You are on page 1of 1430

KANUNLARIN

RUHU
ÜZERİNE
MONTESQUIEU

KANUNLARIN

RUHU
ÜZERİNE
KANUNLARIN RUHU ÜZERİNE
Charles Louis de Secondat
Baron de MONTESQUIEU
Özgün Adı: De L’Esprit des Lois
Çeviren: Fehmi Baldaş
Yayına Hazırlayan: Doğan Selçuk Öztürk
Sayfa Düzeni: Adem Şenel
Kapak Tasarım: Yunus Karaaslan
Baskı-Cilt: Ada Ofset (Tel: 0212 567 12 42)
ISBN: 975-7670-41-3
Bu eserin yayın hakları Seç Yayın Dağıtım’a ait
olup,
dağıtım ve satış hakları Hiperlink’e aittir.
Hiperlink Yayınları
Mumhane Cad. Murakıp Sok. Avcı İş Merkezi
No: 13 Kat: 2-3 Karaköy/İstanbul
Tel: 0212 293 07 05-06 Faks: 0212 293 56 58
www.hiperlink.com.tr / info@hiperlink.com.tr
MONTESQUIEU

KANUNLARIN

RUHU
ÜZERİNE

(De L’Esprit des Lois)

Çeviren: Fehmi Baldaş


ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ
•••
Asıl adı Charles-Louis de Secondat olan
Montesquieu, 18 Ocak 1689’da Bordeaux’nun üzüm
bağları ve şaraplarıyla tanınmış bir kazasında, la
Brède’de doğmuştur. Soylu bir aileden olmasına
rağmen, yoksullarla kardeş olduğunu hayatı
boyunca hatırlasın diye ailesi vaiz babası olarak
ona bir dilenciyi seçmiştir. İlk ve orta öğrenimini,
birçok bilgin yetiştirmiş olan Oratoire keşişlerinin
Juilly’deki kolejinde bitirmiş, önce Bordeaux’da
arkasından da Paris’te hukuk öğrenimini
tamamlamıştır.
1711’de ilk defa kaleme aldığı bir yazıda eski
çağ lozo arının Tanrı’nın lanetine
uğramayacaklarını ispatlamaya çalışmış[1], 1714’te
de Bordeaux parlamentosuna (mahkemesine) üye
olmuştur. 1715’te, yine kendisi gibi bir soylu kızı
olan Jeanne de Lartigue’le evlenmiştir.
1716’da amcasının, mahkeme başkanlığıyla
beraber bütün malını mülkünü ve Montesquieu
adını ona bıraktığını, yine aynı tarihte
Montesquieu’nün biri, “Romalıların Dindeki
Politikası” öteki “Düşünceler Sistemi” adında iki
eser yazdığını, 1717’den 1721’e kadar da kendisini
tümüyle ilme verdiğini, Hastalık, Yankı, Böbrek
Guddelerinin Faydası, Nesnelerin Şeffa ığı ve
benzerleri gibi birkaç inceleme kaleme aldığını
görüyoruz.
1721’de Lettres Persanes’ı (İranlı Mektupları),
kitabın üstüne adını koymadan çıkartıyor. Eser, o
zamana kadar hiçbir kitabın elde edemediği bir
başarı kazanıyor. 1722’de Montesquieu, Paris’e gidip
eğlence hayatına dalıyor. Bu arada Sylla ile Eucrate
arasındaki konuşmayı Club de 1’Entresol’de okuyor,
Gnide Tapınağı adındaki eserini de bastırıyor.
Akademiye girmek için teşebbüse geçiyor; seçiliyor
da. Ama kral, Montesquieu’nün Paris’te
oturmadığını ileri sürerek bu seçimi onaylamıyor.
Yine Paris’te bulunduğu sırada, Kanunların Ruhu
Üzerine adlı eserinin uzaktan da olsa temeli
sayılabilecek bir kitap yazıp bastırıyor:
Considerations sur les Richesses de l’Espagne[2].
1725’te Bordeaux’ya dönüyor, yazılarından
birkaçını bu şehrin akademisinde okuyor. Başkanlık
görevini bırakıp tekrar Paris’e gidiyor. 1728’de bir
kere daha akademiye seçiliyor; bu sefer, kral da karşı
koymuyor. 1728-1729 yıllarını Almanya’da,
Avusturya’da, İtalya’da, Hollanda’da dolaşmakla
geçiriyor; dostu Lor d Chester eld’le beraber
İngiltere’ye gidiyor. Aşağı yukarı iki yıl kaldığı bu
ülkede farmasonların arasına karışıyor. Bundan
sonra 1731’den 1748’e kadar hiç ara vermeden la
Brède şatosunda Kanunların Ruhu Üzerine
adındaki eserine çalışıyor[3]. Bu arada yine aynı
eserle ilgisi bulunan bir başka kitabını da 1734’te
bastırıyor: Romalıların Büyüklüğüyle Düşüşünün
Nedenleri Üzerine Düşünceler. 1745’te Kanunların
Ruhu’nun bazı bölümlerini Bordeaux’daki
dostlarına okuyor. Sylla ile Eucrate arasındaki
konuşmayı da bastırıyor. Nihayet 1748 yılında
Kanunların Ruhu Üzerine adındaki eserini, yine
adını koymadan Cenevre’de bastırıyor [4]. Kitabı,
yalnız Fransızlar değil bütün dünya okuyor. II.
Frédéric eserin bazı yerlerini okurken irkiliyorsa da,
“uçsuz bucaksız bir ülkeyi yönetenin, egemenliğinin
de doğal olarak sınırsız olması gerektiğini” okuyan
II. Katerina eseri başucu kitapları arasına alıyor.
1750’de Montesquieu, Cizvitlerle Janseniusçuların,
dolayısıyla engizisyonun ve Sorbonne’un
saldırılarına karşılık vermek zorunda kalıyor ve
Kanunların Ruhu’nun Savunması adında bir kitap
çıkarıyor. 1751’de kilise, Kanunların Ruhu’nu
tehlikeli kitaplar arasına koyuyor. Montesquieu
1751’den 1754’e kadar Lysımaque [5] adlı eseri
üzerinde çalışıyor, 1754’te onu da çıkartıyor.
Bundan başka bir de ansiklopedi için, 1756 yılında
çıkacak olan Zevk Üzerine Deneme maddesini
hazırlıyorsa da bu yazısının çıktığını göremeden 10
Şubat 1755’te Paris’te ölüyor.
•••
Hayat hikâyesini kısaca anlattığımız
Montesquieu görülüyor ki hemşehrisi Montaigne
gibi düz bir şekilde yaşamış, onun gibi bütün
zamanını aşağı yukarı kitapları arasında, inceleme
yapmakla ya da yazmakla geçirmiştir. Yalnız şu
farkla ki, Montaigne kendini tanıtmak için hiçbir
şey yapmamış, İsviçre ile Almanya’dan geçerek bir
süre İtalya’da yaşamış, dünya ile teması genellikle
bundan ibaret kalmış. Montesquieu ise, gençliğinde
tattığı Paris hayatının güzel tara arına az bir süre
için de olsa kendini kaptırmaktan, Akademiye
girmek için, amcasının kendisine bıraktığı başkanlık
görevinden ayrılıp hükümet merkezine
yerleşmekten, çeşitli ülkeleri gezip insanları
tanımaktan, sonunda da İngiltere’de uzun süre
oturup ülkenin yönetim tarzını incelemekten
kendini alamamıştır. Bunun nedenini pek öyle
derinlerde aramamak gerek: Zaman da değişmiştir,
gelenekler de. Hem sonra Montesquieu, Montaigne
gibi rahatına düşkün bir kişidir ama bu rahatı aile
yuvasında arayanlardan değildir. Montesquieu’nün
eşiyle anlaşamadığını, evinden daima uzakta
yaşamak istediğini, bu konuda incelemelerde
bulunanların yazılarından öğreniyoruz.
Hayat hikâyesini anlatırken Montesquieu’nün
vaiz babasının bir dilenci olduğunu söylemiştik.
Bunun da sırf, fakir olsun zengin olsun, halktan
olsun soylu sınıan olsun bütün insanların eşit
olduklarını her zaman hatırlasın diye oğluna bir
ders vermek için babası tarafından düzenlenmiş bir
şey olduğu muhakkak. Ama böyle bir düşünceyi
XVIII. yüzyılda, hele o yüzyılın ilk yarısında
benimsemek de bir soylu için hayli güç bir şeydir.
Üstelik Katolik dinine de aykırıdır babasının bu
davranışı. Çünkü vaiz babası, ölen babanın yerini
tutabilecek yetkide kişi olmalı. Bununla beraber,
çocukta bıraktığı iz derin olacak ki, kitabında
durmadan kişilerin eşitliğinden söz ettiğini,
hürriyetin insanların en tabii haklarından biri
olduğunu, kanun karşısında bütün insanların eşit
sayılması gerektiğini, toplumların ancak bu anlayış
sayesinde mutluluğa ulaşabileceklerini ileri
sürdüğünü görüyoruz. Bunun için de, ilkesi siyasi
fazilet olan demokratik yönetim tarzını hepsinin
üstünde tutuyor, bunu açıkça söylemekten
çekinmiyor. Ama onun için, gerçek demokrasi,
Cumhuriyet yönetiminde bulunabileceği gibi
yumuşak bir soylular yönetiminde de, aydın bir
saltanat yönetiminde de bulunabilir... Yeter ki
yöneten kişiler bu üç yönetim şekline özel olan
ilkeleri benimsesinler. Yalnız istibdat yönetiminde
böyle bir şeyi kişinin aklının kenarından bile
geçirmesi imkânsızdır. Nitekim önsözünde de
Montesquieu’nün bir yandan Cumhuriyeti överken
bir yandan da kendisini yaşadığı ülkede, yani aydın
bir saltanat yönetiminin hüküm sürdüğü bir ülkede
yarattığı için Tanrı’ya şükretmekten geri
kalmadığını görüyoruz. Bütün bu övgülere rağmen,
yirmi yıl üzerinde çalıştığı kitabı, o çağa göre bir bilgi
kaynağı sayılması gereken kitabı göze batıyor. Yazar,
kitabını yerenlerle, düşüncelerine cephe alanlarla
savaşmak, kendisini de kitabını da savunmak
zorunda kalıyor. Bu yüzden de, asıl eserin hiç
olmazsa dörtte biri kadar kalın bir savunma dosyası
meydana geliyor.
Peki, ama böyle bir kitap için bunca dedikodu,
bunca savaş neden? Ne vardı bu kitabın içinde?
Bunların cevabını vermek için o çağda yaşamış,
Montesquieu ile az çok dostluk etmiş, düşünceleri
bakımından onunla adeta bir akrabalık kurmuş
olan Voltaire’i konuşturmak gerekiyor. O da aynı
düşünceleri ortaya atarken, kitaplarını bastırmak
için Cenevre’ye ya da Hollanda’ya göç ederken, geri
kafalı keşişlerle Sorbonne’culara karşı kendini
savunurken aynı güçlüklerle karşılaşmamış mıydı?
Bununla beraber burada problemi bir başka yönden
daha ele alıp Avrupa’da Rönesans dediğimiz çağdan
bu yana düşünce hayatının nasıl geliştiğine şöyle bir
göz atmak gerekiyor. Tarihçiler, Fransız ihtilalini
hazırlayanlar arasında Montesquieu ile Voltaire’in
çok önemli bir rol oynadıklarını bize durmadan
tekrarlarlar. Doğru ama Voltaire, Rabelais gibi,
Erasmus gibi, hatta Swi ve Cervantes gibi
hümanistlerin düzenine girer; o da onlar gibi
düşüncelerini iğneli ve ince üslûbu sayesinde bir
şaka ve alay perdesi altından belirtmeye çalışır; o da
tıpkı onlar gibi bütün insanları uyarmaya çalışır.
Böyle bir işe girişirken de ağırbaşlı olmanın son
derece zararlı olacağını çok genç yaşta anlamış
bulunan Voltaire, kitaplarını deliler için, hastalar
için, çocuklar için değil, aklı başında insanları
güldürmek, eğlendirmek suretiyle en doğal haklarını
aramaya teşvik etmek için yazmıştır. Bu yüzden de
kendisini ve eserlerini ciddiye alan olmamış,
olmamış ama yine de kitapları kilise tarafından,
Sorbonne tarafından zararlı görülüp yakılmış.
Elbette ya, şakanın fazlası, yalnız önyargılarının
etkisi altında kalan, kafalarının dikine giden, bir
türlü skolastik anlayıştan kurtulamayan, görmek,
anlamak, sezmek, merak etmek yetkilerinden
tümden yoksun olan kişileri, hele menfaatlerinin
ortadan kalkacağını anlayan kişileri ise hepten
kuşkulandırır. Sağduyularını gerektiği şekilde
kullananlar kendilerine söylenilen sözleri can
kulağıyla dinleyenler, gösterilen gerçekleri gözlerini
dört açıp görenler, meraklı kişiler, onun
kitaplarından faydalanmışlar, yazarına da gereken
değeri vermişlerdir. Buna rağmen Voltaire ne okul
kurmuş bir lozour, ne de derinlemesine
incelemelerde bulunmuş bir ilim adamı.
Ama Montesquieu’nün durumu böyle değildir.
O, her şeyden önce bir kanun adamı, bir mahkeme
başkanıdır. Kendi alanında bir bilgindir de...
Kanunların kaynaklarını, ilkelerini aramış, çağlar
boyunca nasıl geliştiklerini incelemiş, çeşitli
ülkelerde ve zamanlarda ne şekilde
yorumlandıklarını araştırmıştır. Bilgin olduğu için
deneye de değer verir. Hemşehrisi Montaigne gibi
yalnız kendi içine eğilip eskileri okumakla insanlar
hakkında hüküm vermek ona yetmez; çevresindeki
çeşitli insan tipleri üzerinde gözlemlerde bulunur,
hatta bir kitap yazıp içinde yaşadığı toplumun
geleneklerinden, yaşayış tarzından, kimi zaman
alaylı, ama çoğu zaman ciddi bir üslupla bir
yabancının ağzından da olsa kendi kanılarını
belirtir (İranlı Mektupları.) Görülüyor ki
Montesquieu o çağda, kendi ülkesinde, kendi
çapında bir lozour. Gülmekle güldürmekle pek
öyle ilgisi yoktur. Bununla beraber Kanunların
Ruhu’nda birkaç konuyu, Voltaire tarzında ve
üslubunda ele almaktan da geri kalmaz... Zencilerin
Köleliği Üzerine adlı konuda olduğu gibi.
Şimdi, görüşleri, kanıları, hatta inançları bir
olan ama mizaçları bakımından birbirine tümden
aykırı olan bu iki büyük kişiden birinin, yani
Voltaire’in, ötekinin, yani Montesquieu’nün kişiliği
ve kitabı üzerinde ne düşündüğünü anlamak,
bilmek hiç de kötü olmaz kanısındayız.
Voltaire, Feylosofca Konuşmalar ve Fıkralar [6]
adlı kitabındaki konuşmalardan birini, Hobbes’a,
Grotius’a ve Montesquieu ile Kanunların Ruhu
Üzerine adlı kitabına tahsis ediyor ve bu konularda
konuşturduğu kişilere (A, B, C,) şunları söyletiyor:
A - Demek Grotius’u, Hobbes’u ve
Montesquieu’yü okudunuz? Peki bu üç ünlü kişi
hakkında ne düşünüyorsunuz?[7]
B - ....................... Montesquieu de züppenin
biri.
C - .......................
A - ....... Montesquieu züppenin biri değil.
Kanunların Ruhu Üzerine adlı kitabı hakkında ne
düşünüyorsunuz?
B - Çok hoşuma gitti. İçinde çok alaycı, çok
doğru, çok açık şeylerle, İranlı Mektupları’na girecek
değerde konular var. XIX. kitabın XXVII. konusu,
sizin İngiltere’nin, Paul Veronese tarzında çizilmiş
bir portresini andırıyor; renkleri çok parlak; fırçasını
istediği gibi kullanıyor yazar... Yalnız kılık kıyafet
bakımından bazı aksaklıklar göze çarpıyor.
Engizisyon tablosuyla zenci kölelerin portresi
Callot’nun tablolarından çok üstün. Kitabının her
yerinde istibdat yönetimiyle savaşıyor; maliyecileri
korkunç, dalkavukları iğrenç, keşişleri de gülünç bir
şekle sokuyor: Böylece, keşiş, maliyeci, memur
olmayanlar ya da olmak istemeyenler, Fransa’da
çok sevdiler bu kitabı. Ama ben, böyle bir kitabın,
başı da sonu da olmayan bir çıkmaz şeklinde,
metotsuz, plansız olarak yazılmış olmasına
üzüldüm. Bundan başka, kanunlar üzerine kitap
yazarı bir kanun adamının: “Kitabımda, yersiz
çıkıntılar, uzatmalar bulamayacaksınız” demesine
de şaşıyorum. Oysa kitabı, başından sonuna kadar
çıkıntılarla, uzatmalarla dolu; bu da biraz tuhaf
değil mi? Bana kalırsa Montesquieu, kanun adamı
kılığına girmiş Michel Montaigne’den başka birisi
değil...
Kitabın aşağı yukarı yüz konusunu okudum;
çoğunun iki satırlık, bazılarının da on iki satırlık
olduğunu gördüm; katıla katıla gülmekten
alamadım kendimi. Bana öyle geldi ki yazar, en ağır
konularda okuyucuyla alay etmek istemiş.
Yunanlılarla Romalıların kanunlarından söz
ettikten sonra, sanki şu sayacağım ülkelerin yönetim
tarzları hakkında gerçek bir bilgisi varmış gibi,
Bantam’ın, Cochin’in, Tunguin’in, Achin’in.
Borneo’nun, Jacatra’nın, Formoza’nın kanunlarını
ele alan bir yazarın kitabını insan pek öyle ciddiye
alamıyor. Birçok konularda da doğru ile yanlışı
birbirine karıştırıyor: Örneğin, bilmem kimin
kitabına dayanarak, IX. Charles zamanında
Fransa’nın nüfusunun yirmi milyon olduğunu
söylemekten çekinmiyor. Dayandığı vesikayı veren
kişi, o çağda, Fransa’nın nüfusunu yirmi dokuz
milyona kadar çıkarıyor yani düpedüz atıyor.
Çünkü o zaman Fransa’da sayım yapıldığı yoktu, bu
bir. Bugün Fransa’nın elinde bulunan eyaletlerin
çoğu ayrı ayrı birer devlettiler, bu iki. Bugün, bütün
bu eyaletler Fransa’nın olduğu halde 1751’de
yapılan sayım sonunda, nüfusun ancak yirmi
milyona ulaştığı görüldü, bu üç.
Yine aynı yazar, Chardin’in verdiği bilgiye
dayanarak İran’da yalnız Cyrus ırmağı üzerinde
gemi ile dolaşmanın mümkün olduğunu söylüyor.
Ondan sonra da İran’daki ırmaklardan bir hayli söz
ediyor. Bütün bunlar iyi hoş şeyler ama Kanunların
Ruhu ile İran’daki ırmakların arasındaki ilgi ne? İşte
benim anlayamadığım bu. Asya’da büyük büyük
imparatorlukların, Avrupa’da küçük küçük bir sürü
devletin kurulmasının nedenlerini açıklarken de
aynı yanlış kanılara varmış gibi geliyor bana bir
yerde, “Büyük imparatorluklar Avrupa’da hiçbir
zaman uzun süre yaşayamamıştır” diyor. Bunu
söylerken de Roma İmparatorluğu’nun tam beş yüz
yıl sürdüğünü hatırlayamıyor. Sözün kısası, var
olmayan şeyler için neden göstermenin
gerekmediğini, var olan şeyler için de yanlış
nedenler ileri sürmenin yersiz olduğunu bilmiyor.
İklimin din üzerindeki sözde etkisini de yine
Chardin’den almış ama bu da iddiasının
doğruluğunu ispatlayacak bir delil sayılmaz.
Mekke’nin arık, kavruk topraklarında doğan İslam
dini bugün çok daha kuzeyde bulunan ülkelerde
hızla gelişmektedir. Hristiyan dini de öyle;
Kudüs’ün taşlık, kayalık topraklarında,
cüzamlılarla dolu bir ülkede, domuzun öldürücü bir
gıda sayılıp kanunlarla yasak edildiği bir ülkede
doğdu İsa. Domuz etini ağzına koymadığı halde
bugün Vestfalya’daki Hristiyanlar domuz etinden
başka bir şey yemiyorlar. Montesquieu’nün
kitabında gördüğüm bu çeşit yanlışlar sayıp
dökmekle bitmez.
Az çok aydın olan bir okuyucuyu isyan
ettirecek bir şey daha var bu kitapta: Yazarın
şundan bundan aldığı sözlerin hemen hepsinin
yanlış oluşu; adamcağız hafızasından
faydalandığını sanarak hayal gücünden
faydalanıyor. Kardinal de Richelieu’nün
Vasiyetnamesi’nden aldığı bölümü anlamamış,
yanlış yorumlamış. Ona söylemediği şeyleri
söyletmiş. Hem zaten bu Vasiyetname
Richelieu’nün de değil.
Bundan başka Montesquieu, Yunan
yazarlarından aldığı parçalarda da hataya düşüyor.
Çoğu zaman onlara, söylediklerinin tersini
söyletiyor.
Çeşitli ülkelerde kadınların durumundan söz
açtığı zaman sıra Yunanlılara gelince, onlarda
sevişmenin yalnız bir şekli olduğunu, onu da
söylemeye dili varmadığını söylüyor; tanık olarak
da Plutarkhos’u gösteriyor. Ama düşünmüyor ki
Plutarkhos bu konu üzerinde birçok kişiyi
konuşturmuştur kitaplarında.
Başka bir örnek daha: Osmanlı
İmparatorluğu’ndan söz açtığı zaman Ricaut’ya
başvurduğunu söylüyor ve, “Sultan, eğer yetkilerini
sınırlandırıyorsa, verdiği sözü ya da ettiği yemini
tutmak zorunda değildir” diyor. Oysa Ricaut’nun
1671’de Amsterdam’da bastırdığı kitabının on
sekizinci sayfasında şunlar yazılı: “Bazı kişiler,
Sultan, verdiği sözü yerine getireceği zaman
yetkilerinin sınırlandırılması gerektiğini anlarsa
verdiği sözden dönüp, yeminini bozabilir, diyorlar.”
Bu sözler zaten pek öyle açık değil. Çünkü
Sultan ya tebaasına ya da komşu devletlere
vaatlerde bulunabilir. Tebaasına söz vermişse ant
içmesine lüzum yoktur. Barış antlaşmalarına
gelince, ya verdiği sözü yerine getirir ya da savaş
açar. Kuran’ın hiçbir yerinde yemin bozulabilir diye
bir söz yok. Tersine, birçok yerinde yemin
bozulamaz deniyor. Bana kalırsa, haksız yere savaş
açmak için, savaşların hepsi haksızdır ya neyse,
Sultan da Hristiyan hükümdarlar gibi divanını
toplamış olabilir; bazı Müslüman bilginleri de, hak
dininden olmayanlarla dinsizlere verilen sözlerin bir
değeri olmayacağını ileri süren Katolik bilginlerini
taklit etmiş olabilirler. Ama kanunların ruhunu
inceleyen kişinin yapacağı iş, bu düşünüş tarzının
Türklere özel bir tarz olup olmadığını aramaktır,
yoksa şunun bunun söylediğini yalan yanlış bir
şekilde tekrarlamak değil.
Montesquieu tutmuş kadıların bu kararını
Sultan’ın istibdat yönetimine bir delil olarak
göstermiş. Bana kalırsa, tersine, Sultan’ın kanunlara
boyun eğdiğini gösteren bir delildir bu. Sultan
kanunların dışına çıkabilmek için bilginlere
başvurmak ihtiyacını duyuyor da ondan. Bakın
bizler, Türklerin komşusu olduğumuz halde onları
gerektiği kadar tanımıyoruz. Uzun zaman
aralarında yaşayan Kont de Marsigli, hiçbir yazarın,
Osmanlı İmparatorluğu ile kanunları hakkında bize
gerçek bir bilgi vermediklerini söylüyor. Hatta
dikkatinizi çekerim, Sale’in 1736’da yaptığı bir
çevirisinden başka elimizde Kuran’ın şöyle doğru
dürüst bir başka çevirisi yok. Türklerin dinleriyle
kanunlar üzerine söylenenlerin hemen hepsi yalan
yanlış şeyler: Aleyhlerinde çıkardığımız sonuçlar da
hiçbir şeye dayanmayan uydurma masallar. İnsan
kanunların ruhundan söz ederken yalnız iyice
bildiği kanunları ele almalı.
“Her çeşit adi ticaret Yunanlılarda ayıp
sayılırdı” diyor Montesquieu. Onun adi dediği
ticaretin ne olduğunu anlayamadım. Ama Atina’da
her vatandaşın ticaret yaptığını, E atun’un yağ
sattığını, halk dalkavuğu Demosthenes’in babasının
demir ticareti yaptığını biliyorum. İşçilerin çoğu ya
yabancıydı ya da köle. Şu halde Yunan sitelerinde
ticaretin büyük makamlarla pekâlâ
bağdaşabileceğini söylemek yerinde olur. Bundan
yalnız, ticaretle uğraşmayan Ispartalıları ayrı
tutabiliriz.
Kitabın bir yerinde, “Birçok kimseden işittim”
diyor Montesquieu, “Christophe Colomb
Amerika’yı Fransa’ya vermek istemişse de I.
François bu tekli reddetmiş; bunu bana
anlatanların içi sızlıyordu.” Şimdi, Colomb,
Amerika adalarını keşfettiği zaman I. François’nın
henüz doğmamış olduğunu bilmeyen yoktur.
Böyle düzme kaynaklara dayanan bilgilerle,
yanlış yargıların sayısı çok bu kitapta. Bir örnek
daha vereyim: “Bir kral cinayet mahkemelerinde
oyunu kullanmaya kalksa, en güzel ve en önemli
yetkilerinden birini yitirmiş olur, diyor. Verdiği
karardan dönmesi çok yersiz bir hareket olur. Böyle
bir durumda, bir insanın affedilip edilmeyeceğini
anlamak mümkün olamaz.”
Sanımca bütün bunlar yanlış görüşlerdir.
Kralın hâkimler arasında yer aldıktan sonra suçu
bağışlamasına kim engel olabilir? Bir kral kanunlara
uyarak mahkûm ettikten sonra, şan ve onuruna,
krallık mevkiinin verdiği yetkiye dayanarak pekâlâ
suçu bağışlayabilir. Bunda da çelişki diye bir şey
olmaz. Fransa pairlerinden Dük d’Alençon 1458’de
yargılanırken, kral parlamentoya başvurmuş ve bir
Fransa pair’inin yargılanmasında kendisinin de
bulunup bulunmayacağını sormuş; parlamento
verdiği cevapta, kayıtlardan anlaşıldığına göre
Fransa krallarının böyle bir yargılanmada
bulunmalarının yalnız bir hak değil, birinci pair
olmak dolayısıyla bir zaruret olduğunu bildirmiş.
Bu gelenek İngiltere’de hâlâ vardır.
Kitabın bir yerinde de, “İngilizler,
vatandaşların hürriyetini geliştirmek için
krallıklarındaki bütün ara kuvvetleri ortadan
kaldırdılar” diyor. İngilizlerin bunun aksini
yaptıklarını, Avam Kamarası’nı, Lordlar Kamarası
ile denge sağlayan bir ara kuvvet haline
getirdiklerini bilmeyen yoktur. Yalnız bir ara
kuvveti, o da, görevi, tapınmak, ahlakı yükseltmek,
insanları ruh bakımından yönetmek olan kiliseyi
baltalamakla yetindiler.
Siyasi kanunlarla medeni kanunları da
birbirine karıştırıyor. Devleti yönetenler siyasi
kanunların koruyucularıdır. Senin hakkınla benim
hakkımı belirtecek kanunlarla, suçların cezalarını
belirtecek kanunları iyi yapıp iyi basalım yeter.
Bunların yerleri de kitaplıklardır. Hâkimler bu
kanunlara uymak zorundadırlar. Bu kanunlar kötü
olunca, çoğu da zaten öyledir ya neyse, o zaman
hâkimlerin bunları değiştirmesi için yasama
organını ikaz etmeleri gerekir.
Yine yazar, Tunguin’deki hâkimlerle büyük
rütbeli subayların iğdiş olduklarını, kanunların da
kadınlara birkaç kere evlenmek hakkını verdiğini
söylüyor. Bu söyledikleri doğru olsa bile bundan
nasıl bir sonuç çıkartalım istiyor? Hâkimlerimiz
iğdiş edilmeye, karılarının da dördüncü ya da
beşinci bir erkekle evlenmelerine razı olurlar mı?
•••
Buraya kadar kitabı çürüten Voltaire, bundan
sonra B.’ye, kendi kafasında tasarladığı böyle bir
eserin nasıl olması gerektiğini açıklatıyor:
B - Halbuki ben, Papalık fetvalarının eski Roma
kanunlarını nasıl değiştirdiğini, Charlemagne’ın
hangi kanunlarla imparatorluğunu yönettiğini,
derebeylik yönetiminin nasıl bir başkaldırmayla bu
imparatorluğu yıktığını, Papa VII. Gregorius ile
öteki papaların krallıklarla derebeyliklerin
kanunlarını nasıl bir maharet ve sanatla ezdiklerini,
papalık kanunlarının nasıl sarsılıp ortadan
kaldırıldığını öğreneceğimi sanıyordum.
Othon’lardan bu yana, her yerde, adaletin
dağıtılmasını sağlayan çeşitli mahkemelerin nasıl
kurulduğunu göreceğimi umuyordum. Atalarımızın
yaşadıkları çağlarda hüküm süren kanunların tarihi
ile, bu kanunların kurulmasına, ihmal edilmesine,
bozulup yeniden ortaya çıkartılmasına sebep olan
olayları öğreneceğimi sanıyordum. Ne yazık ki
kitapta bunlarla ilgili hiçbir şey yok... Sade nükte,
sade alay, sade hayal kuruntusu, bir de bol bol
yanlış var.
Romalılar, Galyalıların mallarını mülklerini
ellerinden alıp zavallıları köle olarak kullanıyorlar.
Buna rağmen, Franklar gelip mallarını mülklerini
ellerinden aldıkları, onları bir kere daha köle
durumuna soktukları zaman aynı Galyalıların yine
Roma kanunlarına uyarak yaşamakta devam
ettiklerini görüyoruz. Bu, neden böyle olmuş? O
türedi haydutların kanunlarıyla geleneklerinin
gerçek mahiyeti neymiş?
Franklar ülkeye hâkim oldukları zaman Galyalı
keşişler hangi kanunları benimsemişler: Asi Pépin,
millet kurultaylarında yer vermeden önce onları ara
sıra devlet işlerine iştirak ettirmemiş mi?
Montesquieu, Bantam’daki kanunlardan söz
açıyor da neden bütün bunlar üzerine,
Charlemagne’ın Vestfalya’da kurduğu o iğrenç
mahkeme üzerine, Charlemagne’ın kanunları
üzerine bir tek kelime söylemiyor? Sonra da tutmuş
kitabının bir yerinde Charlemagne’ın iyi bir kanun
adamı olduğunu söylemiş; neye dayanarak’”
•••
Bundan sonra Voltaire’in yine B’nin ağzından
eser hakkındaki gerçek yargısını buluyoruz:
B - Karışık bir yolda kendime bir kılavuz
aradım ama karşıma benden daha bilgili olmayan
bir yol arkadaşı çıktı. Kitapta kanunların ruhunu
değil yazarın çok geniş olan zekâsını buldum. Doğru
dürüst yürüyecek yerde sıçrıyor, aydınlatacak yerde
ışıldıyor, yargılayacak yerde bazen yeriyor. İnsan
içinden, böyle bir dâhi, insanı hayrette bırakmaya
çalışacak yerde aydınlatmaya çalışsaydı daha iyi
ederdi diyor.
Bu, her bakımdan eksik kitapta, birçok kişinin
iğrenç bir şekilde taklit etmeye yeltendiği çok güzel
şeyler var. Dar kafalı kişiler de bilhassa insanlığın
işine yarayacak bölümlerinden ötürü kitabı
küçümsemekten geri kalmadılar.
Bütün kusurlarına, bütün eksiklerine rağmen
bu kitabın insanlar için çok değerli bir kitap olması
gerekir. Çünkü büyük Bossuet de dâhil, Fransa’daki
yazarların çoğu düşünmedikleri şeyleri yazdıkları
halde Montesquieu yalnız düşündüğü şeyleri
yazıyor. Bütün insanlara hür olduklarını
hatırlatıyor. İnsanlığa, yeryüzünün büyük bir
bölümünde yitirdiği niteliklerini gösteriyor. Boş
inanlara karşı savaşıyor, ahlak ilkeleri telkin ediyor.
Şunu da söyleyeyim ki, son derece yararlı
olabilecek olan böyle bir kitabın hayal gücünün
yarattığı bir bölmeye dayanması beni çok üzdü.
“Fazilet Cumhuriyetin, onur da saltanat
yönetiminin ilkesidir” diyor Montesquieu.
Muhakkak ki cumhuriyetler hiçbir zaman fazilet
ihtiyacıyla kurulmuş değillerdir. Genel menfaat bir
kişinin egemenliğini kabul etmedi; iyelik düşüncesi,
insanların kişisel tutkuları, bir kişinin tutkularıyla
şunun bunun malını mülkünü yağma etmek isteğini
baskı altında bulundurmak istedi. Her vatandaşın
kişisel gururu, komşusunun gururunu korudu. Hiç
kimse bir başkasının isteklerinin kölesi olmak
istemedi. İşte bir cumhuriyetin kurulmasının,
devam etmesinin nedeni budur. Bir Grison’da bir
İspanyol’dan daha çok fazilet bulunduğunu sanmak
gülünç olur.
Onur duygusunun da yalnız krallıklara özel bir
ilke olduğunu ileri sürmek ise en az bunun kadar
hayal mahsulü bir şeydir. Nitekim yazar hiç
farkında olmadan bize hak veriyor. III. kitabın VII.
konusunda, “Şere n temeli, tercih edilmek,
sivrilmektir” diyor. Şu halde onur mahiyeti
bakımından saltanat yönetiminin içinde bulunur.
Anlıyorsunuz ya, bizzat mahiyeti bakımından
Roma cumhuriyetinde hâkimlik, konsüllük, alkış,
şan ve onur istenirdi. Bunlar da krallıklarda, sık sık
satın alınan, değeri biçilmiş unvanlardan farksız
birtakım tercihler ve temayüzlerdi. Kitabın
dayandığı başka bir temel daha var ki bana kalırsa o
da bu yargılar kadar yanlış: Hükümet şekillerinin,
Cumhuriyet, Saltanat ve İstibdat diye üçe
ayrılması.
Bilmem neden, Asya ile Afrika’daki
hükümdarlara despot (müstebit) demek
yazarlarımızın hoşuna gidiyor. Eskiden sultana
bağlı olan Avrupalı küçük hükümdarlara bu ad
verilirdi. İstenildiği zaman tahtlarından indirirlerdi
onları; başka köleleri yöneten taçlı kölelerdi bunlar.
Despot kelimesinin asıl manası evin efendisi, ailenin
büyüğüdür. Bugün Osmanlı İmparatoruna, Fas
Sultanına, Papaya, Çin İmparatoruna hiç
çekinmeden despot deyip çıkıyoruz. Montesquieu,
II. kitabının I. konusunda istibdat yönetimini şöyle
tarif ediyor: Bir tek kişi, hiçbir kanun, hiçbir kural
tanımadan, her şeyi kendi istek ve heveslerine göre
yönetir.
Şimdi, böyle bir hükümetin varlığını iddia
etmek yanlıştır. Hem bana öyle geliyor ki, böyle bir
hükümet şeklinin yeryüzünde var olabilmesi de
imkânsızdır. Kuran’la, onun bilginler tarafından
yapılmış olan yorumları Müslümanlar için kanun
demektir. Bu dinden olan hükümdarlar Kuran’a el
basıp onun kanunlarına uyacaklarına ant içerler.
Eski milis birlikleriyle kanun adamlarının büyük
imtiyazları vardı. Bu imtiyazları ortadan kaldırmak
isteyen sultanları ya boğazlarlar ya da törenle
tahtlarından indirirlerdi.
Çin’e hiç gitmedim ama gidenlerden en az
yirmi kişiyle konuştum. Bundan başka, o ülkeden
söz eden bütün yazarları okudum. Muhakkak ki
Rollin’in eski çağlar tarihi üzerindeki bilgisinden
daha çok bilgim var. Çeşitli tarikatlara mensup
misyonerlerimizin verdikleri raporlardan da
anlıyorum ki Çin, bir kişinin key ne göre değil
kanunlarla yönetiliyor.
Roma’daki Papanın Çin’deki imparatordan
daha despot olduğu muhakkak; çünkü papa
yanılmaz. Oysa Çin imparatorunun böyle bir
iddiası yok; bununla beraber papa bile kanunlara
uymak zorunda.
Despotluk, krallığın kötüye kullanılmasından,
güzel bir yönetim şeklinin bozulmasından başka bir
şey değildir. Bence, zalimleri krallık mevkiine
getirmektense haydutları devlet yönetimine iştirak
ettirmek daha iyi.
A - Hâkimlik mesleğinin satılmasından, bütün
dünyada yalnız Fransızların bildiği o güzelim kanun
ticaretinden hiç söz açmıyorsunuz.
B - Doğru, Montesquieu, saltanat
yönetimlerinde hâkimlik mesleğinin satın
alınmasının iyi olduğunu söylemekten çekinmiyor.
Ne yapalım... Vaktiyle o da, eyaletlerden birinde
başı serpuşlu bir memurmuş. Hiç serpuş görmedim
ama çok güzel bir şey olduğunu söylüyorlar. En
feylesof kafalıların bile benliğini okşayabilir böyle bir
süs. Bir bakkal da kanunlardan söz açsaydı,
muhakkak herkesin tarçınla hindistan cevizi
almasının şart koşulmasını isterdi.
A - Bütün bunlar Kanunların Ruhu Üzerine
adlı kitapta mükemmel denebilecek yerlerin
bulunmasına engel değil. Düşünen ve beni
düşündüren insanları severim. Bu kitabı siz hangi
kitapların arasına koyardınız?
B - İnsana mükemmeli aratan ve isteten
kitaplar arasına. Bu kitap bana kötü bir temele
dayanan, plansız bir bina hissini veriyor. İçinde
cilalı, yaldızlı birçok güzel daire var.
A - Bu dairelerde birkaç saat kalmak doğrusu
ya hoşuma gider. Ama Grotius...
•••
Voltaire’in, Kanunların Ruhu Üzerine adlı
kitap hakkındaki yazısı burada bitiyor. Görülüyor ki
Voltaire, dostunu bir hayli hırpalamaktan
çekinmemiş, ama Caesar’ın hakkını da Caesar’a
vermekten geri kalmamış. Kendisi gibi, düşünen ve
düşündüren insanları seviyor Voltaire.
Montesquieu’nün kötü bir temele dayanan, plansız
binasındaki cilalı, yaldızlı odalarda birkaç saat
kalmak hoşuna gidiyor. Ama işte, hepsi bu kadar...
Montesquieu’nün eserini, arkasından da aynı
çağın adamı olan, aynı ideal için çalışıp çabalayan
Voltaire’in bu yazısını okuduktan sonra insanın
kafasında istemeyerek bir soru işareti beliriyor:
Sakın Voltaire, o çağın en büyük anıtlarından biri
olan böyle bir eser vermediği ya da veremediği için
Montesquieu’yü kıskanmış olmasın? Kanımızca
böyle bir kıskançlık duygusu ortada var. Ama
derecesini belirtmek güç. Çünkü, Voltaire’in kitapta
bulduğu kusurların çoğu yerinde ve haklı. Yanlışlar,
eksikler bir yana, eserin plansız oluşu, hele böyle
uzun ve geniş bir nefes isteyen, dallı budaklı bir
eserin plansız oluşu ya da öyle bir etki uyandırması,
henüz Descartes’ın çemberinden kurtulamamış
olanlara karşı bağışlanması imkânsız bir kusur gibi
geliyor insana. Voltaire de bunlardan biridir. En
küçüğünden en büyüğüne kadar bütün yazılarında
bir planın varlığı göze çarpacak kadar belirtilmiştir.
Kanunların Ruhu Üzerine adlı kitabın ikinci
cildinin başında nefesi kesilen, ne yazacağını âdeta
şaşırmış gibi görünen Montesquieu’nün ilham
perilerine bir yalvarışı var ki bu da Voltaire’e hak
vermemize sebep oluyor. Öyle ya, eğer yazar
önceden bir plan hazırlamış olsaydı, kitabında
hangi konuları işleyeceğini iyice kafasına
yerleştirmiş olsaydı ilham perilerine yalvarmasına
ne lüzum vardı? Nitekim ilk beş on kitabın gerçekten
Kanunların Ruhu’nu ilgilendiren konulara ait
olduğunu, ondan sonraki kitapların ise gelişigüzel
bir şekilde, sırf ortaya bilgi dökmek için yazıldığını
anlamak işten bile değil.
Kanunların ruhu üzerine kitap yazmak için,
böyle geniş bir konuya el atabilmek için, Voltaire’e
göre insanın önce lozof olması, tarihçi olması (yani
gerçek vesikalara dayanması), iyi yazar olması (yani
planlı yazı yazmasını bilmesi ve üslup sahibi
olması), nihayet hukuk ilmiyle gerçekten uğraşmış
olması gerek. Şimdi bunlardan hangisi
Montesquieu’de var, hangisi yok onu belirtmek
gerek.
Montesquieu iyi bir yazardır. İranlı Mektupları
ile böyle olduğunu kabul ettirmiştir. Ama
Kanunların Ruhu, İranlı Mektupları gibi iyice
bilinen bir toplumun, alaylı bir dille gelişi güzel bir
şekilde yerilmesi değildir. Birinde iyi yazar olarak
başarı sağlayan, ötekinde bu yönden hiç de başarılı
olmayabilir. Nitekim Voltaire de konuşmanın
sonunda İranlı Mektupları’na girebilecek değerde
bölümler bulunduğunu söyletiyor kişilerine. Ama
bazı bölümlerin bu bakımdan güzel oluşu eserin
bütününün güzel olduğunu, yazarın da üstün bir
yazar olduğunu göstermez.
O çağın anlayışına göre Montesquieu bir tarihçi
midir? Bunun cevabı Voltaire’e göre: “Hayır”dır.
Voltaire, XII. Charles, XIV. Louis Yüzyılı adındaki
iki tarih kitabıyla, (bu sözümüzü tekrarlıyoruz) o
çağın anlayışına göre, hatta biraz daha ileri anlayışa
göre gerçek bir tarihçi olduğunu ispatlamıştır.
Voltaire bu kitaplarında (hiçbirinin üzerinde yirmi
yıl çalışmadığı halde) vesikaları konuşturur. Hem
öyle gelişigüzel bir şekilde değil... Hafızasına
güvenmez, hayal gücünü işletmez. Tam bir tarihçi
otoritesiyle yargılarda bulunur. Montesquieu’nün
yargıları ise kesin değildir, daha çok teoriktir. Filozof
edası vardır bu yargılarda.
Voltaire’in anlayışına göre Montesquieu lozof
da değildir. Bizzat kendisi bile (Felsefe Sözlüğünü,
Felsefe Mektuplarını, Filozofça Hikâyelerini yazmış
olmasına, yani felsefe ile gerçekten uğraşmış
olmasına rağmen) lozof değildir. Sadece düşünen
ve düşündüren adamdır. Nitekim Konuşmanın
sonunda, “Düşünen ve beni düşündüren kişileri
severim” diyor. Şu halde Montesquieu “düşünen ve
bizi düşündüren bilgili bir insandır.”
Şimdi Montesquieu’nün gerçek bir hukuk
bilgini olup olmadığını anlamak kalıyor. Voltaire
yukarıdaki niteliklerin hepsini hoş göreceğe
benziyor, eğer Montesquieu gerçekten bir hukuk
bilgini olsaydı. Ama bu bakımdan da onu yetersiz
buluyor: “O da vaktiyle,” diyor; “Eyaletlerden
birinde serpuşlu bir memurdu” yani hâkimdi.
Şimdi, kanunu dağıtmak başka şey, kanun yapmak
başka şey; kanunların doğuşunu, gelişmesini
incelemek, en iyi kanunun hangisi olabileceğini
araştırmak yani kanunların ruhuna girebilmek
başka şey. Serpuşlu bir memurun bütün bu konular
üzerinde otorite ile konuşabileceğine inanamıyor
Voltaire.
Şu halde diyeceksiniz nerede kaldı Voltaire’in
kıskançlığı? Kendisinden önce davranıp,
Montesquieu’nün sessiz sedasız bu işi yapmasında.
Bize öyle geliyor ki Voltaire böyle bir işin, yani
kanunların ruhunu incelemek işinin yalnız kendisi
tarafından yapılabileceği kanısındaydı. İyi bir
yazardı o; tutulmuştu da; bütün dünya eserlerini
okuyordu. Kurtla kuzu hikâyesi... Montesquieu de
Voltaire’in suyunu bulandırmıştı. Ama Voltaire
kurt değildi ki Montesquieu’yü yesin. Sadece
hırpalanmakla yetindi oncağızı.
•••
Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserin adını biz
“Yasaların Özü Üzerine” koymayı düşünmüştük.
Kendilerine danıştığımız tarihçi arkadaşlarımız,
bunun yerinde olacağını söylediler. Hukukçularla
felsefeciler bunun uygun düşmeyeceğini, kanun
kelimesinin yasa ile bir olmadığını, ruhun da
burada öz anlamına gelemeyeceğini açıkladılar; bizi
de az çok ikna ettiler. Biz de 1339 çevirisindeki
Ruh’ül Kava’nın başlığını, eserin asıl adı olan De
l’Esprit des Lois’ya uyarak Kanunların Ruhu
Üzerine şekline soktuk.
Montesquieu belki İranlı Mektupları’nda bir
üslupçu olarak görünüyor ama bizim çevirdiğimiz
bu kitabında bu bakımdan hiçbir güçlük
göstermiyor. Bunu söylerken de kitabı çevirmek
kolay oldu demek istemiyorum. Yine Voltaire’i
örnek vereceğim. Onun kitaplarını çevirmek daha
güç. Çünkü insan, onun yazış tarzını olduğu gibi
vermek istiyor; güzel olan bu yazış tarzını vermek,
çevirmenin de hoşlanacağı bir şekilde vermek çok
güç. Cümleler kısa, doğru ama arada bağ yok. Bu
bağları bulup çıkarmak, Türk okuyucusunun
anlayacağı bir şekle sokmak çevirmen için çok güç.
Montesquieu’de ise böyle bir şey yok; düz bir şekilde
yazmış, çevrilmesi kolay. Ama ne var ki, Voltaire’in
cümlesindeki sağlamlık onun cümlesinde yok;
çevirmenin bütün sıkıntısı da bundan geliyor.
Bossuet’yi, Pascal’ı Voltaire’i Chateaubriand’ı,
Flaubert’i, Gide’i çevirmek, hepsinin kendine özgü
bir üslubu olduğu için güç. Montesquieu tarzında
yazanları ise çevirmek, cümle yapıları sağlam
olmadığı için güç. Neyse burada, çevirmenlerin
çektikleri güçlükten, daha doğrusu çevirmenlerin
gizli yanlarından söz açacak değiliz. Yalnız şunu
belirtmek isteriz ki, bu kitabı çevirirken bize yardımı
dokunan Fransızlara, felsefe, tarih ve hukuk ilmiyle
uğraşan dostlarımıza teşekkürü bir borç biliriz.
•••
Her şeye rağmen Montesquieu’nün bu eseri
bugün hukuk ilmiyle uğraşanlara bir kaynak teşkil
etmektedir. Kitap Fransa’da edebiyat fakültelerinin
programlarında da yer almaktadır. Değerini inkâr
etmek kimsenin aklından geçmez. Gerek yazar,
gerek eser Fransa’da olduğu gibi bütün dünyada,
sözümüzü bağışlayın, epok yapmıştır. Onun için bu
Önsözün sonuna, kısa da olsa, yazarla ve eserle ilgili
küçük bir bibliyografya eklemeyi uygun bulduk.
Destutt de Tracy - Commentaire sur 1’Esprit
des lois de Montesquieu. (Montesquieu’nün
Kanunların Ruhu adlı kitabı üzerine yorumlama.)
Paris, 1819.
E. Lerminier - Montesquieu. Introduction
Générale à 1’histoire du droit. (Montesquieu.
Hukuk tarihine genel giriş.) Paris, 1835, sayfa 215-
232,
Sainte-Beuve - Montesquieu. Causeries du
Lundi, cilt 7, Paris, 1853, sayfa 33-66. (Pazartesi
Konuşmaları) Bu eser dilimize çevrilmiştir.
Montesquieu’ye ait bölüm ikinci cilttedir.
Taine - Montesquieu. Titus-Livius üzerine
deneme’de. Paris, 1874, sayfa 172-188.
L. Vian - Histoire de Montesquieu. Paris, 1879.
A. Sorel - Montesquieu. Paris, 1887
F. Brunetière - Montesquieu. Etudes eritiques
sur 1’histoire de la littérature française, 4. série,
Paris, 1891, sayfa 243-265.
E- Faguet - Montesquieu. Etudes littéraires
XVIII. siécle. Paris, 1890, sayfa 137-192.
Durkheim - Quid Secundatus Politicae
Scientiae İnstituendae Contulerit... Bordeaux,
1892. Montesquieu, sa part dans la Fondation des
Sciences Politiques et de la Sirence des Sociétés
(Montesquieu, Siyasal Bilimlerle Sosyal Bilimlerin
kuruluşundaki payı) diye Fransızcaya çevrilmiş bir
tez. 1937.
Eichthal - Souveraineté du Peuple et du
Gournement, adlı eserinde la Séparation des
Pouvoirs Politiques başlıklı bölüm, Paris 1895, sayfa
89-154.
E. Faguet - La Politique Comparée de
Montesquieu, Rousseau et Voltaire, Paris, 1902.
J. Carayon - Essai sur les Rapports du Pouvoir
Politique et du Pouvoir Religieux chez Montesquieu
(Montesquieu’de Politik Egemenlikle Dini
Egemenliğin İlgileri Üzerine Deneme.) Montbéliard,
1903.
Sir Courtenay İlbert - Montesquieu. Oxford,
1904.
H. Barckhausen - Montesquieu, l’Esprit des Lois
et les Archives de la Brède (Montesquieu,
Kanunların Ruhu Üzerine ve la Brède arşivleri.)
Paris, 1907.
Dedieu - Montesquieu et la Tradition Politique
Anglaise en France (Montesquieu ve Fransa’da
İngiliz Politikası Geleneği.) Les Sources Anglaises de
1’Esprit des lois (Kanunların Ruhu’nun İngiliz
Kaynakları.) Paris, 1909.
M. Dodds - Les Récits de Voyages, Sources de
l’Esprit des Lois (Seyahatnameler, Kanunların
Ruhu’nun Kaynakları.) Paris 1929
A. Mathiez - La place de Montesquieu dans
1’Histoire des Doctrines politiques au XVIII. siècle.
Dans Annales historiques de la Révolution
française, cilt 7, Reims, 1930, sayfa 97-112. (Fransız
İhtilali’nin tarihi muhtıralarında. XVIII. yüzyıldaki
siyasi doktrinler tarihinde Montesquieu’nün yeri.)
G. Bonno - La Constitution britannique devant
l’opinion française de Montesquieu à Bonaparte.
Paris, 1931. (Montesquieu’den Bonaparte’a kadar
Fransız genel kanısı karşısında İngiliz Anayasası.)
L. M. Levin - e Political doctrine of
Montesquieu’s Esprit des lois its classical
backgrounds. New York, 1936. (Montesquieu’nün
Kanunların Ruhu adlı eserindeki siyasi doktrin.)
G. Davy - Pour le 250. anniversaire de
Montesquieu: sur la méthode de Montesquieu, Dans
Revue métaphysique et morale, cilt 46, Paris 1939,
sayfa 571-586. (Montesquieu’nün 250 yıldönümü
için: Montesquieu’nün metodu üzerine. Meta zik
ve ahlak dergisinde.)
Spurlin - Montesquieu in America, 1760-1801.
Louisiana, 1940. (1760’tan 1801’e kadar Amerika’da
Montesquieu.)
M. Leroy - Retour à Montesquieu. Dans
Hommes et mondes, novembre 1948, sayfa 408-419.
(Montesquieu’ye dönüş. Hommes et mondes
dergisinin Kasım 1948 sayısında.)
F.B.
[1] Bu yazının metni kaybolmuştur.
[2] İspanya’nın Zenginliği Üzerine Düşünceler.
[3] Yazar önsözünde, “Yirmi yıl üzerinde çalıştığım
bir eser hakkında şöyle bir iki saatlik bir
okumadan sonra yargıda bulunulmamasını
rica ederim” diyor.
[4] Yazar kitabının uyandıracağı tepkiyi sezmiş
olacak ki Paris’te değil Cenevre’de bastırıyor.
[5] İskender’in komutanlarından biri. Önce Trakya,
sonra da Makedonya kralı olmuş, M. Ö. 281
yılında öldürülmüştür.
[6] Bu kitap Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
dilimize çevrilmiştir.
[7] A, bu konuşmada bir İngiliz’i temsil ediyor.
KANUNLARIN RUHU ÜZERİNE
YA DA
Kanunların, her hükümetin yapısı, âdetleri, iklimi,
dini, ticareti
vesairesiyle gerekli bağları üzerine.
Yazar bunlara, verasetle ilgili Roma kanunları
üzerine, Fransız kanunları
ile derebeylik kanunları üzerine yeni araştırmaları
da eklemiştir[1].
Prolem sine matre createm. (Anasız doğan çocuk.)
Ovidus (Métamorphoses II, 553[2].
OKUYUCUYA BİRKAÇ SÖZ[3]
•••
Bu eserin ilk dört kitabını anlamak için,
cumhuriyette fazilet sözünden vatan sevgisini, yani,
eşitlik sevgisini kastettiğime dikkat etmek gerek. Bu
fazilet, ne ahlaki bir fazilettir ne de Hristiyanca bir
fazilet; doğrudan doğruya siyasi bir fazilettir;
cumhuriyet hükümetinin işlemesini sağlayan
kuvvettir bu; nasıl ki saltanat hükümetinin
işlemesini sağlayan onur dediğimiz kuvvet ise.
Demek oluyor ki ben, vatan ve eşitlik sevgisine siyasi
fazilet adını verdim. Yeni yeni düşünceler ortaya
attım; bundan ötürü de, yeni yeni kelimeler bulmak
ya da eski kelimelere yeni yeni anlamlar vermek
gerekti. Bunu anlamayanlar bana saçma sapan
şeyler, yeryüzündeki bütün ülkelerde insanları isyan
ettirecek şeyler söyletmiş olurlar; çünkü yeryüzünün
bütün ülkelerinde insanlar ahlak isterler.
2. Şuna da dikkat etmek gerek ki, belli bir
meziyetin, bir ruh değişikliğinin ya da bir faziletin
bir hükümeti harekete getiren kuvvet olmadığını
söylemekle, bu faziletin o hükümette bulunmadığını
söylemek arasında büyük bir fark vardır. Bu saati
harekete getiren şu ya da bu çark değildir dersem,
her iki çarkın da saatte bulunmadığı sonucuna mı
varacağız? Tıpkı böyle, krallık, ahlaki faziletlerle
Hristiyanca faziletlerden yoksundur
diyemeyeceğimiz gibi siyasi faziletten de yoksundur
diyemeyeceğiz. Sözün kısası, cumhuriyetin
işlemesini sağlayan siyasi fazilettir ama onur
duygusu da yok değildir orada; krallığın işlemesini
sağlayan onur duygusudur ama siyasi fazilet de yok
değildir orada.
Nihayet, III. kitabın V. bölümünde söz konusu
olan iyi kişi, Hristiyanca anlamdaki iyi kişi değil, az
önce sözünü ettiğim siyasi fazileti benimsemiş olan,
siyasi bakımdan iyi kişidir. Memleketinin
kanunlarını seven, davranışlarını da memleketinin
kanunlarına duyduğu sevgiye göre ayarlayan kişidir.
Kitabımın bu baskısında kavramları daha iyi
belirtmek suretiyle bütün bu şeyleri yepyeni bir
şekilde aydınlattım; önce fazilet kelimesini
kullandığım birçok yerde bu kez siyasi fazilet sözünü
kullandım.
ÖNSÖZ
•••
Bu kitapta mevcut sayısız olaylar içinden birkaçı hiç
ummadığım halde tutar herhangi bir kimseyi
gücendirirse, önce şunu söyleyeyim ki bunların
hiçbiri kötü niyetle ortaya atılmış değildir. Tabiatım
bakımından hiçbir şeyi reddedecek, küçümseyecek
kafada değilim. E atun, Sokrates’le aynı çağda
doğduğu için tanrılara şükretmekten geri kalmamış;
içinde yaşadığım ülkede beni dünyaya getirdiği için,
bana sevdirdiği kişilere itaat etmemi istediği için ben
de aynı şekilde Tanrı’ya şükretmekten geri
kalmıyorum.
Bağışlamayacak diye endişe ettiğim bir lütua
bulunmasını isteyeceğim okuyucudan; o da şu:
Yirmi yıllık bir çalışmanın, şöyle bir anlık
okumadan sonra yargılanmaması; birkaç cümlenin
değil bütün kitabın kabul ya da reddedilmesi.
Yazarın amacını anlamak isteyenler, bunu ancak
kitabın amacından çıkarabilirler.
Önce kişileri inceledim; kanunlarla geleneklerin
o sonsuz değişikliği içinde, onların yalnız kendi keyif
ve isteklerine göre yönetilmediklerini anladım.
İlkeler ortaya koydum; özel hallerin sanki
kendiliklerinden bunlara boyun eğdiklerini, bütün
milletlerin tarihlerinin bu ilkelerin sonuçlarından
başka bir şey olmadığını, her özel kanunun başka bir
kanuna bağlı olduğunu ya da daha genel bir kanuna
uyduğunu gördüm.
Eski çağı incelemem gerektiği zaman, gerçekten
ayrı olan durumları birbirine benziyormuş gibi
görmemek, benziyormuş gibi görünenler arasındaki
farkları da kaçırmamak için sözü geçen çağın
ruhunu iyice kavramaya çalıştım.
İlkelerimi önyargılarımdan değil, olayların
mahiyetinden çıkardım.
Burada birçok gerçeği ancak, bunları başka
gerçeklere bağlayan zinciri iyice gördükten sonra
anlamak mümkün olacak. Ayrıntılar üzerinde ne
kadar düşünülürse, ilkelerin kesinliği de o kadar
kendini belli eder. Bu ayrıntıların bile hepsini
vermiş değilim; çünkü kendini öldürücü bir can
sıkıntısına kaptırmadan her şeyi söyleyebilecek kim
var?
Bugünkü eserleri niteler gibi görünen o göz alıcı
özellikleri bulamazsınız burada. Olayları azıcık
olsun geniş ölçüde incelemeye kalktınız mı, sözünü
ettiğim özellikler kendiliğinden yok olur; bu
özellikler, genel olarak, zekânın yalnız bir yana
yönelip, bütün öteki yanları ihmal etmesinden
doğar da ondan.
Herhangi bir ülkede yerleşmiş olan şeyleri
eleştirmek için yazmıyorum ben. Her ülke kendisine
yol gösteren ilkelerin nedenlerini bulacaktır burada;
doğal bir sonuç olarak da şuna varacaklardır ki,
herhangi bir şeyi değiştirmeyi teklif etmek yetkisi
yalnız, şöyle dâhiyane bir bakışla bir devletin bütün
yapısına nüfuz edecek kabiliyette doğmuş olanların
hakkıdır.
Milletin aydın olması pek öyle yabana atılacak
bir şey değildir. Hâkimlerin olsun, memurların
olsun, önyargıları önce milletin önyargıları
olmuştur. Cahillik çağında kişi, en büyük
kötülükleri işlerken bile farkında olmamıştır;
aydınlık bir çağda ise kişi, en büyük iyiliği yaparken
bile titrer. Eskilerin, yetkilerini nasıl kötüye
kullandıklarını ve nasıl cezaya çarpıldıklarını
görüyoruz; ama cezanın nasıl kötüye kullanıldığını
da görüyoruz. Kişi, daha kötüden korktuğu zaman
kötüye ilişmez; daha iyisini yapamayacağından
şüphelendi mi iyiye de dokunmaz. Bölümlere
ancak, bütünü yargılamak istediğimiz zaman
bakarız; bütün sonuçları görmek için bütün
nedenleri inceleriz. Herkesin, görevini,
hükümdarını, vatanını, kanunlarını sevmesi, hangi
ülkede, hükümette ve görevde bulunursa bulunsun
mutluluğunu daha iyi hissetmesi için yeni yeni
nedenler bulmasını sağlayabilirsem kendimi
ölümlülerin en mutlusu sayarım.
Başta bulunanların, buyuracakları şeyler
üzerinde bilgilerini artırmalarını, bu buyruklara
uyacakların da uymaktan zevk almalarını
sağlayacak bir şey yapabilirsem kendimi ölümlülerin
en mutlusu sayarım.
Yine kendimi ölümlülerin en mutlusu sayarım,
eğer insanları önyargılardan kurtaracak bir şey
yapabilirsem. Ben, kişinin bazı şeyler üzerindeki
bilgisizliğine değil, kişinin bizzat kendisi hakkındaki
bilgisizliğine önyargı diyorum.
Kişi, insanları aydınlatmaya çalışmak
suretiyledir ki, bütün insanlık sevgisini içine alan o
genel fazileti uygulayabilir. Toplumda, başkalarının
düşüncelerine, etkilerine uyan o kıvrak varlık, yani
insanoğlu, gösterildiği takdirde kendi yapısını da
tanıyabilir ama gösterilmeyip gizlendiği takdirde
böyle bir şeyin varlığını bile unutur.
Bu esere kaç kere başladım, kaç kere de
bıraktım. Yazdığım kâğıtları belki bin kere
rüzgârlara terk ettim; her gün babalık kollarımın
takatten düştüğünü hissediyordum; hiçbir şey
tasarlamadan yoluma devam edip gidiyordum. Ne
kuralları ne de istisnaları biliyordum, gerçeği
buluyor ama hemen yitiriyordum. Bununla beraber
ilkelerimi bulur bulmaz aradıklarımın hepsi bana
doğru gelmeye başladı; yirmi yıl boyunca da
eserimin başladığını, büyüdüğünü, ilerlediğini ve
bittiğini gördüm.
Bu eser bir başarı kazanırsa, bunun çoğunu ele
aldığım konunun büyüklüğüne borçluyum; bununla
beraber dehadan da tüm yoksun olduğumu
sanmıyorum. Benden önce Fransa’da, İngiltere’de
ve Almanya’da, bunca büyük kişinin yazdıklarını
gördüğüm zaman hayranlık duymaktan kendimi
alamamıştım ama cesaretim kırılmadı; Le
Correge’le beraber, “Ben de ressamım” dedim.[4]
BİRİNCİ BÖLÜM

•••
BİRİNCİ KİTAP
Genel olarak kanunlar üzerine
Konu I
Kanunların çeşitli varlıklarla olan ilgileri üzerine
Bu geniş anlamıyla kanunlar, olayların
mahiyetinden doğan zorunlu bağlardır. Bu
bakımdan da, bütün varlıkların kanunları vardır;
Tanrı’nın kanunları vardır[5]; maddi evrenin
kanunları vardır; insanüstü varlıkların kanunları
vardır; hayvanların kanunları vardır; insanların
kanunları vardır.
Evrende gördüğümüz bütün sonuçları gözü
bağlı bir kaderin meydana getirdiğini söyleyenler
çok saçma bir şey söylemişlerdir; çünkü zeki
varlıklar meydana getiren gözü bağlı kaderden daha
büyük bir saçmalık olabilir mi?
Şu halde ilkel bir neden var demektir; kanunlar
da işte hem bu ilkel nedenle çeşitli varlıklar
arasındaki bağlardır; hem de bu çeşitli varlıklar
arasındaki bağlardır.
Yaratan ve devam ettiren olduğu için Tanrı’nın
evrenle bağı vardır. Yaratmak için dayandığı
kanunlar, devam ettirmek için dayandığı
kanunlarla birdir. Bu kurallara göre davranır,
çünkü onları bilir; bu kuralları bilir, çünkü yapan
O’dur; bu kuralları yapmıştır, çünkü bu kuralların
kendi bilgeliği ve gücüyle bağı vardır.
Maddenin hareketinden meydana gelen ve
zekâdan yoksun olan evrenin öteden beri sürüp
geldiğini gördüğümüz için, bu hareketlerin değişmez
kanunları olması gerekir diyoruz; bu evrenden başka
bir evren olduğunu tasarlayabilseydik, onun da
değişmez kuralları olması gerekirdi ya da yok
olurdu.
Böylece şimdi bir iş gibi görünen yaratma işi,
tanrısızların kaderi kadar değişmez kuralları
gerektirir. Yaratanın bu kurallar olmadan da evreni
yönetebileceğini söylemek saçma olurdu, çünkü
evren onlarsız var olamazdı.
Bu kurallar devamlı olarak yerleşmiş bağlardır.
Hareket eden bir nesne ile hareket eden bir başka
nesne arasındaki bütün hareketler, kitle ile hız
arasındaki bağlara göre başlar, artar, azalır, yok
olur. Her türlü çeşitlilik biteviyeliktir, her türlü
değişiklik bir istikrardır.
Özel zeki varlıkların, kendi yaptıkları kanunları
olabilir ama kendi yapmadıkları kanunları da
vardır. Zeki varlıkların doğmadan önce de var
olmaları mümkündü; şu halde, mümkün bağları,
dolayısıyla da mümkün kanunları vardı. Kanunlar
yapılmazdan önce, mümkün adalet bağları vardı.
Müspet kanunların buyurduğu ya da mani olduğu
şeylerden gayri, haklı, haksız diye bir şey yoktu
demek, çember çizmeden önce yarıçapların birbirine
eşit olmadığını ileri sürmek demektir.
Şu halde, müspet kanunlardan önce adalet
bağlarının var olduğunu ama bu bağların müspet
kanunlar tarafından yerleştirildiğini itiraf etmek
gerek. Örneğin, insan toplumlarının var olduğunu
varsayarsak onların kanunlarına uymak doğru
olurdu; bir başka varlıktan iyilik gören zeki varlıklar
olsaydı bunların o varlığa minnettarlık duymaları
gerekirdi; bir zeki varlık başka bir zeki varlığı
yaratsaydı, yaratılan varlığın, yaratıldığı andan
itibaren bağlı olduğu şeye bağlı kalması gerekirdi;
zeki bir varlığa kötülük eden bir başka zeki varlık,
aynı kötülüğe layık olurdu, vesaire...
Ama zeki evrenin ziksel evren kadar iyi
yönetilmesi de gerek. Çünkü her ne kadar mahiyeti
bakımından değişmeyen kanunları varsa da zeki
evren, ziksel evrenin kendi kanunlarına uyduğu
şekilde devamlı olarak bu kanunlara uymaz. Bunun
nedeni de, özel zeki varlıkların mahiyetleri
bakımından sınırlı olmaları, bundan ötürü de
hataya düşmeleridir; üstelik mahiyetleri icabı da bu
varlıklar kendiliklerinden hareket ederler. Devamlı
olarak kendi ilkel kanunlarına uymazlar; hatta
bizzat kendileri için yaptıkları kanunlara da her
zaman uymazlar.
Hayvanların genel hareket kanunlarıyla mı,
yoksa özel bir içgüdüyle mi yönetildiklerini
bilmiyoruz. Bununla beraber Tanrı’ya olan bağları
maddi evrenin geri kalan bölümünün Tanrı’ya olan
bağlarından daha yakın değildir; duyguları ise
onların ya aralarındaki bağlarda ya başka özel
varlıklarla olan bağlarda ya da bizzat kendi
kendileriyle olan bağlarda işlerine yarar.
Zevke olan eğilimleri sayesinde özel varlıklarını
devam ettirirler; aynı eğilim sayesinde de türlerinin
devamını sağlarlar. Duygu yoluyla birleştikleri için
doğal kanunları vardır; tanıma yoluyla
birleşmedikleri için de müspet kanunları yoktur.
Bununla beraber tabii kanunlarına da tam olarak
uymazlar. Tanıma, duygu diye bir şey
göremediğimiz bitkiler ise bu kanunlara daha iyi
uyarlar.
Bizde olan bazı üstünlükler hayvanlarda
yoktur; onlarda da bizde bulunmayan üstünlükler
vardır. Bizim umutlarımız yoktur onlarda ama
bizim korkularımızı da onlar bilmezler; bizim gibi
onlar da ölürler ama ölümün ne olduğunu
bilmezler; birçokları bizden daha iyi korurlar
kendilerini, cinsel güçlerini bizim kadar kötüye
kullanmazlar.
Fiziksel varlık olarak insan, bütün öteki
nesneler gibi, değişmeyen kanunlarla yönetilir. Zeki
varlık olarak da Tanrı’nın koyduğu kanunları
durmadan bozar, kendi koyduğu kanunları da
durmadan değiştirir. İnsanın kendini yönetmesi
gerek ama sınırlı bir kişidir o; bütün sınırlı zekâlar
gibi de bilgisizliğe ve yanlışa düşer; kafasındaki zayıf
bilgileri de yitirir. Duygulu yaratık olarak da bin bir
tutkuya kaptırır kendini. Böyle bir varlık kendini
yaratanı her an unutabilirdi; Tanrı din
kanunlarıyla onu kendine çağırdı. Böyle bir varlık
her an bizzat kendini de unutabilirdi; lozo ar da
ortaya attıkları ahlak kanunlarıyla bunun böyle
olabileceğini ona duyurdular. Toplumda yaşamak
için yaratılmış olan insan, başka insanları
unutabilirdi; kanun koyucular da ortaya attıkları
siyasi ve medeni kanunlarla ona ödevlerini
hatırlattılar.
Konu II
Tabiat kanunları üzerine
Bütün bu kanunlardan önce, doğa kanunları
vardı; doğa kanunları diyoruz bunlara; çünkü
yalnız varlığımızın yapısından gelirler de ondan.
Bunları iyice anlamak için de insanı, toplumların
kuruluşundan önce incelemek gerekir. Doğa
kanunları, işte, insanın böyle bir durumda iken
karşılaştığı kanunlardır.
İçimize bir yaradan krini aşılamak suretiyle
bizi ona doğru yöneten kanun, önemi bakımından
tabiat kanunlarının birincisidir. Yoksa bu
kanunların sırasına göre değil. Doğa içindeki
insanda bilgi değil, daha çok bilgi edinmek yeteneği
vardır. İlk düşüncelerinin teorik düşünceler
olamayacağı apaçık bir şey. Varlığının başlangıcını
aramadan önce varlığını devam ettirmeyi
düşünecek. Böyle bir insan her şeyden önce yalnız
aczini duyar; sıkılganlığı en üstün noktaya çıkar; bu
konuda örnek de yok değil; ormanlarda her şeyden
ürken her şeyden kaçan insanlar buldular.[6]
Bu durumda herkes kendini aşağı görür; eşitlik
duygusu bile çok zayıır. Bundan ötürü de kişiler
birbirlerine saldırmayı düşünmezlerdi; barış da
böylece ilk doğa kanunu olurdu.
Hobbes[7], insanlarda her şeyden önce
birbirlerini boyunduruk altına almak isteği
uyandığını söylüyor ama bu düşünce pek öyle akla
yakın gelmiyor. Üstünlük düşüncesiyle egemenlik
düşüncesi, sayısı öylesine çok başka düşüncelere
bağlı, öylesine karışık bir düşüncedir ki, insanın
aklına gelen ilk düşüncenin bu olmasına imkân
yoktur.
Hobbes soruyor: “İnsanlar doğal olarak savaş
halinde değillerse neden devamlı olarak silahlı
gezerler? Neden evlerinin kapılarını kapamak için
anahtar vardır yanlarında?” Evet, ama bunu
sormakla da toplum hayatından önce yaşayan
insanlara ancak, birbirlerine saldırmak, kendilerini
savunmak için bahane arayan toplum hayatından
sonraki insanlara özel şeyleri yüklediğinin farkında
değil.
Zayı ığı duygusuna insan, ihtiyaçları
duygusunu da ekler. Böylece, başka bir doğa kanunu
daha ortaya çıkar ki o da insanı, yiyecek aramaya
yöneten kanun olur.
Korkunun insanı kaçmaya yönelttiğini
söylemiştim; ama karşılıklı korku belirtileri çok
geçmeden onları birbirlerine yaklaştırır. Böyle
olmasa bile, bir hayvanın, kendi cinsinden başka bir
hayvanın yaklaşmasından duyduğu zevk de onları
birbirlerine yaklaşmaya sevk ederdi. Üstelik
ayrılıkları dolayısıyla iki cinsin, birbirlerine karşı
duydukları sevgi de bu zevki arttırırdı. Böylece
hayvanların her zaman doğal olarak birbirlerine
yalvarışları da üçüncü bir doğa kanunu olurdu.
İnsanlar, önceden var olan duygularından
başka, yavaş yavaş birtakım bilgiler de edinmeye
başlarlar; bundan ötürü insanlarda, öteki
hayvanlarda olmayan ikinci bir bağ meydana gelir.
Birleşmeleri için yeni bir neden daha ortaya çıkmış
demektir; toplum halinde yaşamak isteği de böylece
dördüncü doğa kanunu olur.
Konu III
Müspet kanunlar üzerine
İnsanlar toplum halinde yaşamaya başlar
başlamaz zayı ık duygularını yitirirler; aralarındaki
eşitlik yok olur, savaş hali başlar.
Her özel toplum kendi kuvvetinin farkına varır;
bu da milletler arasında savaş durumunu meydana
getirir. Her toplumda kişiler, kendi kuvvetlerinin
farkına varmaya başlarlar. Toplumun sağlayacağı
başlıca yararları kendilerinden yana çevirmeye
çalışırlar; bu da bu kişiler arasında savaş durumunu
meydana getirir.
Bu iki çeşit savaş durumu, insanlar arasında
kanunların yerleşmesine sebep olur. Böyle bu kadar
büyük bir gezegende oturduklarına göre yeryüzünde
çeşitli toplumların bulunması gerektiğini düşünen
insanlar, bu toplumların aralarındaki bağları
düzenlemek için kanunlar ortaya atmışlar. Böylece
Devletler Hukuku meydana gelmiş. Devam
ettirilmesi gereken bir toplumda yaşadıklarını göz
önünde bulunduran insanlar, yönetenlerle
yönetilenler arasındaki bağları düzenleyecek
kanunlar yapmışlar; böylece Siyasi Hukuk meydana
gelmiş. Bütün vatandaşlar arasındaki bağları
düzenlemek için de kanunlar meydana getirmişler;
adına da Medeni Hukuk demişler.
Devletler hukuku, doğal olarak şu ilkeye
dayanmaktadır: Bütün milletler barış halinde iken
birbirlerine ellerinden geldiği kadar iyilik edecekler;
savaş halinde iken, kendi gerçek çıkarlarına zarar
vermemek şartıyla birbirlerine mümkün olduğu
kadar az kötülük edecekler. Savaşın amacı zaferdir;
zaferin amacı istiladır; istilanın amacı da varlığın
devamıdır. Devletler hukukunu teşkil eden bütün
kanunlar bu ilke ile bundan önce sözünü ettiğimiz
ilkeden doğmalıdır.
Bütün milletlerin Devletler Hukuku vardır;
tutsaklarını yiyen İrokua’ların bile birbirlerine elçi
gönderip elçi kabul ettiklerini görüyoruz. Savaş ve
barış hukukunun ne demek olduğunu bilirler de
ondan. Ama işin kötüsü şu ki, bu devletler hukuku
gerçek ilkeler üzerine kurulu değildir.
Toplumların tümünü birden ilgilendiren
devletler hukukundan başka, her toplumun bir de
kendi siyasi hukuku vardır. Bir toplumun
hükümetsiz yaşaması imkânsızdır. Gravina, “Bütün
özel kuvvetlerin birleşmesi, Siyasi Devlet denen şeyi
meydana getirir” diyerek çok yerinde bir söz
etmiştir.[8]
Genel kuvvet, yalnız bir kişinin eline
verilebileceği gibi, birçok kişinin eline de verilebilir.
Bazı kimseler, mademki doğa baba egemenliğini
kurmuş, o halde bir kişinin yönetimi doğaya en
uygun yönetim şeklidir diye düşündüler. Ama baba
egemenliğinin örneği hiçbir şeyi ispat etmez. Çünkü
babanın egemenliği ile bir kişinin yönetimi arasında
bir bağ varsa, babanın ölümünden sonra kardeşlerin
egemenliği ya da kardeşlerin ölümünden sonra
amca oğullarının egemenliği ile birçok kişinin
yönetimi arasında da aynı bağ vardır. Siyasi kuvvet,
zorunlu olarak birçok ailenin birleşmesini gerektirir.
Doğaya en uygun hükümet şekli, hangi millet
söz konusu ise o milletin özel yapısı bakımından
menfaatine en uygun olan hükümet şeklidir demek
daha doğru olur.
Özel kuvvetlerin birleşmesi, ancak, bütün
iradelerin birleşmesiyle mümkün olur. Yine
Gravina, “Bu iradelerin birleşmesi, Medeni Devlet
dediğimiz şeyi meydana getirir” diyor.
Genel olarak kanun, yeryüzündeki bütün
milletleri yöneten bir şey olmak sıfatıyla insan
aklıdır; her milletin siyasi ve medeni kanunları da
bu insan aklının uygulandığı özel hallerden başka
bir şey olmamalıdır.
Kanunlar, uygulandıkları milletlere öylesine
uygun düşmeli ki, başka bir millete uygun düşmesi
çok büyük bir tesadüfe bağlı olmalı.
Bu kanunlar, ister siyasi kanunların yaptığı gibi
hükümeti teşkil etsin, ister medeni kanunların
yaptığı gibi hükümeti devam ettirsin, kurulmuş ya
da kurulması düşünülen hükümetin niteliğine bağlı
olmalı.
Bu kanunlar, ülkenin tabii durumuna göre
düzenlenmeli; yani ülkenin soğuk, sıcak ya da
ılıman olan iklimi, toprağın cinsine, yerine ve
büyüklüğüne, insanların geçim imkânlarına yani
çiçi, avcı ya da çoban olarak hayatlarını kazanma
imkânlarına, bünyelerinin katlanabileceği hürriyet
derecesine, dinlerine, eğilimlerine, servetlerine,
sayılarına, ticaretlerine, ahlaklarına ve
davranışlarına göre ayarlanmalı. Nihayet,
kanunların kendi aralarında da birtakım bağları
vardır; kökenleriyle, kanun koyucunun amacıyla,
dayandıkları olaylar düzeniyle de bağları vardır.
İşte kanunları, bütün bu noktaları göz önünde
bulundurarak incelemek gerekir.
Benim bu eserimde, yapmak istediğim bundan
ibaret. Bütün bu bağları bir bir inceleyeceğim: Hepsi
birden Kanunların Ruhu dediğimiz şeyi meydana
getirir.
Siyasi kanunları medeni kanunlardan
ayırmadım. Kanunları değil, kanunların ruhunu
inceleyeceğim de ondan. Bu ruh ise, kanunların
çeşitli olaylarla oraya çıkacak bağlarından ibaret
olduğundan, kanunların doğal sırasından çok, bu
bağlarla bu olayların sırasını takip etmek zorunda
kaldım.
Önce, kanunların, her hükümetin nitelik ve
ilkesiyle olan bağlarını inceleyeceğim. Bu ilkenin de
kanunlar üzerinde büyük bir etkisi olduğundan her
şeyden önce bu ilkeyi iyice anlamaya çalışacağım.
Bu ilkeyi tam olarak kurup belirttikten sonra da,
kanunların âdeta kaynaklarından akıyormuş gibi
aktıklarını göreceğiz. Arkasından da daha özel gibi
görünen öteki bağlara geçeceğim.
İKİNCİ KİTAP
Doğrudan doğruya hükümetin
niteliğinden
gelen kanunlar üzerine
Konu I
Üç çeşit hükümetin niteliği üzerine
Üç çeşit hükümet vardır: Cumhuriyet,
Saltanat, İstibdat. Bunların niteliklerini anlamak
için, en az okumuş kişilerin bu konudaki kanılarını
bilmek yeter. Ben, üç tanım, daha doğrusu üç vakıa
düşünebiliyorum: Birincisi “Cumhuriyetle yönetim,
milletin tümünün birden ya da milletin bir
parçasının yönetimi elinde bulundurmasıdır.
Saltanatla yönetim, bir kişinin ama sabit ve
yerleşmiş kanunlarla yönetimidir. İstibdatla
yönetim ise, bir kişinin hiçbir kanun ve kurala bağlı
olmadan kendi istek ve heveslerine göre
yönetimidir.[9]”
Her hükümetin niteliği dediğimiz şey işte
budur. Şimdi artık hükümetlerin bu niteliklerinden
doğan ve dolayısıyla ilk temel kanunlar sayılan bu
kanunların neler olduğunu görmek gerek.
Konu II
Cumhuriyet hükümeti ve demokrasiyle ilgili
kanunlar üzerine
Cumhuriyette, yönetim yetkisi tüm milletin
elinde olursa buna Demokrasi denir. Yönetim
yetkisi milletin bir kısmının elinde olursa buna da
Aristokrasi adı verilir.[10]
Demokraside millet bazı bakımlardan
hükümdar, bazı bakımlardan da tebaa
durumundadır.
İradesi demek olan oyu sayesinde millet
hükümdar sayılır. Hükümdarın iradesi
hükümdarın bizzat kendisidir. Şu halde oy
kullanma hakkını veren kanunlar, bu hükümette
temel kanunlardır. Gerçekten de öyle, saltanat
yönetiminde hükümdarın kim olduğunu, nasıl
yönetmesi gerektiğini bilmek ne kadar önemli ise,
burada da oyların neye dayanılarak kimler
tarafından ne şekilde kime verileceğini düzenlemek
de o kadar önemlidir.
Libanius, Atina’da halk meclisine karışan bir
yabancının ölüm cezasına çarpıldığını söyler. Böyle
bir insan hükümdarlık hakkını gasbetmiş olur da
ondan.
Meclisleri meydana getirecek vatandaş sayısını
belirlemek temel işlerden biridir. Aksi takdirde
milletin tümü mü yoksa milletin bir parçası mı
kanısını belli ediyor bilinemez. Lakedemonya’da on
bin vatandaşın bulunması gerekirdi. Küçüklük
içinde doğup büyüklüğe doğru yönelen Roma’da,
kaderin bütün cilvelerini tatmak için doğmuş olan
Roma’da, bazen vatandaşlarının tümü birden
diyarlarının dışında bulunan, bazen bütün İtalya’yı
hatta yeryüzünün bir bölümünü duvarlarının içine
alan Roma’da bu sayı tespit edilmiş değildi; bu da
zaten Roma’yı yıkan o büyük nedenlerden biri
olmuştur.
Egemenliği elinde bulunduran millet layıkıyla
yapabileceği her şeyi bizzat kendisi yapmalı;
layıkıyla yapamayacağı şeyi de temsilcilerine
yaptırmalı.
Bu temsilciler bizzat millet tarafından
seçilmezse milletin malı sayılmazlar. Şu halde,
milletin temsilcilerini, yani memurlarını seçmesi bu
hükümet şeklinin temel kurallarından biridir.
Cumhuriyet hükümeti saltanat hükümeti
kadar hatta ondan daha çok, bir meclis ya da bir
senato tarafından yönetilmeye muhtaçtır. Ama bu
meclise ya da senatoya güvenebilmesi için üyelerini
kendisinin seçmesi lazımdır; bunu da Atina’da
olduğu gibi ya doğrudan doğruya kendisi ya da
Roma’da bazı özel hallerde olduğu gibi tayin ettiği
herhangi bir hâkim vasıtasıyla yapar.
Millet, yetkisinin bir parçasını eline vereceği
kimseleri seçmek konusunda son derece isabetli
davranır. Bilmezlikten gelemeyeceği şeylere, elle
tutulur gözle görülür olaylara dayanarak karar verir
de ondan. Bir adamın sık sık savaşa katıldığını, filan
lan yerde başarı elde ettiğini bilir, buna göre de bir
generali seçmekte son derece yetkili olur. Bir
yargıcın görevine bağlı olduğunu bilir; birçok kişinin
onun yargılarından memnun kaldığını bilir;
kimsenin onu baştan çıkaramayacağını bilir; böyle
bir insanı pretör olarak seçmesi için bu kadarı yeter
de artar bile. Bir vatandaş da ihtişam ve servetiyle
göz kamaştırıyor diyelim; onu da belediye üyesi
seçmesi için bu kadarı yeter. Bütün bunlar hakkında
halk, şehir meydanlarında, bir kralın sarayında
edineceği bilgiden çok daha fazlasını edinir. Ama bir
işi yönetmesini, fırsat kollamasını, zemin ve
zamandan faydalanmasını bilir mi? Bilmez, bileceği
de yoktur.
Halkın iyiyi kötüden ayırt etmek gibi doğal bir
yeteneği olduğundan şüphe edenler, Atinalılarla
Romalıların birbirini takip eden o harikulade
seçimlerine bir göz atsınlar; bunun bir tesadüf eseri
olmadığını görürler.
Roma’da halk, aşağı tabakadan kimselerin
memur olmalarına izin verdiği halde seçilmelerine
bir türlü razı olmamış; Atina’da bile Aristides
kanunu[11] sayesinde her sınıfa mensup insan
memur olabilirmiş ama Xenephon’un [12] dediğine
bakılırsa aşağı tabakadan bir kimsenin kendi
selameti ve onuruyla ilgili görevlerinden birini
istediği hiç görülmemiş.
Seçmek için yeterliği olan vatandaşların
çoğunda seçilmek için gerekli yeterlik yoktur. Bunun
gibi başkalarının yönetimini kontrol edecek
yeterlikte olan halk kendi kendini yönetecek
yeterlikte değildir.
İşlerin yürümesi, belli bir hızla yürümesi gerek;
ne öyle fazla çabuk ne de öyle fazla yavaş. Ama
millet ya fazla hareketlidir ya da az. Bazen yüz bin
kolla her şeyi devirir; bazen yüz bin ayakla ancak
böcekler gibi yürüyebilir.
Halkçı devlette halkı birkaç sınıfa ayırırlar.
Büyük kanun adamları işte bu ayırma tarzında
kendilerini gösterirler; bir demokrasinin süresi de
gelişmesi de öteden beri bu ayırma tarzına bağlı
kalmıştır.
Servius Tullius[13], sını arın kuruluşunda
aristokratik kafaya göre hareket etmiştir. Oy
kullanma yetkisini nasıl bir kanıyla yalnız yüksek
halk tabakasına tanıdığını Titus-Livius ile
Halikarnaslı Denys’ten öğreniyoruz[14]. Romalıları
altı sınıf meydana getiren 193 Centurie’ye
bölmüştü. Sayısı çok az olan zenginleri ilk
Centurie’lere, sayısı daha çok olan, daha az
zenginleri sonraki Centurie’lere koymuştu; fakir
fukarayı da son Centurie’ye bırakmıştı. Her
Centurie’nin ise yalnız bir oyu olduğundan, oy
kullanma hakkı böylece kişilerden ziyade imkânlara
ve servete verilmiş oluyordu[15].
Solon Atinalıları dört sınıfa ayırmıştı[16].
Demokratik bir kafa ile işe koyulan Solon, bunu,
seçecek olanları değil, seçilecek olanları belirtmek
için yapmıştı; seçim hakkını bütün vatandaşlara
tanımış, bu dört sınıfın her birinden yargıçların
seçilmesini, yüksek devlet memurlarının ise yalnız,
hali vakti yerinde vatandaşların oluşturduğu ilk üç
sınıftan seçilmesini istemişti.
Nasıl ki oy kullanma hakkı olanların
bölünmesi, cumhuriyetin temel kanunlarından biri
ise, bu oyu verme tarzı da yine cumhuriyetin temel
kanunlarından biridir.
Kura ile seçim demokrasinin niteliğinden
doğar; oy ile seçim de aristokrasinin niteliği
gereğidir.
Kura kimseye zarar vermeyen bir seçim tarzıdır;
her vatandaşa, vatanına hizmet etmek gibi akla
yatkın bir umut verir.
Ama aslında kusurludur bu seçim usulü. İşte,
büyük kanun adamları bu kusuru ortadan
kaldırmak için adeta yarışırcasına çalışmışlardır.
Atina’da Solon, bütün askeri görevlere
atamanın oylama ile yapılmasını, senatörlerle
yargıçların kura ile seçilmesini kabul ettirmişti.
Büyük masra arı gerektiren sivil memuriyetlerin
seçim yoluyla, ötekilerin kura ile verilmesini
istemişti.
Ama kura yoluyla seçimi de bir düzene koymak
için, yalnız o işe istekli olanlar arasında bir seçim
yapılabileceğini ortaya atmış, seçilenin yargıçlar
tarafından bir incelemeye tabi tutulmasını, her
yargıcın o kişi hakkındaki kanılarını serbestçe
söylemesini şart koşmuştur. Böylece aynı zamanda
hem kura hem seçim usulü uygulanmış oluyordu.
Memuriyet süresi bittikten sonra da seçilmiş olan
kişinin yaptığı işler hakkında yeniden bir
yargılanmaya tabi tutulması gerekirdi. Bu nedenle
de, yetkisiz kişiler adlarının kuraya katılanların
adları arasında bulunmasından çekinirlerdi.
Oy pusulasının veriliş tarzını belirleyen kanun
da, demokrasinin temel kanunlarından biridir.
Seçimlerin açık ya da gizli oyla yapılması ise büyük
bir problemdir. Cicero [17], Roma Cumhuriyetinin
son zamanlarında oylama işini gizli kılan
kanunların, bu cumhuriyetin yıkılışının başlıca
nedenlerinden olduğunu söylüyor. Çeşitli
cumhuriyetlerde bu işin çeşitli şekillerde
uygulandığını bildiğimiz için, bizim bu konudaki
düşüncemiz şöyle olacak:
Halk oyunu kullandığı zaman bu işin açık
olarak yapılması gerekir; bu uygulama tarzını
demokrasinin temel kanunu olarak görmek şarttır.
Aşağı halk tabakası aydın kişiler tarafından
aydınlatılmalı ve bazı kimselerin ağırbaşlılığı
sayesinde disiplin altına alınmalıdır. Roma
Cumhuriyetinde ise gizli oylama usulü kabul
edildiği için her şey bozulmuş, her gün biraz daha
yıkılan bir milleti de aydınlatmak mümkün
olamamıştır. Ama aristokratik bir rejimde soylular,
demokratik bir rejimde senato üyeleri oylarını
kullandıkları zaman, kulis faaliyetlerini önlemek
maksadıyla oylama usulü ne kadar gizli olursa o
kadar iyidir.
Kulis faaliyeti senatoda tehlikelidir; soylular
topluluğunda da tehlikelidir; ama halk arasında,
tabiatı icabı zaten duygularıyla hareket eden halk
arasında kulis faaliyeti tehlikeli olamaz. Hükümet
işlerine katılmadığı devletlerde halk, kendi işinde
olduğu gibi, tıpkı bir aktör edasıyla kızışabilir. Bir
cumhuriyetin felaketi orada entrikanın
bulunmamasındadır; bu da, halkın para ile baştan
çıkarıldığı zaman ortaya çıkan şeylerdendir;
bakarsınız ağırbaşlı bir hal almış, paraya
düşkünlüğü artmış, ama işle ilgisi kesilmiştir.
Hükümetin icraatına, yapılan tekli ere aldırış
etmez, kendisine verilecek olan parayı rahat rahat
bekler.
Yalnız milletin kanun yapması da, demokratik
rejimin temel kanunlarından biridir. Bununla
beraber senatonun kanun yapmasını gerektiren bin
bir fırsat ortaya çıkar; hatta bir kanunun
kabulünden önce denenmesi de çok yerinde bir
hareket olur. Bu konuda gerek Roma’nın gerekse
Atina’nın anayasalarında isabetli görüşler vardır.
Senatonun kararları bir yıl süre ile kanun yerine
geçerdi oralarda; bu kararlar ancak milletin iradesi
ile kanunlaşırdı.
Konu III
Soylular hükümetinin niteliğiyle ilgili kanunlar
üzerine[18]
Soylular hükümetinde, egemenlik belli sayıda
kişilerin elindedir. Kanunları yapan, yürütülmesini
sağlayan bunlardır; saltanat yönetiminde
hükümdar için tebaa ne ise, soylular yönetiminde
de milletin geri kalan kısmı bunlar için odur.
Kura yoluyla seçim olmamalı böyle bir
hükümette; sakıncaları olur da ondan. Gerçekten
de, insanları, aralarında farklar gözeterek
küçültecek şekilde sını andırmış olan bir
hükümette kura ile seçim yapılsa bile, bu, seçilen
kişinin daha çok tiksinti uyandırmasından başka bir
işe yaramaz. Bu durumda halkın çekemediği
memur değil doğrudan doğruya soylunun
kendisidir.
Soyluların sayısı çok olunca, soylular heyetinin,
üzerinde durup karar veremeyeceği işleri
düzenlemek ve hakkında karar vereceği işleri
hazırlamak için bir senato gerekir. Bu durumda,
aristokrasinin senatoda, demokrasinin soylular
heyetinde olduğu, halkın ise hiçbir yerde olmadığı
söylenebilir.
Soylular hükümetinde, dolaylı bir yoldan
giderek halkı bu değersiz durumdan kurtarmak çok
mutlu bir şey olurdu. Örneğin Cenova’da, büyük
ölçüde, halkın ileri gelenleri tarafından
yönetilmekte olan Saint-Georges Bankası, halkın
belli bir ölçüde hükümete katılımını sağlamaktadır;
söz konusu ülkenin refah ve mutluluğu da bundan
ileri gelmektedir.
Senatörlerin, senatoda bulunmayan herhangi
bir üyeye vekâlet etmeleri doğru olmaz. Aksi
takdirde kötüye kullanmaların ardı arkası kesilmez.
İlk zamanlarda bir çeşit aristokrasiyle yönetilen
Roma’da, senato, açılan üyeliklere kendiliğinden
üye seçemezdi; yeni senatörler sansörler tarafından
tayin edilirdi.
Bir cumhuriyette herhangi bir vatandaşa
birdenbire verilen aşırı derecede yetki, saltanat
yönetimini hatta saltanat yönetiminden daha
fazlasını meydana getirir. Çünkü saltanat
yönetiminde kanunlar, esas örgütten alınmış ya da
ona göre ayarlanmıştır. Hükümet ilkesi hükümdarı
birtakım kayıtlar altına alır ama cumhuriyette
herhangi bir vatandaşa aşırı derecede yetki verilirse,
bu yetkinin meydana getireceği kötüye kullanmalar
daha büyük olur; çünkü böyle bir şeyi göz önünde
bulundurmamış olan kanunların o vatandaşı
gerektiği zaman durdurmak için hiçbir yetkisi
olamaz.
Bu kuralın istisnası yalnız, yapısı bakımından
devlet, aşırı derecede yetkisi olan bir kişiye ihtiyaç
gösterdiği zaman meydana gelebilir. Diktatörleriyle
Roma hükümeti, devlet engizitörleriyle Venedik
hükümeti, işte böyle idi; bu çeşit iradeler
korkunçtur, eninde sonunda milletin hürriyetine
kavuşmasına sebep olur.[19] Peki, ama nasıl olmuş
da bu iki cumhuriyette aynı yönetim şekli böyle bu
derece ayrılıklar göstermiş? Roma kendi aristokrasi
kalıntılarını halka karşı savunmaya çalıştı; Venedik
ise aristokrasi rejimini soylulara karşı korumak için
devlet engizitörlerini kullandı da ondan. Bundan
ötürü de Roma’da diktatörlük çok kısa sürdü; halk,
şu ya da bu amaçla değil, şiddet ve heyecanla işe
giriştiğinden bu çeşit yönetimin göz kamaştırıcı
faaliyetlerde bulunması gerekiyordu; çünkü söz
konusu olan şey halkı cezalandırmak değil sadece
ürkütmekti; bundan başka diktatörlüğün tek bir iş
için ortaya konması, yalnız bu işle ilgili olarak da
kendisine sınırsız bir yetki tanınması gerekiyordu;
çünkü bu yönetim şeklinin öteden beri beklenmedik
bir iş için ihdas edilmesi bir âdet halini almıştı.
Venedik’te ise aksine, devamlı bir yönetim gerekti.
Amaçlar böyle bir yönetimde ele alınır, yürütülür,
bırakılır, yeniden ele alınır; yine böyle bir
yönetimdedir ki bir kişinin tutkusu bir ailenin
tutkusu halini alır, bir ailenin tutkusu da birçok
ailelerin tutkusu oluverir. Gizli bir yönetim gerek;
çünkü cezalandırılacak suçlar, içinden pazarlıklı
kişiler tarafından sessiz sedasız bir şekilde tasarlanır.
Bu yönetimin genel bir engizisyonu olmalı, çünkü
görevi sadece bilinen kötülükleri durdurmak değil,
bilinmeyen kötülükleri de önlemektir. Nihayet,
böyle bir yönetim, şüphelendiği suçların intikamını
almak için de kurulmuştur; birinci yönetimin şekli
ise suçlara karşı, hatta itiraf edilen suçlara karşı
cezadan çok tehdit kullanırdı.
Hangi yönetim şeklinde olursa olsun, yetkinin
büyüklüğünü süresinin kısalığıyla telafi etmek gerek.
Bu konuda kanun yapanların çoğunun tespit ettiği
süre bir yıldır; daha uzun bir süre tehlikeli olabilir;
daha kısası da olayların niteliğine aykırı düşer.
Kendi aile işlerini böyle kısa bir süre içinde kim
yönetmek isterdi? Ragüza’da Cumhurbaşkanı her
ay, öteki memurlar her hafta, saray amiri ise her gün
değişirdi. Bu gibi durumlar ancak küçük ülkelerde,
ufak tefek memurları kolaylıkla baştan çıkarabilecek
nüfuz sahibi kimselerin bulunduğu küçük ülkelerde
olabilir.
Soylular hükümetinde, bazen, halkın yönetime
katılmayan bölümü öylesine küçük, öylesine
zavallıdır ki yönetimi ellerinde bulunduranlar bu
sınıfı ezmeyi akıllarından bile geçirmezler; işte o
zaman soylular hükümeti en iyi şeklini bulmuştur.
Örneğin, Antipatros[20] Atina’da, iki bin drahmisi
olmayan kimseyi, oy kullanma hakkından yoksun
ettiği zaman, hayal edilebilecek en iyi soylular
hükümetini kurmuş oldu; çünkü böyle bir para
öylesine bir para sayılırdı ki çok az kişiyi oy
kullanma hakkından yoksun etmiş, sitede az çok
itibarı olan kimseye de dokunmamıştı.
Şu halde soylu aileler mümkün olduğu kadar
halka yaklaşmalı. Soylular yönetimi demokrasiye ne
kadar yaklaşırsa o kadar mükemmel olur; saltanat
yönetimine yaklaştıkça da aksine
mükemmelliğinden kaybeder.
Bütün bunların en kötüsü, halkın yönetilen
kısmını, yönetenlerin medeni kölesi haline
koyanıdır; Polonya’yı örnek olarak gösterebiliriz;
burada köylüler soyluların kölesidir.
Konu IV
Saltanat hükümetinin niteliğiyle ilgili kanunlar
üzerine
Aracılık eden, bağımlı olan ve buyruk altında
bulunan kuvvetler, saltanat hükümetinin, yani
temel kanunlar vasıtasıyla bir kişinin yönettiği
hükümetin niteliğini teşkil eder. Aracılık eden,
bağımlı olan ve buyruk altında bulunan kuvvetler
dedim. Gerçekten de öyle, saltanat yönetiminde
hükümdar, her çeşit siyasi ve medeni kuvvetin tek
kaynağıdır. Bu temel kanunlar, söz konusu
kuvvetlerin akmasını sağlayacak ara kanalları
zorunlu olarak gerektirir. Çünkü devlette yalnız bir
kişinin bir anlık yönetiminden, gelip geçici
isteklerinden başka bir şey olmazsa, ortada istikrar
diye bir şey, dolayısıyla temel kanun diye bir şey
kalmaz.
Aracılık eden ve bağımlı olan en doğal kuvvet
soylu sınıfının kuvvetidir. Kuvvet adeta, hükümdar
olmazsa soylu sınıfı olmaz, soylu sınıfı olmazsa
hükümdar olmaz, temel sözüne dayanan saltanat
yönetiminin özüne girmiş gibidir. Aksi halde ortada
saltanat yönetimi değil istibdat yönetimi kalır.
Avrupa’da bazı ülkelerde adaleti senyörlerin
elinden almayı düşünen kimseler var. Bunlar,
İngiltere parlamentosunun yaptığını aynen yapmak
istediklerinin farkında değiller. Saltanatla yönetilen
bir ülkede senyörlerin, papazların, soyluların ve
şehirlerin imtiyazlarını ortadan kaldırın. Çok
geçmeden ya halkçı bir devletle ya da istibdatla
yönetilen bir devletle karşılaşırsınız[21].
Avrupa’da büyük bir devletin mahkemeleri
yüzyıllardan beri senyörlerin babadan kalma
yargılama haklarıyla papaz sınıfının yargılama
haklarını durmadan zedeliyorlar. Böyle bu kadar
akıllı uslu yargıçları yermek niyetinde değiliz ama
devlet yapısının bunun sonunda ne derece
değişeceğini sizin takdirinize bırakıyoruz.
Papaz sınıfının imtiyazlarına karşı cephe
almayı aklımdan bile geçirmedim ama bu sınıfa
tanınan yargılama hakkının tam ve kesin olarak
belirtilmesini isterdim. Söz konusu olan, böyle bir
hakkın tanınması yerinde bir hareket midir değil
midir onu anlamak değil, tanınıp tanınmadığını,
ülkenin kanunlarından bir bölümünü teşkil edip
etmediğini, her taraa nispi olup olmadığını
anlamaktır. Bağımsız bilinen iki kuvvet arasında
şartların karşılıklı olması gerekir mi gerekmez mi; iyi
bir vatandaş için, hükümdarın adaletini ya da bu
adaletin öteden beri kendine çizdiği sınırları
savunmak aynı şey olur mu olmaz mı? İşte bizim
anlamak istediğimiz şey bundan ibaret.
Bir cumhuriyette papaz sınıfının kuvveti ne
kadar tehlikeli ise saltanat hükümetinde, bilhassa
istibdada doğru yönelen bir saltanat hükümetinde
de o kadar faydalıdır. Key yönetimi önleyen böyle
bir kuvvet olmasaydı, kanunlarını yitirdikleri
günden beri İspanya ile Portekiz’in hali ne olurdu?
Başka bir engel olmadıkça en iyi engel budur.
Çünkü istibdat hükümeti insanoğluna öyle korkunç
kötülükler eder ki, bizzat bu kötülükleri önleyen bir
kötülük, bir iyilik halini alır.
Nasıl ki, yeryüzünü baştan başa kaplamak ister
gibi görünen denizi kıyılardaki otlarla çakıl taşları
durdurursa, yetkileri sınırsız gibi görünen
hükümdarlar da böyle küçük engeller karşısında
dururlar, tabii gururlarını, sızlanmalarla yalvarıp
yakarmalara boyun eğdirirler.
İngilizler hürriyeti tam manasıyla geliştirmek
için, saltanat yönetiminde bulunan kuvvetlerin
hepsini ortadan kaldırdılar. Bu hürriyeti korumakta
yerden göğe kadar hakları var; çünkü günün birinde
bu hürriyeti yitirirlerse, yeryüzünün köle halinde
yaşayan milletlerinden biri, hatta en kötüsü olurlar.
M. Law[22], cumhuriyet yönetiminin de,
saltanat yönetiminin de yapısını bilmediğinden,
Avrupa’da gelmiş geçmiş istibdat yönetimlerinin en
büyüklerinden birinin kurucusu olmuştur.
Alışılmamış, duyulmamış bunca sert değişikliklere
sebep olması yetmiyormuş gibi, üstelik ara sını arı
ortadan kaldırmak, siyasi heyetleri de yok etmek
istiyordu. Hayal ürünü ödemelerle saltanat
yönetimini yıkıyor, anayasayı bizzat satın almak
istiyormuş gibi görünüyordu.
Saltanat hükümetinde ara sını arın bulunması
yeterli olmaz, birçok kanunun bulunması da gerek.
Bu kanunlar, yapıldıkları zaman millete
yayımlayan, unutuldukları zaman da millete
hatırlatan siyasi heyetlerin elinde bulunur.
Soyluların aslında bilgisiz oluşu, dikkatsizliği, sivil
yönetimi küçümsemesi, tozların içine gömülü kalan
kanunları durmadan meydana çıkartacak bir
heyetin bulunmasını gerektirir. Hükümdarın
danışma kurulu bu iş için uygun düşmez. Niteliği
itibarıyla bu heyet temel kanunların korunmasını
sağlayan bir heyet değil, kanunları uygulayan
hükümdarın gelip geçici yönetiminin korumalığını
yapan bir heyettir. Bundan başka, kralın danışma
kurulu da durmadan değişir, devamlı değildir. Üye
sayısı da fazla olamaz; aşırı bir şekilde milletin
güvenini de kazanamaz. Şu halde kritik anlarda
milleti aydınlatamayacağı gibi sözünü de geçiremez.
Temel kanunların bulunmadığı otoriter
devletlerde ise kanun muhafızlığı edecek bir heyet
de yoktur. Bu gibi ülkelerde dinin bunca kuvvetli
olması da işte bundan ileri gelir. Çünkü din bir çeşit
kanun muhafızlığı eder ve devamlılığı sağlar; halk
orada, dine değilse bile kanun yerine geçen
geleneklere saygı gösterir.
Konu V
İstibdat yönetiminin niteliğiyle ilgili kanunlar
üzerine
İstibdat yönetiminin niteliği gereği, bütün
yetkileri elinde bulunduran tek kişi, yürütme
yetkisini de yalnız bir kişiye bırakır. Beş duyusunun
birden devamlı olarak, “Sen her şeysin, başkaları
hiçbir şey değildir” dediği kişi doğal olarak tembel,
bilgisiz olur; sevişmekten başka bir şey düşünmez,
hiçbir şeyle uğraşmaz. Devlet işlerini birçok kişinin
eline bıraksa bunların aralarında kavga çıkar;
hükümdara bağlılıklarını göstermek için hileye
başvurmakta âdeta yarışırlar; bu yüzden de
hükümdar yönetimi yeniden eline almak zorunda
kalır. Şu halde işin en rahat tarafı, yönetimi,
başlangıçta kendisiyle aynı yetkilere sahip olan bir
vezire bırakmaktır. Böyle bir devlette vezirin
bulunması temel bir kanundur[23].
Anlattıklarına bakılırsa papalığa seçilen bir zat
kendi kabiliyetsizliğini bildiği için önce
reddetmiş.[24] Israr üzerine kabul etmiş ve bütün
işleri yeğenine bırakmış. Her şeyin yolunda gittiğini
görünce de şaşırmış: “Ben bu işin bu kadar kolay
olduğunu bilmezdim” demiş. Doğu hükümdarları
için de bu böyledir. Harem ağalarının, yıllarca
yüreklerini ve ruhlarını kemirdikleri, hatta
durumlarını bile unutturdukları, mahzenden çekip
çıkardıkları, tahtın üstüne oturttukları bütün o
hükümdarlar önce şaşkına dönerler ama güvenilir
bir vezir bulup da kendilerini saraylarında en kaba
tutkulara koyuverdiler mi, sindirilmiş insanların
ortasında en manasız isteklerini tatmin etmek
imkânını buldular mı, devlet yönetiminin bu kadar
kolay olabileceğine bir türlü inanamazlar[25].
İmparatorluk ne kadar genişlerse saray da o
kadar büyür, dolayısıyla hükümdar da o nispette
bol zevklerin ortasında sarhoş olur. Böylece, bu çeşit
devletlerde hükümdarın yöneteceği insan sayısı ne
kadar çok olursa hükümdar da o ölçüde hükümet
işlerini ihmal eder; iş ne kadar çok olursa iş üzerine
görüşmeler de o kadar az olur.
ÜÇÜNCÜ KİTAP
Üç hükümet şeklinin ilkeleri üzerine
Konu I
Hükümetin niteliğiyle ilkesi arasındaki fark
Her hükümetin niteliğiyle ilgili kanunlarını
inceledikten sonra, bir de o hükümetin ilkeleriyle
ilgili kanunlarını görmek gerekir.
Hükümetin niteliğiyle ilkesi arasında şöyle bir
fark vardır[26]: Niteliği onun öyle olmasını sağlayan
şeydir, ilkesi ise onun davranışını sağlayan şeydir.
Biri onun özel yapısıdır, öteki onu harekete getiren
insan tutkularıdır.
Şimdi, kanunlar her hükümetin niteliğiyle ilgili
olduğu kadar ilkesiyle de ilgili olmalı. Şu halde bu
ilkenin ne olduğunu araştırmak gerek. Bu kitapta da
işte ben bunu yapmaya çalışacağım.
Konu II
Çeşitli hükümetlerin ilkesi üzerine
Cumhuriyet hükümetinin niteliğiyle,
egemenliği, milletin bir bütün halinde ya da bazı
ailelerin ellerinde bulundurmasıdır demiştim.
Saltanat hükümetinin niteliği, bir hükümdarın
egemenliği elinde tutmasıdır ama bunu, kurulu
kanunlara göre kullanmasıdır diye tarif etmiştim.
İstibdat hükümetinin niteliği için ise, bir kişinin
geçici isteklerine ve key ne göre milleti yönetmesidir
demiştim. Bunların üç ilkesini bulmak için daha
fazlasına lüzum görmüyorum; söz konusu ilkeler,
doğal olarak bu tari erden çıkar. Önce işe
cumhuriyet hükümetiyle başlayacağım ve
demokratik rejimden söz açacağım.
Konu III
Demokrasinin ilkesi üzerine
Bir saltanat hükümetinin ya da bir istibdat
hükümetinin devam etmesi, dayanması için fazla
doğruluğa lüzum yoktur. Birinde kanunların
kuvveti, ötekinde hükümdarın daima kalkık duran
yumruğu her şeyi düzenler, yoluna koyar. Ama
halkçı bir devlette başka bir kuvvet gerekir ki, o da
FAZİLETTİR.
Bu sözlerimin doğruluğunu tarih olayları
topyekûn gösterir; hem zaten olayların niteliğine de
son derece uygun bir şeydir bu. Çünkü saltanat
hükümetinin, yani kanunları yürütenin kendisini
kanunların üstünde hissettiği saltanat
hükümetinin, halk hükümetinden, yani kanunları
yürütenin kanunlara bağlı olduğu, bütün yükü
sırtında taşıdığını hisseden halk hükümetinden
daha az fazilete muhtaç olduğu apaçık bir şeydir.
Yine apaçık bir şeydir ki, kendini şunun bunun
kötü öğütlerine ya da ihmale kaptıran hükümdar,
kanunları yürütmekten vazgeçebilir ama kötülüğü
tamir etmekte de güçlük çekmez. Ya danışma
kurulunu değiştirir ya da kendi ihmalinin sebep
olduğu kötülüğü gidermeye çalışır. Ama bir halk
hükümetinde kanunlar yürütülmedi mi, bu da
ancak cumhuriyetin bozulmasından ileri gelebilir,
işte o zaman devlet yıkılmış demektir.
Geçen yüzyılda ülkelerinde demokrasiyi
kurmak için İngilizlerin boşuna harcadıkları çabalar
oldukça güzel bir manzara arz ediyordu. İşe
karışanlarda faziletten eser olmadığından, en çok
cüret edenin başarıları bunların tutkularını tahrik
ettiğinden, bir topluluğun düşünme tarzının başka
bir grubun düşünme tarzıyla bastırıldığından,
hükümet durmadan değişiyordu; şaşkına dönen
millet de demokrasiyi arıyordu ama hiçbir yerde
bulamıyordu. Birçok hareketten, çarpışmadan,
sarsıntıdan sonra nihayet halk yine, şikâyet edip
ortadan kaldırdığı hükümet şekline sığınmak
zorunda kaldı[27].
Sylla; Roma’yı yeniden hürriyete kavuşturmak
istediği zaman Roma bunu bir türlü
benimseyemedi; pek az bir fazilet kalıntısı vardı.
Orada; bu kalıntı her gün biraz daha eksildiğinden,
Caesar’dan, Claudius’tan, Neron’dan,
Domitien’den sonra Roma, uyanacağına her gün
biraz daha kölelik haline düştü; ihtilaller yalnız
tiranların başlarını yiyor ama tiranlıkla yönetime
karşı hiçbir şey yapamıyordu.
Halk hükümetinde yaşayan Yunanlı
politikacılar, kendilerine dayanak olarak faziletten
başka kuvvet göremiyorlardı. Bugünkü politikacılar
ise bize yalnız endüstriden, ticaretten, maliyeden ve
hatta servet ve lüksten söz ediyorlar.
Bu fazilet tükenince tutku, kendisini buyur
edenlerin kalplerine, cimrilik de herkesin içine girer.
İstekler yön değiştirir; sevilen şey sevilmez olur;
kanunlara uyarak hür yaşarken kanunlara
uymadan hür yaşamak arzusu uyanır; her vatandaş
efendisinin evinden kaçmış bir köleye benzer; sav
olan şeye sertlik adı verilir; kural olan şeye engel
denir; dikkatin adı değişir korku olur. Orada azla
yetinmek, cimrilik adını alır, biriktirme isteği değil.
Önceden vatandaşların malı mülkü ülkenin serveti
sayılırdı ama şimdi ülkenin serveti vatandaşların
har vurup harman savurmak istedikleri babadan
kalma miras halini alır. Cumhuriyet artık bir ölüyü
andırır; kuvveti de, birkaç vatandaşın yetkisiyle
bütün milletin serkeşliğinden başka bir şey değildir.
Atina, gerek şan ve şere yle bütün dünyaya
hükmettiği çağlarda olsun, gerek utana utana
başkalarına kölelik ettiği çağlarda olsun bağrında
hep aynı kuvvetleri taşımıştır. Yunanlıları Perslere
karşı savunduğu zaman, imparatorluğu Isparta’nın
elinden almak için savaştığı zaman, nihayet
Sicilya’ya saldırdığı zaman topu topu yirmi bin
vatandaşı vardı. Phaleros’lu Demetrius onları esir
pazarındaki köleler gibi saydığı zaman da yine yirmi
bin vatandaşı vardı. Philippos, Yunanistan’ı
egemenliği altına almaya cüret edip de Atina
kapılarına dayandığı zaman, Atina yalnız biraz geç
kalmıştı, işte o kadar. Onu uyarmak için ne büyük
bir çaba gerektiğini anlamak isterseniz
Demosthenes’i okuyun. Atinalılar, Philippos’tan
hürriyet düşmanı olduğu için değil, zevkle eğlence
düşmanı olduğu için çekiniyorlardı. Bunca felakete
göğüs geren, defalarca yıkıldıktan sonra yeniden
kurulan bu şehir Keronea’da [28] mağlup olmuş, bir
daha da belini doğrultamamıştır. Philippos bütün
esirleri geri göndermiş, bundan ne çıkar? Geri
gönderilenler adam olmadıktan sonra... Atina
kuvvetlerini yenmek ne kadar kolay olmuşsa
faziletini yenmek de öteden beri o kadar güç
olmuştur.
Kartaca nasıl dayanabilirdi? Anibal yargıç olup
da memurların cumhuriyeti yağma etmelerine mani
olmak istediği zaman bu memurlar gidip kendisini
Romalıların huzurunda suçlamadılar mı? Yazık o
kimselere ki, sitesiz vatandaş olmak, servetlerini de
kendilerini mahvedenlerin ellerinden sağlamak
isterler! Çok geçmeden Roma onlardan tutsak
olarak üç yüz tane belli başlı vatandaş istedi;
silahlarıyla gemilerini ellerinden aldı, arkasından
da harp ilan etti. Silahsız kalan, umutsuzluk içinde
çırpınan Kartaca’da olup bitenleri düşününce,
insan, askeri kuvveti ve fazileti olsaydı aynı
Kartaca’nın neler yapabileceğini kolaylıkla
gözlerinin önünde canlandırabilir[29].
Konu IV
Soylular hükümetinin ilkesi üzerine
Halk hükümetinde fazilet gerektiği gibi soylular
hükümetinde de fazilet gerekir. Ama aynı derecede
bir kesinlikle gerekmediği de bir gerçektir.
Tebaa, hükümdara göre neyse burada da
soylulara göre aynı durumda olan halk, kanun
kuvvetiyle yönetilir. Şu halde halkın demokrasideki
kadar fazilete ihtiyacı yoktur. Peki, ama soylular
nasıl yönetilecek? Kanunları, kendi seviyelerindeki
kişilere uygulayacak olanlar, her şeyden önce, kendi
aleyhlerinde davrandıklarını hissedip anlayacaklar.
Şu halde, hükümetin yapısı bakımından, bu
topluluğun faziletli olması gerekir.
Soylular hükümetinin kendi iç yapısında öyle
bir kuvvet vardır ki bu kuvvet demokraside yoktur.
Soylular mevcut imtiyazlarını, özel çıkarlarını
kullanmak suretiyle halk sınıfını baskı altında
bulunduran bir topluluk meydana getirirler. İşte bu
bakımdan derhal yürütülmesi için kanunların var
olması yeter.
Bu topluluk için başkalarını baskı altında
tutmak ne kadar kolaysa kendi kendini baskı
altında tutmak da o kadar güçtür. Bu hükümet
yapısının niteliği böyledir işte: Aynı kişileri bir
yandan kanunların baskısı altına sokar, bir yandan
da bu baskıdan kurtarıyormuş gibi görünür.
Oysa böyle bir topluluk iki şekilde kendini baskı
altında tutabilir; ya tam manasıyla faziletli olmakla
ki o zaman soylular halkla adeta eşit olur, yani
büyük bir cumhuriyet meydana gelmiş olur ya da
daha az faziletli olmakla ki, o zaman, hiç olmazsa
soyluları birbirine eşit kılan ve devamlarını sağlayan
bir çeşit ılımlı bir hükümet ortaya çıkar.
Şu halde ölçülü olmak bu çeşit hükümetlerin
temelidir. Ölçülü olmak derken de alçaklıktan ve
tembellikten doğan ölçülü olmayı değil fazilete
dayanan şeklini kastediyorum.
Konu V
Faziletin, saltanat hükümetinin ilkesi olmadığı
üzerine
Saltanat hükümetlerinde politika, mümkün
olduğu kadar az faziletle büyük işler gördürür. Tıpkı
en iyi makinelerde olduğu gibi sanat da burada,
mümkün olduğu kadar az hareket, kuvvet ve çark
kullanır.
Devlet, eskilerde bulunan ama bizim sadece
lafını işittiğimiz bütün o kahramanca faziletlerden,
vatan aşkından, gerçek şan ve onur isteğinden,
nefsini küçümsemek ve en üstün çıkarlarını feda
etmek gibi duygulardan ayrı olarak yaşar ve sürüp
gider.
Gerekli olmayan bütün bu faziletlerin yerini
kanunlar tutar. Devlet de zaten böyle bir şeyi
aramaz sizden; sessiz sedasız görülen bir iş de âdeta
önemsiz sayılır.
Her ne kadar bütün suçlar nitelikleri
bakımından genel sayılırsa da, gerçekten genel olan
suçlarla bütün toplumu değil de daha çok bir kişiyi
ilgilendirdiği için özel suç adı verilen suçları
birbirinden ayırırlar.
Oysa cumhuriyetlerde özel suçlar daha çok
genel suçlar halini alır; yani devletin yapısını özel
suçlardan daha çok sarsar; saltanat hükümetlerinde
ise genel suçlar daha çok özel suç olarak görülür,
yani devletin yapısından çok, özel servetleri sarsar.
Bu söylediklerim nedeniyle kimsenin
alınmamasını rica ederim. Bütün milletlerin
tarihlerine dayanarak konuşuyorum. Faziletli
hükümdarların yeryüzünde az olmadığını pekâlâ
biliyorum; ama ben, bir saltanat hükümetinde
halkın faziletli olmasının çok güç bir şey olacağını
söylemek istiyorum.
Tarihçilerin, çağlar boyunca gelip geçmiş
hükümdarların sarayları üzerine yazdıklarını
okuyun bir kere; dalkavukların o bayağının bayağısı
karakterleri üzerine her ülkede söylenmiş olan
sözleri hatırlayın: Bunlar hayal gücünün
uydurduğu şeyler değil, çok acı deneylerden elde
edilmiş sonuçlardır.
İşsizlik içinde hırs, kendini beğenmişlik içinde
aşağılık, çalışmadan zengin olma isteği, gerçeğe karşı
düşmanlık, dalkavukluk, ihanet, alçaklık, sözünden
cayma, vatandaşlık görevlerini küçümseme,
hükümdarın faziletinden korkma, karakterinin
zayı ığından yarar bekleme, bunların üstünde de
fazileti devamlı olarak gülünç bir şey gibi gösterme.
Öyle sanıyorum ki, her yerde her zaman
dalkavukların çoğuna vurulan damgalardır bunlar.
Şimdi bir devletin başında bulunanların çoğunun
namussuz olması, aşağı tabakada olanların ise
namuslu olması, birincilerin aldatan, kandıran
olması, ikincilerin de aldatılandan başka bir şey
olmamaya razı olması ülkede büyük çapta bir
huzursuzluk meydana getirir.
Halkın içinden namuslu bir zavallı çıksa bile,
Kardinal de Richelieu Siyasi
Vasiyetname’sinde[30], hükümdarın böyle bir
adamdan faydalanmamasını ima ediyor. Bundan
da anlaşılıyor ki fazilet bu çeşit bir hükümetin
yapısındaki kuvvetlerden biri olamaz. Ama bu söz,
faziletin saltanat hükümetinde var olmayacağını
değil, yalnız bu çeşit hükümetin dayanağı
olamayacağını gösterir.
Konu VI
Saltanat hükümeti fazilet yokluğunu ne ile
giderir
Niyetimin, saltanat hükümetini yermek
olduğunu sanmayınız diye acele ediyor, dev
adımlarla ilerliyorum. Evet, saltanat hükümetinde
bir kuvvet eksik, eksik ama onun yerine de bir başka
kuvvet var ki adına Onur diyoruz. Yani her kişinin
ve her sınıfın önyargısı, sözünü ettiğim siyasi
faziletin yerini alır ve her yerde onu temsil eder; en
güzel davranışları ilham edebilir; kanunların
kuvvetiyle birleşince de tıpkı fazilet gibi, kişiyi
hükümetin amacı doğrultusunda yönetebilir.
Böylece iyi bir şekilde düzenlenmiş saltanat
hükümetlerinde herkes aşağı yukarı iyi bir vatandaş
olabilir ama iyi insan pek az bulunur; çünkü iyi
insan olmak için kişinin böyle bir niyeti olması,
devleti de kendi çıkarını düşünerek değil bizzat
devletin çıkarını düşünerek sevmesi gerekir[31].
Konu VII
Saltanat hükümetinin ilkesi üzerine
Bundan önce de söylediğim gibi saltanat
hükümeti, birtakım rütbelerin, mevkilerin, hatta
çok eski çağlara dayanan bir soylu sınıfının varlığını
gerektirir. Onurun niteliği, tercih nedenleri,
üstünlük nedenleri ister; demek oluyor ki onur
zorunlu olarak bu hükümet şeklinin içine girmiştir.
Cumhuriyette yükseklere göz dikmek zararlıdır,
tehlikelidir. Saltanat hükümetinde ise iyi sonuçları
vardır; hükümete hayat verir; üstelik şöyle bir
üstünlük daha sağlar: Tehlikeli değildir, çünkü her
an bastırmak mümkündür.
Biliyorum, tıpkı evrendeki sisteme
benzeteceksiniz bunu. Orada da bütün cisimleri
durmadan merkezden uzaklaştıran bir kuvvet,
durmadan çeken bir başka kuvvet vardır. Onur,
siyasi topluluğun bütün bölümlerini harekete
geçirir; kendi etkisi ile onları birbirine bağlar;
böylece, herkes kendi çıkarlarına doğru yöneldiğini
sanırken milletin iyiliğine doğru yönelir.
Bir lozof gibi konuşmam gerekirse, devletin
bütün bölümlerini yöneten böyle bir onurun sahte
bir onur olacağını söylemek zorunda kalacağım;
ama bu sahte onur bile halka, gerçek onurun, böyle
bir onuru elde edebilecek kişilere edeceği iyilikten
daha çok iyilik eder.
Hem sonra, insanları, sadece yaptıkları işlerin
ağızdan ağza dolaşmasından başka hiçbir şekilde
mükâfatlandırmadan, gerçekten kuvvet isteyen en
zor işleri yapmaya mecbur etmek çok şey sayılmaz
mı?
Konu VIII
Onurun istibdat devletlerinin ilkesi olmadığı
üzerine
İstibdat devletlerinin ilkesi onur değildir; bütün
insanlar eşit olduklarından kişi kendisini
başkalarının üstünde göremez; bütün insanlar köle
olduklarından kişi kendini orada hiçbir şeyin
üstünde de göremez.
Hem zaten onurun kendi kanunlarıyla
kuralları vardır; o, hiçbir tavize yanaşmadığından,
bir başkasının değil kendi kaprislerine bağlı
olduğundan, yalnız yapısı belirmiş, kesin kanunları
olan devletlerde bulunabilir.
Onur dediğimiz şeye istibdat yönetiminin
başında bulunan kişi nasıl katlanabilir? Onur,
hayatı küçümsemekle amacına ulaşır; zorba
hükümdar ise kuvvetini böyle bir şeyi yok etmekle
sağlar. Onur zorba hükümdara nasıl k atlanır?
Onurun değişmeyen kuralları, devamlı kaprisleri
vardır; zorba hükümdarın ise hiçbir kuralı yoktur;
kendi kaprisleri de öteki kaprislerin tümünü yok
eder.
İstibdat devletlerinde bilinmeyen, hatta
dillerinde çoğu zaman bu kavramı ifade etmek için
gerekli kelime bile bulunmayan onur, yalnız
saltanat devletlerinde vardır; siyasi toplulukların
tümüne, kanunlara, hatta faziletlere bile hayat
verir.
Konu IX
İstibdat hükümetinin ilkesi üzerine
Nasıl ki bir cumhuriyete fazilet, bir saltanat
idaresine onur gerekiyorsa, istibdat hükümetine de
Korku gerekir; fazilete lüzum yoktur orada; onur ise
tehlikeli bir şey olur.
Hükümdarın sınırsız yetkisi, bu yetkiyi teslim
ettiği kimselerde de aynen bulunur. Kendilerine
fazlasıyla değer verilebilecek yetkide olan kişiler
ihtilal çıkarabilirler. Şu halde korku bütün cesur
insanları baskı altında bulundurmalı ve gözü
yükseklerde olanların bu tutkularını en küçüğünden
en büyüğüne kadar söndürmeli.
Ilımlı bir hükümet bütün kuvvetlerini, hiç
çekinmeden, alabildiğine serbest bırakabilir.
Kanunlarıyla, kendi kuvvetiyle devamını sağlar.
Ama istibdat hükümetinde hükümdar bir an olsun
yumruğunu aşağıya indirirse, üst mevkileri işgal
edenleri bir anda yok edemezse her şey mahvolmuş
demektir[32]. Çünkü hükümetin kuvvetini teşkil
eden korku ortadan kalktığından halkın artık
koruyucusu yok demektir.
Kadılar, yetkisini sınırlandırdığı takdirde
padişahın verdiği sözü, ettiği yemini tutmaya
mecbur olmadığını ileri sürerken herhalde bunu
kastetmiş olacaklar[33].
Büyüklerin de hükümdarın isteklerine göre
yargılanmaları gerek; en aşağı sınıan bir insanın
kellesi daima emniyette, paşalarınki ise daima
tehlikede olmalı. İnsan, bu korkunç yönetim
şekillerinden, tüyleri diken diken olmadan söz
açamıyor. Zamanımızda Miriveis tarafından
tacından tahtından edilen İran Şahı, yeteri kadar
kan dökmediği için hükümetinin istiladan önce
çöküşüne şahit oldu[34].
Tarih bize, Domitien’in o dehşet verici
işkencelerinin valileri bir hayli korkuttuğunu,
bundan ötürü de halkın onun saltanatı zamanında
biraz rahata kavuştuğunu söylüyor. Böylece, bir
yanda ne var ne yok hepsini yıkan bir sel, öte yanda
gözün uzaklardan bile seçebileceği yeşillikler
bırakır[35].
Konu X
Ilımlı hükümetlerdeki boyun eğme ile zorba
hükümetlerdeki boyun eğme arasındaki fark
İstibdat devletlerinde, hükümetin niteliği aşırı
bir boyun eğmeyi gerektirir; hükümdarın iradesi bir
kere belli oldu mu, bir bilye başka bir bilyeye doğru
fırlatıldığı zaman nasıl bir etki yaparsa öylesine
yanılmaz bir etki elde etmeli.
Ilımlı, değişiklik, anlaşma, süre, eşdeğerlik,
uzlaşma, itiraz diye bir şey yoktur orada; teklif
edilecek eşit ya da daha iyi bir şey olamaz; kişi,
buyuran başka bir kişiye boyun eğen varlıktır. Kişi
geçmişte olan başarısızlığını talihin cilvesine
yükleyerek özür dileyemeyeceği gibi gelecek bir olay
için de korkularını belirtemez. Kişinin nasibi orada,
hayvanın nasibi gibi içgüdü, boyun eğme ve cezadır.
Doğal duyguları, baba saygısını, çocuk ve kadın
sevgisini, onur kanunlarını, sağlık durumunu ileri
sürmek hiçbir işe yaramaz; emir emirdir, bu ise yeter
de artar bile.
İran’da Şah birisine ölüm cezası verdi mi, kimse
artık ona bundan söz açamaz, af dileyemez. Kararı
verirken sarhoş olsa ya da aklı başında olmasa yine
cezanın derhal yerine getirilmesi gerekir; aksi
takdirde kendi kendisiyle çelişmiş olur; kanun ise
kendi kendisiyle çelişemez. İran’da bu düşünce tarzı
öteden beri vardır. Assuerus’un Yahudilerin imhası
konusundaki fermanını geri almak mümkün
olmayınca, kendilerine savunma izni verildi.
Bununla beraber, ara sıra, hükümdarın
iradesine karşı ortaya atılabilecek bir şey vardır; o da
din. Hükümdar buyurursa kişi babasını bırakabilir,
hatta öldürebilir de. Hükümdar ister ve buyurursa
kişi şarap içmekten de vazgeçer. Dinin yasaları daha
üstün buyruklardır; çünkü bu yasalar halkın olduğu
gibi hükümdarın da başının üstünde yer almıştır.
Tabii haklar için bu böyle değildir; hükümdar
insanüstü bir varlık olarak görülür.
Saltanatla yönetilen devletlerle ılımlı
devletlerde egemenlik bizzat kendi kuvvetiyle
sınırlanır; yani, gerek hükümdarın gerek halkın
üzerinde hüküm süren onurla sınırlanır demek
istiyorum. Ona karşı, durmadan din yasalarını ileri
süremezler; bir dalkavuk bile kendini gülünç bulur.
Bundan ötürü de hükümdarın karşısına durmadan
onur kanunlarını çıkarırlar. Bundan da söz
dinlemede gerekli olan değişiklikler meydana gelir.
Onur doğal olarak kendini birtakım acayipliklere
kaptırır, söz dinlemede bunların hepsine uymak
zorunda kalır.
Her ne kadar bu hükümet şeklinde söz dinleme
tarzı birbirinden farklı ise de, egemenlik aynıdır.
Hükümdar hangi tarafa dönerse dönsün başarı
sağlar, ağır basar ve kendine boyun eğdirir. Yalnız şu
fark var: Saltanat yönetiminde hükümdar aynıdır;
bakanları ise istibdat hükümetinin bakanlarından
çok daha maharetli, çok daha becerikli olurlar.
Konu XI
Bütün bunlar üzerine düşünceler
Üç hükümet şeklinin ilkeleri bunlardır işte.
Ama bu, herhangi bir cumhuriyette kişilerin faziletli
oldukları anlamına değil, faziletli olmaları gerektiği
anlamına gelir. Bundan başka, yine bu sözlerimden
herhangi bir saltanat hükümetinde mutlaka onur,
falan ya da falan istibdat hükümetinde de mutlaka
korku vardır anlamı çıkarılmalı; ben sadece,
bunların bulunması gerekir demek istiyorum. Aksi
takdirde hükümetin şekli mükemmel olmaz.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
Eğitim kanunlarının hükümetin
ilkelerine bağlı olması üzerine
Konu I
Eğitim kanunları üzerine
Eğitim kanunları hayatta uyduğumuz ilk
kanunlardır. Bu kanunlar hepimizi vatandaş
olmaya hazırladıkları için, her özel aile, bütün
aileleri içine alan o büyük ailenin planına göre
yönetilmeli.
Bir milletin genel olarak bir ilkesi varsa, o
milleti meydana getiren bölümlerin de, yani
ailelerin de aynı ilkeyi benimsemeleri gerek. Şu
halde her hükümet şeklinde eğitim kanunları
birbirinden ayrı olmak zorundadır. Saltanat
hükümetlerinde bu kanunların konusu onurdur;
cumhuriyetlerde, fazilet; istibdat yönetimlerinde de
korkudur.
Konu II
Saltanat hükümetlerindeki eğitim üzerine
Saltanat hükümetlerinde temel eğitim
çocuklara, öğretim yeri olan okullarda verilmez;
eğitim âdeta toplum hayatına girildiği zaman
başlar. Bize her yerde önderlik edecek olan o
evrensel öğretmenin, yani onurun okulu işte
oradadır.
Şu üç şeyi de hemen her zaman yine orada
görür, orada duyarız: “Faziletlere bir soyluluk
havası katmalı; ahlak bakımından kişi mert olmalı,
davranışlarında da nezaketten ayrılmamalı.”
Bize orada öğretilen faziletler, başkalarına olan
ödevlerden çok kendi nefsimize olan ödevlerdir. Bu
faziletler bizi vatandaşlarımıza yaklaştıracak yerde
onlardan uzaklaştırır. Kişilerin, davranışlarını
orada, iyi sözü ile değil güzel sözü ile; doğru sözü ile
değil büyük sözü ile; makul sözü ile değil, fevkalade
sözü ile nitelerler.
Onur orada, asaletle ilgili bir şey bulur bulmaz
ya o şeyi meşru kılan bir yargıç ya da o şeyi haklı
gösteren bir safsatacı kesilir.
Onur, kalp işleriyle ilgili bir duyguyla ya da
herhangi bir kadının kalbini elde etmek duygusuyla
birleşen çapkınlığa göz yumar. Zaten saltanat
hükümetlerinde ahlakın cumhuriyet
hükümetlerindeki kadar temiz olmayışının asıl
nedeni de işte budur.
Onur, inceliklerinden alınmadığı politikada
olduğu gibi, zekâ üstünlüğü ya da iş büyüklüğü
fikirleriyle birleşti mi hileyi de hoş görür.
Onur, dalkavukluğu ancak, büyük bir servet
edinmek düşüncesinden ayrı bir şey olduğu zaman,
kişinin aşağılık duygusuyla birleştiği zaman önler.
Ahlak konusunda, saltanat hükümetlerindeki
terbiyenin belli bir sertliği gerektirdiğini
söylemiştim. Bu çeşit terbiye kişinin sözlerinin
doğru olmasını ister. Bunu, doğruluğu sevdiği için
istediğini sanmayın; daha çok doğruyu söylemeye
alışan kişi cesur ve hür görünür de ondan ister.
Gerçekten de öyle, bu türlü bir insan yalnız olaylara
bağlı gibi görünür, başkalarının olayları görüş
tarzına değil.
Bu nedenledir ki, konusu gerçekle sadelik olan
bu çeşit mertliği bir yandan salık verirler, bir yandan
da halkın gösterdiği mertliği küçümserler.
Nihayet, saltanat hükümetlerinde eğitim,
davranışlarda da belli bir nezaket ister. Birlikte
yaşamak için doğmuş olan insanlar birbirlerinin
hoşuna gitmek için de yaratılmışlardır. Nezaket
ilkelerine uymayan kişi beraber yaşadığı kimseleri
kırar, bu yüzden de itibarını öylesine yitirir ki artık
iyilik etmek için elinde hiçbir imkân kalmaz.
Ama nezaket, kaynağını, böyle bu derece arı bir
yerden almayı âdet edinmiş değildir. Nezaket daha
çok kişinin kendini göstermek isteğinden doğar.
Gururlu olduğumuz için nazik oluruz. Bayağı
olmadığımızı, üstelik her çağda ve her yaşta
insanların kendilerinden uzaklaştırdıkları kişilerle
beraber yaşamadığımızı gösteren davranışlarımızın
olması gururumuzu okşar.
Saltanat yönetimlerinde nezaket saraya mal
edilmiştir. Aşırı derecede üstün olan kişi geri kalan
insanların seviyesini düşürür. Onun için herkes
birbirine saygı gösterir. Saygı, kendine saygı
gösterilen kişinin hoşuna gittiği kadar gösteren
kişinin de hoşuna gider. Nezaket de bundan doğar
işte... Çünkü, bu tarz davranış saraya mensup
olduğunuzu ya da mensup olmaya layık
olduğunuzu gösterir.
Saray havası, gerçek büyüklüğü bırakıp sahte
büyüklüğe bürünmeyi gerektirir. Bu sahte büyüklük
bir dalkavuğun, kendi büyüklüğünden daha çok
hoşuna gider. Çok uzaklara yayılan bir
alçakgönüllülük verir kişiye ama bu
alçakgönüllülükten duyulan gurur da, bu büyüklük
kaynağından uzaklaştıkça biz farkında olmadan
azalır.
Sarayda her hususta bir zevk inceliği vardır. Bu
ise, büyük bir servetin devamlı olarak lüzumsuz
şeylerde kullanılmasından, eğlencelerin
çeşitliliğinden ve özellikle bu eğlencelere karşı
duyulan bıkkınlıktan, fantezilerin, hele hoşa giden
fanteziler olursa daima dört elle sarıldığımız
fantezilerin çokluğundan ve birbirine karışmasından
ileri gelir. Böyle bir hükümette istenilen bütün
meziyet ve faziletleri kişiliğinde toplayacak olan
namuslu insanı yetiştirmek için eğitim işte bütün bu
konuları içine alır.
Orada her şeye karışan onur, bütün bu düşünce
tarzlarının, bütün bu duygu çeşitlerinin içine girer,
hatta ilkelere bile yön verir.
Bu acayip onur anlayışı, istediği şeye fazilet der,
fazileti de istediği şekle sokar. Bize buyrulan şeyleri,
kimseye danışmadan birtakım kurallara bağlar;
kaynaklarını ister dinden, ister politikadan, ister
ahlaktan alsın görevlerimizi istediği gibi genişletip
daraltır.
Saltanat hükümetinde, kanunlar da, din de,
onur da, her şeyden önce hükümdarın buyruklarına
uymayı salık verir; ötekiler sonra gelir. Ama bu onur
bize, hükümdarın küçük düşmemize sebep olacak
bir şeyi buyuramayacağını da öğretir; aksi takdirde
kendisine hizmet edemeyecek bir duruma düşeriz de
ondan.
Crillon, Dük de Guise’i öldürmeyi reddetti ama
Kral III. Henri’ye dükle dövüşmeye hazır olduğunu
söyledi[36]. Saint Barthelemy katliamından sonra
IX. Charles bütün valilere, Calvin mezhebine
girenleri öldürmeyi emrettiği halde Bayonne Valisi
Vikont d’Orte, krala yazdığı mektupta,
“Haşmetmeap, eyaletimdeki insanlarla askerler
içinde, iyi vatandaşlar, iyi askerler buldum ama bir
tane cellat bulamadım. Bundan ötürü de gerek
onlar gerek ben zat-ı şahanelerinizden, kollarımızı
ve hayatlarımızı görülmesi mümkün işlerde
kullanmanızı rica ediyoruz” diyor. Bu büyük ve
mert insan alçakça bir hareketi, yapılması imkânsız
bir şey olarak görüyordu.
Onur, soylulara her şeyden önce savaşta
hükümdara hizmet etmeyi buyurur. Gerçekten de
öyle; en üstün meslek budur. Çünkü savaşta
tesadü er de, başarılar da, hatta başarısızlıklar da
kişiyi büyüklüğe yöneltir. Ama bu kanunu ortaya
atarken onur hakemlik görevini de kendi üstüne
alır. Zedelendiğini anlayınca, kişinin kabuğuna
çekilmesini ister ya da çekilmesine izin verir.
Onur, falan ya da falan işe talip olmakla o işi
reddetmek arasında bir fark gözetmez; bu
hürriyetini servetin bile üstünde tutar.
Demek oluyor ki onurun özel üstün kuralları
vardır; eğitim de bu kurallara uymak zorundadır.
Bu kuralların başlıcaları şunlardır:
Servetimize önem verebiliriz ama herhangi bir
şekilde hayatımıza önem veremeyiz.
İkinci kural ise, bir kere bir mevkie yükseldik
mi, o mevkiin altında olduğumuzu gösterecek
herhangi bir şeyi ne yapmalıyız, ne de o şeyin
yapılmasına tahammül etmeliyiz.
Üçüncüye gelince, onurun yasakladığı şeyler,
kanun tarafından yasaklanmadığı takdirde daha
kesin bir şekilde yasaklanmalı, onurun zorunlu
olarak yapılmasını istediği şeyler de, kanunlar
istemese bile daha kuvvetle yerine getirilmeli.
Konu III
İstibdat hükümetindeki eğitim üzerine
Saltanat yönetimlerinde eğitim, kişinin ruhunu
yükseltmeye, istibdat hükümetlerinde ise
alçaltmaya çalışır. Eğitim böyle bir hükümet
şeklinde köleliği öğretmeli. İşin başına geçildiği
zaman bile böyle bir eğitim almış olmak bir
nimettir; çünkü, hiç kimse aynı zamanda köle
olmadan tiranlık edemez.
Aşırı itaat, itaat edenin bilgisiz olmasını
gerektirir; hatta işin başında bulunanın bile böyle
olmasını gerektirir; danışmaya, kuşkulanmaya,
düşünüp taşınmaya ihtiyacı yoktur. Sadece ister,
işte o kadar.
İstibdat yönetimlerinde her aile kendi başına
bir imparatorluktur. Şu halde, asıl görevi,
başkalarıyla yaşamayı öğretmek olan eğitim burada
son derece sınırlanmıştır; kalbe korku, ruha da dinle
ilgili çok basit birkaç ilke vermekten ibaret kalır.
Bilgi tehlikeli, rekabet uğursuzdur. Fazilete gelince,
Aristo, kölelerde böyle bir şeyin bulunabileceğine
inanamıyor. Bu ise, böyle bir hükümette eğitimi
iyice sınırlandırır.
Şu halde istibdat hükümetinde eğitim diye bir
şey yok gibi. Bir şey verebilmek için her şeyi almak
gerek. İşe de iyi bir köle yaratmak için, kötü bir
tebaa yaratmakla başlamak gerek.
Hem zaten eğitim, genel felakete katılacak iyi
bir vatandaş yetiştirmeyi neden amaç edinsin
kendine? Devleti sevseydi kişi, hükümetin bütün
kuvvetlerinin hür olması için çalışırdı. Başaramazsa
kendisi de göçer giderdi; başarırsa kendisi de,
hükümdar da, imparatorluk da yok olmak
tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı.
Konu IV
Eğitimin eskilerdeki sonuçlarıyla bizdeki
sonuçları arasında fark
Eski insan topluluklarının çoğu, ilkesi fazilet
olan hükümetler kurmuşlardır. Fazilet tam
anlamıyla sağlam bir şekil alınca da, bu milletler,
bugün artık hiçbir yerde görülmeyen, bizim küçük
kafalarımızı da hayretler içinde bırakan şeyler
yaparlardı.
Onların eğitiminin bizim eğitimimize üstün
olan bir yanı daha vardı. O da, bu eğitimin hiçbir
zaman inkâr edilmemiş olmasıdır. Epaminondas bir
şeyler öğrenmeye başladığı zaman ne dediyse, ne
dinlediyse, ne gördüyse, ne yaptıysa, hayatının son
yıllarında da hep aynı şeyleri dedi, dinledi, gördü ve
yaptı[37].
Bugün üç ayrı ya da aykırı eğitim görmekteyiz:
Anamızdan babamızdan gördüğümüz eğitim,
öğretmenlerimizden aldığımız eğitim, toplumdan
edindiğimiz eğitim. Sonuncu eğitim şeklinde bize
söylenilenler ilk ikisinden aldığımız düşüncelerin
hepsini yıkar. Bu da kısmen, toplum hayatında din
ve dünya problemleri arasındaki çelişmeden doğan
bir şeydir; eskilerin ise bundan haberi yoktu.
Konu V
Cumhuriyet hükümetindeki eğitim üzerine
Eğitimin bütün kuvvetiyle arandığı çevre
cumhuriyet hükümetidir. İstibdat
hükümetlerindeki korku, tehdit ve ceza yoluyla
kendiliğinden meydana gelir; saltanat
hükümetlerindeki onur, tutkular tarafından,
tutkular da onur tarafından desteklenir. Ama siyasi
fazilet, kişinin benliğinden fedakârlık etmesi
demektir; bu ise öteden beri çok ağır ve çok güç bir
iştir.
Bu fazileti, kanun ve vatan sevgisi diye tarif
etmek mümkündür. Genel çıkarı, kişinin, kendi
çıkarına, devamlı olarak tercih etmesini
gerektirdiğinden ona bütün özel faziletleri verir; bu
faziletler işte bu tercihten başka bir şey değildir.
Bu sevgi yalnız demokrasilere özeldir. Yalnız
demokrasilerde hükümet her vatandaşa emanet
edilir. Hükümet ise yeryüzündeki bütün nesneler
gibidir. Koruyabilmek için onu sevmek gerekir.
Kralların saltanat hükümetini sevmediklerini,
zorba hükümdarların istibdat hükümetinden nefret
ettiklerini bugüne dek ne söyleyen olmuştur ne de
duyan.
Şu halde cumhuriyet hükümetinde her şey bu
sevgiyi yerleştirmeye bağlı; eğitimin amacı da bu
sevgiyi millete aşılamak olmalı. Ama çocukların bu
sevgiyi gerçekten benimsemeleri için bir tek çare
vardır ki o da, bizzat babaların bu sevgiyi duymuş
olmalarıdır.
Genel olarak kendi bildiklerini çocuklarına
öğretmek, babaların elindedir. Kendi tutkularını
çocuklarına aşılamak ise babalar için daha kolay bir
iştir.
Aksi olursa, baba evinde görülen iş, dış etkilerle
yok olmuş demektir.
Doğmakta olan millet bozulmaz; bir millet,
ancak yetişmiş kişileri bozuk olduğu takdirde yıkılır.
Konu VI
Yunanlıların bazı kurulları üzerine
Halk yönetimi altında yaşayan milletlerin
fazilete ulaşmaları gerektiğine inanan eski
Yunanlılar, bu fazileti ilham etmek için bazı
kurullar meydana getirmişlerdir. Lykurgos’un
hayatını okurken Lakedemonyalılar için ortaya
attığı kanunları görünce, Sevarambe’ların tarihini
okuyormuş gibi olursunuz[38]. Girit kanunları
Lakedemonya kanunlarının temeli, E atun’unkiler
ise bu kanunların düzeltilmiş olanlarıdır.
Bütün gelenekleri zedelemek, bütün faziletleri
birbirine karıştırmak suretiyle bilgeliklerini bütün
dünyaya göstereceklerine inanmaları için bu kanun
adamlarına gereken dehanın genişliği üzerinde biraz
dikkatle durulmasını rica ederim. Lykurgos,
hırsızlığı adalet duygusuyla, en ağır köleliği en aşırı
hürriyetle, en iğrenç duyguları en büyük ılımlılıkla
karıştırmak suretiyle, içinde yaşadığı şehre bir
istikrar vermiştir. Şehirden bütün imkânlarını,
sanatlarını, ticaretini, parasını, kale duvarlarını
almış gibi göründü. Şehirde, daha iyiye ulaşmak
umudu olmadığı halde kişinin gözü yukarıdadır.
Doğal duyguları vardır kişinin. Ama ne çocuktur, ne
kocadır, ne de baba; bakir kişinin duyduğu utanma
duygusu bile yoktur onda. Isparta işte bu yollardan
büyüklüğe, şan ve onura ulaşmıştır. Bu kurullar
öylesine şaşmaz bir şekilde yürütülüyordu ki,
düşmanları savaşta galip gelseler bile uygarlığını yok
edemedikten sonra hiçbir şey yapamıyorlardı
Isparta’ya.
Girit’le Lakedemonya da bu kanunlarla
yönetildiler. Makedonyalılara en son boyun eğen,
Lakedemonya oldu; Romalıların da en son ele
geçirdikleri yer Girit oldu[39]. Samnite’lerin de aynı
kurulları vardı; nitekim Romalılara yirmi dört
zafere mal oldular.
Yunan kurullarında görülen bu fevkaladeliği,
yeni çağların çökmesinde ve bozulmasında da
gördük. Namuslu bir kanun koyucu, Ispartalılarda
yiğitlik ne kadar doğal görünürse namusun da o
kadar doğal göründüğü bir millet meydana getirdi.
M. Penn, gerçek bir Lykurgos’tur [40]. Birincisi
barışı, ikincisi savaşı amaç edinmişse de, milletlerini
yönettikleri özel yol bakımından, hür insanlar
üzerinde elde ettikleri egemenlik bakımından, yok
etmeyi başardıkları önyargılar bakımından,
sindirdikleri tutkular bakımından, birbirlerine son
derece benzerler.
Paraguay da bir başka örnektir bizim için.
Buyurmayı hayatın tek nimeti olarak gören
Société’yi suçlandırmak istediler [41]. İnsanları her
gün biraz daha mutluluğa ulaştırmak koşuluyla
yönetmek öteden beri güzel bir şeydir[42].
Bu ülkelerde dinle insanlık krini yerleştirerek
ilk defa yaymış olmak, söz konusu Société için bir
onur sayılır. İspanyolların yıktığı şeyleri onarmak
suretiyle, insanoğlunun aldığı yaralardan birini
daha gidermiş oldu.
Bu Société’nin onur dediği şeylere karşı
beslediği o fevkalade duygu, verdiği dersin
anlatandan çok dinleyeni alçakgönüllü kıldığı bir
din için gösterdiği çaba, ona, büyük işlere girişmek
imkânını sağladı; giriştiği işi de başardı. Dağınık
yaşayan insanları ormanlardan çekip çıkardı; onlara
güven dolu bir hayat tarzı sağladı; giydirip kuşattı.
Bunları yapmakla da insanlar arasında yalnız
mahareti geliştirmiş olsaydı yine de çok iş yapmış
sayılırdı.
Böyle kurullar meydana getirmek isteyenler,
E atun’un Devlet’indeki mal iştirakini, tanrılara
gösterilmesini istediği saygıyı, ahlak ve geleneklerin
korunması için yabancılarla gereken ayrılığı,
ticaretin de vatandaşlar tarafından değil şehir
tarafından yapılmasını sağlamak zorunda kalırlar.
Böylece lükse düşkünlüğümüzü değil sanatlarımızı,
isteklerimizi değil ihtiyaçlarımızı verirler bu
kurullara.
Kişilerin servetini tabiatın koyduğu sınırların
dışına taşırmaktan, boşuna tasarruf edilmiş parayı
faydasız bir şekilde biriktirmekten, isteklerimizi son
derece çoğaltmaktan, tutkularımızı tahrik
etmekten, birbirimizi baştan çıkarmak için
tutkularımızı harekete geçirmekten, bunun için de
çok sınırlı imkânlar vermiş olan doğanın yerini
almaktan başka bir işe yaramayan parayı ortadan
kaldırırlar.
“Yabancılarla temas yüzünden ahlak ve
geleneklerin bozulduğunu sezen Epidamnienler
bütün pazarlıkları şehir adına ve şehir için yapsın
diye bir temsilci seçtiler.” Ondan sonra da ne ticaret
devletin yapısını bozdu, ne de devletin yapısı
ticaretin sağladığı yararlardan toplumu yoksun etti.
Konu VII
Bu özel kurullar hangi hallerde iyi olabilirler
Bu çeşit kurullar cumhuriyet hükümetlerine
uygun düşer; çünkü, onun ilkesi siyasi fazilettir.
Ama saltanat hükümetlerinde onura yöneltmek için
ya da istibdat devletlerinde korku uyandırmak için
bunca çabaya lüzum yoktur.
Zaten bu kurullar, genel bilgi vermenin ve
bütün bir milleti bir aile gibi eğitmenin mümkün
olduğu küçük devletlerde yerleşebilir[43].
Minos, Lykurgos ve E atun kanunları
vatandaşların birbirlerine özel dikkatini gerektirir.
Böyle bir şeyi büyük bir devlette, kargaşalıklar
yüzünden, birtakım ihmaller yüzünden, nihayet
işlerin genişliği yüzünden insanların birbirlerine
vadetmeleri de imkânsızdır.
Bu çeşit kurullardan, az önce de söylediğimiz
gibi parayı kaldırmak lazım. Ama büyük
toplumlarda işlerin sayısı, çeşitliliği, güçlüğü ve
önemi, alışverişin kolaylığı, değiş tokuşun yavaşlığı,
ortak bir ölçünün bulunmasını gerektirir. Kuvvet ve
kudretini her yerde göstermek ya da onu korumak
için, insanların her yerde kuvvet ve kudrete
bağladıkları nesneyi ellerinde bulundurmaları gerek.
Konu VIII
Ahlak ve gelenek konusunda eskilerde görülen
bir çelişkinin açıklanması
Polybe, doğru görüşlü Polybe, bize havası kapalı
ve soğuk bir ülkede oturan Arkadiyalıların ahlak ve
geleneklerini yumuşatmak için müziğin lüzumlu bir
şey olduğunu, müziği ihmal eden Cynete ülkesi
halkının ise kötülük etmekte bütün Yunanlıları
geride bıraktıklarını, hiçbir şehirde böyle bu kadar
suç işlenmediğini söylüyor. E atun müzikte
yapılacak en küçük bir değişikliğin devletin
yapısında da değişiklik yapılmasını gerektireceğini
söylemekten çekinmiyor. “Politika” adındaki eserini
sırf E atun’un düşüncelerine aykırı düşünceler
ortaya atmak için yazmış gibi görünen Aristo, buna
rağmen, müziğin ahlak ve gelenekler üzerinde etkisi
konusunda E atun’la aynı düşüncededir.
eophraste gibi, Plutarkhos gibi, Strabon gibi,
eskilerin hepsi de bu düşüncededir. Gelişigüzel
ortaya atılmış bir kanı değildir bu. Politikalarının
ilkelerinden biridir; kanunlarını böyle atarlardı
ortaya; şehirlerin bu şekilde yönetilmesini isterlerdi.
Bunu açıklayabileceğimi sanıyorum. Her
şeyden önce şunu kafalarımıza iyice yerleştirmemiz
gerek. Yunan şehirlerinde, hele başlıca uğraşı savaş
olan şehirlerde, kişiyi para kazanmaya
yöneltebilecek bütün işlerle meslekler hür insana
layık olmayan şeyler olarak görülürdü. Xenophon,
“Zanaatların çoğu o zanaatı işleyenlerin bedenlerini
bozar; gölgede ya da ateşin yanında oturmak
zorunda kalırlar. Kişinin ne dostlarına ne de
cumhuriyete verecek zamanı kalır” diyor. Nitekim
kimi demokrasiler bozulduktan sonradır ki
sanatçılar vatandaşlığa kabul edilmişlerdir. Bunun
böyle olduğunu Aristo söylüyor ve iyi bir
cumhuriyetin bu çeşit insanlara hiçbir zaman
vatandaşlık hakkı tanımayacağını da ekliyor.
Tarım da kölelerin gördüğü bir işti; savaştan
yenik çıkanlar çoğu zaman tarlalarda çalıştırılırdı:
Lakedemonya’da İlote’lar, Girit’te Periecien’ler,
Tesalyalılarda Peneste’ler, başka cumhuriyetlerde
de köle milletler gibi.
Nihayet her çeşit ticaret Yunanlılarda aşağılık
bir iş olarak görülürdü. Ticaretle uğraştığı takdirde
vatandaşın bir köleye, bir kiracıya, bir yabancıya
hizmet etmesi gerekecekti. Böyle bir düşünce ise
Yunanlılardaki hürriyet krini zedeliyordu. Bunun
için de E atun Kanunlarında, ticaretle uğraşan bir
vatandaşın cezalandırılması istenir.
Demek oluyor ki Yunan Cumhuriyetlerinde
çok sıkıntılı bir durum vardı. Vatandaşların
ticaretle, tarımla, zanaatla uğraşmaları
istenmiyordu; boş gezmeleri de istenmiyordu.
Jimnastikle, savaşla ilgili çalışmalarda kendilerine
uğraşacak bir alan buluyorlardı. Kurul onlara başka
bir iş vermiyordu. Şu halde Yunanlıları atletlerden
ve savaşçılardan oluşan bir toplum olarak görmek
gerek. Şimdi, sert ve yaban kişileri yetiştirmek için
çok iyi olan bu çeşit çalışmalara, ahlak ve tabiatları
yumuşatmak için başka alanlarda daha gevşek
çalışmalar lazımdı. Organlarımız aracılığıyla ruha
hitap eden müzik ise bu iş için biçilmiş kaandı.
Kişiyi sertleştiren beden hareketleriyle yabanlaştıran
hayat bilgileri arasında bir ortamdır o. Müzik
fazileti ilham eder diyemeyiz; akıl kabul etmez böyle
bir şeyi. Ama kurulun yabanlığının etkisini yok
eder, ruha hiçbir zaman katılamayacağı eğitime
katılmak imkânını verir.
İçimizde, ava son derece düşkün kişilerin
bulunduğunu ve bunların yalnız avla uğraştığını
farz etsek, çok geçmeden mutlaka kaba saba kişiler
olurdu bunlar. Günün birinde müzikten de zevk
almaya başlasalardı, davranışlarında olsun,
karakterlerinde olsun muhakkak bir fark meydana
gelirdi. İşte Yunanlıların gördükleri işler de,
onlarda, kabalık, öe ve zalimlik gibi yalnız bir çeşit
tutkuyu geliştiriyordu. Oysa müzik bütün tutkuları
geliştirir ve ruha, yumuşaklığı, acımayı, sevgiyi
ilham eder. Bugün içimizde, tiyatrolarımızın
kapatılmasını kesin olarak isteyen ahlak
yazarlarımız, müziğin ruhlarımız üzerindeki etkisini
bize iyice hissettirmektedirler.
Bununla beraber, sözünü ettiğim toplumda
yalnız boru ve trampet çalınsaydı, tatlı bir müzikle
elde edilecek sonuçtan çok daha kötü bir sonuç elde
edilmez miydi? Şu halde eskiler, bazı durumlarda
ahlak ve gelenekler için belli bir usulü başka usullere
tercih etmekte haklıydılar.
Peki, ama diyeceksiniz neden müzik de başka
bir şey değil? Çünkü duyuların zevkleri içinde ruhu
en az bozan müziktir de ondan. Nitekim, sırf
gençlerin huylarını yumuşatmak için, bütün
milletler tarafından yasak edilmesi gereken bir çeşit
aşk hakkında Tebalıların çıkardıkları kanunlardan
söz açan Plutarkhos’u bugün yüzümüz kızarmadan
okuyamıyoruz.
BEŞİNCİ KİTAP
Kanun koyucunun çıkardığı
kanunların hükümetin ilkelerine
uygun düşmesi gerektiği üzerine
Konu I
Bu kitaptaki temel düşünce
Eğitim kanunlarının her hükümetin ilkesine
uygun düşmesi gerektiğini gördük. Kanun
koyucunun bütün topluma vereceği kanunlar da
böyle olmalı. Kanunların bu ilkeye olan uygunluğu
hükümetin bütün kuvvetlerini harekete getirir;
hatta ilke bile yepyeni bir kuvvet kazanır. Hani,
ziksel hareketlerde, hareketin hemen arkasından
daima bir tepki meydana gelir ya, işte onun gibi bir
şey.
Bu uygunluğu her hükümette ayrı ayrı
inceleyeceğiz; işe de ilkesi fazilet olan cumhuriyetle
başlayacağız.
Konu II
Siyasi devlette fazilet nedir
Cumhuriyette fazilet çok basit bir şeydir:
Cumhuriyet sevgisidir; birçok bilgilerin sonucu
değil, doğrudan doğruya bir duygudur. Devletin en
üstün kişisinde olabileceği gibi en aşağı kişisinde de
olabilir bu duygu. Bir kere halk, sağlam inançlar
edindi mi, bu duygunun üzerine, namuslu denen
kişilerden daha çok düşer. Bozulma nadiren halktan
başlar. Bilgisinin azlığı, yerleşmiş olan şeye daha
kuvvetle sarılmasına sebep olur.
Vatan sevgisi kişiyi iyi ahlaka doğru, iyi ahlak
ise vatan sevgisine doğru yöneltir. Özel
tutkularımızı gidermek imkânlarımız ne kadar az
olursa kendimizi o ölçüde genel tutkulara veririz.
Keşişlerin tarikatlarına duydukları bunca sevgi
nereden geliyor acaba? Tarikatın dayanılması
imkânsız tara arı olmasından. Manastırın
kuralları, sıradan tutkuların dayandığı şeylerin
tümünden yoksun eder onları. Ellerinde de kala
kala, ruhlarının kıvranmasına sebep olan kurallara
karşı duydukları tutku kalır. Bu kurallar ne kadar
ağır olursa, yani eğilimlerinden ne kadar azaltırsa,
geri kalan eğilimlerine de o kadar kuvvet verir.
Konu III
Demokraside cumhuriyet sevgisi nedir
Bir demokraside cumhuriyet sevgisi, demokrasi
sevgisi, demokrasi sevgisi de eşitlik sevgisidir.
Demokrasi sevgisi bir de azla yetinme sevgisidir.
Herkesin demokraside aynı mutluluğu, aynı
çıkarları olacağından, aynı zevkleri tatmaları, aynı
umutları beslemeleri gerekir; bunu da ancak bütün
vatandaşların azla yetinmesinden beklemek gerek.
Bir demokraside eşitlik sevgisi, kişinin
tutkusunu, vatanına öteki vatandaşlarından daha
çok hizmet etmek isteği ve mutluluğu çerçevesi içine
sokar. Bütün vatandaşlar vatana eşit hizmetlerde
bulunamazlar ama hepsi ona hizmet etmek
zorundadırlar. Her vatandaş yeryüzüne gelirken
vatanına karşı hiçbir zaman tam olarak
ödeyemeyeceği bir borcu kabullenmiş sayılır.
Böylece vatandaşlar arasındaki farklar, her ne
kadar edilen hizmetlerin değerine ya da kişilerin
yeteneklerine göre ortadan kalkmış gibi görünürse
de, yine de bu farklar eşitlik ilkesinden doğar[44].
Azla yetinme sevgisi, bizde, ailemizin geçimini
sağlayacak kadar kazanma, fazlasını da vatana
verme isteğini uyandırır. Fazla servet, vatandaşın
yalnız kendisi için kullanamayacağı bir kuvvet ve
kudret sağlar ona; faydalanmaya kalksa eşitliği
bozar. Fazla servet ona, faydalanmaması gereken
bazı zevkler de sağlar; bu zevklerden faydalanmaya
kalksa yine eşitliği bozmuş olur.
Bunun içindir ki iyi demokrasiler, kişiyle
ailenin azla yetinme kuralını kurmak suretiyle,
Roma ile Atina’da olduğu gibi genel giderlere yol
açmıştır. Böylece ihtişamla bolluk, azla yetinmenin
bizzat ortaya koyduğu sermayeden doğmuştur
diyebiliriz. Nasıl din tanrılara adanan şeyleri
takdim edenlerin ellerinin temiz olmasını isterse,
kanunlar da, çoğunu vatanına vermek için kişide
azla yetinmesini bilen bir ahlak arar.
Özel kişilerin sağduyusuyla mutluluğu, çokluk,
imkân ve varlıklarının orta halli olmasından ileri
gelir. Kanunların çok sayıda orta halli kişi
yetiştirdiği, aklı başında kişilerden oluşmuş bir
cumhuriyet akıllı uslu bir yönetime kavuşur. Mutlu
kişilerden oluşmuş bir cumhuriyet ise o nispette
mutlu olur.
Konu IV
Eşitlik sevgisiyle azla yetinme sevgisi nasıl
aşılanır
Kanunların, bu iki şeyi birleştirdiği bir
toplumda yaşadığımız zaman, eşitlik ve azla
yetinme sevgisi yine eşitlik ve azla yetinme
duyguları tarafından harekete geçirilir.
Saltanat hükümetleriyle zorba devletlerde hiç
kimse eşitlik iddiasında bulunmaz; hatta hiç kimse
böyle bir şeyi aklından bile geçirmez; herkes
üstünlük iddiasındadır. En aşağı sını ardan kişiler,
sırf başkalarının üstünde egemenlik kurmak için bu
durumdan çıkıp yükselmek isterler.
Azla yetinme için de bu böyledir. Onu sevmek
için, ondan faydalanmak gerek. Azla yetinmeyi
sevecek olanlar, eğlence hayatının zevklerine dalıp
bozulmuş olan kişiler değildir. Böyle bir şey tabii ve
her zaman görünen şeylerden olsaydı Alkibiades
bütün dünyanın hayranlığını kazanmazdı. Azla
yetinmeyi sevecek olanlar, başkalarının sürdüğü
lüks hayata özenen ya da hayranlık duyan kişiler de
değildir. Yalnız zengin kişilerle, ya da kendileri gibi
fakir kişilerle karşılaşanlar, sefaletin nerede başlayıp
nerede bittiğini bilmedikleri halde ondan nefret
ederler.
Demek oluyor ki bir cumhuriyette eşitlikle azla
yetinmenin sevilebilmesi için, bu iki şeyin kanunlar
tarafından memlekete yerleştirilmiş olması gerekir
diyen özlü söz çok yerinde bir sözmüş.
Konu V
Kanunlar demokraside eşitliği nasıl yerleştirirler
Lykurgos’la Romulus gibi bazı kanun koyucular
toprağı eşit parçalara bölmüşlerdir. Böyle bir şey
ancak yeni bir cumhuriyet kuruluşunda yapılabilir.
Ya da eski kanun öylesine bozuk, kafalar da öyle bir
durumda olur ki fakirler böyle bir çare aramak,
zenginler de bu çareye katlanmak zorunda
olduklarını sanırlar. İşte o zaman toprağı eşit
parçalara ayırmak zorunluluğu meydana çıkar.
Bir kanun koyucu böyle bir bölme işine
başvurduğu zaman bunu devam ettirmek için
kanun çıkarmazsa, sadece geçici bir iş görmüş olur.
Eşitsizlik, kanunların savunmadığı yönden içeri
girer, cumhuriyet de böylece yıkılır.
Şu halde bu konuda, kadınların
drahomalarına, hibelere, miraslara,
vasiyetnamelere, sözün kısası bütün sözleşme
şekillerine bir düzen vermek gerek. Çünkü kişi,
kendi malını istediği kimseye istediği şekilde vermek
yetkisinde olsaydı, her özel irade temel kanunun
hükümlerini rahat rahat bozabilirdi.
Atina’da vatandaşa, çocuğu olmadığı takdirde
malını mülkünü vasiyetname ile istediğine
bırakmak yetkisini verdiği zaman Solon, malın
mülkün vasiyetnameyi yazanın ailesine kalmasını
buyuran eski kanunlara aykırı hareket etmiş
oluyordu. Üstelik kendi öz kanunlarına da aykırı
davranıyordu. Çünkü, borçları kaldırmak suretiyle
eşitliği kurmaya çalışmıştı.
İki yerden miras edinmeyi önleyen kanun
demokrasi için iyi bir kanundu[45]. Bu kanun,
toprağın eşit bir şekilde bölünmesinden ve
vatandaşlara verilen payların eşit olmasından ileri
geliyordu. Kanun, bir kişinin birçok payı olmasını
istememişti.
Mirasçı kızın en yakın akrabasıyla evlenmesini
buyuran kanun da böyle bir kaynaktan geliyordu.
Böyle bir bölmeden sonra Yahudiler de bu kanunu
kabul etmişlerdi. Kanunlarını bu bölme tarzına göre
düzenleyen E atun da aynı kanunu ortaya atmış,
Atinalılar da benimsemişlerdi.
Atina’da, kanımca ruhunu kimsenin
kavrayamadığı bir kanun vardı. Baba bir, üvey
kardeşle evlenmeye izin verildiği halde anne bir,
üvey kardeşle evlenmeye izin verilmezdi. Bu usul,
bir kişinin iki paylık bir toprak parçasını eline
geçirmemesini, dolayısı ile iki mirasa konmamasını
sağlamak isteyen cumhuriyetlerden alınmış bir
usuldür. Baba bir, üvey kız kardeşi ile evlenen erkek
yalnız bir mirasa, babasının mirasına konabilirdi.
Bununla beraber, anne bir, üvey kız kardeşi ile
evlendiği zaman da, bu kız kardeşin babası erkek
çocuğu olmadığı için malını kızına bırakmak
zorunda kalabilir, böylece anne bir, kız kardeşi ile
evlenen erkek de iki mirasa birden konabilirdi.
Philon, Atina’da baba bir, kız kardeşle
evlenmeye izin verildiği halde anne bir, kız kardeşle
evlenmeye izin verilmediğini, buna karşılık,
Lakedemonya’da anne bir, üvey kız kardeşle
evlenmeye izin verildiği halde baba bir, kız kardeşle
evlenmeye izin verilmediğini söylüyor. Bunu ben de
biliyorum. Philon’un bu sözlerini ileri sürerek benim
söylediklerime itiraz etmek yersiz olur. Çünkü
Strabon’da şöyle bir şey var: Lakedemonya’da bir
kız, üvey kardeşiyle evlendiği zaman kardeşinin
payının yarısını drahoma olarak getirirdi.
Görülüyor ki bu ikinci kanun birinci kanunun kötü
sonuçlarını önlemek için kurulmuştu. Üvey kız
kardeşin ailesine ait mülkün erkek kardeşin ailesine
geçmesini önlemek için erkek kardeşin payına düşen
malın yarısını kız kardeşe drahoma olarak
verirlerdi.
Kız kardeşiyle evlenen Silanus’tan söz ederken
Seneca, Atina’da bu çeşit evlenmeler için verilen
iznin sınırlandırılmış olduğunu, İskenderiye’de ise
daha geniş ölçüde uygulandığını söylüyor. Bir
kişinin yönettiği bir ülkede, malın mülkün
bölünmesi işini devam ettirmek söz konusu
olamazdı.
Demokraside toprağın eşit bir şekilde bölünmesi
işini devam ettirmek için, birçok çocuğu olan
babanın mirasçı olarak bunlardan bir tanesini
seçmesini, öteki çocuklarını da evlat olarak çocuğu
olmayan başka vatandaşlara vermesini sağlayan
kanun iyi bir kanunmuş. Bu suretle vatandaş
sayısıyla eşit toprak parçası sayısının devamlı olarak
aynı kalması sağlanmış oluyordu.
Kalkedonyalı Phaleas, servetlerin eşit olmadığı
bir cumhuriyette eşitliği sağlamak için bir usul
tasarlamıştı. Phaleas, zenginlerin fakirlere drahoma
vermelerini, buna karşılık da drahoma
almamalarını, fakirlerin kızlarını evlendirirken para
almalarını, kız alırken de hiçbir şey vermemelerini
istiyordu. Ama benim bildiğime göre hiçbir
cumhuriyet böyle bir usulü benimsemiş değildir.
Vatandaşlara, farkları son derece göze çarpan öyle
şartlar koşar ki, cumhuriyete sokulması istenen
eşitlikten bile kişiyi nefret ettirir. Kanunların,
kendilerine edindikleri amaçlara böyle doğrudan
doğruya yönelmiş gibi görünmemeleri bazen iyi olur.
Her ne kadar demokraside gerçek eşitlik
devletin ruhu ise de, bunun yerleşmesi öylesine
güçtür ki bu konuda aşırı bir doğruluk her zaman
uygun düşmez. Farkları belli bir noktaya indirecek
ya da belli bir noktada donduracak bir vergi
çıkartmak yeter. Ondan sonra da, zenginlere
yükleyeceği yükümlülükler, fakirlere edeceği
yardımlar sayesinde, eşitsizlikleri âdeta eşit hale
getirmek özel kanunlara düşer. Bu çeşit takasları
kabullenecek ya da bunlara dayanabilecek olanlar
orta halli servet sahipleridir. Çünkü sınırsız servet
sahibi olanlar, gerekli şan ve onurun, gerekli kuvvet
ve kudretin verilmediğini görünce kendilerine
hakaret edildiğini sanırlar.
Demokraside her çeşit eşitsizlik, demokrasinin
niteliğinden ve bizzat eşitlik ilkesinden doğar.
Örneğin, yaşamak için devamlı olarak çalışmak
zorunda olan kişilerin yöneticiler tarafından aşırı
derecede fakir düşürülmesinden ya da yönetimin
yüklediği yükümlülükleri ihmal etmesinden,
zanaatçıların kendilerini gurura kaptırmasından,
kölelikten azat edilen sayısı çok kişilerin eski
vatandaşlardan daha kuvvetli olmasından
korkulabilir. Bu gibi durumlarda vatandaşlar
arasındaki eşitlik, demokrasinin çıkarına olmak
üzere demokrasiden kaldırılabilir. Ama kaldırılan
eşitlik, görünürdeki eşitliktir. Çünkü yönetim
tarafından i asa sürüklenen bir insan öteki
vatandaşların durumundan çok daha kötü bir
duruma düşer; yönetimin yüklediği yükümlülükleri
ihmal eden aynı vatandaş öteki vatandaşları da
kendi durumundan daha kötü bir duruma düşürür
ve bu böylece sürüp gider.
Konu VI
Demokraside kanunlar azla yetinmeyi nasıl
devam ettirmeli
İyi bir demokraside toprağın eşit bölümlere
ayrılması yetmez. Bu bölümlerin Romalılarda
olduğu gibi küçük olması gerek. Curius, erlerine:
“Allah’tan ki her vatandaş küçük bir toprak
parçasına gereken değeri veriyor; bu da zaten bir
kişiyi beslemeye yeter” dermiş[46].
Nasıl ki servetlerin eşitliği azla yetinme
duygusunu beslerse, azla yetinme de eşitliği öyle
besler. Her ne kadar bunlar ayrı ayrı şeylerse de biri
olmadan öteki var olamaz. Her biri aynı zamanda
hem nedendir hem de sonuç. Biri demokrasiden
alınırsa öteki de arkasından hemen yok olur.
Demokrasi ticaret üzerine kurulduğu zaman
öyle olur ki özel kişiler büyük servet sahibi olabilirler
ama ahlak ve geleneklerde hiçbir bozukluk meydana
gelmez. Bu da ticaret kafasının, azla yetinme,
tasarruf, ılımlılık, çalışma, usluluk, huzur, düzen ve
kural gibi şeyleri beraberinde getirmesinden ileri
gelir. Bu kafa devam ettikçe, sağladığı servetlerin
hiçbir kötü sonucu olmaz. Asıl kötülük servetlerin
aşırı bir hal almasından sonra bu ticaret kafasının
yok olmasından meydana gelir. O zamana kadar
kendini göstermemiş olan düzensizliğin, eşitsizliğin
yarattığı düzensizliğin birdenbire belirdiğini
görürsünüz.
Ticaret kafasını devam ettirebilmek için,
başlıca vatandaşların bizzat ticaretle uğraşmaları
gerekir. Bu kafanın tek başına hüküm sürmesi,
başka bir kafa ile karşılaşmaması, bütün kanunların
ticareti teşvik etmesi lazım. Aynı kanunların, ticaret
hayatı genişledikçe servetleri bölmesi ve böylece
fakir vatandaşların her birini ötekiler gibi çalışsınlar
diye yeteri kadar rahata kavuşturması, zengin
vatandaşların her birini de, servetini korumak ya da
kazanmak için çalışmaya mecbur olsun diye orta
halli bir durumun üstüne çıkarmaması lazım.
Ticaretle yaşayan bir cumhuriyette, babaların
mirasının çocuklara eşit bir şekilde bölünmesini
sağlayan kanun çok yerinde bir kanundur. Böylece,
babanın edindiği servet ne olursa olsun, onun kadar
zengin olmayan çocuklar, lüksten kaçmak ve onun
gibi çalışmak zorunda kalırlar. Sözünü ettiğim
yalnız ticaretle uğraşan cumhuriyetlerdir; çünkü
böyle olmayanlar için kanun koyucu daha başka
tüzükler ortaya atmak zorundadır[47].
Eski Yunan’da iki çeşit cumhuriyet vardı: Bir
çeşidi Lakedemonya gibi askerlikle uğraşan
cumhuriyetler, öteki de Atina gibi ticaretle uğraşan
cumhuriyetlerdi. Birincilerde vatandaşların boş
oturmaları istenirdi; ikincilerde ise vatandaşlara
çalışma sevgisini aşılamak isterlerdi. Solon boş
oturmayı bir suç haline getirdi ve her vatandaşın
hayatını nasıl kazandığı hakkında hesap vermesini
istedi. Gerçekten de öyle, yalnız zorunlu olan şeyler
için para harcanması gereken iyi bir demokraside
herkesin parası olması gerekir; olmazsa, kim verirdi
vatandaşa bu parayı?
Konu VII
Demokrasi ilkesini geliştirecek başka imkânlar
Bütün demokrasilerde toprağın eşit bir şekilde
bölünmesini sağlamak imkânsızdır. Böyle bir düzen
uygulanamaz, uygulansa bile tehlikeli olur; hatta
ülkenin temel yapısını da bozabilir. Her zaman aşırı
yollara başvurmak zorunluluğu da yoktur. Baktık ki
bir demokraside, ahlak ve gelenekleri devam
ettirecek olan böyle bir bölme işi uygulanamıyor,
hemen başka çareler arayıp bulmamız gerekir.
