderlin'in sözü de, bir şiirleştirmeye ait oldu-
ğ u n d a n dolayı, bizi daha büyük bir çağrıyla ve o neden-
le daha b ü y ü k bir ç e k i m gücüyle, en ç o k düşünce uyan-
dıranı düşünceyle izleyen bir d ü ş ü n m e yolu üzerine ça-
ğırır. Böyle olsa bile, Hölderlin'in sözlerine bu gönder-
m e n i n hangi amaca h i z m e t edeceği düşünülerek yapıl-
dığı henüz karanlıktır. Biı d ü ş ü n m e çabasıyla hangi hak-
la bir şairi, özellikle bu şairi zikrettiğimiz hâlâ bir soru
olarak kalır. Aynı zamanda şiirsel olana göndermemizin
hangi t e m e l üzerinde ve hangi sınırlar dahilinde kalma-
sı gerektiği de açığa kavuşmaz.

59
Bu ders dizileriyle d ü ş ü n m e y i öğrenmeyi deneyece-
ğiz.* Yol uzundur. A n c a k birkaç a d ı m atmayı göze alabi-
liriz. Eğer her şey y o l u n d a giderse, bunlar bizi, düşün-
m e n i n yamacına götürecektir. Fakat bunlar bizi, daha
ilerisi için, ancak sıçramanın y a r d ı m edeceği noktaya
erişmek için keşfetmemiz gereken yerlere götürecektir-
Ancak sıçrama bizi d ü ş ü n m e n i n yerleşim merkezine gö-
türür. Dolayısıyla başta bu sıçrama için birkaç hazırlık
talimi (temrini) yapacağız, her ne kadar h e m e n ona dik-
kat etmesek ve gereksinim duymasak da.
Bir şeyden diğerine farkında olmaksızın ilerlediğimiz
ve her şeyin aynı kaldığı istikrarlı bir ilerlemeden farklı
olarak sıçrama bizi birdenbire, her şeyin farklı olduğu,
h e m de bize yabancı gelecek kadar farklı göründüğü bir
yere alır götürür. Dik ve sarp d e m e k derin bir yarığın ağ-
zını işaret eden ani saf bir iniş veya yükseliş demektir'
Her ne kadar böyle bir sıçramayla d ü ş ü p yüzüstü kapak-
lanmasak da, sıçramanın bizi alıp götürdüğü şey şaşırta-
cak (bozguna u ğ r a t a c a k t ı r .
O halde bizi şaşırtıp (bozguna uğratacak) olanı daha
başından dikkate almamız t a m a m e n yerindedir. Fakat ya-
bancılığın tek nedeni, siz dinleyicilerin yeterince yakından
dinlemiyor olmanız olsaydı, hiçbir şey yolunda gitmezdi.
Eğer d u r u m böyle olsaydı, meselenin kendisinde bulunan
yabancılığı tamamen göz ardı e t m e k zorunda kalırdınız.
Düşünme meselesi her zaman şaşırtıcıdır, önyargıdan
kurtulduğumuz ölçüde bu daha da fazla böyledir. Önyar-

* Was heisst Denken?, Stundenübergânge von I zu II.


Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

gıdan kurtulmak için, dinlemeye hazır ve istekli olmalıyız.


t
Böyle bir hazır oluş, her türlü alışıldık görüşün oluşturdu-
ğu sınırları aşmamıza ve daha açık bir alana erişmemize
izin verir. Böyle bir hazır oluşu yüreklendirmek için bura-
da, aynı zamanda takip edecek t ü m dersler için de geçer-
li olacak, bazı ara düşüncelere yer vereceğim.
Düşünme hakkında işittiğimizi, bilhassa tartışma konu-
su doğrudan bilimle ilgili ise, yanlış anlama tehlikesi üni-
versitelerde özellikle daha büyüktür. Bizi, bilimsel çalış-
ma amaçlı araştırma ve eğitim kurumlarından daha güçlü
bir şekilde kafa patlatmaya zorlayan bir yer var mıdır?
Şimdi, sanat ve bilimlerin birbirinden bütünüyle farklı ol-
duğunu herkes kayıtsız şartsız kabul eder, h e r ' n e kadar
alışılmış konuşmalarda hâlâ birlikte zikrediliyor olsalar
da. Fakat eğer d ü ş ü n m e ve bilimler arasında bir ayrım ya-
pılır ve bu ikisi birbiriyle karşılaştırılacak olursa, bu doğ-
rudan doğruya bilimin kötülenmesi (veya bir bilim yergisi)
olarak düşünülür. Hatta d ü ş ü n m e n i n bilimlere karşı düş-
manca tutumlar geliştirebileceği ve bilimsel çalışmanın
ciddiyetini gölgeleyip neşesini kaçırabileceği yolunda kor-
ku bile vardır.
Fakat bu korkular doğrulanmış olsa bile, ki kesinlikle
doğru değildir, bilimsel eğitime hizmet eden p l a t f o r m u n
tam üzerinde bilime karşı bir t u t u m a l m a k hem incelik-
ten h e m de zevkten y o k s u n olurdu. Burada her türlü po-
lemiği önlemesi gereken sadece inceliktir. Fakat b u n u n
yanı sıra bir başka düşünce daha vardır. Polemiğin her
türü daha başından d ü ş ü n m e tavrını t a k ı n m a k t a başarı-
sız kalır. D ü ş ü n m e n i n k i bir hasmın rolü değildir. Düşün-
me, ancak bir mesele için konuşan her ne ise onu takip
ederken düşünmedir. Burada savunma mahiyetinde söy-
lenen her şey her zaman yalnız meseleyi k o r u m a niyeti-
ni güder. Yolumuz üzerinde b i l i m l e r d e n söz ederken,

62
D ü ş ü n m e k Ne D e m e k t i r ?

onlara karşı değil, fakat onlar için, onların özüyle ilgili


açıklık için k o n u ş u y o r olacağız. Sadece bu bilimlerin
kendi başlarına kesin m a n a d a zaruri o l d u k l a r ı yönünde-
ki kanaatimizi üstü ö r t ü l ü olarak ifade eder. Bununla be-
raber onların özleri b u g ü n hâlâ üniversitelerimizin safi-
yane b i ç i m d e o l d u k l a r ı n ı d ü ş ü n d ü k l e r i n d e n açıkça fark-
lı türdendir. Her halükârda, hâlâ şu kışkırtıcı d u r u m l a ,
b u g ü n ü n bilimlerinin başka bir yere değil, m o d e r n tek-
n o l o j i n i n ö z ü n ü n alanına ait olduğuyla, karşılaşmaktan
korkar görünüyoruz. Dikkat buyurulsun, sadece "tekno-
lojiye" değil, " t e k n o l o j i n i n ö z ü n ü n alanına" diyorum.
Modern bilimin ö z ü n ü hâlâ bir sis tabakası çevrelemek-
te. B u n u n l a beraber bu sis tabakası, bilimler alanında
m ü n f e r i t araştırmacı ve uzmanlarca üretilmiş değildir.
O, hiçbir şekilde insanın eseri değildir. O en ç o k düşün-
ce uyandıranın bizim - s i z e konuşan ben, herkesten ön-
ce ben d a h i l - hiçbirimizin hâlâ d ü ş ü n m ü y o r olması ala-
n ı n d a n yükselir.
B u n u n içindir ki b u r a d a d ü ş ü n m e y i öğrenmeye çalışı-
yoruz. Hepimiz beraberce yoldayız ve bir diğerimize ser-
zenişte bulunmuyoruz. Öğrenmek d e m e k , yaptığımız
her şeyin, bizi özsel olarak çağıran neyse o n a cevap ver-
mesini sağlamaktır. Özsel olanın t ü r ü n e ve bize içinden
sesini duyurduğu alana göre, verilen karşılık ve o n u n l a
birlikte ö ğ r e n m e n i n t ü r ü değişir.
Bir marangoz çırağı, ahşap dolap ve benzeri şeyler
yapmayı öğrenen birisi, (burada bizim için] bir ö r n e k iş-
levi görür. O n u n öğrenmesi sadece, aletlerin kullanılma-
sında maharet kazanmak için uygulamadan ibaret değil-
dir. Yapacağı şeylerin alışıldık biçimleriyle ilgili bilgi top-
lamaktan da ibaret değildir. Eğer o gerçek bir marangoz
olacaksa, her şeyden önce kendisini farklı ağaç türleri-
ne ve ağacın içerisinde uyuklayan biçimlere, ö z ü n ü n

63
K a n t - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

t ü m gizli zenginlikleriyle insanın barınmasına dahil oldu-


ğu* kadarıyla ağaca (ahşaba) cevap ve karşılık verir ha-
le getirir. Esasen, b ü t ü n zanaati besleyen de ağaca bu
bağlılık (yakınlık)tır. Bu yakınlık o l m a d a n bu zanaat asla
boş bir meşgaleden öteye gidemez; o n u n l a uğraşma yal-
nız iş icaplarıyla belirlenecektir. Her el sanatı, her türlü
insani alışveriş sürekli olarak bu tehlike içindedir. Dü-
ş ü n m e bu tehlikeden ne kadar m u a f ise şiir yazma da o
kadar muaftır.
Marangoz çırağının, öğrenirken, ağaç ve ağaç eşyala-
ra karşılık verecek bir noktaya gelip gelmemesi, aşikâr
ki çırağa bu tür meseleleri öğretebilecek birisinin mev-
cudiyetine (nezaretine) bağlıdır.
Doğru. Öğretme öğrenmeden daha da güçtür. Bunu bi-
liyoruz; fakat nadiren b u n u n üzerine düşünüyoruz. Peki
öğretme öğrenmeden niçin daha güçtür? Öğretmenin da-
ha geniş bir bilgi birikimine sahip olması ve o n u her za-
man hazır tutması gerektiğinden dolayı değil. Öğretme
öğrenmeden daha güçtür, ç ü n k ü öğretmek demek, öğ-
renmeye izin v e r m e k demektir.** Gerçekten de hakiki
öğretmen - ö ğ r e n m e d e n başka hiçbir şeyin öğrenilmesi-
ne izin vermez. Dolayısıyla o n u n tavrı sık sık gerçekte on-
dan hiçbir şey öğrenmediğimiz izlenimini doğurur, eğer
"öğrenme" ile (uzun boylu düşünmeksizin) bir çırpıda,
sadece yararlı bilginin elde edilmesini anlıyorsak. Öğret-
m e n sadece şu b a k ı m d a n çıraklarının ilerisindedir, o n u n
onlardan çok daha fazla öğreneceği vardır: O, onların öğ-
renmelerine izin verme(yi ö ğ r e n m e l i d i r . Öğretmen çırak-
lardan daha fazla öğretilebilme kabiliyetine sahip olmalı-

* (Ya da: Barınmasının parçası haline geldiği kadarıyla).


** (: Cümle heissen fiilinin özelliği nedeniyle aynı zamanda " ç ü n k ü
öğretmek öğrenmeye izin vermeyi gerekli kılar, ona ihtiyaç duyar"
diye de anlaşılmalıdır.)

64
D ü ş ü n m e k Ne D e m e k t i r ?

dır. Öğretmen, malzemesinden, öğrenenlerin kendi mal-


zemesinden olduğundan daha az emindir. Eğer öğret-
men ile öğrenenler arasındaki ilişki gerçekten hakiki (bir
ilişki) ise, o n d a çok bilmişliğin otoritesine ya da resmi gö-
revlinin buyurgan hâkimiyetine asla yer yoktur. O halde
bir öğretmen o l m a k hâlâ yüce (ulvi) bir meseledir, ki ün-
lü bir profesör olmaktan t a m a m e n başka bir şeydir. Bu-
gün artık hiç kimsenin öğretmen olmayı istememesi, her
şey aşağıya doğru giderken (tereddi ederken) ve aşağı-
dan yukarıya doğru derecelenirken, sözgelimi iş (gerekle-
rinden) hareketle, m u h t e m e l e n meselenin artık rakımın-
dan dolayı iyice erişilmesi güç hale gelmesinden ötürü-
dür. Galiba bu isteksizlik de bizi düşünmeye sevk eden
en çok d ü ş ü n m e uyandıran ile bağ(lantı)lıdır. Şayet bu
dersler boyunca gerçekten öğrenme hasıl olacaksa -göz-
lerimizi öğreten ile öğretilen arasındaki gerçek bağa çe-
virip üzerinden bir an olsun ayırmamalıyız.
Düşünmeyi öğrenmeye çalışıyoruz. Belki düşünme de
bir ahşap dolap yapmak gibi bir şeydir. Her halükârda bir
zanaat (maharet), bir "el sanatı"dır. Elin başlı başına özel
bir hususiyeti vardır. Yaygın görüşe göre, el bedensel or-
ganizmamızın bir parçasıdır. Fakat elin özü onun kavra-
yabilen bir uzuv olmasıyla asla belirlenemez veya açıkla-
namaz. Maymunların da kavrayabilen uzuvları vardır, fa-
kat onların elleri yoktur. El bütün kavrayan uzuvlardan;
pençe, pençe tırnağı, (sürüngen veya köpeklerdeki) kes-
kin yakalama dişi sınırsız derecede, (aradaki) bir öz uçu-
rumuyla farklıdır. Ancak konuşabilen, yani düşünebilen
bir canlı, ellere sahip olabilir ve elle el sanatı işlerini ya-
pabilir.
Fakat elin mahareti (sanatı) genellikle bizim düşündü-
ğ ü m ü z d e n daha zengindir. El sadece kavrayıp yakala-
maz ya da itip çekmez. El uzanır ve açılır, kabul eder ve

65
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

(içtenlikle) karşılar ve sadece şeyleri değil, el başkaları-


nın ellerine uzanır ve kendi (hoş) karşılanışını kabul
eder. El tutar. El taşır. El işaretler,* m u h t e m e l e n insan
bir işaret olduğu için. İki el bir olur, insanı b ü y ü k birliğe
taşımak anlamına gelen bir jest. El b ü t ü n bunlardır ve
bu gerçek el sanatıdır. Her şeyin k ö k ü burada, genellik-
le el sanatı diye bilinende gizlidir ve genellikle biz daha
ileri gitmeyiz. Fakat elin anlam y ü k l ü hareketleri** en
kusursuz saflıkları içinde, tam da insan susarak konu-
ş u r k e n , * * * dille her yere nüfuz eder. İnsan, ancak konu-
şurken düşünür; metafiziğin hâlâ inandığı gibi, başka
türlü değil. İşlerinin her birinde elin her hareketi kendi-
sini d ü ş ü n m e unsuruyla s ü r d ü r ü r , * * * * elin her taşıması
kendisini bu unsurda taşır. Elin b ü t ü n işleri d ü ş ü n m e d e
kökleşir. Dolayısıyla d ü ş ü n m e n i n kendisi, eğer zaman
zaman (olduğu gibi) gereğince yerine getirilecekse, insa-
nın en basit ve bu sebepten ö t ü r ü en zor el sanatıdır.
Düşünmeyi öğrenmeliyiz, çünkü düşünebilir olmamız
ve hatta onun için y e t e n e k l i * * * * * olmamız, düşünmeye
ımuktedirliğimizin güvencesi değildir. Muktedir o l m a k için
başka her şeyden evvel, kendisini düşünmeye gönderene
(düşünmeye seslenenene) karşı eğilimli olmalıyız. Bu
(doğrudan) kendisinden düşünmeye sevk edendir. Bize
bu bağışı, hakiki şekilde düşünülmesi gerekenin bağışını
bahşeden, bizim en çok düşünce uyandıran dediğimizdir.

* (: zeichnen: dolayısıyla aynı zamanda göstermek, tasarlamak,


yani resmini, taslağını çizmek veya m o d e l i n i ç ı k a r m a k olarak
da anlaşılmalıdır.)
** (: die Gebârde.)
*** (bkz. Varlık ve Zaman, I, 5, § 34.)
* * * * (Ya da: ...işlerinin her birinde elin her hareketi d ü ş ü n m e unsu-
ruyla icra edilir, yerine getirilir.)
***** (: die Begabung; k ö k ü n d e k i vermek, bahşetmek, ihsan etmek:
geben fiiline dayanarak bir " m e v h i b e " a n l a m ı n d a "... bize ba-
ğışlanmış olması..." olarak anlaşılmalı.)

66
D ü ş ü n m e k Ne Demektir?

En çok düşünce uyandıranın ne olabileceğiyle ilgili


soruya cevabımız, şu ö n e s ü r ü m d ü r : Düşünceye davet
eden zamanımız için en çok düşünce uyandıran bizim
hâlâ düşünüyor o l m a m a m ı z d ı r .
B u n u n nedeni asla sadece ya da öncelikle, biz insan-
ların hakiki anlamda d ü ş ü n m e y e sevk edene yeterince
y ü z ü m ü z ü d ö n m e m e m i z değildir; sebep bu en çok dü-
şünce uyandıranın bizden yüz çevirmesi, doğrusu uzun
bir zamandır insandan yüz çevirmiş olmasıdır.
Ve insandan bu tarzda kendisini geri çeken, kendi kı-
yas kabul etmez yakınlığını koruyup geliştirir.
Kendisini (bu şekilde) geri çekene bağlanıp (da o n a
kapılınca), geri çekilene, o n u n ç e k i m i n i n (talebinin) mu-
a m m a l ı ve bu yüzden d o l a m b a ç l ı yakınlığına sokuluruz.
Her ne zaman ki insan bu yola gerektiği gibi koyulursa
d ü ş ü n ü y o r d u r , hatta geri çekilenden hâlâ ç o k uzakta ol-
sa bile, geri çekilme her z a m a n k i kadar ö r t ü k kalıyor ol-
sa bile. Bütün hayatı boyunca, hatta ö l ü m anında bile,
Sokrates kendisini bu ç e k i m i n cereyanına b ı r a k m a k t a n
ve kendisini o n u n içinde t u t m a k t a n başka bir şey yap-
madı. O, b u n u n için Batı'nın en saf d ü ş ü n ü r ü d ü r . Bu-
nun için bir şey yazmamıştır. Ç ü n k ü düşünce doluluğu-
nu yazıya d ö k m e y e başlayan birisi kaçınılmaz olarak
kendileri için çok güçlü olan ç e k i m d e n (cereyandan) sı-
ğınak aramak için koşup duran insanlara benzer. Sokra-
tes'ten sonra neden b ü t ü n büyük Batılı düşünürlerin,
b ü t ü n büyüklüklerine rağmen, bu türden kaçaklar ol-
m a k zorunda kaldığının sırrını şimdiye dek gizli kalmış
bir tarih hâlâ muhafaza etmektedir. Düşünme (yazılı)
edebiyatın bir parçası oldu. Ve edebiyat Batı b i l i m i n i n
akıbetini (kaderini) belirledi, ki Ortaçağın doctrinası yo-
luyla m o d e r n zamanların scientası oldu. Bu şekilde bü-
tün bilimler felsefenin döl yatağından iki biçimde türedi-
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

ler. Bilimler ondan ayrılmak zorunda olduklarından fel-


sefeden türediler. Ve ş i m d i birbirlerinden o kadar ayrıl-
dılar ki, bir daha bilimler kendi güçleriyle geriye fırladık-
ları kaynağa asla sıçrama yapamazlar. Bundan böyle on-
ları, ancak d ü ş ü n m e n i n bulabileceği bir öz alanına geri
gönderilirler (iade edilirler), yeter ki d ü ş ü n m e kendine
düşeni yapacak kudrette olsun.
İnsan kendisini geri çekene doğru çekilirken (onun
yakınlığına doğru sokulurken), geri çekileni işaret eder.
Biz bu suretle çekilirken bir işaretiz. Fakat o zaman, ko-
nuştuğumuz dile çevrilmemiş, henüz çevrilmemiş, bir
şeyi gösteriyoruz (işaret ediyoruz). O, tabir edilmemiş
olarak kalır. Biz y o r u m l a n m a m ı ş bir işaretiz.
"Mnemosyne" şarkısının taslağında Hölderlin şöyle der:

"Ein Zeichen sind wir, deutungslos,


Schmerzlos sind wir, und haben fast
Die Sprache in der Fremde verloren."

(Biz o k u n m a y a n bir işaretiz.


Acı hissetmiyoruz, kaybettik neredeyse
Yabancı diyarlarda dilimizi.)

Ve böylelikle d ü ş ü n m e y e doğru ilerleyen y o l u m u z d a


şiirleştirilmiş bir söz işitiyoruz. Fakat d ü ş ü n m e çabamı-
zın hangi amaçla ve hakla ve hangi temele dayanarak ve
hangi sınırlar dahilinde, bu şairin şiiri bir tarafa, kendisi-
ni şiir(leştirmey)Ie bir diyaloğa sokmaya izin verdiği so-
rusunu, kaçınılması imkânsız olan bu soruyu, kendimi-
zi, ancak d ü ş ü n m e y o l u n a soktuktan sonra ele alabiliriz.

68
DÜŞÜNMEYE ÇAĞIRAN NEDİR?

Düşünmek ne demektir?** Soru işitildiğinde kulağa


belirsizlikten uzak gelmekte. Açık (ve anlaşılır) görünmek-
te. Fakat k ü ç ü k bir d ü ş ü n m e bile: tek a n l a m d a n daha
fazlasına sahip o l d u ğ u n u göstermekte. Daha soruyu so-
rar sormaz iki anlam arasında bocalamaya başlıyoruz.
Gerçekten de s o r u n u n muğlaklığı daha ileri bir hazırlık
olmaksızın cevap ileri sürmeye d ö n ü k her çabayı engel-
lemekte.
O halde bu muğlaklığı açıklığa kavuşturmalıyız. "Dü-
ş ü n m e k ne demektir?" s o r u s u n u n muğlaklığı o n u n bir-
kaç m ü m k ü n ele a l ı n m a tarzını içinde saklamakta. Bu
dersin ilerleyen aşamasında s o r u n u n sorulabileceği dört
tarzı öne çıkarabiliriz.
" D ü ş ü n m e k ne d e m e k t i r ? " ilk olarak ve öncelikle şu-
nu söyler: " D ü ş ü n m e " dediğimiz nedir, (bu sözcük ne
anlama gelmektedir)? Kendisine " d ü ş ü n m e " adını verdi-
ğimiz nedir?
" D ü ş ü n m e k ne d e m e k t i r ? " ikinci olarak şunu da söy-
ler: Geleneksel öğreti bizim d ü ş ü n m e adını verdiğimiz
şeyi nasıl anlar ve tanımlar? İki bin beş yüz yıldan beri
d ü ş ü n m e n i n temel ayırt edici özelliği olarak kabul edile-

* Was heisst Denken? Zvveiter Teil.


** (: Was heisst Denken? Aşağıda yapılacak açıklamalar heissen fiili-
nin yukarıda işaret edilmiş ç o k anlamlılığına dayanmaktadır. Bunu
T ü r k ç e ' d e k o r u m a k m ü m k ü n değildir.)

69
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

gelen nedir? Geleneksel d ü ş ü n m e öğretisi n e d e n şu il-


ginç "mantık" ismini taşır?
"Düşünmek ne demektir?" ayrıca, ü ç ü n c ü olarak şu-
nu söyler: Tam hakkıyla düşünebiliyor o l m a m ı z için ihti-
yaç duyduğumuz (ön koşullar) nelerdir? Her defasında
düşünmeyi tam anlamıyla yerine g e t i r e b i l m e m i z için biz-
den istenen nedir?
"Düşünmek ne demektir?" d ö r d ü n c ü ve son olarak
şunu söyler: Bizi düşünmeye çağıran, deyiş yerindeyse,
bize düşünmeyi emreden nedir? Bizi alıp düşünmeye
götüren nedir?
Bunlar soruyu sorabileceğimiz ve uygun bir çözümle-
meyle bir cevaba yaklaşabileceğimiz dört yoldur. Soru-
nun bu dört sorulma tarzı ü s t ü n k ö r ü biraraya getirilme-
miştir. Hepsi birbiriyle karşılıklı olarak bağlantılıdır. Do-
layısıyla soruyla ilgili rahatsız edici olan, m ü m k ü n an-
lamlarının çokluğundan ziyade, (sorunun soruluşunun)
bu dört tarzın(ın) hepsinin tek bir anlamı işaret ediyor ol-
masında yatar. Bu dört tarzdan yalnızca b i r i n i n doğru,
kalanların çürük ve geçici olduklarının ispatının yapılıp
yapılamayacağını; yahut bunların hepsi bir o l u p bir diğe-
riyle örtüştüğünden dolayı, d ö r d ü n ü n de aynı derecede
gerekli olup olmadığını düşünmeliyiz. Fakat nasıl ve
hangi birlikle birleşecekler? Tıpkı dört duvar üzerine bir
çatı gibi, dört tarzın çokluğuna bir beşinci parça olarak
birlik mi ilave edilecek? Yahut s o r u n u n soruluşunun
dört tarzından biri ön plana çıkar (ya da önceliği alır) mı?
Bu öncelik soru k ü m e s i içerisinde bir hiyerarşi (sırala-
ma) kurar mı? Bu hiyerarşi bu dört tarzın birbiriyle eşgü-
dümlendiği, ama yine de tayin edici (belirleyici) olana
boyun eğdiği bir yapı sergiler mi?
"Düşünmek ne demektir?" sorusunun sorulabileceği
daha önce zikrettiğimiz dört tarz, birbirinden bağımsız

70
D ü ş ü n m e y e Çağıran Nedir?

ve irtibatsız yan yana durmazlar. Bunlar bu dört yoldan


birinin buyurduğu bir birlikle birbirlerine attirler. Bunun-
la beraber, b u n u n nasıl o l u p da böyle o l d u ğ u n u n ayırdı-
na varacaksak yavaş yavaş ve t e m k i n l e ilerlemeliyiz. O
nedenle tecrübemize ilk bakışta sadece bir ö n e s ü r ü m
olarak kalan bir ifadeyle başlamalıyız:
Dördüncü aşamada kaydettiğimiz s o r u n u n anlamı bi-
ze öncelikle s o r u n u n tayin edici b i ç i m d e nasıl sorulma-
sı gerektiğini (bizden nasıl bir s o r m a tarzı beklediğini)
söyler: "Düşünmeye ne çağırır?"* Hakkıyla anlaşıldığın-
da soru, bize d ü ş ü n m e y e girişmeyi e m r e d e n i n , bizi dü-
şünmeye çağıranın ne o l d u ğ u n u sorar. "Bizi d ü ş ü n m e y e
çağıran nedir?"** (sorusunda sözcüklerin sıralanımıyla
oluşan) ifade tarzı hiç kuşkusuz bünyesinde " D ü ş ü n m e
tabiri bizim için ne a n l a m a gelir?"den daha fazlasını ba-
rındıramaz. Fakat soru gerektiği gibi sorulduğunda, "Bi-
zi düşünmeye çağıran nedir?" başka bir şey daha ifade
eder. "Biz" -e halinde değil (Dativus), bilakis -i halinde
(Akkusativus) olarak anlaşılır. Bizi düşünmeye sevk
eden, bize d ü ş ü n m e için buyruklar veren nedir?
Dolayısıyla soru her bir d u r u m d a ve belli bir meseley-
le ilgili olarak bizi d ü ş ü n m e y e sevk eden (bizde düşün-
me g ü d ü s ü n ü uyandıran) nedir diye mi sormaktadır? Ha-
yır. Bizi düşünmeye sevk e d e n d e n gelen buyruklar biri-
sini sadece düşünmeye sevk eden belli bir g ü d ü d e n çok
daha fazlasıdır.
Bizi düşünmeye sevk eden öyle bir tarzda buyruklar
verir ki o n u n b u y r u ğ u n u n yardımıyla biz önce düşünme-
ye m u k t e d i r oluruz ve böylelikle düşünürler olarak var

* (Soru yine aynı sorudur. Eğer T ü r k ç e ' d e k i çağırmak fiili özellikle


edilgen çatıda bir şeye isim olmak anlamını korusaydı, bu güçlük
bir ölçüde giderilebilirdi.)
** (: Was heijit uns denken?)

71
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

oluruz. " D ü ş ü n m e k ne demeKtir?" sorusu: "Bizi düşün-


meye ne çağırır?" a n l a m ı n d a yaygın anlayışa yabancıdır.
FaKat "DüşünmeK ne demeKtir?" s o r u s u n u n Kendisini
ilK baKışta gayet m a s u m göstermesini Küçümseyip geç-
meye çoK daha az haKKımız vardır. İşitildiğinde, düşün-
me gibi bir şeyden söz ederKen, Kulağa güya ne a n l a m a
geldiğiyle ilgili sadece daha Kesin bilgi talep eden bir so-
ru gibi gelmeKtedir sanKi ve biz o n u farKında olmaKsızın
sanKi bu şeKilde Kabul ediyoruz. D ü ş ü n m e burada baş-
Ka herhangi bir şey gibi ele alınabileceK bir t e m a olaraK
görünmeKtedir. Dolayısıyla d ü ş ü n m e bir araştırmanın
Konusu haline gelmeKtedir. Araştırma insanda vuKu bu-
lan bir süreci düşünür.* İnsan bu süreçte özel bir yer
alır, çünKü d ü ş ü n m e y i gerçeKleştirir. Yine de bu olgu,
yani insanın doğal olaraK d ü ş ü n m e n i n gerçeKleştiricisi
oluşu, d ü ş ü n m e araştırmasını daha fazla ilgilendirmez
[böyle bir ilgilenmeyi gereKtirmez). Olgu Kendiliğinden
anlaşılır. Konu dışı o l m a s ı nedeniyle d ü ş ü n m e üzerine
tefeKKürümüzün dışında bıraKılabilir. Öyle de olması ge-
reKir. ÇünKü düşüncenin yasaları her şeye rağmen teK
başına d ü ş ü n m e e d i m i n i gerçeKleştiren Kimseden ba-
ğımsız olaraK geçerlidir.
FaKat "Bizi d ü ş ü n m e y e çağıran nedir?" sorusu her
şeyden önce bizi d ü ş ü n m e y e sevK edenin ne o l d u ğ u n u
soruyorsa, o zaman bizi, ö z ü m ü z ü çağırdığından dolayı
bizi (derin bir şeKilde) alaKadar eden bir şeyi soruyoruz
(talep ediyoruz) demeKtir. "DüşünmeK ne demeKtir?"**
s o r u s u n u n doğrudan doğruya hitap ettiği bizzat biziz.