Ahlak ve gelenek kurallarını bizzat, kendi
bünyesi içinde temsil eden sabit bir heyet, üyelerinin
yaşları, faziletleri, ağırbaşlılıkları, memlekete
ettikleri hizmetler gibi özellikleri göz önüne alınarak
bir senato kurulsa, tanrıların yeryüzündeki
temsilcileri olarak halkın karşısına çıkan senatörler,
bütün ailelerin içine sinecek güzel duygular ilham
ederler.
Senatonun bilhassa eski kurullara bağlı olması
ve halkla memurların o kurullardan ayrılmasına
izin vermeyecek şekilde davranması gerekir.
Ahlak konusunda eski gelenekleri korumak çok
şeyler kazandırır millete. Bozulmuş milletler
nadiren büyük işler gördüğünden, toplum diye,
şehir diye bir şey kuramadıklarından, kanun ortaya
atamadıklarından; aksine, arı ve ağırbaşlı ahlak ve
gelenekleri olan milletler, kurulların çoğunu ortaya
attıklarından; insanları eski çağların ahlak
kurallarına davet etmek, çoğu zaman onları fazilete
doğru yöneltmek olur.
Bundan başka, bir ihtilal olmuş, devlete de yeni
bir şekil verilmişse, bu iş ancak çok büyük çabalarla,
sonsuz çalışmalarla olmuştur; boş oturmakla, bozuk
bir ahlakla değil. Bizzat ihtilali yapanlar onu millete
beğendirmek isterler; bunu da ancak iyi kanunlar
yapmak suretiyle başarırlar. Demek oluyor ki eski
kurullar genel olarak iyileştirici bir nitelik, yeniler
ise kötüye kullanıcı bir nitelik gösterirler. Uzun
süreli bir hükümette kendini belli etmeyen bir
inişten kötüye gidilir, iyiye ise büyük bir çaba ile
çıkılır.
Sözünü ettiğimiz senato üyelerinin yaşadıkları
süre için mi yoksa belli bir süre için mi seçilecekleri
konusunda tereddüt edenler olmuştur. Roma’da,
hatta Atina’da olduğu gibi bunların hayatları
boyunca seçilmeleri gerektiğinden şüphe etmemeli.
Hatta Atina’da, dedim; çünkü, üç ayda bir değişen
bir toplum olan Atina’daki senato ile üyeleri
devamlı örnekler gibi hayatları boyunca seçilen
Aréopage’ı birbiriyle karıştırmamak lazım.
Genel kural: Millete örnek olmak görevi ile bir
çeşit ahlak ve gelenekler deposu olarak kurulmuş
olan bir senatoda, senatörler hayatları boyunca
seçilmeli. Buna karşılık, işleri hazırlamak için
kurulmuş bir senatoda, senatörler değiştirilmeli.
“Ruh”, diyor Aristo, “beden gibi ihtiyarlar”. Bu
söz ancak tek bir memur için doğru olabilir ama
senatörlerden meydana gelen bir topluluğa
uygulanamaz.
Aréopage’dan başka Atina’da, ahlak ve
geleneklerin korumalarıyla kanunların korumaları
vardı[48]. Lakedemonya’da bütün ihtiyarlar
sansörlük ederlerdi. Roma’da iki özel memur
sansörlük görevini görürdü. Senato nasıl ki milleti
denetlerse sansörler de hem milleti hem senatoyu
denetlerlerdi. Cumhuriyette bozulmuş olan şeyleri
sansörlerin düzeltmeleri, uyuşukluğun nedenlerini
bulup çıkarmaları, ihmalleri yargılamaları,
kanunlar suçları nasıl cezalandırırsa onların da
yanlışları düzeltmeleri lazım.
Zina işleyen kadının açık oturumda
yargılanmasını gerektiren Roma kanunu, ahlak ve
geleneklerin temizliğini devam ettirmek
bakımından fevkalade bir kanundu. Bir yandan
kadınlara korku verdiği gibi bir yandan da kadınları
denetleyenleri korkuturdu.
Hiçbir şey ahlak ve geleneklerin korunmasını,
gençlerin ihtiyarlara karşı gösterecekleri aşırı
derecedeki saygı kadar sağlayamaz. İki taraf da
kendi duygularına hâkim olur; gençler ihtiyarlara
gösterecekleri saygıyla, ihtiyarlar da bizzat
kendilerine gösterecekleri saygıyla.
Hiçbir şey kanunlara, vatandaşların yargıç ve
memurlara aşırı derecede uymaları kadar kuvvet
veremez. Xenophon, “Lykungos’un Lakedemonya
ile öteki siteler arasına koyduğu büyük fark, bilhassa
vatandaşların kanunlara uymasından ibarettir”
diyor; “Hâkim ya da memur çağırdı mı vatandaşlar
koşa koşa giderler. Ama Atina’da zengin bir adam
yargıca ya da memura bağlıymış gibi görünse,
üzüntüden kendi kendini yer.”
Ahlak ve geleneklerin korunması için baba
otoritesi de son derece faydalıdır. Daha önce de
söylemiştik, cumhuriyet hükümetinde, öteki
hükümetlerde olduğu gibi pek öyle baskı yoktur. O
halde kanunların bu baskı yerine başka bir şey
bulmaları gerek. Baba otoritesi işte budur.
Roma’da babalar çocuklarını yaşatmak ya da
öldürmek yetkisine sahiptiler. Lakedemonya’da her
babanın başkalarının çocuklarını da iyileştirme
yetkisi vardı.
Roma’da babaların bu yetkisi cumhuriyetle
beraber yok oldu. Ahlak ve geleneklerin bu derece
temiz olmasına lüzum görülmeyen saltanat
hükümetlerinde herkesin, memur ve yargıçların
hâkimiyeti altında yaşaması istenirdi.
Gençleri boyunduruk altında yaşamaya
alıştırmış olan Roma kanunları reşit olma süresini
bir hayli uzatmıştı. Bizler bu usulü kabul etmekle
yanlış bir harekette bulunmuş olabiliriz. Çünkü
saltanat hükümetlerinde bu derece baskıya gerek
yoktur.
Cumhuriyetlerde çocukların böyle bu şekilde
babalarının buyruğu altında olmaları, Roma’da
olduğu gibi, babaların, hayatları boyunca
çocuklarının mallarını mülklerini yönetmelerini
gerektirmektedir. Ama bu, saltanat hükümetinin
zihniyetine uygun değildir.
Konu VIII
Soylular hükümetinde kanunlar bu yönetim
şeklinin ilkesiyle ne dereceye kadar ilgili olmalı
Eğer soylular hükümetinde millet faziletli ise,
halk hükümetlerindeki mutluluktan aşağı yukarı
burada da faydalanılır; devlet de kuvvetli bir hal
alır. Ama özel servetlerin bunca farklı olduğu bir
yerde faziletin pek öyle fazlasıyla bulunması ender
görülen şeylerden olduğuna göre, kanunların kişilere
elinden geldiği kadar ılımlılık aşılaması ve devlet
yapısının zorunlu olarak ortadan kaldırdığı eşitliği
de kurmaya çalışması gerekir.
Ilımlı olma kri, soylu yönetimlerinde fazilet
denen şeydir; halk hükümetlerindeki eşitlik krinin
yerini tutar.
Nasıl ki kralların çevrelerindeki azamet ve
ihtişam, kuvvetlerini meydana getirirse,
alçakgönüllülükle davranışlarındaki sadelik de
soyluların kuvvetini meydana getirir. Soylular
hiçbir üstünlük taslamazlar, halkın içine karışırlar,
onun gibi giyinirler, bütün eğlencelerine onları da
iştirak ettirirlerse halk zayıf ve aciz tarafını unutur.
Her hükümetin kendine özgü nitelik ve ilkesi
vardır. Şu halde soylular hükümetinin, saltanat
hükümetinin niteliğiyle ilkesini benimsemesi uygun
düşmez. Böyle bir şey olabilirdi eğer, soyluların her
birinin mensup olduğu topluluktan ayrı kişisel ve
özel bazı ayrıcalıkları olsaydı. Oysa ayrıcalık yalnız
senatoya, saygı da yalnız senatörlere özgü bir şey
olmalı.
Soylular yönetiminde başlıca iki düzensizlik
kaynağı vardır: Biri, yönetenlerle yönetilenler
arasındaki aşırı eşitsizlik; ikincisi yöneten
topluluğun üyeleri arasındaki eşitsizlik. Bu iki
eşitsizlikten, kanunların önlemek ya da durdurmak
zorunda olduğu kinlerle kıskançlıklar doğar işte.
Birinci çeşit eşitsizlik özellikle üst sınıfa ait
ayrıcalıklar, sırf halk sınıfına ayıp sayıldığı için onur
verici olursa işte o zaman kendini gösterir. Roma’da,
soyluların evlenmek suretiyle halk sınıfıyla
birleşmesine mani olan kanun böyledir. Bunun ise,
bir yandan soyluları yükseltmek, öte yandan daha
iğrenç bir hale sokmaktan başka bir sonucu
olmamıştır. Tribunların çektikleri nutuklarda
bundan sağladıkları faydaları görmek gerek.
Bu eşitsizlik yine, vatandaşların durumu vergi
mükelle yeti bakımından farklı olursa kendini
gösterir; bu da dört şekilde olur: Birincisi, soylular
vergi vermekten kendilerini ayrı tutarlar; ikincisi,
vergiden kurtulmak için hileye başvururlar;
üçüncüsü, gördükleri iş karşılığında tazminat ya da
maaş adı altında vergiyi ceplerine indirirler;
dördüncüsü, halkı vergi mükelle olarak ilan edip,
topladıkları parayı kendi aralarında paylaşırlar. Bu
sonuncu şekil pek az görülür; çünkü böyle bir
durumda soylular hükümeti, bütün hükümetlerin
en ağırı olur.
Roma, soylular yönetimine doğru yöneldiği
sırada bu sakıncaların tümünü birden yok etmeyi
becerdi. Memurlar maaş almadılar. Cumhuriyetin
üst sınıfına mensup olanlar bütün vatandaşlar gibi,
hatta onlardan daha çok vergiye tabi tutuldular;
bazen de yalnız onlardan vergi alındı. Nihayet,
devletin gelirini paylaşacak yerde, hazineden
koparabildikleri bütün parayı, talih eseri
kazandıkları paraların tümünü halka dağıttılar.
Böylece üstünlüklerinden gelen şan ve onuru
kendilerine bağışlatmak imkânını sağladılar.
Temel bir kural daha: Demokraside halka para
dağıtmanın sonucu ne kadar kötü ise, soylular
yönetiminde de o kadar iyidir. Birincisi vatandaşlık
zihniyetini yok eder, ikincisi vatandaşlık zihniyetini
meydana getirir.
Genel gelir millete dağıtılmadı diyelim, hiç
olmazsa ona, bu gelirin kendi çıkarına iyi bir şekilde
harcandığı hissini vermeli. Geliri millete göstermek,
onu âdeta bu gelirden faydalandırmak demektir.
Venedik’te gerilmiş duran altın zincir, zafer
törenlerinde Roma’ya getirilen servetler, Saturne
tapınağında saklanan hazineler milletin gerçek
servetleriydi.
Soylular yönetiminde, bizzat soyluların vergi
almamaları temel kurallardan biridir. Roma’da
devletin birinci sınıf memurları vergi işlerine
kesinlikle karışmazlardı. İkinci sınıf memurlar bu
işle görevlendirildiyseler de sonradan bunun da çok
büyük sakıncaları olduğu görüldü. Bizzat soyluların
vergi koyduğu bir soylular hükümetinde, özel
kişilerin tümü, iş adamlarının elinde oyuncak
olurdu; bunların hakkından gelecek bir mahkeme de
bulunamazdı. Bunlardan biri kötüye kullanmaları
yok etmekle görevlendirilse, bu işi yapacak yerde
kötüye kullanmadan faydalanmayı tercih ederdi.
Soylular o zaman, zorba hükümetlerin istediği
kişinin malına el koyan hükümdarlarını
andırırlardı.
Bu suretle sağlanan yararlar çok geçmeden,
cimriliğin, istediği gibi genişleteceği bir baba mülkü
olarak görünürdü. Ödenen vergi nispeti azaltılır,
genel gelir sıfıra indirilirdi. Bazı devletlerin belli bir
başarısızlığa uğramadıkları halde, komşularını
hatta bizzat vatandaşlarını bile hayrete bırakacak
bir şekilde zayıf düşmeleri işte bundan ileri gelir.
Kanunlar bu gibilerin ticaretle uğraşmalarını
da yasaklamalı. Çünkü, bu derece saygınlığı olan
kişiler çeşitli ayrıcalıkları avuçlarının içine almakta
güçlük çekmezler. Ticaret eşit kişilerin yapacağı iştir;
nitekim, zorba devletlerin içinde en se li, en kötüsü
de hükümdarı ticaretle uğraşan ülkedir.
Venedik kanunları, gayet namuslu bir şekilde
kazanılmış olsa bile, kendilerine göz kamaştırıcı bir
servet sağlayacak ticaretle uğraşmayı soylulara
yasak etmişti.
Kanunlar, soyluların halka karşı adaletle
davranmalarını sağlamak için en etkili çarelere
başvurmalı. Halkın haklarını savunmak için tribun
yoksa, bizzat kanunlar bu görevi üzerine almalı.
Kanunların yürütülmesini önlemek için
herhangi bir yere ya da bir kişiye sığınmak soylular
yönetimini çökertir; zorba yönetimi de bunun
hemen yanı başındadır.
Kanunlar, egemenlikten doğan gururu her
zaman için kırabilmeli. Bir süre için ya da devamlı
olarak soyluları titretecek yetkide bir yargıç
bulunmalı. Lakedemonya’daki éphore’lar [49],
Venedik’teki devlet engizitörleri gibi bunlar hiçbir
kayda bağlı olmayan topluluklardı. Bu hükümet
şeklinin çok şiddetli bir mekanizması olmalı.
Venedik’te her kötü davranışı haber veren kişi için
taştan bir ağız açılırdı; zulmün ağzıydı sanki bu
ağız[50].
Soylular yönetimindeki bu ağır yargılama
usulünün, demokrasinin niteliği bakımından daha
az özerk olmayan sansür kuruluyla ilgisi vardır.
Gerçekten de öyle, görevleri sırasında
yaptıklarından ötürü sansörler sorumlu
tutulamazlardı. Güvenmek gerekirdi onlara;
cesaretlerini kırmak için hiçbir şey yapılmazdı.
Romalılar bu bakımdan fevkalade insanlardı; her
memur yaptığı işin hesabını vermek zorundaydı,
ama sansörler asla.
Soylular yönetimindeki iki şey zararlıdır:
Soyluların aşırı derecede yoksulluğu, bir; soyluların
aşırı derecede zenginliği, iki. Yoksul düşmelerini
önlemek için bilhassa borçlarını zamanında
ödemeye zorlamalı onları. Servetlerini
sınırlandırmak için de, hiç sezdirmeden akıllı uslu
çarelere başvurmalı. Yoksa mallarına haciz koymak,
borçlarını affetmek, arazi kanunları çıkarmak gibi
sonsuz kötülüklere yol açacak çarelere değil.
Kanunlar, soylular arasında hüküm sürmekte
olan büyük evlat haklarını da ortadan kaldırmalı.
Mirasın böylece devamlı olarak bölünmesi,
servetlerin eşitliğini sağlar da ondan.
Şarta bağlı intikal, ölenlerden kalanlar, büyük
evlat hakkı, evlat edinme gibi şeylerin tümü ortadan
kaldırılmalı. Saltanat yönetimlerinde ailelerin
büyüklüğünü devam ettirmek için ortaya konmuş
çarelerin hiçbiri soylular yönetiminde yürütülemez.
Aileleri böylece eşit hale getirdikten sonra
kanunlara, bu aileler arasındaki birliği devam
ettirmek görevi kalır. Soylular arasındaki
anlaşmazlıklar derhal karara bağlanmalı; aksi
takdirde kişiler arasındaki anlaşmazlıklara yol açar.
Hakemler heyeti anlaşmazlığı ortadan kaldırabilir,
hatta doğmasına bile engel olabilir.
Nihayet kanunların, aileler arasında, daha
soylu ya da daha eski olmak iddiasıyla meydana
gelebilecek gururdan doğan ayrılıkları
körüklememesi lazım. Böyle şeyleri, özel kişilerin
amaçladıkları küçük çıkarlar seviyesine indirmek
gerek.
Lakedemonya’ya bir göz atmak yeter:
Éphore’ların, kralların da, büyüklerin de, milletin
de tutkularını nasıl yatıştırıp yok ettiklerini
görürsünüz.
Konu IX
Saltanat hükümetinde kanunlar saltanat
ilkelerine nasıl bağlıdırlar
Bu çeşit hükümetlerin ilkesi onur olduğundan
kanunlar da ona göre ayarlanmalı.
Kanunlar, onurun âdeta hem oğlu hem babası
olduğu bu soylu sınıfını tutmaya çalışmalı.
Kanunlar soyluluğun babadan oğla geçmesini
sağlamalı. Bunu da hükümdarın yetkisiyle halkın
yetkisizliği arasında bir ortam olsun diye değil, ikisi
arasında bir bağ olsun diye yapmalı.
Mülkün aile içinde kalmasını sağlayan şarta
bağlı intikaller, her ne kadar öteki hükümet
şekillerine uygun düşmezse de saltanat
hükümetinde son derece faydalıdır.
Tereke istihsali, bir akrabanın israfı yüzünden
başkalarına geçen arazinin yeniden soylu ailelerine
intikalini sağlar.
Soylu topraklarının da kişiler gibi ayrıcalıkları
vardır. Hükümdarın itibar ve haysiyeti devletin
itibar ve haysiyetinden ayrılamaz. Bunun gibi
soyluların itibar ve haysiyetini malikânelerinin
itibar ve haysiyetinden ayırmak da imkânsızdır.
Eğer hükümetin ilkesi zedelenmek, soylular
sınıfıyla halk sınıfının kuvveti azaltılmak
istenmezse, bütün bu ayrıcalıklar soylulara özel
şeyler olduğu için halka geçemez.
Şarta bağlı intikaller ticareti engeller; tereke
istihsali, gerekli birçok davanın açılmasına sebep
olur ve krallığın satılan bütün emlaki bir yıl süre
âdeta sahipsiz kalır [51]. Malikânelere verilen
ayrıcalıklar, bu ayrıcalıkları ellerinde
bulunduranlara son derece ağır bir yetki verir.
Bunlar soylu sınıfına özel sakınılacak şeylerdir; ama
bu sınıfın sağladığı genel çıkarlar aynı sakıncaları da
ortadan kaldırır. Aynı ayrıcalıklar halk sınıfına
verildiği takdirde bütün ilkeler boş yere zedelenmiş
olur.
Saltanat hükümetlerinde bir baba bütün malını
çocuklarından bir tanesine bırakabilir; hatta bu
hareket tarzı için, yalnız bu hükümetlerde iyidir
diyebiliriz.
Halk sefalete düşüp ölmeden, hükümdarın ve
sarayın durmadan artan ihtiyaçlarını giderebilsin
diye kanunlar, bu hükümetin yapısının izin verdiği
ölçüde ticareti desteklemeli[52].
Vergilerden daha ağır olmamasını sağlamak
amacıyla kanunlar vergi alma tarzını da bir düzene
koymalı.
Vergilerin ağırlığı önce fazla çalışmayı
gerektirir; fazla çalışma bıkkınlığı, bıkkınlık da
tembelliği meydana getirir.
Konu X
Saltanat hükümetinde yürütme çabukluğu
üzerine
Saltanat hükümetinin cumhuriyet hükümetine
büyük bir üstünlüğü vardır. İşler bir kişi tarafından
yönetildiği için yürütme işi de daha çabuk olur.
Ama bu çabukluk telaş halini alabilir, işte o zaman
kanun gerekli yavaşlığı sağlar. Kanunlar bir
hükümetin yapısını tutmakla kalmamalı, bu
yapıdan doğabilecek kötüye kullanmalara da bir
çözüm bulmalı.
Kardinal de Richelieu, saltanat
hükümetlerinde bütün işleri güçleştiren
topluluklardan kaçınılmasını ister. İstibdat
yönetimi bu kişinin kalbinde olmasa bile kafasında
vardı.
Kanunların koruyucusu halinde olan
topluluklar gerçek boyun eğmeyi ancak ağır
adımlarla yürüdükleri takdirde, bir de, kanunların
tümünü birden bilmesine imkân olmayan sarayın,
buyruklarını vermekte acele eden danışmanların
düşüncelerini, hükümdarı aydınlatmak suretiyle
değiştirdikleri takdirde doğru dürüst göstermiş
olurlar.
Eğer yüksek memurlar, hareketlerindeki
yavaşlıkla, ettikleri şikâyet ve ricalarla krallarının
faziletlerinin seyrini durduramasalardı, dünyanın
en iyi saltanat hükümetinin hali ne olurdu? [53]
Çünkü bu hükümdarlar kendilerine ölçüsüz bir
cesaret ve bağlılıkla yapılan hizmetleri, o soylu
ruhlarına danışıp aynı şekilde ölçüsüz olarak
ödüllendirmekten başka bir şey düşünmezlerdi.
Konu XI
Saltanat hükümetinin mükemmelliği üzerine
Saltanat hükümetinin istibdat hükümetine de
büyük bir üstünlüğü vardır. Nitelik bakımından bu
hükümet şekli hükümdarın emri altında hükümetin
yapısına bağlı birçok sını arın bulunmasını
gerektirdiğinden, devlet, daha istikrarlı, hükümet
yapısı daha sağlam, yönetenlerin kişiliği daha
güvenli olur.
Cicero, Roma’da tribun’ların bulunmasının
cumhuriyeti kurtardığını sanır. “Gerçekten de” der,
“Başkanı olmayan halkın kuvveti daha korkunçtur.
Bir başkan bütün işlerin kendi sırtına yüklendiğini
bilir; kafasını bu yönde yormak zorunda kalır; ama
kaynaşma halinde olan halk, nasıl bir tehlikenin
içine atıldığını bilemez.” Bu düşünceyi, tribun’u
olmayan bir istibdat hükümetine, hatta bir çeşit
halk tribun’u bulunan saltanat hükümetine de
uygulayabiliriz.
Gerçekten de öyle, nerede olursa olsun, istibdat
yönetimlerinde ortaya çıkan hareketlerde kendi
kendini yöneten halkın olayları mümkün olduğu
kadar ileri götürdüğünü görürüz. Halkın neden
olduğu karışıklıklar aşırıdır; saltanat
hükümetlerinde ise olaylar çok seyrek olarak aşırı bir
şekil alır. Devleti yönetenler kendi başlarından
korkarlar; yalnız bırakılmaktan korkarlar.
Tara ardan birine bağlı olan ara kuvvetler halkın
pek öyle kuvvetli olmasını istemezler. Devletin
sını arının tümünün birden bozulmuş olması çok
seyrek görülen şeylerdendir. Hükümdar bu sını ara
dayanır; isyan edenler de zaten devletin yıkılmasını
istemedikleri ya da umut etmediklerinden
hükümdarı deviremezler, devirmek de istemezler.
Bu şartlar içinde, aklı başında olan az çok
yetkili kişiler ara bulmaya çalışırlar. Denge kurulur,
uzlaşılır, gerekli düzeltmeler yapılır; kanunlar
yeniden yürütülmeye ve sesini millete duyurmaya
başlar.
Bunun içindir ki bütün tarihlerimiz ihtilalsiz iç
savaşlarla doludur; istibdat hükümetlerinin
tarihleri ise iç savaşsız ihtilallerle doludur.
Bazı devletlerin de savaşlarının tarihini
yazanlar, hatta bu savaşları hazırlayıp
destekleyenler, hükümdarların, kendi hizmetleri
için kimi sını ara bıraktıkları yetkilerden
kuşkulanmamaları gerektiğini yeteri kadar ispat
ederler. Çünkü bu sını ar şaşkınlık anında bile
kanunlarla görevlerinden başka bir şey düşünmezler
ve ara bozanlara yardım edecek yerde onların şiddet
ve heyecanını azaltmaya çalışırlar.
Kardinal de Richelieu, devletin çeşitli
sını arını aşırı derecede küçük düşürdüğünü
anlamış olacak ki, hükümdarla bakanların
faziletlerine güvenmek zorunda kalmış ve onlardan
öyle şeyler istemiş ki, gerçekte bir melek ancak bu
derece dikkatli, bu derece aydın, bu derece kararlı,
bu derece bilgili olabilir. Bundan ötürü de saltanat
hükümetlerinin çökmesine değin, böyle bir
hükümdarla böyle bir bakanın bulunabileceğine
insanın inanamayacağı geliyor.
Nasıl ki mükemmel bir disiplin altında toplanıp
yaşayan milletler, hiçbir kurala uymadan, hiçbir
başbuğ tanımadan ormanlarda serseri dolaşan insan
sürülerinden daha mutlu bir hayat sürerlerse,
devletlerinin temel yasalarına uyarak yaşayan
hükümdarlar da ellerinde, gerek milletlerinin
kalbini gerek kendi kalplerini düzene koyacak bir şey
bulunmayan zorba hükümdarlardan daha mutlu
yaşarlar.
Konu XII
Aynı konunun devamı
Zorba devletlerde ruh yüceliği aramaya
kalkmayın sakın. Hükümdar kendinde
bulunmayan büyüklüğü milletine de veremez; onda
şan ve onur diye bir duygu yoktur.
Hükümdarın milletine aydınlık saçtığını ancak
ve ancak saltanat hükümetlerinde görürsünüz.
Yalnız bu çeşit hükümetlerde, her kişi daha büyük
bir alan kapladığı için diyeceğiz, ruha özgürlük değil
büyüklük veren o faziletleri uygulamak imkânını
bulur.
Konu XIII
İstibdat fikri
Luizianalı vahşiler yemek yemek istedikleri
zaman ağacı dibinden kesip yemişi koparırlar. Zorba
hükümet de böyledir işte.
Konu XIV
Kanunların istibdat hükümetinin ilkesine
uygunluğu üzerine
İstibdat hükümetinin ilkesi korkudur. Şu
halde, korkak, bilgisiz, boynu bükük insanlar için
fazla kanuna lüzum yoktur.
Her şey orada iki üç kir üzerine dayanmalı ve
olup bitmeli. Şu halde yeni yeni kirlere de lüzum
yok demektir. Bir hayvanı eğitmeye kalktınız mı,
eğiten insanı, eğitim şeklini ve tarzını değiştirmeye
gerek görmezsiniz. İki üç defa kafasına vurursunuz,
olur biter.
Hükümdar bir yerde kapalı ise, zevk ve sefa
âleminden çıkarken onu orada tutanlar üzüntüye
düşmekten kendilerini alamazlar. Kendisinin ve
kuvvetinin başka ellere geçmesine katlanamazlar.
Şu halde hükümdar şahsen savaşmak istemeyeceği
gibi kendini temsil edenler aracılığıyla da
savaşmaya cesaret edemez.
Sarayda herkesin el pençe divan durmasına,
bütün isteklerinin yerine getirilmesine alışık olan
böyle bir hükümdar, kendisine karşı gelinmesine,
hele elde silah karşı gelinmesine katlanamaz. Şu
halde çoğu zaman öe ya da öç alma isteğiyle
harekete geçer. Zaten kafasında gerçek şan ve onur
hakkında da belirli bir şey yoktur. Bundan ötürü,
savaşlar bütün şiddetiyle olur, devletler hukukuna
da başka ülkelerdekinden çok daha az uyulur.
Böyle bir hükümdarın o kadar çok kusuru
vardır ki, onun doğal budalalığını açığa vurmaktan
çekinmek gerekir. Gizli bir yere kapatılır,
durumunun ne olduğu da kimseye bildirilmez.
Bereket versin ki o ülkede, insanların durumu da
pek öyle parlak değildir; sadece kendilerini yöneten
bir isimle yetinirler.
XII. Charles, Bender’deyken, İsveç senatosunda
bazı kimselerin kafa tuttuklarını haber almış.
Senatoya yazdığı mektupta, memleketi yönetmek
için çizmelerinden birini göndereceğini bildirmiş. Bu
çizme, zorba bir hükümdar gibi memleketi
yönetirdi, inanın bana.
Hükümdar esir düşerse ölmüş sayılabilir, o
zaman bir başkası tahtına geçer. Esir kişinin yaptığı
anlaşmalar da hiçe sayılır; yerine geçen
onaylamayabilir bu anlaşmaları. Gerçekten de öyle,
aynı kişi hem kanun, hem devlet, hem hükümdar
olduğundan, hükümdarlık unvanını yitirir yitirmez
hiçbir şey değildir o. Ölmüş sayılmazsa devlet çöker.
Türklerin büyük Petro ile ayrı bir barış
imzalamalarının nedenlerinden biri de, Rusların
Türk vezirine, İsveç’te başka bir kralın tahta
geçtiğini söylemiş olmalarıdır[54].
Devletin devamı, hükümdarın, daha doğrusu
hükümdarın kapatılmış olduğu sarayın devamıyla
mümkündür. Bu sarayı ya da hükümet merkezini
doğrudan doğruya tehdit etmeyen şey, bilgisiz,
gururlu ve iradesiz kişiler üzerinde hiçbir etki
bırakmaz. Olayların devamına gelince... Bunu da
izleyecek, tahmin edecek, hatta düşünecek
durumda değillerdir. Siyaset, siyaseti yöneten
güçlerle kanunlar sınırlanmış olmalıdır orada; siyasi
idare de de medeni idare kadar basittir.
Bütün mesele, siyasi ve medeni idare ile iç
idareyi, devlet memurlarıyla saray erkânını
uzlaştırmaktadır.
Böyle bir devlet kendisini, yeryüzünde yalnız
gördüğü, etrafı çöllerle çevrili olduğu, yabancı
diyebileceği insan topluluklarından ayrılmış olduğu
takdirde en iyi durumda sayabilir. Milis teşkilatına
güvenemediği için kendi varlığından bir parçasını
feda etmesi iyi olur.
İstibdat yönetiminin ilkesi korku olduğundan
amacı huzurdur ama bu, barış hali değildir.
Düşmanın istila etmek üzere olduğu şehirlerin
sessizliğidir.
Kuvvet devlette değil de devleti kurmuş olan
orduda olduğundan devleti savunmak için orduyu
korumak gerek ama ordu hükümdar için korku
verecek bir şeydir. Buna göre, devletin güvenliğiyle
kişinin güvenliğini, nasıl etmeli de uzlaştırmalı?
Rus hükümetinin, halktan çok kendisine ağır
gelen istibdattan kurtulmak için ne büyük bir
beceriyle çalışıp çabaladığına bir bakın rica ederim.
Askeri birlikleri parçaladılar, suç işleyenlerin
cezalarını azalttılar, mahkemeler kurdular,
kanunlara uymaya başladılar, halkı aydınlığa
kavuşturdular. Ama öyle özel nedenler var ki,
bunlar belki de onu günün birinde, kaçınmak
istediği felakete sürükleyecek[55].
Bu gibi devletlerde dinin, başka herhangi bir
devlette olduğundan çok daha fazla etkisi vardır.
Korkuya eklenen başka bir korkudur o. Müslüman
devletlerinde, halk, hükümdarına karşı duyduğu
olağanüstü saygının çoğunu dinden alır.
Türk devlet yapısını düzene sokan biraz da
dindir. Türkler devletin şanına ve büyüklüğüne
onur duygusuyla değil, din ilkesiyle, kuvvetle
bağlıdırlar.
İstibdat hükümetlerinin içinde kendi kendini
yıkan hükümet, hükümdarın kendisini bütün
ülkenin sahibi, bütün tebaaların da mirasçısı olarak
ilan ettiği hükümettir. Bu yüzden toprağın işlenip
verimli olmasına çalışılmaz. Öte yandan, eğer
hükümdar tacirse, ortada endüstri diye bir şey de
kalmaz.
Bu gibi devletlerde hiçbir şey onarılmaz, hiçbir
şey ıslah edilmez. Kişiler evlerini hayatları boyunca
dayansın diye yaparlar. Hendek diye bir şey
kazmazlar, ağaç dikmezler; her şeyi topraktan
alırlar, toprağa ise hiçbir şey vermezler; toprak kıraç,
çöl halindedir.
Toprak mülkiyetini, mal kalıtımını ortadan
kaldıran kanunlar sanır mısınız ki büyüklerin
cimriliğini ve açgözlülüğünü azaltır? Hayır, aksine,
cimriliklerini de, açgözlülüklerini de artırır. Eziyet
etmekten çekinmezler; çünkü, yalnız çalabildikleri
ya da gizleyebildikleri altın ya da paranın sahibi
olabileceklerini sanırlar.
Her şeyin mahvolmaması için hükümdarın
açgözlülüğünün bazı yasalarla sınırlandırılması iyi
olur. Böylece, mesela Türkiye’de, hükümdar halk
sınıfına mensup kişilere kalan mirasın yüzde üçünü
almakla yetinir. Ama hükümdar da toprağın
çoğunu askerlerine verip istediği gibi
kullandığından; imparatorluğun bütün
subaylarının mallarına el koyduğundan; erkek evlat
bırakmadan ölen bir kimsenin mallarına el koyup
kız evlatlarına yalnız yararlanma hakkı
tanıdığından devlet mallarının çoğunun mülkiyeti
iğreti olur.
Bantam kanunu gereğince bütün miras, hatta
kadın, çocuklar ve ev krala kalır[56]. Bu kanunun
en kötü hükmünden kaçınmak için çocukları sekiz,
dokuz, on yaşında hatta daha küçük bir yaşta
evlendirmek zorunda kalırlar. Bu suretle çocukları,
babanın bıraktığı mirasın bir kısmı olmaktan
kurtarmış olurlar.
Temel kanunların bulunmadığı devletlerde,
tahta geçme işi de belirlenmiş değildir.
Hükümdarlık tahtı, kendi ailesinden olsun olmasın
hükümdarın seçeceği kişiye verilir. Büyük evladın
adaylığı kabul edilmiş bile olsa hükümdar istediğini
seçmekte serbesttir. Tahtın vârisi hükümdar
tarafından ilan edilebileceği gibi bakanları
tarafından ya da bir iç savaş sonunda büyükler
tarafından da ilan edilebilir. Böylece, bu çeşit bir
devletin çökmesinde, bir saltanat devletinin
çökmesindeki nedenlerden fazla bir neden daha
vardır.
Hükümdar ailesine mensup olanlardan her biri
seçilmek için eşit haklara sahiptir. Bu yüzden, tahta
çıkan kişinin ilk işi bütün kardeşlerini boğdurmak
olur, Türkiye’de olduğu gibi; ya da hepsinin
gözlerini kör ettirir, İran’da olduğu gibi ya da
Moğolistan’da olduğu gibi hepsi tımarhanelik bir
hale sokulur. Bu tedbirlere başvurulmasa bile, Fas’ta
olduğu gibi, hükümdarlık tahtı boşalınca korkunç iç
savaşlar baş gösterir.
Rus anayasaları gereğince çar, ister kendi
ailesinden olsun ister başka bir aileden olsun yerine
geçecek olanı seçebilir[57]. Böyle bir veraset geleneği
bin bir ihtilale yol açar. Verasetin key olması da
tahtı sallanır bir hale sokar. Veraset düzeni, halk
için bilinmesi en önemli şeylerden biri olduğundan,
bu konuda en iyi düzen, doğum gibi, doğum sırası
takip etmek gibi en çok göze çarpan düzendir. Böyle
bir kural, entrikaları önler, şunun bunun ileri
süreceği iddiaları kökünden yok eder; ne zayıf bir
hükümdar tesir altında bırakılır ne de ölüm
döşeğindeki adamın oyuna başvurulur.
Veraset işleri böylece, temel kanunlarla bir
düzene girince, tahtın mirasçısı tek bir prens olur.
Kardeşler de gerçekten olsun, görünüşte olsun bu
konuda hiçbir hak iddia edemezler. Babanın özel bir
isteğini öğrenmek ya da uygulamak artık söz konusu
olamaz. Bundan sonra da artık kralın, herhangi bir
vatandaş durumuna düşen kardeşini
tutuklatmasına, ya da öldürmesine gerek kalmaz.
Ama istibdat devletlerinde hükümdarın
kardeşleri, onun hem köleleri hem de rakipleridir.
Bu bakımdan hükümdarların tedbirli
davranmaları, hele Müslüman ülkelerinde; evet,
dinin, zaferi ya da başarıyı Tanrı’nın bir lütfu olarak
gösterdiği Müslüman ülkelerinde, hükümdarların
kardeşlerini avuçlarının içinde bulundurmaları
gerekmektedir. Öyle ki, oralarda gerçekten hüküm
süren yoktur, sadece görünürde hüküm süren
vardır.
Hükümdar ailesinden olanların, tahta
çıkmadıkları takdirde ya bir yere kapatılacaklarını
ya da öldürüleceklerini bildikleri devletlerde,
prenslerin tutkuları, bizim prenslerimizin, tutkulu
kimseler için belki tatmin edici olmayan ama
isteklerinde pek öyle ileri gitmeyen kimseler için
tatmin edici sayılan durumdaki prenslerimizin
tutkularından çok daha aşırıdır.
İstibdat devletlerinin hükümdarları evlenme
işini de öteden beri kötüye kullanırlar.
Hükümdarlar birçok kadınla evlenmeyi âdet
edinmişlerdir. Hele yeryüzünün, istibdadı âdeta
benimsemiş olan bölümünde, yani Asya’da bu iş
almış yürümüştür. O kadar çok çocukları olur ki,
hükümdarların bunlara sevgi beslemeleri,
çocukların da birbirlerini sevmeleri imkânsız bir hal
alır.
Hükümdar ailesi devlete benzer. Aile zayıf,
ailenin başı ise çok kuvvetlidir; aile geniş gibi
görünür ama gerçekte bir hiçtir. Artaxerxès,
kendisine karşı bir isyan hareketi hazırladıkları için
bütün çocuklarını öldürttü. Elli çocuğun babalarına
karşı bir isyan hareketi hazırlaması akla yakın
görülmez; hele cariyelerinden birini büyük oğluna
vermedi diye çocukların isyan etmiş olmalarına
aklımız hiç ermez. Burada, doğu saraylarında sık sık
görülen entrikalardan birinin çevrilmiş olması
ihtimaline inanmak daha doğru olur. Çünkü
buralarda, kalın perdeler arkasında, derin bir
sessizlik içerisinde çeşitli hileler, kötülükler, dolaplar
çevrilir. Her gün biraz daha ahmaklaşan hükümdar
sarayın birinci hapsedilmişi durumundadır.
Bütün bu söylediklerimizden sonra, insan
doğasının devamlı olarak istibdat hükümetine karşı
başkaldıracağı umudu uyanır bizde. Ama ne gezer...
Hürriyete olan sevgilerine, şiddete karşı duydukları
kine rağmen, milletlerin çoğunun bu hükümet
şekline boyun eğdiklerini görürüz. Bunun da
anlaşılmayacak bir yanı yok. Ilımlı bir hükümet
kurabilmek için, kuvvetleri uzlaştırmak, düzene
sokmak, yumuşatmak ve nihayet harekete geçirmek
gerek. Yani öteki kuvvete karşı koysun diye
kuvvetlerden birini biraz daha geliştirmek gerek. Bu
da, rastlantının ender olarak meydana getirdiği
şaheser bir kanunlar bütünü demektir; ihtiyat ve
tedbirin ise böyle bir iş görmesine nadiren izin
verilir. İstibdat yönetimi âdeta göze çarpar; her
yerde birdir. Böyle bir yönetimi kurmak için yalnız
tutkular yeteceğinden, her insanın kafası bu işe
yatkın görünür.
Konu XV
Aynı konunun devamı
İstibdat yönetiminin hemen her zaman hüküm
sürdüğü sıcak ülkelerde tutkular daha çok belirir,
daha çabuk giderilir. Oralarda zekâ daha çok
gelişmiştir, mal ve mülkün elden çıkarılması
tehlikesi daha az olağan şeylerdendir. Kişinin
sivrilmesi kolay olmaz, evlerine kapatılmış olan
gençler arasındaki ilişkiler daha azdır; gençler çocuk
denilecek yaşta evlenirler. Demek oluyor ki oralarda
gençler Avrupa ülkelerindeki gençlerden daha çabuk
erginleşirler. Türkiye’de erginlik on beş yaşında
başlar.
Malını mülkünü başkasına vermek
imkânsızdır. Hiç kimsenin servetine güvenemediği
bir ülkede, mal ve mülkten ziyade kişiye saygı
gösterilir.
Başkasına mal ve mülk bırakma, doğal olarak
ılımlı hükümetlerin ve bilhassa cumhuriyetlerin
bünyesine girer. Çünkü bu hükümetlerde,
vatandaşların namusuna daha çok güvenilir;
vatandaşın kendi iradesiyle kurduğu bir hükümet
şekli daha yumuşak görünür kendisine.
Roma Cumhuriyetinde kanun koyucular mal
ve mülkün başkasına bırakılması işini sağlama
bağlamış olsalardı, bunca anlaşmazlıklarla,
zorluklara yol açmazlardı. Romalılar da ne
kötülüklerden meydana gelen tehlikelere karşı
koyma, ne de bunları önlemek için gereken güç
hareketlere atılmak zorunda kalırlardı.
İstibdat hükümetlerinde, fakirlik olsun, servete
karşı duyulan güvensizlik olsun tefeciliği tabii bir
hale getirir. Herkes ödünç para vermek söz konusu
oldu mu karşılaşacağı tehlike ile orantılı olarak
parasının değerini artırır. Demek oluyor ki bu
mutsuz ülkelerde fakirlik her yandan kendini
gösterir, ödünç para alma imkânlarına varıncaya
kadar her şey vatandaşın elinden alınır.
Bunun sonucu olarak da bir tacir büyük işlere
girişmek istemez; günü gününe yaşamaya bakar.
Çok mal almaya kalksa, ödemek zorunda kalacağı
faiz tutarı, satıştan edeceği kârı aşar. Nitekim orada
ticaret kanunları tam olarak uygulanmaz, sadece
cezai bir nitelik taşır.
Hükümet haksızlık edecek kimseler bulamazsa
haksızlık edemez. Bu kimselerin ise bizzat kendi
çıkarlarına davranmamaları imkânsızdır. Şu halde
istibdat yönetimlerinde hırsızlık doğal bir şeydir.
Bu suç orada olağan bir suç olduğundan, suçu
işleyenin malına mülküne el koymak faydalı olur.
Böylece halkı avutmuş olurlar. Bu yoldan alınan
para öylesine büyük bir haraçtır ki, bir hükümdar
bile fakir düşmüş tebaasından güçlükle alabilir bu
parayı. Hatta bu ülkede, mali durumu iyi hiçbir
ailenin bulunması bile istenmez.
Ilımlı yönetimlerde ise durum bambaşkadır.
Buralarda mala ve mülke el konulursa, mülkiyet
hakkına olan güven bozulur. Suçsuz çocuklar çok
şeyden yoksun düşer; suçlu bir insana gerekli cezayı
verelim derken bütün bir aileyi perişan etmek işten
bile değildir. Cumhuriyetlerde bir insanın malına
mülküne el koymak, rejimin ruhunu teşkil eden
eşitliği yok etmek gibi bir kötülüğü meydana getirir;
vatandaşı maddi ihtiyaçlarından yoksun eder de
ondan.
Bir Roma kanunu, vatandaşın malına mülküne
el koymayı ancak vatana ya da hükümdara ihanet
suçu için kabul eder. Bu kanunun ruhuna göre
davranmak, vatandaşın malına mülküne el koyma
cezasına, yalnız bazı suçlar için başvurmak çok
yerinde bir hareket olur. Atalardan kalma bir malın
üzerinde ataların da hakkını kabullenen bazı
ülkelerde Bodin[58], çok yerinde bir düşünce ile
yalnız kişinin kendi kazancıyla elde ettiği mallara el
konulması gerektiğini söylüyor.
Konu XVI
Egemenliğin başkasına emanet edilmesi üzerine
İstibdat yönetiminde egemenliğin tümü,
egemenlik kime emanet edilmişse ona geçer. Vezir,
zorba hükümdarın ta kendisidir; her memur da bir
vezirdir. Saltanat hükümetinde ise egemenlik, üsten
asta, bu derece büyük bir yetkiyle geçmez.
Hükümdar şuna buna verdiği egemenliği daima
azaltır. Yetkisini öyle bir şekilde dağıtır ki herhangi
bir yetkisinin bir bölümünü verirken bile en büyük
bölümünü yine kendi elinde tutar.
Böylece saltanat hükümetlerinde, şehirlerdeki
özel valilerin eyalet valilerine olan bağları hiçbir
zaman hükümdara olan bağlarından üstün olamaz.
Yine bunun gibi askeri birliklerin generale olan
bağları da hükümdara olan bağlarını aşamaz.
Saltanat devletlerinin çoğunda oldukça geniş
çapta komuta yetkisi olan kişinin hiçbir askeri
birliğe mensup olmaması sağlanmıştır ki, bu da
akıllı uslu bir davranıştır. Yetkilerinin kaynağını
hükümdarın özel buyruklarından alan bu
komutanları hükümdarlar isterlerse kullanırlar,
isterlerse kullanmazlar. Böylece istenildiği zaman
görevli, istenildiği zaman da görev dışında sayılırlar.
Bu durum istibdat yönetimiyle bağdaşamaz.
Çünkü devlette, işbaşında olmadıkları halde
birtakım ayrıcalıklar ve rütbeleri olan kişiler
bulunursa, orada kişilikleri bakımından büyük
insanlar var demektir. Bu ise bu hükümet şeklinin
niteliğini zedeler.
Bir şehrin valisi paşaya bağlı olmasaydı
aralarını bulmak için her gün çeşitli çarelere
başvurmak gerekirdi. Bu da istibdat yönetiminde
anlamsız bir şey olurdu. Üstelik özel vali, paşaya
itaat etmeyebilir de; o zaman paşa yönettiği eyaletin
sorumluluğunu nasıl olur da kendi üstüne alabilir?
Böyle bir hükümette yetki dengeli olamaz; en
küçük memurun yetkisi bile zorba hükümdarın
yetkisinden daha dengeli değildir. Ilımlı
hükümetlerde ise kanun her yerde akla uygundur.
Her yerde geçerlidir. En küçük memurlar bile
davranışlarında ona uyarlar. Ama, kanun demek
hükümdarın isteği demek olan zorba yönetimlerde,
diyelim ki hükümdar akıllı uslu bir kişidir, o zaman
memur bilmediği bir isteğe ne yapsın da nasıl etsin
de uyabilsin? Durum böyle olunca, o da kendi
isteğine göre davranır olur biter.
Dahası var: Kanun, hükümdarın isteği demek
olduğuna göre, hükümdar da yalnız bildiği şeyi
isteyeceğine göre, demek oluyor ki memlekette onun
yerine ve onun gibi istemesi gereken birçok insanın
bulunması gerekecek.
Nihayet kanun hükümdarın bir anlık isteği
olduğuna göre, onun yerine isteyecek olanların da
onun gibi birdenbire istemeleri gerekir.
Konu XVII
Armağanlar üzerine
Zorba hükümetlerde gelenek halini almıştır; bir
insan, kim olursa olsun kendinden üstün birisinin
hatta kralın bile yanına çıkacağı zaman ona
mutlaka bir şey armağan etmek zorundadır. Moğol
imparatoru, kendisine bir şey armağan etmeyen
tebaasının dilekçesini kabul etmezdi. Bu
hükümdarların, işi, bizzat kendi değerlerini
düşürecek kadar ileri götürdükleri muhakkak.
Hiç kimsenin vatandaş olmadığı bir ülkede;
üstün asta hiçbir borcu olmadığı kanısının hüküm
sürdüğü bir ülkede; bir bölüm insanların öteki
bölüm insanlara vereceği cezalardan ötürü
insanların birbirlerine bağlı olacakları kanısının
yerleşmiş olduğu bir ülkede; işlerin çok az olduğu bir
ülkede; bir büyüğün karşısına çıkmak, ondan bir
şeyler istemek, hele şikâyette bulunmak ihtiyacının
pek az duyulduğu bir ülkede bu iş, ancak bu şekilde
olabilir.
Ama cumhuriyet hükümetlerinde armağan
vermek çok iğrenç bir şeydir; faziletin buna ihtiyacı
yoktur da ondan. Saltanat hükümetinde onur,
armağandan çok daha kuvvetli bir nedendir. Ama
zorba devlette, onurun da faziletin de bulunmadığı
zorba devlette, bir iş ancak maddi çıkar karşılığında
görülür.
Eflatun, görevlerini yapmak için rüşvet alanlara
ölüm cezası verilmesi gerektiğini söylerken,
cumhuriyet ilkelerine dayanıyor ve “Görülen işin
çeşidi ne olursa olsun, ister iyi ister kötü, rüşvet
kabul edilmemeli” diyor.
Devlet memurlarının yılda yüz eküyü
aşmamak şartıyla küçük küçük armağanları kabul
etmelerine izin veren Roma kanunu kötü bir
kanundu. Kendisine bir şey verilmeyen kişi hiçbir
şey istemez; kendisine az bir şey verilen kişi, çok
geçmeden biraz daha fazlasını ister, arkasından da
çok şey ister. Zaten hiçbir şey almaması gerektiği
halde bir şey alan kişiyi yola getirmek, az alması
gerektiği halde çok şey alan, bunun için de aklımızın
yatabileceği bir sürü neden, gerekçe, bahane ileri
süren kişiyi yola getirmekten çok daha kolaydır.
Konu XVIII
Hükümdarın verdiği ödüller üzerine
Az önce de söylediğimiz gibi, kişilerin maddi
çıkar sağlamak umuduyla iş görmeye alışık
oldukları zorba hükümetlerde, hükümdar, birisine
ödül vermek istedi mi bunu ancak para vermek
suretiyle yapabilir. Onurun tek başına hüküm
sürdüğü saltanat yönetiminde ise, hükümdarın
verebileceği ödüllerin şu ya da bu rütbeden,
unvandan ibaret olması gerekirdi, eğer onur
kavramının kurmuş olduğu bu rütbeler zorunlu
olarak bazı ihtiyaçları gerektiren bir lükse yol
açmasaydı. Şu halde saltanat yönetiminde
hükümdar, kişiyi servete ulaştıran rütbeleri ödül
olarak verir. Ama kendi kendine yeten ve öteki
nedenlerin tümünü bir yana iten faziletin hüküm
sürdüğü cumhuriyet yönetiminde, devlet bu
faziletin belirtileriyle kişiye ödül verir.
Genel bir kural var ki o da şu: Gerek saltanat
hükümetinde, gerek cumhuriyet hükümetinde
büyük ödüller vermek, bu hükümetlerin çökmek
üzere olduğuna işaret sayılır. Çünkü bu, o hükümet
şekillerine özel ilkelerin bozulduğunu gösterir. Bir
yandan onur kavramı eski kuvvetini kaybetmiş
demektir, öte yandan vatandaşın fazileti zayı amış
demektir.
Roma imparatorlarının en kötüleri en çok ödül
verenleri olmuştur: Caligula, Claudius, Neron,
Othon, Vitellius, Commode, Heliogabale, Caracalla
gibi. En iyileri ise Augustos, Vespasien, Antoninus
Pius, Marcus Aurelius, Pertinax gibi en tutumlu
olanlarıdır. İyi imparatorların yönetiminde devlet
yeniden ilkelerine kavuşuyordu. Onur hazinesi öteki
hazinelerin yerini alıyordu da ondan.
Konu XIX
Üç çeşit hükümetteki ilkelerin yeni sonuçları
Şu benim üç ilkem üzerinde birkaç uygulama
daha yapmadan bu kitabı bitirmek bir türlü
elimden gelmiyor.
Birinci problem. Kanunlar vatandaşları memur
olmaya zorlayabilir mi, zorlayamaz mı?
Cumhuriyet hükümetinde zorlamalı, saltanat
hükümetinde ise zorlamamalı diyeceğim. Birincide
memurluklar fazilet gösterileridir; yalnız vatanı için
yaşamak, iş görmek ve düşünmek zorunda olan bir
vatandaşa yine vatanın emanet ettiği bir şeydir
memurluk. Şu halde vatandaş kendisine verilen
görevi reddedemez[59]. İkincisinde memurluklar
onur gösterileridir; onurun ise öyle acayip bir yanı
vardır ki, canı istediği zaman ve ancak canı istediği
zaman, istediği şekildeki memurluğu kabul eder.
Sardunya’nın ölü kralı [60], devlet işlerinde
resmi görev ve memurluk istemeyenleri
cezalandırırdı; farkında olmadan cumhuriyet
ilkelerini uyguluyordu demek. Yönetim tarzı ise asıl
niyetinin bu olmadığını gösterir.
İkinci problem. Bir vatandaşın orduda, daha
önce bulunduğu mevkiden daha aşağı bir mevkii
kabul etmeye zorlanması doğru mudur, değil midir?
Romalılarda bir yüzbaşının, bir yıl sonra teğmeninin
emrinde çalıştığı sık sık görülen şeylerdendi. Çünkü
Cumhuriyet yönetiminde fazilet, vatandaşın devlet
için, devamlı olarak kişiliğinden fedakârlık
etmesini, iğrendiği şeylere de katlanmasını ister.
Ama saltanat yönetimlerinde gerçek olsun sahte
olsun onur, alçalmak dediği şeye katlanamaz.
Onurun da, mevkilerin de, rütbelerin de aynı
şekilde kötüye kullanıldığı istibdat yönetimlerinde,
hiçbir fark gözetmeksizin bir prensten it uşağı, bir it
uşağından da bir prens yaratmak işten bile değildir.
Üçüncü problem. Sivil ve askeri görevler aynı
kişilerde birleşebilir mi? Cumhuriyet yönetimlerinde
evet, saltanat yönetimlerinde hayır. Cumhuriyet
hükümetlerinde, askerlik mesleğini sivil görevlerden
ayrı, özel bir durum olarak kabul etmek tehlikelidir.
Saltanat hükümetlerinde ise her iki görevi aynı
kişiye vermek, bundan daha az tehlikeli olamaz.
Cumhuriyette vatandaş, kanunlarını, vatanını
savunmak için silaha sarılır. Kişi vatandaş olduğu
içindir ki bir süre askerlik eder. Birbirinden ayrı iki
durum olsaydı, kendini vatandaş sanan silah
altındaki kişiye sadece asker olduğu hissettirilmiş
olurdu.
Saltanat hükümetlerinde, askerliği meslek
edinenlerin, şan ve onurdan ya da hiç olmazsa
onurdan ve servetten başka amaçları yoktur. Bu
çeşit insanlara sivil görev vermekten sakınmalı;
aksine, sivil memurlar vasıtasıyla tutkularını
önlemeli; aynı kişilere hem milletin güvenini
sağlayacak hem de kötüye kullanmaya yol açacak
kuvveti vermemeli.
Saltanat hükümeti kisvesi altında cumhuriyet
ilkelerini gizleyen bir millete bakın[61], mesleği
askerlik olanların özel bir durumundan nasıl
çekinildiğini, savaşçının her zaman için nasıl
vatandaş hatta memur olarak kaldığını görürsünüz.
Bunu da sırf vatanına duyduğu sevgi için, milleti
tarafından unutulmamak için yaptığı muhakkak.
Cumhuriyeti yitirdikten sonra Romalıların
memurlukları askeri ve sivil diye ikiye ayırmaları
pek öyle key bir şekilde olmamıştır. Bu ayrılık
Roma yönetiminde olup biten bir sürü değişikliğin
sonucu, saltanat hükümetinin niteliği gereğiydi.
Augustos[62] tarafından başlanılan şeyi, ardından
gelen imparatorlar, sırf askeri yönetimi
yumuşatmak için tamamlamak zorunda
kaldılar[63].
Böylece, imparatorluk için Valens’ın rakibi olan
Procope, İran hükümdar ailesinden Hormidas’ı
prokonsül atadığı zaman, bu konuda hiçbir bilgisi
olmadığı için, bu kişiye prokonsüllükten başka
eskiden olduğu gibi ordular komutanlığını da verdi.
Bu konuda hiçbir bilgisi yoktu dedik, ama bu şekilde
davranmış olmasının başka nedenleri de vardı belki.
Egemenliği amaç edinen bir insan, devlete faydalı
olandan çok, kendi davasına faydalı olan şeyi arar.
Dördüncü soru. Görevlerin satılması doğru olur
mu, olmaz mı? Zorba devletlerde doğru olmaz;
çünkü oralarda tebaaların bir anda hükümdar
tarafından bir işe atanıp bir anda azledilmesi
gerekir.
Bu satış işi saltanat hükümetlerinde iyidir;
çünkü o fazilet için girişmeyi istemeyeceği bir işi
kişiye bir aile işiymiş gibi gördürür; çünkü herkes
kendi görevine yönelir ve devletin düzenini daha
devamlı bir hale sokar. Suidas, Anastase’ın bütün
memuriyetleri satmak suretiyle imparatorluğu bir
soylular hükümeti haline getirdiğini söylemekle çok
yerinde bir söz etmiştir.
E atun memuriyetlerin bu şekilde satılmasına
katlanamıyor ve “Bu neye benzer bilir misiniz?”
diyor; “Bir gemiye herhangi bir kimseyi sırf parası
olduğu için kaptan ya da gemici tayin etmeye. Bu
kuralın hayatla ilgili bir iş için kötü olmasına, yalnız
devleti yönetmek konusunda iyi olmasına imkân
var mı?” Ama E atun fazilet üzerine kurulmuş bir
devletten söz ediyor; biz ise saltanat hükümetinden
söz ediyoruz. Şimdi, bir saltanat hükümetinde,
görevler genel tüzüklere dayanılarak satılmasa bile,
dalkavukların fakirliği ve açgözlülüğü bunların
satılmasını sağlar ve rastlantı bu ya, görevler
hükümdarın seçeceği kişilerden daha iyi kişilerin
ellerine geçer. Nihayet, servet yoluyla ilerlemek
imkânı insanları, zekâ ve beceri alanında gelişmeye
teşvik eder. Bu çeşit hükümetin de zaten böyle bir
şeye son derece ihtiyacı vardır[64].
Beşinci soru. Hangi çeşit hükümette sansöre
ihtiyaç vardır? Hükümetin ilkesi fazilet olan
cumhuriyette sansör bulunmalı. Fazileti yok eden
yalnız şunun bunun işlediği suçlar değil, aynı
zamanda ihmaller de, kusurlar da, vatan sevgisinde
gösterilen gevşeklikler de, tehlikeli örnekler de,
karıştırma tohumları da bu işi görür. Kanunları
zedelemeyen ama bir yana atan, kanunları tahrip
etmeyen ama zayı atan şeylerdir bunlar. İşte
bunların tümü sansörler tarafından düzeltilmeli.
Atina’da, bir atmacadan kaçarken bağrına
sığınan bir serçeyi öldürdüğü için bir hâkimin
cezalandırılması bizi hayretler içinde bırakır. Yine
Atina’da kuşunun gözünü çıkartan çocuğu ölüm
cezasına çarptıran mahkeme bizi hayretler içinde
bırakır. Dikkatinizi çekerim, burada söz konusu
olan ceza bir cinayet için verilmiş ceza değildir;
doğrudan doğruya ahlaka dayanan bir
cumhuriyette ahlak ilkelerine göre verilmiş bir
yargıdır.
Saltanat hükümetlerinde sansöre ihtiyaç
yoktur; bu hükümetler onur üzerine kuruludur.
Onur ise niteliği bakımından bütün dünyayı sansör
olarak görür. Onur ilkesine aykırı davranan kişi,
onurla ilgisi olmayanlar tarafından bile ayıplanır.
Bu çeşit hükümetlerde sansörler, doğru yola
yönetecekleri kişiler tarafından baştan çıkarılırlar.
Bir saltanat hükümetinin bozulmasına karşı
koyacak kadar kuvvetli değillerdir bunlar; ama
saltanat hükümetinin bozulması onları etkisi
altında bırakacak kadar kuvvetlidir.
İstibdat hükümetlerinde sansöre lüzum
olmadığını söylemek bile fazla. Bununla beraber Çin
hükümeti bu kuralın dışında kalır ama bunun
acayip nedenlerini eserin daha sonraki bölümlerinde
göreceğiz[65].
ALTINCI KİTAP
Medeni kanunlarla ceza
kanunlarının sadeliği ile ilgili olarak
çeşitli hükümet şekillerindeki
ilkelerin sonuçları, yargılama
şekilleri ve cezaların tayini
Konu I
Çeşitli hükümetlerde medeni kanunların sadeliği
üzerine
Saltanat hükümetinin kanunları istibdat
hükümetinin kanunları kadar sade değildir.
Saltanat hükümetine mahkemeler gerek.
Mahkemelere de karar vermek gerek. Bu kararlar bir
yere konup saklanmalı; aynı konu üzerine dün
verilmiş olan kararın aynen verilmesini sağlamak
maksadıyla bu kararların öğrenilmesi gerek. Böylece
devletin anayasası gibi, vatandaşın malı da mülkü
de hayatı da güvenlik altına alınmalı ve istikrara
kavuşturulmalı.
Saltanat hükümetinde mal, mülk ve hayattan
başka onur üzerine de yargıda bulunacak olan
adalet mekanizması, derin ve ince araştırmaları
gerektirir. Hâkimin görevi, dava sayısı arttıkça,
karara bağlayacağı davalardaki çıkarlar büyüdükçe
daha nazik bir duruma girer.
Bu çeşit devletlerin kanunlarında, özel
olayların sayısını artıran, insan aklını bir çeşit sanat
haline sokan bir sürü kurala, bir sürü daralma ve
genişlemeye rastlarsak şaşmamalıyız.
Saltanat hükümeti tarafından kurulmuş olan
konum, köken, sınıf farkı çoğu zaman mal ve
mülkün niteliğinde de birtakım ayrılıklar meydana
getirir. Bu devletin yapısıyla ilgili kanunlar ise söz
konusu ayrılıkların sayısını durmadan çoğaltabilir.
Örneğin, bizde mülk ya atalardan kalmadır ya
kazanılmıştır ya da evlenme yoluyla elde edilmiştir;
ya çeyiz yoluyla gelmiştir, ortaktır, ya da doğrudan
doğruya kadına aittir; ya babadan kalmıştır ya da
anadan. Daha çeşitli menkul mallar da olabilir;
serbest ya da şartlı ya dede mirası ya da başka bir
yerden intikal etmiş; soyluluk mirası ya da soyluluk
dışında edinilmiş bir miras; gelir getiren toprak ya
da para. Bu mülklerin her biri özel kurallara
bağlıdır; uygulamak için bu kuralları bilmek gerek;
bu da kanunlarda sadelik diye bir şey bırakmaz.
Ülkelerimizde tımar, has, zeamet gibi mülkler
de miras halini aldı. Soylu sınıfının belli bir mülkü
olması gerekti; yani, mülk sahibinin hükümdara
hizmet edebilecek durumda olması için tımar, has
ve zeametin şöyle bir hatırı sayılır gelir sağlaması
gerekti. Bu da çeşitli kuralların meydana gelmesine
sebep oldu. Örneğin, bazı ülkelerde tımar, has ve
zeametin kardeşler arasında paylaşılmasına izin
verilmedi. Bazılarında ise küçük kardeşlerin hakları
biraz daha geniş tutuldu.
Eyaletlerinin her birini tanıyan hükümdar, ya
çeşitli kanunlar çıkartır ya da çeşitli gelenekleri
kabul eder. Ama zorba hükümdar hiçbir şey bilmez,
hiçbir şeye önem vermek istemez. Onun için genel
bir davranış gerek. Her yerde bir olan sert ve kesin
iradesiyle memleketi yönetir; ayaklarının altında
her şey dümdüz olur.
Saltanat hükümetlerinde mahkemelerin
yargıları çoğaldıkça, yargı özel kararlarında bazen
birbiri ile çelişen kararlar görülür. Bu da, ya birbiri
ardı sıra gelen hâkimlerin ayrı ayrı düşüncede
olmasından ya aynı davaların bazen iyi bazen kötü
bir şekilde savunulmasından ya da insanların
elinden geçen işlerin hepsine kötü niyetin
karışmasından ileri gelir. Kanun koyucunun, ılımlı
hükümetlerin bile ruhuna aykırı görüp zaman
zaman tedavi ettiği zorunlu bir hastalıktır bu.
Çünkü, mahkemelere başvurmak zorunluluğu
duyulduğu zaman, bu zorunluluk, kanunların
çelişmesinden ve kararsızlığından değil, anayasanın
niteliğinden doğmalıdır.
Kişiler arasında zorunlu olarak sınıf farkları
bulunan hükümetlerde birtakım ayrıcalıkların da
bulunması gerekir. Bu da yine kanunların sadeliğini
bozar ve bin bir istisnaya yol açar.
Topluma ve hele bu ayrıcalığı verene en az ağır
gelen ayrıcalıklardan biri de, davasını falan
mahkemede değil de falan mahkemede savunma
ayrıcalığıdır. İşte size bir sürü zorluk daha; yani
hangi mahkemede davasını savunacağını bilmek
zorluğu.
İstibdat devletlerinde yaşayan insanların
durumu ise bambaşkadır. Bu çeşit ülkelerde kanun
koyucunun neye dayanarak kanun yapacağını,
hâkimin de neye dayanarak yargılanacağını pek
anlayamıyorum. Bütün arazi hükümdarın malı
olduğuna göre, toprak mülkiyeti üzerinde medeni
kanun diye bir şey yok demektir. Hükümdarın
veraset hakkı olduğuna göre, veraset üzerine de
medeni kanun yok demektir. Bazı ülkelerde
hükümdar ticareti de tek başına yürüttüğüne göre
ticaret üzerine kanunlara da lüzum yok demektir.
Erkekler köle sınıfından kızlarla evlendiklerine göre,
drahoma üzerine, kadınlara sağlanması gereken
yararlar üzerine de bir medeni kanun yok demektir.
Ülkede bir sürü kölenin bulunması ise hiç kimsenin
kendi iradesiyle iş görmediğini gösterir. Şu halde
bunlardan hiçbiri, davranışlarından ötürü hâkimin
karşısında sorumlu tutulamaz. Manevi
davranışların çoğu, ancak babanın, kocanın ya da
efendinin emri ile yapıldığına göre bunlar için de
hâkimlere başvurulamaz. Sözün kısası, her işi kendi
aralarında düzene koymaya çalışırlar.
Söylemeyi unutuyordum, onur dediğimiz şey
bu devletlerde bilinmediği için, bizde büyük bir
önem taşıyan onurla ilgili olaylardan hiçbiri
oralarda dikkate alınmaz. İstibdat yönetimi kendi
kendisiyle yetinir, çevresinde bir boşluk vardır.
Nitekim, istibdadın hüküm sürdüğü ülkelere gidip
gören kişiler, bize o ülkelerin medeni kanunlarından
pek öyle söz açmazlar[66].
Demek oluyor ki, kavga, dava konusu diye bir
şey bırakılmamıştır oralarda. Dava açmak
isteyenlere karşı kötü davranılmasının
nedenlerinden biri de budur işte: Bir sürü kanun
tarafından gizlenmiş, örtbas edilmiş ya da
korunmuş olmadığından iddialarının yersizliği
apaçık meydana çıkar.
Konu II
Çeşitli hükümetlerde ceza kanunlarının sadeliği
üzerine
Adaletin her yerde Türkiye’de olduğu gibi
uygulanması gerektiğini öteden beri işitir dururuz.
Demek oluyor ki aydın kişiler için dünyanın en
önemli olan şeyini, insan topluluklarının en az
aydın olanlarından biri apaçık görüp ortaya
çıkarmış.
Bir vatandaşın malına sahip olmak ya da
uğradığı bir hakaret yüzünden gerekli tazminatı elde
etmek için çektiği zahmetle karşılaştırdığımız
zaman, adaletin gerektirdiği resmi muamelelerin
fazlalığı derhal gözünüze çarpar. Aynı resmi
muameleleri, vatandaşların hürriyet ve güvenliğiyle
ilgili alanlarda da incelerseniz bu konuda gerekli
hükümlerin çok az olduğunu görürsünüz. Yine
görürsünüz ki her vatandaş hürriyetini elde etmek
için adalet uğrunda bir sürü zahmetlere, masra ara
katlanmak, uzun zaman beklemek, birçok tehlikeye
atılmak zorundadır.
Kişinin servetine, canına ve onuruna pek az
önem verilen Türkiye’de, bütün davaları şu ya da bu
şekilde çabucak sonuçlandırırlar. Sonuçlandırma
tarzının hiçbir önemi yoktur, yeter ki dava
sonuçlansın. Önce paşa davanın konusu üzerinde
aydınlanır, ondan sonra da kendi kafasına göre
davacılarla dava edilenleri bir güzel falakaya
çektirir; arkasından da hepsini evlerine gönderir.
Davacıların işin üstüne düşmeleri tehlikelidir.
Böyle bir şey, hakkını elde etmek için şiddetli bir
isteği, bir kini, kafada bir tasarıyı, davayı takipte bir
ısrarı gerektirir. Korkudan başka hiçbir duygunun
bulunmaması gereken bir hükümette, her şeyin hiç
farkına varılmadan birdenbire ihtilale yok
açabileceği bir ülkede, bu saydıklarımızdan
kaçınmak lazım. Kişi, hâkimin, kendinden söz
açıldığını duymaması gerektiğini, güvenliğini de
ancak silik kalmak suretiyle sağlayacağını bilmeli.
Ama ılımlı devletlerde, her vatandaş kafasının
büyük bir değer taşıdığı devletlerde, kişinin
onuruyla malını ancak uzun bir incelemeden sonra
elinden alırlar. Onu, bizzat vatan tarafından
suçlandırıldığı takdirde ölüme mahkûm ederler;
vatan da, onu ancak, kendisine hayatını savunmak
için gerekli bütün imkânları verdikten sonra suçlar.
Bunun içindir ki bir hükümdar mutlak
egemenliğini artırmak istedi mi her şeyden önce
kanunları sadeleştirmeyi düşünür[67]. Böyle bir
devlette de, insanların hiçbir değer verilmeyen
hürriyetleri değil, daha çok özel kusurları göze
çarpar.
Cumhuriyetlerde ise en az saltanat
hükümetlerindeki kadar formalite gerektiğini
görüyoruz. Her iki hükümet şeklinde de bu
formaliteler, vatandaşların onuruna, servetine,
canına ve hürriyetine verilen değer ölçüsünde artar.
Cumhuriyet hükümetinde bütün vatandaşlar
eşittir; istibdat hükümetinde de bu böyledir.
Birincisinde insanlar eşittir, çünkü insan her şeydir;
ikincisinde insanlar yine eşittir, çünkü insan hiçbir
şey değildir.
Konu III
Hangi hükümetlerde ve ne gibi durumlarda
vatandaşları kesin bir kanun metnine göre
yargılamak gerekir
Bir yönetim biçimi ne kadar cumhuriyete
yaklaşırsa, yargılama usulü de o kadar sabit bir şekil
alır. Lakedemonya Cumhuriyetinde, hâkimlerin
ellerinde kendilerine yol gösterecek kanunlar
olmadan key yargılarda bulunmaları bir kusurdu.
Roma’da da ilk konsüller Lakedemonya hâkimleri
gibi yargılarlardı. Çok geçmeden bunun sakıncalı
olduğunu anlayıp kesin kanunlar çıkardılar.
İstibdat yönetimlerinde kanun diye bir şey
yoktur; hâkim kendi kendinin kuralıdır. Saltanat
devletlerinde ise bir kanun vardır. Bu kanunun
kesin olduğu yerde hâkim onu uygular; kesin
olmadığı yerde kanunun ruhunu aramakla yetinir.
Cumhuriyet hükümetine gelince, burada
hâkimlerin kanun metinlerini olduğu gibi
uygulamaları, devlet yapısının niteliği
gereklerindendir. Malı mülkü, onuru ya da canı söz
konusu oldu mu, bir kanun, hiçbir vatandaşın
aleyhinde yorumlanamaz.
Roma’da hâkimler, yalnız, sanığın belli bir suçu
işleyip işlemediği üzerinde kanılarını söylerlerdi;
ceza ise, o çağda yapılmış olan kanunlarda
görüldüğü gibi kanunun metninden çıkarılırdı.
Bunun gibi İngiltere’de de jüri, sanığın, söz konusu
olan suçu işleyip işlemediği hakkındaki kanısını
belirtir; suçlu olduğunu bildirirse, hâkim bu suç için
kanunun belirttiği cezayı verir. Bunun için de iki
gözü olması yeter.
Konu IV
Yargılama usulleri üzerine
Bundan da çeşitli yargılama usulleri meydana
çıkar. Saltanat hükümetlerinde hâkimler hakem
tarzını benimserler; birlikte tartışırlar, düşüncelerini
birbirlerine söyleyip uzlaşırlar; hâkimler bir başka
hâkimin kanısına uymak için kendi kanılarını
değiştirmekten çekinmezler; en az oy alan kanılar
daha çok oy alan iki kanıdan birine katılır. Böylesi,
cumhuriyet hükümetinin ruhuna uygun düşmez.
Roma ile Yunan kentlerinde, hâkimler birbirlerine
düşüncelerini söylemezlerdi. Her biri kendi kanısını
şu üç şekilden biriyle belirtirdi: Bağışlıyorum,
mahkûm ediyorum, bana öyle gelmiyor[68]. Çünkü
millet yargılardı ya da yargılar gibi yorumlanırdı.
Ama halk kanun adamı değildir; hakemlere özel
olan değişiklikler ve ölçüler onun işi olamaz; ona bir
konu, bir olay, yalnız bir olay vermek gerek; ondan
yalnız, mahkûm etmek mi, bağışlamak mı, yoksa
kararı geciktirmek mi gerektiğini belirtmesini
isteyebiliriz.
Yunanlıları örnek alan Romalılar birçok
davranış formülleri kabullendiler ve her davayı
kendi öz davranış formülüne göre yönetmek
zorunluluğunu yerleştirdiler. Onların yargılama
tarzlarında böyle davranmaları gerekliydi.
Problemin durumunu tespit etmek ve daima halkın
gözleri önünde bulundurmak zorundaydılar. Aksi
takdirde büyük bir dava sırasında, problemin
durumu durmadan değişir, tanınmaz bir hal alırdı.
Bunun içindir ki Roma’da hâkimler, dileğin,
hiçbir şey katmadan, hiçbir şey eksiltmeden, hiçbir
değişiklik yapmadan sadece kesin bir şekilde
belirtilmesini isterlerdi. Ama pretör’ler, iyi niyetli
denen başka davranış formülleri ortaya attılar; bu
formüllerde yargı daha çok hâkimin kanısına bağlı
kalıyordu. Bu tarz, saltanat hükümetinin
anlayışına daha uygundu. Nitekim Fransız kanun
adamlarının, “Fransa’da bütün davranışlar iyi
niyete bağlıdır” dediklerini görüyoruz.
Konu V
Hangi çeşit hükümette hükümdar hâkimlik
yapabilir
Machiavel, Floransa’da hürriyetin yok
olmasının, Roma’da olduğu gibi kendisine karşı
işlenen ihanet suçunu milletin bir bütün olarak
yargılamamasından ileri geldiğini söylüyor. Bu iş
için sekiz kişilik bir mahkeme vardı, ama diyor
Machiavel, “Az kişi yine az kişi tarafından baştan
çıkartılır.” Bu büyük adamın özdeyişini ben de
kabullenirdim ama bu gibi hallerde siyasi çıkar
medeni çıkarı âdeta zorladığından (Çünkü halkın
hem suçlu hem hâkim durumunda olması öteden
beri sakıncalıdır), buna karşı koymak için
kanunların, yetkisi olduğu ölçüde, özel kişilerin
hayatlarını güvenlik altında bulundurması lazım.
Bu düşünce ile, Romalı kanun koyucular iki hal
çaresi buldular: Sanıkların mahkeme kararından
önce memleketten dışarı çıkmalarına izin verdiler,
bir; halk, sanıkların mallarına el koymasın diye bu
malların hayır işlerine ayrılmasına karar verdiler,
iki. Halkın yargılama konusundaki yetkisine
konulan öteki sınırları XI. kitapta göreceğiz.
Solon, suçların yargılanması konusunda halkın
kendisine verilen yetkiyi kötüye kullanmasını
önlemek için gerekli önlemlerin neler olduğunu çok
iyi görmüştür. Nitekim, davayı bir kere de
Aréopage’ın görmesini, sanığın haksız yere beraat
ettirildiğine inanırsa halkın huzurunda onun
yeniden suçlanmasını, haksız yere mahkûm
edildiğine inanırsa cezayı durdurup yeniden
yargılanmasını istemiştir. Böylece halkı, hem en çok
saygı gösterdiği resmi bir makamın sansörüne, hem
de kendi sansörüne tabi kılan fevkalade bir kanun
ortaya atmıştır.
Bu gibi işlerde, hele sanık tutukluysa, halkın
sükûnete kavuşmasını ve kararını soğukkanlılıkla
vermesini sağlamak için yavaş hareket edilmesi çok
yerinde olur.
İstibdat devletlerinde, hükümdar bizzat
yargılayabilir. Saltanat hükümetlerinde ise böyle bir
şey yapamaz. Hükümetin yapısı yıkılır, hükümdara
bağlı ara kuvvetler yok olur. Yargılama ile ilgili
bütün resmi işlemler durur; bütün yürekleri korku
kaplar; bütün suratların sarardığı görülür. Güven,
onur, sevgi, inanç, saltanat diye bir şey kalmaz.
Dahası var. Saltanat hükümetlerinde
hükümdar, sanıklar aleyhinde kovuşturma açtırtan,
ceza verdiren ya da affettiren taraır; bizzat
yargılamaya kalksa hem hâkim hem de davacı olur.
Yine bu devletlerde çoğu zaman hükümdar
mala el koyan kişidir. Suçları yargılarsa, yine hem
hâkim hem davacı olur.
Üstelik egemenliğinin en güzel niteliğini, yani
suçu bağışlama yetkisini yitirir. Bizzat verdiği kararı
bozması manasız bir şey olur da ondan. Kendi
kendisiyle çelişmek istemez herhalde. Zaten böyle
bir şey bütün kafaları karıştırır, hiç kimse bir sanığın
beraat mi edeceğini yoksa affa mı uğrayacağını
bilemez.
XIII. Louis, dük de la Valette’in
yargılanmasında hâkimlik yapmak istediği, bunun
için de parlamentodan bazı üyelerle danıştaydan
birkaç üyeyi huzuruna çağırıp onları dükü
tutuklamak için zorladığı zaman, başkan Bellièvre,
bu işte acayip bir taraf gördüğünü, bir hükümdarın
tebaası aleyhine açılan davada kanısını
belirtmesinin doğru olmadığını, kralların
kendilerine yalnız affetme yetkisini alıkoyduklarını,
yargılama işini doğrudan doğruya hâkimlerine
gördürdüklerini söylemiş ve “Nasıl olur da
haşmetmeap efendimiz, verecekleri kararla bir saat
sonra öldürülecek olan bir insanı huzurlarında sanık
sandalyesinde otururken görebilirler?” demiş.
Arkasından da, bir hükümdarın lütuf ve iyilikten
başka bir şey anlatmayan yüzünün böyle bir şeye
dayanamayacağını, şöyle bir görülmesiyle
kiliselerdeki yasakları bile ortadan kaldırdığını,
tebaaların bir hükümdarın huzurundan yüzleri
gülerek çıkması gerektiğini ilave etmiş. Esas
hakkında karar verildiği zaman yine aynı başkan
şahsi kanısında, “Fransa kralının hâkim sıfatıyla ve
şahsi kanısıyla bir soyluyu ölüme mahkûm etmesi
görülmemiş bir şey, bugüne kadar tarihimizde
meydana gelmemiş bir olaydır” diyor[69].
Hükümdarların verecekleri yargılar bitmek
tükenmek nedir bilmeyen bir haksızlık ve kötüye
kullanma kaynağı olur; dalkavuklar da bu yargıları,
hükümdarı durmadan rahatsız etmek suretiyle
zorlarlar. Bazı Roma imparatorları yargılama
konusunda şiddetli bir istek göstermişlerdi.
İşledikleri haksızlıklar ise dünyayı öylesine
şaşırtmıştır ki, başka hiçbir çağda hiçbir hükümet
şeklinde bunu göremiyoruz.
Tacitus, “Claudius, davalar hakkında bizzat
karar vermek, hâkimlerin görevini bizzat görmek
istediğinden birçok kötülüklere, yağmalara yol
açmıştır” diyor. Nitekim, Claudius’tan sonra
imparator olan Neron halkı huzura kavuşturmak
amacıyla, “Davacılarla sanıkların, sarayın duvarları
arasında birkaç sorumsuz kişinin utanılan yetkisi
altında kalmaması için hiçbir dava hakkında
kanımı belirtmeyeceğim” diyor.
Zozime de, “Arcadius’un hükümdarlığı
sırasında iiracılar sürüsü öylesine çoğaldı ki, sarayı
avuçlarının içine alıp fesat saçtılar” diyor, “Bir
adam öldüğü zaman çocuğu yokmuş farz ediyorlar
ve imparatorun bir buyruğuyla bütün malını
başkalarına veriyorlardı. Çünkü hükümdar son
derece budala, buna karşılık karısı aşırı derecede
becerikli idi. Böylece, uşakları ile yanında çalışan
kadınların doymak nedir bilmeyen açgözlülüklerini
gidermeye çalışıyordu. Öyle ki, aklı başında,
namuslu kişiler için ölümü istemekten başka çare
kalmıyordu.”
Procope, “Vaktiyle sarayda çok az kişi vardı”
diyor, “Ama Justinianus devrinde, hâkimler
yargılamak yetkisini yitirdiklerinden mahkemeler
boşalmış, hükümdarın sarayı ise, davalarına
bakılmasını ricaya gelenlerin sesleriyle dolmuştu.”
Sarayda, kararların, hatta kanunların nasıl
satıldığını bilmeyen yoktur.
Kanun, hükümdarın gözleridir; kanunsuz
göremeyeceği şeyleri kanun yoluyla görür.
Mahkemelerin gördüğü işi kendisi mi görmek
istiyor? O zaman, kendi iyiliği için değil,
dalkavukları için kendi aleyhine çalışıyor demektir.
Konu VI
Saltanat hükümetinde bakanlara yargılama
yetkisi verilmemeli
Saltanat hükümetinde bakanların bizzat
davalara bakmaları da büyük bir sakınca oluşturur.
Bugün bile bazı devletlerde, mali davaları
yargılamak için sayısız hâkim bulunduğu halde,
inanır mısınız bilmem, bu işi de bizzat yargılamak
isteyen bakanlar vardır. Bu konuda insanın aklına
birçok şey geliyor ama ben burada yalnız şunu
söylemekle yetineceğim.
Olayların niteliği bakımından hükümdarlık
yetkisiyle, mahkemeler arasında bir çeşit çelişme
vardır. Hükümdarlık meclisinde az sayıda insan,
davalara bakacak olan mahkemelerde ise çok sayıda
insan bulunmalı. Bunun nedeni de şu ki,
hükümdarlık meclisinde işleri âdeta heyecanla ele
alıp o şekilde incelemek gerek. Bunu da ancak dört
beş kişiden bekleyebiliriz. Davalara bakacak
mahkemelerin ise aksine soğukkanlı olması, bütün
davaları da hiçbir tarafı tutmadan yargılaması
gerek.
Konu VII
Tek hâkim üzerine
Böyle bir hâkim yalnız istibdat hükümetinde
olabilir. Tek hâkimin yetkisini ne dereceye kadar
kötüye kullandığını Roma tarihinde görmek
mümkündür. Kendi yaptığı kanuna bile aykırı
hareket eden Appius’un mahkeme kürsüsünde öteki
kanunları küçümsememesine imkân var mıydı?
Titus-Livius bize on kanun yazarından birinin
işlediği haksızlığı anlatır. Şöyle ki: Virginie adında
bir kızı “Kölemdir” diyerek isteyen bir adamı, kanun
yazarı, bir yere kapatmış. Virginie’nin akrabaları da
yürürlükte olan kanun gereğince, kesin karara değin
Virginie’nin kendilerine teslimini istemişler. Bunun
üzerine kanun yazarı, kanunun kızı yalnız babasına
teslim etmeyi emrettiğini, Virginius da ortada
olmadığına göre kanunun uygulanmasına imkân
bulamayacağını söylemiş.
Konu VIII
Çeşitli hükümetlerdeki suçlamalar üzerine
Roma’da bir vatandaşın başka bir vatandaşı
suçlaması mümkündü. Her vatandaşın, kamu
yararı için sınırsız bir çaba göstermek zorunda
olduğu cumhuriyet hükümetinin ruhuna, her
vatandaşın vatanın bütün haklarını avucunun
içinde bulundurmak yetkisine sahip olduğu
cumhuriyet hükümetinin ruhuna uygun bir
davranıştır bu. İmparatorlar zamanında da
cumhuriyetin bu temel ilkelerine uyuldu ama çok
geçmeden de kötü niyetli bir insan tipinin, bir
dedektif sürüsünün türediği görüldü. Becerisi çok
ama içi bozuk, ruhu kötü ama gözü yükseklerde
olan her insan, mahkûmiyeti, hükümdarın hoşuna
gidebilecek bir suçlu aramaya başladı. Yükselmek,
zengin olmak için başlıca yollardan biriydi bu.
Şimdi artık, bu çeşit insanlar yok aramızda.
Bizim bugün, hayranlık uyandıran bir
kanunumuz var. O da, kanunları yürütmek için
başımıza getirdiğimiz hükümdarın, kendi adına
bütün suçları kovuştursun diye her mahkemeye bir
memur atamış olmasıdır. Bu yüzden de artık bizler
dedektif diye bir şey bilmiyoruz. Bu memurun da
görevini kötüye kullandığına dair içimizde bir kuşku
uyanırsa, kovuşturmakta olduğu suçu kimin haber
verdiğini söylemeye mecbur tutarız onu.
E atun kanunlarına göre, herhangi bir suçu
hâkimlere haber vermeyenlerin, ya da bu konuda
onlara yardım etmeyenlerin cezalandırılması
gerekir. Böyle bir şey bugünkü duruma uygun
düşmez. Savcılık makamı vatandaşların yerine her
şeye göz kulak olmaktadır. Gereken işi o görür,
vatandaşlar da huzur içinde yaşarlar.
Konu IX
Çeşitli hükümetlerde cezaların ağırlığı üzerine
Cezaların ağır olması, ilkesi korku salmak olan
istibdat hükümetine, temel ilkesi onurla fazilet olan
saltanat hükümetiyle cumhuriyet hükümetinden
daha uygun düşer.
Ilımlı hükümetlerde vatan sevgisi, utanma ve
küçük düşme korkusu, birçok suçun işlenmesini
önleyen baskı nedenleridir. Kötü bir davranışın en
büyük cezası, o davranışın kötü olduğuna
inanmaktır. Böyle olunca da, medeni kanunlar
kişiyi kolaylıkla yola getirir ve aşırı bir şiddeti
gerektirmez.
Bu gibi devletlerde, iyi bir kanun koyucu,
suçları cezalandırmaya değil, önlemeye çalışır;
işkence etmeye değil, ahlakı yükseltmeye çabalar.
Çinli yazarların devamlı olarak üzerinde
durdukları bir nokta var ki o da şu: Ülkelerinde
işkence ne kadar artarsa ihtilal de o kadar
yaklaşırmış. Bu ise ahlak düştükçe, işkencenin
artırılmasından ileri gelen bir olaydır[70].
Aşağı yukarı bütün Avrupa devletlerinde
milletler hürriyete yaklaştıkça ya da uzaklaştıkça,
cezaların da azalmış ya da artmış olduğunu ispat
etmek işten bile değildir.
İstibdat hükümetlerinde insanlar öylesine
bahtsız bir hayat sürerler ki hayata pek öyle bağlı
olmamakla beraber ölümden korkarlar; şu halde
işkence oralarda daha şiddetli olmalı; ılımlı
devletlerde ise insanlar ölümün kendisinden değil
de, yaşama hürriyetini yitirmekten korkarlar; şu
halde, buralarda, kişinin yaşama hürriyetini
elinden alan cezalar yeter.
Aşırı derecede mutlu kişilerle aşırı derecede
umutsuz kişiler aynı şekilde sertliğe eğilimlidirler.
Örneğin, keşişlerle fatihler. Yumuşaklıkla acıma
duygusu, orta halli bir hayatla mutluluk ve
mutsuzluk karmasından doğar.
Özel olarak kişilerde görünen şeyi çeşitli
milletlerde de görmek mümkündür. Son derece ağır
bir hayat süren vahşilerle, talihin yalnız bir kişiye
göz kamaştırıcı bir şekilde gülümsediği, milletin geri
kalan bölümüne ise hiç gülümsemediği istibdat
hükümetlerinde insanoğlu aynı şekilde zalimdir.
Yumuşaklık yalnız ılımlı hükümetlerde vardır.
Tarih kitaplarında, padişahların adalet
konusunda verdikleri o korkunç örnekleri
okuduğumuz zaman insanoğlunun çektiği acıları
içimiz burkula burkula duyarız.
Ilımlı hükümetlerde iyi bir kanun koyucu için
her şeyi ceza içerecek hale sokmak işten bile değildir.
Isparta’da, bir erkeğin karısını başkasına ödünç
verememesinin, bir başkasının karısını da ödünç
alamamasının, evinde yalnız bakirelerle yaşamak
zorunda tutulmasının başlıca cezalardan biri olması
şaşılacak bir şey değil mi? Sözün kısası, kanunun
ceza dediği şey gerçekten cezadır.
Konu X
Eski Fransız kanunları üzerine
Saltanat hükümetinin ruhunu tam olarak eski
Fransız kanunlarında bulmak mümkündür. Para
cezası söz konusu oldu mu soylu olmayanlar soylu
olanlardan daha ha f bir cezaya çarpılırlardı.
Cinayetlerde ise bunun tam tersi olurdu. Suçu
işleyen soylu, onurunu, mahkemelerde üyelik etme
yetkisini yitirirdi. Onurlu olmayan halk sınıfından
kişi ise doğrudan doğruya bedeni cezaya çarpılırdı.
Konu XI
Bir millet faziletli ise ceza hafif olmalı
Romalılar namuslu kişilerdi. Bu namus
öylesine kuvvetli idi ki, kanun koyucu halkı doğru
yola yöneltmek için çoğu zaman ona bu doğru yolu
göstermekten başka bir şey yapmak ihtiyacını
duymazdı. Emirname çıkarmaya lüzum kalmaz,
halka öğüt vermek yeterdi.
Krallık kanunlarıyla on iki levha
kanunlarındaki cezaların hemen hepsi ya Valerius
kanununun ya da Porcia kanununun sonucu olarak
cumhuriyet devrinde ortadan kaldırıldı. Bu yüzden
de, cumhuriyetin daha kötü bir şekilde işlediğini,
disiplinin bozulduğunu gören, söyleyen
çıkmadı.[71]
Davasının halk huzurunda yeniden
görülmesini isteyen bir vatandaş aleyhinde
kovuşturmada bulunmak yetkisini hâkimin elinden
almış olan Valerius kanunu, halk oyuna başvuranı,
sadece kötü kişi damgasıyla cezalandırırdı.
Konu XII
Cezaların etkisi
Deney göstermiştir ki, cezaların ha f olduğu
ülkelerde ceza, vatandaşın ruhunu etkiler, tıpkı
cezaların daha ağır olduğu ülkelerdeki gibi.
Bir devlette kusurlu bir taraf olduğu anlaşılır
anlaşılmaz, sert bir hükümet bu kusuru bir anda yok
etmek ister. Bunun için de eski kanunları
uygulamayı akıl edecek yerde, kötülüğü bir anda
önleyecek şiddetli bir ceza ortaya atar. Ama
hükümetin dayanağı yıpranır. Hayal gücü, ha f
cezaya alıştığı gibi ağır cezaya da alışır. Ha f
cezadan duyulan korku azalınca, her olay için çok
geçmeden ağır bir cezaya başvurmak mecburiyeti
hâsıl olur. Eşkıyalık bazı ülkelerde sık sık olan
şeylerdendi. Önünü almak istediler; bunun için de
çarka vurma cezasını koydular; gerçekten de bir
süre, bu çeşit olayların önü alınmış oldu. Ama
ondan sonra da eşkıyalık eskisi gibi aldı yürüdü[72].
Zamanımızda askerden kaçma suçu sık sık
işlenen bir suçtur. Asker kaçaklarını ölüme mahkûm
ettiler ama kaçanların sayısı azalmadı. Bunun çok
doğal bir nedeni var: Her gün hayatını tehlikeye
atmaya alışık bir asker, böyle bir cezadan doğacak
tehlikeyi küçümser ya da küçümsemekle övünür.
Aynı asker her gün küçük düşürülmekten korkmaya
da alışmıştır. Şu halde ona, kendisini bütün hayatı
boyunca küçük düşürecek bir ceza vermek
gerekir[73]. Cezayı ağırlaştırdıklarını sandılar ama
aslında hafifletmiş oldular.
İnsanları, aşırı çarelere başvurarak değil,
doğanın verdiği imkânlardan faydalanarak
yönetmek gerekir. Bütün ahlaksızlıkların
nedenlerini incelersek, bunların, cezaların
ha iğinden değil, suçların cezasız kalmış
olmasından ileri geldiğini görürüz.
Biz de, insanlara, utanma gibi bir afeti bela
etmiş olan doğaya uyalım ve öyle davranalım ki,
cezanın en büyük kısmı utanma duygusuna
katlanmak olsun.
Utanmanın bir işkence sonucu sayılmadığı
ülkeler varsa eğer, bu da suçlularla suçsuzları aynı
cezalara çarptıran istibdat yönetiminden ileri
gelmektedir.
İnsanların sırf çok ağır işkenceler yüzünden suç
işlemedikleri ülkeler de varsa eğer, bilin ki bu da,
daha çok, ha f suçlar için bile bu işkencelere
başvuran hükümetin sertliğinden ileri geliyordur.
Bir kötülüğü ortadan kaldırmak isteyen kanun
koyucu yalnız bu kötülüğü düşünür; gözlerini yalnız
o tarafa çevirir, sakıncalara bakmaz bile. Kötülük
ortadan kalkmaya görsün, işte o zaman herkes
yalnız kanun koyucunun sertliğini görür, başka bir
şeyi değil. Böylece devlette de, bu sertliğin bıraktığı
kötü bir iz yerleşmiş olur; kafalar bozulmuş,
istibdada alışmıştır artık.
Lysandros Atinalıları yendikten sonra esirleri
yargıladılar. Atinalıları, iki kadırgada bulunan
esirleri suya atmakla, mecliste, ellerine geçirecekleri
esirlerin ellerini kesmek için karar almış olmakla
suçladılar. Bu karara aykırı oy kullanmış olan
Adymante’den başka hepsini boğazlattılar.
Lysandros, Philocles’i öldürtmeden önce
Yunanlıların ahlakını bozduğu ve bütün
Yunanistan’a nasıl zulmedileceğini öğrettiği için
sitem etmekten de geri kalmadı[74].
Plutarkhos, “Argoslular, vatandaşlarından bin
beş yüzünü öldürdükleri zaman, Atinalıların gözü
korkmuş ve tanrıların, böyle bu derece kötü bir
düşünceyi Atinalıların kafasından silmesi için
birçok kurban kesmişlerdir” der.
İki çeşit bozulma vardır: Birincisi, halkın
kanunlara uymamasından doğar; ikincisi, halkın
kanunlar tarafından bozulmasıdır. Tedavisi güç bir
hastalıktır bu. Bizzat devanın içinde bulunan bir
hastalıktır da ondan.
Konu XIII
Japon kanunlarının yetkisizliği
Aşırı cezalar istibdat yönetimini bile bozar.
Japonya’ya bir göz atalım.
Orada hemen hemen bütün suçların cezası
ölümdür; çünkü Japon imparatoru gibi büyük bir
hükümdara itaatsizlik, büyüğün büyüğü bir suçtur.
Söz konusu olan, suçluyu yola getirmek değil,
hükümdarın öcünü almaktır. Bu düşünceler,
kölelikten ve bilhassa, hemen bütün suçların
doğrudan doğruya ülkenin sahibi olan imparatorun
çıkarlarına karşı işlenmiş sayılmasından ileri
gelmektedir.
Hâkimlerin yüzüne karşı yalan söyleyenlere de
ölüm cezası verilir; tabii savunmaya aykırı bir şeydir
bu da ondan.
Suça benzer bir yanı olmayan davranışlar bile
orada ağır bir şekilde cezalandırılır. Örneğin;
parasını kumarda tehlikeye koyan kişi ölüm
cezasına çarptırılır.
Bu inatçı, bu değişik istekli, bu azimli, bu
acayip milletin, bütün tehlikelere ve bütün
felaketlere göğüs geren bu milletin insanı hayrette
bırakan karakteri, kanunların korkunç olmasına
rağmen ilk bakışta kanun koyucuları hoş gösterirse
de, ölümü hiç çekinmeden küçümseyen, önemsiz bir
olay yüzünden karnını yarmaktan korkmayan bir
milletin devamlı olarak işkence ile karşı karşıya
bırakılması acaba yola gelmesini ya da suç
işlemekten vazgeçmesini sağlayabilir mi? Hem
sonra, işkenceye de alıştırılmış olmaz mı?
Sefaretnamelerden anlıyoruz ki, Japonlar,
eğitim konusunda, cezaya karşı koydukları için
çocuklara yumuşak davranılması gerektiğini, hemen
kendilerini savunmaya geçtikleri için de kölelere
karşı kötü davranılmaması gerektiğini kabul
ederlermiş. Aile yönetiminde hâkim olması gereken
anlayıştan, siyasi ve medeni yönetim tarzında
izlenmesi gereken anlayışı çıkarmak mümkün değil
midir?
Akıllı uslu bir kanun koyucu, cezalarla ödülleri
doğru dürüst bir şekilde ayarlamak, bu insanların
karakterlerine uygun düşen felse , ahlaki ve dini
özdeyişleri ortaya atmak, onur kurallarını yerli
yerinde uygulamak, utanma işkencesini telkin
etmek, devamlı bir mutlulukla tatlı bir huzurun
faydalarını göstererek insanları yola getirmek
imkânlarını araştırırdı. Ama şiddetli bir cezaya
çarpıldıkları takdirde yola gelmeye alışık olan
insanların daha yumuşak bir ceza ile yola
gelemeyeceklerinden şüphe ediyorsa o zaman, bir
kör, bir sağır gibi davranmış olur. Yukarıda söz
konusu ettiğimiz akıllı uslu kanun koyucu ise,
bağışlanmaya gerçekten değer özel durumlarda,
suçun cezasını ha etir, yavaş yavaş bütün suçlara
uygulayıncaya kadar da bu işi devam ettirir.
Ama istibdat hükümetinin bu çeşit
davranışlardan haberi yoktur; bu yollardan
yürümez o. Kendi kendini kötüye kullanır; bundan
başka bir şey de yapamaz. Japonya ise biraz daha
ileri gitmiş olduğundan daha zalim bir hal almıştır.
Her yerde ödlekleşen, bundan ötürü de
vahşileşen insanlar, ancak daha büyük bir şiddetle
yöneltilebilmişlerdir.
İşte Japonya’daki kanunların ruhu ve kökeni.
Ama bu kanunlarda kuvvet değil dehşet hâkimdir.
Hristiyanlığı ülkelerinden kaldırmayı
başarmışlardır; ama böyle görülmemiş bir gayret,
kanunların da yetersizliğine delil sayılır. Sağlam bir
düzen kurmak istediler ama bu da zayıf tara arının
büsbütün meydana çıkmasına sebep oldu.
Meako’da İmparatorla Deyro arasındaki
konuşmanın metnini okumak lazım[75]. Serseriler
tarafından boğazlanan ya da öldürülenlerin sayısı
inanılmayacak kadar çoktu; bunlar genç kızlarla
erkek çocukları kaçırırlar, geçtikleri yerleri
öğrenmesinler diye de hepsini torbaların içine
çırılçıplak koyup beklenmedik saatlerde umumi
meydanlara bırakırlardı. Aklına esen, istediği şeyi
çalmaktan çekinmezdi; binicilerini alaşağı etmek
için atların karınlarını deşerler, bayanların para ve
mücevherlerini almak için arabaları devirirlerdi.
Geceyi açık hava tiyatrolarının tribünlerinde
geçirdikleri takdirde muhakkak öldürülecekleri
söylenen Hollandalılar derhal oradan uzaklaştılar,
vesaire...
Başka bir konuya da şöyle bir dokunup
geçeceğim. Kendini iğrenç zevklere kaptırmış olan
imparator evlenmek istemiyordu. Mirasçısı
olmadan ölmek ihtimali vardı. Deyro kendisine son
derece güzel iki kız gönderdi. İmparator da
bunlardan biriyle sırf görünüşü kurtarmak için
evlendi ama kıza parmağını bile dokundurmadı.
Bunun üzerine dadısı Japonya’nın en güzel
kadınlarını getirtti, bunun da bir faydası olmadı.
Nihayet silah yapan bir adamın kızı hoşuna gitti; bu
kadından bir oğlu oldu. Ama, böyle bu derece aşağı
tabakadan bir kadının kendilerine tercih edilmesine
üzülen saraylı kadınlar elbirliği edip çocuğu
boğdular. Bu cinayeti imparatordan gizlediler.
Öğrenseydi muhakkak ki oluk gibi kan akardı.
Kanunların sertliği görülüyor ki bizzat kanunların
uygulanmasına engel oluyor. Ceza ölçüsüz olunca,
çoğu zaman ceza vermektense ceza vermemeyi
tercih etmek zorunda kalıyorlar.
Konu XIV
Roma senatosunun ruhu üzerine
Acilius Glabrio ile Pison’un konsüllükleri
sırasında, hile ve düzenbazlığı önlemek için Acilia
kanunu çıkartıldı[76]. Dion’a göre, C. Cornelius
adındaki tribun’un, halkın son derece eğilimli
olduğu bu suça karşı çok ağır cezalar koymak
istemesi üzerine senato, bu kanunun konsüller
tarafından teklif edilmesini istedi. Senato aşırı
cezaların insanları dehşete salacağını ama ortada
suçlamak ya da mahkûm etmek için kimsenin
kalmayacağını biliyordu. Oysa, ha f cezalar teklif
edildiği takdirde memlekette hem hâkim hem de
savcı bulunabilecekti.
Konu XV
Ceza konusunda Roma kanunları üzerine
Romalıları yanı başımda hissettiğim zaman,
ileri sürdüğüm düşüncelerde kendimi daha kuvvetli
buluyorum. Bu büyük milletin, siyasi kanunlarını
değiştirdikçe ceza konusunda da medeni
kanunlarını değiştirdiğini gördüğüm zaman
cezaların hükümetin niteliğine bağlı olduğuna daha
çok inanıyorum.
Kaçaklardan, kölelerden ve haydutlardan
oluşan bir millet için yapılmış olan krallık kanunları
çok ağır ve çok sertti. Cumhuriyet hükümetinin
ilkeleri, decemvir’lerin bu kanunları on iki levhaya
koymamasını gerektirdi; ama istibdada eğilimli olan
kişiler cumhuriyet ilkelerine uymayı akıllarından
bile geçirmemişlerdi.
Tullus Hortilius tarafından iki arabaya
bağlanıp sürüklenerek öldürülmeye mahkûm edilen
Alba diktatörü Metius Suffetius’un uğradığı
işkenceden söz açan Titius-Livius, “Bu işkence,
insanlık duygusunun yitirildiğini gösteren ilk ve son
olaydır” der. Der ama yanılır; çünkü on iki levha
kanunu böyle şiddetli hükümlerle doludur[77].
Decemvir’lerin kafalarındaki tasarıyı en çok
açığa vuran hüküm, hicviye yazarları ile şairleri
ölüm cezasına çarptıran hükümdür. Böyle bir şey
cumhuriyet yönetiminin dehasına, vatandaşları,
büyüklerin küçük düşürüldüğünü görmekten
hoşlanan cumhuriyet yönetiminin dehasına uygun
değildir. Ama hürriyeti yok etmek isteyenler,
hürriyet düşüncesini hatırlatabilecek yazılardan
çekiniyorlardı[78].
Decemvir’ler kovulduktan sonra cezaları tespit
eden kanunların hemen hepsi kaldırıldı. Bu ise
özellikle yapılmış bir şey değildi; çünkü, Porcia
kanunu Romalı bir vatandaşın ölüme mahkûm
edilmesini yasak ettiğinden, on iki levha
kanunlarındaki cezaların uygulanmasına zaten
imkân kalmamıştı. Titus-Livius, “Hiçbir millet
Romalılar kadar cezaların yumuşak olmasını
istememiştir” derken herhalde, bu çağı kastetmiş
olacak.
Cezaların yumuşaklığına bir de, herhangi bir
sanığın yargılanmadan önce memleketten çıkıp
gitmeye hakkı olduğunu ilave edersek Romalıların
az önce sözünü ettiğim cumhuriyet yönetimine özgü
dehaya gerçekten uyduklarını görürüz.
Zulmü, anarşiyi ve hürriyeti birbirine karıştıran
Sylla, Cornélienne denilen kanunları çıkarttı. Bunu
da sırf, yeni yeni suçlar ortaya atmak için yapmıştı
sanki. Birçok davranışlara cinayet adını vermek
suretiyle, her yerde cani buldu ve ne yazık ki
fazlasıyla üzerinde durulan bir uygulama sonunda
bütün vatandaşların yolunu tuzaklarla, dikenlerle
ve uçurumlarla doldurdu.
Sylla, hemen hemen bütün kanunları
uygulardı, yalnız su ve ateş kullanmayı yasak
ediyordu. Caesar buna mallara el koyma cezasını da
ilave etti. Çünkü sürgünde oldukları halde
mallarının gelirinden faydalanan zenginler, suç
işlemek konusunda daha cüretli davranıyorlardı.
İmparatorlar askeri hükümeti kurduktan sonra,
bunun halk için olduğu kadar kendileri için de
tehlikeli olduğunu anlamakta gecikmediler;
hükümeti yumuşatmaya çalıştılar; birtakım
unvanlara ve halkın bu unvanlara göstereceği
saygıya muhtaç olduklarını sandılar.
Böylece saltanat hükümetine biraz daha
yaklaştılar ve cezaları üçe ayırdılar: Devletin
büyüklerine uygulanması gereken ve oldukça ha f
olan cezalar; daha aşağı sınıan olanlara
uygulanması gereken ve daha az ha f olan cezalar;
nihayet, en aşağı sını ara uygulanması gereken ve
son derece şiddetli olan cezalar.
Zalim ve beyinsiz bir insan olan Maximin,
yumuşatılması gereken askeri yönetimi büsbütün
kışkırttı. Capitolin bu konuda, “Senato, kimi
kişilerin çarmıha gerildiğini, kimi kişilerin vahşi
hayvanlara atıldığını, kimi kişilerin de yeni
öldürülmüş hayvanların derileri içine kapatıldığını
ve bütün bunların kişinin mensup olduğu sınıf ya da
işgal ettiği mevki dikkate alınmadan yapıldığını
öğreniyordu” der, “Maximin, böylece askeri disiplini
uygulamak istiyor, bundan faydalanarak da sivil
hayattaki işleri düzene sokacağını umuyordu.”
Considérations sur la Grandeur des Romains et
leur Dédadence adındaki kitabımda [79],
Constantin’in askeri istibdadı, hem askeri hem sivil
bir istibdat haline sokmak ve böylece saltanat
yönetimine yaklaşmak için ne yaptığını görmek
mümkündür. Kitapta, bu devlette olagelen çeşitli
ihtilaller, sertlikten yumuşaklığa, yumuşaklıktan
cezasızlığa nasıl geçildiği uzun uzadıya anlatılmış
bulunmaktadır.
Konu XVI
Ceza ile suç arasındaki tam orantı üzerine
Çeşitli cezalar arasında bir ahenk kurulması
temel işlerdendir. Çünkü kişinin küçük bir suç
işlemekten çok, büyük bir suç işlemekten kaçınması,
topluma zararı az olan bir suç işlemekten çok, zararı
fazla olan bir suçu işlemekten sakınması esastır.
“Constantin Ducas olduğunu ileri süren bir
sahtekâr İstanbul’da büyük bir isyan hareketine
sebep oldu[80]. Yakalanıp kamçı cezasına çarpıldı
ama ülkenin büyük kişilerini de suçlamak istediği
için iira suçundan yakılmaya mahkûm edildi.”
Vatana ihanet suçuna verilen ceza ile iira suçuna
verilen ceza arasındaki bu orantı insanın tuhafına
gidiyor.
Bu olay, İngiltere Kralı II. Charles’ın bir sözünü
hatırlattı bana. Bir gün yolunun üzerinde, teşhir
cezasına çarpılmış bir mahkûm gören kral, bu
adamın neden buraya konulduğunu sormuş. Birisi,
“Efendimiz” diye cevap vermiş, “Bakanlarınızın
aleyhine hicviyeler yazdı da ondan.” Bunun üzerine
kral, “Hay koca budala” demiş, “Neden benim
aleyhime yazmamış? Öyle yapsaydı kendisine hiçbir
ceza vermezlerdi.”
“Doksan kişi imparator Basileus’u öldürmek
için harekete geçmiş; imparator hepsini yakalatıp bir
güzel sopaya çektirmiş, saçlarıyla vücutlarındaki
kılları yaktırmış. Bir geyik, boynuzunu,
imparatorun kuşağına geçirip havaya kaldırmış,
hükümdarın maiyetinden biri de kılıcını çektiği gibi
geyiği öldürmüş; imparator da kendisine karşı kılıç
kullandığını ileri sürerek adamcağızın boynunu
vurdurmuş.” Bu iki cezanın aynı hükümdarın
saltanatı sırasında verildiğine kim inanır?
Zamanımızda yol kesen haydutlarla hırsızlık
edip adam öldürene aynı cezanın verilmesi çok kötü
bir şey. Halkın huzurunu sağlamak için cezalar
arasında bir fark gözetmenin gerektiği artık su
götürmez bir gerçek halini aldı.
Çin’de adam öldüren hırsızları paramparça
ederler, öldürmeyenlere ise böyle bir şey yapılmaz.
Bu farktan ötürü de hırsızlar yalnız çalarlar, adam
öldürmezler.
Hırsızlarla katillere aynı cezaların verildiği Rus
ülkesinde ise, hırsızlık eden, daima öldürür. Çünkü,
der, ölülerin dili yok ki konuşsun.
Cezalar arasında bir fark yoksa eğer, hiç
olmazsa bağışlanma umutları arasında bir fark
gözetmeli. İngiltere’de hırsızlık eden adam,
öldürmez. Çünkü hırsızlar sömürgelere
gönderilmeyi umarlar, katiller için böyle bir şey söz
konusu bile olamaz.
Ilımlı hükümetlerde suçun bağışlanması çok
yararlı önlemlerinden biridir. Hükümdara tanınan
bu bağışlama yetkisi, akıllı uslu bir şekilde
uygulanırsa, çok iyi sonuçlar verebilir.
Bağışlamayan, bundan ötürü de kimse tarafından
bağışlanmayan istibdat hükümetinin ilkesi, onu
böyle bir mutluluktan yoksun bırakır.
Konu XVII
Suçlulara edilen işkence üzerine
İnsanlar kötü oldukları için, kanun onları
olduklarından daha iyiymiş gibi kabul etmek
zorundadır. Böylece, bütün suçların
cezalandırılmasında iki tanığın ifadesi yeterli
görülür. Kanun inanır onlara, sanki gerçeği dile
getirmişler gibi. Yine böyle, evlenme sonunda doğan
her çocuk meşru sayılır; sanki anne namusun ta
kendisiymiş gibi, kanun ona da güvenir. Ama
suçlulara edilen işkence bunlar gibi zorunlu değildir.
Nitekim bugün, son derece uygar bir milletin bu
usule artık başvurmadığını, bundan da hiçbir zarar
görmediğini biliyoruz[81]. Demek oluyor ki, işkence
niteliği bakımından zorunlu bir şey değildir[82].
İşkencenin aleyhinde öyle bilgili, öyle üstün
kişiler yazı yazmışlardır ki ben kendi hesabıma
onlardan sonra bir şeyler söylemeye cesaret
edemiyorum. Bu usul, korku telkin eden, her şeyi
yöneten mekanizmasının içine alan istibdat
hükümetlerine daha uygun düşer diyecektim;
Romalılarla Yunanlılarda... kölelerin diyecektim
ama birdenbire doğanın, yüzüme karşı bağırmaya
başlayan sesini duyar gibi oldum.
Konu XVIII
Para cezalarıyla beden cezaları üzerine
Atalarımız olan Cermenler, yalnız para cezasını
kabul ederlerdi. Bu savaşçı ve özgür insanlar
kanlarının yalnız savaşlarda akıtılması gerektiğine
inanırlardı. Japonlar ise aksine, zengin kişilerin
cezaları kolaylıkla savuşturacaklarını ileri sürerek
para cezalarını reddederler. Ama zengin kişiler de
mallarını mülklerini yitirmekten korkmazlar mı?
Para cezaları servetle orantılı olamaz mı? Nihayet
para cezasına, kişiyi küçük düşürecek cezalar da
eklenemez mi?
İyi bir kanun koyucu işin tam ortasını bulur,
her zaman yalnız para cezası, her zaman yalnız
beden cezası vermez.
Konu XIX
Misilleme üzerine
Basit kanunları seven istibdat devletleri
misillemeyi fazlasıyla kullanırlar[83]. Ilımlı
devletler de bu kanunu ara sıra benimserler. Yalnız
şu farkla ki, istibdat devletleri bu kanunu bütün
şiddetiyle, ılımlı devletler ise biraz daha
yumuşatarak uygularlar.
On iki levha kanunu bunlardan iki tanesini
kabul etmişti: Davacı tatmin edilmediği takdirde
misillemeye izin verilirdi, bir; mahkûmiyet kararı
alındıktan sonra davacının uğradığı zarar ve ziyanı
ödetmek ve böylece beden cezasını para cezasına
çevirmek, iki.
Konu XX
Çocukların yerine babaların cezalandırılması
üzerine
Çin’de çocukların işlediği suçlar nedeniyle
babalara ceza verirler. Peru’da da gelenek böyledir.
Bu da yine istibdat kafasından doğmuştur.
Çin’de, babanın, sırf tabiatın kendisine verdiği,
kanunların da kuvvetlendirdiği babalık yetkisini
kullanmadığı için cezalandırıldığını varsın
söylesinler; bence Çinlilerde onur diye bir şey
bulunmadığını gösterir bu. Bizde, çocukları
işkenceye mahkûm olan babalarla, babaları aynı
akıbete uğrayan çocuklar öylesine küçük
düştüklerine inanırlar ki, Çin’deki ölüm cezası bile
bunun yanında bir hiç kalır[84].
Konu XXI
Hükümdarın bağışlama yetkisi üzerine
Bağışlama yetkisi, hükümdarın başlıca
niteliğidir. İlkesi fazilet olan cumhuriyetlerde bu
yetki daha az zorunludur. Korkunun hüküm
sürdüğü istibdat yönetimlerinde ise, devlet
büyüklerini şiddetli örneklerle daima baskı altında
bulundurmak gerektiğinden, daha az kullanılan bir
yetkidir bu. Kanunun yasak ettiği şeyin kesin olarak
yapılmamasını isteyen onur ilkesinin yönettiği
saltanat yönetimlerinde bu yetki daha çok
zorunludur. Gözden düşme orada cezaya eşittir;
yargılama işi için girişilen resmi işlemler bile ceza
sayılır. Utanma duygusu her yandan gelip belirmek
suretiyle özel cezalar meydana getirir.
Büyükler için, gözden düşmek, servetlerini,
saygınlıklarını, alışkanlıklarını, zevklerini hayal
edilen bir şekilde de olsa yitirmek öyle kuvvetli bir
cezadır ki, onlara karşı sert davranmaya gerek
yoktur. Sertlik orada, halkın hükümdara duyduğu
sevginin, yüksek mevkilere duyacağı saygının yok
olmasına yarar, başka bir şeye değil.
İstibdat yönetimlerinin niteliği bakımından,
büyükler, bulundukları mevkilerde uzun süre kalıp
kalmayacaklarını bilemezler; saltanat hükümeti ise
onlara güven sağlar.
Hükümdarlar şu bağışlama işinden öyle
kazançlı çıkarlar, halk bu olayı öyle büyük bir
sevgiyle karşılar, hükümdarlar bundan öyle bir şan
ve onur sağlarlar ki, hemen her zaman bağışlama
fırsatını ele geçirmek onlar için bir mutluluk kaynağı
sayılır. Bizim ülkelerimizde ise bunun için her gün
fırsat vardır.
Belki hükümdarın bazı yetkilerini elinden
almak isteyenler çıkacaktır ama hiç kimse bütün
yetkilerini elinden almak istemeyecektir. Bazen
tahtı için savaşmak zorunda kalacaksa da hayatı
için savaşmak zorunluluğunu hiçbir zaman
duymayacaktır.
Ama diyeceksiniz ne zaman bağışlamalı, ne
zaman cezalandırmalı? Ben de size “Emirle olmaz
bu iş” diyeceğim, kendiliğinden duyulur. Bağışlama
tehlikeli olacaksa, tehlike gözle görünecek derecede
bellidir; hükümdarı küçümsenmeye hatta ceza
vermek yetersizliğine sürükleyen o yetkisizliği,
bağışlama işinden ayırmak çok kolaydır.
İmparator Maurice, ne olursa olsun milletinin
kanını dökmemeye karar verdi. Anastase suçları
cezalandırmazdı. İsaac l’Ange saltanatı sırasında
kimseyi öldürtmemeye ant içti [85]. Yunan
imparatorları bellerindeki kılıçların bir işe yaraması
gerektiğini unutmuşlardı.
YEDİNCİ KİTAP
İsrafı önleyen kanunlardan başka,
lüksle
ve kadınların durumuyla ilgili
olarak üç
hükümetteki çeşitli ilkelerin
sonuçları üzerine
Konu I
Lüks üzerine
Lüks öteden beri servetlerin eşitsizliğiyle
orantılıdır. Bir devlette servet, eşit bir şekilde
bölünmüşse orada lüks diye bir şey olmaz; çünkü
lüks başkalarının gördüğü iş karşılığında elde edilen
rahata dayanır.
Servetin eşit şekilde bölünmesi demek,
kanunun herkese, yalnız maddi ihtiyaçlarını
giderecek kadar servet sağlamış olması demektir.
Bundan çoğu, kimi insanların harcadığını, kimi
insanların da topladığını gösterir ki, bu da eşitsizliği
meydana getirir.
Maddi ihtiyaçları gösteren belli bir sayı kabul
edersek, yalnız gerektiği kadarını elinde
bulunduranın lüksü sıfır olur; bunun iki mislini
elinde bulunduranın lüksü bir olur; bunun iki
mislini elinde bulunduranın lüksü üç olur; bunun
da iki mislini elinde bulunduranın lüksü yedi olur.
Öyle ki bir sonra gelen kişinin geliri bir öncekinin iki
misli olarak göründüğünden, lüksü de, iki misli artı
bir orantısında çoğalır ve şöyle bir dizi meydana
gelir: 0, 1, 3, 7, 15, 31, 63, 127.
E atun’un Devlet’inde lüks tam olarak hesap
edilebilirdi. Gelir dörde ayrılmıştı. Birincisi, kişinin
tam fakirlikten kurtulduğu yere kadar devam
ederdi; ikincisi, bunun iki misli, üçüncüsü üç misli,
dördüncüsü de dört misli olarak kabul edilirdi.
Birincisinde lüks sıfırdı; ikincisinde bire,
üçüncüsünde ikiye, dördüncüsünde de üçe eşitti ve
böylece aritmetik bir orantı takip eder giderdi.
Çeşitli milletlerin lüksünü karşılaştırırsak, her
devlette bunun, vatandaşlar arasındaki servet
eşitsizliğiyle çeşitli devletler arasındaki servet
eşitsizliğinin karma bir sonucu olduğunu görürüz.
Örneğin, Polonya’da servetler aşırı derecede
eşitsizdir ama halkın tümünün fakirliği, burada,
zengin bir devletteki kadar lüks bir hayat
sürülmesine mani olur.
Lüks şehirlerin büyüklüğü, hele hükümet
merkezlerinin büyüklüğü ile de orantılıdır. Öyle ki,
lüks, devletin servetinden, kişilerin varlıklarındaki
eşitsizlikten, bazı yerlere yığılan insan sayısından
meydana gelen karma bir sonuçla orantılı olur.
Bir araya toplanmış insan sayısı ne kadar çok
olursa, kişilerin tutkuları da o kadar artar; her
insanda ufak tefek şeylerle kendini göstermek isteği o
kadar çok belirir. İnsanlar bir yerde birbirlerini
tanımayacak kadar çoğalırsa o zaman, başarı
kazanmak umudu artar, böylece sivrilmek isteği de
kendiliğinden fazlalaşır. Lüks bu umudu verir;
herkes, kendi sınıfından bir önceki sınıfın kılığına
bürünür. Ama insanlar sivrilmek istedikçe her şey
eşit bir hal alır; sivrilen de kalmaz. Herkes kendine
bakılmasını istediğinden kimse kimseyi görmez olur.
Bütün bunlar genel bir huzursuzluk yaratır. Bir
işte başarı gösterenler becerilerini satmak için
akıllarına gelen parayı isterler; en az becerisi olanlar
da bu örneğe uyarlar; böylece ihtiyaçlarla imkânlar
arasında ahenk diye bir şey kalmaz. Dava açmak
zorunda kaldığım zaman bir avukat tutacak kadar
param olmalı; hastalandığım zaman da bir hekime
başvurabilmeliyim.
Bazı kişiler, hükümet merkezlerine bunca insan
toplamak suretiyle oralarda ticaret imkânlarının
azaltılacağını söylediler; insanlar birbirlerinden
yeteri kadar uzak olmazlarmış da ondan. Ben böyle
bir şey olacağına inanmıyorum. Bir yerde insan
çoğaldıkça istekler de, ihtiyaçlar da, düşkünlükler
de o kadar artar.
Konu II
Demokraside israfı önleyen kanunlar üzerine
Az önce de söylediğim gibi, servetlerin eşit bir
şekilde bölündüğü cumhuriyetlerde lüks diye bir şey
olamaz; beşinci kitapta, bu bölünmeden meydana
gelen eşitliğin cumhuriyet hükümetinin
olgunluğunu gösterdiğini söylemiştim. Şu halde bir
cumhuriyet lükse ne kadar az değer verirse o kadar
mükemmel sayılır. İlk Romalılarda lüks diye bir şey
yoktu, Lakedemonyalılarda da yoktu. Eşitliğin
tümüyle yok olmadığı cumhuriyetlerde, ticaret, iş
ve fazilet, herkesin kendi geliri ile yaşayabilmesini,
yaşamak istemesini sağlar; bunun için de oralarda
çok az lüks vardır.
Bazı cumhuriyetlerde bunca ısrarla istenen yeni
toprak dağıtımı kanunu, nitelik bakımından huzur
verici bir kanundur. Yalnız birdenbire uygulanması
tehlikelidir. Bir anda bazı kimselerin ellerinden
servet kaynaklarını almak, aynı zamanda
başkalarınınkini artırmak, her ailede, dolayısıyla
devlette bir kargaşaya yol açar.
Bir cumhuriyette lüks sevgisi yerleşti mi,
kafalar özel çıkarlara doğru yönelir. Geçinecek kadar
geliri olan kimselerin tek isteği vatanın ve kendisinin
şan ve onuru olmalı. Ama, kendisini lüksün
pençesine kaptıran kişinin daha başka istekleri olur.
Bu isteklerinin gerçekleşmesini önleyen kanunların
çok geçmeden düşmanı kesilir. Lüksün tadını alır
almaz Rhége şehrindeki askerlerin ilk işi halkı
boğazlamak oldu.
Ahlakı bozulan Romalıların da isteklerinin
sınırı kalmadı. Nesnelere koydukları yatlar da
bunun böyle olduğunu gösterir. Bir testi Falerne
şarabı yüz, Pont’da tuzlanmış bir varil et dört yüz
Roma dinarına satılıyordu. İyi bir aşçı dört talan
alırdı, genç oğlanlara ise paha biçilemezdi. Genel bir
heyecanla herkes kendini eğlence âlemlerine
kaptırınca ortada fazilet diye bir şey kalır mı?
Konu III
Soylular yönetiminde savurganlığı önleyen
kanunlar üzerine
Yapısı bozuk olan soylular yönetiminin şöyle
bir mutsuzluğu vardır: Bütün servet soyluların
elindedir ama hiçbirinin para harcamak yetkisi
yoktur. Ilımlı kafasına aykırı olan lüks böyle
ülkelerin sınırlarından dışarı atılmalı. Demek
oluyor ki, oralarda sadece, kazanamayan çok fakir
kişilerle para harcamak yetkisi olmayan çok zengin
kişiler vardır.
Venedik’te kanunlar soyluları azla yetinmeye
zorlar. Öylesine tasarrufa alışmışlardır ki,
kadınlardan gayri kimse onlara para harcatamaz.
Endüstrinin gelişmesi için bu yola başvururlar;
böylece, parayı verenler, son derece silik bir hayat
sürerken, dünyanın en tiksindirici kadınları hiçbir
üzüntü duymadan istedikleri şekilde para harcarlar.
O güzelim Yunan Cumhuriyetlerinin bu
konuda fevkalade kurulları vardı. Zenginler
paralarını, eğlencelere, müzik âlemlerine katılmak,
araba almak, koşu atları beslemek, devlet işlerinde
en pahalı mevkiler satın almak suretiyle harcarlardı.
Zenginlik de fakirlik gibi bir yüktü onlar için.
Konu IV
Saltanat hükümetlerinde savurganlığı önleyen
kanunlar üzerine
Tacitus, “Bir Cermen kabilesi olan Suionlar [86]
servete saygı gösterirler” der. “Bu da bir kişinin
yönetimi altında yaşamalarından ileri gelir.” Bu ise
lüksün saltanat hükümetlerine özel bir şey
olduğunu, bu gibi ülkelerin savurganlığı önleyen
kanunlara muhtaç olmadığını gösterir.
Yapısı icabı saltanat hükümetinde servetler eşit
bir şekilde dağıtılmış olmadığından, böyle bir ülkede
lüksün bulunması zorunludur. Zenginler fazla para
harcamasalar fakirler açlıktan ölürler. Hatta
zenginlerin, servetlerin dağıtılışındaki eşitsizlikle
orantılı olarak para harcamaları ve daha önce de
belirttiğimiz gibi lüksün bu oranda artması lazım.
Özel servetlerin artmasının sebebi, vatandaşların bir
bölümünün elinden zorunlu ihtiyaçlarının alınmış
olmasıdır; bu ihtiyaçların onlara geri verilmesi
lazım o halde.
Böylece, saltanat yönetiminin dayanabilmesi
için, lüksün, çiçiden zanaatçıya, tacire, soylulara,
memurlara, büyük senyörlere, başlıca erkâna,
hükümdarlara doğru artarak gelişmesi lazım; aksi
takdirde her şey mahvolur.
Ağırbaşlı memurların, hukukçuların ve ilk
çağlar hakkında bilgi sahibi olan kimselerin
bulunduğu Roma senatosunda, Augustos’un
hükümdarlığı sırasında, ahlakın düzeltilmesini,
kadınların lükse olan düşkünlüğünün giderilmesini
teklif edenler oldu. Augustos’un senatörlerden gelen
bu tekli eri nasıl bir maharetle reddettiğini
Dion’dan okumak çok hoş bir şey. Augustos bir
cumhuriyeti yıkıp bir saltanat hükümeti kuruyordu
da ondan.
Tiberius zamanında devlet mallarının
kontrolüyle görevli memurlar senatoda, savurganlığı
önleyen eski kanunların yeniden kabulünü teklif
ettiler. Aydın bir hükümdar olan Tiberius bunlara,
“Devlet, olayların bu şekildeki gelişmesiyle devam
edemez” dedi. “Roma nasıl yaşar? Eyaletler nasıl
yaşar? Bir tek şehrin vatandaşı olduğumuz çağlarda
azla yetinmek zorundaydık; bugün dünyanın bütün
servetleri bizim emrimizde; efendiler de köleler de
bizim için çalışıyor.” Tiberius, savurganlığı önleyen
kanunlara artık gerek kalmadığını görüyordu.
Aynı imparator zamanında, valilerin, bazı
karışıklıklara meydan veren eşlerini eyaletlere
götürmelerine engel olmak için senatoya teklie
bulunulduğu zaman senato bu teklifi reddetti. Sebep
olarak da, “Eskilerin davranışlarındaki şiddet yerine
şimdi daha yumuşak bir yaşama tarzının kabul
edildiğini” bildirdi. Başka ahlak ve geleneklerin
gerektiği anlaşılmıştı demek.
Şu halde lüks, saltanat yönetimlerinde zorunlu
bir şeydir; istibdat yönetimlerinde de öyle.
Birincilerde bu, kişinin, elinde hürriyet diye bildiği
şeyi kullanmasıdır; ikincisinde ise, ikisinin, köleliğin
sağladığı yararları kötüye kullanmasıdır. Efendisi
tarafından, öteki kölelere işkence etmek üzere
seçilen bir köle, ertesi gün ne olacağını
bilmediğinden, gününü gün etmeye baktığından,
gururunu, isteklerini, tutkularını tatmin etmekten
başka bir mutluluk tasarlayamaz.
Bütün bunlar bizi bir sonuca götürür. O da,
cumhuriyetlerin lüks yüzünden, saltanat
yönetimlerinin ise fakirlik yüzünden yıkıldıklarıdır.
Konu V
Savurganlığı önleyen kanunlar hangi hallerde
saltanat hükümetine yararlı olur
Aragon’da XIII. yüzyılın ortalarında
savurganlığı önlemek amacıyla çıkartılan kanunlar,
cumhuriyet yönetimi anlayışına ya da bazı özel
durumlara dayanmaktadır. I. Jacques, kralın da
tebaalarının da sofralarında iki türlü et yemeğinden
fazlasını bulunduramayacaklarını, ikisinin de aynı
şekilde pişirilmiş olması gerektiğini, yalnız bizzat
vurulan av etinin bundan ayrı tutulabileceğini
emretmişti.
Zamanımızda İsveç’te de savurganlığı önleyen
kanunlar çıkartıldı. Ama bunların amacı
Aragon’daki kanunların amacından ayrıdır.
Bir devlet, azla yetinmeyi kesin bir şekilde
sağlamak amacıyla savurganlığı önleyen kanunlar
çıkartabilir. Mesela bir devlet çok yüksek bir yatla
yabancı malların ülkesine sokulduğunu, bunu
karşılamak için kendi mallarından çoğunu dışarı
çıkarmak zorunda kalacağını, dolayısıyla ithalatın
sağladığı faydayla ihracatın sağladığı fayda arasında
büyük fark olacağını anlarsa, ithalatı kesin olarak
yasak edebilir. İşte zamanımızda İsveç’te çıkartılan
savurganlığı önleme kanununun ruhu budur.
Saltanat hükümetlerine uygun düşen kanun, israfı
önleyici tek kanun da bu olabilir.
Genel olarak bir devlet ne kadar fakirse lüks de
onu o derece mahveder. Şu halde göreceli bir şekilde
israfı önleyici kanunlar gerekir ona. Bir devlet ne
kadar zengin ise bir ölçüde lüks de o derece onu
zenginleştirir; şu halde orada bir ölçüde savurganlığı
önleyici kanun çıkarmaktan kaçınmalı. Bu konuyu,
ticaret üzerine yazacağımız kitapta daha iyi bir
şekilde açıklayacağız[87]. Burada bahis konusu olan
yalnız lükstür.
Konu VI
Çin’deki lüks üzerine
Özel nedenler bazı ülkelerde savurganlığı
önleyici kanunları gerektirir. İklimin etkisiyle nüfus
öylesine artar, bu nüfusu yaşatmak imkânları
öylesine kararsız bir hal alır ki bütün nüfusu tarıma
doğru yöneltmek zorunlu olur. Bu gibi ülkelerde
lüks tehlikelidir; bunun için de savurganlığı önleyici
kanunların şiddetle uygulanması gerekir. Demek
oluyor ki halkı lükse doğru yöneltmek mi, yoksa onu
bundan vazgeçirmek mi gerektiğini anlamak için
önce nüfus sayısıyla bu nüfusu yaşatma imkânları
arasındaki orana bir göz atmak lazım. İngiltere’de
toprak, tarımla uğraşanlarla giyim eşyası yapanları
beslemek için gerektiğinden çok daha fazla tahıl
verir. Demek oluyor ki orada sorunlu sayılmayan
sanatları, dolayısıyla da lüksü geliştirmek
mümkündür. Fransa’da çiçilerle fabrikalarda
çalışanları besleyecek kadar buğday yetişir. Bundan
başka, yabancı ülkelerle ticaret, lüzumsuz şeyler
karşılığında öyle lüzumlu şeyler kazandırır ki, orada
da lüksten korkmamak gerekir.
Çin’de ise aksine, kadınlar öyle çok çocuk
doğurur, bu yüzden de nüfus öylesine artar ki,
toprak ne kadar işlenmiş olursa olsun, bunca
kalabalığı zorlukla beslerler. Demek oluyor ki lüks
orada zararlıdır; çalışmak ve tasarruf herhangi bir
cumhuriyet yönetimi kadar orada da
zorunludur[88]. Çinlilerin, gerçek ihtiyaçlarını
karşılayacak sanatlara kendilerini vermeleri,
tutkuları körükleyecek olanlardan da kaçınmaları
lazım.
Çin imparatorlarının o güzelim fermanlarının
ruhu budur işte. Tang sülalesinden bir imparator,
“Eskilerimiz,” diyor;” toprağı işlemeyen bir erkek,
evinde yün eğirmeyen bir kadın oldu mu
imparatorluğumuzda bir kişinin muhakkak
üşüdüğünü ya da açlık çektiğini söyler ve bunu bir
atasözü olarak uygularlardı.” Bu ilkeye dayanarak
da sayısız bonz manastırını yıktırdı.
Yirmi birinci sülalenin üçüncü imparatoru,
kendisine bir maden ocağında bulunan değerli
taşları getirdikleri zaman, milleti, gerek
beslenmesine gerek giydirilip kuşatılmasına yararlı
olmayacak bir işte boş yere çalışmasın diye o maden
ocağını kapattırdı.
Kiayventi: “Öylesine lükse düşkünüz ki,” diyor;
“halk, satmak zorunda olduğu erkek çocuklarıyla
kız çocuklarının pabuçlarını bile işlemelerle
süslüyor.” Bunca insan yalnız bir kişinin giyimiyle
kuşamıyla uğraşırsa, birçok insanın çıplak
kalmamasını sağlayacak çareyi söyler misiniz bana?
Ve yine, bir çiçiye karşılık, toprağın gelirini yiyen
on kişi olursa, birçok insanın aç kalmamasını
sağlayacak çareyi söyler misiniz bana?
Konu VII
Çin’deki lüksün korkunç sonucu
Çin tarihinde birbiri arkası sıra gelen yirmi iki
sülale görüyoruz; demek oluyor ki o ülke, bazı özel
ihtilalleri hesaba katmazsak eğer, tam yirmi iki
ihtilale göğüs germek zorunda kalmış. İlk üç sülale,
akıllı uslu bir şekilde yönetildiği, ülke de henüz öyle
şimdi ki kadar geniş olmadığı için bir hayli uzun
sürdü. Bununla beraber bu sülalelerin hepsinin
başlangıçta çok iyi olduklarını söyleyebiliriz. Fazilet,
basiret, ileriyi görme kabiliyeti Çin için zorunlu olan
şeylerdendir; bunların hepsi sülalelerin
başlangıcında bulunan ama sonlarında olmayan
şeylerdi. Gerçekten de öyle, zevk ve sefa âlemlerine
dalmış bir aileyi tahtından indiren imparatorların,
savaşa savaşa yorgun düşen imparatorların faydalı
gördükleri fazileti korumaları, son derece zararlı
buldukları lüks düşkünlüğünden korkmaları kadar
doğal bir şey olamazdı. Ama ilk üç ya da dört
hükümdardan sonra, ahlaksızlık, lüks, işsizlik, zevk
ve sefa düşkünlüğü hemen hepsini avucunun içine
aldı. Saraylarına kapanırlar, düşünme yetilerini
yitirirlerdi. Ömürleri kısalır, aile her gün biraz daha
uçuruma doğru yönelirdi; büyükler baş kaldırır,
harem ağalarının itibarı artar, çocuk denecek
yaştaki insanlardan başkasını tahta oturtmak
istemezlerdi. Saray, imparatorluğun düşmanı
kesilirdi, sarayda oturan işsiz güçsüz insanlar
çalışan insanları sömürürdü. Sonunda imparator ya
öldürülür ya da yok edilirdi. Yeni hükümdar yeni
bir sülale kurar, onun da üçüncü mirasçısı aynı
şekilde gidip saraya kapanırdı.
Konu VIII
Halkın namusu üzerine
Kadınlar erdemlerini yitirdiler mi, öyle kötü
durumlara düşerler, öylesine alçalırlar ki; bu temel
yıkıldı mı daha öyle şeyler yıkılır ki, halka dayanan
devlette genel ahlaksızlığı, felaketlerin en büyüğü,
devlet yapısının değişikliğe uğrayacağının en kesin
delili olarak görmek mümkündür.
Bunun içindir ki ilerisini gören kanun
koyucular böyle bir devlette kadınların aşırı
derecede ağır başlı olmalarını isterler.
Cumhuriyetlerden kötülüğü değil, kötülük
görüntüsünü bile çıkarıp atarlar. Bu kadarla da
kalmazlar, işsizliği meydana getiren, kadına bizzat
bozulmadan önce karşısındakini bozmayı öğreten,
değersiz şeylere değer verdiren, önemli olanı da
gözden düşürten, kadın milletinin bir hayli başarı
sağladığı gülünç olma sanatından başka hiçbir işe
yaramayan o zarafet düşkünlüğünü de ülkede yasak
ederler.
Konu IX
Çeşitli hükümet şekillerinde kadınların durumu
üzerine
Saltanat yönetimlerinde kadınları bağlayan
kayıtlar çok azdır. Çünkü, mevkileri icabı saraya
giderler ve orada, hemen hemen hoş görülen tek
şeyi, serbest davranmayı öğrenip benimserler.
Herkes sarayda, geleceğini sağlamak amacıyla
kadınların güzelliğinden ve tutkularından
faydalanmaya bakar. Zayıf yaratıklardır onlar;
kibre değil, boş şeylere kaptırırlar kendilerini. Bu
yüzden de lüks daima yanı başlarında hüküm sürer.
İstibdat yönetimlerinde kadınlar lükse neden
olmazlar, bizzat kendileri lüks eşyadan sayılırlar da
ondan. Aşırı derecede köle olmak zorundadırlar.
Herkes hükümette hâkim olan zihniyeti benimser,
başka yerde uygulandığını gördüğü şeyi kendi
evinde de uygular. Böyle bir hükümette kanunlar
son derece şiddetli olduğundan ve derhal
uygulandığından, erkekler, kadınlara verilecek
hürriyetin başlarına iş açmasından korkarlar.
Kavgaları, gevezelikleri, şunu bunu küçümsemeleri,
eğilimleri, kıskançlıkları, alınganlıkları, sözün kısası
küçük insanların büyük insanları ilgilendirmek için
kullandıkları bütün bu hünerler böyle devletlerde
etkisiz kalamaz.
Bundan başka, böyle devletlerde hükümdarlar
insanoğluyla alay ettiklerinden sürüyle eşleri vardır.
Eşlerini evlerine kapatmak için birçok neden
bulurlar.
Cumhuriyetlerde ise kadınlar kanun
bakımından hürdürler ama ahlak kuralları
gereğince esirdirler. Lüksle birlikte herkesi birbirine
düşürme de, ahlaksızlık da kanun tarafından yasak
edilmiştir.
Erkeklerde bile ahlak temizliğinin erdemin bir
bölümü olduğu kanısı benimsenmeyen Yunan
şehirlerinde, gizli bir ahlaksızlığın doludizgin
hüküm sürdüğü, aşkın yalnız bir şekliyle, adını
söylemeye bile cesaret edemediğimiz tek bir şekliyle
hüküm sürdüğü, dostluğun ise evlilik hayatından
üstün olduğu eski Yunan şehirlerinde, kadınların
erdemi, sadeliği ve iffeti öylesine kuvvetli idi ki, bu
bakımdan daha üstün disiplini olan bir millet
şimdiye kadar görülmemiştir diyebiliriz[89].
Konu X
Romalılarda aile mahkemesi üzerine
Romalılarda, Yunanlılardaki gibi kadınların
davranışlarını denetleyecek özel memurlar yoktu.
Sansörler cumhuriyetin öteki işlerini denetledikleri
şekilde kadınlara da göz kulak olurlardı. Bu konuda
Yunanlılardaki mahkemelerin yerini Romalılarda
aile mahkemeleri almıştı.
Erkek, eşinin akrabalarını bir araya toplar ve
onların yanında eşini yargılardı. Bu mahkeme
cumhuriyetin ahlakını korurdu. Ama aynı ahlak da
bu mahkemeleri korurdu. Aile mahkemesi yalnız
kanunlara karşı gelmeyi değil ahlak ilkelerine karşı
gelmeyi de yargılardı. Kişinin ahlaka karşı gelmeyi
yargılayabilmesi için ahlaklı olması gerek.
Böyle bir mahkemenin vereceği kararlar key
olmaktan kurtulamazdı. Nitekim öyle idi de.
Çünkü ahlakla ilgili her şeyin, alçakgönüllülükle
ilgili her şeyin kanunların içine girmesi imkânsızdı.
Başkalarına karşı borçlu olduğumuz şeyleri
kanunlarla düzenlemek kolaydır ama kişinin
kendine karşı borçlu olduğu şeylerin hepsini oraya
sıkıştırmak güçtür.
Aile mahkemesi kadınların genel davranışlarını
yargılardı. Ama öyle bir suç daha vardı ki, bu
mahkemeden başka bir de genel mahkemelerde
yargılanması gerekirdi. O da kanun dışı cinsel
buluşmaydı. Bu ise ya bir cumhuriyette ahlaka
aykırı böyle bu derece büyük bir davranışın
hükümeti ilgilendirmesinden, ya kadının bu
suçunun erkeği de zan altında bırakması
ihtimalinden ya da namuslu kişilerin bile böyle bir
suçu açığa vurmaktansa örtbas etmeyi,
cezalandırmaktansa bilmezlikten gelmeyi tercih
etmelerinden korkulmasından ileri geliyordu.
Konu XI
Nasıl oldu da Roma’da hükümetle beraber
kurullar da değişti
Aile mahkemeleri kadar genel mahkemeler de
ahlak ilkelerini gerektiriyordu. Bunun sonucu
olarak da bu iki şey ahlakla beraber çöktü,
cumhuriyetle beraber de yıkıldı.
Devamlı davaların yerleşmesi, yani yargılama
yetkisinin pretörler arasında bölünmesini ve bütün
davaların bizzat pretörler tarafından görülmesini
isteyen geleneğin yavaş yavaş memlekete yerleşmesi,
aile mahkemelerinin zayı amasına sebep oldu.
Bunun böyle olduğu, Tiberius’un bu mahkemelere
verdirdiği kararları acayip bir olay olarak gören ve
eski usulün yeniden uygulanması olarak ele alan
tarihçilerin hayretinden anlaşılmaktadır.
Saltanat yönetiminin yerleşmesi ve ahlak
ilkelerinin değişmesi, yargılama yetkisinin tekrar
milletin elinden alınmasına sebep oldu. Namussuz
bir erkek, bir kadından ret cevabı aldı mı, o kadın
tarafından küçümsendi mi, hatta kadın fazla
namuslu göründü mü canı sıkılır, o kadından
intikam almaya kalkabilirdi. İşte korkulan şey
buydu. Nitekim Julia kanunu, bir kadına, kanun
dışı cinsel buluşma suçunun ancak erkeğin, eşini bu
suçu işlemeye teşvik etmekle zan altına
alınmasından sonra yükletilebileceğini ileri
sürüyordu. Bu da, bu suçlama tarzının
sınırlanmasına ve âdeta ortadan kalkmasına sebep
oldu.
Sixtus-Quintus bu suçlandırma hakkını tekrar
genel mahkemelere vermek istedi. Ama böyle bir
kanunun onun hükümeti gibi bir hükümette,
herhangi bir hükümettekinden daha yersiz
olduğunu anlamak için biraz düşünmek yeter[90].
Konu XII
Romalılarda kadınların vasilik altında
bulundurulması üzerine
Roma kurulları, kocanın egemenliği altında
bulunmayan kadınları devamlı olarak bir vasinin
kontrolünde bulundururdu. Bu vasilik hakkı en
yakın akrabadan bir erkeğe verilirdi; bir halk
deyiminden de anlaşıldığına göre, kadınlar bundan
son derece üzüntü duyarlarmış. Cumhuriyet için
yararlı bir şeydi bu ama saltanat yönetiminde hiç de
zorunlu değildi[91].
Barbarların çeşitli kanun metinlerinden
anlaşılıyor ki Cermenlerde de kadınlar devamlı
olarak vasilik altındaymışlar. Bu gelenek, onların
kurdukları saltanat yönetimlerine de geçmiş ama
uzun zaman sürmemiş.
Konu XIII
Kadınların ahlaksızlığına karşı
imparatorların koydukları cezalar üzerine
Julia kanunu, kocasından başka bir erkekle
cinsel ilişkide bulunan kadınlar için bir ceza kabul
etmişti. Ama bu kanun olsun, bundan sonra bu
konuda çıkartılan kanunlar olsun, ahlakın
düzeltildiğini değil aksine bozulduğunu gösteren
birer belge halini almıştır.
Kadınlar konusunda kurulmuş olan bütün
siyasi sistem, saltanat yönetimiyle beraber değişti.
Artık söz konusu olan şey onların ahlakını
düzeltmek değil, suçlarını cezalandırmaktı. Sırf bu
suçları cezalandırmak için yeni yeni kanunlar
çıkarıyorlardı çünkü artık bu suçların alanına
girmeyen tecavüzleri cezalandırmıyorlardı da
ondan.
Ahlakın aşırı derecede bozulması, ahlaksızlığı
belli bir noktada durdurmak için imparatorları
kanun yapmak zorunda bırakıyordu ama onların
niyeti genel olarak ahlakı düzeltmek değildi.
Kanunların tümü bunun aksini ispat etmek istese
bile, tarihçilerin anlattıkları olumlu olaylar bu
söylediğimizin yerinde bir söz olduğunu gösterir. Bu
konuda Augustos’un nasıl davrandığını, gerek
pretörlüğü sırasında gerek sansörlüğü sırasında
kendisine yapılan başvuruları nasıl reddettiğini
Dion’dan öğrenmek mümkündür.
Augustos zamanında olsun Tiberius
zamanında olsun Romalı kadınların ahlaksızlığı
hakkında nasıl sert kararlar verildiğini tarihçilerin
kitaplarından okuyoruz; ama bunlar bize, bir
yandan o devirlerin zihniyetini anlatırken bir
yandan da bu kararların ruhunu anlatmaktadırlar.
Augustos’la Tiberius her şeyden önce kendi
akrabaları olan kadınların ahlaksızlıklarını
cezalandırmayı düşündüler. Onlar ahlaka aykırı
davranışları değil, saygı için, kendi intikamları için
faydalı olacağını sandıkları bir çeşit dinsizlik ve
vatana ihanet suçunu cezalandırıyorlardı. Romalı
yazarların bu zulme, şiddetle karşı koymaları işte
bundandır.
Julia kanununun verdiği ceza ha i.
İmparatorlar bizzat çıkarmış oldukları
kanunlardaki cezaların, yargılama sonunda verilen
kararlarla arttırılmasını istediler. Bu da tarihçilerin
sitem etmelerine sebep oldu. Çünkü tarihçiler
kadınların cezayı hak edip etmediklerini değil,
onları cezalandırmak için kanunlara aykırı hareket
edilip edilmediğini inceliyorlardı.
Tiberius’un başlıca zulümlerinden biri de eski
kanunları kötüye kullanmış olmasıdır. Romalı bir
kadını cezalandırmak için, Julia kanununun verdiği
cezayı artırmak istediği zaman o kanuna aykırı
düşen aile mahkemesini yeniden kurdu.
Kadınlara karşı alınan bu önlemler, halk
sınıfına mensup kadınları değil, yalnız senatörlerin
eşlerini ilgilendiriyordu. Büyükleri suçlandırmak
için neden arayıp duruyorlardı; kadınların
taşkınlıkları ise sayısız nedenlerin ortaya çıkmasını
sağlıyordu.
İyi ahlakın, bir kişinin yönettiği ülkelerin ilkesi
halini alamayacağına dair ettiğim sözün ne dereceye
kadar gerçek olduğunu bu ilk imparatorlar çağı tam
anlamıyla göstermektedir. Bu konuda bir şüpheniz
varsa eğer, size salık veririm, Tacitius’u, Suetone’u,
Juvenal’i, Martial’i okuyun.
Konu XIV
Romalılarda savurganlığı önleyen kanunlar
Genel taşkınlıklardan söz etmiştik; çünkü, bu
da lüksten ayrılamaz ya arkasından yürür ya da
önünden. Kalbi, davranışlarında tam manasıyla
serbest bırakırsanız, ruhun zayıf tara arını
önlemenize imkân kalır mı?
Roma’da sansörler, genel kurullardan başka,
kadınları azla yetinmeye alıştırmak için kanun
adamlarına birçok özel kanunlar çıkarttırdılar.
Fannien, Licinien, Oppien kanunları hep bu amaçla
çıkartılmış kanunlardır. Kadınlar Oppien
kanunlarının kaldırılmasını istedikleri zaman
senatonun nasıl çalkalandığını Titus-Livius’tan
okumanızı salık veririm. Valerius-Maximus,
Romalılarda lüks çağını bu kanunun kaldırıldığı
çağa mal eder.
Konu XV
Çeşitli devletlerde evlenmenin yararlarıyla
kadınların getirdikleri drahoma üzerine
Kocaların konumlarını ve bunun gerektirdiği
lüksü devam ettirebilmeleri için saltanat
yönetimlerinde kadınların getirdikleri
drahomaların çok kabarık olması lazım. Lüksün
hüküm sürmediği cumhuriyetlerde drahoma çok az
olmalı[92]. Kadınların âdeta köle muamelesi
gördükleri istibdat yönetimlerinde ise drahomanın
aşağı yukarı sıfır olması gerekir.
Karı kocanın mal ortaklığını ilk defa ortaya
atmış olan Fransız kanunları saltanat hükümeti için
çok uygun bir şeydir. Çünkü bu ortaklık kadınları
yuvanın yönetimiyle ilgilenmeye, isteseler de
istemeseler de ev işleriyle uğraşmaya yöneltir.
Kadınların daha faziletli oldukları cumhuriyet
hükümetlerinde, mal ortaklığı daha az uygun düşer.
İstibdat yönetimlerinde ise anlamsız bir şey olurdu
bu; çünkü bu ülkelerde kadına her zaman kocanın
malından bir parçaymış gibi bakılır.
Durumları bakımından kadınlar evlenmeye
yeteri kadar eğilimli olduklarından, kanunun
onlara, kocalarının malları üzerinden sağlamak
istediği çıkarlar gereksizdir. Ama bu çıkarlar
cumhuriyetlerde zararlıdır; çünkü kadınlar özel
servete kavuşunca lükse kaçarlar. İstibdat
yönetimlerinde kadınların evlenmeden elde
edecekleri şey sadece yaşamak imkânını sağlamak
olmalı, başka bir şey değil.
Konu XVI
Samnite’lerin güzel bir geleneği[93]
Samnite’lerin küçük bir cumhuriyette, hele
kendi ülkelerinin durumundaki bir cumhuriyette
çok hoş sonuçlar meydana getirebilecek bir geleneği
vardı. Bütün delikanlıları bir araya getirip
sınarlardı. En iyi not alan delikanlı istediği kızla
evlenirdi. Arkasından, daha az not alan yine istediği
kızla evlenirdi; böylece herkes sıra ile bir kız seçerdi.
Erkekte aranan şey çeşitli niteliklerdi, memlekete
ettiği hizmetlerdi. Bu çeşit nitelikleri üstün olan
delikanlı ülkenin bütün kızlarının içinden bir
tanesini seçerdi. Aşk, güzellik, namus, iffet, soy sop
temizliği, hatta servet bile âdeta fazilete getirilen
drahoma idi. Küçük bir devlete bundan daha az yük
olacak, üstelik kızları da erkekleri de aynı derecede
etkileyecek bir ödül, bunun kadar soylu ve büyük bir
ödül tasarlamak çok güç olurdu.
Samnite’ler Lakedemonyalıların torunlarıdır;
kurulları, Lykurgos kanunlarının olgunlaşmış
şeklinden başka bir şey olmayan E atun da zaten
buna benzer bir kanun yapmıştı[94].
Konu XVII
Kadınların yönetimi üzerine
Mısırlılarda olduğu gibi kadınların evin hâkimi
olmaları akla da doğaya da aykırı bir şeydir; ama bir
devleti yönetmeleri hiç de akla ve doğaya aykırı
değildir. Birinci durumda, kadınların zayıf
karakteri buna engeldir; ikinci durumda ise,
karakterlerinin böyle zayıf olması onlara daha bir
yumuşaklık, daha bir ılımlılık verir; bu da zaten
kişiye, kaba ve sert davranışların sağladığından
daha çok yönetme yetkisi sağlar.
Hindistan’da kadınların yönetiminden
memnun olmayan yoktur; hatta erkek evlatlar,
hükümdar soyundan gelen bir anneden
doğmamışlarsa, hükümdar sülalesine mensup bir
annenin kızları tahta geçerler diye bir de gelenek
vardır orada. Devlet yükünü taşımakta kendilerine
yardım etsin diye emirlerine belli sayıda insan da
verirler. M. Smith’in dediğine bakılırsa Afrika’da da
kadınların yönetiminden memnun olmayan yoktur.
Bu örneklere Rusya ile İngiltere’yi de eklersek,
kadınların gerek ılımlı hükümetlerde, gerek istibdat
hükümetlerinde aynı derecede başarı sağladıklarını
görürüz.
SEKİZİNCİ KİTAP
Üç hükümet şeklinde ilkelerin
bozulması üzerine
Konu I
Bu kitaptaki genel düşünce
Her hükümetin bozulması hemen her zaman
ilkelerin bozulmasıyla başlar.
Konu II
Demokrasi ilkesinin bozulması üzerine
Demokrasi ilkesi yalnız eşitlik ruhunun
yitirilmesiyle değil, aşırı eşitlik ruhunun
benimsenmesiyle, herkesin, kendini yönetmek için
seçtiği kişilere eşit olmak istemesiyle de bozulur. O
zaman halk, başkalarına tanıdığı yetkiye bile
tahammül edemediğinden her şeyi bizzat yapmak,
senato yerine görüşmelerde bulunmak, bakanlar
yerine kanunları yürütmek, bütün hâkimleri iş
göremeyecek hale getirmek ister.
Cumhuriyette artık fazilet diye bir şey kalmaz.
Halk bakanların işini görmeye kalkar; memurlara
saygı gösteren olmaz. Senato görüşmelerinin hiçbir
etkisi kalmaz; senatörlere, dolayısıyla yaşlılara saygı
gösteren olmaz. İhtiyarlara saygı kalmayınca
babalara da saygı kalmaz; kocalar karılarından,
efendiler de uşaklarından gerekli saygıyı göremezler.
Herkes bu başıbozukluktan hoşlanmaya başlar;
buyruk olmaktan duyulan yük, buyurulmaktan
duyulan yük gibi kişiyi yorar. Kadınlar, çocuklar,
köleler kimsenin buyruğu altına girmek istemezler.
Ortada ahlak diye, düzen diye, sevgi diye, sözün
kısası, fazilet diye bir şey kalmaz.
Xenophon’un Banquet[95] adlı eserinde halkın,
eşitliği kötüye kullandığı bir cumhuriyetin oldukça
saf bir tablosu vardır. Şölene katılanların her biri
hayatından niçin memnun olduğunu belirtir. Bu
arada Kharmides de, “Fakir olduğum için
memnunum” der, “Zenginken onların bana ettikleri
kötülüğü aynen kendilerine edemeyecek durumda
olduğumu bildiğim için iiracılara yaltaklanmak
zorundayım. Cumhuriyet benden durmadan para
isterdi, vermezlik edemezdim. Yoksulluğa
düştüğüm günden beri saygınlığım arttı. Kimse
bana kafa tutamıyor, aksine ben herkese kafa
tutuyorum; istersem kalkıp gidiyorum, istersem
olduğum yerde kalıyorum. Zenginler ayağa kalkıp
yerlerini bana vermeye başladılar bile. Evvelce köle
idim, şimdi kralım; vaktiyle cumhuriyete bir vergi
veriyordum, şimdi o beni besliyor; bir şeyimi
yitireceğim diye korkmuyorum, kazanacağım diye
içimde bir umut var.”
Halk güvenip kaderini teslim ettiği kimselerin
bizzat ahlaksızlıklarını gizlemeye çalıştıklarını, bu
esnada da kendisini ahlaksızlığa sürüklemek
istediklerini görünce umutsuzluğa düşer. Halk kendi
tutkularını görmesin diye, halkın büyüklüğünden
başka bir şeyden söz açmazlar; cimriliklerinin
farkına varmasın diye de, durmadan halkın
cimriliğini överler.
Ahlak bozukluğu, hem ahlakı bozanlarda, hem
ahlakı zaten bozuk olanlarda artar. Halk devlet
hazinesini paylaşır; tembelliğine rağmen, işlerin
yönetilmesini de üzerine alacağından, yoksulluğa,
lüksün eğlendirici tara arını da eklemek ister. Ama
o tembellikle o lüks düşkünlüğü varken onda, tek
amacı, devlet hazinesini yağma etmek olur.
Para için oy verildiğini görürseniz sakın
şaşmayın. Halktan fazlasıyla alamadıkları şeyi
hiçbir zaman ona vermezler; ama halktan almak
için de hükümeti devirmek lazım. Halk,
hürriyetinden en çok faydalanıyormuş gibi
göründüğü zaman, bilin ki hürriyetini yitirmek
üzeredir. Bir kişinin bütün kusurlarını kişiliklerinde
yaşatan küçük küçük bir sürü tiran meydana gelir.
Çok geçmeden de hürriyet adına kalan şey
katlanılmaz bir hal alır, bir tek tiran sivrilir. Halk da
her şeyini, ahlaksızlığın sağladığı çıkarlara
varıncaya kadar her şeyini yitirir.
Demek oluyor ki demokrasinin kaçınacağı iki
aşırı şey vardır: Biri, kendisini saltanat hükümetine
ya da bir kişinin yönetimine götürebilecek olan
eşitsizlik anlayışı; öteki de, kendisini bir kişinin
istibdat yönetimine sürükleyecek olan aşırı eşitlik
zihniyeti; nasıl ki istibdat yönetimi de istila ile son
bulursa.
Doğru, Yunan Cumhuriyetlerinin ahlakını
bozanların hepsi, her zaman birer tiran
olmamışlardır. Askerlik mesleğinden çok hitabet
sanatına bağlıydılar da ondan. Üstelik, cumhuriyet
hükümetini devirenlere karşı bütün Yunanlıların
kalbinde bir kin vardı; bundan ötürü de ihtilal
hareketi, tiranlık şeklini alacak yerde yıkılma ile son
buldu.
Ama Siraküza, tiranlık şeklini almış küçük
küçük bir sürü oligarşinin ortasında bulunan
Siraküza, tarihlerde hemen hemen sözü geçmediği
halde bir senatosu[96] bulunan Siraküza, sıradan
ahlak bozulmalarının neden olamayacağı birçok
felaketlere uğradı. Bu şehir ya tam manasıyla
hürriyet içinde yaşamış ya da tam bir baskı altında
tutulmuştur. Her ikisini bir fırtına gibi kabullendiği
hürriyeti de köleliği de aynı şekilde işlemiş, dışarıda
gösterdiği kuvvet ve kudrete rağmen dışarıdan gelen
en küçük bir kuvvetin etkisiyle hemen ihtilale
yönelmiştir. Çünkü bu ülkede yaşayan o büyük
insanlar ya bir tiran bulup başlarına geçirmek ya da
bizzat tiran olmaktan başka bir şey
düşünememişlerdir.
Konu III
Aşırı eşitlik anlayışı üzerine
Gökyüzü yeryüzünden ne kadar uzaksa, gerçek
eşitlik anlayışı da aşırı eşitlik anlayışından o kadar
uzaktır. Gerçek eşitlik anlayışı, herkesin
buyurmasını ya da hiç kimseye buyrulmamasını
değil, kendi eşitlerine buyurmayı ve kendi eşitleri
tarafından buyrulmayı istemekten ibarettir. Gerçek
eşitlik anlayışının amacı, buyuracak kişileri ortadan
kaldırmak değil, buyuracak kişilerin bizim
eşitlerimiz olmasını sağlamaktır.
İnsanlar elbetteki doğuştan eşittirler ama öyle
kalmaları imkânsızdır. Toplum onlara bu eşitliği
kaybettirirse de, sonradan kanunlar yeniden eşitliğe
ulaştırır onları.
Düzenli demokrasiyle düzensiz demokrasi
arasındaki ayrılık çok azdır. Şöyle ki, düzenli
demokraside insanlar, vatandaş olarak birbirlerine
eşittirler; düzensiz demokraside ise kişiler memur,
senatör, hâkim, baba, koca ve efendi sıfatıyla yine
birbirlerine eşittirler.
Faziletin tabii yeri hürriyetin yanı başındadır
ama fazilet kölelikten ne kadar uzakta ise aşırı
hürriyetten de o kadar uzaktadır.
Konu IV
Halkın bozulmasının özel nedeni
Büyük başarılar, hele halkın ortak olduğu
büyük başarılar, ona öyle bir gurur verir ki, artık onu
yönetmek imkânı kalmaz. Memurları kıskandığı
için memuriyeti kıskanır; yönetenlere düşman
olduğu için de çok geçmeden devlete düşman olur.
Mesela, İranlılara karşı elde edilen Salamine zaferi
Atina Cumhuriyetinin bozulmasına sebep
olmuştur. Atinalıların bozguna uğraması yüzünden
de Siraküza Cumhuriyeti mahvolmuştur.
Marsilya Cumhuriyeti ise böyle birdenbire
aşağıdan yukarıya çıkışların tadını almamıştır.
Bunun için de kendini her zaman akıllı uslu bir
şekilde yönetmiş, ilkelerinden hiçbirini
yitirmemiştir.
Konu V
Soyluların yönetiminde ilkenin bozulması
üzerine
Soyluların yetkisi key bir şekil alınca soylular
yönetimi bozulur. Yönetenlerde de yönetilenlerde
de fazilet diye bir şey kalmaz. Başta bulunan aileler
kanunlara uyarlarsa devlet birçok hükümdarı olan
bir saltanat devletini andırır ki aslında bu çok iyi bir
şeydir; hükümdarların hemen hepsi kanunlarla
bağlanmış durumdadırlar. Ama kanunlara
uymazlarsa o zaman devlet birçok zorba hükümdarı
olan bir istibdat devletini andırır.
Bu durumda cumhuriyet, soylular arasında,
yalnız onlar arasında var olan bir şeydir.
Cumhuriyet, milleti yöneten topluluğun içindedir;
istibdat yönetimi ise, yönetilen topluluğun
içindedir. Bu da yeryüzünde birbiriyle bağdaşması
imkânsız iki topluluk meydana getirir.
Aşırı bozukluk soyluluğun babadan oğla
geçmesiyle başlar[97]; artık ortada itidal diye bir şey
kalmaz. Sayıları azsa yetkileri artar ama
güvenlikleri azalır; sayıları çok olursa yetkileri daha
az olur ama güvenlikleri artar. Öyle ki, yetki
arttıkça güvenlik azalır ve bu böylece, başının
üstünde hem aşırı yetki hem aşırı tehlike taşıyan
zorba hükümdara kadar gider.
Verasetin hüküm sürdüğü saltanat
yönetiminde soyluların sayısının artması, demek
oluyor ki bu hükümetin şiddetini azaltır ama fazilet
olmadığı için aldırmazlık, tembellik baş gösterir;
büyükler kendilerini koyverirler; bunun sonunda da
devlette kuvvet, enerji diye bir şey kalmaz[98].
Kanunlar, soylulara, buyurmanın sağladığı
zevklerden çok neden olduğu tehlike ve
yorgunlukları hissettirecek şekilde ise, devlet için
korkulacak bir şey varsa, güvenlik içeriden,
kararsızlık ise dışarıdan geliyorsa işte o zaman
soylular hükümeti, ilkesinin kuvvetini devam
ettirebilir.
Güvenlik, saltanat hükümetinde şan ve onuru,
emniyeti sağlar; cumhuriyet yönetiminde bunların
sağlanması için aksine bir şeyden korkmak
gerek[99]. İranlılardan korktukları için Yunanlılar
kanunlarından ayrılmadılar. Kartaca ile Roma
birbirlerinden çekindikleri için kuvvetlendiler.
Tuhaf şey değil mi? Bu devletler ne kadar güvende
olurlarsa, tıpkı durgun sular gibi, bozulmaya da o
kadar eğilimli olurlar.
Konu VI
Saltanat hükümetinde ilkenin bozulması üzerine
Halk, senatoyu, bakanlar ve hâkimleri,
görevlerini göremeyecek hale getirdiği zaman
demokrasi yönetimi yıkılır; tıpkı bunun gibi saltanat
hükümetleri de, milleti yöneten toplulukların ya da
şehirlerin ayrıcalıkları yavaş yavaş ellerinden
alındıkça bozulur. Birincisinde doğrudan doğruya
herkes istibdat yönetimine, ikincisinde ise yalnız bir
kişi istibdat yönetimine doğru yönelmiş olur.
Çinli bir yazar, “Tsin ve Sui soylarını yıkan şey,
hükümdarların, eskilerde olduğu gibi genel bir
denetleme ile yetinecek yerde, bir hükümdara
yakışan da zaten budur, her şeyi bizzat yönetmek
istemiş olmalarıdır” diyor. Çinli yazar burada bize
hemen hemen bütün saltanat yönetimlerinin
yıkılışının nedenini vermektedir.
Bir hükümdar kuvvet ve kudretini göstermek
için devlet işlerinin mevcut düzenini uygulayacak
yerde bu işleri değiştirmeye kalktı mı, bazı görevleri
işin uzmanlarından alıp key bir şekilde şuna buna
dağıttı mı, hele iradesiyle değil de duygularıyla
ülkeyi yönetmeye kalktı mı, saltanat yönetimi
yıkılıp gider.
Saltanat hükümetinin yıkılmasının bir başka
nedeni de, her işi bizzat görmek isteyen hükümdarın
devleti hükümet merkezinde, hükümet merkezini
sarayında, sarayını da kendi kişiliğinde toplamaya
kalkmasıdır[100].
Saltanat hükümetinin yıkılmasının son nedeni
ise, hükümdarın kendi yetkisini, durumunu, halkın
sevgisini yanlış anlamış olması, zorba bir
hükümdarın kendisini nasıl tehlikede sanması
gerekirse, saltanat hükümetindeki hükümdarın da
kendisini aynı şekilde emniyette hissetmesi
gerektiğini iyice kavramamış olmasıdır.
Konu VII
Aynı konunun devamı
En yüksek mevkiler başlıca kölelik belirtileri
olarak görünmeye başladı mı, büyükler halkın
saygısını yitirdi mi, bunlar key yönetimin iğrenç
aletleri haline getirildi mi, saltanat hükümetinin
ilkesi bozulur.
Onur kavramı, rütbe ve mevkiin sağladığı
saygınlıkla çelişmeye düştü mü, kişi bir yandan
namussuzlukla suçlandırılırken bir yandan da
yüksek mevkilere atandı mı o zaman saltanat
hükümetinin ilkesi yine bozulur.
Hükümdar, adalet yerine şiddete başvurdu mu,
Roma imparatorları gibi göğsünün üstüne iğrenç bir
Méduse kafası koydurdu mu [101], yüzü,
Commode’un heykellerine verdirdiği o korkunç ve
tehdit edici ifadeye büründü mü saltanat
hükümetinin ilkesi yine bozulur.
Son derece alçak kişiler, köleliğin verdiği
üstünlükten gurur duymaya başladılar mı, her
şeylerini hükümdara borçlu oldukları için vatana
karşı hiçbir borçları olmadığına inandılar mı,
saltanat hükümetinin ilkesi yine bozulur.
Ama her çağda olduğu gibi, hükümdarın yetki
alanı genişledikçe çevresine olan güveni azalır sözü
eğer doğruysa, bu yetkiyi niteliğini değiştirecek
derecede bozmak, hükümdara karşı işlenmiş bir
ihanet suçu sayılmaz mı?
Konu VIII
Saltanat hükümeti ilkesinin bozulmasından
doğacak tehlikeler üzerine
Tehlike, devletin, cumhuriyetten saltanat
yönetimine ya da saltanat yönetiminden
cumhuriyet yönetimine geçişi gibi ılımlı bir
hükümetten ılımlı bir hükümete geçişinde değil,
ılımlı bir hükümetten birdenbire istibdat
hükümetine düşmesindedir.
Avrupa milletlerinin çoğu hâlâ ahlak ilkeleriyle
yönetilmektedir. Ama yetkinin ya uzun zaman
kötüye kullanılması sonunda ya da büyük bir istila
sonunda istibdat yönetimi şöyle bir yerleşti mi,
ahlak, iklim diye bir şey dayanamazdı buna ve
yeryüzünün bu güzel parçasında insanoğlu, hiç
olmazsa bir süre, öteki üç kıtada kendisine edilen
hakaretle karşılaşmak zorunda kalırdı.
Konu IX
Soylular sınıfı ne dereceye kadar tahtı savunmak
zorundadırlar
İngiltere’de soylular sınıfı, I. Charles ile beraber
tahtın kalıntıları altında ezildi. Ama çok daha önce,
II. Philippe Fransızların kulağına hürriyet
kelimesini fısıldadığı zaman, bu hükümdarlığın
tacı, bir krala boyun eğmeyi onur sayan, buna
karşılık devletin yönetme yetkisini halkla
paylaşmayı hakaretlerin en büyüğü olarak gören
soylular sınıfı tarafından devamlı olarak
savunulmuştur.
Avusturya hükümdar ailesinin, durup
dinlenmeden Macar soylularını bastırmaya
çalıştığını gördük. Günün birinde bu sınıfın
kendisine ne kadar yararlı olacağını bilmiyordu da
ondan. Avusturya Macaristan’dan para istiyordu
ama bu devlette para değil insan vardı; Avusturya
ise bu insanları göremiyordu. Bunca hükümdar
Avusturya’nın topraklarını aralarında paylaşırken,
devletin cansız ve hareketsiz duran bölümleri âdeta
birbiri üzerine yıkılıyordu. Hayat yalnız bu
soylularda vardı; onlar da etkili oldular, kendilerine
edilen kötü muameleyi unutup savaşmaya
başladılar; ölmek ve bağışlamak suretiyle şan ve
onura ulaşacaklarını sandılar[102].
Konu X
İstibdat yönetimi ilkesinin bozulması üzerine
Yapısı bakımından bozuk olduğu için istibdat
hükümetinin ilkesi de durmadan bozulur. Öteki
hükümetler yıkılır; özel olaylar ilkelerini bozar da
ondan. İstibdat hükümeti ise, bazı rastlantısal
nedenler ilkesinin bozulmasına engel olmadı mı
kendi iç yapısındaki kusurlardan ötürü bozulur.
Demek oluyor ki istibdat hükümetinin ilkesi ancak,
iklimden, dinden, milletin durumundan ya da
dehasından doğan bazı şartlar onu bir düzene
uymak ya da bir kurala katlanmak zorunda
bıraktığı süre ayakta durabilir. Bütün bunlar bu
hükümet şeklinin yapısını bozmaz ama zorlar;
vahşiliğini gideremez; sadece bir süre için onu yola
getirmiş olur.
Konu XI
İlkelerin iyiliğinin ve bozulmasının doğal
sonuçları
Hükümetin ilkeleri bir kere bozuldu mu en iyi
kanunlar bile kötüleşir ve devlete karşı cephe alır.
İlkeler bozulmazsa kötü kanunlar bile iyi kanunlar
gibi sonuçlar verir; böylece, ilkenin kuvveti her şeyi
sürükler demektir.
Giritliler, devletin ileri gelenlerinin kanunlara
uymasını sağlamak için oldukça acayip bir çareye
başvururlardı: Ayaklanma. Vatandaşların bir
bölümü ayaklanır, büyükleri kaçırırdı; sonra da
herhangi bir vatandaş gibi geri dönmelerine izin
verirdi. Bu hareketin kanun çerçevesi içinde
yapıldığını kabul etmek mümkündür. İktidarın
kötüye kullanılmasını önlemek için hizip yaratan
böyle bir kurul herhangi bir cumhuriyeti yıkacak
güçte görünürse de Girit Cumhuriyetini yıkamadı.
Bakın neden:
Eskiler, en üstün vatan sevgisinden söz ettikleri
zaman örnek olarak Giritlileri verirlerdi. E atun:
“Vatan”, der; “Giritlilerin en çok sevdiği kelimedir.”
Vatana, bir annenin çocuklarına duyduğu sevgiyi
ifade etmek için verdiği adı verirlerdi. Vatan
sevgisinin ise düzene koyamayacağı hiçbir şey
yoktur.
Polonya kanunlarının da kendilerine göre bir
ayaklanması vardır. Ama bu ayaklanmaların ortaya
attığı sakıncalar böyle bir çareye başvuracak tek
milletin Giritliler olduğunu gösterir.
Yunanlılardaki jimnastik hareketleri de
hükümetin ilkelerinin iyiliğinden doğmuştur.
E atun, “Kendilerine yeryüzündeki üstün
mevkilerini sağlayan o ünlü akademileri ilk açanlar,
Lakedemonyalılarla Giritliler olmuştur”, der. “Önce
millet ar ve namus için bunlarda bir tehlike
gördüyse de sonradan genel yararlarını anlayıp bu
düşüncesinden vazgeçti.” E atun zamanında bu
kurallar fevkalade idi. Askerlik sanatı gibi büyük bir
amaca hizmet ediyorlardı. Ama Yunanlılarda
fazilet diye bir şey kalmayınca, aynı kurullar
askerlik sanatını bile yıktılar. Artık gençler arenaya
vücutlarını geliştirmek için değil, kendilerini
ahlaksızlığa kaptırmak için inmeye başladılar.
Plutarkhos der ki, “Romalılar, Yunanlıların
köleliğe düşmelerinin başlıca nedenini bu oyunlarda
görürlerdi. Ama aksine, bu oyunların bozulmasının
başlıca nedeni Yunanlıların köleliğe düşmüş
olmalarıdır. Plutarkhos zamanında, içinde
çırılçıplak dövüşülen parklar, güreş oyunları,
gençleri ödlekliğe alıştırır, pis bir sevgiye kaptırır, her
birinin bir kahraman değil bir cambaz olmasını
sağlardı. Ama Epaminondas zamanında güreş
oyunları Tebalılara Leuktres savaşını
kazandırmıştı.”
Devlet, ilkelerini yitirmediği takdirde, iyi
olmayan kanun sayısı çok azdır. Servetten söz
ederken Epikhuros’un, “Bozulan içki değil, kabın
kendisi” dediği gibi.
Konu XII
Aynı konunun devamı
Roma’da hâkimler senatörler arasından
seçilirdi. Gracchus’lar bu ayrıcalığı yalnız
şövalyelere verdiler. Drusus hem senatörlere hem de
şövalyelere verdi bu hakkı. Sylla yalnız senatörlere,
Cotta hem senatörlere hem şövalyelere hem de
deerdarlara bu hakkı tanıdı. Caesar, bu ayrıcalığı
deerdarların elinden aldı. Antonius,
senatörlerden, şövalyelerden ve komutanlardan
oluşan on kişilik mahkemeler meydana getirdi.
Bir cumhuriyet bozulunca, ortaya çıkan
kötülüklerden herhangi birini gidermek ancak
bozulma nedenlerini yok etmek, ilkeleri
hatırlatmakla mümkün olur. Başka türlü davranış
ne olursa olsun ya yararsız kalır ya da yeni bir
kötülüğün ortaya çıkmasına neden olur. Roma
ilkelerinden ayrılmadığı süre yargılama yetkisi
senatörlerin elinde hiçbir zaman ve hiçbir şekilde
kötüye kullanılmadı. Ama Roma bozulunca
yargılama yetkisi kime verildiyse, ister senatörlere,
ister şövalyelere, ister defterdarlara ayrı ayrı, ister bu
topluluklardan ikisine, ister üçüne birden ya da
başka bir topluluğa verilsin, halk bir türlü huzura
kavuşamadı. Ne şövalyeler senatörlerden, ne
deerdarlar şövalyelerden, ne de bunlar
komutanlardan daha faziletli kişilerdi.
Romalılar patrisyenlerin yönetime katılma
yetkisini elde ettikleri zaman, millete
yaltaklananların ülkede hâkimlik görevine
kavuşacakları sanıldı. Ama herkes yanıldığını
anladı. Halk sınıfından kimselerin yüksek
memurluklara atanmasını sağlayan bu milletin,
patrisyen seçmekte devam ettiği görüldü. Halk
faziletli olduğu için gururluydu, hür olduğu için
yetkiyi küçümsüyordu. Ama ilkelerini yitirince,
yetkisi ne kadar arttıysa ölçülü olması, ılımlılığı de o
derece azaldı. Nihayet, kendi tiranı, kendi kölesi
oluncaya dek, hürriyetinin kuvvetini yitirip
serkeşlikten doğan dermansızlığa düşünceye dek bu
böylece sürüp gitti.
Konu XIII
Faziletli bir millette ant içmenin önemi
Titus-Livius’a göre, bozulup dağılma işaretleri
hiçbir millette Romalılarda olduğu kadar geç
belirmemiş, ılımlılık ve yoksulluk hiçbir millette
Romalılarda olduğu kadar uzun süre saygı
görmemiştir.
Ant içmenin bu milletin gözünde öyle bir
kuvveti vardı ki, hiçbir şey onu kanunlara bu olay
kadar bağlayamamıştır. Romalılar içtikleri anda
bağlı kalmak için yaptıklarını, ne şan ve onur
uğrunda ne de vatan uğrunda yapmışlardır.
Konsül Quintius Cincinnatus, Eque’lerle
Volsque’lara karşı koymak için Roma’da bir ordu
kurmak istediği zaman tribunlar buna itiraz
ettiler[103]. Bunun üzerine konsül, “Geçen yıl
seçilen konsüle bağlı kalacaklarına ant içenler
arkamdan gelsin” dedi. Tribunlar geçen yıl içilen
andın hiçbir değeri olamayacağını, o zaman
Quintius’un özel bir kişi olarak yaşadığını
söyledilerse de boşuna. Millet kendisini yönetmek
isteyenlerden daha dini bütün göründü, tribunların
ortaya attıkları ayrılıkları, yorumları dinleyen
olmadı.
Aynı millet Mont-Sacré’ye [104] çekilmek
istediği zaman, savaşta konsüllerin arkasından
gideceğine dair içtiği ant yüzünden elinin kolunun
bağlı olduğunu hissetti. Konsülleri öldürmeye
niyetlendi; kendisine, bunu yapmakla hiçbir şey
kazanmayacağı, andın bozulmayacağı anlatıldı.
Andı bozmak konusundaki düşüncesini, işlemek
istediği cinayetin büyüklüğünden çıkarmak
mümkündür.
Cannes savaşından sonra[105] dehşete kapılan
halk Sicilya’ya çekilmek istedi. Bunun üzerine
Scipion, Roma’da kalacağına dair ona ant içirdi;
andı bozmak korkusu da öteki korkuların hepsine
üstün geldi. Roma fırtınada, din ve ahlak denen iki
demirle tutunan bir gemiydi.
Konu XIV
Devletin yapısındaki küçük bir değişiklik
nasıl olur da ilkelerin yıkılmasına sebep olur
Aristo bize Kartaca Cumhuriyetinden söz
ederken, bu cumhuriyetin çok iyi bir şekilde
düzenlenmiş olduğunu söyler. Polybe, ikinci Pun
savaşı sırasında, Kartaca’da senatonun hemen
bütün yetkisini yitirmiş olmasını bir sakınca olarak
ortaya atar. Titus-Livius, Annibal’ın Kartaca’ya
dönüşünde, büyük memurlarla ileri gelen kişilerin
devlet gelirini kendi kasalarına yerleştirdiklerini,
yetkilerini de kötüye kullandıklarını gördüğünü
söyler. Demek oluyor ki memurların fazileti de
senatonun yetkisiyle beraber yok olmuştu; bütün
bunlar aynı ilkenin sonuçlarıydı.
Romalılarda sansürün meydana getirdiği
mucizeleri herkes bilir. Buna rağmen bir an geldi ki
sansürü millet ağır bulmaya başladı ama ülkede
bozulmadan çok lüks olduğu için bu kurula
dokunan olmadı. Claudius sansürü zayıf düşürdü.
Bu yüzden de bozulma, lüksü geride bıraktı; böylece
sansür kendiliğinden yok oldu. Bozulan, istenen,
yeniden faaliyete geçen, tekrar bırakılan sansür,
faydasız bir hal alıncaya kadar, yani Augustos’la
Claudius devrine kadar demek istiyorum,
tamamıyla ortadan kalktı.[106]
Konu XV
Üç ilkenin devamını sağlamak için son derece
etkili çareler
Bu konudaki düşüncelerim ancak, bundan
sonra gelen dört parça okunduktan sonra
anlaşılacaktır.
Konu XVI
Cumhuriyetin başlıca nitelikleri
Niteliği bakımından, cumhuriyetin, küçük bir
ülkesi olmak gerekir; böyle olmazsa cumhuriyetin
yaşaması imkânsızdır[107]. Büyük bir cumhuriyette
büyük servetler olur, bu yüzden de kafalarda pek az
itidal bulunur. Bir vatandaşa emanet edilecek geniş
ölçüde şeyler vardır. Çıkarlar özelleşir; kişi, önce,
vatanı olmasa da, mutlu, büyük olmakta, şan ve
onura ulaşmakta güçlük çekmeyeceğini hisseder.
Arkasından da, vatanının yıkıntıları üzerinde tek
başına büyük bir insan olarak yaşayabileceği
kanısına varır.
Büyük bir cumhuriyette ortak çıkar, bin bir
düşünce ile feda edilir; istisnalara, âdeta
rastlantılara bağlı kalır. Küçük bir cumhuriyette ise
ortak çıkar daha iyi hissedilir, daha iyi tanınır;
vatandaşların her birine daha yakındır o; kötüye
kullanmalar ise daha az yaygındır; bundan ötürü de
daha az korunur.
Lakedemonya’nın uzun süre ayakta
durmasının nedeni, her savaştan sonra yalnız kendi
toprağıyla yetinmiş olmasıdır. Lakedemonya’nın tek
amacı hürriyetti; hürriyetin sağladığı tek yarar da
şan ve onurdu.
Kanunları gibi, kendi öz topraklarıyla
yetinmek, Yunan Cumhuriyetlerinin temel ilkesi
olmuştur. Atina kendini tutkulara kaptırdı,
Lakedemonya’ya da bunları bulaştırmakta güçlük
çekmedi. Ama amaçları köleleri değil hür kişileri
yönetmekti, birliği bozmak değil birliğin başına
geçmekti. Saltanat yönetimi baş gösterince de her
şey yıkıldı; bu yönetimin temel ilkesi, daha çok,
genişlemeyi, büyümeyi gerektirir de ondan.
Özel şartlar olmazsa[108], bir tek şehirde,
cumhuriyet yönetiminden başka bir yönetim
şeklinin yaşaması güçtür. Böyle küçük bir devletin
hükümdarının baskı kullanması olağan
şeylerdendir; çünkü, elinde, küçük bir yetki, bu
yetkiden yararlanmak, ona gerekli saygıyı
sağlayabilmek için de çok az imkân vardır; şu halde
halkı ezmek zorunda kalırdı. Öte yandan böyle bir
hükümdar yabancı bir kuvvet tarafından, hatta bir
iç kuvvet tarafından kolaylıkla baskı altına
alınabilirdi; millet ona karşı gelebilmek için her an
birleşebilirdi. Şimdi, bir şehir hükümdarı kendi
şehrinden kovulursa ortada dava diye bir şey
kalmaz; hükümdarın birçok şehri varsa dava henüz
başlamış demektir.
Konu XVII
Saltanat yönetiminin başlıca nitelikleri
Saltanatla yönetilen bir ülke orta büyüklükte
olmalı. Küçük olsaydı cumhuriyet olurdu; büyük
olsaydı, devletin zaten büyük olan kişileri,
hükümdarın gözü önünde bulunmadıklarından, her
birinin asıl sarayın dışında bir sarayı olduğundan,
ani kararlara karşı kanunlarla ahlak ilkeleri
tarafından korunduklarından pekâlâ itaat etmez,
çok uzak ve çok ağır bir cezadan korkmazlardı.
Nitekim Charlemagne, imparatorluğunu kurar
kurmaz bölmek zorunda kaldı; ya valiler itaat
etmediler ya da daha iyi itaat etmelerini sağlamak
için imparatorluğu birçok krallıklara bölmek gerekti.
İskender ölünce arkasından imparatorluğu
bölündü. Elbette ya, Yunanistan’la Makedonya’nın
böyle uçsuz bucaksız bir ülkeye yayılmış olan hür
büyükleri, hiç olmazsa muzaffer ordulara komuta
eden büyükleri nasıl olurdu da başka birisine boyun
eğebilirlerdi?
Attila’nın ölümünden sonra imparatorluğu
dağıldı. Onun yönetiminden memnun olmayan
bunca kral yeniden zincire bağlanmaya rıza
gösteremezdi.
Bu gibi durumlarda, dağılmayı önleyecek tek
çare sınırsız yetkinin derhal yerleşmesidir; bu da
yine, genişlemeden sonra başka bir felaket sayılır.
Irmaklar akar akar, sonunda denize dökülüp
karışırlar. Saltanat yönetimleri de tıpkı bunun gibi
istibdadın içinde kaybolurlar.
Konu XVIII
İspanya saltanat yönetiminin özel bir durumu
vardı
İspanya’yı örnek olarak göstermesinler bana;
daha çok, benim ileri sürdüklerimi destekler de
ondan. Amerika’yı elinde tutmak için istibdat
yönetiminin bile yapmadığını yaptı, halkı öldürttü.
Sömürgesini yitirmemek için de onu, kendine
muhtaç bir hale sokmak zorunda kaldı.
Aynı şeyi Felemenk’te de denemek istedi;
istibdadı bırakır bırakmaz da bir sürü güçlük belirdi.
Bir yandan Valonlar İspanyollara boyun eğmek, öte
yandan İspanyol askerleri Valon subaylarının
buyruğu altına girmek istemiyorlardı.
İspanya, İtalya’da tutundu ama bir yandan o
ülkeyi zenginleştirmek, öte yandan da kendini
yoksul düşürmek bahasına. Çünkü, İspanya
kralından kurtulmak isteyenler, bu yüzden onun
parasından vazgeçecek karakterde kişiler değillerdi.
Konu XIX
İstibdat yönetiminin başlıca nitelikleri
Büyük bir imparatorluk, başında bulunan
kişinin istibdatla yönetecek yetkide olmasını
gerektirir. Kararlar öyle ani olmalı ki uygulanacağı
yerlerin uzaklığının hiçbir değeri kalmasın; korku,
uzakta bulunan vali ya da memurun ihmalini
önlesin; kanun, yalnız bir kişinin kafasında
bulunsun ve devletin genişliğiyle orantılı olarak
durmadan artan engebeler gibi kanunlar da
durmadan değişsin.
Konu XX
Önceki konulardan çıkartılacak sonuç
Küçük devletlerin tabii niteliği cumhuriyetle
yönetilmekse, orta boydakilerin bir hükümdara
bağlı olmaksa, büyük imparatorluklarınki zorba bir
hükümdarın boyunduruğu altına girmekse, bundan
şu sonuçlar çıkartılır: Yerleşmiş bir yönetiminin
ilkelerini yaşatabilmek için devleti, mevcut
sınırlarının içinde tutmak gerekir, bu bir; sınırları
daraltılır ya da genişletilirse bu devletin anlayış
değiştireceğini bilmek gerekir, bu iki.
Konu XXI
Çin imparatorluğu üzerine
Bu kitabı bitirmeden önce, şimdiye kadar
söylediklerime karşı ileri sürülebilecek bir noktaya
cevap vermek isterim.
Misyonerlerimiz bize durmadan o uçsuz
bucaksız Çin imparatorluğundan söz açarlar ve
burasını bize, korkuyu da, onuru da, fazileti de aynı
zamanda ilke olarak kabullenmiş örnek bir ülke
olarak gösterirler. Demek oluyor ki ben, üç hükümet
şeklinin ilkelerini ortaya atarken yanlış bir yol
tutmuşum.
Yalnız dayak yediği zaman iş gören bir millette
söz konusu onurun nasıl bir onur olacağını
bilemiyorum.[109]
Bundan başka, misyonerlerimizin sözünü
ettikleri onurun üzerine tüccarlarımızın da bir kir
vermeleri imkânsız. Onlar bize ancak mandarinlerin
haydutlukları üzerine bir şeyler söyleyebilirler.
Yine kendime tanık olarak büyük insan Mylord
Anson’u alıyorum[110].
Zaten imparatorun, hoşuna gitmeyen
hükümdar ailesinden prenslere, dinimize yeni
geçmiş prenslere karşı açtığı dava üzerine keşiş
Parennin’ın yazdığı mektuplar, süreli bir şekilde
uygulanan bir işkence planının, düzenli bir şekilde
yani soğukkanlılıkla insanoğluna edilen işkencelerin
varlığını gösterir.
Bundan başka Çin hükümeti üzerine elimizde,
M. de Mairan ile yine keşiş Parennin’ın yazdığı
mektuplar var. Son derece makul sorularla
cevaplardan sonra ortada, kafamızdaki o hayal
âleminden bir şey kalmıyor.
Misyonerler bir düzen görüntüsüyle kandırılmış
olamazlar mı? Bizzat kendilerinde olduğu gibi,
orada da tek kişinin iradesinin devamlı olarak
uygulanması hoşlarına gitmiş olamaz mı? Nitekim
misyonerler, Hint krallarının saraylarında da böyle
bir yönetimle karşılaşmaktan memnun olurlardı.
Çünkü, büyük değişiklikler yapmak üzere gittikleri
bu ülkelerde, hükümdarları her şeyi yapacak yetkide
olduklarına inandırmak, halkı her şeye
dayanmaları gerektiğine inandırmaktan daha
kolaydır.
Son olarak şunu da söyleyeyim ki, bizzat
yanlışta bile gerçek olan bir taraf vardır. Özel
şartlar, belki de tekrarı imkânsız olan şartlar, Çin
hükümetinin bozulmasını önlemiştir. Çoğu iklim
şartlarından gelen maddi nedenler, bu ülkede
manevi nedenleri zorlamış, harika insanlar
meydana getirmiş olabilir.
Çin iklimi öyle bir iklimdir ki insan türünün
akıl almayacak şekilde çoğalmasını sağlar. Kadınlar
öylesine verimlidir ki, yeryüzünün başka bir
bölgesinde böyle bir şeyle karşılaşmak imkânsızdır.
En ağır işkenceler bile bu artmayı önleyememiştir.
Hükümdar orada Fraun gibi, “Milleti akıllı uslu bir
şekilde baskı altında bulunduralım” diyemez. Daha
çok, insan türünün tek başlı olmasını temenni eden
Neron gibi düşünebilir, işkenceye, baskıya rağmen
Çin’in nüfusu sırf iklimin etkisiyle artacak ve günün
birinde baskıyı alt etmek imkânını bulacak.
Pirinç yetiştiren her ülkede olduğu gibi Çin’de
de sık sık kıtlık, açlık baş gösterir. Millet acından
öleceği zaman yiyecek aramak için ortalığa yayılır;
her yanda üç, dört ya da beş kişilik hırsız çeteleri
belirir. Önce çoğu yok edilir; geri kalanlar daha da
büyür; onlar da yok edilir. Ama eyaletleri böyle bu
kadar çok, böyle bu kadar birbirinden uzak bir
ülkede herhangi bir çete pekâlâ zengin olabilir,
dayanır, kuvvetlenir, kolordu halini alır; doğrudan
doğruya, hükümet merkezine girer, başkanı da
hükümdarlık tahtına geçip oturur.
Bu olayın niteliği de böyledir işte, önce kötü
yönetim cezasını görür. Düzensizlik birdenbire baş
gösterir; bu harika milletin yiyeceği yoktur da
ondan. Öteki ülkelerde kötüye kullanmalardan
çabucak vazgeçmek güçtür; çünkü kötüye
kullanmaların hissedilir bir etkisi yoktur; çünkü
hükümdar, Çin’de olduğu gibi, ani ve şiddetli bir
şekilde öğrenemez bu işleri.
Çin hükümdarı, işleri kötü yönetirse öteki
dünyada daha az mutlu olacağını, bu dünyada ise
daha az yetkili daha az zengin olacağını bizim
hükümdarlarımız gibi bilmez. O sadece, yönetim
şekli iyi değilse imparatorluğunu da hayatını da
yitireceğini bilir, işte o kadar.
Anaların babaların çocuklarını şurada burada
bırakmalarına rağmen Çin’de nüfus durmadan
artmaktadır. Bu nüfusu beslemek için toprağı
verimli bir hale getirmek, bundan ötürü de
bıkmadan usanmadan çalışmak lazım. Bu da
hükümetin son derece dikkatli davranmasını
gerektirir. Herkesin, yorgunluğunun boşa
gitmeyeceğini bilerek çalışmasını sağlamak lazımdır.
Bu da medeni bir yönetimden çok bir aile yönetimi
demektir.
İşte, bunca sözü edilen düzen bundan ileri
geliyor. Kanunları istibdat yönetimiyle beraber
yürütmek istediler, ama istibdat yönetimiyle
eklenmek istenen şeyde kuvvet diye bir şey yoktu.
Uğradığı felaketlerin etkisiyle bu istibdat yönetimi,
kendi kendini zincire vurmak istedi ama boşuna,
zincirlerini silah olarak kullanıp daha da korkunç
bir hal aldı.
Demek oluyor ki Çin, ilkesi korku olan bir
istibdat devletidir. Belki, ilk sülaleler zamanında
imparatorluk pek öyle geniş olmadığından,
hükümet bu anlayıştan biraz ayrılmıştır. Ama
bugün böyle bir şey söz konusu bile değil.
İKİNCİ BÖLÜM
•••
DOKUZUNCU KİTAP
Savunma gücüyle ilgili kanunlar
üzerine
Konu I
Cumhuriyetler güvenliklerini nasıl sağlarlar
Bir cumhuriyet küçükse yabancı bir kuvvet
tarafından kolaylıkla yıkılır; büyükse, içten gelen bir
kötülük sonucu kendi kendine yıkılır.
Bu iki tara ı tehlike, ister iyi olsun ister kötü,
demokrasi yönetimlerini de saltanat yönetimlerini
de aynı şekilde bozar. Kötülük bizzat nesnenin
içindedir, bunu yok edecek başka hiçbir şekil de
yoktur.
Görülüyor ki insanlar, cumhuriyet yönetiminin
iç huzuruyla saltanat yönetiminin dış kuvvetinin
ikisini birden sağlayan bir devlet yapısı
tasarlamasalardı, sonunda süresiz olarak bir kişinin
yönetimi altında yaşamak zorunda kalacaklardı.
Sözünü ettiğim bu hükümet şekli federatif
cumhuriyettir.
Bu bir anlaşmadır; birçok siyasi topluluk teşkil
etmek istedikleri daha büyük bir devletin vatandaşı
olmayı kabul ettiklerini işte bu anlaşma ile
gösterirler. Bu, yeni bir şirket meydana getiren
şirketlerin şirketidir; kendisine katılan yeni
ortaklarla büyüyebilir bu şirket.
Yunanistan’ın uzun süre gelişmesini, uygarlığın
en üst noktasına çıkmasını sağlayan işte bu
birleşmeler olmuştur. Romalılar bu birleşmeler
sayesinde dünyaya meydan okumuşlardır; dünya
da yine bu birleşme sayesinde kendini
savunabilmiştir. Roma uygarlığı en üst noktasına
vardığı zaman, Tuna ırmağıyla Ren ırmağı
gerisindeki barbarlar sırf korktukları için birlik
kurmak zorunda kalmışlar ve ancak bu birlik
sayesindedir ki Romalılara karşı koyabilmişlerdir.
Yine bu bakımdandır ki İsviçre birlikleriyle,
Hollanda[111] ile Almanya, Avrupa’da, ölümsüz
cumhuriyetler olarak görülmektedirler.
Şehirlerarası birlikler, eskiden, bugünkünden
çok daha zorunlu idi. Kuvvetsiz bir şehir çok daha
büyük tehlikelerle karşı karşıyaydı. Düşman istilası
onu, bugün olduğu gibi yalnız yürütme ve yasama
yetkisinden değil, maddi, manevi haklarının
tümünden yoksun ederdi.
Bu çeşit bir birlik dıştan gelecek bir zorlamaya
dayanabileceği için iç düzeni bozulmadan
büyüklüğünü devam ettirebilir. Bu birliğin şekli
bütün sakıncaları önler.
Zorla başa geçmek isteyen kişi, birliğe dâhil
devletlerin hepsinde aynı şekilde saygınlık görmez.
Birinde aşırı bir üstünlük elde etse ötekilerin
hepsinde birden tehlike çanları çalmaya başlar; bir
parçasını boyunduruk altına alsa, henüz hür olan
parça, zorbanın gasbettiği kuvvetlerden ayrı
kuvvetlerle ona karşı koyar, daha yerleşmesine
zaman bırakmadan da hakkından gelebilir.
Birlik üyelerinden birinde bir ayaklanma olsa,
ötekiler birleşip bu ayaklanmayı bastırabilirler. Bir
yerde bir kötülük olsa sağlam kalanlar bu kötülüğü
giderirler. Böyle bir devletin bir yanı yıkılmadan öte
yanı yıkılabilir; şirket dağılsa bile ortaklar
egemenliklerini devam ettirirler.
Birlik, küçük küçük cumhuriyetlerden oluştuğu
için her hükümetin iç huzurundan faydalanır;
dışarıya karşı ise, birlikten aldığı kuvvetle, büyük
devletlerin sağladığı bütün çıkarları elde eder.
Konu II
Federatif devlet aynı nitelikteki devletlerden,
özellikle cumhuriyetçi devletlerden kurulu
olmalıdır
Kenan ilinde kurulan devletler, konfederasyon
halinde birleşmemiş küçük küçük saltanat
yönetimleri oldukları ve ortaklaşa bir savunmaya
girişmedikleri için çabucak yıkıldılar.
Konfederasyon halinde birleşmek, küçük saltanat
yönetimlerinin niteliğine uygun düşmez de ondan.
Alman Federatif Cumhuriyeti serbest şehirlerle
her biri bir hükümdara bağlı küçük devletlerden
meydana gelmiştir. Deney gösteriyor ki bu devlet,
Hollanda devletiyle İsviçre devleti kadar olgun
değildir.
Saltanat hükümetindeki anlayış savaşma ve
büyümedir; cumhuriyet hükümetinin anlayışı ise
barış ve ılımlı olmaktır. Bu iki çeşit hükümet, ancak
bir zorlama ile federatif cumhuriyet halinde
birleşebilir.
Nitekim Roma tarihinde de Veies’liler
kendilerine bir kral seçer seçmez, Toskana’daki
bütün küçük cumhuriyetlerin onları yalnız
bıraktıklarını görüyoruz[112]. Makedonya kralları
Amphictyon’lar arasında kendilerine bir yer elde
edince Yunanistan’da da her şey yıkıldı.
Hükümdarlardan ve serbest şehirlerden
meydana gelmiş olan Almanya Federatif
Cumhuriyeti hâlâ yaşıyor; çünkü başında, bir
bakıma birliğin memuru bir bakıma hükümdarı
olan bir şef var.
Konu III
Federatif cumhuriyette aranan başka koşullar
Hollanda Cumhuriyetinde bir eyalet öteki
eyaletlerin rızasını almadan hiçbir anlaşma
yapamaz. Bu kanun federatif cumhuriyette çok
iyidir, hatta zorunludur. Almanya Federatif
Cumhuriyetinde ise böyle bir şey yoktur; olsaydı,
üyelerinin bir tanesinin tedbirsizliğinden,
tutkusundan ya da cimriliğinden doğacak ve bütün
üyeleri zarara sokacak felaketleri önlerdi. Siyasi bir
konfederasyonla birleşmiş olan bir cumhuriyet, her
şeyini ona vermiş demektir; verilecek başka hiçbir
şeyi yoktur.
Birleşen devletlerin aynı büyüklükte ve aynı
kuvvette olmasını sağlamak güçtür. Likya
Cumhuriyeti yirmi üç şehrin birleşmesinden
meydana gelmişti. Ortak kurultayda büyük
şehirlerin üç, ortaların iki, küçüklerin bir oyu vardı.
Hollanda Cumhuriyeti yedi eyaletten meydana
gelmiştir; büyük küçük hepsinin bir oyu vardır.
Likya Cumhuriyetine üye olan şehirler
kullandıkları oy sayısına göre vergi verirlerdi.
Hollanda eyaletlerinin bu orantıya uymaları
imkânsızdır; onun için de her biri kendi gücüne göre
vergi vermektedir.
Likya’da, şehirlerin hâkimleriyle memurlarını
ortak kurultay, yukarıda sözünü ettiğimiz orantıya
göre seçerdi. Hollanda Cumhuriyetinde ise
memurlarla hâkimler ortak kurultay tarafından
değil, bizzat şehirler tarafından seçilir. Federatif
cumhuriyet için özel bir örnek istenseydi benden,
hiç düşünmez Likya Cumhuriyetini gösterirdim.
Konu IV
İstibdat devletleri güvenliklerini nasıl sağlarlar
Nasıl ki cumhuriyetler, güvenliklerini,
birleşmek suretiyle sağlarlarsa, istibdat devletleri de
bu işi birbirlerinden ayrılmakla, âdeta yalnız
kalmakla yaparlar. Ülkenin bir bölümünü feda
ederler, sınırlarda taş üstünde taş bırakmazlar,
âdeta bir çöl haline getirirler; imparatorluğun
gövdesine girmek imkânsızlaşır.
Geometride kabul edilmiş bir şey vardır: Bir
nesnenin alanı genişledikçe çevresi nispeten küçük
kalır. Demek oluyor ki, sınırları tahrip işi, küçük
devletlerden çok büyük devletlerde hoş görülecek bir
şeydir.
Bu devlet, dıştan gelecek zalim bir düşmanın
ama durdurulması imkânsız bir düşmanın vereceği
zararın tümünü kendi kendine verir.
İstibdat devleti varlığını korumak için başka bir
ayrılık yöntemine daha başvurur; uzak ülkelerini,
derebeylik sistemine göre yöneten hükümdarların
ellerine bırakır. Moğollar, İranlılar ve Çinliler böyle
derebeylik yönetimleri kurmuşlardı, Türkler de
kendileriyle düşmanları arasına Tatarları,
Moldavları, Valakları, daha önce de
Transilvanyalıları koymuşlar ve böylece huzur
içinde yaşamışlardır.
Konu V
Saltanat devletleri güvenliklerini nasıl sağlarlar
Saltanat devleti, istibdat devleti gibi kendi
kendini tahrip etmez; ama orta büyüklükte bir
devlet kolaylıkla istila edilebilir. Bunun için de
sınırlarını koruyan sağlamlaştırılmış mevkileri,
bunları koruyan orduları vardır. En küçük toprak
parçası orada sanatla, cesaretle, inatla savunulur.
İstibdat devletleri birbirlerini istila ederler;
gerçekten savaşan, yalnız, saltanat devletleridir.
Sağlamlaştırılmış mevkiler saltanat devletlerine
özel bir şeydir; istibdat yönetimleri böyle bir şeyden
çekinirler. Kimseye güvenip teslim edemezler bu
mevkileri; çünkü orada devleti de hükümdarı da
seven yoktur.
Konu VI
Devletlerin genel olarak savunma güçleri üzerine
Bir devletin kuvvetli olması için büyüklüğü
öyle olmalı ki, kendisine karşı girişilecek herhangi
bir saldırı hareketinin hızıyla, bu saldırışı sonuçsuz
bırakmak için kullanacağı hız arasında bir orantı
bulunmalı. Saldıranın her yerde bir anda belirmesi
mümkün olduğundan, kendisini koruyacak olanın
da aynı anda her yerde belirmesi lazım. Şu halde,
ülkenin, doğa kanunları gereğince insanın bir yerden
bir yere gitmesi için gerekli zamanla orantılı bir
büyüklükte olması, yani orta büyüklükte olması
şarttır.
Fransa ile İspanya işte bu büyüklüktedir.
Kuvvetler birbirleriyle öyle rahat temasa geçerler ki
istenilen yere derhal yönelirler; ordular hızla birleşip
bir sınırdan ötekine geçebilirler. Yapılması, belli bir
zamana bağlı olan hareketlerin aksamasından
korkulmaz oralarda.
Fransa’da, talihin bir cilvesi olarak bu,
hükümet merkezi, çeşitli sınırlardan, kuvvetleriyle
orantılı bir uzaklıktadır. Hükümdar oradan
ülkesinin her parçasını, hele saldırılma olasılığı
daha çok olan parçasını mükemmel bir şekilde
görmek imkânına sahiptir.
Ama İran gibi uçsuz bucaksız bir ülkeye
düşman saldırdı mı, dağınık birliklerin bir araya
gelmesi için birkaç ay gerekir. Üstelik askerlerin on
beş günlük bir yürüyüşteki süratle yürümelerini
istemek de imkânsızdır. Sınırda bulunan bir ordu
yenilgiye uğradı mı, sığınacak olduğu yer uzak
olduğundan kesinlikle dağılır. Galip ordu karşısında
dayanacak bir kuvvet bulamayınca durup
dinlenmeden ilerler. Valiler kendilerinden yardım
istendiğini haber aldıkları sırada, düşman ordusu
hükümet merkezinin önünde belirir ve şehri kuşatır.
İhtilalin yakın olduğuna hükmedenler
başkaldırarak ihtilali çabuklaştırırlar. Çünkü sırf
cezanın hemen başlarının ucunda bulunduğu için
bağlılık gösteren insanlarda ceza uzaklaşır
uzaklaşmaz bağlılıktan eser kalmaz; kendi
çıkarlarından başka bir şey düşünmez olurlar.
İmparatorluk dağılır, hükümet merkezi düşer; galip
tarafın hükümdarı da eyaletleri ele geçirmek için
valilerle savaşır.
Bir hükümdarın gerçek kuvvet ve kudretini ne
istila etmekte gösterdiği beceride ne de kendisine
saldırdığı zaman gösterdiği çetinlikte aramak lazım;
yani değişmez durumunda aramamalı böyle bir şeyi
demek isterim. Ama ülkelerinin genişlemesi,
kendisine saldırmak için düşmanlarına yeni yeni
imkânlar sağlayacağını bilmeli ve bu imkânları yok
etmeye çalışmalı.
Böylece, hükümdarlar bir yandan güçlerini
artıracak kadar akıllı davranırlarken bir yandan da
bu güçlerini sınırlandırmak için gereken önlemleri
almaya çalışmalı. Küçüklüğün ortaya attığı
tehlikeleri yok ederken, büyüklüğün ortaya atacağı
tehlikelere de devamlı göz kulak olmalı.
Konu VII
Düşünceler
Uzun zaman saltanat sürmüş büyük bir
hükümdarın düşmanları, onu, sanırım
mantıklarına değil de duydukları korkuya
dayanarak, belki bin kere, evrensel bir saltanat
devleti tasarısını hazırlamak ve yönetmekle
suçlandırmışlardır. Başarsaydı bu işi, Avrupa için
olsun, kendi milleti için olsun, hatta kendisi ve
ailesi için olsun bundan daha büyük bir felaket
olamazdı. Gerçek çıkarların nerede olduğunu bilen
Tanrı, galibiyetlerinden çok yenilgilerinden ona
çıkarlar sağladı. Onu, Avrupa’nın tek kralı haline
getireceğine, bütün kralların en güçlüsü haline
getirdi.
Onun, yabancı ülkelerde yaşarken yalnız terk
etmiş olduğu vatanını düşünen, yurdundan
ayrılırken zaferi en büyük nimet olarak gören, uzak
ülkelerdeyken de bu zaferi dönüşüne bir engel sayar,
çevresini küçümser gibi göründüğü için o güzelim
özellikleriyle bile insanları rahatsız eden, yaraya,
tehlikeye, yorgunluğa dayanan ama eğlencesinden
fedakârlık edemeyen, sevinci son derece seven,
generalini övmek suretiyle bir yenilginin acısını
çabucak unutan milleti, bu ülkede başarılamadığı
takdirde öteki ülkelerin hiçbirinde başarılamayacak
olan, bir an içinde başarılamadığı takdirde sonsuza
dek başarılamayacak olan böyle bir girişimin imkânı
yok sonuna kadar gidemezdi[113].
Konu VIII
Bir devletin savunma gücünün saldırı gücünden
az olduğu durum
“İngilizler başka hiçbir yerde kendi
ülkelerindeki kadar zayıf ve yenilmeye uygun
değildirler.” Bu sözü Sir de Coucy, kral V. Charles’a
söylemiş. Romalılar için de böyle demişlerdir;
Kartacalılar da bunu bizzat denemişlerdir;
yurtlarında siyasi ya da medeni çıkarlar yüzünden
bölünmüş insanları disiplinle, askeri güçle yola
getirmek, barıştırmak için uzaklara ordu gönderen
her devletin başına gelecek olan da budur. Devlet
öteden beri içini kemiren hastalık yüzünden zayıf
düşer, kendisine verilen ilaç ise onu büsbütün zayıf
düşürür.
Sir de Coucy’nin bu sözü uzak ülkelerde
savaşmayı salık veren genel kurala bir istisna
oluşturur. Ama bu istisna, kuralı güçlendirmekten
de geri kalmaz; çünkü bu istisnai durum, özellikle
kuralı bozmuş olanlara karşı uygulanır.
Konu IX
Devletlerin nispi kuvveti üzerine
Her çeşit büyüklük, her çeşit kuvvet, her çeşit
güç nispidir. Gerçek büyüklüğü artırmaya çalışırken
nispi büyüklüğü azaltmamaya dikkat etmek lazım.
XIV. Louis saltanatının ortalarına doğru,
Fransa nispi büyüklüğünün en üst noktasına çıktı.
Almanya’da o zaman şimdiki gibi büyük
hükümdarlar yoktu. İtalya’nın durumu da böyle
idi. İskoçya ile İngiltere birleşip henüz bir saltanat
yönetimi kurmamışlardı. Aragon’da da Kastilya’da
da böyle bir şey yoktu; İspanya’nın uzak ülkeleri bu
yüzden zayıf düşmüştü, İspanya’yı da zayıf
düşürmüştü. Moskova ise Avrupa’da, Kırım ne
kadar biliniyorsa o kadar biliniyordu.
Konu X
Komşu devletlerin zayıflığı üzerine
Çökmek üzere olan bir komşu devletin
çökmesini hızlandırmamalı; çünkü bu bakımdan
devlet çok mutlu bir durumda bulunuyor demektir;
bir hükümdar için, kaderin bütün darbelerine,
bütün felaketlerine kendi devleti yerine bir başka
devletin uğramasından daha rahat bir şey olamaz.
Böyle bir devleti istila etmekle de, nispi güçten yana
yitirilen gerçek güçten yana kazanılması ise pek az
görülen şeylerdendir.
ONUNCU KİTAP
Saldırgan güçle ilgili kanunlar
üzerine
Konu I
Saldırgan güç üzerine
Saldırgan güç devletler hukuku tarafından
düzenlenir; bu da milletlerin birbirleriyle
ilişkilerinde dikkate aldıkları siyasal bir kanundur.
Konu II
Savaş üzerine
Devletlerin hayatı da kişilerin hayatı gibidir.
Kişilerin, doğal savunma halinde öldürme yetkileri,
devletlerin de varlıklarını devam ettirmek için
savaşma hakları vardır.
Doğal savunma halinde öldürmek hakkımdır;
çünkü bana saldıranın hayatı, onun olduğu gibi,
benim hayatım da benimdir. Böylece, bir devlet de
savaşır, çünkü onun varlığının devamı öteki
varlıkların devamı gibidir.
Vatandaşlar arasında doğal savunma yetkisi,
kendisiyle beraber, saldırma hakkını da zorunlu
olarak getirmez. Birbirlerine saldıracak yerde
mahkemelere başvururlar, olur biter. Şu halde kişi
savunma yetkisini ancak, kanunların yardımını
beklediği takdirde hayatının tehlikeye düşeceğini
anladığı o ani durumlarda kullanabilir. Ama
toplumlar arasında, doğal savunma yetkisi bazen
saldırmayı zorunlu kılar. Örneğin, bir millet, uzun
süren bir barış sonunda bir başka milletin kendisini
ortadan kaldıracak kadar kuvvetleneceğine
inanırsa, bunu önlemek için tek çare, o milletin
derhal harekete geçip saldırmasıdır.
Bundan da şöyle bir sonuç çıkar: Küçük
toplumların büyük toplumlardan daha sık savaşma
hakkı vardır; küçük toplumlar daha sık ortadan
kaldırılmak tehlikesiyle karşılaşırlar da ondan.
Şu halde savaş hakkı zorunluluktan, yerinde bir
zorunluluktan doğar. Hükümdarların vicdanlarını
ya da meclislerini yönetenler buna uymazlarsa her
şey mahvolur; şan ve onur, yerinde davranış, çıkar
gibi key ilkelere dayanmaya kalkarlarsa yeryüzü
kana bulanır.
Sakın bu sözlerime karşı hükümdarın şan ve
onurunu ileri sürmeye kalkmasınlar; onun şan ve
onuru doğrudan doğruya gururudur; meşru bir hak
değil bir tutkudur.
Doğru, gücünün ve kudretinin ün salması
devletin saygınlığını artırabilir ama adaletinin ün
salması da pekâlâ bu işi görebilir.
Konu III
İstila hakkı üzerine
Savaşma hakkından, bunun sonucu olan istila
hakkı doğar. Demek oluyor ki bu da onun ruhunu
izlemek zorundadır. Bir ülke istilaya uğradı mı,
istila eden, o ülkede dört çeşit kanun uygular:
Bütün varlığıyla insanoğlunun yaşamasını sağlayan
doğa kanununu, bir; bize yapılmasını istediğimiz
şeyi başkalarına yapmamızı gerektiren doğal
aydınlık kanununu, iki; doğanın süresini
sınırlandırmadığı siyasal toplumlar meydana
getiren kanunu, üç; nihayet, olayın bizzat
kendisinden çıkan kanunu, dört. İstila bir kazançtır;
kazanç anlayışı ise kendisiyle beraber yıkıp dökme
anlayışını değil, koruma ve kullanma anlayışını
getirir.
Bir devletin ülkesini istila eden bir başka devlet
ona karşı şu dört davranış tarzından birini seçer; ya
kendi yasalarına göre eskisi gibi yönetilmesine izin
verir ve yalnız siyasi ve medeni yönetimi kendi
üzerine alır; ya ona siyasi ve medeni yeni bir
yönetim şekli verir; ya toplumu dağıtıp başka
toplumların içinde eritir; ya da bütün milleti
kılıçtan geçirir.
Birinci tarz bugün uyguladığımız devletler
hukukuna uygundur; dördündü tarz ise
Romalıların devletler hukukuna daha uygundur;
bundan da insanların ne dereceye kadar
iyileştiklerini varın siz çıkarın. Yalnız bu fırsattan
yararlanmak, yaşadığımız çağı, düşünce tarzımızı,
dinimizi, felsefemizi ve ahlakımızı layık olduğu
şekilde övmeyi bir görev bilirim.
Eski tarihlere dayanan amme hukuku
yazarlarımız, çok çetin çağlarda yaşadıkları için
olacak, yanlış kararlara varmışlar. Key
düşüncelere dalmaktan alamamışlar kendilerini;
istila edenlere, neyin nesi olduğunu anlayamadığım
bir öldürme hakkı tanımışlar: Bu da onların, ilke
kadar korkunç birtakım sonuçlar çıkarmalarına ve
az buçuk aklı başında olan istilacıların bile
uygulamaktan kaçındıkları bazı gelenekleri
yerleştirmelerine sebep olmuştur. İstila işi bitti mi
istilacının öldürme hakkı kalmadığı apaçık bir şey.
Çünkü artık, ne doğal savunma durumundadır ne
de kendi varlığını koruma.
Onları bu şekilde düşünmeye yönelten şey,
istilacının toplumu yok etmeye hakkı olduğunu
sanmalarıdır. Bundan da toplumu oluşturan kişileri
öldürme hakkı olduğu sonucunu çıkardılar; bu ise
yanlış bir ilkeden yanlış bir şekilde çıkarılmış bir
sonuçtur. Çünkü toplumun yok edilmesi, onu
oluşturan insanların da yok edilmesini gerektirmez.
Toplum, insanların kendileri değil onlardan
meydana gelen birliktir; vatandaş yok olabilir ama
insan kalır.
İstilada öldürmek hakkından, politikacılar da,
insanı köle haline getirmek hakkını çıkardılar ama
bu sonuç bile ilkenin kendisi kadar yanlıştır.
Ancak istila edilen ülkenin korunması gerektiği
zaman milleti köle haline getirmek hakkı
düşünülebilir. İstilanın amacı korumadır. Kölelik
hiçbir zaman istilanın amacı olamaz ama ülkenin
korunması için kölelik bazen zorunlu bir araç halini
alabilir.
Bu durumda bile köleliğin sonsuz bir şekil
alması doğaya aykırı bir şeydir. Köle milletin tebaa
halini alması lazımdır. İstilada kölelik, gelip geçici
bir durumdur. Belli bir süre sonra, gelenekler,
kanunlar, birlikler, evlenmeler ve kafa denkliği
sayesinde istila eden devletin bütün bölümleri istila
edilen devletin bütün bölümleriyle birleşti mi
ortada kölelik diye bir şey kalmamalı. Çünkü
istilacının hakları bütün bu şeylerin olmamasına
dayanır, bir; bir de, birbirine güvenmemek gibi iki
millet arasındaki uzaklığa dayanır, iki.
Böylece, milleti köle haline getiren istilacı onu
bu durumdan kurtarmak için bazı çareleri daima
göz önünde bulundurmalı; bu çarelerin sayısı ise o
kadar çoktur ki.
Burada belirsiz şeyler söylediğimi sanmıyorum.
Roma imparatorluğunu istila eden atalarımız bu
şekilde davranmışlardır. Savaşın ortasında,
işbaşında, kaynaşma sırasında, zaferin verdiği
sarhoşluk esnasında çıkardıkları kanunları
yumuşattılar; kanunları ağırdı, tarafsız bir şekle
soktular. Burginyonlar, Gotlar, Lombarlar, öteden
beri, Romalıların mağlup bir millet olmalarını
isterlerdi; Euric, Gondebaud ve Rotharis kanunları,
barbarlara da Romalılara da vatandaşlık hakkı
tanımışlardır.
Charlemagne, Saksonları yola getirmek için hür
doğmuş olma hakkıyla mülkiyet hakkını ellerinden
aldı. Louis le Débonnaire onları yeniden
hürriyetlerine kavuşturdu. Saltanatı boyunca da
bundan daha iyi bir iş yapmadı. Gerek zaman,
gerekse kölelik hayatı onları yola getirmişti; ondan
sonra da hükümdarlarına tam bir güvenle
bağlandıklarını görüyoruz[114].
Konu IV
İstilaya uğrayan milletin sağladığı bazı yararlar
üzerine
Politikacılar, istila hukukundan böyle bu
derece kötümser sonuçlar çıkaracaklarına, bu
hukukun ara sıra yenilmiş millete sağlayacağı
yararlardan söz açsalardı daha iyi etmiş olurlardı.
Bizim devletler hukukumuz olduğu gibi
uygulansaydı, yeryüzünün tümüne yayılsaydı,
politikacılar bu yararları daha iyi anlamış olurlardı.
İstilaya uğrayan devletlerin kurulları çoğu
zaman pek öyle güçlü bir görüntü vermez. İçten içe
bir bozulma vardır oralarda; kanunlar uygulanmaz
olmuştur; hükümet baskı kullanmaya başlamıştır.
İstila tahrip edici olmazsa böyle bir duruma düşen
devletin; bundan kazançlı çıkacağından, hatta bazı
yararlar sağlayacağından kim şüphe edebilir. Kendi
kendini iyileştiremeyen hükümete yeni bir şekil
verildiyse devlet bundan ne kaybeder? Zenginin bin
bir hileye, dalavereye başvurarak, hiç belli etmeden
her şeyi eline aldığı bir ülkeyi; yoksulun kötüye
kullanma sandığı şeyin kanun halini aldığını
gördüğü, altında inlediği baskıdan şikâyet etmeye
hakkı olmadığı bir ülkeyi istila eden düşman, evet
böyle bir düşman bütün bunları değiştirebilir; onun
göstereceği şiddetten en çok etkilenecek de
muhakkak milleti baskısı altında tutan o sessiz
sedasız zulüm olacaktır.
Mesela vergi toplayıcılarının baskısı altında
inim inim inleyen bazı milletlerin, meşru
hükümdarın verdiği sözlerden, sağladığı
yararlardan hiçbiriyle ilgisi olmayan istilacılar
sayesinde rahata kavuştukları sık sık görülen
şeylerdendir. İstilacı hiçbir şeye karışmadığı halde,
bakarsınız kötüye kullanmalar kendiliğinden yok
olmuştur.
Bazı hallerde istilacı azla yetindiği için, mağlup
millete, meşru hükümdarının elinden almaktan
çekinmediği zorunlu gereksinimlerini bıraktığı da
olmuştur.
Bir istila hareketi zararlı önyargıları da yok
edebilir; hatta daha ileri gidip istilaya uğrayan
milleti büyük bir huzura da kavuşturur diyeceğim.
İspanyollar, Meksikalılara ne büyük iyiliklerde
bulunabilirlerdi, bilseniz. Sevgi ve acıma uyandıran
bir din götürebilirlerdi onlara; bunun yerine kapkara
bir bağnazlık götürdüler. Köleleri hürriyete
kavuşturabilirlerdi; oysa hür insanları köle haline
getirdiler. İnsanlardan istenilen özverileri kötüye
kullanmamak gerektiğini öğretebilirlerdi onlara;
oysa zavallıları öldüre öldüre tüketmeye çalıştılar.
Yapmadıkları iyilikleri, buna karşılık ettikleri
kötülükleri saymaya kalksam sonunu getiremem.
Ettiği kötülüklerin bir bölümünü gidermek
istilacıya düşer. Ben istila hakkını şöyle tarif
ediyorum: Zorunlu, meşru ama uğursuz bir hak;
kimin eline geçmişse onu, insanlığa karşı işlediği
suçları bağışlatmak için büyük külfetler altında
bırakan bir hak.
Konu V
Siraküza kralı Gélon
Tarihin sözünü ettiği en güzel barış anlaşması
Gélon’un Kartacalılarla yaptığı anlaşmadır.
Çocuklarını kurban etme geleneğini bıraktırmıştır.
Çok hoş bir şey değil mi? Üç yüz bin Kartacalıyı
öldürttükten sonra yalnız onlara yarayacak, daha
doğrusu insanlığa yarayacak bir şart koşuyordu
onlara.
Belhliler yaşlı babalarını büyük köpeklere
yedirirlerdi; İskender bunu önledi; bu da boş
inançlara karşı elde ettiği bir zafer oldu[115].
Konu VI
İstila eden bir cumhuriyet üzerine
Federatif bir devlette, konfederasyona dâhil
devletlerden birinin yine konfederasyona dâhil
başka bir devletin, zamanımızda İsviçre’de olduğu
gibi, toprağını istilaya kalkması, işin niteliğiyle
bağdaşamaz[116]. Bununla beraber, karışık federatif
devletlerde yani küçük cumhuriyetlerle küçük
krallıkların meydana getirdikleri devletlerde böyle
bir olaya insan pek öyle şaşmaz.
Demokratik bir cumhuriyetin, demokrasinin
çevresi içine girmek istemeyen şehirleri istilaya
kalkışması da işin niteliğiyle bağdaşamaz.
Romalıların başlangıçta yaptıkları gibi istilaya
uğrayan milletin, egemenlik haklarından
faydalanması gerek. İstilayı, demokratik bir
yönetim için belirlenen vatandaş sayısına göre
sınırlandırmalı.
Bir demokrasi, bir milletin toprağını sırf o
milleti tebaa olarak yönetmek için istila ederse,
bizzat kendi özgürlüğünü tehlikeye atmış olur;
çünkü istila ettiği ülkelere göndereceği memurlara
büyük yetkiler vermek zorundadır.
Annibal, Roma’yı eline geçirmiş olsaydı nasıl
bir tehlike ile karşı karşıya kalırdı Tanrı bilir.
Bozguna uğradıktan sonra neden olduğu ihtilalleri
göz önünde bulundurursak, galip gelseydi kendi
ülkesinde meydana gelecek olayların şiddetini
pekâlâ düşünebiliriz.
Hannon yalnız kıskançlık duygusuyla hareket
etseydi, Annibal’e destek birliklerinin
gönderilmemesi için senatoyu hiçbir zaman ikna
edemezdi[117]. Aristo’nun dediğine bakılırsa bu
senato zaten öylesine akıllı uslu bir senatoymuş ki
(bu cumhuriyetin ikbal içinde yaşamış olması da
zaten bunun böyle olduğunu gösterir), bütün
kararlarını akılcı nedenler gösterdikten sonra
verirmiş. Nitekim 1,5 kilometre uzakta bulunan bir
ordunun yerine konulması güç önemli kayıplara
uğradığını anlamamak için insanın budala olması
lazım.
Hannon’dan yana olanlar Annibal’in
Romalılara teslim edilmesini istiyorlardı.
Romalılardan değil Annibal’in kendisinden
korkuyorlardı da ondan.
“Annibal’in bu işi başaracağına inanmak
imkânsız” diyorlardı ama bundan kuşkulanmak
için de ortaya nasıl bir neden atacaklarını
bilemiyorlardı. Bütün dünyaya yayılmış olan
Kartacalılar İtalya’da olup bitenleri bilmiyorlar
mıydı sanki? Biliyorlardı, bildikleri için de
Annibal’e destek birlikleri göndermek
istemiyorlardı.
Hannon, Trébie, Trasimène, Cannes
savaşlarından sonra daha da inatçı bir hal almıştı:
Her gün biraz daha artan güvensizliği değil,
duyduğu korkuydu.
Konu VII
Aynı konunun devamı
Demokratik bir devletin istilada bulunmasının
bir sakıncası daha vardır. Yönetim biçimi istila
edilen millete iğrenç görünür. Saltanatla
yönetiyormuş gibi görünürler ama aslında, öteden
beri hemen bütün ülkelerde yapılan deneyler,
bunların saltanat yönetiminden çok daha sert bir
yönetim biçimleri olduğunu göstermiştir.
İstilaya uğrayan milletler acınacak
durumdadırlar; ne cumhuriyet yönetiminin
sağladığı çıkarlardan ne de saltanat yönetiminin
sağladığı çıkarlardan faydalanırlar.
Demokratik devlet için söylediklerimin hepsini
soylular devletine de uygulamak mümkündür.
Konu VIII
Aynı konunun devamı
Böylece, bir cumhuriyet hükümeti başka bir
milleti buyruğu altına aldı mı, ona iyi bir siyasi
kanunla iyi bir medeni kanun vermek suretiyle,
olayların niteliğinden doğacak sakıncaları
gidermeye çalışmalı.
Bir İtalyan Cumhuriyeti, bir arada yaşayan
insanları buyruğu altında bulunduruyordu[118]
ama onlara uyguladığı siyasi kanun da medeni
kanun da kusurluydu. Bunun üzerine, yalnız
valinin vicdani kanısına uyularak kendilerini
şiddetli cezalara mahkûm etmeyeceklerine dair
çıkardıkları genel kararı bilmeyen yoktur. Çoğu
zaman, milletlerin bizzat kendilerine bazı
ayrıcalıkların verilmesini istedikleri görülmüştür.
Burada ise bütün milletlerin hakkı olan bir şeyi
bizzat hükümdar veriyor.
Konu IX
Çevresindeki ülkeleri istila eden bir saltanat
devleti üzerine
Genişleyip büyüme suretiyle zayıf düşmeden
çok daha önce bir saltanat devleti harekete
geçebilirse korkunç bir şekil alır. Kuvveti de,
çevresindeki saltanat devletlerinden ne kadar baskı
görürse o kadar devam eder.
Şu halde hükümet, doğal sınırları içinde kaldığı
süre istila işine girişmeli. Akıl ve önlem bu sınırları
aşar aşmaz durmasını gerektirir.
Bu çeşit istilalarda hiçbir şeyi değiştirmemeli:
Mahkemeler de, kanunlar da, gelenekler de,
ayrıcalıklar da olduğu gibi kalmalı; ordu ile
hükümdarın adından başka hiçbir şey değişmemeli.
Bazı komşu eyaletleri istila ederek saltanat
devleti sınırlarını genişletmişse, bu eyaletlerde
yaşayanlara karşı son derece yumuşak davranmalı.
Uzun zaman istila işiyle uğraşmış bir saltanat
devletinde, eski sınırlarda yaşayan insanlar genel
olarak bir hayli ezilmiş olurlar. Eski yeni, birçok
kötüye kullanmalara dayanmak zorundadırlar;
çoğu zaman da her şeylerini yiyip yutan, ellerinden
varlarını yoklarını alan büyük bir hükümet
merkezleri vardır. Şimdi bu sınırların çevresindeki
eyaletler istila edildikten sonra burada oturan
insanlar eski sınırların içinde oturanlarla bir
tutulur, onlara karşı da aynı şekilde davranılırsa
devlet mahvolur. İstila edilen ülkelerin ödeyecekleri
vergilerden yine bu ülkelerin yararlanması imkânsız
olur. Sınır toprakları işlenmez, daha verimsiz bir hal
alır, halkı yeni devlete ısınamaz; oralarda kalıp
işbaşında bulunması gereken askeri birliklerin
beslenmesi ise çok güç olur.
İstilacı bir saltanat devletinin zorunlu durumu
böyledir işte. Hükümet merkezinde korkunç bir
lüks, ondan uzaklaşan eyaletlerde sefalet, daha
uzaklarda ise bolluk. Tıpkı gezegenimizde olduğu
gibi; merkezinde ateş, yüzeyinde yeşillik, ikisi
arasında ise çorak, soğuk ve verimsiz bir toprak.
Konu X
Başka bir saltanat devletini istila eden bir
saltanat devleti üzerine
Olur ki bir saltanat devleti, bir başka saltanat
devletini istila eder. İstila edilen devletin toprağı az
ise çevresine kaleler yaparak bu toprağı korumak
kolay olur. Büyükse o zaman korumak için en iyi
çare istila eden devlet halkından bol bol insan
gönderip oralara yerleştirmektir.
Konu XI
İstilaya uğrayan devletin ahlak ve gelenekleri
üzerine
Bu gibi istilalarda, istilaya uğrayan milletin
kanunlarını olduğu gibi bırakmak yetmez; belki
ahlak ve geleneklerine dokunmamak daha
zorunludur. Çünkü bir millet, ahlak ve
geleneklerini, kanunlarından daha iyi bilir, daha
çok sever ve daha çok savunur.
Fransızlar dokuz kere İtalya’dan
kovulmuşlardır. Tarihçilerin dediklerine bakılırsa
bunun nedeni, kadınlara ve kızlara karşı küstahça
davranışlarıdır. İstilaya uğramış millete, istila eden
milletin gururu, bilinçsizce davranışları, hele daha
kötüsü her şeye burnunu sokmak istemesi çok ağır
gelir, son hareket tarzı uğradıkları hakaretlerin
sayısını artırdıkça artırır.
Konu XII
Cyrus’un bir kanunu üzerine
Cyrus’un Lidyalılar için çıkardığı bir kanun
vardır. O kanun gereğince bu millet yalnız ağır ve
aşağılık işlerde çalışabilirdi. Benim için iyi bir kanun
değildir bu. Görülüyor ki en yakın ihtimal göz
önünde tutuluyor; akla ilk gelen ayaklanmalardır;
istilayı düşünen yok. Ama istila çok geçmeden baş
gösterir; iki millet birleşip birbirini bozar, istila
edilen milletin gevşekliğini devam ettirmektense;
kanunlar çıkartıp istila eden milletin yiğitliğini
korumasını sağlardım ben[119].
Cumes tiranı Aristodemes, gençliğin cesaretini
yok etmeye çalıştı. Erkek çocukların kızlar gibi
saçlarını uzatmalarını, çiçeklerle süslemelerini,
topuklarına kadar renkli giysiler giymelerini, dans
ve müzik öğretmenlerine gittikleri zaman kadınların
onlara şemsiye, koku ve yelpaze götürmelerini,
banyo yaparken de yine kadınların onlara ayna ve
tarak vermelerini buyurdu. Erkek çocukların bu
şekildeki eğitimi yirmi yaşına kadar sürüyordu.
Böylesi zaten, kendi hayatını korumak için
egemenliğini tehlikeye atan küçük bir tirandan
başkasına yakışmaz[120].
Konu XIII
XII Charles[121]
Yalnız kendi kuvvetlerini kullanan bu
hükümdar, ancak uzun bir savaşla elde edilebilecek
bir şeyi hayal etmek suretiyle kendi düşüşünü
hazırlamıştır; milletinin böyle uzun bir savaşa
tahammülü yoktu da ondan.
Yıkmak istediği devlet, düşmek üzere olan bir
imparatorluk değil, henüz doğmakta olan bir
imparatorluktu. Ruslar, kendilerine açılan savaştan
bir okul öğrencisi gibi yararlandılar. Her bozguna
uğrayışta, zafere biraz daha yaklaştılar; dışarıda
yenilirken, ülkelerinin içinde kendilerini savunmayı
öğrendiler.
Gelişigüzel volta vurduğu, İsveç’in de istila
etmiş gibi göründüğü Polonya çöllerinde Charles,
kendisini dünyaya hâkim sanıyordu. O öyle
sanadursun, asıl düşmanı kuvvetleniyor, kendisini
sıkıştırıyor, Baltık kıyılarına yerleşiyor, Livonya’yı
tahrip ediyor ya da ele geçiriyordu.
Sözün kısası İsveç, mecrası değiştirilirken
kaynağında da suları kesilen bir ırmağa benziyordu.
Charles’ı yıkan Poltava olmadı; çünkü orada
yıkılmasaydı başka bir yerde yıkılacaktı.
Talihsizliğin sebep olduğu aksilikleri gidermek
kolaydır; ama olayların niteliği gereği, devamlı
olarak gelen felaketlere karşı koymak imkânsızdır.
Nitekim Charles’ın kendi kendine ettiğini ne
doğa ne de talih etmiştir ona.
Olayların o andaki gidişine göre değil kendine
örnek aldığı bir kahramana göre ayarlıyordu
kendisini; üstelik bu ayarlamayı da çok kötü bir
şekilde uyguluyordu. Bir İskender değildi o ama
İskender’in iyi bir askeri olabilirdi.
İskender’in tasarısı gerçekleşmedi; anlayışlı bir
insandı da ondan. İranlıların Yunanistan’da
uğradıkları başarısızlıklar, Agesilas’ın istilaları, on
binlerin çekilmesi, Yunanlıların savaş tarzını ve
kullandıkları silahların niteliğini tam olarak
göstermişti. Üstelik İranlıların çok gururlu
oldukları, huylarını düzeltmelerinin de imkânsız
olduğu biliniyordu. Artık Yunanistan’ı bölerek
kuvvetsiz düşüremezlerdi; bir başbuğun buyruğu
altında birleşmiş bulunuyordu bu ülke. Milletine
köleliğini gizlemek için en iyi çareyi, ezeli düşmanını
ortadan kaldırmak ve Asya gibi büyük bir ülkeyi
istila etmek suretiyle gözlerini kamaştırmakta bulan
bir başbuğ.
Dünyanın en becerikli milletinin işlediği bir
imparatorluk, toprağını işletmenin dini bir ilke
halini aldığı bir imparatorluk, toprağı her bakımdan
zengin ve verimli bir imparatorluk, bir düşmana
yaşamak için her çeşit imkânı sağlayabilirdi.
Sık sık bozguna uğrayıp küçük düştükleri halde
kendilerini beğenmekte devam eden kralların bu
durumundan, devamlı olarak savaşmak suretiyle
yıkılmalarını çabuklaştıracakları, şunun bunun
dalkavukluğu yüzünden de büyüklerinden bir an
olsun şüphe etmeyecekleri kolaylıkla anlaşılıyordu.
Yukarıda da söylediğimiz gibi İskender’in
tasarısı akılcı bir tasarıydı. Üstelik uygulanması da
o ölçüde akıllı uslu bir şekilde oldu. İskender,
hareketlerinin çabukluğunda olsun, tutkularının
neden olduğu heyecanlı anlarda olsun, söz
yerindeyse, kendisini yöneten bir zekâ çıkıntısına
uyardı. Onun tarihte bıraktığı sayfalardan bir
roman konusu çıkarmak isteyenler hatta kafaları
onun kafasından daha bozuk olan kişiler, bizi
yanıltmak imkânını bulamamışlardır. İstediğimiz
gibi söz açabiliriz ondan.
Konu XIV
İskender
İskender[122], ancak Makedonya’yı, komşusu
olan barbar devletlere karşı iyice güvenlik altına
aldıktan, Yunanlıları da iyice yorduktan sonra dış
ülkeleri istilaya kalktı. Bu yorgunluktan sadece
tasarısını gerçekleştirmek için yararlandı.
Lakedemonyalıların kıskançlığını da etkisiz bir hale
soktu, önce deniz kıyısındaki eyaletlere saldırdı;
donanmadan uzak kalmasın diye kara kuvvetlerini
deniz kıyısından yürüttü. Düşmanın sayıca
üstünlüğüne karşılık mükemmel bir disipline
başvurdu. Ordunun ikmali bakımından hiçbir
eksiklik çekmedi. Evet, zafer ona her şeyi verdi ama
unutmamak gerek ki zaferi elde etmek için o da
elinden geleni yapmaktan geri kalmadı.
Giriştiği işin başlangıcında[123], yani ufak bir
başarısızlığın kendisini yıkabileceği bir sırada hiçbir
şeyi rastlantıya bırakmadı. Talih kendisini olayların
üstüne çıkardığı zaman ise başvurduğu çarelerden
biri de atılganlık oldu. Hareketinden önce,
Tribalyalılarla İliryalılar üzerine yürüdüğü zaman,
sonradan Caesar’ın Galya’da yaptığı savaşlara
benzer bir savaş görürsünüz. Yunanistan’a döndüğü
zaman Teba’yı âdeta istemeye istemeye istila ve
tahrip ettiğini görürsünüz: Şehrin yakınlarında
ordugâh kurduktan sonra Tebalıların gelip barış
teklif etmelerini bekler; onlar ise aksine bir an önce
çökmeleri için ellerinden geleni yaparlar. İranlıların
deniz kuvvetlerini tahrip etmek söz konusu olduğu
zaman, bu işe kalkışan daha çok Parmenion’dur;
ılımlı davranan ise İskender’in kendisidir. Onun
bütün ustalığı, İranlıları deniz kıyılarından
uzaklaştırmak ve onları, kendi donanmasına üstün
olan donanmalarını böylece bırakmaya zorlamak
olmuştur. Tyr, İranlılara bağlıydı; gerek
donanmasıyla gerek ticaretiyle İran’a son derece
gerekli bir şehirdi burası; İskender bu şehri yerle bir
etti. Başka ülkelere sayısız birlikler yığdığı için
Dara’nın tek bir asker bırakmadığı Mısır’ı işgal etti.
Granique geçidinde elde ettiği zafer bütün Yunan
sömürgelerini egemenliği altına almasına sebep
oldu. İssus savaşından sonra Tyr ile Mısır’ı, Arbelles
savaşından sonra da bütün dünyayı eline geçirdi.
İssus savaşından sonra Dara’nın kaçmasına izin
verdi ve bütün gücünü istila ettiği ülkeleri
kuvvetlendirmeye ve düzene sokmaya harcadı.
Arbelles savaşından sonra ise Dara’yı öylesine
yakından takip etti ki kendisine imparatorluğunda
bile sığınacak bir yer bırakmadı. Dara’nın kendi
şehirlerine ve eyaletlerine girmesiyle çıkması bir
oluyordu. İskender öyle bir süratle ilerliyordu ki,
dünya egemenliği bir savaşın değil âdeta olimpiyat
oyunlarında olduğu gibi bir dayanıklılık koşusunun
armağanı olarak görünüyordu.
İşte İskender’in istilada kullandığı yöntem
buydu; bakalım şimdi bunları korumak için ne
yaptı.
Yunanlılara efendi, İranlılara ise köle gibi
davranmasını isteyenlere karşı koydu [124]; iki
milleti birleştirmekten, yenen milletle yenilen millet
arasındaki ayrılıkları yok etmekten başka bir şey
düşünmedi. İstiladan sonra, bu işe girişmesine
neden olan önyargıların hepsini bıraktı.
Yunanlıların ahlak ve geleneklerini kabul etmeye
zorlamak suretiyle İranlıları üzmemek için,
İranlıların ahlak ve geleneklerini benimsedi.
Dara’nın annesiyle karısına karşı son derece saygılı
davranması, hareketlerinde son derece ölçülü
olması hep bundandır işte. Boyunduruğu altına
aldığı bütün insanların, ölümüne ağladığı bu fatih
kimin nesidir? Öldüğü zaman, tacından tahtından
ettiği koskoca bir aileye gözyaşı döktüren bu zorba,
yağmacı kimdir? Tarihçilerin bize, başka bir fatihin
övündüğünü söyleyemedikleri bir özelliktir bu;
yalnız İskender gibi üstün bir varlıkta görünen bir
özellik.
Hiçbir şey istilayı, iki millet arasındaki
evlenmelerden meydana gelecek birleşmeler kadar
kuvvetlendiremez, İskender yendiği milletlerin
kızlarıyla evlendi; yakınında bulunanların da
evlenmelerini emretti; bütün Makedonyalılar onu
kendilerine örnek aldılar. Franklarla Burginyonlar
bu çeşit evlenmelere izin verdiler. Vizigotlar
İspanya’da buna önce izin vermedilerse de sonradan
izin vermek zorunda kaldılar; Lombartlar yalnız
izin vermekle kalmadılar, teşvik de ettiler.
Romalılar ise Makedonya’yı zayıf düşürmek
istedikleri zaman, çeşitli eyaletlerde yaşayan halk
arasında evlenme yoluyla birleşmelere izin
vermediler.
İki milleti birleştirmek isteyen İskender, İran’da
sayısız Yunan sömürgesi kurmaya çalıştı. Birçok
şehir kurdu; bu yeni imparatorluğun geri kalan
kısmını da öylesine imar etti ki, ölümünden sonra,
korkunç iç savaşların meydana getirdiği
karışıklıklarla kaynaşmalar sırasında, Yunanlılar
âdeta kendi kendilerini yıktıkları halde İran
eyaletlerinin hiçbiri ayaklanmadı.
Yunanistan’la Makedonya’nın kaynaklarını
tüketmemek için İskenderiye’ye birçok Yahudi
gönderdi. Bu milletlerin ahlak ve gelenekleri onu
ilgilendirmiyordu, yeter ki kendisine bağlı olsunlar.
Yendiği milletlere, yalnız ahlak ve geleneklerini
bırakmakla kalmadı[125], medeni kanunlarını,
hatta çoğu zaman, istila sırasında ülkenin başında
bulunan krallarla valileri de yerlerinde bıraktı.
Askeri birliklerin başına Makedonyalıları,
hükümetin başına da yerlileri getiriyordu. Genel bir
ayaklanmadan doğacak tehlikedense, özel kişilerin
kendisine ihanet etmesinden doğacak tehlikeleri
tercih ediyordu. Bu da zaten ara sıra olağan
şeylerdendi. Milletlerin eski geleneklerine, onur
duydukları ya da övündükleri anıtlara saygı
gösterdi. İran hükümdarları, Yunanlıların,
Babilonyalıların, Mısırlıların tapınaklarını
yıkmışlardı; İskender bunların hepsini onarttı;
kendisine boyun eğen milletlerin hemen hepsinin
tapınaklarında kurbanlar kestirdi. Sanki istilalarını,
sırf her milletin özel hükümdarı, hatta her şehrin
birinci vatandaşı olmak için yapıyordu. Romalılar
dünyayı, sırf her şeyi yıkmak için istila ettiler.
İskender ise her şeyi olduğu gibi bırakmak için her
yeri istila etmek istedi. Hangi ülkeye gitse, ilk
düşüncesi, ilk tasarısı daima, o ülkenin gelişmesini
sağlamak, gücünü artırmak için bir şeyler yapmak
oldu. Bunun için de ilk çareyi bizzat kendi
dehasının üstünlüğünde buldu; ikinci çareyi kişisel
gözü tokluğuyla kişisel işlerindeki tasarrua buldu;
üçüncü çareyi ise büyük işler için avuç dolusu para
harcamaktan çekinmemekte buldu. Özel masra ar
için kapanan avuçları genel çıkarlar söz konusu oldu
mu açılırdı. Sarayının masra arı için bir
Makedonyalı gibi, askerlerinin borçlarını ödemek,
istilalarından Yunanlıları yararlandırmak,
ordusuna mensup bir insanın ilerlemesini sağlamak
söz konusu oldu mu İskender kesilirdi.
İki kötü harekette bulundu: Persepolis’i yaktı,
Clitus’u öldürttü [126]. Bununla beraber sonradan
duyduğu pişmanlıkla onların da şöhretini sağladı.
Öyle ki, yalnız fazilete olan saygısını anmak için,
suç sayılan davranışlarının tümü birden bütün
dünya tarafından unutuldu. Öyle ki, bu suçlar birer
felaketten çok ona özgü şeyler olarak görüldü; öyle
ki, sonradan gelen kuşaklar, taşkınlıklarıyla ha f
tara arının hemen yanı başında onun ruh
güzelliğini hayranlıkla anmaya başladılar; öyle ki,
artık ondan nefret etmek imkânsız bir hal aldı; daha
çok acıdılar ona.
Caesar’la karşılaştıracağım onu. Caesar, Asya
hükümdarlarını taklit etmek istediği zaman
Romalıları, sırf böbürlenmesi yüzünden, ümitsizliğe
düşürdü; İskender ise, Asya hükümdarlarını taklit
etmek istediği zaman, istila planlarında yer alan bir
şeyi gerçekleştirmiş oldu.
Konu XV
İstila edilen ülkeleri elde tutmak için yeni çareler
Bir hükümdar bir ülkeyi eline geçirdiği zaman,
onun elinde, aynı zamanda hem istibdat yönetimini
yumuşatmak hem de o ülkeyi korumak için
fevkalade bir çare vardır; Çin’i istila edenler her
zaman bu çareye başvurmuşlardır.
İstilaya uğrayan milleti ümitsizliğe
düşürmemek, istila edeni de fazla gurura
kaptırmamak için, hükümetin askeri bir kisveye
bürünmesine engel olmak için, her iki milleti
kendisine verilen göreve bağlamak için, bugün
Çin’de hüküm süren Tatar sülalesi, eyaletlerdeki
askeri birliklerin yarısının Çinlilerden yarısının da
Tatarlardan oluşmasına karar verdi. Böylece iki
millet arasında göreve bağlı ırk konusunda bir
kıskançlık havası yaratmış oldu. Mahkemelerin de
yarısı Çinlilerden, yarısı Tatarlardan oluşmuştur.
Bunun birçok iyi sonuçları vardır. Birincisi, her iki
milletin birbirini denetlemesidir; ikincisi, her iki
milletin askeri ve sivil iktidarı aynı zamanda
ellerinde bulundurması, birinin ötekini yıkmasına
imkân bulamamasıdır; üçüncüsü de, istila eden
milletin, zayıf düşmeden ve kendi varlığını
yitirmeden her yana yayılabilmesidir. Böylece
millet, içte ve dışta savaşabilecek bir duruma gelir,
öyle akıllı uslu bir kuruldur ki bu, istilacı milletlerin
hemen çoğu sırf bu kurula başvurmadıkları için
yıkılmışlardır.
Konu XVI
İstila eden istibdat devleti üzerine
İstilanın aşırı derecede geniş bir alana
yayılması, istibdat yönetimini gerektirir. Bundan
ötürü de eyaletlere yayılmış olan ordu yetmez.
Hükümdarın hemen yanı başında özel bir şekilde
yetiştirilmiş, imparatorluğun herhangi bir
bölümünde ortaya çıkan bir sarsıntıya derhal
yetişecek şekilde hazırlanmış devamlı bir ordu
bulunması gerekir. Öteki birliklerin hepsi bu
ordudan korkmalı, imparatorlukta herhangi bir
yetki sahibi olan kişiler ondan ürkmeli. Çin
imparatorunun yanında, gerektiği zaman derhal
harekete geçecek kudrette bir ordu vardır.
Moğollarda, Türklerde, Japonlarda, toprak geliriyle
beslenen birliklerden başka bizzat hükümdarın
parasıyla beslenen bir ordu vardır. Bu özel kuvvetler
genel kuvvetleri devamlı bir baskı altında tutarlar.
Konu XVII
Aynı konunun devamı
Zorba hükümdar tarafından istila edilen
ülkelerin derebeylik şeklinde yönetilmesi gerektiğini
söylemiştik. Tarihçiler, yendikleri hükümdarlara
taçlarını tahtlarını iade eden istilacıların bu mertçe
davranışlarını övmekte âdeta birbirleriyle yarışırlar.
Şu halde, gittikleri her yere, sırf kölelik rejimini
devam ettirmek için maşa olarak kullandıkları bir
kral yerleştiren Romalılar çok cömert kişilerdi. Böyle
bir davranış zorunlu bir davranıştır. İstila eden
hükümdar, istila ettiği ülkeyi bizzat yönetmeye
kalkarsa, ne gönderdiği valiler oranın halkı üzerinde
bir egemenlik kurabilirler ne de kendisi bu valiler
üzerinde. Yeni ülkesini emniyet altına almak için
eski ülkesini askersiz bırakmak zorunda kalır. Her
iki devletin uğrayacağı felaket aynıdır; birinde
çıkacak iç savaş ötekinin iç savaşı olur. Bunun
aksine, istila eden hükümdar bu yeni ülkesinin
tacını tahtını asıl hükümdarına bırakırsa o zaman
zorunlu olarak, kendi öz kuvvetleriyle, bağlı olduğu
hükümdarın kuvvetlerini artıracak bir yandaş
kazanmış olur. Çok olmadı, Nadir Şahın, Moğol
hükümdarının hazinelerini eline geçirdiğini,
bununla beraber Hindistan’ı ona bıraktığını
gördük[127].
ON BİRİNCİ KİTAP
Anayasayla ilgili olarak siyasi
hürriyeti meydana
getiren kanunlar üzerine
Konu I
Genel düşünce
Anayasayla ilgili olarak siyasi hürriyeti
meydana getiren kanunları, vatandaşla ilgili olarak
siyasi hürriyeti meydana getiren kanunlardan
ayırıyorum. Birinci şekil kanunları bu kitapta, ikinci
şekil kanunları ise bundan sonraki kitapta
inceleyeceğim.
Konu II
Hürriyet kelimesine verilen çeşitli anlamlar
Hürriyet kelimesi kadar çeşitli anlam verilmiş,
onun kadar insan kafasını çeşitli şekillerde yormuş
başka bir kelime yoktur. Kimi kişiler hürriyeti,
önceden kendisine sınırsız bir istibdat yetkisi
verilmiş kimseyi düşürmekteki kolaylık anlamına
almışlar; başkaları, kendisine boyun eğecekleri
kimseyi seçmek yetkisi olarak kabul etmişler; daha
başkaları da silahlanmak ve şiddet kullanmak hakkı
olarak benimsemişler; bazıları ise, kendi milletinden
birisi tarafından ya da bizzat yapacakları kanunlar
tarafından yönetilmek ayrıcalığı sanmışlar
hürriyeti[128]. Bir millet de uzun zaman hürriyeti,
sakal bırakmak geleneği olarak kabul etmiş[129].
Kimi kişiler bu adı, bir hükümet şekline vermişler,
öteki şekillerini bundan yoksun etmişler.
Cumhuriyet hükümetinin tadını alanlar hürriyeti
bu hükümet şekline, saltanat hükümetinden
faydalananlar ise onu saltanat yönetimine mal
etmişler[130]. Sözün kısası herkes, kendi
geleneklerine ya da eğilimlerine uygun düşen
hükümete bu adı verip çıkmış işin içinden; bir
cumhuriyette de, şikâyet edilen kötülüklerin
nedenleri devamlı olarak göz önünde
bulunmadığından, kanunu uygulayanlar
kanunlardan daha az konuştuklarından, genel
olarak hürriyeti cumhuriyete mal etmişler, saltanat
yönetimlerinden de söküp atmışlar. Nihayet,
demokratik yönetimlerde millet her istediğini
yapıyormuş gibi göründüğünden hürriyeti bu çeşit
hükümetlere mal etmişler ve milletin yetkisiyle
hürriyetini birbirine karıştırmışlar.
Konu III
Hürriyet nedir
Doğru, demokrasilerde millet her istediğini
yapıyormuş gibi görünür ama siyasi hürriyet her
istediğini yapmak demek değildir. Bir devlette, yani
kanunları olan bir toplumda, hürriyet, ancak
istememiz gereken şeyi yapmaktan ibaret olmalı
yoksa istememiz gerekmeyen şeyi yapmaya
zorlanmaktan değil.
Bağımsızlığın ne olduğunu, hürriyetin ne
olduğunu iyice kafamıza yerleştirmeliyiz. Hürriyet,
kanunların izin verdiği her şeyi yapmak hakkıdır;
bir vatandaş kanunların yasak ettiği şeyi
yapabilseydi hür sayılmazdı o zaman; çünkü öteki
vatandaşların da aynı yetkiyi kullanmaya hakları
olurdu.
Konu IV
Aynı konunun devamı
Demokrasiyle soylular yönetimi nitelikleri
bakımından hür sayılmazlar. Siyasi hürriyet yalnız
ılımlı hükümetlerde vardır. Ama ılımlı
yönetimlerde de her zaman hürriyet bulunmaz;
iktidar kötüye kullanılmadığı takdirde hürriyet bu
yönetimlerde bulunur; öteden beri denenmiştir,
kendisine yetki verilen her insan bu yetkiyi kötüye
kullanmaya eğilimlidir; bir sınırla karşılaşıncaya
kadar kötüye kullanmaya devam eder. Bilmem
söylersem inanır mısınız? Faziletin bile
sınırlanmaya ihtiyacı vardır.
İktidarın kötüye kullanılmaması için, olayların
düzeni gereğince, iktidarın bizzat iktidarı
durdurması lazım. Bir anayasa öyle olabilir ki, o
yasa gereğince hiç kimse, kanunun kendisini
yapmaya mecbur tutmadığı şeyi yapmaya, kanunun
izin verdiği şeyleri de yapmamaya zorlanamaz.
Konu V
Çeşitli devletlerin amacı üzerine
Bütün devletlerin tek amacı vardır; yaşamak.
Bununla birlikte her devlet kendine özel bir amaç
daha güder. Büyümek, genişlemek Roma’nın
amacıydı; savaşmak Lakedemonya’nın, din Yahudi
ümmetinin, ticaret Marsilya devletinin, genel huzur
Çin imparatorluğunun, denizcilik Rodos
hükümetinin, doğal hürriyet vahşilerin,
hükümdarın zevkleri genel olarak istibdat
hükümetlerinin, hükümdarla devletin şan ve onuru
saltanat hükümetlerinin, her vatandaşın
bağımsızlığı ve böylece bütün insanların baskı
altında bulundurulması Polonya hükümetinin
amacıydı.
Yeryüzünde bir millet daha var ki onun da
anayasasının amacı doğrudan doğruya siyasi
hürriyettir. Bunun, hangi ilkeler üzerine
kurulduğunu şimdi göreceğiz. Bu ilkeler iyi ise,
hürriyet bir aynadaymış gibi apaçık gözlerimizin
önüne serilecek.
Anayasada hürriyet var mı yok mu bunu
anlamak için pek öyle yorulmak gerekmez. Öyle ya
eğer onu, olduğu yerde görmek mümkünse, eğer
varsa, başka yerde aramaya ne lüzum var?
Konu VI
İngiliz anayasası üzerine[131]
Her devlette üç çeşit yetki vardır: Bir, yasama
yetkisi; iki, devletler hukukuna bağlı olan şeyleri
uygulama yetkisi; üç, medeni hukuka bağlı olan
şeyleri uygulama yetkisi.
Birincisinde hükümdar ya da bu işe memur
edilmiş kimse ya bir süre için ya da her zaman için
yürürlüğe girecek kanunları yapar; eskiden yapılmış
olanları düzeltir ya da yürürlükten kaldırır.
İkincisinde, barışı sağlar ya da savaş açar;
büyükelçiler gönderir ya da kabul eder; ülkesinde
güveni sağlar, istilaları önler. Üçüncüsüyle de
suçları cezalandırır ya da kişiler arasındaki
anlaşmazlıkları yargılar. Buna yargılama yetkisi,
ikincisine de sadece devletin uygulama ya da
yürütme yetkisi adını vereceğiz.
Vatandaşın siyasi hürriyeti demek, insanın
kendini güvenlik içinde görmesinden duyduğu kalp
huzuru demektir. Hürriyetin var olması için de,
hükümetin, bir vatandaşın başka bir vatandaştan
korkmasını önleyebilecek durumda olması gerek.
Yasama yetkisiyle uygulama ya da yürütme
yetkisi aynı kişiye ya da aynı memurlar topluluğuna
verilirse, ortada hürriyet diye bir şey kalmaz; çünkü
aynı hükümdarın ya da aynı senatonun, şiddet
kullanarak uygulamak için ağır kanunlar
yapmasından korkulur.
Yargılama yetkisi, yasama yetkisiyle uygulama
yetkisinden ayrılmazsa ortada yine hürriyet diye bir
şey kalmaz. Yargılama yetkisi yasama yetkisiyle
birleştirilseydi vatandaşların hayatı ve hürriyeti
üzerindeki yetki key olurdu. Çünkü hâkim aynı
zamanda kanun koyucu olurdu. Uygulama
yetkisiyle birleştirilseydi, o zaman hâkimin elinde
yargılama yetkisinden başka bir de baskı kuvveti
bulunurdu.
Bu üç yetki, yani kanun yapma yetkisi, genel
kararları uygulama yetkisi, suçları ya da
vatandaşlar arasındaki anlaşmazlıkları yargılama
yetkisi, aynı zamanda aynı kişinin ya da yüksek
memurlardan, soylulardan, halktan oluşan aynı
toplulukların elinde bulunsaydı, devlette her şey
yıkılırdı.
Avrupa’daki krallıkların çoğunda yönetim şekli
ılımlıdır. Çünkü ilk iki yetkiyi elinde bulunduran
hükümdarlar, üçüncü yetkiyi tüm halkın eline
verirler. Padişah bu üç yetkiyi de kişiliğinde
birleştirmiş olduğundan Türkiye’de korkunç bir
istibdat yönetimi vardır.
İtalya Cumhuriyetlerinde bu üç yetki bir elde
toplanmış olduğundan bizim saltanat
yönetimlerimizden daha az hürriyet vardır
oralarda. Nitekim bu cumhuriyetler yaşamalarını
sağlamak için Türkler kadar şiddet göstermek
zorundadırlar; devlet engizitörleri, her muhbirin her
an şunu bunu suçlandırmak için pusulasını
atabileceği kutular bunun en güzel delilidir.
Böyle bir cumhuriyette vatandaşın
durumunun ne olacağını varın siz düşünün. Aynı
topluluk, kanunları uygulama konusunda da
yasama konusundaki yetkiyi olduğu gibi kişiliğinde
toplamıştır. Genel istekleriyle devleti harap edebilir;
üstelik yargılama yetkisi de olduğu için özel
istekleriyle de bütün vatandaşları mahvedebilir.
Bütün yetkiler birleşir orada; zorba bir
hükümdarı açığa vuracak hiçbir dış görünüş olmasa
bile, bunun böyle olduğu her an hissedilir.
Nitekim istibdat yönetimine yönelen bütün
hükümdarlar önce bütün görevleri kişiliklerinde
toplamakla işe başlarlar. Avrupa’daki kralların çoğu
da devletin başlıca görevlerini kişiliklerinde
toplarlar.
İtalya Cumhuriyetlerindeki babadan oğla geçen
arı soylular yönetiminin Asya’daki istibdat
yönetimlerine tam olarak karşılık vermediğini
pekâlâ biliyorum. Memurların çokluğu bazen
yönetimleri yumuşatır; bütün soylular her zaman
aynı amaca yönelmezler; bundan ötürü de oralarda
birbirini yumuşatan çeşitli mahkemeler kurulur.
Böylece, Venedik’te büyük şuranın yasama yetkisi,
pregadi’nin uygulama yetkisi, quarantie’lerin de
yargılama yetkisi vardır [132]. Ama işin kötü tarafı
şu ki, bu çeşitli mahkemeler aynı topluluğa dâhil
memurlardan oluşur. Bu da yine bütün yetkilerin
tek elde toplandığını gösterir.
Yargılama yetkisi devamlı olarak bir senatoya
değil, yılın çeşitli zamanlarında, kanunların
buyruğu gereğince, halk arasından seçilen kişilerden
oluşacak mahkemelere, işin gerektirdiği süre
faaliyette bulunacak mahkemelere verilmeli.
Böylece, insanlar arasında son derece korkunç
sayılan yargılama yetkisi, belli bir mevkie, belli bir
mesleğe bağlı olmayacağından fark edilmez bir hal
alır, âdeta ortadan yok olur. Hâkim adı verilen kişi
devamlı olarak gözlerimizin önünde bulunmaz;
vatandaş da böylece hâkimden değil, hâkimin
göreceği işten korkar.
Hatta büyük suçlar söz konusu oldu mu,
suçluya, kanun çerçevesi içinde hâkimlerini bizzat
seçmek yetkisi de verilmeli; daha doğrusu, birçok
hâkimleri reddetmek yetkisi verilmeli ona; böylece
geri kalan hâkimler bizzat kendisi tarafından
seçilmiş hâkimler kisvesine bürünmüş olur.
Öteki iki yetki devamlı memurlara ya da
devamlı topluluklara verilebilir; çünkü bunların
vatandaşa doğrudan doğruya hiçbir etkisi olamaz;
biri devletin genel isteği, öteki ise bu genel isteğin
uygulanmasıdır da ondan.
Mahkemeler için, hep aynı olmamalı dedik
ama yargıların hep aynı olması, hatta o derece aynı
olması gerekir ki her biri kanundaki metne tıpatıp
uymalı. Yargılar, hâkimin özel kanılarından ibaret
olsaydı, kişi toplumda, karşılıklı olarak verdiği
sözlerin neler olduğunu bilmeden yaşamak zorunda
kalırdı.
Yargıçların sanıkla aynı sınıan olması ya da
ona eş kişiler olması gerek; böylece sanığın
kafasında, kendisine karşı şiddet kullanacak
kişilerin eline düşmediğine dair bir kanı uyanır.
Yasama organı, davranışları üzerinde teminat
verecek durumda olan vatandaşları hapsetmek
yetkisini uygulama organına verirse, ortada hürriyet
diye bir şey kalmaz. Ama sanıklar, kanunun yerinde
bulduğu bir suçtan ötürü hemen sorguya çekilmek
üzere yakalanıp hapsedilmişlerse o zaman iş değişir.
Bu gibi hallerde gerçekten hür sayılırlar, doğrudan
doğruya kanunun kuvvetine boyun eğerler de
ondan.
Yasama organı, devlete karşı bir suikasttan ya
da düşmanla bir anlaşmadan ötürü kendisini
tehlikede görürse, uygulama organına kısa ve sınırlı
bir süre için şüpheli vatandaşları tutuklama
imkânını verir; ama bu vatandaşlar sonsuz bir
hürriyete kavuşmak üzere hürriyetlerini ancak bir
süre için yitirmiş olurlar.
Ephore’ların ve Venedik’te istibdat bakımından
onlardan aşağı kalmayan devlet engizitörlerinin
başvurdukları şiddet ve işkenceyi yok etmek için tek
çare ise zaten budur.
Hür bir devlette, hür bir ruhu olması gereken
her insanın kendi kendini yönetecek yetkide olması
gerektiğinden, milletin tümünün birden yasama
yetkisi olması gerekir. Ama böyle bir şeyin büyük bir
devlette uygulanması imkânsız olduğundan,
küçüklerde ise birçok sakıncalar meydana getirmesi
ihtimali olduğundan, milletin bizzat yapamayacağı
şeyi temsilcileri aracılığıyla yapması gerek.
Kişi, içinde yaşadığı şehrin ihtiyaçlarını öteki
şehirlerin ihtiyaçlarından daha iyi bilir. Bunun gibi
kişi, öteki hemşehrilerinden çok kendi komşularını
tanır, haklarında daha iyi yargılarda bulunur. Şu
halde yasama yetkisini elinde bulunduracak
topluluğun üyelerini milletin tümünden seçmek
doğru olmaz; başlıca şehirlerde oturan
vatandaşların kendi aralarından birini temsilci
olarak seçmeleri daha uygun düşer.
Temsilcilerin en büyük üstünlüğü olaylar
üzerinde tartışma imkânıdır. Halkın böyle bir
imkânı yoktur; zaten demokrasinin en büyük
sakıncalarından biri de budur.
Seçmenlerinden genel bir emir almış olan
temsilcilerin, Almanya’daki Diyetlerde olduğu gibi
her iş için ayrı ayrı talimat almalarına lüzum
yoktur. Doğru, bu yoldan gidilseydi
milletvekillerinin sözü, milletin sesinin ifadesi
olurdu. Ama unutmamak gerek ki bu da işlerin
uzadıkça uzamasına sebep olabilir, her milletvekili
öteki milletvekillerinin üstüne çıkarabilir, ivediliği
gerektiren bazı hallerde de milletin bütün gücü bir
kişinin boş bir isteğiyle dumura uğrayabilirdi.
“Hollanda’da olduğu gibi” diyor, M. Sidney;
“Milletvekilleri milletin bir bölümünü temsil
ettikleri zaman, kendilerine bu yetkiyi veren kişilere
hesap vermek zorundadırlar. Ama İngiltere’de
olduğu gibi şehirler tarafından seçilirse iş
değişir[133].”
Çeşitli bölgelerde bütün vatandaşların,
temsilcilerini seçerken oy verme hakkı olmalı, doğal
olarak, kişisel isteklerini belirtemeyecek kadar
aşağılık duruma düşmüş olanlar ayrı.
Eski cumhuriyetlerin çoğunda büyük bir kusur
vardı: O da, milletin bir uygulamayı gerektiren
kararlarda oyunu bizzat kullanmasıydı. Oysa böyle
bir şeye milletin ne gücü yeter ne de kuvveti. Millet,
devlet işlerine ancak temsilcilerini seçmek suretiyle
katılabilir; bu da zaten yetkisi dâhilindedir. Çünkü
insanların yeteneklerinin gerçek derecesini bilip
takdir edecek çok az kişi vardır. Oysa her kişi, seçtiği
insanın ötekilerinden daha aydın olup olmadığını,
genel olarak anlayıp takdir edecek durumdadır.
Temsilciler kurulu, herhangi bir konuda
uygulama kararı almak için seçilmemeli, böyle bir
şeyi zaten başaramazlar da. Bu kurul kanun
çıkarmak, çıkardığı kanunların doğru dürüst bir
şekilde uygulanıp uygulanmadığını denetlemek için
seçilmeli. Bu işi çok iyi başarır, hem zaten en iyi
başaracağı iş de bundan ibarettir.
Bir devlette daima, doğum, servet ya da mevki
bakımından seçkin kişiler bulunur; ama bunlar
milletle bir tutulsaydı, onların da ötekiler gibi yalnız
bir oyu olsaydı, ortak hürriyet onların köleliği
demek olurdu. Böyle bir hürriyeti savunmaktan da
hiçbir çıkar beklemezlerdi; çünkü kararların çoğu
kendi aleyhlerinde belirirdi. Bu gibilerin yasama
yetkisindeki payları, o ülkede kendilerine tanınmış
olan ayrıcalıklarla orantılı olmalı. Halkın giriştiği
işleri durduracak bir topluluk meydana getirirlerse,
halk da onların giriştikleri işi durduracak bir
topluluk meydana getirir, sonuç işte bu olur.
Böylece yasama yetkisi aynı zamanda, hem
soylular topluluğuna hem de milleti temsil etmek
için seçilmiş olan topluluğa verilirse, ikisi de ayrı
ayrı meclisler ortaya atarlar.
Sözünü ettiğimiz bu üç yetkiden, yargılama
yetkisi aşağı yukarı bir hiç sayılır. Şu halde temelli
olarak iki yetki kalıyor demektir; bu iki yetkiyi
yumuşatmak için de düzenleyici bir başka yetkiye
daha ihtiyaç vardır. Yasama yetkisinin soylulardan
müteşekkil bölümü bu yetkiyi en iyi kullanacak
durumda olan topluluktur.
Soylular topluluğundaki üyelikler babadan oğla
geçmeli. Niteliği bakımından da zaten bunun böyle
olması gerekir; bundan başka, bu topluluğun,
kendiliğinden iğrenç olan ve hür bir devlette daima
tehlikede bulunması gereken ayrıcalıklarını
korumasında çok büyük faydalar vardır.
Ama babadan oğla geçen bir yetki, özel
çıkarlarını gözetmeye, halkın çıkarlarını da
unutmaya yönelebileceğinden, vergi koymayla ilgili
kanunların çıkarılmasında olduğu gibi, bu
topluluğun bozulmasında bir çıkar söz konusu oldu
mu, onun yasama yetkisini kanun çıkarmakta değil,
yalnız bazı şeylere engel olmakta kullanmasına izin
verilmeli.
Ben yasama yetkisinden, bizzat buyurmak ya
da başkası tarafından buyrulan şeyi düzeltmek
yetkisini, engel olmak yetkisinden ise birisi
tarafından alınan bir kararı bozmak yetkisini
anlıyorum. Roma’daki tribunların yetkisi de
bundan ibaretti zaten. Engel olmak yetkisini elinde
tutan kişinin tasvip etmek yetkisi de olacağından,
tasvip işi, engel olmak yetkisini kullanmak
istemediğini açıklamaktan başka bir şey değildir.
Doğrudan doğruya bu yetkinin sonucudur.
Uygulama ya da yürütme yetkisi, bir
hükümdarın elinde olmalı. Çünkü hükümetin her
zaman, ani iş görmeyi gerektiren bu bölümü, birçok
kişi yerine bir kişi tarafından daha iyi yönetilir.
Yasama yetkisine bağlı olan işlere gelince, bunların
bir kişi yerine birçok kişi tarafından yönetilmesi
daha iyi olur.
Hükümdar olmadığı takdirde, uygulama
yetkisi, yasama organı içinden seçilen birkaç kişiye
verilirse o zaman ortada hürriyet diye bir şey
kalmaz. Çünkü iki yetki yine birleştirilmiş olur; aynı
kişiler her iki organın çalışmalarına bazen katılacağı
gibi her zaman katılmak hakkına da sahiptir.
Yasama organı uzun zaman toplanmazsa, yine
ortada hürriyet diye bir şey kalmaz. Şu iki şeyden
biri olur da ondan: Ya yasama konusunda hiçbir
karar alınamaz, o zaman devlet anarşiye düşer ya
da bu kararlar uygulama organı tarafından alınır ki
o zaman da devlet istibdat yönetimine kaçar.
Yasama organının her zaman toplanmasına da
gerek yoktur. Temsilciler için güç bir iş olurdu bu;
üstelik uygulama organını da fazla oyalardı. Çünkü
böyle bir durumda, uygulama organı, uygulamayı
değil kendi ayrıcalıklarını savunmayı, uygulama
haklarını düşünürdü.
Bundan başka, yasama organı devamlı olarak
toplantı halinde bulunsaydı, ölen milletvekillerinin
yerine yeni milletvekilleri koymaktan başka bir işle
uğraşamazdı. Böyle bir durumda, yasama organı bir
kere bozuldu mu bir daha da düzeltilmesi imkânsız
olurdu. Çeşitli yasama organları birbiri arkası sıra
geldi mi, bugünkü yasama organı hakkında kötü bir
kanısı olan millet, haklı olarak her şeyi bir sonraki
yasama organından beklerdi. Ama yasama organı
hep aynı olsaydı, millet onun bozulduğunu görünce,
artık çıkaracağı kanunlardan hiçbir şey beklemez ya
çılgına döner ya da adam sende deyip kendini
koyuverirdi.
Yasama organı hiçbir zaman kendi kendine
toplanmamalı. Çünkü bir organın, ancak,
toplandığı zaman bir iradesi olabilir; uzlaşmayla
toplanmadığı takdirde, hangi tarafın gerçek yasama
organı olduğunu anlamak imkânsızdır: Toplanan
taraf mı yoksa toplanmayan taraf mı? Yasama
organının toplantı süresini uzatmak hakkı olsa, bu
süreyi pekâlâ uzatmayabilir de; böyle bir şeyse,
uygulama organına karşı bir suikast hazırlamak
istendiği zaman çok tehlikeli olabilir. Zaten yasama
organının toplanması için birbirinden daha uygun
zamanlar vardır. Şu halde bu toplantıların
zamanını ve süresini, uygulama organının kendi
bildiği şartlara göre ayarlaması gerekir.
Yasama organının giriştiği işleri durdurmak,
uygulama organına verilmezse yasama organı zorba
bir hal alır; çünkü o zaman yasama organı aklından
geçirebileceği bütün yetkileri kişiliğinde toplar, öteki
organların tümünü ortadan kaldırır.
Buna karşılık yasama organına da uygulama
organını durdurmak hakkı verilmemeli. Çünkü
mahiyeti bakımından zaten sınırları olan uygulama
organını bir daha sınırlandırmak faydasız olur;
üstelik uygulama organı daima gelip geçici işlerle
uğraşır. Roma’da yalnız yasama organını değil, aynı
zamanda uygulama organını da durduran
tribunların yetkisi bu bakımdan kusurludur: Büyük
zararlara neden oluyordu da ondan.
Hür bir devlette, yasama organının uygulama
organını durdurmak yetkisi olmamalı; ama buna
karşılık, çıkardığı kanunların nasıl ve ne şekilde
uygulandığını denetlemek hakkı ve yetkisi
bulunmalı. Böyle bir hükümetin, Cosme’larla
Ephore’ların yönetimleri hakkında hesap
vermedikleri Girit ve Lakedemonya hükümetlerine
üstünlüğü buradadır işte.
Ama bu denetleme ne olursa olsun, yasama
organının kişiyi, dolayısıyla uygulayan kişinin
davranışını denetlemek yetkisi olmamalı. Kişiliği
kutsal sayılmalı. Çünkü yasama organının
istibdada kaçmaması için devlete gerekli
olacağından, uygulama organı suçlandırıldığı ya da
yargılandığı takdirde devlette hürriyet diye bir şey
kalmaz.
Böyle bir durumda devlet, bir saltanat
yönetimi değil hür olmayan bir cumhuriyet
yönetimi şeklini alır. Ama uygulayan kişi, insan
sıfatıyla kanunlar tarafından kendisine bazı
ayrıcalıklar verilmiş olmasına rağmen bakan
sıfatıyla kanunlardan nefret eden kötü müşavirler
yüzünden kötülük edeceğinden, bu bakanların
yakalanıp cezaya çarptırılmaları yerinde olur. Bu
şekil hükümetin Gnide hükümetine olan üstünlüğü
de buradadır işte. Çünkü Gnide hükümetinde,
kanun, amymone’ların, hatta yönetimleri bittikten,
işbaşından ayrıldıktan sonra bile yargılanmalarına
izin vermezdi. Bu suretle halk da uğradığı
haksızlıkları hiçbir zaman öğrenmek imkânı
bulamazdı.
Her ne kadar genel olarak yargılama organının,
yasama organının hiçbir bölümüne bağlı olmaması
gerekirse de yargılanacak kişinin özel çıkarını
gözetleyen üç hal bu kuralın dışındadır.
Büyükler daima kıskanılır; halk tarafından
yargılansalardı, tehlikeli bir duruma düşerler ve hür
bir devlette en küçük bir vatandaşın bile benzerleri
tarafından yargılanmaktan elde ettiği ayrıcalıkların
hiçbirinden yararlanamazlardı. Şu halde, soylular
milletin mevcut mahkemeleri tarafından değil,
yasama organının soylulardan oluşmuş bölümü
tarafından yargılanmalı.
Aynı zamanda hem çok uzakları gören hem de
gözleri kör olan kanunun bazı durumlarda son
derece şiddetli olması olasılığı vardır. Ama daha
önce de söylediğimiz gibi milletin hâkimleri,
kanunu sadece söz haline getiren, kanunun
kuvvetini ya da şiddetini yumuşatacak durumda
olmayan cansız birer varlıktan başka bir şey
değillerdir. Şu halde, yasama organının başka bir
durumda, zorunlu bir mahkeme olduğunu
söylediğimiz bölümü, bu durumda da zorunlu
olarak bir mahkeme halini alır. Kanunu daha az
şiddetli bir şekle sokup karar vererek, kanunu bizzat
kanunun lehinde yumuşatmak da bu üstün organa
düşer.
Genel hizmetlerde çalışan bazı kişiler milletin
haklarını çiğneyebilirler, mevcut hâkimlerin
cezalandırmak istemeyecekleri ya da
cezalandıramayacakları suçları işleyebilirler. Buna
rağmen, yasama organının genel olarak yargılama
yetkisi yoktur; hele böyle özel bir durumda bu
yetkiden tümüyle yoksun olması gerekir; ilgili
taraflardan birini, yani milleti temsil eder de ondan.
Bundan ötürü de, ancak suçlandıran taraf olabilir.
Ama kimin karşısında suçlandıracak? Kendisinden
aşağı durumda olan, üstelik kendisi gibi halktan
olduğu için böyle bu derece büyük bir
suçlandırıcının kuvveti tarafından sürüklenecek
olan kanunun kurduğu mahkemelerin seviyesine mi
inecek? Hayır, inmeyecek; bunun için de milletin
saygınlığını, kişinin güvenini korumak maksadıyla
yasama organının halkı temsil eden bölümü, aynı
organın soylulardan oluşmuş bölümü karşısında
suçlandıracak; çünkü bu ikinci organın ne çıkarları
bakımından ne de tutkuları bakımından birinciyle
bir benzerliği vardır.
Bu çeşit bir hükümetin eski cumhuriyetlere
olan üstünlüğü buradadır işte. Eski cumhuriyetlerde
şöyle bir eksiklik vardı: Halk aynı zamanda hem
davacıydı hem de yargıç.
“Yürütme organı, engel olma yetkisi sayesinde
yasama organının çalışmalarına katılmalı”
demiştim. Katılmazsa, yürütme organı kendine
tanınmış olan haklardan yoksun olur. Bundan
başka, yasama organı yürütme işine burnunu
sokmaya kalkarsa o zaman da yine yürütme organı
yıkılır.
Hükümdar, düzenlemek yetkisini kullanmak
suretiyle yasama organının işine karışmak isterse,
ortada hürriyet diye bir şey kalmaz yine. Bununla
beraber, kendini savunmak için yasama organının
işine katılması gerektiğinden, o da tıpkı yürütme
organı gibi önlemek yetkisini kullanarak bu organın
çalışmalarına katılabilir.
Roma’da hükümetin değişmesine neden olan
şey de zaten, yürütme yetkisinin bir bölümünü
elinde tutan senato ile öteki bölümünü elinde
bulunduran bakanların, halk gibi önleme yetkisi
olmamasıydı.
İşte söz konusu ettiğimiz hükümetin temel
yapısı bundan ibarettir. Yasama organı iki
bölümden oluştuğu için, karşılıklı önleme yetkilerini
kullanarak biri ötekinin elini kolunu bağlayabilir.
Bu iki bölüm ise yürütme organı tarafından
sınırlandırılır; buna karşılık bu iki bölüm de
yürütme organını sınırlandırır.
Bu üç organın bir rahatlık ya da bir
hareketsizlik meydana getirmesi gerekirdi. Ama
olayların zorunlu hareketi yüzünden onlar da
hareket etmek, uyumlu bir şekilde hareket etmek
zorunda kalırlar.
Yürütme organı yasama organının
çalışmalarına yalnız önleme yetkisiyle katıldığı için
işlerin görüşülmesine katılamaz. Hatta tekli erde
bile bulunamaz; çünkü yasama organının
kararlarını reddetmek yetkisi olduğundan,
beğenmediği kararları her zaman bozmak ya da
reddetmek elindedir.
Eski cumhuriyetlerin bazılarında, milletin
tümü birden müzakerelere katıldığından, yürütme
organının tekli erde bulunması ve bu önerileri
onunla birlikte görüşmesi doğal bir şeydi; aksi
takdirde kararlarda acayip bir karışıklık görülürdü.
Yürütme organı milletin rızasını almadan
devletin geliriyle giderini düzenlemeye kalksa
ortada hürriyet diye bir şey kalmaz yine. Çünkü
bunu yapmakla yürütme organı, yasama işinin en
önemli konusunda yasama organı halini almış olur.
Yasama organı da, devlet geliriyle giderini
düzenlemek maksadıyla bir yıl için değil de birçok
yıl için yürürlükte kalacak bir kanun çıkarsa bu
organ da yine hürriyetini yitirmek tehlikesiyle karşı
karşıya kalır. Çünkü o zaman, yürütme organı artık
ona bağlı olmaz. Kişinin elinde de böyle süreli bir
yetki oldu mu, bu yetkiyi kendi kendine vermiş
olmasının ya da başkasından almış olmasının hiçbir
önemi yoktur. Yasama organı, yürütme organının
buyruğu altına verecek olduğu kara ve deniz
kuvvetleri hakkında da aynı şekilde bir yıl için değil
de birçok yıllar için bir kanun çıkarırsa durum yine
aynı olur.
Yürütme organının baskı yapmasına engel
olmak için, buyruğu altına verilmiş olan orduların,
Marius zamanına kadar Roma’da olduğu gibi
halktan olması, halkla aynı kafada olması gerekir.
Bunun böyle olmasını sağlamak için de iki yol
vardır: Birincisi, orduya girecek kişilerin Roma’da
olduğu gibi, davranışları hakkında öteki
vatandaşlara hesap verecek kadar üstün seviyede
olması ve yalnız bir yıl için askere alınması lazımdır.
İkincisi, devamlı bir ordu beslenir, askerler de
milletin en aşağı sınıfından alınır; işte o zaman
yasama organının istediği anda bu orduyu
dağıtabilecek yetkide olması gerekir. Bundan başka
askerlerin vatandaşlarla bir arada oturması, ayrı
kamplarda, kışlalarda ya da müstahkem mevkilerde
kalmaması gerekir.
Ordu kurulduktan sonra artık yasama organına
değil, doğrudan doğruya yürütme organına bağlı
olmalı. Bu da zaten ordunun göreceği işin niteliği
gereğidir. Çünkü ordu bir tartışma organı değil, bir
yürütme organıdır.
İnsanoğlunun kafası, korkaklıktan çok cesarete,
tedbirden çok işe, öğütten çok kuvvete önem verir.
Bundan ötürü ordu da, öteden beri senatoyu
küçümser, subaylarına saygı gösterir. Gözünde
korkak olarak canlandırdığı kişilerden, dolayısıyla
kendisine buyuracak yetkide görmediği kişilerden
gelen buyruklara kulak asmaz. Bundan ötürü de
ordu, yalnız yasama organına bağlandı mı hükümet
askeri bir görünüme bürünür. Böyle bir şey olmadı
mı bilin ki ortada olağanüstü şartlar vardır.
Bunlardan biri ordunun içinde devamlı bir ayrılığın
bulunmasıdır; bir başkası da, ordunun, her biri
kendi eyaletine bağlı birçok kollardan oluşmasıdır.
Bir üçüncüsü de, başlıca şehirlerin, kendi
kendilerini savunacak kuvvette mükemmel birer
sağlam mevki olması ve içeride asker
bulundurmasıdır.
Hollanda, Venedik’ten çok daha güvendedir;
başkaldıran birlikleri su altında bırakabileceği gibi
açlıktan da öldürebilir. Birlikler kendilerini
besleyebilecek şehirlere yerleştirilmiş değildir; şu
halde bu beslenme işi iğretidir.
Ordunun yasama organı tarafından yönetildiği
bir ülkede, özel koşullar, hükümetin askeri bir
görünüme bürünmesine engel olsa bile, ortaya başka
sakıncaların çıkması ihtimali vardır; şu iki şeyden
biri olur: Ya ordu hükümeti yıkar ya da hükümet
orduyu zayıf düşürür.
Bu zayıf düşme ise korkunç bir nedenin
sonucudur: Bizzat hükümet zayıf düşmüş demektir.
Tacitus’un Cermenlerin Ahlak ve Gelenekleri
üzerine yazdığı o mükemmel kitabı okursanız,
İngilizlerin bu siyasi hükümet şeklini onlardan
aldığını görürsünüz. Evet, bu güzel sistem,
ormanlarda yaşayan insanlardan alınmıştır.
İnsanla ilgili her şeyin bir sonu vardır; sözünü
ettiğimiz devlet de günün birinde hürriyetini yitirip
yıkılacak. Roma da, Lakedemonya da, Kartaca da
yıkıldı. Yasama organı yürütme organından daha
çok bozulduğu gün İngiltere de yıkılacak.
Böyle bir hürriyetten İngilizlerin bugün
yararlanıp yararlanmadıklarını incelemek bana
düşmez. Ben yalnız, kanunları sayesinde bu
hürriyetin orada yerleşmiş olduğunu söylemekle
yetineceğim, fazlasını da aramayacağım.
Bunları söylerken de öteki hükümet şekillerini
kötülemek iddiasında değilim; böyle aşırı derecede
siyasi bir hürriyetin ortalama bir hürriyet içinde
yaşayanları küçük düşürmesi gerektiğini de
söylemek istemiyorum. Böyle bir şeyi ne iddia
edebilirim ne de söyleyebilirim; çünkü ben, aşırı
derecede bir zekânın bile her zaman arzulanacak bir
şey olmadığına, insanların öteden beri aşırı
şeylerdense ortalama şeylerden daha çok
yararlandıklarına inanırım. Harrington da
Océana[134] adlı eserinde, herhangi bir devletin
anayasasının hürriyet konusunda ulaşabileceği en
üstün noktayı aramıştı. Ama onun bu hürriyeti,
hakkında kötü bir kanı edindikten sonra aradığını,
Bizans kıyıları gözünün önünde dururken
Kalkedonya gibi bir ülkeyi hayal ettiğini de
söyleyebiliriz[135].
Konu VII
Bildiğimiz saltanat hükümetleri üzerine
Bildiğimiz öteki saltanat yönetimlerinin
doğrudan doğruya amacı, sözünü ettiğimiz saltanat
yönetiminde olduğu gibi hürriyet değildir. Onların
amacı yalnız vatandaşların, devletin ve
hükümdarın şan ve onurudur. Ama bu şan ve
onurundan öyle bir hürriyet kafası doğar ki, bu
devletler bile, ötekinde olduğu kadar büyük şeyler
meydana getirebilirler, hatta hürriyet kadar milletin
mutluluğunu sağlarlar.
Üç organ oralarda, sözünü ettiğimiz anayasaya
göre bölünmüş ve kaynaşmış değildir. Her devlette
bu organlar özel bir şekilde bölünmüştür; bundan
ötürü de her devlet siyasi hürriyetine az çok
yaklaşmış bulunmaktadır, yaklaşmayan saltanat
yönetimi ise istibdat yönetimi şeklini almaya
mahkûmdur.
Konu VIII
Eskilerin, saltanat yönetimi üzerine neden açık
bir görüşleri yoktu
Eskiler, soylular topluluğu üzerine kurulu
hükümet şeklini, hele millet temsilcilerinden
meydana gelmiş bir yasama organı üzerine kurulu
hükümet şeklini hiç bilmezlerdi. Yunanistan’la
İtalya’daki cumhuriyetler, her birinin kendi
hükümeti olan, vatandaşlarını da duvarları içine
alan şehirlerden ibaretti. Romalılar cumhuriyetlerin
tümünü şöyle bir hamlede yiyip yutmadan önce
hemen hiçbir yerde, İtalya’da, Galya’da,
İspanya’da, Almanya’da kral diye bir şey yoktu.
Bütün bunlar, ya küçük küçük topluluklardı ya da
küçük küçük cumhuriyetler. Afrika bile daha büyük
bir cumhuriyete bağlıydı. Anadolu, Yunan
toplulukları tarafından işgal edilmişti. Hiçbir yerde
millet temsilcileri, devlet meclisleri diye bir şey
yoktu. Bir kişi tarafından yönetilen bir hükümet
şekline rastlamak için İran’a kadar uzanmak gerekti.
Bununla beraber federatif cumhuriyetler de yok
değildi. Doğru, birçok şehirler, bir meclise, millet
temsilcileri gönderiyorlardı. Ama ben, bu örnek
üzerine kurulmuş bir saltanat yönetimi yoktu
diyorum.
Bildiğimiz saltanat hükümetlerinin ilk taslağı
nasıl ortaya çıktı bakın. Roma imparatorluğunu
istila eden Cermenler herkesin bildiği gibi son derece
hür kişilerdi. Bu konuda, Tacitus’un Cermenlerin
Ahlak ve Gelenekleri Üzerine adlı kitabını okumak
yeter. İstilacılar bütün ülkeye yayıldılar, şehirlerden
çok dağlarda, ormanlarda otururlardı.
Cermanya’da oturdukları zaman bütün milleti
toplamak mümkündü. İstila ettikleri ülkelere
yayılınca toplanamaz oldular. Ama istiladan önce
olduğu gibi yine milletin toplanıp memleket işlerini
görüşmesi gerekti. Bu işi temsilciler göndererek
yapmaya başladılar. Bugün bizdeki idare yönetim
tarzının başlangıcı budur işte. Önceleri, soylular
yönetimiyle saltanat yönetiminin bir karmasıydı bu
yönetim biçimi. Yalnız bir sakıncası vardı ki o da
milletin aşağı tabakasının köle durumunda
olmasıydı. Daha iyi olmaya uygun iyi bir hükümet
şekliydi bu. Gerçekten de, çok geçmeden köleleri
hürriyetlerine kavuşturan fermanların yağmaya
başladığı görüldü; arkasından da halkın medeni
hürriyeti, soylu sınıfıyla papazlar sınıfının
ayrıcalıkları, kralların yetkileri birbiriyle öylesine
bağdaştı ki, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde kurulan
bu hükümet şekli kadar ılımlı, bunun kadar
yumuşak bir hükümet şeklinin bir daha yeryüzünde
kurulduğunu sanmıyorum. Doğrusu ya şaşılacak
şey, insanların, tasarlayabileceği en iyi hükümet
şeklinin, istilacı bir topluluğun bozulmaya yüz
tutmuş yönetim biçiminden doğmuş olması.
Konu IX
Aristo’nun görüşü
Saltanat yönetiminden söz açtığı zaman
Aristo’nun gevelediği açıkça görülür [136]. Ona göre
saltanat yönetimi beş çeşit olur: Onun bu
sını andırması anayasanın şekline göre değil,
hükümdarın üstünlükleri ya da kusurları gibi gelip
geçici şeylere ya da tiranlığın zorla ele geçirilmesi,
tiranlığın babadan oğla geçişi gibi tüm yabancı
şeylere göredir.
Aristo, İran imparatorluğunu da Lakedemonya
krallığını da saltanat hükümetleri sırasına koyar.
Ama bunlardan birinin istibdat yönetimi, ötekinin
de cumhuriyet yönetimi olduğunu bilmeyen yoktur.
Bir kişinin yönetimi altında bulunan bir
ülkede, yetkilerin üçe bölündüğünü bilmeyen
eskilerin, saltanat yönetimi üzerine tam bir kanı
edinmeleri imkânsızdı.
Konu X
Öteki politikacıların görüş tarzı
Tek kişi tarafından yönetilen bir devleti daha
yumuşak bir şekle sokmak için Epir Kralı Arribas,
yalnız cumhuriyet yönetimini kafasında
canlandırabildi[137]. Aynı yetkiyi nasıl
sınırlandıracaklarını bilemeyen Molos’lar[138] iki
kral seçtiler. Bunu yapmakla da, hükümdardan çok
devleti zayıf düşürdüler; birbirine rakip olacak iki
hükümdar istiyorlardı; birbirine düşman iki insan
çıktı karşılarına.
İki kral ancak Lakedemonya’da hoş
görülebilirdi; onlar, anayasanın kendisi değil bir
bölümü idiler de ondan.
Konu XI
Yunanlıların kahramanlık çağlarındaki kralları
üzerine
Yunanlıların kahramanlık çağlarında, pek öyle
uzun sürmeyen bir çeşit saltanat hükümeti kuruldu.
Halk için sanat icat edenler, insanlar için
savaşanlar, dağınık insan topluluklarını bir araya
getirenler ya da onlara toprak verenler, yine onlar
için krallık kuruyorlar ve bu krallığı çocuklarına
bırakıyorlardı. Bunlar aynı zamanda hem kral hem
din adamı hem de hâkimdiler. Aristo’nun sözünü
ettiği beş saltanat yönetimi biçiminden biriydi bu;
saltanat anayasası krini uyandıracak tek biçim de
buydu zaten. Ama bu anayasanın planı bugünkü
saltanat yönetimlerinin anayasasına aykırı bir
plandı.
Üç yetki öyle bölünmüştü ki, yasama yetkisi
halka, yürütme yetkisiyle yargı yetkisi krala
verilmişti. Bizim bildiğimiz saltanat yönetimlerinde
ise, yürütme yetkisiyle yasama yetkisi, daha
doğrusu yasama yetkisinin bir bölümü hükümdara
verilmiştir, ama yargı yetkisi ona verilmemiştir.
Kahramanlık çağlarındaki kralların
yönetiminde, bu üç yetki çok kötü bir şekilde
bölünmüştü. Bu saltanat yönetimlerinin uzun
ömürlü olmasına zaten olanak yoktu; çünkü millet
yasama yetkisini ele geçirdi mi, her yerde olduğu
gibi buralarda da en ufak bir kapris yüzünden
krallığı yok edebilirdi.
Elinde yasama yetkisini bulunduran hür bir
millette, zaten iğrenç olan şeylerin büsbütün iğrenç
bir hal aldığı bir şehirde kapalı yaşayan bir millete,
yasama organının meydana getirebileceği eşsiz
durum, yargı yetkisini en uygun yere
yerleştirmektir. Ama yargı yetkisini, aynı zamanda
yürütme yetkisini elinde bulunduran organa vermek
kadar kötü bir şey olamaz. Çünkü böyle bir şey
olduğu andan itibaren hükümdar korkunç bir hal
alır. Bununla beraber yasama yetkisi elinde
olmadığı için onu elinde bulundurana karşı kendini
savunması da imkânsız olur; hükümdarın yetkisi
fazladır ama yeter değildir.
Hükümdarın gerçek görevinin yargılamak değil,
yargılayacak olanları seçmek olduğunu henüz
anlamamışlardı. Buna ters bir siyaset, tek kişinin
yönetimini dayanılması imkânsız bir hale getirdi.
Bütün bu krallar ülkelerinden kovuldular.
Yunanlılar, tek kişinin yönetimi zamanında üç
yetkinin gerçek bölünüş tarzını düşünemediler;
birçok kişinin yönetimi zamanında ancak bu tarzı
akıl edebildiler; bu çeşit anayasaya da politeia[139]
adını verdiler.
Konu XII
Roma krallarının yönetimiyle ve üç yetkinin bu
ülkede
ne şekilde bölündüğü üzerine düşünceler
Roma krallarının yönetimiyle, Yunanlıların
kahramanlık çağındaki krallarının yönetim biçimi
arasında bir ilgi vardı. O da ötekiler gibi genel
kusurları yüzünden düştü; bununla beraber özel
yapısı bakımından olduğu kadar kendi içyapısı
bakımından da iyi bir yönetim biçimi sayılırdı.
Bu hükümet biçimini iyice tanıtabilmek için ilk
beş kralın yönetimiyle, Servius Tullius’un
yönetiminden, Tarquin’in yönetiminden ayrı ayrı
söz açacağım.
Krallar seçilebilirdi; ilk beş kral zamanında
seçimde en büyük katılım payı senatonundu.
Kralın ölümünden sonra senato, kurulu
hükümet şeklinin devam ettirilip ettirilmeyeceğini
incelerdi. Devam ettirileceğine karar verdi mi, kendi
içinden birine yeni kralı seçmek yetkisini verirdi.
Senatonun bu seçimi onaylayıp, milletin
doğrulaması, kâhinlerin de ülkeye uğur getireceğine
güvence vermesi gerekti. Bu şartlardan bir tanesi
eksik oldu mu yeni bir seçime gidilirdi.
Devletin yapısı aynı zamanda, hem saltanat
yönetimini, hem soylular yönetimini, hem de halk
yönetimini içine alırdı. Bu yöntem ilk zamanlarda
öyle uyumlu bir şekilde yürütüldü ki, ülkede
kıskançlık diye, kavga gürültü diye bir şey
görülmedi. Kral orduları yönetir, dini törenlere
başkanlık ederdi; hukuk ve ceza davalarını
yargılamak yetkisi vardı; senatoyu toplantıya
çağırır, halkı toplar, bazı işleri ona bırakır, öteki
işleri de senato ile birlikte düzenlerdi.
Senatonun yetkisi büyüktü. Krallar,
yargılamak için çoğu zaman yanlarına
senatörlerden birkaçını alırlardı. Hiçbir şeyi
senatoda tartışmadan halkın kararına sunmazlardı.
Halkın, devlet memurlarını seçmek, yeni
kanunların çıkarılmasına razı olmak, kral izin
verirse savaş açmak ya da barış yapmak hakkıydı.
Yargılama yetkisi yoktu. Tullius Hostilius,
Horatius’u yargılama işini halka bıraktığı zaman,
özel nedenlerle böyle davrandığını Halikarnaslı
Denys’nın kitabından öğreniyoruz.
Bu hükümet şekli Servius Tullius zamanında
değişti. Onun seçimine senato karışmadı, kendini
bizzat halka seçtirdi. Hukuk davalarını bırakıp
yalnız ceza davalarına bakmaya başladı. Bütün
davaları doğrudan doğruya halkın kararına bıraktı.
Halktan alınan vergileri azalttı; bütün yükü aşağı
yukarı yalnız patrisiyenlerin sırtına yükledi.
Böylece, bir yandan kralla senatonun yetkilerini
zayı atırken öte yandan da halkın yetkilerini
artırmış oldu.
Tarquin, krallığa ne senato tarafından ne de
halk tarafından getirildi. Servius Tullius’u gaspçı,
kendisini ise mirasçı olarak gördüğü için çıkıp krallık
tahtına oturdu. Senatörlerin çoğunu öldürttü; geri
kalanların hiçbirine akıl danışmadığı gibi,
yargılarına da hiçbirini çağırmadı. Yetkisi her gün
biraz daha arttı ama bu yetkide zaten iğrenç olan
taraf büsbütün iğrenç bir hal aldı. Halka
danışmadan kanunlar çıkardı, hatta halkın
aleyhinde bile kanunlar çıkardı. Üç yetkiyi
kişiliğinde birleştirebilirdi de. Ama bir an geldi ki
halk, yasama yetkisinin kendisinde olduğunu
hatırladı, Tarquin de ortadan yok oldu.
Konu XIII
Krallar kovulduktan sonra Roma’nın durumu
üzerine genel düşünceler
Romalıları bırakmak imkânsız. Bunun içindir
ki bugün bile hükümet merkezlerinde yeni sarayları
bırakıp harabeleri görmeye gideriz. Yine bunun
içindir ki çayırların zümrüt rengine baka baka
rahatlayan gözler kayalıklarla dağları görmekten
zevk alır.
Roma’da patrisiyen denen soylu ailelerin
öteden beri büyük ayrıcalıkları vardı. Krallar
zamanında büyük olan bu ayrıcalıklar, onlar
kovulduktan sonra daha da önemli bir hal aldı. Bu
da, patrisiyenleri alçaltmak isteyen halk sınıfının
kıskanmasına neden oldu. Hükümeti zayıf
düşürmek için değil, doğrudan doğruya devletin
yapısını değiştirmek için sesler yükseliyordu.
“Çünkü”, diyorlardı, “Memur şu ya da bu sınıan
olmuş bunun hiçbir önemi yok, yeter ki kudret ve
kuvveti korusun.”
Roma gibi seçimle yönetilen bir saltanat
hükümeti, hükümdarı destekleyecek kuvvetli bir
soylu sınıfının varlığını gerektirir, aksi takdirde ya
bir tiranın eline düşer ya da bir halk devleti olup
çıkar. Ama bir halk devletinin, ayakta durabilmesi
için de aileler arasında böyle bir ayrılığa gerek
yoktur. Nitekim krallar zamanında devlet yapısının
zorunlu bölümlerinden biri olan patrisiyenler,
konsüller çağında aynı yapının gereksiz bir bölümü
haline düştüler; halk, kendine hiçbir zarar
vermeden, devlet yapısını da değiştirmeden
patrisiyenlerin yetkisini sıfıra düşürdü. Servius
Tullius patrisiyenlerin burnunu kırdığı zaman,
Roma kralların elinden çıkıp halkın eline geçmişti.
Ama halk patrisiyenlerin yetkisini sıfıra düşürdüğü
zaman, yeniden kralların eline düşmek tehlikesiyle
karşılaşmadı.
Bir devletin yapısında şu iki şeyden ötürü
değişiklik olur: Ya devletin yapısı düzeltilir ya da
devletin yapısı bozulur. Devlet, ilkelerini korur,
yalnız yapısını değiştirirse kendini düzeltiyor
demektir; ilkelerini yitirir, yapısını değiştirirse o
zaman devlet bozuluyor demektir.
Kralların kovulmasından sonra Roma halkçı
bir devlet olmak zorundaydı. Yasama yetkisi zaten
halkın elindeydi; kralları kovan tüm halkın sesiydi;
bu isteğinde direnmeseydi, Tarquin’ler her an
krallığa dönebilirlerdi. Kralları sırf birkaç ailenin
kölesi olmak için kovduklarını iddia etmek de doğru
olamazdı. Şu halde olayların gidişi Roma’nın halkçı
bir devlet olmasını gerektiriyordu ama böyle bir şey
de olmadı. Sadece, baştakilerin yetkilerini
azaltmak, kanunları da daha demokratik bir şekle
sokmakla yetindiler.
Çoğu zaman devletler, bir kuruluş şeklinden
ötekine geçerken bulundukları kuruluştakinden
daha çok gelişirler. Devletin bütün kuvvetleri tam
manasıyla hareket halindedir de ondan; bütün
vatandaşların özel iddiaları vardır da ondan; hep
birden birbirlerine saldırırlar ya da birbirlerini
okşarlar da ondan; çökmek üzere olan kuruluşu
savunanlarla ileri sürülen yeni kuruluşu savunanlar
arasında ciddi ve ağırbaşlı bir rekabet vardır da
ondan.
Konu XIV
Krallar kovulduktan sonra üç yetki nasıl bölündü
Roma’nın hürriyetini zedeleyen dört şey vardı.
Dini, siyasi, sivil ve askeri görevlerin tümü yalnız
patrisiyenlere verilirdi; konsüllerin aşırı yetkileri
vardı; halk sınıfı her bakımdan küçümsenirdi;
nihayet, halk sınıfına seçimlerde hiçbir söz hakkı
tanınmazdı. İşte halk bu dört kötü davranış tarzını
düzeltti. Bu amaçla da;
1. Halk sınıfından herhangi bir kimsenin
atanmasını isteyebileceği görevler bulunduğunu
kabul ettirdi. Yavaş yavaş da entre-roi’dan başka
bütün görevlere atanabilmek yetkisini elde etti[140].
2. Konsüllüğü parçalatıp yerine birçok yüksek
memurluklar koydurdu. Kendilerine özel davalara
bakmak yetkisi verilen pretörler, genel davaları
yargılamak yetkisi verilen kestörler, disiplin işlerine
bakan edil’ler atadı; [141] devlet hazinesini
yönetmek üzere hazinedarlıklar kurdu; nihayet,
sansörlükler meydana getirerek vatandaşların ahlak
ve geleneklerini, devletin çeşitli topluluklarını geçici
bir süre için düzenleyecek olan yasama organının bu
bölümünü de konsüllerin elinden alınca onlara
yalnız halk meclislerine başkanlık etmek, senatoyu
toplayıp orduları yönetmek kaldı.
3. Kutsal kanunlar, patrisiyenlerin girişecekleri
işleri her an durdurabilecek yetkide tribunlar ortaya
çıkardı[142]. Bunlar yalnız özel suçları değil, genel
suçları da önleyebileceklerdi.
Nihayet, halk sınıfından kişiler, genel
kararlardaki etkilerini daha da artırdılar. Romalılar
şu üç şekilde sını andırılmıştı: santuriler, küriler,
tribular[143]. Oyunu kullanacağı zaman halk, bu
üç şekilden birine uyarak bir araya gelir, meclis
kurardı.
Birinci şekilde bütün yetki, patrisiyenlerin,
zenginlerin, senatörlerin, aşağı yukarı hepsi aynı
sınıan olan kişilerin elindeydi. İkinci şekilde
bunların yetkileri daha azdı; üçüncü şekilde ise
hiçbir yetkileri yok gibiydi.
Santuri şeklindeki bölmeler, kişilerden değil, bir
çeşit vergi ölçülerinden ve imkânlardan meydana
gelmiş bölmelerdi. Bütün halk her biri bir oy sahibi
olan yüz doksan üç santuriye bölünmüştü. İlk
doksan sekiz santuriyi meydana getirenler
patrisiyenlerle ileri gelen kimselerdi; vatandaşların
geri kalan bölümü de doksan beş santuriye
dağılmıştı. Demek oluyor ki bu bölme işinde oyları
elinde tutan yine patrisiyenlerdi.
Küri şeklindeki bölmelerde ise patrisiyenlerin
aynı ayrıcalıkları yoktu ama yine de var sayılırdı.
Karar verilirken kâhinlere, patrisiyenlerin buyruğu
altında bulunan kâhinlere danışmak gerekti;
senatoya arz edilmeyen ve bir senatus-consultus’la
onaylanmayan hiçbir teklif halkın oyuna
sunulamazdı. Ama tribu şeklindeki bölmelerde ne
kâhin bahis konusuydu ne de senatus-consultus.
Patrisiyenler de bu meclislere kabul
edilmezlerdi[144].
Halk öteden beri santuriler şeklinde yapılan
toplantıları küriler şeklinde, küriler şeklinde yapılan
toplantıları da tribular şeklinde yapmak
imkânlarını arayıp duruyordu. İstediği olunca da
işler patrisiyenlerin elinden halkın eline geçti.
Nitekim Coriolan’ın yargılanmasında olduğu
gibi, halk, patrisiyenleri yargılamak yetkisini elde
edince, santuriler şeklinde değil tribular şeklinde
toplanmak istedi. Yine halk, kendisine tribun ve edil
olmak yetkisi verildiği zaman, bunları seçmek için
küri halinde toplanmaya karar verdi. Kuvveti
artınca da bu seçim işinin tribu halinde toplanmak
suretiyle yapılmasını kabul ettirdi.
Konu XV
Nasıl oldu da cumhuriyetin en parlak çağında
Roma birdenbire hürriyetini yitirdi
Patrisiyenlerle halk sını arı arasındaki savaşın
en kızgın anında halk sını arı, yargıların bir kişinin
gelişigüzel isteğine göre verilmemesi, yani key
olmaktan kurtulması için kanunların yazılı olarak
tespit edilmesini istediler. Uzun zaman
dayandıktan sonra nihayet senato milletin bu
isteğine boyun eğdi. Kanunları yapmak üzere
desamvirler seçtiler ve uzlaştırılması imkânsız olan
sını ar için kanun yapacaklarından bunlara büyük
yetkiler verilmesi gerektiğini sandılar. [145] Bir süre
memur atama işini geri bıraktılar; halk
meclislerinde, yalnız desamvirler devlet memuru
olarak seçildiler. Bir anda hem konsüllük hem de
tribunluk yetkilerini ellerine geçirdiler: Biri onlara
senatoyu toplamak yetkisini, öteki de halkı
toplamak yetkisini veriyordu ama onlar ne senatoyu
toplantıya çağırdılar ne de halkı. Böylece
cumhuriyette yalnız on kişi hem yargı yetkisini,
hem yürütme yetkisini, hem de yasama yetkisini
eline almış bulunuyordu. Roma bir anda Tarquin
zamanındaki kadar şiddetli ve ağır bir yönetim
tarzına boyun eğmek zorunda kaldı. Tarquin halka
karşı şiddet kullandığı zaman Roma, onun ele
geçirmeyi başardığı yetkiyi hayretle karşılamıştı;
desamvirler şiddet kullanmaya başladıkları zaman
ise Roma bizzat vermiş olduğu yetkinin sonucunu
hayretle karşıladı.
Sırf devlet işlerinden anladıkları için siyasi ve
askeri yetkiyi ellerine alan; o çağın şartlarına göre bu
yetkiyi sürdürebilmek için içeride boyunduruk
altına girecek kadar korkak ve alçak, dışarı karşı ise
kendilerini savunacak kadar cesur insanlara muhtaç
olan kişilerin kullandıkları bu şiddet nasıl bir şiddet
olabilirdi acaba?
Ar ve namus uğruna, hürriyet uğruna, babası
tarafından kurban edilen Virginie’nin ölümü,
desamvirlerin yetkisini yok etti. Bu olayı kişiliğine
karşı işlenmiş bir hakaret sayan her vatandaş
yeniden hürriyetine kavuştu. Herkes baba olduğunu
hatırlayıp yeniden vatandaşlık kisvesine büründü.
Bu suretle senato ile halk, bir süre gülünç tiranlara
emanet ettiği hürriyetine yeniden kavuştu.
Roma halkı görünüşler karşısında herhangi bir
insan topluluğundan daha çok heyecanlanan bir
topluluktu. Lucretius’un kanlı cesedi krallığın
yıkılmasına sebep oldu. Vücudu yara bere içindeki
borçlunun şehrin alanında görünmesi devletin şekil
değiştirmesine neden oldu. Virginie’nin ölümü ise
desamvirlerin kovulmasına sebep oldu. Manlius’u
mahkûm ettirmek için, Capitole’ü halkın gözünden
düşürmek gerekti. Caesar’ın kanlı mintanı, Roma’yı
yeniden köleliği kabule mecbur etti.
Konu XVI
Roma Cumhuriyetinde yasama yetkisi üzerine
Desamvirler zamanında ortada, çekişmeye
konu olacak haklar diye bir şey yoktu; ama millet
yeniden hürriyetine kavuşunca kıskançlıklar da baş
gösterdi. Patrisiyenlerin elinde ayrıcalık diye ne
kalmışsa halk onu da ellerinden çekip aldı.
Halk patrisiyenlerin elinden yalnız
ayrıcalıklarını almakla yetinseydi, vatandaşlık
sıfatlarına saldırmaya kalkmasaydı pek öyle büyük
kötülükler olmazdı. Halk küriler ya da santuriler
halinde toplandığı zaman, toplantıda senatörler,
patrisiyenler ve halk sını arı bulunuyordu. Uzun
tartışmalardan sonra halk sınıfı kendisine şöyle bir
üstünlük sağladı: Patrisiyenlerle senatörler
katılmadan halk sınıfı tek başına plebisit adı verilen
kanunlar yapabilecekti[146]. Böylece, bazı hallerde,
patrisiyenler yasama yetkisine katılmadı ve devletin
başka bir topluluğunun yasama yetkisine boyun
eğmek zorunda kaldı. Bunun sonunda da halk
kendini hürriyetin verdiği bir çılgınlığa kaptırdı.
Halk, demokrasiyi kurmak isterken bizzat
demokrasinin ilkelerini çiğnedi. Böyle aşırı bir
kuvvet senatonun yetkilerini yok edecek gibi
göründüyse de böyle bir şey olmadı. Roma’nın çok
güzel kurulları vardı da ondan; bunlardan ikisi
gerçekten güzeldi: Biri halkın yasama yetkisini
düzenliyor, öteki de bu yetkiyi sınırlandırıyordu.
Önce konsüller sonra da sansörler, her beş yılda
bir âdeta halk meclisini oluşturup yaratıyorlardı;
bizzat yasama yetkisini elinde bulunduran
topluluğun üstünde bir ikinci yasama yetkisini
kullanıyorlardı. Cicero şöyle der: “Sansör Tiberius
Gracchus, hürriyetlerine kavuşturulan köleleri
dilinin kuvvetiyle değil yalnız bir sözle, bir hareketle
şehrin tribuları arasına soktu. Böyle bir şey
yapmasaydı bugün zorla devam ettirdiğimiz
cumhuriyetten eser kalmazdı.”
Öte yandan senatonun, bir diktatör ortaya
atarak cumhuriyeti âdeta halkın elinden almak
yetkisi vardı. Böyle bir diktatör karşısında
hükümdar, yani millet boyun eğiyor, en gözde
kanunlar bile buna karşı koyamıyordu.
Konu XVII
Aynı cumhuriyette yürütme yetkisi üzerine
Yasama yetkisi konusunda son derece
kıskançlık gösteren halk yürütme yetkisi konusunda
aynı kıskançlığı göstermedi. Bu yetkinin hemen
tümünü senatoyla konsüllere bıraktı; kendine yalnız
memurları sezmek bir de senato ile generallerin
kararlarını onaylamak hakkını alıkoydu.
Bütün tutkusu buyurmak, bütün iddiası her
şeyi buyruğu altına almak olan Roma’nın, öted en
beri istila etmeye alışık olup durmadan istila eden
Roma’nın, başı bir türlü dertten kurtulamıyordu;
düşmanları devamlı olarak onun mahvına
çalışıyorlardı, o da düşmanlarının.
Bir yandan kahramanlara özgü bir yiğitlikle,
öte yandan tam bir olgunlukla davranmak zorunda
olan Roma’da, olayların gidişi, bütün işlerin senato
tarafından yönetilmesini gerektiriyordu. Halk
hürriyetine son derece düşkün olduğundan, yasama
yetkisinin her dalı için senato ile cenkleşmekten geri
kalmıyordu; ama şan ve onuruna düşkün olduğu
için de yürütme yetkisinin tümünü senatoya
bırakmakta bir sakınca görmüyordu.
Yürütme yetkisinde senatonun payı öylesine
büyüktü ki, Polybe bütün yabancıların, Roma’yı
soylular yönetimi altında sandıklarını söyler.
Senato devlet hazinesini istediği gibi kullanır, gelir
kaynaklarını satardı. Yandaşlarının davalarında
hakemlik eder, barış ya da savaş kararını o verir, bu
konularda konsülleri o yönetirdi; Romalı birliklerle
dost birliklerin sayılarını o tayin eder, eyaletlerle
orduları konsüllere ya da pretörlere o dağıtırdı.
Yönetim yılı sona erince bunların yerine başkalarını
seçmek yine onun yetkisi içine girerdi. Zaferlerin
ödüllerini dağıtan da yine oydu; elçileri kabul
etmek, yabancı ülkelere elçi göndermek yine onun
görevlerindendi; kralları atamak, yargılamak,
cezalandırmak, ödüllendirmek, onlara Roma’nın
dostu ya da düşmanı adını vermek hep onun
yetkilerinin çerçevesi içine girerdi.
Konsüller savaşa götürecekleri birlikleri
toplarlar, kara ve deniz kuvvetlerine buyururlar,
yandaş kuvvetlerini yönetirlerdi; eyaletlerde
devletin bütün yetkileri onların elindeydi. Yenilen
milletlerle barış imzalamak, onlara barış şartlarını
bildirmek yetkileri vardı; isterlerse onları senatoya
da gönderirlerdi.
İlk çağlarda, savaş ve barış işlerine karıştığı
zamanlarda halk, yürütme yetkisinden çok yasama
yetkisini kullanırdı. Kralların, onlardan sonra da
konsüllerin ya da senatonun gördükleri işleri
onaylamaktan başka bir şey yapmazdı. Savaş
konusunda halkın hakemliği söz konusu olmadığı
gibi çoğu zaman da bu işi konsüllerin ya da
senatonun, tribunların muhalefetine rağmen bizzat
yaptıklarını görüyoruz. Ama ikbal devrinin verdiği
sarhoşluk içinde halk yürütme yetkisini her gün
biraz daha artırmaktan geri kalmadı. Böylece
mesela, o zamana kadar generallerin seçtiği lejyon
komutanlarını bizzat halkın tribunlar arasından
seçmeye başladığını, birinci Pun savaşından az önce
de savaş açma yetkisini tek başına eline aldığını
görüyoruz.
Konu XVIII
Roma hükümetinde yargı yetkisi üzerine
Yargı yetkisi hem halka, hem senatoya, hem
yüksek rütbeli memurlara hem de bazı hâkimlere
verilmişti. Bu yetkinin nasıl bölündüğünü
incelemek gerek. Önce hukuk davalarını ele
alacağım.
Konsüllerden sonra pretörler yargıladığı gibi,
krallardan sonra da konsüller yargılamaya
başlamışlardı. Servius Tullius hukuk davalarını
yargılama işini kendi üstünden atmıştı; konsüller
de, bazı seyrek durumlar -bu yüzden de zaten
olağanüstü denen durumlar- müstesna bu çeşit
davalara bakmadılar. Sadece hâkimleri seçmek ve
yargılayacak mahkemeleri kurmakla yetindiler.
Halikarnaslı Denys’nin kitabında yer alan Appius
Claudius’un nutkundan da anlaşılıyor ki bu
yöntemi, Roma tarihinin 259’uncu yılından itibaren
Romalılar bir gelenek olarak kabullenmişlerdi. Biz,
Servius Tullius zamanında başlamıştır dersek pek
öyle uzaklara gitmiş olmayız.
Her yıl pretör, kendi yönetimi sırasında
hâkimlik edecek olanların adlarını gösteren bir liste
ya da bir tablo çıkarırdı. Her dava için yeteri kadar
hâkim alınırdı. Bugün İngiltere’de de aşağı yukarı
aynı yöntem uygulanmaktadır. Bu davranış
tarzının, hürriyetin lehinde olan bir yanı vardı ki o
da, pretörün hâkimleri, tara arın onayını aldıktan
sonra seçmesiydi. Bugün İngiltere’de davacıların
hâkimleri sık sık reddetmesi aşağı yukarı bu geleneğe
uygun düşmektedir.
Bu hâkimler yalnız maddi sorunlar üzerinde
karar verirlerdi. Örneğin, bir para ödenmiş mi,
ödenmemiş mi, bir iş yapılmış mı, yapılmamış mı
gibi. Ama hukuki sorunlar, belli bir bilgi derecesini
gerektirdiğinden santomvirler mahkemesine
gönderilirdi[147].
Ağır ceza davalarına doğrudan doğruya krallar
bakarlardı; sonradan da konsüller bu işi görmeye
başladılar. Konsül Brutus’ün, kendi çocuklarını da,
Tarquin’ler için işbirliği edenlerin tümünü de
öldürtmesi bu yetkinin sonuçlarındandır. Aşırı
olmasına aşırı bir yetkidir bu. Askeri kuvvetleri de
buyrukları altında bulunduran konsüller bu
yetkilerini şehir işlerinde de uygulamaktan
çekinmezlerdi. Bu hareket tarzları ise, adalet
duygusundan tümden yoksun olduğu için,
mahkemede verilen bir karardan çok bir işkenceyi
andırıyordu.
Bunu önlemek amacıyla çıkartılan Valerienne
kanunu, vatandaşa, konsüllerin, herhangi bir
insanın hayatını tehlikeye atacak kararlarını halkın
huzurunda yeniden yargılama hakkını tanıyordu.
Bundan sonra da konsüller artık, milletin iradesine
başvurmadan Romalı bir vatandaşı ölüm cezasına
çarptıramaz oldular.
Tarquin’lerin dönüşü için hazırlanan birinci
komploda konsül Brutus’ün suçluları bizzat
yargıladığını, ikinci komploda ise, suçluları
yargılamak için senato ile halk meclislerinin
toplandığını görüyoruz.
Kutsal denen kanunlar halk sınıfına, önce
ölçüsüz iddiaları olan bir tribunlar meclisi kurmak
imkânını verdi. Hangisinin daha üstün olduğunu
söylemek güç: Halk sınıfının istemek konusunda
gösterdiği alçakça cüret mi, yoksa senatonun vermek
hususunda gösterdiği soyluluk ve rahatlık mı?
Valerienne kanunu yeniden yargılama için halk
meclisine, yani senatörlerden, patrisiyenlerden ve
halktan oluşmuş meclise başvurmaya izin vermişti.
Halk sınıfı ise istinaf işlerine ancak kendisinin
bakabileceğini ileri sürüp kabul ettirdi. Çok
geçmeden de halk sınıfının, bir patrisiyeni yargılayıp
yargılamayacağı söz konusu oldu. Coriolan
davasıyla ortaya çıkan bu sorun, yine bu dava ile bir
sonuca bağlandı. Halkın huzurunda tribunlar
tarafından suçlandırılan Coriolan, patrisiyen
olduğu için ancak konsüller tarafından
yargılanabileceğini iddia ediyordu; ama onun bu
iddiası Valerienne kanunlarının ruhuna aykırıydı.
Halk sınıfı ise, yine aynı kanunun ruhuna aykırı bir
iddiada bulunuyor ve Coriolan’ın ancak kendisi
tarafından yargılanabileceğini ileri sürüyordu;
nitekim sözünü tuttu ve Coriolan’ı yargıladı.
On iki levha kanunu bu usulü değiştirdi. Bu
kanun, bir vatandaşın hayatı hakkında ancak
milletin büyük meclislerinde karar verilebileceğini
ortaya attı. Bundan sonra da halk sınıfı
toplulukları, yanı tribulardan oluşmuş meclisler
yalnız para cezasını gerektiren suçları yargılamaya
başladı. Ölüm cezasına çarptırmak için bir kanun
gerekiyordu. Para cezası vermek için yalnız
halkoyuna başvurmak yetiyordu.
On iki levha kanununun bu düzeni gerçekten
akıllı uslu bir düzendi. Halk meclisi ile senato
arasında gerçekten mükemmel bir uzlaşma sağladı.
Her birinin yetkisi, suçun niteliğine ve gerektirdiği
cezaya bağlı olduğundan iki tarafın toplanıp sorunu
birlikte görüşmesi gerekiyordu.
Valerienne kanunu, Roma’da, kahramanlık
çağlarındaki Yunan krallarının yönetimiyle ilgili ne
kalmışsa onu da yok etti. Suçların cezalandırılması
için konsüllerin elinde hiçbir yetki kalmadı. Aslında
bütün suçlar genel bir nitelik taşırsa da,
vatandaşların birbirleriyle olan ilişkilerindeki
suçlarla devletin vatandaşlarla olan ilişkilerindeki
suçları birbirinden ayırmak gerekir. Birinciler özel
suçlardır, ikinciler ise genel suçlardır. Genel suçları
bizzat halk yargılardı. Özel suçlara gelince, yine
halk, her suç için özel bir komisyon kurar, bu
komisyonun seçtiği bir kestör vasıtasıyla
kovuşturma işini sağlardı. Halkın genel olarak
seçtiği ya bir memurdu ya da bir vatandaş. Adına
da questeur du parricide[148] denirdi. On iki levha
kanununda sözü edilir bunların.
Önce kestör bir sorgu hâkimi tayin ederdi; o da,
hâkimleri kura ile seçip mahkemeyi kurar ve
kestörün buyruğu altında mahkemeye başkanlık
ederdi.
Bu konuda yetkiler arasında nasıl bir denge
kurulduğunu anlatmak için burada, kestörün
atanmasında senatonun ne dereceye kadar işe
karıştığını belirtmek gerekiyor. Bazen senato,
kestörlük görevini yapsın diye bir diktatör seçtirirdi;
bazen, halkın, bir kestör atamak için bir tribun
tarafından toplantıya çağrılmasını emrederdi; bazen
de halk, belli bir suç hakkında senatoya rapor
vermesi ve senatodan bir kestör istemesi için bir
memur atardı. Lucius Scipion’un yargılanmasında
olayların bu şekilde cereyan ettiğini Titus-Livius’tan
öğreniyoruz.
Roma takviminin 604’üncü yılında bu
komisyonlardan bazılarına temelli bir biçim
verdiler. Yavaş yavaş da bütün suç konularını çeşitli
bölümlere ayırdılar ve bunlara sürekli sorunlar adını
verdiler. Çeşitli pretörler tayin edip her birine bu
meselelerden birine bakmak yetkisini tanıdılar. Her
pretöre bir yıl için kendi alanına giren suçları
yargılamak yetkisini verdiler; hâkimlik süresini
bitiren pretör yeniden yönetimi eline almak üzere
kendi eyaletine dönerdi.
Kartaca’da yüzler senatosu, hayatları boyunca
seçilmiş hâkimlerden oluşmuştu. Ama Roma’da
pretörler bu işi bir yıl için yaparlardı; hâkimler ise
bir yıl için bile seçilmezlerdi; dava oldukça hâkimlik
görevlerini yaparlardı da ondan. Bu kitabın altıncı
konusunda bazı hükümetlerde bu düzenin ne
dereceye kadar hürriyete elverişli bir düzen
olduğunu görmüştük.
Gracchus’ler zamanına kadar hâkimler,
senatörler arasından seçilirdi. Tiberius Gracchus,
devletin başına geçince hâkimlerin şövalyeler
arasından seçilmesini emretti[149]. Bunun sonunda
değişiklik öyle büyük oldu ki, tribunlar, basit bir
kanun tasarısıyla senatörler düzeninin sinirlerini
kesmekle övündüler.
Şunu da belirtmek gerekir ki, üç yetki,
vatandaşın hürriyetiyle olan ilgisi bakımından
değilse bile devletin yapısının hürriyetiyle olan ilgisi
bakımından iyi bir şekilde bölünebilir. Roma’da
yasama yetkisinin büyük bir parçası, yürütme
yetkisinin bir parçası, yargılama yetkisinin de bir
parçası halkın elinde bulunduğundan, başka bir
kuvvetle dengelenmesi gereken büyük bir kuvvet
sayılırdı bu. Yürütme yetkisinin bir parçası, yasama
yetkisinin de bazı bölümleri senatonun elindeydi,
doğru; ama halk kuvvetiyle denge kurabilmek için
bu kadar kuvvet yetmezdi. Senatonun yargılama
yetkisine de katılması gerekti. Nitekim hâkimler
senatörler arasından seçildiği zaman senato
yargılama yetkisine de katılıyor demekti.
Gracchusler yargılama yetkisini senatörlerin elinden
alınca senato artık halka karşı koyamaz oldu.
Demek oluyor ki vatandaşın hürriyetini sağlamak
için devlet yapısının hürriyetini zedelemekten
çekinmediler; ama vatandaşın hürriyeti de devlet
yapısının hürriyetiyle beraber yok oldu.
Bundan da sayısız kötülükler ortaya çıktı. Şöyle
böyle bir devlet yapısı varken, memleket içindeki
anlaşmazlıkların en kızgın anında bu yapıyı da
değiştirmeye kalktılar. Şövalyelik sınıfı halkla
senatoyu birleştiren o orta sınıf olmaktan çıktı;
devlet yapısının zinciri de böylece koptu.
Yargılama yetkisinin şövalyelere verilmesine
engel olacak nedenler bile vardı. Roma devletinin
yapısı şöyle bir ilke üzerine kuruluydu:
Davranışlarının hesabını devlete verecek kadar mal
mülk sahibi olanlar ancak asker olabilirlerdi.
Askerlerin en zengini de şövalyeler olduğu için
lejyonların süvari birliklerini bunlar oluşturuyordu.
Saygınlıkları artınca bu birliklerde çalışmak
istemediler; başka süvari birlikleri kurmak gerekti.
Marius önüne geleni lejyonlara almak zorunda
kaldı, cumhuriyet de böylece yıkıldı.
Bundan başka vergi toplayıcıları da yine
şövalyelerdi; açgözlü oldukları için, halkı felaketten
felakete sürüklüyorlar, genel yoksulluğu âdeta genel
yoksullukla besliyorlardı. Böyle insanları, yargılama
yetkisi vermek bir yana, devamlı olarak hâkimlerin
gözleri önünde bulundurmak gerekirdi. Eski Fransız
kanunları bu bakımdan övülmeye değer. Çünkü bu
kanunların metinlerinde iş adamlarına, adeta
düşmana karşı beslenen bir güvensizlik telkin
edilmektedir. Yargılama yetkisi vergi toplayıcılarına
verilince Roma’da fazilet diye, kanun diye,
memurluk diye, memur diye bir şey kalmadı.
Sicilyalı Diodoros ile Dion’un bazı yazılarında
bütün bu söylediklerimizin oldukça sade bir
tablosunu bulmak mümkündür. Diodoros, “Mutius
Scevola” der; “Kişinin kendi öz geliriyle yetinerek
yaşamasını emreden eski ahlak ve gelenek
kurallarını hatırlatmak istedi. Çünkü kendinden
önce gelenler, Roma’da yargılama yetkisine sahip
vergi toplayıcılarla ortaklık kurdukları için bütün
ülkeyi suçlu insanlarla doldurmuşlardı. Ama
Scevola, vergi toplayıcılarına karşı gerektiği şekilde
davrandı, başkalarını zindanlara atanları bizzat
zindanlara attırdı.”
Dion da bize, şövalyelerin tiksindiricisi olan
komutan Publius Rutilius’un Roma’ya dönüşünde
rüşvet almakla suçlandırılıp para cezasına
çarpıldığını söyler. Bunun üzerine Rutilius derhal
mal beyanında bulunmuş, çalmakla suçlandırıldığı
malların kendi öz malı olduğu, üstelik gayet dürüst
bir şekilde mal beyanında bulunduğu da
anlaşıldığından suçsuz görülüp serbest bırakılmıştır.
Kendisine iira eden kişilerle bir arada yaşamak
istemediği için de şehri terk etmek zorunda
kalmıştır.
Yine Diodoros der ki: “İtalyanlar, tarlalarını
sürsünler, hayvanlarına da baksınlar diye
Sicilya’dan köle satın alırlardı ama bunlara yiyecek
içecek vermezlerdi. Bu zavallılar da karınlarını
doyurmak için, sırtlarında hayvan derileri, ellerinde
mızrak ve topuz, yanlarında iri iri köpeklerle
yollarda haydutluk etmeye giderlerdi. Bu yüzden,
bütün ülke âdeta yağma edildi. Halk ancak şehir
duvarları içinde kalan malı mülkü için güven
duymaya başladı. Bu düzensizliği önleyebilecek ya
da önlemek isteyecek, bu köleleri cezalandırmak
cesaretini gösterecek ne bir prokonsül çıktı ne de bir
pretör. Çünkü kölelerin hepsi, Roma’da yargı
yetkisini ellerinde tutan şövalyelerin adamlarıydı.”
Bununla beraber, kölelerle savaşın nedenlerinden
biri de bu oldu. Bu konuda tek bir kelime
söyleyeceğim: Kazançtan başka bir amaç gütmeyen,
güdemeyen, durmadan şundan bundan bir şey
isteyen ama kendisinden hiçbir şey istenmeyen bir
sınıfa, sağır ve acımasız bir sınıfa, serveti kemiren,
yoksulluğu da büsbütün artıran bir sınıfa, hiçbir
zaman yargılama yetkisi verilmemeliydi.
Konu XIX
Roma eyaletlerinin yönetimi üzerine
Üç yetki şehirde bu şekilde bölünmüştü işte
ama eyaletlerde durum böyle olmaktan çok, hem
pek çok uzaktı. Merkezde hürriyet, eyaletlerde ise
şiddet ve zulüm vardı.
Roma, yalnız İtalya’da hüküm sürerken çeşitli
bölgelerde yaşayan topluluklar âdeta bir
konfederasyon şeklinde yönetilirdi. Her cumhuriyet
kendi kanunlarıyla yönetilirdi. Ama Roma daha
uzak ülkeleri istila edince, senato, eyaletleri hemen
göz önünde bulundurmak imkânından yoksun
kalınca, Roma’da bulunan yüksek memurlar
imparatorluğu yönetmek imkânını yitirince, dört bir
yana pretörlerle prokonsüller göndermek gerekti.
Ondan sonra da, üç yetki arasındaki düzen
bozuldu. Eyaletlere gönderilenlere, merkez yönetim
örgütündeki yüksek memurlara verilen yetkilerin
tümü birden verilirdi; üstelik senato ile halk
meclislerinin yetkileri de bu kişilerde bulunurdu.
Bunlar gönderildikleri yerlerin uzaklığına uygun
düşecek derecede zorba kişilerdi. Üç yetkiyi birden
kişiliklerinde toplarlardı. Deyim yerindeyse,
cumhuriyetin paşalarıydı bunlar.
Cumhuriyetlerde, aynı vatandaşların, zorunlu
olarak sivil ve askeri görevleri kişiliklerinde
topladıklarını başka bir yerde daha söylemiştim. Bu
yüzden de, istila eden bir cumhuriyet yönetim
tarzını başkalarına kabul ettiremez, istila ettiği
ülkeyi de kendi yapısının şekline göre yönetemez.
Gerçekten de öyle, eyaleti yönetmek için gönderilen
kişi, yürütme yetkisiyle emrindeki askeri ve sivil
kuvvetlere buyurma yetkisini elinde
bulundurduğundan, yasama yetkisini de elinde
bulundurmak zorundaydı; çünkü o olmasaydı
başka kim kanun çıkartabilirdi? Yargılama yetkisini
de elinde bulundurmak zorundaydı. Çünkü ondan
ayrı olarak yargılamak yetkisini kim kendinde
bulabilirdi? Demek oluyor ki, Roma eyaletlerinde
olduğu gibi, cumhuriyet hükümeti tarafından
gönderilen valilere de üç yetkiyi birden vermek
gerekiyordu.
Bir saltanat hükümeti ise kendi yönetim şeklini
daha kolay kabul ettirebilir; çünkü gönderdiği
memurların kiminin sivil işleri, kiminin de askeri
işleri yürütme yetkisi vardır. Bu ise istibdadı peşi
sıra götüremeyen bir yönetim tarzıdır.
Romalı bir vatandaş için yalnız halk tarafından
yargılanmak, büyük önemi olan bir ayrıcalıktı.
Böyle olmasaydı vatandaş eyaletlerde ya bir
prokonsülün ya da bir pretörün key kararlarına
boyun eğmek zorunda kalırdı. Şehir[150],
boyunduruk altına alınmış milletlere gösterilen
şiddetin farkında bile değildi.
Böylece, Lakedemonya’da olduğu gibi Roma
âleminde de, hür olan kişiler aşırı derecede
hürdüler. Köle olan kişiler de aşırı derecede
köleydiler.
Vatandaşlar vergi verdiği zaman bu iş büyük bir
adaletle yapılırdı. Bu konuda, Servius Tullius’un
kurduğu yöntem uygulanırdı. Şöyle ki, bütün
vatandaşlar varlıklarına göre altı sınıfa
ayrılmışlardı; her vatandaşın vereceği vergi de
yönetime katılma oranına göre ayarlanmıştı.
Bundan ötürü de, saygınlığın büyüklüğü verginin
çokluğuna katlanılmasını, verginin azlığı da
saygınlığın küçüklüğünün hoş karşılanmasını
sağlardı.
Bundan başka, takdire değer bir şey daha vardı;
o da şu: Servius-Tullius’un milleti sını ara bölmesi
âdeta devlet yapısının temel ilkesi olduğundan,
vergi alınmasındaki adalet de hükümetin temel
ilkesine dayanır ve ancak onunla beraber ortadan
kaldırılabilirdi.
Ama şehir hiç güçlük çekmeden vergi verirken
ya da hiç vermezken[151], eyaletler, cumhuriyetin
vergi toplayıcıları olan şövalyeler tarafından kasıp
kavrulurdu. Biz bunların kötülüklerinden bir hayli
söz ettik; tarih kitapları ise bu konuda daha çok
örnek vermektedirler.
Mithridate, “Prokonsüllerin hırsızlığı, vergi
toplayıcıların kötü davranışları, mahkeme
kararlarının yerinde olmayışı halkta Romalılara
karşı öylesine bir kin ve nefret uyandırmış ki bütün
Asya beni bir kurtarıcı olarak bekliyor” diyor.
İşte bu yüzdendir ki eyaletlerin kuvveti
cumhuriyetin kuvvetine hiçbir şey katmamış, aksine
onu azaltmıştır. Yine bunun içindir ki eyaletler,
Roma’nın hürriyetini yitirdiği anı kendi
hürriyetlerinin başladığı an olarak görmüşlerdir.
Konu XX
Bu kitabın amacı
Bugün bildiğimiz, tanıdığımız ılımlı
hükümetlerde, üç yetkinin nasıl bölündüğünü
araştırmak ve böylece her birinde milletin
yararlandığı hürriyet derecesini hesaplamak
isterdim. Ama bir konuyu her zaman böyle,
okuyucuya düşünme imkânı bırakmayacak bir
şekilde inceleyip tüketmek doğru olmaz. Söz konusu
olan okutmak değil, düşündürmektir.
ON İKİNCİ KİTAP
Vatandaşla ilgili olarak siyasi
hürriyeti
meydana getiren kanunlar
Konu I
Bu kitaptaki genel düşünce
Siyasi hürriyeti yalnız anayasayla olan ilgisi
bakımından incelemek yetmez; bir de bu hürriyeti
vatandaşla olan ilgisi bakımından incelemek,
belirtmek gerek.
Birincisinde hürriyetin, üç yetkinin belli bir
şekilde bölünmesinden meydana geldiğini
söylemiştim; ikincisinde ise hürriyeti başka bir
yönden incelemek gerekecek. Burada hürriyet,
ikisinin duyduğu güvenlikten, ya da güvenliği
üzerine edindiği kanıdan ibarettir.
Bazen öyle olur ki devletin yönetim şekli hür
olur da vatandaş hürriyetten yoksun olur. Yine öyle
olur ki, vatandaş hür olur da, yönetim şeklinin
hürriyetle ilgisi olmaz. Bu gibi hallerde devletin
yönetim şekli, uygulama bakımından değil de
hukuk bakımından hürdür; vatandaş da hukuk
bakımından değil uygulama bakımından hürdür.
Devletin yönetimiyle ilgili hürriyeti meydana
getiren, yalnız kanunların, hatta temel kanunların
hükümleridir. Ama vatandaşla ilgisinde, ahlak ve
gelenekler, davranışlar, öteden beri olagelen örnekler
de hürriyeti meydana getirebilir; bundan başka bu
kitapta göreceğimiz gibi, bazı medeni kanunlar da
bu hürriyeti geliştirir.
Dahası var, devletlerin çoğunda, hürriyet
devlet yönetiminin istediğinin çok daha fazlasıyla
sınırlanmış, baskıya uğramış ya da sindirilmiş
olduğundan, her yönetim şeklinde, milletin hürriyet
ilkesine olan eğilimini destekleyecek ya da
köstekleyecek özel kanunlardan söz açmak yerinde
olur.
Konu II
Vatandaşın hürriyeti üzerine
Felse anlamda hürriyet, kişinin istediğini
yapabilmesi ya da hiç olmazsa (sistemlerin
tümünün çerçevesi içinde söz etmek gerekirse)
istediğini yapabildiği kanısını taşımasıdır. Siyasi
anlamda hürriyet, kişinin güvenliğidir, hiç olmazsa
güvenlik içinde yaşadığı kanısında olmasıdır.
Hiçbir şey bu güvenliği, genel ya da özel
suçlandırmalar kadar bozamaz. Şu halde vatandaş
hürriyetinin başlıca dayanağı ceza kanunlarının iyi
niyetidir.
Ceza kanunları birdenbire gelişip
mükemmelliğe ulaşmış değildir. Hürriyeti en çok
arandığı yerlerde her zaman bulmak mümkün
olamamıştır. Aristo, Cumes’da davacının
akrabalarının tanıklık edebileceklerini söyler.
Krallar zamanında Roma kanunları öylesine
kusurlu idi ki, Servius Tullius, kayınpederini
öldürmekle suçlandırılan Ancus Martius’un
çocuklarını bizzat mahkûm etti. İlk Frank kralları
zamanında Clotaire, bir katilin dinlenmeden
mahkûm edilmesine engel olan bir kanun çıkardı.
Bu da bazı özel hallerde ya da barbar insan
topluluklarının bazılarında bunun aksinin
uygulandığını gösterir. Yalancı tanıkların
yargılanmasını da ilk ortaya atan Charondas
olmuştur. Vatandaşların suçsuzluğu güven altına
alınmazsa, hürriyet de güvenlik altına alınmış
sayılmaz.
Ceza yargılarında göz önünde bulundurulan en
kesin kurallar üzerine bazı ülkelerde elde edilmiş
bilgilerle[152], bazı ülkelerde bundan sonra elde
edilecek bilgiler, yeryüzünde insanlığı herhangi bir
şeyden çok daha fazlasıyla ilgilendirir.
Hürriyet ancak bu bilgilerin uygulanmasıyla
kurulabilir. Bu konuda kanunların en iyilerini
uygulayan bir ülkede, gerçekten davasına bakılıp
ertesi gün idam edilen kişi, Türkiye’de yaşayan
paşaların herhangi birinden daha hür sayılır.
Konu III
Aynı konunun sonu
Yalnız bir tanığın ifadesiyle bir insanı mahkûm
ettiren kanunlar, hürriyetin yok olmasına sebep
olur. Akıl ve mantık iki tanığın dinlenmesini
gerektirir; çünkü evet diyen bir tanıkla, hayır diyen
bir sanık, ancak bir denge meydana getirebilirler, bu
dengeyi bozacak üçüncü bir kişi gerek.
Yunanlılarla Romalılar, mahkûm etmek için
bir oy fazlasını isterlerdi [153]. Fransız kanunları bu
oy sayısını ikiye çıkardı. Yunanlılar bu geleneğin
tanrılar tarafından ilham edildiğini iddia ederlerdi;
Fransız kanunları ise bizim öz malımızdır.
Konu IV
Hürriyet, cezaların niteliğiyle ve orantısıyla
gelişir
Ceza kanununun her cezayı, suçun niteliğinden
çıkarması hürriyetin zaferi demektir. Böylece her
çeşit key karar ortadan kalkar; ceza, kanun
koyucunun key ne değil, olayın niteliğine bağlanır;
insanın insana karşı şiddet kullanması söz konusu
olamaz artık.
Dört çeşit suç vardır: Birinci çeşide girenler dine
karşı işlenen suçlardır; ikinci çeşide girenler ahlak ve
geleneklere karşı işlenen suçlardır; üçüncü çeşide
girenler huzuru kaçıran suçlardır; dördüncü çeşide
girenler ise vatandaşların güvenliğini bozan
suçlardır. Verilecek cezalar da bu dört çeşit suçun
niteliğine göre ayarlanmalı.
Dine karşı işlenen suçlardan ben, sıradan
küfürler gibi, doğrudan doğruya kutsal şeylere karşı
işlenen suçları vurguluyorum. Çünkü dinin
uygulanmasını engelleyen suçlar, vatandaşların
huzurunu ya da güvenliğini bozan suçlardan sayılır;
bundan ötürü de bu suçların yukarıdaki
sını andırmada gösterilen suçlar arasına konulması
gerekir.
Basit küfürlere verilecek ceza, olayın niteliğine
uygun düşsün diye, dinin sağladığı bütün yararların
kişinin elinden alınmasından ibaret kalmalı.
Örneğin, tapınaklardan kovmak, belli bir süre için
ya da ölünceye kadar toplulukla ilgisini kesmek,
böylelerinin bulunduğu yerlerden uzaklaşmak,
küçümsemek, sevmemek, her fırsatta küçük
düşürmek.
Devletin huzurunu ya da güvenliğini bozan
olaylarda, gizli kapaklı davranışlar insan adaletinin
çerçevesi içine girer. Ama Tanrı’ya karşı işlenen
suçlarda, ortada herkesin gözü önünde olup biten
bir şey yoksa o zaman suç konusu diye bir şey de
olamaz. Her şey insanla, intikamının ölçüsünü ve
zamanını çok iyi bilen Tanrı arasında olup biter.
Ama kanun koyucu olayları birbirine karıştırır da
dine karşı işlenen gizli suçları cezalandırmaya
kalkarsa, o zaman engizisyonu, hiç de zorunlu
olmadığı halde bambaşka bir davranış tarzına
uygulamış olur. Vicdanları örnek kişilerle,
vicdanları yılmaz kişilerin çabalarını harekete
geçirerek vatandaşların hürriyetini yok etmekten
başka bir şey yapmış olmaz.
Kötülük de zaten şu düşünceden doğmuştur:
Tanrı’nın öcünü almak. Ama Tanrı’ya saygı telkin
etmek gerek, yoksa öcünü almak değil. Gerçekten de
öyle, diyelim ki bu düşünceye uyarak harekete
geçtik, o zaman edeceğimiz işkencelerin sınırı ne
olacak? İnsanların kanunlarına uyup ilksiz Varlığın
öcünü almaya kalksak, bu kanunu onun, yani
Tanrı’nın sonsuzluğuna göre ayarlamamız gerekir,
yoksa insanoğlunun zayıf tara arına, bilgisizliğine
ve kaprislerine göre değil.
Provence’lı bir tarihçinin[154] anlattığı şu olay
bize, Tanrı’nın öcünü almak düşüncesinin zekâdan
yana yoksun kişiler üzerinde nasıl bir etki bıraktığını
açık bir şekilde gösterir. Meryem Ana’ya küfretmekle
suçlandırılan bir Yahudi’yi derisini yüzerek
öldürmeye mahkûm ederler. Yüzlerinde maske,
ellerinde bıçak bir sürü şövalye Meryem Ana’nın
onurunu bizzat kurtarmak için gelip, bu işi görecek
olan kişiyi kovar... Bundan sonrasını da artık,
varsın okuyucularım düşünsünler.
İkinci çeşit suçlar, ahlak ve geleneklere karşı
işlenen suçlardır. Halkın ya da kişinin ar ve namus
anlayışına aykırı davranmak, yani duyulara, bedeni
birleşmelere bağlı zevklerden yararlanırken
gözetilmesi gereken kurallara aykırı davranmak, bu
çeşit suçlardan sayılır. Bu suçlara verilecek cezalar
da yine olayın niteliğinden çıkartılmalı. Ahlak ve
geleneklerin temizliği sayesinde toplumun sağladığı
çıkarlardan kişiyi yoksun etmek, para cezasına
çarptırmak, utandırmak, gizlenmeye mecbur etmek,
zan altında tutmak, şehirden ve toplumdan kovmak
gibi cezalar olabilir bunlar. Sözün kısası, uslandırıcı
cezaların hepsi, suçu işleyen kadın da erkeği de yola
getirmek için yeter. Gerçekten de öyle, bu gibi
olaylar, kötülükten çok, kişinin kendinden
geçmesinden ya da kendini küçümsemesinden ileri
gelir.
Burada söz konusu olan, kız kaçırma ya da ırza
tecavüz gibi dördüncü kategoriye giren ve milletin
güvenliğini sarsan suçlar değil, doğrudan doğruya
ahlak ve geleneklerle ilgili suçlardır.
Üçüncü kategoriye giren suçlar, vatandaşların
huzurunu kaçıran suçlardır. Burada da yine cezalar,
olayların niteliğinden çıkartılmalı ve cezaevine
atılma, sürgün edilme, karışık kafalı kimseleri yola
getirip düzene sokacak uslandırıcı cezalar gibi bu
huzurla ilgili olmalı.
Huzuru kaçıran suçları ben doğrudan doğruya
düzensizlikle ilgili suçlardan sayarım. Huzuru
kaçıran suçların da güvenliği bozan suçların da
dördüncü kategoriye girmesini isterim de ondan.
Bu sonuncu suçların cezası işkencedir. Bir çeşit
misillemedir bu. Çünkü toplum böylece, başkasını
güvenliğinden yoksun eden ya da etmek isteyen
vatandaşa kendi güvenliğini sağlamasını reddeder.
Bu ceza da olayın niteliğinden çıkartılmış, akıl ve
mantığa uygun bir şekle sokulmuş, iyilikle
kötülüğün kaynaklarından alınmıştır. Birisinin
hayatına kıyacak ya da kıymaya niyet edecek kadar
güvenliği bozan kişinin cezası ölümdür. Bu ceza,
hasta toplumun devası gibi bir şeydir. Mal ve mülk
güvenliğini bozan suça da, ölüm cezası verdirecek
nedenler olabilir. Bununla beraber, mal ve mülk
güvenliğine karşı işlenen suçları, suçu işleyenin
malını mülkünü elinden alarak cezalandırmak
daha iyi ve doğaya daha uygun olur. Mal ve mülk
ortak ya da eşit olsaydı cezanın mutlaka böyle
olması gerekirdi. Ama daha çok, malı mülkü
olmayanlar başkalarının mallarına mülklerine
saldırdıklarından, para cezası yerine bedeni ceza
koymak gerek.
Bütün bu söylediklerim doğadan alınmıştır;
vatandaşın hürriyetine de son derece elverişlidir.
Konu V
Özel bir ılımlılık ve titizlik gerektiren
suçlandırmalar üzerine
Önemli bir düstur: Büyücülükle sapkınlık
kovuşturulmasında gerçekten ince eleyip sık
dokumak gerekir. Bu iki suçtan ötürü insanları
mahkûm etmek, eğer kanun koyucu bunun
sınırlarını çizememişse, hürriyeti aşırı derecede
zedeler ve birçok şiddetli davranışların kaynağı
halini alır. Çünkü bu çeşit bir suçlandırma,
doğrudan doğruya vatandaşın davranışına değil de
karakteri üzerinde edinilen kanıya dayandığından,
milletin cehaletiyle orantılı olarak tehlikeli bir hal
alır. Bu yüzden de vatandaşın hayatı her zaman
için tehlikede olur. Çünkü dünyanın en güzel
davranışı, en temiz ahlakı, en üstün görev yorumu
bile herhangi bir kimseyi bu suçlara karşı
koruyamaz.
Manuel Comnène zamanında,
protestator’u[155] imparatora karşı bir suikast
hazırlamakla, bunun için de insanları görünmez bir
hale sokan bazı büyülere başvurmakla
suçlandırdılar. Bu imparatorun hayatını anlatan
kitaba göre, Hz. Süleyman’ın bir kitabı varmış, bu
kitabı birisi okursa ortalığı sürüyle cin kaplarmış.
Aaron’u da bu kitabı okurken yakalamışlar işte.
Şimdi, büyücülükte, cehennemi silahlandıran bir
yetkinin bulunduğu varsayılsa ve bu yolda hareket
edilse, büyücü denen kişiye, toplumu karıştırmak ve
altüst etmek için dünyanın en kuvvetli adamı
gözüyle bakılır ve ölçüsüz bir şekilde
cezalandırılması istenir.
Hele büyücülükte dini yıkan bir kuvvet de
görülürse o zaman insanların duyacağı kızgınlık
büsbütün artar. İstanbul’un tarihinden öğreniyoruz
ki, bir piskopos, sırf bir vatandaşın büyücülüğü
yüzünden bir mucizenin olmadığına dair kendisine
vahiy geldiğini söylemiş; bunun üzerine de oğluyla
vatandaşı ölüme mahkûm etmişler. Bu suçun ne
gibi olağanüstü şeylere dayandığını biliyor
musunuz? Bir kere, vahiy denen şeyin sık sık gelmesi
gerekir; piskoposa bu arada bir vahyin gelmiş olması
gerekir; bu vahyin gerçek olması gerekir; ortada bir
mucizenin olması gerekir; bu mucizenin birdenbire
durması gerekir; büyücülük denen şeyin var olması
gerekir; büyünün dini yıkacak kadar kuvvetli olması
gerekir; sözü edilen vatandaşın büyücü olması
gerekir; en son olarak da bu vatandaşın söz konusu
büyüyü yapmış olması gerekir.
İmparator eodoros Laskaris tutulduğu
hastalığı bir büyüye yorarmış. Büyüyü yapmakla
suçlandırılanlar için tek kurtuluş çaresi, kızgın bir
demir parçasını yanmadan elleriyle tutmakmış.
Görülüyor ki Yunanlılarda büyücülükle
suçlandırılmamak için gerçekten büyücü olmak
gerekiyormuş. Budalalıkta öylesine ilerlemişler ki,
dünyanın en belirsiz suçuna yine dünyanın en
belirsiz delillerini katıyorlarmış.
Philippe le Long zamanında, cüzzamlılardan
yararlanarak çeşme sularını zehirledikleri için
Yahudileri Fransa’dan kovmuşlar. Yalnız bu
anlamsız suçlandırma, halkın kininden doğan
bütün öteki suçlandırmalardan bizi kuşkuya
düşürecek bir nitelik taşımaktadır.
Ben burada sapkınlığı cezalandırmayalım
demedim, sadece, cezalandırırken kılı kırk yaralım
dedim.
Konu VI
Doğaya aykırı suçlar üzerine
Dinin, ahlakın ve politikanın, sırasıyla
mahkûm ettiği bir suça karşı duyulan nefreti
azaltmak niyetinde değilim. İki cinsten birine
ötekinin eğilimlerini vermek, utanmaz bir gençlik
sonunda iğrenç bir yaşlılık hazırlamakla yetinse bile
böyle bir suçu ortadan kaldırmak gerekir. Benim
bütün diyeceklerim, bu suçun toplumda bıraktığı
yaraları gideremez. Ancak, ona karşı duyulması
gereken tiksintinin kötüye kullanılmasına neden
olacak şiddete karşı koyabilir, işte o kadar.
Niteliği gereğince gizli işlendiğinden, çoğu
zaman kanun koyucuların bu suçu bir çocuğun
ifadesiyle bile cezalandırdıkları olağan şeylerdendir.
Bu ise iiraya geniş ölçüde yol açmak demektir.
Procope; “Justunianus” der, “bu suça karşı bir kanun
çıkardı; kanun yürürlüğe girdikten sonra değil,
yürürlüğe girmeden önce de suç işleyenlere karşı
kovuşturma yapılmasını buyurdu. Bir tanığın,
bazen bir çocuğun, bazen bir kölenin ifadesi, hele
zenginleri, yeşiller hizbinden olanları mahkûm
etmek için yeterdi[156].”
Tuhaf değil mi? Bizde, şu üç suçtan birini
işleyen diri diri yakılmaya mahkûm edilir.
Bunlardan birincisi büyücülüktür ki bunun mevcut
olmadığı ispat edilebilir. İkincisi sapkınlıktır ki,
bunun da birçok ayrılıkları, yorumları, sınırları
olduğu söylenebilir. Üçüncüsü ise doğaya aykırı
suçtur ki, bunun da çoğu zaman tam anlamıyla
aydınlatılmasına imkân yoktur.
Doğaya aykırı dediğimiz suç, eğer millet,
Yunanlılarda, bizde ve Asyalılarda olduğu gibi bazı
geleneklerle buna karşı eğilimli değilse, pek öyle
gelişemez. Gerçekten de öyle, Yunanlılarda
gençlerin bütün sporları çırılçıplak yaptıklarını
görüyoruz. Bizde ise cinsel eğitim diye bir şey
yoktur. Asyalılara gelince, onların ülkelerinde de
bazı kişilerin, küçümsedikleri birçok karısı olur, bazı
kişilerin ise tek bir karısı bile yoktur. İnsanlar bu
suçu işleyecek hale getirilmesinler, ahlak ve
geleneklere karşı işlenen bütün suçlar için yapıldığı
gibi bunu da mükemmel bir polis teşkilatıyla
ortadan kaldırmaya çalışsınlar, o zaman doğanın
birdenbire ya kendi haklarını savunduğunu ya da
bu hakları yeniden avucunun içine aldığını görürüz.