* (Buradaki ' d ü ş ü n m e ' m e t n i n t e m e l teması olan denken a n l a m ı n d a


' d ü ş ü n m e ' değil, b a k m a k , seyretmek, tetkik e t m e k , y o k l a m a k , te-
lakki e t m e k anlamlarına gelen betrachten'dır.)
** (Burada her iki anlam da d ü ş ü n ü l m e l i ; biraz zorlayarak da olsa bu
çift anlamlılık belki şu şekilde ifade edilebilir: " D ü ş ü n m e diye çağ-
rılan nedir?", "Düşünmeye çağıran nedir?")

72
D ü ş ü n m e y e Çağıran Nedir?

Bizzat biz s o r u n u n m e t n i n d e ve örgüsündeyiz. "Bizi dü-


şünmeye çağıran nedir?" sorusu bizi zaten bahis Konu-
su meseleye çeKmiş (sürüKlemiş) oldu. Biz Kendimiz so-
ruya, sözcüğün Kati anlamında, soru tarafından Konulu-
yoruz. "Bizi d ü ş ü n m e y e çağıran nedir?" sorusu tıpKı ça-
Kan bir şimşeK gibi bizi d o ğ r u d a n doğruya çarpar. Bu şe-
Kilde sorulduğunda, " D ü ş ü n m e y e çağıran nedir?" soru-
su bilimsel bir p r o b l e m tarzında, sadece bir objeyle uğ-
raşmaKtan daha fazlasını yapar.
S o r u n u n bize garip gelen bu diğer ifade tarzı aşağıda-
Ki doğrudan itiraza açıKtır. "DüşünmeK nedir?" sorusu-
nun bu yeni anlamı ("Düşünmeye çağıran nedir?") bura-
da işittiğinde veya oKuduğunda h e m e n herKesin ona
yüKleyeceğinden b ü t ü n ü y l e farKlı bir a n l a m ı n soruya
Keyfi b i ç i m d e zorlanmasıyla elde edilmiştir. Bu hile Ko-
layca açığa çıKartıIır. AçıK Ki b u sadece SÖZCÜK o y u n u n a
dayanmaKtadır. Ve o y u n u n Kurbanı, s o r u n u n fiili olaraK,
"DüşünmeK ne demeKtir?" c ü m l e s i n i ayaKta tutan söz-
cüKtür. "ÇağırmaK" fiiliyle oynuyoruz.
Sözgelimi birisi sorabilir: Tepenin üzerindeKi Köye ne
diyorsunuz? (Köyü ne diye çağırıyorsunuz?) Köyün ismi-
ni öğrenmeK istiyoruz. Yahut şu da sorulur: "Çocuğa ne
diyeceğiz?" (onu diye çağıracağız?) Der Ki: O hangi ismi
taşıyacaK? "ÇağırmaK" [heifien] demeK: b u anlamda is-
mi olmaK ve isim vermeK demeKtir. Şu halde "Düşün-
meK ne demeKtir?" demeK, " d ü ş ü n m e " ismini almış sü-
reç haKKında ne tür bir fiKir oluşturmalıyız demeKtir. So-
rudan anladığımız, eğer o n u basitçe ve doğal olaraK ala-
caK olursaK, budur.
FaKat eğer soruyu bizi d ü ş ü n m e y e sevK edenin ne ol-
d u ğ u n u sormaK anlamıyla duyacaK olursaK, Kendimizi
birdenbire "çağırmaK" fiilini bize yabancı gelen veya en
azından artıK aşina gelmeyen bir anlam içerisinde Kabul
etmeye zorlanmış buluruz.

73
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

Şimdi "heiJ3en" sözcüğünü çağırmak, talep etmek, ta-


lim(at) vermek, sevk e t m e k fiilleriyle yaklaşık olarak ye-
niden anlatılabilecek bir anlamda kullanmaya zorlanıyo-
ruz. Y o l u m u z d a olan birisini yol vermeye, alan açmaya
çağırıyoruz (davet ediyoruz). Fakat bu "çağrı" zorunlu
olarak talebi ve elbette buyurmayı i m a etmez; daha çok,
bizim çağrımızla çağrılana erişmemizi sağlayan şeye
uzanıcı (öngörüsel) bir el uzatmayı* i m a eder.
En geniş anlamda "çağırmak" demek: harekete geçir-
mek, bir şeyi yola k o y m a k demektir, ki nazikâne ve o
nedenle göze çarpmaz bir tarzda** yapılabilir ve aslında
bu tarzda en kolay şekilde yapılır. Yeni Ahit, Matta
8 : 1 8 ' d e şunu okuruz: "Videns autem Jesus turbas mul-
tas circuın se, iussit ire trans fretum." (Fakat etrafında
büyük bir kalabalık görerek, Mesih onlara denizi geçme-
lerini 'buyurdu'.) Luther (bu cümleyi), "Und da Jesus vi-
el Volks um sich sah, hies er hinüber jenseit des Mee-
res fahren" diye tercüme eder.*** tieifien burada Vulga-
ta'nın Latince iuberes'ine karşılık gelmektedir, ki gerçek
anlamda bir şeyin olmasını arzu e t m e k anlamına gelir.
Mesih onları üzerinden geçmeye "çağırdı": bir buyruk
vermedi veya bir talimat çıkarmadı. Bu pasajda "hei-
J3en" fiilinin ne anlama geldiği, eğer İncil'in eski Grekçe
çevirisini göz ö n ü n d e bulundurursak, daha açık bir şe-
kilde ışığa kavuşur. Burada der ki: 'I8(bv 5e ö' Irıaoütp
öykov ıtepi aûröv E K G Â E I K T E V âjteA,0ecpv eicp xö ııspav {Idon
de ho Iesous okhlon peri auton ekeleusin apeithein eis
to peran).**** Grekçe K E ^ E Û E I V fiili aslında bir şeyi yola

*(: das verlangende Auslagen.)


**(: unscheinbar, Varlık ve Zaman'da Vorhandensein'ia ilgili yapı-
lan açıklama hatırlanmalı.)
***(: Ve Mesih etrafında birçok insan gördüğünde, onları denizin
üzerinden geçmeye çağırdı.)
****(: Etrafında büyük bir kalabalık görerek Mesih onları öte kıyıya
geçmeye çağırdı.)
D ü ş ü n m e y e Ç a ğ ı r a n Nedir?

getirmek, yola koymak a n l a m ı n a gelir. Grekçe KS^EUBOCT

yol demektir. Ve Sanskritçede de aynı sözcüğün "davet


e t m e k " gibi bir şey a n l a m ı n a gelmesi, eski "heiJ3en" söz-
c ü ğ ü n ü n bir erişmeye - bırakma* (eriştirme) kadar bir
buyurma anlamına gelmemesine, dolayısıyla "çağrı"nın
yardımseverlik ve hatırşinastık** (sözcükleriyle) ile ses
benzerliği göstermesine tanıklık eder.
Dolayısıyla tanımladığımız "heiJ3en" s ö z c ü ğ ü n ü n anla-
mı bize bütünüyle yabancı değildir. " D ü ş ü n m e k ne de-
m e k t i r ? " * * * sorusunda karşılaştığımızda hâlâ alışıldık de-
ğildir. Bu soruyu işittiğimizde, talimat v e r m e k , talep et-
mek, erişmeye izin v e r m e k , yola getirmek, iletmek, yol
v e r m e k a n l a m ı n d a "heiJ3en"in anlamı d o ğ r u d a n dikkati-
mizi çekmez. Hepsinden ö n c e k i anlamı bir tarafa, söz-
cüğün ilk işittiğimiz anlamlarından tedirgin oluruz. "Hei-
J3en" sözcüğünü bu a n l a m d a k u l l a n m a alışkanlığına sa-
hip değiliz ya da ancak güç bela sahibiz. Böylelikle o bi-
ze yabancı kalır. Bunun yerine "heiJ3en" fiilinin alışıldık
anlamını takip ediyoruz. Çok fazla d ü ş ü n m e k s i z i n , en
çok o n u n içinde dolaşıyoruz. "Çağırmak" (heiJ3en) de-
m e k sadece şu veya bu ismi bahşetmek d e m e k t i r . Bu
anlamıyla sözcük aramızda yaygındır. Peki niçin itiyadi
(alışıldık) anlamını, üstelik farkında olmaksızın, tercih
ediyoruz? Galiba "heiJ3en" sözcüğünün alışılmadık (gö-
rünüşçe olağandışı) anlamı o n u n hakiki anlamı olmasın-
dan ötürü: sözcüğün ö z ü n d e bulunan, bu yüzden yegâ-
ne olarak kalan anlam - ç ü n k ü b ü t ü n diğerleri yerlerini
o n u n d o ğ u m alanından elde ederler.
Kısacası "heiJ3en", bu sözcüğü de d o ğ u m (neşet etti-
ği kök) anlamında, k o n u ş a n anlamında a n l a m a m ı z şar-
*(: Das Gelangen-lassen.)
* * (: heissen, helfen, entgegenkommen.)
*** (Burada da yine her iki a n l a m birden düşünülmeli.)

75
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

tıyla, " b u y u r m a k " a n l a m ı n a gelir. Ç ü n k ü " b u y u r m a k "


esas olarak buyruk ve emirler v e r m e k değil, fakat (ken-
dini birisinin) gözetimine bırakmak, v e r m e k ve teslim
etmek, emanet e t m e k , emniyet altına a l m a k * demektir.
Çağırmak d e m e k (buyurarak değil) bırakarak ç e k m e k
(talep etmek), sevk e t m e k ve böylelikle bir şeyin erişil-
mesine izin v e r m e k d e m e k t i r . Söz v e r m e k * * bir seslen-
meye o şekilde karşılık v e r m e k d e m e k t i r ki, burada ko-
nuşulan, vaat e d e r * * * ve taahhütte b u l u n u r . * * * * Çağır-
m a k d e m e k seslenerek bir şeyin erişip mevcudiyete çık-
m a s ı n a * * * * * izin v e r m e k ; bir şeye seslenerek o n d a n ta-
lepte b u l u n m a k demektir.
Dolayısıyla " D ü ş ü n m e m i z i gerektirecek derecede biz-
den talepte bulunan nedir?" (sorusunu) s o r m a k anla-
m ı n d a " D ü ş ü n m e k ne d e m e k t i r ? " s o r u s u n u işittiğimizde
şunu soruyoruz: "Asli varlığımıza d ü ş ü n m e y e başlaması-
nı buyuran ve böylelikle o n u n d ü ş ü n m e y e erişmesini ve
orada emniyette kalmasını sağlayan nedir?"
Bu şekilde sorarsak, kuşkusuz "heiJ3en" sözcüğünü
o l d u k ç a alışılmadık bir a n l a m d a kullanırız. Fakat o, söy-
lenmiş s ö z ü m ü z ü n ona asla henüz tanıdık gelmediğin-
den dolayı değil, a m a artık gerçekten o n u n içinde yaşı-
yor o l m a m a m ı z d a n dolayı, artık bizim bu k o n u ş a n söz-
cüğe aşina olmadığımız için alışılmadıktır.
"Çağırmak" sözcüğünün asli ve hayati anlamına geri
d ö n ü p soruyoruz: "Bizi d ü ş ü n m e y e çağıran nedir?"
Bu geri dönüş bir heves mi, yoksa oyun o y n a m a k mı?
Ne biri ne öbürü. Şayet b u r a d a oyun o y n a m a k gibi bir
şeyden söz edebiliyorsak, sözcüklerle oynayan biz deği-

*(: anbefehlen, anvertrauen, einer Oeborgenheit anheimgeben,


bergen.)
**(: Verheissung.)
***(: zusagen.)
****(: versprechen.)
* * * * * ( Y a da: buraya erişip burdalaşmasına...)

76
D ü ş ü n m e y e Çağıran Nedir?

liz; tersine dilin özü bizimle oynamakta, sadece bu du-


r u m d a değil, sadece ş i m d i değil, fakat uzun zamandır
ve her zaman. Ç ü n k ü dil bizim k o n u ş m a m ı z l a oynar, o
k o n u ş m a m ı z ı n sözcüklerin daha aşikâr anlamlarına sü-
r ü k l e n m e s i n i sever. Sanki insan dille aslına uygun bi-
ç i m d e yaşamak için çaba sarfetmek zorundadır. Sanki
böyle bir yaşama özellikle bayağılık tehlikesine yenik
düşmeye eğilimlidir.
İçerisinde hakiki a n l a m d a barınılan dilin ve o n u n alı-
şıldık sözcüklerinin yeri alelade (basmakalıp) tabirler ta-
rafından gasp edilir. Basmakalıp k o n u ş m a yaygın konuş-
ma haline gslir. O n u n l a her yerde karşılaşırız ve o her-
kes için m ü ş t e r e k o l d u ğ u n d a n , b u n d a n böyle o n u yegâ-
ne standart olarak kabul ederiz. Dilin eski alışılmış, asli
k o n u ş m a s ı n a yerleşmek için bu m ü ş t e r e k l i k t e n (basma-
kalıplıktan) ayrılan her şey derhal standarda bir saldırı
olarak değerlendirilir. Boş ve saçma bir heves olarak
damgalanır. Müşterek olan yegâne m e ş r u standart ola-
rak kabul edilip ç o ğ u n l u k ortalama(müşterek ola)nın sı-
radanlığının derinliğini ö l ç m e k iktidarından y o k s u n hale
geldiği anda, b ü t ü n bunlar aslında gayet anlaşılabilirdir.
Sözde doğal sağduyunun k o r u m a s ı altına yerleştirdiği-
miz bir sıradanlık içerisinde bu bocalayış (debeleniş) ne
tesadüfidir, ne de biz o n u o n a y l a m a m a k t a serbestiz. Sı-
radanlık içerisinde bu bocalayış, y ü k s e k ve tehlikeli bir
o y u n u n (kumarın) parçasıdır, ki her birimiz dilin özü va-
sıtasıyla (bu oyunda) bahisler olarak ortaya sürülürüz.
Bu dil oyununa kulak kesilmeye ve dil konuştuğunda
gerçekten söylediğini duymaya çalışmak, sözcüklerle oy-
n a m a k mıdır? Böyle bir d u y m a başarıyla sonuçlanırsa, o
zaman her türlü söylemede ve sormada ifade edilen me-
seleyi daha doğru bir şekilde kavramamız m ü m k ü n olabi-
lir, yeter ki dikkatli (sakıngan) bir şekilde hareket edelim.