Doğa, yumuşak, sevimli, şeatli bir ana gibi
avuçlarını açıp bize çeşitli eğlence imkânları vermiş;
bir yandan bize bu imkânları verirken bir yandan da
dünyaya getirmemizi sağladığı çocuklar vasıtasıyla
bu eğlencelerden çok daha üstün zevkleri tatmamıza
yol açmış.
Konu VII
Hükümdara ihanet suçu üzerine
Çin kanunları, hükümdara saygısızlık eden kim
olursa olsun mutlaka ölüm cezasına çarptırılır, der.
Bu saygısızlığın ne olduğu belirtilmediği için de,
herkes, şu ya da bu fırsattan faydalanıp istediği
kimseyi ölüme mahkûm ettirebileceği gibi istediği
aileyi de ortadan kaldırtabilir.
Saray gazetesini çıkartmakla görevli iki kişi, bir
olaya, gerçek olmadığı sonradan anlaşılan bazı
şeyler katmışlar, bunun üzerine saraya ait bir
gazetede yalan söylemenin saraya karşı saygısızlık
olduğunu ileri sürerek o iki kişiyi ölüme mahkûm
etmişler. Yine Çin’de, hükümdar ailesinden bir
prens, imparator tarafından kırmızı mürekkeple
imzalanmış bir nota farkında olmadan bir şeyler
yazmış. Bunun imparatora karşı büyük bir
saygısızlık olduğuna karar vermişler ve o aileye,
tarihte bir benzerini daha göremediğimiz şekilde
işkence etmişler.
Hükümdara ihanet suçunun böyle belirsiz bir
şekilde ifade edilmiş olması hükümetin istibdada
doğru yönelmesi için yeter bir nedendir. Kanunların
Yapılışı Üzerine başlıklı kitapta bu konuyu daha
derinlemesine inceleyeceğim.
Konu VIII
Hükümdara ihanet ve kutsal şeylere tecavüz suçu
derken burada suç kelimesinin yanlış ve kötü bir
şekilde uygulanması üzerine
Hükümdara ihanetle hiçbir bakımdan ilgisi
olmayan bir davranışı hükümdara ihanet suçu diye
adlandırmak, bu kelimeyi tam manasıyla kötüye
kullanmak demektir. İmparatorların çıkardıkları bir
kanun, hükümdarın verdiği kararın doğru olup
olmadığını tartışanlarla, şu ya da bu görev için
seçtiği kişilerin yeterliğinden kuşku duyanlar
hakkında, kutsal şeylere tecavüz etmiş gibi
kovuşturma yapılmasını buyurur. Böyle bir şeye suç
adını verenler hiç şüphe yok ki imparatorun
yakınlarıyla dalkavuklarıydı. Başka bir kanun da,
hükümdarın bakanlarıyla subaylarına karşı suikast
hazırlayanların tıpkı hükümdara karşı suikast
hazırlamış gibi cezalandırılmalarını buyuruyordu.
Bu kanunların ikisi de, tarihte, iradeleri
bakımından zayıf olarak tanınmış iki hükümdarın
eseridir[157]. Nasıl ki koyun sürüleri çobanlar
tarafından güdülürse bunlar da bakanları
tarafından güdülmüş iki hükümdardı. Sarayda esir,
hükümdarlık meclisinde çocuk, orduda yabancı, iki
hükümdardı bunlar. İmparatorluklarını da sırf, her
gün bir parçasını verdikleri için koruyabilmişlerdi.
Dalkavuklarından birkaçı gizliden gizliye
efendilerine karşı cephe aldılar. Hatta daha ileri
gidip devlete bile ihanet ettiler, barbarları yardıma
çağırdılar. Bunları tevkif etmek istedikleri zaman ise
devlet öylesine zayıf düşmüştü ki ceza vermek için
bizzat yapmış oldukları kanunları çiğnemek ve
hükümdara ihanet suçunu göze almak zorunda
kaldılar.
Savcı, Kardinal de Richelieu’yü hükümetin
başından uzaklaştırmaya kalkışmak suretiyle Cinq-
Mars’ın[158] hükümdara ihanet ettiğini ispat etmek
isterken yine bu kanuna dayanıyor ve
“Hükümdarların bakanlarına karşı işlenen suçlar,
imparatorların kanunları gereğince, aynen
kendilerine karşı işlenmiş suçlar gibi
yorumlanmaktadır” diyordu. “Bir bakan düşünün,
hükümdarı için de memleketi için de canla başla
çalışıyor; onun bu hizmetinden ikisini birden
yoksun etmek istiyorlar. Bu ne demektir, bilir
misiniz? Sanki birincisinin bir kolunu koparıyorlar,
ikincisinin de kuvvet ve kudretinin bir parçasını
elinden alıyorlar.” Kölelik dediğimiz şey dile
gelseydi, bundan başka bir şekilde konuşamazdı.
Valentinien’in, eodosos’un ve Arcadius’un
çıkardıkları başka bir kanun da kalpazanları
hükümdara ihanetle suçlandırır. Ama bu, olayların
uyandırdığı düşünceleri birbirine karıştırmak değil
midir? Bambaşka bir suça hükümdara ihanet adını
vermek, hükümdara ihanet suçunun vereceği
korkuyu azaltmaktan başka neye yarar?
Konu IX
Aynı konunun devamı
Paulin, İmparator Alexandre’a [159]
“fermanlarına aykırı karar veren bir hâkim
hakkında hükümdara ihanet suçundan kovuşturma
yapmaya hazırlandığını” bildirince, imparator
kendisine “saltanatı süresince, hükümdara karşı
dolaylı bir şekilde işlenen ihanet suçunun olmamış
gibi düşünülmesi gerektiği” cevabını vermiş.
Faustinien de yine aynı imparatora yazdığı bir
mektupta, kölesini bağışlamayacağına dair bizzat
hükümdarın başı üzerine yemin ettiğini, sırf
hükümdara ihanet suçunu işlememek için de
kölesine olan kızgınlığını devam ettireceğini
bildirmiş. Bunun üzerine imparator da kendisine,
“Kendinizi boş yere üzüyorsunuz, benim tuttuğum
yoldan haberiniz yok” diye cevap vermiş.
Bir senatus-consultus, imparatorun
beğenilmeyen heykellerini eriten kişinin hükümdara
ihanetle suçlandırılmaması gerektiğini bildiriyor.
İmparator Severius’la imparator Antoninus,
Pontius’a yazdıkları mektupta, imparatorun resmi
makamlarca kabul edilmemiş heykellerini
satanların hükümdara ihanetle suçlandırılmaması
gerektiğini bildirmişler. Yine aynı imparatorlar
Julius Cassanius’a yazdıkları bir mektupta,
imparatorların heykellerine rastlantıyla taş atan
kişilerin hükümdara ihanet suçuyla
kovuşturulmalarının yersiz olacağını bildirmişler.
Julius kanunlarında bu gibi değişiklikler
zorunluydu, çünkü bu kanun, yalnız imparatorların
heykellerini eritenleri suçlandırmıyor, buna benzer
davranışlarda bulunanları da hükümdara ihanetle
suçlandırıyordu; bu ise suçun key bir niteliğe
bürünmesine sebep oluyordu. Hükümdara ihanet
suçları iyice tespit edildikten sonra, bu gibi suçları
ayıklamak zorunlu bir hal aldı. Nitekim hukuk
bilginlerinden Ulpien, hükümdara ihanet suçunun,
suçlunun ölümüyle ortadan kalkacağını söyledikten
sonra, bunun, yani hükümdara ihanet suçunun
Julius kanunuyla saptanmış olan bütün suçlarla
ilgili olmadığını, ancak imparatorluğa ya da
imparatorun hayatına karşı işlenecek bir suikastla
ilgili olduğunu ilave ediyor.
Konu X
Aynı konunun devamı
İngiltere’de VIII. Henri zamanında çıkartılan
bir kanun, kralın öleceği günü, saati kehanet yoluyla
haber verenleri krala ihanetle suçlandırıyordu. Bu
kanun hiç de açık değildi. İstibdat öyle müthiş bir
şeydir ki, onu uygulayanların aleyhine bile döner.
Adı geçen kral son defa hastalandığı zaman
doktorlar hayatının tehlikede olduğunu kendisine
söylemek cesaretini gösteremediler; böyle yapmakla
da hiç şüphesiz akıllıca davranmış oldular.
Konu XI
Düşünceler üzerine
Bir Marsyas rüyasında Denys’nin boğazını
kestiğini görür. Bunu öğrenen Denys [160],
uyanıkken böyle bir şeyi aklından geçirmeseydi
rüyasında göremezdi diyerek onu öldürtür. Tiranlık
diye buna derler işte. Çünkü sözü geçen Marsyas
böyle bir şeyi aklından geçirmiş olabilir ama
uygulamadıktan sonra suçlu sayılamaz. Kanunların
amacı yalnız dış davranışları cezalandırmaktan
ibarettir[161].
Konu XII
Gevezelik üzerine
Hükümdara ihanet suçu gevezeliğe
dayanıyorsa, o zaman tam manasıyla key olur bu
suçlandırma. Söz dediğimiz şey öyle yorumlara yol
açar ki, gevezelikle kötü niyet arasında öyle büyük
bir fark vardır ki, buna karşılık da geveze kişiyle kötü
niyetli kişinin ifadeleri arasındaki fark öyle azdır ki,
kanun ölüm cezasına çarptıracağı sözleri özel olarak
saptamışsa, gelişigüzel bir şekilde söylenmiş olan bir
şeyi kolay kolay cezalandıramaz.
Söz bir suç unsuru oluşturmaz; çünkü söz
düşünce halinde kalır. Çoğu zaman söz,
kendiliğinden hiçbir şey ifade etmez; söylenirken
takınılan edaya göre bir anlam kazanır. Aynı şeyleri
söylerken çoğu zaman aynı anlamı vermeyiz onlara.
Bu anlam, sözün başka şeylerle olan bağlarıyla
ilgilidir. Bazen susmak, söylenen bir sürü sözden çok
daha fazlasını ifade eder. Bütün bu söylediklerimiz
kadar karışık bir şey olamaz. O halde bundan
hükümdara ihanet suçu nasıl çıkartılabilir? Böyle
bir kanunun uygulandığı yer neresi olursa olsun,
orada yalnız hürriyet değil hürriyetin gölgesi bile
yok demektir.
Ölü çariçe[162], çıkardığı bir fermanla,
kişiliğine karşı yersiz sözler söylediği için
Dolgourouki ailesinden bir prensi, imparatorluğun
çıkarına aldığı önlemleri kötüye yorumladı diye, bir
başkasını da saygısız sözler kullanarak kutsal
kişiliğine hakaret etti diye ölüme mahkûm ediyor.
Hükümdarlarının şan ve onurunu zedelemek
isteyenlere karşı duyulması gereken kızgınlığın
derecesini azaltmak niyetinde değilim; bununla
beraber, istibdada ılımlı bir şekil verilmek istenirse,
bu gibi hallerde öteden beri suçsuzlar için bile
korkunç olan hükümdara ihanet suçuyla mahkûm
etmektense, kişiye ıslah amacıyla bir ceza vermek
daha yerinde bir hareket olur demek istiyorum.
Suç niteliğini taşıyan davranışlar pek öyle
gündelik şeylerden değildir; birçok kimse bunun
böyle olduğunu bilir. Olaylara dayanarak verilen
yanlış kararı aydınlatmak kolaydır. Bir davranışla
beraber söylenen sözler o davranışın niteliğine
bürünür. Örneğin, genel bir alanda bağırıp çağırarak
vatandaşları ayaklanmaya kışkırtan bir insan
hükümdara ihanetle suçlandırılabilir; çünkü
burada, söz davranışla beraberdir, suça ortaktır.
Burada cezalandırılan söz değil, sözün yer aldığı bir
davranıştır. Söz ancak, suç sayılan bir davranışı
hazırladığı, ona katıldığı ya da peşi sıra gittiği
zaman suç halini alır. Sözü, temel suçun bir işareti
değil de temel suçun kendisi olarak görürsek o
zaman her şeyi altüst etmiş oluruz.
eodose, Arcadius, Honorius adındaki
imparatorlar pretörler başkanına gönderdikleri bir
emirnamede şöyle diyorlar: “Biri tutup kişiliğimizi
ya da hükümetimizi yererse kendisini
cezalandırmak istemeyiz. Laf olsun diye söylemişse
gülüp geçmeli, deli ise ona acımalı, küfrediyorsa
kusurunu bağışlamalı. Böylece, sorunları bize
olduğu gibi bildirin ki biz de kişilere göre, söylenilen
sözler hakkında bir yargıda bulunalım; böylelerini
mahkemeye mi sevk edeceğiz, yoksa serbest mi
bırakacağız, bir iyice düşünelim.”
Konu XIII
Yazılar üzerine
Yazıda sözden daha süreli bir şey vardır;
bununla beraber, yazı hükümdara ihanet suçuna
teşvik etmiyorsa, böyle bir suça konu olamaz.
Ama Augustos’la Tiberius, yazılara da bu suçun
gerektirdiği cezayı vermekten geri kalmamışlardır;
Augustos’un, bazı tanınmış erkeklerle kadınlara
karşı yazı yazanlara, Tiberius’un da kendi aleyhinde
yazı yazdıklarını sandığı kimselere bu cezayı
verdiklerini görüyoruz. Cremutius Cordus tuttuğu
günlükte, Cassius’a, Romalıların en aşağılığıdır
dediği için suçlandırılmıştı.
İstibdat yönetimlerinde yerici yazı diye bir şey
yoktur; çünkü bir yandan halkın tembelliği, öte
yandan bilgisizliği, kişilerde böyle yazılar yazmak
için ne istidat bırakır ne de istek. Bir kişinin
yönetimi altında bulunan ülkelerde bu gibi yazıların
yazılmasını engelleyen nedenler, aksine,
demokrasilerde teşvik eder. Böyle yazılar çoğu
zaman yetkili kişilere karşı kaleme alındığından,
yönetimi elinde bulunduran halkın şeytanlık
tarafını okşar. Saltanat yönetimlerinde böyle yazılar
yasak edilmiştir ama suç olduğu için değil, nezaket
ve terbiye kurallarına aykırı olduğu için. Yerici
yazılar hemen herkesin içindeki şeytanı eğlendirir,
yönetimden memnun olmayanları güldürür, yüksek
mevkiler için duyulan o şiddetli isteği azaltır, halka,
acılarına dayanmak için gerekli sabrı verir, hatta
ona, uğradığı felaketleri gülerek karşılamasını bile
öğretir.
Yerici yazıları en çok yasak eden soylular
yönetimidir. Her memur orada, kendisine edilen
hakaretleri küçümseyecek kadar büyüklük
gösteremeyen ufak çapta bir hükümdardır. Saltanat
yönetiminde biri tutup hükümdara çatan bir yazı
yazsa, hükümdar öyle yükseklerde dolaşır ki bu
yazının ona ulaşmasına imkân yoktur. Oysa bir
soylunun kişiliği delik deşik olur. Bunun içindir ki
zaten bir soylu topluluğu olan desamvirler, yerici
yazı yazanları ölümle cezalandırırlar[163].
Konu XIV
Suçların cezalandırılmasında ahlaka aykırı
davranışlar
Hemen hemen yeryüzündeki bütün milletlerde
göz önünde tutulan bazı ahlak kuralları vardır:
Suçları cezalandırırken de bunlara aykırı
davranmak yersiz olur; çünkü cezanın amacı düzeni
kurmaktır.
Doğuda yaşayanlar, kadınları, iğrenç bir
işkence için eğitilmiş llerin önüne yatırmak
suretiyle, kanunu kanunla mı bozmak istemişlerdi
acaba?
Romalılar eski bir gelenek gereğince, erginlik
çağına gelmeyen kızları ölüm cezasına
çarptırmazlardı. Tiberius buna da bir çare bulmuş,
genç kızları işkenceye göndermeden önce celladın
koynuna attırmıştı. Zeki ve zalim bir hükümdar
olan Tiberius böylece, gelenekleri kurtarmak için
ahlakı ortadan kaldırıyordu.
Genel alanlarda kadınları çırılçıplak halkın
karşısına çıkmaya, hayvanlar gibi dört ayak üstünde
yürümeye zorlarken Japon kanunları ahlak
kurallarını kökünden sarsıyordu; aynı kanunlar, bir
anayı oğluyla ... söylemeye dilim varmıyor,
zorladığı zaman, değil ahlak kurallarını, bütün
doğayı yerinden sarsıyordu.
Konu XV
Efendisini suçlandırabilmek için kölenin
hürriyetine kavuşturulması üzerine
Augustos, kendi hayatına kıymayı
tasarlayanların kölelerini, sırf efendilerini
suçlandırabilsinler diye satılığa çıkarmayı gelenek
haline getirmişti. Büyük bir suçun açıklanması için
hiçbir şeyi ihmal etmemek gerek. Böylece, kölelerin
bulunduğu bir devlette, bunların muhbirlik etmeleri
doğal karşılanır ama tanıklık etmelerine imkân
yoktur.
Vindex, Tarquin’in lehinde yapılmakta olan
gizli toplantıları haber verdi, ama Brutus’ün
çocuklarına karşı tanıklık edemedi. Vatanına
böylesine hizmette bulunan kişiyi hürriyetine
kavuşturmak yerinde bir hareketti ama onu, sadece
vatanına böyle bir hizmette bulunsun diye serbest
bırakmadılar.
Nitekim Tacitus’un, hükümdara ihanet
suçundan bile kölelerin tanıklık edemeyeceğine dair
bir kanun çıkardığını görüyoruz. Ama bu kanuna,
Justinianus’un çıkardığı kanunlarda bir yer
verilmediği de bir gerçektir.
Konu XVI
Hükümdara ihanet suçunda iftira
Caesar’lara karşı haksızlık etmemeli.
Çıkardıkları o uğursuz kanunları ilk tasarlayan
onlar değildir. İiracıların cezalandırılmaması
gerektiğini onlara öğreten Sylla olmuştur. Çok
geçmeden de iiracılara ceza verecek yerde ödül
vermeye başladılar.
Konu XVII
Hükümdara karşı komploların açığa vurulması
üzerine
“Sana gizliden gizliye: Haydi başka tanrılara
tapmaya gidelim, diyen, ister kardeşin, ister oğlun,
ister kızın, ister sevdiğin karın, ister çok yakın
dostun olsun, onu hemen taşla kovalamaya
başlayacaksın. Önce senin elin onun yakasına
yapışacak, sonra da bütün ümmetin.” Beş kitabın
sonuncusu olan Deutéronome[164]’daki bu emir,
tanıdığımız milletlerin çoğunda medeni bir kanun
halini alamaz; böyle bir kanunun varlığı bütün
suçlara yol açar da ondan.
Devletlerin çoğunda, kişiyi, ilgisi olmadığı
komploları bile haber vermeye zorlayan, aksi
takdirde ölüme mahkûm eden kanun bundan daha
az şiddetli değildir. Saltanat yönetiminde
uygulanırsa bu kanunu sınırlandırmak çok yerinde
bir hareket olur.
Kanun bütün ağırlığıyla, birinci derecedeki
devlet başkanına karşı işlenecek suçlar için
uygulanmalı. Bu devletlerde, suça hedef olan çeşitli
başkanların birbirine karıştırılmaması çok önemli
bir şeydir.
Kanunları, insanın kafasındaki bütün
düşünceleri altüst eden Japonya’da, en önemsiz
komploların bile açıklanmaması ölümle
cezalandırılır.
Bir gezgin anılarında, iki genç kızın ölünceye
kadar iğneli bir sandıkta kapalı bırakıldıklarını bize
anlatıyor; bir tanesi bir delikanlıyla seviştiği için,
öteki de bu olayı açığa vurmadığı için.
Konu XVIII
Cumhuriyetlerde, devlete ihanet suçunu aşırı
derecede cezalandırmanın tehlikeli olacağına dair
Cumhuriyet hükümeti, cumhuriyeti devirmek
isteyenleri ortadan kaldırmayı başardı mı, öç alma
duygularına, cezalara, hatta ödüllere son vermek
için çok acele etmeli.
Bazı vatandaşların ellerine geniş yetkiler
verilmeden, büyük cezaları uygulamak, dolayısıyla
büyük değişikliklere yol açmak imkânsızdır. Bu
durum karşısında çok ceza vermektense çok çok
bağışlamak daha iyidir; çok kişiyi sürgüne
göndermektense az kişiyi sürgüne göndermek daha
yerinde olur; birçok kimsenin malına el
koymaktansa, malını mülkünü herkese bırakmak
daha uygun düşer. Cumhuriyetin intikamını almak
bahanesiyle, şundan bundan intikam almaya
kalkanların zorbalığına yol açılır. Söz konusu olan,
zorbalık edeni değil zorbalığı ortadan kaldırmaktır.
Hükümeti, kanunların her şeyi koruduğu, hiç
kimseye karşı cephe almadığı bir düzene sokmak için
devlet adamları mümkün olduğu kadar acele
etmeli.
Yunanlılar, tiranlardan ya da öyle olduklarını
sandıkları kişilerden öç almak için hiçbir şeyden
çekinmediler. Çocuklarını, bazen en yakın
akrabalarının beşini birden öldürttüler. Sayısız
aileyi memleket dışına sürdüler. Cumhuriyetleri de
bundan bir hayli sarsıldı; sürgüne gönderme olsun
sürgünden dönüş olsun, devletin yapısında her
zaman değişikliklere yol açar.
Romalılar bu konuda daha akıllı uslu
davrandılar. Cassius, tiranlığa yeltendi diye
mahkûm edildiği zaman, çocuklarını öldürmenin
doğru olup olmayacağı uzun boylu tartışmalara yol
açtı. Sonunda da kendilerine hiçbir ceza verilmedi.
Halikarnaslı Denys, “Marse’lar savaşıyla iç
savaşlardan sonra bu kanunu değiştirmek ve Sylla
tarafından sürgüne gönderilenlerin çocuklarını
memleket hizmetlerinden yoksun etmek isteyenlerin
suçları çok büyüktür” diyor.
Marius’la Sylla’nın açtıkları savaşlarda Romalı
ruhunun ne dereceye kadar bozulmuş olduğunu
görmek mümkündür. Öyle korkunç şeyler oldu ki
bunların bir daha tekrarlanmasına imkân
olmayacağını söyleyenler oldu. Oysa tiumvir’ler
zamanında çok daha korkunç şeyler yapıldı ama
yapıyormuş gibi görünmek istemediler. Kötülüğün,
zulmün başvurduğu safsatayı kişi gördükçe çileden
çıkıyor. Yasaklar hakkındaki formülü Appien’in
kitabında bulmak mümkündür. Öyle soğukkanlı bir
dille söz ederler, öyle çıkarlar ileri sürerler, çeşitli
çarelere üstün öyle çareler ortaya atarlar, zenginleri
öylesine emniyette, halk sınıfını da öylesine bir
huzur içinde gösterirler, vatandaşların hayatlarını
tehlikeye atmaktan öyle çekinirler, askerleri öylesine
yatıştırmak isterler, nihayet halkın öyle mutlu
olacağını söylerler ki, Roma’da cumhuriyetin
iyiliğinden başka bir şey düşünülmediğini sanırsınız.
Lepidius, İspanya’yı yendiği zaman Roma kan
içindeydi; oysa Lepidius milletin, misli görülmemiş
anlamsız bir düşünceyle, bayram havası içinde
yaşamasını emretmiş, emrine uymayanları da
memleketten sürerek cezalandıracağını bildirmişti.
Konu XIX
Cumhuriyette vatandaşlar hürriyetlerinden nasıl
yoksun edilirler
Hürriyete son derece değer veren devletlerde,
herkesin hürriyetini korumak için bir kişinin
hürriyetini elinden almayı buyuran kanunlar
vardır. İngiltere’de atteindre adı verilen bill’lerin
niteliği böyledir işte [165]. Atina’da, altı bin kişi
oyunu kullandığı takdirde bir kişi aleyhinde
çıkartılan kanunlarla ilgilidir bu bill’ler. Yine
Roma’da herhangi bir vatandaş aleyhinde çıkartılan
ve adına priviléges denen kanunlarla ilgilidir bu
bill’ler[166]. Bu kanunlar ancak milletin büyük
meclisleri tarafından çıkartılırdı. Ama bu kanunlar
ne şekilde çıkartılırsa çıkartılsın Cicero bunların
ortadan kaldırılmasını ister; “Çünkü” der,
“Kanunun kuvveti herkese aynı şekilde
uygulanmasındadır.” Ben kendi hesabıma,
yeryüzünde hürriyete en çok değer veren milletlerin
bu kanunları uygulamaktan çekinmediklerine göre,
hiç olmazsa bir an için, nasıl ki tanrıların
heykellerini gizlemekte bir sakınca görmüyorsak,
hürriyetin üzerine de bir örtü örtmekten
çekinmememiz gerektiği kanısındayım.
Konu XX
Cumhuriyette vatandaşın hürriyetini sağlayacak
kanunlar üzerine
Halk hükümetlerinde suçlandırma çoğu zaman
apaçık bir şekilde olur; her insan da istediği kişiyi
suçlandırabilir. Bu da vatandaşların suçsuzluğunu
savunmasını sağlayacak kanunların çıkmasına
sebep olmuştur. Atina’da suçlandıran kişi oyların
beşte birini elde edemezse bin drahmi ödemeye
mecbur tutulurdu. Ktesiphon’u suçlandırmak
isteyen Eschine, bu cezayı ödemek zorunda kalmıştı.
Roma’da haksız yere birisini suçlandıran kişiye
alçaklık damgası vurulur, alnına da K har [167]
basılırdı. Hâkimleri ya da tanıkları baştan
çıkarmasın diye suçlandıran kişilerin yanına bekçi
koyarlardı.
Atina ile Roma’da, sanığın karardan önce
ülkeyi terk edip gitmesine izin veren kanunlardan,
başka bir yerde söz etmiştim.
Konu XXI
Cumhuriyette borçlulara karşı uygulanan
kanunların ağırlığı üzerine
Bir vatandaş başka bir vatandaşa ödünç para
vererek ona karşı oldukça büyük bir üstünlük
kurmuş demektir. Çünkü ödünç para alan, bu
parayı harcamak için alır, dolayısıyla da elinden
çıkarır. Cumhuriyet yönetiminde kanunlar bu
köleliği daha da artırırsa vatandaşın durumunun ne
olacağını varın siz düşünün.
Önceleri Atina ile Roma’da ödünç aldığı parayı
ödeyemeyecek durumda olan borçluların
satılmalarına izin verdiler. Solon bu geleneği
Atina’da düzeltti. Borçtan ötürü hiç kimsenin
kişiliğine dokunulamayacağını emir buyurdu. Ama
desamvirler Roma’da bu geleneği aynı şekilde bir
düzene koymadılar. Solon’un çıkarmış olduğu
kanun gözlerinin önünde olmasına rağmen ona
uymak istemediler. On iki levha kanununda,
desamvirlerin demokrasi düzenini bozmaya
çalıştıklarını gösteren şey yalnız bu değildir.
Borçlulara karşı çıkartılan bu kanunlar Roma
Cumhuriyetini defalarca tehlikeye düşürmüştür.
Bir borçlu, alacaklısının evinden, vücudu yara bere
içinde kaçıp genel alanda kendisini halka gösterdi.
Halk bu görüntü karşısında heyecana geldi.
Alacaklıların artık tutmaya cesaret edemedikleri
birçok borçlu da kendilerini mahzenlerden dışarı
attılar. Borçlulara bazı vaatlerde bulundularsa da
sözlerinde durmadılar. Halk Kutsal Tepeye çekildi.
Bu kanunların kaldırılmasını sağlayamadı; ama
kendisini savunacak bir memur buldu. Anarşiden
çıkan halk bir an istibdat yönetimine düştüğünü
sandı. Manlius adında biri, sadece halkın gözüne
girmek için, köle haline konmuş borçluları
alacaklıların elinden kurtarmaya kalktı. Manlius’un
maksadını anlayıp önlediler; ama yara olduğu gibi
duruyordu. Nihayet özel kanunlar vatandaşlara,
borçlarını ödemek için bazı kolaylıklar sağladı ve
Roma tarihinin 428’inci yılında konsüller,
çıkardıkları bir kanunla, alacaklıların evlerinde,
borçluları köle gibi kullanmalarını yasak
ettiler[168]. Papirius adında bir tefeci, evinde
zincire vurduğu Publius adında bir delikanlının
ırzına geçmek istedi. Sextus’un işlediği suç Roma’ya
siyasi hürriyet vermişti; Papirius’un suçu ise onu
medeni hürriyetine kavuşturdu[169].
Bu şehrin alınyazısı da böyleymiş. Eski suçların
verdiği hürriyeti yeni yeni suçlar büsbütün
perçinledi. Appius’un Virginie’ye tecavüzü,
Lucretius’un uğradığı felaketin zalimlere karşı
uyandırdığı dehşeti halkın gözünde yeniden
canlandırdı. Hain Papirius’un işlediği suçtan tam
otuz yedi yıl sonra, yine buna benzer bir suç, halkın
Janicule’e çekilmesine sebep oldu [170]. Borçluların
güvene kavuşması için çıkartılmış olan kanun da
böylece yeniden yürürlüğe girdi.
O zamandan bu yana da, borçlarını ödemeyen
vatandaşlar aleyhinde değil, tefeciliği önleyen
kanunlara karşı geldikleri için alacaklılar aleyhinde
kovuşturmada bulunuldu.
Konu XXII
Saltanat yönetiminde hürriyeti tehlikeye düşüren
şeyler üzerine
Saltanat yönetimlerinde hükümdar için
yeryüzünün en gereksiz olan şeyi, çoğu zaman
hürriyeti zayıf düşürür; o da bir vatandaşı
yargılamak için zaman zaman atanan
komiserlerdir.
Hükümdar, bu komiserlerden öylesine az bir
fayda sağlar ki, bunun için olayların düzenini
bozmak zahmetine bile değmez. Hükümdar,
kendisinde, emir aldıkları, devletin çıkarı için
çalıştıklarını, bunca insan arasından seçildiklerini
ileri sürerek her zaman haklı olduklarını sanan,
kendi başlarından korktukları için de her işte haklı
görünmeye çalışan komiserlerden kat kat üstün bir
namus ve adalet duygusu olduğundan emindir.
VIII. Henri zamanında ayandan birini
yargılamak gerektiği zaman, ayan meclisinden
seçilen komiserlere gördürülürdü bu iş; böyle bir
usulle de ayandakilerin hepsini öldürtmek hiç de
güç bir iş olmadı.
Konu XXIII
Saltanat yönetimindeki hafiye üzerine
Saltanat yönetiminde ha yeye lüzum var mı?
İyi bir hükümdarın başvuracağı işlerden değildir bu.
Bir insan kanunlara bağlı oldu mu, hükümdara
karşı gereken görevini yerine getiriyor demektir.
Buna karşılık da hiç olmazsa evi, sığınabileceği bir
yer olmalı, davranışlarının geri kalanı da güven
altında bulunmalı. Ha yelik namuslu kişiler
tarafından yapılsa belki hoş görülecek bir iş olurdu
ama kişinin zorunlu alçaklığı, görülen işin de
alçakça bir iş olduğu kanısını uyandırabilir. Bir
hükümdar milletine, iyilikle, açık gönüllülükle,
güvenle davranmalı. Bunca kaygısı, şüphesi ve
korkusu olan kişi, rolünü oynamakta güçlük çeken
bir aktöre benzer. Genel olarak kanunların kuvvetli
olduğunu, milletin kanunlara uyduğunu gören
hükümdar pekâlâ kendini güvende hisseder.
Milletin genel davranışı, her vatandaşın davranışı
hakkında kendisine bir kir verir. Korkmasın artık,
kendisine duyulan sevgi derecesini imkânı yok
takdir edemez. Hem neden sevmesinler onu? Bütün
iyiliklerin kaynağı bizzat kendisidir; cezalar ise hep
kanunlara yükletilir. Halkın karşısına daima
gülümseyen bir yüzle çıkar. Onun şan ve onuru bize
de geçer, kuvvet ve kudreti ise bizi destekler.
Sevildiğine kanıt mı istiyorsunuz? Her şeyden önce
güvenimiz vardır ona; bir bakanın hayır dediğine
onun her zaman evet diyeceğini sanırız. Hatta genel
felaketlerde bile onun kişiliğini suçlandırmayız;
bilmediğine ya da çevresindeki kötü insanların etkisi
altında kaldığına üzülürüz. Halk, “Hükümdarımız
bilseydi bunun böyle olduğunu” der. Bu sözler bir
çeşit yakarış, ona olan güvenin bir işaretidir.
Konu XXIV
İmzasız mektuplar üzerine
Tatarlar, kimin attığı bilinsin diye oklarının
üstüne adlarını yazmak zorundadırlar. Bir şehrin
kuşatılmasında Makedonyalı Philippos
yaralanmıştı; mızrağın üstünde, “Philippos’a bu
öldürücü mızrağı atan Aster’dir,” diye yazılıydı. Bir
kişiyi suçlandıranlar bu işi milletin iyiliği için
yapsalardı, bunu yalnız, her şeyi kolaylıkla
öğrenebilecek olan hükümdarın huzurunda değil,
sadece iiracılara karşı korkunç kuralları olan
hâkimlerin huzurunda yaparlardı. Eğer
suçlandırdıkları kişiyle kendi aralarında kanunların
bulunmasını istemiyorlarsa, kanunlardan
korkuyorlar demektir; böylelerine verilecek en ha f
ceza sözlerine inanmamaktır. Yalnız, hükümdarın
hayatı söz konusu olduğu, işin de adalet
mekanizmasının yavaşlığına katlanamadığı zaman
bunların sözlerine kulak asmak yerinde olur. Ancak
o zaman suçlandıran kişinin konuşmak için bir çaba
sarf ettiğine ve bu çabanın onun baklayı ağzından
çıkarmasına neden olduğuna inanmak
mümkündür. Ama başka herhangi bir durumda
imparator Constance’la beraber, “Düşmanı eksik
olmadığı halde kendisini suçlandıracak bir insan
ortaya çıkmadı mı, herhangi bir kimseden
kuşkulanmak elimizden gelmez” dememiz gerekir.
Konu XXV
Saltanat hükümetindeki yönetim biçimi üzerine
Krallık yetkisi, rahat ve sessiz bir şekilde
işlemesi gereken büyük bir kuvvettir. Çinliler,
gökyüzü gibi, yani gökyüzünü örnek alarak
memleketi yöneten bir imparatorlarını över
dururlar.
Bu kuvvetin bütün genişliğiyle harekete
geçmesini gerektiren durumlar olduğu gibi,
sınırlandırılmış bir şekilde harekete geçmesini
gerektiren durumlar da vardır. Üstün yönetim
demek, çeşitli durumlarda, bu yetkinin, büyük ya
da küçük, hangi bölümünü kullanmak gerektiğini
bilmek demektir.
Bizim saltanat hükümetlerimizin bütün
mutluluğu, yönetimin yumuşaklığı hakkında
milletin edinmiş olduğu kanıda toplanır.
Bakarsınız, beceriksiz bir bakan size durmadan köle
olduğunuzu hatırlatır. Halbuki böyle bir şey olsaydı,
sizin bunun farkına varmamanız için elinden geleni
yapması gerekirdi. Ama o size hep, hükümdarın
kızdığını, hayretler içinde kaldığını, her şeyi düzene
koyacağını söylemekten, yazmaktan başka bir şey
bilmez. Buyurmanın çok kolay olan bir yanı vardır.
Bunun için de hükümdar sadece isteklendirmeli,
gözünü korkutan da yalnız kanun olmalı.
Konu XXVI
Saltanat hükümetlerinde hükümdar,
yanına rahat rahat çıkılabilecek bir insan olmalı
Bu gereksinim birtakım çelişmeler sayesinde
çok daha iyi hissedilir. M. Perry, “Çar I. Petro,
kendisinden dilekte bulunacak herhangi bir
kimsenin önce memurlarına iki dilekçe ile
başvurmasını, ondan sonra kendisine dilekçe ile
başvurmasını yeni bir fermanla emretti,” der.
“Üçüncü dilekçeyi ancak hakkını aramak için
vermek mümkündü; ama haksız olan tarafın ölümü
göze alması şarttı. Ferman çıktıktan sonra çara
dilekçe vermek cesaretini gösteren olmadı.”
Konu XXVII
Hükümdarın ahlakı üzerine
Bir ülkede hürriyet, kanunlara olduğu kadar
hükümdarın ahlakına da bağlıdır; hükümdar isterse
tıpkı kanunlar gibi, insanları hayvan, hayvanları da
insan şekline sokabilir. Hükümdar hür insanları
severse hür bir millete hükümdarlık eder; düşük
karakterli insanları severse, bir sürü kölesi olur.
Saltanat denen o büyük sanatı öğrenmek istiyorsa,
onur ve fazileti öğrenir, kişisel değeri olan bir insan
olur. Herhangi bir alanda yeteneği olan kişilere de
ara sıra bir göz atar. Değerli insan denen
rakiplerinden çekinmez; böylelerini sevmeye başladı
mı, onlara eşit olur. Şunun bunun kalbini kazanır;
ama kimsenin vicdanına buyurmaya kalkmaz. Halk
tarafından sevilir. En aşağı sınıan bir insanın
sevgisinden bile hoşlanır; onun da bir insan
olduğunu unutmaz. Halk öyle az bir saygıyla yetinir
ki, bu saygıyı ona göstermek yerinde bir hareket
olur. Hükümdarla halk arasındaki sonsuz mesafe,
zaten halkın hükümdarı rahatsız etmesine imkân
vermez. Hükümdar yalvarıp yakaranların isteklerini
yerine getirir; ama haksız ve yersiz isteklere dirençle
karşı kor; hayır dediği zaman, halkın çıkarına,
lütu arda bulunduğu zaman ise dalkavukların
çıkarına çalıştığını bilir.
Konu XXVIII
Hükümdarın milletine karşı göstermek
zorunda olduğu saygı üzerine
Şaka konusunda hükümdarların son derece
tedbirli davranmaları gerekir. İnce ve zarif olursa
şaka hoşa gider; çünkü samimi olmak imkânını
sağlar. Ama iğneleyici bir şaka, en değersiz bir
vatandaş için olduğu gibi onlar için de yasak
edilmeli; çünkü tedavisi imkânsız yaraları açan hep
bu çeşit şakalardır.
Hükümdarın, herhangi bir vatandaşa hakaret
etmekten de sakınması gerekir. Çünkü hükümdar,
bağışlamak ve cezalandırmak için devletin başına
getirilmiştir, hakaret etmek için değil.
Hükümdar vatandaşlarına hakaret ettiği
zaman, Osmanlı padişahının ya da Rus çarının
kendi vatandaşlarına ettiği zulümden daha çok
zulüm ediyor demektir. Bu iki hükümdar hakaret
ettikleri zaman vatandaşlarını küçük düşürürler,
onurlarına dokunmazlar ama bizimkiler, hem
küçük düşürürler hem de onurlarını yok ederler.
Asyalılarda öyle bir önyargı vardır ki,
hükümdarın hakareti onlar için bir babanın
evladına karşı duyduğu sevginin sonucundan
farksızdır. Bizim görüş tarzımız ise bambaşkadır.
Hakarete uğradığımız zaman bu hakaretin altından
bir daha kalkamayacağımızı sanırız.
Onuru hayatının üstünde tutan, onu bir
kahramanlık nedeni olarak gördüğü kadar bir
bağlılık nedeni olarak da gören bir milletin başında
bulunmakla Avrupalı hükümdarın son derece
memnun olması gerekir.
Vatandaşlarına hakaret ettikleri için
hükümdarların başlarına gelen felaketleri
hatırlamak hiç de güç bir şey değil; Chéréas’ın, iğdiş
Narsès’in, Kont Julien’in intikamlarını hiçbirimiz
unutmuş değiliz[171]. Nihayet, gizli bir kusurunu
önüne gelene anlattığı için bütün hayatı boyunca
III. Henri’yi rahatsız eden düşes de Montpensier
belleklerimizde âdeta yer etmiş gibidir.
Konu XXIX
İstibdat idaresinde az da olsa bir hürriyet havası
estirecek nitelikteki medeni kanunlar üzerine
Her ne kadar istibdat yönetimi niteliği
bakımından dünyanın dört bir yanında aynı ise de
bazı şartlar, dini bir inanç, bir önyargı, şuradan
buradan alınan örnekler, herhangi bir görüş tarzı,
bir davranış şekli, bir ahlak anlayışı, bu hükümetler
arasında çok büyük ayrılıklar meydana getirebilir.
Bazı geleneklerin ülkede yerleşmiş olması hiç de
kötü bir şey değil. Mesela Çin’de hükümdar milletin
babası olarak görülür. Arap imparatorluğunun
başlangıcında da hükümdarlık görevi halifeye
düşerdi.
Kuran Araplarda, Zoroastre’ın kitaplarının
İranlılarda, Védam’ın Hintlilerde, klasik kitapların
Çinlilerde olduğu gibi, bir devlette herhangi kutsal
bir kitabın kanun yerini tutması pekâlâ yerinde bir
şeydir. Dini kurallar medeni kanunun yerini tutar
ve keyfi davranışları ortadan kaldırır.
Tereddüde yol açan durumlar karşısında
hâkimlerin din adamlarına danışmaları kötü bir şey
değil. Nitekim Türkiye’de kadılar gerektiği zaman
mollalara başvururlar[172]. İşlenilen suç ölüm
cezasını gerektirdiği takdirde, eğer varsa özel
hâkimin valiye danışması uygun düşer; böylece
medeni ve dini yetkilerin göstereceği şiddet siyasi
yetki tarafından yumuşatılmış olur.
Konu XXX
Aynı konunun devamı
Babaların gözden düşmeleri sonunda
çocuklarla eşlerin de gözden düşmeleri gerektiğini
ortaya atan, istibdat yönetiminin şiddeti olmuştur.
Çocuklarla kadınlar suçlu olmadıkları halde zaten
perişan olmuş durumdadırlar. Hem zaten
hükümdarın, kızgınlığını azaltmak ya da adaletini
aydınlatmak için kendisiyle suçlu arasında bazı
yalvarıcılar, arabulucular bırakması lazım.
Maldive’lerde güzel bir gelenek vardır [173]:
Gözden düşen bir senyör, tekrar göze girinceye kadar
her gün saraya gider ve krala saygı gösterilerinde
bulunur; onun bu şekilde davranışı hükümdarın
kızgınlığını yok eder.
Bazı istibdat yönetimlerinde, gözden düşmüş
birisinden hükümdara söz açmak, gösterilmesi
gereken saygıya aykırı bir davranış sayılır[174].
Böyle hükümdarlar bağışlama faziletinden
kendilerini yoksun etmek için ellerinden geleni
yapıyor demektir.
Bir hayli sözünü ettiğim konuda, Arcadius ile
Honorius, suçlular için kendilerine yalvaranları
bağışlamayacaklarını söylerler. Çok kötü bir
kanunmuş bu; istibdat yönetiminde bile kötüdür de
ondan.
İsteyen kişinin ülkeden çıkmasına izin veren
İran geleneği çok yerinde bir şey. Her ne kadar
bunun aksi olan ve milleti köle, ülkeden çıkanları da
kaçak köle gözüyle gören gelenek, ilkesini istibdat
yönetiminden almışsa da, İran’daki uygulama şekli
bana, tam istibdat yönetimine uygun bir gelenek
gibi görünmektedir. Çünkü istibdat yönetiminde
borçluların kaçması ya da bir yana çekilmesi
korkusu, paşalarla alacaklıların baskısına son verir
ya da bu baskıyı daha yumuşak bir şekle sokar.
ON ÜÇÜNCÜ KİTAP
Vergilerin toplanması ile devlet
gelirinin çokluğunun hürriyetle olan
ilgisi üzerine
Konu I
Devletin geliri üzerine
Devletin geliri, her vatandaşın gelirinin bir
bölümünü devlete vermesiyle meydana gelir. Böyle
davranmakla da vatandaş malının geri kalan
bölümünü güven altına almış olur ya da ondan,
rahat ve huzur içinde yararlanmak imkânını bulur.
Devletin gelirini saptamak için hem devletin
ihtiyaçlarını hem de vatandaşların ihtiyaçlarını göz
önünde bulundurmak gerekir. Devletin hayal ürünü
gereksinimlerini karşılamak için milleti gerçek
gereksinimlerinden yoksun etmemek lazım.
Hayal ürünü gereksinimler, devletin başında
bulunanların, tutkularıyla zayıf tara arına uyarak
istedikleri şeylerdir; olağanüstü bir tasarının çekici
tara arıdır bunlar. Şan ve onur düşkünü kimselerin
hastalıklı istekleri ve nihayet, boş şeylere karşı
koyacak kadar ruh sağlamlığı olmayan kişilerin
gösteriş düşkünlüğüdür bunlar. Hükümdarın emri
altında ve devamlı bir kaygı içinde hükümetin
başında bulunanların çoğu, devletin,
gereksinimlerini kendi küçük hesaplarından doğan
gereksinimlerle karıştırırlar.
Milletten alınanla millete bırakılan arasındaki
orantıyı düzenleyecek olan akıl ve önlemin bundan
daha önemli bir işi olamaz.
Devlet gelirini, milletin verebileceği şeye göre
değil, vermesi gerektiği şeye göre düzenlemeli.
Verebileceği şeye göre düzenlendi diyelim, hiç
olmazsa her zaman işin verebileceği şeye göre
düzenlenmeli.
Konu II
Vergilerin çokluğunun aslında iyi olduğunu
söylemek kötü bir yargıda bulunmak demektir
Bazı saltanat devletlerinde[175], vergi dışı
tutulan küçük ülkelerin[176], vergi ağırlığı altında
inleyen yakındaki ülkeler kadar yoksulluk içinde
yüzdükleri görülmüştür. Bunun başlıca nedeni,
etrafı çevrili olan bu küçük ülkede endüstrinin,
sanat ve zanaatın bulunmamasıdır; bu alanlarda,
onu çevreleyen büyük ülke çeşitli şekillerde onun
gelişmesine engel olur. Ondan küçük devleti
çevreleyen büyük devlette endüstri de vardır, sanat
da, zanaat da; hem sonra, öyle bir şekilde düzenler
ki bütün bunları, yalnız kendisi faydalanır, kimseye
bir şey koklatmaz. Bu nedenle küçük devlet az vergi
bile alsa zorunlu olarak yoksul düşer. Bununla
beraber, küçük ülkelerin bu yoksulluğundan,
milletin becerikli ve çalışkan olması için vergilerin
ağır olması gerekir diye bir sonuç çıkardılar. Hiç
vergi alınmasın diye bir sonuç çıkarsalardı daha iyi
ederlerdi. Çünkü bunlar, hiçbir iş görmemek için bu
bölgelere çekilmiş civardaki zavallı kişilerdir; işten
bitkin ve bıkkın oldukları için bütün mutluluğu
tembellikte bulurlar.
Bir ülkenin zenginliği bütün ruhlarda çeşitli
tutkular uyandırır. Fakirliği ise bütün ruhları
ümitsizliğe düşürür. Birincisi çalışmakla kızışır,
ikincisi tembellikle avunur.
Doğa insanlara karşı haksızlık etmez; çabalarını
ödüllendirir, onları çalışmaya isteklendirir. Çünkü
çaba arttıkça doğanın nimetleri de artar. Ama key
bir yönetim, doğanın verdiği nimetlerin tümünü
insanın elinden almaya kalkarsa, o zaman işe karşı
bir tiksinti uyanır insanın içinde; hareketsizlik
yeryüzünün biricik nimeti olarak görünür ona.
Konu III
Milletin bir bölümünün,
toprağa bağlı köle olduğu ülkelerdeki vergiler
üzerine
Toprağa bağlı kölelik, bazen bir istila
hareketinden sonra yerleşir. Bu durumda toprağı
işleyen köle, ürünün bir bölümünü toprağın
sahibine vermek zorundadır. Çalışmak zorunda
olanlarla hiç çalışmadıkları halde bundan
yararlananların uzlaşmasını sağlayacak yalnız bir
çeşit ortaklık vardır: Kâr ve zarara ortaklık.
Konu IV
Böyle bir durumda olan cumhuriyet idaresi
üzerine
Bir cumhuriyet bir milleti, devlet için toprağı
işleyecek duruma düşürdü mü, vatandaşın, köleden
alacağı vergiyi artırmasına izin vermemeli. Nitekim
Lakedemonya’da böyle bir şeye izin vermezlerdi.
Çünkü kölelik görevleri ağırlaştırılmadığı takdirde
Elote’ların toprağı daha iyi işleyeceklerini bilirlerdi.
Her zaman aldıklarından daha fazlasını istemedikçe
efendilerin daha iyi vatandaş olacaklarına
inanırlardı.
Konu V
Böyle bir durumda olan saltanat yönetimi
üzerine
Saltanat yönetiminde soylular, toprağı, istila
ettikleri ülkenin halkına işletirler ve bundan yalnız
kendileri yararlanırsa, yine verginin artırılmaması
gerekir. Bundan başka hükümdarın da yalnız kendi
geliriyle yetinmesi, istila ettiği ülkenin halkına
yalnız askerlik hizmeti yüklemesi iyi olur. Ama
soylu sınıfına bağlı kölelerden para olarak vergi
almaya kalkarsa o zaman, efendinin kölelerine ke l
olması, vergiyi onların yerine ödemesi, sonradan
onlardan alması gerekir; bu kurala uyulmazsa, önce
efendi, sonra da hükümdarın tahsildarı, sırasıyla,
köleleri rahatsız ederler; yoksulluktan öldürünceye
kadar ya da başlarını alıp ormanlara kaçmalarına
sebep oluncaya kadar zavallıların ellerinde ne varsa
hepsini alırlar.
Konu VI
Böyle bir durumda olan istibdat yönetimi
üzerine
Bu söylediklerim istibdat yönetiminde daha da
zorunlu bir şeydir. Toprağının da kölelerinin de her
an elinden alınma olasılığı olduğunu bilen efendi
bunları korumak için kendini pek öyle zorlamaz.
Büyük Petro Almanya’daki usulü kabullenmek
ve vergiyi para olarak tahsil etmek istediğinden,
bugün Rusya’da hâlâ yürürlükte olan çok yerinde
bir tüzük hazırladı. Bu tüzük gereğince soylular
vergiyi köylüden alıp Çara verirler. Köylüleri azalsa
da çoğalsa da soyluların verdiği vergi değişmez. Bu
nedenle de soyluların köylülere karşı zor kullanmak
işlerine gelmez.
Konu VII
Toprağa bağlı kölelerin bulunmadığı ülkelerdeki
vergiler üzerine
Herkesin vatandaşlık haklarından aynı şekilde
yararlandığı, hükümdarın hükümdarlığından ötürü
sağladığı çıkarları herkesin kendi mülkü içinde
sağladığı bir devlette, insanlardan da, topraktan da,
ticaret nesnelerinden de vergi almak mümkündür;
ya bunların ikisinden ya da her üçünden vergi
alınabilir.
Kişiden alınacak vergide, mülkün azlığı ya da
çokluğu dikkate alınırsa vergi oranında haksızlık
olur. Bu yüzden de vatandaşları Atina’da dört sınıfa
ayırmışlardı. Bağından bahçesinden beş yüz ölçek
kuru ya da sıvı ürün alanlar devlete bir talan; üç yüz
ölçek alanlar yarım talan; iki yüz ölçek alanlar on
min ya da bir talanın altıda birini verirlerdi;
dördüncü sınıan olanlar ise hiçbir şey vermezlerdi.
Orantı olmamakla beraber vergide bir adalet vardı;
vergi mülkün büyüklüğüne küçüklüğüne göre
orantılı değildi; ama gereksinimlere göre orantılıydı.
Herkesin eşit maddi gereksinimleri olduğunu, bu
gereksinimlerin vergiye tabi olmaması gerektiğini
biliyorlardı. Yararlı nesnelerin ikinci derecede
geldiğini, vergiye bağlanması gerektiğini, ama
yararsız nesneden daha az vergiye bağlanması
gerektiğini takdir ediyorlardı. Yararsız nesneler
üzerinden alınacak vergi ne kadar çok olursa bu çeşit
nesnenin de o derece ortadan kalkacağını
biliyorlardı.
Arazi vergisine gelince, bunda da arazinin
çeşitli sını ardan hangisine girmesi gerektiğine
dikkat edilirdi. Ama bu sını arı ayırt etmek, hele
yanlış ayırt etmekte menfaati olmayan kişiler
bulmak çok güçtü. Şu halde bu alanda iki çeşit
haksızlık oluyor demek: İnsanoğlunun işleyebileceği
haksızlık, nesnenin sebep olabileceği haksızlık. Ama
genel olarak vergiler aşırı değilse, halkın ihtiyaçları
bol bol gideriliyorsa, bu özel haksızlıklar da sıfıra
düşer. Aksine, halka yalnız yaşayabileceği kadar bir
şey bırakılırsa, en küçük haksızlıklar büyük sonuçlar
meydana getirebilir.
Bazı vatandaşların yeteri kadar vergi
ödemediklerini varsayalım. Bundan doğacak
kötülük pek öyle büyük sayılmaz. İnsanların huzuru
daima devletin çıkarınadır. Bazı vatandaşların da
fazla vergi ödediklerini varsayalım, bunların i ası
ise devletin zararınadır. Devlet kendi gelirini
vatandaşların gelirine göre ayarlarsa, vatandaşların
huzuru çok geçmeden devletin gelirini artırır. Her
şey zamana göredir. Devlet zengin olmak için
vatandaşları yoksul düşürmekle mi işe başlayacak?
Yoksa refaha kavuşan vatandaşların kendisini
zenginleştirmesini mi bekleyecek? Birinci şekli mi
yoksa ikinci şekli mi seçecek? Zengin olmakla mı işe
başlayacak yoksa zengin olmayı mı bekleyecek?
Satışa çıkarılan nesnelerden alınan vergi,
milletin, ağırlığını en az duyduğu vergidir; çünkü bu
alanda kendisinden belli bir şey istenmez. Bu çeşit
vergiler öyle akıllı uslu bir şekilde ayarlanır ki, millet
vergi ödediğinin farkında bile olmaz. Bunun için de
verginin satıcı tarafından ödenmesi gerekir. Satıcı,
ödediği verginin kendi cebinden çıkmadığını pekâlâ
bilir; aslında vergiyi ödeyen alıcıdır da ondan; ama
o da ödediği vergiyi nesnenin değeriyle karıştırır.
Bazı yazarlar Neron’un, köle satışından alınan
yirmi beşte bir vergiyi kaldırdığını söylerler ama
Neron, vergiyi kaldırmamış, verginin alıcı yerine
satıcı tarafından ödenmesini emretmişti. Bu
nedenle de vergiyi olduğu gibi bırakan bir tüzük,
vergiyi kaldırmamış gibi göründü yazarlara.
Avrupa’da içkiye büyük ölçüde vergi yükleyen
iki ülke vardır: Bunlardan birinde yalnız imalatçı
vergi öder[177], ötekinde ise hiçbir fark
gözetilmeden içki kullananların hepsi vergi
öder[178]. Birincisinde kimse ödediği verginin
ağırlığını hissetmez, ikincisinde ise bu vergi çok ağır
görülür. Birincisinde vatandaş yalnız, vergi
ödememekten doğan hürriyetin tadına varır,
ikincisinde ise yalnız vergi ödemeyi gerektiren
zorunluluğu duyar.
Zaten vatandaşa, böyle bir vergi ödetmek için,
evinde durmadan araştırma yapmak gerekir.
Hürriyete bunun kadar aykırı bir şey olamaz.
Nitekim bu çeşit vergileri ortaya atanlar, en iyi
yönetim biçimini bulmuş olmak mutluluğuna
eriştiklerini iddia edemezler.
Konu VIII
Milletin bu konudaki sanısı nasıl beslenir
Nesneyi satın alanın kafasında, nesnenin
değeriyle ödenilen verginin birbirine karışabilmesi
için, nesnenin değeriyle vergi arasında bir orantı
olmalı, değeri az olan bir nesneye aşırı bir vergi
yüklememeli. Öyle ülkeler vardır ki, nesneye
yükletilen vergi, nesnenin değerinden on yedi kere
çoktur[179]. O zaman hükümdar milletin
kafasındaki sanıyı yok eder. Millet akıllı uslu bir
şekilde yönetilmediğini fark eder, böylece köleliğini
iyice anlamış olur.
Zaten hükümdarın, nesnenin değerini bu
derece aşan bir vergi isteyebilmesi için o nesneyi
bizzat kendisinin satması, vatandaşın da gidip onu
başka bir yerden satın alamaması gerekir; bunun da
bin bir sakıncası vardır.
Bu gibi durumlarda hileye başvurmak son
derece kazançlı olacağından, akıl ve mantığın
gerektirdiği doğal cezanın, yani nesneye el koyma
cezasının hileyi önlemesi imkânsızlaşır; hem üstelik
bu nesne genel olarak çok ucuza satılır. O halde
olağanüstü cezalara başvurmak, en ağır suçlar için
verilen cezalara başvurmak gerekir[180]. O zaman
cezalar arasındaki orantı da ortadan kalkmış olur.
Kötü diyemeyeceğimiz kişileri insan öldürmüş gibi
cezalandırmak zorunda kalırız ki bu da yine ılımlı
yönetim biçimine karşı dünyanın en aykırı
davranışı olur.
Şunu da söyleyeyim ki, vergi memurlarını
aldatmak için halka ne kadar çok fırsat verirsek,
vergi memurlarını o ölçüde zenginleştirir, halkı da o
oranda yoksullaştırırız. Hileyi ortadan kaldırmak
için vergi memuruna, aşırı cezalara çarptırmak
yetkisini tanımak gerekir ki o zaman da ortada
hürriyet diye bir şey kalmaz, her şey mahvolur.
Konu IX
Kötü bir vergi çeşidi üzerine
Söz arasında bir de, bazı devletlerde medeni
antlaşmaların çeşitli hükümlerinden alınan vergiler
üzerinde birkaç kelime söylemeyi uygun görüyoruz.
Vergi memuruna karşı haklarımızı savunabilmemiz
için bir hayli bilgi sahibi olmamız gerekir. Çünkü bu
gibi problemler çok derin ve ince tartışmalara yol
açacak niteliktedir. Durum böyle olunca da
hükümdarın emirlerinin yorumlayıcısı olan vergi
memuru, vatandaşların servetleri üzerinde canı
istediği şekilde kalem oynatmaya kalkar. Bu
nedenle antlaşmanın yazılacağı kâğıttan bir vergi
almanın çok daha yerinde olacağını deney
göstermiştir[181].
Konu X
Vergilerin ağırlığı hükümetlerin niteliğine
bağlıdır
İstibdat yönetimlerinde vergilerin çok ha f
olması gerekir. Böyle olmasaydı toprağı işlemek
zahmetine kim katlanırdı? Üstelik vatandaşın
verdiğini başka hiçbir şeyle karşılayamayan bir
ülkede nasıl etmeli de ağır vergiler ödemeli?
Hükümdarın o üstün yetkisiyle halkın o
yürekler acısı zavallılığı arasında hiçbir konunun
gizli kapaklı kalmaması gerekir. Vergiler öyle kolay
bir şekilde alınmalı, öyle açık bir şekilde
düzenlenmeli ki, alanlara öyle istedikleri gibi artırıp
eksiltmek imkânını bırakmamalı. Bunun en uygunu
ancak, toprağın verdiği ürünün bir bölümünü,
adam başına şu kadar bir parayı, satılığa çıkarılan
nesnenin de değerinin yüzde şu kadarını almaktır.
İstibdat yönetimlerinde tacirlerin kişisel
haklarını koruyabilmeleri için gerekli önlemlerin
alınması, geleneğin de kendilerine saygı
gösterilmesini sağlaması lazımdır. Böyle olmazsa
tacirler, hükümdarın memurlarıyla girişecekleri
tartışmalarda çok zayıf kalırlar.
Konu XI
Vergi cezaları üzerine
Vergi cezalarının Avrupa’da Asya’dakinden
daha ağır olması, genel uygulama şekillerine aykırı
özel bir nitelik gösterir. Avrupa’da ticaret
nesnelerine, bazen gemilere hatta arabalara bile el
koyarlar; Asya’da ise bunların hiçbiri olmaz. Çünkü
Avrupa’da taciri baskıya karşı koruyacak hâkimler
vardır; Asya’da ise baskı yapanlar bizzat istibdat
yönetiminin hâkimleridir. Malına mülküne el
koymaya karar veren bir paşaya karşı tüccarın
elinden ne gelebilir?
Burada zulmün, kendi kendini frenlediğini, bir
çeşit yumuşaklığa yönelmek zorunda kaldığını
görürüz. Türkiye’de yalnız bir giriş parası alınır,
ondan sonra da bütün ülkeler tüccara açıktır. Yanlış
beyan, ne mala el koymayı ne de vergileri artırmayı
gerektirir. Çin’de tacir olmayanların eşyasını kimse
açıp muayene etmez. Moğolistan’da hile, mala el
koymak suretiyle değil ödenmesi gerekli verginin iki
misline çıkartılmasıyla cezalandırılır. Asya’da
şehirlerde oturan Tatar hükümdarları ülkelerine
giren ticaret nesnelerinden hiçbir vergi almazlar.
Japonya’da tacirin hileye başvurması temel
suçlardan sayılır. Çünkü burada, birçok
nedenlerden ötürü halkın yabancılarla temasta
bulunmasını yasak etmişlerdir. Bu yüzden de hileyi,
ticaret kanunlarından çok, devletin güvenini
sağlayan kanunlara karşı bir söz dinlemezlik olarak
görürler[182].
Konu XII
Vergi ağırlığının hürriyetle olan ilgisi
Genel kural: Vatandaşlar ne kadar hür
olurlarsa, vergiler de o oranda çok olabilir; kölelik ne
kadar artarsa vergileri ha etmek de o kadar
zorunlu bir hal alır. Öteden beri olagelen budur;
bundan sonra olacak da yine budur. Doğadan
alınmış değişmez bir kuraldır bu; İngiltere’de olsun
Hollanda’da olsun bu böyledir. Türkiye’ye
varıncaya kadar, hürriyetin gittikçe azaldığı bütün
ülkelerde yine bu böyledir. İsviçre bu kuraldan
ayrılmış gibi görünür; çünkü orada, kimse vergi
vermez ama biz bunun özel nedenini biliyoruz.
Hatta bu neden, benim söylediklerimi
kuvvetlendirmekten başka bir şey yapmaz. O çorak
dağlarda hayat öylesine pahalıya mal olur ki, hem
sonra o küçük ülkede o kadar çok insan yaşar ki, bir
İsviçrelinin doğaya ödediği vergi bir Türk’ün
sultanına ödediği verginin dört katını bulur.
Atinalılarla Romalılar gibi, başka milletleri
boyunduruk altına alan milletler vatandaşlarından
hiçbir vergi almayabilirler; kendilerine bağlı başka
milletleri karşılarında el pençe divan durdururlar da
ondan. Bunun manası ise, bu iki millet hür olduğu
için vergi vermiyor demek değildir, çünkü bu
bakımdan onlar millet değil hükümdar sayılırlar.
Bununla beraber genel kural değişmez, hep
aynıdır. Ilımlı devletlerde vergilerin ağırlığını
gideren bir şey vardır: Hürriyet. Müstebit
devletlerde ise hürriyete eşdeğer bir şey vardır:
Vergilerin azlığı.
Avrupa’da bazı saltanat devletlerinde öyle
eyaletler vardır ki, siyasi durumları bakımından
öteki eyaletlerden çok daha iyidirler. Bunların yeteri
kadar vergi ödemedikleri sanılır; oysa
hükümetlerinin iyiliği yüzünden daha çok vergi
ödeme imkânları vardır. Şimdi de tutmuşlar, çok
güzel uygulanan, çok uzaklara yayılan, herkesin
yararlanması gereken bu hükümet şeklini onların
elinden almak istiyorlar; bu konuda âdeta kafa
patlatıyorlar.
Konu XIII
Hangi hükümetlerde vergileri artırmak imkânı
vardır
Cumhuriyetlerin çoğunda vergileri artırmak
mümkündür. Çünkü verdiği parayı bir cebinden
çıkarıp ötekine koyduğunu sanan vatandaş, vergiyi
isteyerek öder ve hükümetin niteliğinin sonucu
olarak da her zaman bu parayı ödemek kudretini
gösterir.
Saltanat yönetimlerinde de vergileri artırmak
mümkündür; çünkü hükümetin ılımlı oluşu
milletin zengin olmasını sağlar. Bu, kanunlara olan
saygısından ötürü hükümdarın ödülü gibi bir şey
olur.
İstibdat yönetimlerinde ise vergileri artırmak
mümkün değildir; zaten aşırı olan köleliği daha da
artırmak imkânsızdır da ondan.
Konu XIV
Vergilerin niteliği hükümetin şekliyle ilgilidir
İnsan başına vergi almak köleliğe daha
uygundur; ticaret nesneleri üzerinden vergi ise
hürriyete daha uygun düşer. Çünkü bu çeşit
verginin doğrudan doğruya kişiyle ilgisi daha azdır.
İstibdat yönetiminde hükümdarın askerlerine
ya da sarayında bulundurduğu kişilere para verecek
yerde toprak dağıtması, bundan da çok az bir vergi
alması doğal bir şeydir. Hükümdar para verseydi,
alabileceği en doğal vergi insan başına vergi olurdu.
Bu verginin çok az olması gerekirdi; çünkü adaletten
yoksun olan ve zor kullanan bir hükümette, birçok
kötü kullanmalara yol açacağı için vergi ödeyenleri
çeşitli sını ara ayırmak imkânsızlaşır. Bu yüzden de
en düşkün kişilerin ödeyebilecekleri vergi oranına
göre işi düzenlemek zorunluluğu ortaya çıkardı.
Ilımlı hükümetler için en doğal vergi şekli
ticaret nesneleri üzerinden alınan vergidir. Her ne
kadar satıcı tarafından ödeniyormuş gibi görünürse
de aslında alıcı tarafından ödenen bu vergi, tacirin
alıcıya verdiği ödünç bir paradan başka bir şey
değildir. Bunun içindir ki taciri hem devletin genel
borçlusu, hem de bütün vatandaşlardan alacaklı
olarak görmek gerekir. Günün birinde, alıcının
kendisine ödeyeceği parayı, devlete avans olarak
verir; aynı zamanda nesne için ödediği parayı da
alıcı adına ödemiş olur. Görülüyor ki hükümet ne
kadar ılımlı olursa, hürriyet kri orada ne kadar
üstün olursa, kişinin mal ve mülkü ne kadar güven
altında bulunursa, tacir için devlete avans olarak,
vatandaşa da borç olarak büyük ölçüde para vermek
o kadar kolay olur. İngiltere’de bir tacir aldığı her
fıçı şarap için devlete nakit para olarak elli ya da
altmış sterlin ödünç verir. Türkiye gibi yönetilen bir
ülkede hangi tacir böyle bir şey yapmak cesaretini
gösterebilir? Gösterse bile, geleceği belirsiz, i asa
yönelmiş, şüpheli bir servetle bunu nasıl yapabilir?
Konu XV
Hürriyetin kötüye kullanılması üzerine
Hürriyetin sağladığı büyük yararlar bizzat
hürriyetin de kötüye kullanılmasına sebep
olmuştur. Ilımlı hükümet şekli çok iyi sonuçlar
verdi diye bu itidalı elden bıraktılar. Büyük ölçüde
vergiler alınabileceğini görünce, aşırı vergiler almak
istediler. Böyle bir lütua bulunan elin bizzat
hürriyetin eli olduğunu anlayamadıklarından,
hiçbir lütufta bulunmayan köleliğe başvurdular.
Hürriyet, vergilerin aşırı olmasına yol açtı,
doğru; ama vergilerin aşırı olması köleliğe, kölelik de
vergilerin azalmasına neden oldu.
Asya’daki hükümdarlar, her yıl, sırf
imparatorluklarının bazı eyaletlerini vergi dışı
tutmak için buyruklar çıkarırlar. Bu buyruklar iyilik
şeklinde belirir. Ama Avrupa’da hükümdarın
buyrukları daha çıkmadan milletin neşesini kaçırır;
çünkü hep kendi gereksinimlerinden söz ederler,
bizimkilerden ise asla.
Asya’da bakanlar hükümet tarzının, çoğu
zaman da iklimin etkisiyle kendilerini, bağışlanması
imkânsız bir gevşekliğe ve kayıtsızlığa kaptırırlar. Bu
da, milletin çıkarına bir sonuç verir. Bir sürü yeni
yeni isteklerin yükü altında ezilmekten kurtulmuş
olur da ondan. Oralarda masraf artmaz; yeni yeni
tasarılar ortaya atılmaz da ondan; rastlantı sonucu
atılsa bile, bunlar, sonuçları görülen tasarılardır,
başlangıçları değil. Devleti yönetenler, kendilerini
bile rahatsız etmekten sakındıklarından milleti öyle
sık sık rahatsız etmezler. Buna karşılık bizim
ülkelerimizde maliyenin istikrarlı bir hal alması
imkânsızdır; çünkü bir şeyler yapacağımızı devamlı
olarak biliriz ama bunların ne olduğunu, ne
olacağını hiçbir zaman kestiremeyiz.
Artık bizde, devlet gelirini akıllı uslu bir şekilde
kılı kırk yararak harcayan kişilere değil, yatırım
denen imkânları bulup çıkaran becerikli, kurnaz
kişilere büyük devlet adamı adı veriliyor.
Konu XVI
Müslümanların istilaları üzerine
Müslümanların, ülkeleri istila ederken hiçbir
güçlükle karşılaşmamış olmaları da işte bu aşırı
vergi sisteminden ileri gelmiştir[183]. Milletler,
imparatorların cimri düşüncelerinin neden olduğu
devamlı baskı yerine, birdenbire, rahat rahat
ödenen, rahat rahat alınan basit bir vergi sistemine
bağlandıklarını gördüler. Düzensiz bir hükümette,
iyice yitirdikleri bir hürriyetin neden olduğu
kötülüklere, kölelikten doğan baskıya
katlanmaktansa, yabancı bir millete boyun eğmeyi
daha büyük bir mutluluk saydılar.
Konu XVII
Silahlı kuvvetlerin artırılması üzerine
Avrupa’da yeni bir hastalık türedi,
hükümdarlarımıza da bulaştı. Hepsi sayısı belirsiz
birlikler beslemeye başladılar. Bu hastalık gittikçe
artıyor, zorunlu olarak da bulaşıcı bir hal alıyor.
Çünkü bir devlet, birliklerinin sayısını artırdı mı
ötekiler de hemen aynı şeyi yapıyorlar; böylece, işin
sonunda toplum kazançlı değil, zararlı çıkıyor. Her
hükümdar, ülkesi, her an istila edilecekmiş gibi
bütün silahlı kuvvetlerini ayakta tutuyor; herkesin
herkese karşı harcadığı bu çabaya da barış adı
veriliyor. Bu yüzden Avrupa öyle bir durumda ki,
insanlar, yeryüzünün bu bölümünde bulunan üç
büyük devletin durumunda olsalardı yiyecek ekmek
bile bulamazlardı. Dünyanın bütün serveti, bütün
ticareti elimizde olduğu halde yoksuluz; asker
beslediğimiz için. Çok geçmeden elimizde
avucumuzda askerden başka bir şey kalmayacak,
Tatarlara döneceğiz.
Küçük ülkelerin hükümdarlarından asker satın
almakla yetinmeyen büyük hükümdarlar, para
karşılığında yandaş bulmak için, yani devletin
gelirini boşuna harcamak için sağa sola
başvurmaktan da geri kalmıyorlar.
Bu şekil davranışın sonucu vergilerin
durmadan artmasıdır; belki ileride bir çare bulunur
buna diyeceksiniz ama o da imkânsız. Çünkü bu işi
artık gelire dayanarak değil, sermayeden yiyerek
yürütüyorlar. Barışta varını yoğunu ipotek eden,
i as etmek için de olağanüstü dedikleri önlemlere
başvuran devletler bile var. Gerçekten de bu
önlemler öylesine olağanüstü ki, şaşkına dönmüş bir
aile çocuğu bile bunları akıl edemez.
Konu XVIII
Vergi bağışıklığı üzerine
Doğudaki büyük imparatorluklarda bir usul
vardır: Herhangi bir felakete uğrayan eyaletlerden
vergi alınmaz; bu usulün bizdeki saltanat
devletlerinde de uygulanması gerekirdi.
Uygulandığı yerler de var ama varlığı da yokluğu
kadar ezici oluyor. Çünkü hükümdar, vergi oranını
ne azaltır ne de çoğaltır, bu yüzden de sadece
devlette bir dayanışma meydana gelir. Vergisini iyi
ödeyemeyen bir kasabayı kayırmak için, bütün
yükü, vergisini daha iyi ödeyen bir başka kasabanın
üstüne yıkarlar; bu yüzden de hem birinci kasabayı
huzura kavuşturamazlar hem de ikinci kasabayı
mahvederler. Millet de baskıdan korktuğu için
ödeme zorunluluğuyla, daha ağır külfetlerden
korktuğu için ödeme tehlikesi arasında bocalar
durur.
İyi yönetilen bir devlet, bütçesindeki gider
bölümünün birinci maddesine, olası olaylar için
belli bir para koymalı. Devlet de, toprağının gelirini
olduğu gibi harcayıp iflas eden vatandaşlara benzer.
Bir kasaba halkının ortaklaşa sorumluluğu için,
yerinde bir görüştür diyenler var. Halkın sinsice
davranıp hileye başvurması olasılığı varmış da
ondan. Peki, ama sadece olasılıklara dayanarak,
niteliği bakımından adaletle ilgisi olmayan, devlet
için de zararlı olan bir şeyi uygulamayı nereden akıl
ediyorlar bu yöneticiler?
Konu XIX
Şu iki usulden hangisi hükümdarla milletin daha
çok çıkarınadır: Vergilerin toplayıcılar tarafından
mı, yoksa doğrudan doğruya devlet memurları
tarafından alınması mı?
Tekel usulü, yani vergilerin doğrudan doğruya
devlet memurları tarafından alınması yöntemi,
gelirini tasarrufa uyarak düzenli bir şekilde bizzat
toplayan iyi bir aile babasının yönetim usulü
demektir.
Tekel usulünde hükümdar, kendi ihtiyaçlarına
ya da milletinin ihtiyaçlarına göre, vergileri isterse
geciktirir, isterse daha çabuk toplattırır. Tekel
sayesinde hükümdar, devleti, çeşitli şekillerde
yoksul düşüren vergi toplayıcıların o büyük
çıkarlarından kurtarmış olur. Tekel sayesinde
hükümdar, halkın huzurunu kaçıran o ani
servetlerin ortadan kalkmasını sağlar. Tekel
sayesinde para birçok el değiştirmez, doğrudan
doğruya hükümdara gider; dolayısıyla da daha
büyük bir süratle millete döner. Yine tekel sayesinde
hükümdar, milletini, vergi toplayıcıların
açgözlülüğü yüzünden çıkarmak zorunda kaldığı
birçok kötü kanunlardan kurtarmış olur; böylece
vergi toplayıcıların o gün için yararlı gibi görünen
ama gelecek için zararlı olan önlemleri de ortadan
kalkmış olur.
Parayı elinde bulunduran kişi, öteden beri
başkalarına üstün olduğundan, vergi toplayıcı,
hükümdarın karşısında bile bir üstünlük taslar;
yasama yetkisi yoktur ama hükümdarı kanun
çıkarmaya zorlar.
Doğrusunu isterseniz, yeni çıkan vergileri
başlangıçta vergi toplayıcılarına vermek bazen
yararlı olur. Hileyi önlemek için öyle bir sanat, öyle
bir beceri vardır ki, çıkarına düşkün olan vergi
toplayıcısı bunları bulup çıkarmakta güçlük çekmez;
devlet memurunun ise aklına bile gelmez. Böylece
vergiyi alma yöntemi bir kere vergi toplayıcısı
tarafından düzene kondu mu arkasından devlet
tarafından uygulanması kolay olur. İngiltere’de
içkilerden alınan bugünkü vergi ile posta gelirini
düzene koyan doğrudan doğruya vergi toplayıcılar
olmuştur.
Cumhuriyetlerde devlet geliri hemen her
zaman devlet eliyle, yani tekel yöntemiyle sağlanır.
Bunun aksi Roma hükümetinin en büyük
kusurlarından biri olmuştur. Tekel usulünün
uygulandığı istibdat devletlerinde ise halk son
derece mutludur; buna örnek olarak İran’la Çin’i
verebiliriz. En şanssız milletler de, hükümdarın
limanlarla ticaret şehirlerini vergi toplayıcılarına
verdiği ülkede yaşayan milletlerdir. Saltanat
hükümetlerinin tarihleri ise vergi toplayıcıların
ettikleri kötülüklerle doludur.
Vergi toplayıcıların halka ettikleri kötülüklere
canı sıkılan Neron, bütün vergileri ortadan
kaldırmak gibi uygulanması büyük bir şey tasarladı.
Vergileri doğrudan doğruya devlet memurları
tarafından toplattırmayı akıl edemedi. Dört buyruk
çıkardı: Birincisinde, vergi toplayıcılara karşı
çıkarılıp da o zamana kadar gizli tutulan
kanunların açıklanacağını; ikincisinde, vergi
toplayıcıların o yıl içinde almayı unuttukları
vergileri isteyemeyeceklerini; üçüncüsünde, bir
iddiaları olursa, bu iddiaların, doğrudan doğruya
bir pretör tarafından yargılanacağını;
dördüncüsünde de, tacirlerin gemiler için hiçbir
vergi vermeyeceklerini açıkladı. İşte bu imparatorun
idaresindeki güzel günler de böylece gelip geçti.
Konu XX
Vergi toplayıcılar üzerine
Vergi toplayıcıların, gelir sağlamaktan ibaret
olan meslekleri, sadece servetlerinden ötürü bir de
onurlu bir meslek halini alırsa işte o zaman her şey
mahvolur. Görevleri çoğu zaman valilerin
görevlerinin bir bölümü sayılan istibdat
devletlerinde bunun iyi sonuçları olabilir. Ama
cumhuriyetlerde iyi olmaz böyle bir şey. Roma
Cumhuriyetini yıkan aşağı yukarı buna benzer bir
şey olmuştur. Saltanat yönetimlerinde de iyi
sonuçlar vermez; hiçbir şey bunun kadar bu yönetim
şeklinin ruhuna aykırı olamaz. Milletin öteki
sını arında bir tiksinti belirir. Onur sözü bütün
değerini yitirir; sivrilmek, kendini göstermek için
başvurulan ağır ve doğal çareler artık kimseyi
etkilemez olur; hükümet de ilkesini yitirir.
Geçmişte birçok kimsenin haksız servet edindiği
görülmüştür; elli yıl savaşlarının belli başlı
felaketlerinden biri de budur. Ama o çağlarda bu
servetlere bakıp gülmüşlerdi; bizler ise bugün bu
şekilde zengin olanları takdir ediyoruz.
Her mesleğin bir kısmeti vardır. Vergi
toplayıcıların kısmeti servettir; bu servetlerin ödülü
de yine servettir. Şan ve onur ise, şan ve onurdan
başka gerçek bir nimet görmeyen, duymayan,
bilmeyen soylular sınıfının kısmetidir. Durmadan
çalışan, imparatorluğun mutluluğu için geceyi
gündüze katan bakanlarla memurların kısmeti ise
saygı ve itibardır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
•••
ON DÖRDÜNCÜ KİTAP
Kanunların iklimin niteliğiyle olan
ilgisi üzerine
Konu I
Genel düşünce
Çeşitli iklimlerde ruh nitelikleriyle insan
tutkularının aşırı derecede değişik olduğu doğru ise,
kanunların bu tutkularla bu nitelikler arasındaki
ayrılıklara göre düzenlenmesi gerekir.
Konu II
Çeşitli iklimlerde insanlar ne dereceye
kadar birbirlerinden farklıdırlar
Soğuk hava vücudumuzun dış li erinin
uçlarını sıkıştırır[184]. Bu olay li erin elastikiyetini
artırır, kanın da dıştan kalbe doğru dönmesini
kolaylaştırır. Soğuk hava aynı zamanda li erin
boyunu da kısaltır, bu nedenle kuvvetlerini artırır.
Sıcak hava ise aksine, li erin uçlarını gevşetir ve
uzatır; bu nedenle de kuvvetlerini ve
elastikiyetlerini azaltır.
Şu halde soğuk iklimlerde yaşayanlar daha
kuvvetli olurlar. Oralarda kalp daha iyi işler, li erin
uçları daha iyi tepkide bulunur, vücuttaki sıvılar
daha dengeli olur; kanın kalbe dönüşü daha
düzenlidir; kalp de daha bir kuvvetlidir. Bu üstün
kuvvetin birçok sonuçları vardır: Örneğin, kişi
kendine daha çok güvenir, yani daha cesur olur;
üstünlüğü hakkında daha iyi bir kanı edinir, yani öç
alma isteği azalır; varlığına güvenir, yani mert olur.
Kolay kolay kuşkulanmaz; hileye, ikiyüzlülüğe
başvurmaz. Sözün kısası, çok değişik karakterler
meydana çıkar. Bir insanı sıcak ve kapalı bir yere
koyun; yukarıda sözünü ettiğim nedenlerden ötürü,
hemen kalbinin sıkıştığını, baygınlıklar geçirdiğini
görürsünüz. Bu durumdayken ona şöyle biraz
canlıca bir harekette bulunmasını teklif edin, öyle
sanıyorum ki pek öyle istekli görünmeyecektir; o
anda duyduğu sıkıntı ruhunu çökertecektir; hiçbir
şey yapamayacağını hissettiği için her şeyden
korkacaktır. Sıcak ülkelerde yaşayanlar yaşlılar gibi
çekingendirler; soğuk ülkelerde yaşayanlar ise
delikanlılar gibi gözü pek olurlar. Hemen
gözlerimizin önünde olup biten, uzaktan görülmesi
imkânsız bazı ufak tefek sonuçları daha iyi
görmemize imkân veren şu son savaşlara[185] şöyle
bir bakarsak, güney ülkelerine[186] gönderilen
kuzeylilerin, kendi ülkelerinde kalıp savaştıkları için
bütün cesaretlerinden yararlanan hemşerileri kadar
kahramanlık gösteremediklerine tanık oluruz.
Kuzey ülkelerinde yaşayanların li erinin
kuvvetli oluşu, en ağır yiyecek maddelerini bile
kolaylıkla sindirmelerini sağlar. Bunun da iki
sonucu vardır: Birincisi, keylus ya da lenfanın,
yüzeylerinin genişliği yüzünden li ere daha çok
yayılması ve onları daha iyi beslemesi, ikincisi de,
ağırlıkları yüzünden sinir sıvısına daha bir incelik
vermek imkânından yoksun olmasıdır. Bu duruma
göre bu insanların vücutları iri yarı olur ama
davranışları da pek öyle canlı olmaz.
Her yandan derimizin dokusuna kadar uzanan
sinirlerin her biri bir sinir ağı meydana getirir. Genel
olarak sinirlerin tümü birden değil, son derece
küçük bir bölümü harekete geçer. Deri dokusunun
son derece gevşek olduğu sıcak ülke insanlarında,
sinirlerin uçları, en önemsiz nesnelerin en ufak etkisi
altında kalacak şekilde açık ve yumuşaktır. Soğuk
ülkelerde, deri dokusu sıkışıktır, memecikler ise
basıktır, küçük sinir tepecikleri adeta felce
uğramıştır; duyum ancak, son derece kuvvetli
olduğu, sinirlerin tümü tarafından alındığı zaman
beyne ulaşır. Şimdi, hayal gücü olsun, tat alma
olsun, duygu olsun, canlılık olsun, sayısı çok bir
sürü küçük küçük duyumlara bağlıdır.
Bir koyun dilinin görünen bölümüne çıplak
gözle baktığım zaman, dış dokusunun küçük küçük
memeciklerle kaplı olduğunu gördüm. Bir
mikroskopla bakınca da bu memeciklerin üstünde
ayva tüyü gibi küçük küçük kılların bulunduğunu
fark ettim. Memeciklerin arasında ise, uçları, küçük
fırçaları andıracak şekilde meydana gelmiş
piramitler vardı. Bu piramitlerin tat alma
duyumunun başlıca organları olması olasılığı çoktu.
Bu dilin yarısını dondurdum; yine çıplak gözle
bakınca bu memeciklerin son derece azaldığını,
hatta bazı memecik sıralarının tümünün kendi
kılı arına çekildiklerini gördüm. Mikroskopla
bakınca da ortada piramit diye bir şey kalmadığını
fark ettim. Dil eski halini almaya başlayınca, yine
çıplak gözle gördüm ki memecikler de yavaş yavaş
belirmeye başlamış; mikroskopla bakınca bu sefer,
kayıp olan piramitlerin yeniden belirdiğini gördüm.
Bu gözlem benim söylediklerimin doğruluğunu
gösterir: Yani soğuk ülkelerde sinir uçları daha az
gelişmiştir. Dış nesnelerin daha az etkisine
uğrayacak şekilde kılı arına çekilmişlerdir. Şu halde
duyumlar daha az şiddetli oluyor demektir.
Soğuk ülkelerde insanlar zevklerine pek öyle
düşkün olmazlar; ılımlı ülkelerde bu düşkünlük
biraz daha artar, sıcak ülkelerde ise aşırı bir hal alır.
Şu halde iklimleri enlemlere göre ayırdığımız gibi,
âdeta duyum derecelerine göre de ayırmak
mümkündür diyebileceğiz. İngiltere’de de İtalya’da
da operaya gittim; her ikisinde de aynı oyunları aynı
aktörler oynuyorlardı. Ama biri son derece sakin,
öteki son derece heyecanlı iki millet üzerinde insan
kafasının alamayacağı kadar ayrı etkiler
bırakıyorlardı bu oyunlar.
Duyulan acılar için de bu böyledir. Acı
dediğimiz şey, bedenimizdeki bazı li erin düzeninin
bozulmasından ileri gelir. Doğayı yaratan Varlık,
li erdeki düzen ne kadar bozuk olursa acının da o
kadar şiddetli olmasını istemiş. Kuzey insanlarının
iri yarı vücutlarıyla kaba saba li erinin düzeni,
sıcak ülkelerde yaşayan insanların ince ve nazik
li erinin düzeninden daha az bozulacağından,
onların ruhları acıya karşı daha dayanıklı olur.
Nitekim bir Rus’un canını acıtmak için derisini
yüzmek gerekir.
Sıcak ülkelerde organların bu derece duygulu
olduğuna bakılırsa, kadınlarla erkekler arasındaki
ilişkileri ilgilendiren her şeyin ruhu da aşırı derecede
ilgilendireceği anlaşılır. Gerçekten de öyle, her şey
kişiyi o yana yöneltir.
Kuzey ülkelerinde ziksel aşk kendini şöyle
böyle gösterir; ılıman iklimlerde, önce kendisiymiş
gibi görünen ama aslında kendisi olmayan aşk bin
bir cilvesiyle hoşa gider; sıcak iklimlerde ise aşkı aşk
için severler; mutluluğun tek nedenidir o; hayatın ta
kendisidir.
Güney ülkelerinde ince, ha f ama duygulu bir
makine olan insan, sarayda durmadan beliren ve
giderilen bir aşka, ya da kadınlara daha büyük bir
özgürlük vermek suretiyle kendisini, bin bir heyecan
sağlayacak olan bir aşka kaptırır. Kuzey ülkelerinde
ise sağlıklı ve sağlam ama ağır bir makine olan
insan, bütün zevkini av gibi, seyahat gibi, savaş ve
şarap gibi ruhunu harekete geçirecek olan şeylerde
bulur. Kuzey ülkelerinde, kusuru az özelliği çok
insanlarla, içten ve açık kalpli insanlarla
karşılaşırsınız. Güney ülkelerine doğru indikçe,
ahlak dediğimiz şeyin kendisinden bile
uzaklaştığınızı sanırsınız. Çeşitli tutkular yüzünden
suçların sayısı artar; bu tutkuları giderecek olan
şeyleri herkes birbirinin elinden almaya çalışır.
Ilıman iklimlerde kişilerin, davranışlarında olsun,
kusurlarında olsun, hatta niteliklerinde olsun
kararsız olduklarını görürsünüz; iklimin etkisi bu
kararsızlığı giderecek kadar kuvvetli değildir.
Bazen iklimin sıcaklığı öylesine aşırı olur ki,
artık vücut da tam manasıyla bitkin düşer. Bu
bitkinlik ruha da geçer; kişide ne bir istek, ne soylu
bir davranış, ne de mert bir duygu kalır;
eğilimlerinin tümü edilgen bir hal alır; kişi
mutluluğunu tembellikle bulur; şöyle içten gelen
soylu bir davranıştansa cezaya çarpılmayı, kendi
kendini yönetmek için kafasını işletmektense köle
olarak yaşamayı seçer.
Konu III
Güneyde oturan bazı insan
topluluklarının karakterleri arasındaki çelişme
Doğa Hintlilere cesaret diye bir şey
vermemiş[187]; öyle ki, Avrupalıların Hindistan’da
doğan çocukları bile kendi iklimlerinin insanlarına
özel olan cesaretten tümüyle yoksundurlar [188].
Peki, ama bu durumu, Hintlilerin o iğrenç
davranışlarıyla, gelenekleriyle, o korkunç
işkenceleriyle nasıl bağdaştıracağız? Nitekim
erkeklerin, aklın alamayacağı, düşüncenin
kavrayamayacağı işkencelere dayandıklarını,
kadınların ise hiç çekinmeden kendilerini ateşe atıp
yaktıklarını görüyoruz. Bütün bunlar, zayıf, korkak
dediğimiz insanların kuvvetli olduklarını gösteren
şeyler değil de ya nedir?
Bu insanları ürkek, korkak bir hale sokacak
kadar zayıf yaratan doğa, onlara öyle bir hayal gücü
vermiş ki her şeyden çabucak etkilenebiliyorlar.
Organlarının bu inceliği onların, ölümden başka
daha birçok şeyden aynı derecede korkmalarına
neden olmaktadır. Tehlikeden kaçmalarına da, ona
karşı koymalarına da neden olan hep o
duygululuktur.
Nasıl ki iyi bir eğitime, zekâsı gelişmiş kişilerden
çok çocukların ihtiyacı varsa, bu ülkelerin
insanlarının da bizim ülkelerimizde yaşayan
insanlardan daha çok akıllı uslu bir kanun
koyucuya gereksinimleri vardır. Kişi, etki altında
kalmakta ne kadar kolaylık ve meyil gösteriyorsa, bu
etkiyi o kadar gevşetmek, o derece önyargıdan
kurtarmak, akıllı bir şekilde yönetmek gerekir.
Romalılar zamanında Avrupa’nın kuzeyinde
oturanların sanattan, eğitimden, yasadan haberleri
bile yoktu; bununla beraber, o ülkelerdeki insanlar
li erinin kabalığından doğan sağduyu sayesinde
Roma’nın egemenliğine karşı koymuşlar,
ormanlardan çıkıp Roma egemenliğini yıkmaya
başladıkları güne kadar da bunu böylece devam
ettirmişlerdir.
Konu IV
Doğu ülkelerinde dinin, ahlakın,
davranış ve kanunların değişmezliğinin nedeni
Organlarındaki zayı ıktan ötürü Doğu
ülkelerinde yaşayanların dünyanın en kuvvetli
etkilerini çabucak aldıklarını göz önünde
bulundurur, buna, vücut tembelliğine doğal olarak
bağlı olan ruh tembelliğini de, yani hareket, çaba,
çarpışma gibi şeylerden kaçınmayı gerektiren ruh
tembelliğini de katarsanız, şu ya da bu etki altında
kalmış olan ruhun neden bir daha değişemeyeceğini
anlarsınız. Doğuda kanunların, geleneklerin ve
davranışların, hatta bizim problemlerimizle ilgisi
yokmuş gibi görünen bazı şeylerin bile, mesela
giyinme tarzının, bin yıl önce nasılsa öyle kalmış
olması da bundan ileri gelir işte.
Konu V
Kötü kanun koyucular, iklimin verdiği kusurları
geliştirenlerdir,
iyileri ise bunlara karşı koyanlardır
Hintliler, hareketsizlikle yokluğun, her şeyin
temeli, her şeyin ulaştığı sonuç olduğuna inanırlar.
Şu halde tüm hareketsizliği en olgun durum olarak
gördükleri gibi tek amaçları da budur. Üstün
Varlığa bile hareketsiz[189] adını verirler.
Siyamlılar, bir makineyi işletmek, bir vücudu
harekete geçirmek zorunda olmadıkları zaman en
üstün mutluluğa ulaştıklarını sanırlar.
İklimin aşırı derecede sıcaklığı yüzünden
sinirleri gerilen ve yorgun düşen insanlara, yerinden
kıpırdamak, hareket etmek öylesine ağır, buna
karşılık hareket etmemek, bir yere kıpırdamamak
öylesine tatlı gelir ki böyle meta zik bir sistem
insana doğal görünür. Nitekim Hint kanun koyucu
Foe[190], insanları aşırı derecede hareketsiz bir hale
soktuğu zaman bizzat kendi duygularına göre
davranmıştır diyebiliriz. Ama onun, iklimin verdiği
tembelliğin sonucu olan bu doktrini, tembelliği
büsbütün geliştirdiği için bin bir kötülüğe sebep
olmaktan da geri kalmamıştır.
Çin’deki kanun koyucular ise daha akıllı, daha
uslu davranmışlardır; insanları, günün birinde
ulaşacakları hareketsizliğe doğru yönetecek yerde,
hayatın gerektirdiği görevleri yüklemek suretiyle
onları harekete getirmişler, dinlerini de, felsefelerini
de, kanunlarını da pratik temeller üzerine
kurmuşlardır. Maddi nedenler insanları ne derece
hareketsizliğe yaklaştırırsa, manevi nedenler de o
derece ondan uzaklaştırmalı.
Konu VI
Sıcak ülkelerde tarım işleri üzerine
Tarım insanların uğraştığı en büyük iştir. İklim
onları bu işten ne kadar uzaklaştırırsa dinle
kanunlar da o kadar yaklaştırmalı. Bunun içindir
ki, toprağı hükümdarlara veren ve halkı mülkiyet
duygusundan yoksun eden Hint kanunları iklimin
kötü etkilerini, yani halkın içinde zaten var olan
tembelliği artırmışlardır.
Konu VII
Keşişlik üzerine
Keşişlik de aynı kötülükleri işler; doğunun sıcak
ülkelerinde kurulmuş olan keşişlik, insanı
çalışmaktan çok, düşünmeye yöneltir.
Asya’da ülkenin sıcaklığı arttıkça dervişlerin de
keşişlerin de sayısı artar; örneğin, aşırı derecede
sıcak olan Hindistan keşiş doludur. Avrupa’da da
aynı şeyi görürüz.
İklimin neden olduğu tembelliği yok etmek için
kanunların, çalışmadan yaşamayı sağlayacak bütün
imkânları ortadan kaldırması gerekir. Avrupa’nın
güneyinde kanunların bunun tam tersini yaptığını,
tembel oturmak isteyenlere, sırf düşünce ile
yaşasınlar diye gerekli yerleri verdiğini, bu gibilere
çok büyük gelir kaynakları sağladığını görüyoruz.
Kendilerine âdeta yük saydıkları bir bolluk içinde
yaşayan bu insanlar, artıklarını haklı olarak halk
sınıfına verirler. Halk da böylece mal mülk sahibi
olmak amacını yitirir; bunun sebep olacağı
kötülükleri gidermek için zenginler halka, hoşa
giden tembelliği aşılarlar, halk da böylece içinde
yaşadığı yoksulluğu sevmeye başlar.
Konu VIII
Çin’de iyi bir gelenek
Çin üzerine yazılmış kitaplar bize, her yıl tarım
işlerinin imparatorun da katıldığı bir törenle
açıldığından söz ederler. Bu genel ve büyük
törenden amaçları, halkı tarım işlerine doğru
yöneltmekmiş[191].
Bundan başka imparator, her yıl, bütün
çiçiler arasında en verimli çalışanın da kim
olduğunu öğrenir ve kendisini sekizinci dereceden
mandarinliğe yükseltirmiş.
Eski İranlılarda Chorrem ruz[192] denen ayın
sekizinci günü, krallar saraylarındaki o muhteşem
hayatı bırakır, kırlarda çiçilerle beraber yemek
yerlermiş. Tarımı teşvik etmek için çok güzel
geleneklermiş bütün bunlar.
Konu IX
Endüstriyi teşvik etme çareleri
Tembel milletlerin genel olarak kendilerini
beğendiklerini XIX. kitabımda göstereceğim.
Sonucu nedene karşı kullanmak, tembelliği de
kendini beğenmişlikle yok etmek mümkündür.
İnsanların onur konusunda son derece duyarlı
oldukları Güney Avrupa ülkelerinde, toprağı en iyi
işleyen çiçilere ya da verim imkânlarını en iyi
kullanan işçilere ödül vermek iyi bir şey olurdu. Bu
usul hatta bütün ülkelerde uygulansa başarı
sağlardı. Zamanımızda İrlanda’da, Avrupa’nın en
büyük ve en önemli tekstil fabrikalarından birinin
kurulmasını sağlayan işte bu usul olmuştur.
Konu X
Milletlerin azla yetinmeleriyle ilgili kanunlar
üzerine
Sıcak ülkelerde, kandaki su, ter aracılığıyla
vücuttan çıkıp gider; bu suyun yokluğunu, aynı
nitelikte bir sıvı ile gidermek gerek. En uygun sıvı da
sudur. Sert içkiler o ülkelerde, kanın sıvı bölümü
çıktıktan sonra geri kalan yuvarların pıhtılaşmasına
sebep olur.
Soğuk ülkelerde kandaki sıvı terleme yoluyla
çok az çıkar; çok ölçüde sıvı vardır kanda. Şu halde
o ülkelerde alkollü içkiler kullanmakta sakınca
yoktur; kan pıhtılaşmaz. Vücut sıvıyla doludur;
kana hareket veren kuvvetli içkiler kimseye
dokunmaz.
Muhammed’in şarap içmeyi yasak eden yasası,
demek oluyor ki Arap ülkesinin iklimine uygun bir
yasadır. Nitekim Muhammed’den önce de su,
Arapların başlıca içkilerindendi. Kartacalılara
şarabı yasak eden yasa da, iklime uygun bir yasaydı;
gerçekten de öyle, bu iki ülkenin iklimi aşağı yukarı
aynıdır.
Böyle bir kanun, iklimin insanları; kişisel bir
sarhoşluktan çok farklı olan toplumsal bir
sarhoşluğa doğru sürüklediği soğuk ülkelere uygun
düşmezdi. İklimin soğukluğu ve nemiyle orantılı
olarak sarhoşluk yeryüzüne yerleşmiş gibidir.
Ekvatordan bizim yarı küreye geçin, kutba doğru
çıktıkça sarhoşluğun arttığını görürsünüz. Yine
ekvatordan öteki yarı küreye geçin, sarhoşluğun,
bizde kuzeye doğru nasıl artıyorsa orada da güneye
doğru aynı şekilde arttığını görürsünüz.
Şarabın iklime, dolayısıyla sağlığa elverişli
olmadığı yerlerde sarhoşluğun cezası, kişiye ya da
topluma daha zararlı olduğu yerlerdekinden, kişileri
deliliğe değil de sadece manasızlığa sürüklediği
yerlerdekinden daha şiddetli olmalı; bundan daha
doğal bir şey de olamaz. Bunun içindir ki zaten,
sarhoş bir insanı, hem işlediği suç nedeniyle hem de
sarhoşluktan ötürü cezalandıran kanunlar, yalnız
kişisel sarhoşluğa uygulanabilir, toplumsal
sarhoşluğa değil. Alman, alışkanlık yüzünden içer;
İspanyol ise, bir maksatla.
Sıcak ülkelerde li erin gevşek oluşu kişilerin çok
ter dökmesine sebep olur; katı cisimlerin çoğu da bu
yüzden vücutta kalır. Tepkisi zayıf, kuvveti az olan
li er hemen hiç yıpranmaz; yıprananları onarmak
için de çok az besleyici gıdaya gereksinim vardır.
Oralarda oturanlar da bu yüzden çok az yemek
yerler.
Çeşitli yaşayış tarzlarını meydana getiren,
çeşitli iklimlerdeki çeşitli ihtiyaçlardır; bu çeşitli
gereksinimler ise birbirinden farklı kanunların
yerleşmesine neden olmuştur. İnsanları birbirleriyle
fazla ilişkide olan ülkelerde başka, az olan ülkelerde
de başka kanunlar gerek.
Konu XI
İklim hastalıklarıyla ilgili kanunlar üzerine
Herodote, Yahudilerin, cüzzamla ilgili
kanunlarını Mısırlılardan aldıklarını söyler.
Gerçekten de öyle; aynı hastalıklara aynı ilaçlar
gerekiyordu. Eski Yunanlılarla eski Romalılar bu
kanunları bilmedikleri gibi, hastalığın kendisini de
bilemezlerdi. Mısır’la Filistin’in iklimi bu kanunları
zorunlu bir hale getirdi. Hastalığın halk arasında
çabuk ve kolay bir şekilde yayıldığını gören bizlerin
de, bu kanunların ne kadar yerinde ve gerekli
kanunlar olduğunu anlamamız gerekir.
Hastalığın etkilerine bizler de katlandık. Haçlı
seferleri cüzzamı bizim ülkelerimize getirmişti ama
zamanında ve yerinde alınan önlemlerle hastalığın
halk arasında yayılmasını önlemek mümkün
olmuştu.
Lombardların kanunlarından anlaşılıyor ki bu
hastalık Haçlı seferlerinden önce İtalya’ya yayılmış
ve kanun koyucuların dikkatini çekmişti.
Rotharis[193] evinden kovulup özel bir yerde
oturmaya mecbur edilen cüzzamlının, malını
mülkünü istediği gibi kullanmasına izin vermezdi.
Çünkü böyle bir insan evinden kovulduğu andan
itibaren ölmüş sayılırdı. Kimseyle temasta
bulunmasın diye de medeni haklarından yoksun
ederlerdi onu.
Ben bu hastalığın İtalya’ya, ordularında
Filistinli ya da Mısırlı milis askerleri bulunan
Yunan imparatorlarının istilalarıyla beraber
girdiğini sanıyorum. Bununla beraber Haçlı
seferlerine kadar hastalığın yayılmasının önlendiği
de muhakkak.
Pompeus’un Suriye’den dönen askerlerinin
cüzzama benzeyen bir hastalığı da beraber
getirdiklerini söylerler. O zaman herhangi bir
önlemin alındığına dair elimizde bir belge yok; ama
Lombardlar zamanına kadar hastalığın önüne
geçilmiş olması, bu alanda bir önlem alınmış
olduğunu göstermekten de geri kalmıyor.
Atalarımızın bilmediği bir başka hastalık [194]
da bundan iki yüz yıl önce Yeni Dünya’dan
bizimkine geçmiş ve insan yapısını hayat ve zevk
kaynağı olan organlarında zehirlemiştir. Avrupa’nın
güney ülkelerinde yaşayan büyük ailelerden
çoğunun, fazla yaygın bir hal aldığı için ayıp
sayılmayan, bundan ötürü de büyük felaketlere yol
açan bir hastalık yüzünden mahvolup gittiklerini
gördük. Bu hastalığın böyle sürüp gitmesine sebep,
doğrudan doğruya insanların altın kazanma hırsı
olmuştur. Amerika’ya gidenlerin ardı arkası
kesilmiyor, her giden de yeni tohumlar getiriyor.
Dini nedenler ortaya atarak cezanın, bizzat
suçun sonucunda aranmasını isteyenler oldu; ama
hastalık evlilik hayatının içine girmiş, doğumu de
engellemeye başlamıştı.
Vatandaşların sıhhatini korumak kanun
koyucuların görevlerinden olduğu için, bu bulaşıcı
hastalığı, Musa kanunlarına uygun kanunlarla
önlemek pek akıllı bir iş olurdu.
Vebaya gelince, bu hastalık ötekilerden daha
çabuk bulaşır, daha çabuk öldürür. Başlıca merkezi
Mısır’dır; oradan bütün dünyaya yayılır. Avrupa
ülkelerinin çoğunda hastalığın sınırlardan içeri
girmesini önlemek için çok iyi önlemler alınmıştır;
zamanımızda ise hastalığı yok etmek için
mükemmel bir önlem düşündüler ve hastalığın
yayıldığı ülkenin çevresine her çeşit temasa engel
olacak askeri birlikler yerleştirdiler.
Bu alanda hiçbir önleme başvurmayan Türkler,
aynı şehirde Hristiyanların bu hastalığa
tutulmadıklarını, yalnız kendilerinin öldüklerini
gözleriyle görüyorlar; buna rağmen vebalı kişilerin
elbiselerini satın alıp giymekten, dolayısıyla da
hastalığın sonucuna katlanmaktan geri kalmıyorlar.
Orada, her şeyi düzenleyen şaşmaz bir kadere
inandığı için devlet adamı, olup bitenleri rahat
rahat seyre dalan bir insan halini alıyor. Tanrı’nın
her işi önceden yaptığını, kendisine yapılacak bir iş
kalmadığını düşünüyor.
Konu XII
Kendi kendilerini öldürenlere karşı çıkarılmış
kanunlar üzerine[195]
Tarihte, Romalıların, ortada hiçbir şey yokken
kendi kendilerini öldürdüklerini göremiyoruz; ama
İngilizlerin, ortada böyle bir işe yol açacak bir neden
yokken, hatta mutlu bir hayat sürerken bile kendi
kendilerini öldürdüklerine şahit oluyoruz. Bu
hareket tarzı Romalılardaki eğitimin bir sonucuydu.
Kendi düşünce tarzlarına ve geleneklerine bağlı
kişilerdi onlar. İngilizlerde ise bu, bir hastalığın
sonucudur; başka herhangi bir nedenle ilgisi
olmayan, doğrudan doğruya beden dediğimiz
makinenin maddi durumuna bağlı bir şeydir.
Sinir sıvısındaki süzülme olayının kusurlu
olmasından ileri gelen bir şey olacak. İşletici
kuvvetleri biteviye hareketsiz duran makine, kendi
varlığından bile usanır; ruh acı değil, yaşama
güçlüğü diye bir şey duymaya başlar. Acı, bizi bu
acının bittiğini görmek isteğine doğru götüren yeri
belirli bir hastalıktır. Hayat yükü ise yeri belirli
olmayan ve bizi hayatın bittiğini görmek isteğine
doğru götüren bir hastalıktır.
Bazı ülkelerin medeni kanunları, insanların
kendi kendilerini öldürmelerini önlemeye
çalışıyorsa, bunun nedensiz olmadığı kesin ama
İngiltere’de, bunaklığın sonuçlarını cezalandırmak
ne kadar güçse bu suçu önlemek de o kadar güçtür.
Konu XIII
İngiltere ikliminin meydana getirdiği sonuçlar
İklim hastalığı diyeceğimiz şeyin etkisiyle ruhu
bunalan, hayatına varıncaya kadar her şeyden
nefret eden, sözün kısası varlığını bile dayanılması
imkânsız bir yük olarak gören bir millete en uygun
hükümet tarzı, anlaşılıyor ki, sıkıntılarına neden
olanlardan yalnız bir tanesine değil, tümüne birden
çatmasına imkân verecek hükümet tarzıdır. Böyle
bir hükümet biçiminde ise insanlardan çok
kanunlar hâkim olacağından, devleti değiştirmek
için bizzat kanunları devirmek gerekir.
Eğer aynı milletin, içinde yaşadığı iklimden
dolayı aynı şeylere uzun zaman dayanamamak gibi
bir huyu da varsa, o zaman söz konusu ettiğimiz
hükümet tarzının en uygun hükümet tarzı olacağı
bir kere daha açıkça belirmiş olur.
Şu sabırsızlık dediğimiz karakter özelliği tek
başına olursa pek öyle önemli bir şey sayılmaz; ama
cesaretle birleşirse o zaman gerçekten önemli bir hal
alır.
Ha ikle, yani ortada fol yok yumurta yokken
bir işe girişip o işi aynı şekilde bırakmakla hiçbir
ilgisi yoktur bunun. Daha çok direnmeye ve inada
yakındır; çünkü öyle şiddetli bir acı duygusundan
doğar ki bu, acıya dayanmak alışkanlığının bile onu
hafifletmesine imkân yoktur.
Böyle bir karakter, hür bir millette bulunursa,
başlangıcında daima yavaş ve zayıf, sonunda ise
daima süratli ve şiddetli olan, başlangıcında
yardıma koşan bir el şeklinde, sonradan ise baskı
yapan bir sürü kol şeklinde kendini gösteren
istibdadın tasarılarını bozmaya tam manasıyla
elverişlidir.
Kölelik daima uykuyla başlar. Ama durum ne
olursa olsun dinlenme nedir bilmeyen, durmadan
kendi kendini yoklayan, ağrıyan yerlerini bulup
meydana çıkaran bir milletin uyuklamasına imkân
yoktur.
Politika, yıpratan ve amacına yavaş yavaş
ulaşan bir törpüdür. Şimdi, yukarıda söz konusu
olan kişiler, politik konuşmaların yavaşlığına,
girdisine çıktısına dayanamazlar; bu konuşmaların
gerektirdiği serinkanlılığı gösteremezler; çoğu zaman
da öteki milletlerden daha az başarı sağlarlar;
silahlarıyla kazandıklarını imzaladıkları
anlaşmalarla yitirirler.
Konu XIV
İklimin başka sonuçları
Atalarımız olan eski Cermenler, tutkuların son
derece yumuşak olmasını gerektiren bir iklimde
yaşarlardı. Kanunları, olaylarda ancak gözle
görülebilecek şeyleri bulurlar, başka şeyleri de hayal
etmezlerdi. Yine bu kanunlar, kişiye edilen
tecavüzleri, yaraların büyüklüğüne küçüklüğüne
göre ölçtükleri için kadınlara edilen tecavüzlerde de
işin pek öyle ince tara arını araştırmazlardı.
Almanların kanunları bu konuda çok acayiptir. Bir
kadının başını açan erkek altı sol [196] ceza verirdi;
bacağını dizkapağına kadar açarsa yine aynı cezayı
öderdi; dizkapağından yukarısını açarsa iki mislini
öderdi. Kadının kişiliğine edilen tecavüzü kanun,
sanki bir geometri şekliymiş gibi ölçerdi; hayal
gücünün işlediği suçu değil, gözlerin işlediği suçu
cezalandırırdı. Ama Germenlerin bir kolu
İspanya’ya yerleştiği zaman, iklim, başka başka
kanunların ortaya çıkmasına neden oldu.
Vizigotların kanunu hekimlere ancak babasının ya
da anasının, kardeşinin, oğlunun ya da amcasının
yanında namuslu bir kadından kan almaya izin
veriyordu. İnsanların hayal gücü birdenbire kızıştı;
kanun koyucuların da öyle; her şeyden kuşkulanan
bir milletin nam ve hesabına, kanun da her şeyden
kuşkulanmaya başladı.
Demek oluyor ki bu kanunlar, erkeklere karşı
da kadınlara karşı da aşırı derecede titizlik
gösteriyordu. Ama ortaya attıkları cezalarda kişisel
intikamı genel intikamın üstünde tutuyormuş gibi
bir halleri vardı. Mesela, birçok hallerde, suçluların
ikisini de, ana ile babanın ya da hakarete uğrayan
kocanın kölesi olmaya mahkûm ediyordu. Bir kadın
evli bir erkeğe kendini verdi mi, suçlu kadın, erkeğin
karısına teslim edilir, o da ona istediğini yapardı.
Kanunlar, köleleri, zina halinde yakaladıkları
kadının elini kolunu bağlayıp kocasına teslim
etmeye mecbur tutardı. Kadının, çocukları
tarafından suçlandırılmasına, itiraf ettirmek
maksadıyla da kölelerin yine suçlu kadının
çocukları tarafından sorguya çekilmesine izin
verirdi. Nitekim bu kanunlar iyi bir düzen meydana
getirecek yerde, bir çeşit onur ve haysiyet anlayışının
belirmesine yaradılar. Kont Julien’in, böyle bir
hakarete uğrayan kişinin, vatanından da kralından
da olmasını istemesine şaşmamak gerekir. Ahlak
anlayışları tam manasıyla İspanyollarınkine
benzeyen Müslümanların İberik yarımadasına
kolaylıkla yerleşmelerine, dayanmalarına,
imparatorluklarını uzun zaman devam
ettirmelerine de şaşmamak lazım.
Konu XV
İklimlere göre kanunların millete olan çeşitli
güveni üzerine
Japon milletinin öyle korkunç bir karakteri
vardır ki, kanun koyucularla devlet adamları hiçbir
zaman ona güvenememişlerdir. Gözlerinin önüne
sadece hâkim, tehdit ve ceza koymuşlardır; her kötü
işi doğrudan doğruya polisin işkencesiyle
bastırmışlardır. Beş aile başkanından birini öteki
dört ailenin başına hâkim olarak diken kanunlar,
bir suçtan ötürü bütün bir aileyi ya da bütün bir
mahalleyi cezalandıran kanunlar, bir suçlunun
bulunduğu yerde bir kişiyi olsun suçsuz göremeyen
kanunlar, sırf bütün insanların birbirlerinden
çekinmeleri için, her insanın öteki insanların
davranışlarını gözetlemesi için, her insanın öteki
insanların denetleyicisi, tanığı ve yargıcı olması için
yapılmıştır.
Hintliler ise yumuşak, sevecen ve duygulu
kişilerdir; bundan ötürü de kanun koyucuların son
derece güveni vardır onlara. Suçlulara verdikleri
cezalar az ve ha ir; hatta kesin bir şekilde bile
uygulanmaz bu cezalar. Başka yerlerde evlatlar nasıl
ki babalarına emanet edilirlerse, burada da yeğenler
amcalarına, yetimler de vasilerine emanet edilirler.
Veraset işini vârisin ehliyetine göre
düzenlemişlerdir. Her vatandaşın öteki
vatandaşların iyi niyetine güvenmesi gerektiği
ilkesine dayanıyorlarmış gibi bir halleri vardır.
Kölelerini hiç çekinmeden serbest bırakıp
evlendirirler; kendi çocuklarıymış gibi davranırlar
onlara karşı. Ahlakın saf ve temiz olmasını,
kanunların da yumuşaklıktan ayrılmamasını
sağlayan mutlu bir iklimdir bu.
ON BEŞİNCİ KİTAP
Medeni kölelik kanunlarının iklimin
niteliğiyle nasıl bir ilgisi olabilir
Konu I
Medeni kölelik üzerine
Kölelik demek, bir insanın malıyla mülküyle,
hayatıyla başka bir insanın avucunun içinde olması
demektir. Niteliği bakımından böyle bir hak için
iyidir denemez. Ne efendinin işine yarar bu, ne de
kölenin. Göreceği işi fazilet duygusuyla yapamadığı
için kölenin işine yaramaz; köleleriyle temas
sonunda kötü alışkanlıklar edineceği, farkında
olmadan faziletlerinin tümünden uzaklaşacağı,
gururlu, aceleci, kaba, öeli, şehvet düşkünü, zalim
bir insan olacağı için, efendinin de işine yaramaz.
İstibdatla yönetilen ülkelerde insanlar zaten
siyasi köle durumunda oldukları için, buralarda
kölelik başka yerlerden daha hoş görülebilir. Herkes
yaşadığı, yaşayacak kadar bir şeyler elde ettiği için
durumundan memnun olmalı. Bunun için de
kölenin durumu vatandaşın durumundan daha ağır
değildir.
Ama saltanat yönetiminde, insanın
ezilmemesi, küçük düşürülmemesi son derece
önemli bir şey olduğundan köle diye bir varlığa gerek
yoktur. Herkesin eşit olduğu halk yönetimiyle,
hükümetin niteliği gereği izin verdiği ölçüde
kanunların herkesin eşit olmasını sağlamaya
çalışacağı soylular yönetiminde, kölelerin varlığı
anayasanın ruhuna aykırı bir şeydir; vatandaşlara,
hiçbir zaman elde etmemeleri gereken bir kuvvet, bir
lüks sağlar da ondan.
Konu II
Romalı hukukçulara göre kölelik hukukunun
başlangıcı
Köleliğin başlangıcının, acıma duygusunda
bulunduğunu, bunun için de üç hareket tarzına
başvurulduğunu söylersek buna kimse inanmaz.
Devletler hukuku, sırf esirlerin öldürülmemesi
için köle olarak kullanılmalarını salık vermiş. Roma
medeni hukuku, alacaklıların kötü davranışına
maruz kalan borçluların kendilerini satmalarına
izin vermiş. Doğal hukuk ise, köle olan babaları
tarafından beslenemeyen çocukların tıpkı babaları
gibi köle olmalarını istemiş.
Hukukçuların ileri sürdükleri bu nedenler akla
yakın şeyler değil. Çünkü bir: Savaşta insan
öldürmenin gerekli olduğu sözü doğru değil; zorunlu
olmadıkça. Ama bir insan başka bir insanı köle
olarak ele geçirince onu öldürmek
zorunluluğundaydı denemez; çünkü böyle bir şeyi o
anda yapmamış. Savaşın esirler üzerinde
sağlayacağı tek hak, onları artık zarar veremeyecek
bir hale getirmekten ibarettir. Savaşın o kızgın
anından sonra askerlerin elleri titremeden insan
öldürmeleri, dünyanın bütün milletleri tarafından
şiddetle reddedilmektedir[197].
İki: Hür bir insan kendini satabilir diye bir şey
de yoktur ortada. Her satış bir yatın varlığını
gerektirir; köle kendini satarsa malı mülkü de
efendisinin olur; şu halde efendi bir şey vermeyecek,
köle de bir şey alamayacak demektir. Kölelikte
biriktireceği para var diyeceksiniz ama bu para da
kişinin bir parçasıdır; şu halde o da efendinin sayılır.
Kişinin, vatanını kendi varlığından yoksun edeceği
için intihar etmesi yasaktır sözü ne kadar doğruysa,
kendi kendini satması yasaktır sözü de o kadar
doğrudur. Her vatandaşın hürriyeti genel hürriyetin
bir parçasıdır. Vatandaşlık niteliğini satmak
öylesine acayip bir harekettir ki bir insanın böyle bir
şey yapabileceğini düşünmek bile imkânsızdır.
Hürriyetin, satın alan kişi için bir değeri varsa, satan
kişi için bir değeri yok demektir. Mal ve mülkün
insanlar tarafından bölünmesine izin veren medeni
kanun, bölme işini yapan insanlardan bir kısmının
bölünen mallar arasına konulmasına izin veremez.
Herhangi bir anlaşmada bile tara ardan birine
karşı işlenen haksızlığı gideren medeni kanunun,
yeryüzünün en büyük anlaşmasındaki haksızlığı
gidermemesine imkân yoktur.
Üçüncü tarz ise doğum sorunudur. Bu da, sözü
geçen iki tarzla beraber düşer. Çünkü bir insan
kendini satamazsa, henüz doğmamış olan çocuğunu
hiç satamaz. Bir savaş esiri köle olamazsa çocuğu hiç
olamaz.
Bir caninin öldürülmesinin meşru olması, ona
bu cezayı veren kanunun, kendi lehinde işlenmiş
olmasındandır. Adam öldüren insan kendisini
mahkûm eden kanundan faydalanır, onun
sayesinde hayatını her an güven altında
bulundurur; şu halde böyle bir kanundan şikâyet
etmeye hakkı yoktur. Köle için durum böyle
değildir: Kölelik kanunu hiçbir zaman ona yararlı
olamamıştır; hangi noktadan bakarsanız bakın,
hiçbir zaman onun lehinde işlememiş, daima
aleyhinde işlemiştir. Bu ise bütün toplumların temel
ilkesine aykırıdır.
Efendisi ona yiyecek içecek verdiği için kanun
köleye yararlı olmuştur diyeceksiniz. O halde
köleliği yalnız hayatlarını kazanamayacak
durumda olan kimselere uygulamalı. Böyle köleleri
de kimse istemez. Çocuklara gelince, annelerin
memelerine süt veren doğa bunu da halletmiş
demektir. Çocukluğun geri kalan kısmı ise, bir işe
yarayacak çağa öylesine yakındır ki, onu besledikleri
için efendilik iddiasında bulunanlar hiçbir şey
vermiş sayılmazlar.
Hem zaten kölelik doğal hukuka olduğu kadar,
medeni hukuka da aykırı bir şeydir. Hangi medeni
kanun, toplumun malı olmayan, bu nedenle de
hiçbir medeni kanuna bağlı olmayan kölenin
kaçmasını önleyebilir. Bunu önlese önlese aile
kanunu, yani efendinin kanunu önleyebilir.
Konu III
Kölelik hukukunun bir başka kökü
Kölelik hukuku, bir milletin sırf geleneklerdeki
ayrılık yüzünden başka bir millete karşı duyduğu
küçümsemeden doğmuştur demek daha hoşuma
giderdi.
Lopès de Gomara; “İspanyollar” der, “Santa
Marta[198] yakınlarında, halkın yiyeceklerini içine
koyduğu sepetler buldular. Bir de baktılar ki
sepetlerin içinde deniz yengeci, sümüklüböcek,
ağustos böceği ve çekirgeden başka bir şey yok.
Galipler de tutup mağlupları bundan ötürü
suçlandırdılar.” Yazar, Amerika yerlilerini
İspanyolların kölesi haline getiren hukukun bu
olaya dayandığını açıkça söylemekten çekinmiyor.
Dahası varmış, Amerika yerlileri hem tütün
içiyorlarmış, hem de sakallarını İspanyol tarzında
değil, başka bir tarzda uzatıyorlarmış.
Bilgi insanı daha bir yumuşatır; akıl kişiyi
insanlığa doğru götürür. Bunun böyle olmamasına
sebep yalnız ve yalnız önyargılardır.
Konu IV
Kölelik hukukunun bir başka kökü daha
Yine aynı şekilde, kölelik hukukunun dine
dayandığını, bir dinin kendi üyelerine, aynı dinden
olmayanlar üzerinde tanıdığı bir üstünlükten
geldiğini söylemek daha hoşuma giderdi.
Amerika’yı tahrip edenleri, işledikleri
cinayetlerde isteklendiren işte bu tarz bir düşünce
olmuştur. İstilacılar, bunca insanı köle durumuna
sokmak hakkını bu düşünceye dayanarak kendi
kendilerine verdiler; çünkü hem haydut, hem de
Hristiyan olmakta ısrar eden bu insanlar aşırı
derecede dini bütün kişilerdi.
Sömürgelerindeki zencileri köle durumuna
düşüren kanunu kendisine getirdikleri zaman XIII.
Louis bir hayli üzüntü duydu ama oncağızların
Hristiyan olmaları için bundan başka bir çare
olmadığını iyice kafasına soktukları zaman kanunu
kabul etmek zorunda kaldı.
Konu V
Zencilerin köleliği üzerine
Zencileri köle durumuna sokmak konusundaki
hakkımızı savunmam gerekseydi bakın neler
söylerdim:
Avrupalılar, Amerika’da tek bir insan
bırakmadıklarından, bunca toprağı işlemek için
Afrika’da yaşayanları köle olarak kullanmak
zorunda kaldılar.
Şekeri çıkardığımız bitkiyi yetiştirmek için
köleleri kullanmasaydık şekeri çok pahalıya yerdik.
Zaten söz konusu olan kişiler tepeden tırnağa
kadar kara; üstelik burunları da öylesine patos ki,
acımamız imkânsız onlara.
Akıllı uslu bir varlık olan Tanrı’nın, böyle
kapkara bir bedene, bir ruh, hele iyi bir ruh koymuş
olmasını aklımızın kenarından bile geçiremeyiz.
İnsanlık cevherinin renge dayandığını
düşünmek öyle doğal bir şey ki, zencileri iğdiş eden
Asyalılar, öteden beri onları, bizimle olan
benzerliklerinden daha belli bir şekilde yoksun
ederler.
Derinin rengi hakkında yargıda bulunmak için
saçların rengine bakmak yeter; dünyanın en üstün
lozo arı olan Mısırlılarda bu, öylesine önemli bir
şeydi ki, ellerine geçen kızıl saçlı bütün insanları
öldürtürlerdi.
Zencilerde sağduyunun bulunmadığını
gösteren bir delil de, medeni milletlerin son derece
değer verdikleri altına değil de cam kolyelere düşkün
olmalarıdır.
Bu çeşit varlıkların insan olduklarını
düşünmemiz bile imkânsız; çünkü insan olduklarını
düşünseydik, o zaman bizzat bizlerin Hristiyan
olmadığımıza hükmederlerdi.
Dar kafalı kişiler, Afrikalılara edilen
haksızlıklardan söz ederken bir hayli ileri gidiyorlar.
Çünkü ileri sürdükleri şeyler doğru olsaydı,
aralarında boş yere bir sürü anlaşma imzalayan
Avrupalı hükümdarların aklına, sevgi ve acıma
duygularının gelişmesi için genel bir anlaşma
imzalamak gelmez miydi?[199]
Konu VI
Kölelik hukukunun gerçek kökü
Artık kölelik hukukunun gerçek kökünü
aramak zamanı geldi. Olayların niteliğine dayanan
bir şey olacak bu. Bakalım şimdi, böyle durumlar
var mı yok mu?
Her çeşit istibdat yönetiminde kişi kendini
kolay kolay satabilir. Siyasi kölelik âdeta medeni
hürriyeti ortadan kaldırmıştır.
M. Perry[200], Rusların kendilerini kolaylıkla
sattıklarını söyler. Nedenini biliyorum: Hürriyetleri
beş para etmez de ondan.
Aşim’de herkes kendini satmaya bakar [201].
Başlıca senyörlerden bazılarının bin kadar kölesi
vardır[202]; bütün ticaret bunların elindedir. Bu
kölelerin sürüyle kölesi, bunların da yine bir sürü
kölesi vardır; miras yoluyla bunlar babadan oğla
geçer ve satılır. Bu çeşit ülkelerde hür insanlar
hükümete karşı son derece zayıf olduklarından,
hükümete karşı zor kullanabilecek kişilere köle
olmaya çalışırlar.
Bazı ülkelerde görülen ve son derece yumuşak
bir nitelik gösteren kölelik hukukunun gerçek kökü,
akla en yakın kökü budur işte. Yumuşak olacak,
çünkü bu hukuk, sırf çıkarı için bir insanın serbest
bir şekilde kendisine bir efendi seçmesine dayanır;
bu ise tara ar arasında karşılıklı bir anlaşma
meydana getirir.
Konu VII
Kölelik hukukunun bir başka kökü daha
İşte size kölelik hukukunun, hatta insanlar
arasında görünen o amansız kölelik hukukunun bir
başka kökü daha.
Öyle sıcak ülkeler vardır ki vücut tümüyle
gevşer, kimsede kuvvet diye bir şey kalmaz. Kişi sırf
cezaya çarpılmamak için ağır bir iş görmeye
katlanır. Demek oluyor ki böyle bir ülkede kölelik
akla aykırı görünmez. Hem zaten köle, efendisinin
karşısında, efendi de hükümdarının karşısında aynı
derecede küçüldüğünden, bu ülkelerde medeni
kölelik siyasi kölelikle beraber yürüyor gibidir.
Aristo, doğuştan köle olan insanların
bulunduğunu ispat etmek ister ama söylediği sözler
böyle bir şeyin olduğunu ispat etmekten çok uzaktır.
Böyle insanlar varsa eğer, bence bunlar yukarıda
sözünü ettiğim kölelerdir.
Ama bütün insanlar eşit doğduğuna göre,
köleliğin, bazı ülkelerde doğal bir nedene
dayanmasına rağmen doğaya aykırı bir şey
olduğunu söylemek gerek. Bundan başka, bu
ülkeleri, doğal nedenlerin bile bu nedenleri
reddettiği ülkelerden ve örneğin köleliğin mutlu bir
olay olarak ortadan kaldırıldığı Avrupa
ülkelerinden ayırt etmek gerek.
Plutarkhos, Numa’nın hayatından söz ederken
Saturne çağında efendi diye, köle diye bir şeyin
bulunmadığını söylüyor[203]. Hristiyanlık bizim
ülkelerimizde bu çağı yeniden yaşatmaktadır.
Konu VIII
Bizde köleliğin gereksizliği
Demek oluyor ki, doğal kölelik yeryüzünün bazı
özel bölgelerine has olmalı. Öteki bölgelerin
tümünde, bana öyle geliyor ki toplumun gerektirdiği
işler ne kadar ağır olursa olsun, hemen hepsini hür
insanlara gördürmek mümkündür.
Beni böyle bir yargıda bulunduran şey şu:
Hristiyanlık Avrupa’da medeni köleliği yok etmeden
önce, maden ocaklarındaki işler öyle ağır görünürdü
ki bizlere, bu işlerin ancak köleler ya da mahkûmlar
tarafından yapılabileceğini sanırdık. Ama artık
bugün bu işlerde kullanılan kişilerin mutlu bir hayat
sürdüklerini biliyoruz. Ufak tefek bazı ayrıcalıklarla
bu mesleği çekici bir duruma soktular; verim
arttıkça işçilerin kazançları da arttı. İşçilere
mesleklerini sevdirdiler; başka bir iş tutsalardı belki
bu derece mutlu olamazlardı.
İş ne kadar ağır olursa olsun, işçinin kuvvetiyle
orantılı oldu mu ağır sayılmaz; yeter ki bu orantıyı
kuran akıl olsun, cimrilik değil. Başka yerlerde
kölelere gördürülen ağır işleri, zekânın icat ettiği ya
da uyguladığı makinelere gördürmek mümkündür.
Tamışvay uç beyliğinde Türklerin işlettiği maden
ocakları, Macaristan’daki ocaklardan daha
zengindir ama o derece verimli değildir. Çünkü
Türkler, kölelerinin kollarındaki kuvvetten başka bir
şey kullanmayı akıl edemiyorlar.
Bu konuyu ele almama neden olan kafam mı
yoksa kalbim mi bilemiyorum. Yeryüzünde, hür
insanları çalışmaya zorlayacak gücü gösteremeyen
bir ülkenin bulunabileceğini sanmıyorum. Bana
kalırsa, kanunlar kötü olduğu için birtakım tembel
insanlar belirdi; tembel oldukları için de bu
insanları köle durumuna soktular.
Konu IX
Genel olarak medeni hürriyetin yerleşmiş olduğu
ülkeler üzerine[204]
“Bizde de köle olsaydı iyi olurdu” dediklerini
öteden beri duyar dururuz.
Ama bu konuda iyi bir yargıda bulunabilmek
için, köle dediğimiz insanların bir milletin servet
düşkünü, zengin olan küçük bir bölümüne yararlı
olup olamayacağını incelemek yetmez; kölenin,
milletin bu bölümüne yararlı olacağından kuşku
bile duymuyorum. Ama ben başka bir noktadan işi
ele alıyor ve milletin hangi bölümünün hür, hangi
bölümünün köle olacağını anlamak için hiç
kimsenin kuraya başvurulmasını istemeyeceğini
düşünüyorum. Böyle bir yönteme
başvurulmasından en çok dehşet duyacak olanlar
hiç şüphe yok ki köleliğin lehinde konuşanlar
olacaktır. Yoksul ve se l bir hayat sürenler de aynı
derecede dehşet duyacaklardır. Demek oluyor ki
köleliğin lehinde yükselen sesler, lükse ve zevke
düşkün kimselerin çıkardıkları seslerdir. Yoksa genel
mutluluk için çalışan ve bunu arzulayan kişilerin
sesi değil. Her insanın bir fert olarak, başkalarının
canına, malına ve onuruna hâkim olmaktan
hoşlanmayacağını, böyle bir düşüncenin her şeyden
önce bütün tutkularının uyanmasına neden
olmayacağını kim iddia edebilir? Bu konuda, her
insanın isteklerinin meşru olup olmadığını anlamak
için, bütün insanların isteklerini inceleyin yeter.
Konu X
Köleliğin çeşitleri
İki çeşit kölelik vardır: Gerçek kölelik, kişisel
kölelik. Gerçek kölelik, köleyi toprağa bağlayanıdır.
Tacitus’un dediğine bakılırsa Germenlerde köleler
böyleymiş. Evlerde çalışmazlarmış; efendilerine belli
ölçüde buğday, kumaş, belli sayıda hayvan
verirlermiş. Köleliğin yükü bundan ileri gitmezmiş.
Bu çeşit kölelik Macaristan’da, Bohemya’da, Aşağı
Almanya’nın birçok yerlerinde hâlâ vardır.
Kişisel kölelik ise ev işlerine aittir, daha çok
efendinin kişiliğine bağlıdır.
Kölelik aynı zamanda hem gerçek, hem kişisel
olursa bu hak, aşırı derecede kötüye kullanılmış
olur. Lakedemonya’da Ilote’ların köleliği böyleydi
işte. Evin dışında her çeşit işi görmek zorundaydılar;
evde de uğramadıkları hakaret yoktu. İlotie
diyeceğimiz bu çeşit kölelik doğaya aykırı bir şeydir.
Sade bir hayat süren milletlerde, ev işlerini
kadınlarla çocuklar gördüğü için yalnız gerçek
kölelik vardır. Zevkine, eğlencesine düşkün
milletlerde, lüks hayat gereği kölelerin evlerde iş
görmeleri gerektiğinden, yalnız kişisel kölelik vardır.
İlotie ise hem zevkine, eğlencesine düşkün
milletlerdeki köleliği hem de sade bir hayat süren
milletlerdeki köleliği bir araya getirmektedir.
Konu XI
Kölelik konusunda kanunlara düşen ödev
Bununla beraber, köleliğin çeşidi ne olursa
olsun, medeni kanunlar, bir yandan bunun kötüye
kullanılmasını, öte yandan da meydana getireceği
tehlikeleri önlemek için ne gerekiyorsa onu yapmak
zorundadırlar.
Konu XII
Köleliğin kötüye kullanılması
İslam ülkelerinde efendi, kadın kölelerin yalnız
malını, canını değil, namus ya da onuru dediğimiz
şeyini de avucunun içinde tutar. Milletin büyük bir
bölümünün, öteki bölümünün cinsi isteklerine
hizmet etmekle görevlendirilmiş olması bu ülkelerin
başına bela olan felaketlerden biridir. Bu çeşit
köleliğin ödülü, bizzat kölelerin de yararlandığı
tembelliktir; bu da yine devlet için başka bir felaket
demektir.
Doğu ülkelerindeki sarayları, kimleri içine
kapatmak için yapılmışsa bizzat onlar için bile bir
zevk ve eğlence yeri haline getiren işte bu
tembelliktir. Yalnız işten ürken insanlar bu sessiz ve
sakin yerlerde tam bir mutluluğa ulaşabilirler. Ama
bu şekil davranışın, köleliğin kuruluşundaki anlayışı
temelinden sarstığını görüyoruz.
Akıl ve mantık, efendinin egemenliğinin, kendi
hizmetini ilgilendiren şeyleri aşmamasını gerektirir.
Köleler yararlı işlerde kullanılmalı, şehvetin
tatmininde değil. İffet ve namus konusundaki
kanunlar doğal hakların sonucudur; yeryüzündeki
bütün milletlerin bunlara uyması gerekir.
Sınırsız egemenliğin hiçbir şeye aldırış etmediği
ülkelerde, kölelerin iffet ve namusunu koruyan
kanunlar için iyidir dersek, aynı kanunların
saltanat yönetimlerinde, cumhuriyet
hükümetlerinde çok daha iyi olacağını kim inkâr
edebilir?
Lombard’ların kanununda, bütün yönetim
biçimlerine yararlı olabilecek bir hüküm var; o da
şu: “Bir efendi kölelerinden herhangi birinin karısını
baştan çıkarırsa, köle de karısı da azat edilir.”
Efendilerin açgözlülüğünü gidermek, önlemek için
pek öyle aşırı olmayan mükemmel bir hükümdür
bu.
Romalıların bu konuda gerekli önlemlere
başvurduklarını sanmıyorum. Efendilerin
açgözlülüklerine gem vurmayı akıllarından bile
geçirmemişler, aksine, kölelerini âdeta evlenme
hakkından bile yoksun etmişler. Milletin en aşağı
sınıfını oluştururdu köleler; bununla beraber ne
kadar aşağı olurlarsa olsunlar onların da kendilerine
özgü bir ahlak anlayışı olmalıydı. Böyle bir şey
olmadığı gibi, üstelik köleleri evlenme hakkından
yoksun ederek vatandaşların ahlakını da
bozuyorlardı.
Konu XIII
Köle sayısının çokluğundan doğacak tehlike
Köle sayısının çokluğu, hükümet şekillerine
göre değişik sonuçlar meydana getirir. İstibdat
yönetimlerinde kölelik kimseye ağır gelmez.
Devletin yapısında var olan siyasi kölelik yüzünden
medeni köleliğin farkına varan olmaz. Oralarda hür
denen kişiler, böyle bir nitelikte olmayan kişilerden
daha hür değildir; hür olmayanlar, hadım ağası,
azat edilmiş köle ya da düpedüz köle adını
taşıdıklarından, aşağı yukarı bütün devlet işlerini de
ellerinde bulundurduklarından, hür bir insanla bir
köle arasında pek öyle büyük bir ayrılık göze
çarpmaz. Şu halde istibdat yönetimlerinde köle
sayısı çok olmuş az olmuş bunu hiçbir önemi yoktur.
Ama ılımlı devletlerde, köle sayısının pek öyle
fazla olmaması çok önemli bir şeydir. Siyasi
hürriyet, medeni hürriyeti değerlendirir oralarda;
medeni hürriyetten yoksun olan siyasi hürriyetten
de yoksun sayılır. Böyle bir insan, arasına karışmak
yetkisinden yoksun olduğu mutlu bir toplum görür.
Devletin sağladığı güvenlikten kendisinin değil,
başkalarının yararlandığını bilir, efendisinin
ruhunun yükseldiğini, kendi ruhunun ise devamlı
olarak alçalmak zorunda kaldığını hisseder. Hür
insanlarla bir arada yaşamak, ama bu hürriyetten
yoksun olmak kadar hiçbir şey kişiyi hayvanlık
durumuna yaklaştıramaz. Böyle insanlar toplumun
doğal düşmanı olurlar; sayılarının artması ise
toplum için tehlike yaratır.
Şu halde, ılımlı hükümetlerde, kölelerin
başkaldırmasıyla devlet durmadan karışıyorsa,
buna karşılık istibdat yönetimlerinde bu gibi olaylar
pek az oluyorsa, buna pek öyle şaşmamak
gerekir[205].
Konu XIV
Silahlandırılmış köleler üzerine
Saltanat yönetimlerinde köleleri
silahlandırmak cumhuriyet yönetimlerindeki kadar
tehlikeli değildir. Saltanat yönetimlerinde, savaşçı
bir millet soylu sınıfıyla birleşir, silahlanmış köleleri
kolaylıkla alt eder. Cumhuriyetlerde ise herkes
vatandaş olduğundan, insanlar kendilerine eşit olan
silahlanmış kimseleri yola getirmek imkânını
bulamazlar.
İspanya’yı istila eden Gotlar, bu ülkeye
yayıldılar, çok geçmeden de zayıf düştüler. Bu
nedenle de önemli üç kanun çıkardılar: Bu kanunlar
sayesinde, evlenme yoluyla Romalılarla
birleşmelerine engel olan eski geleneği ortadan
kaldırdılar; vergi dışı tutulan kişilerin hepsinin
savaşlara katılacaklarını, aksi takdirde köle olarak
kullanılacaklarını ilan ettiler; bir de her Got’un,
kölelerinin onda birini silahlandırıp savaşa
götürmesini emrettiler. Bu orantı, kölelerin geri
kalan kısmıyla karşılaştırıldığı zaman hiç sayılırdı.
Bundan başka, efendileriyle beraber savaşa katılan
bu köleler ayrı bir birlik meydana getirmiyorlardı;
ordunun içindeydiler; ailenin içindeymiş gibi bir
durumları vardı.
Konu XV
Aynı konunun devamı
Hele bütün millet asker olursa, silahlandırılmış
kölelerden duyulacak korku da o ölçüde az olur.
Alman kanunlarına göre, herhangi bir şey çalan
bir köle tıpkı hür bir insan gibi ceza görürdü; ama o
şeyi zor kullanarak almışsa, yalnız sahibine geri
vermeye mecbur tutulurdu. Almanlarda cesarete,
kuvvete dayanan hareketler iğrenç sayılmazdı.
Savaşlarda kölelerini de kullanırlardı.
Cumhuriyetlerin çoğunda, öteden beri kölelerin
cesaretlerini kırmaya, onları sindirmeye çalışırlar;
kendine güvenen Alman milleti ise kölelerinin
cesaretini artırmaktan başka bir şey düşünmemiştir.
Daima silahlı olduğu için kölelerinden korkmayı
aklından bile geçirmemiştir; köleler, Almanların
haydutluklarına ya da şan ve onurlarına alet olan
kişilerdi.
Konu XVI
Ilımlı yönetimlerde alınması gerekli önlemler
Ilımlı yönetimlerde, kölelere edilecek insanca
davranış köle sayısının çokluğundan doğacak
tehlikeleri önleyebilir. İnsanoğlu her şeye, hatta
köleliğe bile alışır; yeter ki efendisi, kölelikten daha
ağır davranmasın ona karşı. Atinalılar kölelerini
gayet iyi tutarlardı: Atina’da kölelerin, devleti
sarstıklarını gören, duyan olmamıştır ama
Lakedemonya’da sık sık olan şeylerdendi bu.
İlk Romalılar da kölelerinden kuşkulanmak
için herhangi bir nedenle karşılaşmamışlardır.
Ancak, kölelerine karşı insanlık duygularını
tümüyle yitirdikleri andan sonradır ki, Pun
savaşlarına benzetilen iç savaşların meydana
geldiğini görüyoruz.[206]
Sade bir şekilde yaşayan, kendi işlerini kendisi
gören milletler genel olarak, kölelerini, bu çeşit
yaşama tarzından uzaklaşmış olan öteki
milletlerden daha iyi tutarlar. İlk Romalılar
köleleriyle beraber yaşarlar, onlarla beraber yerler,
içerler, çalışırlardı; tutumları iyi ve dürüsttü onlara
karşı. Kölelere verilen en büyük ceza, sırtlarına çatal
şeklinde bir tahta yükleyip komşularının önünden
geçirmekti. Kölelerin, efendilerine bağlı kalmalarını
sağlamak için kanuna lüzum yoktu; milletin ahlaklı
olması kâfiydi.
Ama Romalılar daha üstün bir hayat sürmeye,
kölelerini iş arkadaşı olarak değil de bir lüks ve gurur
vasıtası olarak görmeye başladıkları zaman, ortada
ahlak diye bir şey kalmadığından birtakım kanunlar
çıkarmak gerekti. Hele, kölelerinin arasında sanki
düşmanlarıyla beraber yaşıyormuş gibi yaşayan o
zalim efendilerin güvenliklerini sağlamak için çok
ağır kanunlara başvurmak gerekti.
Bu amaçla çıkartılan ve Silan adı verilen
Senatus-Consultus’la daha başka kanunlar, bir
efendi öldürülürse, aynı çatı altında yaşayan
kölelerin, hatta insan sesinin duyulabileceği kadar
bir uzaklıkta olan kölelerin, hiç fark gözetilmeden
ölüm cezasına çarpılmalarını emrediyordu. Böyle
bir durumda, herhangi bir köleyi kurtarmak
maksadıyla evine alıp gizleyen kişi de aynı suçu
işlemiş gibi cezaya çarptırılıyordu. Efendisi bir
köleye kendisini öldürmesini emretse[207], köle de
bu emri yerine getirse, köle yine suçlu sayılıyordu;
efendisinin intiharını önlemeyen köle de
cezalandırılıyordu. Köle sahibi bir kimse yolculukta
öldürülse, yanında kalan köleler de kaçan köleler de
ölüme mahkûm ediliyorlardı. Bütün bu kanunlar,
suçsuz olduklarını ispat eden kişilere karşı bile
uygulanıyordu. Kanunların amacı, kölelerin
efendilerine karşı sonsuz bir saygı beslemelerini
sağlamaktan ibaretti. Bu çeşit kanunlar, medeni bir
milletin varlığını sağlayacak zorunlu kanunlar
arasına giremez; ancak o milletin hükümetinin
kusurlu ve eksik olduğunu gösterir, işte o kadar.
Medeni kanunların ilkelerine aykırı olduğuna göre,
bu kanunlar için medeni kanunlardaki hak ve
adalet anlayışından doğmuştur da diyemeyiz.
Ancak savaş hukuku ilkelerine dayanıyor diyebiliriz
ki, o da yine düşmanın ülkenin içinde bulunduğunu
kabul etmek şartıyla. Bana kalırsa, Silan adı verilen
Senatus-Consultus, mükemmel olmasa bile bir
toplumun devamını sağlamak isteyen devletler
hukukundan alınmıştır.
Kanun koyucuların böyle şiddetli kanunlar
çıkarmak zorunda kalmaları bir hükümet için en
büyük felaketlerden biridir. Boyun eğme kavramını
çok güç bir şekle soktukları içindir ki, boyun
eğmemenin cezasını ağırlaştırmak, ya da bağlılıktan
şüphelenmek zorunda kalmışlardır. Hazırlıklı bir
kanun koyucu, korkunç bir kanun koyucu haline
düşmemek için elinden geleni yapar. Roma’da
köleler, kanuna güvenemedikleri içindir ki kanunlar
da onlara güvenemeyecek hale gelmiştir.
Konu XVII
Efendiyle köle arasında kurulması gereken düzen
Devlet, kölenin yiyeceğinin, içeceğinin,
giyeceğinin sağlanmasına göz kulak olmalı; bütün
bunları bir kanunla düzene koymalı.
Kanunlar, kölelerin hastalandıkları ya da
yaşlandıkları zaman tedavilerine, bakımlarına da
göz kulak olmalı. Claudius, hastalandıkları zaman
efendileri tarafından tedavi ettirilmeyen kölelerin
kaçabilirlerse eğer hür sayılacaklarını ilan etmişti.
Bu kanun, köleleri hürriyetlerine kavuşturuyordu
ama oncağızların yaşamalarını da sağlaması gerekti.
Kanun, efendiye kölesini öldürmek yetkisini
verirse, efendi bu yetkiyi, efendi olarak değil, hâkim
olarak kullanmalı. Kanun, kölenin, ağır bir
davranışa kurban gidebileceği konusundaki en
küçük kuşkusunu bile ortadan kaldıracak
hükümleri içine almalı.
Roma’da, çocukları öldürmek yetkisi babaların
elinden alındığı zaman hâkimler, babanın vermek
istediği cezayı tayin etmek yetkisini kendi üzerlerine
almış oluyorlardı. Efendilerin kölelerini öldürmek
ya da yaşatmak yetkisini ellerinde bulundurdukları
ülkelerde böyle bir geleneğin yerleşmesi akıllı uslu
bir şey olurdu.
Musa kanunu bu konuda çok ağırdı[208].
“Birisi kölesini döverken öldürürse cezaya çarpılır
ama köle, dayak yedikten sonra bir iki gün yaşarsa
efendi cezaya çarpılmaz, çünkü efendinin yitirdiği
ne de olsa kendi parasıdır.” Medeni kanunu doğal
kanundan bu derece ayıran bir milletin nasıl bir
millet olduğunu varın siz düşünün.
Yunanlılarda bir kanun, efendileri tarafından
çok kötü tutulan kölelere başka birisine
satılmalarını istemek hakkını tanırdı. Son
zamanlarda Roma’da da böyle bir kanun çıkmıştı.
Efendi kölesine, köle efendisine kızdı mı onları
birbirinden ayırmak gerekir.
Bir vatandaş başka bir vatandaşın kölesine
karşı kötü davrandı mı, köle hâkime başvurabilmeli.
E atun’un kanunları olsun, daha başka milletlerin
kanunları olsun kölelere doğal savunma yetkisi
tanımaz. Şu halde onlara medeni savunma yetkisini
tanımak gerekir.
Lakedemonya’da köleler hiçbir tecavüze, hiçbir
hakarete karşı kendilerini savunamazlardı. Öylesine
bahtsız bir varlıktı ki köle, yalnız bir vatandaşın
değil, bütün bir milletin kölesi sayılırdı; hem
herkesin, hem bir kişinin malıydı o. Roma’da köleye
edilen kötülük yalnız efendinin çıkarı yönünden
dikkate alınırdı [209]. Aquilien kanununun etkisi
altında kalan Romalılar bir hayvanın
yaralanmasıyla bir kölenin yaralanmasını birbirine
karıştırırlar, yalnız değerleri azalacak diye
korkarlardı. Atina’da başkasının kölesine kötülük
eden bir vatandaşı ağır bir şekilde cezalandırırlar,
bazen de ölüm cezasına çarptırırlardı. Böylece Atina
kanunları pek yerinde bir görüşle, hürriyetini
yitirmiş bir insanın hiç olmazsa güvenliğini
yitirmesini önlemiş oluyordu.
Konu XVIII
Kölelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları
üzerine
Cumhuriyet hükümetinde köle sayısı çoğaldı
mı, birçoğunu hürriyetlerine kavuşturmanın
zorunlu bir hal alacağı kolaylıkla anlaşılır. Ama işin
kötüsü şu ki, köle sayısı çok olursa hepsini birden bir
düzen altında tutmak güçleşir; buna karşılık
hürriyetlerine kavuşturulan köle sayısı çok olursa o
zaman da bunların hepsi birden cumhuriyetin
sırtına yük olur. Kaldı ki köle sayısının çokluğu
cumhuriyeti tehlikeye düşürebileceği gibi,
hürriyetlerine kavuşturulan köle sayısının çokluğu
da aynı işi yapabilir. Şu halde kanunların bu iki
sakıncasını da göz önünde bulundurmaları gerekir.
Roma’da kölelerin hür bırakılmalarını bazen
kolaylaştırmak, bazen de güçleştirmek için
çıkartılan, böylece kimi zaman kölelerin lehinde,
kimi zaman aleyhinde beliren kanunlarla Senatus-
Consultus’lar, bu konuda hükümetin ne büyük bir
sıkıntıda kaldığını göstermek için kâ dir. Hatta öyle
anlar oldu ki kanun çıkarmak cesaretini bile
gösteremediler. Nitekim Neron zamanında; hür
bırakılan köleler arasından nankörlük edenler olursa
bunların yeniden köleliğe dönmesi için senatodan
bir karar çıkarılması istenince imparator, sorunların
ayrı ayrı halledilmesi, genel bir kararın
çıkarılmaması gerektiğini bildirdi.
Bu konuda iyi bir cumhuriyetin ne gibi
kanunlar çıkarması gerektiğini tayin edemeyeceğim;
içinde yaşanılan zamana ve ülkeye bağlı şeylerdir
bunlar. Bununla beraber bazı düşünceler ortaya
atmaktan da kendimi alamıyorum. Genel bir
kanunla çok sayıda köleyi bir anda hürriyete
kavuşturmak doğru olmaz. Herkes bilir ki
Volsinien’lerde[210], hürriyetlerine kavuşup da
bütün oyları ellerine alan kölelerin çıkardıkları o
iğrenç kanun gereğince, hür erkeklerle evlenen kızlar
önce kendileriyle yatmak zorunda bırakılmışlardı.
Cumhuriyete, farkına vardırmadan yeni yeni
vatandaşlar kazandırmanın çeşitli yolları vardır.
Kanunlar, para biriktirmeyi teşvik ederek köleleri,
hürriyetlerini satın alabilecek duruma sokabilirler,
Yahudi kölelerinin kölelik süresini altı yıl olarak
sınırlandırmış olan Musa kanunları[211] gibi bu
kanunlar da kölelik süresini sınırlandırabilirler.
Yaşları, sağlıkları, zanaatları sayesinde geçimlerini
sağlayabilecek kölelerin bir miktarını her yıl
hürriyetlerine kavuşturmak çok kolay ve rahat bir iş
olur. Hatta hastalığı kökünden gidermek de
mümkündür. Kölelerin çoğu kendilerine verilen
çeşitli işlere bağlı olduklarına göre, bu işlerin
bazılarını, mesela ticaretle denizcilik işlerini hür
insanlara vermek, köle sayısını azaltmak demektir.
Hürriyetine kavuşan köle sayısı çok olursa,
bunların patronlarına borçlu oldukları şeyi ya
medeni kanunlarla ya da kanun yerine geçecek
anlaşmalarla saptamalı.
Görülüyor ki bunların durumları siyasi
devletten çok medeni devlet içinde gelişmeli; çünkü
halk hükümetinde bile egemenlik hiçbir zaman
aşağı tabakanın eline geçmemeli.
Hürriyete kavuşmuş bunca kölenin bulunduğu
Roma’da, bu konuda çok üstün siyasi kanunlar
vardı. Onlara verilen şey çok azdı ama hiçbir şeyden
de yoksun değillerdi. Yasama işlerine katılırlardı
ama alınan kararlarda hemen hemen hiçbir etkileri
olmazdı. Memur olabilirler, hatta dini görevlerde de
bulunabilirlerdi ama bu ayrıcalıklar seçimlerde
hiçbir fonksiyonları olmadığı için âdeta sıfıra
düşerdi. Milis birliklerine girmeye hakları vardı ama
asker olmak için belli bir vergi vermek
zorundaydılar. Hürriyetlerine kavuşmuş köleler
evlenme yoluyla hür ailelerin içine girebilirlerdi ama
senatör aileleriyle kız alışverişi yapamazlardı.
Nihayet kendileri tam manasıyla hür olmadıkları
halde çocukları hür sayılırdı.
Konu XIX
Hürriyetlerine kavuşmuş kölelerle iğdişler
üzerine
Böylece, soylular hükümetinde olsun,
cumhuriyette olsun, hürriyetlerine kavuşmuş
kölelerle hür vatandaşların durumu arasında pek
öyle bir ayrılık olmaması, kanunların da bunları,
yaşama tarzlarına karşı duydukları tiksinmeden
kurtarmaya çalışması çoğu zaman yararlı olur. Ama
bir kişinin yönettiği ülkelerde, lükse düşkünlükle
key davranış hüküm sürdü mü, bu konuda
yapılacak hiçbir şey yok demektir. Kölelikten
kurtulanlar, hür vatandaşların hemen her zaman
üstünde tutulurlar. Hükümdarın sarayında,
büyüklerin konaklarında istedikleri gibi buyururlar.
Efendilerinin faziletlerini değil de zayıf tara arını
inceledikleri için, onlara devleti, faziletleriyle değil,
zayıf tara arıyla yönettirirler. İşte imparatorlar
çağında, hürriyetlerine kavuşan kölelerin durumları
böyledir.
Başlıca köleler iğdiş oldu mu, kendilerine
verilen ayrıcalıklar ne olursa olsun bunları
hürriyetlerine kavuşmuş köle olarak görmek
imkânsızdır. Evlenip çoluk çocuğa
karışamayacakları için, zorunlu olarak bir aileye
bağlanırlar; vatandaşlıkları gerçek olmaktan çok
hayal ürünü bir şeydir.
Bununla beraber yüksek memurluklara
atandıkları yerler de vardır. Dampierre,
“Tonguin’de” der, “Sivil olsun askeri olsun bütün
mandarenler iğdiştir.” Aileleri yoktur, doğaları
bakımından cimri oldukları için de, eninde sonunda
bu cimriliklerinden ya efendileri ya da
hükümdarları yararlanır.
Yine Dampierre’in dediğine bakılırsa bu ülkede
iğdişler kadınsız duramadıkları için evlenirlermiş.
Bunların evlenmelerine izin veren kanun, bir
yandan bu gibi insanlara verilen öneme, öte yandan
da kadınlara gösterilen saygısızlığa dayanır.
Böylece, aileleri olmadığı için bu kişiler bir
yandan yüksek memurluklara atanıyorlar, öte
yandan ise yüksek memurlukları ellerinde
bulundurdukları için evlenebiliyorlar.
Bunun için değil midir ki zaten, yitirdikleri
duygularının yerini almaya çalışan mevcut
duyguları büsbütün şiddetlenir ve ümitsizlikten
doğan girişimleri bir çeşit zevklenme halini alır.
Nitekim Milton’da, elinde istekten başka bir şey
kalmayan, düşüşünü iyice hisseden o Ruhun da
bizzat bu yetkisizliğini kullanmak istediğini
görüyoruz.
Çin tarihinde, sivil ve askeri memurlukların
tümünü birden iğdişlerin elinden almak için bir
sürü kanun çıkarıldığına, bununla beraber
iğdişlerden vazgeçemediklerine, yine aynı yönetim
biçimine döndüklerine tanık oluyoruz. Doğuda
iğdişlik, zorunlu bir hastalık halini almış gibi geliyor
insana.
ON ALTINCI KİTAP
Aileye bağlı kölelik üzerine
çıkarılmış kanunlar,
iklimin niteliğiyle ne dereceye kadar
ilgilidir
Konu I
Aileye bağlı kölelik üzerine
Köleler aile içinde yaşayan değil, aile için
yaşayan kişilerdir. Bu nedenle de ben onların
köleliğini, kadınların bazı ülkelerdeki köleliğinden
ayıracağım, adına da doğrudan doğruya aileye bağlı
kölelik diyeceğim.
Konu II
Güney ülkelerinde erkekle kadın arasında doğal
bir eşitsizlik vardır
Sıcak ülkelerde kızlar, sekiz, dokuz, on yaşında
erginleşirler[212]. Bu nedenle de çocuklukla evlilik
hemen her zaman birleşir. Yirmi yaşında kadın yaşlı
sayılır. Bu yüzden de güzellikle olgunluk hiçbir
zaman bir arada bulunmaz onlarda. Güzellik
üstünlük tasladığı zaman olgunluk onu bundan
caydırır; olgunluk üstünlük tasladığı zaman ise
güzelliğin yerinde yeller eser. Kadınlar birisine
bağlanmak zorundadırlar; çünkü olgunluk onlara,
gençlikte güzelliğin sağlayamadığı üstünlüğü
yaşlılıkta sağlayamaz. Şu halde, din karşı koymadığı
takdirde, bir erkeğin başka bir kadınla evlenmek için
karısından ayrılmasını, böylece çok eşlilik
kurumunun meydana gelmesini, olağan bir şey gibi
kabul etmek gerekir.
Kadınların güzelliklerini daha iyi bir şekilde
korumaları, daha geç erginleştikleri, daha ileri bir
yaşta doğum yaptıkları ılıman iklimli ülkelerde ise
kocaları da onlarla beraber yaşlanır; üstelik
evlendikleri zaman, daha akıllı daha bilgili, haydi
daha çok yaşayıp daha tecrübeli oldukları için
diyelim, erkekle kadın arasında bir çeşit doğal eşitlik
meydana gelir; bundan da tek kadınla evlenmek
kanunu çıkar.
Soğuk ülkelerde, kuvvetli içkiler kullanmak
zorunluluğu erkeklerde bir açgözlülük meydana
getirir. Kendilerini daima savunmak zorunda
oldukları için bu bakımdan daha temkinli olan
kadınlar ise, akıldan yana erkeklerden daha üstün
olurlar.
Erkekleri akıl ve kuvvet bakımından daha
üstün yaratan doğa, egemenliklerini de bu akılla
kuvvetin tükendiği ana kadar devam ettirmiş.
Kadınlara da güzellik vermiş; erkeklere olan
üstünlüklerinin ise bu güzellikle beraber sona
ermesini istemiş; ama sıcak ülkelerde bu güzellik
hayat süresince değil hayatın başında var olan bir
şey.
Böylece, tek kadınla evlenmeye izin verilen
kanun Asya ikliminden çok Avrupa iklimine uygun
düşüyor demektir. Müslümanlığın Asya’da
kolaylıkla, Avrupa’da ise güçlükle yayılmak
imkânını bulmasının, Hristiyanlığın ise Avrupa’da
tutunup Asya’da yıkılmasının nihayet
Müslümanlığın Çin’de gelişmesine karşılık
Hristiyanlığın gelişmemesinin nedenlerinden biri de
budur işte. İnsanların kafası öteden beri, istediği her
şeyi yapan, istediği her şeyden faydalanan o üstün
nedene bağlıdır.
Valentinien’in kendine göre ortaya attığı bazı
nedenler yüzünden imparatorlukta çok kadınla
evlenmeye müsaade edilmişti. Ama sonradan,
bizim iklimlerimiz için çok sert olduğu anlaşılan bu
kanun, éodose, Arcadius ve Honorius tarafından
kaldırıldı.
Konu III
Çok kadınla evlilik kadınların bakımına bağlı bir
şeydir
Çok kadınla evliliğin yerleştiği ülkelerde her ne
kadar kadınların çokluğu kocanın zenginliğine bağlı
bir şeyse de, herhangi bir ülkede çok kadınla evliliğin
yerleşmesine erkeklerin zenginliği sebep olmuştur
diyemeyiz; çünkü fakirlik de aynı sonucu meydana
getirebilir; vahşilerden söz açtığım zaman bunun
böyle olduğunu göstermeye çalışacağım.
Üstün milletlerde çok kadınla evlilik bir lüks
değil, daha çok, büyük bir lükse vesile sayılır. Sıcak
ülkelerde insanların daha az ihtiyaçları olur[213];
karısıyla çocuklarını beslemek kişiye pek öyle
pahalıya mal olmaz. Şu halde çok sayıda kadınla
evlenmek mümkündür.
Konu IV
Çok kadınla evlilik ve bunun çeşitli koşulları
üzerine[214]
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yapılan hesaplar,
kızdan çok erkek doğduğunu gösteriyor[215]. Asya
ile Afrika üzerine yazılan raporlar ise, buralarda
erkekten çok kız doğduğunu belirtiyor [216]. Şu
halde, Avrupa’da yalnız bir kadınla evlenmeye izin
veren kanunun da, Asya ile Afrika’da birçok kadınla
evlenmeye izin veren kanunun da iklimle bir ilgisi
var demektir.
Asya’nın soğuk ülkelerinde, Avrupa’da olduğu
gibi kızdan çok erkek doğuyor. Bir kadının birçok
erkekle evlenmesine izin veren kanunun nedeni de
budur işte, diyor Lamalar.
Ama sanmam ki çok kadınla ya da çok erkekle
evlenmeye izin veren kanunun yerleşmesine yol
açacak böyle bir oransızlık birçok ülkelerde
bulunsun. Bana kalırsa bu, sadece, kadının ya da
erkeğin çok olmasının bazı ülkelerde başka ülkelere
oranla doğadan daha az uzaklaşması demektir.
Bununla beraber, eğer seyahatnamelerde
söylenilenler doğru ise, yani Bantam’da erkek başına
on kadın düşüyorsa o zaman bu, çok eşliliğin özel bir
durumu olur[217].
Bütün bu söylediklerimden sakın gelenekleri
haklı çıkarmaya uğraştığım sonucunu çıkarmayın;
ben sadece bu geleneklerin nedenlerini ortaya
koymaya çalışıyorum.
Konu V
Malabar’da yürürlükte olan bir kanunun nedeni
Malabar kıyılarında Nairler kastında erkekler
yalnız bir kadınla, kadınlar ise birçok erkekle
evlenebilirler. Bu geleneğin nereden geldiğini
bulabiliriz sanıyorum. Nairler soylu sınıfını
oluştururlar ve bütün bu bölgedeki milletlerin
hesabına askerlik ederler. Avrupa’da askerlerin
evlenmesi yasaktır. İklim bakımından bu kadarına
elverişli olmayan Malabar’da ise evliliği mümkün
olduğu kadar ha f bir yük haline getirmekle
yetinmişler; böylece, bir kadının birçok kocası
olmasına izin vermişler. Bu da aile bağlarıyla aile
yükünün ha emesini ve erkeklerin askerliğe daha
bağlı kalmalarını sağlamış.
Konu VI
Çok eşlilik kurumunun kendisi üzerine
Çok eşliliği şöyle böyle hoş gördüren koşulları
bir yana bırakıp şimdi de biraz çok eşliliğin
kendisine genel olarak bir göz atalım. Bunun,
insanoğluna da, erkeklere olduğu gibi kadınlara da,
insanların doğal haklarını çiğneyenlere olduğu gibi
doğal hakları çiğnenmiş olanlara da hiçbir faydası
olmadığını görürüz. Çocuklara da hiçbir yarar
sağlamaz; en büyük sakıncalarından biri, ana ile
babanın çocuklarına karşı aynı sevgiyi
duymalarının imkânsız oluşudur; bir baba yirmi
çocuğunu bir annenin iki çocuğunu sevdiği şekilde
sevemez. Bir kadının birkaç kocası olursa iş
büsbütün kötüleşir. Çünkü böyle bir durumda baba
sevgisi ancak, babalardan bir tanesinin çocuklardan
bazılarının kendisine ait olduğunu ileri sürmesine
ya da öteki babaların bunun böyle olduğuna
inanmalarına dayanır.
Fas kralının sarayında beyaz, kara, sarı renkte
birçok kadının bulunduğunu söylüyorlar. Acırım
zavallıya, bir renk yetmez miydi ona?
Birçok kadını elinin altında bulundurmak,
başkasının karısı için duyulan isteği yok etmez [218].
Çünkü kadına düşkünlük de cimrilik gibidir.
Kişinin parası arttıkça açgözlülüğü de artar.
Justinianus zamanında Hristiyanlığın
baskısından kurtulmak isteyen birçok lozof, İran’a,
Keyhusrev’in sarayına sığınmış. Agathias’ın
dediğine bakılırsa bu lozo arın en çok dikkatini
çeken şey, başkalarının karılarıyla düşüp
kalkmaktan çekinmeyen kimselerin bile birçok
kadınla evlenmesine izin verilmesi olmuş.
Çok kadınla evlilik, doğanın bile itelediği bir
sevgiye yol açar dersem buna kim inanır? Ama
doğru bir şey bu; çünkü bir çöküş başka bir çöküşe
yol açar. Sefaretnamelerin dediğine bakılırsa
İstanbul’da ayaklanma olup da Sultan Ahmet’i
tahtından indirdikleri zaman halk vezirin konağını
yağma etmiş, bir tane kadın bile bulamamış [219].
Cezayir’de bu iş öylesine almış yürümüş ki
sarayların çoğunda kadın diye bir şey yokmuş.
Konu VII
Çok kadınla evlilik halinde kadınlara karşı
davranıştaki eşitlik üzerine
Çok kadınla evlenmeye izin veren kanunun
arkasından, bunlara karşı davranışlardaki eşitliği
sağlayacak kanun gelir. Dört kadınla evlenmeye izin
veren Muhammet bunların hepsinin, yiyecek,
giyecek konusunda olduğu gibi evlilik hayatının
gerçekleri bakımından da eşit tutulmalarını ister.
Bu kanun Maldivler’de de yürürlüktedir; bir erkek
üç kadınla evlenebilir.
Hatta Musa kanunu[220], bir kişi oğlunu bir
köle ile evlendirse, arkasından da aynı çocuk hür bir
kadınla evlense, kölenin elbiselerinden
yiyeceklerinden hiçbirini elinden almamasını,
evlilik gerekçelerini de aynen yerine getirmesini
emreder. Yeni geline daha çok şeyler verebilir ama
eskisine daha az vermemek şartıyla.
Konu VIII
Harem ve selamlık konusu üzerine
Kadına düşkün zengin milletlerde, erkeklerin
evlerinde çok sayıda kadın bulundurmaları çok
eşlilik kurumunun bir sonucudur. Kadınların
erkeklerden ayrı bir yere çekilip yaşamaları da doğal
olarak bunun arkasından gelir. Aile düzeni bunun
böyle olmasını gerektirir: Ödünç aldığı paraları
ödeyemeyen bir borçlu alacaklılarının elinden
kurtulmaya çalışır. Bazı iklimler vardır, insanoğlu
oralarda öylesine kuvvetli yaratılmıştır ki, buna
karşı ahlakın elinden hiçbir şey gelmez. Bir erkeği bir
kadınla yalnız bırakın, ilk denemelerin düşüş halini
aldığını, tecavüzlerin kesin bir şekilde
sonuçlandığını, direnmenin de sıfıra düştüğünü
görürsünüz. Böyle ülkelerde ahlak dersi yerine kilit
vardır.
Klasik Çin kitaplarından biri, ıssız ve kapalı bir
yerde bir kadınla yalnız kalıp da ona tecavüz
etmeyen bir erkeği üstün faziletli bir varlık olarak
gösterir.
Konu IX
Aile yönetimiyle siyasi yönetim arasındaki bağ
Bir cumhuriyette vatandaşların hayat şartları
sınırlıdır, eşittir, tatlıdır, ılımlıdır; genel bir hürriyet
havası eser her şeyin üstünde. Kadınlar üzerindeki
egemenlik pek öyle uygulanamaz orada; iklim bu
egemenliği gerektiriyorsa o zaman en uygun düşeni
bir kişinin yönetimi olur. Doğuda halk hükümetinin
yerleşmesindeki güçlüğün nedenlerinden biri öteden
beri işte bu olmuştur.
Aksine, kadınların köleliği, her işte aşırı
davranmaktan hoşlanan istibdat yönetiminin
ruhuna son derece uygundur. Nitekim tarih
boyunca Asya’da, aile köleliğiyle istibdat
hükümetinin eşit adımlarla yürüdüğünü görüyoruz.
Her şeyden önce rahat ve huzur aranan, aşırı
boyunduruğun adına da barış denen bir hükümette
kadınları bir yere kapatmak gerekir; onların
çevirecekleri entrikalar kocalarının felaketi
demektir. Tebaalarının davranışlarını denetlemeye
vakit bulamayan bir hükümet onlardan daima
kuşkulanır, davranışlarını yalnız bu yönden ele alır,
yalnız bu yönden inceler.
Kadınlarımızın ince eleyip sık dokumadan
ettikleri boşboğazlıkların, beğendikleri ya da
iğrendikleri şeyleri açıkça söylemekten duydukları
zevkin, büyük küçük tutkularının, bir an için doğu
ülkelerinden birine götürüldüğünü, bizdeki gibi aynı
hürriyet havası içinde bunları tekrarladıklarını
düşünelim. Sorarım size, hangi aile babası bir
dakika olsun kendini huzur içinde görebilir? Nereye
baksanız bir sürü kuşkulu kişi; nereye baksanız bir
sürü düşman; devlet derhal sarsılır, kan gövdeyi
götürürdü.
Konu X
Doğu ahlakının ilkesi
Çok kadınla evlenmenin yürürlükte olduğu
yerlerde aile bir bütün olmaktan çıkar; bu durum
karşısında kanunlar, ailenin bölünen parçalarını bir
merkezde birleştirmeye çalışmalı; çıkarlar
birbirinden ayrıldıkça, kanunlar, ailenin parçalarını
tek bir çıkar etrafında toplamaya çaba göstermeli.
Bu da ancak kadınları bir yere kapatmakla
olur. Kadınları eve kapatıp yabancı erkeklerden
ayırmak yetmez; evin içinde de kadınları
erkeklerden ayrı bulundurmak gerekir; ta ki
kadınlar ailenin içinde âdeta özel bir aile meydana
getirsinler. Kadınların ahlak kurallarına uygun
davranmaları, yani, arlı namuslu, ağırbaşlı, sessiz
sedasız, itaatli, saygılı, muhabbetli olmaları hep
bundan gelir; nihayet onları, özü bakımından
dünyanın en güzel şeyi olan aileye bağlılık
duygularına doğru yönelten de yine budur işte.
Kadınların yaradılışları gereği kendilerine özel
o kadar çok görevleri vardır ki, onları, kafalarını
yoracak başka şeylerden, eğlence ya da iş adını
verdiğimiz şeylerden ne kadar uzaklaştırsak azdır.
Doğunun çeşitli ülkelerinde kadınların şu
kapatılma işi ne kadar sıkı tutulursa ahlakın da o
derece temiz kaldığını görüyoruz. Büyük devletlerde
zorunlu olarak büyük efendiler vardır. İmkânları ne
kadar çok olursa karılarını da o kadar kapalı
tutarlar; onların toplum hayatına katılmalarını
önlerler: Bunun içindir ki Türkiye’de, İran’da,
Moğolistan’da, Çin’de, Japonya’da kadınların
övülmeye değer bir ahlakları vardır.
Küçük küçük adalardan meydana gelen,
arazisinin durumundan ötürü de birçok küçük
devletlere bölünmüş olan, burada bir bir saymama
imkân olmayan birçok nedenlerden ötürü de
istibdat yönetimini benimseyen Hindistan için aynı
şeyi söyleyemeyiz.
Burada yağma eden se llerle yağma edilen
se llerden başka bir şey yok. Büyük adını verdikleri
kişilerin ellerindeki imkânlar çok küçük; zengin
dedikleri kişilerin ellerinde ise ancak geçimlerini
sağlayacak kadar bir şeyler var. Kadınları kapatma
işini pek öyle sıkı tutamazlar; onları zapt etmek için
gerekli önlemlere başvuramazlar; bu nedenle de
kadınların ahlak bakımından ne derece bozuk
olduklarını imkânı yok tasavvur edemezsiniz.
İklimden meydana gelen ve başıboş bırakılan
kusurların nasıl geliştiğini ve ne gibi düzensizlik
meydana getirdiğini Hindistan’da görmek
mümkündür. Doğanın gerçekten kuvvetli
olduğunu, buna karşılık ar ve namus kavramlarının
bizim anlayamayacağımız derecede zayıf olduğunu
yine orada görüyoruz. Patane’de [221] dişilerin
erkeklere olan düşkünlükleri öylesine şiddetlidir ki,
erkekler, kadınların saldırganlıklarına karşı koymak
için giyim eşyalarına bazı şeyler ilave etmek zorunda
kalırlar[222]. M. Smith’in anlattıklarına bakılırsa,
Guinée’deki küçük krallıklarda durum bundan
daha iyi değilmiş[223]. İnsana öyle geliyor ki bu
ülkelerde kadınlar da erkekler de kendi insanlık
kanunlarını bile yitirmiş durumdalar.
Konu XI
Çok kadınla evlenme kurumunun dışında kalan
aile köleliği üzerine
Bazı doğu ülkelerinde kadınların bir yere
kapatılması, yalnız, çok kadınla evlenmenin
gerektirdiği bir şey değildir, aynı zamanda iklimin
de etkisi vardır bunda. Dinin yalnız bir kadınla
evlenmeye izin verdiği Goa ile Portekizlilerin
Hindistan’daki sömürgelerinde sırf kadınların
hürriyeti yüzünden işlenen faciaları, suçları,
ihanetleri, işkenceleri, zehirlemeleri, cinayetleri
okuyanlar, bunları, Türk, İran, Moğol, Çin ve Japon
kadınlarının ahlaklarındaki temizlikle
karşılaştırdıkları zaman, birçok kadınla evlenme
halinde olduğu gibi tek kadınla evlenme halinde de
bu kadınları çoğu kere erkeklerden ayrı tutmanın
gerekli bir şey olduğunu anlayacaklardır.
Bu gibi durumlarda nasıl davranmak
gerektiğini iklim tayin etmeli. Ahlakın doğuştan
temiz olduğu kuzey ülkelerinde kadınları bir yere
kapatmaya ne lüzum var? Tutkularının tümü zaten
yumuşaktır, incelmiştir; heyecanları pek azdır;
aşkın kalpler üzerindeki egemenliği öylesine
düzenlidir ki, kuzeyli kadınları bu yönden
yönetmek işten bile değildir.
İnsanların devamlı olarak birbirleriyle temas
halinde olmasına göz yuman, kadınların
güzellikleriyle toplum hayatına renk vermesine izin
veren, onları, bir kişinin zevklerini tatmin etmekle
beraber bütün insanların neşe kaynağı olarak gören
bir toplumda yaşamak gerçekten mutlu bir şey.
Konu XII
Doğuştan var olan ar ve namus üzerine
Bütün milletler, kadınların namussuzluğunu
iğrenç bir şey olarak görmekte âdeta birlik
etmişlerdir. Doğanın sesini dinlemişlerdir de ondan.
Savunmayı da saldırmayı da ortaya koyan doğadır;
her iki tarafa birtakım istekle r verdiği için de,
tara ardan birini cüret ötekini de utanma ile
silahlandırmıştır. Kişilere varlıklarını korusunlar
diye uzun zaman yaşamak imkânını vermiş ama
yeni yeni kuşaklar meydana getirsinler diye de kısa
kısa anlar vermiştir.
Şu halde namussuzluk doğa kanunlarına uygun
bir şeydir demek doğru olmaz; aksine, bu kanunlara
aykırı bir davranıştır o. Bu kanunlara asıl uyan
alçakgönüllülüktür, kişiliğe buyurabilmedir.
Hem zaten, kusurlarını bilmek, zeki varlıklara
özel bir şeydir. Bunun içindir ki zaten doğa da bize
ar ve namus duygusu, yani kusurlarımızdan ötürü
utanma duygusu vermiştir.
Şu halde, bazı iklimlerde kişilerin zik yapısı,
kadınla erkeğin, zeki varlıkların doğa kanunlarına
aykırı davranmalarına sebep oluyorsa, iklimin
niteliğini zorlayacak ve ilkeli kanunların yeniden
yerleşmesini sağlayacak medeni kanunları ortaya
atmak kanun koyucuya düşen bir görevdir.
Konu XIII
Kıskançlık üzerine
Milletlerde aşktan doğan kıskançlıkla,
geleneklerden, ahlaktan ve kanunlardan meydana
gelen kıskançlığı birbirinden ayırmak gerekir. Biri
insanı kemirip bitiren şiddetli bir ateştir; soğuk olan,
bazen de korkunç bir hal alan öteki kıskançlık ise
aldırmazlıkla, küçümsemekle de birleşebilir.
Aşkın aşırı bir şekli olan birinci çeşit kıskançlık
bizzat aşktan doğar. Öteki ise yalnız milletlerin
geleneklerine ve davranış tarzlarına, memleketin
kanunlarına, ahlak anlayışına, bazen de dinine
dayanır.
Kıskançlık hemen her zaman, iklimin hem
ziksel kuvvetinin sonucu, hem de bu ziksel
kuvvetin devasıdır.
Konu XIV
Doğuda ev yönetimi
Doğu ülkelerinde o kadar sık kadın değiştirilir
ki kadınlar evlerinin yönetimini ellerine almak için
fırsat bulamazlar. Bunun için de bu işi iğdişlere
bırakırlar; bütün anahtarları onlara teslim ederler,
evin bütün işlerini onlara gördürürler. “Doğuda,”
der M. Chardin, “Çocukların olduğu gibi kadınların
da giyecek eşyasını kendilerine seçtirmezler.”
Böylece kadınlar, kendilerine en uygun düşen bir
işle, dünyanın her yerinde en önemli işlerden biri
olan bir işle ilgilenmezler.
Konu XV
Boşanma ile boş düşürme üzerine
Boşanma ile boş düşürme arasında şu ayrılık
var ki, boşanma, karşılıklı bir geçimsizlik yüzünden
tara arın rızası alındıktan sonra olur; boş
düşürmede ise tara ardan yalnız birinin rızası ve
çıkarları göz önüne alınır, öteki tarafa hiçbir şey
sorulmaz.
Boş düşürme bazen kadınlar için de öylesine
zorunlu bir hal alır, bununla beraber böyle bir şey
yapmak onların öylesine gücüne gider ki, bu hakkı
yalnız erkeklere tanıyan kanun çok ağır bir kanun
sayılır. Erkek evin efendisidir; karılarının gerektiği
şekilde davranmalarını sağlamak ya da onları yola
getirmek için bin bir imkân vardır elinde; bundan
ötürü de, yalnız erkeğe tanınan boş düşürme hakkı,
bu egemenliği kötüye kullanması için ona yeni bir
fırsat bağışlanıyormuş gibi gelir insana. Ama boş
düşürmek isteyen kadın olursa, bunu canı sıkılarak,
zorunlu bir nedene dayanarak yapar. Güzelliğini
gençliğini başka bir erkekle geçirip yitirdikten sonra,
başka bir koca arama zorunda kalmak onun için
daima büyük bir felaket sayılır. Bir erkek, zevk
içinde geçen günlerin hatırasına saygı gösterip
yaşlılıkta da karısını sever; bu da kadın için hayatın
bir daha ele geçmeyen kozlarından biridir.
Demek oluyor ki genel kural şöyle olmalı:
Erkeğe boş düşürme hakkını tanıyan kanun hangi
ülkede olursa olsun aynı hakkı kadına da tanımalı.
Dahası var: Kadının evde köle olarak yaşadığı
ülkelerde, kanun, kadına boş düşürme hakkını,
erkeğe de yalnız boşanma hakkını tanımalı.
Kadınlar sarayda yaşıyorlarsa, erkek karakter
uymazlığını ileri sürüp boş düşüremez. Karakter
uymazlığı varsa suç doğrudan doğruya erkeğindir.
Kadının çocuğu olmadığını ileri sürerek boş
düşürmek ancak tek kadınla evli olan bir erkek için
söz konusu olabilir[224]. Çok karısı olan bir erkek
için böyle bir nedenin hiçbir değeri olamaz.
Maldivler’de kanun, boş düşen bir kadınla
erkeğin tekrar evlenmesine göz yumar[225]. Meksika
kanunu ise böyle bir şeyi kabul etmez; kanuna aykırı
davrananı da ölümle cezalandırır. Meksika kanunu
Maldivler’in kanunundan daha akla yakın geliyor
insana; bozulduğu anda bile evliliğin sonsuzluğunu
göz önünde tutuyor da ondan. Maldivler’in
kanununun ise evlilikle de boş düşürme ile de alay
ediyormuş gibi bir hali var.
Meksika kanunu, yalnız boşanmaya izin verir.
Böylece, isteyerek ayrılan kişilerin yeniden
birleşmelerine imkân vermemek işin başka bir
nedeni daha ortaya atmış olur. Boş düşürme daha
çok bir kızgınlığa ya da bir aşk meselesine
dayanıyormuş gibi geliyor insana; boşanma ise bir
düşünce, bir anlaşma sonucu olacak.
Boşanma genel olarak siyasi alanda çok
yararlıdır; medeni alandaki yararına gelince,
boşanma erkekle kadın için kurulmuş bir şeydir;
çocukların çıkarına olmaz her zaman.
Konu XVI
Romalılarda boş düşürme ile boşanma üzerine
Romulus, başka biriyle düşüp kalkan, kocasını
zehirlemek isteyen ya da gizli anahtar kullanan
kadının kocasına karısını boş düşürme yetkisini
verirdi. Kadınlara ise kocalarını boş düşürme
yetkisini tanımazdı. Plutarkhos bu kanuna çok ağır
bir kanun diyor.
Atina kanunları erkeğe olduğu gibi kadınlara
da boş düşürme hakkını tanıdıklarından, Romulus
kanunu dışında ilk Romalılarda da kadınlar bu
hakkı elde ettiklerinden, bu kanunun Roma elçileri
tarafından Atina’dan alınıp getirilen kanunlardan
biri olduğu ve on iki levha kanunları arasına
konulduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Cicero, boş düşürme nedenlerinin on iki levha
kanunundan geldiğini söyler. Şu halde bu kanunun,
boş düşürmek için Romulus tarafından ortaya
atılan nedenlerin sayısını artırdığından şüphe
edemeyiz.
Boşanma yetkisi de yine on iki levha
kanununun sağladığı bir yetkidir, ya da hiç olmazsa
onun bir sonucudur. Çünkü kadının ya da kocanın
ayrı ayrı boş düşürme yetkisi olduğuna göre,
anlaşarak ayrılmaları, karşılıklı bir istek sonunda
ayrılmaları daha da mümkün olabilirdi.
Kanun, boşanma için, neden sormazdı. Olayın
niteliği bakımından boş düşürme için bir neden
gerekir, ama boşanma için gerekmez. Çünkü
kanunun evliliği bozacak nedenleri tespit ettiği
yerde, geçimsizliğin bütün nedenlerin en kuvvetlisi
olması gerekir.
Halikarnaslı Denys, Valerius-Maximus, Aulu-
Gelle, pek öyle aklımın yatmadığı bir olay anlatırlar.
Dediklerine bakılırsa Roma’da karısını boş düşürme
yetkisi her ne kadar erkeğe verilmişse de, halk
kehanete öylesine saygı gösterir ki tam beş yüz yirmi
yıl hiçbir erkek, ta ki Carvilius Ruga çocuğu
olmadığını ileri sürüp karısını boşayıncaya kadar bu
yetkisini kullanmamış. Ama kanun bütün bir
millete böyle bir yetki verdiği halde hiç kimsenin bu
yetkiyi kullanmaması olsa olsa bir mucize olabilir;
bu ise insan karakterini bilenler için imkânsız bir
şeydir. Coriolan sürgüne giderken, karısına,
kendinden daha mutlu bir erkekle evlenmesini salık
verir. Görülüyor ki on iki levha kanunu da,
Romalıların ahlak anlayışı da Romulus’un
kanunlarını bir hayli genişletmiş. Peki, ama
mademki boş düşürme yetkisini hiçbir erkek
kullanmamış, on iki levha kanununu bu derece
genişletmek neden? Bundan başka, eğer vatandaşlar
kehanete bu derece saygı gösterip karılarını hiçbir
zaman boş düşürmemişlerse, neden Romalı kanun
koyucular daha az saygı göstermişler kehanete? Hem
nasıl olmuş da kanun, ahlakı durmadan
bozabilmiş?
Plutarkhos’un iki yazısını yan yana getirdiğimiz
zaman söz konusu olayın olağanüstülüğü ortadan
kalkar. Krallık kanunu, kocaya, yukarıda sözünü
ettiğimiz üç nedenden ötürü karısını boş düşürme
yetkisi vermişti. “Ve” diyor Plutarkhos, “Başka
nedenlerden ötürü karısını boşayan erkek
mallarının yarısını karısına vermek, yarısını da
Cérès’e ayırmak zorundaydı.” Şu halde cezaya
boyun eğen kişi, canı istediği zaman karısına boş
kâğıdını verebilirdi. Böyle bir cezaya ise Carvilius
Ruga’dan önce kimse katlanmak istememiş; yine
Plutarkhos der ki; “Romulus’tan tam iki yüz otuz yıl
sonra Carvilius Ruga, çocuğu olmadığı için karısını
boşadı”, yani boş düşürme yetkisiyle imkânlarını
artıran on iki levha kanunundan tam yetmiş bir yıl
önce.
Yukarıda sözünü ettiğim yazarlar Carvilius
Ruga’nın karısını sevdiğini söylerler; ama kadının
çocuğu olmadığı için sansörler Carvilius’a karısını
boşayacağına dair yemin ettirmişler. Ta ki
cumhuriyete çocuk verebilsin diye. Ama aksi olmuş
ve millet Carvilius’tan nefret etmiş. Bununla
beraber, milletin Carvilius’a karşı duyduğu nefretin
nedenini anlamak için Romalıların dehasını bilmek
gerek. Karısını boşadı diye milletin gözünden
düşmedi o. Carvilius’un çocuğu olmuş ya da
olmamış milletin buna aldırdığı yoktu. Ama
Carvilius, çocuğu olmayan karısını boşayacağına,
böylece cumhuriyete evlat yetiştireceğine dair
sansörlere söz vermişti ya, işte millet bu sözde
sansörlerin kendi boynuna vuracağı bir boyunduruk
seziyordu da ondan. Romalıların bu çeşit düzenleri
ne şekilde karşıladıklarını ve nasıl bir tiksinme
duyduklarını eserimin bundan sonraki
bölümlerinde göstermeye çalışacağım. Peki, ama
diyeceksiniz, yazarlar arasındaki bu çelişme neyin
nesi? Onu da söyleyeyim: Plutarkhos bir olayı
inceliyor, ötekiler ise sadece duydukları bir masalı
geveleyip duruyorlar.
ON YEDİNCİ KİTAP
Siyasi kölelik kanunlarının
iklimin niteliğiyle nasıl bir ilgisi
vardır
Konu I
Siyasi kölelik üzerine
Bu kitapta göreceğimiz gibi, siyasi kölelik de en
az medeni kölelikle aileye bağlı kölelik kadar iklimin
niteliğine bağlıdır.
Konu II
Cesaret bakımından milletler arasındaki
ayrıntılar
İklimin fazla sıcak oluşunun insanların kuvvet
ve cesaretlerini körlettiğini, buna karşılık soğuk
iklimlerde, insanları uzun, ağır, büyük ve güç işleri
başarabilecek hale getiren bir beden ve ruh
sağlamlığı bulunduğunu söylemiştik. Bu ayrılık
yalnız, milletler arasında değil, bir ülkenin çeşitli
bölgeleri arasında da görülür. Kuzey Çin’de
oturanlar Güney Çin’de oturanlardan daha cesur
olurlar; Güney Kore halkı Kuzey Kore halkı kadar
cesur değildir.
Şu halde, sıcak iklimlerde oturan insanlar
korkak ve ürkek oldukları için öteden beri köle
halinde, soğuk iklimlerde oturan insanlar devamlı
olarak hürriyet içinde yaşamışlarsa buna şaşmamak
gerekir. Bu durum doğal bir nedenin sonucudur.
Bunun Amerika’da bir gerçek olduğunu
görüyoruz. Meksika ile Peru gibi zorba
imparatorluklar Ekvator’un çevresindeydi. Buna
karşılık küçük ve hür milletlerin hemen hepsi
kutuplara doğru uzanan alanlarda yaşarlardı;
bugün bile bu durumda önemli bir değişiklik olmuş
değildir.
Konu III
Asya iklimi üzerine
Seyahatnameler der ki: “Aşağı yukarı kırkıncı
dereceden kutba kadar giden, Rus ülkesinden Doğu
Denizine kadar uzanan o uçsuz bucaksız kıtanın,
yani Kuzey Asya’nın son derece soğuk bir iklimi
vardır; bu büyük ülke batıdan doğuya doğru,
kuzeyde Sibirya ile güneyde büyük Tatar ülkesini
birbirinden ayıran bir dağ silsilesiyle ikiye
bölünmüştür. Sibirya’nın iklimi öylesine soğuktur
ki, birkaç arazi parçasının dışında kalan yerlerde
toprağı işleyip bir şey yetiştirmek imkânsızdır. Her
ne kadar Rusların İrtis boyunda bazı kasabaları
varsa da buralarda hiçbir şey yetiştirmezler; bu
ülkede ufak tefek çamlardan, cılız ağaçlardan başka
bir şey türemez. Yerlilerin tıpkı Kanada’da olduğu
gibi fakir ve perişan bir halleri vardır; bu soğuk da,
bir yandan arazinin yüksekliğinden, öte yandan
güneyden kuzeye doğru çıktıkça dağların
alçalmasından, kuzey rüzgârlarının da hiçbir engelle
karşılaşmadan alabildiğine esmesinden ileri
geliyormuş. Nouvelle-Zemble’ı oturulmayacak bir
hale sokan bu rüzgârlar, Sibirya’da toprağı işlenmez
bir hale getirirmiş; Avrupa’da ise Norveç’le Laponya
dağları, kuzey ülkelerini bu rüzgârlardan koruyan
mükemmel bir engel teşkil eder; aşağı yukarı ellinci
derecede bulunan Stockholm’de çeşitli yemişlerin,
tahılların, bitkilerin yetişmesi, altmış birinci
derecede bulunan Abo çevresinde olsun, altmış
üçüncü ve altmış dördüncü derecelerde olsun
gümüş madenlerinin bulunması, toprağın da
oldukça verimli olması bundandır işte.”
Yine seyahatnamelerden anlıyoruz ki:
“Sibirya’nın güneyinde bulunan büyük Tatar ülkesi
de çok soğuktur; toprağı işlemek imkânsızdır;
hayvan sürüleri için otlaktan başka bir şey yoktur;
ağaç yetişmez. İzlanda’da olduğu gibi arazi
fundalıktan ibarettir. Çin’le Moğolistan’a yakın
yerlerde darıya benzer bir şey yetişirse de,
buğdaydan da pirinçten de eser yoktur. Çin
Tataristan’ında 43, 44 ve 45’inci derecelerde yılın
yedi ya da sekiz ayında don olmayan araziye
rastlamak imkânsızdır; bundan ötürü de Fransa’nın
güneyinden daha sıcak olması gereken bu ülkelerin
İzlanda kadar soğuk olduğu anlaşılıyor. Doğu
Denizine doğru dört beş şehirle, Çinlilerin politik
nedenlerden ötürü Çin sınırları yakınında
kurdukları birkaç şehirden başka şehir yoktur
buralarda. Büyük Tatar ülkesinin geri kalan
bölümünde ise Buhara, Türkistan ve Harezm’de
birkaç şehir ve kasaba vardır. Bu aşırı soğuk, azotlu,
küherçeleli, kumlu olan toprağın bünyesinden, bir
de arazinin yüksekliğinden ileri gelmektedir. Keşiş
Verbiest, büyük Çin duvarının yaklaşık 400
kilometre kuzeyinde, Karakorum kaynağına doğru
bir yerde dağların, Pekin’deki deniz seviyesinden üç
bin geometrik adım yüksek olduğunu söylüyor. Her
ne kadar Asya’daki büyük ırmaklar kaynaklarını bu
bölgeden alıyorlarsa da bu yükseklik o ülkede su
bulmayı imkânsız kılmakta, insanlar da ancak
ırmak ve göl kenarlarında oturmak ve şehir kurmak
zorunda kalmaktadırlar.”[226]
Bütün bunları göz önüne getirince şöyle bir
sonuca varıyorum: Asya’da tam manasıyla ılıman
bir bölge yoktur; son derece soğuk olan ülkeler, çok
sıcak olan ülkelerle, yani Türkiye, İran, Moğolistan,
Çin, Kore ve Japonya gibi ülkelerle hemen hemen
yan yanadır.
Avrupa’da ise aksine, ılıman bölge, iklim
bakımından birçok değişiklikler göstermesine
rağmen son derece geniştir; örneğin, İspanya ile
İtalya iklimi arasında, Norveç’le İsveç iklimi
arasında hiçbir ilgi yoktur. Ama güneyden kuzeye
doğru çıktıkça hava, aşağı yukarı her ülkenin arz
derecesiyle orantılı olarak fark ettirmeden soğuduğu
için, her ülkenin iklimi komşu ülkenin iklimiyle
aynı gibi görünür; önemli bir ayrılık yoktur
aralarında; bundan ötürü de az önce söylediğim gibi
ılıman bölge son derece geniştir.
İşte bütün bu nedenler yüzünden Asya’da
yaşayan milletler kuvvetli ve zayıf diye birbirlerinin
karşıtı olurlar; yürekli, savaşçı ve hareketli insan
toplulukları, kadınlaşmış, tembel ve ürkek insan
topluluklarıyla hemen hemen yan yana bulunurlar.
Şu halde bura halkının bir bölümünün istilacı, bir
bölümünün de köle olması gerekir. Avrupa’da ise
tersine, karşı karşıya gelen milletler hemen her
zaman denk kuvvettedirler; birbirleriyle temasta
olan milletlerin cesaretleri aynıdır. Asya’nın zayıf,
Avrupa’nın kuvvetli, Avrupa’nın hür, Asya’nın köle
olmasının en büyük nedeni budur işte. Benim
bildiğime göre de şimdiye kadar bu nedenin farkına
varan olmamıştır. Asya’da hürriyetin artmamasının
nedeni de budur; oysa Avrupa’da, şu ya da bu
duruma göre, hürriyet artar ya da eksilir.
Bir an, Rus soylu sınıfının, hükümdarlarından
biri tarafından köle haline getirildiğini varsaysak,
orada derhal, güney ülkelerinde göremeyeceğimiz
başkaldırma belirtilerinin ortaya çıktığına şahit
oluruz. Nitekim soylular yönetiminin birkaç gün
için kurulduğunu görmedik mi orada? Kuzey
ülkelerinden birinin kanunlarını yitirdiğini
varsayalım, iklime güvenebiliriz; kanunlarını bir
daha elde edemeyecek şekilde yitirmesine imkân
yoktur onun[227].
Konu IV
Bunun sonucu
Bütün bu söylediklerimiz tarihlerdeki olaylara
uygundur. Asya tam on dört kere boyunduruk
altına girmiştir; on iki kere kuzey milletleri, iki kere
de güney milletleri tarafından boyunduruk altına
alınmıştır. Çok eski çağlarda İskitler Asya’yı üç kere
istila etmişlerdir; ondan sonra Medyalılarla
İranlıların istilasına uğramıştır; arkasından da
Yunanlılar, Araplar, Mongollar, Türkler, Tatarlar,
İranlılar, Afganlılar, Asya’yı baştan başa
boyunduruk altına almışlardır. Ben burada yalnız
Yukarı Asya’dan söz ediyorum. Yeryüzünün bu
bölümünün, büyük ihtilaller yüzünden çekmediği
kalmayan güney ülkelerindeki istilalar üzerine
hiçbir şey söylemiyorum.
Avrupa’da ise aksine, Yunan ve Fenike
kolonilerinin yerleşmesinden beri bu kıtada dört
büyük değişiklikten başka bir değişiklik
göremiyoruz: Bunların birincisi Romalıların istilası;
ikincisi, Romalıları mahveden barbar akınları;
üçüncüsü, Charlemagne’ın zaferleri; sonuncusu da
Normanların istilasıdır. İyice incelediğimiz takdirde
bu değişikliklerde bile, Avrupa’nın dört bir yanına
yayılmış genel bir kuvvet bulunduğunu görürüz.
Romalıların Avrupa’yı istilada ne büyük güçlüklerle
karşılaştıklarını, Asya’yı ise ne büyük bir kolaylıkla
ele geçirdiklerini bilmeyen yoktur. Kuzeyde
yaşayanların Roma imparatorluğunu devirmek için
ne büyük zahmetlere katlandıklarını,
Charlemagne’ın ne büyük savaşlara, ne ağır işlere
giriştiğini, Normanların ne büyük güçlükleri
yendiklerini hepimiz biliriz. Yıkanlar durmadan
yıkılıyordu.
Konu V
Kuzey Asya’da yaşayanlarla Kuzey Avrupa’da
yaşayanların istilalarının sonuçları bir değildi
Kuzey Avrupa’da yaşayanlar hür insan olarak
Avrupa’yı istila ettiler; Kuzey Asya’da yaşayanlar
köle olarak Asya’yı istila ettiler; karşılarına çıkan
insanları bir efendi için yendiler.
Bunun nedeni şu ki, Asya’nın doğal istilacısı
olan Tatarların kendileri de köleydi. Durup
dinlenmeden Asya’nın güneyini istila edip
imparatorluklar kurdular; ama milletin kendi
ülkesinde kalıp yaşayan bölümü bir efendinin,
güneyde olduğu gibi kuzeyde de zorba olmak isteyen
bir hükümdarın boyunduruğu altında
bulunuyordu. İstila ettiği ülkeleri key bir şekilde
yöneten bu hükümdar, istila edenleri de aynı şekilde
yönetmek iddiasındaydı. Bugün Çin Tataristan’ı
dediğimiz ülkede de aynı şeyi görmekteyiz;
imparatorun bu ülkeyi de tıpkı Çin’deki gibi zorbaca
yönettiğine, istilalarıyla bu yönetim şeklini her gün
biraz daha yaydığına tanık olmaktayız.
İmparatorların Tataristan’a, Çinli kolonlar
gönderdiğini yine Çin tarihinden öğreniyoruz [228].
Bu kolonlar Tatarlaşmışlar ve Çin’in amansız
düşmanı kesilmişlerdir; ama bu, onların
Tataristan’a Çin yönetim şeklinin ruhunu
götürmelerine engel olmamıştır.
İstila eden Tatarların bir bölümü çoğu zaman
bizzat oturduğu yerden kovulur. Bu bölüm göç ettiği
çöllere kölelik ikliminde benimsediği kölelik ruhunu
da beraber götürür. Çin tarihi de, bizim eski çağ
tarihimiz de bu konuda bize büyük örnekler
vermektedir[229].
Tatar ya da İskit milletinin dehası öteden beri
Asya’daki imparatorlukların dehasıyla aynı ise,
bunun nedeni de budur işte. Bu imparatorluklarda
halk sopa ile yönetilir, Tatarlar ise uzun kırbaçlarla.
Avrupa’daki anlayış öteden beri bu görüş tarzının
aksidir: Asya’da oturanların ceza adını verdikleri
şeye Avrupalılar küçük düşürme adını
vermektedirler.
Tatarlar Yunan imparatorluğunu yıktıkları
zaman, istila ettikleri ülkelere kölelikle istibdadı da
beraber götürdüler. Roma imparatorluğunu istila
eden Gotlar ise, gittikleri her yere saltanat
yönetimiyle hürriyet kafasını götürdüler.
Atlantique adlı eserinde İskandinavya’yı bunca
öven ünlü Rudbeck’in [230], bu ülkede yaşayan
toplumların, bütün milletlerin üstüne
çıkartılmasını gerektiren o büyük meziyetten söz
edip etmediğini bilmiyorum. Ama bu toplumlar,
Avrupa’daki hürriyetin kaynağı, yani bugün aşağı
yukarı bütün insanların benimsedikleri hürriyetin
kaynağı olmuşlardır.
Bir Got olan Jornandès[231], Avrupa’nın
kuzeyine, insanlığın fabrikası adını veriyor. Ben bu
ülkeye daha çok, güneyde dövülmüş zincirleri kıran
aletlerin fabrikası adını verirdim. Ülkelerinden çıkıp
tiranları ve köleleri ortadan kaldıran, doğanın eşit
olarak yarattığı insanlara sırf kendi mutlulukları
için akıllarını kullanarak şuna buna bağlı
olabileceklerini öğreten o kahraman ve gözü pek
milletler oralarda yetişir de ondan.
Konu VI
Asya’nın köleliğiyle Avrupa’nın hürriyetinin
fiziksel yeni nedeni
Asya’da öteden beri hep büyük imparatorluklar
görmüşüzdür; Avrupa’da ise bunların uzun zaman
devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bizim bildiğimiz
Asya’da uçsuz bucaksız ovalar vardır; denizler o
kıtayı büyük büyük parçalara bölmüştür. Daha
güneyde olduğu için de su kaynakları daha çabuk
kurur, dağlarında daha az kar bulunur, ırmakları
daha az kabarır; bundan ötürü de daha küçük
engeller meydana getirir.
Şu halde yönetim daima zorba olmalı. Çünkü
kölelik orada aşırı bir şekil almazsa, ülkenin
bünyesinin kaldıramayacağı bölmeler meydana
gelebilir.
Avrupa’da ise doğal bölümler, genişliği az
birçok devletlerin meydana gelmesine sebep olur; bu
devletlerde kanunların uygulanması devletin
varlığıyla uzlaşamayacak bir nitelik gösteremez.
Aksine, bu iki şey birbiriyle öylesine uzlaşır ki,
kanun olmazsa devlet çökmeye başlar; öteki
devletlerin tümünden aşağı bir duruma düşer.
Şu ya da bu ülkenin kolay kolay boyunduruk
altına girmesine, yabancı bir kuvvete boyun
eğmesine engel olan işte budur. Ancak ticaret
alanında bir yarar sağladığı takdirde, o da yine
kanunların çerçevesi içerisinde, bir millet başka bir
millete boyun eğmeyi kabul eder.
Asya’da ise tersine, orada yaşayanların
varlığından bir an olsun ayrılmayan bir köle ruhu
vardır; bu kıtanın tarihinde, hürriyetine düşkün bir
milletin izine rastlamak bile imkânsızdır. Kölelere
özgü kahramanlıktan başka bir şey göremeyiz
orada[232].
Konu VII
Afrika ile Amerika üzerine
Asya ile Avrupa üzerine söyleyeceklerim bu
kadar. Afrika’nın iklimi, Asya’nın güneyi ile
aynıdır; şu halde Afrikalılar da aynı kölelik havası
içinde yaşamaktadırlar. Baştan başa istilaya
uğrayan, Avrupalılarla Afrikalılar tarafından
yeniden iskân edilen Amerika’nın şimdilik kendi
özel dehasını göstermesi imkânsızdır; ama bu
kıtanın eski tarihi hakkında bildiklerimiz bizim
ilkelerimize son derece uygun düşmektedir.
Konu VIII[233]
İmparatorluğun hükümet merkezi üzerine
Bütün bu söylediklerimiz, büyük bir
hükümdarın, hükümet merkezini seçerken çok
dikkatli davranması gerektiğini gösterir; bu işin
kendisi için büyük bir önemi vardır. Güneyde bir
şehir seçerse ülkesinin kuzeyini elinden çıkarabilir;
kuzeyde bir şehir seçerse ülkesinin güneyini
kolaylıkla elinde tutabilir. Burada özel
durumlardan söz etmiyorum: Bakarsınız makine
işlerken öyle sürtmeler olur ki, ortaya atılan teorinin
sonuçları ya değişir ya da duraklar; eh, politikanın
da pekâlâ kendine özgü sürtmeleri olabilir.
ON SEKİZİNCİ KİTAP
Kanunların arazinin bünyesiyle olan
ilgisi üzerine
Konu I
Arazinin yapısı kanunları nasıl etkiler
Bir ülkede toprağın verimli olması, o ülkede
yaşayanların doğal olarak bağlılığını sağlar.
Nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylüler
hürriyetlerine pek öyle düşkün olmazlar orada; salt,
başlarından aşkın olan özel işleriyle uğraşırlar.
Ürünü bol bir ülkede köylüler yağmadan, ordudan
korkarlar. Nitekim Cicero’nun da Atticus’a
“Milletin en iyi sınıfı hangisidir, biliyor musunuz?”
diye sorduğunu ve “sanımca, saltanat yönetimine
karşıt değillerse eğer, huzur içinde yaşadıkları
takdirde bütün hükümet şekillerini eşit gören
tacirlerle köylülerdir” dediğini görüyoruz.
Böylece, tek kişinin yönetimi altında bulunan
hükümetler, daha çok, verimli ülkelerde, çok kişinin
yönetimi altında bulunan hükümetler de verimli
olmayan ülkelerde kurulur. Bu da, kimi zaman, bir
çeşit tazminat demektir.
Eski Yunan’da toprağın verimsiz oluşu orada
halk hükümetinin kurulmasına, Lakedemonya
topraklarının verimli oluşu da orada soylular
hükümetinin kurulmasına neden olmuştur. Çünkü
o çağlarda Yunanistan’da halk, bir kişi tarafından
yönetilmeyi istemezdi. Oysa soylular hükümeti, bir
kişinin hükümetine daha yakın bir hükümet
şeklidir.
Plutarkhos der ki: “Atina’da Cilonienne
ayaklanması yatıştırıldıktan sonra eski
anlaşmazlıklar yeniden baş göstermiş ve şehir,
Yunan ülkesindeki arazi çeşitlerine göre bir sürü
partilere bölünmüştü. Dağlılar her ne pahasına
olursa olsun halk hükümeti istiyorlardı; ovalılar
büyükler tarafından yönetilmek istiyorlardı; deniz
kıyısında oturanlar ise ikisinin karması olan bir
hükümetten yana idiler.”
Konu II
Aynı konunun devamı
Verimli ülkeler, kuvvetliye karşı koymak
imkânı olmayan ovalardır. Şu halde halk kuvvetliye
boyun eğer; boyun eğdikten sonra da hürriyet
krinin yeniden kazanılması imkânsızlaşır; ürün de
böylece bağlılığın bir belirtisi halini alır. Ama dağlık
bölgelerde kişi elindekini koruyabilir; hem zaten
koruyacak olduğu şey de azdır. Hürriyet, yani
insanoğlunun yararlandığı hükümet, savunulmaya
değer tek nimettir. Şu halde hürriyet, doğanın
büyük lütu arda bulunduğu sanısını uyandıran
ülkelerden çok, dağlık ve engebeli yerlerde hüküm
sürer.
Dağlılar, ülkelerinin istilaya uğraması olasılığı
zayıf olduğu için daha ılımlı bir hükümet şeklini
benimserler. Kendilerini kolaylıkla savunurlar;
saldırmak da güçtür onlara; savaşırken oralara,
cephaneyi olsun, yiyecek içeceği olsun taşımak ve
yığmak çok zor ve masra ı olur; ülke de zaten
bunlardan yoksundur. Demek oluyor ki, onlarla
savaşmak daha güç, savaşa girişmek daha
tehlikelidir; milletin güvenliği için yapılan
kanunlara da pek öyle gerek yoktur.
Konu III
En çok işlenen ülkeler hangi ülkelerdir
Ülkeler, toprağın verimliliğiyle orantılı olarak
değil, oralarda yaşayan insanların hürriyetiyle
orantılı olarak işlenir; dünyayı şöyle kafadan bir
bölmeye kalksak, çoğu zaman en verimli bölümlerin
ıssız olduğunu, en verimsiz bölümlerin ise çok
kalabalık olduğunu görürüz.
Bir insan topluluğunun verimsiz bir ülkeyi
bırakıp verimli bir ülke araması kadar doğal bir şey
olamaz; ama bunun aksi hiç de doğal sayılmaz.
İstilaların çoğu, mutluluk içinde yaşansın diye
doğanın lütfuna uğramış ülkelerde olur; istila
kelimesi aşağı yukarı tahrip kelimesiyle aynı anlama
geldiğinden, en verimli ülkeler çoğu zaman ıssız
kalır; buna karşılık, özellikle oturulmasına imkân
olmadığı için o korkunç kuzey ülkelerinde daima
kalabalık insan kitleleri bulunur.
İskandinavya’da yaşayan insanların Tuna
kıyılarına geçişlerini anlatan tarihçilerin
yazılarından, bu hareketin bir istila hareketi
olmadığını, sadece ıssız ülkelere bir göç olduğu
sonucuna varıyoruz.
Demek oluyor ki bu verimli topraklar başka
göçler yüzünden ıssız kalmış, bizim de oralarda olup
biten facialardan haberimiz yokmuş.
Aristo, “Birçok anıttan anlaşılıyor ki Sardunya
adası vaktiyle bir Yunan sömürgesiymiş” diyor.
“Önceleri çok verimli bir yermiş burası; tarıma karşı
duyduğu sevgiyi öve öve bitiremedikleri Aristea da
bu ülkeye gerekli kanunları vermiş. Ama o
zamandan bu yana bir hayli düşmüş bu ülke; çünkü
Kartacalılar, adayı ellerine geçirdikten sonra,
insanoğlunu besleyecek ne varsa hepsini tahrip
ettikten başka, toprağı işlemeyi de yasak etmişler; bu
yasağa uymayanlara da ölüm cezası vermişler.”
Sardunya, Aristo zamanında da eski haline
kavuşmuş değildi, bugün de öyle.
Bunun gibi, İran’ın, Türkiye’nin, Rusya’nın,
Polonya’nın, büyük ya da küçük Tatarlar
tarafından istila edilen en ılımlı bölümleri hâlâ eski
durumlarına kavuşmuş değillerdir.
Konu IV
Ülkenin verimliliğiyle verimsizliğinin yeni
sonuçları
Toprağın verimsiz oluşu insanları daha
becerikli, daha kanaatkâr bir hale getirir; böyle bir
ülkede yaşayan insanlar çalışmaktan yılmazlar,
cesur ve savaşçı olurlar. Bir ülkenin verimli oluşu
kişiye rahatlık ve huzurla beraber bir de gevşeklik
verir; kişi hayatı sever, canına kolay kolay kıyamaz.
Almanya’da, Saksonya gibi, köylülerin zengin
olduğu yerlerden toplanan askerlerin başka
yerlerden toplanan askerler kadar iyi olmadıkları
görülmüştür. Askerlikle ilgili kanunlar, daha ağır bir
disiplini uygulamakla bu sakıncayı da ortadan
kaldırabilirler.
Konu V
Adalılar
Adalılar hürriyetlerine, karada yaşayanlardan
daha düşkündürler. Genel olarak adaların alanı
daha küçüktür[234]; halkın bir bölümü öteki
bölümünü baskı altında tutmak için kullanılamaz;
deniz, adalıları, büyük imparatorluklardan ayırır;
tiranlar kollarını oralara kadar uzatamazlar; deniz,
fatihlerin akınlarını durdurur; adalılar istila
hareketlerinin dışında kaldıkları için kanunlarını
kolaylıkla korurlar.
Konu VI
İnsan zekâsının meydana getirdiği ülkeler
üzerine
İnsan zekâsı tarafından yaratılan, varlığını
korumak için de aynı zekâya gereksinim duyan
ülkeler daima ılımlı hükümet şekillerine
başvururlar. Bu çeşit ülkelerin başlıcaları şunlardır:
Çin’de o güzelim Kiang-nan eyaletiyle Tche-kiang
eyaleti, Mısır ve Hollanda.
Eski Çin imparatorları istilacı değillerdi.
Ülkelerini genişletmek için başvurdukları çare, ne
derece akıllı uslu kişiler olduğunu gösterir.
İmparatorluğun en güzel iki eyaletinin suların
altında yükseldiğini gördük; bu da yine
insanoğlunun eseriydi. Bu uçsuz bucaksız
imparatorluğun mutluluğu hakkında Avrupa’ya bir
kir veren de yine bu iki eyaletin anlatılması
imkânsız verimliliği olmuştur. Ama imparatorluğun
böyle önemli bir bölümünü tahripten korumak için
gereken devamlı özen, zevk ve eğlencesine düşkün
bir milletin değil akıllı uslu bir milletin ahlakına; bir
despotun baskılı yönetimine değil akıllı bir
hükümdarın meşru yönetimine gereklilik
gösteriyordu. Vaktiyle Mısır’da olduğu gibi, burada
da hükümetin ılımlı olması gerekiyordu.
Hükümetin burada, doğanın, şunun bunun
aldırmazlığına ya da key ne göre yönetilmek üzere
değil, devamlı bir özen konusu olmak üzere yarattığı
Hollanda’daki gibi ılımlı olması gerekiyordu.
Böylece, Çin’de, insanları kolaylıkla köle haline
düşürecek nitelikte olan iklime rağmen, bir
imparatorluğun uçsuz bucaksız büyüklüğünden
ötürü meydana gelmesi olasılığı olan facialara
rağmen, bu ülkenin ilk kanun koyucuları çok iyi
kanunlar yapmak zorunda kaldılar; hükümet de
çoğu zaman bu kanunlara uymaktan başka bir şey
yapamadı.
Konu VII
İnsan eserleri üzerine
İnsanlar, bir yandan gayret etmek bir yandan
da iyi kanunlar ortaya atmak suretiyle, yeryüzünü
kendileri için oturmaya daha elverişli bir duruma
sokmuşlardır. Vaktiyle göllerle bataklıkların
bulunduğu yerlerde, şimdi, ırmakların aktığını
görüyoruz; bu, doğanın verdiği bir nimet değildir
ama doğanın devamını sağladığı bir nimettir.
İranlılar bütün Asya’yı avuçlarının içine aldıkları
zaman, bir kaynağın sularını, henüz sulanmamış bir
yere götürenlerin o yerden tam beş kuşak süresince
yararlanmalarına izin verirlerdi. Toros dağlarında
ise sayısız su kaynakları bulunduğundan, bu suları
kurak yerlere iletmek için hiçbir masraan
kaçınmadılar. Bugün, nereden çıktığını, nereden
geldiğini bilmediğimiz halde bu suları o bölgenin
bütün tarlalarında, bütün bahçelerinde buluyoruz.
Böylece, ettikleri kötülükler kendi
varlıklarından sonra da sürüp giden yıkıcı milletler
olduğu gibi, ettikleri iyilikler kendi varlıklarıyla
bitmeyen becerikli milletler de vardır.
Konu VIII
Kanunların genel olarak bağlı bulunduğu şeyler
Kanunlarla insan topluluklarının yaşama
imkânlarını sağlama tarzları arasında büyük bir bağ
vardır. Ticaretle, denizcilikle uğraşan bir topluluğun
kanunları, toprağı işlemekle yetinen bir topluluğun
kanunlarından daha geniş olmalı. Toprağı işleyen
bir topluluğun kanunları ise çobanlık eden bir
topluluğun kanunlarından daha geniş olmalı.
Çobanlık eden bir topluluğun kanunları da avcılıkla
geçinen bir topluluğun kanunlarından daha geniş
olmalı.
Konu IX
Amerika toprağı üzerine
Amerika’da bunca vahşi insan topluluğunun
bulunmasına sebep, insanoğlunun beslenebileceği
ürünlerin çoğunun doğada kendiliğinden yetişmiş
olmasıdır. Kadınlar kulübenin çevresind eki küçük
toprak parçasını şöyle bir işleyip ektiler mi, ilk elde
ettikleri ürün mısır olur. Buna, balık ve hayvan
avcılığından elde edilen etleri da katarsanız
insanoğlu yiyecek bolluğu içine düşer. Bundan
başka Amerika’da, öküz, manda gibi ot yiyen
hayvanlar et yiyen hayvanlardan daha iyi yetişir.
Oysa Afrika’da et yiyen hayvanlar öteden beri daha
çoktur.
Avrupa’da toprak kendi haline bırakılsaydı bu
ürünlerden hiçbirini elde etmek mümkün olmazdı
sanıyorum; ormanlardan, meşelerden, yemişsiz
ağaçlardan başka bir şey yetişmezdi bu kıtada.
Konu X
Geçim imkânlarını sağlama tarzıyla ilgili olarak
insan sayısı üzerine
Milletler toprağı işlemedikleri zaman, bakın
insan sayısı nasıl bir orantı gösterir. İşlenmeyen ve
ekilmeyen bir toprağın verimiyle işlenip ekilen bir
toprağın verimi arasındaki oran ne ise, bir ülkedeki
vahşilerin sayısıyla bir başka ülkedeki çiçilerin
sayısı arasındaki oran da odur; toprağı işleyen bir
millet aynı zamanda çeşitli zanaatlarla da
uğraşıyorsa o zaman açıklanması gereken birçok
ayrıntıya bağlı oranlar çıkar ortaya.
Bu çeşit insan topluluklarının büyük bir millet
meydana getirmeleri imkânsızdır. Çobanlıkla
geçiniyorlarsa, belli bir sayıda yaşayabilmeleri için
büyük bir ülkeleri olması gerekir; avcılıkla
geçiniyorlarsa sayıları daha az olur, yaşamak için de
daha küçük bir topluluk meydana getirirler.
Ülkeleri çoğu zaman ormanlık bir arazidir; su
yolları açılmamış olduğu için de her taraf
bataklıktır; bundan ötürü de insan toplulukları yer
yer yerleşip küçük milletler meydana getirirler.
Konu XI
Vahşilerle barbarlar üzerine
Vahşilerle barbarlar arasında şöyle bir ayrılık
vardır: Vahşiler, bazı özel nedenlerden ötürü
birleşemeyen küçük ve dağınık toplumlar halinde
yaşarlar; barbarlar ise, gerektiği zaman birleşebilen
küçük toplumlar halinde yaşarlar. Vahşiler çoğu
zaman avcılıkla, barbarlar ise çobanlıkla geçinirler.
Bunun böyle olduğunu Asya’nın kuzeyinde görmek
mümkündür. Sibirya’da oturanlar bir araya
gelemezler; çünkü geçim imkânlarını sağlamaları
imkânsızdır. Tatarlar bir süre toplu halde
yaşayabilirler; çünkü bir süre için hayvan sürülerini
bir araya getirmeleri mümkündür. Demek oluyor ki,
bütün dağınık insan toplulukları birleşebilirler; bu
da bir başkanın öteki başkanları buyruğu altına
aldığı zaman olur; bu insan toplulukları birleşir
birleşmez de şu iki şeyden birini yapmak, ya
ayrılmak ya da güneydeki ülkelerden birini istila
etmek zorunda kalırlar.
Konu XII
Toprağı işlemeyen milletlerdeki devletler
hukuku üzerine
Sınırları belli bir ülkede yaşadıkları için insan
toplulukları arasında devamlı geçimsizlik konuları
vardır; bizim ülkelerimizde nasıl ki vatandaşlar
miras için kavga ederlerse, onlar da işlenmemiş
topraklar için aynı şekilde kavga ederler. Böylece
onlar da kendi aralarında, hayvan avı, balık avı,
geçim imkânı sağlama, otlak paylaşma, köle
kaçırma yüzünden savaşmak için sık sık fırsat
bulurlar; arazi sahibi olmadıkları için, medeni
hukukla halledecekleri işleri az olur; buna karşılık
devletler hukukuyla halledecekleri işleri o derece çok
olur.
Konu XIII
Toprağı işlemeyen milletlerdeki medeni
kanunlar üzerine
Medeni kanunların sayısını kabartan başlıca
neden toprağın bölünmesidir. Böyle bir şeyin
yapılmadığı ülkelerde medeni kanunların sayısı çok
az olur.
Bu milletlerin kurullarına kanun değil gelenek
adını vermek daha doğru olur.
Bu çeşit insan topluluklarında, geçmişteki
olayları anımsayan yaşlıların büyük yetkileri vardır.
Oralarda kişi, malıyla mülküyle değil, el becerisiyle
ve öğütlerle sivrilir.
Bu insanlar otlaklarda ya da ormanlarda
göçebe hayatı yaşarlar. Bizlerde bir meskenle tespit
edilen, kadını da evine bağlayan evlilik kuruluna
oralarda bizdeki kadar güvenmek imkânsızdır.
Daha kolay bir şekilde kadın değiştirirler, birkaç
kere evlenebilirler; bazen de hayvanlar gibi
gelişigüzel bir şekilde birbirlerine karışırlar.
Çoban olarak yaşayanlar, geçim imkânlarını
sağlayan sürülerinden ayrılamazlar; aynı şekilde,
kendilerine gerekli hizmetlerde bulunan
karılarından da ayrılamazlar. Bütün bunların bir
arada yürümesi gerek; hele, çoğu zaman
sağlamlaştırılmış mevkilerin bulunmadığı ovalarda
yaşadıkları için, evlerinden ayrıldıkları takdirde
karıları, çocukları, sürüleri, kolaylıkla
düşmanlarının tecavüzüne uğrayabilir.
Şu halde onların kanunları doğrudan doğruya,
ele geçen ganimetlerin bölünmesini düzenleyecek,
bizim salique[235] kanunlarımız gibi bilhassa
hırsızlıklar üzerinde dikkatle duracak nitelikte
olmak zorundadır.
Konu XIV
Toprağı işlemeyen milletlerin siyasi durumları
üzerine
Bu çeşit milletler sonsuz bir hürriyetten
faydalanırlar; toprağı işlemedikleri için toprağa bağlı
değillerdir de ondan; başıboş göçebe hayatı yaşarlar
da ondan; günün birinde bir başbuğ çıkar da
hürriyetlerini ellerinden almaya kalkarsa,
hürriyetlerine kavuşmak için başlarını alıp ya başka
bir başbuğun yanına giderler ya da aileleriyle bir
arada yaşamak için ormana çekilirler. Bu çeşit insan
topluluklarında kişi öylesine hürdür ki, vatandaş
hürriyeti de zorunlu olarak kişi hürriyetiyle bir
arada bulunur.
Konu XV
Para kullanmasını bilen insan toplulukları
üzerine
Bindiği gemi batınca Aristippe yüze yüze en
yakın kıyıya ayak bastı. Kumun üstüne birtakım
geometri şekilleri çizilmiş olduğunu gördü. Bir
barbar ülkeye değil de bir Yunan ülkesine çıktığını
düşünerek heyecan duyup sevindi.
Yalnız kaldığınızı, bir kaza sonunda da
bilmediğiniz tanımadığınız insanların arasına
düştüğünüzü varsayın: Yerde paraya benzer bir şey
gördünüz mü medeni bir ülkede bulunduğunuzdan
emin olabilirsiniz.
Tarım, paranın kullanılmasını gerekli kılar.
Çok beceri, çok bilgi gerektiren bir zanaattır tarım;
becerinin de, bilginin de, geçim gereksinimlerinin de
öteden beri eşit adımlarla ilerlediğini görmekteyiz.
Bütün bunlar bir değer biriminin yerleşmesini
sağlar.
Sellerle yangınlar bize toprakta birtakım
madenlerin bulunduğunu gösterdi. Topraktan
ayırdıktan sonra da madenleri kullanmak kolay bir
iş oldu.
Konu XVI
Para kullanmasını bilmeyen insan
topluluklarındaki
medeni kanunlar üzerine
Bir insan topluluğu para kullanmasını bilmedi
mi orada ancak zordan ve şiddetten doğan
haksızlıklar olur; zayıf kişiler de birleşerek
kendilerini bu zora ve şiddete karşı savunurlar.
Aralarında ancak siyasi uzlaşmalar olabilir. Ama
para kullanmasını bilen insan topluluklarında
kişiler, hileden doğan haksızlıklarla karşılaşırlar; bu
haksızlıklar ise çeşitli şekillerde belirir. Şu halde,
kötülüğü meydana getiren yeni yeni imkânlara,
çeşitli usullere göre ortaya atılacak sağlam medeni
kanunların bulunması gerekir oralarda.
Para kullanılmayan ülkelerde zorba, yalnız
nesnelere el koyar; nesneler ise birbirlerine
benzemez. Para kullanılan ülkelerde zorba,
nesnenin yerini tutan birtakım işaretlere el koyar;
bu işaretler ise daima birbirine benzer. Para
kullanılmayan ülkelerde hiçbir şeyi gizlemek
mümkün değildir; çünkü zorba el koyduğu şeylerin
delillerini daima yanında bulundurur. Ötekilerinde
ise durum böyle değildir.
Konu XVII
Para kullanılmayan insan topluluklarındaki siyasi
kanunlar üzerine
Toprağı işlemeyen insan topluluklarında
hürriyeti sağlayan en büyük şey bu çeşit insanların
para kullanmasını bilmemeleridir. Bir kişinin başka
kişileri baştan çıkarması için avdan, balıkçılıktan
elde edilen şeylerle hayvan sürülerini çok koruması
imkânsızdır. Oysa para söz konusu oldu mu, bir kişi
bunlardan istediği kadarını bir araya getirip canı
çektiği kişilere dağıtabilir.
Para kullanılmayan insan topluluklarında
kişinin gereksinimleri azdır; bunları da eşit bir
şekilde kolaylıkla giderebilir. Şu halde, eşitlik
zorunludur; bundan ötürü de başkanları zorba
olamaz.
Konu XVIII
Boş inançların gücü
Seyahatnamelerde söylenilenler eğer doğruysa,
Luiziyana’da Naççe adı verilen bir insan topluluğu
bu kuraldan ayrılıyor. Başbuğ olan kişi, toplulukta
yaşayan öteki kişilerin mallarını mülklerini istediği
gibi kullanır, kendilerini de istediği işlerde
çalıştırırmış; gerektiği zaman bu kişiler başbuğları
için canlarını bile vermekten çekinmezlermiş; tanrı
gibi bir şeymiş onlar için. Veliaht doğduğu zaman,
emzikteki çocukların hepsini, hayatları boyunca
hizmet etsinler diye onun emrine verirlermiş. Büyük
Sezostris gibi bir şey diyeceksiniz biliyorum. Bu
başbuğa karşı, sanki Japon ya da Çin
imparatoruymuş gibi davranırlarmış.
Boş inançlardan doğan önyargıların hepsi öteki
önyargılardan, nedenleri de bütün öteki
nedenlerden üstündür. Bundan ötürü de, vahşi
insan toplulukları doğal olarak istibdadı
bilmedikleri halde bunlar bilirler. Güneşe tapanlar;
başbuğları da güneşin oğlu olduğunu tasarlayıp
ortaya atmamış olsaydı, onu da kendileri gibi
zavallının biri olarak görürlerdi.
Konu XIX
Arapların hürriyeti, Tatarların köleliği üzerine
Araplar da Tatarlar da çobanlık eden insan
topluluklarıdır. Ar aplar, sözünü ettiğimiz genel
kurallara uyarak hür yaşarlar; yeryüzünün en
acayip insanları olan Tatarlar ise siyasi köleliği
benimsemiş kişilerdir. Bu durumun bazı
nedenlerinden daha önce söz etmiştim[236]. Bazı
nedenlerini de şimdi söyleyeceğim.
Şehirleri, ormanları yoktur; çok az bataklık
arazileri vardır; ırmakları hemen her zaman
buzlarla kaplıdır; uçsuz bucaksız ovalarda otururlar;
otlakları, hayvan sürüleri, dolayısıyla malları,
arazileri vardır. Buna karşılık ne bir sığınakları ne de
bir kaleleri vardır. Bir han yenilmeye görsün, hemen
kafasını uçururlar, çocuklarına da aynı şeyi
yaparlar. Ahalinin tümü birden yenen hanın eline
geçer; o da bunları medeni köleliğe mahkûm etmez.
Toprağı işlemeyen, ev işine gereksinimi olmayan
basit bir insan topluluğunun sırtına yük olurlar da
ondan. Yenen tarafın nüfusunu artırırlar o kadar.
Bununla beraber medeni kölelik yerine siyasi
köleliğin bu ülkelere kolaylıkla yerleşeceğini
anlamak işten bile değildir.
Gerçekten de öyle, çeşitli insan topluluklarının
durmadan dövüşüp birbirlerini yendikleri bir
ülkede, yenilen her insan topluluğunun yalnız
başbuğun ölümüyle siyasi birliğini yitirdiği bir
ülkede insanların hür olarak yaşamalarına imkân
yoktur. Böyle bir yerde defalarca boyunduruk altına
girmemiş büyük bir insan topluluğu olamaz da
ondan.
Yenilen insan toplulukları, eğer kaleleri ya da
şehirleri varsa, kendilerini savunmak imkânları
bulunursa, bozguna uğradıktan sonra bile anlaşma
imzalamak suretiyle hürriyetlerinin hiç olmazsa bir
bölümünü yitirmezler. Ama öteden beri kendilerini
savunma imkânlarından yoksun olan Tatarlar bir
kere yenilgiye uğradılar mı kayıtsız şartsız teslim
olurlar.
İşlenmiş ovalarda oturan insan topluluklarının
hür olmadıklarını bu kitabın ikinci konusunda
söylemiştim. Bazı özel şartlar, işlenmemiş ovalarda
oturan Tatarların da bu durumda olmalarına neden
olmuştur.
Konu XX
Tatarlarda devletler hukuku üzerine
Tatarlar birbirlerine karşı gayet yumuşak ve
insanca davranırlar; istila ettikleri yerlerdeki
insanlara karşı ise son derece zalimdirler; ele
geçirdikleri şehirlerin halkını kılıçtan geçirirler. Bu
insanları askerlerine sattıkları ya da dağıttıkları
zaman onlara büyük bir bağışta bulunduklarını
sanırlar. Hindistan’dan Akdeniz’e kadar, Asya’da
taş üstünde taş bırakmamışlar, İran’ın doğusundaki
ülkeyi çöl haline getirmişlerdir.
Böyle bir devletler hukukunun doğmasını ben
kendi kendime şöyle açıklıyorum. Bu insan
topluluklarının ülkelerinde şehir diye bir şey yoktu;
savaşırken süratle hareket ederler, büyük bir şiddet
kullanırlardı. Yeneceklerini umdukları zaman
savaşırlardı; ummadıkları zaman da daha kuvvetli
tarafın ordusunu takviye ederlerdi. Bu gelenekleri
yüzünden, karşı koyamayacak bir şehrin önlerine
çıkıp kendilerini durdurmak istemesini devletler
hukukuna aykırı bulurlardı. Şehri bir insan
topluluğunun oturduğu yer olarak değil, kuvvetleri
karşısında yok olması gereken bir engel olarak
görürlerdi. Şehirleri çevirip kuşatmakta hiçbir
becerileri yoktu; kuşattıkları zaman da sayısız ölü
verirlerdi; bunların öcünü almak için de durmadan
kan akıtırlardı.
Konu XXI
Tatarlarda medeni kanun
Keşiş du Halde der ki, Tatarlarda miras daima
en küçük erkek çocuğa kalır; nedeni de şu: Erkek
çocukların büyükleri çobanlık edebilecek çağa
gelince babalarının verdiği belli sayıda bir hayvan
sürüsüyle beraber baba yurdundan ayrılıp yeni bir
yurt kurarlar. Böylece baba yurdunda kalan en
küçük çocuk yurdun vârisi olur.
İngiltere’nin bazı küçük yerlerinde böyle bir
geleneğin mevcut olduğunu işittim; Britanya’da
Rohan dukalığında, soylulara ait olmayan araziler
için de böyle bir gelenek vardır. Brötonlardan ya da
Cermenlerden kalma çobanlık çağına ait bir gelenek
olacak bu. Gerçekten de öyle, Cermenlerin toprağı
işlemediklerini ya da çok az işlediklerini Caesar’la
Tacitus’tan öğrenmiş bulunuyoruz.
Konu XXII
Cermenlerin medeni kanunlarından biri üzerine
Hemen herkesin salique kanunu adını verdiği
kanunun şu özel metninin, nasıl olmuş da toprağı
işlemeyen ya da pek az işleyen bir insan
topluluğunun kurullarından gelmiş olduğunu
burada anlatmaya çalışacağım.
Salique kanunu, salique toprağın kız çocukların
zararına erkek çocuklara kalmasını buyurur.
Salique toprağın ne olduğunu anlamak için,
Cermanya’dan çıkmadan önce Franklarda mülkün
ne olduğunu ya da topraktan faydalanmanın ne
demek olduğunu bilmek gerek.
M. Echard[237] salique sözünün ev anlamına
gelen sala kelimesinden çıktığını, salique toprağın da
eve ait toprak olduğunu ispatlamış bulunuyor. Ben
daha ileri gidip, Cermenlerde evin, eve ait toprağın
ne olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Tacitus, “Şehirde oturmazlardı” der, “Evlerinin
de birbirine bitişik olmasını istemezlerdi; bundan
ötürü de her ev sahibi evinin çevresinde küçük bir
alan ya da toprak parçası bırakır ve bunu bir çitle
çevirirdi.” Tacitus’un söyledikleri doğrudur. Çünkü
barbarların kanun metinlerinde, bu çitleri yıkanlara
ve evden içeri girenlere karşı çeşitli hükümler vardır.
Yine Tacitus’la Caesar’dan öğreniyoruz ki,
Cermenlerin işledikleri topraklar kendilerine yalnız
bir yıl için verilirdi; ondan sonra da yine kamunun
malı halini alırdı. Yurt olarak yalnız bir evleri, bir
de bu evlerin çevresinde çitle çevrilmiş toprak
parçaları vardı[238]. İşte erkek çocuklarına kalan bu
özel yurtlardı. Şimdi, evlenip başka yurtlara gelin
gittiklerine göre neden bu yurtlar kız çocuklarına
kalsın?
Demek oluyor ki salique toprak aslında bir
Cermenin evini çevreleyen topraktan başka bir şey
değildi; tek mülkü de bundan ibaretti. İstiladan
sonra Franklar yeni yeni topraklara sahip oldular
ama bu topraklara da salique toprak adını vermeye
devam ettiler.
Cermanya’da yaşadıkları süre Frankların
köleden, hayvan sürüsünden, attan, silahtan
vesaireden başka malları yoktu. Evle, evi çevreleyen
küçük toprak parçası, gayet doğaldır ki burada
oturacak olan erkek çocuklara verilirdi. Ama
istiladan sonra büyük toprak sahibi olunca,
kızlarıyla kızlarının çocuklarının, bu topraklardan
faydalanamamalarını pek ağır buldular. Bunun
sonunda da, miras dağıtılırken babanın kızlarını ve
kızlarının çocuklarını hatırlamasına imkân veren
bir gelenek kuruldu. Salique kanuna uyan kalmadı;
birtakım formüller ortaya atıldığına bakılırsa bu
hatırlamaların daha geniş bir şekil aldığı anlaşılıyor.
Bütün bu formüllerden yalnız bir tanesi benim
tuhafıma gider. Bir baba malını mülkünü
oğullarıyla kızlarına bölerken torunlarını da
unutmaz. Artık Salique kanun diye bir şey
kalmadığını, o çağlarda bile bu kanuna
uyulmadığını ya da miras bölünmesinde kızların
unutulmaması öyle bir gelenek halini almış ki
onların mirasçı sıfatlarının yadırganmadığını
anlıyoruz.
Salique kanunun amacı kızlarla erkekler
arasında bir fark gözetmek, ailenin, adın devamını
ya da yurdun intikalini gözetmek değildi. Bu gibi
şeyleri Cermenlerin kafası almazdı da ondan.
Doğrudan doğruya iktisadi bir kanundu bu; evi, evi
çevreleyen toprak parçasını, orada oturacak olan
erkek çocuğa, buna da en layık olan çocuğuna
bırakan bir kanundu bu.
Burada salique kanunun dillere destan olduğu
halde pek az kimse tarafından okunan o meşhur
metnini, Aleux’lerin[239] başlığını açıklamak yeter.
O da şu:
“1. Bir insan çocuğu olmadan ölürse babası ya
da anası onun mirasçısı olur. 2. Anası babası yoksa
kardeşi ya da kız kardeşi mirasına konar. 3. Bunlar
da yoksa anasının kız kardeşi mirasçı olur. 4.
Anasının kız kardeşi yoksa babasının kız kardeşine
kalır mirası. 5. Babasının kız kardeşi yoksa erkek
tarafından en yakın akrabası mirasına konar. 6.
Salique toprağın hiçbir parçası kız evlada düşmez,
yalnız erkek evlada düşer; yani yalnız erkek evlat
babasının mirasçısı olabilir.”
İlk beş maddenin çocuksuz ölen kişinin
mirasıyla ilgili olduğu apaçık görülüyor; altıncı
madde ise çocukları olan kimsenin mirasıyla ilgili.
Bir insan çocuğu olmadan öldü mü kanun,
erkek mirasçılarla kadın mirasçılar arasında bazı
şartlar dâhilinde bir tercih hakkı gözetiyor.
Verasetin ilk iki derecesinde erkeklerle kadınlara
verilen haklar eşittir; üçüncü ile dördüncü derecede
kadınlar, beşinci derecede ise erkekler tercih
edilmektedir.
Bu acayip hükümlerin temellerini ben
Tacitus’un kitabından çıkarıyorum. Tacitus der ki:
“Kız kardeş çocukları babaları tarafından ne kadar
sevilirse dayıları tarafından da o kadar sevilirler. Bu
sevginin bağlarını daha yakın, daha kutsal görenler
de vardır; nitekim böyleleri, rehine olarak, kız
kardeş çocuklarını tercih ederler.” Yine bundan
olacak, ilk tarihçilerimiz bize durmadan Frank
krallarının kız kardeşleriyle bunların çocuklarına
karşı duydukları sevgiden söz ederler. Kız kardeş
çocukları evin çocukları gibi görülürse, doğal olarak
çocuklar da teyzelerini anne gibi görürler.
Teyze halaya tercih edilirdi; bunun nedenini
salique kanunun başka hükümleriyle açıklamak
mümkündür: Bir kadın dul kalınca kocasının
akrabalarının vesayeti altına girerdi; bu vesayet için
kanun kadın tarafından akrabaları erkek tarafından
akrabalara tercih ederdi. Gerçekten de öyle, bir
aileye giren kadının, kendi cinsinden olan kişilerle
arkadaşlık ettiği için, erkek tarafından akrabalardan
çok kadın tarafından akrabalara bağlanması
doğaldır. Bundan başka, bir erkek başka bir erkeği
öldürdüğü zaman kendisine verilen para cezasını
ödeyemezse kanun, katilin bu cezayı malını
mülkünü terk etmek suretiyle ödemesine izin
verirdi. Malı mülkü de para cezasını karşılayamazsa
eksiğin akrabaları tarafından tamamlanması
gerekirdi. Babadan anadan ve erkek kardeşten
sonra, eksik kalanı teyze öderdi; sanki teyzelik
bağları ötekilerden daha derinmiş gibi; buna göre,
zarara uğratan akrabalık bağlarının bazı yararlar
sağlaması kadar doğal bir şey de olamazdı.
Baba öldüğü zaman çocukları varsa, salique
kanun, kızların salique mülkün verasetinden
yoksun edilmelerini, bu hakkın yalnız erkeklere
tanınmasını buyururdu.
Salique kanunun kızları bu haktan gelişigüzel
bir şekilde yoksun etmediğini, böyle bir şeyin ancak
erkek kardeşler isterlerse olabileceğini ispat etmek
benim için hiç de güç olmayacak. Şöyle ki:
l. Kadınların salique mülkten hiçbir şey
alamayacaklarını, bu mülkün yalnız erkeklere
kalacağını söyledikten sonra kendi kendini
yorumlayan salique kanun: “Yani” der, “Erkek evlat
babanın mirasına konar.”
2. Salique kanunun metni, Rhin ırmağı
kıyılarında oturan Frankların, salique kanun
hükümlerine son derece uygun bir bölümü bulunan
veraset kanunu tarafından tam manasıyla
açıklanmıştır.
3. Tümü Cermanya’dan çıkmış olan bu barbar
insan topluluklarının kanunları birbirlerini
yorumlamaktadır; hepsinin ruhu da aşağı yukarı
aynıdır. Saksonların kanunu baba ile ananın
mallarını mülklerini kızlarına değil, erkek
çocuklarına bırakmalarını, erkek çocukları yoksa
tümünü birden kızlarına bırakmalarını ister.
4. Bizim de salique kanun gereğince, kız
çocukların erkek çocuklar tarafından mirastan
yoksun edildiklerini gösteren iki eski düsturumuz
var; o da şu: Kızlar erkek kardeşleriyle rekabete
kalkıştılar mı mirastan yoksun edilirler.
5. Başka bir düstur da, kız çocuğun erkek torun
zararına mirasa konduğunu göstermektedir; şu
halde kız evlat yalnız erkek evlat tarafından
mirastan yoksun edilebilirdi.
6. Salique kanun gereğince kızlar, genel bir
şekilde mirastan yoksun edilmiş olsalardı, ilk
kuşaktaki kadınların malından mülkünden söz
eden tarihleri, düsturları ve tapu senetlerini
açıklamak imkânsız olurdu.
Salique yurdun bir tımar olduğunu söylemek de
yanlıştır. Çünkü: l. Kanunda bu bölüme Aleux adı
verilmiştir. 2. Başlangıçta tımarlar babadan oğla
geçmezdi. 3. Salique yurtla tımar bir olsaydı, tımar
veraset yoluyla erkek çocuğa bile geçmediğine göre,
kadınları bu yurda vâris olmak hakkından yoksun
eden geleneği Marculfe nasıl olur da
küçümseyebilirdi? 4. Salique yurtların tımar
olduğunu ispat etmek amacıyla ortaya atılan tapu
senetleri, bu yurtların sadece serbest mülk olduğunu
ispat eder. 5. Tımarlar istiladan sonra kurulmuştur;
salique gelenekler ise Franklar Cermanya’dan
ayrılmadan önce vardı. 6. Kadınların veraset
haklarını sınırlandırıp arkasından da tımar usulünü
ortaya atan salique kanun değildir; aksine,
kadınların veraset haklarını sınırlandırıp salique
kanunun hükümlerini değiştiren tımar usulünün
kuruluşudur.
Bütün bu söylediklerimizden sonra, Fransa
tahtına devamlı olarak erkek evladın geçişi, salique
kanunun bir sonucudur dersek kimse inanmaz;
inanmaz ama bunun böyle olduğundan da şüphe
edilemez. Barbar insan topluluklarının çeşitli kanun
metinlerine dayanarak bunu ispat etmek
mümkündür. Salique kanunla Burginyonların
kanunu, kız çocukları erkek çocuklarla ortaklaşa
baba mirasına konmak hakkından yoksun etmiştir;
bu nedenle çocuklar krallık tahtına da
oturamazlardı. Vizigotların kanunu ise aksine, kız
çocuklara erkek çocuklarla beraber baba mirasını
paylaşmak hakkını tanırdı; bundan ötürü de
kadınlar krallık tahtına oturabilirlerdi. Bu insan
topluluklarında siyasi kanun hükümleri medeni
kanun hükümlerinin etkisi altında kalmıştır.
Franklarda daha başka konularda da siyasi
kanun medeni kanunun etkisi altında kalmıştır.
Salique kanunun hükmüne göre, bütün erkek
kardeşler eşit haklarla baba yurdunun mirasçısı
olurlardı; Burginyonların kanunlarındaki hüküm
de böyleydi. Nitekim Franklarda olduğu gibi
Burginyonlarda da bütün erkek kardeşler
hükümdarlık tahtına vâris olmuşlardır; yalnız
Burginyonlarda bu yüzden birçok zorbalıklara,
cinayetlere, dolaplara başvurulmuştur.
Konu XXIII
Frank krallarının uzun saçları üzerine
Toprağı işlemeyen insan toplulukları lüksü
akıllarının köşesinden bile geçirmezler. Cermenlerin
sürdükleri o sade hayat hakkında bir kir edinmek
için Tacitus’u okumak yeter; onlar süs için şu ya da
bu sanata başvurmazlar, süsü doğrudan doğruya
doğada ararlardı. Başbuğlarının ailesi herhangi bir
belirtiyle kendini öteki ailelerden ayırmak isterse,
bunu, doğrudan doğruya doğada arayıp bulmak
zorundaydı: Frank, Burginyon ve Vizigot kralları
taç giymezler, yalnız saçlarını uzatırlardı.
Konu XXIV
Frank krallarının evlenmeleri üzerine
Toprağı işlemeyen insan topluluklarında evlilik
hayatının daha az istikrarlı olduğunu, erkeklerin
birkaç kere evlendiğini söylemiştim. Tacitus
“Ahlaklarının düşüklüğü yüzünden değil de sırf
soylulukları yüzünden birkaç kere evlenen bazı
kimseler bir yana bırakılırsa, barbarlar arasında bir
kadınla yetinenler aşağı yukarı yalnız Cermenlerdi”
diyor.
Bu da, ilk kuşaktaki kralların neden birkaç kere
evlendiklerini açıklamak için yeter. Bu evlenmeler
bir şehvet belirtisi olmaktan çok bir soyluluk belirtisi
sayılırdı. Böyle bir ayrıcalığı kralların elinden almak
onları en duyarlı yerlerinden vurmak demekti. Bu
da yine halkın bu konuda krallarını neden
kendilerine örnek almadıklarını açıkça gösterir.
Konu XXV
Childéric
Tacitus: “Cermenlerde evlilik son derece
ciddiye alınan bir kuruldu,” der. Zaten bu insan
topluluklarında kusurlar bile ciddiye alınırdı.
Baştan çıkarmak ya da baştan çıkmak onlarda bir
gelenek ya da bir yaşama tarzı olarak görülmezdi;
böyle bu derece kalabalık bir insan topluluğunda,
evlilik sözüne ihanet pek az görülen şeylerdendi.”
Bu da yine Childéric’in [240] kendi ülkesinden
neden kovulduğunu açıklamak için yeter: İstila
hareketinin değiştirmek için vakit bulamadığı
ağırbaşlı bir ahlak görüşüne aykırı davranışları vardı
da ondan.
Konu XXVI
Frank kurallarının erginliği üzerine
Toprağı işlemeyen barbar insan topluluklarının
bizim anladığımız manada toprakları yoktu; daha
önce de söylediğimiz gibi bunlar medeni hukuktan
çok devletler hukukuyla yönetilirlerdi. Şu halde
hemen her zaman silah taşımak zorundaydılar.
Nitekim Tacitus: “Cermenler,” der; “özel ya da
genel bir iş görecekleri zaman muhakkak üzerlerinde
silah bulundururlardı. Kanılarını, silahlarıyla
verdikleri işaretlerle belli ederlerdi. Silah taşıyacak
yaşa gelir gelmez topluma takdim edilirlerdi;
ellerine de hemen bir mızrak verilirdi. O andan
itibaren de çocukluk çağından çıkmış sayılırlardı; o
zamana kadar ailenin bir üyesi olan kişi, artık
cumhuriyetin bir üyesi sayılırdı.”
Ostrogotların kralı, “Kartallar, yavrularını,
kanatlarıyla pençeleri tamamıyla belirdikten sonra
beslemekten vazgeçerler” diyor. “Bizzat yiyeceklerini
sağlayacak çağa geldiler mi, yavru kartalların artık
başkalarına ihtiyacı kalmaz. Ordularımızda
bulunan delikanlıların, mallarını mülklerini bizzat
yönetecek, yaşayış tarzlarını bizzat düzenleyecek
çağda olmamaları üzücü bir şeydir. Gotlarda ergin
kişi demek faziletli insan demektir[241].”
Amcası Gontran, devleti bizzat yönetecek
yetkide olduğunu, bu durumda ergin
sayılabileceğini ilan ettiği zaman II. Childebert
henüz on beş yaşındaydı.
Rhin kıyılarında yaşayan insan
topluluklarında, on beş yaşın, silah taşıma
yetkisinin ve erginliğin bir arada yürüdüğünü
görüyoruz. “Rhin kıyılarında oturan bir insan
öldüğü ya da öldürüldüğü zaman bir erkek evlat
bırakmışsa, on beş yaşını bitirmeden ne o çocuk
hakkında kanuni kovuşturmada bulunulabilirdi, ne
de kendisi bir başkası hakkında kanuni
kovuşturmada bulunabilirdi; on beş yaşını
bitirdikten sonra ya kendini bizzat savunur ya da bu
işi yapsın diye bir şampiyon seçerdi.” Çocuğun,
mahkemede kendini savunacak kadar aklının,
savaşta da kendini savunacak kadar vücudunun
gelişmiş olması lazımdı. Adli kovuşturma sırasında
dövüşmenin de gelenek halini aldığı Burginyonlarda
erkekler yine on beş yaşında ergin sayılırlardı.
Agathias’ın söylediğine bakılırsa Frankların
silahları son derece ha fmiş. Şu halde onların da on
beş yaşında ergin olmaları mümkündü. Sonraki
çağlarda silahlar ağırlaştı. Din kitaplarımızla
romanlarımızdan da anlaşılıyor ki Charlemagne
zamanında bile silahlar bir hayli ağırlaşmıştı. Tımar
sahibi olanlar, dolayısıyla askerlik görevini yapmak
zorunda kalanlar ancak yirmi bir yaşında ergin
sayılırlardı.
Konu XXVII
Aynı konunun devamı
Cermenlerde erkek çocuğun on beş yaşından
önce kurultaya katılmadığını görmüştük; bu yaşta
olmayan kişi, cumhuriyetin değil ailenin bir üyesi
sayılırdı. Sırf bu yüzden, Orleans Kralı ve Burgonya
Fatihi Clodomir’in çocukları kral ilan edilemediler;
çok küçük oldukları için kurultaya takdim
edilmelerine imkân yoktu. Henüz kral değillerdi;
ama silah taşıyacak çağa gelir gelmez kral ilan
edileceklerdi. Bu süre içinde büyük anaları Clotilde
devleti yönetme işini üzerine aldı. Amcaları
Clotaire’le Childebert çocukları boğup krallığı
bölüştüler. Bu kötü örnek, sonradan, küçük
veliahtların babalarının ölümünden hemen sonra
kral ilan edilmelerine sebep oldu. Nitekim
Gondovald dukasının II. Childebert’i Chilpéric’in
zulmünden kurtarıp henüz beş yaşındayken kral
ilan ettiğini görüyoruz.
Bu büyük değişikliğe rağmen milletin ilk
görüşüne göre hareket etmekten geri kalmadılar:
Resmi belgelerin hiçbirinde çocuk kralların
imzalarını göremeyişimiz bunun böyle olduğunu
gösterir. Bu yüzden Franklarda iki yönlü bir
yönetim tarzı hüküm sürmüştür: Biri, doğrudan
doğruya çocuk kralın kişiliğini ilgilendiren bir
yönetim; öteki ise ülkeyi ilgilendiren bir yönetim;
tımarlarda da böylece, vasilikle adli vekillik adı
altında bir ikilik meydana geldi[242].
Konu XXVIII
Cermenlerde evlat edinme üzerine
Cermenlerde eli silah tutan kişinin ergin
sayıldığını görmüştük; yine böyle, ancak eli silah
tutan kişi evlat edinilebilirdi. Nitekim yeğeni
Childebert’i ergin ilan etmek, aynı zamanda da
evlat edinmek isteyen Gontran’ın ona, “Bu mızrağı,
ülkemi sana emanet ettiğimin delili olmak üzere
kabul et” dediğini, arkasından da kurultaya dönüp,
“Oğlum Childebert’in tam manasıyla bir erkek
olduğunu görüyorsunuz, kendisine itaat edin”
dediğini görüyoruz. Ostrogotların kralı éodoric,
Hérule’lerin kralını evlat edinmek istediği zaman
ona şöyle bir mektup yazmış: “Bizde eli silah
tutanların evlat edinilmesi geleneği çok güzel bir
gelenektir. Yalnız yiğit kişiler bize evlat olmaya
layıktır da ondan. Yiğitlikte öyle bir kuvvet vardır
ki, yiğit kişi utanç verici bir şeye katlanmaktansa
ölmeyi tercih eder. Böylece, milletlerarası geleneğe
uyarak, sırf yiğit bir kişi olduğunuz için, tarafınıza
gönderdiğimiz bu kalkanlar, bu kılıçlar ve bu atlarla
sizi evlatlığa kabul ettiğimizi gösteriyoruz.”
Konu XXIX
Frank krallarının kanlı hareketleri
Frank hükümdarları içinde Galya’yı istilaya
girişen yalnız Clovis olmamıştır. Akrabalarından
birçoğu bu ülkeye, özel aşiretlerin girmelerini
sağlamışlardır ama Clovis daha büyük başarılar elde
ettiği, peşi sıra gelenlere de daha büyük çıkarlar
sağladığı için, çeşitli Frank aşiretleri ona katılmışlar,
öteki başbuğlar da kendilerinde, ona karşı koyacak
kadar kuvvet bulamamışlardır. Clovis bütün hısım
akrabasını ortadan kaldırmayı tasarlamış, bu
tasarısını uygulamakta da güçlük çekmemiştir.
Grégoire de Tours der ki: “Clovis, Frankların başka
bir başbuğ seçmelerinden korkardı. Çocuklarıyla
torunları da onun bu davranışını ellerinden geldiği
kadar uygulamaya çalıştılar. Kardeşin, amcanın,
yeğenin, hatta oğlun, babanın bile bütün aileye karşı
gizliden gizliye önlem aldığı görülmüştür. Kanun
durmadan ülkeyi bölüyordu; korku, mevki
düşkünlüğü ve zorbalık ise ülkeyi birleştirmeye
çalışıyordu.”
Konu XXX
Franklarda millet kurultayları üzerine
Toprağı işlemeyen insan topluluklarında
kişinin fazlasıyla hür olduğunu söylemiştik.
Cermenlerin durumu da böyleydi. Tacitus,
Cermenlerin krallarına ya da başbuğlarına son
derece ılımlı bir egemenlik verdiklerini söyler;
Caesar da barış sırasında, Cermenlerin topunun
birden davalarına bakan hâkimleri olmadığını, her
kasabada adalet işlerini doğrudan doğruya
prenslerin yönettiğini söyler. Nitekim Frankların,
Cermanya’da kaldıkları süre, Grégorie de Tours’un
da makul bir şekilde açıkladığı gibi, başlarında bir
kralları olmadığını görüyoruz.
Tacitus, “Başbuğlar küçük problemleri, milletin
tümü ise büyük problemleri inceleyip karara
bağlarlardı; bununla beraber, milletin inceleyip
karara bağladığı problemler ancak başbuğların
onayından geçtikten sonra kesinleşirdi” der. Bu
gelenek, bütün anıtlarda görüldüğü gibi istiladan
sonra da devam etmiştir.
Yine Tacitus, “Temel suçları kurultayın
huzuruna götürmek de mümkündü” der, “İstiladan
sonra da bu gelenek devam ettirilmiş, milletin
büyükleri bu kurultaylar tarafından yargılanmıştır.”
Konu XXXI
İlk kuşakta keşişlerin nüfuzu
Barbar insan topluluklarında keşişlerin genel
olarak nüfuz ve saygınlığı vardır. Bir yandan din,
öte yandan bu gibi insan topluluklarında mevcut
olması gereken boş inançlar onlara bu nüfuz ve
saygınlığı sağlar da ondan. Nitekim Tacitus’un,
Cermen topluluklarında keşişlerin son derece saygın
kişiler olduğunu, kurultaylarda düzeni bunların
sağladıklarını söylediğini görüyoruz. Azarlamak,
suçlunun elini kolunu bağlamak, dövmek yetkisi
yalnız keşişlerin hakkıydı. Bunu yaparken de ne
hükümdardan emir aldıkları için yaparlardı, ne de
herhangi bir ceza vermek için. Sadece, savaşan
kişilere daima yol gösteren tanrısal bir ilhamdan
kuvvet alıyormuş gibi davranırlardı.
Bunun içindir ki, ilk kuşağın başından itibaren
piskoposların mahkeme kararlarında hakemlik
ettiklerini, millet kurultaylarında yer aldıklarını,
kralların kararlarına kuvvetle etki yaptıklarını,
bunca mal mülk sahibi olduklarını görünce
şaşmamak lazım.
ON DOKUZUNCU KİTAP
Bir milletin genel ruh durumunu,
ahlakını ve davranışlarını meydana
getiren ilkelerle ilgisi bakımından
kanunlar üzerine
Konu I
Bu kitabın konusu üzerine
Bu konu son derece geniştir. Bundan ötürü de
ben, aklıma gelen bir sürü düşünce arasında,
olaylardan çok olayların düzenine dikkat edeceğim.
Sağa sola başvurmak, derinlere inmek, kendimi
aydınlatmak zorundayım.
Konu II
En iyi kanunlar için bile kafaların iyice
hazırlanmış olmasının gerekliliği üzerine
Cermenlerin en ağırına giden şey, Varus
mahkemesi olmuştu[243]. Justinanus’un kral
katillerini yargılamak üzere Lazien’lerin[244]
ülkesinde kurduğu mahkeme onlara dehşet verici ve
barbar bir şey olarak görünmüştü. Mithridate,
Romalılar aleyhinde söylediği bir nutukta onları
özellikle adalet işlerinde gösterdikleri
kırtasiyecilikten ötürü yerer. Parthe’ler, Roma’da
yetiştiği için son derece alçakgönüllü olan, herkesle
görüşüp temas eden krallarını bir türlü
sevememişlerdi[245]. Hürriyetten faydalanmaya
alışık olmayan insan topluluklarına, hürriyet,
katlanılamaz bir şey olarak görünürdü. İşte böyle,
hayatlarını bataklıklarda geçirenlere temiz hava
bazen zararlı olur.
Balbi adında bir Venedikli Pégu’ye [246] gittiği
zaman kralın huzuruna çıkmış. Venedik’te kral diye
bir şey olmadığını öğrenince Pégu kralı öyle bir
kahkaha atmış ki, adamcağızın nefesi tıkanmış,
adamlarıyla konuşmak için bir hayli güçlük çekmiş.
Bu çeşit insan topluluklarına hangi kanun koyucu
bir halk hükümeti teklif edebilir?
Konu III
Tiranlık üzerine
İki çeşit tiranlık vardır: Birincisi hükümetin
şiddet kullanmasıdır ki, buna gerçek tiranlık
diyeceğiz; ikincisi kanı tiranlığıdır ki, bu da, milleti
yönetenler, milletin düşünüş tarzına aykırı şeyler
ortaya attıkları zaman kendini gösterir.
Dion’un dediğine bakılırsa Augustos kendisine
Romulus denmesini istemiş ama halkın, bundan
yararlanarak kendisini kral ilan etmesinden
korktuğunu öğrenince bu krinden vazgeçmiş. İlk
Romalılar kral istemezlerdi; böyle bir egemenliğe
tahammülleri yoktu; Augustos zamanında yaşayan
Romalılar da kral istemezlerdi ama sırf,
davranışlarına katlanamadıkları için. Caesar olsun,
triumvir’ler olsun, Augustos olsun, gerçekten kral
oldukları halde eşitliğin dış görünüşlerinin tümünü
birden korumuşlardı; özel hayatları ise o çağlarda
yaşayan kralların sürdükleri muhteşem hayatla
âdeta tezat teşkil ederdi. Romalılar kral
istemediklerini söyledikleri zaman, dilekleri,
kendilerini yöneten kişilerin o sade yaşayış tarzlarını
korumalarıydı; onların Afrika ile doğudaki
hükümdarların yaşayış tarzlarına uymalarını
istemezlerdi.
Dion’un dediğine bakılırsa, çıkardığı bazı ağır
kanunlardan ötürü Augustos’la Romalıların arası
açılmıştı ama Augustos, ortalığı karıştıranlar
tarafından kovulan aktör Pylade’ın tekrar şehre
dönmesine izin vermiş ve böylece halkın gönlünü
almayı başarmıştı. Görülüyor ki böyle bir millet,
tiranlığın yankılarını, kanunlarının tümü elinden
alındığı zaman değil, daha çok bir aktör kovulduğu
zaman duyuyor.
Konu IV
Genel alanda kafa düzeni nedir
İnsanları yöneten şeylerin sayısı çoktur: İklim,
din, kanunlar, yönetim biçimi, geçmişten alınan
dersler, ahlak ve davranışlar; bütün bunlardan da
genel anlamda kafa düzeni meydana çıkar.
Bir millette bu nedenlerden bir tanesi kuvvetli
oldu mu ötekiler o ölçüde ortadan kalkar. Vahşi
insan toplulukları üzerinde hemen yalnız doğayla
iklimin bir etkisi vardır. Çinlileri yöneten
davranışlardır; kanunlar Japonları baskı altında
tutar; evvelce Lakedemonyalılara yol gösteren
ahlaktı; Romalılara yol gösteren de hükümet
şekliyle eski geleneklerdi.
Konu V
Bir milletin kafasını değiştirmekte
ne dereceye kadar titizlik göstermeli
Yeryüzünde, toplum hayatından hoşlanan,
hayatın tadını çıkartan, düşüncele rini zevkle ve
kolaylıkla şuna buna açabilen, içi dışı bir olan bir
millet[247]; canlı, hoş, neşeli, bazen kayıtsız, çoğu
zaman da meraklı olan bir millet; bununla beraber,
cesur, merhametli, mert olan, aynı zamanda onur
duygusundan da yoksun olmayan bir millet varsa,
böyle bir milletin faziletlerini yitirmesi için ortaya,
davranış tarzını engelleyecek kanunlar atmaya
lüzum yoktur. Genel olarak karakteri iyiyse, birkaç
kusuru olmuş bundan ne çıkar?
Kadınları baskı altında tutmak için bazı
önlemlere, ahlaklarını düzeltmek, lükse olan
düşkünlüklerini sınırlandırmak için de bazı
kanunlara başvurmak mümkündür ama bunun
sonunda, milletin gelir kaynağı olan bir çeşit zevkin,
yabancıları kendi ülkesine çeken bir zarafetin
ortadan kalkmayacağını kim sağlayabilir?
Hükümetin ilkelerine aykırı olmadığı zaman
milletin kafasına uymak kanun koyuculara düşer;
çünkü hiçbir şeyi, doğal dehamıza uymak suretiyle
rahat ve serbest bir şekilde yaptığımız şey kadar iyi
yapamayız.
Doğası bakımından neşeli olan bir millet
bilgiçliğe doğru yönlendirilirse, devletin bundan ne
kendi içinde bir kazancı olur ne de kendi dışında.
Bırakın böyle bir milleti, havai işleri ciddiyetle,
ciddi işleri de neşeyle yapsın.
Konu VI
Her şeyi düzeltmenin doğru olmayacağı üzerine
Hakkında bir kir vermeye çalıştığımız millete
benzeyen bir millete mensup bir soylu, “Bizi
olduğumuz gibi bıraksınlar” diyordu. “Doğanın
düzeltmediği hiçbir şey yoktur. Doğa bizi, herhangi
bir kimseyi kıracak, herhangi bir konuda suç
işleyecek kadar kötü yaratmış olabilir ama bu
kötülüğü, toplum hayatından aldığımız zevki ve
özellikle kadınlarla olan ilişkilerimizden aldığımız
zevki ilham etmek suretiyle benliğimize aşıladığı
nezaketle gidermiştir.
Bıraksınlar bizi olduğumuz gibi kalalım. Apaçık
özelliklerimiz, içimizde mevcut bir ölçüde kötülükle
birleşince, ikisi birden, toplum hayatından
aldığımız zevki engelleyecek kanunların yersizliğini
daha açık bir şekilde ortaya koyar.”
Konu VII
Atinalılarla Lakedemonyalılar üzerine
Aynı soylu sözlerine devamla; “Atinalılar, az
çok bizim milletimize benzeyen bir milletti”
diyordu. “İş görürken bile neşeli kişilerdi; tiyatroda
olduğu gibi kürsüden savrulan bir nükte de
hoşlarına giderdi. Topluluklarda gösterdikleri
canlılığı, verdikleri kararları uygularken de
gösterirlerdi. Lakedemonyalılar doğaları
bakımından ağırbaşlı, ciddi, kuru ve sessiz kişilerdi.
Bir Atinalının canını sıkarsanız iş beklemeyin
ondan; bir Lakedemonyalıyı eğlendirmeye
kalkarsanız aynı şekilde ondan da hiçbir iş
beklemeyin.”
Konu VIII
Toplum hayatına olan eğilimin sonuçları
İnsanlar birbirleriyle ne kadar temasta olurlarsa
davranışlarını da o kadar kolay değiştirirler; çünkü
her kişi, bir başka kişi için yeni bir varlık sayılır;
kişilerin özelliklerini görmek ise daha kolaydır. Bir
milleti başka bir milletle ilişkiye yönelten iklim, o
milletin değişmeyi sevmesini de sağlar; bir milletin
değişmeyi sevmesi ise o milletin zevklerinin teşekkül
etmesine sebep olur.
Kadınlarla ilişki ahlakı bozar ama zevkin
meydana gelmesini sağlar. Başkalarından daha çok
hoşa gitmek kaygısı, süse olan eğilimi artırır; hatta
olduğundan fazla görünüp daha da hoşa gitmek
isteği modayı meydana getirir. Moda dediğimiz şey
çok önemli bir şeydir. Ha f ve boş şeylere olan
düşkünlükleri arttıkça insanlar, moda ticaretinin
çeşitli dallarını durmadan geliştirirler[248].
Konu IX
Milletlerin büyüklükleriyle kendilerini
beğenmişlikleri üzerine
Bir hükümetin işlemesinde, büyüklük ne kadar
yararlıysa kendini beğenmişlik de o kadar zararlıdır.
Bunun böyle olduğunu anlamak için bir yandan
büyüklüğün meydana getirdiği sayısız nimetleri,
lüksü, endüstriyi, sanatları, modayı, nezaketi,
zevki; öte yandan, bazı milletlerin kendini
beğenmişliğinden doğan sayısız kötülükleri,
tembelliği, yoksulluğu, vurdumduymazlığı,
rastlantının egemenlikleri altına düşürdüğü
milletlere verdikleri zararları, hatta kendi
kendilerine verdikleri zararları göz önünde
bulundurmak lazım. Tembellik kendini
beğenmişliğin, çalışkanlık ise büyüklüğün
sonucudur. Bir İspanyolun kendini beğenmişliği onu
çalışmamaya yöneltir; bir Fransızın büyüklüğü ise
onu başkalarından daha çok çalışmaya yöneltir.
Tembel millet asık suratlı olur; çalışmayan
insanlar kendilerini, çalışan insanların efendileri
sanırlar da ondan.
Bütün milletleri şöyle bir inceleyin; çoğunda,
asık suratlılığın, kendini beğenmişliğin ve
tembelliğin aynı derece gelişmiş olduğunu
görürdünüz.
Achim’liler kendini beğenmiş ve tembel
kişilerdir. Kölesi olmayan kişi, sırf iki pentlik bir
pirinç torbasını yüz adımlık bir yere götürsün diye
bir köle kiralar; kendisi götürürse onurundan bir
şeyler yitireceğini sanır da ondan.
Şu yeryüzünde öyle ülkeler vardır ki kişiler sırf
çalışmadıklarını göstermek için tırnaklarını
uzatırlar.
Hindistan’da kadınlar okuma yazma
öğrenmeyi kendileri için ayıp sayarlar.
“Tapınaklarda ilahi söyleyen kölelerin işidir bu”
derler. Yine Hindistan’da bakarsınız bir kasttan
olan kadınlar iplik eğirmezler; başka bir kasttan olan
kadınlar yalnız sepet ve hasır örerler, pirinç
ayıklamayı bile küçültücü bir iş olarak görürler;
başka kastlarda su taşımak bile kadınlar için ayıp
sayılır. Kendini beğenmişlik, kurallarını
yerleştirmiştir oraya; uymak gerek onlara. Manevi
meziyetlerin başka meziyetlerle birleşmek suretiyle
çeşitli sonuçlar meydana getirdiğini söylemeye
lüzum görmüyorum. Böylece, kendini beğenmişlik,
geniş ölçüde bir tutku ile düşüncelerin büyüklüğüyle
birleşince Romalılarda, hepimizin bildiği sonuçları
meydana getirdi.
Konu X
İspanyollarla Çinlilerin karakterleri üzerine
Milletlerin karakterleri çeşitli fazilet ve
kötülüklerin çeşitli meziyet ve kusurların
karmasından meydana gelir. En mutlu karmalar,
çoğu zaman, kişinin aklından bile geçirmediği
büyük iyiliklere sebep olan karmalardır; bunların
yanı başında yine kişinin aklının kenarından bile
geçirmediği büyük kötülüklere yol açan karmalar
vardır.
İspanyolların iyi niyeti öteden beri bütün
dünyaya ün salmıştır. Justin bize, İspanyolların
kendilerine emanet edilen şeyleri korumak
hususunda gösterdikleri bağlılıktan söz eder; ser
verip sır vermediklerini söyler. Vaktiyle gösterdikleri
bu bağlılığı bugün de göstermektedirler. Cadix’te
ticaretle uğraşan bütün milletler servetlerini hiç
çekinmeden İspanyollara emanet ederler; bundan
pişmanlık duyduklarını gören de olmamış şimdiye
kadar. Ama onların bu üstün özellikleri
tembellikleriyle birleşince kendilerine bile zararı
dokunan bazı sonuçlar meydana getirmekten geri
kalmaz: Örneğin, ülkelerindeki ticaret hayatı
Avrupa’nın öteki ülkelerinden gelen insanların eline
geçmiştir bugün; hem de gözlerinin önünde olup
bitmiştir bu iş.
Çinlilerin karakteri ise, İspanyolların
karakteriyle çelişme teşkil eden bir karmadan
meydana gelmiştir. Hayatlarında istikrar olmadığı
için, korkunç denecek derecede çalışkan olurlar;
bundan başka öylesine kazanca ve paraya düşkün
insanlardır ki Çinliler, hiçbir milletin onlara güveni
yoktur. Herkesin bildiği bu güvensizlik sayesinde
Japonya’nın bütün ticaretini ellerine almışlardır;
kuzeydeki bazı kıyı eyaletlerinin gösterdiği
kolaylıklara rağmen Avrupalı hiçbir tacir Çinliler
adına bu ticarete el koymaya cesaret edememiştir.
Konu XI
Düşünce
Bütün bunları, özelliklerle kusurlar arasındaki
sonsuz aralığı azaltmak ya da kapatmak için
söylemedim. Böyle bir şeyi Tanrı yazdıysa bozsun!
Ben sadece, siyasi kusurların tümünün aynı
zamanda manevi kusur olarak görülemeyeceğini,
manevi kusurların tümünün de siyasi kusur olarak
görülemeyeceğini anlatmak istedim; genel kafa
düzenini zedeleyecek kanunları yapanların
bilmezlikten gelemeyecekleri bir şeydir bu.
Konu XII
Zorba devlette davranışlarla gelenekler üzerine
İstibdatla yönetilen bir ülkede geleneklerle
davranışlarda hiçbir değişiklik yapılmaması temel
kurallardan biridir; hiçbir şey böyle bir değişiklik
kadar büyük bir süratle ihtilale sebep olamaz. Bu
çeşit ülkelerde kanun diye bir şey yoktur da ondan;
sadece, geleneklerle davranışlar vardır; bunları
yıktınız mı her şeyi yıkmış olursunuz.
Kanunlar yerleşir; gelenekler ilham yoluyla
gelir; gelenekler daha çok genel kafa düzenine,
kanunlar ise daha çok özel bir kurula bağlıdır. Genel
kafa düzenini yıkmak ise özel bir kurulu değiştirmek
kadar, hatta ondan daha çok tehlikelidir.
Üst olarak da ast olarak da herkesin, hem
yürüttüğü hem de boyunduruğu altında inlediği
key bir hükümette halk birbiriyle, bütün
sını arında hürriyetin hüküm sürdüğü bir
hükümettekinden daha az temastadır. Demek
oluyor ki orada davranışlarla geleneklerde daha az
değişiklik yapılır. Daha sabit davranışlar kanunlara
daha yakın olur. Şu halde, bir hükümdarın ya da bir
kanun koyucunun orada, davranışlarla geleneklere
yeryüzünün herhangi bir ülkesinden daha az aykırı
hareket etmesi gerekir.
Orada kadınlar genel olarak kapalı yaşarlar;
modaya önayak olmalarına imkân yoktur.
Kadınlarla erkeklerin bir arada yaşadıkları öteki
ülkelerde bir yandan kadınların erkeklerin hoşuna
gitmek istekleri, öte yandan erkeklerin kadınların
hoşuna gitmek istekleri, durmadan davranışların
değişmesini gerektirir. Erkeklerle kadınlar
birbirlerini şımartırlar; tara ar belirli ve temelli
özelliklerini yitirirler; kesin olan şeye key görüş
karışır; davranışlar da bu yüzden her gün değişir.
Konu XIII
Çinlilerin davranışları üzerine
Gelelim Çin’e; işte size, davranışların
yıkılmasına, yok edilmesine imkân olmayan bir
ülke. Orada kadınlar erkeklerden ayrı yaşarlar ama
okullarında ahlakla beraber davranış tarzını da
öğrenmekten geri kalmazlar. Aydın bir kişiyi orada
selam veriş tarzından tanımak mümkündür. Bu
şeyler, ağırbaşlı öğretmenler tarafından ders olarak
verildi mi, ahlak ilkeleri gibi kafalarda yer eder, bir
daha da değişmez.
Konu XIV
Bir milletin gelenekleriyle davranış
tarzlarını değiştirmek için doğal çareler nelerdir
Kanunların, kanun koyucular tarafından
meydana getirilmiş özel kurullar olduğunu
söylemiştik; geleneklerle davranış tarzları da genel
olarak milletlerin meydana getirdikleri kurullardır.
Bunun içindir ki bir milletin gelenekleriyle davranış
tarzlarını değiştirmek istediğimiz zaman bu işi
kanuna başvurmadan yapmamız gerekir. Tersi,
millete şiddetli bir davranış gibi gelir; en iyisi,
mevcut geleneklerle davranış tarzları yerine başka
gelenekler, başka davranış tarzları bulup koymaktır.
Böylece bir hükümdar, ülkesinde büyük değişiklikler
yapmak istediği zaman kanunlarla yerleşmiş olan
şeyleri yine kanunlarla, geleneklerle yerleşmiş olan
şeyleri yine geleneklerle değiştirmeli. Geleneklerle
değiştirilmesi gereken şeyleri kanunlarla değiştirmek
çok kötü bir politikadır.
Rusları sakallarıyla entarilerini kesmeye
zorlayan kanunla, şehirlere girenlerin entarilerini
diz kapaklarına kadar kestirten büyük Petro’nun bu
konuda gösterdikleri sertlik işkenceden başka bir şey
değildi. Suçu önlemek için, ceza adını verdiğimiz
çareler vardır; bunun gibi davranış tarzlarını
değiştirmek için de elimizde, örnek dediğimiz çareler
vardır.
Bu milletin çabuk ve kolay bir şekilde medeni
dünyaya ayak uydurması, hükümdarın kendi
milleti hakkında çok kötü bir kanısı olduğunu,
bizzat onun dediğini söylüyorum, bu insanların
hayvan olmadığını gösterdi. Başvurduğu şiddet
politikasına gerek yoktu; tatlı ve yumuşak
davranışlarla da pekâlâ amacına ulaşabilirdi.
Bu değişikliklerin ne kadar kolay olduğunu
bizzat kendi kişiliğinde de denedi. Kadınlar kapalı
bir hayat, âdeta bir köle hayatı sürerlerdi; hepsini
sarayına davet edip Alman kadınları gibi giydirdi,
elbiselerinin kumaşlarını kendisi alıp gönderdi.
Kadınlar, önce, kendi zevklerini, gururlarını ve
tutkularını okşayan bir yaşayış tarzının tadına
vardılar, sonra da bu yaşayış tarzını erkeklere
tattırdılar.
Değişikliğin kolay olmasının başka bir nedeni
de, o zamanki geleneklerin iklime aykırı oluşu,
Ruslara bu geleneklerin istila yoluyla çeşitli insan
toplulukları tarafından getirilmiş olmasıydı.
Bundan ötürü büyük Petro, Avrupalı bir millete
Avrupalı usulü yaşama imkânlarını vermek istediği
zaman, kendisinin bile ummadığı kolaylıklarla
karşılaştı. İklimin etkisi bu konuda bütün etkilerin
başında gelir.
Şu halde, milletin gelenekleriyle davranış
tarzını değiştirmesi için çarın kanunlara ihtiyacı
yoktu. Başka gelenekleri, başka bir davranış tarzını
telkin etmesi yeterdi.
Genel olarak milletler alışkanlıklarına son
derece düşkün olurlar; şiddete başvurarak onları
bundan yoksun etmek, felakete sürüklemek
demektir. Şu halde, bu alışkanlıkları zorla
değiştirmeye kalkmaktansa, milleti bizzat bu
değişikliği yapmak ihtiyacını duyacak bir duruma
getirmeli.
Bir zorunluluk sonucu olmayan ceza, ne olursa
olsun bir işkencedir. Kanun, yalnız kuvvet işi
değildir; nitelikleri bakımından kanunla ilgisi
olmayan şeyler onun çevresine giremez.
Konu XV
Aile yönetiminin siyasi yönetim üzerine etkisi
Kadınların yaşayış tarzındaki değişiklik hiç
şüphe yok ki Rusların hükümet şeklini de
etkilemiştir. Her şey aşırı derecede birbirine bağlıdır:
Hükümdarın zorba yönetimi kadınların köleliğiyle,
kadınların hürriyeti ise saltanat hükümetinin
ruhuyla doğal olarak bağdaşır.
Konu XVI
Nasıl oldu da bazı kanun koyucular,
insanları yöneten ilkeleri birbirine karıştırdılar
Milletlerin gelenekleriyle davranış tarzları,
kanunların yerleştirmediği ya da yerleştirmek
istemediği alışkanlıklardır.
Kanunlarla gelenekler arasında şöyle bir ayrılık
vardır: Kanunlar vatandaşların davranışlarını,
gelenekler ise insanların davranışlarını düzenler.
Geleneklerle davranış tarzları arasında da şöyle bir
ayrılık vardır: Gelenekler daha çok kişinin iç
yönetimiyle, davranış tarzları ise daha çok kişinin
dış yönetimiyle ilgilidir.
Bir devlette bazen bütün bunlar birbirine
karışır. Lykurgos, kanunlar, gelenekler ve davranış
tarzları üzerine bir metin düzenlemiş; Çin’deki
kanun koyucular da buna benzer bir şey meydana
getirmişlerdir.
Lakedemonya ile Çin’deki kanun koyucular,
kanunlarla gelenekleri ve davranış tarzlarını
birbirine karıştırmışlarsa buna şaşmamak lazım:
Gelenekler kanunları, davranış tarzları da
gelenekleri temsil eder de ondan.
Çinli kanun koyucuların başlıca amacı milleti
huzur içinde yaşatmaktı. İnsanların birbirlerine
aşırı derecede saygı göstermelerini, her insanın
başkalarına çok şey borçlu olduğunu her an
hissetmesini, her vatandaşın her bakımdan başka
bir vatandaşa bağlı olduğunu bilmesini isterlerdi.
Bundan ötürü de medeni davranış kurallarına çok
geniş bir yer vermişlerdi.
Böylece Çin’de, köylülerin bile birbirlerine karşı
yüksek sını ara mensup kişiler gibi davrandıklarını
görüyoruz. İnsanlara yumuşaklık ilham etmek, halk
arasında huzur ve düzen kurmak, kabalıktan
doğacak bütün kusurları ortadan kaldırmak için
mükemmel bir çaredir bu. Gerçekten de öyle,
medeni davranış kurallarından uzaklaşıp
kurtulmak, kişinin, kusurlarını daha rahat bir
şekilde ortaya koymak isteği değildir de ya nedir?
Bu bakımdan medeni davranış nezaketten
daha iyidir. Nezaket başkalarının kusurlu yanlarını
okşayıp geliştirir, medeni davranış ise kendi
kusurlarımızı ortaya koymamıza engel olur:
İnsanların birbirlerini bozmamak için aralarına
koydukları bir engeldir o.
Kurulları son derece ağır olan Lykurgos
davranış tarzına ait kuralları ortaya attığı zaman,
amacı medeni davranış tarzını düzenlemek değildi:
Amacı, milletine aşılamak istediği cengâverlik
ruhuydu. Durmadan düzelten ya da durmadan
düzeltilen, durmadan ders veren ya da ders alan
kişiler, aynı zamanda hem sade hem de sert
görüşleri olan kişiler, birbirlerine karşı
davranışlarında saygıdan çok fazilet gösterisinde
bulunurlardı.
Konu XVII
Yalnız Çin hükümetinde görülen özel bir meziyet
Çin’deki kanun koyucular daha da ileri gidip,
dini, kanunları, gelenekleri ve davranış tarzını
birbirine karıştırdılar; tümüne birden ahlak, fazilet
adını verdiler. Bu dört noktaya uymak bir çeşit din
halini aldı. İşte Çin hükümeti bu dine tam
manasıyla uymak suretiyledir ki gerçek zafere ulaştı.
Halk, bütün gençliğini bunları öğrenmekle, hayatını
da bunları uygulamakla geçirdi. Aydınlar bunları
öğretti, memurlar devamlı olarak bunlardan söz
açtı. Bu din, küçük büyük bütün davranışları içine
aldığı için, uygulanması tam manasıyla sağlandığı
zaman Çin ülkesi iyi bir şekilde yönetilmeye
başlandı.
İki şey, bu dini, Çinlilerin kalplerine ve
kafalarına kolaylıkla işledi: Bunlardan birincisi son
derece karışık olan yazı tarzlarıdır. Çinliler
hayatlarının uzun bir bölümünü okuma öğrenmekle
hem de bu dinin kurallarını içine alan kitapları
okuyarak öğrenmek suretiyle geçirirlerdi; ikincisi, bu
din kurallarının manevi bir yanı olmayışıydı;
herkesin kolaylıkla anlayıp uygulayabileceği şeylerdi
bunlar. Bundan ötürü de kafalara, manevi anlamı
olan bir şeyden daha kolay girip yerleşebiliyordu.
Milleti din kurallarıyla yönetecek yerde
işkenceye başvuran hükümdarlar, işkenceye, yetkisi
içine girmeyen bir iş gördürmek, insanlara bir ahlak
vermek istediler. İşkence, ahlakı bozulduğu için
kanunlara aykırı davranan bir vatandaşı
toplumdan atabilir ama herkesin ahlakı bozulursa,
topluma yeni bir ahlak aşılayabilir mi? İşkence,
bütün topluma zarar veren bir kötülüğün
sonuçlarını durdurabilir ama bu kötülüğü ortadan
kaldıramaz. Nitekim Çin hükümetinin ilkeleri
ortadan kalkınca, ahlak yok olunca, devlet anarşi
içinde kaldı; yer yer ayaklanmalar, ihtilaller baş
gösterdi.
Konu XVIII
Önceki konudan çıkartılacak sonuç
Bundan da anlıyoruz ki Çin, kanunlarını,
istilalar yüzünden yitirmiş değildir. Davranış tarzı,
gelenekler, kanunlar ve din, hep bir olduğu için
bütün bunları aynı zamanda değiştirmek
imkânsızdır. Yenenin ya da yenilenin değişmesi
gerektiğinden, Çin’de hep yenenin değişmesi gerekti;
çünkü yenenin gelenekleri davranış tarzıyla aynı
değildi; davranış tarzı kanunlarıyla, kanunları da
diniyle aynı değildi; bundan ötürü de Çin’in,
kendisini yenen millete değil, yenen milletin Çin’e
uyması, yavaş yavaş uyması daha kolay oldu.
Yine bunun çok üzücü bir sonucu var ki o da,
Hristiyanlığın Çin’de yerleşmesinin hemen hemen
imkânsız oluşudur. Bakir kalmak için edilen
nezirler, kadınların kiliselerde toplanması, din
adamlarıyla zorunlu temasları, kutsal törenlere
katılmaları, günah çıkarma işi, ölüm döşeğinde dini
törene tabi olma işi, yalnız bir kere evlenme
meselesi, bütün bunlar ülkenin gelenekleriyle
davranış tarzını altüst eder, aynı zamanda dini de
ülkenin kanunlarını zedeler.
Hristiyanlık, sevgi ve merhameti telkin etmek,
dini törenlerin herkese açık olmasını sağlamak,
kutsal törenlere herkesin katılmasına izin vererek
her şeyin birleşmesini ister gibi görünmektedir. Oysa
Çin’deki din her şeyin ayrılmasını buyurur gibidir.
Bu ayrılığın istibdat kafasının sonucu olduğunu
görmüştük; hal böyle olunca, saltanat hükümetinin
ya da herhangi bir ılımlı hükümet şeklinin Hristiyan
diniyle daha kolaylıkla bağdaşmasının
nedenlerinden birini de burada aramak
gerekir[249].
Konu XIX
Nasıl olmuş da Çin’de dinler, kanunlar,
gelenekler ve davranış tarzları birleşebilmiş
Çin’de kanun koyucuların hükümet kurarken
güttükleri başlıca amaç, imparatorluğun huzuru
olmuştur. Bu düşünce ile de babalara saygı telkin
etmenin yeteceğini sanmışlar, bütün kuvvetlerini bu
yana yönetmişlerdir. Babaları, yaşadıkları süre
olduğu gibi öldükten sonra da saymayı ve sevmeyi
sağlayacak birçok ayinler ve törenler ortaya
atmışlardır. Yaşadıkları süre sayılıp sevilmedikleri
takdirde babaların ölümlerinden sonra da sayılıp
sevilmeleri imkânsız görülürdü. Ölü babalar için
törenler daha çok dinle ilgili törenlerdi. Hayattaki
babalar için yapılan törenlerin ise daha çok
kanunlarla, geleneklerle ve davranış tarzlarıyla ilgisi
vardı ama bütün bunlar aynı yasanın bölümleriydi;
bu yasa ise son derece genişti.
Babalara gösterilen saygı, yaşlılara,
öğretmenlere, memurlara, imparatorlara, yani
babanın yerini tutabilecek kişilerin tümüne zorunlu
olarak gösterilirdi. Babaya gösterilen bu saygı,
çocuklara da sevgiyi gerektirirdi. Bunun sonucu
olarak da ihtiyarların gençleri, memurların
kendilerine bağlı olan kişileri, imparatorun da
tebaasını sevmesi zorunlu bir hal alırdı. Bütün
bunlar yasaları, bu yasalar da milletin genel kafa
düzenini meydana getirirdi. Şimdi artık, görünüşte
hiç ilgisi yokmuş gibi sandığımız şeylerin, Çin’in
temel yapısıyla nasıl ilgili olduğunu açıkça
görmemiz mümkündür. Bu imparatorluk bir aile
yönetimi düşüncesi üzerine kurulmuştur. Babanın
yetkisini kısarsanız, ya da bu yetkiye duyulan
saygının ifadesini, yani törenlerin sayısını
kısarsanız, baba yerine konan memurlara karşı
duyulan saygıyı da kısmış olursunuz; memurlar da
kendi çocukları gibi görmek zorunda oldukları
millete aynı sevgiyi göstermezler; hükümdarla tebaa
arasındaki sevgi ilişkileri de yavaş yavaş yok olur.
Bu kurallardan bir tanesini yok edin, devleti
temelinden sarsmış olursunuz. Bir gelinin her sabah
kalkar kalkmaz gidip kaynanasının şu ya da bu işini
görmesi aslında önemsiz bir şeydir; ama gösteriş
niteliğini taşıyan bu çeşit bir işin bütün kalplere
işlenmesi gereken bir duyguyu devamlı olarak
hatırlattığını, bütün kalplerden çıkıp imparatorluğu
yönetecek anlayışı oluşturduğunu düşünürseniz, o
zaman şu ya da bu özel işin yapılmasının zorunlu
olduğunu anlarsınız.
Konu XX
Çinliler üzerine bir paradoksun açıklanması
Bu ülkede tuhaf bir şey var ki o da şu:
Hayatlarını tüm yasalara göre yöneten Çinliler
yeryüzünün en sahtekâr, en düzenbaz milletidir.
Bunu da özellikle ticarette, doğal olarak iyi niyeti
telkin etmesi gereken ticarette gösterirler. Bir şey
satın alacak kişi terazisini de yanında götürmek
zorundadır; her tacirin üç çeşit terazisi vardır da
ondan; biri ha ir, satın alırken kullanır; ikincisi
ağır basar, malını satarken kullanır; üçüncüsü de
tam çeker, gözü tetikte olanlarla alışveriş ederken
kullanır. Bu çelişmeyi açıklayabileceğimi
sanıyorum.
Çin’deki kanun koyucular iki amaç
gütmüşlerdir: Milletin itaatli olması, huzur içinde
yaşaması, bir; milletin çalışkan ve becerikli olması,
iki. İklimin ve arazinin niteliği bakımından bu
milletin hayatı istikrarsızdır; kişi beceri ve
çalışkanlığı sayesinde geçimini sağlar.
Herkes itaatli ve çalışkan oldu mu devlet mutlu
bir duruma girer. Bütün Çinlilere paraya karşı aklın
alamayacağı açgözlülüğü telkin eden gereklilik ve
belki de iklimin niteliğidir; kanunlar ise bu
açgözlülüğü önlemek için hiçbir önleme başvurmuş
değildir. Şiddet kullanarak bir şey elde etmek söz
konusu oldu mu kanun bunu önler ama hile ile
düzenbazlıkla elde etmek söz konusu oldu mu
kanun hiçbir ceza vermez. O halde Çinlilerin ahlak
anlayışıyla Avrupalıların ahlak anlayışını
karşılaştırmak yerinde bir hareket olmaz. Çin’de
herkes kendisine çıkar sağlayacak şeye dikkat etmek
zorundadır; aldatan kişi kendi çıkarını kolladıysa,
aldatılan kişi de aynı şekilde kendi çıkarını
kollamalı. Lakedemonya’da bir şey çalmak, Çin’de
ise birisini aldatmak suç sayılmazdı.
Konu XXI
Kanunlar geleneklerle, davranış tarzlarıyla nasıl
ilgili olmalı
Kanunlar, gelenekler ve davranış tarzları gibi
nitelikleri bakımından birbirlerinden ayrı olan
şeyleri, böyle karmakarışık bir hale sokan yalnız
acayip kurullardır; bununla beraber bu şeyler her ne
kadar birbirlerinden ayrı görünürlerse de yine de
aralarında sıkı bağlar vardır.
Atinalılara verdiği kanunların en iyi kanunlar
olup olmadığını Solon’a sormuşlar, o da: “Ben
onlara, katlanabilecekleri kanunların en iyilerini
verdim” diye cevap vermiş. Bütün kanun
koyuculara duyurulması gereken güzel bir söz.
Tanrısal bilgelik Yahudi ümmetine: “Sizlere iyi
olmayan kurallar verdim” dediği zaman bunun
manası, “Nispeten iyi olan kurallar verdim”
demektir. Bu da, Musa kanunlarında
gösterilebilecek bütün güçlükleri ortadan
kaldırmaya yeter.
Konu XXII
Aynı konunun devamı
Bir milletin gelenekleri iyi oldu mu kanunları
sadeleşir. E atun, son derece dini bütün bir insan
topluluğunu yöneten Rhadamanthe’ın bütün
davaları süratle yargıladığını[250], yemin ettirme
işini de doğrudan doğruya her kabilenin başkanına
bıraktığını söyler. “Ama” der aynı E atun, “Bir
insan topluluğu dini bütün olmadı mı, yemin
ettirme işine ancak bazı şartlar içinde, mesela hâkim
ve tanıklar gibi, yemin eden kimsenin davanın
konusuyla ilgisi olmadığı zaman başvurmalı.”
Konu XXIII
Kanunlar geleneklere nasıl uymalı
Romalıların gelenekleri saf ve temiz olduğu
çağlarda devlet memurlarının çalıp çırpmaları
üzerine özel bir kanun yoktu. Bu suç belirir belirmez
öyle büyük bir ihanet olarak görülmüştür ki,
memurun hesabına geçirdiği parayı geri vermesi
büyük bir ceza sayılmıştır. L. Scipion hakkında
verilen yargı bunun en güzel örneğidir.
Konu XXIV
Aynı konunun devamı
Vasilik yetkisini anneye veren kanunlar henüz
ergin olmayan çocuğun kişiliğinin korunmasına, bu
yetkiyi en yakın varise veren kanunlar ise mirasın
korunmasına daha çok dikkat etmiş sayılır.
Gelenekleri bozulmuş insan topluluklarında bu
yetkiyi anneye vermek daha yerinde olur.
Kanunların, vatandaşların geleneklere bağlılığına
güvendiği ülkelerde vasilik yetkisini en yakın vârise
ya da anneye, bazen de her ikisine birden vermeli.
Roma kanunlarını incelerseniz bu kanunların
ruhunun benim söylediklerime uygun olduğunu
görürsünüz. On iki levha kanununu yaptıkları
zaman Roma’da gelenekler henüz bozulmamıştı.
Mirasa konmak olasılığını düşünerek, vasilik
yetkisini en yakın akrabaya verdiler. Çocuğun
ölümü halinde mirastan faydalanacak olan kişiye
bu yetkiyi vermekle beraber, çocuğun hayatının
tehlikeye girebileceğini bir an olsun akıllarından
geçirmediler. Ama Roma’da gelenekler bozulunca,
kanun koyucuların da görüş tarzları değişti. Caius
ile Justinianus derler ki: “Mirası bırakan kişi, vasi
olacak kişinin kötülük etmesinden korktu mu
vasiyetnamesinde vasilik bölümünü açıkça yazar;
çocuğun ölümü halinde verasetle ilgili bölümü ise
vasiyetnamenin bir süre sonra açılması gereken
bölümüne koyabilir.” İşte size ilk Romalıların
bilmedikleri bir kaygı ve önlem örneği.
Konu XXV
Aynı konunun devamı
Roma kanunları, evlenmeden önce tara arın
birbirlerine hibelerde bulunmalarına izin verirdi.
Evlendikten sonra ise böyle bir şeye izin vermezdi.
Bu da sırf, azla yetinmek, sadelik ve
alçakgönüllülük içinde yaşamak için evlenen,
evlendikten sonra da ev hayatının sağlayacağı huzur
yüzünden, bütün bir hayat boyunca sürüp gidecek
olan zevklerin ve mutluluğun etkisi sonunda baştan
çıkması olasılığı olan Romalıların geleneklerine
dayanan bir şeydi.
Vizigotların kanunları, erkeğin alacak olduğu
kadına servetinin ancak onda birini vermesine izin
verir; evliliğin ilk yılında ise hiçbir şey vermesine
izin vermezdi. Bu da yine ülkenin
geleneklerindendi. Kanun koyucular, heyecanlı
anlarında aşırı derecede eli açık olan İspanyollara
özgü bir fodulluğun önüne geçmek için böyle
davranırlardı.
Romalılar yeryüzünün en sürekli saltanatı olan
fazilet saltanatının bazı sakıncalarını kanunları
aracılığıyla önlemeyi başardılar. İspanyollar ise
kendi kanunları aracılığıyla, yeryüzünün en az
dayanıklı olan zorba kuvvetinin, güzelliğin zorba
kuvvetinin kötü sonuçlarını önlemek istiyorlardı.
Konu XXVI
Aynı konunun devamı
éodose ile Valentinien kanunu, boşanmanın
nedenlerini Romalıların eski gelenekleriyle yaşayış
tarzlarından almıştır. Bir erkeğin karısını, hür bir
insana layık olmayan bir şekilde cezalandırması bu
nedenler arasındaydı. Sonraki kanunlarda ise bu
nedenin yer almadığını görüyoruz; bu konudaki
gelenekler değişmişti de ondan; doğu ülkelerinin
gelenekleri Avrupa geleneklerinin yerini almış
bulunuyordu. Tarihin dediğine bakılırsa II.
Justinianus’un karısı olan imparatoriçenin baş
hadım ağası, imparatoriçeyi, okullarda çocuklara
verilen ceza ile tehdit edermiş. Böyle bir şeyi hayal
ettirse, ya yerleşmiş ya da yerleşmek üzere olan bir
gelenek hayal ettirebilir.
Kanunların geleneklere nasıl uyduğunu gördük.
Şimdi de geleneklerin kanunlara nasıl uyduğunu
görelim.
Konu XXVII
Bir milletin geleneklerinin, davranış tarzının ve
karakterinin
oluşunda kanunların nasıl bir etkisi olabilir
Köle bir topluluğun gelenekleri köleliğinin bir
bölümünü oluşturur; hür bir topluluğun gelenekleri
hürriyetinin bir bölümünü oluşturur.
On birinci kitapta hür bir milletten söz etmiş,
anayasasının ilkelerini ortaya koymuştum[251].
Şimdi bunun sonuçlarını, bundan meydana gelen
karakterini ve bunun sonucu olan davranış tarzını
görelim.
Bu milletin kanunlarını, geleneklerini ve
davranış tarzını meydana getiren önemli faktör
iklim değildir demeyeceğim ama bu milletin
gelenekleriyle davranış tarzının kanunlarıyla
fazlasıyla ilgili olduğunu söylemekten de geri
kalmayacağım.
Bu devlette biri yasama, öteki yürütme yetkisi
olmak üzere gözle görünür iki yetki olacağından, her
vatandaş kendi öz iradesini kullanıp özgürlüğünü
istediği şekilde belirtebileceğinden, vatandaşların
çoğu bu iki yetkiden birinin üstüne daha çok
düşerdi; hem zaten vatandaşların çoğu her iki
yetkiyi aynı derecede sevecek kadar ne adalet
sahibidir ne de sağduyu.
Üstelik yürütme yetkisi bütün işleri elinde
bulunduracağından hiçbir zaman korku telkin
etmezdi, aksine büyük umutlar verirdi; bir şeyler
elde edenler ondan yana olurlar, hiçbir şey elde
edemeyenler ise durmadan ona saldırırlardı.
Bütün tutkular serbest bırakıldığından, kin,
haset, kıskançlık, zengin olma ve sivrilme isteği gemi
azıya alır gelişirdi; bunun aksi olsaydı, devlet,
kuvveti olmadığı için tutkularını yitiren, hastalığın
etkisiyle de güçten düşen bir insana benzerdi.
İki parti arasındaki kin sürüp giderdi; çünkü bu
kin hiçbir zaman bir şey yapacak kuvveti
gösteremezdi.
Bu partiler hür insanlardan oluştuğu için,
partilerden biri fazla yükselse, hürriyetin etkisiyle
öteki alçalırdı; o zaman bütün vatandaşlar,
vücudun yardımına koşan eller gibi, alçalan
partinin yardımına koşarlardı.
Her vatandaş hürriyetini yitirmediği için kendi
kaprislerine, fantezilerine uyar ve durmadan parti
değiştirirdi; bir partiyi bırakıp ötekine geçer,
dostlarını bırakıp düşmanlarıyla birleşirdi; böyle bir
devlette vatandaşlar, dostlukla, kinle ilgili
kanunları çoğu zaman unuturlardı.
Hükümdar da vatandaşların durumuna
düşerdi; tedbirli davranış kurallarına aykırı bir
davranışla, çoğu zaman, kendisini en çok hırpalamış
olanlara güvenir, kendisine hizmet etmiş olanlara
da sırtını çevirirdi; böylece başka hükümdarların
isteyerek yaptıklarını o, zorunlu olarak yapardı.
Hemen hemen hiç tanımadığımız halde
varlığını hissettiğimiz bir nimetin, bizden
gizleyebilecekleri bir nimetin yavaş yavaş elimizden
çıkıp gitmesinden korkarız; korku ise nesneleri
gözümüzde büsbütün büyütür. Bunun için millet
kendi durumundan endişe etmeye başlar, en
güvenilir anlarda kendisini tehlikede sanırdı.
Üstelik yürütme organına karşı en şiddetli
muhalefeti gösterenler, muhalefetlerinin gerçek
nedenlerini ortaya atmadıklarından, tehlikede olup
olmadığını hiçbir zaman bilemeyecek olan milletin
duyduğu dehşetin artmasına sebep olurlardı. Ama
bu, milletin, ileride karşılaşması ihtimali olan
gerçek tehlikelerden kaçınmasını sağlardı.
Bununla beraber, yasama kuvveti milletin
güvenini kazanmış olduğundan, üstelik milletten
daha aydın olduğundan, onda uyanan kötü etkileri
yok edip heyecanını yatıştırabilirdi.
Böyle bir hükümetin eski demokrasilere, yani
bütün kuvvetleri, doğrudan doğruya milletin elinde
bulundurduğu demokrasilere olan üstünlüğü
buradadır işte; çünkü eski demokrasilerde hatipler
milleti heyecana getirdiler mi bu heyecanın etkisi
daima kendini gösterirdi.
Böylece, millete aşılanan dehşetin belirli bir
amacı olmadı mı, bu dehşet boş gürültülere,
küfürlere yer açardı işte o kadar. Hatta iyi bir
sonucu da olurdu; hükümetin bütün kuvvetlerinin
harekete gelmesini, vatandaşların da daha dikkatli
olmasını sağlardı. Ama bu dehşet, temel kanunların
yıkılmasından doğarsa, o zaman sessiz, uğursuz ve
korkunç bir kaynaşma halini alır ve birtakım
felaketlere yol açardı.
Çok geçmeden ortalığı korkunç bir sessizliğin
kapladığını, bu süre içinde de her şeyin kanunlara
tecavüz eden kuvvete karşı birleştiğini görürdünüz.
Milletin duyduğu endişelerin belirli bir amacı
olmadığı bir sırada, yabancı bir kuvvetin devleti
tehdit edip ikbalini ya da şan ve onurunu tehlikeye
düşürmek istediğini varsayalım. O zaman küçük
çıkarların ortadan kalkıp büyük çıkarlara yol
açıldığını, her şeyin yürütme organı lehinde
birleştiğini görürdünüz.
Bütün kavgalar, temel kanunların tecavüze
uğramasından doğsa, tam bu sırada da yabancı bir
devlet ortaya çıksa, hükümetin şeklini ya da
yapısını değiştiremeyecek bir ihtilal olurdu; çünkü
hürriyetin sebep olduğu ihtilaller hürriyetin
varlığını onaylayan ihtilallerden başka bir şey
değildir.
Hür bir milletin bir kurtarıcısı olabilir, köle bir
milletin ise bir başka efendisi çıkar ortaya.
Çünkü bir devlette zorba bir hükümdarı
yerinden edecek kadar kuvvetli olan kişi, bizzat
onun yerini alacak kadar da kuvvetlidir.
Hürriyetten faydalanmak için olduğu gibi,
hürriyetini korumak için de her insanın
düşündüğünü söyleyebilmesi gerektiğinden, böyle
bir devlette her vatandaş, kanunların, söylemesini
ya da yazmasını bilhassa yasak etmediği şeylerin
hepsini söyleyip yazabilirdi.
Daima heyecanlı olan bu milleti, insanların
ruhunda hiçbir zaman iyi sonuçlar vermeyen akılla
değil tutkularla yönetmek daha kolay olurdu; başta
bulunanlar da onu, kendi gerçek çıkarlarına aykırı
teşebbüslere doğru yönetmekte güçlük çekmezlerdi.
Bu millet hürriyetini aşırı derecede severdi;
onunki gerçek hürriyet olurdu da ondan; hürriyetini
korumak için de malını mülkünü, rahatını ve
çıkarlarını feda etmekten çekinmezdi; yine bu
yüzden en ağır vergileri, zorba bir hükümdarın bile
tebaasına kabul ettirmekte güçlük çekeceği vergileri
ödemekte hiçbir güçlük göstermezdi.
Ama bu millet kendisinden istenilen vergilere
katlanmanın gerektiğini iyice bildiğinden, daha
büyük vergiler ödememek için bu vergileri ödemekte
hiçbir güçlük göstermezdi; verginin maddi ağırlığı
manevi ağırlığından daha çok olurdu; oysa bazı
devletlerde[252] ıstırabın manevi ağırlığı maddi
ağırlığından daha çoktur.
Güvenilir bir kredisi olurdu bu milletin; ödünç
alan da veren de kendisi olurdu da ondan. Gerçek
kuvvetlerinin üstünde işlere giriştiği, rakiplerinin
karşısına hayal ürünü büyük servetlerden söz ederek
çıktığı da olur; ama bağlı olduğu hükümetin
mahiyetiyle telkin ettiği güven bu hayal ürünü
servetleri gerçek bir kisveye bürürdü[253].
Hürriyetini korumak için millet,
vatandaşlardan ödünç para alırdı; vatan istila
edildiği takdirde itibarını yitireceğini anlayan
vatandaşlar da hürriyetlerini korumak için yeni bir
çalışma imkânı bulmuş olurlardı.
Bir adada otursaydı, bu milletin istilacı bir
görüşü olamazdı[254]; çünkü uzak ülkeleri istila
zayıf düşmesine sebep olurdu. Bu adanın toprağı
verimli olsaydı, millet başka ülkeleri istila etmeyi
aklından bile geçirmezdi; zengin olmak için
savaşmak ihtiyacını duymazdı da ondan. Hiçbir
vatandaş başka bir vatandaşa bağlı olmadığından,
her vatandaş, birkaç vatandaşın ya da herhangi bir
vatandaşın şan ve onurundan çok kendi hürriyetine
önem verirdi.
Orada askerlik mesleği, her faydalı meslek gibi
değerli bir meslek, millet için işgören bir meslek
sayılırdı ama çoğu zaman tehlikeli bir meslek olarak
görülürdü; sivil mesleklerin gerektirdiği meziyetler
daha itibarlı olurdu.
Barış ve hürriyetin huzura kavuşturacağı bu
millet, kendini önyargılardan kurtarır, tamamıyla
ticarete verirdi. İşçinin el emeğiyle büyük bir değer
kazanan o iptidai maddelerden bazıları varsa orada,
Tanrı’nın verdiği bu nimetlerden tam manasıyla
faydalanmak için millet ülkenin dört bir yanında
fabrikalar kurardı.
Bu ülke kuzeyde ise ve gereğinden fazla yiyecek
maddesi varsa, iklim yüzünden de bazı maddeleri
yetiştirmek imkânını bulamıyorsa, güney
ülkelerinde yaşayan milletlerle zorunlu olarak geniş
çapta ticaret yapardı; böyle bir ticaretin sağlayacağı
çıkarlardan faydalanacak devletleri bizzat kendisi
seçeceğinden, seçtiği milletlerle karşılıklı anlaşmalar
imzalardı.
Bir devlette bir yandan millet aşırı derecede
zengin olur, öte yandan vergiler ağır olursa, sınırlı
servet sahibi olan vatandaşlar ancak bir zanaata
başvurmak suretiyle yaşamak imkânını bulabilirler.
Birçok kişi de ya sağlığını ileri sürmek suretiyle ya da
gezmek bahanesiyle başka ülkelere göçer, gidip
bolluğu, bizzat köleliğin hüküm sürdüğü yerlerde
arardı.
Tüccar bir milletin küçük çıkarlarının sayısı
çoktur; buna göre, başkalarını zarara sokması ya da
başkaları tarafından zarara sokulması için bin bir
olanak var demektir. Bundan ötürü de bu millet son
derece kıskanç olurdu; kendi servetinden
faydalanmaya bakacak yerde başka milletlerin
servet edinmelerine üzülürdü.
Bir bakıma yumuşak ve uyulması kolay olan
kanunlar, o ülkede ticareti ve denizciliği öylesine
güç bir şekle sokar ki, bu yüzden millet
düşmanlarıyla ticaret yapıyormuş gibi bir hal alırdı.
Böyle bir millet vatandaşlarından bazılarını
uzak ülkelere yerleştirirse, bunu bir egemenlik
kurmaktan çok ticaretini geliştirmek için yapardı.
Kişi kendi ülkesindeki şeyleri başka yerlerde de
bulmak isteyeceğinden, devlet, uzak ülkelere
yerleştirdiği vatandaşlarına da kendi hükümet
şeklini verirdi. Bu hükümet şekli, yerleştiği yere
kendisiyle birlikte bolluğu ve huzuru da
getireceğinden, sömürge şekline soktuğu ormanlarda
bile büyük milletlerin meydana geldiği görülürdü.
Böyle bir millet, durumu, limanlarının
güzelliği, servetinin mahiyeti bakımından
kıskandığı komşu bir milleti evvelce egemenliği
altına almış olabilir[255]. Ona kendi kanunlarına
göre davranmak imkânını verirdi ama tam
manasıyla müstakil bir devlet olmasına izin
vermezdi. Bunun sonunda da orada vatandaşlar
hür, devlet ise köle olurdu.
İstilaya uğrayan devletin çok iyi bir hükümeti
olurdu ama devletler hukuku bakımından da çok
sıkışık bir durumda kalırdı; değişik milletlere göre
değişik kanunlar kabul ettirirlerdi ona; bu kanunlar
yüzünden de onun edindiği servet sağlam temellere
dayanmaz, sadece bir efendinin gerektiği zaman
kullanacağı bir emanet halini alırdı.
Asıl egemen milletin büyük bir adada oturması
ve geniş ölçüde ticaretle uğraşması ona, denizlerde
de egemenlik kurması için büyük imkânlar sağlardı;
hürriyetini korumak için de sağlam mevkilere,
kalelere, kara kuvvetlerine ihtiyacı yoktur; kendisini
istilalara karşı emniyette tutacak büyük bir
donanması olurdu işte o kadar; bu donanma, bütün
öteki devletlerin donanmalarından, paralarını kara
kuvvetlerine harcayan bundan ötürü de deniz
kuvvetlerini ihmal etmek zorunda kalan bütün
öteki milletlerin deniz kuvvetlerinden daha üstün
olurdu.
Denizlere hâkim olmak, böyle bir egemenliği
elinde tutan milletlere öteden beri doğal bir gurur
vermiştir; kendilerini herhangi bir millete saldıracak
kuvvette hissettiklerinden, kuvvet ve kudretlerinin
büyük okyanuslar kadar sınırsız olduğunu sanırlar
da ondan.
Böyle bir millet komşusu olan milletlerin
işlerinde de söz sahibi olabilirdi. Kuvvet ve
kudretini istilalarda kullanmadığı için her millet
onun dostluğunu arardı; hükümetinin istikrarsız
oluşu ya da iç kargaşalıkların çokluğu buna engel
olduğu halde onun kendilerine kin beslemesinden
korkarlardı.
Böyle bir milletin yürütme organının nasibi
budur işte: İçte huzursuzluk, dışarıda saygı.
Bu ülke günün birinde Avrupa’daki siyasi
konuşmaların merkezi halini alsa, orada öteki
ülkelerdekinden daha dürüst, daha iyi niyetli
insanlar bulunduğu görülürdü; çünkü bakanlar
davranış tarzları hakkında bir halk topluluğuna
karşı sorumlu olduklarından[256], katıldıkları
konuşmaları gizli tutamazlar, bundan ötürü de
biraz daha namuslu insan olmak zorunda kalırlardı.
Bundan başka bakanlar, yanlış bir hareket
sonunda meydana gelecek olaylardan sorumlu
tutulacaklarından kendileri için en emin yolu
doğrulukta bulurlardı.
Soylular ülkede bir süre aşırı derecede hüküm
sürdülerse, hükümdar da halkı yükseltmek suretiyle
onların itibarını düşürmek imkânını bulduysa,
kölelik, büyüklerin düşüşüyle halkın kudret ve
kuvvetini hissetmeye başlaması arasında geçen süre
içinde en üst noktasına varırdı.
Bu millet önceden key bir yönetime boyun
eğmişse, birçok bakımlardan bu yönetim tarzının
kalıntılarını korumuş olabilir; bundan ötürü de
çoğu zaman hür bir hükümet temeli üzerine
kurulmuş zorba bir hükümet şekli görmek mümkün
olabilirdi orada.
Dine gelince, böyle bir ülkede her vatandaş
kendi iradesine göre davranmakta serbest
olduğundan, dolayısıyla de kendi bilgilerine ya da
isteklerine göre hareket edeceğinden, kimi kişiler ya
şu din olmuş bu din olmuş deyip hiçbir titizlik
göstermeden ülkede hâkim olan dini kabul ederler
ya da genel olarak din konusunda son derece titiz
davranıp çeşitli dinleri benimserlerdi; din sayısı da
böylece ülkede artar dururdu.
Bu ülkede dinsiz kişiler bulunabileceği gibi, bir
dinleri varsa eğer, başka bir dini kabul etmeye
zorlanmalarını istemeyen kişiler de bulunacaktır;
böyle bir şeye zorlandıkları takdirde hayatlarının da
mallarıyla mülklerinin de kendilerinin olmadığını,
bunlardan birini ellerinden alanın ötekilerini de
alabileceğini düşünürlerdi.
Çeşitli dinler arasında, kölelik yoluyla
yerleştirilmek istenen bir din varsa orada, millet için
en iğrenç din bu olurdu [257]; çünkü insanların
olaylar üzerindeki yargıları bu olaylar arasında
kurdukları bağlarla gördükleri ayrıntılara
dayandığından, millet böyle bir dini imkânı yok
hürriyet fikriyle bağdaştıramazdı.
Kanunlar bu dine girenlere işkence edilmesini
buyuramazlardı; hürriyet, bu çeşit cezaları
tasarlamayı bile imkânsız kılardı da ondan; ama
kanunlar öylesine bir baskı kullanabilir ki,
soğukkanlılıkla yapılabilecek bütün kötülüklerin
yapılmasına izin verirdi.
Bazen bakarsınız halkın saygınlığı çok, papaz
sınıfının da o ölçüde saygınlığı az olur; bunun böyle
olması için ortada bin bir imkân vardır. Bundan
ötürü de papaz sınıfı halktan ayrılmaktansa onun
katlandığı külfetlerin hepsine katlanmaya ve onunla
birleşmiş gibi görünmeye razı olurdu; ama her
zaman halktan saygı görmeye alışık olduğu için,
daha köşesine çekilmiş, daha çekingen, daha temiz
bir hayat sürmek suretiyle yine de ondan ayrılmaya
çalışırdı.
Papazlar dini koruyamazlar, din de onları
koruyamaz; bundan başka ellerinde zorbalık etme
imkânı da yoktur; şu halde yapacakları tek şey söz
ve yazıyla ikna etmek olurdu. Büyük Varlığın ilham
ettiği şeylerle, ortaya koyduğu eserlerini ispat etmek
için çok güzel eserler kaleme alırlardı.
Bunların toplantılarına engel olmaları, kendi
kötü tara arını bizzat düzeltmelerine izin
vermemeleri de mümkündür[258]. Hürriyetin
verdiği bir çılgınlıkla halk, bu sınıfın kendi kendini
ıslah etmesine katlanacak yerde, ıslah hareketinin
yarım kalmasını tercih ederdi.
Devletin temel yapısının bir bölümünü
oluşturan yüksek mevkiler daha sabit olurdu; ama
öte yandan, bu hürriyet ülkesinde büyükler halka
daha çok yaklaşırlardı; şu halde mevkiler
birbirinden daha ayrı, ama kişiler birbirine daha
yakın olurlardı.
İdarenin başında bulunanlar, kurulu bir saat
gibi yeni ve taze bir kuvvetle her gün işe
başlayacaklarından, kendilerini eğlendirenlerden
çok millete faydalı olanlara saygı gösterirlerdi;
bundan ötürü de orada daha az dalkavuk, daha az
yaltakçı, daha az soytarı, sözün kısası, kafalarındaki
boşlukları büyüklere pek pahalıya satan bir çeşit
insanlar daha az görülürdü.
İnsanlara faydasız becerilerinden ya da gereksiz
özelliklerinden ötürü değil, gerçek özelliklerinden
ötürü bir değer verilirdi; iki çeşit olurdu bu beceriler:
Zenginlik, bir; kişisel değer, iki.
Orada gururla kendini beğenmişlikten
meydana gelmiş inceliğe dayanan bir lükse değil,
gerçek ihtiyaçların gerektirdiği inceliğe dayanan
sağlam yapılı bir lüks bulunurdu; nesnelerde sadece,
doğanın onlara işlediği zevkler aranırdı.
Orada insanların, ihtiyaçlarını karşılayacak
paradan çok paraları olurdu; ama yine de boş ve
lüzumsuz şeylere itibar eden bulunmazdı; böylece
birçok kimse, mal mülk, servet sahibi olmasına
rağmen parasını harcamak için fırsat bulamaz, bu
yüzden de servetini acayip bir şekilde kullanırdı;
böyle bir milletin de zevklerinden çok kafası
gelişirdi.
Kişi daima kendine yararlı olan şeylerle
uğraşacağından, işsizliğe dayanan nezaketten eser
olmazdı orada; gerçekten de öyle, bu nezaket
çeşidini öğrenmek için vakit bulmak çok güç olurdu
o millete.
Romalıların nazik ve terbiyeli olmaları key
yönetimin kurulmasıyla başlar. Zorba yönetim
işsizliği meydana getirir, işsizlik de nezaketi.
Bir millette, birbirine hoş görünmek, birbirini
kırmamak ihtiyacını duyan insan sayısı ne kadar
çok olursa, o millet o derece terbiyeli olur. Ama bizi
barbar insan topluluklarından ayıracak olan şey
davranışlarımızdaki terbiyeden çok kafa
terbiyesidir.
Her insanın kendi ölçüsünde devlet yönetimine
katıldığı bir millette, kadınların erkeklerle bir arada
yaşamaları gerekirdi. Bundan ötürü de kadınlar
alçakgönüllü, yani sıkılgan olurlardı. Bu sıkılganlık
onların fazileti halini alırdı; hiçbir terbiye ve
nezaket kuralına uymak ihtiyacını duymayan
erkekler de böylece tam manasıyla hürriyetlerine
kavuşurlar, boş vakitlerini de zevk ve sefa
âlemlerinde geçirirlerdi.
Kanunlar orada, şu ya da bu özel kişi için
yapılmadığından herkes kendini hükümdar olarak
görürdü; böyle bir ülkede kişiler de kendilerini
vatandaş olarak değil bir konfederasyonun üyeleri
olarak görürlerdi.
Anayasanın herkese hükümet işlerine katılmak
yetkisini verdiği, herkese siyasi çıkarlar sağladığı bu
ülkede, eğer iklim birçok insanlara geniş görüş
imkânları vermişse orada durmadan siyasetten söz
edilirdi; böyle bir ülkede insanların, nitelikleri
bakımından olsun, hayatın cilveleri bakımından
olsun tartışılmasına imkân olmayan olaylar
üzerinde durmadan tartışmalarda bulundukları
görülürdü.
Hür bir ülkede özel kişilerin yargıları iyi olmuş
kötü olmuş, çoğu zaman bunun hiçbir değeri yoktur;
yargıda bulunsunlar yeter. Bu yargıların sonuçlarını
garanti altına alan hürriyet de buradan çıkar işte.
Bunun gibi, zorba bir hükümette de kişilerin iyi
ya da kötü yargılarda bulunmaları zararlı olur;
hükümet ilkelerinin zedelenmesi için kişiler yargıda
bulunsunlar yeter.
Böyle bir ülkede şunun bunun hoşuna gitmeyi
aklının kenarından bile geçirmeyen birçok kişi
ağzına geleni söylemekten çekinmezdi. Çoğu kimse
zekâsını kullanarak yapardı bu işi ama yine de
zekâları frenleyemezdi onları. Kendilerini mutlu
bulmaları için bunca neden varken, her şeyi
küçümsemeleri, her şeyden iğrenmeleri
mutsuzluklarına sebep olurdu.
Hiçbir vatandaş öteki vatandaşlardan
korkmadığı için bu millet gururlu olurdu;
krallarının gururu kendi özgürlüklerine dayanırdı
da ondan.
Hür milletler ağırbaşlı olurlar ötekiler ise
kendilerini kolaylıkla boş şeylere kaptırırlar.
Ama daha çok, birbirleriyle yaşayan böyle bu
derece kendini beğenmiş insanlar, sık sık
tanımadıkları kimselerin aralarına düşerler; o
zaman da sıkılgan olurlardı; bundan ötürü de
onlarda utanmadan ve gururdan doğan acayip bir
karakter ortaya çıkardı.
Milletin karakteri bilhassa, içlerine kıvrılıp
kendi kendini düşünen insanların verdikleri o zekâ
eserlerinde belirirdi.
Toplum hayatı bize, insanların gülünç
tara arını görüp anlamayı öğretir; yalnızlık ise
kötülükleri görüp anlamamıza imkân verir. Onların
yerici yazıları kan güder; oralarda bir Horatius’la
karşılaşmadan önce birçok Juvenal’le karşılaşırsınız.
Aşırı derecede zorba olan saltanat
yönetimlerinde tarihçiler gerçeği bozarlar; gerçeği
olduğu gibi söylemek yetkileri yoktur da ondan; son
derece hür olan devletlerde, tarihçiler yine gerçeği
bozarlar; ama bu sefer hür oldukları için, bu
hürriyet öteden beri insanların bölünmelerine neden
olur da ondan; herkes zorba bir hükümdarın
kölesiymiş gibi kendi partisinin önyargılarının kölesi
olur da ondan.
Şairler çoğu zaman, zevkin verdiği o incelikten
çok yaratma kaygısının meydana getirdiği o orijinal
kabalığa kaptırırlar kendilerini. Raphael’in
zarafetinden çok Michel-Ange’ın kuvvetine
yaklaşan bir şey bulunur onlarda.[259]
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
•••
YİRMİNCİ KİTAP
Yapısı ve özellikleri bakımından
ticaretin
kanunlarla olan ilgisi üzerine
Docuit quoe maximus Atlas.
Vergilius, Aeneis[260]
İlham perilerinden dileğimdir[261]
(Ey Pieria[262] tepesinin bakireleri, size
verdiğim adı duyuyorsunuz değil mi? Uzun bir işe
girişmiş bulunuyorum; öyle bir üzüntü, öyle bir
sıkıntı var ki içimde, âdeta çökmüş gibiyim. Eskiden
içimde var olan, şimdiyse benden uzaklara kaçan o
büyüyü, o yumuşaklığı ne olur yeniden verin bana!
Hiçbir zaman, kişiyi zevk ve eğlence yoluyla bilgeliğe
ve gerçeğe götürdüğünüz zamanki kadar tanrısal
olamazsınız.
Çalışmalarımdaki ağırlığı ha etmek
istemeseniz bile, ne olur, yaptığım işi gizleyin,
insanların bilgili olmasını, benim de öğretmekten
vazgeçmemi sağlayın; düşüneyim ama duyuyormuş
gibi görüneyim; yeni şeyler ortaya attığım zaman
da, sanki ben hiçbir şey bilmiyormuşum da her şeyi
siz bana ilham ediyormuşsunuz gibi yapın.
Kaynağınızın suları, sevdiğiniz kayadan
fışkırdığı zaman, yükseklere çıkıp yeniden toprağa
düşmez; çimenlerin ortasından akıp gider; çobanları
mest ettiği için sizi de mest eder.
Sevimli ilham perileri, gözlerinizi çevirip şöyle
bir baksanız bana, herkes okurdu kitabımı; böylece,
bir eğlence bile olmasına imkân olmayan şey bir
zevk kaynağı olurdu.
Tanrısal ilham perileri, bana, Tempé’de kavalla
çalınan türküleri, Delos’ta rübabın tellerinden çıkan
nağmeleri ilham etmediğinizi anlıyorum; akla hitap
etmemi istiyorsunuz; duyularımızın en
mükemmeli, en olgunu, en zevklisi odur da
ondan[263].)
Konu I
Ticaret üzerine
Bundan sonraki konuları daha geniş bir şekilde
işlemek gerekiyor ama bu kitabın yapısı buna
elverişli değil. Sakin bir ırmak üstünde yoluma
devam etmek isterdim. Ne yapayım ki, kendimi bir
sele kaptırmış gidiyorum.
Ticaret, yıkıcı önyargıları yok eder; aşağı yukarı
genel bir kuraldır: Nerede yumuşak huylu insanlar
varsa orada ticaret vardır; nerede ticaret varsa orada
insanlar yumuşak huylu olurlar.
Şu halde, bugün bizler eskisinden daha
yumuşak huylu kişilersek buna şaşmamalıyız.
Ticaret öyle bir etki yaratmıştır ki, bütün milletlerin
karakterleri hakkında dünyanın dört bir yanından
bilgi edinmek mümkün olmuştur. Milletleri
birbirleriyle karşılaştırmak imkânını bulmuşlar,
bundan da çok iyi sonuçlar elde etmişlerdir.
Ticaret kanunlarının aynı nedenler yüzünden
karakterleri hem düzelttiğini, hem de bozduğunu
söyleyebiliriz. Ticaret insanın arı karakterini bozar.
E atun’un yakınma konusu buydu; barbar insan
topluluklarının karakterini ise, her gün gördüğümüz
gibi hem ıslah eder, hem de yumuşatır.
Konu II
Ticaret kafası üzerine
Ticaretin doğal sonucu insanları barışa
götürmektir. Ticari ilişkilerde bulunan iki millet
birbirine zorunlu olarak bağlanır: Birinin satın
almakta çıkarı varsa, ötekinin satmakta çıkarı
vardır; bütün birlikler de böylece karşılıklı
gereksinimlere dayanılarak kurulmuştur.
Bununla beraber, ticaret kafası milletleri
birleştirse de, özel kişileri aynı şekilde birleştirmez.
Yalnız ticaret kafasının hüküm sürdüğü ülkelerde,
insanın bütün davranışlarının, manevi
özelliklerinin tümünün, ticaret metaı olarak
kullanıldığını görürüz, insanlığın gerektirdiği en
küçük şeyler bile oralarda ya para ile yapılır ya da
para ile satılır.
Ticaret kafası insanlarda, bir yandan
haydutluğa, öte yandan kişinin kendi çıkarlarını her
zaman şiddetle savunmasına engel olan ve
başkalarının çıkarları uğrunda kendi çıkarlarını
küçümseten o manevi özelliklere aykırı tam bir
adalet duygusu uyandırır.
Ticaretten tüm yoksun olmak, aksine,
Aristo’nun para kazanma şekilleri arasına koyduğu
haydutluğa yol açar. Bununla beraber ticaret kafası
bazı erdemlere de aykırı olmaktan geri kalmaz:
Örneğin, tüccar milletlerde seyrek görülen
konukseverlik, haydutlar topluluğunda en üstün
kertesinde kendini gösterir.
Tacitus, “Cermenlerde, evinin kapısını tanısın,
tanımasın bir insanın suratına kapamak günah
sayılırdı” diyor. Bir yabancıyı konuk olarak kabul
eden kişi, ona, aynı şekilde kabul edileceği başka bir
ev göstermek zorundadır. Yabancı orada da aynı
konukseverlikle karşılaşır. Ama Cermenler krallıklar
kurduktan sonra konukseverlik onlar için bir yük
halini aldı. Bunun böyle olduğunu Burginyonların
iki kanunundan anlıyoruz: Birincisi, yabancı
birisine bir Romalının evini gösteren herhangi bir
barbarı cezalandıran kanun; ikincisi de, bir
yabancıyı evine kabul eden kişinin ettiği masrafı,
bütün şehir halkının hissesine düşen parayı vererek
ödemesine dair kanundur.
Konu III
Milletlerin yoksulluğu üzerine
İki çeşit yoksul millet vardır: Birincisi,
hükümetin sertliğinden ötürü yoksul düşen
milletlerdir; bunlar herhangi bir erdemi
benimseyemezler; çünkü yoksullukları ne de olsa
onları köle haline sokar. İkincisi, hayatın kolay
tara arını ya küçümsemiş, ya da tatmamış olan
milletlerdir; bunlar büyük işler görebilirler, çünkü
bu yoksulluk onları ne de olsa hürriyetlerine
kavuşturur.
Konu IV
Çeşitli hükümetlerdeki ticaret üzerine
Ticaretin, devletin yapısıyla ilgisi vardır. Bir
kişinin yönettiği bir devlette ticaret hemen her
zaman lükse dayanır; her ne kadar gerçek ihtiyaçları
karşılayan nesneler üzerine dayanırsa da, başlıca
amacı bu ticareti yapan milletin gururunu, zevkini
ve isteklerini karşılayacak nesnelerin sağlanmasıdır.
Çok kişinin yönettiği bir devlette ticaret daha çok
ekonomiye dayanır. Tacirler yeryüzündeki bütün
milletlerde yetişen nesneleri bildikleri için, birinden
aldıklarını ötekine götürürler. Tyr, Kartaca, Atina,
Marsilya, Floransa, Venedik ve Hollanda
cumhuriyetleri ticareti işte bu manada
anlamışlardır.
Bu çeşit ticaret, birçok kişinin yönettiği bir
devleti yapısı bakımından esaslı olarak, saltanat
yönetimini ise fırsat düştükçe ilgilendirir. Çünkü
ticaret az kazanma, hatta öteki milletlerden daha az
kazanma, bunu da devamlı olarak kazanarak tela
etme ilkesine dayandığından, lüksün yerleşmiş
olduğu bir ülkede, milletin bol para harcamaya
alışmış olduğu ve büyük nesnelerden başka bir şey
göremediği bir ülkede yapılması imkânsızdır.
Cicero da zaten bunları düşünerek, “Bir
milletin hem yeryüzüne hükmetmesini, hem de
bütün insanların yaşamalarını sağlayacak işleri
görmesini sevmem” diyor. Bunu söylemekte de çok
yerinde bir söz ediyordu. Gerçekten de öyle, bu çeşit
bir devlette her kişinin, hatta bütün devletin
kafasının hem büyük tasarılarla, hem de küçük
sorunlarla dolu olması gerekir ki, bu da bir çelişme
meydana getirir.
Sakın bu sözlerimden, iktisat yoluyla ticaret
yaparak varlıklarını sağlayan devletlerin büyük
işlere girişemeyeceği, saltanat devletlerinde
görülmeyen bir cüretin oralarda bulunamayacağı
manası çıkartılmasın. Bakın neden:
Bir çeşit ticaret başka bir çeşit ticarete sürükler
insanı; küçük ticaret biraz daha büyüğüne, bu da
daha büyüğüne doğru götürür; az kazanmakla
yetinen bir tacir günün birinde bakarsınız daha çok
kazanmak isteğini uyandıran bir duruma gelir.
Bundan başka, tacirlerin giriştikleri büyük işler
zorunlu olarak daima devlet işleriyle karışır. Ama
devlet işleri tacirlere, cumhuriyet hükümetlerinde
ne kadar güvenç verirse, saltanat hükümetlerinde de
çoğu zaman o kadar kuşkulu görünür. Şu halde,
büyük ticari girişimler, saltanat hükümetlerinin
değil, çok kişi tarafından yönetilen hükümetlerin
yapısına uygun düşer.
Sözün kısası, bu devletlerde kişi malına
mülküne daha büyük güvenle sahip olduğunu
sandığı için herhangi bir işe girişmekten çekinmez;
kazancının kendisine kalacağından tam manasıyla
emin olduğu için de, parasını daha çok gelir
getirecek işlere koymak cesaretini gösterir; yalnız,
kazanma imkânlarında tehlikeyi göze alır ki, bunun
da hiçbir önemi yoktur; çünkü insanoğlu öteden beri
talihine güvenir.
Sakın, iktisat yoluyla ticaret yapan hiçbir
saltanat hükümeti yoktur dediğimi sanmayın. Ben
sadece, yapısı bakımından bu hükümet şekli, böyle
bir şeyi daha az benimser demek istiyorum. Sakın,
bildiğimiz, tanıdığımız cumhuriyetler lüks eşya
ticaretinden tümüyle yoksundur dediğimi
sanmayın; ben sadece bu ticaret şekli onun yapısına
daha az uygundur demek istiyorum.
İstibdatçı hükümetlere gelince, bunlardan bu
konuda söz açmaya bile değmez. Genel kural: Köle
halinde yaşayan bir millet kazanmaktan çok elinde
bulunanı korumaya çalışır. Hür bir millet ise,
elindekini korumaktan çok kazanmak için çalışır.
Konu V
İktisat yoluyla ticaret yapan milletler üzerine
Fırtınalı bir denizin ortasında zorunlu bir
sığınak olan Marsilya; rüzgârdan ötürü olduğu
kadar, kayaların ve kıyıların şeklinden ötürü de bir
sığınak halini almış olan Marsilya, öteden beri
denizcilerin sık sık uğradığı bir liman olmuştur.
Toprağının verimsiz oluşu burada oturanları iktisat
ticaretine doğru yönelmek, kendilerini beslemeyen
doğaya karşı koyabilmeleri için de çalışmak zorunda
bırakmıştır. Bundan başka, kendi servetlerini
sağlayacak olan barbarlar arasında yaşayabilmek
için doğruluktan ayrılmamaları, hükümetlerinin
huzur içinde yaşaması için dikkatli hareket
etmeleri; nihayet, daha az kazanç getirdiği zaman
bile kesin olarak koruyacakları bir ticaret sayesinde
yaşamalarını sağlamak için daha kanaatkâr
olmaları gerekmiştir.
Dünyanın daha birçok yerinde, bataklıklara,
adalara, denizin en kötü yerlerine, hatta denizin
bırakıp çekildiği yerlere sığındıkları zaman
insanların, şiddet ve zorbalık sonunda iktisat
ticaretine başvurdukları görülmüştür. Tyr olsun,
Venedik olsun, Hollanda şehirleri olsun işte böyle
kurulmuştur; buralara sığınanlar kendilerini
güvende hissetmişlerdir. Bunların yaşamaları
gerekti; yaşama imkânlarını da bütün evrenden
sağlamaya çalıştılar.
Konu VI
Büyük çapta denizciliğin bazı sonuçları
Bazen öyle olur ki, iktisat ticareti ile uğraşan bir
millet, başka bir ülkenin malını satın almak için bir
başka ülkenin kendisine sermaye görevi gören
malına muhtaç olur; sonunda da, bir malın
satışından daha çok kazanmak ümidiyle ya da
güveniyle, öteki malın satışından çok az kazanmayı
ya da hiçbir şey kazanmamayı göze alır. Böylece
Hollanda, güneyinden kuzeyine kadar bütün
Avrupa’nın ticaretini tek başına yaptığı sıralarda,
Fransız şaraplarını, kuzeydeki ticaret işlerinde âdeta
sermaye olarak kullanırdı.
Çok uzaklardan gelen bazı ticaret mallarının
Hollanda’da, o malların çıktığı yerlerdekinden daha
pahalıya satılmadığını herkes bilir. Bunun nedenini
de şöyle açıklıyorlar: Gemisine safra bulmak isteyen
bir kaptan hiç çekinmeden mermer yükler;
gemisinin yükünü dengelemek için keresteye
ihtiyacı olursa kereste satın alır; bir kaybı olmadığı
takdirde çok iş gördüğünü sanır. Bunun içindir ki
Hollanda’nın taş ocaklarıyla ormanları vardır.
Değil hiçbir kâr bırakmayan ticaret, zarar veren
ticaret bile faydalı olabilir. Hollanda’da balina
avının, hemen hiçbir zaman masrafını
karşılamadığını söylerler. Ama unutmamalı ki
gemiyi yapanlar, teçhiz edenler, gerekli malzemeyi
verenler, tayfanın yiyeceğini temin edenler, balina
avından çıkar sağlayanların başında gelir. Balina
avından kaybetseler bile verdikleri malzemeden
kazanırlar. Şu ticaret denen şey bir çeşit piyangodur;
herkes kazançlı bileti bulmak ümidiyle işe atılır.
Kumarı sevmeyen yoktur; en akıllı, en uslu insanlar
bile, işin içinde kumar olduğunu görmedikleri,
kumarın neden olduğu şaşkınlıkların, zorlamaların,
israfın farkına varmadıkları, vakitlerini, hatta
hayatlarını boş yere yitirdiklerini anlamadıkları
zaman seve seve kumar oynarlar.
Konu VII
İngiltere’deki ticaret kafası
İngiltere’nin öteki milletlerle ayarlanmış bir
gümrük tarifesi yoktur; onun tarifesi, parlamento
değiştikçe, kişilerden alınan vergiler eksilip arttıkça
değişir. Bu bakımdan da yine özgürlüğünü korumak
istemiştir. İç ticaret konusunda son derece kıskanç
olan İngiltere, anlaşma yoluyla hiçbir millete
bağlanmaz, yalnız kendi kanunlarına tabi olur.
Öteki milletler politik çıkarlarını ticari
çıkarlarından önde tutmuşlardır. İngiltere ise ticari
çıkarlarını politik çıkarlarından önde tutmuştur.
İngiliz milleti yeryüzünde şu üç şeyden aynı
zamanda en çok gurur duymayı bilen tek millettir.
Din, ticaret ve hürriyet.
Konu VIII
İktisat ticaretini bazen nasıl engellediler
Bazı saltanat hükümetlerinde [264], iktisat
ticareti yapan devletlerin kolunu kanadını kıracak
kanunlar çıkardılar. Bu devletlerin, kendi
ülkelerinde yetişen nesnelerden başka nesne
getirmelerini yasak ettiler. Mallarını da ancak,
hangi ülkelerden getiriyorlarsa o ülkelerin
tezgâhlarında yapılmış gemilerle getirmelerine izin
verdiler.
Böyle kanunlar ortaya atan devletin, kendi
ticaretini, bizzat kendisinin kolaylıkla sağlayacak
durumda olması lazım. Aksi takdirde kendisi de en
az o devletler kadar zarara uğrar. Azla yetinen,
ticaret yapmak ihtiyacından ötürü de âdeta tabi
olan bir milletle; görüş ya da iş sahasının genişliği
sayesinde fazla malların nerelere satılabileceğini
bilen bir milletle; zengin olan ve çok miktarda mal
alıp satabilen bir milletle; bir anda bütün parayı
ödeyebilen bir milletle; âdeta, sadık olmak
zorunluluğunu duyan bir milletle; ilkesi
bakımından barışsever olan, amacı istila etmek
değil, sadece para kazanmak olan bir milletle iş
yapmak daha iyi olur; evet diyorum, öteden beri
rakip olan ve bu gibi çıkarlar sağlamaktan uzak
bulunan milletlerle iş yapmaktansa, böyle bir
milletle iş yapmak daha iyidir.
Konu IX
Bazı milletlerle ticari ilişkileri kesme konusu
üzerine
En doğru yol, büyük nedenler olmadan hiçbir
milletle ticari ilişkileri kesmemektir. Japonlar yalnız
iki milletle ticari ilişkilerde bulunurlar; bunlar,
Çin’le Hollanda’dır. Çinliler, Japonya’ya sattıkları
şekerden yüzde bin, buna karşılık aldıkları
mallardan da bazen bir o kadar kazanırlar.
Hollandalılar da aşağı yukarı aynı oranda bir
kazanç sağlarlar. Japonların tuttuğu yolu tutan her
millet zorunlu olarak aldanır. Malların gerçek
yatlarını saptayan, aralarındaki değer oranını tam
olarak belirten, rekabettir.
Belli bir yatla bütün mallarını satın alacağını
ileri sürerek, herhangi bir milletin, mallarını yalnız
bir millete satmak suretiyle kendini o millete
bağlaması ise hiç de yerinde bir davranış değildir.
Polonyalılar buğdayları için Dantzick şehriyle böyle
bir anlaşma yapmışlardır; Hindistan
hükümdarlarından birçoğunun ticaret için
Hollandalılarla buna benzer anlaşmaları vardır. Bu
çeşit anlaşmalar, yeter ki yiyeceği içeceği sağlanmış
olsun zengin olmak umudunu yitirmiş olan yoksul
milletlerin ya da köle durumunda olup da doğanın
kendilerine verdiği nimetlerden faydalanmak
istemeyen milletlerin ya da bu şeylerin üzerine
zararlı bir ticaret yapmak istemeyen milletlerin
işidir.
Konu X
İktisat ticaretine elverişli bir kurum
İktisat ticaretiyle uğraşan devletlerde, bereket
versin ki, saygınlıkları yüzünden yeni sayılan
birtakım değerli vesikalar ortaya atan kurumlar
meydana getirilmiş bulunmaktadır. [265] Ama bu
çeşit kurumları lüks ticareti yapan ülkelerde açmak
yersiz olur. Bir kişinin yönettiği ülkelerde açmak ise,
paranın bir yanda, egemenliğin de bir yanda
olduğunu, yani bir tarafın hiçbir yetkisi olmadığı
halde bütün parayı elinde bulundurduğunu, öte
tarafın beş parası olmadığı halde her çeşit yetkiyi
elinde bulundurduğunu varsaymak olur. Böyle bir
hükümette hazine sahibi olan ya da olabilen yalnız
hükümdardır; şu halde, böyle bir devlette bir hazine
oldu mu, şöyle kabarık bir şekil de aldı mı, her
şeyden önce hükümdarın hazinesi halini alır.
Aynı nedenden ötürü, belli bir malın ticaretini
yapmak için birleşen ticaret şirketleri de, bir kişi
tarafından yönetilen hükümete uygun düşmez. Bu
şirketlerin amacı özel servetlere, devlet hazinesinin
kuvvet ve kudretini sağlamaktır. Ama bu çeşit
devletlerde böyle bir kuvvet yalnız bir kişinin elinde
bulunabilir. Daha ileri gidip, bu şirketler, iktisat
ticareti yapan devletlere bile her zaman uygun
düşmez, diyeceğim; yani, ticari faaliyetin portresi,
özel kişilerin imkânlarını aşacak kadar büyük
değilse, şu ya da bu kurula kesin ayrıcalıklar vererek
ticaret hürriyetini sınırlandırmak doğru olmaz.
Konu XI
Aynı konunun devamı
İktisat ticareti yapan devletlerde bir serbest
liman kurmak mümkündür. Özel kişilerin azla
yetinmesine bağlı olan devlet ekonomisi, âdeta o
devletin iktisat ticaretine can verir. Yukarıda
sözünü ettiğimiz kurumlar yüzünden gireceği zararı
cumhuriyet hükümeti, milletin becerisinin
sağlayacağı servetle giderebilir. Ama saltanat
hükümetlerinde bu çeşit kurumların bulunması
akla aykırı bir şey olur; vergi ağırlığından doğan
lüksü ha etmekten başka bir işe yaramaz. Devlet,
bu lüksün sağlayabileceği tek nimetten, böyle bir
hükümet yapısında lüksü frenleyebilecek tek şeyden,
yoksun kalır.
Konu XII
Ticaret hürriyeti üzerine
Ticaret hürriyeti, tacirlere, her istediklerini
yapmak yetkisini veren bir şey değil, daha çok
tacirleri kayıt altına alan bir şeydir. Ama taciri kayıt
altına almak demek de ticareti engellemek demek
değildir. Tacirin sayısız çelişmelerle karşılaştığı yer,
hür ülkelerdir; burada onu kayıt altında tutan
şeyler, istibdadın hüküm sürdüğü ülkelerdekinden
daha az değildir.
İngiltere yünlerinin dışarı çıkarılmasını yasak
etmiştir; kömürün hükümet merkezine deniz
yoluyla getirilmesini ister; kesilmemiş atların
ihracına kesinlikle izin vermez; sömürgelerinin,
Avrupa limanları arasında işleyen gemileri, bir
İngiliz limanına uğramamak zorundadır. Bütün
bunlar, taciri kayıt altına alır ama ticaretin
gelişmesini sağlar.
Konu XIII
Bu hürriyeti yok eden şey
Ticaret olan yerde gümrük vardır. Ticaretin
amacı, devletin çıkarına olmak üzere, bazı
nesnelerin ihracı ve ithalidir; gümrüğün amacı da
yine devletin çıkarına olmak üzere bu mallardan
vergi almaktır. Şu halde devleti, bu gümrükle bu
ticaret arasında tarafsız kalması, bu iki şeyin
çelişmesine imkân vermeyecek şekilde davranması
gerekir; ancak o zaman vatandaşlar ticaret
hürriyetinden faydalanırlar.
Maliye, birtakım haksızlıklar, aşırı hareketler
ve ağır gümrük vergileriyle ticareti mahveder;
bundan ayrı olarak gösterdiği güçlüklerle, yerine
getirilmesini istediği resmi muamelelerle de ticareti
aksatır. Gümrüğün tekel halinde bulunduğu
İngiltere’de ticareti kolaylaştıran acayip bir usul
vardır: Yazılı bir kelime en büyük işlerin görülmesini
sağlar; orada tacirin vergi toplayıcıların çıkaracağı
güçlüklerden kurtulmak ya da bu güçlüklere boyun
eğmek için vaktini boş yere harcamasına, bir sürü
kâtip kullanmasına gerek yoktur[266].
Konu XIV
Ticaret mallarına el konulmasına
göz yuman ticaret kanunları üzerine
İngiliz Anayasası[267], savaş halinde, yabancı
tacirlerin mallarına el konulmasını, misilleme söz
konusu değilse eğer, yasak etmiştir. İngiliz milletinin
bunu, hürriyetini sağlayan maddelerin arasına
koymuş olması güzel bir şeydir.
1740’ta İspanya ile İngiltere arasındaki savaşta
İspanya hükümeti çıkardığı bir kanunla İspanya’ya
İngiliz malı, İngiltere’ye de İspanyol malı sokanları
ölüm cezasına çarptıracağını ilan etti. Böyle bir
hükmü, sanırsam, ancak Japon kanunlarında
bulabiliriz. Bizim geleneklerimize, ticaret
anlayışımıza ve ceza oranında bulunması gereken
ahenge aykırıdır; doğrudan doğruya emniyeti
ilgilendiren bir olayı, devlete ihanet suçu haline
getiren bu kanun, düşüncelerimizin altüst olmasına
sebep olmuştur.
Konu XV
Borç yüzünden hapis cezası üzerine
Atina’da Solon, alelade borçlardan ötürü
kişinin hapis cezasına çarptırılamayacağını
buyurdu. Solon, bu kanunu, Bocchoris’in yapıp
Sésostris’in yenilediği Mısır kanunundan aldı.
Adi borçlar için çok iyi bir kanundur bu ama
ticaret işlerinde bu kanuna uymamakta haklıyız.
Çünkü tacirler, çoğu zaman, kısa bir süre için
birbirlerine büyük miktarda para verip para almak
zorunda olduklarından, borçlunun girdiği
taahhüdü belli süre sonunda daima yerine getirmesi
gerekir. Aksi takdirde, hapis cezasına çarpılırsa iyi
olur.
Gündelik medeni anlaşmalar alanına giren
işlerde, kanun, hapis cezası vermemeli; çünkü
kanun, bir vatandaşın hürriyetine başka bir
vatandaşın refahından daha çok önem ver ir. Ama
ticaretle ilgili anlaşmalarda kanun, bir vatandaşın
hürriyetinden çok genel refaha önem vermek
zorundadır; bu da zaten insanlığın ve iyi bir düzenin
gerektireceği kayıtlarla sınırlandırmaları
engelleyemez.
Konu XVI
Güzel kanun
Hayattayken borcunu ödemeyip ölen kişilerin
çocuklarına, babalarının borçlarını ödemedikleri
süre memuriyete, hatta Büyük Meclise girmeyi
yasaklayan Cenevre kanunu çok iyi bir kanundur.
Sonuçlarını saymakla bitiremeyiz: Bir kere, tacirlere
güven verir; sonra memurlara, hatta siteye bile
güven sağlar. Özel kişinin güveninde, genel güvenin
kuvveti vardır orada.
Konu XVII
Rodos kanunu
Rodoslular daha ileri gittiler. Sextus
Empiricus’un dediğine göre, Rodoslularda erkek
evlat babasının mirasını reddetse bile borçlarını
ödemekten kendini kurtaramazdı. Rodos kanunu,
ticarete dayanan bir cumhuriyet kanunuydu; şöyle
bir sınırlandırma bulunmasının nedeni de sanırsam
yine ticaretle ilgili bir hükmün sonucudur: Erkek
evladın ticarete başladığı andan itibaren edindiği
servete babanın borçlarından ötürü dokunulmaz.
Bir tüccar taahhütlerini daima göz önünde
bulundurmalı ve her an, servetinin durumuna göre
davranmalı.
Konu XVIII
Ticaret davalarına bakan hâkimler üzerine
Gelirler adındaki kitabında Ksenophon, ticaret
davalarını süratle karara bağlayan hâkimlere ödül
verilmesini istiyor. Demek oluyor ki bugün ticaret
mahkemelerimizde yürürlükte olan muhakeme
usulünün zorunluluğunu o da hissetmiş
bulunuyordu.
Ticaret davalarının uzun sürecek resmi
muamelelere tahammülü yoktur. Bunlar, aynı
nitelikte başka işlerin her gün takip edeceği günlük
işlerdir. Şu halde bunla rın her gün karara
bağlanması gerekir. Geleceği etkileyen ama nadir
olan hayati işler için bu böyle değildir. Kişi
hayatında bir kere evlenir; Tanrının günü hibede
bulunmaz, vasiyetname yazmaz; bir kere erkin olur.
E atun ise, deniz ticareti olmayan bir şehirde
medeni kanunların yarı yarıya indirilmesi
gerektiğini söylüyor; çok doğru bir şeydir bu. Ticaret,
aynı ülkeye, çeşitli milletlere mensup insanların
girmesine, bir sürü anlaşmaların yerleşmesine,
çeşitli malların ve çeşitli kazanç tarzlarının
girmesine sebep olur.
Böylece bir ticaret şehrinde daha az hâkim,
daha çok kanun vardır.
Konu XIX
Hükümdar hiçbir zaman ticaretle uğraşmamalı
éophile, içinde karısı eodora için bazı
eşyalar bulunan bir gemi görünce gemiyi yaktırdı ve
karısına[268] “Ben imparatorum; siz beni, bir
kadırga patronu durumuna sokuyorsunuz” dedi.
“Kalkıp işlerini ellerinden alırsak fakir fukaramız
neyle geçinirler?” Şöyle bir şey daha diyebilirdi
éophile: “Şu işi, bu işi, tekel altına alırsak kim
bize karşı durabilir? Taahhütlerimizi yerine
getirmek için kim bizi zorlayabilir? Bizim yapmak
istediğimiz bu ticareti saray mensupları da yapmak
isteyecekler; onlar bizden daha açgözlü, daha
merhametsizdirler. Millet adaletimize güvenir;
malımıza mülkümüze ise güveni yoktur. Halkın
sefaletini meydana getiren bunca sefalet, bizim
sefaletimizin de kesin delilleridir.”
Konu XX
Aynı konunun devamı
Portekizlilerle Kastilyalılar Doğu Hint
adalarına hâkim oldukları sırada ticaretin öyle
zengin şubeleri vardı ki, hükümdarlar bunlara el
koymaktan geri kalmadılar. Bu da, her iki milletin,
dünyanın bu kesimindeki kurallarını yıktı.
Goa’daki[269] genel vali özel kişilere
ayrıcalıklar veriyordu. Bu çeşit insanlara kimse
güvenmez; işi ellerinde bulunduranların durmadan
değişmesi ticareti aksatır; hiç kimse bu ticaretin
gelişmesine gayret etmez; kendinden sonra
geleceklere bozuk bir iş bırakmamak için canını
sıkıntıya sokmaz; kazanç, özel kişilerin elinde kalır
ve gerektiği kadar gelişmez.
Konu XXI
Saltanat yönetiminde soylu sınıfının ticaretle
uğraşması üzerine
Saltanat yönetiminde soylu sınıfının ticaretle
uğraşması ticaretin ruhuna aykırıdır. Honorius ile
éodose adındaki imparatorlar, “Böyle bir şey
şehir için zararlı olur, tacirlerle halkın alım satım
işlerinde gördükleri kolaylığı ortadan kaldırırdı”
diyorlar. Soylu sınıfının ticaretle uğraşması saltanat
yönetiminin ruhuna da aykırıdır. İngiltere’de soylu
sınıfının ticaretle uğraşmasına izin veren gelenek,
saltanat yönetimini zayıf düşüren başlıca
nedenlerden biridir.
Konu XXII
Özel düşünce
Şu ya da bu devlette olup bitenleri gören bazı
kişiler, Fransa’da da soylu sınıfının ticaretle
uğraşmasını sağlayacak kanunlar çıkartılması
gerektiğini söylüyorlar”[270] Bana kalırsa, bunun
ticarete hiçbir faydası olmaz; sadece soylu sınıfının
mahvına sebep olur. Bu ülkede, yani Fransa’da,
uygulanan yöntem son derece makul bir usuldür:
Tacirlerin soylulukla hiçbir ilgileri yoktur ama
sonradan pekâlâ soylu olabilirler. Bugünkü
sakıncaların hiçbiri söz konusu olmadan günün
birinde soylu olabileceklerini pekâlâ umabilirler.
Bulundukları sınıan çıkıp kurtulmaları için
ellerindeki tek çare işlerini iyi ya da namuslu bir
şekilde görmeleridir; bu da doğrudan doğruya azla
yetinmelerine bağlı bir şeydir.
Herkesin kendi mesleğinde kalmasını ve
mesleğini çocuklarına devretmesini buyuran
kanunlar, ancak hiç kimsenin rekabet duygusu
beslemediği, besleyemeyeceği istibdat devletlerine
faydalı olabilir.
Başka bir mesleğe geçmek imkânını bulamazsa,
kişinin, kendi mesleğini daha iyi başaracağını
söylemeyin bana. Çünkü ben, mesleğinde sivrildiği
takdirde başka bir mesleğe yükseleceğini uman
kişilerin kendi mesleklerinde daha çok başarı
göstereceklerini ileri sürüyorum.
Para sayesinde soyluluğa yükselmek imkânı
oldu mu, böyle bir şey tacirleri son derece özendirir.
Erdemin değerini bu şekilde para ile ölçmenin doğru
olup olmadığını inceleyecek değilim. Bunun çok
faydalı olacağı hükümetler de vardır.
Fransa’da yüksek soylu sınıfıyla, halk sınıfı
arasında bulunan; yüksek soylu sınıfı gibi parlak
olmamakla beraber onun faydalandığı bütün
ayrıcalıklardan faydalanan; kanunları yürüttüğü
için şan ve onur içinde yüzen ama özel kişileri silik
bir duruma düşüren; mensupları ancak azla
yetinme ve fazilet sayesinde sivrilen; onurlu bir
görevi olmakla beraber kendinden daha seçkin bir
sınıfın varlığını her zaman hissettiren bir soylu sınıfı
vardır. Bunun yanında, işi gücü savaşmak olan,
servetinin derecesi ne olursa olsun kişinin kendi
servetini kendisinin kazanması gerektiğine ama
malını mülkünü yiyip bitirmeden servet edinmeye
kalkmasının ayıp olacağına inanan, vatanına
varıyla yoğuyla hizmet eden, bir şeyi kalmadığı
zaman da yerini yine varıyla yoğuyla vatanına
hizmet edecek birine bırakan; kimse, savaşa gitmedi
demeye cüret edemesin diye savaşa giden; servet
edinme yönünden ümidini kestiği zaman rütbe ve
unvan alacağını uman; onları da elde edemedi mi
şan ve onura ulaşmakla avunan bir soylu sınıfı daha
vardır. Bütün bunlar, bu ülkenin büyüklüğe
ulaşmasında zorunlu olarak bir rol oynamıştır. İki
ya da üç yüz yıldan beri bu ülkenin kuvvet ve
kudreti arttıysa, bunu, böyle de istikrar
göstermesine imkân olmayan talihin cilvesine değil,
kanunlarının iyiliğine borçludur.
Konu XXIII
Ticaret hangi milletler için zararlıdır
Serveti meydana getiren şey ya topraktır ya da
menkul mallar. Bir ülkenin toprağı, çoğu zaman,
orada oturanlara aittir. Bazı devletlerin, yabancıları
arazi almaktan nefret ettiren kanunları vardır [271];
hatta bazı yerlerde arazi, ancak, sahibi başında
bulunursa verimli bir duruma gelebilir. Şu halde, bu
çeşit servet özel olarak her devletin kendine aittir.