77
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

"HeiJ3en" sözcüğünün asli anlamına Kulak veriyor ve


dolayısıyla "Düşünmeye çağıran ne?" sorusunu şu şekil-
de soruyoruz: Bizi d ü ş ü n m e y e sevk eden, bizden dü-
ş ü n m e m i z i bekleyen nedir? Fakat her şeye rağmen "hei-
J3en" sözcüğü aynı zamanda ve genellikle, bir şeye bir
isim v e r m e k ya da bir şeyin ismi o l m a k demektir. Söz-
cüğün yaygın anlamı seyrek kullanılanın uğruna bir ke-
nara bırakılamaz, her ne kadar seyrek kullanılan anlam
asli anlam olsa da. Bu, dilin açık bir zorlanması olurdu.
Ayrıca "çağırmak" sözcüğünün mevcut daha yaygın an-
lamı, asli anlamla bütünüyle ilgisiz ve bağıntısız değildir.
Tam tersine, m e v c u t alışıldık anlam diğerinde, asli, ta-
yin edici olanda kökleşmiştir. Ç ü n k ü "isim v e r m e k " söz-
cüğünün bize söylediği nedir?
Bir şeye bir isim verdiğimizde o n u bir isimle donatı-
rız. Peki ya bu d o n a t m a k ne demek? Her şeye rağmen
isim şeyin (üzerini örtecek şekilde) yukarıdan bırakıl-
maz. Diğer taraftan hiç kimse ismin bir o b j e olarak şeyi
karşıladığını (ona tekabül ettiğini) inkâr edemez. Eğer
d u r u m u bu şekilde kavrarsak, ismi de bir objeye döndü-
rürüz. İsim ve şey arasındaki bağıntıyı iki o b j e n i n birbi-
rini karşılaması (birbirine uygunluğu) olarak tasarlarız.
Karşılama (mütekabiliyet) da çeşitli imkânlarına göre gö-
rüp tasavvur edebileceğimiz, ele alıp tarif edebileceği-
miz bir obje vasıtasıyladır. İsimlendirilenin isimle arasın-
daki bağıntı her zaman bir karşılıklı uygunluk olarak ta-
savvur edilebilir. Tek mesele doğru bir şekilde tasavvur
edilen bu karşılıklı uygunluğun, ismin kendine özgü ka-
rakterini oluşturan şeye kulak v e r m e m i z i sağlayıp sağla-
mayacağı, her halde b u n a izin verip vermeyeceğidir.
Bir şeye isim v e r m e k - bu, o n u bir isimle çağırmak-
tır. Daha esaslı bir şekilde, isim vermek: bir şeyi sözcü-
ğüne çağırmaktır. Bu şekilde çağırılan o vakit sözcüğün

78
D ü ş ü n m e y e Çağıran Nedir?

çağrısındadır. Çağırılan m e v c u t olan olarak görünür ve


m e v c u t o l u ş u n d a korunur, buyurulur ve çağıran sözcü-
ğe çağrılır. Bu şekilde isimle çağrılan, m e v c u t olmaya
çağrılan da çağırır. İsimlendirilir, ismi olur. İsimlendire-
rek m e v c u t olanı erişmeye çağırırız. Nereye erişmeye?
Bu d ü ş ü n ü l e c e k (bir mesele) olarak kalır. Her halükârda
her i s i m l e n d i r m e ve isimlendirilme, sadece isimlendir-
m e n i n kendisi, özü itibariyle asli çağırmaya, ortaya çık-
ma çağrısına, bir seslenmeye ve buyurmaya dayandığın-
dan, çağırmaya aşinadır.
" D ü ş ü n m e k ne demektir?" Başlangıçta soruyu sorma-
nın dört y o l u n u zikrettik. D ö r d ü n c ü sırada yer almış
olan s o r m a tarzının, standardı koyması nedeniyle sırala-
m a d a en y ü k s e k o l m a anlamında, en ilk sırada geldiğini
söyledik. " D ü ş ü n m e k ne demektir?" sorusunu bizi dü-
şünmeye çağıranla ilgili bir soru olduğu anlamında an-
larsak, "çağırmak" sözcüğünü asli a n l a m ı n d a anlamış
oluruz. Bu aynı zamanda şunu da söyleyecektir: Şimdi
soruyu gerçekten sorulmayı istediği haliyle soruyoruz.
M u h t e m e l e n ş i m d i neredeyse kendiliğinden s o r u n u n ge-
ri kalan üç s o r u l m a tarzına ulaşacağız. Dolayısıyla esas
soruyu biraz daha açık bir şekilde ortaya çıkarmak uy-
gun olacaktır: "Bizi d ü ş ü n m e y e çağıran nedir?" Bize,
" d ü ş ü n e l i m ve d ü ş ü n e r e k ne isek o o l a l ı m " diye ne çağ-
rıda b u l u n u r ?
Bu şekilde bizi d ü ş ü n m e y e çağıran - m u h t e m e l e n sa-
dece çağrının k e n d i s i - kendi adına, d ü ş ü n m e y e gereksi-
n i m duyduğu kadarıyla böyle yapabilir. Bizi düşünmeye
çağıran, dolayısıyla b u n u buyuran, bir başka deyişle, as-
li varlığımızı d ü ş ü n m e n i n gözetimine getiren, düşünme-
ye gereksinim duyar, ç ü n k ü bizi d ü ş ü n m e y e çağıran
kendisinin kendi özüne uygun olarak d ü ş ü n ü l m e s i n i is-
t e m e k t e d i r . Bizi d ü ş ü n m e y e çağıran kendisi için, düşün-

79
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

meyle kendisine d ö n ü l m e s i n i , özen gösterilmesini, ken-


disine mukayyet o l u n m a s ı n ı talep eder. Bizi düşünmeye
çağıran bizi düşünmeye sevk eder.
Bizi d ü ş ü n m e y e sevk edene düşünce uyandıran diyo-
ruz. Fakat sadece ara sıra ve belirli, sınırlı bir b a k ı m d a n
düşünce uyandıran değil, fakat tabii b i ç i m d e ve dolayı-
sıyla başından itibaren ve her zaman d ü ş ü n m e y e sevk
eden, her türlü kayıt ve şarttan uzak olarak düşünce
uyandırandır. Bu bizim en ç o k düşünce uyandıran dedi-
ğimizdir. Ve o n u n bize d ü ş ü n m e k için verdiği, o n u n bi-
ze bahşettiği bağış, k e n d i s i n d e n daha az bir şey değil-
dir; kendisi, ki o bizi d ü ş ü n m e y e girişmeye davet eder.
" D ü ş ü n m e k ne demektir?" sorusu öncelikli a n l a m d a
d ü ş ü n ü l m e y i isteyeni sorar: o bize ne üzerine düşünüle-
cek bir şey, ne de yalnız kendisini sunar, fakat öncelik-
le bize düşünceyi ve d ü ş ü n m e y i verir. O bize düşünce-
yi kendi asli kaderimiz olarak e m a n e t eder ve böylelik-
le bizi düşünceye bağlar.

80
Kişinin DüşünEREK Y ö n ü n ü TAYin
ETMESİ nE AHLAMA GELİR?

I. Kant
KİŞİNİN DÜŞÜNEREK Y Ö N Ü N Ü TAYİN ETMESİ
NE A N L A M A ÜELİR?*

Kavramlarımızı ne kadar yüceltip duyumsallıktan


arındırır (uzaklaştırır)sak uzaklaştıralım gene de onlar
her zaman temsili tasarımlara** bağlı olacaklardır, ki
onların özgül b e l i r l e m e s i * * * başka türlü tecrübeden çı-
karsanmayan bu kavramları deneysel k u l l a n ı m için elve-
rişli hale getirmektir. Ç ü n k ü onlara bir g ö r ü * * * * (ki niha-
y e t i n d e her zaman m ü m k ü n bir t e c r ü b e d e n bir ö r n e k
olmalıdır) iliştirmeseydik kavramlarımıza nasıl duyu(sal
içerik) ve anlam y ü k l e r d i k [sağlardık)? Eğer s o m u t anla-
ma e d i m i n d e n temsil (suret)in çağrışımını - ö n c e l i k l e du-
yular aracılığıyla tesadüfi bir algıdır- hariç tutarsak (tec-

* "VJas heifit: Sich im Denken orientiren?" Akademieausgabe v o n


I m m a n u e l Kants G e s a m m e l t e n Werken, Band VIII: Abhandlun-
gen nach 1781.
** (: bildliche Vorstellungen.)
*** (: eigentliche Bestimmung.)
**** (: die Anschauung. Kant t e r m i n o l o j i s i n d e tasarımın (die Darstel-
lung) etkin türü olan kavrama karşı olarak tasarımın edilgen tü-
rü. Kavramlar sayesinde a n l a m a yetimiz d ü ş ü n m e m i z i sağlar, al-
gıların kategorilerle uyuşturulması gerektiğinden kavramlar, ta-
sarımlar arasındaki genel ilişkileri k a v r a m a m ı z a izin veren kural-
lar olarak hizmet görür. Buna karşılık duyusallığımız (die Sinn-
lichkeit), bilen öznenin doğrudan, dolayımsız kavrayışı olarak
görü, Anschauung sayesinde duyuları elde eder. Görünüşlerin
(die Erscheinung) zaman ve m e k â n d a verilmesini sağlayarak gö-
rüler bizim tasarımlar arasındaki m ü n f e r i t ilişkileri kavramamıza,
böylece deneysel bilgiyi duyusal alanla sınırlamamıza izin verir.)

83
K a n t - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

rit edersek), geriye kalan anlama yetisinin saf kavramı-


dır,* ki şimdi (bu hariç t u t m a n ı n neticesinde) erişim ala-
nı (menzili) genişler ve içinde genel olarak bir d ü ş ü n m e
kuralı barındırır. Oenel m a n t ı k bu şekilde ortaya çıkar;
ve birçok heuristik** d ü ş ü n m e y ö n t e m i anlama yetisi ve
aklın tecrübeye dayalı k u l l a n ı m ı n d a gizlidir; eğer bu
yöntemleri tecrübeden titiz bir şekilde koparırsak bun-
lar felsefeyi soyut d ü ş ü n m e b a k ı m ı n d a n bile birçok fay-
dalı maksimlerle zenginleştirebilirler.
Müteveffa Mendelssohn'un bildiğim kadarıyla son ya-
zılarında ( den Morgenstunden s. 1 6 4 - 1 6 5 ve dem Brie-
fe an Lessings Freunde s. 33 ve 67) ilk defa olarak ba-
riz bir şekilde taraftar olduğu ilke bu türdendir: yani ki-
şinin kendisini aklın spekülatif k u l l a n ı m ı n d a (ki Men-
delssohn ona, duyuiistü nesnelerin bilinmesi bakımın-
dan çok fazla, hatta o n u n için ispatlama delili (statüsü)
talep edecek kadar güveniyordu) k i m i zaman sağduyu,
kimi zaman sağlıklı akıl, (Morgenstunden'de) ve k i m i za-
man da yalın* * * anlama yetisi (an Lessings Freunde) de-
diği belli bir temel i l k e * * * * aracılığıyla y ö n l e n d i r m e s i n i n
zorunlu olduğu maksimi. Bu kabulün, t e o l o j i k mesele-
lerde kullanıldığında (ki bu esasen kaçınılmazdı) spekü-
latif aklın gücünü destekleyen görüşü üzerinde tahrip
edici bir etki bırakmakla kalmayıp, spekülasyona karşı
olarak bu melekenin k u l l a n ı m ı n ı n bırakmış olduğu belir-
siz k o n u m göz ö n ü n d e b u l u n d u r u l d u ğ u n d a , hatta ortak
sağlıklı aklın dahi aklın tahtından indirilmesinde bir bağ-
nazlık ilkesi olarak hizmet etme tehlikesiyle karşı karşı-

* (: reine Verstandesbegriff.)
** (: heuriskein, " b u l m a k " fiilinden, heuretikos, "icatçı"; yani tecrü-
beye, kendi kendine ö ğ r e n i m e dayanan, (aynı zamanda) iz sür-
dürücü, buldurucu.)
*** (: schlicht.)
**** (: das Leitungsmittel.)

84
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü Tayin E t m e s i N e A n l a m a Gelir?

ya kalacağı k i m i n aklına gelirdi? Ne ki Mendelssohn ile


Jacobi arasındaki tartışmada olan, öncelikle die Resul-
tate'nin keskin zekâlı yazarının önemsiz olduğu söylene-
meyecek çıkarımlarıyla t a m da buydu: her ne kadar on-
ların ikisine de böyle bir yıkıcı d ü ş ü n m e tarzını yaygın-
laştırma niyetini yakıştırmasam da; bilakis bu mektupla-
rın üstlendiği şeyi argumentum ad hominem* olarak ka-
bul etmeyi tercih ederim, ki kişinin h a s m ı n ı n kırılganlık-
larını kendi lehine ç e v i r m e k için salt bir s a v u n m a silahı
olarak kullanımı mazur görülür. Diğer taraftan Mendels-
s o h n ' u n kararlı b i ç i m d e ve haklı bir çabayla ilen sürdü-
ğü şeyin sadece akıl** o l d u ğ u n u - a k l ı n onayı olmaksızın
üzerine geleneğin ve vahyin aşılanabileceği, sözde haki-
kat hissi değil, inanç adı altında aşkın g ö r ü * * * d e ğ i l -
göstereceğim; bir y ö n tayin etme aracı olarak zorunlu
bulduğu ve tavsiye ettiği sadece saf h a k i k i insan aklıydı.
Gene de burada aklın spekülatif melekesinin yüksek ta-
lepleri, öncelikle o n u n (ispatlama ile) buyurgan otorite-
si aşikâr ki çöker ve o n a kalan şey, spekülatif olduğu ka-
darıyla, ortak akıl kavramını çelişkilerinden arındırma ve
o n u sağlıklı aklın m a k s i m l e r i n e kendi sofistik saldırıları-
na karşı s a v u n m a işinden ibarettir. - G e n i ş l e t i l m i ş ve da-
ha kesin bir b i ç i m d e belirlenmiş kendini yönlendirme
kavramı, sağlıklı aklın duyuüstü nesneleri bilişleri****
üzerine çalışırken kullandığı maksimleri bize açık seçik
b i ç i m d e s u n m a d a y a r d ı m c ı olabilir.
Kendini yönlendirme sözcüğünün asıl anlamı diğerle-
rini bulmak, harfi harfine gündoğusunu b u l m a k için ve-
rili bir doğrultuyu (ufku bunların d ö r d ü n e bölersek) kul-

* (: Tartışmanın ö z ü n d e n sapıp tartışmada yer alan kişilerin şahsı-


nı h e d e f alan argüman.)
* * (: die Vernunft.)
* * * (: e/ne überschwengliche Anschauung.)
**** (: die ErkenntnifS übersinnlicher Gegenstânde.)