Para, senet, banka mektupları, hisse senetleri,
gemiler, ticaret malları gibi menkul servetler, bu
bakımdan, insan topluluklarının tümünün birden
üyesi bulunduğu tek bir devlet olan bütün dünyaya
aittir. Yeryüzündeki bu menkul malların en çoğunu
elinde bulunduran millet, dünyanın en zengin
milletidir. Bazı devletlerin elinde bu mallardan bir
hayli vardır; bunu da her devlet, yiyecek ve
içeceğinin bolluğuyla, işçilerinin çalışmasıyla,
endüstrisiyle, keşi eriyle, bazen de rastlantıyla elde
eder. Milletler açgözlülükleri yüzünden âdeta
birbirlerine düşerler. Bu arada öyle bahtsız devletler
de vardır ki, öteki ülkelerin mallarından yoksun
olduğu gibi, bizzat kendi mallarından da yoksun
kalır; kendi ülkesindeki toprakların sahipleri, âdeta
başkalarının hesabına çalışan sömürge halkı
durumuna düşerler. Böyle bir devletin, elinde hiçbir
şey olmadığı gibi, bir şeyler elde etmesine de imkân
yoktur; hiçbir milletle ticari münasebette
bulunmasa daha iyi eder. Onu bu şartlar içinde
yoksulluğa sürükleyen doğrudan doğruya ticarettir.
Bir ülke ki her zaman, sattığından daha çok
yiyecek ve mal satın alır, o ülke yoksul düşmek
suretiyle dengesini kendi kendine sağlar. Alacağı
şeyler her gün biraz daha eksilir, sonunda da aşırı bir
yoksulluğa düşüp hiçbir şey alamaz olur.
Ticaret ülkelerinde, tüm yok olan para,
bakarsınız geri gelir; çünkü parayı alan devletler o
miktar parayı kendisine borçlanmışlardır. Az önce
sözünü ettiğimiz devletlerde ise para hiçbir zaman
geri gelmez; parayı çeken devletlerin borcu yoktur da
ondan.
Burada Polonya’yı örnek alacağız.
Topraklarında yetişen buğday hariç, yeryüzünün
menkul malları adını verdiğimiz şeylerin hemen
hiçbiri yoktur onda. Bütün eyaletler birkaç
senyörün elindedir; mümkün olduğu kadar fazla
ürün alsın diye çiçiyi sıkıştırırlar, sonra da bunu
tutup sırf sürdükleri lüks hayata gerekli şeyleri satın
almak için yabancı ülkelere satarlar. Polonya hiçbir
milletle ticari ilişkide bulunmasaydı, Polonyalılar
daha mutlu bir hayat sürerlerdi. Buğdaydan başka
bir şey elde edemeyen büyükler, onu da yesinler diye
köylüye bırakırlardı; aşırı derecede büyük arazi
âdeta sırtlarına yük olurdu; tutup onu da köylülere
taksim ederlerdi; herkes hayvan sürülerinden
gereken yünü ya da deriyi alır, hiç kimse eşyası için
büyük ölçüde para sarf etmek zorunda kalmazdı;
öteden beri lüks düşkünü olan, bunu da ancak kendi
ülkelerinde bulabilecek olan büyükler, yoksulları
çalışmaya teşvik ederlerdi. Vahşileşmedikleri
takdirde Polonyalıların, bu suretle daha üstün,
daha rahat bir hayata kavuşacaklarını iddia
ediyorum; kanunları ise vahşileşmelerini pekâlâ
önleyebilir.
Şimdi, biraz da Japonya’yı gözden geçirelim:
Aşırı derecede ithalatı, aşırı derecede ihracatta
bulunmasını sağlamaktadır. Oysa ithalatı da,
ihracatı da ölçülüymüş gibi, ülkede tam bir denge
vardır; hem zaten, iç ve dış ticaretin böyle kabarık
olması devlete bin bir çıkar sağlar. Tüketim daha
çok olur, sanatların alanı genişler, işçi sayısı artar,
ülkenin kuvvet ve kudretinin çoğalması için daha
çok imkân elde edilir. Ani yardımları gerektiren
durumlar ortaya çıktığı takdirde, böyle zengin bir
devlet bu işi başka herhangi bir devletten daha
çabuk görür. Bir ülkede gereksiz dediğimiz şeylerin
bulunması güçtür; doğru, ama gereksiz şeyleri
faydalı, faydalı şeyleri de zorunlu bir duruma sokan
ticaretin niteliğidir. Şu halde devlet zorunlu olan
şeyleri daha çok sayıda vatandaşa verebilir.
Şöyle diyelim o halde; ticaretten kayıplı çıkan
milletler hiçbir şeye ihtiyacı olmayan milletler değil,
her şeye ihtiyacı olan milletlerdir. Hiç kimseyle
ticari ilişkide bulunmamak, kendi kendilerine
yetinen milletlerin değil, ülkelerinde hiçbir şeyi
bulunmayan milletlerin çıkarınadır.
YİRMİ BİRİNCİ KİTAP
Dünyadaki değişiklikleri göz
önünde bulundurmak şartıyla
ticaret ve ticaretle ilgili kanunlar
üzerine
Konu I
Bazı genel düşünceler
Her ne kadar ticaret büyük değişikliklere
uğrayabilirse de, bazı zik nedenlerden, toprağın ya
da iklimin niteliğinden ötürü bakarsınız yapısı
hiçbir değişikliğe uğramadan aynı şekilde sürer
gider.
Bugün Hindistan’la, yalnız oraya
gönderdiğimiz para ile ticaret yapmaktayız.
Romalılar her yıl oraya aşağı yukarı elli milyon
sesterce[272] gönderirlerdi. Bu para, bugün tıpkı
bizim paramız gibi batıya getirilen mallarla
değiştirilirdi. Hindistan’la ticaret yapan bütün
milletler oraya maden götürmüşler, karşılığında da
mal almışlardır.
Doğrudan doğruya doğal nedenlerin sonucudur
bu. Hintlilerin kendi yaşayış tarzlarına uygun
sanatları vardır. Bizim süsümüz onların süsü
olamayacağı gibi, bizim ihtiyaçlarımız da onların
ihtiyaçları olamaz. İklimleri, bizden gidecek şeyleri
ne istemelerine, ne de kullanmalarına elverişlidir.
Hemen hepsi çıplak gezer; giysilerini kendi
ülkelerinde kendileri, gerektiği şekilde yaparlar;
yaşantıları üzerinde son derece etkisi olan dinleri
ise, bizim sebze olarak yediğimiz şeyleri onların
yemelerine engel olur. Şu halde onların yalnız, değer
belirtisi olan madenlerimize ihtiyaçları vardır;
madenlerimizi alırlar, karşılığında da bir yandan
azla yetinmelerinden, öte yandan topraklarının
verimliliğinden ötürü bol bol elde ettikleri malları
bize verirler. Kitaplarında Hindistan’ı anlatan eski
yazarlar, o ülkeyi bize, gerek uygarlığı bakımından,
gerek yaşayış tarzı bakımından, gerekse gelenekleri
bakımından bugün nasılsa öyle
tanımlamaktadırlar. Hindistan dün ne ise, bugün
de odur; yarın da öyle olacaktır; şimdiye kadar
olduğu gibi bundan böyle de Hindistan’la ticaret
yapacak olanlar oraya para götürecekler, ama
oradan ülkelerimize para getiremeyeceklerdir.
Konu II
Afrika’daki insan toplulukları üzerine
Afrika kıyılarında yaşayan insan
topluluklarının çoğu ya vahşidir ya da yaban.
Bunun daha çok, oturulabilecek küçük ülkelerin
oturulması hemen hemen imkânsız ülkelerle
birbirinden ayrılmış olmasından ileri geldiğini
sanıyorum. Sanat, endüstri diye bir şey yoktur
onlarda; buna karşılık, doğadan kolaylıkla elde
ettikleri bol miktarda değerli madenleri vardır. Şu
halde uygar insan topluluklarının tümü onlarla,
kendi çıkarlarına ticaret yapacak durumdadırlar;
hiçbir değeri olmayan şeyleri onlara değerliymiş gibi
gösterir, karşılığında yüksek fiyat isteyebilirler.
Konu III
Güneyde oturan insanların ihtiyaçları başka,
kuzeyde oturan insanların ihtiyaçları başkadır
Avrupa’nın güneyinde yaşayan uluslarla,
kuzeyinde yaşayan uluslar arasında bir çeşit denge
vardır. Birincilerin yaşamak için her çeşit imkânları
olduğu halde ihtiyaçları azdır; ikincilerin ise
ihtiyaçları çoktur ama yaşamak için imkânları
azdır. Kimine doğa çok şey vermiş, karşılığında çok
az şey istemiş; kimine ise az şey vermiş, karşılığında
çok şey istemiş. Denge, doğanın güney milletlerine
verdiği tembellikle, kuzey milletlerine verdiği
beceriklilik ve çalışkanlık sayesinde kurulmuştur.
Kuzeyde oturanlar çok çalışmak zorundadırlar;
böyle davranmazlarsa hiçbir ihtiyaçlarını
gideremezler, bundan ötürü de yabanlaşırlar.
Güneyde köleliği doğal bir şekle sokan da zaten bu
olmuştur. Orada insanlar zengin olmaktan
kolaylıkla vazgeçebildikleri gibi özgürlükten de
kolaylıkla vazgeçebilirler. Ama kuzeyde yaşayanlar,
doğanın gerektirdiği ihtiyaçların tümünü giderecek
imkânları sağlayan özgürlüğe muhtaçtırlar. Şu
halde, kuzeyde yaşayanlar, özgür ya da yaban
değillerse zorlu bir durumda bulunurlar. Güneyde
yaşayan milletlerin hemen hepsi, eğer köle
değillerse, uyanık bir durumda bulunurlar.
Konu IV
Eskilerin ticaretiyle bugünkü ticaret arasındaki
başlıca ayrılık
Zaman zaman dünya, ticaretin yönünü
değiştiren durumlara girer. Bugün Avrupa’da ticaret
bilhassa kuzeyden güneye doğru yayılmaktadır.
Demek oluyor ki iklim farkı, milletleri, birbirlerinin
ülkelerinde yetişen ürünlere muhtaç duruma
düşürüyor. Örneğin, güney ülkelerinde elde edilen
içkiler bugün, kuzeyde ve eskilerde görülmeyen bir
ticaret alanının gelişmesini sağlamıştır. Nitekim
gemilerin eskiden buğday kilesiyle ölçülen hacimleri
bugün içki tonilatosuyla ölçülmektedir.
Bizim bildiğimize göre, eskiden Akdeniz’in bir
limanından öteki limanına yapıldığı için ticaret,
aşağı yukarı hep güney ülkeleri arasında olurmuş.
Şimdi, aynı iklimde yaşayan milletlerde aynı şeyler
bulunduğundan bunların birbirleriyle ticaret
yapmaları, ayrı ayrı iklimlerde yaşayan milletlerin
birbirleriyle ticaret yapmaları kadar zorunlu
değildir. Şu halde eskiden Avrupa’da ticaret
bugünkü kadar geniş değildi.
Bu da, Hindistan’la olan ticaretimiz üzerine
söylediğim şeylerle çelişmez. İklimler arasındaki
aşırı ayrılık, o iklimlerde yaşayan milletlerin
birbirlerinden isteyebilecekleri şeyleri âdeta hiçe
indirmiştir.
Konu V
Başka ayrılıklar
Kimi zaman fatihlerin etkisiyle yok olan, kimi
zaman hükümdarların baskısıyla zorlaşan ticaret,
yeryüzünde dolaşır durur; baskı gördüğü yerden
kaçar; nefes almasına ses çıkarılmayan yerde de yan
gelip yatar. Vaktiyle çölden, denizden ve kayalık
araziden başka bir şeyi bulunmayan yerlerde bugün
ticaretin geliştiğini; tersine, vaktiyle ticaretin
geliştiği yerlerde, şimdi çölden başka bir şey
olmadığını görüyoruz.
Nüfusu günden güne azalan ve uçsuz bucaksız
bir orman halini alan Colchide[273]’in özgürlüğünü
ancak, kendini yavaş yavaş Türklerle, İranlılara
satmak suretiyle koruyabildiğini gördükçe,
Romalılar zamanında bu bölgenin, sırf ticaret
amacıyla bütün milletlerin toplandıkları şehirlerle
dolu bir ülke olduğuna bir türlü inanası gelmiyor
insanın. Ülkede anıt diye bir şey kalmamış; ancak
Pline ile Strabon’un yapıtlarında buranın bir
zamanlar var olduğunu görüyoruz.
Ticaret tarihi, insan toplulukları arasındaki
ilişkilerin tarihidir. Bu toplulukların çeşitli
nedenlerden ötürü ortadan kalkması, nüfusun
zaman zaman artıp eksilmesi, ülkelerin uğradığı çok
ya da az şiddetli akınlar, bu tarihin en büyük
olaylarıdır.
Konu VI
Eskilerin ticareti üzerine
Semiramis’in bir günde elde edilemeyecek
kadar çok olan hazineleri bize Asurluların başka
milletlerin ülkelerini yağma ettiklerini gösteriyor;
kendi ülkeleri de sonradan öteki milletler tarafından
yağma edilmiştir.
Ticaretin sonucu zenginliktir; zenginliğin
sonucu lüks, lüksün sonucu da sanatların
yetkinliğidir. Semiramis zamanında sanatlarda
bulduğumuz olgunluk bize, büyük bir ticaret
hayatının çoktan beri yerleşmiş olduğunu
göstermektedir.
Asya devletlerinde aşırı derecede lüks eşya
ticareti vardı. Şu lüks eşya tarihi var ya, eğer
yazılsaydı muhakkak ticaret tarihinin önemli bir
bölümünü meydana getirirdi; İranlılar lüksü
Medlerden; Medler de Asurlulardan almışlardır.
Asya’da büyük değişiklikler oldu. İran’ın kuzey
doğu bölgesinde bulunan Hyrcanie, Margiane,
Bactriane vesaire eyaletleri vaktiyle, şimdi
yerlerinde yeller esen bayındır şehirlerle doluydu; bu
devletin kuzeyinde ise, yani Hazar denizini
Karadeniz’den ayıran kıstakta ise, yine bugün
yıkılmış şehirler, yok olmuş, dağılmış insan
toplulukları vardı.
Eratosthenes’le Aristopulos’un Patrocle’den
aktardıklarına göre Hindistan’dan gelen mallar
Karadeniz’e, Amuderya’dan nakledilirmiş. Marc
Varron’un anlattığına göre, Hindistan’dan
Bactrien’lerin ülkesine ve Amuderya’ya dökülen
Icarus ırmağına yedi günde gidildiği Pompeus
zamanında Mithridate’a karşı açılan savaşta
öğrenilmiş; Hindistan’dan gelen mallar bu yoldan
Hazar denizini aşar, oradan da Cyrus ırmağının
ağzına ulaşırmış; bu ırmaktan sonra Karadeniz’e
inen Phase’a varmak için beş gün karadan yürümek
gerekmiş. Hiç şüphe yok ki Asurlular, Medler ve
İranlılar gibi büyük devletler, gerek doğunun gerekse
batının en uzak sömürgeleriyle ilişkilerini, bu
ülkelerde oturan çeşitli insan toplulukları aracılığı
ile sağlıyorlardı.
Bugün bu yol haritadan silinmiştir. Bu ülkeleri
Tatarlar yakıp yıkmışlar; bu yıkıcı millet bugün bile
oralarda salt yakıp yıkmak için oturmakta.
Amuderya Hazar denizine dökülmüyor artık; özel
nedenlerden ötürü Tatarların yönünü değiştirdikleri
ırmak çorak topraklarda kaybolup gidiyor.
Eskiden uygar milletlerle barbar insan
toplulukları arasında bir sınır teşkil eden Jaxarte
ırmağının da yönünü değiştirmişler, denize kadar
gitmesini önlemişlerdir.
Seleucus Nicator [274], Hazar denizini
Karadeniz’le birleştirmeyi tasarlamıştı. O çağın
ticaret imkânlarını bir hayli kolaylaştırıp geliştirecek
olan bu tasarı, Seleucus Nicator ölünce suya düştü,
iki denizi birbirinden ayıran kıstakta böyle bir
başarıyı gerçekleştirebilir miydi, gerçekleştiremez
miydi, bilemiyoruz. Bu ülkeyi bugün bile çok az
tanıyoruz; nüfusu azdır, ülke baştanbaşa
ormanlarla kaplıdır. Kaas dağlarından inen birçok
dere arazinin sulak olmasını sağlamaktadır; ama
kıstağın kuzey bölgesini teşkil eden ve güneye doğru
birçok kollar halinde uzanan Kaas dağları, henüz
aktarma havuzun ne olduğu bilinmeyen o çağda işin
gerçekleşmesine tümüyle engel olurdu.
Seleucus’un iki denizi, sonradan Çar I.
Petro’nun birleştirdiği şekilde, yani Tanais’i Volga
ırmağına yaklaştıran dilden faydalanarak
birleştirmek istediği düşünülebilirse de, o sırada
Hazar denizinin kuzeyi bilinmediği için böyle bir
şeyin geçerli durumda olabilmesi de imkânsızdır.
Asya devletlerinde lüks eşya ticareti hüküm
sürerken Tyr’liler yeryüzünün bütün bölgelerinde
iktisat yoluyla ticareti yönetiyorlardı.
Bochard[275], Chanaan’in birinci kitabında,
bunların denize yakın ülkelerde kurdukları
sömürgelerin adlarını bir bir saymıştır. Bu
sömürgelere yerleşenler Herakles sütunlarını aşıp
Okyanus kıyılarında bile ticaret merkezleri
kurmuşlardır.
O çağlarda denizciler, kendilerine âdeta pusula
görevi gören kıyıları takip ederek yol almak
zorundaydılar. Yolculuk uzun sürüyor ve çok güç
oluyordu. Odysseus’un deniz yolculuğu için yaptığı
çalışmalar, bütün konuların ilki olduktan başka
dünyanın en güzel şiiri için de çok verimli bir konu
olmuştur.
Milletlerin çoğunun kendilerinden uzakta
yaşayan milletler hakkındaki bilgilerinin azlığı,
iktisat amacıyla ticaret yapan milletlerin işini
kolaylaştırıyordu. Ticaretlerini istedikleri şekilde
gizli tutabiliyorlardı. Böylece, bilgili milletlerin
cahil milletlere olan üstünlüğünü ellerinde
bulunduruyorlardı.
Din ve gelenekleri bakımından, yabancılarla
hiçbir şekilde ilişkide bulunmayan Mısırlılar, dış
ülkelerle hemen hiç ticaret yapmıyorlardı;
topraklarının verimli olmasından, her şeyin bol bol
yetişmesinden yararlanıyorlardı. O çağın Japonyası
gibi bir şeydi Mısır; kendi kendine yetiyordu.
Mısırlılar, dış ticarete o kadar az önem verdiler
ki, Kızıldeniz’deki ticareti bile burada ufak bir
limanı olan küçük milletlere bıraktılar. Ticaretin
burada, Idumélilerin, Yahudilerin ve Suriyelilerin
ticaret gemileriyle yapılmasına izin verdiler. Hz.
Süleyman, kendi gemilerinde, bu suları çok iyi bilen
Tyrlileri kullandı.
Josephe, yalnız tarımla uğraşan milletinin
denizle çok az ilgisi olduğunu söyler. Nitekim
Yahudilerin Kızıldeniz’de ticarete atılmaları bir
tesadüf sonucu olmuştur. Idumélilerin elinden
Elath ile Asiongaber’i alınca deniz ticaretine
başladılar. Bu iki şehri ellerinden çıkarınca da bu
çeşit ticareti bıraktılar.
Fenikeliler için iş böyle değildi; lüks eşya
ticareti yapmıyorlardı onlar; istila yoluyla ticarete
atılmış değillerdi; azla yetinmeleri, becerikli
olmaları, zekâları, tehlikeden korkmamaları,
yorgunluktan yılmamaları, yeryüzünün bütün
milletleri tarafından aranmalarına sebep oluyordu.
Kızıldeniz kıyılarında oturan milletler yalnız
bu denizde, bir de Afrika’nın doğu kıyılarında
ticaret yapıyorlardı. Büyük İskender zamanında
Hind denizi keşfedilince, dünyanın uğradığı
şaşkınlık bunun böyle olduğunu açıkça gösterir.
Öteden beri Hindistan’a değerli madenler
götürüldüğünü, karşılığında da böyle bir şey
alınmadığını söylemiştik. Kızıldeniz yoluyla altın ve
gümüş götüren Yahudi gemileri Hindistan’dan
değil, Afrika’dan geri dönerlerdi.
Dahası var: Bu deniz ticareti Afrika’nın doğu
kıyılarında yapılırdı; o çağdaki gemilerin
durumuyla denizcilik ilmi de zaten uzak ülkelere
gidilmediğini açıkça gösterir.
Hazreti Süleyman’la Josophat’nın gemilerinin
tam üç yıl sonra geri döndüklerini biliyorum; ama
yolculuğun bu kadar uzun sürmesinin, mesafenin
uzaklığından ileri gelmediğini de biliyorum.
Pline ile Strabon’un anlattığına bakılırsa
Kızıldeniz’le Hindistan kıyılarında işleyen ve
kamıştan yapılmış olan bir geminin yirmi günde
aldığı yolu Yunanlılarla Romalıların gemileri bir
haada alırlarmış. Bu orantı göz önünde tutulursa,
Yunanlı ya da Romalı bir geminin bir yılda bitirdiği
bir yolculuğu Hazreti Süleyman’ın gemilerinin
ancak üç yılda tamamlaması gerekir.
Hızları birbirine eşit olmayan iki gemi, aynı
yere hızlarıyla orantılı olan bir zamanda
varamazlar. Yavaşlık çoğu zaman daha büyük bir
yavaşlık meydana getirir. Kıyıyı takip etmek,
devamlı olarak değişik bir duruma geçmek, bir
koydan çıkmak için elverişli bir rüzgâr beklemek,
ilerlemek için de yine elverişli bir rüzgâr beklemek
söz konusu oldu mu, iyi bir yelkenli elverişli bütün
havalardan faydalanır; öteki ise çıkılması güç bir
yerde durur, salt havanın değişmesi için birkaç gün
bekler.
Eşit zamanda Yunanlı ve Romalıların aldığı
yolun ancak üçte birini alabilen Hindistan
gemilerinin bu yavaşlığı bugün bizim ticaret
gemilerimizde gördüğümüz özelliklerle
açıklanabilir. Kamıştan yapılmış olan Hindistan
gemisi, Yunanlılarla Romalıların, demir çubuklarla
birbirine bağlı tahtadan yapılmış gemilerinden daha
az suya batardı.
Bu Hindistan gemilerini, bugün, limanları sığ
olan bazı milletlerin gemilerine benzetmek
mümkündür. Venedik’te, genel olarak İtalya
kıyılarında, Baltık denizi ile Hollanda kıyılarında
işleyen gemiler böyledir işte. Buralara girip çıkacak
olan gemilerin dipleri yuvarlak ve geniştir.
Limanları derin olan öteki milletlerin gemilerinin
dipleri ise, iyice suya batacak şekilde yapılmıştır.
Bunun sonucu olarak da bu gemiler rüzgârın
yönüne yakın olunca yol alırlar; ötekiler ise ancak
rüzgâr tam arkadan vurduğu zaman yol alırlar.
Suyun içine fazla giren bir gemi, hemen her çeşit
rüzgârda aynı yöne doğru yol alır; bu da, rüzgârın
etkisiyle yürüyen geminin dayanak karşıtı olarak
suda bulduğu dirençten bir, bir de geminin
uzunluğunca rüzgâra yan verdikten sonra dümen
kırmak suretiyle geminin kıçını istenilen yöne
çevirebilmekten ileri gelmektedir. Böylece rüzgâra
yakın bir yönde ilerlemek, yani rüzgârın geldiği yöne
çok yakın bir yönde ilerlemek mümkündür. Ama
geminin dibi yuvarlak ve geniş olursa, bundan ötürü
de suya az batarsa o zaman dayanak noktası
olamaz; o zaman rüzgâr kendisine dayanamayan,
aksi yönde de gidemeyen gemiyi istediği tarafa
sürükler. Bundan şu sonuç çıkar ki, dipleri yuvarlak
olan gemiler daha yavaş yol alırlar; çünkü: l.
Rüzgârı beklemek, hele sık sık yön değiştireceklerse
bir hayli beklemek zorunda kalırlar; 2. Bir dayanak
noktaları olmadığı için ötekiler kadar yelkenleri
olamayacağından daha yavaş yol alırlar.
Denizciliğin bunca geliştiği, sanatların milletler
arasında rahatlıkla değiş tokuş edildiği, hem
doğanın, hem insan becerisinin neden olduğu
kusurların yine insan becerisiyle bunca kolaylıkla
düzeltildiği bir çağda bütün bu ayrılıkların
fazlasıyla duyulup görüldüğüne göre, eskilerde kim
bilir bu ayrılıklar daha ne kadar çoktu?
Bu konudan kolay kolay ayrılamayacağım
galiba. Hintlilerin gemileri küçüktü; o, sırf gösteriş
olsun diye yapılan büyük gemiler bir yana bırakılırsa
Yunanlılarla Romalıların gemileri ise bizimkilerden
daha küçüktü. Şimdi, bir gemi ne kadar küçük
olursa fırtınalı havalarda da o ölçüde tehlikeyle
karşı karşıya kalır. Büyük bir gemiyi şöyle böyle
sarsacak olan bir fırtına bakarsınız daha küçük bir
gemiyi suların altında bırakır. İki cisimden, küçük
olanın yüzeyi nispeten küçük olur. Bundan şu sonuç
çıkar ki, küçük bir gemide orantı daha azdır; yani
geminin alabileceği ağırlık ya da yükle yüzey
arasındaki fark büyük bir gemidekinden daha
büyüktür. Yapılan deneyler gösteriyor ki, genel
olarak bir gemiye, alabileceği suyun yarısı kadar
ağırlıkta bir yük konabilir. Geminin sekiz yüz
tonilato su aldığını varsayarsak, alacağı yük ağırlığı
dört yüz tonilato olabilir. Böylece birinci geminin
büyüklüğünün, alacak olduğu yüke oranı sekizin
dörde olan oranı şeklinde olur; ikincisinin ise
dördün ikiye olan oranına eşit olur. Diyelim ki,
birincinin yüzeyinin ikincinin yüzeyine olan oranı
sekizin altıya olan oranına eşit olsun; ikinci geminin
yüzeyinin ağırlığına oranı altının ikiye oranı
şeklinde olur; birincinin yüzeyinin ağırlığına oranı
ise sekizin dörde olan oranına eşit olur; rüzgârlarla
dalgalar da yalnız yüzeyi etkilediğinden, büyük
gemi ağırlığı sayesinde küçükten daha dayanıklı
olur.
Konu VII
Yunanlıların ticareti üzerine
İlk Yunanlıların hepsi korsandı. Deniz
egemenliğini elinde tutan Minos [276] belki en
büyük başarılarını korsanlıkta elde etmiştir. Bu
egemenlik ise adanın yakınlarından pek öyle
uzaklara gidemiyordu ama Yunanlılar büyük bir
millet halini alınca, Atinalılar denizlerde gerçek bir
egemenlik kurdular; çünkü bu tacir ve galip millet, o
çağın en büyük hükümdarını boyunduruğu altına
alıp Suriye’nin olsun, Fenike’nin olsun, Kıbrıs
adasının olsun deniz kuvvetlerini bir bir yere serdi.
Atina’nın denizler üzerindeki bu
egemenliğinden söz etmem gerek. Ksenophon diyor
ki: “Atina bütün denizleri egemenliği altına almıştı
ama Atina karaya bağlı olduğu için, donanması
uzak seferlere çıktığı zaman düşmanları ülkeyi yakıp
yıkıyorlardı. Büyükler arazilerinin yakılıp
yıkılmasına izin veriyorlar, servetlerini adalardan
birinde emniyet altına alıyorlardı. Toprağı olmayan
halk tabakası ise, kaygısız yaşayıp gidiyordu. Ama
Atinalılar bir adada otursalardı, üstelik bir de
denizlerde egemenlik kursalardı, başkalarına zarar
verecek yetkide olurlardı; kendilerine ise kimse zarar
veremezdi; böylece denizlerde de tam manasıyla
egemenlik kurmuş olurlardı.”
Ksenophon’un burada İngiltere’den söz
ediyormuş gibi bir hali var değil mi?
Şan ve onur tasarılarıyla dolu olan Atina;
etkisini artıracak yerde şunun bunun kıskançlığını
körükleyen Atina; denizlerdeki egemenliğinden
faydalanacak yerde salt bu egemenliği yaymaya
çalışan Atina; aşağı tabakadan olanların devlet
hazinesinden yararlanmayışına, zenginlerin ise
baskı altında tutulmasına izin veren Atina;
madenlerinin zenginliğine, kölelerinin çokluğuna,
denizcilerinin bolluğuna, Yunan şehirleri üzerindeki
üstünlüğüne ve bütün bunların dışında Solon’un o
güzelim kurumlarına rağmen ticaretini gerekli
ölçüde genişletmesini bilemedi. Bütün ticareti aşağı
yukarı Yunan limanları ile yiyip içeceğini sağlayan
Karadeniz limanları arasında sıkışıp kaldı.
Korinthos’un çok elverişli bir durumu vardı: İki
denizi birbirinden ayırıyor, Peloponez’i açıp kapıyor;
Yunanistan’ı açıp kapıyordu. Yunan milletinin başlı
başına bir dünya, her Yunan şehrinin ise ayrı bir
millet olarak yaşadığı bir çağda Korinthos, son
derece önemli bir şehirdi. Ticaret alanı, Atina’nın
ticaret alanından çok daha genişti. Asya’dan gelen
gemilerin barınıp mallarını boşaltabileceği bir
limanı vardı; İtalya’dan gelen gemiler için de bir
başka limanı vardı; çünkü birbirine zıt rüzgârların
karşılaştığı ve gemilerin batmasına sebep olduğu
Malée burnunu aşmak çok güç olduğundan gemiler
Korinthos’a sığınmayı tercih ediyorlardı; gemileri
kara yoluyla bir denizden öbürüne geçirmek bile
mümkündü. Hiçbir şehirde insan becerisinin
yapıtları bu derece ileri gitmemişti. Bolluğun,
zenginliğin bu şehre sağladığı ahlakla gelenekleri,
din yavaş yavaş bozmaktan geri kalmadı. Venüs
için, bin orospunun rahibelik ettiği bir tapınak inşa
edildi. Athenea’nın tarihini yazmak cesaretini
gösterdiği o ünlü güzel kadınların çoğu, bu
tapınakta yetişmiştir.
Yazılanlara bakılırsa, Homeros’un yaşadığı
çağda Yunanistan’ın en zengin yerleri Rodos,
Korinthos ve Orchomene imiş. Nitekim İlias’da,
“İuppiter, Rodosluları sevdiği için onları çok zengin
etti!” deniyor. Korinthos’tan söz edilirken de yine
aynı kitapta “zengin” sıfatı kullanılıyor.
Bunun gibi, çok altını olan şehirlerin adlarını
sayarken Homeros, Mısır’ın eba’sıyla
Orchomene’yi de bunların arasına sokuyor. Rodos’la
Korinthos bu üstünlüklerini yitirmediler;
Orchomene’ninki ise uzun sürmedi. Hellespont’a,
Propontide’e ve Karadeniz’e yakın olan
Orchomene’nin durumu, bu şehrin bütün servetini,
altın yapağı masalına yol açan söz konusu
denizlerin kıyılarındaki limanlarla yaptığı ticaretten
elde ettiği düşüncesini uyandırıyor insanda.
Gerçekten de öyle Orchomene’yle Argonaute’lara
Miniare adı verilmiştir. Ama sonradan bu denizler
daha iyi tanındığından; Yunanlılar bu gibi
limanlara çok sayıda insan yerleştirip her birini bir
ticaret merkezi haline getirdiklerinden; bu
limanlarda oturanlar da yabancılarla ticari
temaslarda bulunduklarından; anavatanla da
ilgilerini kesmediklerinden, Orchomene önemini
yitirmeye, öteki Yunan şehirleri gibi sıradan bir şehir
halini almaya başladı.
Homeros’tan önce Yunan şehirleri ancak kendi
aralarında ve seyrek olarak da bazı yabancı insan
topluluklarıyla ticaret yaparlardı ama istila yoluyla
yeni devletler meydana getirdikçe egemenliklerini
genişlettiler. Yunanistan, denizleri iteler gibi
görünen burunlarla, buna karşılık denizleri içine
almak ister gibi görünen körfezlerle çevrili büyük bir
yarımada idi. Yunanistan’a şöyle bir bakarsak
toprak bakımından oldukça yoksul, ama deniz kıyısı
bakımından çok zengin bir ülke ile karşılaşırız.
Sayısız sömürgeleri, bu ülkenin çevresinde çok geniş
bir çember meydana getirirdi. O çağlarda barbar
sayılmayan evrenin tümü de âdeta bu çemberin
içine girerdi. Sicilya’yı ya da İtalya’yı istila eder
etmez oralarda hemen birtakım milletler meydana
getirirdi. Karadeniz limanlarına, Ön Asya
kıyılarıyla Afrika kıyılarına uğrayan gemilerindeki
insanlar da aynı şeyi yaptılar. Yeni yeni milletlere
komşu olan Yunan şehirleri de daha bayındır, daha
zengin bir hal aldı. Bundan başka daha hoş bir şey
vardı ki, o da, sayısız adaların, adeta ileri mevziler
gibi Yunanistan’ı çepeçevre çevirmiş olmasıydı.
Yunanistan’ın ikbalini sağlayan bunca
nedenleri, bütün evrene sunduğu bunca eğlenceleri,
bütün kralların sungu gönderdiği bunca tapınakları,
insanların katılmak için dünyanın dört bir
yanından akın akın geldiği bayramları, bütün
insanların ilgisini çeken kâhinleri, nihayet zevk ve
sanatın en üstün noktasına vardıklarını gösteren
yapıtları, evet, bütün bunları aştık diyebilmesi için
kişinin bunların hiçbirinden haberi olmaması
gerekir!
Konu VIII
İskender üzerine. Onun aldığı ülkeler
İskender zamanına ait dört olay ticarette büyük
bir devrim meydana getirmiştir: Birincisi, Tyr’in
alınması; ikincisi, Mısır’ın işgali; üçüncüsü,
Hindistan’ın istilası; dördüncüsü de, bu ülkenin
güneyindeki denizin bulunması.
İran devleti, İndus ırmağına kadar uzanıyordu.
İskender’den çok önce Dara’nın gönderdiği gemiciler
bu ırmağı boylu boyunca aşıp Kızıldeniz’e inmiş
bulunuyorlardı. Peki, öyleyse, diyeceksiniz,
Hindistan’la ilk defa güney yoluyla ticaret yapmayı
nasıl oldu da Yunanlılar akıl ettiler? İranlılar neden
bunu düşünemediler? Kendilerine bu derece yakın
olan, ülkelerinin büyük bir bölümünü de çevreleyen
bu denizlerden neden yararlanmadılar? Biliyorum,
İskender Hindistan’ı istila etti de ondan yararlandı,
diyeceksiniz. Peki ama bir ülkeyle ticaret yapmak
için ülkeyi ele geçirmek mi gerek? İşte burada,
inceleyecek olduğum konu bu.
İran körfezinden İndus ırmağına, güney
denizinden Hindikuş dağlarına kadar uzanan
Ariane ülkesi, İran devletine bağlı gibi bir şeydi; ama
güney bölgesi, çorak, kavruk, verimsizdi; insanları
da ilkel kişilerdi. Anlatılanlara göre, Semiramis ile
Cyrus’un orduları bu çöllerde perişan olmuştu;
donanmasıyla ilgisini kesmeyen İskender bile
ordusunun bir bölümünün bu ülkede yitmesine
engel olamadı, İranlılar bütün kıyıları yalnız
Ichtyophoge’lara[277], Oritte’lere ve başka barbar
insan topluluklarına bırakıyorlardı. Zaten İranlılar
denizci değillerdi; hatta dinleri bile deniz ticareti
yapmalarına tümüyle engel oluyordu. Dara’nın,
İndus ırmağı ile Hint denizi üzerinde işlettiği
gemiler, düzenli bir tasarının sonucu değil,
doğrudan doğruya egemenliğini göstermek isteyen
bir hükümdarın gelip geçici bir hevesiydi. Onun bu
girişimi ne ticaret için ne de gemicilik için yararlı bir
sonuç verdi. İranlılar da böylece bir an için
bilgisizlikten kurtuldular ama yine bilgisizliğe
düşmekte gecikmediler.
Dahası var: İskender’in gelişinden önce,
Hindistan’ın güney bölümünün oturulamayacak bir
halde olduğu kanısı vardı insanlarda. Bunun nedeni
olarak da Semiramis’in ordusundan ancak yirmi,
Cyrus’un ordusundan ise ancak yedi kişinin geri
dönmüş olması gösteriliyordu.
İskender bu ülkeye kuzeyden girdi. Onun niyeti
doğuya doğru ilerlemekti ama ülkenin güney
bölümünde birçok büyük milletin yaşadığını, birçok
şehir ve ırmağın bulunduğunu görünce, buraları ele
geçirmeyi düşündü ve düşündüğünü de yaptı.
Ondan sonra da, nasıl ki, Hindistan’ı, kurduğu
sömürgeler vasıtasıyla karadan batıya bağladıysa,
aynı şeyi bu kez denizden yapmayı kafasına koydu.
Hydaspe ırmağında bir donanma inşa ettirdi;
bu ırmaktan aşağıya doğru inerek İndus ırmağına
ulaştı ve bu ırmağın denizle birleştiği yere kadar
gitti. Ordusuyla donanmasını Patale’de bıraktı.
Yanına aldığı birkaç gemiyle, İndus ırmağının
döküldüğü denizi bizzat incelemek üzere yola çıktı;
uygun gördüğü yerlerde de büyük küçük limanlar,
tersaneler inşa edilmesini emretti. Patale’e
döndükten sonra donanmasından ayrıldı; kara
yolundan ilerlemeye başladı ama deniz ve kara
kuvvetlerinin birbirine yardımını sağlamak için de
donanmasına, İndus ırmağının denize döküldüğü
yerden itibaren Oritte, İchtyophage, Caramanie ve
İran kıyılarını takip ederek ilerlemesini emretti. Yol
boyunca kuyular açtırdı, şehirler kurdurdu;
İchtyophage’ların yalnız balık yemelerini yasak etti;
bu denizlerin kıyılarında yaşayan insanların uygar
olmasını istiyordu. Néarque ile Onésicrite, on ay
süren bu deniz yolculuğunun günlüğünü tuttular.
Sonunda Suse’a vardılar; orada ordusu için
eğlenceler düzenlemekte olan İskender’i buldular.
İskender, Mısır’ı emniyet altına almak için
İskenderiye’yi inşa ettirmişti; kendinden önceki
kralların Mısır’ı kapamak için ellerinde bir anahtar
vardı. İskenderiye ise, İskender için Mısır’ı açan bir
anahtar olmuştu. Hint denizinin keş nden sonra ise
geliştirmek imkânını bulacağı bir ticareti aklının
kenarından bile geçirmemişti.
Hatta bu keşien sonra, İskenderiye’nin
kendisine yeni yeni imkânlar sağlayabileceğini
düşünmediğini bile söylerler. Genel olarak,
imparatorluğunun batı bölgeleriyle Hindistan
arasındaki ticareti geliştirmeyi düşünüyordu ama
bunu Mısır yoluyla yapmayı tasarlayacak kadar
bilgisi yoktu. İndus ırmağını da, Nil ırmağını da
görmüştü ama ikisi arasında bulunan Arap
denizlerini henüz bilmiyordu. Hindistan’dan döner
dönmez yeni gemiler inşa ettirip Euleus, Dicle, Fırat
yoluyla yeniden denize ulaştı. İranlıların bu
ırmaklar üzerinde inşa ettikleri şelale şeklindeki
engelleri bir bir yok etti. İran koyunun doğrudan
doğruya Okyanus’un bir koyu olduğunu keşfetti.
Hint denizini nasıl incelediyse bu denizi de öyle
inceledi. Babil’de bin gemi için bir liman ile
tersaneler inşa ettirdi; kıyılarda kurduğu
sömürgelere yerleştirmek için, Fenike ile Suriye’ye
beş yüz talan değerinde altın gönderip gemiciler
getirtti. Nihayet, Fırat kıyılarında olsun, Asur’daki
öteki ırmakların kıyılarında olsun çok büyük
limanlar, şehirler inşa ettirdi. Bütün bunlardan
sonra da, İskender’in niyetinin, Hindistan’la ticareti
doğrudan doğruya Babil ve İran körfezi yoluyla
yapmak olduğundan kuşku edemeyiz.
İskender’in Arabistan’ı istila etmeyi
düşündüğünü ortaya atarak imparatorluğun
merkezini oraya nakletmeyi tasarladığını ileri
sürenler oldu. Peki, ama iyice tanımadığı, bilmediği
bir yeri seçmesine imkân var mıydı? Hem zaten bu
ülke yeryüzünün ulaşılması en güç yerlerinden
biriydi. Böyle bir şey yapsaydı İskender
imparatorluğundan uzaklaşmış olurdu. Nitekim çok
uzak yerleri istila eden halifelerin bile ilk işi
Arabistan’ı bırakıp başka ülkelere yerleşmek
olmuştur.
Konu IX
İskender’den sonraki Yunan krallarının ticareti
üzerine
İskender, Mısır’ı aldığı zaman Kızıldeniz’in çok
küçük bir bölümü biliniyordu. Okyanusun bu
denizle birleşen ve bir yandan Afrika kıyılarını, öte
yandan Arabistan kıyılarını sulayan bölümü
üzerinde hiç kimsenin en ufak bir bilgisi bile yoktu.
Hatta o sırada Arap yarımadasının çevresini
dolaşmanın imkânsız olduğu sanılıyordu.
Yarımadanın iki tarafından bu işe girişenler, yarı
yoldan geri dönmek zorunda kalmışlardı. “Arap
yarımadasının güney kıyılarında yolculuk etmek
imkânsızdır” diyorlardı, “Çünkü bu yarımadanın
kuzey bölümünü aşan Cambyse ordusunun hemen
bütün askerleri öldü; Lagus’un oğlu Ptolomée’nin
Babil’de Seleucus Nicator’un yardımına gönderdiği
ordunun erleri ise duyulmamış, işitilmemiş
hastalıklara tutuldu ve havanın sıcaklığından ötürü
ancak geceleri yürüyebildi.”
İranlıların denizle denizcilikle hiçbir ilgileri
yoktu. Mısır’ı ele geçirdikleri zaman bu konudaki
kanılarını oranın halkına da aşıladılar. Hatta her iki
millet, denizi o derece ihmal ettiler ki, Yunan
kralları, İran ve Mısır halkının, yalnız Tyr’lilerin,
Idumée’lilerin ve Yahudilerin Okyanus yoluyla
yaptıkları ticareti değil, aynı zamanda Kızıldeniz
kıyılarında yaptıkları ticareti bile bilmediklerini
gördüler. Birinci Tyr şehriyle Kızıldeniz’e yakın
birçok küçük şehir ve milletin Nabuchodonosor
tarafından ortadan kaldırılması, daha önce elde
edilen bilgilerin tümünün yok olmasına sebep
olmuştur.
İranlılar zamanında Mısır’ın Kızıldeniz’le sınırı
yoktu. Mısır, Nil ırmağının sık sık sular altında
kalan ve iki yandan dağlarla sınırlanan dar ve uzun
bir toprak parçasından ibaretti. Bundan ötürü de
Kızıldeniz’i olsun, Okyanusu olsun bir kere daha
keşfetmek gerekti; bunu da salt Yunan krallarının
merakına borçluyuz. Yunanlılar Nil boyunca
ilerlediler; ırmakla deniz arasında kalan ülkelerde fil
avladılar; bu denizin kıyılarını kara yolundan
giderek keşfettiler; bu keşi er de Yunanlılar
zamanında yapıldığı için adlarının çoğunun
Yunanca olduğunu, inşa edilen tapınakların ise
Yunan tanrılarına ayrıldığını görüyoruz.
Mısırlı Yunanlılar geniş ölçüde ticaret yapmak
imkânını buldular. Kızılde-niz’deki bütün limanları
egemenlikleri altına almışlardı. Tacir milletlerin
rakibi olan Tyr artık ortadan kalkmıştı. Ülkenin
öteden beri etkisi altında bulunduğu boş inançları
da bir yana atmışlardı. Mısır, âdeta dünyanın
merkezi halini almıştı.
Suriye kralları, Güney Hindistan’la ticareti
Mısır krallarına bırakmışlar, kendilerini yalnız
Amuderya ve Hazar denizi yoluyla yapılan kuzey
ticaretine vermişlerdi. O çağlarda Hazar denizini,
Kuzey Okyanusunun bir parçası sanıyorlardı.
Nitekim İskender de, ölümünden az önce, sırf bu
denizin Karadeniz yoluyla bir Okyanusla ya da
doğuda başka bir deniz yoluyla Hindistan’la birleşip
birleşmediğini anlamak için bir donanma inşa
ettirmekten bile geri kalmamıştı. Ondan sonra
Seleucus ile Antiochus bu denizi iyice tanımak
amacıyla işe giriştiler. Bunun için de devamlı
gemiler bulundurdular orada. Seleucus’un bulduğu
bölüme Seleucide adı verildi; Antiochus’ün bulduğu
bölüme de Antiochide denildi. Bu iki hükümdar
kuzeyle uğraştıkları için güney denizlerini ihmal
ettiler; bundan başka Ptolomée’ler zaten
donanmalarıyla Kızıldeniz’e iyice yerleşmiş
bulunuyorlardı; üstelik İranlılarda da denizciliğe
karşı yenilmesi imkânsız bir isteksizlik vardı. İşte
bütün bu nedenlerden ötürü Seleucus’la Antiochus
güneyle ilgilerini kesmek zorunda kaldılar. İran’ın
güney kıyılarında oturanlarda da zaten denizciliğe
heves eden yoktu. İskender’in son zamanlarında bu
heves biraz uyanır gibi olmuştu ama Kıbrıs, Fenike
ve Ön Asya kıyılarındaki limanların çoğuna hâkim
olan Mısır krallarının ellerinde çeşitli girişimlerde
bulunmak için zaten bir sürü imkân vardı. Bundan
ötürü, kendilerine bağlı olan insanların dehalarını
zorlamak ihtiyacını duymadılar; tersine, kendileri
bu dehaya uymayı uygun buldular.
Eskilerin Hazar denizini Okyanusun bir parçası
olarak görmekle direnmelerine insanın
inanamayacağı geliyor. İskender’in olsun, Suriye
krallarının olsun, Parthe’alarla Romalıların olsun
yaptıkları geziler, onları bu düşüncelerinden bir
türlü vazgeçirtemedi. Gelenek halini almıştır bu:
Kişi hatasını mümkün olduğu kadar geç anlamak
ister. Önceleri Hazar denizinin yalnız güney kesimi
biliniyordu. Okyanus sandılar orasını. Sağ ve sol
kıyılarından kuzeye doğru ilerledikçe, yine körfez
şeklinde karaya girmiş Okyanus sandılar. Doğu
kıyısından ancak Jaxarte’a, batı kıyısından ise
Albanie’nin sonuna kadar vardılar. Kuzey
kesiminde deniz bataklık halini alıyor, gemilerin
işlemesi güçleşiyordu. İste bütün bunlar, Hazar
denizinin Okyanus olarak görülmesine sebep oldu.
İskender’in ordusu doğuya doğru ancak,
İndus’e dökülen ırmakların sonuncusu Hippanis’e
kadar ilerleyebilmişti. Böylece Yunanlıların
Hindistan’la ilk ticaretleri ülkenin çok küçük bir
bölümünde olmuştu. Seleucus Nicator ise Ganga’ya
kadar ilerledi; buradan da, sözü geçen ırmağın
döküldüğü denize inen Bengal körfezine vardı.
Bugün kara parçalarını deniz yoluyla keşfediyorlar.
Eskiden bunun tersi olurmuş, denizleri kara yoluyla
keşfederlermiş.
Apollodore’un tanıklığına rağmen Strabon,
Bactriane’daki Yunan krallarının Seleucus’la
İskender’den daha uzağa gitmiş olmalarına pek öyle
inanmaz. Doğu yönünde Seleucus’dan daha
uzaklara gitmiş olmadıkları doğru olsa bile güney
yönünde daha uzaklara gittikleri kesin. Çünkü
Sigeri, bir de Malabar’da sözünü edeceğim deniz
seferlerine yol açan limanları keşfettiler.
Pline’in anlattığına göre Hindistan’a gitmek
için Batılılar üç yol takip etmişler. Önce Siagre
burnunu aşıp İndus’un denize döküldüğü yerde
bulunan Patalene adasına varmışlar. Bu yol
İskender’in donanması tarafından izlenen yoldur.
Ondan sonra daha kısa, daha emin bir yol
bulmuşlar; sözü geçen burundan kalkıp Siger’e
geçmişler. Siger denen yer ise, Strabon’un
Bactriane’daki Yunanlı hükümdarların
bulduklarını söylediği Siger ülkesinden başka bir yer
olamaz. Pline bu yolun, daha az bir zamanda
alındığını göz önünde bulundurduğu içindir ki
ötekinden daha kısa olduğunu söylüyor; yoksa
Bactriane kralları tarafından keşfedildiğine göre,
Siger’in Indus’tan daha uzaklarda olması gerekir. Şu
halde gemicilerin kıyılardaki bazı kıvrımları
izlemekten kaçınmış ve bazı rüzgârlardan
faydalanmış olmaları olasılığını düşünebiliriz. Son
olarak, ticaret gemileri bir üçüncü yol daha
izlemişler ki o da, önce Kızıldeniz’in hemen
başladığı yerde bulunan Canes ya da Ocelis
adındaki limanlara varmak olmuş; ondan sonra
batıdan esen rüzgârı arkalarına alıp Hindistan’ın ilk
uğrağı olan Muziris’e, oradan da başka limanlara
gitmek olmuş.
Görülüyor ki Kızıldeniz’in başladığı yerden yola
çıktıktan sonra, kuzeydoğu yönünde Arabistan
yarımadasının kıyılarını takip ederek Siagre’a
varacak yerde, yol boyunca değişikliklerini
keşfettikleri muson rüzgârlarına uyarak doğrudan
doğruya batıdan doğuya doğru yol almışlar. Eskiler,
kıyılardan ancak, kendilerine pusula vazifesi gören
muson rüzgârlarıyla alize rüzgârlarından
yararlandıkları zaman uzaklaşmışlardır.
Pline, yazın ortasına doğru Hindistan’a gitmek
üzere yola çıkıldığını, Aralık ayının sonunda ya da
Ocak ayının başında geri dönüldüğünü söylüyor.
Bizim gemicilerin günlüklerine çok uygun düşüyor
onun bu söyledikleri. Hint denizinin Afrika
yarımadasıyla Ganga ırmağının bu yanı arasında
kalan bölümünde iki çeşit muson vardır:
Birincisinde rüzgâr Ağustos ve Eylül aylarında
başlar ve batıdan doğuya doğru eser; ikincisinde
rüzgârlar Ocak ayında başlar ve doğudan batıya
doğru eser. Böylece bizler de bugün, Afrika
kıyılarından Malabar’a doğru, Ptolomée’nin
donanması hangi mevsimde yola çıkıyorsa o
mevsimde yola çıkıyor, onun geri döndüğü
mevsimde de geri dönüyoruz.
İskender’in donanması Patale’dan Suze’a tam
yedi ayda gitti. Temmuzda yola çıktı; yani bugün
hiçbir geminin Hindistan’dan batıya doğru yola
çıkmayı göze alamayacağı bir mevsimde yola çıktı.
İki muson arasında, rüzgârların değiştiği bir zaman
vardır. Bu zaman içinde, kuzeyden esen her
zamanki rüzgârlara karışan bir rüzgâr, bilhassa
kıyılara yakın yerlerde şiddetli fırtınalar meydana
getirir. Bu da Haziran, Temmuz ve Ağustos
aylarında olur. İskender’in Patale’dan yola çıkan
donanması oldukça önemli fırtınalarla boğuştu; ters
yönde esen bir musonla karşılaştığı için de yolculuk
bir hayli uzun sürdü.
Pline, Hindistan’a gitmek için yola yaz
mevsiminin sonunda çıkıldığını; böylece, muson
rüzgârlarının değişikliğe uğradığı ayların,
İskenderiye ile Kızıldeniz arasında geçirildiğini
söylüyor.
Şimdi, denizcilik alanında nasıl geliştiğimize
şöyle bir lütfedip bakmanızı rica edeceğim. Dara’nın
Indus’tan yola çıkarıp Kızıldeniz’e gönderdiği
gemilerin bu gezisi tam iki buçuk yıl sürdü.
İskender’in yine Indus’tan yola çıkardığı donanma,
üç ay Indus ırmağı üzerinde, yedi ay da Hint
denizinde kaldığından, ancak on ay sonra Suse’a
varabildi. Daha sonra, Malabar kıyılarından kalkan
bir gemi kırk gün sonra Kızıldeniz’e vardı.
Hypanis’le Ganga arasındaki ülkeler üzerinde
denizcilerin o çağda hiçbir bilgisi olmadığını ortaya
atan Strabon, Mısır’dan Hindistan’a giden
gemicilerin çok azının Ganga ırmağına kadar
vardıklarını söylüyor. Gerçekten de öyle, gemilerin
Ganga’ya gitmediklerini görüyoruz; batıdan doğuya
esen musonların yardımıyla Kızıldeniz’in ağzından
Malabar kıyılarına kadar giderlerdi. Oralardaki
limanlarda dururlar, Ganga’nın ötesine geçmeyi,
Comorin burnuyla Coromandel kıyılarını aşarak
yarımadayı dolaşmayı düşünmezlerdi. Mısır
krallarıyla Romalıların gezi planları, gemilerin aynı
yıl içinde geri dönmelerini gerektirirdi.
Böylece Yunanlıların da, Romalıların da
Hindistan’la yaptıkları ticaretin bizimki kadar geniş
olmasına imkân yoktu; onların bilmedikleri birçok
büyük ülkeyi bugün bizler bilmekteyiz. Bugün
bizler, bir yandan Hindistan bölgesinde yaşayan
bütün milletlerle ticaret yaparken, bir yandan da
onların adına, başka milletlerle ticaret yapıyor, hem
de mallarını kendi gemilerimizle taşıyoruz.
Ama onlar bu ticareti bizden çok daha kolay bir
şekilde yaparlardı; bugün de, yalnız Guzarat ile
Malabar kıyılarında ticaret yapmakla yetinseydik,
güney adalarına inecek yerde adalıların getirdikleri
mallarla işimizi görebilseydik, Mısır’dan geçen yolu,
Ümit burnundan geçen yola tercih etmemiz
gerekirdi. Strabon’un dediğine bakılırsa
Taprobane’da[278] oturan insan topluluklarıyla bu
yoldan ticari ilişkilerde bulunulurmuş.
Konu X
Afrika çevresindeki kıyılar üzerine
Tarih kitapları bize, pusulanın icadından önce
insanların, Afrika’nın çevresini dolaşmak için dört
kez girişimde bulunduklarını söylüyor. Ptolomée-
Lature’ün öesinden korkup kaçan Fenikeliler,
Nécho ile Eudoxe tarafından Kızıldeniz yoluyla bu
işe başlamışlar ve kendilerine verilen görevi
başarıyla sonuçlandırmışlardır. Xerxès zamanında
Sataspe ile Kartacalılar tarafından gönderilen
Hannon, Herakles sütunlarından dışarı çıkmışlarsa
da kendilerine verilen görevi başaramamışlardır.
Afrika’nın çevresini dolaşmak için yapılması
gereken en önemli şey, Ümit burnunu bulmak ve bu
burnu aşmaktı. Ama Kızıldeniz’le bu burun
arasındaki uzaklık, Akdeniz’le bu burun arasındaki
uzaklığın aşağı yukarı yarısı kadar bir şeydi.
Kızıldeniz’den Ümit burnuna kadar uzanan kıyı,
Ümit burnundan Herakles sütunlarına kadar
uzanan kıyıdan daha güven vericiydi. Ümit
burnuna varmak için Herakles sütunlarından yola
çıkanların pusulanın icadını beklemeleri gerekti;
böylece Afrika’nın kıyılarını bırakıp, Sainte-Hélène
adasına ya da Brezilya kıyılarına doğru yol almak
için uçsuz bucaksız denizde bir hayli yolculuk etmek
zorunda kaldılar. Şu halde insanların
Kızıldeniz’den Akdeniz’e geçmiş olmaları son derece
mümkün olmasına karşılık Akdeniz’den
Kızıldeniz’e geçmiş olmaları hemen hemen imkânsız
gibi bir şeydi.
Böylece, geri dönülmesi imkânsız o uzun yol
boyunca gitmektense, Afrika’nın doğu kıyılarındaki
limanlarla ticareti Kızıldeniz yoluyla, Afrika’nın
batı kıyılarındaki limanlarla ticareti de Herakles
sütunları yoluyla yapmak daha doğaldı.
Mısır’ın Yunan kralları önce Kızıldeniz’deki
Afrika kıyılarının, Heroun şehrinin bulunduğu
körfezin ta dibinden, Dira’ya, yani bugün Babel-
Mendep adını verdiğimiz boğaza kadar uzanan
bölümünü buldular. Kıyının, buradan Kızıldeniz’in
gerisindeki Aromate burnuna kadar olan
bölümünü, gemiciler iyice bilmezlerdi; nitekim
Artémidore’un bize bu kıyıda bazı yerlerin
bilindiğini ama bu yerler arasındaki uzaklıkların
bilinmediğini söylemesi de bizim bu sözümüzün
doğruluğunu gösterir; sebebi de zaten çok basit:
İnsanlar bu limanları hep kara yoluyla bulmuşlar,
birinden ötekine deniz yoluyla gitmemişlerdir.
Bu burnun ötesinde, Okyanus kıyılarının
başladığı yerden öteye, Eratosthéne ile
Artémidore’un da söylediği gibi kimsenin bir şey
bildiği yoktu.
Strabon zamanında, yani Augustos’un
saltanatı zamanında Afrika kıyıları üzerinde
insanların bilgileri işte bu kadardı. Ama
Augustos’tan sonra Romalılar Raptum burnuyla
Prassum burnuna kadar gittiler. Strabon, kendi
zamanında henüz bilinmediği için bu iki burundan
söz etmez. Üstelik dikkat ederseniz, ikisinin
adlarının da Latince olduğunu görürsünüz.
Coğrafyacı Ptolomée, Adrien ile Antonin Pie
zamanında yaşamıştı. Erythrée denizinin
çevresindeki yolculuğun yazarı ise, kim olursa olsun
bundan çok az sonra yaşadı. Bununla beraber,
birincisi, Afrika kıyılarının bilinen son noktası
olarak, aşağı yukarı on dördüncü güney enlem
derecesinde bulunan Prassum burnunu gösteriyor;
Erythrée denizi çevresindeki yolculuğun yazarı ise
son nokta olarak aşağı yukarı onuncu güney enlem
derecesinde bulunan Raptum burnunu gösteriyor.
Bu kişinin sınır olarak, gidilen bir yeri gösterdiğini,
Ptolomée’nin ise artık gidilmeyen bir yeri
gösterdiğini sanıyorum.
Benim bu düşüncemin doğruluğunu ispatlayan
bir şey varsa o da şu ki, Prassum çevresinde oturan
insanlar yamyamdı; Aromate limanıyla, Raptum
burnu arasında birçok yerden söz eden Ptolomée,
Raptum ile Prassum arasında kalan yerlerden hiç
söz etmiyor; burada tam bir boşluk bırakıyor.
Hindistan’la yapılan ticaretin sağladığı yararlar,
Afrika kıyılarıyla yapılan ticareti ihmal ettirmiş
olacak herhalde. Nihayet Romalıların bu kıyılarla
düzenli bir şekilde ticaret yapmadıklarını da
görüyoruz. Bütün bu limanları ya kara yolundan
giderek keşfetmişler; ya da fırtınaların karaya doğru
sürüklediği gemiler sayesinde. Nasıl ki bugün bizler,
Afrika’nın iç tara arını pek öyle tanımadığımız
halde kıyılarını oldukça tanıyorsak, eskiler de iç
tara arını oldukça tanıyorlar, kıyılarını ise hiç
tanımıyorlardı.
Ptolomée-Lature zamanında Nécho ile Eudoxe
tarafından gönderilen Fenikelilerin Afrika kıyılarını
tüm dolaştıklarını söylemiştim. Coğrafyacı
Ptolomée zamanında bu iki yolculuğun inanılması
imkânsız bir şey olarak görülmüş olması gerek;
çünkü sözü geçen coğrafyacı, Siam koyunu
kastettiğini sandığım sinusmagnus[279]’tan itibaren
Asya’dan Afrika’ya, ta Prassum burnuna kadar
uzanan ve henüz insanlar tarafından bilinmeyen bir
kıtadan söz ediyor; böylece Hint denizini de bir göl
olarak gösteriyordu. Hindistan’ı kuzeyinden
tanımaya başlayan eskiler, doğuya doğru
ilerlediklerinden, bu bilinmeyen kıtanın güneyde
olduğunu sanmışlardı.
Konu XI
Kartaca ile Marsilya
Kartacalıların tuhaf bir devlet hukukları vardı:
Bu hukuk gereğince Kartacalılar, Sardunya adasıyla
Herakles sütunları arasında gemi işleten yabancıları
denize atıp boğarlardı. Siyasal hukuk anlayışları da
bundan daha az tuhaf değildi: Toprağını ekip
biçmeyen Sardunyalıları ölüme mahkûm ederlerdi.
Kartaca önce zenginliği sayesinde egemenliğini
artırdı; sonra da, egemenliği sayesinde zenginliğini.
Afrika’nın Akdeniz kıyılarını avucunun içinde
bulunduran Kartaca, Atlas Okyanusu’nu da
avucunun içine almakta gecikmedi. Kartaca
senatosunun buyruğu üzerine, Hannon, tam otuz
bin Kartacılıyı Herakles sütunlarından Cerne’ye
kadar serpiştirdi. “Burası” diyordu Hannon,
“Herakles sütunları Kartaca’dan ne kadar uzaksa,
Herakles sütunlarından o kadar uzaktaydı.” Dikkat
edilmeye değer bir durumdu bu durum; Hannon
bütün kurumlarını, yirmi beşinci kuzey enlemine,
yani Kanarya adalarının iki üç derece güneyine
kadar yerleştirmekle yetindi.
Cerné’ye[280] vardıktan sonra Hannon, daha
güneyde keşiflerde bulunmak amacıyla yeniden yola
çıktı. Kara ile hiçbir ilgisi kalmadı. Tam yirmi altı
gün yolculuk ettikten sonra, yiyecek içecek
bulamadığından geri dönmek zorunda kaldı.
Anlatılanlara bakılırsa Kartacalılar Hannon’un
giriştiği bu geziden hiçbir şekilde
yararlanamamışlar. Scylax’ın dediğine göre,
Cerné’den öteye deniz, sığ, bataklık ve otlarla kaplı
olduğundan gemilerin ilerlemesine imkân yokmuş:
Gerçekten de öyle; bu bölgede deniz, Scylax’ın dediği
gibidir. Hem Scylax’ın sözünü ettiği Kartacalı
tacirlerin, emri altında her biri elli kürekli altmış
gemi bulunan Hannon’un yendiği engellerle
karşılaşmış olmaları ihtimali vardır. Karşılaşılan
güçlükler zaten bağıntılıdır; bundan başka, bir çeşit
kahramanlık gösterisi olan bir girişimle, amacı
doğrudan doğruya ticari olan bir girişimi birbiriyle
karıştırmamak gerekir.
Hannon’un kaleme aldığı seyahatname, eski
çağların en güzel belgelerinden biridir: Bir yandan
yolculuğu düzenleyen, bir yandan da yazan adamın
kitabı; anlattıklarında böbürlenme diye bir şey yok.
Büyük komutanlar, yaptıklarını sade bir dille
yazarlar; çünkü onlar, söyledikleri ile değil,
yaptıkları işlerle şan ve onura ulaştıklarını bilirler.
Olaylar da tıpkı yazış tarzı gibidir. Yazış
tarzının ise yalanla dolanla ilgisi yoktur: İklim ile
arazi üzerine, yerlilerin töreleriyle yaşayış tarzları
üzerine söyledikleri, bugün Afrika’nın bu bölgesinde
görülenlere olduğu gibi uymaktadır; Hannon’un
bıraktığı belge, günümüzün gemicilerinden birinin
tuttuğu günlüğü andırıyor.
Hannon, gündüz gemisinden baktığı zaman
kıtada derin bir sessizliğin hüküm sürdüğünü
görürmüş; akşamları ise ortalığı çeşitli müzik
aletlerinin çıkardığı sesler kaplarmış. Her taraa
büyüklü küçüklü birçok ateş yakılırmış.
Günümüzün gemicileri de, seyahatnamelerinde
bunun doğru olduğunu, gündüzleri güneşin
sıcağından kaçmak için yerlilerin ormanlara
sığındıklarını, geceleri ise vahşi hayvanları
uzaklaştırmak için ateş yaktıklarını, gerek müziğe,
gerek dansa çılgınca düşkün olduklarını söylüyorlar.
Hannon bize, bugün Vezüv yanardağının
bütün özelliklerini belirten bir yanardağı betimliyor;
sonra, Kartacalıları izleyecek yerde ölmeyi göze
alan, bedenleri tüyle kaplı olan, derileri Kartaca’ya
getirilen iki kadın hakkında söyledikleri de pek öyle
gerçeğe aykırı görünmüyor.
Bu seyahatname, Kartacalılarla ilgili bir anıt
olduğu için ayrıca bir değer daha kazanmaktadır;
böyle bir anıt olduğu için de efsanevi bir nitelik
taşımaktadır. Çünkü Romalılar, Kartacalıları
yendikten sonra bile onlara karşı besledikleri kini
devam ettirdiler. Ama buna iyi niyet mi, yoksa kötü
niyet mi demek gerektiğine tara ardan birinin elde
ettiği zafer sonunda karar verildi.
Yeniler bu önyargıya uymaktan geri
kalmadılar. Hannon’un betimlediği, Pline’in ise
kalıntılarından bile söz etmediği o şehirler ne oldu
diyorlar. Kanımıza göre, bu şehirlerden bir şeyler
kalmış olsaydı, işte o zaman ortada olağanüstü bir
şey olurdu. Elbette ki Hannon, bu kıyılarda,
Korinthos ya da Atina gibi bir şehir kuracak değildi!
Ticarette elverişli yerlerde Kartacalı aileleri
yerleştiriyor, elini çabuk tutup onları, yerlilerle
vahşi hayvanların saldırılarından koruyacak şekilde
emniyet altına alıyordu. Kartacalıların yıkımı,
Afrika’ya yapılan yolculukların da sona ermesine
sebep oldu; oralara yerleşen aileler de böylece ya yok
oldular, ya da yerlilerle birleştiler. Bir şey daha
söyleyeceğim: Bu şehirlerin yıkıntıları mevcut olsa
bile, onları bulmak için ormanlara, bataklıklara
girmek cesaretini kim gösterebilirdi? Bununla
beraber Scylax ile Polybe, Kartacalıların Afrika
kıyılarında büyük kurulları olduğunu yazıyorlar.
İşte Hannon’un kurduğu şehirlerin kalıntıları
bunlardan ibaret; başka bir şey yok. Kartaca’nın
kendisinden ne kaldı ki onlardan da başka bir şey
kalmış olsun.
Kartacalılar kendilerini zengin edecek ülkelerin
yolu üzerindeydiler; kuzey enleminde dördüncü
dereceye, boylamda on beşinci dereceye varsalardı
altın kıyısıyla, komşu kıyıları keşfetmiş olurlardı.
Bugün Amerika’nın diğer bütün ülkeleri gölgede
bıraktığı bir ticareti, son derecede önemli bir ticareti
geliştirirlerdi; Romalıların ellerine geçiremeyecekleri
hazineleri bu sefer Kartacalılar ellerine geçirmiş
olurlardı.
İspanya’nın zenginliği üzerine bizleri hayretler
içerisinde bırakan birçok şey anlatırlar. Aristo’nun
anlattığına bakılırsa, Tartèse’e yanaşan Fenikeliler
orada o kadar çok gümüş bulmuşlar ki, hepsini
gemilerine yükleyemedikleri için en adi aletlerini
bile gümüşten yapmışlar. Diodore’un [281]
anlattığına bakılırsa, Kartacalılar da Pirene
dağlarında o kadar çok altın ve gümüş bulmuşlar ki,
gemilerinin çapalarını bile bu madenlerden
dökmüşler. Ama ağızdan ağza dolaşan bütün bu
sözlere inanmak doğru olmaz; gerçek olan ise şu:
Strabon’un Polybe’den alıp kitabına koyduğu
yazıya göre, Bétis kaynağında kırk bin işçinin
çalıştığı gümüş madeni ocakları Romalılara günde
yirmi beş bin dragme verirmiş. Bu da marc’ı elli
franktan olmak üzere yılda aşağı yukarı beş milyon
lira eder. Bu ocakların bulunduğu dağlara gümüş
dağları denirdi; bu da oraların, o çağın
Potosi’si[282] olduğunu gösterir. Bugün
Hannover’deki ocaklarda, İspanya’daki ocaklarda
çalıştırılan işçinin dörtte biri çalıştırılıyor ise de
daha çok maden elde ediliyor: Ama Romalıların
bakır madeni ocakları çok, gümüş madeni ocakları
ise az olduğundan, Yunanlılar da yalnız, çok az
verimli olan Attique’teki maden ocaklarını
bildiklerinden, yukarıda sözü geçen maden
ocaklarının verimliliğini görünce şaşakaldılar.
İspanya veraseti savaşlarında Marki de Rhodes
adında birisi, altın madenlerini işletirken i as edip
hastanelerde yeniden para kazanan birisi, Fransa
sarayına, Pirene’deki maden ocaklarını yeniden
işletmeyi teklif etti. Tyr’lilerin, Kartacalıların ve
Romalıların çok daha önce bu işi yaptıklarını ileri
sürdü. Saray kendisine maden ocaklarını arayıp
bulma yetkisini verdiyse de, adamcağız sadece eski
yazarların kitaplarından parçalar okuyor ama hiçbir
şey bulamıyordu.
Altın ve gümüş piyasasını ellerinde tutan
Kartacalılar kurşunla kalay piyasasını da ellerine
almak istediler. Bu madenler Galya’nın Okyanus
kıyılarındaki limanlarından Akdeniz limanlarına
karadan sevk ediliyordu. Kartacalılar bu madenlere
ikinci elden değil de, birinci elden sahip olmak
istedikleri için, bugün Silley adaları dediğimiz
Cassitéride adalarında gerekli teşkilatı kursun diye
Himilcon’u oralara gönderdiler[283].
Bétique’ten İngiltere’ye yapılan bu yolculuklar,
Kartacalıların elinde pusula bulunduğu kanısını
uyandırdı bazı kimselerde; ama böyle bir şey
olmadığı, kıyıyı takip ederek yol aldıkları apaçık
görünüyor. Bunun en basit kanıtı da, Himilcon’un,
Bétis’in denize döküldüğü yerden İngiltere’ye tam
dört ayda gitmiş olmasıdır[284]. Bir de Kartacalı
gemicinin hikâyesi var: Adamcağız Romalılara ait
geminin geldiğini görünce, sırf İngiltere’ye nasıl
varılacağını öğrenmesin diye kendi gemisini karaya
oturtmuş; bu da yine iki geminin birbiriyle
karşılaştıkları zaman kıyıya çok yakın olduklarını
gösterir.
Eskiler öyle deniz yolculukları yapmışlardır ki,
bugün insan onların pekâlâ pusula kullandıklarını
sanabilir; oysa pusula henüz icat edilmiş değildi.
Kıyıdan uzaklaşmış bir kaptan, yolculuğu sırasında,
güzel bir havada, gece kutup yıldızını, gündüz de
güneşin doğuşuyla batışını görüp ona göre, tıpkı
pusula ile olduğu gibi, yönünü bulabilir ama bu bir
rastlantıdır; böyle bir deniz yolculuğuna düzenli
demek doğru olmaz.
Birinci Pun savaşının sonunda imzalanan
anlaşmada, Kartaca’nın denizlerdeki egemenliğini,
Roma’nın ise karalardaki egemenliğini korumaya
çalıştıklarını görüyoruz. Hannon, barış koşullarını
ortaya atarken Romalıların Sicilya kıyılarında
ellerini yıkamalarına bile katlanamayacağını ileri
sürdü. Güzel burundan öteye denize açılmamaları
şart koşuldu; Sicilya ile Sardunya’da, Kartaca
dışında Afrika’da ticaret yapmaları yasak edildi: Bu
son ayrı tutma, Romalılara pek öyle yararlı ticaret
imkânları hazırlamadıklarını gösterir.
İlk zamanlarda Kartaca ile Marsilya arasında,
balıkçılık yüzünden büyük savaşlar oldu. Barıştan
sonra birbiriyle yarışırcasına iktisadi ticaret alanına
atıldılar. Marsilya endüstrisi bakımından rakibine
kafa tutacak bir seviyeye geldiği halde, savaş gücü
bakımından ondan aşağı bir seviyede kaldı; bundan
ötürü kıskançlığı büsbütün arttı: Marsilya’nın
Roma’ya olan bağlılığının nedeni de budur işte.
Romalıların İspanya’da Kartacalılara karşı açtığı
savaş, depo görevi görmekte olan Marsilya’nın
zenginleşmesine sebep oldu. Kartaca ile
Korinthos’un yıkılması ise Marsilya’nın daha da
yükselmesini sağladı; insanların körü körüne bir
tarafı tutmasını gerektiren iç savaşlar olmasaydı,
ticaret alanındaki egemenliğini azıcık olsun
kıskanmayan Romalıların koltuğu altında Marsilya
daha da mutlu bir hayata kavuşabilirdi.
Konu XII
Delos adası, Mithridate
Korinthos Romalılar tarafından tahrip edilince
tacirler Delos adasına çekildiler. Din yüzünden
milletlerin gösterdikleri saygı, bu adanın âdeta bir
sığınak halini almasına sebep olmuştu: Bundan
başka, Afrika’nın yıkılmasından, Yunanistan’ın da
zayıf düşmesinden sonra, önemli bir gelişme
kaydeden ticaret için, özellikle İtalya ve Asya ile
ticaret için, adanın konumu gerçekten güzeldi.
İlk zamanlarda Yunanlılar, daha önce de
söylediğimiz gibi, Propontide kıyılarıyla Karadeniz
kıyılarında sömürgeler kurdular[285]: Bunlar,
İranlıların egemenliği zamanında kanunlarını da,
özgürlüklerini de korudular. Barbarlarla savaşmak
için yola çıkan İskender ise bunlara saldırmadı.
Hatta birçoklarını işgal eden Pontos kralları bile
siyasal egemenliklerine dokunmadılar bunların.
Bu sömürgeleri egemenlikleri altına alan
kralların savaş güçleri de artıyordu. Mithridate, her
ülkeden asker satın alacak, ölen askerlerinin yerini
dolduracak, şuradan buradan işçi getirtecek, savaş
gemileri ve aletleri yapabilecek, kendisine dost
millet sağlayacak, Romalıların dostlarını hatta
Romalıları bile baştan çıkaracak, Asya ile
Avrupa’daki barbarları yola getirtecek, uzun zaman
savaşacak, dolayısıyla birliklerini disiplin altına
alabilecek bir duruma yükseldi. Onları Romalı
askerler gibi giydirip kuşattıktan sonra, yine aynı
tarzda asker olarak yetiştiriyor, böylece çok büyük
ordular meydana getiriyordu; nihayet, büyük
zararlara uğramasına, birçok başarısızlıklarla
karşılaşmasına rağmen yıkılmadı; yine de
yıkılmazdı, eğer düşkünlük devrinde büyük prens
olmasını sağlayan tarafını, ikbal devrindeki haris ve
barbar kral tüm yok etmiş olmasaydı[286].
İşte böyle, Romalıların en üstün devirlerinde
kendilerinden başka kimseden korkmadıklarını ileri
sürecek kadar yükseldikleri bir devirde, Mithridate,
Kartaca’nın işgali, Philippos’un, Antiochus’un ve
Persée’nin bozguna uğraması ile kapanan meseleyi
yeniden ortaya atmak cesaretini gösterdi. Hiçbir
savaş milletlerin böyle, bu derece birbirlerini
yemelerine neden olmamıştır: İki tarafın aşırı
derecede kuvveti, üstelik bazı bakımlardan birbirine
olan üstünlüğü, Yunanistan’la Asya’daki
toplumların, kimi Mithridate’ın dostu, kimi de
düşmanı diye mahvına sebep oldu. Delos da bu
arada genel bir felakete uğramaktan kendini
kurtaramadı. Ticaret ayakta duramaz oldu; tıpkı
toplumlar gibi o da yıkıldı.
Başka bir yerde sözünü ettiğim bir sistem
gereğince, salt istilacı görünmemek için yıkıcılığı
kabullenen Romalılar Kartaca ile Korinthos’u yakıp
yıktılar; eğer bütün dünyayı avuçlarının içine
almamış olsalardı, böyle bir sistem yüzünden belki
kendilerini de mahvederlerdi. Pontos kralları
Karadeniz’deki Yunan sömürgelerini ellerine
geçirdikleri zaman ise kendi üstünlüklerini
sağlayacak olan şeyi yıkmaktan çekinmediler.
Konu XIII
Romalıların denizcilik dehası üzerine
Romalılar yalnız kara kuvvetlerini
kullanırlardı; bunların kafalarına yerleşen şey de bir
adım geri çekilmemek, aynı yerde savaşmak ve
ölmekti. Savaşa giriyormuş gibi görünen, kaçıp geri
dönen, tehlikeden daima kaçınan, sık sık hileye
başvurup nadiren kuvvete dayanan deniz
adamlarının kafalarına denk değildi onların
kafaları. Bütün bunlar Yunanlıların dehasına
uygun şeyler değildi; Romalıların dehasına ise hiç
uygun değildi.
Bundan ötürü de donanmaya, kara
kuvvetlerine girecek kadar önemli olmayan
yurttaşları verirlerdi: Genel olarak denizciler,
özgürlüklerine kavuşmuş kölelerdi.
Bugün bizler, ne kara kuvvetlerini o derece
takdir ederiz ne de deniz kuvvetlerini o derece
küçümseriz. Kara kuvvetlerinde eski beceri kalmadı;
denizcilerde ise arttı: Şimdi kişi, bir şeyi, iyi yapmak
için gerekli yetenek derecesine göre takdir eder ya da
küçümser.
Konu XIV
Romalıların ticaret dehası üzerine
Romalıların ticaret alanında herhangi bir
milleti kıskandıklarını gören, duyan olmamıştır.
Kartacalılara, salt ticaret yapan bir millet oldukları
için değil, rakip bir millet oldukları için saldırdılar.
Kendilerine bağlı olmamalarına rağmen ticaretle
uğraşan şehirleri korudular. Böylece mesela, birçok
ülkeyi bırakmak suretiyle Marsilya’nın
kuvvetlenmesini sağladılar. Romalıların bütün
korkusu barbarlardandı; ticaretle uğraşan
milletlerden azıcık olsun korkmazlardı. Hem zaten,
kendilerine has dehaları, elde ettikleri utkular,
gördükleri askerce eğitim, hükümetlerinin şekli,
onları ticaretten uzaklaştırıyordu.
Şehirde yurttaşlar yalnız savaşlardan,
seçimlerden, entrikalardan ve davalardan söz
ederlerdi; köylerde de yalnız tarımla uğraşırlardı;
eyaletlerde ise sert ve zorba bir hükümet şeklinin
ticaretle bağdaşmasına imkân yoktu.
Politik yapıtları ticarete aykırı olduğu gibi,
devletler hukuku anlayışları da ticareti küçümserdi.
Romalı hukukçulardan Pomponius şöyle diyor:
“Kendileriyle dostluk kurmadığımız, alışverişte
bulunmadığımız, anlaşma imzalamadığımız
devletler bize düşman sayılmazlar. Bununla
beraber, bize ait olan bir şey onların eline geçerse o
şeyin hemen sahibi olabilirler; özgür kişileri de köle
olarak kullanabilirler; ama aynı şeyi bizler de onlara
karşı uygularız.”
Medeni hukuk anlayışları da bundan daha az
ezici değildi. Toplumsal durumu üstün kişiyle
evlenen aşağı tabakadan kişinin çocuklarına piçlik
damgasını vuran Constantin, mağaza işleten
kadınları kölelerle, meyhaneci kadınlarla, oyuncu
kadınlarla, genelev işleten kadınlarla ya da arenada
dövüşmeye mahkûm edilen bir adamın kızlarıyla
bir tutuyordu. Bu da Romalıların eski
kurullarından gelen bir görüş tarzıydı. Biliyorum,
ticaretin yeryüzünde bir devlet için en yararlı şey
olduğunu, Romalıların da dünyanın en üstün
kuvvetine sahip olduklarını kafalarına yerleştirmiş
olan birçok kimse, Romalıların ticareti teşvik edip
onurlu bir meslek olarak kabul ettiklerini
anmışlardır ama gerçek şu ki, Romalılar ticareti çok
az düşünmüşler, hatta hiç düşünmemişlerdir.
Konu XV
Romalıların barbarlarla yaptıkları ticaret
Romalılar, Avrupa’yı, Asya’yı ve Afrika’yı
büyük bir imparatorluk haline getirmişlerdi:
Milletlerin zayıf oluşu, başlarına geçenlerin
zorbalığı, bu uçsuz bucaksız ülkenin bütün
bölümlerini sıkı sıkıya birbirine bağlamış
bulunuyordu. Bundan sonra da Romalıların
politikası kendilerine boyun eğmeyen milletlerden
ayrılmak oldu. Yenmek sanatını öğretmekten
korktukları için zengin olmak sanatını ihmal ettiler.
Barbarlarla ticareti engelleyen birçok kanun
çıkardılar. Valens ile Gratien, “Bir tadımlık bile olsa
hiç kimse barbarlara şarap, zeytinyağı ya da başka
bir içki göndermesin!” diyorlar. Gratien,
Valentinien ve Teodose buna, “Barbarlara altın da
vermeyin” diye ilave ediyorlar: “Üstelik
ellerindekini bile farkına vardırmadan yavaş yavaş
alın.” Demir ihraç edenler ise ölüm cezasına
çarpıldılar.
İtalya’daki üzüm bağları vaktiyle barbarların
bu ülkeye saldırmasına neden olmuştu; ürkek bir
hükümdar olan Domitien, barbarların istilasından
korktuğu için Galya’daki bütün üzüm kütüklerini
söktürdü. Barbarlardan korkmayan Probus’la Julien
ise yeniden üzüm yetiştirsinler diye Galyalıları
teşvik ettiler.
Biliyorum, imparatorluğun zayıf düştüğü
sırada, barbarlar, Romalıları birtakım konaklar
kurmaya ve kendileriyle ticaret yapmaya zorladılar.
Ama bu bile Romalıların ticaretle uğraşmak
niyetinde olmadıklarını gösterir.
Konu XVI
Romalıların Arabistan’la, Hindistan’la yaptığı
ticaret üzerine
Romalılar, dış ticareti hemen hemen yalnız iki
koldan yapmışlardır. Bunlardan biri Arabistan,
öteki de Hindistan olmuştur. Arapların ellerinde iki
büyük servet kaynağı vardı: Ülkeyi çevreleyen
denizleri bir; ormanları iki; çok şey satıp, az şey satın
aldıkları için de, komşularının altını ile gümüşlerini
ülkelerine çekiyorlardı. Augustos Arapların bu
derece zengin olduklarını anlayınca, onlarla ya dost
ya da düşman olmaya karar verdi. Bu amaçla
Mısır’dan Arabistan’a yolladığı Elius Gallus,
rahatına düşkün, tembel bir toplumla, savaşla ilgisi
olmayan bir toplumla karşılaştı. Onlara karşı
savaştı, şehirlerini kuşattı ve topu topu yedi asker
kaybetti; ama kılavuzların ihaneti, uzun
yürüyüşler, iklim, açlık, susuzluk, çeşitli hastalıkla,
zamanında alınmamış önlemler yüzünden bütün
ordusu mahvoldu.
Böylece Romalılar da öteki milletler gibi
Araplarla ticari ilişkiler kurmak, yani altın ve
gümüş verip karşılığında mal almak zorunda
kaldılar. Bugün de yine Araplarla aynı şekilde
alışveriş yapılmaktadır. Halep kervanıyla Süveyş
krallık gemisi Arabistan’a milyonlar değerinde altın
ve gümüş götürmektedir.
Doğa, Arapları savaşçı bir millet olarak değil,
tacir bir millet olarak yetiştirmişti ama bir yandan
Romalılarla, bir yandan da Parthe’larla sınır
olunca, bazen Romalılara, bazen de Parthe’lara
yardım etmek zorunda kaldılar. Elius Gallus’un
karşılaştığı millet tacir bir milletti; Muhammed’in
ümmeti ise savaşçı bir toplumdu; peygamberlerinin
teşvikiyle de bir anda istilacı bir millet olup
dünyaya ün saldılar.
Romalıların Hindistan’la yaptıkları alışverişin
alanı ise çok genişti. Strabon, Romalıların bu iş için
yüz yirmi gemi kullandıklarını Mısır’da öğrenmişti.
Bu ticaret de yine Romalıların parası sayesinde
devam ediyordu. Her yıl elli milyon sesterce
gönderiyorlardı Hindistan’a. Pline’in söylediğine
bakılırsa Hindistan’dan getirilen mallar Roma’da
bunun yüz misline satılırdı; Pline’in biraz ileri
gittiğini sanıyorum. Çünkü böyle bir kazanç bir kere
sağlandı mı herkes işini gücünü bırakır,
Hindistan’dan getirtmeye bakardı; durum böyle
olunca da kimse beş para kazanamazdı.
Romalıların Arabistan’la olsun, Hindistan’la
olsun, giriştikleri alışverişten kazançlı çıkıp
çıkmadıkları tartışma konusu olabilir. Ellerindeki
bütün gümüşü oralara göndermeleri gerekirdi; oysa
onlar henüz Amerika’yı bilmiyorlardı; herhalde
durmadan gümüş sağlamak için ellerinde, bizim
bugünkü imkânlarımız yoktu. Paranın Roma’da
resmi bir değer edinmesine, yani ayarı bozuk para
basma usulünün kurulmasına neden doğrudan
doğruya, devamlı olarak Hindistan’a gönderilen
gümüşün yerine yeteri kadar gümüş sağlanmamış
olmasıdır. Hindistan’dan getirilen mallar,
değerlerinin yüz misline satıldıysa, Romalıların bu
kazancı yine Romalıların sırtından çıkarılıyordu;
imparatorluğun zenginliğini sağlayan bir şey yoktu
ortada.
Ama öte yandan da diyebiliriz ki, bu dış ticaret
Romalıların donanmasını kuvvetlendiriyor,
dolayısıyla denizlerdeki egemenliğini artırıyordu;
yeni ithal malları iç ticareti geliştiriyor, insanların
sanat anlayışını yükseltiyor, endüstriyi besliyordu;
vatandaşın yaşama imkânları arttıkça nüfus da
aynı oranda çoğalıyordu; bu yeni ticareti bizim
daha önceki konularımızda bir kişinin yönettiği
devletlerin gelişmesine, birçok kişinin yönettiği
devletlerin ise gerilemesine sebep olduğunu
söylediğimiz lüks hayatı meydana getiriyordu: Bu
kuruluş cumhuriyet yönetiminin yıkılışıyla aynı
tarihte oluyordu; Roma’da lüks hayat zorunlu bir
hal almıştı; çünkü yeryüzündeki bütün servetleri
kendisine çeken bir şehrin lüks hayat sürerek bunları
geri vermesi gerekiyordu.
Strabon’un dediğine bakılırsa, Romalıların
Hindistan’la ticareti, Mısır krallarının Hindistan’la
ticaretinden çok daha genişti. Ticaretten çok az
anlayan Romalıların Hindistan’la alışverişe bu
derece önem vermesi ve bu işe Hindistan’a çok daha
yakın olan Mısır krallarından fazla para harcaması
dikkate değer bir olaydır. Açıklanması gereken bir
konudur bu.
İskender’in ölümünden sonra Mısır kralları
Hindistan’la deniz yolundan ticarete koyuldular.
İmparatorluğun en doğusundaki eyaletleri, yani
Hindistan’ı ellerinde bulunduran Suriye kralları,
VI. konuda sözünü ettiğimiz ticareti, kara ve ırmak
yoluyla yapılan, Makedonyalıların kurdukları
sömürgeler sayesinde de bir hayli kolaylaşan ticareti
devam ettirdiler. Böylece Avrupa Hindistan’la, bir
yandan Mısır öte yandan da Suriye yoluyla ilişkide
bulunuyordu. Suriye krallığının parçalanması
sonunda Bactriane krallığının meydana gelmesi, bu
ticareti azıcık olsun aksatmadı [287]. Ptolomée’nin
adını ettiği Tyr’li Marin, Makedonyalı tacirler
sayesinde Hindistan’daki bazı keşiflerden söz ediyor.
Görülüyor ki, kralların üstesinden gelemedikleri bir
işi tacirler pekâlâ başarmışlar. Yine Ptolomée’nin
söylediğine bakılırsa tacirler Pierre kulesinden
Séra’ya kadar gitmişlerdir [288]. Çin’in doğu ve
kuzey bölümünde bulunan böyle uzak bir konak
yerinin tacirler tarafından keş bir çeşit harika
olarak görüldü o zaman. Demek oluyor ki, Suriye ile
Bactriane kralları zamanında Hindistan’ın
güneyinden gelen mallar, İndus ile Amuderya
ırmaklarını ve Hazar denizini takip ederek batıya
varıyordu; daha doğuda ve kuzeydeki bölgelerden
gelen mallar ise Séra’dan yola çıkıp, Pierre kulesine,
oradan da başka konaklara uğrayarak Fırat
ırmağına varıyordu. Bu tacirlerin yolu aşağı yukarı
kuzey enleminin kırkıncı derecesinden Çin’in
batısında bulunan ve henüz Tatarların istilasına
uğramadığı için oldukça uygar olan ülkelerden
geçiyordu.
Suriye devleti kara yoluyla yaptığı ticareti böyle
bu şekilde geliştirirken, Mısır, deniz yoluyla yaptığı
ticareti geliştirmek için hiçbir çabada bulunmadı.
Derken Parthe’lar ortaya çıkıp
imparatorluklarını kurdular. [289] Mısır,
Romalıların egemenliği altına girdiği zaman ise bu
imparatorluk tam manasıyla kuvvetlenmiş ve
yayılmış bulunuyordu.
Romalılarla Parthe’lar, birbirleriyle durmadan
savaşan, egemenlik kurmak için değil, salt yaşamak
için savaşan iki devlet olarak tarihte ün saldılar. İki
imparatorluk arasında uçsuz bucaksız çöller belirdi;
iki imparatorluk arasındaki milletler devamlı olarak
silah altında yaşadılar; ticaret şöyle dursun
birbirleriyle temas etmek imkânını bile yitirdiler.
Özenti, kıskançlık, din, kin, alışkılar, iki
imparatorluğu tüm birbirinden ayırdı. Böylece,
doğu ile batı arasında birçok ticaret yolu varken,
birdenbire yalnız bir yol kaldı; İskenderiye de tek
konak halini aldığından geliştikçe gelişti.
İç ticaret üzerine bir iki şey söylemekle
yetineceğim. İç ticaretin başlıca malı, Roma
halkının yaşaması için getirtilen buğdaydı. Bu da
bir ticaret malından çok bir uygarlık malıydı. Bu
vesileyle gemicilere bazı yetkiler verildi;
imparatorluğun kurtuluşu onların gösterecekleri
açıkgözlülüğe bağlıydı da ondan.
Konu XVII
Roma’nın batıda yıkılışından sonraki ticareti
üzerine
Roma imparatorluğu istilaya uğradı; bu genel
felaketin sonuçlarından biri de ticaretin ortadan
kalkması oldu. Barbarlar ticareti önceleri,
haydutluklarına yarayacak bir iş olarak gördüler;
şehirlere yerleştikten sonra ise, tarımı olsun,
yenilgiye uğrayan milletin öteki zanaatlarını olsun
ne kadar küçümsedilerse, ticareti de o kadar
küçümsediler.
Çok geçmeden Avrupa’da ticaret kelimesi bile
unutuldu; her yerde egemenliğini kabul ettirmiş
olan soylu sınıfı kendini zahmete sokacak değildi ya!
Vizigotların kanunları büyük ırmakların
yatağının yarısına özel kişilerin el koymasına göz
yumuyordu; yeter ki yatağın öteki yarısı balıkçı
ağlarıyla, gemilere açık olsun; bunların istila
ettikleri ülkelerde ticaretin gelişmesine imkân
yoktu.
Yine o çağlarda, insan aklının alamayacağı o
ünlü iki kanunun çıkarıldığını görüyoruz: Birincisi,
yurttaşlık niteliğini almayan bir yabancının
mallarına el koyma yetkisini veren kanun; ikincisi
de, karaya oturan ya da denizde yolunu yitiren
gemilerdeki malları, yağma etme yetkisini veren
kanun. Görülüyor ki insanlar, yabancıların
kendilerine medeni hukukun hiçbir yönüyle
bağlanmadıklarını düşündükleri için, onlara bir
yandan hak diye bir şey tanımak, öte yandan da
hiçbir şekilde acımak zorunda olmadıklarını
sanmışlar.
Kuzeydeki insan toplumları sınırları dar
ülkelerde yaşadıklarından, her şey onlara yabancı
geliyordu; yoksul bir hayat sürdükleri için de her şey
onlara zenginlik işareti olarak görünüyordu. İstilaya
başlamadan önce gizli kayalarla kaplı dar bir
denizin kıyılarında yaşadıkları için, bu kayalardan
bile yararlanmaktan geri kalmamışlardı.
Ama bütün dünya için kanunlar çıkartan
Romalılar, deniz kazaları için çok insanca kanunlar
çıkarmışlardı. Bu bakımdan da, kıyılarda
oturanların haydutluklarını önlemişler, bunların
vergi almak konusunda gösterdiği açgözlülüğü de
baskı altında tutmuşlardı.
Konu XVIII
Özel yönetmelik
Bununla beraber Vizigotların kanununda
ticaret için elverişli hükümler de vardı. Denizlerin
ötesinden gelen tacirler arasında bir anlaşmazlık
olursa, bu anlaşmazlıklara o tacirlerin mensup
oldukları devletin kanunları gereğince kendi
hâkimleri tarafından bakılması uygun görülüyordu.
Bu ise, birçok milletin bir arada yaşadıkları
ülkelerde, kişilerin kendi toplumlarına ait
kanunlara göre yargılanmalarını gerektiren
gelenekten alınmış bir usuldü. Bundan sonraki
kitaplarda bu konu üzerinde fazlasıyla duracağım.
Konu XIX
Romalıların doğuda zayıflamasından sonraki
ticaret üzerine
Müslümanlar ortaya çıkıp birçok ülkeyi istila
ettikten sonra parçalandılar. Mısır’ın da kendi özel
hükümdarları oldu; Hindistan’la ticarete devam
etti. Bu ülkenin bütün mallarını eline geçirince öteki
ülkelerin servetlerini de kendi ülkesine çekti.
Halifelerin vekilleri o çağın en güçlü
hükümdarlarıydı. Devamlı ve bakımlı bir ordusu
sayesinde, Haçlıların o ateşli, o şiddetli, o coşkun
saldırılarını nasıl durdurduklarını tarih
kitaplarından okumak mümkündür.
Konu XX
Nasıl oldu da ticaret, Barbarların ülkesinden
Avrupa’ya geçti
Aristo’nun felsefesi Batı dünyasına geçince, ince
düşünceli kişilerin, yani cahillik çağında bilgili
geçinen kişilerin çok hoşuna gitti. Skolastik kafalı
kişiler hayranlık duymaktan kendilerini alamadılar;
faizle ödünç para verme sorunu üzerinde
aydınlanmak için, bu konunun doğal kaynağı olan
İncil’e başvuracak yerde Aristo’nun düşüncelerini
incelediler; sonunda da faizle para alıp vermenin
hiçbir ayrılık gözetmeden, hangi şekilde olursa olsun
günah olduğuna karar verdiler. Böylece, o zamana
kadar ancak aşağı tabakanın yapabildiği ticaret, bu
kez namussuz kişilerin yapabileceği bir iş olarak
görünmeye başladı. Çünkü gelenek böyledir; doğal
olarak yapılmasında hiçbir sakınca olmayan bir işi
yasak etmek isteyen insanlar, bu işi yapanları
namussuzlukla suçlandırırlar.
Bu yüzden de ticaret, öteden beri zaten
lekelenmiş olan bir milletin eline geçti; böylece
ticaret en iğrenç tefecilikten, yatları yükseltmek
için tacirlerin kendi aralarında yaptıkları
anlaşmalardan, devletin ihtiyaçlarını gidermek için
çıkardığı fevkalade vergilerden, sözün kısası para
elde etmek için başvurulan alçakça çarelerin
tümünden ayırt edilemez bir duruma düştü.
Aşırı faizcilikten ötürü zenginleşen Yahudiler,
aynı şekilde, hükümdarların zorbalığıyla
karşılaşıyorlardı. Halkı teselli ediyordu bu ama
uğradığı haksızlığı ortadan kaldıramıyordu.
İngiltere’de olup bitenlere şöyle bir göz atarsak
öteki ülkelerde olup bitenler üzerinde de aşağı
yukarı bir kanı edinmiş oluruz. Kral Jean, mallarına
mülklerine el koymak için Yahudileri hapse attırdığı
zaman, içlerinden yalnız bir gözü kör olarak işin
içinden sıyrılanların sayısı çok azdı. Bu kralın
yargılama usulü böyleydi işte. Her gün bir dişini
çekmek suretiyle yedi dişini çektikleri bir Yahudi
sekizinci dişi çekilmesin diye tam on bin gümüş
mark verdi. III. Henri, York’lu bir Yahudi olan
Aaron’dan kendisi için on dört bin, kraliçe için de
on bin gümüş mark aldı. Bugün Polonya’da bazı
kayıtlarla yapılan şeyleri o çağlarda şiddet
kullanarak yaparlarmış. Kendilerine tanıdıkları bazı
ayrıcalıklardan ötürü uyruklarının keselerine el
atamayan krallar, yurttaş olarak tanınmayan
Yahudilere işkence etmekle yetiniyorlarmış.
Derken bir alışkı daha çıktı ortaya: Hristiyan
olmak isteyen Yahudilerin mallarına mülklerine el
koymaya başladılar. Bu acayip davranışı bizler,
onun ortadan kalkmasını sağlayan bir kanun
sayesinde biliyoruz. Birçok neden sürdüler ileriye,
ama hepsi boş. Yahudileri denemek istediklerini,
iblise olan bağlılıklarından eser kalmasın diye böyle
hareket ettiklerini söylediler. Ama belli ki bu
davranış doğrudan doğruya hükümdar için ya da
senyör için bir amortismandan başka bir şey değildi;
Hristiyanlığı kabul eden Yahudiden artık eskisi gibi
baç alamayacaklardı da ondan. O çağlarda
insanları, ekilip biçilen tarlalardan ayırt etmezlerdi.
Şunu da kısaca belirtmek isterim ki, Yahudi milleti
yüzyıllar boyunca bütün dünyanın eğlencesi
olmuştur. Önceleri, Hristiyan olmak istedikleri için
mallarına mülklerine el koyuyorlardı; çok geçmeden
de, böyle bir şey istemedikleri için zavallıları diri diri
yakmaya koyuldular.
Bununla beraber, bütün bu hareketlerin, bütün
bu işkencelerin ortasından ticaretin yavaş yavaş
çıkıp geliştiğini görüyoruz. Sırasıyla bütün
ülkelerden kovulan Yahudiler paralarını da beraber
götürmenin çaresini buldular. Böylece bir yere
yerleşmek imkânına kavuştular. Çünkü Yahudileri
ülkesinden kovmak isteyen hükümdarın, onların
paralarını beraber götürmelerine gönlü razı olmadı.
Yahudiler para yerine poliçe ile iş görmeye
başladılar; böylece ticaret, hükümdarın şiddetine
alet olmaktan kurtulup, her yerde rahat rahat
yapılabilen bir iş halini aldı; en zengin tacirin
elinde, her yere gönderilebilen, hiçbir yerde en ufak
bir iz bile bırakmayan, gözle görünmez birtakım
değerler vardı.
Tanrıbilimciler, ilkelerini ha etmek zorunda
kaldılar; bir anda kötü niyetle sıkı sıkıya
birleştirilmiş olan ticaret, yine aynı hızla namus ve
doğruluk kavramlarının çerçevesi içine giriverdi.
Böylece, ticaretin yok olmasıyla beraber gelen
felaketlere sebep, doğrudan doğruya skolastiklerin
kurguları olmuştur; bunun gibi, hükümdarların
yetkilerinin dışında kalan bir şeyin yeniden
canlanmasına sebep de yine hükümdarların
cimriliği olmuştur.
O zamandan bu yana hükümdarların
düşündüklerinden çok daha akıllı uslu bir şekilde
kendilerini yönetmeleri gerekti; çünkü olaylar
göstermiştir ki, zorbalık daima kötü sonuçlar
meydana getirmiş, ılımlı yönetim ise devletin
yükselmesine, zenginleşmesine sebep olmuştur.
Machiavel’in hükümet şeklinden kurtulmaya
başladık; gittikçe biraz daha kurtulacağımıza
inanıyorum. Öğütlerin daha ölçülü olması gerek.
Eskiden hükümet darbesi denen şey, bugün, ortalığa
saldığı dehşet bir yana, salt tedbirsizliklerin
sonucudur.
Ne mutlu insanlara ki, tutkularının kendilerini
kötülüğe teşvik etmesine rağmen, kötü olmamakta
çıkarları olduğunu kavrayacak kadar akıllı uslu bir
durumda bulunuyorlar.
Konu XXI
İki yeni kıtanın ortaya çıkarılması;
bu bakımdan Avrupa’nın durumu
Pusula âdeta, evreni açan bir anahtar oldu. Bu
sayede, bir yandan bazı kıyıları bilinen Asya ile
Afrika’nın, öte yandan da hiçbir yanı bilinmeyen
Amerika’nın her yanının iyice tanınması imkânı
sağlandı.
Atlas Okyanusunda yola çıkan Portekizliler
Afrika’nın güneydeki son noktasına ulaştılar; orada
uçsuz bucaksız bir denizle karşılaştılar; bu denizde
ilerleyince de doğu Hindistan’a vardılar. Bu denizde
karşılaştıkları tehlikelerle, Mozambik’in, Mélinde’in
ve Calicut’un keş , Camoëns [290] tarafından
yazılmış bir destanda Odysseia’nın güzelliğini ve
Eneis[291]’in büyüklüğünü andıran bir destanda
mükemmel bir şekilde belirtilmiştir.
Venedikliler o zamana kadar Hindistan’la
ticaretlerini bin bir güçlük ve eziyete katlanmak
şartıyla Türklerin ülkesinden geçerek yaparlardı.
Ümit burnunun keş yle bundan sonraki keşi er
artık İtalya’nın, ticaret dünyasının merkezi olmak
durumundan çıkmasına sebep oldu. İtalya
dünyanın bir köşesine sığınmak zorunda kaldı;
bugün de durumu değişmiş değil. Şimdi büyük
milletlerin, her iki Hindistan’la yaptıkları ticarete
bağlı olan doğu ticaretini bile İtalya ancak ikinci
derecede bir devlet olarak yapmaktadır.
Portekizliler Hindistan’la, istilacı bir millet
olarak ticari ilişki kurdular. Bugün Hollandalıların
ticaret konusunda küçük Hintli hükümdarlara zorla
kabul ettirdikleri bazı engelleyici kanunları,
Portekizliler onlardan çok daha önce ortaya atmış
bulunuyorlardı.
Bu konuda Habsbourg’ların talihi, çok yardım
etti kendilerine. Charles-Quint, Burgonya, Kastilya
ve Aragon krallıklarını miras yoluyla eline geçirmiş,
arkasından da İmparator seçilmişti; bu kadarı
yetmiyormuş gibi, sanki kendisine daha üstün bir
unvan sağlamak için dünya biraz daha genişledi;
onun egemenliği altına giren yeni bir dünya çıktı
ortaya.
Christophe Colomb Amerika’yı buldu. İspanya
oraya, Avrupa’da küçük bir hükümdarın bile
gönderebileceği kuvvetten fazlasını göndermemiş
olmasına rağmen, iki büyük imparatorlukla daha
başka birçok büyük devleti egemenliği altına aldı.
İspanya batıda keşi er ve istilalarda
bulunurken, Portekizliler de doğuda keşif ve
istilalarını genişletiyorlardı. Gün geldi bu iki millet
birbiriyle karşılaştı; Papa VI. Alexandre’a
başvurdular; o da harita üzerinde bir çizgiyle iki
milletin sınırlarını belirtti ve büyük bir dava
hakkında yargıda bulundu.
Ama Avrupa’nın öteki milletleri, onların yeni
ülkeleri rahat rahat paylaşmalarına göz
yummadılar. Hollandalılar Portekizlileri hemen
hemen bütün Doğu Hindistan’dan dışarı attılar;
başka milletler de Amerika’da birtakım ticaret
merkezleri kurdular.
İspanyollar, yeni keşfedilen kıtaları, önce istila
edilmesi gereken ülkeler olarak gördüler. Daha ince
görüşlü milletler, bu ülkelerin ticarete elverişli yerler
olduğunu anladılar ve amaçlarını o yana
yönelttiler. Birçok millet öylesine akıllı, öylesine
uslu davrandılar ki, oraların egemenliğini ticaret
kumpanyalarına bıraktılar; onlar da bu uzak
ülkeleri salt ticaret yoluyla yönettiler ve anavatanı
rahatsız etmeden her birini yardımcı bir devlet
haline getirdiler.
Oralarda meydana getirilen sömürgeler, eski
sömürgelerde örneğini bulamadığımız bir şekilde
anavatana bağlıdırlar; bu da, ya bu sömürgelerin
anavatanın bir parçası olarak görülmesinden ya da o
devlette kurulmuş bir ticaret kumpanyasının malı
sayılmasından ileri gelmektedir.
Bu sömürgelerin kurulmasındaki amaç, bütün
çıkarları eşit ve karşılıklı gören komşu devletlerle
yapılacak alışverişten daha çok çıkar sağlayacak bir
alışveriş imkânını elde etmektir. Bir kere
sömürgenin yalnız anavatanla ticaret yapabileceği
koşulunu ortaya attılar. Böyle düşünmekte de
yerden göğe kadar hakları vardı; çünkü oralara
yerleşmenin amacı bir şehir ya da bir imparatorluk
kurmak değil, doğrudan doğruya ticaret alanını
genişletmekti.
Nitekim bugün bile Avrupa’daki temel
yasalardan biri, yabancı sömürgelerle yapılan
ticareti, ülkenin kanunlarına göre cezalandırılması
gereken bir vurgun unsuru gibi görmektedir. Bu
konu üzerinde bir yargıda bulunurken de eskilerin,
bugün artık uygulanması imkânsız olan örnek
kanunlarını göz önünde bulundurmanın yersiz
olacağı kanısındayım.
Bundan başka iki devletin anavatan toprakları
arasında yapılan alışverişin, bu devletlerin
birbirlerinin sömürgeleri ile de alışveriş
yapabilecekleri anlamına gelmediği açıkça
belirtilmiştir; kanun böyle bir alışverişi yasak
etmiştir.
Ticaret özgürlüğünü yitiren sömürgelerin
uğradıkları zarar, onu silahlarıyla savunan ya da
yasalarıyla ayakta tutan anavatanın korumasıyla
telafi edilmektedir.
Bundan da Avrupalılar arasında yürürlükte
olan üçüncü bir kanun daha çıkıyor ortaya ki o da
şu. Sömürgelerle yabancıların alışveriş etmeleri
yasak edildiğine göre, yabancı gemiler, sömürgenin
karasularında ancak anlaşmalar sayesinde
dolaşabilirler.
Kişilerin devlet içindeki durumları neyse,
dünya içindeki durumları da öyle olan milletlerde,
tıpkı kişiler gibi, kendilerini hem doğal kanunlarla,
hem de kendi yaptıkları kanunlarla yönetirler; bir
millet başka bir millete toprağını verebileceği gibi,
karasularını da verebilir. Kartacalılar Romalılara ait
gemilerin belli sınırlardan öteye geçmesine izin
vermezdi. Bunun gibi Yunanlılar da İran
hükümdarlarını deniz kıyısından en az bir at
menzili uzakta bulunmaya mecbur etmişlerdi.
Sömürgelerimizin son derece uzakta olması
güvenlikleri için bir sakınca sayılmaz; çünkü
anavatan onları savunamayacak kadar uzaktaysa,
anavatanın rakibi olan milletler de sömürgelerden o
kadar uzaktadırlar.
Üstelik bu uzaklık oraya gidip yerleşenlerin,
iklim bakımından çok farklı bir ülkenin yaşama
tarzına kolay kolay uyamamalarına sebep olur;
alışık oldukları şeyleri, hangi ülkeden gelmişlerse
oradan getirtmek zorunda kalırlar. Kartacalılar,
Sardunyalılarla Korsikalıları kendilerine daha çok
bağlamak için, toprağa bir şey dikmeyi, ekmeyi ya
da buna benzer bir şey yapmayı kesinlikle yasak
etmişlerdi. Bu yasağa uymayanlar da ölüm cezasına
çarpılırlardı. Böyle bu derece ağır kanunlar
çıkarmamakla beraber bizler de aşağı yukarı aynı
noktaya varmış bulunuyoruz. Antille adalarındaki
sömürgelerimiz doğrusu ya fevkalade yerler; bizde
olmayan, olması da imkânsız olan şeyler var
oralarda; bizde olan şeyler de onlarda yok.
Amerika’nın keş nin sonucu, Asya ile
Afrika’nın Avrupa’ya bağlanması oldu. Amerika,
Asya’nın doğu Hindistan denen o uçsuz bucaksız
bölgesiyle beraber Avrupa’ya gerekli ticaret
maddelerini veriyordu. Değer işareti olarak ticaret
alanında son derece yararlı olan gümüş, ticaret malı
olarak da dünya piyasasının temelini
oluşturuyordu. Nihayet Afrika kıyılarına yapılan
yolculuklar da zorunlu bir hal aldı; bu kıyılarda
yaşayan zenciler, Amerika’daki maden ocaklarıyla
toprakların işletilmesinde kullanılıyordu.
Harcanan paranın çokluğu, girişilen işlerin
büyüklüğü, hiçbir işe yaramadıkları zaman bile salt
gösteriş amacıyla toplanan ve devamlı olarak
beslenen askerlerin sayısı göz önünde tutulursa,
Avrupa’nın bütün dünyada, tarih boyunca
kuramadığı, bir üstünlük, bir egemenlik kurduğunu
görürüz.
Keşiş du Halde’in dediğine göre, Çin’in iç
ticareti bütün Avrupa ülkelerinin ticaretinin
toplamından daha üstünmüş [292]. Dış ticaretimiz,
iç ticaretimizi beslemeseydi, Keşiş’in söylediği doğru
olurdu. Avrupa bugün, yeryüzündeki öteki üç
kıtanın ticaretini elinde bulunduruyor; nasıl ki
Fransa, İngiltere ve Hollanda, aşağı yukarı
Avrupa’nın denizciliğiyle, ticaretini elinde
bulunduruyorsa...
Konu XXII
İspanya’nın Amerika’dan çektiği değerli nesneler
üzerine
Avrupa, Amerika ile yaptığı alışverişten öyle
çıkarlar sağladı ki, bu çıkarların en büyük
bölümünü İspanya’nın ele geçirdiğine inanmak
doğal bir şey olur. Gerçekten de öyle, İspanya yeni
dünyadan o kadar çok altın ve gümüş çekti ki, o
zamana kadar yeryüzünde elden ele dolaşan altın ve
gümüş miktarı bunun yanında bir hiç kalırdı
diyebiliriz.
Ama (kimse inanmaz buna) İspanya hemen her
yerde, sefalet yüzünden başarısızlığa uğradı. Charles
Quint’den sonra İspanya tahtına geçen II. Philippe,
herkesin bildiği o meşhur hileli i ası ilan etmek
zorunda kaldı; paralarını zamanında ve tam olarak
alamayan askerlerinin homurtularından,
küstahlığından ve başkaldırmalarından hiçbir
hükümdar onun kadar acı duymamıştır.
Ondan sonra da İspanya krallığı yavaş yavaş
çökmeye başladı. Çünkü ülkedeki para bolluğunun,
mal mülk çokluğunun yapısında, bütün bunları
yararsız kılan bir iç ve zik kusur vardı; her gün
biraz daha artan bir kusurdu bu.
Altın ile gümüş ya bir yapıntı, ya da bir belirti
servetidir. Bu belirtiler, madenin yapısına uygun
olarak zaten dayanıklı olurlar; kolay kolay
bozulmazlar. Ama çoğaldıkça değerlerinden
kaybederler; daha az nesnenin yerini tutarlar da
ondan.
Meksika ile Peru’nun istilası sırasında
İspanyollar, kendiliklerinden değerleri azalan belirti
servetlerini elde etmek için doğal servet kaynaklarını
bıraktılar. Avrupa’da çok az altınla gümüş vardı;
birdenbire büyük ölçüde bu madenlerden elde
etmek imkânına kavuşan İspanya o zamana kadar
aklından geçirmediği birtakım ümitlere kaptırdı
kendisini. Bununla beraber, istila edilen ülkelerdeki
servetler, mevcut maden ocaklarının sağladığı
servetle orantılı değildi. Yerliler bunun bir kısmını
sakladılar; bundan başka, altınla gümüşü, yalnız
tanrılarının tapınaklarıyla, krallarının saraylarını
süslemek için kullanan bu milletler, bizim kadar
üstüne düşmüyorlardı bu madenlerin; nihayet her
maden lizinden faydalanmak yeteneğinde
değillerdi; yalnız ateşte ısıtmak suretiyle maden elde
etmesini biliyorlardı; maden elde etmek için
cıvadan yararlanmasını bilmedikleri gibi, belki
cıvanın da ne olduğunu bilmiyorlardı.
Bununla beraber gümüş miktarı Avrupa’da iki
misline çıktı. Bu da, gümüşle satın alınan her şeyin
değerinin birdenbire aşağı yukarı iki misline
çıkmasından anlaşıldı.
İspanyollar maden ocakları açtılar, dağları
deldiler, su çıkarmak, maden lizlerini kırmak ve
değerli bölümünü ayırmak için makineler icat
ettiler; yerlilerin canlarına pek öyle acımadıkları
için de zavallıları gece gündüz demeden
çalıştırdılar. Çok geçmeden Avrupa’da gümüş
miktarı iki misline çıktı ama İspanya’ya sağladığı
kazanç devamlı olarak yarıya düştü; değerini yarı
yarıya yitiren bir madenden her yıl ancak aynı
miktarda elde edilebiliyordu.
Aradan zaman geçtikçe gümüş miktarı artıyor
ama sağladığı kazanç da o ölçüde azalıyordu. Hatta
bir an geldi, değerinin yarısından fazlasını bile
kaybetti; bakın nasıl:
Maden lizlerinden altını çıkarmak, gerekli
şekilde hazırlamak, Avrupa’ya nakletmek için belli
miktarda bir para harcamak lazımdı. Sanırım
harcanan para oranı, birin altmış dörde olan
oranına eşitti. Ama gümüş miktarı iki misline çıkıp
da yarı değerini yitirince, harcanan para oranı
ikinin altmış dörde olan orantısına eşit oldu.
Böylece İspanya’ya eskisi gibi aynı miktarda altın
taşıyan gemiler, gerçekte değeri yarı yarıya düşmüş,
gelir yatı ise iki misline çıkmış bir nesne
taşıyorlardı.
Bu işlemi böyle hep iki ile çarparak devam
ettirirsek, İspanya’nın elindeki servetin değerinden
niçin kaybettiğini kolaylıkla anlarız.
Amerika’daki madenlerin işletilmesine
başlayalı aşağı yukarı iki yüz yıl oluyor. Sanırım
bugün dünya piyasasında mevcut gümüş
miktarının, Amerika’nın keş nden önceki gümüş
miktarına olan oranı birin otuz ikiye olan oranına
eşittir; yani bu miktar beş misline çıkmıştır: İki
yüzyıl sonra bu orantı birin altmış dörde olan
oranına eşit olacaktır ki bu da yine gümüşün
şimdiki miktarına göre beş misli daha artması
demektir. Durum böyle olunca, bugün elli kental
altın lizi, dört, beş, altı once saf altın veriyor; bu
miktar iki once’a düşünce, madenci ancak masrafını
kurtaracak. İki yüzyıl sonra dört once bile alsa,
madenci bununla ancak masrafını kurtarmış
olacak. Demek oluyor ki altından elde edilecek
kazanç çok azdır. Aynı şeyi gümüş için de
söyleyebiliriz ama yalnız şu var ki gümüş madeninin
verimi, altın madeninin veriminden daha çoktur;
birincisi daha az çalışmayı gerektirir.
Çok verimli maden ocakları bulunduğunu
varsayalım; bu verim ne kadar çok olursa sağladığı
kazanç da o kadar çabuk tükenir, yok olur.
Portekizliler Brezilya’da o kadar çok altın
buldular ki, çok geçmeden İspanyolların sağladıkları
kazanç, dolayısıyla Portekizlilerin kendi kazançları
bile zorunlu olarak önemli bir şekilde düştü.
Amerika’yı Fransa’ya vermek isteyen
Christophe Colomb’un bu tekli ni reddeden I.
François’nın Krallık Meclisine birçok kişinin lanet
okuduğunu duydum [293]. Bana kalırsa, belki
farkında olmadan çok akıllı, çok uslu bir harekette
bulundular bizimkiler. İspanya ise, dokunduğu her
şeyin altın olmasını isteyen, sonunda da
yoksulluğuna bir son vermeleri için tanrılara
yalvarmak zorunda kalan o kafasız krala
benziyordu.
Birçok milletlerin kurdukları ticaret
şirketleriyle bankalar da, altınla gümüşün belirti
niteliğini büsbütün düşürdü. Çünkü yeni yeni
yapıntılar ortaya atarak aşlıkların, değer
işaretlerinin sayısını o kadar çok artırdılar ki, altın
ile gümüş bu işe kısmen yarayacak bir duruma
düştü, değerinden çok şey kaybetti.
Böylece genel kredi, madenin yerini aldıktan
başka, İspanyolların kendi madenlerinden
sağladıkları çıkarları da büsbütün azalttı.
Hollandalıların, doğu Hindistan’la yaptıkları
ticaret sayesinde, İspanyolların Amerika’dan
getirdikleri mallara gerekli değeri vermekten geri
kalmadıkları doğrudur; çünkü Hollandalılar,
doğudan aldıkları mallara karşılık gümüş
verdiklerinden, İspanyolların elindeki fazla gümüşü
almak suretiyle Avrupa’da bir denge kurmaya
çalıştılar.
İspanya’yı doğrudan doğruya
ilgilendirmiyormuş gibi görünen bu ticaret, ona da
tıpkı bu işle uğraşan milletler kadar yararlı
olmuştur.
Bütün bu söylediklerimden sonra İspanya
Krallık Meclisinin, altın ve gümüşün süsleme
işleriyle mücevher imalinde kullanılmaması için
çıkardığı buyruklar üzerinde yargıda bulunmak
kolaylaşır. Hollanda devleti tutup tarçının
yemeklerde kullanılmamasını buyursa ancak bu
kadar isabetli bir iş yapmış olabilirdi.
Benim bu söylediklerim, bütün maden ocakları
için değil. Örneğin, masraf çıktıktan sonra çok az bir
kazanç bırakan Almanya ile Macaristan’daki
maden ocakları tersine çok faydalıdır. Anavatanda
bulunmalarının, binlerce yurttaşın orada çalışıp
hayatlarını kazanmalarının ve elde edilen ürün
fazlasının bunlar tarafından yenilip içilmesinin, bu
maden ocaklarının bizzat ülkenin endüstrisinin bir
parçasını teşkil etmelerinin elbette ki devlete faydası
vardır.
Almanya ile Macaristan’daki maden ocakları
tarım işlerini değerlendirir; Meksika ile Peru’daki
maden ocakları ise tarımı yok eder.
Batı Hindistan ile İspanya, aynı hükümdarın
egemenliği altında yaşayan iki devlettir ama asıl
devlet Batı Hindistan, ikinci derecede gelen ise
İspanya’dır. Politika, asıl devleti ikinci derecede
gelen devlete bağlamak istiyor ama na le; Amerika
devamlı olarak İspanya’yı kendine doğru çekiyor.
Batı Hindistan’a her yıl elli milyonluk mal
gider; bundan İspanya’nın hissesine düşen ancak iki
buçuk milyondur. Demek oluyor ki batı
Hindistan’ın yıllık alışveriş tutarı elli milyon ise,
İspanya’nınki ancak iki buçuk milyondur.
Milletin beceri ve çalışkanlığına, nüfusun
sayısına, tarımın ilerlemiş olmasına dayanmayan,
ortalığı haraca kesmek suretiyle geçici bir şekilde
elde edilen servetin kaynağı kötü bir kaynaktır.
Cadix’deki gümrükten çil çil altınları kasasına
aktaran İspanya kralı, bu bakımdan, çok yoksul bir
devletin aşırı derecede zengin bir vatandaşından
başka bir şey değildir. Tebaası hemen hemen hiçbir
şey almaz; bütün para yabancıların kesesinden çıkıp
doğrudan doğruya kralın kasasına girer; bu çeşit
ticaret, ülkenin mutluluğu ile ya da felaketiyle ilgisi
olmayan apayrı bir şeydir.
Castille’deki eyaletlerden bazıları da, Cadix
gümrüğünün verdiği paraya eşit bir para verseydi
krala, egemenliği çok daha üstün bir şekil alırdı.
Onun zenginliği ülkenin zenginliği demek olurdu;
bu eyaletler, bütün öteki eyaletleri canlandırırdı;
böylece, hep birlikte karşılıklı yükümleri
giderebilecek bir hal alırlardı. Büyük bir hazine
yerine de, büyük bir millet ortaya çıkmış olurdu.
Konu XXIII
Sorun
İspanya, Batı Hindistan’la [294] gerekli ticareti
tek başına yapamıyorsa, o ülkenin kapılarını
yabancılara açsa daha mı iyi eder? Yoksa daha mı
kötü eder? Bunun hakkında kesin bir şey söylemek
bana düşmez. Yalnız şunu söyleyeceğim ki,
politikasının izin verdiği ölçüde bu ticaretin
engellerini ortadan kaldırsın. Çeşitli milletlerin Batı
Hindistan’a götürdükleri mallar orada ne kadar
değerli olursa, yerliler de kendi malları olan altınla
gümüşten o kadar çok verirler; ama bizim
götürdüğümüz malların değeri düşük olursa,
doğaldır ki, bunun tersi olur. Ama bu milletler,
Hindistan’a götürdükleri malların yatları düşük
olsun diye daima birbirlerine zarar verecek şekilde
hareket ederlerse belki o zaman Avrupa’nın kazancı
daha çok olur. Ben bu konuda bir şey söyleyecek
değilim, incelenmesi gereken ilkelerdir bunlar
diyorum sadece. Bununla beraber, Batı
Hindistan’ın güvenliği, tek bir gümrüğün faydası,
büyük ve ani bir değişikliğin meydana getireceği
tehlikeler, önceden sezilen ama çoğu zaman
sezilmeyen sakıncalardan daha tehlikeli olan
sakıncalar gibi bazı konuları da bu ilkelerden
ayırmamak yerinde bir hareket olur.
YİRMİ İKİNCİ KİTAP
Para kullanılmasıyla ilgili kanunlar
üzerine
Konu I
Para kullanılmasının nedeni
Vahşilerde olduğu gibi, ticarete elverişli malları
az olan insan topluluklarıyla, ticarete elverişli iki üç
çeşit malları olan uygar insan toplulukları takas
yoluyla alışveriş ederler. Böylece, tuz verip
karşılığında altın almak için Doğu Afrika’da
Tombouctou’ya giden Kuzeybatı Afrikalıların
paraya ihtiyaçları yoktur. Kuzeybatı Afrikalı
tuzunu bir yere yığar; zenci de altın tozunu bir yere
yığar; yeteri kadar altın yoksa ya Kuzey Afrikalı
tuzundan biraz alır ya da zenci altına biraz daha
altın katar; ta ki yığınlar birbirine eşdeğer olsun.
Ama bir millet piyasaya çeşitli mallar sürerse o
zaman para dediğimiz şeyin kullanılması gerekir;
çünkü taşınması kolay bir maden, takas yoluyla
yapılan alışverişin sebep olacağı birçok masraf ve
külfeti ortadan kaldırır.
Bütün milletlerin karşılıklı olarak birbirlerine
ihtiyaçları olduğundan, bakarsınız bir millet bir
başka milletten, o milletin kendisinden istediği
maldan daha çok mal istemek zorunda kalır; başka
bir millete karşı ise durumu bunun tersine olur.
Ama her milletin kendine özgü bir parası oldu mu,
takas yolunu bırakıp da satmak ve almak yolunu
tutan millet, aldığı fazla malın karşılığını para ile
öder; yalnız şu fark var ki, para ile alışverişte ticaret
en fazla isteyen milletin ihtiyaçlarına göre yapılır;
takas yoluyla yapılan alışverişte ise ticaret, en az
isteyen milletin ihtiyaçlarına göre yapılır; aksi
takdirde ihtiyacı az olan millet aradaki farkı
kapatmak imkânını bulamaz.
Konu II
Paranın çeşidi üzerine
Para, bütün malların değerini temsil eden bir
işarettir. Bunun için de kullanıla kullanıla
bozulmayacak, uzun zaman dayanabilecek, birçok
bölümlere ayrılabilecek bir maden alırlar. İşaret
rahat rahat bir yerden bir yere götürülsün diye daha
değerli bir maden seçerler. Kolaylıkla aynı ayara
konulabildiği için, bir madeni ortak ölçü olarak
kullanmakta hiçbir güçlük yoktur. Her devlet,
paranın şekli, ayarla ağırlığını garanti etsin, şöyle bir
bakışta her ikisi de kolaylıkla anlaşılsın diye üstüne
kendi damgasını vurur.
Atinalılar maden kullanmasını bilmedikleri
için öküz, Romalılar da koyun kullanırlardı; yalnız
ne var ki, bir madeni para, öteki madeni paranın
aynı olabilir ama bir öküz bir başka öküzün aynı
olamaz[295].
Nasıl ki, para, malın değerini belirten bir
işaretse, kâğıt da paranın değerini belirten bir
işarettir; nitekim kâğıdın değeri iyi ise onunla elde
edilen sonuç madeni para ile elde edilen sonuçtan
farksız olur.
Nasıl ki, para bir nesnenin işaretiyse ve o
nesneyi temsil ediyorsa, her nesne de paranın bir
işaretidir ve onu temsil eder. Eğer para bir yandan
her şeyi iyice temsil ediyorsa, öte yandan her şey de
parayı iyice temsil ediyorsa, birbirlerinin yerini
tutuyorlar demektir; o zaman devlet zengindir
deriz; yani nispi değer bakımından, elimizde
bunlardan biri oldu mu hemen ötekini almamız
mümkün olur. Böyle bir şey ise ancak ılımlı bir
hükümette olur; örneğin, haksızlık eden bir
borçluyu kanunlar koruyorsa, ona ait olan şeyler
parayı temsil etmezler, paranın da işareti olamazlar.
Zorbaların yönetiminde olan devlete gelince, orada
nesnelerin işaretlerini temsil etmeleri bir mucize
sayılır. Zorbalıkla güvensizlik herkesin parasını
toprağa gömmesine sebep olur. Şu halde nesneler
hiçbir zaman parayı temsil etmezler[296].
Kimi zaman kanun koyucular öyle bir ustalıkla
hareket etmişlerdir ki, nesneler yalnız çeşitleri
bakımından parayı temsil etmekle kalmazlar, tıpkı
gümüş gibi para halini alırlardı. Diktatör Caesar,
borçluların borçlarını, arazi şeklinde ödemelerine
izin verdi. Hatta araziye iç savaşlardan önceki
değerinin tanınmasını şart koştu. Tiberius gümüş
satın almak isteyenlerin bunu devlet hazinesinden
alabileceklerini, ancak karşılığında iki misli
değerinde mal mülk göstermeleri gerektiğini ileri
sürdü. Caesar zamanında toprak, bütün borçları
ödeyen bir para halini aldı; Tiberius zamanında ise
on bin sesterce değerindeki toprak, beş bin gümüş
sesterce değerindeki paranın yerini tuttu.
İngiltere’de anayasa, bir borçlunun toprağına
ya da gelirine el koymayı yasak etmiştir; yeter ki,
borçlunun parası ya da kişisel geliri bu borcu
ödeyebilsin; borçlu da bunları vermeye razı olsun.
Bu durumda da bir İngiliz’in her türlü varlığı
paradan farksız bir hal alıyor demektir.
Cermenlerin kanunları, kişinin uğradığı zarara
karşılık kendisine gümüş verilmesini, işlediği suça
karşılık da kendisinden ceza olarak gümüş
alınmasını buyurmaktaydı. Ama ülkede çok az
gümüş olduğundan, gümüş yerine kişiye aynı
değerde yiyecek, içecek ya da hayvan verilirdi.
Bunun Saksonların kanunlarında bazı ayrılıklarla,
daha çok, çeşitli insan topluluklarının zenginliği ya
da yoksulluğuyla orantılı olarak tespit edildiğini
görüyoruz. Önce kanun bir sou’nun hayvan olarak
değerini belirtiyor: İki trémisse[297]’lik bir sou’nun
değeri on iki aylık bir öküz ya da kuzusuyla beraber
bir koyun demekti; üç trémisse’lik bir sou ise on altı
aylık bir öküz demekti. Bu insan topluluklarında
para, hayvan, mal ya da yiyecek içecek şeklini
alıyordu; bu saydıklarımız da para olup çıkıyordu.
Gümüş yalnız nesnelerin işareti olmakla
kalmıyor; kambiyo konusunda göreceğimiz gibi,
paranın işareti oluyor, parayı temsil ediyordu.
Konu III
Düşüncel paralar üzerine
Gerçek paralar vardır, düşüncel paralar vardır.
Hemen hepsi düşüncel paralar kullanan uygar
milletler, salt gerçek paralarını düşüncel para haline
koydukları için böyle davranırlar. Önce gerçek
paraları, belli ağırlıkta, belli ayarda bir madenden
yapılmıştır. Ama çok geçmeden kötü niyet olsun,
ihtiyaç olsun, her madeni paranın ağırlığından bir
miktar alınmasına sebep olur ama bundan ötürü de,
paranın değerini gösteren adı değişmez. Örneğin, bir
gümüş lirada bulunan gümüşün yarısını alırlar ama
ona, lira adını vermeye devam ederler. Gümüş
liranın yirmide biri olan bölümüne, artık o liranın
yirmide biri olmadığı halde sou adını vermeye
devam ederler. Artık lira düşüncel bir lira, sou da
düşüncel bir sou halini almıştır; öteki bölümleri için
de böyledir; hatta öyle olur ki lira dediğimiz şey
gerçek liranın çok küçük bir bölümü halini alabilir;
böylece daha da düşüncel olur. Bir an gelir,
gerçekten bir lira, gerçekten bir sou değerinde olan
bir para basılmaz olur. O zaman lira da, sou da salt
düşüncel para halini alır. O zaman her madeni
paraya istenildiği kadar lira, istenildiği kadar sou
adı verilir. Bu değişiklik böylece devam edip
gidebilir; çünkü bir şeyin niteliğini değiştirmek ne
kadar güçse adını değiştirmek de o kadar kolaydır.
Herhangi bir şekilde kötüye kullanmayı
önlemek için, ticaretin gelişmesi istenilen ülkelerin
tümünden yalnız gerçek para kullanılacağını
buyuran, bunların düşüncel paraya çevrilmesini
kesin olarak yasaklayan bir kanun çıkarmak çok
yerinde bir hareket olur.
Her şey bir değişikliğe uğrayabilir şu
yeryüzünde; ama herhangi bir konuda ortak ölçü
olarak kabul edilen bir şeyin, değişikliğe
uğratılmasına hiçbir zaman izin vermemeli.
Ticaret zaten kararsız bir şey; tutup bu kararsız
olan şeye, yeni bir kararsızlık daha katmak çok acı
olur insanlar için.
Konu IV
Altın ve gümüş miktarı üzerine
Uygar milletler yeryüzünde egemen oldukça
altınla gümüş miktarı her gün biraz daha artar; ya
kendi ülkelerinde çıkarırlar bunları ya da gidip
buldukları yerlerden alıp getirirler. Ama barbarlar
üste çıkınca, tersine, bu iki maden de azalır.
Nitekim bir yandan Gotlarla Vandallar, öte yandan
Tatarlarla Kuzey Afrika ve İspanya’daki
Müslümanlar her yeri istila ettikleri zaman bu
madenlerin ne kadar azaldığını hepimiz biliriz.
Konu V
Aynı konunun devamı
Amerika madenlerinden çıkarılıp Avrupa’ya
getirilen, oradan da doğu ülkelerine gönderilen
gümüş, Avrupa’da denizciliğin gelişmesine sebep
oldu. Gümüş, Avrupa’nın trampa yoluyla
Amerika’dan alıp, trampa yoluyla Doğu
Hindistan’a sattığı bir ticaret nesnesi halini daha
aldı. Demek oluyor ki, bu madenler bir de ticaret
nesnesi olarak görünürse, altını ile gümüşü çok olan
ülke bir o kadar daha zengin sayılır. Ama yalnız
değeri belirten işaret gözüyle bakılırsa o zaman bu
madenlerin bolluğu o derece faydalı olmaz; çünkü
madenlerin bolluğu, daha çok azlık üzerine
dayanan işaret niteliğini bozar.
Birinci Pön savaşından önce bakırın gümüşe
oranı bire dokuz yüz altmıştı; bugün bu oran aşağı
yukarı bire yetmiş üç buçuk olmuştur[298]. Bu oran
eski şeklini aldığı zaman gümüş, işaret görevini
muhakkak ki, daha iyi bir şekilde yerine getirecektir.
Konu VI
Amerika’nın keşfinden sonra nasıl oldu da
faiz miktarı yarı yarıya düştü.
İnka kabilesinden Garcilasso, İspanya’da faiz
oranı, verilen ödünç paranın onda biriyken,
Amerika’nın istilasından sonra bu oranın yirmide
bire düştüğünü söylüyor. Böyle olması kaçınılmazdı
zaten. Önemli miktarda gümüş bir anda Avrupa’ya
götürüldü. Çok geçmeden de daha az kimsenin
gümüşe ihtiyacı oldu; her şeyin yatı yükseldi,
gümüşünki ise düştü; oran bozuldu, bütün eski
borçlar birden sönüverdi. Law sisteminin
uygulandığı zamanı herkes hatırlar: Kâğıt paradan
başka her şeyin büyük bir değeri vardı. Amerika’nın
istilasından sonra ellerinde parası olanlar
mallarının yatını ya da bedelini, yani faizi
azaltmak zorunda kaldılar.
O zamandan sonra da ödünç para karşılığında
istenen faiz bir türlü eski seviyesine yükselemedi;
gümüş miktarı Avrupa’da her yıl durmadan
artıyordu da ondan. Zaten bazı devletlerde,
ticaretten elde edilen kazançlar üstüne kurulu
devlet hazinesi, çok az bir faiz verdiğinden, özel
kişiler arasındaki anlaşmaların da bu ölçüye uyması
gerekti. Nihayet kambiyo işi, insanlara paralarını bir
ülkeden başka bir ülkeye götürmeleri için büyük
kolaylıklar sağladığından, paradan yana sıkıntısı
olan ülke âdeta kalmadı; parası çok olan ülkeler az
olan ülkeleri bu bakımdan beslemekten
çekinmediler.
Konu VII
İşaret servetlerinin değişkenliği içinde
nesnelerin fiyatları nasıl tespit edilir
Para, ticaret nesneleriyle yiyecek içecek
nesnelerinin değeridir. Ama bu değer nasıl tespit
edilecek? Yani her nesne, paranın ne kadarlık bir
bölümüyle temsil edilecek?
Yeryüzündeki altın ve gümüş miktarını, ticaret
nesnelerinin toplamıyla karşılaştırırsak, muhakkak
ki, her ticaret nesnesiyle, her yiyecek içecek
nesnesini özel olarak, mevcut altın ve gümüş
miktarının bir bölümüyle karşılaştırabiliriz. Birinin
toplamının, ötekinin toplamına oranı ne ise, birinin
bölümünün ötekinin bölümüne oranı da o olur.
Diyelim ki, yeryüzünde yalnız bir ticaret nesnesi, ya
da bir tane yiyecek içecek nesnesi var; ya da satın
alınabilen, para gibi bölünebilen bir tek nesne var.
Nesnenin bu bölümü paranın toplamının bir
bölümünü karşılar; birinin toplamının yarısı,
ötekinin toplamının yarısını; birinin onda, yüzde,
binde birini ötekinin de onda, yüzde, binde birini
karşılar. Ama insanlar arasında mülkiyeti meydana
getiren şeylerin tümü aynı zamanda ticaret nesnesi
olmadığından, bunların işareti olan madenler, ya
da paralar, hep birden var olmadığından, yatlar,
nesnelerin toplamıyla işaretlerin toplamı arasındaki
orantıyla bir, bir de ticaret alanına giren nesnelerin
toplamıyla, aynı alana giren işaretlerin toplamı
arasındaki orantıya göre tespit edilir; bundan başka,
bugün ticaret alanına girmeyen nesneler yarın
pekâlâ girebileceğinden, bugün aynı alanda mevcut
olmayan işaretler yarın mevcut olabileceğinden,
nesnelerin yat tespiti o halde temelli olarak her
zaman için nesnelerin toplamının işaretlerin
toplamına olan oranına bağlı kalacaktır.
Böylece hükümdar ya da kanun koyucu, nasıl
ki bir emirname çıkarıp birin ona nispetinin, birin
yirmiye nispetine eşit olduğunu kabul ettiremezse,
ticaret nesnelerinin yatlarını da öylece bir
emirname ile tespit edemez. Nitekim Antakya’da
yiyecek içecek yatlarını düşüren Julien’in korkunç
bir kıtlık yarattığını görüyoruz orada.
Konu VIII
Aynı konunun devamı
Afrika kıyılarında yaşayan zencilerin, işin içine
para karıştırmadan, kendilerine özel bir değerler
işareti vardır: Duydukları ihtiyaç ölçüsüne göre her
ticaret nesnesine kendi kafalarınca biçtikleri değere
dayanan salt düşüncel bir işarettir bu. Şu ticaret
nesnesi ya da aşlık onlar için üç macute eder; bir
başkası altı, bir başkası da on eder; sanki üç, altı, on
diye sayıyormuş gibi bir halleri vardı. Bütün ticaret
nesnelerini birbirleriyle karşılaştırmak suretiyle
çıkarırlar bu değeri ortaya; iş böyle oldu mu da özel
para diye bir şey olamaz; lan ticaret nesnesinin bir
bölümü, öteki ticaret nesnesi için para olup çıkar.
Bu çeşit değerlendirme tarzını bir an için bizim
ülkemizde, bizim tarzımızla birleştirerek
uyguladığımızı varsayalım; yeryüzündeki bütün
ticaret nesneleriyle yiyecek içecekler ya da her
devlete özgü ticaret nesneleriyle yiyecek içecekler
ötekilerden ayrılmış olarak ele alınırsa, belli bir
miktar macute ederler; o devletin gümüşünü, ne
kadar macute varsa o kadar parçaya bölersek, her
gümüş bölümü, bir macut’un işareti olur.
Bir devletin gümüş miktarının iki misline
çıktığını varsayarsak, her macute için iki misli
gümüş gerekir ama gümüşü iki misline çıkarmak
suretiyle, macute sayısını da iki misline
çıkarıyorsunuz demektir; şu halde oran; miktarları
iki misline çıkarmadan önceki şeklini korur.
Amerika’nın keş nden bu yana altınla gümüş
miktarı Avrupa’da yirmi kere çoğaldıysa, ticaret
nesneleriyle yiyecek içecek nesnelerinin yatının da
yirmi misline çıkması gerekirdi. Ama öte yandan,
ticaret nesnelerinin miktarı iki misline çıktıysa, bu
ticaret nesneleriyle yiyecek içecek nesnelerinin
yatlarının bir yandan yirmi misli artması, öte
yandan iki misli düşmesi, yani eninde sonunda on
misli artması gerekirdi.
Ticaret nesneleriyle yiyecek içecek nesnelerinin
artması ticaretin gelişmesiyle mümkündür; ticaretin
gelişmesi ise, durmadan gelen gümüşü artırmakla,
yeni yeni ticaret nesneleriyle yeni yeni yiyecek içecek
nesneleri veren yeni topraklar ve yeni denizlerle
ilişkide bulunmakla mümkündür.
Konu IX
Altınla gümüşün bağıntılı azlığı üzerine
Altınla gümüşün birlikte azlığından başka, bu
madenlerden birinin ötekiyle bağıntılı olarak
bolluğu ya da azlığı vardır.
Cimri, altınla gümüşü biriktirir; çünkü para
harcamaktan hoşlanmadığı için, eskimeyen, yok
olmayan işaretleri sever. Gümüştense, altını
saklamayı tercih eder; çünkü yitireceğim diye her
zaman korkar; hem sonra, hacmi küçük, değeri
büyük olan şeyi gizlemek de daha kolaydır. Demek
oluyor ki, gümüş bol olduğu zaman altın ortadan
yok olur; çünkü herkesin gizleyecek kadar altını
vardır; gümüş azalınca bu kez de altın ortaya çıkar;
çıkarılması zorunludur da ondan.
Şu halde kural şu: Gümüş az olunca altın
ortaya çıkar; altın az olunca gümüş ortaya çıkar. Bu
da bağıntılı bolluk ve azlıkla, gerçek bolluk ve azlık
arasındaki farkı iyice hissettirir. Üzerinde bir hayli
konuşacağım bir konudur bu.
Konu X
Kambiyo üzerine
Kambiyo denen şeyi meydana getiren, çeşitli
ülkelerde paranın bağıntılı bolluğu ile azlığıdır.
Kambiyo, paraların, bulunduğumuz süre içinde bir
anlık değerinin tespitidir.
Gümüşün de, maden olarak, bütün öteki
ticaret nesneleri gibi bir değeri vardır; bundan başka
öteki ticaret nesnelerinin işareti olabileceği için bir
değeri daha vardır; bununla beraber, salt ticaret
nesnesi olarak kalsaydı değerinden çok şey yitirmiş
olacağından en küçük kuşkunuz olmasın.
Para olarak gümüşün, hükümdarın bazı
oranlara göre belirleyebileceği, bazı oranlara göre de
belirleyemeyeceği bir değeri vardır.
1. Hükümdar, maden olarak ele aldığı bir
miktar gümüşle, para olarak ele aldığı aynı miktar
gümüş arasında bir oran kurar;
2. Para olarak kullanılan çeşitli madenler
arasındaki orantıyı tespit eder;
3. Her madeni paranın ağırlığı ile ayarını
belirler. Sözün kısası her madeni paraya, sözünü
ettiğim ideal değerini verir. İşte ben bu dört orana
göre paranın değerine, pozitif değer diyeceğim;
çünkü bu değer, bir kanunla belirlenebilir.
Bundan başka her devletin parasının, öteki
devletlerin paralarıyla karşılaştırıldığı zaman
bağıntılı bir değeri daha vardır, işte kambiyonun
tespit ettiği bu bağıntılı değerdir. Bu değer, fazlasıyla
pozitif değere bağlıdır. Hükümdarın takdirine göre
değil, tacirlerin genel takdirine göre belirlenir; çünkü
bin bir koşula bağlı olarak durmadan değişir.
Bağıntılı değeri belirlemek için birçok millet, en
çok gümüşü olan millete ayak uydurmak
zorundadırlar. Eğer o millette, bütün milletlerdeki
gümüşün toplamı kadar gümüş varsa, her milletin
gidip onunla boy ölçüşmesi gerekir; bunun sonunda
da, tıpkı o önemli millete ayak uydurdukları gibi,
birbirlerine de ayak uydurmuş olurlar.
Sözünü ettiğimiz o millet yeryüzünde bugün
kesinlikle Hollanda’dır. Onunla oranlı olarak
kambiyoyu inceleyelim.
Hollanda’da oren adı verilen bir para vardır;
bir oren yirmi sol ya da kırk yarım sou, ya da gros
değerindedir. İşi daha kolay bir şekilde anlatmak
için diyelim ki Hollanda’da oren diye bir şey yok,
yalnız gros var. Bin oreni olan kişinin kırk bin
gros’su olur. Şimdi, Hollanda ile kambiyo söz
konusu oldu mu, mesele, her milletin para biriminin
kaç gros değerinde olduğunu bilmektedir; örneğin,
Fransa’da genel olarak para birimi üç liralık écu’ler
şeklinde olduğundan, kambiyo üç liralık bir écu’nün
kaç gros değerinde olduğunu sorar. Eğer kambiyo elli
dört olarak tespit edilmişse, üç liralık bir écu, elli
dört gros eder; altmış olarak tespit edilmişse, o
zaman altmış çok gros eder; tersine gümüş bolsa o
zaman écu daha az gros eder.
Kambiyonun değişmesine sebep olan bu azlık
ya da bolluk, gerçek azlık ya da bolluk değildir;
bağıntılı bir azlık ya da bolluktur. Örneğin,
Fransa’nın Hollanda’da, Hollanda’nın Fransa’da
bulundurduğundan daha çok sermaye
bulundurması gerekiyorsa, o zaman Fransa’da
gümüşün daha çok, Hollanda’da ise daha az olduğu
sonucuna varırız; doğal olarak bunun tersi de
olabilir.
Diyelim ki üç liralık bir écu’nün kambiyo değeri
elli dört gros’tur. Fransa ile Hollanda bir tek şehir
halinde olsaydı, bir écu vermek için Fransız elini
cebine sokarak üç lira, Hollandalı ise elli dört gros
çıkarırdı. Ama Amsterdam’la Paris arası bir hayli
uzak olduğundan benim üç liralık écu’ye karşılık
Hollanda’da bulunan elli dört gros’sunu verecek
olan kişinin bana, Hollanda üzerine çekilmiş elli
dört gros’luk bir poliçe vermesi gerekir. Burada artık
söz konusu olan elli dört gros değil, elli dört gros’luk
bir mektuptur. Böylece gümüşün azlığı ya da
bolluğu üzerinde bir yargıda bulunabilmek için,
Fransa üzerine çekilmiş elli dört gros’luk poliçe
sayısının mı, yoksa Hollanda üzerine çekilmiş bir
écu’luk poliçe sayısının mı Fransa’da daha çok
olduğunu öğrenmek gerekir. Hollandalıların verdiği
poliçe sayısı çok, Fransızların verdiği écu sayısı azsa,
gümüş Fransa’da az, Hollanda’da çok demektir; o
zaman kambiyonun yükselmesi, benim écu’me elli
dört gros’tan fazla ödenmesi gerekir; aksi takdirde
ben de écu’mü vermem; doğal olarak bunun tersi de
olabilir.
Görülüyor ki kambiyodaki çeşitli işlemler,
daima denkleştirilmesi gereken bir gelir ve gider
hesabının ortaya çıkmasına sebep oluyor; nasıl ki
özel bir kişi para değiştirmeden borcunu
ödeyemezse, borçlu olan bir devlet de kambiyo
yoluyla borcunu ödemek imkânını bulamaz.
Yeryüzünde üç devlet var diyelim: Fransa,
İspanya ve Hollanda. Birkaç İspanyol’un
Fransızlara yüz bin gümüş mark borcu olduğunu,
birkaç Fransızın da İspanyollara yüz on bin gümüş
mark borcu olduğunu düşünelim. Yine diyelim ki
bazı koşullar yüzünden, bu Fransızlarla İspanyollar
paralarını geri çekmek zorundadırlar. Kambiyo
işlemleri bunu nasıl karşılar acaba?
Her iki millete yüz bin markı karşılıklı olarak
ödetir ama Fransa yine İspanya’ya on bin mark
borçlu kalır; İspanyolların Fransa üzerine çekilmiş
on bin marklık poliçesi olur; Fransa’nın ise İspanya
üzerine çekilmiş beş paralık poliçesi olmaz.
Hollanda, Fransa’ya karşı aynı durumda olsa,
yani Fransa’ya on bin mark borçlu olsa, o zaman
Fransa İspanya’ya borcunu iki şekilde ödeyebilir: Ya
İspanya’daki alacaklılarına, Hollanda’daki
borçluları üzerine çekilmiş on bin marklık bir poliçe
verir ya da İspanya’ya on bin gümüş mark gönderir.
Bundan da şu sonuç çıkar ki, bir devlet başka
bir devlete para göndermek ihtiyacını duydu mu, bu
parayı, işin niteliği icabı, ya para olarak ya da poliçe
çekmek suretiyle gönderir; ikisi arasında hiçbir fark
yoktur. Bu iki ödeme tarzından hangisinin daha
elverişli olduğunu tayin etmek o sıradaki duruma
göre değişir; o anda Hollanda’da hangi ödeme
tarzının daha çok gros sağlayacağını incelemek
gerek; çil çil gönderilen gümüşün mü, yoksa
Hollanda üzerine çekilmiş aynı değerde bir poliçenin
mi?
Fransa’da aynı ayarda ve aynı ağırlıkta olan
gümüş karşılığında Hollanda’da da aynı ayarda ve
aynı ağırlıkta gümüş elde edebilirsem, o zaman, iki
ülke parasının kambiyo değeri aynıdır derim.
Paraların bugünkü durumuna göre bir écu elli dört
gros değerindedir. Elli dört gros’nun üstüne çıkınca
kambiyo değeri yükseldi derler; daha aşağı inince
de, kambiyo değeri düştü derler.
Kambiyonun belli bir durumunda bir devletin
kazançlı mı, yoksa zararlı mı olduğunu anlamak
için, o devleti alacaklı, borçlu, satıcı, alıcı olarak
ayrı ayrı incelemek gerek. Parasının kambiyo değeri
ilgili olduğu devletin parasından düşükse borçlu
sıfatıyla zarar eder ama alacaklı olarak kazanır; alıcı
olarak kaybeder, satıcı olarak kazanır. Borçlu olarak
zarar ettiği hemen anlaşılır zaten: Diyelim ki Fransa
Hollanda’ya bir miktar gros borçludur; bir écu ne
kadar az gros ederse, borcunu ödemesi için de, aynı
ölçüde, fazla écu lazımdır ona; tersine; Fransa’nın
Hollanda’dan bir miktar gros alacağı var diyelim,
bir écu ne kadar az gros ederse Fransa da
Hollanda’dan o kadar çok écu alacaklı olur. Devlet
yine müşteri olarak zarar eder; çünkü aynı miktar
ticaret nesnesi almak için aynı sayıda gros lazımdır;
kambiyo düşük oldu mu Fransa’da her écu
karşılığında daha az gros alınır. Aynı nedenden
ötürü devlet, satıcı olarak kazançlı çıkar: Malımı
Hollanda’ya, eskiden kaç gros’ya satıyorsam yine
aynı gros’ya satarım; şu halde elli dört gros yerine
elli gros karşılığında bir écu elde edersem, daha çok
écu kazanmış olurum. Öteki devlette ise bunların
tümünün tersi olur. Hollanda belli sayıda écu
borçluysa kazançlı çıkar; Fransa’dan alacaklı ise
zararlı çıkar; satarsa kaybeder; satın alırsa kazanır.
Bununla beraber bu sorunu biraz daha
derinleştirmek gerek. Kambiyo farkı belli oranın
altına düşseydi; örneğin, elli dört olacak yerde elli
olsaydı, o zaman kambiyo yoluyla Hollanda’ya elli
dört bin écu gönderen Fransa oradan ancak elli bin
écu’luk mal alabilirdi; buna karşılık Fransa’ya aynı
yoldan elli bin écu gönderen Hollanda oradan elli
dört bin écu’luk mal alırdı. Bu da sekiz bölü elli dört
oranında bir fark meydana getirirdi; yani Fransa
yedide birden çok zarara uğramış olurdu; böylece
Hollanda’ya, kambiyo farkının normal olduğu
zamankinden yedide bir oranında daha çok para ya
da mal göndermek gerekirdi; böyle bir borç
kambiyoyu durmadan düşüreceğinden Fransa’nın
durumu gittikçe kötüleşir, sonunda da i as etmek
zorunda kalırdı. Dikkat ederseniz hep koşulla
konuştum; olurdu dedim ama olmaz böyle bir şey;
çünkü başka bir yerde ortaya attığım ilke var ki o da,
devletlerin daima birbirleriyle denge kurmak ve
böylece özgürlüklerini sağlamak amacıyla hareket
ettikleridir; işte bu ilkeden ötürü böyle bir şey
olamaz diyorum. Devletler ancak ödeyebilecekleri
ölçüde ödünç para alırlar; mal satın almak için de
mal satarlar. Yine yukarıdaki örneği ele alalım.
Fransa’da kambiyo elli dörtten elliye düşerse, bin
écu’lük mal alan, karşılığında da elli dört bin gros
vermek zorunda olan Hollandalı bu kez, Fransız razı
olursa elli bin gros öder. Ama Fransa’da da malın
yatı hiç belli etmeden yükselir; kazanç da böylece
Fransızla Hollandalı arasında bölünür; çünkü
kazanacağını anlayan tacir, bu kazancı paylaşmayı
hiç güçlük çıkarmadan kabul eder; böylece,
Fransızla Hollandalı arasında bir kazanç ortaklığı
meydana gelir. Aynı şekilde, Hollanda’dan elli dört
bin gros’luk mal satın alan, kambiyo elli dörtken,
karşılığında bin écu veren Fransız, bu kez aynı malı
satın almak için buna, dört bölü elli dört oranında
Fransız écu’sü daha katmak zorunda kalırdı. Ama
uğrayacağı zararı hesaplayan Fransız tacir daha az
Hollanda malı vermek isteyecek. Böylece Fransız
tacirle, Hollandalı tacir, arasında bir zarar ortaklığı
meydana gelir; bunun üzerine devlet, hiç fark
ettirmeden dengeyi sağlamaya çalışır; bundan ötürü
de, kambiyodaki düşüklük, korktuğumuz
mahzurların tümünü ortaya koymak imkânını
bulamaz.
Kambiyo asıl değerinden düşük olduğu zaman
bir tacir, hiçbir şey kaybetmeksizin bütün
sermayesini yabancı ülkelere gönderebilir; çünkü
geri çektiği zaman kaybı neyse onu pekâlâ
kazanabilir; ama hiçbir zaman geri gelmeyecek olan
bir parayı yabancı ülkelere gönderen bir hükümdar
daima zarar eder.
Tacirler bir ülkede fazla iş yaptılar mı, kambiyo
muhakkak yükselir. Birçok taahhütlere girilir; çok
mal satılır da ondan; bunları ödemek için de
yabancı ülkelerden para çekilir.
Bir hükümdar devlet hazinesine durmadan
para yığarsa, para orada gerçekten az, ama bağıntılı
olarak boldur. Örneğin, diyelim ki bu devlet yabancı
ülkelerden aldığı birçok malın parasını aynı
zamanda ödemek zorundadır; paranın az olmasına
rağmen bir anda kambiyonun düştüğünü görürüz.
Bütün piyasa merkezlerinde kambiyo, belirli bir
ölçüde kalmaya eğilimlidir; bu da zaten işin niteliği
gereğidir. İrlanda’da kambiyo İngiltere’ye göre
düşükse, İngiltere’de de kambiyo Hollanda’ya göre
düşükse, İrlanda kambiyosu Hollanda kambiyosuna
göre daha da düşük olur; yani bu oran bileşik bir
nitelik alır; çünkü sermayesini İngiltere yoluyla
İrlanda’dan getirtebilen bir Hollandalı, doğrudan
doğruya İrlanda’dan getirtmeye kalkarsa bu işin
kendisine daha pahalıya mal olmasını istemez.
Bütün bunları yine koşullu olarak kullanıyorum;
çünkü hiçbir zaman iş böyle olmaz; bütün bunların
değişmesini sağlayan koşullar çıkar ortaya; şu ya da
bu piyasa merkezi tarafından elde edilecek kazanç
farkı, bankacıların burada söz konusu
etmeyeceğimiz özel sanat ya da becerisini meydana
getirir işte.
Bir devlet parasının değerini yükseltirse;
örneğin, önce üç lira ya da bir écu dediği şeye tutar
da altı lira ya da iki écu derse, écu’ye gerçek değeri
bakımından hiçbir şey katmayan bu yeni ad,
kambiyoda bir tek fazla gros verilmesini sağlayamaz.
Eskiden bir écu için ne kadar gros alınıyorsa yeni iki
écu için de o kadar alınmalı; böyle olmazsa eğer, bu,
yeni değerin tespit edilmiş olmasının gerçek etkisi
değildir, yeni tespit edilmiş değerin ani bir etkisidir.
Çünkü kambiyo, başlanmış işlere göre kendini
ayarlar; bu ayar işi ise oldukça uzun sürer.
Bir devlet, hemen şöyle bir kanun çıkarıp
parasının değerini yükseltecek yerde, kuvvetli bir
paradan zayıf bir para meydana getirmek için para
biriminin ayarını değiştirmek isterse, bu süre içinde
iki çeşit para çıkar ortaya: Eski olan kuvvetli para ile
yeni olan zayıf para. Kuvvetli para artık yalnız
darphane tarafından kabul edildiğine göre,
poliçelerin yeni para ile ödenmesi gerekir ki o zaman
kambiyo ancak yeni paraya göre ayarlanır. Diyelim
ki Fransa’da paranın değeri yarı yarıya düştü; üç
liralık eski écu karşılığında da Hollanda’da ancak
altmış gros verdiler. O zaman bir yeni écu
karşılığında Hollanda’da yalnız otuz gros vermeleri
gerekir. Öte yandan, kambiyonun, eski écu değeri
üzerinden ayarlanması zorunluymuş gibi geliyor
insana; çünkü parası olup da poliçeleri satın alan
bankacı, yeni ayarlı paralardan almak için eskileri
darphaneye götürmek zorundadır ki o zaman
ziyanlı çıkar. Kambiyo, yeni ayarlı para ile eski
ayarlı paranın arasına girer. Eski ayarlı paranın
böylece âdeta değeri düşer; çünkü hem piyasada
yeni ayarlı para vardır, hem de bankacı işletmek için
kasasındaki eski ayarlı parayı çıkarmak zorundadır;
üstelik kimseyi, kendisine eski ya da yeni ayarlı
parayı vermeye zorlayamaz; ödemelerini ise hem
eski, hem de yeni ayarlı para ile yapmak zorunda
kalır. Bir bakımdan yine, yeni ayarlı paranın değeri
âdeta yükselir; çünkü bankacı, az sonra söz konusu
edeceğimiz koşullar içinde kolay ve yararlı bir
şekilde eski ayarlı paralardan sağlayabilir. Az önce
söylediğim gibi, demek oluyor ki kambiyo, eski
ayarlı para ile yeni ayarlı para arasına girer. Durum
böyle olunca, eski ayarlı paraları ülkeden dışarı
çıkarmak bankacıların çıkarınadır; çünkü bu suretle
eski ayarlı paralar sayesinde Hollanda’dan daha çok
gros satın alabilir; bu gros’ları Fransa’ya getirdiği
takdirde, eski ayarlı écu’lerle, yeni ayarlı écu’ler
arasındaki kambiyo farkından faydalanarak daha
çok yeni écu elde eder.
Diyelim ki eski ayarlı üç liralık écu, bugünkü
kambiyo ile kırk beş gros veriyor; bu écu’yü
Hollanda’ya götürürsek altmış gros elde edebiliriz
ama kırk beş gros’luk bir poliçe ile Fransa’da üç
liralık bir écu elde ederiz ki bunu da eski ayarlı para
olarak Hollanda’ya götürdük mü yine altmış gros
elde ederiz: Böylece eski ayarlı para, yeni ayarlı para
basan devletin elinden tümüyle dışarı çıkar; bundan
kazananlar da yine bankacılar olur.
Bunu önlemek için yeni bir işleme başvurmak
gerekir. Yeni ayarlı para basan devlet, kambiyo
işlerini düzenleyen millete bizzat kendisi çok sayıda
eski ayarlı para gönderir; bu suretle, öyle bir kredi
sağlar ki orada kendi parasının kambiyo değerini
yükseltir; böylece yeni ayarlı bir écu için de aşağı
yukarı eski ayarlı bir écu karşılığında elde ettiği
parayı sağlar. Aşağı yukarı, diyorum, çünkü kazanç
az olunca, gönderme masrafı ile bazı tehlikelerden
ötürü, çoğu kimse parayı memleket sınırlarından
dışarı çıkarmayı göze alamaz.
Bu sorunu biraz daha açıklamak gerek. Bernard
adında bir bankacının ya da devletin kullanmak
istediği herhangi bir bankacının, Hollanda üzerine
çekilmiş poliçeler teklif ettiğini ve écu’yü bugünkü
kambiyo değerinden bir, iki, üç gros fazlasına
verdiğini varsayalım; devamlı olarak dışarı çıkardığı
eski ayarlı paralar sayesinde yabancı ülkelerde bir
hayli parası oldu diyelim; böylece, paranın kambiyo
değerini yukarıda sözünü ettiğimiz dereceye
yükselteceği muhakkak. Bu esnada, poliçelerini vere
vere, yeni ayarlı bütün paraları eline geçirir ve
borçlarını ödemek zorunda olan öteki bankacıları,
eski ayarlı paralarını darphaneye götürmeye mecbur
eder; üstelik hiç sezdirmeden bütün parayı eline
geçirdiği için, öteki bankacıları bu kez, yüksek
yatla kendisine poliçe vermeye zorlar: Böylece, işin
sonunda elde ettiği kârla, başlangıçtaki zararını
kapatmış olur.
Bu işlemler olup biterken devletin büyük krizler
geçireceğini anlamak hiç de güç bir şey değil. Gümüş
azaldıkça azalır; çünkü:
1. Büyük bir bölümünü tedavülden kaldırmak
gerekecek;
2. Bir bölümünü yabancı ülkelere nakletmek
gerekecek;
3. Kişi kendisi için umduğu kazancı
hükümdarına vermek istemeyeceğinden, herkes
elindeki gümüşü sıkı sıkı tutacak. Bu işleri yavaş
yavaş yapmak tehlikelidir. Çabuk yapmak da
tehlikelidir. Umulan kazanç aşırı ise, sakıncalar da
o ölçüde artar.
Yukarıda gördük ki kambiyo değeri paranın
değerinden düşükse parayı dışarı çıkarmak yararlı
olur: Aynı nedenden ötürü, kambiyo değeri paranın
üstündeyse parayı geri getirtmek yararlı olur.
Bununla beraber kambiyo başa baş olduğu
halde paranın dışarı çıkarılmasından fayda
sağlanacak bir durum vardır; o da şu: Paranın
yeniden ayarlanması ya da eritilmesi için yabancı
ülkelere gönderilmesi halidir. Geri geldiği zaman,
ister memlekette kullanılsın, ister yabancı ülkeye
poliçe gönderilsin, paradan kazanç elde edilir.
Bir ülkede birçok hisse senedi olan bir şirket
kurulmuş olsa, birkaç ay içinde de bu senetlerin
değerleri, ilk satış değerlerine nispetle yirmi, yirmi
beş misli artsa, yine aynı ülkede bir banka kurulsa,
bankanın çıkardığı mektuplar da para yerini tutsa;
hisse senetlerinin gittikçe artan değerlerini
karşılamak için elbette ki bankanın çıkardığı
mektupların değeri durmadan artacak (M. Law’ın
sistemi böyleydi işte); sonunda da gerek hisse
senetlerinin değerinin, gerekse bankanın çıkardığı
kâğıt paraların değerinin sıfıra düşmesine kimse
engel olamaz. Birçok kimsenin kâğıt para
bakımından muazzam servet elde etmesini
sağlamadan hisse senetlerinin değerini birdenbire
yirmi, yirmi beş misline çıkarmak imkânsızdır.
Herkesin zengin olmak isteyeceği apaçık bir şey; aşırı
derecede servet sahibi olmak için ya da parasını
başka bir ülkeye nakletmek için kambiyo en kolay
yol olduğundan, kişi, elindeki kâğıt paranın bir
bölümünü, kambiyoyu düzenleyen ülkeye gönderir.
Devamlı olarak yabancı ülkelere para göndermek
ise, bir ülkenin parasının kambiyodaki değerini
düşürmekten geri kalmaz. Diyelim ki yukarıda sözü
geçen Law sistemi zamanında gümüş paranın
ayarıyla ağırlığı arasındaki orana göre, kambiyo
değeri écu başına kırk gros idi; sayısı belirsiz bir sürü
kâğıt, para değerini kazanınca, bu sefer her écu’ye
ancak otuz dokuz gros, az sonra otuz sekiz gros,
daha sonra da otuz yedi gros verdiler... Ve bu işlem,
öylesine sürüp gitti ki günün birinde bir écu’ye
yalnız sekiz gros verdiler; nihayet bir gün geldi hiçbir
şey vermez oldular.
Bu durumda gümüşle kâğıt para arasındaki
oranı Fransa’da düzenleyecek olan kambiyoydu.
Gümüşün ağırlığı ile ayarı göz önünde
tutulduğundan üç liralık gümüş écu kırk gros
ediyordu; kambiyo muamelesi kâğıt para üzerinden
yapılmaya başlayınca üç liralık kâğıt écu ancak sekiz
gros etti; böylece beşte dört oranında bir fark
meydana geldi. Şu halde üç liralık kâğıt écu’nün
değeri, üç liralık gümüş écu’nün değerinden dört
bölü beş oranında eksildi.
Konu XI
Romalıların para konusunda yaptıkları işlemler
üzerine
Fransa’da birbiri arkası sıra gelen iki hükümet
tarafından, paranın değeriyle ilgili bazı key
işlemlere başvurulduğunu bilmeyen yoktur;
bununla beraber Romalıların bu konuda çok daha
ileri gittikleri de bir gerçek ama bunu onlar, ne o
çökmeye yüz tutan cumhuriyetleri zamanında, ne
de anarşi içinde bocalayan cumhuriyetleri
zamanında yaptılar; tersine, bütün İtalya şehirlerini
yenip imparatorluğu Kartacalıların elinden almaya
çalıştıkları sırada, cesaretleriyle olduğu gibi akıllı
uslu davranışlarıyla da devlet kurullarını çok
kuvvetli bir hale getirdikleri sırada yaptılar.
Bu konuyu salt, aslı astarı olmayan bir olayı
gelecek kuşaklar örnek almasınlar diye
derinleştirmekten âdeta zevk alıyorum.
İlk Pön savaşında, on iki once ağırlığında bakır
olması gereken as, birdenbire iki once’a indi; ikinci
Pön savaşında ise bire indi. Paranın ağırlığının bu
şekilde azalmasına biz bugün, tedavüldeki paranın
artışı adını veriyoruz. Altı liralık écu’den, iki écu
meydana getirmek amacıyla gümüşün yarısını
alırız, bunun gibi altı liralık écu’ye de on iki liralık
bir değer verebiliriz; bu iki işlem arasında hiçbir fark
yoktur.
Birinci Pön savaşında Romalıların bu işleri
nasıl yaptıklarını gösteren hiçbir belge yok elimizde;
ama ikinci Pön savaşında yaptıkları işlem, çok
akıllı, çok uslu insanlar olduğunu göstermektedir.
Devlet, borçlarını ödeyecek durumda değildi; bir as
iki once ağırlığında bakır değerindeydi; on as
değerinde olan denier ise yirmi once ağırlığında
bakır değerindeydi. Cumhuriyet, bir once
ağırlığında bir as çıkardı; böylece borcunun yarısını
bizzat alacaklılarından kazandı; on once’luk
bakırlarla bir denier ödemiş oldu. Bu işlem devleti
bir hayli sarstı; bu sarsıntının etkisini mümkün
olduğu kadar hafifletmek gerekti; ortada işlenmiş bir
haksızlık vardı; bu haksızlığı mümkün olduğu kadar
azaltmak gerekti. Bu işlemin amacı, devleti
vatandaşlara olan borcundan kurtarmaktı; yoksa
vatandaşları birbirlerine olan borçlarından
kurtarmak değildi. Bundan ötürü, ikinci bir işleme
başvurmak gerekti; o zamana kadar yalnız on as
değerinde olan denier’nin bundan böyle on altı as
değerinde olacağını emrettiler. Bu iki işlemden şu
sonuçlar çıktı: Cumhuriyetin alacaklıları yarı yarıya
zarar ederken, özel kişilerin alacaklıları ancak beşte
bir zarara uğradılar; ticaret nesnelerinin yatı beşte
bir yükseldi; paranın gerçek değişikliği ancak beşte
bir oranındaydı. Öteki sonuçların neler olacağını
bunlardan çıkarmak mümkündür.
Demek oluyor ki Romalıların davranışı
bizimkinden daha iyi idi; çünkü bizler yaptığımız bu
çeşit işlemlerde hem devlet hazinesini, hem özel
kişilerin paralarını âdeta bloke ettik. Üstelik onlar
bu işlemleri bizden çok daha elverişli koşullar
altında yaptılar; şimdi de bu koşulların neler
olduğunu göreceğiz.
Konu XII
Romalılar para üzerindeki işlemlerini hangi
koşullar altında yaptılar
Eskiden İtalya’da çok az altınla çok az gümüş
vardı. Bu ülkede zaten altın ve gümüş maden ocağı
diye bir şey de hemen hemen yok gibi idi. Galyalılar
Roma’yı işgal ettikleri zaman topu topu bin libre
altın buldular. Bununla beraber Romalılar birçok
zengin şehri yağma etmişler, elde ettikleri
ganimetleri kendi ülkelerine getirmişlerdi. Uzun
zaman, yalnız bakırdan yapılmış paralar
kullandılar. Ancak Pyrrhus barışından sonradır ki
para yapacak kadar gümüş elde edebildiler[299]. Bu
madenden, on as ya da bakırdan on lira değerinde
denier’ler yaptılar. O sırada gümüşün bakıra olan
oranı birin dokuz yüz altmışa olan oranına eşitti;
çünkü on as ya da bakırdan on lira değerinde olan
Roma denier’si, bakırdan yüz yirmi once demekti;
aynı denier, gümüş once’un sekizde biri değerinde
olduğundan, sonuç olarak yukarıda sözünü
ettiğimiz orantı ortaya çıkıyordu.
İtalya yarımadasının Yunanistan’la Sicilya’ya
en yakın bölgelerini eline geçiren Roma, böylece
yavaş yavaş iki zengin milletin, Yunanlılarla
Kartacalıların arasına girmiş bulundu; gümüş
miktarı arttı. Ülkede gümüşle bakır arasındaki bire
dokuz yüz altmış oranını devam ettirmek imkânsız
olduğundan, Roma, paralar üzerinde bizim
bilmediğimiz çeşitli işlemler yapmak zorunda kaldı.
Yalnız bildiğimiz bir şey varsa o da şu ki, ikinci Pön
savaşının başında Roma denier’si yirmi bakır once
değerindeydi; şu halde gümüşle bakır arasındaki
oran da bire yüz altmış şeklindeydi. Cumhuriyet
bakır paraların tümü üzerinden beş bölü altı
oranında kazançlı çıktığına göre düşüş çok büyük
demekti. Ama Romalılar işin gerektirdiği şekilde
davranıyorlar, para olarak kullanılan madenler
arasındaki değer farkını tespit etmeye çalışıyorlardı.
Birinci Pön savaşı sonunda imzalanan barış
Sicilya’yı Romalılara vermişti. Çok geçmeden de
Sardunya’ya girdiler ve yavaş yavaş İspanya’ya
sızmaya başladılar. Böylece Roma’daki gümüş
miktarı daha da artı. Yirmi once’luk gümüş
denier’yi on altıya düşüren bir işlem yaptılar; bunun
sonunda da gümüşle bakır arasındaki oran yeniden
tespit edildi; eskiden bire yüz altmış olan bu oran,
bu işlemden sonra bire yüz yirmi sekiz oldu.
Roma tarihini inceleyin, iyilik ederken de,
kötülük ederken de Romalıların koşulları çok iyi
seçtiklerini görürsünüz; bu alanda gösterdikleri
üstünlüğü hiçbir alanda gösterememişlerdir.
Konu XIII
İmparatorlar zamanında paralar üzerinde
yapılan işlemler
Cumhuriyet hükümeti zamanında paralar
üzerinde yapılan işlemler doğrudan doğruya madeni
paralardaki değerli maddenin azaltılmasından
ibaret kalmıştır. Devlet ihtiyaçlarını millete açıkça
söylemekle yetinmiş, onu aldatmaya yeltenmemişti,
imparatorlar zamanında ise devlet, alaşıma
başvurmakla işe başladı. Bol keseden para harcayan
bu hükümdarlar, madeni paraların bileşiminde bazı
değişiklikler yapmak zorunda kaldılar; kötülüğü
azaltan ve ona dokunmuyormuş gibi görünen
dolaylı bir yoldu bu. Verilen şeyin bir bölümü geri
alınırken alan el gizleniyordu; ödemenin ya da
cömertliğin azaldığından söz edilmediği halde
bunlar da azalmış bulunuyordu.
Madalya müzelerinde bugün bile, kaplama
denen ve üstü gümüş kaplı bakır madalyalar ya da
paralar vardır. Dion’un LXXVII. kitabının bir
bölümünde bu çeşit paradan söz edilmektedir.
Didius Julien paradaki değerli madeni
azaltmaya başladı. Caracalla’nın çıkardığı paradaki
alaşımın yarıyı aştığını görüyoruz. Alexandre Sévère
bunu üçte ikiye çıkardı; azalma yavaş yavaş devam
etti. Galien zamanında ise, gümüş kaplama bakır
paradan başka bir şey görünmüyordu ortada.
Bu çeşit ağır işlemlerin zamanımızda
olamayacağını anlamak güç bir iş değildir; böyle bir
işe girişen bir hükümdar kimseyi değil, kendi
kendini aldatmış olur. Kambiyo, bankacıya,
yeryüzünde bulunan bütün paraları karşılaştırma ve
her paraya gerekli değeri verme usullerini öğretmiş
bulunuyor; paraların ayarlarını gizli tutmak
imkânsız artık. Bir hükümdar ayarı bozuk para
çıkardı mı herkes onu taklit eder ve onun hesabına
bu işi görür; ayarı doğru olan paralar bile kendisine
ayarı bozuk olarak iade edilir. Roma imparatorları
gibi, altının ayarına dokunmadan gümüşün ayarını
bozacak olsa, altın paranın birdenbire ortadan yok
olduğunu görür; elinde kala kala ayarı bozuk gümüş
para kalır. Bundan önceki kitapta da söylediğim gibi
kambiyo, böyle key işlemleri ortadan kaldırmış,
hiç olmazsa hükümdarların key işlemlerini
önlemeyi başarmıştır.
Konu XIV
Kambiyo, zorbalıkla yönetilen devletlerin işlerini
nasıl bozar
Rus hükümdarı zorbalığı bırakmak ister ama
bunu bir türlü yapamaz. Bir ülkede ticaretin
yerleşmesi kambiyonun yerleşmesini gerektirir;
kambiyo işlemleri ise Rus hükümetinin kanunlarına
tümüyle aykırıdır.
1745’te Çariçe[300], Sibirya’ya sürgün
edilenlerin paralarıyla, memleket içinde görev almış
yabancıların paralarını dışarı çıkartıyorlar diye
Yahudileri ülkesinden kovmak için bir emirname
çıkardı. İmparatorluğun tebası olanlar, tıpkı köleler
gibi, izin almadan ne memleketten dışarı çıkabilirler
ne de paralarını çıkartabilirler. Şu halde, paranın bir
ülkeden ötekine gönderilmesini sağlayan kambiyo,
Moskova kanunlarına aykırıdır.
Ticaret bile Moskova kanunlarına aykırıdır.
Millet, toprağa bağlı kölelerden meydana gelmiş bir
topluluktur; bu köleler ise, ya papaz sınıfının ya da
soylu sınıfının köleleridir. Görülüyor ki esnaf ve işçi
denen üçüncü sınıfı meydana getirecek insan yoktu
Rus imparatorluğunda.
Konu XV
İtalya yarımadasında bazı ülkelerdeki
alışkanlıklar
İtalya yarımadasında bazı ülkelerde, paranın
yabancı ülkelere gönderilmesini önlemek için toprak
satışını yasak ettiler. Bu çeşit kanunlar iyi olabilirdi;
şu şartla ki, her ülkenin serveti yalnız kendisinin
olsaydı ve onu başka bir ülkeye aktarmak mümkün
olmasaydı. Ama kambiyo kullanıldığından beri
hiçbir servet özel olarak hiçbir devletin malı
sayılmıyor; yine kambiyo sayesinde çeşitli servetleri
başka bir ülkeye nakletmek öylesine kolaylaştı ki,
kişinin, parasını istediği gibi kullandığı bir çağda,
toprağını istediği gibi kullanmasına engel olan
kanun hiç de iyi bir kanun sayılmaz. Üstelik kötü
bir kanundur bu; çünkü topraktan çok paraya bazı
ayrıcalıklar sağlamaktadır, bir; yabancıların gelip
ülkeye yerleşmesine engel olmaktadır, iki; böyle bir
kanundan kurtulmak kolaydır, üç.
Konu XVI
Devletin bankacılardan sağlayabileceği yardımlar
üzerine
Bankacılar para değiştirirler, ödünç para
vermezler. Hükümdar bankacılara yalnız para
değiştirmek için başvursa, değiştireceği para miktarı
çok olduğundan kendilerine vereceği yüzde ne kadar
az olursa olsun bankacıların sağlayacakları kâr çok
büyük olur; kendisinden daha çok kâr istediler mi
hükümdar yönetimde bir bozukluk olduğundan
emin olabilir. Tersine, bankacılardan ödünç para
istendi mi, bakarsınız ödünç verecekleri paradan
büyük bir kâr sağlamak isterler; işte o zaman onları
tefecilikle suçlamak doğru olur.
Konu XVII
Devlet borçları
Bazı kimseler, devletin kendi kendine borçlu
olmasının yerinde bir hareket olacağını sandılar.
Bundan paranın daha çok el değiştireceğini,
böylelikle devlet hazinesinin daha da
zenginleşeceğini umdular.
Bana öyle geliyor ki, bunlar, parayı temsil eden
bir kâğıdı, bir ortaklığın elde ettiği ya da edeceği kârı
temsil eden ve tedavülde olan bir kâğıdı, bir borcu
temsil eden kâğıtla birbirine karıştırdılar.