85
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

lanmak anlamına gelir.* Şimdi eğer gökte güneşi görür


ve vaktin günortası olduğunu bilirsek güneyi, batıyı, ku-
zeyi ve doğuyu nasıl bulacağımızı biliriz. Ne var ki b u n u n
için aynı zamanda kendi üzerimde bir farklılığa, yani sağ
ve sol k o l u m u n arasındaki farklılık duygusuna da ihtiyaç
duyarım. Bunu bir duygu olarak adlandırıyorum, ç ü n k ü
bu iki taraf görünüşte görü(sezgi)de belirgin bir farklılık
göstermez. Nesnelerde herhangi bir farklılığa ihtiyaç
duymaksızın soldan sağa, sağdan sola hareket etmeyle
ters yöne hareket etme arasında bu ayırt e t m e ve böyle-
likle nesnelerin k o n u m u n d a k i bir farklılığı a priori belir-
leme melekesine sahip olmasaydım, o zaman bir daire-
yi tarif ederken, batının u f k u n en güney noktasının sa-
ğında mı solunda mı o l d u ğ u n u ya da kuzeydoğuya ve
böylelikle tekrar güneye hareket ederek daireyi tamam-
layıp tamamlayamayacağımı bilmezdim. Böylece gökle
ilgili her türlü nesnel veriyle dahi k e n d i m i coğrafi olarak,
ancak öznel bir farklılık temeliyle y ö n l e n d i r i r i m ; * * ve
eğer b ü t ü n burçlar, bir diğeri karşısında aynı biçimi ve
k o n u m u muhafaza etseler de bir gün bir mucizeyle doğ-
rultuları b a k ı m ı n d a n tam tersine d ö n e c e k olsalardı, öyle
ki doğu şimdi batı olsaydı, insan gözü bir sonraki parlak
yıldızlı gecede en k ü ç ü k değişiklik algılamazdı, hatta

* (: Kant'ın Königsberg'deki halefi Krug, kendini y ö n l e n d i r m e yahut


yön tayin etme becerisini şu şekilde tarif eder: "Orientieren (sich)
heijit eigentlich den Orient oder den Ort im iiorizonte suchen, wo
die Sonne zur Zeit der Tag- und Nachtgieiche aufgeht, wodurch
dann auch die übrigen Weltgegenden leicht bestimmbar sind."
(Kendini y ö n l e n d i r m e (ya da yön tayin etme) g ü n d ö n ü m ü n d e gü-
neşin doğduğu ufuk üzerinde, dünyanın geri kalan bölgelerini be-
lirleyebilecek şekilde doğuyu veya bir yeri b u l m a k anlamına gelir.))
Wilhelm Traugott Krug, Allgemeines Wörterbuch der Philosophisc-
hen VVissenschaften nebst ihrer Literatür und Geschichte C. 3, 2.
Baskı, Leipzig 1833, s. 131.)
** (: sich orientieren).

86
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü T a y i n E t m e s i M e A n l a m a Gelir?

g ö k b i l i m c i bile sadece gördüğüne dikkat etse ve aynı za-


m a n d a hissettiğini gözardı etse kaçınılmaz olarak yönü-
nü şaşırırdı.* Fakat aslında sağ ve sol duygusuyla ayrım
y a p m a melekesi doğal olarak yardımına koşar. Bu, tabi-
at tarafından yerleştirilmiş, fakat sık k u l l a n ı m l a olağan-
laşmış (yeri sağlamlaşmış) bir melekedir. Eğer başını kal-
dırıp gözlerini kutup yıldızına dikerse sadece meydana
gelen değişikliği fark e t m e k l e kalmayacak, fakat bu (de-
ğişikliğe) rağmen aynı z a m a n d a kendisini yönlendirebile-
cektir de.
Bu y ö n tayin etme yöntemiyle ilgili coğrafya kavramı-
nı genişletip o n u n l a k e n d i m i genel olarak verili herhan-
gi bir m e k â n d a yönlendirmeyi, dolayısıyla sadece mate-
matik olarak y ö n l e n d i r m e y i anlayabilirim. Eğer k o n u m u -
nu hatırlayabildiğim tek bir nesneyi bile kavrayabilir-
sem, karanlıkta bana tanıdık gelen bir o d a d a k e n d i m i
y ö n l e n d i r e b i l i r i m , fakat burada bana öznel bir farklılık
temeline uygun k o n u m belirleme melekesi haricinde
hiçbir şeyin yardım etmeyeceği açıktır: ç ü n k ü yerini bu-
lacağım nesneleri hiç g ö r m ü y o r u m ; ve eğer birisi bir şa-
ka olarak, önceden sağda olanı ş i m d i solda olacak şe-
kilde b ü t ü n nesnelerin yerlerini değiştirmiş olsaydı du-
varları diğer b a k ı m d a n bütünüyle aynı kalmış bir odada
herhangi bir şeyi b u l m a y a g ü c ü m yetmezdi. Fakat sade-
ce iki yanım, sağım ve s o l u m arasındaki farklılık duygu-
suyla y ö n ü m ü ç o k g e ç m e d e n tayin edebilirim. Gece
vakti ö n c e d e n pek iyi bildiğim, fakat ş i m d i bir ev bile
ayırt e d e m e d i ğ i m sokaklarda y ü r ü r k e n ve doğru dönüş-
leri yaparken, olan t a m da budur.
Son olarak bu kavramı daha da genişletebilirim, çün-
kü bu, sadece m e k â n d a yani m a t e m a t i k s e l olarak değil,
fakat genel olarak d ü ş ü n m e d e , yani mantıkça, yön tayin
* (: sich desorientieren.)

87
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

etme melekesine dayalı olarak kabul edilebilir. Benze-


şim* yoluyla kolaylıkla t a h m i n edilebilir ki tanıdık gelen
(deneysel) nesneleri arkada bırakıp kendisini tecrübe-
nin b ü t ü n sınırlarının ötesine aşırmayı ve görü (sezgi)
için m e k â n ı n dışında hiçbir nesnenin k a l m a m a s ı n ı iste-
diğinde k u l l a n ı m ı n ı y ö n l e n d i r m e k saf aklın bir uğraşı
olacaktır; ç ü n k ü bu d u r u m d a artık yargılarını nesnel bi-
liş** temellerine uygun belirli bir m a k s i m i n kapsamı al-
tına değil, fakat sadece kendi yargı melekesinin belirle-
nimi b a k ı m ı n d a n öznel bir farklılık temeline göre belirli
bir m a k s i m i n kapsamı içerisine yerleştirmek k o n u m u n -
da değildir.*** Geri kalan bu öznel vasıta aklın kendi ih-
tiyacını hissetmesinden başka bir şey değildir. Belirli bir
yargı için gerekli olanın bilinmediği bir d u r u m d a yargıda
b u l u n m a y a kalkışılmaz ise her türlü hatadan beri kal-
m a k m ü m k ü n d ü r . Dolayısıyla cehalet kendi başına bili-
şimizin sınırlarının sebebidir, fakat o n d a k i yanılgıların
değil. Belirli bir biçinde yargıda b u l u n u p b u l u n m a m a n ı n
keyfi olmadığı, yargıda b u l u n m a y ı zorunlu hale getiren
gerçek bir ihtiyacın olduğu, ayrıca aklın kendisine bağlı
kalındığı, a m a yine de bu yargı için zorunlu olan etmen-
ler b a k ı m ı n d a n bir bilgi eksikliğiyle sınırlı o l d u ğ u m u z
d u r u m d a kendisine göre bir yargıda bulunabileceğimiz
bir m a k s i m e sahip o l m a k z o r u n l u d u r ; ç ü n k ü akıl tatmin
edilecektir. Çünkü eğer burada nesnelerin görüsünün* * * *
veya genişletilmiş kavramlarımıza uygun bir nesneye ben-
zemeye çalışıp böylelikle onlar için gerçek bir olasılık

* (: die Analogie.)
"* (: die Erkenntnifi).
*** Dolayısıyla genel olarak d ü ş ü n m e d e kişinin kendisini yönlendir-
mesi: Aklın nesnel ilkeleri bir şeyi doğru olarak kabul e t m e k için
yetersizse meseleyi öznel bir ilkeye uygun olarak belirlemek an-
lamına gelir.
**** (: die Anschauung vom Objecte).

88
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü T a y i n E t m e s i D e A n l a m a Oelir?

sağlayabileceğimiz t ü r d e n bir şeyin olamayacağı daha


ö n c e d e n ispat edilmiş olsaydı,* o zaman bize çelişkiden
beri o l u p olmadığını g ö r m e k ve ardından nesnenin tec-
rübe nesneleri ile ilişkisini, henüz duyumsanır hale ge-
tirmediğimiz, ancak hiç olmazsa aklımızın deneysel kul-
l a n ı m ı n a hizmet edecek tarzda d u y u ü s t ü bir şeyi düşün-
d ü ğ ü m ü z anlama yetisinin saf kavramları altına s o k m a k
için her türlü t e c r ü b e n i n ötesine geçmeyi göze alacağı-
mız kavramı öncelikle gözden geçirmekten başka yapa-
cak bir şey kalmayacaktır. Böyle bir ihtiyatkarlıkla hare-
ket etmezsek bu tür kavramlardan hiçbir şekilde yarar-
lanamayacağız, d ü ş ü n m e k yerine kendimizi bağnazlığa
kaptıracağız.
Gene de b u n u n l a yani saf kavramla bu nesnenin var-
lığı ve o n u n dünya ( m ü m k ü n t e c r ü b e n i n b ü t ü n nesnele-
rinin toplamı) ile gerçek ilişkisi b a k ı m ı n d a n hiçbir şey
ç ö z ü m l e n m e z . Fakat aklın nesnel temellerle bildiğini
varsayamayacağı bir şeyi varsaymak ve kabul e t m e k için
ve dolayısıyla sadece aklın kendi ihtiyacıyla, bizim için
karanlık geceyle d o l u olan d u y u ü s t ü n ü n hudutsuz alanı
içinde k e n d i n i d ü ş ü n e r e k y ö n l e n d i r m e k için, öznel bir
t e m e l olarak aklın ihtiyacının [söz] hakkı devreye gi-
rer.**
Her ne kadar akıl (yetki alanı içine alacak şekilde)
k e n d i n i genişletme ihtiyacı duymasa da, az çok varlıkla-
rını kabul e t m e k için, birçok d u y u ü s t ü şey düşünülebilir
(çünkü duyu nesneleri b ü t ü n i m k â n alanını doldurmaz).
Dünyanın sebeplerinde akıl, tabiattaki saf ve ruhsal var-

* (: Wenn denn vorher schon ausgemacht ist, daji es hier keine Ans-
chauung vom Objede, nicht einmal etwas mit diesem Oleicharti-
ges geben könne, wodurch wir unseren erweiterten Begriffen den
ihnen angemessenen Gegenstand darstellen und diese also ihıer
realen Möglichkeit wegen sichern könnten ...)
** (: Flun aber tritt das Recht des Bedürfnisses der Vernunft ein...)

89
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

lıkların etkisinden yararlanma z o r u n l u l u ğ u n u duymaksı-


zın, duyu ile açığa çıkan şeylerle (ya da hiç olmazsa ken-
dilerini duyuya açanlarla aynı türden olan şeylerle) uğ-
raşmayı yeterli bulur; bu ruhsal varlıkların k a b u l ü aklın
k u l l a n ı m ı n a yeterince zarar verici olacaktır. Ç ü n k ü onla-
rın faaliyetinin tâbi olacağı yasalar h a k k ı n d a hiçbir şey
bilmediğimiz için, halbuki diğerleri, yani duyu nesneleri
h a k k ı n d a birçok şey bildiğimiz veya hiç olmazsa ortaya
çıkarmayı umabileceğimiz için, onları varsaymak aklın
kullanımını yeterince zorlayacaktır.* Dolayısıyla bu hiç-
bir surette bir ihtiyaç değil, fakat onları araştırmaya dö-
nük (yolunu şaşırıp) boş düşler kurmaya sapan veya
kendince beyhude kuruntularla avunan safi bir merak-
tan ibarettir. Halbuki üstün bir akıl** ve aynı zamanda
en yüksek iyi olarak bir ilk asli varlık k a v r a m ı n d a d u r u m
t a m a m e n farklıdır. Ç ü n k ü aklımız b ü t ü n sınırlı varlıkla-
rın, dolayısıyla diğer b ü t ü n her şeyin*** kavramlarının
temeli olarak sınırlanmamış olanın kavramını zaten ka-

* (Yani aklın kullanımının sınırlarını aşmayı...)


** (: der Intelligenz.)
*** Akıl gerçekliği bütün şeylerin m ü m k i i n l ü ğ ü için verili olarak var-
sayma ihtiyacını duyar ve nesneler arasındaki farklılığı onlara ek-
lenen olumsuzlamalardan kaynaklanan sınırlamalar olarak düşü-
nür, bu yüzden tek bir imkânı, yani sınırlanmamış bir varlığa ait
olanı bir temel olarak kabul etmeyi, onu asli, diğer bütün hepsini
türemiş olarak düşünmeyi zorunlu addeder. Ayrıca her şeyin tam
imkânıyla bir bütün olarak varoluş içinde karşılaşılması gerektiği
veya hiç olmazsa bu tam belirleme ilkesinin m ü m k ü n ile gerçek
arasında ayrım yapmayı aklımız için m ü m k ü n kıldığı yegâne tarz
olduğu için öznel bir zorunluluk temeli, yani aklımızın kendisinde
en gerçek (en yüksek) bir varlığın varoluşunu bütün mümküniye-
tin temeli olarak kabul etmeye dönük bir ihtiyaç buluruz. Şimdi bu
Tanrı'nın varlığı ile ilgili kartezyen kanıtlama bu şekilde ortaya çı-
kar. Bir şeyi aklın kullanımı için varsaymanın öznel temelleri (ki
her zaman için sadece deneysel bir kullanım içinde bir temel ola-
rak kalır) nesnel olarak kabul edilir - b u yüzden ihtiyaç kavrayışın
yerine konulur (yani ihtiyaç kavrayış zannedilir.)- Burada nasıl ./..