Bunlardan ilk ikisi devletin son derece çıkarınadır
ama sonuncusu devlete yararlı olamaz; bundan
beklenecek tek şey, milli borç söz konusu oldu mu
özel kişilerin elinde iyi bir senet olması, yani ödeme
imkânını sağlayacak bir belge olmasıdır. Ama
bunun da sakıncaları vardır; şöyle ki:
1. Borcu temsil eden kâğıtlar çok sayıda
yabancının eline geçerse, bunlar, her yıl milletten
faiz adı altında bir hayli para çekerler;
2. Böylece, devamlı olarak borçlu olan bir
milletin kambiyosu her zaman için düşük olur;
3. Borcun faizini ödemek için alınan vergi,
işçinin el emeği ücretini artırarak endüstriye zarar
verir;
4. Devletin gerçek geliri, çalışan ya da iş tutan
insanlardan alınıp boş oturan kişilere verilir; yani
çalışmayanlara çalışmak için birtakım kolaylıklar
sağlanırken, çalışanlara da tersine, güçlükler
çıkartılır.
İşte kötülükleri bunlar; iyiliklerini ise, ben
kendi hesabıma, bilmiyorum. Diyelim ki, on kişiden
her birinin, topraktan, ya da endüstriden bin écu
geliri var; bu, yüzde beş faiz hesabıyla millet için iki
yüz bin écu’lük bir sermaye demektir. Bu on kişi
gelirlerinin yarısını, yani beş bin écu’yü,
başkalarından ödünç aldıkları yüz bin écu’nün faizi
olarak öderlerse, bu, devlet için yine iki yüz bin écu
demektir. Cebircilerin ifadesiyle bunun formülünü
şu şekilde kurabiliriz:
200 000 écu – 100 000 écu + 100 000 écu = 200
000 écu.
Bizi yanıltabilecek olan bir şey varsa o da şu:
Bir milletin borcunu temsil eden kâğıdın bir varlık
işareti olarak ele alınmış olmasıdır; çünkü hiçbir
çöküntüye hatta sarsıntıya uğramadan, böyle bir
kâğıdın saygınlığını devam ettirebilmek ancak
zengin bir devletin başaracağı bir iştir. Çökmediğine
bakılırsa devletin başka ülkelerde büyük servet
kaynakları var demektir. Burada hiçbir kötülük
olmadığını, çünkü kötülüğün üstesinden gelecek
imkânlar bulunduğunu söylerler; hatta derler, bir
bakıma bu kötülük iyiliktir de; çünkü, kötülüğün
üstesinden gelmeyi sağlayacak imkânlar kötülüğü
fersah fersah aşmaktadır.
Konu XVIII
Devlet borçlarının ödenmesi üzerine
Alacaklı olan devletle, borçlu olan devlet
arasında bir orantı olmalı. Devlet sınırsız bir şekilde
alacaklı olabilir ama belli bir dereceye kadar borçlu
olabilir; bu dereceyi aştı mı, alacaklı niteliğini
yitirir.
Bu devletin henüz hiçbir şekilde bozulmamış
bir saygınlığı varsa o zaman, Avrupa devletlerinden
birinde[301] güzel bir şekilde uygulanmış olan şu
usule başvurabilir: Devlet mümkün olduğu kadar
çok para eline geçirir, faizi düşürmek istemedikleri
takdirde bütün özel kişilere alacaklarını ödemeyi
teklif eder. Gerçekten de, devlet ödünç para aldığı
zaman faiz oranını özel kişiler tespit ederler; buna
karşılık devlet ödemede bulunmak istediği zaman
da faiz oranını tespit etmek ona düşer.
Faizi azaltmak da yetmez; bu azaltmadan elde
edilecek kâr, her yıl ana paranın bir bölümünü
ödeyecek kadar bir amortisman fonu meydana
getirmeli; bu işlem şekli öylesine mutlu sonuçlar
meydana getirir ki, elde ettiği başarı her gün biraz
daha artar.
Ama devletin saygınlığı tam değilse, bu da yine
bir amortisman fonu meydana getirmek için bir
imkân aramayı gerektirir; çünkü fon oluşturuldu
mu güven derhal sağlanır.
1. Eğer devlet şekli, uzun vadeli tasarıları
gerektiren bir cumhuriyetse, amortisman fonu az
olabilir ama saltanat yönetiminde bu ana paranın
daha çok olması gerek;
2. Kanun ve tüzükler o şekilde olmalı ki, bütün
yurttaşlar, borcun ağırlığını hep birlikte
yüklendikleri gibi bu fonun meydana
getirilmesindeki ağırlığı da aynı şekilde
yüklenmeliler; devletin alacaklısı, verdiği paralar
sayesinde kendi alacağını bizzat kendisi ödemiş
olmalı;
3. Devletin borçlarını ödeyen dört sınıf insan
vardır: Toprak ve arazi sahipleri; ticaret yoluyla iş
görenler; çiçiler ve zanaatçılar; devletin sağladığı
gelirle geçinenler ya da özel kişiler. Bu dört sınıan
dördüncüsü, gerektiği takdirde en az kayrılması
gereken sınıır. Devletin içinde bu sınıf tümüyle
verimsiz olan sınıır. Devleti ayakta tutan ise, öteki
üç sınıfın verimli çalışmalarıdır. Ama bu dördüncü
sınıfa da fazla yüklenilirse, genel olarak devletin,
özel olarak da öteki üç sınıfın muhtaç olduğu güven
bozulur; bundan başka genel güven vatandaşların
bir bölümünde yok olursa, tümünden yok olmuş
gibi bir hal almaktan kendini
kurtaramayacağından; alacaklılar sınıfı devamlı
olarak bakanların tasarılarına hedef olup her zaman
göz önünde ve el altında bulunacağından, devletin
bu sınıfı, özel bir şekilde koruması gerekir; borçlu
olan vatandaşlar bölümünün alacaklı olan
vatandaşlar bölümü üzerinde hiçbir üstünlük
iddiasında bulunmaması gerekir.
Konu XIX
Faizle verilen ödünç paralar üzerine
Para değerler işaretidir. Bu işarete ihtiyacı olan
kişinin, ihtiyaç duyduğu her şeyi olduğu gibi onu da
kiralamak hakkıdır. Yalnız şu farkla ki, öteki
şeylerin tümü ya kiralanır ya da satın alınır;
nesnelerin değeri olan para ise yalnız kiralanır, satın
alınmaz.
Kişinin parasını faizsiz olarak bir başkasına
ödünç vermesi iyi bir harekettir; ama bunun,
medeni kanun çerçevesi içine girmeyen, salt dinsel
bir öğüdün çerçevesi içinde kalan bir davranış
olduğu da hemen anlaşılır.
Ticaretin doğru dürüst bir şekilde yapılabilmesi
için paranın bir değeri olması gerekir ama bu değerin
de pek öyle aşırı olmaması şarttır. Aşırı derecede
yüksek olursa bu değer, o zaman tacir, ticaretin
sağlayacağı kârın faiz tutarından daha az olacağını
anlar ve ticaret yapmaktan vazgeçer. Tersine,
paranın bir değeri olmazsa, o zaman, kimse ödünç
para vermez; tacir de bu yüzden hiçbir iş yapamaz.
Kimse ödünç para vermez dediğim zaman
yanıldığımı sanıyorum. Toplumun işlerinin
yürümesi gerek; bundan ötürü de tefecilik baş
gösterir; ama öteden beri bildiğimiz düzensizliklerle
beraber baş gösterir.
Muhammed’in kanunu tefecilikle faizciliği
birbirine karıştırır. Müslüman ülkelerinde faiz ne
kadar yasak edilirse tefecilik de o kadar artar.
Ödünç veren kimse, kanuna aykırı hareketten ötürü
atıldığı tehlikeyi karşılamak için daha çok para
istemekten çekinmez.
Doğu ülkelerinde çoğu kişiler hiçbir şeylerini
teminat altında bulundurmazlar; herkesin elindeki
para kendi parasıdır ama aynı parayı ödünç
verdikten sonra bir daha aynı şekilde eline
geçireceğinden emin değildir; bu güvensizlikten
doğan tehlike ile orantılı olarak tefecilik de böylece
durmadan gelişir.
Konu XX
Denizcilikle ilgili tefecilik üzerine
Deniz ticaretiyle ilgili tefeciliğin aşırı olmasının
iki nedeni vardır: Birincisi yapılan işin çok tehlikeli
olmasıdır ki, o zaman kişi parasını ödünç verirken
girdiği tehlike ile orantılı bir faiz ister; ikincisi ise,
ödünç alan kişinin büyük çapta ve ölçüde iş
yapmasıdır ki, böylesi, ödünç para alırken
kendisinden istenilen faizi vermekten çekinmez;
karada yapılan ticarette bu iki neden söz konusu
olamayacağından, tefecilik kanun koyucu
tarafından ya yasak edilmiştir ya da faiz oranı
ölçülü bir şekilde ayarlanmıştır.
Konu XXI
Romalılarda sözleşme ile ödünç para verme ve
tefecilik üzerine
Ticaret için verilen ödünç paradan başka bir de
medeni sözleşme ile verilen bir çeşit ödünç para
vardır ki, bu da yine faizciliğe ya da tefeciliğe yol
açar.
Romalılarda halkın kuvvet ve kudreti her gün
biraz daha arttığından, kanun koyucular, salt halka
yaranmak için çoğunluğun hoşuna gidecek kanunlar
çıkarıyorlardı. Bu arada geri verilecek parayı
kıstılar; faiz oranını azalttılar; faiz almayı yasak
ettiler; borç yüzünden hapis cezasını kaldırdılar;
nihayet bir tribun halka kendisini sevdirmek istedi
mi, borçların topunun birden kaldırılmasını söz
konusu ediyordu.
Kanunlar ya da plebistler yoluyla meydana
gelen bu devamlı değişiklikler Roma’da tefeciliği
doğal bir hale koydu; çünkü, karşılarında halkı,
aynı zamanda hem borçlu, hem kanun koyucu, hem
yargıç olarak gören alacaklıların artık sözleşmelere
de güveni kalmamıştı. İtibarı hemen hemen sıfıra
düşen halka ancak büyük menfaatler karşısında
ödünç para verecek kimseler vardı; hem zaten,
kanunlar, zaman zaman ortaya çıksa bile, halkın
devamlı olan yakınmaları, alacaklıların cesaretini
kırmaktan bir an olsun geri kalmıyordu. Bunun
sonucu olarak da Roma’da namuslu bir şekilde
ödünç para verme, ödünç para alma diye bir şey
kalmadı; bunun yerini, durmadan canlanan,
durmadan ortalığı kasıp kavuran bir tefecilik aldı.
Kötülüğün kaynağı, olayların ılımlı bir düzene
bağlanmamış olmasındaydı. İyilik bakımından
aşırılığa kaçan kanunlar, aşırı kötülüklerin
doğmasına sebep olur. Nitekim Roma’da da hem
ödünç alınan para için, hem de kanunun verdiği
cezaları karşılamak için faiz ödemek gerekti.
Konu XXII
Aynı konunun devamı
Romalılarda faiz oranını düzene koyan hiçbir
kanun yoktu. Bu konuda halkla patrisyenler
arasında meydana gelen anlaşmazlıklarda, hatta
kutsal tepe ayaklanmasında bile, tara ardan biri
yalnız güven sorununu, öteki de yalnız
sözleşmelerin ağırlığını ileri sürdü.
Demek oluyor ki, özel anlaşmalara göre
davranıyorlardı; bana öyle geliyor ki, faiz oranı
yılda genel olarak yüzde on ikiydi. Benim böyle
düşünmemin nedeni de şu ki, Romalıların eski
dillerinde yüzde altı faize yarı tefecilik, yüzde üç
faize de dörtte bir tefecilik denirdi. Şu halde tam
tefecilik yüzde on iki demektir.
Ticaretle hemen hemen hiç uğraşmayan bir
millette bu ölçüde bir tefeciliğin yerleştiğini soran
olursa ona, çoğu zaman cebinde beş parası olmadan
savaşa giden bir milletin, ödünç para almak
zorunda kaldığını; savaşlardan da çoğu zaman
başarılı sonuçlarla geri döndüğü için ödemekte
güçlük çekmediğini söylerim. Bu konuda ortaya
çıkan anlaşmazlıkların hikâyesinden de bunun
böyle olduğunu anlıyoruz; nitekim ödünç verenlerin
cimriliğini kabul etmeyen hemen hemen yok gibi;
ama bundan yakınanların, düzenli bir yaşayış
tarzları olsaydı, borçlarını kolaylıkla
ödeyebileceklerini söyleyenler de eksik değil.
Demek oluyor ki, Romalılar bu konuda yalnız,
içinde bulundukları durumu etkileyen kanunlar
yapıyorlardı. Örneğin, savaşa gitmek için gönüllü
yazılanlara karşı, alacaklıları tarafından
kovuşturma açılamayacağını buyuran kanunlar
çıkarıyorlar; borçtan ötürü zindanlarda yatanları
serbest bırakıyorlar; içlerinde o yoksul olanları
sömürgelere gönderiyorlar; kimi zaman da devletin
parasını bu çeşit borçları ödemek için kullanmaktan
çekinmiyorlardı. Halk da böylece bir an için
sıkıntıdan kurtulup huzura kavuşuyordu; ilerisi için
de hiçbir istekte bulunmadığından, senato, önleyici
bir tedbir almayı düşünmüyordu.
Senatonun tefeciliği böyle bu derece kuvvetle
savunduğu bir sırada, Romalılarda, yoksulluğa,
gözü tokluğa, lüksten uzak bir yaşayış tarzına karşı
âdeta düşkünlük derecesine varan bir eğilim vardı;
devletin yapısı böyleydi işte; her çeşit ağırlığı mal
mülk sahibi yurttaşlar sırtlarına yükleniyorlar, aşağı
tabakadan olanlar ise beş para ödemiyorlardı. Mal
mülk sahibi yurttaşların borçlularına karşı
kovuşturmada bulunmalarını engellemek için,
kendilerine düşen yükümlülükleri yerine
getirmelerini sağlamak için, onları devletin asıl
ihtiyaçlarını karşılamaya zorlamak için
başvurulması gereken çare ne olabilirdi acaba?
Tacitus’un dediğine bakılırsa on iki levha
kanunu, yıllık faiz oranını yüzde bir olarak tespit
etmişti. Tacitus’un burada yanıldığı, on iki levha
kanunu yerine, şimdi sözünü edeceğim başka bir
kanunu ele aldığı apaçık görünüyor. Öyle ya, on iki
levha kanunu böyle bir şeyi düzenlemiş olsaydı,
alacaklılarla borçlular arasındaki anlaşmazlıkları
gidermek için, yargıçlar, neden bu kanunun
hükümlerine göre hareket etmeyi düşünmemişlerdi
o zaman; bu kanunda, faizle ödünç para verme
üzerinde en küçük bir hükme bile rastlamıyoruz.
Roma tarihini az çok bilen bir insan bile, bu çeşit bir
kanunun, decemvir’lerden çıkamayacağını
anlamakta güçlük çekmez.
On iki levha kanunundan tam seksen beş yıl
sonra yapılan Licinius kanunu, yukarıda sözünü
ettiğimiz gelip geçici kanunlardan biri olmuştur. Bu
kanuna göre, faiz için ödenecek paranın sermayeden
kesilmesi, geri kalan paranın da üç eşit taksitte
ödenmesi gerekirdi.
Roma takviminin 398’inci yılında Duellius ile
Menenius adında iki tribun, faiz oranını yüzde bire
indiren bir kanun kabul ettirdiler. İşte Tacitus’un on
iki levha kanunuyla karıştırdığı bu kanundur;
Romalılarda faiz oranını tespit eden ilk kanun da
budur. On yıl sonra bu oran yarıya indirildi;
arkasından da büsbütün kaldırıldı; Titus-Livius’un
görüp tanıdığı bazı yazarların sözlerine inanacak
olursak bu iş Roma takviminin 413’üncü yılında, C.
Martius Rutilius ile Q. Servilius’un konsüllükleri
zamanında oldu.
Bu kanunun akıbeti de kanun koyucuların her
şeyi aşırılığa vardırdıkları kanunların akıbetiyle bir
oldu; ortadan kaldırılması için çeşitli nedenler
bulmakta güçlük çekmediler. Kuvvetlendirmek,
düzeltmek, ılımlaştırmak için daha bir sürü
kanunlar çıkarmak gerekti. Kimi zaman, alışkılara
uymak için kanunları bıraktılar; kimi zaman da
kanunlara uymak için alışkıları bıraktılar; ama
böyle bir durumda alışkının kolaylıkla üstün
geleceği açık bir şeydi. Bir insan ödünç para aldığı
zaman, kendi lehinde yapılmış bir kanunda bile bir
engel bulur. Bu kanun, hem yardımına koştuğu
kişiyi, hem mahkûm ettiği kişiyi karşısında düşman
olarak görür.
Borçlulara, kanunun hükümlerine göre
davranmalarını emreden pretor Sempronius Asellus
alacaklılar tarafından öldürüldü; bunu yaparken de
ileri sürdükleri neden, artık savunulması imkânsız
bir şiddeti pretor’un yeniden canlandırmak
istemesiydi.
Eyaletlerde olup bitenleri incelemek için
gözlerimi bir süre şehirden uzaklaştırıyorum.
Roma’ya bağlı eyaletlerin, sert ve zorba bir
yönetim tarafından kasılıp kavrulduğunu başka bir
yerde daha söylemiştim. Bu yönetim yalnız sertlikle
ya da zorbalıkla yetinse iyi; üstelik korkunç bir
tefeciliği hoşgörürlükle karşılamaktan da geri
kalmıyordu.
Cicero’nun dediğine göre Salamine’liler
Roma’dan ödünç para almak istemişler ama,
Gabinius kanunu buna engel olmuş. Bu kanunun
nasıl bir şey olduğunu incelemem gerek.
Faizle ödünç para verme usulü Roma’da yasak
edildiği zaman, bu yasağı gerektiren kanunu yok
etmek için Romalılar çeşitli çarelere başvurmaktan
geri kalmadılar; örneğin, gerek Roma mütte kleri,
gerek Latin milletleri Roma medeni kanunlarına
bağlı olmadıklarından, ödünç para vermek isteyen
bir Romalı, alacaklı gibi görünen bir mütte kin ya
da bir Latinin adına bu işi yapıyordu. Demek oluyor
ki kanunun, alacakları şöyle bir formaliteye
bağlamaktan başka bir şey yaptığı yoktu; bu durum
karşısında da halkın memnun olması imkânsızdı.
Millet bu çeşit ihtikârdan yakınıp duruyordu;
senatonun izniyle halk tribunu olan Marius
Sempronius, Romalı vatandaşlar arasında faizle
para alıp vermeyi önlemek amacıyla uygulanan
kanunun, Romalı vatandaşlarla mütte kler ve
Latinler arasındaki münasebetlerde de
uygulanmasını sağlamak için bir plebisite başvurdu.
O çağlarda mütte k adı, Arno’dan Rubicon’a
kadar uzanan ve asıl İtalya denen bölgedeki
milletlere verilirdi. Bu ülkeler, Roma’ya bağlı
eyaletlerden sayılmazdı.
Tacitus’un dediğine bakılırsa, tefeciliği önlemek
için bir kanun çıktı mı halk hemen buna karşı bir
önlem arar bulurmuş. Nitekim bir mütte kin adını
kullanarak ödünç para almak ya da vermek,
imkânsız bir hal alınca, halkın bu sefer eyaletlerde
oturanlardan birinin adını kullanarak bu işe
giriştiğini görüyoruz.
Bu çeşit kötüye kullanmalara karşı yeni bir
kanun çıkarmak gerekti; seçimlerde ahlakın
bozulmasını önlemek amacıyla ünlü kanununu
çıkarmış olan Gabinius, hiç tereddüt etmedi ve
tefeciliği yok etmek için en iyi çare, borç alıp
vermenin kötü bir şey olduğunu, bundan
kaçınmanın gerektiğini halka anlatmaktır, diye
düşündü. Seçimle, ödünç para alıp verme işi
birbirine son derece bağlı şeylerdi; çünkü seçim
zamanı, oy toplamak için adayların paraya
ihtiyaçları vardı; bu yüzden de faiz oranı durmadan
artardı. Anlaşılıyor ki Gabinius kanunu,
Sempronien tarafından alınan senato kararının
eyaletlerde de uygulanmasını sağlamıştı; öyle ya,
artık Salamine’liler bile bu kanun yüzünden
Romalılardan ödünç para alamaz olmuşlardı.
Brutus çeşitli adlar altında onlara, ayda yüzde dört
faizle ödünç para vermiş ve bundan ötürü de
senatodan iki karar çıkmıştı; bunların birincisinde,
bu şekilde ödünç verilen paranın kanuna aykırı
sayılmayacağı, ikincisinde ise, Kilikya valisinin,
açılacak davalarda ancak, Salamine’lilerin
ellerindeki senetlerde yazılı hükümlere göre
yargılanması gerektiği kaydı vardı.
Gabinius kanunu gereğince, eyaletlerde
oturanlarla Romalı vatandaşlar arasında faizle
ödünç para alıp verme yasak edildiğinden, bundan
ötürü de dünyada mevcut paranın tümü
Romalıların eline geçtiğinden, Romalı vatandaşları,
ödünç verecekleri parayı kaybetmeyi bile göze
aldıracak kadar yüksek faiz oranlarıyla baştan
çıkarmak gerekti. Üstelik Roma’da devlet
memurlarını korkutup, kanunları susturacak kadar
güçlü kuvvetli kişiler vardı; bunlar ödünç para
vermekten ve aşırı faiz istemekten çekinmeyen
kimselerdi. Bunun sonucu olarak da eyaletler,
Roma’da saygınlığı olan kişiler tarafından âdeta
yağma edildi; bu da yetmiyormuş gibi her vali,
kendi eyaletine vardığı zaman gerekli fermanı bizzat
kendisi çıkardığı için faiz oranını istediği şekilde
tespit ediyordu; böylece cimriliğin kanuna,
kanunun da cimriliğe yardımcı olması âdeta devlet
tarafından sağlanmış oluyordu.
Ama yine de işlerin yürümesi gerekti; çünkü
işlerin tümüyle durgunlaşması devletin yıkılmasına
sebep olabilirdi. Şehirlerin, loncaların, şehirlerden
kurulu birliklerin, özel kişilerin, ödünç para istemesi
için bin bir fırsat çıkıyordu ortaya; orduların yakıp
yıktığı yerleri onarmak, devlet memurlarının
yağmalarını karşılamak, işadamlarının aşırdığı
paralar kapatmak ve her gün biraz daha yerleşen
kötü alışkılara karşı koymak için bile olsa ödünç
para almak ihtiyacındaydı millet; çünkü Romalılar
hiçbir zaman ne o derece zengin olmuşlardır, ne de o
derece yoksul. Yürütme yetkisini elinde bulunduran
senato, gerektiği zaman, çoğu kere de salt kayırmak
amacıyla, Romalı vatandaşlardan ödünç para
almaya izin veriyor, bunun için de kararlar
çıkartıyordu. Ama kanun bu kararları da değersiz
bir şekle sokuyordu. Çünkü çıkan her karar, halkın
yeni yeni levhalar istemesine fırsat veriyordu;
böylece, sermayeyi yitirmek tehlikesi de faiz
oranının durmadan artmasına sebep oluyordu.
Öteden beri söylediğim şeyi bir kere daha
tekrarlayacağım: İnsanları aşırı yargılarla değil,
ılımlı yargılarla yönetmek gerek.
Ulpinius; “Geç ödeyen daha az para öder”, der.
Roma Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra, kanun
koyucuları yöneten işte bu ilke olmuştur.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ KİTAP
Kanunların nüfus sayısıyla olan
ilgileri üzerine
Konu I
Türlerinin çoğalması bakımından insanlarla
hayvanlar üzerine
Ey Venüs! Ey Aşkın anası!
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Yıldızınla bile gelen ilk güzel günden sonra,
Batı yelleri, sevdalı solumalarını duyurur
bizlere;
Yeryüzü pırıl pırıl renklerle süsler bağrını;
Hava, çiçeklerin o tatlı özüyle kokulara
bürünür.
Senin gücünün etkisi altında kalan kuşlar,
Şehvet dolu türkülerle senin varlığını kutlar;
Güzel inek için, gururlu başlı boğaların,
Ya ovada dört nala kalktıklarını ya da suları
aştıklarını görürüz:
Sözün kısası, ormanlarda, dağlarda,
Irmaklarda, denizlerde ve yeşil kırlarda kim, ne
varsa,
Hepsi, senin aşk ve istek uyandıran görüntünle
yanıp tutuşur;
Ve, zevkin çekici gücüne kendini kaptırıp
türünü artırmaya kalkar:
Böylesine sever peşinden gelmeyi herkes,
Böylesine sever, soluyan her şeye güzelliğin
verdiği o sevimli üstünlüğü[302]...
Hayvanların dişilerinde aşağı yukarı değişmez
bir doğurganlık vardır. Ama insan topluluklarında,
düşünüş tarzı, karakter, tutkular, gelip geçici
hevesler, fanteziler, kadının güzelliğini yitirmek
kaygısı, gebeliğin meydana getirdiği sıkıntılar,
kalabalık bir aile geçindirmenin güçlüğü, insan
türünün çoğalmasını bin bir şekilde engeller.
Konu II
Evlenmeler üzerine
Çocuklarını beslemek babanın doğal
görevlerindendir; işte bu görevi yerine getirecek
kişiyi belirtmek için evlilik kurumu diye bir kurum
ortaya konmuştur. Pomponius Mela’nın sözünü
ettiği toplumlarda, bu görevi yerine getirecek olan
kişi benzetme yoluyla belirtilirmiş.
Uygarlığı iyice benimsemiş insan
topluluklarında baba, kanunun, evlenme töreni ile
baba olduğunu belirttiği kişiye derler; kanun,
aradığı insanı böyle bir kişide bulur da ondan.
Hayvanlarda bu görev, genel olarak, tek başına
anne tarafından yerine getirilebilecek bir nitelik
gösterir. İnsanlarda ise görevin niteliği çok daha
geniştir: Çocuğun aklı vardır ama, bu akıl, yavaş
yavaş gelişir; şu halde çocuğu yalnız beslemek değil,
yönetmek de gerekir; kendi kendilerini besleyecek bir
çağa geldikleri zaman bile kendi kendilerini
yönetmekten âcizdirler.
Kanun dışı birleşmeler insan türünün
çoğalmasında pek öyle önemli bir rol oynamazlar.
Çocuklarını doğal olarak beslemek ve yetiştirmekle
görevli olan baba belli değildir bu çeşit
birleşmelerde; bütün yükü üzerine alması gereken
anne ise, duyduğu utançtan, vicdan azabından,
kadın olmanın yarattığı sıkıntılardan, kanunların
ağırlığından ötürü bin bir engelle karşılaşır. Çoğu
zaman, gerekli imkânlardan yoksundur.
Kötü yola sapmak zorunda kalan kadınlar da,
çocuklarını büyütmek için gerekli imkânları elde
edemezler. Çocuklarına verecekleri eğitimden
doğacak güçlükler, içinde bulundukları yaşantı
koşullarıyla bağdaşamaz; hem bu çeşit kadınlar,
öylesine bozulmuşlardır ki kanunun bu konuda
onlara güvenmesine imkân yoktur.
Bütün bu söylediklerimizden şu sonuç çıkıyor
ki, insan türünün çoğalması için tüm insanların,
cinsel bakımdan, kendilerine hâkim olmaları şarttır.
Konu III
Çocukların durumu üzerine
Evlenme sonunda doğan çocukların babaya
bağlı olmaları akıl ve mantığa en uygun düşen
yoldur. Evlenme yoksa eğer, o zaman çocuklar
anneye bağlı olurlar.
Konu IV
Aileler üzerine
Evlenme sonunda kadın, erkeğin ailesi arasına
girer; her yerde bu böyledir. Bunun tersi, hiçbir
sakınca görünmeden Formoza’da gelenek halini
almıştır; erkek kadının ailesi arasına girer.
Aileyi, aynı cinsten olan birçok insanın devamı
olarak tespit eden kanun, ilkel nedenler bir yana,
insan türünün çoğalmasına çok yardım etmiştir.
Aile bir çeşit mülktür. Bu mülkü sürdüremeyecek
cinsiyetten çocukları olan bir insan, sürdürecek
cinsiyetten bir çocuğu oluncaya kadar uğraşır.
İnsanlara yok olmamanın tek çaresi gibi
görünen şu ad düşünüsü var ya, her ailede sürüp
gitme isteğini uyandıracak nitelikte bir düşünüdür.
Adların aileleri birbirinden ayırdığı insan
toplulukları vardır. Buna karşılık yalnız insanları
birbirinden ayırdığı topluluklar da vardır. Bu ise
öteki kadar iyi bir şey değildir.
Konu V
Kanunun erkeğe eş olarak tanıdığı kadınların
çeşitleri üzerine
Kimi zaman kanunlarla din, çeşitli medeni
evlenme şekilleri ortaya atmışlardır.
Müslümanlarda durum böyledir işte; bir erkeğin
çeşitli sını ara ayrılmış karıları vardır; bunların
doğurdukları çocuklar, ya babanın evinde
doğdukları için tanınırlar, ya medeni sözleşmeler
sonunda tanınırlar ya da ananın köleliği kabul
etmesi sonucunda baba tarafından tanınırlar.
Kanunun baba için kabul ettiği şeyi çocuklara
çok görmesi akla uygun düşmez. Şu halde bütün bu
çocuklar babanın mirasından faydalanmalıdırlar;
ama Japonya’da olduğu gibi buna engel olan özel bir
neden varsa o zaman iş değişir; gerçekten de öyle.
Japonya’da yalnız, imparatorun verdiği kadından
olan çocuklar mirasa konarlar. Devletin politikası,
imparatorun verdiği mülkün pek öyle
parçalanmasına rıza göstermez; bu mülkler, bizim
eski tımarların bağlı oldukları hükümlere benzer
hükümlere bağlıdırlar da ondan.
Öyle ülkeler de vardır ki, oralarda, evin gerçek
kadını, bizim ülkelerimizde tek kadına gösterilen
bütün saygı ve değerden yararlanır: Oralarda
cariyelerin doğurdukları çocuklar, ilk kadının
çocuklarıymış gibi kabul edilirler. Çin’de gelenek
böyledir işte. Çocuklar sevgi ve saygıyı, ölüm
halinde gerekli matemi, kendilerini doğuran
kadınlara karşı değil, kanunun kendilerine anne
olarak gösterdiği kadına karşı göstermek ve
tutmakla yükümlüdürler.
Böyle bir yapıntı ortada piç diye bir şey
kalmamasını sağlar; tersine, cariye çocuklarının
sonradan tanınmasını gerektiren kanun elbetteki
zoraki bir kanundur; bunun böyle olduğunu
anlamak hiç de güç değil; milletin büyük bir bölümü
bundan zarar görürdü de ondan. Bu ülkelerde, evli
kadının, kocasından başka bir erkekten çocuk
edinmesi de söz konusu olamaz. Kadınların
erkeklerden ayrı ve kapalı yerlerde yaşamaları,
harem ağaları, çeşitli kilitler, böyle bir şeyi öylesine
güçleştirir ki kanun bile imkânsızlığına kanaat
getirir. Hem zaten anne de, çocuk da aynı yıkıntının
altında can verirler.
Konu VI
Çeşitli hükümetlerde piçler üzerine
Demek oluyor ki çok eşliliğin yasak edilmediği
ülkelerde piç diye bir şey yok. Kanunun yalnız bir
kadınla evlenmeye izin verdiği ülkelerde ise, var
böyle bir şey. Şu halde asıl amaç, bu sonuncu
ülkelerde erkeklerin nikâhsız kadınlarla yaşamasına
engel olmaktır; bunun için de en iyi çare bu çeşit
temaslardan doğan çocukları küçümsemek, küçük
düşürmektir.
Ahlakın temiz olmasını güden cumhuriyetlerde
piçler, saltanat yönetimlerindekinden daha da kötü
bir duruma düşerler.
Roma’da belki bu çeşit insanlara karşı çok sert
davrandılar. Ama eski kurullar, bir yandan, bütün
yurttaşları evlenmeye zorladığından, öte yandan,
kadını boşamaya ya da anlaşarak boşanmaya izin
vererek evlenmeyi daha yumuşak bir hale
getirdiğinden, erkekle kadın arasında nikâhsız
münasebetlerin kurulması için ahlakın son derece
düşük olması gerekirdi.
Şunu da unutmamak gerek ki, demokrasi
yönetimlerinde yurttaşlık niteliği, aynı zamanda
mutlak egemenlik niteliğini de içine alarak çok
önemli bir anlama büründüğünden, bu çeşit
yönetimlerde piçlerin durumu üzerinde sık sık
kanunlar çıkarılırdı; bu da gösteriyor ki piçler, kendi
durumlarından da, evliliğin taşıdığı kutsal
anlamdan da çok cumhuriyetin özel yapısını
ilgilendiren kişilerdi. Nitekim halkın kimi zaman
salt büyüklere karşı kendi üstünlüğünü artırmak
için piçleri yurttaşlığa kabul ettiğini görüyoruz.
Atina da ise, Mısır kralının gönderdiği buğdaydan
daha çok yararlanmak için halkın piçleri
yurttaşlıktan çıkardığına şahit oluyoruz. Nihayet
Aristo’nun dediğine bakılırsa, Yunanistan’daki
şehirlerin birçoğunda, yeteri kadar yurttaş olmadı
mı piçler mirasa konarlarmış; yeteri kadar yurttaş
olunca da piçler mirastan yoksun edilirlermiş.
Konu VII
Çocukların evlenmesine babaların karışması
üzerine
Bu konuda babaların “evet” ya da “hayır”
demeleri, çocukları üzerindeki egemenliğe, yani
mülkiyet haklarına dayanan bir şeydir; bundan
başka, hem çocuklarına karşı duydukları sevgiye
hem de yaş gereği akıl ve mantıklarının üstünlüğüne
dayanan bir şeydir. Çocuklar âşık oldukları için
sarhoş, tecrübesiz oldukları için de bilgisizdirler;
kararsızlık içinde yüzerler; bundan ötürü de en
doğru, en yerinde kararı verecek olan muhakkak ki
babadır.
Küçük devletlerde ya da daha önce sözünü
ettiğimiz özel kurullarda, yurttaş çocuklarının
evlenmesinde, doğanın babalara tanıdığı karışma
hakkını yargıçlara da tanıyan kanunların
bulunduğunu görüyoruz. Milletin genel mutluluğu
için duyulan istek öylesine kuvvetli olur ki, kimi
zaman, ana ile babanın bu konuda duyduğu isteği
bile geride bırakabilir. Nitekim E atun’un, evlenme
işlerini bizzat hâkimlerin düzene koymalarını
istediğini görüyoruz. Lakedemonyalı yargıçlar ise bu
görevi üzerlerine almaktan çekinmediler.
Ama hiçbir özelliği olmayan kurullarda,
çocuklarını evlendirmek babalara düşen bir
görevdir. Onların göstereceği titizlik başka herhangi
bir kimsenin göstereceği titizlikten üstündür; doğa,
babalara, çocuklarını evlat sahibi görmek için öyle
şiddetli bir istek vermiştir ki bu isteğini babalar
kendileri için bile belki şöyle böyle duymuşlardır
vaktiyle. Her kuşak sayesinde, kendi varlıklarının
hiç fark ettirmeden geleceğe doğru biraz daha
ilerlediğini sanırlar. Ama cimrilik ve baskı, babanın
bu doğal yetkisini elinden almaya kalkarsa o zaman
durum ne olur acaba? Bu konuda isterseniz
İspanyolların Amerika’da nasıl davrandıklarını
anlatan Thomas Gage’i dinleyelim biraz[303]:
“Baç ödeyen insanların sayısını artırmak için”
diyor T. Gage; “on beş yaşına giren bütün Hintli
çocukları evlenmeye zorunlu tutuyorlar; hatta
erkeklerin on dört, kızların da on üç yaşında
evlenmeleri şarttır diyorlar. Bunu yaparken de, din
kitaplarından çıkardıkları bir özdeyişe dayanıyorlar;
o da şu: İnsanın içindeki şeytanca duygular yaşın
yerini tutabilir.” T. Gage, Amerika’da bir nüfus
sayımı görmüş; bunun da insanı utandıracak bir
şekilde sonuçlandığını söylüyor. İşte böyle,
insanoğlunun yeryüzünde tam bir özgürlükle
yapacağı işte bile Amerika yerlileri henüz kölelikten
kurtulmuş değiller.
Konu VIII
Aynı konunun devamı
İngiltere’de kızlar, analarıyla babalarına
danışmadan akıllarına estiği gibi evlenebilmek için
çoğu zaman kanuna aykırı davranmaktan
çekinmezler. Bana öyle geliyor ki zaten, İngiltere’de
böyle bir kanuna herhangi bir yerdeki kadar gerek
yok; çünkü orada evlenmek istemeyen bir kızın bir
manastıra kapanması ya da kapatılması imkânsız;
manastır diye bir şey yok da ondan; evlenmekten
başka bir şey yapamazlar, evlenirler de. Fransa’da
ise tersine, manastır hayatı olduğu için kızlar
anneleriyle babalarının seçtikleri kişiyle evlenmek
istemezlerse gider manastıra kapanırlar; şu halde
baba ile annenin rızasını beklemeyi buyuran kanun
Fransa’da daha kolay uygulanır. Bu konuda İtalya
ile İspanya’daki gelenek akla daha az uygun gibi
geliyor insana; çünkü manastır hayatı mevcut
olduğu halde oralarda kızlar, babalarının rızası
olmadan da evlenebilirler.
Konu IX
Kızlar üzerine
Eğlence hayatına ve özgürlüğe ancak
evlendikten sonra kavuşan, akılları olduğu halde
düşünmek cesaretini gösteremeyen, kalpleri olduğu
halde duyguların tümünden yoksun kalması
gereken, gözleri olduğu halde bakmaktan korkan,
kulakları olduğu halde her söyleneni işitmek
cesaretini gösteremeyen ve salt manasızlıklarını
ortaya vurmak için toplum içine çıkan, devamlı
olarak da anlamsız birtakım söz ve ders dinlemeye
mahkûm olan kızlar öteden beri evlenmeye eğilimli
varlıklardır; bu konuda teşvik edilmesi gereken asıl
delikanlılardır.
Konu X
Evlenmeye karar verdiren şeyler
Nerede, iki kişinin rahat rahat yaşayabileceği
bir yer varsa orada kesinlikle bir evlenme olur.
Geçim zorluğu engel olmadı mı doğa insanları
evlenmeye doğru yöneltir.
Yeni yeni kurulan insan toplumlarının nüfusu
aşırı derecede çoğalır. Bu çeşit toplumlarda
evlenmeden yaşamak büyük bir huzursuzluk
meydana getirir. Çok çocuğu olmak bu
huzursuzluklardan bir tanesi değildir. Bunun tersi
ancak, millet gerçekten oluştuktan sonra ortaya
çıkar.
Konu XI
Hükümetin sertliği üzerine
Dilenciler gibi, hiçbir şeyi olmayan insanların
çok çocuğu olur. Bunlar yeni doğmakta olan insan
toplulukları gibidirler de ondan. Kendi sanatını
çocuklarına öğretmek baba için güç bir iş değildir;
hatta çocuklar daha doğarken bu sanatın aletiymiş
gibi ele alınırlar. Bu çeşit insanlar, zengin ya da boş
inançları olan ülkelerde durmadan çoğalırlar;
toplumun onlara yüklediği görevler yoktur da
ondan. Ama sert bir hükümetin yönetiminde
yaşadıkları için yoksul olan insanlar, tarlalarını
geçim vasıtası olarak değil de küçümseme aracı
olarak gören insanlar, evet bu çeşit insanlar çok az
çocuk yaparlar. Kendileri için bile yiyecek bulmakta
güçlük çektiklerine göre, buldukları şeyi başkasıyla
paylaşmayı nasıl olur da akıllarından geçirirler?
Kendi hastalıklarını tedavi etmek imkânlarından
yoksunken, çocukluk çağı dediğimiz bir hastalığa
devamlı olarak tutulmuş olan varlıkları, nasıl olur
da tedavi edebilirler?
Kişi istediği gibi konuşur ama herhangi bir şeyi
gerektiği gibi inceleyemez; bundan ötürü de hiç
çekinmeden, kişi ne kadar yoksul olursa, kurduğu
yuva da o kadar kalabalık olur derler; devlet ne
kadar çok vergi isterse kişinin o vergiyi verme imkânı
da o kadar artar derler. İşte size, saltanat
yönetimlerini öteden beri yıkan, bundan sonra da
yıkacak olan iki safsata.
Hükümetin sertliği, doğal duyguları yine en
doğal duygularla yıkacak kadar ileri gidebilir.
Nitekim Amerikalı kadınlar, salt o zalim
efendilerinin elinde köle olmasın diye, çocuklarını
doğuracak yerde düşürmekten çekinmezlerdi.
Konu XII
Çeşitli ülkelerde kız ve erkek çocukların sayıları
üzerine
Daha önce de söylemiştim: Avrupa’da doğan
erkek çocuk sayısı kız çocuk sayısından biraz daha
fazladır. Japonya’da ise tersine, doğan kız çocuk
sayısı daha çoktur. Bu oran bozulmadığı takdirde,
Japonya’da doğum yapacak kadın sayısı
Avrupa’dakinden daha çok olur; nüfus da böylece
Japonya’da her gün biraz daha artar.
Gezginlerin anlattıklarına bakılırsa
Bantam[304]’da on kız çocuğuna karşılık bir erkek
çocuk varmış. Şu halde bu ülkede aile sayısı öteki
ülkelerdeki aile sayısının beşte biri oranında olur ki,
böyle bir oran pek aşırı gibi geliyor bana; buna
karşılık orada, aile çok geniş olabilir ama böyle geniş
bir aileyi geçindirecek kadar zengin insan sayısı da
çok azdır.
Konu XIII
Limanlar üzerine
Erkeklerin bin bir tehlikeye göğüs gerdikleri,
ölmek ya da yaşamak için uzak ülkelere göç etmek
zorunda oldukları limanlarda, erkekten çok kadın
vardır; bununla beraber oralarda başka
yerlerdekinden daha çok çocuk görüyoruz. Bu da
geçimin kolay olmasından ileri gelmektedir. Belki de
balığın yağlı bölümü, üretime yarayan maddenin
meydana gelmesini sağlıyor da ondan. Halkın aşağı
yukarı yalnız balıkla beslendiği Japonya ile Çin’de
nüfusun o kadar çok olmasının nedenlerinden biri
belki de budur[305]. Ama bu söylediğimiz gerçek
olsaydı, manastırlarda balıkla beslenmeyi zorunlu
kılan bazı kurallar, kanun koyucunun kafasına
tümüyle aykırı olurdu.
Konu XIV
Az çok erkek elinin değmesini gerektiren toprak
ürünleri üzerine
Otlakların bulunduğu ülkelerde insan sayısı
azdır; iş bulmak güçtür de ondan. Buğday ekilen
ülkelerde daha çok insan vardır; bağlık bahçelik
ülkelerde ise daha da çok insan bulunur.
İngiltere’de otlak çoğaldıkça nüfus azalıyor diye
sık sık sızlanmalar olur; Fransa’da da bağlık
bahçelik arazinin çokluğu erkek sayısının
artmasının en büyük nedenlerinden biridir[306].
Maden ocakları sayesinde yakacağını sağlayan
ülkelerin öteki ülkelere üstünlüğü şudur: Bu çeşit
ülkelerde ormana ihtiyaç yoktur; toprağın tümünü
ekip biçmek mümkündür.
Pirincin yetiştiği yerlerde, suları düzenlemek
için çok ağır işlere girişmek gerek; bundan ötürü de
çok insan iş bulabilir bu ülkelerde. Dahası var:
Burada bir ailenin geçimi için, başka tahıl yetiştiren
ülkelerden daha az bir toprak parçası yeter. Nihayet
başka yerlerde hayvanları beslemek için kullanılan
toprak, burada doğrudan doğruya insanların
beslenmesi için kullanılır. Başka yerlerde
hayvanların gördüğü işi burada insanlar görür;
böylece ekilip biçilen toprak insanlara geniş ölçüde
çıkar sağlayan bir fabrika halini alır.
Konu XV
Zanaatlarla ilgili olarak insan sayısı üzerine
Bir tarım kanunu varsa, toprak eşit olarak
insanlar arasında bölünmüşse, zanaat az da olsa, o
ülkede, insan sayısı çoktur; çünkü, vatandaşlar bir
yandan kendi paylarına düşen toprak parçasından
geçinmek; bir yandan da ülkenin ürünlerinin
tümünden hep beraber yararlanmak imkânını
bulurlar. Eski cumhuriyetlerin bazılarında durum
böyleydi işte.
Ama şimdiki devletlerde toprak dağıtımı eşit
bir şekilde yapılmış değil; toprak onu ekip biçenlerin
yiyeceğinden daha çok ürün veriyor; tutup insanlar,
zanaatları ihmal edip kendilerini yalnız toprağa
verseler, ülkenin nüfusunu artırmak imkânsız bir
hal alır. Topraklarını ekip biçenler ya da ekip
biçtirenler, ellerinde bir miktar ürün kalacağı için,
ertesi yıl çalışmak zorunluluğunu duymazlar. Arta
kalan bu ürünü işsiz kişiler de yiyemezler; çünkü,
satın alacak paraları yoktur. Şu halde, ürünün aynı
zamanda hem çiçiler, hem zanaatçılar tarafından
yenebilmesi için ülkede zanaatçılar yerleşmesi gerek.
Bir kelime ile söyleyelim, bu çeşit devletlerde
insanlar, kendi ihtiyaçlarından çok daha fazla ürün
elde etmek zorundadırlar. Bunun için de onlarda
yararsız şeylere karşı bir eğilim uyandırmak gerek;
bunu da ancak zanaatçılar yapabilirler.
Amacı, işi ha etmek olan şu makineler de her
zaman yararlı değildirler. Bir nesne, hem o nesneyi
yapan işçiyi hem de alan kişiyi memnun edecek bir
yatta ise, o nesnenin yapımını kolaylaştıracak
makineler, yani işçi sayısını azaltacak olan
makineler zararlı olurlar; nitekim her yerde su
değirmenlerinin kurulduğunu görmesem, bunların
söyledikleri kadar yararlı olduğuna inanmazdım;
sayısız insan kolunun dinlenmesine, sayısız insanın
sudan yoksun kalmasına, uçsuz bucaksız toprak
parçalarının verimsiz bir hale gelmesine neden
olmuşlardır da ondan.
Konu XVI
İnsan türünün artmasında kanun koyucunun
görüşleri üzerine
Yurttaşların sayısı üzerine yapılan tüzükler,
geniş ölçüde o ülkenin durum ve koşullarına
bağlıdır. Doğanın bu işi düzene koyduğu ülkeler
vardır; kanun koyucuya oralarda bu konuda
yapılacak hiçbir iş kalmaz. İklim türün artmasını
büyük ölçüde sağlıyorsa, yurttaşları buna zorlamak
için kanun çıkarmaya ne gerek var? Kimi zaman
iklim topraktan daha elverişlidir bu işe; doğum çok
olur ama açlık, ölüm oranını arttırır. Çin’in
durumu böyledir işte. Nitekim orada babanın
kızlarını satmaktan, çocuklarını da sokak ortasında
bırakmaktan çekinmediğini görürüz. Tonquin’de de
aynı nedenler aynı sonuçları meydana getirir;
bunda Renaudot’nun gezi notlarını bize verdiği
Arap gezginler gibi metampsikozdan ileri gelen
sonuçlar aramak doğru olmaz.
Aynı nedenlerden ötürü Formoza adasında
din, kadınların otuz beş yaşından önce
doğurmalarına izin vermez. Otuz beşinden önce
gebe kalan kadınların karınlarını rahibeler
ayaklarıyla çiğnerler ve çocuğu düşürürler.
Konu XVII
Yunanistan ve Yunanistan’daki insan sayısı
üzerine
Bazı doğu ülkelerinde ziki nedenlerden doğan
bir sonucu, Yunanistan’da hükümetin yapısı
meydana getirmiştir. Yunanlılar, her birinin ayrı
hükümeti ve kanunları olan şehirlerden kurulu
büyük bir millet meydana getirmişlerdi. Bu şehirler,
bugün İsviçre, Hollanda ve Almanya’daki şehirler
gibi pek öyle öteye beriye saldırmayı sevmezlerdi.
Her devlette kanun koyucunun amacı, ülke içinde
vatandaşların mutluluğunu, ülke dışında da
devlete, komşu şehirlerden daha aşağı olmayan bir
egemenlik sağlamaktan ibaretti [307]. Küçük bir
toprak parçası ve büyük bir mutluluk, yurttaş
sayısının çabuk çabuk artmasına ve devletin sırtına
yük olmasına sebep olur; bu yüzden, o küçük şehir
devletler, birtakım sömürgeler kurmaya
başladılar[308]. Bugün İsviçrelilerin yaptığı gibi
ücretli asker olarak başka ülkelerin ordularında
görev aldılar. Nüfusun aşırı derecede artmasına
engel olmak için yapılması gereken şeylerden
hiçbirini ihmal etmediler.
Yunanistan’da yapısı acayip olan devletler
vardı. Kendilerine bağlı olan insan toplulukları,
yurttaşların yiyeceğini içeceğini sağlamak
zorundaydılar: Lakedemonyalılar, İlotlar
tarafından; Giritliler, Periekien’ler tarafından;
Tesalyalılar, Peneste’ler tarafından beslenirlerdi.
Kölelerin yedirip içirebilmesi için özgür insan
sayısının çok az olması gerekirdi. Bugün, düzenli
asker birliklerinin sayısını sınırlandırmalıyız
diyoruz. Oysa Lakedemonya, köylüler tarafından
beslenen koskoca bir ordudan başka bir şey değildi;
şu halde, bu ordunun sayısını azaltmak gerekti; aksi
takdirde, toplumun bütün nimetlerinden
yararlanan özgür insanlar aşırı derecede çoğalır,
köylüler de bu yükün altından kalkamazlardı.
Demek oluyor ki Yunan devlet adamları
özellikle, yurttaş sayısını sınırlandırmaya çalıştılar.
E atun bu sayının beş bin kırk olmasını ister; insan
sayısının azalıp çoğalmasının ihtiyaca göre, manevi
ödüllerle, utandırma ya da ihtiyarlar kurulunun
öğütleriyle teşvik edilmesini ya da durdurulmasını
salık verir; “Hatta evlenme sayısı bile öyle bir
düzene konmalı ki” der, “Devlette doğumla ölüm
bir denge meydana getirsin ve yurttaş sayısı devlete
yük olmasın.” Aristo ise, “Eğer ülkenin kanunları
çocukları sokağa bırakmayı engelliyorsa,” der, “her
ailenin meydana getireceği çocuk sayısını
sınırlandırmalı. Kanunun belirttiği sayıdan fazla
çocuğu olan ailede kadının çocuğunu düşürmesine
izin vermeli.”
Aşırı doğum sayısını önlemek için Giritlilerin
başvurdukları alçakça çareyi bizler yine Aristo’dan
öğreniyoruz; onun söylediklerini buraya geçirmek
istediğim zaman yüzümün kızardığını hissettim.
Yine Aristo’nun dediğine bakılırsa öyle ülkeler
varmış ki, oralarda yabancılara ya da piçlere ya da
salt yurttaş olan bir anadan doğan çocuklara
yurttaşlık hakkı verilirmiş ama yeteri kadar
nüfusları olunca da bu iş son bulurmuş. Kanadalı
yerliler tutsakları yakarlarmış; ama onlara verilecek
boş kulübeleri oldu mu hemen yurttaşlığa
alırlarmış.
Şövalye Petty, yaptığı hesaplara dayanarak,
“Bir insanın değeri Cezayir’de ne ise, İngiltere’de de
odur” diyor [309]. İngiltere için bu doğru olabilir
ama öyle ülkeler vardır ki insanın oralarda beş
paralık değeri yoktur; hatta bazı ülkelerde insanın
değeri beş paradan bile aşağıdır.
Konu XVIII
Romalılardan önceki insan topluluklarının
durumu üzerine
İtalya, Sicilya, Ön Asya, İspanya, Galya,
Cermanya, tıpkı Yunanistan gibi küçük insan
toplulukları ile doluydu; bu toplulukların her
birinde ise sayısız insan vardı. İnsan sayısını
artırmak için kanun çıkarmak gerekmezdi.
Konu XIX
Dünya nüfusunun azalması
Bütün bu küçük devletler büyük bir devlet
tarafından yutuldu; yeryüzündeki insan sayısının
da yavaş yavaş azaldığı görüldü. Bunu anlamak için
de Romalıların zaferlerinden önce ve sonra İtalya ile
Yunanistan’ın durumlarına şöyle bir göz atmak
yeter.
Titus-Livius, “Volsk’lar bunca yenilgiden sonra,
tekrar savaşmak için yeteri kadar askeri nerede
buldular diye soracaksınız” diyor. “Bugün, birkaç
askerle, birkaç Romalı köle olmasa bir çölden başka
bir şey olmayacak olan o ülkelerde sayısız insan
bulunması gerekirdi diyeceksiniz, biliyorum”.
“Kâhinler konuşmaz oldu” diyor Plutarkhos,
“Konuştukları yerler yakılıp yıkıldı da ondan;
bugün Yunanistan’da topu topu üç bin silahlı insan
ya var ya yok.”
Strabon ise, “Epiros’la, onu çevreleyen
ülkelerden söz etmeyeceğim” diyor, “Çünkü buraları
artık bir çöl halini aldı. Başlangıcı çok eski olan bu
ıssızlık, insanların başını alıp gitmesiyle her gün
biraz daha artıyor; öyle ki, Romalı askerler, sahipsiz,
boş evlerde yatıp kalkıyorlar.” Bunun nedenini de
Polybe’in kitabında buluyor; tarihçiye göre, elde
ettiği zaferden sonra; Paulus Emilius, Epiros’ta
yetmiş şehri yıkmış ve yüz elli bin insanı köle olarak
Roma’ya götürmüş.
Konu XX
Nasıl oldu da Romalılar insan türünün artması
için
bazı kanunlar çıkarmak zorunda kaldılar
Romalılar, öteki insan topluluklarının tümünü
yok ederken kendi kendilerini de yok ediyorlardı.
Durmadan hareket halinde oldukları, çaba
harcadıkları, şiddete başvurdukları için, öteden beri
kullanılan bir silah gibi kendi kendilerini de
tüketiyorlardı.
Burada, bir yandan yurttaş yitirirken, bir
yandan yeni yeni yurttaşlar edinmek için
gösterdikleri çabadan, kazandıkları dostlardan,
dağıttıkları yurttaşlık haklarından, köle sınıfında
buldukları tükenmez yurttaş kaynağından söz
edecek değilim. Yitirdikleri yurttaşların yerini
doldurmak için ne yaptıklarından değil, yitirdikleri
insanların yerini doldurmak için ne yaptıklarından
söz edeceğim; kanunlarıyla tasarılarını en iyi
bağdaştırmasını bilen millet olduğu için de, bu
konuda Romalıların neler yaptıklarını incelemek
pek öyle boş bir şey olmaz sanırım.
Konu XXI
Romalıların insan türünün artması için
çıkardıkları kanunlar üzerine
Eski Roma kanunları yurttaşları evlenmeye
teşvik etmek için çok gayret göstermişlerdir.
Augustos’un Dion vasıtasıyla bize intikal eden
nutkundan da anlaşılacağı gibi gerek senato, gerekse
halk bu konuda sık sık tüzük çıkarmıştır.
Halikarnaslı Denys, Veien’ler tarafından
öldürülen üç yüz beş Fabien’den sonra yeryüzünden
bu ırktan yalnız bir çocuğun kalmış olmasına
inanmıyor[310]; çünkü her yurttaşa evlenmeyi ve
bütün çocuklarını bizzat yanında bulundurup
yetiştirmeyi emreden eski kanun hâlâ yürürlükte
idi.
Kanunlardan başka sansörler de karı kocanın
hayatına göz kulak olurlardı; hatta devletin
ihtiyaçlarına göre, hem utandırmak, hem de ceza
vermek suretiyle yurttaşları evlenmeye teşvik
ederlerdi.
Bozulmaya başlayan ahlak, yurttaşların
evlenmekten nefret etmelerine sebep oldu; çünkü
evlilik, temiz zevklerden hoşlanmayanlar için
işkenceden başka bir şey değildir. Metellus
Numidicus’un sansörlüğü sırasında halka çektiği
nutkun ruhu da işte buradadır. Bakın ne diyor
Numidicus: “Kadınsız yaşamak mümkün olsaydı
bu beladan kendimizi kurtarırdık; ne yapalım ki,
doğa kadınla mutlu yaşanamayacağı gibi onsuz da
yaşanamayacağını bir kural olarak ortaya atmış;
bundan ötürü, gelip geçici zevkleri arayacak yerde,
insan türünün devamını sağlamaya çalışmalıyız.”
Ahlakın bozulması sansörü de yıktı; oysa sansör
ahlakın bozulmasını önlemek için kurulmuştu.
Ama ahlak bozukluğu bütün millete bulaşınca
sansörün elinde kuvvet diye bir şey kalmadı.
İç anlaşmazlıklar, triyomviralar, sürgünler,
Roma’yı, o zamana kadar yaptığı savaşların
herhangi birinden çok zayıf düşürdü. Yurttaş sayısı
azaldı; çoğu da evli değildi. Evliliği teşvik için
Caesar’la Augustos yeniden sansörlük meydana
getirdiler; hatta kendileri de sansör olmak istediler.
Çeşitli tüzükler çıkardılar. Caesar, çok çocuğu olan
ailelere ödül verdi; kocası ve çocuğu olmayan kırk
beş yaşından küçük kadınların mücevher
takmalarını ve tahtırevana binmelerini yasak etti.
Bekârlığa, insanların süse olan düşkünlüğünü
kullanarak saldırmak hiç de kötü bir usul değil.
Augustos’un kanunları ise daha sertti. Evli
olmayanlara yeni cezalar düzenledi; evlenenlere ve
hele çocuğu olanlara daha büyük ödüller verdi.
Tacitus bu kanunlara Julienne kanunları adını
veriyor; bu kanunların, senato, halk ve sansörler
tarafından çıkarılmış kanunların hamur haline
getirildikten sonra ortaya atılmış olması ihtimali
vardır.
Augustos kanunu da bin bir engelle karşılaştı;
yapıldıktan otuz dört yıl sonra da Romalı şövalyeler
bu kanunun kaldırılmasını istediler ondan. Bunun
üzerine Augustos bir yana evlileri, bir yana da
bekârları koydurdu. Bekârların sayısının daha çok
olduğu görüldü; bu da yurttaşların hem şaşmasına,
hem de utanmasına sebep oldu. Augustos o zaman
konuşmaya başladı ve eski sansörlere özgü
ağırbaşlılıkla onlara şunları söyledi:
“Hastalıklarla savaşlar yüzünden yurttaş
sayısının azaldığı bir sırada, evlenenlerin sayısı da
azalırsa şehrin hali ne olur? Şehir yalnız evlerden,
kemer altlarından ve genel alanlardan ibaret bir yer
değildir. Şehri şehir yapan insanlardır. Masallarda
olduğu gibi, işlerinizi yürütmek için yer altından
insan çıktığını göremezsiniz. Bekârsanız bunu salt
tek başınıza yaşamak için yapmıyorsunuz.
Hepinizin yemeğini, yatağını paylaşan bir kadın
dostu vardır; tutmuş huzuru bu düzensiz hayatta
arıyorsunuz. Tutup bana Vesta bakirelerini örnek
olarak göstermeyin. Çünkü, ar ve namus kurallarına
uymadığınız takdirde onlar gibi cezaya katlanmanız
gerekir. Üstelik, herkes size uysa da, uymasa da
sizler kötü yurttaşlar sayılırsınız. Benim tek amacım
devletin yaşamasıdır. Kanunlara uymayanların
cezalarını artırdım; verdiğim ödüllere gelince,
erdemin bundan daha büyük ödüllere kavuştuğunu
şimdiye dek ne duydum ne de işittim. Daha küçük
ödüller için binlerce kişinin hayatlarını tehlikeye
attıklarını biliyorum; benim verdiğim ödüller ise
sizleri evlenmeye ve çoluk çocuk sahibi olmaya
teşvik edecek değerde değil mi?”
Böylece Augustos, bir yandan kendi adına mal
ederek Julia adını, öte yandan o yılın bir bölümünde
konsüllük etmiş olan iki kişinin adına mal ederek
Papia Poppaea adını verdiği kanunu çıkardı.
Kötülüğün büyüklüğü bizzat bunların seçiminde
kendini gösteriyordu. Dion bize, ikisi de bekârdı;
çocukları da yoktu, diyor.
Augustos’un bu kanunu bir kanunlar mecellesi
mahiyetindeydi; evlilik üzerinde ortaya atılabilecek
bütün tüzükleri sistematik bir şekilde içine alıyordu.
Julia kanunlarını bu mecelle ile birleştirip daha da
kuvvetlendirdiler; bunca sorunu ele alıp etkileyen
bu kanunlar kanımızca Roma medeni kanunlarının
en güzel bölümünü teşkil ederler.
Bu kanunların dağınık metinlerini, Ulpien’in
bıraktığı değerli belgelerde, Papia kanunları üzerine
kalem oynatmış yazarlardan alınan Digeste
kanunlarında, bunlardan söz eden Yunan
tarihçileriyle yazarlarının eserlerinde, söz konusu
kanunları yok eden eodosien kanunlarında, yine
söz konusu kanunları, öteki dünyada takdirle
karşılanacak bir çaba ile sansüre tabi tutan, ama bu
dünya işlerinden azıcık olsun anlamayan kilise
babalarının metinlerinde bulmak mümkündür.
Bu kanunların birçok bölümleri vardı; bizlerse
yalnız otuz beş bölümünü bilmekteyiz. Burada
konuya elimden geldiği kadar çabuk girmek
niyetinde olduğum için, Aulu-Gelle’nin yedinci
bölüm olarak gösterdiği şere er ve ödüller
bölümünden işe başlayacağım.
Romalıların çoğu, Lakedemonya sömürgesi
olan latin şehirlerinden çıkmış ve kanunlarının bir
bölümünü de bu şehirlerden almışlardı; bundan
ötürü Romalılar da, tıpkı Lakedemonyalılar gibi
şere erin tümünü, öncelik haklarının tümünü
ihtiyarlara vermişlerdi. Devlette yurttaş sayısı
azalınca, o zamana kadar ihtiyarlara verilen bu
haklar evli kişilerle, çoluk çocuk sahibi kişilere
verildi; bazı haklar ise, doğması ihtimali olan
çocuklar göz önüne alınmadan, yalnız evli olan
kişilere verildi. Buna kocalık hukuku dendi. Çocuğu
olanlara başka haklar verildiği gibi, üç çocuğu
olanlara daha büyük haklar verilmekten
çekinilmedi. Bu üç durumu birbirine karıştırmamak
gerekir. Kanunda, evli kişilerin öteden beri
yararlandıkları ayrıcalıklar vardı. Örneğin,
tiyatroda özel bir yer; evlilerin, evli olup da bir
çocuğu olanların ya da daha fazla çocuğu olanların
ellerinden almadıkları ayrıcalık da vardı.
Bu ayrıcalıkların sayısı çoktu. Evli olup da çok
çocuğu olan kişiler, görevlerin gerek dağıtımında
gerek uygulanmasında sıra bakımından tercih
edilirlerdi. Daha çok çocuğu olan konsül öncelikle
asasını alır, valilik etmek istediği eyaleti kendisi
seçerdi[311]; çok çocuğu olan senatörün adı,
senatörler listesinin başına yazılırdı; düşüncesini
önce söylemek hakkı ona verilirdi. Her çocuk bir
yıllık bir kıdem sağladığından memurluğun üst
kademelerine daha çabuk ulaşmak mümkündü.
Roma’da üç çocuğu olan yurttaş hiçbir vergi
vermezdi. Üç çocuğu olan yurttaş kadınlarla, dört
çocuğu olan hürriyeti verilmiş kadınlar, eski Roma
kanunlarının kendilerini boyunduruğu altına attığı
o ebedi vasilerden kurtulurlardı.
Ödüller olduğu gibi cezalar da vardı. Evli
olmayan kişiler, vasiyetname ile yabancılardan
hiçbir şey alamazlardı; evli oldukları halde
çocukları olmayanlar ise kendilerine bırakılan malın
ancak yarısını alabilirlerdi. Romalılar, diyor
Plutarkhos, mirasçı edinmek için değil, mirasçı
olmak için evlenirlerdi.
Karı ile kocanın vasiyetname yoluyla
sağlayacakları çıkarlar, kanunlarla
sınırlandırılmıştı. Müşterek çocukları varsa
mallarıyla mülklerinin tümünü birbirlerine
bırakabilirlerdi; çocukları yoksa, evlilik dolayısıyla
mirasın ancak onda birini alabilirlerdi; başka bir
kocadan ya da karıdan çocukları varsa, birbirlerine,
çocuk sayısı kadar onda bir verebilirlerdi.
Bir erkek devlet işlerinden başka nedenler
ortaya atarak karısına yanaşmazsa, karısının
mirasçısı olamazdı.
Kanun, erkeğinden sonra yaşayan kadına ya da
karısından sonra yaşayan erkeğe evlenmek için iki
yıl, boşanma halinde ise kadına da, kocaya da bir
buçuk yıl izin verirdi. Çocuklarını evlendirmek ya
da kızlarına drahoma vermek istemeyen babalara
karşı hâkimler zor kullanırlardı.
Nişanlılık süresi iki yıldan fazla sürecekse
gençleri nişanlamak yasaktı; on iki yaşını
bitirmemiş bir kızla da evlenmek mümkün
olmadığından, genç kızları ancak on yaşında
nişanlamak kabildi. Kanun, nişanlılığı bahane edip
kızlarla erkeklerin evli insanlara tanınan haklardan
boş yere yararlanmalarını kabul etmiyordu.
Altmış yaşında bir erkeğin elli yaşında bir
kadınla evlenmesi de yasak edilmişti. Evli kişilere
büyük ayrıcalıklar tanındığından kanun faydasız
evliliklere yol açmak istemiyordu. Aynı nedenden
ötürü, Calvisien senatus consulte’ü, elli yaşını aşkın
bir kadınla altmış yaşından küçük bir erkeğin
evlenmesini de yersiz buluyordu; böylece elli
yaşında olan bir kadın, bu kanunların kişiye
yüklediği cezalara çarpılmak tehlikesiyle karşı
karşıya kalmadan evlenemezdi. Tiberius, Papia
kanununu daha da sertleştirdi ve altmış yaşında bir
erkeğin elli yaşından küçük bir kadınla evlenmesini
bile yasak etti; öyle ki, altmış yaşında bir erkek
evlendiği takdirde muhakkak cezaya çarpılmak
tehlikesiyle karşı karşıya kaldı; ama Claudius bu
konuda Tiberius zamanında yapılanları birer birer
kaldırdı.
Bütün bu önlemler kuzey ikliminden çok
İtalya’ya uygun önlemlerdi; çünkü kuzey
ülkelerinde, altmış yaşındaki erkekler henüz
kuvvetten düşmemiş, elli yaşındaki kadınlar da
genel olarak âdetten kesilmemişlerdir.
Seçimin çevresini yararsız bir şekilde
sınırlandırmamak için Augustos, senatör olmayan
özgür yurttaşlara, hürriyetleri verilmiş kadınlarla
evlenmek yetkisi verdi. Papia kanunu, hürriyeti
verilmiş, ya da sahneye çıkmış kadınlarla evlenmeyi
senatörlere yasak etmiş; Ulpien zamanında ise özgür
yurttaşların, kötü hayat sürmüş kadınlarla, ya da
halk oyuyla mahkûm olmuş kadınlarla
evlenmelerini yasak etmişti. Böyle yasak için
muhakkak bir senatus consulte’ün çıkmış olması
lazımdır. Cumhuriyet devrinde bu çeşit kanunlar
çıkarılmamıştı; çünkü sansörler, bu alanda
meydana gelebilecek düzensizlikleri ya düzeltiyorlar
ya da önlüyorlardı.
Constantin, senatörlerden başka, devlette
önemli bir mevki işgal edenleri, hatta daha aşağı
durumda olanları Papia kanununun hükümleri
içine alan bir kanun çıkarınca, o çağın medeni
hukuku meydana gelmiş oldu. Böylece bu çeşit
evlenmelerden yalnız Constantin kanununda
gösterilen özgür yurttaşlar yoksun edildi.
Justinien, Constantin kanununu da kaldırdı ve
bütün yurttaşların bu çeşit bir evlenme yapmalarına
izin verdi. Şu bizim yürekler acısı özgürlüğümüz var
ya, işte o, böyle bir kaynaktan gelmiştir.
Kanunun yasağına karşı gelip evlenenlere
uygulanan ceza ile hiç evlenmeyenlere uygulanan
caza birdi. Bu çeşit evlenmeler karı-kocaya hiçbir
fayda sağlamazdı. Örneğin, kadının drahoması
ölümünden sonra hiç kimsenin olamazdı.
Augustos, bu kanunlara aykırı bulduğu
miraslarla hibeleri devlet hazinesine mal ettiğinden,
sözü geçen kanunlar millete, siyasi ve medeni
olmaktan ziyade mali kanunlar olarak göründü.
Zaten ağır olan bir külfete karşı halkın duyduğu
nefret, mali kanunların devamlı açgözlülüğü
yüzünden büsbütün arttı. Bunun sonucu olarak
Tiberius zamanında bu kanunları değiştirmek
zorunda kaldılar. Neron vergi kaçakçılarını haber
verenlerin ödüllerini kıstı; Trajan bu çeşit
muhbirlerin haydutluklarına bir son verdi; Severius
bu kanunları değiştirdi; hâkimler de eski kanunları
iğrenç bulduklarından karar verirken sert
davranmaktan vazgeçtiler.
İmparatorlar, kocanın, çocuğun ve üç çocuğun
haklarına verdikleri ayrıcalıklarla bu kanunları
zaten bir hayli bozmuşlardı. Bu kadarı yetmiyormuş
gibi, özel kişileri, bu kanunların verdiği cezalardan
ayrı tuttular. Ama kamunun çıkarına ortaya atılmış
olan kurallar, mua yet diye bir şey kabul etmez gibi
görünüyorlardı.
Dinin, zorunlu olarak bakireliğe adadığı
Vestale’lere çocukları varmış gibi haklar tanımak
yerinde bir hareket oldu. Evlenemeyen askerlere de
aynen kocalara tanınan haklar tanındı. Bazı
medeni kanunların ortaya attığı engellerden
imparatorları ayrı tutmak gelenek halini almıştı.
Böylece Augustos, hürriyeti vermek yetkisini
sınırlandıran kanunla, miras bırakmak yetkisini
sınırlandıran kanunun hükümlerinden muaf
tutuldu. Bütün bunlar özel hallerdi; ama sonradan
mua yet hiçbir kayıt ve şart gözetilmeden aşağı
yukarı herkese tanındı; kural da böylece istisna
halini aldı.
Felsefe okulları zaten imparatorluk çağında
insanlara iş hayatından uzaklaşma eğilimini
aşılamıştı; bu eğilimin, herkesin savaş ve barış
sanatlarıyla uğraştığı cumhuriyet yönetiminde bu
derece gelişmesine imkân yoktu. Spekülatif bir
hayata götüren her şeyi mükemmel olarak görmek
kri buradan doğdu işte; bir ailenin bakımı için
katlanılması gereken sıkıntıdan uzaklaşmak kri
buradan çıktı işte. Hristiyan dini, felsefeden sonra
geldiği için, felsefenin hatırlatmaktan başka bir şey
yapmadığı fikirleri âdeta tespit etti.
Hristiyanlık, hukuk bilimine kendi damgasını
vurdu; çünkü imparatorluğun öteden beri papaz
sınıfıyla ilgisi vardır. Buna en güzel örnek, Hristiyan
imparatorların buyruklarından kopya edilmiş
kanunlardan başka bir şey olmayan eodosien
kanunlarıdır.
Constantin’in övgücülerinden bir tanesi ona,
“Kanunlarınız” demiş, “İnsanların kusurlarını
düzeltmek, ahlakı düzene koymak için yapılmış;
sadeliğe tuzak kurmaktan başka bir amaç
gütmüyormuş gibi görünen eski kanunların
düzenlerini siz yok ettiniz.”
Constantin’in yaptığı değişiklikler muhakkak
ki, ya Hristiyanlığın kuruluşuyla ilgili düşüncelere
ya da onun mükemmelliğinden alınan düşüncelere
dayanıyordu. Piskoposlara bunca yetki tanıyan
kanunlar işte bu ilk kirlerden gelmiş ve kilise
hukukunun temelini oluşturmuşlardır. Evladın
mallarına sahip olmak yetkisini ellerinden almak
suretiyle babaların nüfuzunu azaltan kanunlar da
yine bu kirlerden gelmiştir. Yeni bir dini yaymak
mı istiyorsunuz, kurulu olan şeylere öteden beri çok
az düşkün olan çocukların aşırı derecedeki
bağlılığını yok edin.
Hristiyan mükemmelliğinden çıkartılan
kanunlar, bilhassa Papia kanunlarındaki cezaları
kaldıran, evli olup da çocuğu olmayanlar kadar, evli
olmayanları da cezadan ayrı tutan kanunlar
olmuştur.
Kilise tarihçilerinden biri der ki: “Bu kanunlar,
sanki insan türünün çoğalması bizim elimizde olan
bir şeymiş gibi yapılmış; oysa insan sayısı Tanrı’nın
düzenine göre artıp eksilir.”
Din ilkeleri insan türünün artışını son derece
etkilemiştir. Kimi zaman, Yahudilerde,
Müslümanlarda, Guèbre’lerde ve Çinlilerde olduğu
gibi, nüfus artışını körüklemiş; kimi zaman da
Hristiyanlığı kabul eden Romalılarda olduğu gibi bu
artışı kösteklemiştir.
Dünyanın her yerinde, kişiye, cinsel konularda
kendini tutmayı, yani, niteliği bakımından çok az
insan tarafından uygulandığı için erdemlerin en
mükemmeli olan bir erdemi salık verir dururlar.
Constantin, çocukların sayısı ile orantılı olarak
karı ile kocanın birbirlerine geniş ölçüde bağışta
bulunmalarını sağlayan ondalık kanunlarını
kaldırmamıştı. Genç éodose bu kanunları da
yürürlükten kaldırdı.
Justinien, Papia kanunlarının yasak ettiği
bütün evlenmeleri meşru ilan etti. Bu kanunlar
kişinin yeniden evlenmesini istiyorlardı; Justinien
yeniden evlenmeyenlere birtakım yararlar sağladı.
Eski kanunlar gereğince, evlenmek, çocuk sahibi
olmak, her insanın doğal hakkı sayılırdı; kimse bu
hakkı insanların elinden alamazdı. Böylece, birisi
evlenmemek şartıyla bir mirasa konabilse, yine
evlenmeyeceğine ve çocuk yapmayacağına dair ant
içtikten sonra hürriyeti verilse, Papia kanunu ne bu
şartı, ne de bu çeşit bir andı makul sayardı. Karı-
kocadan birinin ölümünden sonra ötekinin bir daha
evlenmesiyle ilgili olup bugün yürürlükte olan
hükümler, görülüyor ki eski hukuk düzenine
aykırıdır ve imparatorların mükemmellik krine
dayanan yasalarından meydana gelmiştir.
Payen Romalıların evlenmelerle çocuk sayısına
verdikleri ayrıcalık ve şere eri kesin olarak ortadan
kaldıran bir kanun yoktur; ama, bekârlığın üstün
görüldüğü bir yerde evliliğin saygınlığı olması
imkânsızdır; bununla beraber, mademki cezaları
kaldırmak suretiyle vergi toplayıcıların bunca
kârdan vazgeçmeleri sağlandı, o halde ödülleri
kaldırarak de bu işin daha kolay yapılması
mümkündür.
Bekârlığa izin veren dini görüş, çok geçmeden
bekârlığın zorunlu bir hal almasını da sağladı. Ben
burada din adamlarının kabullendiği bekârlığın
aleyhinde konuşacak değilim; böyle bir şeyden Allah
korusun beni; ama çapkınlığın sonucu olan
bekârlığa karşı kim ağzını kapayabilir? Kadın olsun,
erkek olsun, birbirlerini doğal duygularla baştan
çıkartan, kendilerini daha iyi bir hayata götürecek
birleşmeleri bir yana bırakıp gittikçe kötüleşen bir
durumda yaşamayı kabul eden insanların
kabullendikleri bekârlığa karşı kim ağzını açmadan
durabilir?
Doğadan alınmış bir kuraldır; gerçekleşmesi
mümkün evlenme sayısı ne kadar azalırsa, mevcut
evlenmeler de o kadar bozulur; evli insan sayısı ne
kadar az olursa, evlilikte sadakat de o kadar azalır;
bu neye benzer biliyor musunuz? Hırsız sayısı ne
kadar çok olursa, hırsızlık olayları da o kadar artar
ya, işte ona.
Konu XXII
Çocukların terki üzerine
İlk Romalıların bu konuda oldukça yerinde
kanunları vardı. Halikarnaslı Denys’nin dediğine
göre Romulus, yurttaşları, erkek çocukların
tümünü, kız çocukların da en büyüğünü büyütüp
yetiştirmeye mecbur kılmış. Çocukta bir ruh ya da
beden bozukluğu varsa, ana ile babanın, beş yakın
komşuya gösterdikten sonra çocuğu terk etmelerine
izin verirmiş.
Romulus, üç yaşından küçük çocukların
öldürülmelerini kesin olarak yasak etmiş. Böylece
babaların çocuklar üzerindeki hayat ve ölüm
hakkını belirten kanunla, çocukları terk etmeyi
yasaklayan kanunu uzlaştırmak istemişti.
Yine Halikarnaslı Denys’nin dediğine göre,
yurttaşlara evlenmeyi ve bütün çocuklarını
büyütmeyi buyuran kanun Roma takviminin
277’inci yılında yürürlükte idi. Görülüyor ki
gelenek, küçük kız çocuklarını terk etmeye izin eden
Romulus kanununu daha yumuşak bir şekle
sokmuştu.
Roma takviminin 301’inci yılında yürürlüğe
girmiş olan on iki levha kanununun, bu konu
üzerinde hangi hükümleri içerdiğini Cicero’nun bir
yazısından öğreniyoruz. Yazısında halk
mahkemesinden söz eden Cicero, bu mahkemenin,
tıpkı on iki levha kanunundaki çocuk gibi, ruh ya da
beden yapısı sakat olan çocuk gibi boğulduğunu
söylüyor. Demek oluyor ki ruhu ya da vücut yapısı
kusurlu olmayan çocuklar öldürülmezdi; on iki
levha kanunu da, daha önceki hükümlere hiçbir
değişiklik getirmemişti.
“Cermenler” diyor Tacitus, “Çocuklarını hiçbir
zaman terk etmezlerdi; onlarda ahlak, başka
ülkelerdeki iyi kanunlardan daha kuvvetliydi.
Demek oluyor ki Romalılarda, bu geleneğe karşı
koyan kanunlar vardı ama bu kanunlara uyan
yoktu. Çocukların bırakılmasına izin veren hiçbir
Roma kanununa rastlamıyoruz. Bu, son
zamanlarda lüks yüzünden huzurun kaçtığı,
servetlerin bölünmesine yoksulluk dendiği, babanın
aileye verdiği şeyi yetimin sandığı ve aileyi kendi
mülkünden ayırt ettiği çağda baş göstermiş bir
kötüye kullanma sonucu olacak herhalde.
Konu XXIII
Roma’nın yıkılışından sonra dünyanın durumu
üzerine
Romalıların, yurttaşlarının sayısını artırmak
için çıkardıkları tüzüklerin etkisi ancak devlet tam
anlamıyla kuvvetliyken, milletin cesareti, cüreti,
metaneti, şan ve onura olan düşkünlüğü ve nihayet
erdemi sayesinde kendi bünyesinde olagelen
kayıpları giderirken iyice kendisini gösterdi. Ama
çok geçmeden, ölmek üzere olan bir devletin, genel
bir anarşinin, askeri bir hükümetin, sert bir
imparatorluğun, kendinden emin bir despotizmin,
zayıf bir krallığın, anlamsız, budala ve geri kafalı bir
sarayın sırasıyla kemirip yere yıktığı şeyi en makul
kanunlar bile ayağa kaldıramaz oldu. Sanki
Romalılar dünyayı, zayıf düşürmek ve hiç
savunmadan barbarlara teslim etmek için istila
etmişlerdi. Sırasıyla Gotların, Gétique’lerin,
Sarrazin ve Tatarların istilasına uğradılar [312]; çok
geçmeden de barbarlar barbarları yıkmak zorunda
kaldılar. Böylece masallar çağında, su
baskınlarından, tufanlardan sonra, toprağın
altından birbirlerini öldüren silahlı insanlar çıktı.
Konu XXIV
Avrupa’da nüfus bakımından meydana gelen
değişiklikler
Avrupa’nın bu durumunu gören onun bir daha
ayağa kalkıp dirileceğine ihtimal veremezdi; hele
Charlemagne zamanında büyük bir imparatorluk
haline gelince. Ama o zamanki hükümetin yapısı
gereği, Avrupa birçok küçük hükümdarlıklara
bölünmekte gecikmedi. Kendi köylerinde ya da
şehirlerinde yaşayan, büyüklüklerini, servetlerini,
kuvvetlerini, ne diyorum bütün güvenlerini nüfus
sayısına borçlu olan hükümdarlar da küçük
ülkelerini geliştirmek için ellerinden geleni yapmak
zorunda kaldılar. Öylesine başarılı bir sonuç verdi ki
bu, hükümetin düzensizliklerine, ondan sonra
insanların ticaret alanında edindikleri bilgilerin
çokluğuna, durmadan baş gösteren savaşlar ve
çarpışmalara rağmen Avrupa’nın çoğu ülkelerinde
bugünkünden daha çok insan yaşamaya başladı.
Bu konuyu uzun uzadıya işlemeye vaktim yok;
yalnız, her çeşit insandan meydana gelmiş olan o
muazzam Haçlı ordularını zikretmekle yetineceğim.
M. Pufendorff ’un dediğine bakılırsa IX. Charles
zamanında Fransa’da yirmi milyon insan varmış.
Bu azalmaya sebep olan doğrudan doğruya
birçok küçük devletlerin durmadan birleşmeleridir.
Eskiden Fransa’nın her kasabası bir başkentti; bugün
ise bir tane büyük başkent var; devletin her bölümü
bir kuvvet merkeziydi; bugün her şey bir merkeze
yöneliyor; bu merkez ise devletin kendisi sanki.
Konu XXV
Aynı konunun devamı
Avrupa son iki yüzyıl içinde, gemicilik
alanında, büyük gelişmeler kaydetti; bu da bir
yandan nüfusunun artmasını sağladı; öte yandan
da nüfusun azalmasına sebep oldu. Hollanda her yıl
Hindistan’a büyük sayıda gemici gönderir; bunun
ancak üçte ikisi geri döner; üçte biri ya ölür, ya da
Hindistan’a yerleşir. Deniz ticaretiyle uğraşan öteki
milletlerin hepsi için aşağı yukarı durum aynıdır.
Avrupa’yı, büyük çapta gemicilikle uğraşan özel
bir devletle mukayese etmek doğru olmaz. Özel
devletin nüfusu artar; çünkü komşu milletlerin
hepsi bu faaliyete katılmak için o devletin
topraklarına akın ederler; her yönden gemici gelir
ülkeye. Oysa diniyle olsun, çevresindeki geniş
denizler ve çöllerle olsun dünyanın öteki
bölümlerinden ayrılmış olan Avrupa, yitirdiği insan
sayısını kolay kolay telafi edemez.
Konu XXVI
Sonuçlar
Bütün bunlardan çıkan sonuç şu ki, Avrupa
bugün bile nüfusunun artmasını sağlayacak bazı
kanunlara muhtaç durumdadır. Nitekim, eskiden
Yunan politikacılarının bize, durmadan, devleti
baltalayan yurttaş sayısından söz ettiklerini,
bugünkü politikacıların ise bize hep yurttaş sayısını
artırmanın çarelerinden söz ettiklerini görüyoruz.
Konu XXVII
Nüfusun artmasını teşvik için Fransa’da
çıkartılan kanun üzerine
XIV. Louis, on çocuğu olanlara belli bir ödenek
verilmesini, on iki çocuğu olanlara ise daha çok
ödenek verilmesini buyurdu. Ama harikalara ödül
vermek söz konusu değildi. Nüfusun artmasını
sağlayacak genel bir ruh haleti meydana getirmek
için, Romalılarda olduğu gibi ya genel ödüller ya da
genel cezalar koymak gerekti.
Konu XXVIII
Nüfusun azalması nasıl önlenebilir
Bir devlette, savaş, bulaşıcı hastalık, açlık gibi
özel felaketler yüzünden meydana gelen nüfus
azalmalarına karşı önlem bulmak güç bir iş değildir.
Felaketten kurtulanlar ülkenin iş ve ticaret hayatını
devam ettirebilirler; uğradıkları felaketleri tela
etmek ve daha ileri bir hayat seviyesine ulaşmak için
çalışabilirler. Ama nüfus, devleti içinden kemiren
bir hastalıktan, kötü bir yönetimden ötürü
azalıyorsa işte o zaman asıl felaket baş göstermiş
demektir. İnsanlar, farkına varılmayan, alışılmış bir
hastalıktan ölür orada. Üzüntü ve sefalet içinde
doğan, hükümetin şiddeti, ya da ön yargıları
yüzünden baskı altında yaşayan insanlar, çoğu
zaman neden olduğunu bilmeden ölür giderler
orada. Buna en güzel örnek despotların yönetimi
altında yaşayanlarla, papaz sınıfının laik sınıfı aşırı
derecede baskı altında bulundurduğu ülkelerde
yaşayanlardır.
Nüfusu azalan bir devletin nüfusunu artırmak
için doğacak çocuklara bel bağlamak boşuna olur.
Vakit çoktan geçmiştir; insanlar çölü andıran
ülkede, kolları kanatları kırılmış bir halde bekler
dururlar. Bir milleti besleyecek kadar geniş
topraklar, bir aileyi beslemek için gerekeni bile
veremez. Böyle bir ülkede aşağı tabakaya mensup
insanların, genel yoksulluğa katılmaya, yani ülkeyi
kaplayan çorak araziden faydalanmaya bile hakkı
yoktur. Papaz sınıfı, hükümdar, şehirler, büyükler,
bazı önemli yurttaşlar farkına vardırmadan bütün
bölgenin sahibi olmuşlardır. İşlenmemiştir bu bölge
ama yıkılan aileler otlakları onlara bırakmıştır;
çalışmakla hayatını kazanan insanın ise hiçbir şeyi
yoktur.
Böyle bir durum karşısında, bütün ülkede,
Romalıların kendi ülkelerinin bir bölümünde
uyguladıkları usul uygulanmalı; yani halka,
bollukta yapılanı kıtlıkta da yapmalı; hiçbir şeyi
olmayan ailelere toprak dağıtmalı; bu toprağı işleyip
verimli hale getirecek araçlar vermeli. Bu dağıtım,
kendisine verileni alabilecek güçte bir erkek
bulundukça yapılmalı; böylece zamandan da, işten
de hiçbir şey kaybedilmemiş olur.
Konu XXIX
Güçsüzler yurdu üzerine
Bir insan hiçbir şeyi olmadığı için değil,
çalışmadığı için yoksul sayılır. Hiç malı olmadığı
halde çalışan kişi; çalışmadığı halde yüz écu geliri
olan kişi kadar mutludur. Hiç malı olmadığı halde
bir zanaatı olan kişi, on dönüm toprağı olan,
yaşamak için de bu toprağı işleyen kişiden daha
yoksul sayılmaz. Zanaatını çocuklarına miras
olarak bırakan bir işçi, onlara sayıları ile orantılı
olarak artan bir mülk bırakmış demektir. Yaşamak
için on dönüm toprağı olup da bunları çocuklarına
bölen bir insan için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Ticaretle geçinen ülkelerde çoğu insanların
yaşamak için sadece zanaatları vardır; böyle
yerlerde hükümet çoğu zaman, ihtiyarların,
hastaların ve yetimlerin yardımına koşmak zorunda
kalır. Tam anlamıyla gelişmiş bir devlet bu yardımı
yine zanaatlardan sağlar; kimi kişileri ellerinden
gelen işlerde çalıştırır; kimi kişilere de çalışmayı
öğretir ki, bu da bir çeşit iş demektir.
Sokakta çıplak dolaşan bir adama beş on para
vermekle devlet kendine düşen görevi yapmış
sayılmaz; çünkü devlet bütün vatandaşlara yiyecek,
içecek, mevsime göre giyecekle, sağlığa aykırı
olmayan bir yaşayış tarzı sağlamak zorundadır.
Ülkesinde niçin güçsüzler yurdu açmadığını
soranlara Aureng-Zeb, “Ülkemdeki insanları
öylesine zengin edeceğim ki, güçsüzler yurduna
lüzum kalmayacak” diye cevap verirmiş[313]. Oysa,
“Önce ülkemi zenginleştireceğim, sonra güçsüzler
yurdu açacağım” demesi gerekirdi.
Bir ülkenin zenginliği orada birçok endüstrinin
gelişmesini gerektirir. Bunca ticaret dalından bir
tanesi gün gelir pekâlâ zayıf düşebilir; sonunda o
dalın işçileri, geçici de olsa, bir süre için sıkıntıda
kalabilirler. İşte o zaman, ister milletin ıstırabını
gidermek için olsun, ister milletin başkaldırmasını
önlemek için olsun, devletin süratle yardıma
koşması gerekir. Bu gibi hallerde, salt yoksulluğu
gidermek için güçsüzler yurduna ya da ona benzer
bir kuruma ihtiyaç ortaya çıkar.
Ama millet yoksulsa, o zaman özel yoksulluk
genel sefaletten doğar; âdeta genel sefaletin kendisi
olur. Yeryüzündeki güçsüzler yurdunun tümünü bir
araya getirseniz bu özel sefaleti yok edemezsiniz;
tersine güçsüzler yurdunun ilham ettiği tembellik,
genel yoksulluğu dolayısıyla özel yoksulluğu,
büsbütün artırır.
İngiliz kilisesini yenilemek isteyen VIII. Henri
tembel bir toplum olan, başkalarına da tembellik
aşılayan papaz sınıfını ortadan kaldırmakla işe
başladı; kralın hakkı vardı; konuksever olan
papazlar, soylu ya da burjuva sınıfından bir sürü
işsiz güçsüz insanın o manastır senin bu manastır
benim deyip dolaşmalarına neden oluyorlardı. Nasıl
ki soylular manastırlarda yaşamak imkânını
buluyorlarsa, aşağı tabakadan halk da güçsüzler
yurdunda yaşamak imkânını öyle buluyorlardı.
Kral bunları da yok etti. Bu değişikliklerden
sonradır ki İngiltere’de ticaret ve endüstri kafası
iyice gelişme imkânını buldu.
Roma’da, çalışanlar, zanaat sahibi olanlar,
çiçiler, toprağı işleyenler, ticaretle uğraşanlar
dışında herkes güçsüzler yurdu sayesinde mutluluğa
ulaşmıştır.
Zengin milletlerin güçsüzler yurduna ihtiyacı
olur demiştim; çünkü servet her an tehlikeye
düşebilir o çeşit ülkelerde: Ama orada da yine
devamlı kurumlar yerine gelip geçici yardımların
daha iyi olduğu kanısına varılmıştır. Felaket
geçicidir. Yardımın da aynı nitelikte olması gerekir;
özel kazaya uygulansın yeter.
BEŞİNCİ BÖLÜM
•••
YİRMİ DÖRDÜNCÜ KİTAP
Her ülkede kurulu dinin gerek
uygulanmasıyla gerek dogmalarıyla
ilgili kanunlar üzerine
Konu I
Genel olarak dinler üzerine
Nasıl ki kişi, daha az yoğun olan karanlıklarla,
daha az derin olan uçurumlar üzerinde yargıda
bulunabilirse, sahte dinler arasında da toplumun
çıkarına en uygun olan dinleri arayıp bulabilir; yani
insanları öteki dünyada mutluluğa ulaştırmayı
amaç edinen dinleri değil de, bu dünyada insanların
mutluluğuna en çok yardım eden dinleri arayıp
bulabilir demek istiyorum.
Şu halde ben, mevcut dinleri, medeni hayata
getirdikleri iyilikle orantılı olarak inceleyeceğim;
kökleri ister gökyüzünde olsun, ister yeryüzünde.
Ben bir tanrıbilimci değil de, politik bir yazar
olarak okuyucunun karşısına çıktığım için, bu
kitabımda pekâlâ yalnız bir görüş tarzına göre gerçek
olan bazı şeyler bulunabilir; bu şeyleri ben, üstün
gerçeklerle olan ilgileri yönünden ele almış değilim
de ondan.
Gerçek dine gelince, burada da politik çıkarları
hiçbir zaman dinin üstünde tutmadığımı, salt
ikisini birleştirmeye çalıştığımı her insa ı okuyucu
hemen görüp anlar; birleştirmek için ise ikisini de
iyice bilmek gerekir.
İnsanlara, “Birbirinizi sevin” diyen Hristiyan
dini, hiç şüphe yok ki her milletin çok iyi politik
kanunları ile, çok iyi medeni kanunları olmasını
ister; insanların dinden sonra, birbirlerine verip
alabilecekleri en büyük nimet bu iki kanundur da
ondan.
Konu II
Bayle’in bir paradoksu[314]
Mösyö Bayle putlara tapmaktansa, dinsiz
olmanın daha iyi olacağını ispatladığını iddia
ediyor; yani, başka bir deyimle, kötü bir dine
girmenin, hiçbir dine girmekten daha tehlikeli
olacağını anlatmak istiyor. “Bana kötü insan
diyecekleri yerde, yok böyle bir insan demelerini
tercih ederdim” diyor M. Bayle. Bu, doğrudan
doğruya bir safsatadır; çünkü, şu ya da bu adamın
var olduğuna inanmak insanlığa hiçbir yarar
sağlamaz; Tanrı’nın varlığına inanmak ise son
derece yararlıdır. Onun yokluğuna inanmanın
arkasından hemen bizim özgürlüğümüz kri gelir;
böyle bir kri edinmek gücünden yoksunsak o
zaman da başkaldırma kri gelir: Her zaman
bastırıcı olmadığından, dinin baskı altında tutmak
için bir araç olmadığını söylemek, medeni
kanunların da baskı altında tutmak için bir araç
olmadığını söylemek demektir. Dinin yeryüzüne
getirdiği iyiliklerden hiç söz etmeden, salt ettiği
kötülükleri büyük bir kitapta bir bir saymak, ona
karşı kötü bir şekilde muhakeme yürütmek
demektir. Yeryüzünde medeni kanunların, saltanat
yönetimiyle cumhuriyet yönetiminin ettiği
kötülükleri saymaya kalksam korkunç şeyler
söylerim. İnsanların bir dini olmayabilir; bu,
hükümdarların da bir dini olmasına lüzum yoktur
demek değildir; toplum kanunlarından
korkmayanların kendi kendilerine edinebilecekleri
biricik freni hükümdarların yok etmeleri hiç faydalı
olmaz da ondan.
Dinini seven ve ondan korkan bir hükümdar,
kendisini okşayan bir el ya da yatıştıran bir ses
karşısında boyun eğen bir aslandır; dinden korkup
da ondan nefret eden kişi, gelip geçenlerin üzerine
atılmasını önleyen zinciri dişleriyle kemiren vahşi
hayvanlar gibidir; hiç dini olmayan kişi ise,
özgürlüğünü ancak parçalayıp yuttuğu zaman
anlayabilen o korkunç hayvandır.
Bir insanın ya da bir toplumun mensup olduğu
dini kötüye kullanması mı, yoksa hiç dini olmaması
mı daha iyi? Mesele bunu bilmekte değil; mesele,
daha az kötü olan hangisi, dini insanların ara sıra
kötüye kullanması mı, yoksa insan toplumlarında
hiçbir dinin bulunmaması mı; işte bunu bilmekte.
Tanrısızlığın uyandırdığı dehşeti azaltmak için
çoğu zaman puta tapmaya aşırı derecede yükleniriz.
Eskilerin bazı kötülükler için dua etmeleri, o
kötülükleri sevdiklerini değil, tersine onlardan
nefret ettiklerini gösterir. Lakedemonyalılar korku
için bir mihrap diktikleri zaman o yiğit milletin
amacı ondan, savaş esnasında bütün
Lakedemonyalıların kalplerine girmesini istemek
değildi. Bazı tanrılardan, suç ilham etmemesi,
bazılarından da suçu kişiden uzaklaştırması
istenirdi.
Konu III
Ilımlı hükümetin Hristiyan dinine, istibdat
yönetiminin de
Müslüman dinine daha uygun olduğuna dair
Hristiyan dini arı zorbalıktan çok uzaktır.
Yumuşaklık İncil’de öylesine salık verilir ki,
Hristiyan dini, zorba hükümdarın gerek adaletini
uygularken, gerek memleketini yönetirken
kullanacağı zora, kökünden aykırı düşer.
Hristiyan dini çok eşliliği yasak ettiği için,
hükümdarlar daha az kapanık, tebaalarına daha
yakın, sözün kısası daha insan olarak yaşarlar.
Kanun çıkarmaya daha elverişli olurlar, her şeyi
yapamayacaklarını daha iyi hissederler.
Müslüman hükümdarlar bir yandan öldürüp,
bir yandan ölürlerken, Hristiyanlarda din,
hükümdarları daha az sıkılgan bir hale sokar;
dolayısıyla da daha az zalim olmalarını sağlar.
Hükümdar tebaasına, tebaa da hükümdarına
güvenir. Ne güzel şey değil mi? Amacı öteki
dünyada bizi mutluluğa ulaştırmak olan
Hristiyanlık bu dünyada da bizi mutluluğa ulaştırır.
Arazisinin büyüklüğüne, ikliminin kötülüğüne
rağmen Habeşistan’da istibdat yönetiminin
yerleşmesini önleyen Hristiyan dini olmuştur;
Avrupa’daki geleneklerle kanunları Afrika’nın
göbeğine götüren de yine Hristiyanlık olmuştur.
Habeş veliahdının yönettiği bir bölge vardır; bu
prens orada tebaasına sevgiyle bağlılığın ne
olduğunu iyice göstermektedir. Hemen onun
yakınında Sennar kralının, çocuklarını
hapsetmesine İslam dininin göz yumduğunu
görüyoruz[315]. Kral ölünce meclis, tahta çıkacak
olanın dışındakilerin boynunu vurdurtur.
Bir yandan Yunanlı ve Romalı kral ve şe erin
devamlı olarak öldürüldüklerini, öte yandan aynı
şe erin şehirleri yakıp yıktıklarını, sürüyle insan
öldürdüklerini, Timurlenk’le Cengiz’in Asya’yı
baştan başa yakıp yıktığını gözlerinizin önüne
getirin; o zaman görürsünüz ki Hristiyanlık,
hükümet konusunda, politik bir hukukun
doğmasına, savaşta ise insanlığın sonsuz bir
şükranla karşılayacağı bir devletler hukuku
meydana gelmesine sebep olmuştur.
Savaştan yenik çıkan milletlere, hayat gibi,
özgürlük gibi, kanun gibi, mal gibi ve nihayet gurura
kapılmamak şartıyla din gibi en büyük nimetleri
bırakanın, sözünü ettiğimiz devletler hukuku
olduğunu görürüz.
Bugünkü Avrupa’da milletler, zorba ve askeri
bir kisveye bürünen Roma imparatorluğundaki
milletlerle ordular kadar ya da ordu birlikleri kadar
birbirlerinden ayrı değillerdir. Çünkü o çağda, bir
yandan ordular birbirleriyle dövüşürler, öte yandan
da askerlerin şehirleri yağma etmelerine, toprağı da
aralarında bölmelerine izin verirlerdi[316].
Konu IV
Hristiyan dininin niteliğiyle
Müslüman dininin niteliğinden doğan sonuçlar
Kişi Hristiyan dininin niteliğiyle Müslüman
dininin niteliğini inceledi mi, başka herhangi bir
incelemeye başvurmadan muhakkak birini kabul,
ötekini reddetmeli. Çünkü bir dinin apaçıklığını biz,
gerçek olmasından çok insanların mizacına aşıladığı
yumuşaklıkta buluruz.
Dinin istilacı bir peygamber tarafından ortaya
atılmış olması insanlık için bir felakettir. Yalnız
kılıçtan ve kalkandan söz eden Müslüman dini,
kurulmasını sağlayan aynı yıkıcı anlayışla insanları
etkilemektedir.
Çoban krallardan biri olan Sabbacon’un
hikâyesi çok hoştur bu konuda. Teba tanrısı
rüyasında ona görünmüş ve Mısır’daki bütün
rahipleri öldürmesini buyurmuş. Bunun üzerine
çoban, her zamanki buyruklarına aykırı bir buyruk
veren tanrıların artık hükümdarlık etmesini
istemediklerine hükmetmiş, başını alıp Habeşistan’a
gitmiş[317].
Konu V
Katolik mezhebinin saltanat yönetimiyle,
Protestan mezhebinin ise cumhuriyet
yönetimiyle daha iyi bağdaşacağı üzerine
Bir din bir devlet içinde doğar ve gelişirse, genel
olarak o devletin hükümet şeklini işler. Çünkü o
dini alıp başkalarına devreden kişiler, içinde
yaşadıkları ülkedeki yönetim şeklinden başka bir
yönetim şekli bilmezler.
Hristiyan dini bundan iki yüzyıl önce kendisini
Katoliklik, Protestanlık diye ikiye ayıran o korkunç
olayla karşılaştığı zaman, kuzeyde yaşayanlar
Protestanlığı, güneyde yaşayanlar ise Katolikliği
benimsediler,
Çünkü kuzeyde yaşayanlarda, öteden beri,
güneyde yaşayanlarda olmayan bir bağımsızlık, bir
özgürlük kafası vardır; gözle görünür bir şe
olmayan din ise böylece şe olan dinden daha
uygun düşer iklimin telkin ettiği bağımsızlığa.
Protestanlığın yerleştiği ülkelerde bile devrimler
politik alanda olmuştur. Büyük hükümdarları
kendinden yana alan Luther, eğer dış ülkelerde de
üstünlük sağlayacaklarına inandırmamış olsaydı
salt dini otorite bağışlamakla kandıramazdı onları;
cumhuriyetlerde yaşayan insanları ya da saltanat
yönetimlerinde gölgede kalmış burjuvaları
kendinden yana alan Calvin pekâlâ üstün
mevkilerle rütbeler dağıtmayabilirdi.
Bu iki mezhepten her biri kendisini daha üstün
görebilirdi; Calvinisme, İsa’nın söylediklerine daha
uygun bir şekilde davrandığı için, Luthérianisme ise
havarilerin davranışlarına daha uygun bir şekilde
davrandığı için.
Konu VI
Bayle’in başka bir paradoksu üzerine
M. Bayle, bütün dinleri küçümsedikten sonra
Hristiyan dinini de baltalıyor. Gerçek Hristiyanların
devamlı bir devlet kuramayacaklarını ileri sürmek
cesaretini gösteriyor. Neden kuramayacaklarmış?
Pekâlâ kurarlar. Her biri, görevini iyice anlayan,
hepsini yerine getirmek için de canla başla çalışan
bir yurttaş olurdu; doğal savunma hukukunu iyice
anlardı; dine borçlu olduğuna ne kadar inanırsa,
vatana da o ölçüde borçlu olduğuna inanırdı.
İyicene kalbine yerleşen Hristiyanlık ilkeleri,
saltanat yönetimlerinin aşıladığı sahte onur
duygusundan, cumhuriyetlerin telkin ettiği o
insanca erdemlerden, istibdat yönetimlerinin ilham
ettiği o hayvanca korkudan çok daha kuvvetli
olurdu.
O büyük adamı, kendi dininin ruhunu yanlış
anlamış olmakla, Hristiyanlığın yerleşmesinde
verilen emirlerle Hristiyanlığın kendisini, İncil’deki
derslerle öğütleri birbirinden ayıramamış olmakla
suçlamak insanın tuhafına gidiyor. Kanun koyucu,
kanun verecek yerde öğüt verdiyse, bunu, öğütleri
kanunlar gibi düzenli olduğu takdirde kanunlarının
ruhuna aykırı hareket edeceğini sezmiş olduğu için
yapmıştır.
Konu VII
Dinde eksiksizlik kanunları üzerine
İnsanların zekâya hitap eden kanunları öğüt
değil, ders vermeli. Yüreğe hitap etmek için atılmış
olan din ise, az ders, çok öğüt vermeli.
Örneğin, din birtakım kurallar ortaya attı mı,
bunu, kişi iyi olsun diye değil, çok iyi olsun diye
yapar; iyinin değil, kusursuzun ne olduğunu
göstermek için yapar. O zaman bu kuralların kanun
değil, öğüt şeklinde belirmesi gerekir; çünkü
kusursuzluk ne insanların, ne de nesnelerin tümünü
kapsayabilir. Üstelik, bunlar kanun şeklinde
olsaydı, ilk kanunlara riayet ettirmek için daha bir
sürü kanun çıkarmak gerekirdi. Bekârlık,
Hristiyanlığın bir öğüdüdür. Bu öğüdü, bir sınıf
insan için kanun şekline sokunca, bu kanuna riayet
ettirmek için her gün yeni yeni kanunlar çıkarmak
zorunda kalındı. Kanun koyucu, kusursuzluğu
sevenlerin öğüt olarak yapmaktan hoşlanacakları bir
şeyi ders olarak bütün insanlara yaptırmaya
kalkınca, hem kendisini yordu, hem de toplumu.
Konu VIII
Ahlak kanunlarının din kanunları ile olan
uygunluğu üzerine
Tanrı’nın ilham etmediği bir dini benimsemek
bahtsızlığına uğramış bir ülkede, bu dinin ahlakla
bağdaşması her zaman için zorunlu bir şeydir;
çünkü din, sahte bile olsa, insanların birbirlerine
karşı duyacakları güvenin en kuvvetli kaynağıdır.
Pégu’da yaşayanların dinindeki temel noktalar
şunlardır: Birbirinizi öldürmeyeceksiniz; hırsızlık
etmeyeceksiniz; uygunsuz hareketlerden
kaçınacaksınız; insanın hoşuna gitmeyecek bir
harekette bulunmayacak, tersine ona elinizden
gelen iyiliği edeceksiniz. Hangi dinde olursa olsun
bu sayede kişinin kurtulacağına inanırlar. Gururlu
ve yoksul olmalarına rağmen bu insanların
zavallılara karşı büyük bir acıma duygusu
beslemeleri de işte bundan ileri gelir.
Konu IX
Esséen’ler üzerine[318]
Esséen’ler insanlara karşı adaletten
ayrılmayacaklarına; herhangi bir buyruğa uymak
söz konusu bile olsa kimseye kötülük
etmeyeceklerine; haksızlık edenlerden nefret
edeceklerine; herkese güveneceklerine buyururken
bile alçakgönüllülüğü elden bırakmayacaklarına;
her zaman, gerçekten yana olacaklarına; yasak
işlerle uğraşıp para kazanmayacaklarına ant
içerlerdi.
Konu X
Stoacılar üzerine
Eskilerdeki çeşitli felsefe görüşlerinin her birini
bir din olarak ele almak mümkündür. Bunların
arasından ilkeleri insana en yakın olan görüş, iyi
insan yetiştirmeyi amaç edinen görüş, muhakkak ki,
stoacı görüştür; ben kendi hesabıma, bir an
Hristiyan olduğumu unutabilseydim, Zenon
okulunun yıkılmasını insanlığın başına gelebilecek
felaketler arasına sokmaktan kendimi alamazdım.
Bu görüş yalnız, gerçekten büyük olan
duyguları aşırı bir hale sokardı; örneğin, zevklerin
de, acıların da küçümsenmesi gibi.
İnsanın yurttaş olmasını, büyük adamların
ortaya çıkmasını, büyük imparatorların sivrilmesini
sağlayan hep bu görüştü.
Bilinen gerçekleri bir an için bir yana bırakıp
bütün doğada bir araştırma yapın, Antonin’lerden
daha büyük bir varlıkla karşılaşmanıza imkân
yoktur; Julien’den sonra bile, (burada Julien’in adını
seçmem onun Hristiyan dinini inkâr etmesini hoş
karşıladığımı göstermez), evet Julien’den sonra bile
insanları daha iyi yönetecek bir hükümdar
gelmemiştir yeryüzüne.
Stoacılar mal ve mülkü, insanların verdiği
rütbeleri, acıyı, üzüntüyü, zevki küçümsedikleri
zaman tek amaçları, insanları mutluluğa
ulaştırmak, toplum hayatının gerektirdiği görevleri
yerine getirmekti. İçlerinde bulunduğuna
inandıkları kutsal ruhu, insan türünün
mutluluğuna göz kulak olan bir çeşit koruyucu
melek olarak görürlerdi.
Toplum için doğmuş olan stoacılar,
alınyazılarının toplum için çalışmaktan ibaret
olduğuna inanırlardı. Bunun karşılığını kendi
içlerinde buldukları için de topluma azıcık olsun
yük olmazlardı; yalnız felse görüşleri sayesinde
mutluluğa ulaşan stoacılar, başkalarının mutlu
olmasıyla kendi mutluluklarının artacağına
inanırlardı.
Konu XI
Kendi içine dalma üzerine
İnsanlar türlerini devam ettirmek, yiyip içmek,
giyinip kuşanmak, toplum hayatının gerektirdiği
şeylerin tümünü yapmak için yeryüzüne
geldiklerinden, din onlara kendi içlerine kapanıp
düşünmeleri için pek öyle fırsat vermemeli.
Müslümanlar alışkanlık yüzünden daha çok
kendi iç dünyalarına kapanırlar; günde beş kere dua
ederler, her defasında da bu dünyaya ait şeyleri
arkalarına attıklarını gösteren bir harekette
bulunurlar. Bu da onları iç dünyalarına kapanmaya
alıştırır. Buna bir de, kesin alınyazısına olan
inançları yüzünden dünya nimetlerine karşı
duydukları aldırmazlığı katarsanız bu konuda iyice
aydınlanmış olursunuz.
Hem zaten hükümetin sertliği, arazi mülkiyeti
üzerine çıkartılan kanunların kötülüğü gibi
nedenler, onlardaki bu aldırmazlığı körükler,
içlerinde bir kararsızlık uyandırırsa, millet
mahvolmuş demektir.
Guébre’lerin dini eskiden İran’ı bir hayali
geliştirmiş, istibdat yönetiminin kötülüklerini yok
etmişti. Bugün ise Müslüman dini bu ülkeyi
yıkmaktadır.[319]
Konu XII
Cezalar üzerine
Cezalar, tembellik kriyle değil iş kriyle,
kusursuzluk kriyle değil iyilik kriyle, cimrilik
kriyle değil azla yetinme kriyle birleşirse daha iyi
olur.
Konu XIII
Ödenmesi imkânsız suçlar
Cicero’nun Romalı din adamlarının
kitaplarından alıp naklettiği bir bölümden
Romalılarda ödenmesi imkânsız suçlar olduğunu
öğreniyoruz. Zozime, Constantin’in Hristiyanlığı
kabulündeki nedenleri büsbütün kötüleyecek olan
hikâyesini anlatırken, Julien de Caesar’lar adlı
kitabında bu din değiştirme ile alay ederken hep
ödenmesi imkânsız suçlara dayanırlar.[320]
Bazı kaba saba suçları yasak eden, elin
hareketini önleyip kalbe tam bir özgürlük veren
payen dininde ödenmesi imkânsız suçlar olabilirdi
ama tutkuların tümünü içine alan, isteklere de,
düşüncelere de, davranışlara da aynı derecede
özgürlük veren; bizi zincirlerle değil de, sayısız
ipliklerle bağlayan; insan adaletini geride bırakıp
başka bir adalete başvuran; insanları durmadan
pişmanlıktan sevgiye, sevgiden pişmanlığa götürmek
için kurulmuş olan; yargıçla suçlu arasına büyük bir
arabulucu, doğruyla arabulucu arasına da büyük bir
yargıç koyan bir dinde ödenmesi imkânsız suçlar
bulunmamalı. Her ne kadar bu din, herkese umut
ve korku veriyor, yeryüzünde niteliği bakımından
ödenmeyecek bir suç olmadığını söylüyorsa da,
bütün bir hayatın, ödenmesi imkânsız bir suç halini
alabileceğini de ima etmekten geri kalmıyor; yeni
yeni suçlar, yeni yeni ödemelerle, bağışlama
duygusunu biteviye zorlamanın yerinde bir hareket
olmadığını anlatmak istiyor. Tanrı’ya olan
borçlarımızı hiçbir zaman ödeyemediğimiz için eski
borçlarımızdan endişe duyan bizlerin yeni yeni
borçlara girmekten sakınmamızı, ölçüyü
aşmamamızı, baba sevgisinin sınırlarına kadar
gitmemizi salık veriyor.
Konu XIV
Nasıl olur da din kuvveti, medeni kanunların
kuvvetiyle uzlaşabilir
Dinle medeni kanunların amacı, insanları iyi
vatandaş haline getirmek olduğuna göre, bunlardan
biri amaçtan uzaklaştı mı, ötekinin amaca daha çok
yaklaşması gerekir. Din ne kadar gevşek olursa,
medeni kanunlar da o kadar baskılı olmalı.
Böylece Japonya’da hâkim olan dinin hemen
hemen hiçbir dogması yoktur; cennet cehennem
diye bir şey de ortaya koymaz; işte bu eksikleri tela
etmek amacıyla devlet, çok ağır kanunlar çıkarmış
ve bu kanunların çok sıkı bir şekilde uygulanmasını
istemiştir.
Din, insan davranışlarının zorunluluğu
dogmasını topluma yerleştirmişse, kanunların
vereceği cezalar daha ağır, bu cezaları
uygulayanların ise daha uyanık olmaları gerekir;
böylece, kendi kendilerine bırakılmış olan insanların
özgürlükleri yukarıda sözü edilen araçlarla
sınırlanmış olur ama din özgürlük dogmasını ortaya
atmışsa o zaman iş değişir.
İslam dinindeki alınyazısı dogması ruh
tembelliğinden doğar; ruh tembelliği de yine bu
alınyazısı dogmasından doğar. Bir kere, Tanrı’nın
buyruklarında var bu, demişler ya; o halde yan gelip
key ne bak. Oysa, böyle bir durumda, dinsel
dogmalara sırtını dayayıp uyuklayan insanları
kanunlarla harekete geçirmek gerekir.
Medeni kanunların izin verdiği şeyleri eğer din
mahkûm edecekse, dinin mahkûm edeceği şeylere
medeni kanunların izin vermeye kalkması tehlikeli
olur; bunlardan biri, düşüncelerdeki ahengi ve
doğruluğu bozdu mu, bu bozukluk kesinlikle ötekine
de bulaşır.
Böylece, bıçağı ateşe koymak, kırbaca
dayanmak, ata yuları ile vurmak, kemiği başka bir
kemikle kırmak, günah, hatta temel günahlardan
biri sayıldığı Cengiz Han’ın Tatarlarında, dine karşı
gelmek, başkasının malını zorla almak, insana
hakaret etmek, hatta bir insanı öldürmek suç
sayılmazdı. Sözün kısası, hiç değeri olmayan şeyleri
zorunlu kılan kanunların şu sakıncası var ki, aynı
kanunlar zorunlu olan şeyleri de önemsiz bir hale
sokarlar.
Formose’da oturanlar bir çeşit cehenneme
inanırlar; ama bu cehennem, bazı mevsimlerde
çıplak gezmeyenlere, ipek giysiler yerine bez giysiler
giyenlere, istiridye avlayanlara, kuşların ötüşünden
bir anlam çıkarmadan herhangi bir iş görenlere
özgüdür. Sarhoşluk da, kadınlarla sefahat âlemine
dalmak da günah sayılmaz o ülkede; hatta
çocuklarının sefahat âlemine dalmalarının tanrılar
tarafından hoş karşılandığına bile inanırlar.
Din, herhangi bir şeyi kaza diye ispatlamaya
kalkarsa, insanların en büyük dayanaklarından
birini boş yere yıkmış olur. Hintliler, Ganj ırmağının
sularında kişiyi kutsallaştıran bir şey olduğuna
inanırlar; bu ırmağın kıyılarında ölenler öteki
dünyada ceza görmezler, tersine zevk ve eğlencenin
bol olduğu bir ülkede otururlar; en uzak yerlerdeki
ölülerin bile cesetlerini yakıp küllerini Ganj
ırmağına atarlar. Kişi ister erdemli bir hayat sürsün,
isterse durmadan suç işlesin, sonunda küllerini Ganj
ırmağına atacaklarına göre, kendini telaşa
kaptırmasına ne lüzum var?
Ödüllerle dolu bir ülke kri, cezalarla dolu bir
ülke krini zorunlu olarak bastırır; kişi birincisine
ulaşacağını umarsa, ikincisinden de korkmazsa o
zaman medeni kanunların hiçbir etkisi kalmaz.
Öteki dünyada ödüllerin bolluğundan emin olan
insanlar, kanun koyucunun elinden kaçarlar;
ölümü fazlasıyla küçümserler. Yargıçların vereceği
en büyük cezanın bir an süreceğine, arkasından da
hemen mutluluğun başlayacağına inanan bir insanı
hangi kanunla zapt edebilirsiniz, sorarım size?
Konu XV
Medeni kanunlar, kimi zaman, sahte dinleri nasıl
düzeltirler
Eski şeylere saygı, saflık ya da boş inançlar, kimi
zaman insanı utandıracak gizli ayinlere, törenlere
yol açmıştır; örnekleri çoktur bunların yeryüzünde.
Aristo’nun dediğine göre bu gibi hallerde kanun,
karılarıyla çocuklarının yerine aile babalarının
tapınağa gidip törene katılmalarına izin verirmiş.
Doğrusu ya, dine karşı ahlakı koruyan harikulade
bir medeni kanunmuş bu!
Augustos, erkek olsun, kız olsun gençlere, eğer
yanlarında yaşlı bir akraba yoksa gece törenlerine
katılmayı yasak etti. 15 Şubat eğlencelerine yeniden
izin verdiği zaman da gençlerin sokaklarda
çırılçıplak koşmalarına izin vermedi[321].
Konu XVI
Dinsel kanunlar nasıl olur da politik yapının
kusurlarını düzeltir
Öte yandan din, eğer kanunlar güçsüzse, pekâlâ
politik devlete desteklik edebilir.
Örneğin, iç savaşlardan ötürü devletin huzuru
sık sık kaçıyorsa eğer, din, devletin bazı yerlerinin
devamlı olarak barış içinde yaşaması gerektiğini
söyler; ve böylece, çok iş görmüş olur. Yunanlılarda,
Eléen’ler, Apollon’un rahipleri olmak sıfatıyla
devamlı olarak barış içinde yaşarlardı. Japonya’da
kutsal bir şehir olan Méaco’ya kimse saldırmaz; din
bu kuralı devam ettirir; bundan ötürü de,
yeryüzünde, yabancı ülkelerden bugüne dek yardım
istemediği gibi bundan böyle de istemeyecek tek
devlet olan bu imparatorlukta, savaşın yok
edemediği gayet geniş bir ticaret hayatı vardır.
Savaşların ortak bir kararla ilan edilmediği,
kanunların savaşlara son veremediği ya da savaşları
önleyemediği ülkelerde din, barış ve ateşkes anlarını
tespit eder; böylece halk da, tarla işleriyle buna
benzer işleri görmek için vakit bulur; aksi takdirde
devletin yaşaması imkânsız bir hal alır.
Her yıl Arap kabileleri arasındaki savaşlara dört
ay ara verilirdi; en küçük bir kıpırdama hemen dine
aykırı bir hareket sayılırdı. Fransa’da da savaşa ya
da barışa senyörlerin karar verdikleri çağda, din,
bazı mevsimlerde savaşa ara verilmesini emir
buyururdu.
Konu XVII
Aynı konunun devamı
Bir devlette insanların birbirine kin
beslemelerine sebep olacak konu çok olursa, dinin
uzlaşma imkânları da aynı ölçüde çok olmalı. İşleri
güçleri haydutluk olan Araplar durmadan
birbirlerine saldırırlar, birbirlerinin mallarını
çalarlardı. Muhammet şöyle bir kanun çıkardı:
Herhangi bir insan kardeşini öldüreni bağışlayabilir;
bu ise zarar ve ziyan istemesi için katilin hakkında
kovuşturma açmasına engel olamaz ama gerekli
tazminatı aldıktan sonra suçluya kötülük etmeye
kalkarsa ahiret günü en ağır işkencelere katlanmak
zorunda kalır.
Cermenlerde kişi, yakın akrabalarına beslenen
kin ve düşmanlıklara da vâris olurdu; ama bu kin ve
düşmanlıklar ölünceye kadar sürüp gitmezdi.
Birisini öldüren insan, bir miktar hayvan vermek,
ölünün ailesindeki bütün kişileri tatmin etmek
şartıyla suçunun bağışlanmasını sağlardı. Tacitus,
“Çok faydalı bir davranıştı bu” diyor, “Çünkü özgür
toplumlarda düşmanlık kadar tehlikeli bir şey
olamaz.” Öyle sanıyorum ki, aralarında son derece
saygınlığı olan din adamları bu uzlaşmalarda büyük
bir rol oynuyorlardı.
Henüz uzlaşmak nedir bilmeyen
Malezyalılarda, katil, öldürdüğü kişinin akrabaları
ya da dostları tarafından er geç öldürüleceğini
bildiği için, kendini deliliğe verir, önüne geleni
yaralar, ya da öldürür[322].
Konu XVIII
Din kanunları nasıl oluyor da medeni
kanunların etkisini gösterebiliyor
İlk Yunan devletleri, denizde korsanlık eden,
karada şunun bunun hakkını yiyen, düzen nedir,
kanun nedir bilmeyen, dağınık bir halde yaşayan
birtakım küçük küçük insan topluluklarından
meydana gelmişti. Herakles’in, eseus’un o güzel
hareketleri, doğmakta olan bu insan topluluğunun
nasıl bir durumda olduğunu gösterir. Din, insan
öldürmenin kötülüğünü göstermek için yaptığından
başka ne yapabilirdi? Bakın din nasıl hareket etti bu
konuda: Zorla öldürülen insanın katile kızgın
olduğunu, onda bir kin, bir dehşet uyandırdığını,
devamlı olarak gittiği yerleri kendisine bırakmasını
istediğini ileri sürdü; katile dokunanın, onunla
konuşanın tanıklık etmek hakkını yitireceğini
bildirdi; şehir, katilin varlığından kurtulmalıydı;
bunun için de katilin cezasını çekmesi gerekliydi.
Konu XIX
Bir dogmayı insanlara faydalı ya da zararlı kılan,
o dogmanın gerçek ya da sahte olması değil, daha
çok,
iyi ya da kötü bir şekilde uygulanmasıdır
En gerçek ve en kutsal dogmalar, toplumun
ilkeleriyle bağdaştırılmadı mı çok kötü sonuçlar
meydana getirebilirler; tersine, en sahte dogmalar
da, söz konusu ilkelerle bağdaştırıldı mı çok iyi
sonuçlar meydana getirebilirler. Confucius dini,
ruhun ölümsüzlüğünü inkâr ederdi; Zenon’un
okulu da böyle bir şeye inanmazdı. Bu iki dinin
kendi kötü ilkelerinden, gerçek olmayan ama
toplum için son derece yararlı olan sonuçlar
çıkardığını söylesem kim inanır bana?
Tao’larla Foe’lerin dini, ruhun ölümsüzlüğüne
inanırdı; ama bu kutsal dinden korkunç sonuçlar
çıkardılar[323].
Hemen hemen dünyanın her yerinde, her
zaman, ruhun ölümsüzlüğü hakkındaki inanç,
yanlış yorumlanmış, kadınların, kölelerin,
yurttaşların, dostların, gidip öteki dünyada
saydıkları ya da sevdikleri şeye kavuşmak için kendi
kendilerini öldürmelerine sebep olmuştur. Batı Hint
adalarında, Danimarkalılarda bu böyleydi; bugün
bile Japonya’da, Macassar’da ve dünyanın daha
birçok yerlerinde bu böyledir.
Bu gelenekler doğrudan doğruya ruhun
ölümsüzlüğüne olan inançtan değil, daha çok
vücudun yeniden dirilmesine olan inançtan
doğmuştur; bundan da şöyle bir sonuç çıkarmışlar:
Ölümden sonra kişinin yine aynı ihtiyaçları, aynı
duyguları, aynı tutkuları olur. Bu bakımdan ruhun
ölümsüzlüğü inancı insanları derinden etkiler;
çünkü, basit bir yer değiştirme kri, tamamıyla
kalıp ve ruh değiştirme krinden daha uygun gelir
kişinin aklına; daha bir okşar kişinin yüreğini.
Dinin bir dogma ortaya atması yetmez; o
dogmayı yönetmesi de gerek. Sözünü ettiğimiz
dogmalar konusunda Hristiyan dini bu işi
harikulade bir şekilde başarmıştır; duyduğumuz ya
da bildiğimiz bir durumu değil, inandığımız bir
durumu umdurur bize; her şey, vücudun dirilişine
varıncaya kadar her şey bizi tinsel düşünülere
götürür.
Konu XX
Aynı konunun devamı
Eski İranlıların kutsal kitaplarında şunlar
yazılıydı: Veliler arasına girmek istiyorsanız
çocuklarınıza bilgi verin; onların iyi davranışlarının
tümü sizin hesabınıza geçirilecektir de ondan; aynı
kitaplar kişiye erken evlenmeyi salık veriyorlardı;
çünkü, diyorlardı, ahiret günü çocuklar köprü
ödevini görecekler; çocuğu olmayanlar bu köprüden
geçemeyecekler. Bütün bunlar uydurma şeylerdi
ama topluma son derece yararı dokunuyordu.
Konu XXI
Ruh göçü üzerine
Ruhun ölümsüzlüğüyle ilgili dogma üçe ayrılır;
birincisi arı ölümsüzlük; ikincisi sadece yer
değiştirme; üçüncüsü de ruh göçü; yani
Hristiyanların sistemi bir, İskitlerin sistemi iki,
Hintlilerin sistemi üç. İlk ikisinden söz etmiş
bulunuyorum; üçüncüsü ise kimi zaman iyi, kimi
zaman kötü yönetildiğinden Hindistan’da iyi ve
kötü sonuçları olmuştur. İnsanlarda, kan dökmeye
karşı bir nefret uyandırdığından Hindistan’da çok
az öldürme olayı olur; pek az ölüm cezası
verilmesine rağmen orada herkes huzur içinde yaşar.
Öte yandan kadınlar, kocaları öldüğü zaman
kendilerini ateşe atıp yakarlar. Yalnız suçsuz kişiler,
şiddetli bir ölümün acılarına dayanabilirler orada.
Konu XXII
Dinin, önemsiz şeylere karşı kişide nefret
uyandırmasının
çok tehlikeli bir şey olduğuna dair
Hindistan’da dinden gelen önyargıların
doğurduğu bir üstünlük duygusu, çeşitli kastların
birbirlerinden nefret etmelerine sebep olur. Bu
üstünlük duygusu doğrudan doğruya dine dayanır;
aileler arasındaki bu ayrılıklar medeni ayrılıkları
meydana getirmez. Bakarsınız lan Hintli,
hükümdarıyla yemek yemeyi onursuzluk sayar.
Bu çeşit bir ayrılık, kişinin öteki insanlardan
duyduğu iğrenmeye bağlıdır; sınıf ve rütbe farkının
meydana getireceği duygulardan bambaşka bir
şeydir; hem bizdeki bu sınıf ve rütbe farkında
alttakilere karşı duyulan bir sevgi bağı da vardır.
Din kanunları kişide, yalnız, günah ve suç
işleyenlere karşı bir nefret uyandırmalı; kişiyi, genel
olarak, insanları sevmekten ve onlara acımaktan
uzaklaştırmamalı.
İslam dinini, Hint dinini kabul etmiş birçok
insan vardır. Hintlilerin, inek eti yiyen
Müslümanlardan, Müslümanların da, domuz eti
yiyen Hintlilerden nefret ettiklerini görürüz.
Konu XXIII
Bayramlar ve yortular üzerine
Bir din insanlara işi tatil etmeyi buyurduğu
zaman, kutladığı varlığın büyüklüğünden çok
insanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmalı.
Atina’da bayram gününün çokluğu hayatı
âdeta durdururdu. Dünyayı egemenliği altında
bulunduran, öteki Yunan şehirlerinin bütün
anlaşmazlıklarına hakemlik eden bu şehir halkının,
iş görmek için yetecek kadar zamanı yoktu.
Constantin pazar günleri çalışmayı yasak ettiği
zaman bu yasağı yalnız şehir halkı için uyguladı,
köy halkı için değil. Şehirlerde görülen işlerin
yararlı, köylerde görülen işlerin ise zorunlu
olduğunu biliyordu da ondan.
Ticaretle yaşayan ülkelerde de aynı
nedenlerden ötürü yortu sayısı bu ticaretin
önemiyle orantılı olmalı. Protestan ülkelerle Katolik
ülkelerin bulundukları yerler öylesine bölünmüş ki,
birincilerde çalışmak ihtiyacı, ikincilerden daha
çoktur. Şu halde yortu günlerinin sayısını azaltmak
Katolik ülkelerden daha çok Protestan ülkelere
uygun düşer.
Dampierre, insan topluluklarının eğlence
tarzlarının iklimlere göre değiştiğine dikkat etmiş.
Sıcak iklimlerdeki ağaçlar çok lezzetli yemişler
verdiğinden, zorunlu olan şeyi çabucak ve bol sayıda
elde eden barbarlar eğlence için daha çok vakit
bulurlar; soğuk ülkelerdeki yerliler[324] ise pek öyle
boş vakit bulamazlar; karada ve denizde durmadan
avlanmaları gerek. Bunlarda daha az dans, daha az
müzik, daha az eğlence vardır; bu ülkelerde
yayılacak olan din de, yortuların sayısını tespit
ederken buna çok dikkat etmek zorundadır.
Konu XXIV
Dinde yöresel kanunlar üzerine
Çeşitli dinlerde birçok yöresel kanunlar vardır.
Montésuma[325], İspanyolların dininin İspanya’da,
Meksikalıların dininin de Meksika’da daha uygun
olacağını söylemekte direndiği zaman anlamsız bir
şey söylemiyordu demek. Gerçekten de öyle, kanun
koyucular, dogmanın kendilerinden önce ülkelere
yerleştirdiği şeylere saygı göstermekten kendilerini
kurtaramadılar.
Ruh göçü kanısı Hint iklimi için uydurulmuş
bir şeydi. Aşırı bir sıcak, bütün ülkeyi kasıp kavurur;
çok az hayvan yetişir orada; köylü tarım için
hayvan bulamayacağından korkar; kocabaş hayvan
sayısı da kolay kolay artmaz; çeşitli hastalığa
tutulur bu hayvanlar. Şu halde onları korumak için
çıkartılacak yöresel bir din kanunu ülkenin
uygarlığına çok yararlı olur.
Çayırlar böylece yanıp kavrulurken,
kullanılacak suyun çokluğundan ötürü pirinçle
sebze bol bol yetişir bu ülkede. Şu halde, yalnız sebze
ile pirinç yemeye izin veren bir din kanunu, bu
iklimlerde insanlara çok yararlı olur.
Hayvan eti lezzetsizdir orada; hayvandan
alınan sütle yağ ise halkın yiyeceğinin önemli bir
bölümünü teşkil eder. Şu halde ineğin
öldürülmesini ve etinin yenmesini yasak eden
kanun Hindistan’da pek öyle anlamsız bir kanun
sayılamaz.
Atina devletinde çeşitli insan toplulukları
yaşardı; ülkenin toprağı ise verimsizdi. Tanrılar için
öküz kurban etmektense, onlara ufak tefek şeyler
ikram etmenin daha iyi olacağı, dinsel bir özdeyişin
sonucudur.
Konu XXV
Bir dinin bir ülkeden öbürüne götürülmesindeki
sakıncalar üzerine
Bundan da anlaşılıyor ki bir dini bir ülkeden
öbürüne götürmekte birçok sakınca vardır[326].
“Domuz” diyor M. de Boulainvilliers[327],
“Arabistan’da çok az olacak; çünkü bu ülkede
hemen hiç orman olmadığı gibi bu hayvanın
yiyebileceği bir şey de yoktur. Hem zaten suların ve
besinlerin tuzluluğu, halkı, deri hastalıklarına karşı
son derece hassas bir hale sokar.” Domuz etini yasak
eden bu yöresel kanuna, domuzun evrensel ve âdeta
zorunlu bir besin halini aldığı öteki ülkelerde iyi bir
kanun gözüyle bakılamaz.
Burada bir düşüncemi söylemekten kendimi
alamayacağım. Sanctorius, yediğimiz domuz etinin
terlememize engel olduğunu, hatta öteki besinlerden
aldığımız terleme imkânını bile azalttığını söylüyor.
Bu azalmanın üçte bir oranında olduğunu da ilave
ediyor; terleme az olursa deri hastalıklarının
meydana geldiğini ya da arttığını biz zaten
biliyoruz. Şu halde Filistin, Arabistan, Mısır, Libya
gibi, halkı deri hastalıklarına karşı hassas olan
ülkelerde domuz etinin yenmesini yasak etmeli.
Konu XXVI
Aynı konunun devamı
M. Chardin, İran’da gemi işletmeye elverişli
ırmak bulunmadığını, yalnız, imparatorluğun
sınırında akan Kur[328] ırmağının bu işe elverişli
olduğunu söylüyor. Şu halde Guébre’lerin ırmak
üstünde gemi işletmeyi yasak eden eski kanunları bu
ülkede hiç de sakıncalı bir kanun değildi ama başka
bir ülkede ticareti mahvedebilirdi.
Sıcak iklimlerde durmadan yıkanmak ya da
abdest almak âdeta bir alışkanlık halini almıştır.
Nitekim İslam dini ile Hintlilerin dini yıkanmayı
emreder. Hindistan’da Tanrı’ya akar suda dua
etmek çok makbul bir dua şeklidir. Peki ama bütün
bunları başka ülkelerde uygulamaya imkân var mı?
İklime göre düzenlenmiş bir din başka bir
ülkenin iklimine aşırı derecede aykırı geldi mi, söz
konusu dinin o iklime yerleşmesi imkânsız olur;
yerleşse bile çok geçmeden sınır dışı edilir. İnsanca
söylemek, gerekirse[329] Hristiyan dininin de, İslam
dininin de sınırlarını çizen doğrudan doğruya iklim
olmuştur.
Bundan da anlaşılıyor ki bir dinin dogmaları
özel, tapınma tarzı ise genel olmalı. Tapınma
tarzının uygulanmasında pek az ayrıntı bulunmalı;
örneğin, belli bir ne s körletme değil, birçok ne s
körletmeler olmalı. Hristiyanlık sağduyu dinidir:
Perhiz tanrısal bir şeydir ama özel bir perhiz
disiplinin gerektirdiği bir şeydir; değiştirilmesi
mümkündür.
YİRMİ BEŞİNCİ KİTAP
Çeşitli ülkelerde dinin yerleşmesiyle
ilgili kanunlar
üzerine
Bu dinin dış sıkı düzeni nasıl olmalı
Konu I
Dinden yana duygu üzerine
Dini bütün kişi de, dinsiz kişi de lafı hep dine
getirir; biri sevdiği şeyden, öteki de korktuğu şeyden
söz eder.
Konu II
Çeşitli dinlere bağlılık nedeni üzerine
Yeryüzündeki dinlerin hepsi, kendi
mensuplarına aynı bağlılık nedenleri vermezler.
İnsanların düşünüş ve duyuş tarzıyla bu nedenler
arasındaki uzlaşmaya bağlıdır bu iş.
Puta tapmaya son derecede eğilimli kişileriz
ama puta tapmayı buyuran dinlere pek öyle bağlı
değiliz; tinsel düşüncelere de pek öyle eğilimli değiliz
ama bize tinsel bir varlığa tapmayı salık veren
dinlere son derece bağlıyız. Bu, kısmen, kendi
kişiliğimizden duyduğumuz memnunluktan gelen
mutlu bir duygudur; bu memnunluğu ise bizler,
Tanrı’yı başkalarının küçümsediği bir dinden çekip
çıkarmış olduğumuz için duyarız. Puta tapmayı
kaba milletlerin dini olarak görürüz; tinsel bir
varlığa tapmayı emir buyuran dine ise aydın
milletlerin dini olarak bakarız.
Dogmayı meydana getiren tinsel ve üstün bir
varlık krine, tapma tarzına giden birtakım
duygulandırıcı kirler de ekleyebilirsek, bizde dine
karşı derin bir bağlılık uyanır. Yukarıda sözünü
ettiğimiz nedenler, duygulandırıcı şeylere karşı
bizde var olan doğal eğilime katılmış olur da ondan.
Nitekim bu çeşit tapma tarzı Protestanlardan fazla
olan Katolikler, dinlerine Protestanlardan daha
kuvvetli bir şekilde bağlı olurlar; dinlerinin
yayılmasına da onlardan fazla çalışırlar.
Ephesos’lular, din adamları meclisinin Meryem
Ana’ya Tanrı’nın anası denmesine izin verdiğini
öğrenince neşeden göklere uçtular; piskoposların
ellerini öptüler, dizlerine kapandılar; ortalık bir süre
sevinç naralarıyla doldu.
Tinsel bir din, Tanrı’nın insanları seçime tabi
tuttuğu, o dine mensup olanlarla olmayanlar
arasında bir ayrılık gözettiği krini bize verirse, biz o
dine daha bir başka bağlanırız. Müslümanlar, bir
yanlarında, kendilerinde Tanrının birliğini
savunmakla görevli oldukları krini uyandıran
putperestler, öte yanlarında Tanrı’nın sevgili kulları
olduğu sanısını verecek Hristiyanlar olmasaydı bu
derece dini bütün kişiler olmazlardı.
Yerine getirilmesi gerekli birçok buyrukları olan
bir din, kişiyi, daha az buyrukları olan bir dinden
daha çok bağlar kendisine. İnsanoğlu, devamlı
olarak meşgul olduğu şeylere daha bir başka
bağlanır; örneğin, Müslümanlarla Yahudilerin
dinlerine olan bağlılığı bir yanda, salt avcılıkla ve
savaşla uğraştıkları için dinin buyruklarını yerine
getiremeyen barbar ve vahşi insan topluluklarının
din değiştirmekte gösterdikleri kolaylık öte yanda.
İnsanlar ümit etmeye ve korkmaya son derece
eğilimli yaratıklardır; bundan ötürü de,
cehennemsiz, cennetsiz bir din pek öyle hoşlarına
gitmez. Yabancı dinlerin Japonya’ya kolaylıkla
yerleşmesi, Japonların da bu dinleri sevgiyle,
muhabbetle benimsemesi bu söylediğimizi iyice
ispatlar[330].
Bir dinin insanları kendine bağlayabilmesi için
arık bir ahlakı olması gerek. Ayrı ayrı birer ahlaksız
yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman
namuslu kişiler olurlar; ahlakı severler; işlediğim
konu çok ciddi bir konu olmasaydı, bunun böyle
olduğu tiyatroda çok açık bir şekilde görünür
derdim. Ahlakın kabullendiği duygularla halkın
hoşuna gideceğimizden, tersine, ahlakın reddettiği
duygularla da halkın nefretini kazanacağımızdan
emin olabiliriz.
Dinin dış görünüşünün gösterişli olması
hoşumuza gider ve bizi dine daha çok bağlar.
Tapınaklarla papaz sınıfının zenginliği bizi fazlasıyla
etkiler. Böylece, insan topluluklarının yoksulluğu,
onları dine bağlayan bir sebep, sefaletlerini
hazırlayanların zenginliğini meydana getiren bir
sebep halini alır.
Konu III
Tapınaklar üzerine
Hemen hemen bütün uygar milletler evlerde
otururlar. Tapacakları, korktukları ya da umuda
kapıldıkları zaman gidip başvuracakları Tanrı’ya bir
ev inşa etmek fikri herhalde buradan gelmiş olacak.
Gerçekten de, insanlar için hiçbir şey, Tanrı’yı
kendilerine daha yakın bulacakları, içinde
zaa arıyla sefaletlerini hep bir ağızdan dile
getirecekleri bir yer kadar teselli edici olamaz.
Ama bu derece doğal olan bu kir ancak,
toprağı işleyen insanlara gelir; bizzat evi olmayan
insanların tapınak inşa ettiklerini hiçbir yerde
göremezsiniz.
Cengiz Han’ın camileri bunca küçümsemesi
bundandır işte [331]. Bu hükümdar Müslümanları
sorguya çekmiş; bütün dogmalarını kabul etmiş,
yalnız Hac için Mekke’ye gitmek zorunluluğunu bir
türlü benimseyememiş; Tanrı’ya her yerde dua
edilemeyeceği krini kafası almamış. Tatarlar evde
oturmazlar, tapınak nedir bilmezlerdi de ondan.
Tapınakları olmayan milletler, dinlerine de pek
öyle bağlı olmazlar. Bunun içindir ki Tatarlar
öteden beri hoş görür bir millet olarak
tanınmışlardır[332]; bunun içindir ki Roma
imparatorluğunu istila eden barbarlar Hristiyanlığı
kabul etmekte bir an olsun tereddüt etmemişlerdir;
bunun içindir ki Amerika yerlileri dinlerine bu
derece az bağlıdırlar; yine bunun içindir ki,
misyonerlerimiz onlara, Paraguay’da tapınaklar
inşa ettirdiklerinden beri bizim dinimize bu derece
bağlanmışlardır.
Tanrı zavallıların sığınağıdır; suçlulardan daha
zavallı kişi de yoktur; şu halde, diye düşünmüş
insanlar, tapınaklar suçluların sığınağıdır; bundan
daha doğal bir şey de olamaz; hele Yunanlılara daha
doğal görünmüş bu düşünce. Çünkü onlarda,
şehirden ve insan topluluklarından kovulan
katillerin tapınaklardan gayri barınacak bir yerleri
yokmuş.
Önceleri bu, yalnız, istemeyerek insan
öldürenler için uygulanmış ama sonradan gerçek
katillere uygulanınca, Yunanlılar çok büyük bir
çelişkiye düştüklerini anlamışlar. Çünkü, demişler,
insanlara saldıran kişi, tanrılara haydi haydi
saldırmış sayılır.
Bu çeşit sığınakların sayısı Yunanistan’da
arttıkça arttı. Tapınaklar,” diyor Tacitus, “borcunu
ödeyemeyen insanlar ve hain kölelerle doldu;
hâkimler disiplini sağlamakta güçlük çekiyorlardı;
halk, tanrılar için yapılan törenleri nasıl korursa,
insanların suçlarını da öyle koruyordu; senato,
suçların büyük bir kısmını bağışlamak zorunda
kaldı.”
Musa kanunları çok makul kanunlardı.
İstemeyerek insan öldürmek suç sayılmazdı bu
kanuna göre; yalnız kanun isterdi ki katil,
öldürdüğü insanın akrabalarına görünmesin,
onlardan uzak bir yerde yaşasın. Bunun için de
Yahudiler, katillere özgü bir sığınak yaptılar. Asıl
katiller sığınağa layık kişiler değillerdi; bu gibiler için
sığınak yapılmadı. Yahudilerin durmadan yer
değiştiren, portatif bir tapınakları vardı; bundan
ötürü sığınak diye bir şey düşünemediler. Doğru, bir
tapınakları olması gerekirdi ama dört bir yandan
gelecek suçlular dinsel töreni bozabilirlerdi. Katiller,
Yunanistan’da olduğu gibi ülkeden çıkarılsalardı,
gidip yabancı tanrılara tapmak gibi bir tehlikeyle
karşı karşıya bırakılmış olurlardı. Bütün bu
düşünceler sığınak şehirler kurulmasına, dinsel
başkanın ölümüne kadar milletin oturacağı sığınak
şehirler kurulmasına neden oldu.
Konu IV
Dinin temsilcileri üzerine
Porphyre’in söylediğine bakılırsa ilk insanlar
tanrılara yalnız ot sunarlarmış. Böyle özentisiz bir
tören için herkes ailesine başkanlık edebilirdi.
Tanrıların hoşuna gitmek gibi doğal bir istek
tören sayısının artmasına sebep oldu. Tarımla
uğraşan insanlar da, törenlerin tümüne katılmak,
bütün ayrıntılarını yerine getirmek imkânını
bulamadılar.
Tanrılara özel yerler ayrıldı; her vatandaş kendi
evinin temizliğine ve işlerine nasıl bakarsa tanrılara
ayrılan bu yerlerin de temizliğine ve işlerine bakacak
temsilcilerin atanması gerekti. Nitekim dinsel
temsilcileri olmayan insan topluluklarının
çoğunlukla barbar olduklarını görürüz. Eskiden
Pédalien’ler böyleydi, bugün de Wolgusky’ler
böyledir.
Tanrıların hizmetine ayrılan kişilere saygı
göstermek gerekti; hele, kutsal yerlere
yaklaşanlardan vücut temizliği isteyen, vücut
temizliğini dinsel törenlerin bir parçası sayan
milletlerde bu saygı daha da ileri gitti.
Tanrılara tapma işi devamlı olarak zaman
istediğinden, insan topluluklarının çoğu papaz
sınıfını ayrı bir kurul haline sokmak eğilimini
gösterdi. Böylece Mısırlılarda, Yahudilerde ve
İranlılarda bazı aileleri tanrılara hizmet etmekle
görevlendirdiler. Bazı dinlerde, din adamlarını
yalnız günlük işlerinden uzaklaştırmakla
kalmadılar, onları aile yükünden de kurtardılar;
Hristiyan dininin başlıca dalında gördüğümüz
özelliklerden biri de budur işte.
Dinin, din adamları için buyurduğu bekârlığın
sonuçlarından burada söz edecek değilim. Yalnız
din adamlarının oluşturduğu kurullar aşırı derecede
genişler, laik kurulların çevresi de daralırsa, bu
usulün zararlı olabileceğini söylemekle yetineceğim.
İnsan anlığının yapısı bakımından olacak,
ahlak konusunda ağırbaşlı olan şeyleri nasıl
seversek, din bakımından da bir çabayı gerektiren
şeyleri öyle severiz. Bekârlık, kendilerine daha az
uygun düşen milletlerin, hatta kendileri için zararlı
gibi görünen milletlerin daha çok hoşuna gitti.
Avrupa’nın güney ülkelerinde bekârlık, dayanılması
daha güç bir durum olmasına rağmen kabul edildi.
İnsan tutkularının daha yumuşak olduğu kuzey
ülkelerinde ise bu durum şiddetle reddedildi.
Dahası var: Nüfusu az olan ülkelerde kabul edildiği
halde, nüfusu çok olan ülkelerde reddedildi.
Görülüyor ki benim bütün bu söylediklerim,
doğrudan doğruya bekârlıkla değil, bekârlığın aşırı
derecede yayılması durumuyla ilgili.
Konu V
Kanunların papaz sınıfının servetine koyacağı
sınırlar üzerine
Özel aileler ortadan kalkabilirler. Bundan
ötürü de mal ve mülkün bu çeşit ailelerde devamlı
vârisi yoktur. Oysa papaz sınıfı ortadan kalkması
imkânsız bir ailedir. Şu halde mal ve mülk devamlı
olarak bağlı kaldığı için böyle bir aileden dışarı
çıkamaz.
Özel aileler artabilir. Şu halde bunların malları
mülkleri de artmalı. Papaz sınıfı hiçbir zaman
artmayacak olan bir ailedir. Şu halde malı mülkü
sınırlı olmalı.
Lévitique’in, papaz sınıfının malı mülkü
üzerindeki hükümlerini, yalnız bu mal ve mülkün
sınırları üzerindeki hükümler dışında, hepsini kabul
ettik. Gerçekten de öyle, şimdiye kadar olduğu gibi,
bundan böyle de bir din kurulunun ne dereceye
kadar mal ve mülk sahibi olması gerektiğini tayin
edemeyeceğiz.
Papaz sınıfının edindiği sınırsız mal ve mülk,
halk sınıfına öylesine aşırı geliyor ki, bu konuda
papazları savunmak isteyenlere budala gözüyle
bakıyorlar.
Medeni kanunlar kimi zaman, öteden beri var
olan kötüye kullanmaları gidermek için güçlükle
karşılaşır; çünkü bu kötüye kullanmalar, medeni
kanunun saygı göstermek zorunda olduğu şeylere
bağlıdır. Böyle bir durumda, dolaylı bir hüküm, o
şeye doğrudan doğruya darbe indiren bir hükümden
daha iyi gösterir kanun koyucunun iyi niyetini.
Papaz sınıfının mal mülk edinmesini yasak edecek
yerde, bu konuda gösterdiği çabadan onu
iğrendirmek gerek; hakka dokunmamalı, olguyu yok
etmeli.
Avrupa’nın bazı ülkelerinde, senyörlerin
haklarına karşı gösterilen saygı, kamu çıkarına
hizmet eden bazı kurumların gayrimenkullerini
satın alanların senyörlere tazminat ödemelerini
öngörmüştür. Hükümdarın çıkarı da aynı durum
karşısında bir amortisman hakkı istemesine sebep
olmuştur. Böyle bir hakkın mevcut olmadığı
Kastilya’da papaz sınıfı bütün ülkeyi âdeta istila
etmiş durumdadır; az da olsa, amortisman
hakkının mevcut olduğu Aragon’da papaz sınıfının
daha az malı mülkü vardır; tazminat hakkıyla,
amortisman hakkının iyice yerleştiği Fransa’da ise
papaz sınıfının daha da az malı mülkü vardır. Bu
devletin gelişmesi, bu iki hakkın varlığından ileri
gelmiştir diyebiliriz. Eğer mümkünse bu hakları
artırın; kamu çıkarına hizmet eden bazı kurumların
elden çıkarılmayan mülklerini de özel kişilere satın.
Papaz sınıfının ihtiyacını karşılayan eski
mülklerini isterseniz kutsallaştırın; bu mülkleri
tecavüze uğrayamaz ilan edin; dünyanın sonuna
kadar bu mallarla bu mülkler onun olsun ama yeni
yeni aktarma mülkleri de elinden çıkarsın.
Kural, kötüye kullanma şeklini alırsa bırakın
tecavüze uğrasın ama kötüye kullanma kuralın
içindeyse, ona göz yummaktan geri kalmayın.
Papaz sınıfıyla halk arasındaki bir
anlaşmazlıktan ötürü hükümete gönderilen bir
muhtırayı Roma’da hatırlamayan yoktur. Bu
muhtıraya şöyle bir özdeyiş koymuşlardı: “Ahdi
Atik bu konuda ne derse desin, papaz sınıfı devletin
masra arına iştirak etmeli!” O zaman Roma’da
oturanlar, muhtırayı veren kişinin, aşırı vergi almak
için dökülen dili, dinin kutsal dilinden daha iyi
anladığı kanısına vardılar.
Konu VI
Manastırlar üzerine
Az çok sağduyusu olan kişi anlar ki dünya var
oldukça duracak olan bu topluluklar ne mallarını
mülklerini, ömür boyunca kaydıyla satmalı, ne de
bu şekilde ödünç para almalı ama hısım akrabası
olmayanlarla, hısım akrabası olmasını
istemeyenlerin vârisi halini almalarını istersek o
zaman iş değişir. Bu adamlar halkla kumar
oynuyorlar ama bankayı da ona karşı ellerinde
tutuyorlar.
Konu VII
Boş inan bolluğu üzerine
“Tanrıların varlığını inkâr edenler, bir; bu
gerçeği inkâr etmedikleri halde tanrıların dünya
işlerine karışmadıklarını ileri sürenler, iki; birtakım
tutkularla tanrıları yatıştırabileceğini sananlar, üç;
tanrılara karşı gelmiş olurlar. Üç tehlikeli kapıdır
bunlar” der E atun. Burada E atun’un söylediği
şey, şimdiye dek din konusunda edilmiş sözlerin en
akıllısı, en doğrusudur.
Dinin dış görünüşündeki şaşaa devletin
yapısıyla son derece ilgilidir. İyi devletler de, yalnız
boş isteklerin bolluğunu bastırmakla yetinmediler,
boş inanların bolluğunu da gidermeye çalıştılar.
Dinde tasarruf için kanunlar bile çıkardılar. Solon
kanunlarının çoğu, cenaze törenleri üzerine
E atun’un ortaya atıp Cicero’nun benimsediği
kanunların çoğu, bu çeşit kanunlar arasına girer;
Numa’nın sunkular üzerindeki kanunlarından
birkaçı için de yine aynı şeyi söyleyebiliriz.
“Kuşlar, bir günde meydana getirilmiş tablolar”
der Cicero, “Tanrılara sunulacak en güzel şeylerdir.”
Bir Ispartalı da: “Sıradan şeyler sunarız tanrılara”
diyor, “Salt her gün tanrıları kutlayabilelim
diye[333].”
İnsanların Tanrı’ya tapmak amacıyla
gösterdikleri gayretle, bu tapma şeklinin şaşaası
birbirinden çok farklı şeylerdir. Küçümsememizi
istediği şeylere ne kadar önem verdiğimizi göstermek
istemiyorsak, tutup hazinelerimizi sunmayalım
ona.
E atun der ki: “Kötü bir insan iyiliksever bir
insana hediye vermeye kalktı mı, iyiliksever insanın
yüzü kızarır; buna göre, saygısız bir insanın
sunkularını tanrıların nasıl karşılayacaklarını varın
siz düşünün.”
Sunkuları bahane ederek din, devletin geçim
için bıraktığı şeyleri milletin elinden almamalı;
E atun’un dediği gibi de, saf, temiz, dini bütün
insanlar kendilerine benzeyen şeyleri sunmalı
tanrılara.
Din, cenaze töreni için de aşırı masrafı teşvik
etmemeli. Bütün servetleri eşit kılan bir olayda ve
anda, servetin insanlar arasına koyduğu farkları
ortadan kaldırmak kadar doğal ne olabilir?
Konu VIII
Din işleri başkanlığı üzerine
Bir dinde birçok temsilci oldu mu, bunların bir
başkanı olması, bir başkanlık makamının kurulması
doğal bir şeydir. Dinin devletten ayrılması son
derece zorunlu olan, bütün kuvvetlerin aynı kişide
toplanmasında zarar görülen saltanat
yönetimlerinde, din işleri başkanlığının da devletten
ayrılması gerekir. İstibdat yönetimlerinde aynı
zorunluluk yoktur; çünkü bu yönetimin yapısı zaten
bütün kuvvetlerin aynı kişide toplanmasını
gerektirir. Ama o zaman da hükümdar, dini, kendi
kanunlarıymış, kendi iradesinin sonuçlarıymış gibi
görür. Bu sakıncayı gidermek için de dinin anıtları
olması lazım; örneğin, dini tespit eden ve yerleştiren
kitaplar gibi. İran hükümdarı aynı zamanda din
işleri başkanıdır ama dini düzenleyen Kuran vardır
ortada; Çin imparatoru da din işleri başkanıdır ama
halkın elinde bizzat hükümdarın da uymak
zorunda olduğu kitaplar vardır. Bir imparator bu
kitapları yok etmek istedi ama boşuna; kitaplar
imparatorun zulmünü alt ettiler.
Konu IX
Din konusunda hoşgörürlük üzerine
Burada biz bir tanrıbilimci olarak değil, bir
politikacı olarak konuşuyoruz; hem zaten
tanrıbilimciler için, bir dini hoş görmekle kabul
etmek arasında çok büyük bir fark vardır.
Bir devletin kanunları, birçok dinin varlığına
izin vermeyi uygun gördüğü zaman, bu dinleri,
birbirlerini hoş görmeye de mecbur etmeli. Bir ilke
halini almıştır: Baskı altında tutulan din, sırası
gelince baskı kullanmaya başlar; çünkü tesadüf bu
ya baskıdan kurtulur kurtulmaz, kendisine baskı
yapan dine saldırır; bunu yaparken de bir dine değil,
zorba bir yönetime saldırıyormuş gibi hareket eder.
Şu halde kanunların, bu çeşitli dinleri, yalnız
devletin huzurunu kaçırmamaya değil, birbirlerinin
huzurlarını kaçırmamaya da zorlaması faydalı olur.
Bir yurttaş yalnız devletin varlığına tecavüz
etmemekle kanunlara saygı göstermiş olmaz, aynı
zamanda herhangi bir yurttaşa da tecavüz etmemesi
gerek.
Konu X
Aynı konunun devamı
Yalnız hoş görmek nedir bilmeyen dinler, başka
yerlere yayılmak için çaba sarf ederler; öyle ya başka
dinleri hoş gören bir din şuraya buraya yayılmayı
aklının kenarından bile geçirmez. Eğer devlet,
ülkede mevcut olan dinden memnunsa başka bir
dinin ülkesine girmesine izin vermemeli; bu hareket
tarzı da kanımızca, medeni kanunun güzel bir
bölümünü teşkil eder[334].
Şu halde din konusunda politik kanunların
temel ilkesi şöyle olmalı: Bir devlet yeni bir dini
kendi içine kabul edip etmemekte özgür ise, kabul
etmemeli; kabul ettiği takdirde de hoş görmeli.
Konu XI
Din değiştirme üzerine
Ülkesindeki asıl dini yok etmek ya da
değiştirmek isteyen bir hükümdar birçok tehlikeyle
karşı karşıya kalır. Yönetimi zorba ise başka
herhangi key bir yönetimden daha çok ihtilalle
karşılaşması ihtimali vardır; çünkü bu çeşit
devletlerde ihtilal hiçbir zaman yeni bir şey
sayılmaz. İhtilal salt, bir devletin dinini, ahlakını ve
yaşayış tarzını bir anda değiştirmemesinden doğar;
hükümdarın buyruğu çıkar çıkmaz millet dinini
değiştirebilseydi hiçbir kargaşalık olmazdı o
devlette.
Bundan başka, eski din, devletin yapısıyla
ilgilidir; yeni dinin ise böyle bir ilgisi yoktur; eski din
iklime uyar, yenisi ise uymak istemez. Dahası var:
Yurttaşlar kendi kanunlarından iğrenirler; mevcut
hükümet şeklini küçümserler; iki din arasındaki
bocalamalarının yerini tam ve kesin bir inanç alır;
sözün kısası devlette yaşayanlar bir süre için hem
kötü yurttaş hem de kötü dindaş olurlar.
Konu XII
Ceza kanunları üzerine
Din konusunda ceza kanunlarından kaçınmak
gerek. İnsanlara korku telkin eder bu kanunlar ama
dinin de korku telkin eden ceza kanunları
olduğundan, biri ötekini yok etmek zorunda kalır.
Bu iki ayrı korku arasında insan ruhu canavarlaşır.
Dinin öyle büyük tehditleri, öyle büyük vaatleri
vardır ki, bunlar gözlerimizin önünde canlandı mı,
hâkim dini bırakmamız için istediği kadar uğraşsın,
din elimizden alındığı zaman hiçbir şeyimiz
kalmamış, din bize bırakıldığı zaman da hiçbir
şeyimiz alınmamış gibi gelir bize.
Demek oluyor ki, insanı dinden uzaklaştırmak
için, ruhu bu büyük konuyla doldurmak, tam
önemli bir hal alacağı sırada ona yaklaşmak yeterli
olmaz. Bir dine kayralarla, hayatın rahat
tara arıyla, iyi bir gelecek umuduyla sarılmak daha
emin bir yoldur; hatırlananla değil, unutulanla bu
işe girişmeli; insanı küçümseyenle değil,
ılımlaştıranla atılmalı bu işe; hele dinin ilham ettiği
tutkular sustuğu, başka tutkuların ruhlarımızı
etkilediği sırada böyle davranmaktan geri
kalmayalım. Genel kural: Din değiştirme
konusunda, davet etmek, işkence etmekten daha
kuvvetlidir.
İnsan ruhunun özelliği uygulanan cezalar
düzeninde belirmiştir. Japonya’da verilen cezaları
hatırlayın; orada insanlar, uzun süren cezalardan
çok ağır işkencelere karşı başkaldırdılar. Çünkü
uzun süren cezalar korku vermekten çok bıktırırlar;
daha kolay göründükleri için dayanılması daha
güçtür onlara.
Sözün kısası, tarih bize gösterir ki, ceza
kanunlarının sadece yıkıcı etkileri olmuştur.
Konu XIII
İspanyol ve Portekiz engizitörlerine gayet saygılı
bir uyarma
Lizbon’da son defa suçluları diri diri yakmak
amacıyla hazırlanan ateşte, on sekiz yaşında bir
Yahudi kızının yakılması o küçük kitabın çıkmasına
sebep oldu. Öyle sanıyorum ki, bu da bugüne dek
yazılmış yazıların en yararlısı olacak. Bunca açık
şeyleri ispatlamak söz konusu oldu mu, kişi,
karşısındakini inandıramayacağından emin olmalı.
Yazar, Yahudi olmakla beraber Hristiyan
dinine saygı beslediğini, Hristiyan olmayan
hükümdarların bu dinden olanların canlarını
yakmalarına engel olacak kadar Hristiyanlığı
sevdiğini söylemekle işe başlıyor ve engizitörlere
şöyle diyor:
“Japon imparatorunun kendi ülkesindeki
Hristiyanları diri diri yaktığını ileri sürüp
durmadan yakınıyorsunuz; o da size diyor ki: Bizim
inandıklarımıza inanmayan sizlere biz, sizin,
inandıklarınıza inanmayanlara ettiğiniz muameleyi
ediyoruz: Siz, yakınsanız yakınsanız, kuvvetsiz
oluşunuzdan yakınabilirsiniz; çünkü kuvvetli
olsaydınız bizim kökümüze kibrit suyu ekerdiniz;
oysa biz sizin kökünüze kibrit suyu ekiyoruz.
Ama siz, ne yalan söyleyeyim, sözü geçen o
Japon imparatorundan daha zalimsiniz. Çünkü siz
bizleri, yani sizin inandıklarınızdan başka bir şeye
inanmayan bizleri, salt inandıklarınızın hepsine
inanmadığımız için öldürtüyorsunuz. Biz, önceleri
Tanrı dini olduğunu sizin de kabul ettiğiniz bir
dinin ümmetiyiz. Bu dinin hâlâ Tanrı dini
olduğuna inanıyoruz, siz ise buna inanmıyorsunuz;
böyle bir yargıda bulunduğunuz için de,
bağışlanması son derece kolay olan bir hataya
düşenleri, Tanrı’nın daha önce sevdiği şeyi sevmekte
devam ettiğini sananları kılıçtan geçiriyor, ateşte
yakıyorsunuz.
Bize karşı zalimsiniz ama çocuklarınıza karşı
daha da zalimsiniz; öyle ya, salt, kendilerine,
kanunlara nasıl saygı gösterilmesi gerektiğini
öğretenlerin öğütlerine uydukları için oncağızları
yaktırıyorsunuz.
Müslümanların yeryüzüne yayılmak için
başvurdukları imkânlardan da yoksunsunuz.
Dindaşlarının sayesiyle övünecekleri zaman, onlara
hemen, kuvvet kullandıklarını, dinlerini kılıçla
yaydıklarını söylüyorsunuz: Peki ama siz ne için
kendi dininizi ateşle yaymak istiyorsunuz?...
Bizi dininize çağırdığınız zaman, hemen
gözlerinizin önüne, başlangıç olarak kabullendiğiniz
bir kaynağı seriyoruz. Dininizin yeni ama tanrısal
olduğunu söylüyorsunuz; bunu da, payenlerin
işkencesiyle ve din uğrunda can verenlerin
kanlarıyla yayıldığını söyleyerek ispatlamaya
kalkıyorsunuz. Ama bugün tutmuş Dioclétien’lerin
rolünü kendiniz oynuyorsunuz; bize de sizin o
çağdaki rolünüzü oynatıyorsunuz.
Sizin de bizim de birlikte hizmetinde
bulunduğumuz Tanrı adına değil de, size örnek
olmak için insan kılığına girdiğini söylediğiniz İsa
adına yalvarıyoruz size; o, yeryüzünde olsaydı bize
karşı nasıl davranacak idiyse, siz de öyle davranın
bize karşı ne olur! Bizim Hristiyan olmamızı
istiyorsunuz; iyi ama siz kendiniz Hristiyan olmak
istemiyorsunuz ki...
Hristiyan olmak elinizden gelmiyorsa, insan
olmaya çalışın bari. Bize, sizi yöneten bir din,
aydınlatan bir ışık yokmuş da yalnız doğanın
tuttuğu o hafif ışık varmış gibi muamele edin.
Eğer Tanrı sizi, gerçeği gösterecek kadar
seviyorsa, size büyük bir lütua bulunmuş demektir
ama baba mirasına konan çocukların aynı mirasa
konmayan çocukları küçümsemeleri doğru olur mu?
Eğer gerçeği elinizde tutuyorsanız, bir yandan
açıklamak istiyormuş gibi yapıp öte yandan onu
bizden gizlemeyin. Gerçeğin özelliği, kalplerle ruhlar
üzerinde elde ettiği utkudur; yoksa sizin yaptığınız
gibi, işkence ile kabul ettirmek isterken ona
vurduğunuz yetersizlik damgası değil.
Akıllı uslu kişilerseniz eğer, sizi aldatmak
istemediğimiz için bizi öldürtmezsiniz. Eğer İsa’nız
gerçekten Tanrı’nın oğlu ise, umarız ki, gizlerine
saygı göstermek istediğimiz için bizi mükafatlandırır
ve yine öyle sanıyoruz ki, sizin de, bizim de
hizmetinde bulunduğumuz Tanrı, vaktiyle bize
verdiği bir din, bugün de vermekte devam ettiğine
inandığımız bir din uğrunda ölüme katlandığımız
için bizi cezalandırmaz.
Doğal aydınlığın her zamankinden daha
kuvvetli olduğu, felsefenin bütün kafaları
aydınlattığı, İncil’inizin salık verdiği ahlakın daha
iyi tanındığı, insanların birbirleri üzerindeki
haklarla, bir vicdanın öteki vicdanlar üzerindeki
etkisi daha iyi tespit edildiği bir yüzyılda
yaşıyorsunuz. Dikkat etmediğiniz takdirde tutku
halini alacak olan eski önyargılarınızdan
vazgeçmezseniz eğer, kabul edin ki, sizler
aydınlatılması, yola getirilmesi imkânsız
kişilersiniz; kendini yönetmek yetkisini sizin gibi
insanlara veren bir millet de dünyanın en bahtsız
milletidir.
Ne düşündüğümüzü açıkça söylememize izin
verir misiniz? Bizi dininizin değil, kendi şahsınızın
düşmanı olarak görüyorsunuz; çünkü sizler, eğer
dininizi sevseydiniz, onun böyle kaba bir bilgisizlik
içerisinde bozulmasına izin vermezdiniz.
Size bir şeyi daha açıkça bildirmek zorundayız:
Gelecekte herhangi bir insan kalkar da içinde
yaşadığımız yüzyılda Avrupalıların son derece uygar
olduğunu söylemek cesaretini gösterirse, ona bunun
yalan olduğunu söyleyecekler; ispatlamak için de
sizi örnek göstereceklerdir; hakkınızda edinilmiş
olan kanı öylesine kötü olacak ki, bu kanı, içinde
yaşadığınız yüzyılı kötüleyeceği gibi,
çağdaşlarınızdan da nefret edilmesine sebep
olacak[335].”
Konu XIV
Neden Hristiyan dini Japonya’da bu derece
tiksinçtir
Japonların ruhundaki hayati varlıktan daha
önce söz etmiştim. Hâkimler, dinden vazgeçme söz
konusu olduğu zaman Hristiyan dininin telkin ettiği
kuvveti çok tehlikeli buldular. Bu vesile ile de
cüretin arttığı kanısına vardılar. Japon kanunları,
en ufak bir başkaldırmayı ağır bir şekilde
cezalandırır. Japonların Hristiyan dininden
vazgeçmelerini buyurdular. Bu buyruğa
uymayanları başkaldırmakla suçlandırdılar: Suçu
cezalandırdılar; başkaldırmaya devam edenlere ise
daha başka cezalar verdiler.
Japonya’da ceza, hükümdara edilen hakaretin
intikamı olarak görülür. Din uğrunda işkence gören
Hristiyanların sevinç türküleri hükümdara karşı bir
suikast olarak yorumlandı. Din uğrunda işkence
görenler sözü hâkimleri ürküttü; onlara göre bu
başkaldıranlar anlamına geliyordu; hâkimler,
işkence görenlerin başkaldırmalarına engel olmak
için ellerinden geleni yaptılar. Derken işler kızıştı;
mahkûm eden mahkemelerle sanıklar arasında
(medeni kanunlarla din kanunları ortasında kalan
sanıklar arasında) şiddetli bir savaş baş gösterdi.
Konu XV
Dinin yayılması üzerine
Müslümanlar hariç, bütün doğu milletlerine,
dinlerin tümü aslında birbirinden farksızmış gibi
gelir. Hükümette yapılan bir değişiklikten ne kadar
korkarlarsa, yeni bir dinin yerleşmesinden de o
kadar korkarlar. Japonya gibi çeşitli mezheplerin
bulunduğu, bir din adamının da uzun zaman
devlete başkanlık ettiği bir ülkede din üzerine
kesinlikle münakaşa edilmez. Siam’da da bu
böyledir. Kalmuk’lar daha ileri giderler ve çeşitli
dinlerin varlığına katlanmayı bir vicdan borcu
olarak kabul ederler. Kalikut’ta her çeşit din iyidir
diye, devletçe kabul edilmiş bir özdeyiş bile
vardır[336].
Ama bu o demek değildir ki, çok uzaklardan
getirilmiş bir din, iklime, kanunlara, ahlaka ve
yaşayış tarzına tümüyle aykırı bir din, kutsallığın
umdurduğu başarıyı muhakkak elde edecektir. Bu
söylediğimiz özellikle istibdatla yönetilen büyük
imparatorluklar için doğrudur. Hükümdarın kuvvet
ve kudretini bozmayan şeylere pek öyle önem
veremediklerinden, yabancıların davranışlarını
önceleri hoş görürler; olup bitenleri görmezlikten
gelirler. Bir Avrupalı verdiği bilgilerle pekâlâ hoşa
gidebilir. Başlangıçta çok iyi şeylerdir bunlar. Ama
şöyle bir başarı elde etmeye başlandı mı,
tartışmalar, kavgalar baş gösterdi mi, bundan da
ilgili makamlar haberdar edildi mi o zaman işler
değişir; bu devlet, yapısı bakımından huzuruna
düşkündür; en küçük bir kargaşalık yıkılmasına
sebep olabilir; bütün bunları göz önüne alan yüksek
makamlar derhal yeni dinle, bu dini yayanları sınır
dışı ederler; dini yayanlar arasında bile kavga baş
gösterir; insanlar da, dine önderlik eden kişilerin
kendi aralarında anlaşamadıklarını görünce onların
yaydıkları dinden nefret etmeye başlarlar[337].
YİRMİ ALTINCI KİTAP
Kanunların, tüzüğe bağladıkları
konuların
niteliğiyle olan ilgisi üzerine
Konu I
Bu kitaptaki genel fikir
İnsanlar, çeşitli kanunlarla yönetilirler; bunları
şöyle sıralamak mümkündür: Doğal hukuk; din
hukuku olan tanrısal hukuk; dinde disiplini
sağlayan kilise hukuku; her milletin yurttaşı olduğu
dünyanın medeni hukuku diyebileceğimiz devletler
hukuku; bütün toplumları kurmuş olan insan aklını
konu olarak ele alan genel politik hukuk; her
toplumun kendini ilgilendiren özel politik hukuku;
bir milletin başka bir millete uygulamak istediği,
uygulayabildiği ya da uygulamak zorunda kaldığı,
şiddete dayanan istila hukuku; bir yurttaşın
herhangi bir yurttaşa karşı malını ve canını
savunmasını sağlayan ve her topluma özgü olan
medeni hukuk; nihayet, bir toplumun her biri özel
bir yönetime ihtiyaç gösteren birçok aileden
meydana gelmiş olmasının gerektirdiği aile hukuku.
Görülüyor ki çeşitli kanun düzenleri vardır;
insan aklının yüceliği de işte, bir tüzüğe bağlanacak
olan şeylerin hangi düzenle ilgili olduğunu iyice
kestirmek ve insanları yönetecek olan ilkelerin
birbirine karışmamasına dikkat etmektir.
Konu II
Tanrı kanunlarıyla, insanların çıkardıkları
kanunlar üzerine
İnsanların çıkardıkları kanunlarla tüzüğe
bağlanacak şeyleri, Tanrı kanunlarıyla tüzüğe
bağlamamak gerek; bunun gibi Tanrı kanunlarıyla
karara bağlanacak şeyleri de insanların çıkardıkları
kanunlarla karara bağlamamak gerek.
Bu iki çeşit kanun, kaynakları bakımından,
konuları bakımından ve nitelikleri bakımından
birbirlerinden ayrılırlar.
İnsanların çıkardıkları kanunların, nitelik
bakımından, din kanunlarından ayrı olduğunu
herkes kabul eder; büyük bir ilkedir bu ama bu ilke
de, incelenmesi gereken başka ilkelere bağlıdır. Şöyle
ki:
1. İnsanların çıkardıkları kanunların niteliği,
mevcut olayların tümüne bağlı olmak, insanların
iradeleri değiştikçe değişmektir: Din kanunlarının
niteliği ise tersine, hiçbir zaman değişmemektir.
İnsanların çıkardıkları kanunlar, iyi üzerine tüzüğe
bağlarlar; din kanunları ise en iyi üzerine tüzüğe
bağlarlar. İyinin birçok şekilleri olduğu için, başka
bir konusu da olabilir ama en iyi bir tanedir; şu
halde değişmesine imkân yoktur. Sadece iyi olan
kanunları değiştirmek elimizde olan bir şeydir ama
din kanunları öteden beri en iyi imiş gibi görünürler
bize.
2. Kanunların hiçbir anlam ifade etmediği ya
da sadece, hükümdarın gelip geçici iradesini ifade
ettiği devletler vardır. Bu çeşit devletlerde, din
kanunlarının niteliği insanların çıkardıkları
kanunların niteliğiyle bir olsaydı din kanunları da
hiçbir anlam ifade etmez olurlardı. Oysa,
değişmeyen bir şeyin bulunması toplum için
zorunludur; değişmeyen o şey de işte, dinin
kendisidir.
3. Din asıl kuvvetini, ona olan inancımızdan
alır; insanların çıkardıkları kanunlar ise bu kuvveti,
telkin ettikleri korkudan alırlar. Eski çağ dine uygun
düşer; çokluk, bir şey ne kadar eski zamanda
olmuşsa o şeye o kadar çok inanırız da ondan;
kafamızda, o zamandan gelen ve o şeyi
yalanlayacak olan yardımcı bilgiler yoktur,
insanların çıkardıkları kanunlar ise tersine,
üstünlüklerini yeni olmalarına borçludurlar; bu
yenilik ise, kanuna saygı göstermek için, kanun
koyucunun ilgisinin özel ve yeni olduğunu belirtir.
Konu III
Doğal kanunlara aykırı olan medeni kanunlar
üzerine
“Bir köle,” der E atun, “kendini savunurken
özgür bir insanı öldürürse, ana baba katili gibi
muamele görür.” İşte size doğal savunmayı
cezalandıran bir medeni kanun.
VIII. Henri zamanında, tanıklarla
karşılaştırılmasına lüzum göstermeden bir insanı
mahkûm eden kanunlar da doğal savunmaya aykırı
kanunlardı. Gerçekten de öyle, birisini mahkûm
etmek için tanıkların, aleyhinde tanıklık ettikleri
kişinin, mahkûm edilen kişi olduğunu bilmeleri,
mahkûm edilen kişinin de, aleyhinde tanıklık
ettiğiniz kişi ben değilim, diyebilmesi gerekir.
Aynı hükümdarın saltanatı zamanında
çıkarılan bir kanun da, bekârlığında bir erkekle
düşüp kalkan, evlenmeden önce de bu suçunu krala
açıklamayan bir genç kızı doğal namus savunmasını
bozmakla suçlandırırdı. Bir genç kızın böyle bir
açıklamada bulunmasını istemek, bir insanın
hayatını savunmaktan vazgeçmesini istemek kadar
anlamsız olur.
II. Henri zamanındaki kanun ise yukarıda sözü
geçen kanunlardan daha az anlamsız değildir.
Gerçekten de bu kanunun, çocuğunu düşüren bir
genç kızı, gebeliğini hâkime haber vermediği için
ölüme mahkûm ettiğini görüyoruz; bu da yine doğal
savunma ilkesine aykırı bir kanundu. Genç kızı en
yakın kadın akrabalarından birine haber vermeye
zorlamak, böylece o akrabayı, çocuğun korunmasına
göz kulak olmaya mecbur etmek yeterdi.
Bu doğal utanma işkencesinde, başka ne gibi bir
açıklamada bulunabilirdi genç kız? Eğitim onda bu
utanma duygusuna olan saygıyı iyice artırmış; böyle
bir anda da çocuğun hayatını düşünecek bir kuvvet
yoktur onda.
İngiltere’de yedi yaşında bir kıza, koca seçmek
hakkını veren kanundan bir hayli söz ettiler. Bu
kanun iki bakımdan insanı isyan ettirecek
nitelikteydi: Bir, doğanın kafa olgunluğu için
gerektirdiği zamana; iki, doğanın vücut olgunluğu
için gerektirdiği zamana hiçbir değer vermiyordu bu
kanun.
Romalılarda bir baba, kendi rızasıyla evlenmiş
olmasına rağmen kızını kocasından ayrılmaya
zorlayabiliyordu. Peki ama boşanma işinin bir
üçüncü kişinin eline bırakılması doğaya aykırı bir
hareket sayılmaz mı?