90
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü Tayin E t m e s i N e A n l a m a Gelir?

bul etmeye d ö n ü k bir ihtiyaç d u y m a k l a kalmaz, fakat bu


ihtiyaç, her yerde böylesine şaşırtıcı derecede (hatta bü-
yük (ölçek)te o l m a k t a n ç o k bize yakın o l d u ğ u için k ü ç ü k
(ölçek)te) karşılaşılan amaçlılık ve düzen bir tarafa, şey-
lerin dünyadaki olumsallığına* d ö n ü k t a t m i n edici bir te-
mel sağlayabilmeksizin, o n u n varlığını peşinen kabul et-
meye kadar gider. Akıllı bir etken kabul etmeksizin açık
saçmalıklara d ü ş m e d e n o n a akıllı bir t e m e l sunamayız
ve akıllı bir sebepten ayrı olarak böyle bir amaçlılığın
imkânsızlığını kanıtlayamasak da kavrayış eksikliğimiz
göz ö n ü n d e b u l u n d u r u l a c a k olursa gene de (geriye) ak-
lın bu verili görünüşü açıklamak amacıyla anlaşılır bir
şeyi varsayma ihtiyacı b a k ı m ı n d a n böyle bir sebebi ka-
bul etmek için yeterli bir öznel temel kalır; ç ü n k ü aklın
herhangi bir kavramla birleştirebileceği başka hiçbir şey
bu ihtiyaç için bir çare sunmaz.
Fakat aklın ihtiyacı iki y ö n l ü olarak görülebilir; birin-
cisi teorik kullanımı, ikincisi pratik k u l l a n ı m ı içindir. Az
evvel s ö z ü n ü ettiğim ilk ihtiyaçtı, fakat b u n u n , ancak
şarta bağlı olduğu yani m ü m k ü n olan her şeyin ilk ne-

../. sa, kıymetli Mendelssohn'un Morgenstunden/\n b ü t ü n delille-


rinde de öyledir. Kanıtlama yoluyla hiçbir şeyi başarmazlar. Fakat
bu yüzden hiçbir surette faydasız değillerdir. Aklımızın kullanı-
m ı n öznel şartlannın böylesi keskin gelişimlerinin bu melekemi-
zin t a m bilinmesi için sağladığı güzel fırsatın, ki bu gelişmeler
o n u n kalıcı örnekleridir, z i k r e t m e m e k bir şeyi aklın kullanımının
öznel temellerine bağlı olarak doğru b e l l e m e k , nesnel temeller-
den y o k s u n o l m a k her zaman b ü y ü k ö n e m e sahiptir. Yeter ki as-
lında zorunlu bir varsayımdan ibaret olan şeyi özgür bir kavrayış-
mış gibi göstermeyelim. Aksi halde d o g m a t i k bir biçimde tartıştı-
ğımız hasma k e n d i yaranınıza kullanabileceğimiz zayıflığı lüzum-
suz yere sunarız. Mendelssohn duyuüstü alanda saf akılla dogma-
tik bir b i ç i m d e tartışmanın (saf aklı dogmatikleştirmenin) felsefi
coşkuya doğrudan yol o l d u ğ u n u ve ancak akılların bu aynı mele-
kesinin bir eleştirisinin bu illetin esaslı b i ç i m d e ilacı olabileceği-
ni d ü ş ü n m ü y o r d u .
* (: die Zufâlligkeit.)
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

denleri hakkında, öncelikle dünyada fiilen m e v c u t olan


amaçlar k ü m e s i içinde, yargıda bulunmak istersek Tan-
rı'nın varlığını varsaymak zorunda o l d u ğ u m u z rahatlıkla
görülür. Pratik kullanımı içinde aklın ihtiyacı ç o k daha
önemlidir, ç ü n k ü şarta bağlı değildir ve sadece yargıda
bulunmayı istediğimizde değil, fakat yargıda bulunmak
zorunda olduğumuz için Tanrı'nın varlığını varsaymak
zorunda kalırız. Aklın saf pratik k u l l a n ı m ı ahlak yasaları-
nın düsturlarına dayanır. Ne var ki bunların t ü m ü , ancak
özgürlük sayesinde m ü m k ü n olduğu ölçüde dünyada
m ü m k ü n en yüksek iyi fikrine: ahlaka götürür; diğer ta-
raftan bu düsturlar, sadece ilkine göre taksim edildiği
kadarıyla insan özgürlüğüne değil, fakat aynı zamanda
ayrıca doğaya da dayanan şeye götürür, ki bu en b ü y ü k
mutluluktur. Dolayısıyla akıl böyle bir bağımlı yüksek iyi
uğruna, en yüksek bağımsız iyi olarak üstün bir aklı ka-
bul e t m e ihtiyacı duyar; elbette bu k a b u l d e n ahlak düs-
turlarının bağlayıcı otoritesini ya da onlara riayete teşvik
eden şeyleri çıkarmak için değil, (çünkü güdüleri sade-
ce, ç ü r ü t ü l e m e z b i ç i m d e kendiliğinden z o r u n l u k l u ola-
rak* kesin olan yasadan değil, fakat herhangi bir şeyden
çıkarsanmış olsalardı bunların herhangi bir ahlaki değe-
ri olmazdı), fakat daha ç o k en yüksek iyi kavramına nes-
nel gerçeklik kazandırmak, yani ideesi ahlakın kendisiy-
le koparılamaz b i ç i m d e ilişkili olan şeyin başka yerde
var o l m a m a s ı halinde olacak olan t a m da bu olduğu
üzere, ahlakla birlikte o n u safi bir ideal olarak kabul
e d i l m e k t e n k o r u m a k için.
Dolayısıyla Mendelssohn'un spekülatif d ü ş ü n m e d e
(onu bilmeksizin) kendisini yönlendirdiği şey aklın biliş i

* (: apodiktisch.)

92
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü Tayin E t m e s i N e A n l a m a Oelir?

değil, fakat hissedilen* bir ihtiyacıdır. Ve bu yönlendiri-


ci (temel) kılavuz aklın nesnel bir ilkesi, bir derin kavra-
yış ilkesi değil, fakat sadece aklın sınırlarının izin verdi-
ği k u l l a n ı m ı n ı n öznel bir ilkesinden (yani bir maksimin-
den), o n u n ihtiyacının doğal bir s o n u c u n d a n ibarettir ve
o kendi başına en y ü k s e k varlığın m e v c u d i y e t i h a k k ı n d a
yargımızın bütün belirleyici temelini o l u ş t u r d u ğ u için ve
o n u n bu aynı k o n u d a fikir y ü r ü t m e çabalarında bir yön
tayin e t m e aracı olarak k u l l a n ı m ı sadece m ü m k ü n bir
k u l l a n ı m olduğu için Mendelssohn burada yanılıyordu;
ç ü n k ü o buna rağmen her şeyi tek başına kanıtlama yo-
lu üzerinde ç ö z ü m e kavuşturmaya bıraktığı ölçüde bu
spekülasyona bel bağlıyordu. İlk aracın zorunluluğu, an-
cak ikincisinin yetersizliğinin t a m olarak kabul edilmesi
halinde g ü n d e m e gelebilir: daha uzun bir ö m ü r l e birlik-
te, eski, mutat (alışkanlık haline gelmiş) d ü ş ü n m e tarz-
larının, bilimlerin d u r u m u n d a k i değişikliklere göre de-
ğişmesine izin veren, daha çok gençliğe özgü akıl kulla-
n ı m ı * * o n a bahşedilmiş olsaydı, neticede o n u keskin
zekâsının götüreceği bir k a b u l d ü bu. Her halükârda yar-
gının güvenilirliğinin nihai m i h e n k taşının, ister önerme-
lerinin seçiminde derin kavrayışla, isterse safi ihtiyaç ve
aklın kendisi için faydalı olanın maksimiyle yönlendiril-
sin, sadece akılda aranması gerektiğinde ısrar e t m e üs-
t ü n l ü ğ ü n ü muhafaza eder. Bu son k u l l a n ı m ı n d a akla (or-
tak insan aklı) diyordu, ç ü n k ü bu her zaman kendi ilgi-
sini gözlerinin ö n ü n d e b u l u n d u r u r , h a l b u k i bu ilgi unu-
* Akıl hissetmez; yetersizliğini derinden kavrar ve bilme güdüsü sa-
yesinde bir ihtiyacın hissedilmesini etkiler. Aynı şey ahlak duygu-
su için de söz k o n u s u d u r , ki o herhangi bir ahlak yasasının sebe-
bi değildir. Çünkü bu bütünüyle akıldan doğar; bilakis o n u n nede-
ni ve etkisine tabi olduğu [şey) ahlak yasaları dolayısıyla akıldır,
ç ü n k ü etkin, a m a özgür irade belirli temellere ihtiyaç duyar.
** (: die Qewandtheit des Oeistes.)

93
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

tulacak ve nesnel bir bakış açısından kavramlar amaç-


sızca, ister zorunlu olsun ister olmasın, sadece bilgiyi
genişletmek için gözetim altına alınacak olsa doğal yol
kaçınılmaz olarak geride bırakılmış olurdu.
Ne var ki: sağlıklı aklın hükmü ifadesi ö n ü m ü z d e k i so-
ruda her zaman belirsiz kalır ve her zaman ya Mendels-
sohn'un kendisinin yanlış anladığı gibi, bir akli [derin]
kavrayış yargısı ya da der Resultate'n\n yazarının kabul
eder göründüğü gibi akli esinlenme den (kaynaklanan)
yargı yerine konulabilir, bu sebepten ötürü bu yargılama
kaynağına bir başka isim vermek zorunlu olacaktır ve hiç-
bir isim buna akli inançtan* daha uygun değildir. Her inanç,
hatta tarihsel olanı bile, kuşku yok ki akli inanç olacaktır
(çünkü hakikatin nihai m i h e n k taşı her zaman akıldır);
ancak akli bir inanç saf akılda içerilenlerin haricinde baş-
ka bir veri üzerine temellendirilmemiş bir inançtır. Her
türlü inanma öznel olarak yeterli olan, fakat bilinçli bir
şekilde öznel olarak yetersiz kabul edilen bir doğru bel-
lemedir; dolayısıyla bilme** ile karşıtlık içerisindedir. Di-
ğer taraftan bir şey bilinçli olarak yetersiz de olsa nesnel
temellere dayanarak doğru bellendiğinde ve bu yüzden
kanaatten [sanıdan) ibaret olduğunda, bu k a n m a (sanma)
azar azar aynı türden temellerle desteklenebilir ve sonun-
da bir bilme haline gelebilir. Buna karşılık doğru belleme-
nin temelleri nesnel olarak geçerli olamayacak türden te-
meller ise o zaman inanç asla aklın kullanımıyla bir bil-
me haline gelemez. Tarihsel, sözgelimi bazı mektuplarda
bildirildiği şekliyle, büyük bir adamın ölümüyle ilgili
inanç, eğer gömülmesi, vasiyeti vs. mahalli otoriteler ta-
rafından bildirilirse, bir bilme haline gelebilir. Dolayısıyla

* (: das Vemunftglauben.)
** (: wissen.)

94
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü T a y i n E t m e s i N e A n l a m a Oelir?

safi tanıklığa dayalı tarihsel olarak doğru bellenen şeye,


sözgelimi dünyada bir yerde bir Roma şehrinin var oldu-
ğuna inanılabilir, ama yine de asla orada o l m a m ı ş birisi
eğer, Roma'nın var olduğunu biliyorum, sadece inanmak-
la kalmıyorum, derse bunlar pekâlâ birbiriyle uzlaştırıla-
bilir. Buna karşılık saf akli inanç aklın ve tecrübenin her
türlü doğal verisiyle asla bilgiye dönüşemez, ç ü n k ü bura-
da doğru bellemenin temeli salt öznel (bir temel), yani en
yüksek bir varlığın mevcudiyetini, ispatlamaya değil, var-
saymaya d ö n ü k aklın zorunlu bir ihtiyacı, (ve insan ola-
rak kaldığımız sürece her zaman bir ihtiyaç olarak kala-
cak) bir ihtiyaçtır. Onu teorik olarak tatmin edecek tarz-
da kullanılan aklın bu ihtiyacı saf aklın hipotezinden, ya-
ni sırf belli verili sonuçları açıklayacak olanların dışında
asla başka temel bulma beklentisi içinde olunamayaca-
ğından ve aklın bir açıklama temeline ihtiyaç duymasın-
dan ötürü bir şeyi öznel temellere bağlı olarak doğru bel-
lemek için yeterli kanaatten başka bir şey olmayacaktır.
Buna karşılık aklın pratik bir maksatla kullanımı ihtiyacı-
nı dayanan akli inanca aklın bir önermesi* denilebilir:
bütün kesinlik taleplerini karşılayan bir derin kavrayışmış
gibi değil, fakat bu doğru belleme (ancak kişinin ahlaken
iyi olması sayesinde), her ne kadar türce bütünüyle on-
dan farklı olmasa bile, derece bakımından bilmeden da-
ha aşağı** olduğu için.

* (: das Postulat der Vernunfl.)


" Onun değişti rilemezliğinin bilinci inancın sağlamlığına aittir. Buna
göre hiç kimsenin 'Tanrı vardır' önermesini çürütemeyeceğinden
b ü t ü n ü y l e e m i n olabilirim, zira o bu derin kavrayışı nereden edi-
necektir? Dolayısıyla tarihsel inanç için geçerli olan akli inanç için
geçerli değildir, [tarihsel inanç d u r u m u n d a ) aksi yöndeki delillerin
b u l u n m a s ı her zaman m ü m k ü n d ü r ve kişinin k o n u hakkındaki bil-
gisinin genişlemesi halinde kanaatini değiştirebilmesi kaydı her za-
man korunmalıdır.

95
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

Bu yüzden saf bir akli inanç spekülatif d ü ş ü n ü r ü n du-


yuüstü nesneler alanında akli gezintilerde y ö n ü n ü tayin
ettiği işaret direği veya pusuladır; fakat ortak, a m a (ah-
laken) sağlıklı akla sahip olan bir insan h e m teorik h e m
de pratik b a k ı m d a n uğraşının b ü t ü n amacıyla t a m ola-
rak uyum içinde olan bir tarzda y o l u n u belirleyebilir; ve
diğer her inancın, hatta her vahyin temeli olarak da alın-
ması gereken bu akli inançtır.
Tanrı kavramı ve hatta o n u n mevcudiyetine duyulan
kanaat ile ancak akılda karşılaşılabilir ve bize ilk kez, ar-
kalarındaki otorite ne kadar büyük olursa olsun ya il-
hamla ya da ulaştırılan haberle gelmesi m ü m k ü n değil-
dir. Bildiğim kadarıyla tabiatın sağlayamayacağı türden
dolayımsız bir görüyle, her nasılsa karşılaşsam. Tanrı
kavramının bu g ö r ü n m e n i n * bir Tanrı için gerekli olan
ayırt edici özelliklerin t ü m ü y l e bağdaşıp bağdaşmadığını
kestirmeye hizmet etmesi gerekir. Şimdi eğer, herhangi
bir g ö r ü n ü m için, ancak düşünülebilecek, a m a asla se-
zilemeyecek** şeyi, hatta nitelik b a k ı m ı n d a n , temsil et-
m e n i n * * * nasıl m ü m k ü n olduğuna dair hiçbir kavrayışa
sahip o l m a s a m bile, en azından şurası hâlâ açıktır: ba-
na görünenin, duygularım üzerinde içsel veya dışsal bi-
çimde etkili olanın Tanrı o l u p olmadığını yargılamak için
o n u bir ö r n e k olarak b e n i m akli Tanrı k a v r a m ı m ı n karşı-
sına k o y m a m ve o n u b u n a göre, (yani) o n u n bu kavram
için uygun olup olmadığını değil, fakat sadece onunla çe-
lişip çelişmediği b a k ı m ı n d a n s ı n a m a m gerekecektir.

* (: die Erscheinung; die Anschauung: görü.)


** (: anschauen. Aslında bu fiilin yukarıda geçen ve bu fiilin ismi
olan Anschauung ile akrabalığı sezdiren bir fiille karşılanması ge-
rekirdi, ancak Türkçe'nin imkânları b u n a el v e r m e m e k t e d i r . )
*** (: darstellen. Aynı zamanda tasvir ve tasavvur e t m e k diye de dü-
şünülmeli.)

96
K i ş i n i n D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü T a y i n E t m e s i N e A n l a m a Gelir?

Benzer şekilde: o n u n bana dolayımsız o l a r a k açığa çı-


kardığı şey bu kavramla çelişen hiçbir şey içermese bi-
le gene de bu g ö r ü n ü m , görü, dolayımsız esin (vahiy)*
ya da böyle bir tasavvura [die Darstellung) artık siz ne
derseniz, asla kavramı yaratılmış her şeyden ayrı olarak
sınırsız b ü y ü k l ü k t e olmayı talep eden bir varlığın (belir-
siz b i ç i m d e belirlenmeyecek ve dolayısıyla m ü m k ü n her
yanılsama ile birleşmeye b o y u n eğmeyecekse) mevcudi-
yetini kanıtlamaz; fakat hiçbir tecrübe y a h u t görü bu
kavram için uygun olamaz, dolayısıyla böyle bir varlığın
m e v c u d i y e t i n i açık seçik bir b i ç i m d e kanıtlayamaz. Böy-
lelikle hiç kimse önce en yüksek varlığın mevcudiyetine
görüyle i k n a olamaz; akli inanç önce gelmelidir, ardın-
dan belli görünüşler yahut açığa ç ı k m a l a r olsa olsa bize
konuşan veya kendisini sunanı bir Tanrı olarak kabul
ederken güvencede o l u p o l m a d ı ğ ı m ı z ı s o r g u l a m a fırsatı
sunabilir ve böylece bu inancı bu bulgulara göre teyit et-
meye h i z m e t edebilir.
Dolayısıyla eğer Tanrının varlığı ve ö l ü m d e n sonraki
hayat gibi duyuüstü konularla ilgili meselelerde aklın
önce k o n u ş m a h a k k ı n a sahip olduğu tartışılırsa her tür-
lü bağnazlık hurafe (boş inanç) ve hatta Tanrıtanımazlık
için b ü y ü k bir kapı ardına kadar açılmış olur. Ne var ki
J a c o b i ve Mendelssohn arasındaki tartışmada her şey
aklı t a m da bu tarzda tahtından indireceği izlenimi verir;
b u n u o n u n karşısına herkesin kendisi için gönlünce
oluşturabileceği bir başka inancı d i k m e k için sadece ak-
li kavrayış ve bilginin mi (spekülasyonun sözde gücüyle)
yoksa aynı zamanda akli inancın da mı hedeflendiğini
* (: diese Erscheinung, Anschauung, unmittelbare Offenbarung.)

97
Kant - Schopenhauer - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

b i l m i y o r u m . Spinozacı Tanrı Kavramının aklın b ü t ü n il-


keleriyle uyuşma içinde* olan yegâne Tanrı kavramı ol-
duğu ve asla reddedilemeyeceği ileri s ü r ü l ü r k e n bura-
dan neredeyse bu son niyet çıkarsanacaktır. Zira spekü-
latif aklın kendisinin Tanrı olarak d ü ş ü n m e m i z gereken
varlığın mümküniyeûni asla kavrayacak bir k o n u m d a ol-
madığını teslim e t m e k akli inançla b ü t ü n b ü t ü n e bağda-

* Sözü edilen bilginlerin die Kritik der reinen Vernunftûa nasıl o l u p


da Spinozacılık için destek bulabildiklerini a n l a m a k güçtür. Kritik
duyuüstü nesnelerin-konuların bilinmesi b a k ı m ı n d a n dogmacılığın
kanatlarını t a m a m e n b u d a r ve Spinozacılık bu n o k t a d a öylesine
dogmacıdır ki delillerinin katılığı b a k ı m ı n d a n matematikçilerle bi-
le yarışır. Kritik anlama yetisinin saf kavramlarının t a b l o s u n u n saf
d ü ş ü n m e için (gerekli) b ü t ü n malzemeyi içinde b a n n d ı r m a s ı ge-
rektiğini ispatlar; Spinozacılık kendileri d ü ş ü n e n düşüncelerden
ve dolayısıyla bir özne olarak kendisi için eşzamanlı b i ç i m d e var
olan bir belirtiden söz eder: insanın anlama yetisinde bulunmaya-
cak ve ayrıca o n u n kapsamına dahil edilemeycek bir kavram(dır
bu). Kritik kavramında k e n d i kendisiyle çelişkili hiçbir şey barındır-
m a m a n ı n bir düşünce antitesinin m ü m k ü n l ü ğ ü için bile yeterli ol-
madığını gösterir ( m ü m k ü n l ü ğ ü n ü varsaymak, eğer zorunlu ise, o
zaman, elbette izin verilebilir olarak kalsa bile); fakat Spinozacılık,
ideesi yalnızca anlama yetisinin saf kavramlarından ibaret olan bü-
tün duyumsallık koşullarından ayrılmış ve içinde asla bir çelişki ile
karşılaşılamayacak olan bir varlığın imkânsızlığına dair kavrayışa
sahip olduğu iddiasındadır; ne ki b ü t ü n sınırlara saldıran bu varsa-
yımı destekleyecek hiçbir şeye sahip değildir. Sırf bu yüzden Spi-
nozacılık doğrudan doğruya bağnazlığa götürür. Buna karşılık bağ-
nazlığın köklerini kazıyacak tek bir araç varsa, o da saf akıl yetisi:
nin sınırlarının belirlenmesidir (bundan) daha kesin (sonuç vere-
cek bir araç) yoktur. Benzer şekilde bir diğer bilgin Kritik'Ğe kuş-
k u c u l u k bulur; her ne kadar Kritik'irt hareket noktası t a m da bizim
bilgimizin erişim alanı b a k ı m ı n d a n bir şeyi a priori belirli ve kesin
hale g e t i r m e k t e m e l l e n d i r m e k olsa bile. Benzer şekilde o, eleştirel
sorgulamalarda bir diyalektik bulur, halbuki hedef d o g m a t i k bi-
çimde her yerde kulllanıldığında saf aklın içine çekildiği ve köstek-
lendiği kaçınılmaz diyalektiği ç ö z m e k ve ebediyen saf dışı etmek-
tir. Kendi kuruntularını başka yazarlara, tabii eğer bunları daha ön-
ce oralara koymamışlarsa, dayandırmayı iyi bildikleri için kendile-
rine "eklektik" diyen Yeni-Platoncular t a m da bu şekilde hareket
ettiler; dolayısıyla güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur.

98
Kişinin D ü ş ü n e r e k Y ö n ü n ü T a y i n Etmesi Ne A n l a m a Gelir?

şır durumdaysa da, bir nesnenin imkânsızlığını açıkça


görebiliriz, ama yine de başka kaynaklar vasıtasıyla o n u n
edimselliği h a k k ı n d a bilgi sahibi olabiliriz d e m e k her-
hangi bir inançla veya herhangi bir mevcudiyeti doğru
k a b u l e t m e k l e bağdaşamaz.
Zihni yeterliliğe ve geniş ufka sahip beyler! Yetenekleri-
nizi takdir ediyor ve insanlık duygunuzu seviyorum. Yaptığı-
nız şeyi ve akla saldırılarınızın sonunun nereye varacağını
(sizi nereye götüreceğini) düşündünüz mü? Şüphesiz dü-
şünme özgürlüğüne el uzatılmamasını (onu saldırılardan
korumayı) siz de istersiniz. Çünkü bu olmaksızın dehanızın
özgür uçuşları dahi çok çabuk sona erecektir. Sizin benim-
sediğiniz türden bir yöntem hâkim olacak olsa bu düşünce
özgürlüğünün doğal olarak ne hale geleceğini görelim.
D ü ş ü n m e özgürlüğü her şeyden evvel sivil zorlama-
ya* karşıdır. Elbette konuşma ya da yazma özgürlüğü-
n ü n elimizden üstün bir güçle alınabileceği söylenir, fa-
kat düşünme özgürlüğü (alın)amaz. ne var ki düşüncele-
rimizi kendilerine ilettiğimiz, kendi düşüncelerini de bi-
ze ileten başkalarıyla birlikteymiş gibi d ü ş ü n m e s e y d i k
ne kadar düşünür ve ne ölçüde doğru düşünürdük! İn-
sanlardan düşüncelerini alenen açıklama özgürlüğünü
zorla alan bu dış g ü c ü n aynı zamanda onların elinden
düşünme özgürlüğünü: m e d e n i hayatın b ü t ü n yükleri-
nin ortasında bize geri kalan ve ancak sayesinde duru-
m u m u z u n b ü t ü n k ö t ü l ü k l e r i n i n üstesinden gelebilme-
nin yollarını (araçlarını) tasarlayabileceğimiz yegâne mü-
cevheri de alacağı pekâlâ söylenebilir.
İkinci olarak d ü ş ü n m e özgürlüğü bir anlamda daha
düşünülür ki, buna göre o vicdani cebinn** karşısına ko-

* (: der bürgerliche Zwang.)


** (: der Oewissenszwang ya da vicdan üzerine yapılan zorlama.)

99
Kant - S c h o p e n h a u e r - H e i d e g g e r • Düşüncenin Çağrısı

nulur; hatta dış güce sahip olmaksızın bazı yurttaşlar


kendilerini öyle bir noktaya yerleştirirler ki (bununla) di-
ni k o n u l a r d a başkalarının vesayetine (gözetmenliğine)
sahip oldukları iddiasındadırlar ve tartışmak yerine geç-
mişte insanların duyguları üzerinde bıraktıkları tesirle
her akli incelemeyi, kişinin kendi sorgulamasının tehli-
kelerinin endişeli k o r k u s u n u n eşlik ettiği buyurulmuş
inanç düsturlarıyla nasıl yasaklayacaklarını bilirler.
Üçüncü olarak aklın kendisinin verdiklerinin dışında
başka hiçbir yasaya tâbi o l m a m a s ı a n l a m ı n a gelir; ve
b u n u n zıddı aklın (yasaların sınırlaması altında görülebi-
lecek olandan, dehanın zannettiği gibi, daha fazlasını
g ö r m e k için) yasasız bir kullanımının maksimidir. Doğal
sonuç şudur: Eğer akıl kendisini, kendi koyduğu yasala-
ra tâbi kılmazsa, bir başkasının verdiği yasaların boyun-
duruğu altına sokacaktır; ç ü n k ü yasa olmaksızın hiçbir
şey, hatta saçmalık bile o y u n u n u uzun süre oynayamaz.
Dolayısıyla d ü ş ü n m e d e ilan edilmiş yasasızlığın (aklın sı-
nırlamalarından özgürlüğün) kaçınılmaz s o n u c u şudur:
D ü ş ü n m e özgürlüğü nihayetinde kaybedilecek ve (bun-
dan s o r u m l u tutulacak olan talihsizlik değil, k u r u n t u ol-
duğu için) sözcüğün asli a n l a m ı n d a boş yere harcan-
mış* olacaktır.
Olayların seyri kabaca budur. Önce deha cüretkâr
uçuşlarından çok hoşlanır, ç ü n k ü aklın yön verdiği man-
tık çizgisini koparıp atmıştır. Çok g e ç m e d e n kudretli hü-
kümler ve büyük beklentilerle başkalarını büyüler ve
şimdi dilini her zaman kullandığı yavaş ve sakil aklın
böylesine çirkin biçimde süslediği bir tahtın üzerine
kendini o t u r t m u ş görünür. Şu halde o n u n m a k s i m i ak-

* (: verscherzen; "şaka" anlamına gelen Scherz'öen türeyen sözcük


aynı zamanda boşu boşuna bir şeyi kaybetmek veya feragat e t m e k
anlamına gelir.)

100
Kişinin Düşünerek Y ö n ü n ü Tayin Etmesi Ne A n l a m a Gelir?

lın üstün yasa k o y u c u l u ğ u n u n h ü k ü m s ü z o l d u ğ u d u r ; biz


sıradan insanlar b u n a bağnazlık diyoruz, buna karşılık
iyiliksever tabiatın kayırdıkları o n u n aydınlatması diyor-
lar. Herkes için geçerli bir şekilde sadece akıl buyruk ve-
rebileceği için, çok g e ç m e d e n aralarında bir dil karma-
şası baş gösterecektir; ş i m d i her biri k e n d i ilhamını ta-
kip eder: böylece s o n u n d a ilk başta seçilmiş olan, an-
cak zamanla sokulgan [bezdirici] belgelere dönüşmüş
olan k o r u n m u ş olguların, geleneklerin tanıklığından da-
'ha derin ilhamların doğduğu görülecektir, t e k kelimeyle
sonuç, aklın olgulara, yani boş inanca t a m teslimiyeti
(boyun eğmesi) olacaktır, ç ü n k ü bu (boş inanç) en azın-
dan yasa formuna sahiptir ve dolayısıyla (kaybolan) sü-
k û n e t i n geri gelmesine izin verir.
He ki insan aklı her zaman özgürlük için çabaladığın-
dan dolayı: zincirlerini ilk kez kırdığında uzun süredir
alışkın olmadığı özgürlüğünü ilk kullanımı yozlaşıp bir
k ö t ü kullanıma ve melekelerinin b ü t ü n sınırlamalardan
bağımsızlığına küstahça bir güvene dönüşecek, bu da,
ancak nesnel temellerle ve dogmatik kanaatle doğrula-
nabilir olanı kabul eden, b u n u n dışında her şeyi cesurca
reddeden spekülatif aklın yegâne otoritesinin ikna olma-
sına yol açacaktır. Artık aklın kendi gereksinimin den ba-
ğımsızlığı (akli inançtan vazgeçmenin) m a k s i m i inançsız-
lıktır. Bu tarihsel bir inançsızlık değildir, ç ü n k ü bu sonun-
c u s u n u amaçlı olarak d ü ş ü n m e k imkânsızdır, dolayısıyla
hiçbir şey s o r u m l u addedilemez (çünkü herkesin eğer
yeterince ispat edilirse bir olguya inanması gerekir, tıpkı
ister istesin ister istemesin bir matematik kanıtlamaya
inanması gerektiği gibi); daha çok, önce ahlak yasalarını
yüreğe teşvik edici unsurlar olarak bütün güçlerinden ve
zamanla bütün otoritelerinden m a h r u m bırakan akim bir
inançsızlığı, insan duygularının tehlikeli (nazik) bir duru-

101
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

mudur, zaman zaman bu düşünme tarzına serbest dü-


şüncelilik, hiçbir ödev t a n ı m a m a ilkesi denir. Bu nokta-
da sivil düzenlemelerin (zarar görüp) en büyük düzensiz-
liğe d ö n ü ş m e m e s i için üstün yetki sahipleri oyuna karış-
mıştır; ve en etkin ve en etkili aracı en iyi araç olarak göm-
dükleri için, bu hatta d ü ş ü n m e özgürlüğünü bile kaldırır
(lağveder) ve düşünmeyi tıpkı diğer meslekler gibi o ül-
kenin düzenlemelerine tâbi kılar. Ve böylece, eğer aklın
yasalarından bağımsızlık yolunda ilerlemeye çalışırsa,
düşünme özgürlüğü sonunda kendi kendisini yok eder.
İnsan s o y u n u n ve o n a en kutsal olanın dostları! Dik-
katli ve s a m i m i incelemeden sonra, ister olgulara ister-
se akli temellere ilişkin (olsun), size en kıymetli inanç
olarak görüneni kabul edin; o n u yeryüzündeki en yük-
sek iyi kılan aklın ayrıcalığını, hakikatin nihai m i h e n k ta-
şı o l m a n ı n ayrıcalığını sakın tartışmayın.* Eğer bu nok-

* Kendi kendine düşünme hakikatin üstün m i h e n k taşını kendinde


(yani kendi aklında) arama anlamına gelir; ve her zaman kendi ken-
dine d ü ş ü n m e n i n maksimi aydınlanmadır. Buna göre aydınlanma-
yı bilgi e d i n m e n i n içine yerleştirdiklerinde insanların düşündükleri
bundan daha azıdır; ç ü n k ü o daha çok bir kimsenin bilme yetisini
kullanımındaki olumsuz bir ilkedir ve çoğu kez bilgi b a k ı m ı n d a n en
zengin olan kimse onu k u l l a n m a b a k ı m ı n d a n en az aydınlanmıştır.
Bir kimsenin kendi aklını kullanması, her ne zaman bir şeyi kabul
etmeye zorlansa kendi kendisine şu soruyu sormasından daha faz-
la bir anlama gelmez: Acaba o, aklın kullanımı için evrensel bir il-
ke olarak kabul etmenin temeli veya kuralı haline getirilecek olsa,
bunun için elverişli midir değil midir? Bu sınama herkesin kendi
kendisine yapabileceği bir sınamadır; ve bu araştırmayla o boş
inanç ve bağnazlığın kaybolduğunu görecektir, hatta nesnel temel-
lere dayalı olarak bunları ç ü r ü t m e k için yeterli bilgiye sahip olma-
sa bile, ç ü n k ü o sadece aklın kendi kendisini koruması maksimini
kullanmaktadır, dolayısıyla aydınlanmanın temellerini eğitimleri va-
sıtasıyla tek tek yurttaşlarda atmak gayet kolaydır; b u n u n için ge-
rekli olan tek şey genç dimağları bu düşünmeye erken yaşlardan
itibaren alıştırmaya başlamaktır. Fakat bir çağı aydınlatmak çok ya-
vaş ve zahmetli bir iştir, ç ü n k ü kısmen bu eğitim tarzını yasaklayan
v<- kısmen de onu daha güç hale getiren dış engeller vardır.

102
Kişinin Düşünerek Y ö n ü n ü Tayin Etmesi Ne A n l a m a Gelir?

tada zaaf gösterirseniz bu özgürlüğe layık o l m a k t a n


uzaklaşırsınız ve aynı z a m a n d a o n u kesinlikle kaybeder-
siniz ve b u n u n yanı sıra aynı talihsizliği başkalarının,
kendi hallerince iyi huylu olan ve özgürlüklerini yasalar
çerçevesinde ve dolayısıyla dünya için en iyisine vesile
olacak tarzda kullanacak olan m a s u m toplulukların ba-
şına da götürürsünüz!

103
DÜŞÜNMENİN GEREKSİNDİĞİ:
SÜKÛNET?

A. Schopenhauer
DÜŞÜNMENİN GEREKSİNDİĞİ: SÜKÛNET?*

Kant "yaşamsal güçler" üzerine bir kitapçık yazdı; fa-


kat ben onlar üzerine bir ağıt yazmak istiyorum, ç ü n k ü
onların v u r m a , çakma, d ö v m e , atma, s a v u r m a biçimin-
de savurganca ve lüzumsuzca k u l l a n ı m ı b ü t ü n hayatımı
g ü n l ü k bir işkenceye çevirdi. Şüphesiz b u n a gülecek in-
sanlar - h e m de çok sayıda- vardır, ç ü n k ü gürültüye kar-
şı duyarlı değillerdir; ne var ki m u h a k e m e y e , düşünme-
ye, şiire yahut sanata, sözün kısası her t ü r d e n zihinsel-
düşiinsel izlenime duyarsız olan tam da bu insanlardır:
beyin d o k u l a r ı n ı n ç o k küt ve kaba niteliğine mal edilme-
si gereken bir gerçektir bu. Diğer taraftan neredeyse bü-
tün b ü y ü k yazarların yaşamöykülerinde veya kişisel ifa-
delerinin kayıtlı o l d u ğ u her yerde g ü r ü l t ü n ü n entelektü-
el insanlara tattırdığı acıya dair şikâyetlere rastlarım.
Sözgelimi Kant, Goethe, Lichtenberg, Jean Paul b u n a
ö r n e k olarak gösterilebilir ve aslında k o n u d a n söz açıl-
madığı d u r u m d a b u n u n tek nedeni b u n a sıra gelmemiş
yahut fırsat d ü ş m e m i ş olmasıdır.
Ele aldığımız k o n u y u şu şekilde a ç ı k l a m a k isterim:
Eğer b ü y ü k bir elmas k ü ç ü k k ü ç ü k parçalar halinde ke-
silse, derhal b ü t ü n olarak sahip o l d u ğ u değeri kaybe-
der; yahut bir o r d u k ü ç ü k birliklere parçalansa veya bö-
lünse b ü t ü n g ü c ü n ü kaybeder; tıpkı b u n u n gibi, b ü y ü k

* Parerga und Paıalipomena, Bd. 11, Kap. XXX: Über Lârm und Gerâ-
usch.

107
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

bir zihin dışarıdan müdaheleye maruz kalmasıyla, rahat-


sız edilmesiyle, dikkatinin dağıtılmasıyla, yahut ilgisinin
başka bir yöne çevrilmesiyle birlikte, sıradan bir zihne
göre sahip olduğu ü s t ü n l ü k ve ayrıcalığı kaybeder; çün-
kü o n u n üstünlüğü, tıpkı iç bükey bir aynanın üzerine
düşen ışığın t ü m ışınlarını yoğunlaştırması gibi bütün gü-
c ü n ü tek bir noktaya ve konuya yoğunlaştırmasını ge-
rektirir. Gürültünün sebebiyet verdiği sekte ya da fasıla
bu yoğunlaşmayı engeller.
Bu sebepten ö t ü r ü d ü r ki kalburüstü kafaların çoğu,
hangi türden olursa olsun rahatsızlık veri'ci her şeyden,
birdenbire araya girip düşüncelerini dağıttığı için her za-
man nefret etmişlerdir. Ve her şeyden evvel gürültüden
ileri gelen keskin ve şiddetli kesintiden sürekli usanmış
ve şikâyetçi olmuşlardır. Sıradan insanlar bu tür bir şe-
yi pek dikkate almazlar. Bütün Avrupa uluslarının en ze-
ki olanı "never interrupt!"* düsturunu on birinci emir
olarak kabul etmiştir. Fakat gürültü b ü t ü n müdahale
(kesintiye uğratma) biçimlerinin en nüfuz edici olanıdır;
ç ü n k ü gürültü sadece bizim düşüncelerimizi kesintiye
uğratmaz, fakat onları dağıtır da. De var ki kesintiye uğ-
ratılacak bir şeyin olmadığı d u r u m d a doğal olarak gürül-
tü de bu denli özel b i ç i m d e hissedilmeyecektir.
Kimi zaman önemsiz, fakat ardı arkası kesilmeyen bir
gürültü o n u n tam olarak ayırdına varmazdan evvel beni
bir m ü d d e t azap içinde bırakır ve rahatsız eder. Hisset-
tiğim tek şey d ü ş ü n m e n i n giderek daha zahmetli ve yo-
rucu hale geldiğidir - sanki ayaklarım bağlı olduğu hal-
de yürümeye çalışıyormuşum gibi. S o n u n d a olup bite-
nin farkına varırım.

* ("Asla Müdahale Etme! yahut "Kesintiye Uğratma!"" diye özetlenebi-


lir.)

108
D ü ş ü n m e n i n Gereksindiği: Sükûnet?

Şimdi c/nsten türe g e ç m e k gerekirse, bir kasabanın


dar sokaklarında çınlayan kırbaç şaklamaları b ü t ü n gü-
rültülerin en affedilmez ve en utandırıcı olanıdır - ger-
çek m a n a d a c e h e n n e m i bir azaptır bu. O n u huzur ve sü-
kûn içerisindeki bir hayatı imkânsız hale getirdiği için
m a h k û m ediyorum. İnsanlığın budalalığı ve düşüncesiz-
liği h a k k ı n d a başka hiçbir şey bu kırbaç şakırtılarına
hoşgörü kadar açık bir fikir vermez bana. Beyni felce-
den, her türlü derin d ü ş ü n ü ş ü b ö l ü p dağıtan ve düşün-
ceyi katleden bu ani ve keskin şaklama, kafasında bir
fikre benzer herhangi bir şeye sahip olan herkese ilikle-
rine kadar hissettiği bir acı verir. Dolayısıyla her şakla-
ma ne kadar önemsiz olursa olsun kafasını herhangi bir
şeye vermiş yüzlerce insanı ister istemez rahatsız eder;
d ü ş ü n ü r d e ise o n u n etkisi ç o k daha acıklı ve fecidir; tıp-
kı kafayı b e d e n d e n koparan celladın baltası gibi gürültü
de o n u n düşüncelerini b ö l ü p dağıtır. He kadar keskin
olursa olsun hiçbir ses bu uğursuz kırbaç şaklamaları
kadar beyni böylesine harap etmez; k a m ç ı darbesinin
ısırığını t a m beyninizde hissedersiniz, ki duyarlı bir bit-
kiyi ( m i m o s a pudica) nasıl etkilerse beyne de aynı şekil-
de ve uzunlukça aynı zaman zarfında etki eder.
Kutsal fayda öğretisine gereken b ü t ü n saygıyı göster-
m e m e karşın toprak ya da gübre yığınını kaldıran bir
a d a m ı n - y a r ı m saatlik bir süre içerisinde kasabayı bir
uçtan bir uca katederken birbiri a r d ı n a - yaklaşık on bin
insanın kafasında filizlenmek üzere olan düşünceleri da-
ha henüz t o m u r c u k halinde iken katletme h a k k ı n ı yahut
ayrıcalığını nereden aldığını anlayamam.
Örs-çekiç darbeleri, k ö p e k l e r i n havlamaları, çocukla-
rın zırlamaları k o r k u n ç olmasına k o r k u n ç t u r , ama dü-
ş ü n c e n i n gerçek katili bir kırbaç şaklamasıdır sadece.
Bir insanın d ü ş ü n m e k için ara sıra bulabileceği her uy-

109
Kant - S c h o p e n h a u e r - Heidegger • Düşüncenin Çağrısı

gun anı katletmektir o n u n amacı. Eğer bir hayvanı b ü t ü n


gürültülerin bu en affedilmez en t a h a m m ü l edilmez ola-
nını çıkarmadan s ü r m e n i n başka bir yolu o l m a m ı ş ol-
saydı belki hoş görülebilirdi. Fakat bu lanetli ve uğursuz
kırbaç şakırtıları sadece gereksiz değil yararsızdır da.
O n u n at üzerinde zihinsel olarak meydana getirmeye ça-
lıştığı etki, gerekli gereksiz kullanım nedeniyle hayvanın
alışmasından ötürü körelir ve etkisizleşir ve hayvan ar-
tık o n u n l a adımlarını hızlandırmaz olur. Bu, yolcu almak
için en yavaş haliyle s ü r ü l ü r k e n boş bir arabadan gelen
ardı arkası kesilmeyen kırbaç şaklamalarında bilhassa
dikkat çekicidir. Eğer atına kırbaçla hafifçe d o k u n s a da-
ha fazla etkili olurdu. Ne ki ata sürekli şaklatarak kam-
çının varlığını hatırlatmanın m u t l a k a gerekli olduğunu
varsaysak bile, g ü r ü l t ü n ü n yüzde birini yapan bir k a m ç ı
b u n u n için yeterli olacaktır. İşitme ve g ö r m e bakımın-
dan hayvanların en k ü ç ü k , en s ö n ü k belirtilere, hatta
çoğu zaman bizim algılayamadığımız şeylere bile duyar-
lı oldukları iyi bilinir. Eğitimli köpekler ve kanarya kuşla-
rı b u n u n şaşırtıcı örneklerini sunarlar.
Dolayısıyla bu kamçı şakırtılarının t a m a m e n keyfi bir
şey olarak; hatta kafalarıyla çalışanlara kollarıyla çalı-
şanlar tarafından yapılmış küstahça bir m ü d a f a a olarak
kabul edilmesi gerekir. Bir kasabada böyle bir küstahlı-
ğa t a h a m m ü l edilmesi, bir barbarlık ve adaletsizlik örne-
ğidir, hele mesele her kırbacın u c u n d a bir d ü ğ ü m bu-
lunmasını zorunlu hale getirecek bir polis denetimiyle
çok daha kolay halledilebilecekken, bu daha da fazla
böyledir.
Üzerlerindeki insanların kafalarıyla çalıştıklarına ayak
takımının dikkatinin çekilmesinde bir beis yoktur, çün-
kü sokaktaki a d a m için, hangi türden olursa olsun kafa
işi t a h a m m ü l edilmez bir azap ve işkencedir. Kalabalık

1 10
Düşünmenin Gereksindiği: Sükûnet?

bir kasabanın dar sokaklarında boş y ü k veya binek ara-


basıyla dolaşan ve her birkaç a d ı m d a bir gücü yetebildi-
ğine bir buçuk iki m e t r e l i k kırbacını şaklatan bir adam,
arada bir derhal indirilip beş hakiki değnek atılmayı hak
eder. Dünyanın b ü t ü n hukukçularıyla birlikte dünyadaki
b ü t ü n yardımseverler bedensel cezanın t o p y e k û n orta-
dan kaldırılması amacıyla nedenler ileri s ü r m e k , baha-
neler üretmek için bir araya gelseler, beni asla aksine ik-
na edemezlerdi.
Fakat daha da k ö t ü olan bir şeyi yeteri kadar sıklıkla
görebiliriz. Sözünü ettiğim atları olmaksızın yalnız başı-
na sokaklarda yürüyen ve hiç ara vermeksizin kamçısını
şaklatıp duran iki tekerlekli y ü k arabası sürücüsü. De-
m e k ki bu adam affedilemez hoşgörü neticesinde kam-
çısına bu denli alışmıştır!
G ü n ü m ü z d e her yerde insan hayal edilemeyecek ka-
dar b ü y ü k bir özenle bedeni ve b e d e n i n i n ihtiyaçları pe-
şinde koşmaktadır; saygı şöyle dursun hiçbir surette en
k ü ç ü k bir nezaket ya da himaye g ö r m e y e c e k tek şey dü-
şünen kafa mıdır?
Araba sürücüleri, hamallar, ulaklar ve benzerleri in-
sanlar arasındaki y ü k hayvanlarıdır; m u h a k k a k ki bunla-
ra adaletle, sabırla, şefkatle ve m e r h a m e t l e davranılma-
1ı; fakat keyfi g ü r ü l t ü yaparak insan s o y u n u n daha yük-
sek çabalarının önüne çıkılmasına [set çekilmesine)
izin verilmemeli. Doğrusu b i l m e k isterdim kimbilir bu
kırbaç şaklamalarıyla kaç b ü y ü k ve m u h t e ş e m düşünce
dünyayı terk etmektedir? Yetkim olsaydı hiç vakit kay-
b e t m e d e n bu sürücülerin kafalarında bir kırbaç şakla-
masıyla k ı r b a ç l a n m a arasında çözülmesi imkânsız bir
nexus idearum* oluştururdum.

* (Düşünceler çağrışımı.)

11 1

You might also like