Boşanma doğaya uygun bir davranışsa bu
uygunluğunu o, iki tarafın ya da hiç olmazsa iki
taraan birinin rızasıyla kazanır; iki taraf da razı
değilse boşanmaya, o zaman boşanma olayı korkunç
bir şey olur. Nihayet boşanma yetkisi, ancak, evlilik
hayatının huzursuzluğunu duyanlara, ayrılmanın
artık zorunlu bir hal aldığına inananlara verilir.
Konu IV
Aynı konunun devamı
Burgonya kralı Gondebaud, hırsızlık eden
kişinin karısı ya da oğlu hırsızı ele vermezse ikisinin
de köle durumuna düşmesini isterdi. Bu kanun
doğaya aykırı bir kanundu. Bir kadın nasıl olur da
kocasını suçlayabilirdi? Bir oğul nasıl olur da
babasını suçlayabilirdi? Suç sayılan bir olayı
cezalandırmak için kral, daha ağır bir suç
işlenmesini istiyordu.
Recessuinde kanunu gereğince, zina işleyen
kadının çocukları ya da kocanın çocukları, kadını
suçlayabilirler, konuşturmak için de evdeki kölelere
işkence edebilirlerdi. Kaynağını doğada bulan
ahlakı korumak için doğayı altüst eden yersiz ve
haksız bir kanun.
Sahnelerimizde, üvey anasının işlediği suçu,
bizzat suçun kendisine karşı duyduğu dehşeti
duyarak keşfeden genç bir kahraman
görüyoruz[338]. Delikanlı suçlanmaktan,
yargılanmaktan, mahkûm edilmekten,
kovulmaktan, bin bir şekilde lekelenmekten
duyduğu şaşkınlık ortasında, Phèdre’in çıktığı o
iğrenç soy üzerine ancak birkaç söz söylemek
cesaretini gösterebiliyor: En çok sevdiği, en çok saygı
gösterdiği kişiyi, kalbini oyalayan, etkileyen şeylerin
tümünü bırakıp kendini tanrıların intikamına terk
ediyor; oysa genç kahraman bu intikamı hak
etmemiştir. Bize burada zevk veren doğanın sesidir;
evet seslerin en tatlısı olan doğanın sesi.
Konu V
Hangi durumlarda doğal hukuk ilkelerini
değiştirerek medeni hukuk ilkelerine göre
yargıda bulunabiliriz
Atina kanunlarından biri, çocukları, fakir
düşen babaya bakmaya mecbur ederdi; bundan
yalnız bir orospudan doğan çocukları, babaları
tarafından iğrenç bir ticarete yönetilen çocukları, bir
de babaları tarafından kendilerine hiçbir meslek
verilmeyen çocukları ayrı tutardı.
Birinci durumda kanun, baba belli
olmadığından, kendisine tanınan doğal hakkın
zayı adığını kabul ederdi; ikinci durumda kanun,
babanın kendi dölünden olan çocuğun hayatını
berbat ettiğini, karakter denen bir şey bırakmadığı
için çocuğa edilebilecek en büyük kötülüğü ettiğini
ileri sürerdi; üçüncü durumda ise hayatlarını
kazanmak için zaten güçlük çeken çocuklara
babanın hiçbir yardımda bulunmadığını ortaya
kordu. Bu durumlarda kanun, baba ile oğlu yalnız
iki vatandaş olarak ele alır, haklarında yalnız politik
ve medeni bakımlardan yargılarda bulunur, iyi bir
devlette yalnız ahlakın gerektiğini ileri sürerdi.
Bana öyle geliyor ki Solon kanunu, ilk iki
durum için yerinde bir kanundu; çünkü birincisinde
oğul, babasının kim olduğunu bilemezdi; ikincisinde
de bizzat doğa, oğla babasını tanımamayı
buyuruyordu; üçüncü durum için, söz konusu
kanunu kabul etmek imkânsız; çünkü baba burada
yalnız medeni bir tüzüğü bozmuş sayılır.
Konu VI
Vârislik sırası doğal hukuk ilkelerine değil,
politik ya da medeni hukuk ilkelerine bağlıdır
Voconienne kanunu[339], bir kadını, hatta tek
kızını vâris ilan etmeyi kabul etmezdi. Saint
Augustin, bunun kadar haksızlık eden bir kanunun
olmadığını söyler. Kızları babalarının mirasından
yoksun eden geleneği, Marculfe’ün bir formülü dine
aykırı olmakla suçlar[340]. Justinien, kız evladını
mirastan yoksun edip yalnız erkek evladı vârisliğe
kabul eden hukuku, barbar olarak niteler. Bütün bu
düşünceler insanlara, çocukların baba mirasına
konma key yetini doğal kanunun bir sonucu olarak
görmelerinden gelmiştir; oysa iş hiç de böyle değil.
Doğal kanun babalara, çocuklarını beslemeyi
buyurur, mirasçı haline getirmeyi değil. Mirasın
bölünmesi işi, bu bölünme için çıkarılmış olan
kanunlar, bu bölünmede payı olanın ölümünden
sonraki veraset işi ancak toplum tarafından,
dolayısıyla politik ya da medeni kanunlar
tarafından bir düzene konabilir.
Doğru, politik ya da medeni düzen çoğu zaman
çocukları babanın mirasçısı olarak görmek ister ama
her zaman buna zorlayamaz babaları.
Tımar konusunda çıkarılmış kanunların, bütün
malın mülkün erkek evladın büyüğüne ya da erkek
tarafından en yakın akrabalara verilmesini, kız
evlada ise hiçbir şey bırakılmamasını istemesinde,
herhalde kendilerine özgü birtakım nedenleri vardı.
Yine bunun gibi, kız kardeşlerin, piçlerin, öteki
akrabaların, bunlar yoksa eğer devlet hazinesinin,
miras konusunda kız evlada rakip olmasını isteyen
Lombard kanunlarının da kendilerine özgü
nedenleri vardı.
Çin’de bazı sülaleler zamanında, imparatorun
oğullarının değil, kardeşlerinin kendisine mirasçı
olmalarına karar verildi. Eğer bundan maksat
hükümdarın tecrübe sahibi olmasını sağlamak,
çocuk denecek yaşta prenslerin tahta oturmasını
önlemek, harem ağalarının birbiri ardı sıra bir sürü
çocuğu tahta çıkarmasına engel olmak idiyse, pekâlâ
bunu, veraset işini bir düzene bağlamak suretiyle de
halledebilirlerdi; bazı yazarlar bu kardeşleri
zorbalıkla suçladıkları zaman, yargılarını bu
ülkenin kanunlarından aldıkları kirlere dayanarak
vermişlerdir.
Numidie’deki geleneğe göre, Gela’nın oğlu
Massinisse değil, kardeşi Delsace geçti tahta. Bugün
bile her köyün ayrı bir başkanı olan Berberilerde, bu
eski geleneğe göre, tahta oturtmak için amcayı ya da
başka bir akrabayı başkan seçerler.
Salt seçim yoluyla hükümdarı belirleyen
saltanat yönetimleri de vardır; buralarda, veraset
sırasının, politik ya da medeni kanunlara göre
belireceği açık bir şekilde ortaya çıktı mı, verasetin
hangi hallerde çocuklara, hangi hallerde başkalarına
geçeceğine karar vermek işte bu kanunlara düşer.
Çok eşlilik kurumunun bulunduğu ülkelerde
hükümdarın birçok çocuğu vardır; çocuk sayısı
başka ülkedekilerinden daha çoktur. Öyle ülkeler de
vardır ki kralın çocuklarına bakmak millet için
âdeta bir külfet halini alır; buralarda tahta vâris
olarak kralın çocuklarını değil, kız kardeşinin
çocuklarını gösterirler.
Çocuk sayısının aşırı derecede çok oluşu ülkede
sık sık iç savaşların çıkmasına sebep olur. Çocuk
sayısı, tek karısı olan hükümdarın çocuk sayısından
daha çok olmayacak olan kız kardeşin çocuklarına
veraset hakkı tanıyan kanun bu çeşit sakıncayı
önlemiş olur.
Öyle ülkeler de vardır ki oralarda devletin
çıkarına olan bazı gerekler ya da dinde mevcut bir
özdeyiş, tahtın belli bir ailenin tekelinde olmasına
neden olmuştur. Hindistan’daki kast düşkünlüğü ve
ondan gelmeme korkusu böyledir işte. Her zaman
kral ailesinden bir hükümdar bulabilmek için de
kralın büyük kız kardeşinin çocuklarını tahta
oturtmanın yerinde bir hareket olacağına karar
vermişler.
Genel kural: Çocuklarını beslemek, doğal
kanunun babaya yüklediği bir görevdir; mirasını
onlara bırakması ise politik ya da medeni hukukun
yüklediği bir görevdir. Yeryüzünde çeşitli ülkelerde
piçler hakkında öngörülen değişik hükümler
buradan gelir işte; bu hükümler her ülkenin politik
ya da medeni kanunlarına uyarlar.
Konu VII
Söz konusu doğal kanunun temel kuralları
olduğu zaman dinin temel kurallarına göre
davranmak gerek
Habeşlerin elli gün süren çok uzun ve çok ağır
bir perhizleri vardır; bu süre içinde öylesine zayıf
düşerler ki, daha uzun zaman kendilerine
gelemezler. Türkler de bundan yararlanıp tam
perhizden çıktıkları sırada onlara saldırırlar. Doğal
savunma lehine, dinin bu çeşit davranışları
sınırlandırması gerek.
Yahudi dininde, cumartesi günü dinleneceksin
diye emir buyrulmuş ama düşmanları, saldırmak
için o günü seçince, kendilerini savunmak amacıyla
harekete geçmemeleri bu milletin anlamsız
hareketlerinden biri olmuştur.
Pèluse şehrini kuşatan Cambyse, ordusunun ön
sa arına Mısırlıların kutsal saydıkları hayvanları
yerleştirmiş[341]. Mısırlı askerler de silah
kullanmaya cesaret edememişler. Bundan sonra da
artık, doğal savunmanın her şeyin üstünde
olduğunu kabul etmeyecek kim var?
Konu VIII
Medeni hukuk ilkeleriyle düzenlenecek olan
şeyleri din hukuku denen ilkelerle düzenlemenin
doğru olmayacağı üzerine
Özel bir nesneyi kutsal bir yerden alan kişiyi
Roma medeni kanunu hırsızlık suçuyla cezalandırır;
din hukuku ise böyle bir hareketi dine saygısızlık
suçuyla cezalandırır. Din hukuku, olayın geçtiği
yeri; medeni hukuk ise alınan nesneyi göz önünde
tutar. Ama yalnız olayın geçtiği yeri göz önüne
almak, hırsızlığın niteliği ve tanımı üzerinde olduğu
gibi dine saygısızlığın niteliği ve tanımı üzerinde de
durmamak demektir.
Eskiden koca, karısının sadakatsizliği yüzünden
boşanma talebinde bulunabileceği gibi, kadın da
kocasının sadakatsizliğini ileri sürüp boşanma
talebinde bulunabilirdi. Roma kanunlarına aykırı
olan bu hareket tarzı sonradan yalnız din
hukukunun hükümlerine göre karar veren kilise
mahkemelerince geçerli sayıldı. Gerçekten de öyle,
evlenme kurumunu yalnız ruhsal bakımdan inceler,
yalnız öteki dünya ile ilgili tarafından ele alırsak
yukarıda sözü geçen olayın iki şeklinin de aynı
olduğunu görürüz. Ama yeryüzündeki milletlerin
hemen hepsinin kanunları, politik olsun medeni
olsun, bu iki şekli haklı olarak birbirinden ayırdılar.
Erkeklerden istemedikleri bir çekinme ve yetinmeyi
kadınlardan istediler; çünkü namusa edilen tecavüz
bütün erdemlerin yok olmasını gerektirir; çünkü
evlilik kanunlarını bozan kadın, doğal bağlılık
durumundan çıkmış olur; çünkü doğa, kadının
sadakatsizliğini gösteren işaretleri belli bir şekilde
ortaya koyar; bundan başka kadının başkasından
edindiği çocuklar kocasının sırtına yük olur,
kocanın başka kadından olan çocukları ise karısının
sırtına yük olmaz.
Konu IX
Medeni hukuk ilkeleriyle düzene konulması
gereken şeylerin nadiren dinsel kanunun
ilkeleriyle düzene konulabileceğine dair
Dinsel kanunlar daha derin, medeni kanunlar
ise daha geniştir.
Dinden alınan olgunluk kanunlarının amacı,
yürürlükte oldukları toplumun iyiliğinden çok, bu
kanunlara uymakla yükümlü olan insanların
iyiliğidir; medeni kanunların ise tersine, amacı,
fertlerin manevi iyiliğinden çok genel olarak
insanların manevi iyiliğidir.
Böylece, doğrudan doğruya dinden gelen
kirler ne kadar saygıdeğer olursa olsun, her zaman
medeni kanunlara ilke görevi görmemeli; çünkü
medeni kanunların başka bir ilkesi vardır ki o da,
toplumun genel iyiliğidir.
Romalılar kadınların ahlakını korumak için,
cumhuriyet devrinde, bazı tüzükler ortaya attılar:
Bunlar politik kurullardı. Saltanat yönetimi
kurulunca bu tüzüklere dayanarak medeni
kanunlar çıkardılar; medeni hükümetin ilkelerini
temel olarak ele aldılar. Hristiyan dini doğunca,
ortaya çıkan yeni kanunlar, ahlakın genel
iyiliğinden çok evlilik kurulunun kutsallığıyla
ilgilendiler; kadınla erkeğin birleşmesini, medeni
durum olarak değil, daha çok manevi bir durum
olarak ele aldılar.
Önceleri Roma kanunu, zina suçuyla mahkûm
edilen karısını tutup tekrar evine götüren kocayı
kadının suç ortağı olarak cezalandırırdı. Bambaşka
bir düşünceyle hareket eden Justinien, aynı
durumda olan kocanın iki yıl içinde gidip karısını
manastırdan almasına izin vermiştir.
Kocası savaşta olan kadın, artık kocasının
adının anılmadığını görünce, ilk çağlarda kolaylıkla
evlenebilirdi; çünkü onun da, kocası gibi, boşanma
istemek yetkisi vardı. Constantin kanunu, kadının
bu gibi hallerde dört yıl beklemesi gerekir, ondan
sonra da kocasının komutanına boşanma dilekçesi
sunabilir, diyordu; koca geri döndüğü takdirde,
karısını zina ile suçlayamazdı. Justinien kanunu ise,
koca savaşa gideli ne kadar zaman geçerse geçsin
kadın evlenemez diye bir kayıt koyduktan sonra
ancak komutan, kocanın öldüğüne yemin ederek
tanıklık ederse o zaman kadın evlenebilir, derdi.
Justinien’in amacı evliliğin bozulmasına engel
olmaktı. Olumsuz bir kanıt yeterli geldiği halde
olumlu bir kanıt istiyordu; uzak ülkelerde çeşitli
tehlikelerle baş başa kalan bir insanın sağlığı
hakkında kesin bilgi istemek elbette ki güçlük
çıkartmaktan başka bir şey değildi. Kocanın
öldüğüne hükmetmek daha doğal bir hareketken
Justinien bir suça hükmediyor, kocanın askerlikten
kaçmış olması ihtimalini ortaya atıyordu. Bir
kadını kocasız bırakarak, kamu çıkarına olan bir
şeyi zedeliyordu; kişiyi bin bir tehlike ile karşı
karşıya bırakarak da onun özel çıkarına dokunmuş
oluyordu.
Karı ile kocanın manastıra girmek isteğini
boşanma nedenleri arasına sokan Justinien kanunu,
medeni kanun ilkelerinden tümüyle uzaklaşıyor
demekti. Boşanma nedenlerinden bazılarının
kaynaklarını, evlenmeden önce tahmin edilmesi
imkânsız engellerden almaları kadar doğal bir şey
olamaz; ama şu bekâreti korumak isteği var ya,
mademki bizim kendi içimizde olan bir şeydir, o
halde pekâlâ biz de uyanıp uyanmayacağını tahmin
edebiliriz. Böyle bir kanun, devamlı olması gereken
bir durumda kararsızlığı desteklemekten başka bir
işe yaramaz; bir nikâhın bozulmasına ancak başka
bir evlenme umuduyla katlanabilen, boşanmanın
temel ilkesini zedeler; nihayet dinsel düşüncelere
göre de, Tanrı’ya, hiçbir sunuda bulunmadan
kurbanlar vermekten başka bir şey yapmış olmaz.
Konu X
Hangi durumda, yasak eden dinsel kanuna değil
de izin veren medeni kanuna uymalı
Çok eşliliği yasak eden bir din, çok eşliliğe izin
veren bir ülkeye girdi mi, politik bakımdan söylemek
gerekirse, çok karısı olan bir erkeğin bu dini kabul
etmesi doğru olmaz derler; ama böyle bir koca ya da
hâkim, tazminat vermek suretiyle kadınları serbest
bırakırsa o zaman iş değişir. Aksi takdirde çok kötü
bir duruma düşer kadınlar; kanunlara uymaktan
başka bir şey gelmez ellerinden; bu yüzden de
toplumun sağladığı en büyük çıkarlardan yoksun
kalırlar.
Konu XI
İnsan mahkemelerinin işlerini, öteki dünya ile
ilgili mahkemelerin hükümleriyle düzene
koymak doğru olmaz
Ceza mahkemesi kri üzerine, Hristiyan
keşişlerden kurulu engizisyon mahkemesi,
güvenliğin hangi çeşidi olursa olsun, hepsine
aykırıdır. Bu mahkeme her yerde genel bir
hoşnutsuzluk yarattı; kendisine karşı koyanlara
pekâlâ boyun eğecekti ama onu bu dünyaya
yerleştirmek isteyenler bu karşı koymalardan da
faydalanmasını bildiler.
Hangi çeşit hükümette olursa olsun bu
mahkemelere dayanmak imkânsızdır. Saltanat
yönetimlerinde bir sürü ha ye ile, içinden pazarlıklı
bir sürü insan meydana getirdi; cumhuriyetlerde
namussuz, onursuz bir sürü insanın ortaya
çıkmasına neden oldu; istibdat yönetimlerinde ise,
yönetimin kendisi gibi yıkıcı olan insanların
yetişmesine yol açtı.
Konu XII
Aynı konunun devamı
Aynı meseleden ötürü suçlandırılan iki kişiden
suçu inkâr edenin ölüme mahkûm olması, itiraf
edenin ise işkenceden kurtulması bu mahkemenin
yolsuzluklarından birini açıkça gösterir. Bu çeşit
hareketler manastırlarda yürürlükte olan usullerden
alınmıştır. Gerçekten de manastırlarda, inkâr
edenler artık bağışlanması imkânsız, lanetlenmiş
kişiler olarak görünürler; itiraf edenler ise pişmanlık
getirmiş ve kurtulmuş sayılırlar. Ama böyle bir
ayırma insanların kurdukları mahkemeleri
ilgilendirmez; yalnız davranışları göz önünde
bulunduran insanlık adaleti, insanlarla bir tek
konuda antlaşma imzalamıştır: O da suçsuzluktur.
Düşüncelerimizi okuyan tanrısal adaletin ise iki
çeşit antlaşması vardır: Suçsuzluk antlaşması bir,
pişmanlık antlaşması iki.
Konu XIII
Evlenme konusunda, hangi durumda dinsel
kanunlara, hangi durumda medeni kanunlara
uymalı
Hemen her zaman, her yerde dinin evlenme
işlerine karıştığı olmuştur. Herhangi bir şey bir
yandan uygunsuz ve ahlaka aykırı, öte yandan da
zorunlu nitelikte görünürse, o şeyi kimi durumda
kanuna uygun, kimi durumda kanuna aykırı bir
hale sokmak için dine başvurmak kadar doğal bir
şey olamaz.
Öte yandan evlilik, insanca davranışların
toplumu en çok ilgilendireni olduğundan, medeni
kanun hükümlerine göre düzenlenmesi gerekti.
Evlenme, şekil bakımından olsun, usul
bakımından olsun, döl bakımından olsun, özel bir
kutsama işini gerektirdiğini, hatta bu kutsama
işinin kimi zaman üstün bir kuvvete bağlı olduğunu
bütün insan topluluklarına kabul ettirmiş olmakla
doğrudan doğruya din alanına girdiğini
ispatlamıştır.
Bu birleşme, mal ve mülkle olan ilgisi
bakımından, tara ara karşılıklı olarak sağladığı
çıkarlar bakımından, yeni doğan ailenin çıktığı
ailelerle olan ilgisi bakımından, tüm medeni
kanunlara bağlıdır.
Evlenmenin en büyük amaçlarından biri, gayri
meşru birleşmelerdeki kararsızlıkları ortadan
kaldırmak olduğu için, din evlenmeye kendi
damgasını vurur; medeni kanunlar da, gerekli
gerçekliği iyice kazansın diye kendi damgalarını
eklerler. Böylece, evlenmenin makbul olması için
dinin gerektirdiği şartlardan başka medeni kanunlar
da bazı şartların varlığını isteyebilirler.
Medeni kanunların bazı şartları böylece ortaya
atabilmesi, bu şartların dinsel şartlara aykırı
nitelikte değil, onları kuvvetlendirici nitelikte
olmasından ileri gelmektedir. Dinsel kanun, bazı
törenlerin yerine getirilmesini ister; medeni
kanunlar ise babaların rızasını gerektirir; burada
medeni kanunlar, dinsel kanunun istediğinden fazla
bir şey isterler ama istedikleri şey ötekinin isteğine
aykırı değildir.
Bundan da şu sonuç çıkar: Birleşmenin bozulup
bozulmayacağına karar verecek olan dinsel
kanundur; çünkü dinsel kanun birleşmenin
bozulmayacağına, medeni kanun da
bozulabileceğine karar verirse o zaman bu iki kanun
birbirini bozmuş olur.
Kimi zaman medeni kanunların evliliğe
vurdukları damgalar kesin olarak zorunlu değildir;
örneğin evliliği bozacak yerde cezalandırmakla
yetinmeyi gerektiren kanunlar.
Roma’da Papia kanunları, yasak ettikleri
evlenmeleri kanuna aykırı bulurlar ve cezaya
çarptırmakla yetinirlerdi. İmparator Marcus
Antonius’un nutku üzerine çıkartılan senatus-
consulte bu çeşit evlenmeleri olmamış ilan etti;
ondan sonra da evlenme, karı-koca, drahoma diye
bir şey kalmadı ortada. Medeni kanun, yerine ve
zamana göre hükümler çıkarır: Kimi zaman
kötülüğü onarmakta daha titiz davranır, kimi
zaman da kötülüğü doğrudan doğruya önler.
Konu XIV
Hısım akraba arasındaki evlenmelerde hangi
durumlarda doğal kanunlara, hangi durumlarda
medeni kanunlara uymalı
Hısım akraba arasındaki evlenmelerin yasak
edilmesi konusunda, doğal kanunların nereye kadar
işe karıştığını, medeni kanunların ise nereden
itibaren işe başladığını kestirmek çok nazik bir
meseledir. Bunun için de bazı ilkeler ortaya atmak
gerek.
Ana ile oğlun evlenmesi, durumu karmakarışık
bir hale sokar. Oğlun anasına karşı sonsuz bir saygı
beslemesi, kadının da kocasına karşı sınırsız bir saygı
göstermesi lazım; ana ile oğlun evlenmesi bu doğal
durumun iki şeklini de altüst eder.
Dahası var: Doğa, kadınlara daha genç çağda
çocuk yapma imkânını vermiş; erkeklerde ise bu çağı
biraz daha geciktirmiş; aynı nedenden ötürü kadın
bu imkânını daha çabuk, erkekse daha geç yitirir.
Ana ile oğlun evlenmesine izin verilseydi, çoğu
zaman durum şöyle olurdu: Erkeğin çocuğu olacağı
sırada kadın bu imkândan yoksun kalırdı.
Baba ile kızın evlenmesi de aynı şekilde doğaya
aykırıdır ama yukarıda sözü geçen iki engelle
karşılaşmadığı için daha az aykırıdır diyeceğiz.
Nitekim elimizdeki muhtıralara göre, kızlarıyla
evlenen Tatarların analarıyla hiçbir zaman
evlenmediklerini görüyoruz[342].
Çocukların namusuna göz kulak olmak öteden
beri babalar için doğal bir şeydir. Çocuklarını başgöz
etmekle yükümlü olan babalar, onların vücutlarının
da, ruhlarının da kusursuz olmasına dikkat etmek
zorundadırlar; yani karşı cinsin arzularını tahrik
edecek, sevgi duygularını kamçılayacak şeylerin
tümünü çocuklarında bulundurmak zorundadırlar.
Çocuklarının ahlakını devamlı olarak korumakla
yükümlü olan babalar, onları baştan çıkaracak
şeylerden doğal olarak uzak bulundurmak
zorundadırlar. Ama diyeceksiniz, evlenmek, baştan
çıkarmak değildir ki! Doğru ama evlenmeden önce
konuşmak, kendini sevdirmek, yola getirmek lazım;
işte bu yola getirme işi iğrenç olacak herhalde.
Böylece, eğitecek kişilerle eğitilecek kişiler
arasında aşılması imkânsız bir engel bulundurmak,
meşru da olsa çeşitli bozma imkânlarını ortadan
kaldırmak gerekti. Neden babalar, kızları ile
evlenecek kişileri mümkün olduğu kadar onlardan
uzak tutmaya, pek öyle samimi olmamalarına
dikkat etmeye çalışırlar?
Kardeşle kız kardeşin birleşmesine karşı
duyulan dehşetin kaynağı da aynı olacak herhalde.
Annelerle babaların, çocuklarının ahlakına,
çatılarının altındaki havanın temizliğine dikkat
etmeleri, kardeş kız kardeş birleşmelerine karşı
duyulan iğrenmeyi onlara telkin etmek için kâ
gelir.
Kardeş çocukları arasındaki evlenme yasağı da
aynı kaynaktan gelir. İlkçağlarda yani kutsal
çağlarda, lüks hayatın henüz bilinmediği çağlarda,
ailenin bütün çocukları aynı yuvada büyürler, aynı
çatı altında yaşarlardı [343]. Büyük bir aile için
küçük bir ev gerekti de ondan. İki kardeş çocukları
ya da amca çocukları, birbirlerini kardeş, kız kardeş
gibi görürlerdi[344]. Kardeş kız kardeş arasında
evlenme imkânı ne kadar azsa, kardeş çocukları
arasında evlenme imkânı da o kadar azdı[345].
Bu nedenler öylesine kuvvetli ve öylesine
doğaldır ki, hiçbir aracıya gerek görmeden bütün
dünyaya yayılmıştır. Formoza’da oturanlara,
dördüncü dereceye kadar akraba ile evlenmenin
zina meydana getireceğini Romalılar öğretmedi;
bunun böyle olduğunu Araplara söyleyenler de yine
Romalılar değildir; Maldive’leri bu konuda
aydınlatan da yine Romalılar olmamıştır.
Bazı insan topluluklarında, babalarla analar
çocuklarıyla, kardeşler de kız kardeşleriyle
evlenmekten vazgeçmedilerse, bunun nedeni, birinci
kitapta da gördüğümüz gibi, bazı zeki yaratıkların
kendi yasalarına uymak istememeleridir. Kimin
aklına gelirdi ki, çoğu zaman, dinsel düşünceler
insanları bu çeşit düzensizliklere yöneltecek!
Asurlularla İranlılar analarıyla evlendilerse, bunu
birinciler, Sémiramis’e duydukları dinsel saygıdan
ötürü yaptılar; ikinciler de salt Zerdüşt dini bu çeşit
evlenmeleri tercih ettiği için böyle hareket ettiler.
Mısırlılar kız kardeşleriyle evlendilerse bu da yine,
bu çeşit evlenmeleri Tanrı İzis’e ithaf eden Mısır
dininin saçmalıklarından birinin sonucu olmuştur.
Dinin amacı, bize, büyük ve güç şeyleri çaba
harcayarak yaptırmak olduğundan, sahte bir dinin
kabul ettiği şeyin mutlaka doğal olacağına
hükmetmek yerinde bir düşünce olmaz.
Ana baba ile çocuklar, kardeşlerle kız kardeşler
arasındaki evlenmelerin salt bir çatı altında doğal
namus kavramının korunması için yasak edildiği
ilkesi, hangi evlenmelerin doğal kanun tarafından
yasak edildiğini, hangi evlenmelerin ise ancak
medeni kanun tarafından yasak edilebileceğini
bulmak için bizim işimize yarayacaktır.
Çocuklar babalarının evlerinde
oturduklarından ya da oturabileceklerinden,
dolayısıyla üvey oğul üvey anasıyla, üvey baba üvey
kızıyla ya da karısının kızıyla oturabileceğinden
bunların arasındaki evlenme de doğal kanuna aykırı
düşer. Bu gibi durumda imge ile gerçeğin etkisi aynı
olur; neden birdir de ondan; medeni kanun bu çeşit
evlenmelere izin vermez, vermemelidir de.
Az önce söylediğim gibi kardeş çocuklarına
kardeş gözüyle bakılan ülkeler de vardır; genel
olarak aynı evde otururlar da ondan; bazı ülkelerde
ise böyle bir gelenek yoktur. Aynı evde oturan kardeş
çocuklarının evlenmeleri de doğaya aykırı görüldü;
ötekiler için böyle bir kayda gerek yok.
Ama doğa kanunu yöresel olamaz. Bu nedenle
de, bu çeşit evlenmeler bazı koşullara göre hoş
görülür ya da yasak edilirse, bu hoşgörülük de, bu
yasak da bir medeni kanun tarafından düzenlenir.
Üvey kardeşlerin aynı evde oturmaları zorunlu
bir gelenek değildir. Şu halde yuvanın namusunu
korumak için bunların aralarında evlenmelerine
engel olmak söz konusu olamaz. Nitekim bu çeşit
evlenmelere izin veren ya da bu çeşit evlenmeleri
yasak eden kanun bir doğa kanunu değil, bir medeni
kanundur; şartlara göre düzenlenen, her ülkenin
alışkanlıklarına bağlı olan bir medeni kanun.
Bunlar kanunların ahlaka ve davranışlara bağlı
olduğu durumlardır.
Bazı evlenmeler, ülkenin alışkanlıklarına göre,
doğal kanunların yasak ettikleri evlenmelerle aynı
koşullara bağlı iseler o zaman medeni kanunlar bu
evlenmeleri yasak ederler; evlenmeler bu durumda
değilse o zaman da izin vermekten geri kalmazlar.
Doğal kanunların koyduğu yasak değişmez; çünkü
bu yasak, değişmeyen bir şeye bağlıdır; anne baba ile
çocuklar zorunlu olarak aynı evde otururlar. Buna
karşılık medeni kanunların koyduğu yasaklar
rastlantıdır; çünkü, rastlantı bir koşula bağlıdır bu
yasaklar; kardeş çocuklarıyla öteki hısım akrabanın
bir evde oturması rastlantısal bir olaydır.
Bu söylediklerimiz, Musa kanunlarının, Mısır
kanunlarının ve daha birçok milletin kanunlarının
neden üvey kardeşlerin birbirleriyle evlenmelerine
izin verdiğini, buna karşılık başka milletlerde bu
çeşit evlenmelerin niçin yasak edildiğini açıkça
gösterir bize.
Hindistan’da bu çeşit evlenmelere izin vermek
için çok doğal bir neden vardır. Amcayı orada baba
gözüyle görürler; amcanın yeğenlerini kendi
çocuklarıymış gibi yetiştirip ev bark sahibi etmesi
gerek. Bu da çok iyi çok insancıl olan bir milletin
karakterinden gelen bir şeydir. Bu kanun ya da
alışkanlık bir başka alışkanlığa yol açmıştır. Bir
erkeğin karısı ölürse, baldızı ile evlenmekten geri
kalmaz. Bu ise çok doğal bir şeydir Hindistan’da;
çünkü erkeğin yeni karısı, kız kardeşinin
çocuklarının anası olur; böylece kötü bir üvey
anadan kurtulur çocuklar.
Konu XV
Medeni hukuk ilkelerine bağlı olan şeyleri hiçbir
zaman politik hukuk ilkeleriyle düzenlemeye
çalışmamalı
Nasıl ki insanlar, politik kanunlara bağlı olarak
yaşamak için kendi doğal bağımsızlıklarından
vazgeçmişlerse, medeni kanunların buyruğu altında
yaşamak için de doğal mülk ortaklığından öylece
vazgeçmişlerdir.
Birinci kanunlar insanlara hürriyet, ikinciler de
mülk sağladı. Şu halde mülkiyetle ilgili kanunlar
gereğince alınacak bir kararı tutup yurttaşlık
hakkından başka bir şey olmayan hürriyet
kanunları gereğince almaya kalkışmamalı. Özel kişi
çıkarına olan şeyin kamu çıkarına olan şey
karşısında boyun eğmesi gerekir demek mantığa
aykırı bir şey söylemek olur. Bu, ancak, yurttaşlık
hukuku, yani, yurttaşın hürriyeti söz konusu olduğu
zaman kabul edilebilecek bir sözdür; mülk söz
konusu olduğu zaman böyle bir lafın hiçbir değeri
olamaz; çünkü burada kamunun çıkarına olan şey,
medeni kanunun her kişiye verdiği mülkü değişmez
bir şekilde korumasından ibarettir.
Cicero, toprak kanunlarının uğursuz olduğunu
söylerdi; “Çünkü” derdi, “Şehir, salt herkes kendi
mülkünü korusun diye kurulmuştur.”
Şu halde özdeyiş olarak şöyle bir şey atalım
ortaya: Kamu iyiliği hiçbir zaman, bir kişiyi politik
bir kanun ya da politik bir tüzükle mülkünden
yoksun etmek ya da mülkünün bir bölümünü
elinden almak demek değildir. Bu gibi hallerde
zorda kalınırsa eğer, mülkiyetin korunma aracı olan
medeni kanuna başvurmak gerekir.
Böylece kamu, özel kişinin malına ihtiyaç
duydu mu, hemen politik kanunun sertliğine değil,
ana gözleriyle her yurttaşı devletin kendisi olarak
gören medeni kanuna başvurmalı.
Devlet adamı kamunun çıkarına bir bina, yeni
bir yol yapmak istedi mi özel kişinin uğrayacağı
zararı ödemeli; bu konuda devlet, özel kişiyle
anlaşma yapan bir özel kişiden farksızdır. Yurttaşı
malını satmaya zorlaması, medeni kanunun
kendisine verdiği haktan, yani mülkünü istediği gibi
kullanmak hakkından onu yoksun etmesi, zaten
devlete yeter de artar bile.
Roma imparatorluğunu yıkan milletler,
istilanın verdiği hakları kötüye kullandıktan
sonradır ki, hürriyet krinin yardımıyla hak ve
adalet krine ulaşabildiler; en vahşi haklarını bile
ılımlı bir şekilde kullanmaya başladılar; bu konuda
duraksaması olanlara, XII. yüzyıldaki hukuk
üzerine Beaumanoir’ın yazdığı o güzelim kitabı
okumalarını salık veririm.
Büyük yolları bugün nasıl onarıyorlarsa, o
çağlarda da öyle onarırlarmış. Bir yolu onarmak
imkânsız bir hal aldı mı, mümkün olduğu kadar bu
yola yakın bir yerde yeni bir yol yaparlarmış ama
yeni yoldan çıkar sağlayacak olanlardan aldıkları
para ile, yeni yolun geçtiği toprak sahiplerinin
zararlarını karşılarlarmış[346]. O çağlarda medeni
kanunlarla çözerlermiş bu işleri; günümüzde ise
politik kanunlara başvurmaktan çekinmiyorlar.
Konu XVI
Politik hukuk kurallarına başvurulması
söz konusu olan yerlerde hiçbir zaman medeni
hukuk
kurallarına başvurmamak gerektiğine dair
Devletin mülkiyetinden doğan kurallarla,
devletin hürriyetinden doğan kuralları birbirine
karıştırmazsak bütün sorunların temelini iyice
görmüş oluruz.
Bir devletin mülkü bir başkasına verilebilir mi,
verilemez mi? Bu sorun, medeni kanunlarla değil,
politik kanunlarla halledilmeli. Medeni kanunlarla
halledilemez, çünkü, bir devlette mülkiyet haklarını
düzenlemek için medeni kanunlar ne kadar
zorunluysa, devletin varlığını devam ettirmesi için
mülkü olması da o kadar zorunludur.
Devlet, mülkünü bir başkasına verse ya da
satsa, yeni bir mülk edinmek için yeniden sermaye
bulmak zorunda kalır. Ama bu çare politik
hükümeti yine yıkar; çünkü olayın niteliği
bakımından, alınacak her mülk için yurttaş daha
çok para ödeyecek, hükümdar ise daha az
yararlanmak zorunda kalacaktır; sözün kısası,
devlet için mülk zorunludur; devletin mülkünü
başkasına vermesi ya da satması zorunlu değildir.
Saltanat yönetimlerinde veraset usulü devletin
çıkarına düzenlenmiştir; keyfe göre hareket edildiği
için her şeyin kararsızlık içinde bulunduğu istibdat
yönetimlerinde, salt felaketleri önlemek amacıyla
bu düzenin bir kez olsun, belirlenmiş olması şarttır.
Veraset usulü, saltanat sürmekte olan ailenin
çıkarı düşünülerek belirlenmiş değildir; saltanat
sürecek bir ailenin bulunması devletin çıkarına
olduğu içindir ki böyle bir usule başvurmak
zorunluluğu duyulmuştur. Özel kişilerin veraset
işlerini düzenleyen kanun, amacı, özel kişilerin
çıkarını savunmak olan medeni bir kanundur;
hükümdarlıkla ilgili veraset işlerini düzenleyen
kanun ise amacı, devletin çıkar ve muhafazası olan
politik bir kanundur.
Bundan şu sonuç çıkar ki, bir devlette veraset
düzeni politik bir kanun tarafından yerleştirilmişse,
bu düzen de sona ermişse, herhangi bir milletin
medeni kanunu gereğince miras iddiasında
bulunmak anlamsız bir şey olur[347]. Özel bir
toplum, hiçbir zaman başka bir toplum için kanun
yapamaz. Bugün Romalıların medeni kanunlarını,
herhangi başka bir medeni kanun da dâhil,
uygulayamayız; kendileri bile krallarını yargılarken
bu kanunlara başvurmadılar. Krallarını yargılarken
başvurdukları özdeyişler ise öylesine iğrenç şeylerdi
ki, yeniden canlandırmamak gerek onları.
Yine bundan şu sonuç çıkar ki, politik kanun
herhangi bir aileyi verasetten vazgeçirmişse, medeni
kanundan alınmış olan geri verme imkânına
başvurmak anlamsız bir şey olur. Geri verme imkânı
kanunun içindedir ancak kanunun içinde
yaşayanlara karşı iyi olabilir ama kanun tarafından
yerleştirilmiş olup kanun içinde yaşayanlara karşı
kullanılmaz böyle bir imkân.
Cicero’nun sözünü tekrarlamak için
söylüyorum, bir dam oluğunun iki özel kişiden
hangisine ait olduğunu tespit etmek amacıyla
başvurulan özdeyişlere, salt, ülkelerin, milletlerin ve
dünyanın haklarını tayin etmek için başvurmak
gülünç bir şey olur.
Konu XVII
Aynı konunun devamı
Halk oyuyla sürgün etme işi, medeni kanun
kurallarıyla değil, politik kanun kurallarıyla
incelenmeli; bu gelenek, halk hükümetini
zedeleyecek yerde, tersine bu çeşit hükümetin
yumuşaklığını gösterir; zamanımızda sürgün bir
ceza şeklini almasaydı, sürgünle ceza kavramlarını
birbirinden ayırabilseydik, bu yumuşaklığı kesinlikle
bizler de iyice duyardık.
Aristo, şu sürgün geleneğinin insanca ve halkça
bir yanı olduğunu herkes kabul ederdi, diyor.
Uygulandığı zaman her yerde bu gelenek iğrenç
görülmeseydi, olayları bu derece uzaktan gören
bizlere mi düşerdi suçlayanlardan, hâkimlerden,
hatta suçlulardan ayrı bir şekilde düşünmek?
Halkın bir yargısının suçluyu şan ve onura
boğduğuna, Atina’da değersiz insanlara
uygulanınca bu usulden vazgeçildiğine dikkat
edersek, kanun hakkında yanlış bir kir
edindiğimizi, şan ve onur içinde yüzen bir yurttaşı
daha da üstün mevkilere getirmenin sebep olacağı
kötü sonuçları önleyen bir kanunun fevkalade bir
kanun olacağına kanaat getirdiğimizi görürüz.
Konu XVIII
Birbirleriyle çelişen kanunların aynı düzende
olup olmadıklarını incelemek gerek
Roma’da, kocaya, karısını ödünç vermek yetkisi
tanınmıştı. Plutarkhos bunu açıkça söyler. Karısını
Hortensius’a ödünç veren Caton’un, ülkesinin
kanunlarını bozacak karakterde bir adam
olmadığını herkes bilir[348].
Öte yandan, karısının çılgınlıklarına göz
yuman, onu mahkemeye vermeyen ya da mahkûm
olduktan sonra tekrar karılığa kabul eden kişi ceza
görürdü. Bu kanunlar birbirleriyle çelişiyorlarmış
gibi görünürler ama aslında çelişmezler. Bir
Romalının karısını ödünç vermesine izin veren
kanun Lakedemonya temel kanunundan alınmış;
besbelli bir şey bu; amacı da, sözümü bana
bağışlayın, cumhuriyete daha sağlam, daha güzel
insanlar yetiştirmekti; öteki kanunun amacı ise
ahlakı korumaktı. Birinci kanun politik, ikincisi ise
medeni bir kanundu.
Konu XIX
Aile hukukuyla ilgili kanunlarla halledilecek
sorunları
medeni kanunlarla halletmek gerekir
Vizigot kanunları kölelerin, zina halinde
yakaladıkları kadınla erkeği sıkı sıkı bağlayıp
kocayla hâkimlere göstermelerini isterdi. Kamunun
da, ailenin de, özel kişinin de intikamını aşağı
tabakadan insanların ellerine bırakan korkunç bir
kanundu bu!
Böyle bir kanun ancak, kölenin, harem
dairelerini korumakla görevli olduğu doğu
saraylarında uygulanabilir; çünkü köle rüşvete son
derece düşkündür oralarda; suçluları yakalaması
ise, onların yargılanmasını sağlamaktan ziyade
kendini yargılatmamak içindir; böylece kendini zan
altından kurtarmak olasılığını örtbas etmek ister.
Ama kadınların hapsedilmedikleri ülkelerde,
medeni kanunun, ev yönetimini elinde bulunduran
kadınları kölelerin işkencesine terk etmesi aklın
almayacağı bir şey olur.
Bazı durumlarda bu işkence, belki özel bir aile
kanunu halini alabilir ama, hiçbir zaman bir
medeni kanun halini alamaz.
Konu XX
Devletler hukukuna ait olan şeyler hakkında,
medeni kanunların ilkelerine göre hüküm
vermek doğru olmaz
Hürriyet aslında, kanunun buyurmadığı şeyi
yapmaya zorlanmamak demektir; bu da ancak,
medeni kanunlarla yönetildiğimiz süre mümkün
olan bir şeydir. Şu halde, salt medeni kanunlara
sığınarak yaşadığımız içindir ki hür kişileriz.
Bundan da şu sonuç çıkar: Aralarındaki
ilişkileri medeni kanunlara göre düzenlemedikleri
için hükümdarlar, hür kişiler değildirler; onları
yöneten kuvvettir; devamlı olarak ya başkalarına
zor kullanırlar ya da başkaları onlara zor kullanır.
Zorla yaptıkları anlaşmaların, isteyerek yaptıkları
anlaşmalar kadar zorunlu olması da bundandır işte.
Medeni kanunların hükmü altında yaşayan bizler,
kanunun gerektirmediği bir sözleşme imzaladığımız
zaman, pekâlâ sonradan kanuna dayanarak
verdiğimiz sözden dönebiliriz; bir hükümdar ise
daima zor kullanan ya da kendisine karşı zor
kullanılan bir kişi olduğu için, kendisine zorla
imzalatılan bir anlaşmadan ötürü sızlanamaz.
Sızlanmaya kalksa doğal durumundan
sızlanıyormuş gibi bir hal alır; öteki hükümdarlara
karşı hükümdar olmasını, öteki hükümdarların da
kendisine karşı vatandaş olmasını istiyormuş gibi bir
duruma düşer; bu ise olayların niteliğini
zedelemekten başka bir işe yaramaz.
Konu XXI
Devletler hukukuna ait sorunlar üzerinde
politik kanunlara göre hüküm vermemek gerek
Politik kanunlar, her insanın, üzerinde yaşadığı
ülkenin ceza ve hukuk mahkemelerinde
yargılanmasını, o ülkedeki hükümdarın adaletine
boyun eğmesini isterler.
Devletler hukuku, hükümdarların birbirlerine
büyükelçiler göndermelerini istemiş. İşin
niteliğinden çıkarılan bir nedenden ötürü de, bu
büyükelçilerin, gönderildikleri ülkelerin
mahkemelerine bağlı olmamalarına, yanında
bulundukları hükümdarların adaletlerine boyun
eğmemelerine karar verilmiş. Elçiler, kendilerini
gönderen hükümdarların sözcüleridir; bu sözcülerin
de özgür olmaları gerekir. Hiçbir engel onların rahat
rahat konuşmalarını önlememeli. Bağımsız bir
insanın adına konuştukları için bu elçiler çoğu
zaman hoşa gitmeyebilirler. Herhangi bir suçtan
ötürü cezalandırılmaları mümkün olsa elçileri
suçlamaktan geri kalmazlardı; borçtan ötürü hapse
atılmaları mümkün olsa onları borçlu çıkarmaktan
çekinmezlerdi. Doğal olarak kendini beğenmiş bir
hükümdar, demek oluyor ki böyle bir durum
karşısında, her şeyden çekinmesi gereken bir adamın
ağzıyla konuşmak zorunda kalırdı. Şu halde
büyükelçilere karşı, politik hukuktan çıkartılan
nedenlere göre değil, devletler hukukundan alınan
nedenlere göre davranmak gerekir. Temsil
yetkilerini kötüye kullanırlarsa eğer, geri göndererek
gerekli ceza verilir kendilerine. Hatta
hükümdarlarına bile şikâyet etmek mümkündür
onları; o zaman hükümdarları ya onların suç ortağı
olurlar ya da yargıçları.
Konu XXII
İnka Athualpa’nın kötü alınyazısı[349]
Sözünü ettiğimiz bu ilkeler, İspanyollar
tarafından çok kötü bir şekilde tecavüze uğradı.
İnka Athualpa ancak devletler hukukuna göre
yargılanabilirdi. Tuttular adamcağızı politik
kanunlarla medeni kanunlara göre yargıladılar.
Yurttaşlarından bazılarını öldürtmekle, birçok
kadınla evlenmiş olmakla suçladılar onu.
Manasızlığın en büyüğünü de, bu Amerikalı yerliyi
kendi ülkesinin politik ve medeni kanunlarına göre
değil, İspanya’daki politik ve medeni kanunlara göre
yargılamak suretiyle işlediler.
Konu XXIII
Herhangi bir durumda politik kanun devletin
yıkılmasına sebep olursa, o zaman devleti devam
ettiren ve bazen devletler hukuku halini alan
politik kanunla hüküm vermeli
Devlet içinde belli bir veraset düzeninin
kurulmasını sağlayan politik kanun, hizmetinde
bulunduğu politik kurul için yıkıcı bir nitelik alırsa o
zaman, bir başka politik kanunun bu düzeni
değiştireceğinden şüphe etmemeli ve bu yeni kanun,
ilk kanuna aykırı değil, tümüyle onunla aynı olur;
çünkü ikisi de şu temel ilkeye dayanır: En üstün
kanun, milletin kurtuluşudur. Başka bir büyük
devletin bir parçası halini alan büyük bir devletin
zayı adığını, hatta asıl büyük devleti de zayıf
düşürdüğünü söylemiştim. Başkanın kendi
toprakları içinde bulunması, devlet hazinesinin iyi
yönetilmesi, devletin parasının da başka bir ülkeyi
zengin etmek için dışarı çıkmaması, hep devletin
çıkarına olan şeylerdir; bunu bilmeyen yoktur.
Devleti yönetecek olan kişinin yabancı ülkelere özgü
yargıları olmamalı; bu çeşit yargılar mevcut yargılar
kadar yararlı da olamaz. Zaten insanlar da kendi
kanunlarıyla kendi geleneklerine son derece bağlı
olurlar; milletlerin mutluluğunu bu yargılar sağlar;
bunları büyük olaylara sebep olmadan, bir hayli kan
dökmeden değiştirmek imkânsızdır; her ülkenin
tarihi bu söylediklerimizin doğru olduğunu gösterir.
Bundan da şu sonuç çıkar: Büyük bir devletin
vârisi eğer yine büyük bir devletin hükümdarı ise,
birinci büyük devlet bu vârisi reddedebilir; çünkü
burada veraset düzeninin değişmesi her iki devletin
de çıkarınadır. Nitekim Rusya’da, Elizabeth’in
saltanatının başlangıcında çıkartılan kanun, başka
bir devletin hükümdarı olan kişiyi haklı olarak
veraset hakkından yoksun ediyor; Portekiz’de
çıkartılan bir kanun da, herhangi bir yabancının
hısım ve akrabalık yoluyla taht üzerinde hak iddia
etmesini kesin olarak reddediyor.
Reddeden bir milletin elbetteki vazgeçirtmek
yetkisi daha kuvvetli olur. Bazı evlenmelerin kendi
bağımsızlığını tehlikeye düşüreceğini ya da ülkesinin
bölünmesine neden olacağını anlarsa, millet, ya
tara arı ya da bu evlenmelerden doğacak olanları
herhangi bir hak iddiasından vazgeçirtebilir;
vazgeçen de, vazgeçirten de bundan sızlanamaz;
çünkü devlet isteseydi pekâlâ bunları reddeden bir
kanun çıkartabilirdi[350].
Konu XXIV
Memlekette güveni sağlayan polis tüzüklerinin,
öteki medeni kanunlardan farklı bir düzende
olduklarına dair
Hâkimin cezalandırdığı suçlular vardır, ıslah
ettiği suçlular vardır. Birinci çeşit suçlular kanuna,
ikinci çeşit suçlular ise hâkimin otoritesine bağlı
olurlar; birinciler toplum hayatından
uzaklaştırılırlar, ikinciler ise toplumun kurallarına
göre yaşamaya zorlanırlar.
Polisin güveni sağlamasında, cezayı veren
kanundan ziyade hâkimdir. Suçluların
yargılanmasında ise cezayı veren daha çok
kanundur, hâkim değil. Polisin uğraştığı konular
günlük konulardır; öyle geniş değildir; uzun uzadıya
formaliteye de lüzum yoktur. Polisin gördüğü iş
anidir, her gün olup biten olaylarla ilgilidir. Şu
halde büyük cezalara gerek yoktur. Polis devamlı
olarak ayrıntılarla uğraşır. Demek oluyor ki, büyük
çapta örneklere ihtiyacı yoktur onun. Demek oluyor
ki, kanundan çok tüzükleri vardır polisin. Bu sınıfa
mensup olanlar devamlı olarak hâkimin kontrolü
altındadırlar. Şu halde polis aşırı hareketlerde
bulunursa suç hâkimindir. Bundan ötürü de
kanuna aykırı davranışlarla polis tüzüklerine aykırı
davranışları birbirine karıştırmamak gerek. Bu iki
şey ayrı ayrı düzenlere bağlı şeylerdir.
İtalya’daki cumhuriyetlerden birinde [351],
ateşli silah taşıma ilinin, aynı silahı kötüye
kullanma ili kadar ağır suç oluşturması, işte bu iki
şeyin birbirine karıştırılmasından ileri gelmektedir.
Bir fırıncıyı kaçakçılık yaparken yakaladığı için
kazığa vurduran imparatorun bu davranışını över
dururlar; oysa onun bu şekilde davranışı, adaleti
aşırı derecede uygulamak suretiyle adil olacağına
inanan sultanlara özel bir davranıştır.
Konu XXV
Kendi öz yapılarından alınmış kurallara göre
düzenlenmesi gereken şeyleri, medeni hukukun
genel hükümlerine göre düzenlemenin doğru
olmayacağına dair
Bir vapur yolculuğunda medeni görevlerin
tümünün gemiciler arasında hiçe sayılmasını
gerektiren kanun iyi bir kanun mudur, değil midir?
François Pyrard, kendi zamanında Portekizlilerin
bu kanuna uymadıklarını, Fransızların ise
uyduklarını söylüyor. Kısa bir süre için bir arada
bulunan, bütün ihtiyaçları hükümdarları
tarafından giderildiğine göre hiçbir ihtiyaçları
olmayan, yolculuktan başka bir şey düşünmeyen,
toplumdan ayrı yaşadıkları için de geminin yurttaşı
sayılan insanların, toplumun yükümlülüklerini
devam ettirmek için ortaya konmuş olan bu
görevleri benimsemelerine gerek yoktur.
Gemilerin kıyıları izleyerek yol aldığı çağlarda
Rodosluların çıkardıkları şu kanun, işte bu ruh
haletiyle çıkarılmış bir kanundur. Gerçekten de
Rodoslular, bu kanun gereğince gemi ile gemideki
yükün, fırtına esnasında gemide kalan kişilere
verilmesini, gemiyi terk edenlere ise hiçbir şey
verilmemesini isterler.
ALTINCI BÖLÜM
•••
YİRMİ YEDİNCİ KİTAP
Tek konu
Romalılarda veraset hakkındaki kanunların
kaynağı
ve bu kanunların uğradığı değişiklikler üzerine
Çok eski zamanlara ait kurullarla ilgili olan bu
konuya iyice girebilmek için, izin verirseniz,
Romalıların ilk kanunlarında şimdiye kadar
incelenmemiş konuları ele alıp incelemeye
çalışayım.
Romulus’un küçük ülkesindeki toprağı
yurttaşlarına böldüğünü herkes bilir; veraset üzerine
Roma’da çıkartılan kanunlar da öyle sanıyorum ki
hep bu olayın sonucudur.
Toprağın bölünmesiyle ilgili kanun, bir ailenin
mülkünün başka bir aileye geçmesine izin vermezdi.
Bunun sonucu olarak da kanun iki çeşit mirasçı
kabul ederdi: Babanın yönetiminde yaşayan
çocuklarla torunlar ki bunlara öz mirasçı adı
verilirdi; bunların yokluğunda erkek tarafından en
yakın akraba ki bunlara da agnat denilirdi[352].
Kadın tarafından akrabaya cognat adı
verilmesine, bunların hiçbir suretle mirasçı
olmamalarına, yine bu kanunun gereğince karar
verilmişti; aksi halde tutar mülkü başka bir aileye
intikal ettirirlerdi ki, bu da kanunun ruhuna aykırı
bir hareket olurdu.
Yine bu kanun gereğince, çocuklar annelerinin,
anneler de çocuklarının mirasçısı olamaz diye bir
sonuca varıldı; aksi halde mülkün başka bir aileye
geçmesi ihtimali belirebilirdi. On iki levha
kanununda, anne ile evlatların dışarıda
kaldıklarını, kanunun yalnız agnat’lara veraset
hakkını tanıdığını, oğulla ananın birbirlerine
mirasçı olarak gösterilmediklerini görüyoruz.
Buna karşılık öz mirasçının, öz mirasçı
olmadığı takdirde en yakın agnat’nın erkek ya da
dişi olmasına kanun ses çıkarmıyordu; çünkü, anne
tarafından akraba mirasçı olmadığına göre, dişi
mirasçı evlense bile mülk yine çıktığı aileye
dönüyordu. Bunun içindir ki on iki levha kanunu
erkek mirasçı ile dişi mirasçı arasında hiçbir ayrılık
gözetmiyordu.
Bunun neticesi olarak, erkek evladın
çocuklarına dedenin mirasçısı olmak hakkı tanındı
ama kız evladın çocuklarına bu hak tanınmadı;
çünkü mülkün başka bir aileye geçmemesi için
agnat’lar, kız evladın çocuklarına tercih edildi.
Böylece kız evlat, babasının mirasçısı oldu ama
onun çocuklarına bu hak tanınmadı.
Böylece ilk Romalılarda kadınlar ancak,
durumları, toprağın bölünmesini düzenleyen
kanunla uzlaştığı zaman mirasçı olabildiler;
durumları kanunu zedelediği zaman da bu haktan
yoksun edildiler.
İlk Romalılarda veraset kanunları böyleydi işte;
doğal olarak ülkenin yapısına bağlı olan ve toprağın
bölünmesi konusundan çıkartılmış olan bu
kanunların kaynaklarının yabancı ülkelerde
olmadığı, Yunan şehirlerine gönderilen temsilciler
tarafından getirilmediği açıkça anlaşılır.
Halikarnaslı Denys’nin dediğine bakılırsa,
toprağın bölünmesi konusunda Romulus’la Numa
zamanındaki kanunların yürürlükten kalktığını
gören Servius-Tullius, bu kanunları yeniden
canlandırmış, eski kanunlara yeni bir ağırlık vermek
için de yeni yeni kanunlar yapmış. Böylece,
yukarıda sözünü ettiğimiz kanunların, yani bölme
işi dikkate alınarak yapılmış olan kanunların, adı
geçen üç Romalı kanun koyucu tarafından ortaya
atıldığından şüphe edemeyiz artık.
Veraset düzeni politik bir kanundan
çıkarıldığına göre, herhangi bir yurttaş kendi özel
isteğiyle bu düzeni bozamazdı; yani Roma’nın ilk
zamanlarında yurttaşın vasiyetname bırakmasına
izin verilmezdi. Bununla beraber kişinin son
anlarında iyilik etmesine engel olmak da çok ağır bir
hareket sayılırdı.
Bu konuda, kanunlarla özel kişilerin isteklerini
bağdaştırmak için bir çare bulmaktan da geri
kalmadılar. Bir halk topluluğu önünde kişinin
malını mülkünü istediği gibi dağıtmasına izin
verirler; böylece her vasiyetname, âdeta, yasama
gücünün verdiği bir karar halini aldı.
On iki levha kanunu, vasiyetnamesini
hazırlayan kişiye, istediği vatandaşı mirasçı olarak
seçmek yetkisini verdi. Roma kanunlarının
vasiyetname gereğince mirasçı olacakların sayısını
daraltmasının sebebi doğrudan doğruya arazi
bölümü üzerindeki kanun olmuştur; vasiyetname
ile mal bırakmak yetkisini bu derece geniş
tutmasının sebebi de, çocuklarını satabilen babanın
pekâlâ onları mirastan yoksun edebileceği düşüncesi
olmuştur[353]. Ayrı ayrı ilkelerden geldiklerine göre
bu iki sonucun birbirinden farklı olacağı apaçık bir
şeydir; Roma kanunlarının bu konudaki ruhu
böyledir işte.
Atina’nın eski kanunları, yurttaşa vasiyetname
yapmak yetkisi tanımazdı. Solon, çocukları
olanlardan başka kişilere, vasiyetname bırakmak
yetkisini verdi; babalık kuvvet ve kudretinin etkisi
altında bulunan Romalı kanun koyucular ise
yurttaşlara çocuklarının aleyhinde bile vasiyetname
düzenlemek yetkisini tanıdı. İtiraf etmek gerek ki,
eski Atina kanunları eski Roma kanunlarından
daha makuldü. Romada, vasiyetname düzenleme
konusunda yurttaşa tanınan sonsuz yetki, toprak
bölümü üzerindeki politik mevzuatı yavaş yavaş
ortadan kaldırdı; zenginlikle yoksulluk arasındaki o
uğursuz farkı herhangi bir nedenden daha çok
artırdı; payların çoğu bir kişinin elinde toplandı;
bazı yurttaşların çok mülkü oldu; bazılarının ise
hiçbir şeyi kalmadı. Devamlı olarak elindekini
avucundakini yitiren halk da arazinin yeniden
bölünmesini isteyip duruyordu. Bunu da halk,
Romalıların, tıpkı savurganlığı aşırı şekle soktukları
sırada olduğu gibi, sadeliği, pintiliği ve yoksulluğu
son derece ileri götürdükleri bir sırada yaptı.
Vasiyetnameler aslında halk kurultayında
düzenlenen bir kanun olduğundan, orduda
bulunanlar vasiyetname yapmak yetkisinden
yoksun edilirlerdi. Halk askerlere, birkaç askerin
yanında, kendi içinde düzenleyebileceği anlaşmayı
düzenlemek yetkisini tanıdı.
Büyük halk kurultayları yılda iki kere
toplanırdı; zaten nüfus artmış, işler de çoğalmıştı.
Bütün yurttaşlara, halk sını arını temsil eden
birkaç ergin Romalı yurttaşın huzurunda
vasiyetname düzenlemek yetkisi tanındı. Bunun
için de beş yurttaş seçilirdi; bunların yanında
mirasçı, vasiyetnameyi düzenleyenin ailesini, yani
onun verasetini satın alırdı; başka bir yurttaş bu
verasetin değerini tartmak için elinde bir terazi
tutardı; çünkü Romalılarda henüz para yoktu[354].
Yukarıda sözü geçen beş yurttaşın, beş halk
sınıfını temsil etmesi olasılığı vardır; altıncı sınıfı,
yani hiçbir şeyi olmayan sınıfı hesaba katmazlardı.
Justinien’le ağız birliği edip bu satışların hayali
olduğunu söylemeyelim. Sonradan hayali bir hal
aldılar ama başlangıçta öyle değillerdi. O tarihten
sonra vasiyetnameleri düzene koyan kanunların
çoğu kaynaklarını bu satışların gerçekliğinde
bulmuşlardır; bunun delilini Ulpien’den kalan
metin parçalarından çıkarmak mümkündür. Sağır,
dilsiz ve savurgan kişiler vasiyetname
düzenleyemezlerdi; sağır kişi vasiyetname
düzenleyemezdi, çünkü aileyi satın alanın sözlerini
duyamazdı, dilsiz kişi vasiyetname
düzenleyemezdi, çünkü, mirasçı seçiminde
kullanılan sözleri söylemesine imkân yoktu;
savurgan kişi vasiyetname düzenleyemezdi, çünkü
herhangi bir ticari iş görmek kendisine yasak
edildiğinden, ailesini satamazdı. Öteki örnekleri ise
bir yana bırakıyorum.
Vasiyetnameler halk kurultaylarında
düzenlenirdi; bundan ötürü de medeni hukuktan
çok politik hukuku, özel hukuktan çok amme
hukukunu ilgilendiren sözleşmelerdi. Bu yüzden de
işte, baba, vesayeti altında bulundurduğu oğlunun
vasiyetname yapmasına izin vermezdi.
Milletlerin çoğunda vasiyetnameler, sıradan
sözleşmelerden daha büyük formaliteye tabi
tutulmaz; çünkü bunların ikisi de sözleşmeyi yapan
kişinin isteğini belirten ifadelerdir; doğrudan
doğruya özel hukuk alanına girerler. Ama
vasiyetnamelerin amme hukuku alanına girdiği
Romalılarda, bu sözleşmeler öteki sözleşmelerden
daha çok formaliteyi gerektiriyordu; bugün bile
Fransa gibi Roma hukukunu temel hukuk olarak
gören ülkelerde aynı şey devam etmektedir.
Yukarıda da söylediğim gibi vasiyetnameler
halkın çıkardığı bir kanun olduğuna göre, bunlar
komuta gücüyle ve doğrudan doğruya buyruk
şeklindeki kelimelerle yapılmalı. Bundan şu kural
çıkar: Kişi mirasını ancak buyruk şeklindeki
cümlelerle başkasına verebilir ya da intikal
ettirebilir; bundan da yine şu sonuç çıkar: Bazı
durumlarda kişi isterse bir değiştirmeye başvurup
verasetin başka bir mirasçıya geçmesini buyurabilir;
buna karşılık kişi hiçbir zaman déicommis’ye
başvuramazdı; yani kişi, mirasçı tayin ettiği bir
insana, mirasın tümünü ya da bir bölümünü ileride
bir başkasına vermesi için ricada bulunamazdı.
Baba oğlunu mirasından çıkaramadığı ya da
mirasçı olarak atayamadığı zaman vasiyetname
bozulurdu; kızını mirasından çıkaramadığı ya da
mirasçı olarak atayamadığı halde vasiyetname
güvenilir sayılırdı. Bunun da nedenini pekâlâ
görüyorum. Oğlunu mirasından çıkaramadığı ya da
mirasçı olarak atayamadığı zaman kızının
çocuklarına hiçbir zararı dokunmuyordu; çünkü
kızının çocukları vasiyetname yoluyla annelerinin
mirasçısı olamazlardı; ne doğrudan doğruya
mirasçıdır onlar ne de agnat.
İlk Romalıların veraset üzerindeki kanunları
yalnız toprak bölümü anlayışına uymayı
öngördüğünden, kadınların servetlerini
sınırlandırmayı düşünmemiş ve böylece, bu çeşit
servetlerden ayrılması imkânsız olan lükse yol
açmıştır. İkinci Pun savaşıyla, Üçüncü Pun savaşı
arasında bunun kötülüğünü duymaya başlayıp
hemen Voconienne kanununu çıkarmışlar[355].
Büyük mülahazalar sonunda çıkarttığını biliyoruz
ama elimizde de pek önemli belgeler yok bu konuda;
şimdiye dek çok karışık bir şekilde söz edildiği için
ben burada bu kanunu aydınlatmaya çalışacağım.
Cicero’dan kalan bir belgeye göre kanun, ister
bekâr olsun, ister evli, bir kadının mirasçı olarak
atanmasını yasak ediyor.
Titus-Livius’un bu kanundan söz eden
Epitome’unda ise daha fazla bilgi yok. Yine Cicero
ile Saint Augustin’in söylediklerine bakılırsa kız
evlat hatta tek kız evlat bile, bu yasağın çerçevesi
içine giriyor.
İhtiyar Caton, bu kanunun kabulü için elinden
geleni yapmış. Aulu-Gelle, bu nedenle Caton’un
çektiği nutuktan bir parçayı kitabına almış. Caton,
nasıl ki Oppienne kanununu savunarak lüksün
kendisini durdurmak istemişse, kadınların mirasçı
olmalarını yasak ederek de lüksün nedenlerini
ortadan kaldırmak istemiş.
Justinien’le Téophile’in İnstitute’lerinde,
Voconienne kanununun, vasiyetle bırakmak
yetkisini sınırlandıran bir bölümünden söz
edilmektedir. Bu yazarları okuyan kim olursa olsun,
derhal anlar ki bu bölüm salt mirasçıların haklarını
korumak amacıyla kanuna yerleştirilmiş bir
bölümdür. Çünkü, vasiyetname yoluyla bırakılan
mallardan ötürü miras öylesine parçalanıyordu ki
gerçek mirasçı kendine düşen hisseyi reddetmek
zorunda kalıyordu. Ama Voconienne kanununun
asıl ruhu bu değildi. Onun temel amacı kadınların
mirastan tümüyle yoksun bırakılmalarıydı.
Kanunun, vasiyetname yoluyla miras bırakma
yetkisini sınırlandıran bölümü de bu amacı
destekliyordu. Çünkü, kişi vasiyetname ile istediği
kadar mal bırakabilseydi, kadınlar mirasçı olarak
elde edemedikleri şeyi, bu yoldan elde etmek
imkânını bulurlardı.
Voconienne kanunu kadınların aşırı derecede
servet sahibi olmalarını önlemek için yapılmıştı. Şu
halde kadınları, lüksü devam ettirmesi zaten
imkânsız olan bu servetten değil, aşırı miraslardan
yoksun etmek gerekti. Kanun, mirastan yoksun
edilen kadınlara verilmek üzere belli bir para tespit
ediyordu. Olayı bize anlatan Cicero, bu paranın ne
kadar olduğunu söylemiyorsa da, bunun yüzbin
sesterce olduğunu Dion’dan öğreniyoruz.
Voconienne kanunu, yoksulluğu bir düzene
koymak için değil, zenginliği bir düzene koymak için
çıkartılmıştı. Nitekim Cicero bize, bu kanunun
yalnız, cers’a girenlere uygulandığını söylüyor.
Bu da, kanunu atlatmak için bahane
arayanların işine yaradı. Romalıların formaliteye
son derece düşkün olduklarını bilmeyen yoktur;
yukarıda ise devlet mekanizmasında izlenen yolun,
kanunun ruhuna uymak olduğunu söylemiştik. İşte
böylece salt, miraslarını kızlarına bırakabilmek için
cens’a girmeyen babalar vardı. Kanuna ruhen aykırı
davranılmadığını ileri süren pretörler, bu şekilde
davranan babaların kanunu ihlal etmediklerini
söylediler.
Anius Asellus adında birisi, biricik kızını
mirasçı tayin etmişti. “Hakkıydı,” diyor Cicero,
“Voconienne kanunu engel olamazdı onun bu
tarzda hareketine; çünkü cens’a kayıtlı değildi. O
sırada pretör olan Verres, kızı mirastan yoksun etti.”
Cicero, Verres’in baştan çıkarıldığını iddia ediyor ve
diyor: “Aksi takdirde Verres, pretörlerin kabul
ettikleri bir düzeni bozmaktan sakınırdı[356].”
Bütün yurttaşları içine aldığı halde, şu cens’a
dâhil olmayan yurttaşlar neyin nesiydi o halde?
Halikarnaslı Denys’nin dediğine bakılırsa Servius-
Tullius’un kurduğu düzene göre cens’a kendini
kaydettirmeyen yurttaş köleliğe düşerdi. Cicero,
böyle bir adamın hürriyetini yitirdiğini söylüyor.
Zonare da aynı kanıda. Şu halde, Voconienne
kanununun görüşüne göre cens’a dâhil olmamakla,
Servius-Tullius kurullarının görüşüne göre cens’a
dâhil olmamak arasında bir fark bulunması
gerekirdi.
Yurttaşın malıyla mülküyle orantılı olarak
kaydedildiği ilk beş sınıan birine kayıt olmamışsa
kişi, Voconienne kanununun anlayışına göre cens’a
girmiş sayılmazdı[357]; altı sınıan birine
kaydolmayan ya da sansörler tarafından ararji
denen sınıfa dâhil edilmeyen kişi ise, Servius-Tullius
kurullarının anlayışına göre cens’a girmiş
sayılmazdı. Doğanın sesi öylesine kuvvetliydi ki
babalar kimi zaman, sırf Voconienne kanununu
atlatmak için köle mertebesinde olan halkla birlikte
görünmeye, hatta caerites tabulae’ye gönderilmeye
bile razı olurlardı[358].
Roma hukukunun şartlı vasiyetleri kabul
etmediğini söylemiştik. Voconienne kanununu
atlatmak umudu ise bu usulü Romalılara
benimsetti. Kanun gereğince mirasçı olabilecek
birisini mirasçı seçiyorlar ve kendisinden bu mirası
daha sonra, kanunun mirasçı olarak reddettiği
kişiye devretmesini rica ediyorlardı. Bu yeni usulün
çok değişik sonuçları oldu. Kimi kişiler kendilerine
verilen bu yetkiyi kötüye kullanmadılar; Sextus
Peduceus’un davranışı buna en güzel bir örnektir.
Kendisine muazzam bir miras bıraktılar;
yeryüzünde hiç kimse, kendisinden, bu mirası başka
birisine vermesini rica ettiklerini bilmiyordu.
Vasiyetname sahibinin dul karısını gidip buldu ve
kocasının bütün malını ona verdi.
Başkaları ise doğrudan doğruya mirasa sahip
çıktılar; burada P. Sextilius Rufus adında birisinin
davranışı en güzel örneklerden birini oluşturur;
çünkü Cicero, Epikuros’cularla çatışmasında bunu
örnek olarak kullanır ve “Gençliğimde” der,
“Sextilius gelip beni buldu; birlikte arkadaşlarını
görmeye gitmemizi istedi; maksadı Quintus Fadius
Gallus’un mirasını kızı Fadia’ya verip vermeyeceği
konusunda onlara danışmaktı. Bir sürü delikanlıyı
çok ağırbaşlı kişilerle bir araya getirmişti; bunlardan
hiçbiri Fadia’ya, Voconienne kanununun tayin
ettiği şeyden fazlasını vermesine taraar olmadı.
Böylece Sextilius büyük bir mirasa kondu ama
yararlı olanı değil de, doğru ve namuslu olanı tercih
etmiş olsaydı bu mirastan bir sesterce bile kendine
ayıramazdı. Siz, Epikuros’cular öyle sanıyorum ki
bu mirası asıl sahibine verirdiniz; Epikuros da parayı
geri verirdi ama ilkelerinize uygun hareket etmiş
olmazdınız.”
Şimdi ben de bu konuda ne düşündüğümü
söyleyeceğim.
Kanun koyucuların doğal duygulara aykırı
kanunlar ortaya atmak zorunda kalmaları,
insanlığın felaketlerinden birini oluşturur.
Voconienne kanunu da bunlardan biridir işte.
Neden de şu: Kanun koyucular yurttaştan çok
toplum üzerine, insandan çok yurttaş üzerine
yargıda bulunurlar. Kanun yurttaşı da, insanı da
feda eder, yalnız devleti düşünür. Mirasını kızına
vermesi için bir yurttaş bir arkadaşına ricada
bulunuyor. Kanun, vasiyetnameyi yapandaki doğal
duygularla, kızın babasına duyduğu sevgiyi
küçümsüyor, mirasın kıza verilmesi için
görevlendirilmiş olan ve korkunç şartlar içinde
bulunan kişiye karşı da hiçbir saygı beslemiyordu.
Mirası kızına verse kötü bir yurttaş, vermese kötü bir
insan olarak damgalanırdı zavallı. Kanunu
atlatmayı düşünenlerin son derece saf ve temiz,
atlatmak için kullanılacak kişilerin ise çok namuslu
olmaları gerekti; çünkü cimriliği ve tutkuları alt
etmek daima bir zaferdir insanlar için; bu çeşit
zaferleri elde edenler de her zaman için namuslu
kişilerdir. Hatta onları kötü yurttaş olarak görmek
için az buçuk haşin bile olmak gerek. Belki de kanun
koyucu, kanunu bu şekilde çıkarmakla, amacının
bir bölümünü elde etmiş, yani kanunu atlatmaya
yalnız namuslu kişileri zorlamakla bu amacına
ulaşmış sanıyor kendisini.
Voconienne kanununu yaptıkları zaman ahlak
henüz eski sa ığını tümüyle yitirmemişti. Kamu
vicdanının ara sıra kanunla ilgilenmesini sağladılar;
kanuna uyacaklarına dair halka ant bile içirdiler.
Öyle ki, namus, âdeta namusla savaşmaya başladı.
Ama son zamanlarda ahlak öylesine bozuldu ki,
Voconienne kanununu atlatmak isteyenler
kanunun kendisine saygı gösterilmesi için harcadığı
güçten daha az bir güç harcamak zorunda kaldılar.
İç savaşlar birçok yurttaşın ölümüne neden
oldu. Augustos zamanında Roma âdeta ıssız bir ülke
halini aldı; yeniden nüfusun artmasını sağlamak
gerekti. Papienne kanunlarını yaptılar; bu kez,
evlenme veya çok çocuk sahibi olmayı teşvik eden
hükümlerden hiçbirini koymayı ihmal etmediler.
Bunlardan bir tanesi, kanuna uymayı kabul
edenlere mirasa konmak imkânlarını sağlamak,
uymayanları da böyle bir umuttan yoksun etmek
oldu; Voconienne kanunu kadınları mirastan
tümüyle yoksun ettiği halde Papienne kanunu bazı
hallerde kadınlara bu hakkı tanımaktan geri
kalmadı.
Kadınların, hele çocuğu olan kadınların,
vasiyetname yoluyla kocalarının miraslarına
konmalarına izin verildi; çocukları olduğu zaman
da vasiyetname yoluyla yabancıların miraslarına
konmalarında sakınca görülmedi. Bütün bunlar
Voconienne kanununun hükümlerine aykırı
şeylerdi. Bununla beraber bu kanunun ruhunu
tümüyle bırakmamış olmaları da şaşılacak
olaylardan biridir. Örneğin, Papienne kanunu,
çocuğu olan bir erkeğin, vasiyetname ile bir
yabancının mirasına konmasına izin veriyordu;
kadına ise ancak üç çocuğu varsa aynı izni
tanıyordu.
Yalnız şunu da söyleyelim ki, Papienne
kanunu, üç çocuğu olan bir kadına vasiyetname
yoluyla ancak bir yabancının mirasına konma
yetkisini veriyordu; hısım akrabadan kalan miras
için eski kanunlarla Voconienne kanununu olduğu
gibi bırakıyordu. Ama bu da pek öyle uzun zaman
devam etmedi.
Bütün milletlerin servetini akıttığı Roma’da
ahlak iyice değişmişti; kadınların lükse
düşkünlüğünün önüne geçmek artık söz konusu
olamazdı. Adrien zamanında yaşayan Aulu-Gelle, o
sırada Voconienne kanununun aşağı yukarı
yürürlükten kalktığını söylüyor; devletin zenginliği
kanunu örtbas ediyordu. Niger zamanında yaşayan
Paul’un Sentence’larında, Alexandre Sévère
zamanında yaşayan Ulpien’in Fragment’larında,
baba tarafından kız kardeşlerin mirasçı
olabileceklerini, Voconienne kanununun yürürlüğe
koyduğu yasak çerçevesine de ancak bir derece daha
uzak akrabaların girebileceğini okuyoruz.
Roma’nın eski kanunları artık ağır gelmeye
başlamıştı. Pretörler yalnız adalet, ılımlılık ve
terbiye nedenlerini göz önüne almakla yetindiler.
Eski Roma kanunları gereğince çocukların
mirasında annelerin hissesi olamazdı, demiştik.
Voconienne kanunu, anneleri mirastan yoksun
etme için yeni bir neden daha ortaya attı. Ama
imparator Claudius, sanki anneleri avutmak
istiyormuş gibi çocuklarının mirasına konmak
hakkını verdi onlara; Adrien[359], zamanında
çıkartılan ve Tertullien adı verilen senatus-consulte,
üç çocuğu olan anneye, eğer özgür vatandaşsa bu
hakkı tanıdı; hürriyeti verilmiş kölenin dört çocuğu
olması şarttı. Bu senatus-consulte’ün Papienne
kanununun genişletilmiş bir şekli olduğu apaçık
görünüyor; çünkü bu kanun da, aynı koşulları
içeren kadınlara yabancıların vasiyet yoluyla miras
bırakmalarına izin vermişti. Nihayet Justinien,
çocuk sayısını göz önüne almadan kadınlara mirasçı
olmak hakkını tanımıştı.
Kadınların mirasçı olmalarını engelleyen
kanunu daraltan aynı nedenler bu sefer de, kadın
tarafından akrabanın mirasçı olmasını önleyen
kanunu yavaş yavaş yıktılar. Bu kanunlar iyi bir
cumhuriyetin ruhuna uygun kanunlardı; çünkü
böyle bir cumhuriyette kadınların servetleriyle
olsun, miraslarıyla olsun savurganlığa kaçmalarını
önlemek şarttır. Tersine, saltanat yönetiminin lükse
olan düşkünlüğü evliliği bir yük, hem de pahalı bir
yük haline soktuğundan, erkekleri ya kadınların
servetiyle ya konacakları mirasla evliliğe ısındırmak
gerek. Nitekim saltanat yönetimi Roma’ya
yerleşince miras işlerini düzene koyan sistem
tümüyle değişti. Pretörler, erkek tarafından mirasçı
akraba bulamayınca kadın tarafından akrabayı
çağırdılar; eski kanunlarda ise kadın tarafından
akrabaya kesinlikle başvurulmazdı. Orphitien
denen senatus-consulte çocukları, annelerin
mirasçısı olarak tanıdı. Valentinien, éodose ve
Arcadius adındaki imparatorlar, kız evlat
tarafından torunların dedelerinin mirasına
konmalarına izin verdiler. Nihayet imparator
Justinien eski hukukun miras üzerindeki
hükümlerini tümüyle ortadan kaldırdı; üç çeşit
mirasçı kabul etti: Çocuklarla torunlar, analarla
babalar, yan hısımlar. Erkeklerle kadınlar arasında,
kadınlar tarafından akrabalarla, erkekler tarafından
akrabalar arasında hiçbir fark gözetmedi; bu konuda
kalan ayrılıkların tümünü de ortadan kaldırdı. Eski
hukuk biliminin engelleri adını verdiği engellerden
uzaklaşarak doğaya uyduğunu sandı.
YİRMİ SEKİZİNCİ KİTAP
Fransız medeni kanunlarının
kaynağı
ve bu kanunların uğradığı
değişiklikler üzerine
In nova fert animus mutatas
dicere formas Corpora ....
Ovidus, Métam., (L. 1, v. 1) [360]
Konu I
Cermen topluluklarının kanunlarında
görünen çeşitli nitelikler üzerine
Ülkelerinden çıkıp giden Franklar, bilgelerine
salique kanunlarını kaleme aldırmışlardı[361]. Rhin
kıyılarında oturan Franklar da Clovis zamanında
Salien Frank’larla birleştiklerinden kendi
geleneklerini korumuşlardı. Aurtrasie Kralı
éodoric de bunları bir bir yazdırmıştı. Kendi
krallığına bağlı olan Bavyeralılarla Almanların
geleneklerini de aynı şekilde kaleme aldırmıştı.
Çünkü Cermanya bunca insan topluluğunun
uzaklaşmasıyla zayıf düştüğünden, Franklar bir
hayli ilerledikten sonra bir adım gerilemişler ve
egemenliklerini atalarının ormanlarına
götürmüşlerdi. Kendisine bağlı olan
uringien’lerin kanunlarını da yine aynı
éodoric’in yapmış olması ihtimali vardır.
Frison’lar da Charles-Martel’le Pépin tarafından
boyunduruk altına alındığından bunların kanunları
da bu hükümdarlardan önce tespit edilmiş
değildir[362]. Saksonları ilk defa boyunduruk altına
alan Charlemagne onlara, bugün bizde yürürlükte
olan kanunu verdi. Bütün bu kanunların galip
milletlerin elinden çıktığını anlamak için bu son iki
kanunu incelemek yeter. Vizigotlar, Burginyonlar ve
Lombardlar, her biri bir krallık kurduğundan kendi
kanunlarını kendileri için yaptılar, yenik milletler
için değil.
Salien Frankların kanunlarında olsun, Rhin
kıyılarında oturan Frankların kanunlarında olsun,
Almanların, Bavyeralıların, uringien’lerin ve
Fison’ların kanunlarında olsun üstün bir sadelik
vardır. Orijinal bir kabalık, hiçbir ruhun
zayı atamadığı bir ruh buluruz onlarda. Çok az
değişmiştir bu kanunlar; çünkü Franklar hariç bu
insan topluluklarının hiçbiri Cermanya’dan dışarı
çıkmamıştır. Hatta Franklar bile
imparatorluklarının önemli bir bölümünü orada
kurmuşlardır. Bundan ötürü de kanunlarının tümü
Cermen damgasını taşır. Vizigotların, Lombardların
ve Burginyonların kanunları için aynı şeyleri
söyleyemeyiz; kendi niteliklerinden çok şey kaybetti
bu kanunlar; yeni topraklara yerleşen bu milletler
kendi özelliklerinden çok şey kaybettiler de ondan.
Burginyon krallığı uzun zaman devam etmediği
için, galip milletin kanunları büyük değişikliklere
uğramadı. Geleneklerini kaleme aldıran Gondebaud
ile Sigismond, aşağı yukarı Burginyonların son
krallarıydı. Lombard kanunları değişikliğe uğradı
diyemeyiz ama bunlara bazı ilaveler yapıldığı da bir
gerçek. Rotharis’in arkasından Grimoald’ın,
Luitprand’ın, Rachis’in, Aistulphe’in kanunlara
ilaveler yaptıklarını görüyoruz ama yenilik getiren
olmuyor. Vizigotlarda ise iş böyle olmadı [363]; bir
yandan krallar, kanunlara yeni yeni şekiller
verirlerken, öte yandan da papaz sınıfını aynı işle
görevlendirmekten geri kalmadılar.
Méroyinge kralları, Salien Franklarının
kanunlarıyla, Rhin kıyılarında oturan Frankların
kanunlarından, Hristiyanlıkla kesin olarak
bağdaşamayan hususları çıkarıp attılar ama
kanunların temeline dokunmadılar. Vizigot
kanunları için ise aynı şeyi söylememize imkân yok.
Burginyon kanunları ve hele Vizigot kanunları,
vücuda kadar cezaları kabul ediyordu. Salien
Franklarıyla Rhin kıyılarında oturan Frankların
kanunları ise böyle bir şeyi kabul etmiyordu; kendi
özelliklerini daha iyi korudular böylece.
Eyalet sınırları son derece açık olan
Burginyonlarla Vizigotlar, ülkelerinin eski halkıyla
uzlaşmaya ve onlara tam manasıyla tarafsız medeni
kanunlar vermeye çalıştılar ama kendi güçlerine
iyice güvenen Frank kralları bu gibi önlemleri
akıllarının kenarından bile geçirmediler.
Frankların egemenliği altında yaşayan
Saksonlar yola gelmez kişilerdi; başkaldırmakta
direndiler. Bundan ötürü de, öteki barbarların
kanunlarında göremediğimiz bir sertlik, galip
milletin damgasını taşıyan bir sertlik vardır
bunların kanunlarında.
Para cezalarında Cermen kanunlarının
ruhunu, beden cezalarında ise galip milletin
kanunlarının ruhunu bulmak mümkündür.
Kendi ülkelerinde işledikleri suçlara beden
cezaları verilir; Cermen kanunlarının ruhu ise ülke
dışında işlenen suçların cezalarında görülür.
Kanunlarında, suç işleyenlerin rahat yüzü
görmeyeceği, kiliseye bile sığınamayacağı yazılıdır.
Piskoposların, Vizigot krallarının saraylarında
büyük saygınlıkları vardı; en önemli davalara papaz
kurullarında bakılırdı. Günümüzdeki engizisyon
mahkemelerinin görüşlerini, kararlarını ve ilkelerini
salt Vizigot kanunlarına borçluyuz. Bugün
Yahudilere karşı uygulanan kanunları keşişler,
vaktiyle piskoposlar tarafından yapılmış
kanunlardan almışlardır.
Hem zaten Gondebaud’nun Burginyonlar için
çıkardığı kanunlar oldukça yerinde kanunlardır;
Rotharis kanunları olsun, öteki Lombard
hükümdarlarının kanunları olsun daha da yerinde
kanunlardır. Ama Vizigotların, Récessuinde’ün,
Chaindesuinde’in, Egiga’nın kanunları çocukça
kanunlardır; beceriksiz bir şekilde ve budalaca
düzenlenmişlerdir; amaca ulaşan kanunlar değildir
bunlar; edebiyat yapmak için kaleme alınmış olan
ama anlamdan yana hiçbir değeri olmayan bu
kanunlar temel bakımından zayıf, üslup
bakımından ise muazzam şeylerdi.
Konu II
Barbar kanunları tümüyle kişisel kanunlardı
Barbar kanunlarının özel niteliklerinden biri de
belli başlı bir toprağa bağlı olmamalarıdır: Bir
Frank, Frank kanunlarına göre; bir Alman, Alman
kanunlarına göre; bir Burginyon, Burginyon
kanunlarına göre; bir Romalı da, Roma kanunlarına
göre yargılanırdı; o çağlarda hiç kimse fatih
milletlerin kanunlarını birleştirmeyi akıl etmediği
gibi, mağlup milletin kanun koyucusu olmayı da
aklından geçirmedi.
Ben bu görüşün kaynağını Cermenlerin
ahlakında buluyorum. Cermanya’da oturan insan
toplulukları birbirlerinden, bataklıklarla, göllerle ve
ormanlarla ayrılmış olarak yaşarlardı; hatta
birbirlerinden ayrı yaşamayı sevdiklerini de
Caesar’dan öğreniyoruz. Romalılardan korkmaları
bunların birbirlerine yanaşmalarına neden oldu;
birleşen insan topluluklarında da her insan kendi
milletinin geleneklerine göre yargılanmak istedi.
Bütün bu milletler kendi içlerinde özgür ve
bağımsızdılar; birbirlerine karıştıkları zaman da
bağımsızlıkları yine devam etti. Vatan ortaktı ama
devlet ayrı bir varlıktı; toprak bir ama o toprak
üstünde oturan milletler çeşitliydi. Demek oluyor
ki, ülkelerinden dışarı taşmadan önce, kafalarında,
kanunların ruhu kişisel olarak belirmiş olan bu
milletler istila ettikleri yerlere de aynı ruhu
götürdüler.
Bu geleneği Marculfe’in formüllerinde,
barbarların, özellikle Rhin kıyılarında oturan
Frankların kanunlarında, Mérovinge krallarının
fermanlarında bulmak mümkündür; Carolinge
kralları zamanında çıkartılan capitulaire’ler de
zaten bu fermanlara dayanmaktadır[364]. Çocuklar
babalarının kanunlarına, kadınlar kocalarının
kanunlarına, dullar eski kanunları olan babalarının
kanunlarına, hürriyeti verilen köleler de
patronlarının kanunlarına tabi olurlardı. Dahası
var: Herkesin, istediği kanuna tabi olmak yetkisi
vardı. I. Lothaire zamanındaki anayasa, bu seçimin
herkes tarafından bilinmesini gerekli kıldı.
Konu III
Vizigot ve Burginyon kanunlarıyla
Salique kanunları arasında temel ayrılık
Burginyon kanunuyla Vizigot kanununun
tarafsız olduğunu söylemiştim; salique kanunlar ise
böyle değildi. Franklarla Romalılar arasında son
derece ağır birtakım farkların meydana gelmesine
sebep oldu. Bir Frank, bir Barbarı ya da salique
kanununun buyruğu altında yaşayan bir insanı
öldürdü mü, anasına babasına uzlaşma parası
olarak iki yüz sou verirdi; mal mülk sahibi bir
Romalı öldürdüğü zaman sadece yüz sou öderdi;
haraç veren bir Romalı için ise bu para kırk beş
sou’ya düşerdi; krala bağımlı bir Frank öldürüldü
mü uzlaşma parası altı yüz sou’ya yükselirdi; aynı
şartlar içinde bulunan bir Romalı öldürülse uzlaşma
parası sadece üç yüz sou’dan ibaretti. Demek oluyor
ki, bu kanun bir Frank senyörüyle bir Romalı senyör
arasında, herhangi bir Frankla herhangi bir Romalı
arasında ezici bir fark gözetiyordu.
Dahası var: Bir Frank’ı evinde kıstırıp
yakalamak için bir sürü insan bir araya gelse ve
Frank’ı öldürse, salique kanunu uzlaşma parası
olarak altı yüz sou verilmesini istiyordu; aynı şartlar
içinde bir Romalı ya da hürriyeti verilmiş bir köle
öldürülse kanun, bu paranın yarısının ödenmesini
gerektiriyordu. Yine aynı kanun gereğince, bir
Frank’ı zincire vuran bir Romalı otuz sou ödemek
zorundaydı; aynı şeyi bir Romalıya yapan bir Frank
ise on beş sou ödemeye mecburdu. Bir Romalı
tarafından parası çalınan bir Frank altmış iki buçuk
sou tazminat alırdı; bir Frank tarafından parası
çalınan bir Romalının aldığı tazminat ise otuz
sou’ydu. Bütün bunlar elbetteki Romalılar için çok
ezici şeylerdi.
Bununla beraber ünlü bir yazar, Franklar
Romalıların en iyi dostlarıydı varsayımına
dayanarak Frankların Galya ülkelerine yerleşmesi
adında bir sistem meydana getirdi [365]. Franklar,
korkunç işkencelere tabi tuttukları Romalıların nasıl
dostu olabilirlerdi? Franklar, Romalıları önce
silahlarıyla yola getiren, sonra da kanunlarıyla baskı
altında tutan Franklar, Romalıların nasıl dostu
olabilirlerdi? İşte benim aklımın almadığı şey bu.
Herhalde Çin’i istila eden Tatarlar Çinlilerin ne
kadar dostuysa, Franklar da Romalıların o kadar
dostuydu.
Bazı Katolik piskoposlar, asi kralları ortadan
kaldırmak için Franklardan faydalanmak
istedilerse, bu, Barbar insan topluluklarının
egemenliği altında yaşamak istediler anlamına mı
gelir? Yine bundan Frankların Romalılara özel bir
saygısı olduğu sonucunu çıkarmak mı gerekir? Ben
kendi hesabıma başka sonuçlar da çıkarırım
bundan; işte bir tanesi: Frankların Romalılara
güveni arttıkça, onlara daha kötü davranmaktan
çekinmediler.
Ama keşiş Dubos, bir tarihçi için kötü sayılan
kaynaklardan, şairlerle hatiplerin eserlerinden
yararlanmış. Kişi hiçbir zaman sistemlerini,
gösterişe düşkün yapıtlara dayanarak kurmamalı.
Konu IV
Nasıl oldu da Roma hukuku Franklara bağlı
ülkelerde
ortadan kalktı ve yine, nasıl oldu da bu hukuk
Gotlarla Burginyonlara bağlı ülkelerde sürüp
gitti
Söylediğim bütün bu şeyler, bugüne dek
karanlıklarda kalmış başka şeyleri de aydınlatacak
niteliktedir.
Bugün Fransa denen ülke, Morovinge’ler
zamanında bir yandan Roma hukukuyla ya da
éodosien kanunuyla, öte yandan aynı ülkede
oturan Barbarların çeşitli kanunlarıyla yönetilirdi.
Franklara bağlı ülkede, Franklar için salique
kanunu, Romalılar için de éodosien kanunu
uygulanırdı. Vizigotlara bağlı ülkede, Alaric’in
emriyle éodosien kanunundan aşırılan bir kanun
Romalılar arasındaki anlaşmazlıkları gidermek için
kullanılırdı; milletin Euric tarafından yazılı olarak
tespit ettirilen gelenekleri ise Vizigotlar arasındaki
anlaşmazlıkları gidermek için kâ geliyordu. Peki
ama nasıl oldu da Franklara bağlı ülkelerde salique
kanunlar böyle birdenbire genel bir şekilde
uygulanmaya başladı? Ve yine nasıl oldu da,
Vizigotların ülkesinde yayılmaya ve genel bir şekilde
uygulanmaya başlayan Roma hukuku, Franklara
bağlı ülkelerde yavaş yavaş ortadan kayboldu?
Roma hukukunun Franklar arasında itibardan
düşmesine sebep olarak ben, Frank, Barbar olmanın
ya da salique kanunlara bağlı yaşamanın sağladığı
yararlarda buluyorum; hemen herkes Roma
hukukunu bırakıp salique kanununun hükümleri
altına girmeye çalıştı. Yalnız papaz sınıfı, o da rejim
değiştirmekte hiçbir çıkarı olmadığı için, Roma
hukukundan ayrılmadı. Mevki ve sını ar
arasındaki ayrılıklar, başka yerde de göstereceğim
gibi, yalnız uzlaşma yollarında kendini gösterirdi.
Özel kanunlar ise Franklara tanınan hakların
tümünü hemen hemen keşiş sınıfına da tanıyordu.
İşte bu nedenlerden ötürü keşiş sınıfı Roma
hukukuna bağlı kalmakta bir sakınca görmedi.
Hiçbir zararı dokunmuyordu onlara; üstelik işlerine
de yarıyordu; Hristiyan imparatorların eseriydi de
ondan.
Öte yandan, Vizigotların baba yurdunda,
Vizigot kanunu Vizigotlarla Romalılar arasında
hiçbir fark gözetmiyordu; durum böyle olunca
Romalılar da kendi kanunlarını bırakıp başka bir
kanuna bağlanmak ihtiyacını duymadılar. Kendi
kanunlarını korudular ve Vizigotların kanunlarına
bağlanmadılar.
Daha eski çağlara gidildiği takdirde bu
söylediklerimin doğruluğu büsbütün meydana
çıkar. Gondebaud kanunu son derece tarafsız bir
kanundu; Burginyonlara da, Romalılara da aynı
hakları tanıdı. Bu kanunun önsözünden, kanunun
bir yandan Burginyonlar için yapıldığını, öte
yandan da Burginyonlarla Romalılar arasında
çıkacak anlaşmazlıkları gidermek için yapıldığını
anlıyoruz; hatta, ikinci durumda mahkeme
üyelerinin yarı yarıya olması öngörülmüş bu yazıda.
Bunun böyle olması da o çağlarda politik düzenden
çıkarılmış özel nedenlere dayanır. Romalıların
kendi aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek için
Roma hukuku Burgonya’da yürürlükte kaldı.
Franklara bağlı ülkelerde olduğu gibi Romalılar
burada kendi kanunlarını bırakmak zorunda
kalmadılar; hem üstelik Agobard’ın Louis le
Débonnaire’e yazdığı o meşhur mektuptan da
anlaşılacağı gibi salique kanunu henüz Burgonya’ya
girip yerleşmemişti.
Agobard mektubunda, bu hükümdarın salique
kanununu Burgonya’ya da sokmasını istiyordu.
Demek oluyor ki, bu kanun henüz o ülkeye girip
yerleşmemişti. Böylece, Roma hukukunun, bu
krallığa bağlı ülkelerde, şimdi olduğu gibi, eskiden
de yürürlükte olduğunu görüyoruz.
Roma hukukuyla Got kanunu, Gotların
yerleştikleri ülkelerde de yan yana yürürlükte kaldı.
Salique kanunu hiçbir zaman bu ülkelerin
sınırlarından içeri giremedi. Pépin ile Charles
Martel Arapları sınır dışı ettikleri zaman, bu
hükümdarlara bağlı olduklarını bildiren şehirlerle
eyaletler kendi kanunlarını korumak için istedikleri
izni elde ettiler. Bütün kanunların kişisel olduğu o
çağlardaki geleneklere rağmen, hükümdarların bu
hareketi, Gotlar ülkesinde Roma hukukuna, ülkenin
malı olan gerçek bir kanun gözüyle bakıldığını
gösterir.
864 yılında Charles le Chauve’un Pistes’de
çıkardığı ferman da bunun böyle olduğunu ispatlar.
Bu ferman, ahalisi Roma hukukuna göre yargılanan
ülkeleri, ahalisi bu hukuka göre yargılanmayan
ülkelerden ayırmaktaydı.
Pistes fermanı şu iki şeyi; bir, Roma hukukunun
yürürlükte olduğu ülkelerle, bu hukukun yürürlükte
olmadığı ülkelerin bulunduğunu; iki, Roma
hukukunun yürürlükte olduğu ülkelerde bugün de
aynı hukukun yürürlükte olduğunu ispatlar. Demek
oluyor ki, Fransa’da gelenek yoluyla yönetilen
ülkelerle, yazılı kanunla yönetilen ülkeler arasında
daha Pistes fermanı zamanında bir ayrılık tespit
edilmiş bulunuyordu.
Saltanat yönetiminin başlarında kanunların
tümüyle kişisel olduğunu söylemiştim; böylece,
Pistes fermanı, Roma hukukuyla yönetilen ülkeleri,
Roma hukukuyla yönetilmeyen ülkelerden ayırdığı
zaman, bunun anlamı, Roma hukukuyla
yönetilmeyen ülkelerde o kadar çok insan,
Barbarların kanunlarına bağlı olarak yaşamak
istemişti ki, Roma hukukuna bağlı olarak yaşamak
isteyen hemen hemen kimse kalmamış, Roma
hukukuyla yönetilen ülkelerde ise, Barbarların
kanunlarına göre yönetilmek isteyen çok az insan
çıkmıştı demektir.
Burada yepyeni şeyler söylediğimi biliyorum:
Ama doğrudur bu söylediklerim; doğru olduğu
kadar da eski. Bunları ister ben söylemiş olayım,
ister Valoisler [366] ya da Bignonlar[367] söylemiş
olsun, bundan ne çıkar?
Konu V
Aynı konunun devamı
Gondebaud kanunu Roma kanunuyla birlikte
uzun zaman Burginyonlarda yürürlükte kaldı;
Louis le Débonnaire zamanında hâlâ yürürlükte idi
bu kanun; Agobard’ın mektubu bunun böyle
olduğunu açıkça gösterir. Her ne kadar Pistes
fermanı, Vizigotların işgal ettiği ülkeyi Roma
kanununa bağlı ülke olarak anıyorsa da,
Vizigotların kanunu henüz ülkeden kaldırılmış
değildi. 878’de yani Pistes fermanından on dört yıl
sonra Louis le Bègue’in başkanlığında Troyes’da
toplanan Din İşleri Meclisi bunun böyle olduğunu
ispatlar.
Sonradan Gotlarla Burginyonların kanunları,
Barbar insan topluluklarının kişisel kanunlarının
her taraa ortadan kalkmasını sağlayan genel
nedenler yüzünden Gotlarla Burginyonların
ülkesinden de kalktı.
Konu VI
Nasıl oldu da Roma hukuku
Lombardların ülkesinde olduğu gibi kaldı
Her şey ilkelerime boyun eğiyor. Lombardların
kanunu tarafsızdı; Romalıların bu kanunu
benimsemek için kendi kanunlarını bırakmalarında
hiçbir çıkarları yoktu. Frankların boyunduruğu
altında Romalıların, salique kanununu seçmelerini
gerektiren neden İtalya’da mevcut değildi; Roma
hukuku orada Lombardların hukukuyla beraber
yürürlükte kaldı.
Hatta kimi zaman Lombard kanununun, sözü,
Roma kanununa bıraktığı da olmuştur; hâkim
zümrenin kanunu olmaktan bile çıktı Lombardların
kanunu; her ne kadar başlıca soyluların kanunu
olmakta devam etti ise de bu kanun, şehirlerin çoğu
devlet halinde ortaya çıktıklarından, soylu sınıfı
düşmek ya da yok olmak zorunda kaldı[368]. Yeni
devletlerin yurttaşları, yargıç kararıyla düelloyu
yerleştiren ve kurulları, şövalye gelenek ve
alışkanlıklarına eğilimli bulunan bir kanunu kabul
etmeye yanaşmadılar. O arada İtalya’da son derece
güçlü kuvvetli olan papaz sınıfı da Roma kanununa
bağlı olduğundan, Lombardların kanununa bağlı
olanların sayısı her gün biraz daha azaldı.
Zaten Lombardların kanununda, İtalya’ya,
bütün dünya üzerindeki egemenliğini hatırlatan
Roma kanununun büyüklüğü yoktu; alanı o derece
geniş değildi. Lombardların kanunu olsun, Roma
kanunu olsun, artık, devlet şeklini alan şehirlerin
tüzüklerinin yerine geçmekten başka bir işe
yarayamazdı; şimdi, bu tüzüklerin yerini hangisi
daha iyi tutabilirdi? Lombardların yalnız bazı
olaylar için gerekli yargıları içine alan kanunu mu,
yoksa bütün olayları içine alan Roma kanunu mu?
Konu VII
Nasıl oldu da Roma kanunu İspanya’da
yürürlükten kalktı
Olaylar İspanya’da bambaşka bir şekilde
cereyan etti. Vizigotların kanunu üstün geldi, Roma
hukuku da ortadan kalktı. Chaindasuinde [369] ile
Récessuinde, Roma kanunlarını yasak etmekle
kalmadılar, bu kanunlardan, mahkemelerde bile söz
edilmesine izin vermediler. Bundan başka
Récessuinde, Gotlarla Romalıların evlenmesini
yasak eden kanunu kaldırdı. Bu iki kanunun ruhu
aynıydı: Sözü geçen kral, Gotlarla Romalıları
birbirlerinden ayıran başlıca nedenleri ortadan
kaldırmak istiyordu. Bu ayrılığı meydana getiren
nedenlerden biri, birbirleriyle evlenmenin yasak
edilmiş olması, öteki de çeşitli kanunlara bağlı
olarak bir arada yaşamalarına göz yumulmasıydı.
Vizigot kralları Roma hukukunu ülkelerinde
yasak etmişlerdi ama Güney Galya’daki ülkelerinde
bu hukukun yürürlükte olmasını önleyememişlerdi.
Krallığın merkezinden uzak olan bu ülkeler tam
anlamıyla bağımsız olarak yaşıyorlardı. 672’de
tahta çıkan Vamba’nın [370] tarihinden de
anlaşılıyor ki ülkenin asıl ahalisi iktidarı eline
almıştı: Böylece Roma kanununun orada Got
kanununun üstesinden geldiğini görüyoruz[371].
İspanyol kanunları ora halkının ne yaşayış tarzına
ne de o zamanki durumlarına uygun düşüyordu:
Hatta halkın Roma hukukuna bu derece
bağlanması, hürriyet krini bu hukuka daha yakın
görmesinden ileri gelebilir. Dahası var:
Chaindassuinde ile Récessuinde’nin kanunları
Yahudilerin aleyhinde korkunç hükümler
içeriyordu. Yahudiler ise güney Galya’da son derece
egemen unsur olarak yaşıyorlardı. Kral Vamba
tarihinin yazarı bu eyaletlere Yahudilerin
prostibule’ü adını vermektedir [372]. Araplar bu
ülkelere davet edildikleri için gelmişlerdi. Şimdi
onları, Yahudilerden ya da Romalılardan gayri kim
davet edebilirdi? Egemen millet olduğu için ilk
baskıya uğrayan Gotlar oldu. Procope’un kitabından
anlıyoruz ki felakete uğradıkları zaman Gotlar,
Narbonne eyaletlerinden İspanya’ya kaçıyorlardı.
Arap istilası sırasında da İspanya’nın henüz
kendilerini savunmakta olan ülkelerine kaçtıkları
kesin gibi geliyor bize; böylece Güney Galya’da
Vizigot kanunlarına uyarak yaşayanların sayısı
daha da azalmış oldu.
Konu VIII
Sahte capitulaire
Benoît Lévite adındaki o zavallı derleyici,
Roma hukukunu yasak eden Vizigot kanununu,
sonradan Charlemagne’a izafe edilen bir capitulaire
şeklinde yutturmaya çalışmadı mı? Sanki Roma
hukukunu yeryüzünden kaldırmak istiyormuş gibi,
bu özel kanunu genel bir kanun haline sokmak
istemedi mi?
Konu IX
Nasıl oldu da barbar kanunlarıyla
capitulaire’ler de ortadan yok oldu
Salique kanunlarıyla, Rhin kıyılarında oturan
Frankların kanunları, Burginyonlarla Vizigotların
kanunları yavaş yavaş Fransızlar tarafından
kullanılmaz oldu. Bakın nasıl:
Tımarlar babadan oğla intikal etmeye
başlayınca art tımarların sayısı çoğaldı[373];
böylece, yukarıda sözü geçen kanunların
uygulanmasına imkân bırakmayan birçok alışkılar
türedi. Yalnız bu kanunların, birçok davaları para
cezası vererek halletmekten ibaret olan ruhunu
korudular. Ama değerler değişmiş olacak ki para
cezalarının miktarı da değişti; senyörlerin bu
konuda, küçük mahkemelerinde ödenecek para
cezalarını tespit eden birçok ferman çıkardıklarını
görüyoruz. Böylece, kanuna uymamakla beraber
kanunun ruhuna sadık kalmış oldular.
Zaten Fransa, politik bağımsızlıktan çok feodal
bağımlılığı kabul eden birçok küçük senyörlüğe
bölünmüştü; durum böyle olunca da bir tek
kanunun uygulanması çok güç bir hal almış
demekti. Gerçekten de öyle, bir tek kanunu kabul
ettirmek imkânsızdı.
Eyaletlere, gerek adaletin yönetimini, gerek
politik işlerin gidişini kontrol etmek için
fevkaladeden memurlar göndermek usulü de artık
ortadan kalkmış bulunuyordu. Hatta fermanlarda,
yeni tımarların kuruluşunda kralın bu çeşit
memurlar göndermek hakkından kendi kendini
yoksun ettiği belirtiliyordu; böylece, aşağı yukarı
bütün yurt tımarlarla dolunca bu çeşit memurlar
artık kullanılmaz oldu. Ortak kanun da ortadan
kalktı; çünkü ortak kanuna uyacak kimse kalmadı
ortada.
Demek oluyor ki Carolinge’lerin sonlarına
doğru, salique kanunlarla, Burginyonların ve
Vizigotların kanunları son derece ihmal edildi;
Capet’lerin başlangıcında da bu kanunların artık
sözü edilmez oldu.
İlk iki sülale zamanında, yani Mérovinge’lerle
Carolinge’ler zamanında milleti, yani senyörlerle
piskoposları sık sık bir araya topladılar. Halk sınıfı
henüz söz konusu değildi. Bu toplantılarda, fatihler
zamanında henüz oluşmakta ve yetkilerini
belirtmekte olan papaz sınıfını da bir düzene
koymaya çalıştılar. Bu toplantılarda çıkarılan
kanunlar işte bizim, capitulaire’ler adını verdiğimiz
kanunlardır. Dört şey oldu bu toplantıların
sonunda: Tımarlarla ilgili kanunlar çıkarıldı ve
kilise mallarının büyük bir kısmı tımar kanunlarına
göre yönetildi; papaz sınıfı biraz daha ayrıldı ve
yalnız kendi eseri olmayan reform kanunlarını
ihmal etmeye başladı. Din meclislerinin çıkardığı
dinle ilgili kanunlarla papaların kişisel kanılarını bir
araya getirdiler; papaz sınıfı da bu kanunları daha
arık bir kaynaktan geliyormuş gibi kabullendi.
Büyük tımarların kuruluşundan sonra krallar, daha
önce de söylediğim gibi, eyaletlere, kendi
kanunlarının uygulanıp uygulanmadığını incelemek
için memurlar gönderemez oldular, Böylece
Capet’ler zamanında capitulaire’lerden de söz
edilmez oldu.
Konu X
Aynı konunun devamı
Salique kanunlarıyla Lombardların ve
Bavyeralıların kanunlarına birçok capitulaire ilave
edildi. Bunun sebebini araştıranlar oldu. Bana
kalırsa, neden doğrudan doğruya olayın kendi
içinde. Capitulaire’lerin çeşidi çoktu. Kimi politik
yönetimle, kimi ekonomik yönetimle, çoğu kilise
yönetimiyle, birkaç tanesi de medeni yönetimle
ilgiliydi. Bu sonuçlar medeni kanuna, yani her
milletin kişisel kanunlarına ilave edildi; bunun
içindir ki bu kanunlarda, Roma hukukuna aykırı
hiçbir madde bulunmadığı, özellikle
capitulaire’lerde zikredilmektedir. Gerçekten de
ekonomik, politik yönetime, kilise yönetimine ait
capitulaire’lerden hiçbiri bu kanunla ilgili değildi;
medeni yönetimle ilgili Capitulaire’ler ise, yalnız,
açıklanan, düzeltilen, genişletilen ve daraltılan
barbar kanunlarına değiniyordu. Ama, kişisel
kanunlara ilave edilen bu capitulaire’ler öyle
sanıyorum ki, bizzat capitulaire’lerin topunun
ihmaline neden oldu. Bilgisizlik çağlarında, bir
yapıtın özeti, çoğu zaman o yapıtın kendisinin yok
olmasına sebep olur.
Konu XI
Barbar kanunlarının, Roma hukukunun ve
capitulaire’lerin kullanıştan düşmesinin başka
nedenleri
Cermenler, Roma imparatorluğunu istila
ettikleri zaman, orada yazının kullanılmakta
olduğunu gördüler; Romalıları taklit ettiler ve kendi
alışkılarını yazılı metin haline sokmaktan geri
kalmadılar. Charlemagne’dan sonra gelen
hükümdarların şanssızlığı, Normanların istilası, iç
savaşlar, muzaffer milletlerin yeniden karanlıklara
dalmasına neden oldu; okuma yazma bilen
kalmadı. Bu durum, Fransa ile Almanya’da, yazılı
barbar kanunlarını, Roma hukukunu ve
capitulaire’leri unutturdu. Papalarla Yunan
imparatorlarının hüküm sürdüğü İtalya’da yazı
kullanılmakta devam etti; İtalya’da şehirler daha
mamur, ticaret daha verimli idi. Galya’nın İtalya’ya
komşu olan ve eskiden Gotlarla Burginyonların
hâkimiyeti altında bulunan bölümlerinde Roma
hukuku kullanılmakta devam etti; hem zaten bu
hukuk oralarda yöresel bir kanun, bir çeşit ayrıcalık
halini almış bulunuyordu. Vizigot kanunlarının
İspanya’da düşmesine neden, doğrudan doğruya,
yazının bilinmeyişidir. Bunca kanunun düşmesiyle
de, her tarafta gelenekler peyda oldu.
Kişisel kanunlar düştü. Tazminat işiyle freda
denen şey artık kanunların metinlerine göre değil,
geleneklere göre halledilmeye başlandı [374].
Böylece, nasıl ki saltanat yönetiminin kuruluşunda
Cermenlerin alışkılarından yazılı kanunlara
geçildiyse, birkaç yüzyıl sonra da yazılı
kanunlardan, ağızdan ağza intikal eden alışkılara
geçildi.
Konu XII
Yerli alışkılar üzerine; barbarların kanunlarıyla
Roma hukukunda meydana gelen değişiklikler
Birçok anıtlardan anlıyoruz ki gerek
Mérovinge’ler zamanında, gerek Carolinge’ler
zamanında yerli alışkılar vardı. Anıtlarda yerli
alışkıdan, eski alışkıdan, alışkıdan, kanunlardan ve
alışkılardan söz edildiğini görüyoruz. Yazarlar,
alışkı denen şeylerin barbarların kanunları
olduğunu, kanun denen şeyin de Roma hukuku
olduğunu sandılar. Ben bunun böyle olamayacağını
ispatlayacağım. Kral Pépin, nerede kanun yoksa
orada alışkıya göre davranılması, ama alışkının
kanuna tercih edilmemesi gerektiğini buyurdu.
Şimdi Roma hukuku barbar kanunlarının üstünde
tutuluyordu demek, eski anıtların tümünün
metnini, hele durmadan bunun tersini söyleyen
barbar kanunlarının tümünün metnini yıkmak
demektir.
Barbarların kanunları bu alışkılar olmuştur
demek şöyle dursun, bu alışkıları memlekete bizzat
bu kişisel kanunlar sokmuştur demek gerekir.
Örneğin, salique kanun kişisel bir kanundu, ama
genel olarak salien Frankların oturdukları ülkelerde,
salique kanun kişisel olmakla beraber, bu salien
Franklara göre toprağa bağlı bir kanun halini
alıyordu. Başka yerlerde oturan Franklara göre ise
kişisel bir kanun olmaktan kurtulamıyordu. Şimdi,
salique kanunun toprağa bağlı olduğu bir yerde
birçok Burginyon, Alman ya da Romalının davası
olsa, bu çeşit davalara bu milletlerin kanunlarına
göre bakılırdı; bu kanunların bazılarına uygun
olarak verilen yargıların çokluğu, ülkeye yeni
alışkıların girmesine sebep olurdu. Bu da bize
Pépin’in Anayasasını iyice açıklar. Salique kanuna
göre karar verilmediği hallerde o yerde oturan
Frankların buna üzülmesi kadar doğal bir şey
olamaz ama bu alışkıların salique kanuna tercih
edilmesi hiç de doğal değil.
Böylece her yerde üstün bir kanun ve bu
kanunu tamamlayacak ama zedelemeyecek alışkılar
vardı.
Hatta bu alışkıların, toprağa bağlı olmayan
kanunları tamamladığı da olağan şeylerdendi; aynı
örneği devam ettirmek için söyleyelim, salique
kanunun toprağa bağlı olduğu bir yerde bir
Burginyonun, Burginyonların kanununa göre
yargılandığını ama davanın bu kanunun metnine
göre halledilmesi imkânsız bir dava olduğunu
varsaysak, o zaman hiç şüpheniz olmasın, bu davayı
o yerin geleneklerine göre karara bağladıklarını
görürdük.
Kral Pepin zamanında meydana gelen
gelenekler, kanunlar kadar kuvvetli değildi ama çok
geçmeden gelenekler kanunların yerini aldı; yeni
tüzükler hemen her zaman, bir hastalığın varlığını
gösteren devalardır; şu halde daha Pépin
zamanında halk, gelenekleri, kanunlara tercih
etmeye başlamıştı diyebiliriz.
Bu söylediklerim, Pistes fermanından da
anlaşılacağı gibi daha ilk zamanlarda Roma
hukukunun nasıl olup da, toprağa bağlı bir kanun
halini aldığını ve yine sözünü ettiğim Troyes’daki
din meclisinin kararlarından anlaşılacağı gibi nasıl
olup da Got kanununun orada kullanılmakta
devam ettiğini gösterir. Roma kanunu genel kişisel
kanun, Got kanunu da özel kişisel kanun olup
çıkmıştı; dolayısıyla Roma kanunu toprağa bağlı
kanun olmuştu. Ama nasıl oldu da bilgisizlik her
yerde barbarların kişisel kanunlarını düşürürken,
Roma hukuku toprağa bağlı kanun olarak Vizigot ve
Burginyon eyaletlerinde ayakta durabildi; buna
cevap olarak ben derim ki: Roma hukukunun kaderi
de aşağı yukarı öteki kişisel kanunların kaderine
benzedi. Aksi takdirde, Roma hukukunun toprağa
bağlı olduğu eyaletlerde bizler bugün Justinien
kanunlarına göre değil, éodosien kanunlarına
göre hareket ederdik. Bu eyaletlere, Roma hukuku
ya da yazılı hukuk ülkesi adından, milletlere de, bir
ayrıcalık olarak gördükleri kanunlarına karşı o derin
sevgiden, bir de Roma hukukunun bazı kişilerin
belleğinde yer eden hükümlerinden başka bir şey
kalmadı. Ama Justinien’in şuradan buradan
derleyip çıkardığı kanunun, Gotlarla
Burginyonların ülkesinde yazılı kanun olarak kabul
edilmesi için, bu kadarı yetti de arttı bile.
Frankların eski yurtlarında ise bu kanun, ancak
yazılı bir neden olarak saygınlık gördü.
Konu XIII
Salique ya da salien Frankların kanunuyla Rhin
kıyılarında oturan Frankların ve öteki
barbarların kanunu arasındaki fark
Salique kanun olumsuz tanıtı kabul etmezdi;
yani bir istekte bulunan ya da birisini suçlayan kişi
iddia ettiği şeyi ispatlamak zorundaydı;
suçlandırılan kişinin de suçu inkâr etmesi yetmezdi.
Bu da hemen hemen yeryüzündeki bütün
milletlerin kanunlarına uygun bir davranıştır.
Rhin kıyılarında oturan Frankların
kanunlarının ruhu ise tamamıyla başkaydı;
olumsuz tanıtlarla yetinirdi bu kanun; kendisinden
bir şey istenen ya da suçlandırılan kişi, birçok
durumlarda, belli sayıda tanıkla beraber ant içmek
suretiyle, kendisine yüklenilen suçu işlemediğini
söyler ve temize çıkardı. Ant içmesi gereken tanık
sayısı davanın önemine göre artardı; kimi zaman bu
sayı yetmiş ikiyi bile bulurdu. Almanların,
Bavyeralıların, uringien’lerin, Frison’ların,
Saksonların, Lombardların, Burgiyonların
kanunları, Rhin kıyılarında oturan Frankların
kanunlarıyla aynı plan üzerinde yapıldı.
Salique kanunların, olumsuz tanıt kabul
etmediğini söylemiştim. Bununla beraber şunu da
hatırlatmak gerek ki, yalnız bir durumda böyle bir
tanıtı kabul ederdi ama yine de bu tanıtı, olumlu
tanıtlar olmadan tek başına kabul etmezdi. Davacı,
isteğinin tespit edilmesi için tanıkların dinlenmesini
isterdi; dava edilen kişi de, kendini haklı çıkarmak
için, tanıklarını dinletirdi; yargıçlar da iki tarafın
tanıklarını dinledikten sonra gerçeği bulmaya
çalışırlardı. Bu davranış şekli, Rhin kıyılarında
oturan Franklarla, öteki barbarların
davranışlarından çok farklıydı; onlarda,
suçlandırılan kişi, suçlu olmadığına ant içer, gerçeği
söylediğine dair de hısım akrabasına ant içirtirdi;
böylece temize çıkardı. Bu çeşit kanunlar ancak
doğal olarak saf ve temiz olan milletlerde
uygulanabilecek kanunlardır. Kanun koyucuların
bu çeşit kanunların kötüye kullanılmasını önlemek
için, az sonra göreceğimiz gibi, bazı önlemlere
başvurmaları gerekir.
Konu XIV
Başka bir fark daha
Salique kanun, tek tek dövüşme usulüyle
tanıtlamayı da kabul etmezdi; Rhin kıyılarında
oturan Franklarla öteki barbarların hemen
tümünün kanunları ise bu çeşit tanıtı geçerli
sayarlardı. Kişi dava açtığı zaman, bir ant içme ile
hakkının o anda yenilebileceğini anlarsa, savaşçı
olan davacı hakkını korumak için savaşmaktan
başka nasıl bir çareye başvurabilirdi? Olumsuz
tanıtları kabullenmeyen salique kanunun, teke tek
dövüşte gösterilen tanıta da ihtiyacı yoktu; böyle bir
tanıtı geçerli saymazdı ama Rhin kıyısı Franklarıyla
öteki barbarların olumsuz tanıtları kabul eden
kanunları, teke tek dövüşle tanıt verme usulünü
kabul ediyordu.
Burgonya Kralı Gondebaud’nun bu konu
üzerinde çıkarmış olduğu o iki ünlü hükmü
okumanızı rica ederim; ikisinin de işin niteliğinden
çıkartılmış olduğunu görürsünüz. Barbar
kanunlarının diline göre, ant içmek yetkisini kötüye
kullanmak isteyen bir adamın elinden bu yetkisini
geri almak gerekirdi.
Lombardlarda Rotharis kanununun, ant içmek
suretiyle kendisini savunan bir insanın bir daha teke
tek dövüşmeyle rahatsız edilmemesini sağlayan bir
durumu kabul ettiğini görüyoruz. Bu usul yavaş
yavaş yayıldı. Bunun, ne gibi kötü sonuçlar
meydana getirdiğini ve eski usule yeniden dönmek
zorunda kalındığını ileride göreceğiz.
Konu XV
Düşünce
Barbar kanunlarının metinlerinde yapılan
değişikliklerde olsun, bunlara ilave edilen
hükümlerde olsun, capitulaire’lerde olsun, teke tek
dövüşmenin, olumsuz tanıtın bir sonucu olduğunu
gösteren hükümler yoktur demeyeceğim. Yüzyıllar
boyunca beliren özel şartlar elbette ki bazı özel
kanunların yerleşmesine neden olmuştur. Ben
burada Cermenlerin kanunlarının ruhundan,
niteliğinden ve kaynaklarından söz ediyorum; bu
milletlerin, sözü geçen kanunlarda gösterilen ya da
tespit edilen eski alışkılarından söz ediyorum.
Burada söz konusu olan yalnız budur.
Konu XVI
Salique kanunun buluşu olan kaynar su tanıtı
üzerine
Salique kanun kaynar su tanıtının
kullanılmasını kabul ederdi; bununla beraber bu
ceza çok sert olduğu için kanun bu sertliği gidermek
maksadıyla ılımlı olmayı salık verirdi. Kaynar su
denemesine mahkûm olup da, deneme tarihi başka
bir güne bırakılan kişiye kanun, karşı tarafın rızası
alındıktan sonra elinin diyetini ödeme izni verirdi.
Suçlandırılan kişi, kanunun tespit ettiği bir para
karşılığında, suçun işlenmediğini bildiren birkaç
tanığın ant içmesiyle yetinebilirdi. Bu da yine
Salique kanunun, olumsuz tanıtı kabul ettiği özel
durumlardan biriydi.
Bu tanıt, kanunun göz yumduğu, ama mecbur
etmediği bir uzlaşma şekliydi. Kanun, suçlunun
olumsuz bir tanıtla kendisini savunmasına izin
veren davacıya bir çeşit tazminat öderdi. Davacı da
isterse suçlunun ant içmesine inanır, isterse
suçlunun suçunu ya da ettiği kötülüğü bağışlardı.
Kanun, mahkeme kararından önce, tara ara
uzlaşmak için imkân verir, tara ardan birinin
korkunç bir işkenceye uğramak korkusuyla ötekinin
tazminat şeklinde bir miktar para almak umuduyla
anlaşmazlıklarını halletmelerini, birbirlerine
duydukları kini unutmalarını isterdi. Görülüyor ki
bu şekil tanıt uygulandıktan sonra başka bir tanıta
lüzum kalmazdı. Teke tek dövüşme de böylece
salique kanunun bu özel hükmünün bir sonucu
olamazdı.
Konu XVII
Atalarımızın düşünüş tarzı
Atalarımızın, yurttaşların onurunu, servetini
ve hayatını böyle, akıldan çok, rastlantı çerçevesi
içine giren olaylara bağlamış olmaları doğrusu ya
insanı hayrete düşürecek bir şey; hele hiçbir hususu
ispatlamayan bir sürü tanıt kullanmaları, üstelik bu
tanıtların masumiyetle olduğu kadar, suçla da ilgisi
olmaması, doğrusu ya şaşılacak şey!
Tarih boyunca boyunduruk altına
girmediklerini bildiğimiz Cermenler aşırı bir
bağımsızlık içinde yaşarlardı. Aileler, salt adam
öldürme, hırsızlık ve hakaret yüzünden birbirleriyle
savaşırlardı. Bu savaşları bazı kurallara bağlayarak
söz konusu geleneği değiştirdiler; savaşlar
hâkimlerin emriyle ve gözlerinin önünde cereyan
etmeye başladı; bu da zaten, insanların birbirlerine,
hiçbir kayda tabi olmadan, zarar vermelerinden çok
daha iyidir.
Nasıl ki bugün Türkler iç savaşlarda ilk zaferi
Tanrı’nın bir lütfu olarak görüyorlarsa, Cermenler
de özel işlerinde savaşı kaderin bir kararı olarak
kabul ederlerdi; çünkü derlerdi, kader suçluyu ya da
gasbedeni kesinlikle cezalandırır.
Tacirus der ki: Cermenlerde, bir millet bir
milletle savaşmak istedi mi, o milletten, kendi
milletinden biriyle dövüşecek bir esir almaya
çalışırdı; bu dövüşün sonucundan da savaşın
sonucunu çıkarırdı. Özel dövüşlerden genel
savaşların sonuçlarını çıkarabileceklerini sanan
milletler, elbette ki bu çeşit özel dövüşlerden özel
kişiler arasındaki davaların halledileceği sonucunu
da çıkarabilirlerdi.
Burgonya Kralı Gondebaud özel dövüşlere en
çok izin veren bir hükümdar olmuştur. Bu
hükümdar kendi kanununu, bizzat kanunun
metniyle haklı çıkarır ve, “Bunun” der, “Salt
tebaamız karanlık sorunlar için yemin etmesin,
apaçık olgular üzerinde de boş yere hataya düşmesin
diye böyle olmasını istiyoruz.” İşte böyle, din
adamları dövüşe müsaade eden kanunların dine
aykırı olduğunu söylerken, Burginyonların kanunu,
ant içmeye izin veren kanunu kutsal şeylere
saygısızlık olarak görüyordu.
Teke tek dövüşmek usulüyle tanıtlamanın,
deneye dayanan bir nedeni vardı. Salt savaşçı olan
bir millette korkaklık başka kusurları da gerektirir;
kişinin kendisine verilen eğitimi iyice
benimsemediğini, onurla ilgili sorunlara gerektiği
kadar önem vermediğini, öteki insanları yöneten
ilkeleri umursamadığını gösterir korkaklık; bundan
başka, öteki insanların küçümsemesine
aldırmadığını, onlar tarafından beğenilip
beğenilmemeye pek öyle değer vermediğini de
gösterir. İnsan az buçuk soylu doğsa, kuvvetle
beraber atbaşı gidecek olan becerisi, cesaretle beraber
gelişecek olan kuvveti elde etmesi işten bile değildir;
çünkü, onuruna önem veren insan, bütün bu şeyleri
elde etmeye çalışır; aksi takdirde onurunun ayaklar
altına alınacağını bilir. Yine savaşçı bir millette,
kuvvetin, cesaretin ve kahramanlığın takdirle
karşılandığı bir millette, gerçekten iğrenç olan
suçlar, sahtekârlıktan, kurnazlıktan,
madrabazlıktan, yani korkaklıktan doğan suçlardır.
Ateşle tanıtlamaya gelince, suçlandırılan kişi
elini kızgın demirin üstüne ya da kaynar suyun içine
koyardı; yargıçlar aynı eli bir torbanın içine
koyduktan sonra torbayı mühürlerlerdi; üç gün
sonra torba açıldığında elde yanık izleri yoksa
suçlandırılan kişinin suçsuz olduğuna karar
verilirdi. Silah kullanmaya alışık bir millete,
nasırlaşmış bir elin kızgın demirden ya da sıcak
sudan etkilenmeyeceğini bilmeyen yoktur; olsa bile
üç gün sonra hiçbir iz kalmaz böyle bir elde. Yanık
izi görüldüğü takdirde o kişinin kadınlaşmış bir kişi
olduğu sonucuna varılır. Köylülerimiz bile kızgın
demiri nasırlı ellerinin içinde istedikleri gibi evirip
çevirirler. Kadınlara gelince, çalışan kadınların
elleri de kızgın demire dayanabilirdi.
Yüksek sınıan bayanlar ise kendilerini
savunacak bir kahraman bulurlardı kesinlikle; lüksü
olmayan bir millette de zaten orta halli bir sınıfın
bulunması imkânsızdı.
uringien’lerin kanununda, zina ile
suçlandırılan bir kadın, ancak, kendini savunacak
bir kahraman çıkmadığı zaman ortaya, kaynar su
denemesine tabi tutulurdu. Rhin kıyılarında oturan
Frankların kanunu ise bu denemeyi, ancak
suçlandırılan kişi kendini temize çıkarmak için
tanık bulamazsa, o zaman kabul ederdi. Ama hiçbir
hısım ve akrabası tarafından savunulmayan bir
kadın, kendini temize çıkarmak için hiçbir tanık
bulamayan bir erkek, zaten bu durum karşısında
suçlu sayılırdı.
Demek isterim ki, teke tek dövüşle, kızgın
demir ya da kaynar su ile tanıtlamanın âdet halini
aldığı çağlarda bu kanunlarla gelenekler arasında
öyle bir uzlaşma vardı ki, adalete aykırı gibi görünen
bu kanunlar pek öyle büyük haksızlıklara sebep
olmadılar; sonuçları nedenlerinden daha zararlı
oldu; adaletin verdiği haklardan çok, adaletin
kendisini kötü duruma düşürdüler; zulümden çok
akla aykırı davranışları oldu.
Konu XVIII
Teke tek dövüşle tanıtlama usulü nasıl yayıldı
Agobard’ın Louis le Débonnaire’e yazdığı
mektuptan anlıyoruz ki, teke tek dövüşle tanıtlama
usulü Franklarda yoktu; çünkü bu hükümdara,
Condebaud kanununun kötü tara arından söz
ettikten sonra Agobard Burgonya’da davaların
Frankların kanununa göre yargılanmasını istiyor.
Ama o çağda mahkeme kararıyla teke tek dövüşme
usulünün Fransa’da yürürlükte olduğunu bildikleri
için kötü duruma düştüler. Bu ise benim söylediğim
şeyle açıklanır: Salien Frankların kanunu bu şekil
tanıtlamayı kabul etmiyordu ama Rhin
kıyılarındaki Frankların kanunu kabul ediyordu.
Kilise adamlarının bağırıp çağırmalarına
rağmen teke tek dövüşme usulü Fransa’da her gün
biraz daha yayıldı; buna sebep olanların da büyük
ölçüde bizzat kilise adamlarının olduğunu az sonra
göstereceğim.
Bize bu tanıtı veren Lombardların kanunudur.
II. Othon’un Anayasasının önsözünde, “Bir hayli
zamandan beri kötü bir alışkanlık peyda oldu bizde”
deniyor, “Şöyle ki, bir mirasın tapusu için sahtedir
denirse, o tapuyu ibraz eden kişi kutsal kitabın
üstüne elini koyup ant içerdi; başka hiçbir suretle
yargılanmadan mirasın sahibi olup çıkardı; böylece,
yalan yere ant içenler, mal mülk sahibi olurlardı.”
İmparator, I. Othon Roma’da taç giydiği sırada,
Papa XIII. Jean’ın topladığı ruhani mecliste bütün
İtalyan senyörleri, imparatorun, kötüye kullanılan
bu geleneği düzeltmek için bir kanun çıkarmasını
istediler. Papa ile İmparator, sorunun, az sonra
Ravenna’da toplanacak olan ruhani meclise havale
edilmesine karar verdiler [375]. Orada da senyörler
aynı şeyi istediler ve seslerini biraz daha yükselttiler;
ama bazı kimselerin yokluğunu bahane ederek
sorunun görüşülmesini bir kere daha başka bir
zamana bıraktılar. II. Othon’la Burgonya kralı
Conrad[376] İtalya’ya geldikleri zaman Verona’da
İtalyan senyörleriyle bir toplantı yaptılar [377];
senyörlerin devamlı isteği üzerine, imparator
herkesin rızasını aldıktan sonra şöyle bir kanun
çıkardı: Miraslar üzerinde bir itiraz vaki olsa ve
örneğin, tara ardan biri bir tapunun verdiği
haklardan faydalanmak istese, öte taraf da topunun
sahte olduğunu ileri sürse, davanın halli için teke
tek dövüşe başvurulur; tımar söz konusu olsa yine
aynı şekilde hareket edilir; kiliseler de aynı kanuna
tabi tutulur ve şampiyonları vasıtasıyla dövüşürler.
Görülüyor ki, soylu sınıfı, doğuş yoluyla ispatlamayı
salt, kilisenin istediği ispatlamadaki sakıncalardan
ötürü ortaya atmıştır; soylu sınıfının
yakınmalarına, bizzat kötüye kullanmadan doğan
yakınmalara, İtalya’ya salt bir hükümdar gibi
hareket etmek için gelmiş olan Othon’un otoritesine
rağmen kilise her iki meclise de sözünü geçirmişti.
Soylu sınıfıyla hükümdarların ısrarı üzerine papaz
sınıfı boyun eğmek zorunda kalmıştır; böylece teke
tek dövüşme doğrudan doğruya soylu sınıfının bir
ayrıcalığı, haksızlığa karşı bir kale, mülkiyetin de bir
teminatı olarak görülmüştür. O tarihten bu yana da
bu gelenek yaygın bir hal almıştır. Ve bu olay
imparatorların büyük, papaların küçük olduğu bir
zamanda, Othon’ların İtalya’ya gelip
imparatorluğun saygınlığını yeniden kabul ettirmek
istedikleri bir zamanda olmuştur.
Bu söylediklerimi kuvvetlendiren bir düşünce
atacağım ortaya: Olumsuz tanıtlama usulünün
yerleşmesi, teke tek dövüşme usulünün bir
yargılama usulü olarak kabul edilmesine sebep
olmuştur. Othon’lara yapılan şikâyetler özellikle,
elindeki tapunun sahte olduğu kendisine söylenilen
bir adamın kutsal kitap üzerine ant içmek suretiyle
sahte olmadığını iddia etmesiyle ilgiliydi. Kötüye
kullanılan bozuk bir kanunu düzeltmek için ne
yaptılar? Teke tek dövüşme usulünü kabul ettiler.
Salt o çağda papaz sınıfıyla öteki sını ar
arasındaki anlaşmazlıkları açıklamak amacıyla II.
Othon’un kanunundan söz etmekte biraz acele
ettim. Daha önce I. Lothaire’in aynı konular ve aynı
anlaşmazlıklar üzerinde bir kanunu vardı: Mal
sahibine gerekli teminatı vermek için bu kanun da,
noterin, verdiği senedin sahte olmadığına dair ant
içmesini istiyordu; noter ölmüş olsa bile senede imza
atan tanıklara ant içirilirdi; ama sahtekârlığın
devam etmesine engel olacak bir şey yoktu ortada;
onun için söylediğim çareye başvurmak gerekti.
Daha eski zamanlarda Charlemagne’ın yaptığı
genel toplantılarda millet, o günkü şartlarda
suçlandıran ya da suçlandırılan kişinin yalan yere
ant içmesini önlemenin imkânsız olacağını
göstermiş ve teke tek dövüşmeyi tercih ettiğini
bildirmiş; hükümdar da bunu kabul etmiş.
Teke tek dövüşme usulü Burginyonlarda da
yayılmış; ant içme usulü ise azalmıştır. İtalya Kralı
éodoric, teke tek dövüşmeyi Ostrogotlarda yasak
etmiş. Chaindasuinde ile Récessuinde kanunları
böyle bir şeyin düşüncesini bile ortadan kaldırmak
istemişlerdir. Ama bu kanunlar Narbonna’da
öylesine az itibar gördü ki, teke tek dövüş orada,
Gotlara verilmiş bir hak olarak görüldü.
Ostrogotların Yunanlılar tarafından
imhasından sonra İtalya’yı istila eden Lombardlar
oraya teke tek dövüşme usulünü de getirdiler ama
ilk çıkardıkları kanunlar bu usulü bir hayli
sınırlandırdı. Charlemagne’ın, Louis le
Débonnaire’in, Othon’ların, düellonun önce ağır
suçlarda, sonra da medeni davalarda yapılmasını
sağlayan birçok genel hükümler çıkardıklarını ve
bunları Lombardların kanunlarına sıkıştırıp, salique
kanunlara ilave ettiklerini görüyoruz. Nasıl
davranılacağını bilen yoktu. Herkes şaşkına
dönmüştü âdeta. Ant içmek suretiyle tanıtlama
usulünün sakıncaları vardı; teke tek dövüşme
usulünün de kendine özgü sakıncaları vardı. Sıra ile,
hangisinin daha çok kötülüğü dokunuyorsa bir süre
ondan vazgeçiliyordu.
Bir yandan papazlar dünya nimetleriyle ilgili
davalar için insanların kiliselere ve tapınaklara
koşuştuklarını görmekten zevk alıyorlardı[378]; öte
yandan, gururlu bir soylu sınıfı, haklarını kılıçla
savunmaktan hoşlanıyordu.
Soylu sınıfının yakındığı bir usulü papaz sınıfı
ortaya attı demek istemiyorum. Bu gelenek,
barbarların kanunlarının ruhundan ve olumsuz
tanıtlama usulünün yerleşmesinden çıkmıştı. Ama
bunca suçlunun cezasız kalmasını sağlayabilecek bir
usul, suçluları şaşırtmak ve yalan yere ant içenlerin
yüzünü kızartmak için kilisenin kutsallığına
başvurmak gerektiğini hatıra getirdiğinden papazlar
bu usulü kabullenmekte bir sakınca görmediler ama
aslına bakarsanız papazlar olumsuz tanıtlama
usulüne karşı kimselerdi. Beaumanoir’ın kitabından
anlıyoruz ki, bu tanıtlamalar kiliseye bağlı
mahkemelerin hiçbirinde kabul edilmemiştir; bu da
herhalde bu çeşit tanıtların düşmesine, bu konuda
barbar kanunlarındaki hükümlerin zayı amasına
büyük ölçüde sebep olmuştur.
Bu da yine olumsuz tanıtlama usulüyle,
yukarıda sözünü ettiğim teke tek dövüşme usulü
arasındaki bağları daha iyi açıklar. Laik
mahkemelerin her iki usulü de kabul etmesine
karşılık kilise mahkemeleri ikisini de reddetmiştir.
Dövüşme yoluyla tanıtlamayı kabul ederken
millet kendi savaşçı dehasını izliyordu; çünkü teke
tek dövüşme Tanrı’nın yargısı olarak kabul
edilirken, o zamana kadar Tanrı’nın yargısı gibi
görülen, haçla, soğuk suyla ya da kaynar suyla
tanıtlama usulü de ortadan kaldırılıyordu.
Charlemagne, çocukları arasında bir
anlaşmazlık olursa, haç tanıtlamasıyla yargıya
varılmasını istiyordu. Louis le Débonnaire, bu çeşit
tanıtlamanın yalnız kilise ile ilgili davalarda
uygulanmasını buyurdu. Oğlu Lothaire bu usulü
tümden ortadan kaldırdı; hatta soğuk su ile
tanıtlama usulünü de yok etti.
Evrensel usullerin çok az olduğu bir zamanda
bu tanıtlama usullerinin Philipe-Auguste’ün bir
fermanından da anlaşılacağı gibi[379], bazı
kiliselerde uygulandığını inkâr edecek değilim; ama
çok az uygulandığını söylemekten de kendimi
alamayacağım. Saint Louis zamanında, hatta
ondan biraz daha sonra da yaşayan Beaumanoir,
çeşitli tanıtlama usullerini sayarken, yalnız teke tek
dövüşten söz ediyor, öteki usullere ise bir kelime ile
olsun dokunmuyor.
Konu XIX
Salique kanunların, Roma kanunlarının ve
capitulaire’lerin unutulmasının yeni nedeni
Salique kanunların olsun, Roma kanunlarının
olsun, capitulaire’lerin olsun, neden gözden
düştüklerini daha önce anlatmıştım. Bütün bu
nedenlere, şimdi de teke tek dövüşü katmak
zorunda kalacağım.
Bu usulü kabul etmeyen salique kanunlar âdeta
faydasız bir hal alıp unutuldular; aynı şekilde, bu
usule hiçbir suretle yanaşmayan Roma kanunları da
kafalardan silinip gitti. Teke tek dövüş hakkındaki
kanunu ıslah etmekten, bu bakımdan iyi bir hukuk
görüşü meydana getirmekten başka bir şey
düşünmediler. Capitulaire’lerdeki hükümler de aynı
şekilde faydasız bir hal aldı. Böylece, birçok kanun
itibardan düştü ama bunun ne zaman olduğunu
kesin bir şekilde söylemek imkânsız; kesin olan şey
şu ki, kanunların tümü unutuldu; yerlerine de
başka kanunlar konmadı.
Böyle bir milletin yazılı kanuna ihtiyacı yoktu;
onun yazılı kanunları da zaten pekâlâ
unutulabilirdi.
İki taraf arasında bir anlaşmazlık oldu mu,
hemen teke tek dövüşe karar verilirdi. Bunun için de
aşırı derecede bir kabiliyete lüzum yoktu.
Ha f olsun ağır olsun, cezayı gerektiren
davranışların tümü olgulara döndürülürdü. Bu
olgular üzerine tara ar dövüşürdü; dövüş sonunda
da davanın yalnız asıl konusu üzerinde değil,
birtakım örnekler veren Beaumanoir’in dediği gibi
ara olaylar ve kovuşturmada elde edilen bilgiler
üzerinde de yargıya varılırdı.
Capet’lerin saltanatının başında yargılama
usulünün salt birtakım geleneklerden ibaret
olduğunu görüyorum; o çağda işler namusa ve
onura dokunan şeylerle yönetilirdi. Hâkime boyun
eğmeyen kişiye karşı hâkim, küçük düşürüldüğünü
ileri sürer ve kovuşturmasına bu yönden devam
ederdi. Bourges’da, çağırttığı halde huzuruna
çıkmayan kişiye hâkim, “Seni çağırttığım halde
yanıma gelmeye tenezzül etmedin; bunun hesabını
vermek zorundasın bana” der, arkasından da
kılıcını çekerdi. Louis le Gros, bu geleneği
düzeltmekten geri kalmadı.
Teke tek dövüş Orleans’da çeşitli borç isteme
işlerinde de uygulanırdı. Louis le Jeune bu usulün
yalnız, beş sou’yu aşan borç istemelerde
uygulanmasını kabul etti. Onun bu emirnamesi,
mahalli bir kanundu; çünkü, Saint Louis
zamanında istenilen paranın on iki denier’den fazla
olması dövüşmek için yeter nedendi [380].
Beaumenoir bir kanun adamından, vaktiyle
Fransa’da şöyle kötü bir gelenek olduğunu duymuş:
Herhangi bir kimsenin, davalarında kendi adına
dövüşsün diye bir süre için bir şampiyon kiralamaya
hakkı varmış. Bundan da anlaşılıyor ki, o çağlarda
teke tek dövüş usulü Fransa’da almış yürümüş.
Konu XX
Onur ve namus bakımından alınganlığın
başlangıcı
Barbarların kanunlarında çözülmesi imkânsız
birtakım anlaşılmaz işler vardır. Frison’ların
kanunları, sopa ile dövülen kişiye yarım sou
tazminat verir; en küçük yaranın tazminatı ise
bundan çoktu. Salique kanununa göre, özgür bir
insana üç kere değnekle vuran özgür kişi, tazminat
olarak üç sou vermek zorundaydı; kan akmışsa eğer,
tıpkı kılıçla yaralamış gibi on beş sou öderdi. Para
cezası yaraların büyüklüğüyle orantılıydı.
Lombardların kanunları, bir, iki, üç, dört değnek
için ayrı ayrı tazminat ödenmesini isterdi. Bugün
değnekle bir kere vurmanın cezası tam yüz bin.
Charlemagne’ın Lombardların kanununa
sıkıştırılan Anayasası, düello yapmalarına izin
verilen kişilerin sopa ile de dövüşmelerini isterdi.
Bununla da papaz sınıfını kayırmaya çalıştıkları
belliydi; dövüşmeye izin vermişlerdi ama bu
dövüşmelerin kanlı olmamasını istiyorlardı. Louis le
Débonnaire’in capitulaire’i, dövüşeceklerin sopa ya
da silah kullanmalarına izin verirlerdi. Sonradan ise
yalnız serfler sopa ile dövüştüler.
Daha o zaman onur ve namusla ilgili özel
maddelerin meydana geldiğini görüyorum.
Suçlandıran kişi hâkimin huzurunda lancanın
lan işi yaptığını söylemekle işe başlardı;
suçlandırılan kişi karşısındakinin yalan söylediğini
ileri sürerdi; bunun üzerine hâkim, bu iki insanın
dövüşmesine karar verirdi. Ahlak kuralı, ortada bir
yalanlama oldu mu, hemen dövüşmeyi gerektirirdi.
Bir insan dövüşeceğini açıkladı mı, bir daha
sözünden geri dönmesine imkân yoktu; sözünden
döndü mü bir cezaya çarptırılırdı. Bundan şu kural
çıktı ki, bir insan söz verdi mi, onur ve namus, o
insanın sözünden dönmesine izin vermezdi.
Soylular birbirleriyle atlarının üstünde ve
tepeden tırnağa silahlı olarak dövüşürlerdi; halk
sınıfından olanlar ise yerde sopa ile dövüşürlerdi.
Bundan da sopanın bir küçümseme aleti olduğu
sonucu çıkarıldı[381]; çünkü, deniyordu, sopa ile
dövülen kişi halk sınıfından bir kişi muamelesi
görmüştür.
Yalnız halk sınıfından olan kişiler yüzleri açık
olarak dövüşürlerdi[382]; şu halde suratlarına sopa
yiyen yalnız onlar vardı. Böylece tokat, kanla
temizlenmesi gereken bir hakaret unsuru olarak
kabul edildi; çünkü tokat yiyen kişi halk
sınıfındanmış gibi muamele görmüş sayılırdı.
Cermenler namus ve onur meselelerine karşı
bizim kadar, hatta bizden biraz daha hassastılar.
Birisi hakarete uğradı mı, en uzak akrabaları bile,
onun duyuşlarına şiddetle ortak olurlardı; bütün
kanunları bu duygulara dayanırdı zaten.
Lombardların kanunu ise, kendini savunmak için
hiçbir önlem almamış birisini, salt hakaret etmek ve
gülünç duruma düşürmek için adamlarıyla beraber
dövmeye giden kişiyi, o adamı öldürdüğü takdirde
ödeyeceği paranın yarısını ödemeye mahkûm
ederdi; aynı amaçla yine, elini kolunu bağlarsa,
öldürdüğü takdirde ödeyeceği tazminatın dörtte
üçünü ödemeye mahkûm ederdi.
Diyelim ki, atalarımız şu ya da bu şekildeki
hakaretlere karşı son derece hassastılar ama onlar,
vücudun belli bir yerine belli bir aletle, belli bir
şekilde atılan dayak gibi, özel bazı hakaretleri henüz
bilmiyorlardı. Bütün bunlar dövmek suretiyle
edilen hakaret çeşidi içerisine girerdi; bu durumda,
edilen hakaret de atılan dayakla orantılı olarak ya
çoğalır ya da azalırdı.
Konu XXI
Cermenlerdeki onur ve namus yorumu üzerine
başka bir düşünce
Tacitus’un dediğine bakılırsa Cermenlerde,
kalkanını savaş alanında bırakmak büyük bir
onursuzluktu; birçok kişi böyle bir felakete
uğradıktan sonra kendini öldürmekten
çekinmemişti. Nitekim, kendisine hakaret etmek
maksadıyla kalkanını bıraktığı söylenilen kişiye eski
salique kanunu gereğince on beş sou tazminat
verilirdi.
Salique kanununu düzelten Charlemagne,
böyle bir durumda yalnız üç sou’luk bir tazminat
verilmesini istedi. Bu hükümdarın askeri disiplini
zayı atmak istediğini söyleyemeyiz; bu değişiklik
salt silahların değişmiş olması sonucudur. Hem
zaten geleneklerin birçoğunun değişmesi, silahların
uğradığı değişikliklerden ileri gelmiştir.
Konu XXII
Dövüşmelerle ilgili ahlak üzerine
Kadınlarla olan bağlarımız, duyuların zevkine
bağlı mutluluğa, sevmekle sevilmenin verdiği hazza
bir de kadınların hoşuna gitmek için duyduğumuz
arzuya dayanır; çünkü onlar, kişisel değeri meydana
getiren şeylerin bir bölümü üzerinde çok isabetli
yargılarda bulunan hâkimlerdir. Hemen herkesin
duyduğu şu hoşa gitmek isteği var ya, işte o istek,
düşünce ve davranıştaki inceliği meydana
getirmiştir; düşünce ve davranıştaki bu incelik ise
gerçek aşk değildir; sadece aşkın o zarif, o ince, o
devamlı yalanıdır.
Her millette, her yüzyılda çeşitli koşullara göre
aşk, bu üç şeyin ikisinden çok birine doğru
eğilimlidir. Ben de diyorum ki bizim çağımızda,
evet, bol bol dövüşülen bizim çağımızda, bu üç
koşuldan üste geleni düşünce ve davranıştaki incelik
koşuludur.
Lombardların kanununda şöyle bir şey
görüyorum: Dövüşecek şampiyonlardan birinin
üstünde büyü için kullanılan otlar bulunursa,
hâkim bunları ona attırır, başka ot bulunmadığına
da ant içtirirdi. Bu kanun ancak kamuoyuna
dayanan bir kanun olabilirdi; bu çeşit büyüleri
insanoğluna hayal ettiren, muhakkak, birçok şeyleri
uydurduğu söylenilen korku olmuştur. Teke tek
dövüşlerde şampiyonlar akıllarına gelen silahlarla
dövüştüklerinden, savunmak için olsun, saldırmak
için olsun kullandıkları ağır silahlardan kimisinin
yapısı, kimisinin de kuvveti, sayısız yararlar
sağladığından, bazı şampiyonların silahlarının
sihirli olduğu zannı birçok kimselerin başını
döndürmekten geri kalmamıştır.
Şövalyelik dediğimiz o harika sistem de işte
bundan doğdu; bütün kafalar bu düşüncelerle
doldu. Romanlar, yiğitlerle, ölüleri konuşturan
kimselerle, perilerle, kanatlı ya da akıllı atlarla,
gözle görünmez ya da yanılmaz kişilerle, büyük
kişilerin doğumu ile ya da eğitimiyle ilgilenen
büyücülerle, perili ya da uğursuz saraylarla doldu;
üstünde yaşadığımız dünyanın içinde yeni bir
dünya kurdular; doğanın günlük akışını da halk
sınıfından insanlara bıraktılar.
Dünyanın, şatolarla, kalelerle ve haydutlarla
dolu bir bölümünde, tepeden tırnağa silahlı yiğitler,
haksızlığı cezalandırmak, zayı arı korumak
suretiyle şan ve onura ulaşıyorlardı. Yine bunun
içindir ki romanlarımızda, aşka dayanan düşünce
ve davranış inceliğinin aynı zamanda kuvvete ve
koruma duygusuna dayandığını da görüyoruz.
Erdemin güzellikle ve zayı ıkla birleştiğini
görüp kendilerini onun için tehlikeye atan ve
hayatın günlük olaylarında bile onu tatmin etmeye
çalışan fevkalade kişiler tasarlamaya başladıktan
sonradır ki insanoğlunda, düşünce ve davranıştaki
incelik meydana gelmiştir.
Kahramanlık romanlarımız da bu hoşa gitmek
isteğini körüklemekten, Avrupa’nın bir bölümüne
eskilerin çok az bildiği düşünce ve davranış
inceliğini aşılamaktan geri kalmadı.
O uçsuz bucaksız Roma şehrinin olağanüstü
lüksü, duyuların zevki meselesini körükledi. Yunan
köylerindeki huzur üzerine edinilen düşünce, aşk
duygularının betimlenmesine sebep oldu [383].
Kadınların erdemiyle güzelliğini koruyan yiğitlerin
varlığı düşüncesi ise kişiyi düşünüş ve davranış
inceliğine doğru yönetti.
Bu görüş, yiğitlikle aşkın haklarını birleştirerek
görüş ve davranıştaki inceliğe büyük önem verdiren
turnuva geleneği sayesinde sürüp gitti.
Konu XXIII
Mahkeme kararıyla yapılan dövüşlerde
hukuk biliminin genel görüşü üzerine
Mahkeme kararıyla dövüş denen o korkunç
geleneğin böyle basit ilkelere döndürülmüş olması,
hukuk biliminin de aynı konu üzerinde bu derece
acayip bir görüşü bulunması herhalde insanda
merak uyandırıcı bir şey olacak. Aslında, aklı
başında olan insanlar, önyargılarını bile birtakım
kurallara bağlar. Oysa mahkeme kararıyla yapılan
dövüşler kadar sağduyuya aykırı bir şey olamazdı;
bu konu böylece ortaya konduktan sonra
uygulanması yavaş yavaş ve tedbirli bir şekilde oldu.
O çağların hukuk bilimine ve anlayışına iyice
nüfuz edebilmek için, adalet düzeninde birçok
değişiklikler yapmış olan Saint Louis’nin tüzüklerini
dikkatle okumak gerek. Défontaines bu hükümdarla
çağdaştı; Beaumanoir, onun ölümünden sonra
yazmaya başladı; öteki yazarlar da ondan sonra
geldiler. Şu halde eski uygulama usulünü, bu usulde
yapılan değişikliklerde aramak doğru olur.
Konu XXIV
Mahkeme kararıyla yapılan dövüşler için kurallar
Suçlayıcı sayısı çok olunca, davanın yalnız bir
kişi tarafından kovuşturulması için bunların kendi
aralarında anlaşmaları gerekti; anlaşamadıkları
takdirde dövüş kimin huzurunda yapılıyorsa o,
dövüşsün diye bunlardan bir tanesini seçerdi.
Halk sınıfından birisiyle dövüşecek olan soylu
elinde kalkanı ve sopası, yaya olarak alana çıkardı;
soylu silahlarını takınmış olarak at üstünde gelirse,
üstünden silahlarını, altından da atını çekip
alırlardı; üstünde yalnız gömleği kalan soylu bu
kıyafette halk sınıfından olan kişiyle dövüşmek
zorundaydı.
Dövüşten önce adalet makamları üç bildiri
yayımlardı. Birincisiyle tara arın hısım akrabasına,
alanı terk etmeleri bildirilirdi; ikincisiyle halk
sessizliğe davet edilirdi; üçüncüsüyle de tara ardan
birine yardım etmenin yasak olduğu, yardım edenin
ağır cezalara çarpılacağı, bu yardımla tara ardan
biri yenilirse yardım edenin ölüm cezasına
çarpılacağı ilan edilirdi.
Adliyeye mensup bekçiler alanın çevresini
koruma altına alırlardı. Tara ardan biri barıştan
söz edecek olsa savaş durumunu derhal tespit
ederlerdi bu bekçiler; amaçları da, eğer barış
olmazsa, savaşı tespit ettikleri durumdan
başlatmaktı.
Ağır suçtan ya da yanlış yargıdan ötürü rehin
alınmışsa, senyörün rızası alınmadan barış
yapılamazdı; tara ardan biri yenilgiye uğrasa
kontun izni olmadan barış yapılamazdı[384]; bu da
aşağı yukarı bizim bağışlama mektuplarımıza eşit
bir şey sayılır.
Ama ortada bir cinayet varsa, senyör de rüşvet
yemek suretiyle barışa rıza göstermişse, altmış liralık
bir ceza öder ve suçluyu cezalandırmak hakkı bu
suretle konta geçerdi.
Dövüşü teklif ya da kabul edecek durumda
olmayan birçok kişi vardı. Bu çeşit insanlara bir
şampiyon kiralamak hakkı verilirdi; şampiyon işi
ciddi tutsun diye de yenildiği takdirde bileği
kesilirdi.
Geçen yüzyılda düello edenlere ölüm cezası
verilirdi; bana kalırsa buna lüzum yoktu; bir
savaşçının yiğitlik niteliğini, elini kesmek suretiyle
yok etmek mümkündü; çünkü genel olarak insanlar
için, kendilerine özgü niteliklerini yitirdikten sonra
yaşamak kadar ağır bir şey olamaz.
Bir cinayet yüzünden çıkan dövüş şampiyonlar
arasında cereyan edecekse, tara arı dövüşü
göremeyecekleri bir yere koyarlardı; her birinin
beline, şampiyonu yenilgiye uğradığı takdirde,
kendisine işkence edilirken kullanılacak olan ip
sarılırdı.
Dövüşte yenilen kişi kesinlikle davayı yitirmiş
sayılmazdı. Örneğin, bir ara karar için dövülmüşse
eğer, yenilen kişi yalnız ara kararı yitirmiş sayılırdı.
Konu XXV
Mahkeme kararıyla yapılan dövüşler için ortaya
konulan sınırlar üzerine
Az önemli bir hukuk davası için dövüşme
teminatı alınmışsa, senyör bu teminatı geri almaya
mecbur ederdi tarafları.
Sorun herkesin bildiği bir şeyse; örneğin, bir
adam bir adamı pazar yerinde öldürmüşse, o zaman
ne şahit dinleme yoluyla tanıtlama ne de dövüşme
yoluyla tanıtlama istenirdi; hâkim, açıkçalık
üzerine karar verirdi.
Senyörün mahkemesinde birçok kez, aynı
yargılarda bulunulmuşsa ve böylece izlenecek usul
herkesin malumu olmuşsa, bu usulü, dövüşmenin
çeşitli hal ve sonuçlarına uyarak değiştirmemek için
senyör, tarafların dövüşmesine izin vermezdi.
Bir kimse ya kendisi için ya kendi soyundan
olan birisi için ya da kayıtsız şartsız tabi olduğu
senyör için dövüşme talebinde bulunabilirdi.
Bir sanık affedildi mi başka bir akrabası onun
yerine dövüşme talebinde bulunamazdı; aksi
takdirde davaların sonu gelmezdi.
Öldürüldüğü için akrabası tarafından öcü
alınmak istenen kişi birdenbire ortaya çıkarsa dövüş
söz konusu olamazdı; kişinin öldürülmediği, uzun
bir zaman için kayıplara karıştığı sabit olursa, yine
dövüş söz konusu olamazdı.
Öldürülen kişi, ölmeden önce sanığın suçsuz
olduğunu söyleyip bir başkasının kendisini
öldürdüğünü söylemişse, yine aynı şekilde dövüşe
başvurulmazdı ama kimsenin adını söylememişse,
bunu ölümün sebep olduğu bir bağışlama olarak
görürler ve kovuşturmaya devam ederlerdi; hatta
soylular arasında bu yüzden savaş da ilan
edilebilirdi.
Dövüşme ilan edildiği halde akrabalardan biri
tutup dövüşme rehini verse ya da alsa savaş hakkı
ortadan kalkardı[385]; tara arın normal bir şekilde
davayı yürütmek istediklerine hükmedilir, dövüşe
devam eden taraf olursa o da tazminat ödemeye
mahkûm edilirdi.
Böylece, mahkeme kararıyla dövüşmelerin şu
iyiliği vardı ki, genel bir kavga özel bir kavga haline
sokulabilir, mahkemelerin gücü artabilir, salt
devletler hukukuyla yönetilen bir şey medeni hukuk
alanına intikal edebilirdi.
Birçok makul şeylerin delicesine yönetilmesi
mümkün olduğu gibi, birçok çılgınca şeylerin de
akıllı uslu bir şekilde yönetilmesi mümkündür.
Sanık olarak gösterilen bir insan, suçu bizzat
kendisini sanık olarak gösterenin işlediğini açıkça
ispatlarsa o zaman dövüşme rehini söz konusu
olamazdı artık; çünkü, sonucu şüpheli bir dövüşü
kesin bir cezaya tercih etmeyen hiçbir suçlu yoktur.
Hakemlerin ya da kilise mahkemelerinin
baktığı davalarda dövüşme diye bir şey yoktu; söz
konusu, kadınlara bırakılan miras oldu mu yine
dövüşme diye bir şey olamazdı.
“Kadın,” diyor Beaumanoir, “dövüşemez.” Bir
kadın kendi yerine dövüşecek şampiyonun adını
vermeden birisine dava açsa dövüşme rehini kabul
edilmezdi. Üstelik kadının dava açabilmesi için
baronundan, yani kocasından izin alması gerekirdi
ama böyle bir izin almadan kendisi aleyhinde dava
açılabilirdi.
Dava eden ya da dava edilen on beş yaşından
küçükse, dövüşme söz konusu olamazdı. Bununla
beraber, vasilik altındaki çocukların davalarında,
vasiler ya da çocukların mallarını yöneten kişiler
davanın gerektirdiği tehlikeleri göze alırlarsa o
zaman dövüşme söz konusu olabilirdi.
Kölelere ise dövüşme hakkı şu durumlarda
verilmişti. Bir köle başka bir köle ile dövüşebilirdi;
hür kişiyle, hatta aleyhinde dava açıldığı zaman bir
soylu ile bile dövüşebilirdi; ama köle, soyluyu dava
ederse, soylu dövüşmeyi kabul etmeyebilirdi; hatta
kölenin efendisi onu mahkemeden çekip
çıkarabilirdi. Köle, senyörün emriyle ya da geleneğe
uyarak, herhangi özgür bir kişiyle dövüşebilirdi.
Kilise de, bir saygı gösterisi olmak üzere, kendi
kölelerine aynı hakkın verilmesini istiyordu.
Konu XXVI
Taraflardan biriyle tanıklardan biri arasındaki
dövüş üzerine
Beaumanoir der ki, bir adam bir tanığın kendi
aleyhinde bulunduğunu görürse, hâkimlere yalancı
ve iiracı bir tanık gösterildiğini söylemek suretiyle
ikinci tanığı reddedebilirdi; eğer tanık dövüşmeyi
kabul ettiğini açıklarsa o zaman savaş rehini verirdi.
Ondan sonra da araştırma yapmak söz konusu
olmazdı. Çünkü tanık yenilirse, karşı tarafın yalancı
bir tanık gösterdiği anlaşılır ve davayı kaybetmiş
sayılırdı.
İkinci tanığın ant içmesine izin vermemek
gerekirdi; aksi takdirde tanıklığını yapardı; iki
tanığın ifadesiyle de dava sonuçlanmış olurdu. Ama
ikinci tanığı susturunca birincinin ifadesi yararsız
bir hal almış olurdu.
İkinci tanık reddedilince başka tanık
dinletmeyen taraf davasını kaybetmiş sayılırdı ama
savaş rehini verilmediği takdirde başka tanıklar
göstermek mümkün olurdu.
Beaumanoir’in dediğine göre tanık, ifadesini
vermeden önce kendi tarafına şunları söyleyebilirdi:
“Ne sizin davanız için dövüşmek isterim, ne de
kendi başımı belaya sokmak için; ama beni
savunmayı üzerinize alırsanız gerçeği söylemekten
geri kalmam.” Böylece tanığın tarafı tanık için
dövüşmek zorunda kalırdı; dövüşten yenik çıkarsa
davayı yitirmiş sayılmaz, sadece tanık reddedilmiş
olurdu[386].
Bunun, eski geleneğin değişik bir şekli olduğunu
sanıyorum; böyle olduğunu sanmama sebep de,
tanığı yeniden yargılama alışıklığı, hiçbir kayda tabi
olmadan, Bavyeralılarla Burginyonların
kanunlarında bulunmasıdır.
Daha önce Agobard’la Saint Avit’in bir hayli
eleştirdikleri Gondebaud Anayasasından söz
etmiştim. Bu hükümler der ki: “Sanık, suçu
işlemediğine dair ant içmek için tanık gösterdiği
zaman, suçlayan kişi tanıklardan birini dövüşe
çağırabilir; çünkü ant içmeyi teklif eden ve gerçeği
bildiğini söyleyen kişinin, gerçeği savunmak için
dövüşü reddetmemesi gerekir.” Bu kural, tanıklara,
dövüşten kaçmak için hiçbir imkân bırakmıyordu.
Konu XXVII
Taraflardan biriyle senyörün perlerinden biri
arasındaki
dövüş üzerine. Yanlış kararın istinafı
Dövüşme yoluyla karara varmanın amacı
davayı, bir daha diriltmemek üzere bir sonuca
bağlamak olduğundan, böyle bir karar da yeni bir
yargıyla ve yeni yeni kovuşturmalarla
bağdaşamadığından, Roma ve kilise kanunlarıyla
yerleşmiş olan istinaf usulü, yani bir mahkemenin
kararını bozdurmak için daha üst bir mahkemeye
başvurmak usulü Fransa’da bilinmezdi.
Salt onur duygusuyla yönetilen savaşçı bir
millet bu şekil davranışın ne olduğunu bilmezdi;
hep aynı kafa ile hareket ettiği için de, taraflara karşı
nasıl davranıyorsa, hâkimlere karşı da öyle
davranmaktan geri kalmazdı.
Bu millet için istinaf demek, kan dökmekle
sonuçlanacak bir dövüşe davet demekti; yoksa çok
sonraları başvurulan o kalem dövüşü demek değildi.
Bunun içindir ki Saint Louis, Kurullar adlı
eserinde yeniden yargılamanın ihanet ve haksızlık
kaynağı olduğunu söyler. Baumanoid da bize, “Bir
köle kendisine kötülük eden efendisinden yakınmak
isterse önce ona, toprağından ayrılacağını
söylemekle işe başlar; arkasından onu daha üst
efendisine istinaf eder, daha sonra da dövüş
rehinlerini yatırırdı. Senyör de kölesini kendi
efendisine istinaf ederse, o zaman, kölenin kendisine
olan bağlarını bozmuş olur[387]” diyor.
Senyörünü yanlış yargıdan ötürü yeniden
yargılamak demek, kararın kötü niyetle ve yanlış bir
şekilde verildiğini ileri sürmek demekti; senyörünü
bu şekilde suçlamak ise ona ihanet etmekten başka
bir şey değildi.
Böylece köleler, mahkemeyi kuran ve
düzenleyen senyörü istinaf edecek yerde,
mahkemede hâkimlik eden perleri istinaf ederlerdi;
bu suretle ihanet suçunu işlememiş olurlardı; salt
perlere hakaret edilmiş olurdu ki bunun hesabını
görmek de kolay olurdu.
Perlerin[388] yargısı için yanlış deyip yeniden
yargılama isteyen kişi başına çok büyük bir iş açardı.
Mahkemenin bitmesini ve kararın bildirilmesini
bekleyen kişi, kararın yerinde olduğunu söyleyen
hâkimlerin hepsiyle dövüşmek zorunda kalırdı.
Hâkimlerin hepsi kanılarını bildirmeden, kişi
davasını istinaf ederse, yalnız aynı kanıda
olduklarını bildiren hâkimlerle dövüşürdü. Böyle
bir tehlikeden kaçınmak için her pere kanısını
yüksek sesle söyletmesini senyörden rica ederlerdi;
birinci hâkim kanısını bildirdikten sonra, ikinci
hâkim kanısını söyleyeceği sırada birinciye yalancı,
kötü niyetli ve iiracı olduğu söylenirdi; böylece
davacı yalnız onunla dövüşmek zorunda kalırdı.
Défontaines, yanlış yargıdan ötürü yeniden
yargılamaya başvurmadan önce, üç yargıcın
kanısını söylemiş olmasını isterdi; bunların üçüyle
savaşmanın mecburi olduğunu söylemediği gibi,
onların kanısında olduklarını söyleyen hâkimlerin
hepsiyle ayrı ayrı dövüşmenin mecburi olduğuna da
hiç dokunmamıştır. Bu ayrılık şundan geliyor ki, o
çağlarda, birbiriyle tıpatıp aynı olan gelenekler
hemen yok gibiydi. Beaumanoir, Clermont
kontluğundaki usulden, Défontaines ise
Vermandois’daki gelenekten söz ediyordu.
Perlerden ya da tımar sahibi kimselerden biri
yargıyı savunacağını bildirirse, hâkim ondan hemen
dövüş rehinelerini, yeniden yargılama isteyenden de
davasından vazgeçmeyeceğine dair gerekli teminatı
alırdı. Ama dava edilen per, senyörün adamı olduğu
için teminat vermezdi ya dövüşmek ya da senyöre
altmış sou tazminat ödemek zorundaydı.
Yeniden yargılama isteyen kişi, yargının kötü
niyetle verilmiş olduğunu ispatlayamazsa, altmış
sou tazminat senyöre, altmış sou tazminat istinaf
ettiği pere, bir o kadar da, karara katıldıklarını
açıkça söylemiş olan perlerin her birine ödemek
zorundaydı.
İdamı gerektiren bir suçtan ötürü şüphe altında
bulunan bir insan yakalanır mahkûm edilirse,
yanlış yargıdan dolayı istinafa başvuramazdı.
Çünkü böyle bir insan ya cezanın yerine
getirilmesini geciktirmek için, ya da davacı ile
uzlaşmak için istinaf etmekten geri kalmazdı.
Bir kimse bir kararın kötü niyetle ve yanlış
verildiğini söylediği halde, sözünün gerektirdiği
şekilde hareket etmezse, yani dövüşme tekli nde
bulunmazsa, sarf etmiş olduğu kötü sözlerden
ötürü, soylu ise on sou, köle ise beş sou para cezasına
çarptırılırdı.
Hâkimler ya da perler yenilgiye uğradıkları
zaman ne canlarından olurlardı, ne de ellerinden
ayaklarından ama dava bir cinayet davası ise onları
istinaf eden, ölüme mahkûm edilirdi.
Yanlış yargıdan ötürü senyörün adamlarını
istinaf etmek usulü, salt senyörün kendisini istinaf
etmekten kaçınmak içindi Ama senyörün peri yoksa
ya da yeteri kadar peri yoksa, o zaman bağlı olduğu
senyörden yeteri kadar per kiralardı; ama bu perler
de istemedikleri takdirde yargılamak
mecburiyetinde değillerdi; salt öğüt vermek için
geldiklerini söyleyebilirlerdi. Böyle özel bir durumda
senyör davaya bizzat kendisi baktığından, kararı
kendisi verdiğinden, yanlış yargıdan dolayı istinaf
edilirse, istinafı da bizzat kendisinin karşılaması
gerekirdi.
Senyör bağlı olduğu senyörden per
isteyemeyecek kadar fakir olursa ya da istemeyi
ihmal ederse ya da senyörü ona per vermeyi
reddederse, tek başına yargılayamayacağı için, karar
vermesine imkân olmayan bir mahkeme huzurunda
kimse kendisini savunmaya mecbur
tutulamayacağından dava bir üst senyörün
mahkemesine intikal ederdi.
Adaletle tımarın birbirinden ayrılmasının
büyük nedenlerinden biri zannedersem bu
olmuştur; bundan da yine Fransız hukukçularının
şu kuralı meydana gelmiştir: Tımar başka şey adalet
başka şeydir. Tımara bağlı oldukları halde
kendilerine bağlı adamları olmayan bu senyörler
mahkeme kuracak durumda değillerdi; bütün
davalar, bağlı oldukları senyörlerin mahkemelerine
intikal etti; adalet dağıtmak hakkını yitirdiler; böyle
bir hakkı ne isteyecek güç vardı onlarda ne de irade.
Yargılamada bulunan hâkimlerin hepsi, karar
bildirilirken de hazır bulunmak zorundaydılar; bu
da salt, yanlış karar vermekle suçlandırmak için
kararlarında sebat edip etmediklerini soranlara evet
diyebilmelerini sağlamak için takip edilen bir
usuldü. “Çünkü” der Défontaines, “Bu bir yiğitlik ve
mertlik meselesiydi; burada kaçmak ya da affetmek
diye bir şey söz konusu olamazdı.” Bugün
İngiltere’de birisini ölüme mahkûm edebilmek için
jüriye dâhil bütün kişilerin aynı kanıda olmasını
gerektiren gelenek zannedersem bu usulden alınmış
bir gelenektir.
Şu halde, çoğunluktan yana oy kullanmak
gerekti; oylarda eşitlik olduğu takdirde, dava
cinayet davası ise, sanık lehinde, borç davası ise
borçlu lehinde, miras davası ise veraset iddiasında
bulunanın lehinde karar verilirdi.
Bir per, dört hâkim bulunmadığı takdirde ya da
hepsi bir arada olmadığı takdirde ya da en akıllıları
bulunmadığı takdirde, ben yargılamam diyemezdi;
bu tıpkı, savaşın en şiddetli anında, yanında yeteri
kadar adamı olmayan perin, ben senyörüme yardım
edemem demesine benzer. Ama mahkemesine onur
vermek, en değerli, en akıllı adamlarını orada
bulundurmak senyöre düşen bir görevdi. Bunu da
salt, senyöre bağlı olan kişilerin görevlerinin
dövüşmek ve yargılamak olduğunu göstermek için
söylüyorum; bu görev ise öylesine sağlam bir şeydi
ki, orada yargılamak bile dövüşmek demekti.
Kendine bağlı adamlarından birine karşı dava
açan senyör mahkûm olduğu takdirde, hâkimlik
eden adamlarından birini yanlış karar vermekle
istinaf edebilirdi. Ama adamın senyöre ettiği
bağlılık yemininden, senyörün de bu yeminden
ötürü adamına karşı beslediği iyi niyetten ötürü
arada bir fark gözetilirdi. Ya senyör, kararın genel
olarak kötü ve yanlış olduğunu söylerdi ya da
adamını şahsen doğruluktan ayrılmakla
suçlandırırdı. Birinci durumda bizzat kendi
mahkemesini suçladığı için kendisini suçlamış
olurdu ki o zaman savaş rehini istemesi yersiz
olurdu; ikinci durumda ise kendine bağlı bir adamın
onuruyla oynadığı için savaş rehini vermesi
gerekirdi; dövüş sonunda hangisi yenilirse yenilsin,
salt genel barışı sağlamak amacıyla canını da malını
da yitirirdi.
Özel durumda gerekli olan bu fark yavaş yavaş
yayıldı. Beaumanoir der ki: “Yanlış yargıdan ötürü
istinaf eden kişi, adamlardan birine kişisel kusurlar
yüklerse, dövüş zorunlu bir hal alırdı ama kişi yalnız
kararı istinaf etmişse davayı üzerine almış olan per
ister savaş yoluyla, ister hukuk yoluyla bir hal çaresi
bulmaya çalışırdı.” Ama, bir yandan Beaumanoir
zamanında hüküm süren anlayış, mümkün olduğu
kadar dövüşmekten kaçınmayı gerektirdiğinden, öte
yandan mahkeme kararını dövüş yoluyla mı, yoksa
hukuk yoluyla mı savunacağı hususunda pere
verilen yetki o çağda yerleşmiş olan onur krine ve
senyöre edilen bağlılık yeminine aykırı olduğundan,
zannedersem Beaumanoir’in ortaya attığı bu ayrılık
Fransızlarda yepyeni bir hukuk görüşünün sonucu
olacak.
Yanlış karar istina arının hepsi dövüş yoluyla
istinaf edilsin demek istemiyorum; bence bu
istinafın öteki istina ardan bir farkı yoktur. XXV.
konuda sözünü ettiğim istisnaları hatırlarsınız.
Ama orada, savaş rehinlerini geri almak ve
bırakmak yetkisi doğrudan doğruya bir üst senyörün
mahkemesine aitti.
Kralın mahkemesinde verilen kararların yanlış
diye istinaf edilmesi imkânsızdı; kendisine eşit bir
kimse olmadığı için istinaf edecek kimse de
bulunamazdı; kraldan üstün kimse olmadığı için de
kimse mahkemesini istinaf edemezdi.
Politik kanun olarak zorunlu olan bu temel
kanun, medeni kanun olarak o zamanın yargılama
usulündeki kötüye kullanmaları da azaltıyordu. Bir
senyör, mahkemesinin yanlış hüküm vermekle
suçlandırılmasından korkarsa ya da böyle bir şeye
kalkışıldığını görürse, eğer yanlış hüküm vermekle
suçlandırılmaması adaletin lehinde bir hareket
olacaksa o zaman kraldan, yanlış hüküm vermekle
suçlandırılmasına imkân olmayan adamlar
isteyebilirdi; nitekim Défontaines “Ve kral Philippe”
der, “bir davanın görülmesi için bütün mahkeme
heyetini, abbé de Corbie’nin sarayına gönderdi.”
Ama senyör, kralın hâkimlerinden alıp kendi
mahkemesine getirmezse, eğer doğrudan doğruya
krala bağlı bir senyörse o zaman kendi mahkemesini
kralın mahkemesiyle birleştirirdi; yok, eğer arada
başka senyörler varsa o zaman senyörden senyöre
başvurmak suretiyle ta krala kadar çıkılabilirdi.
O çağlarda bugünkü istina arda görülen
usuller hakkında en ufak bir kir yoktu ama kişinin
krala, bütün ırmakların çıktığı kaynak, yine bütün
ırmakların döküldüğü deniz olan krala başvurmak
hakkıydı.
Konu XXVIII
Mahkemenin kendini reddetmesi halinde
açılan istinaf davaları üzerine
Bir senyörün mahkemesinde hâkimler,
tara arın davasına bakmak istemezler ya da
bundan kaçınırlarsa, dava gününü durmadan
geciktirirlerse o zaman tara ar, mahkemenin
kendini reddetmesinden ötürü istinaf davası
açarlardı.
Carolingien’ler zamanında kontun maiyetinde
birçok adliye memuru vardı ama bunların kişilikleri
de konta bağlıydı, adli mekanizmaya değil. Assises
ya da placites[389] olarak toplanan bu memurlar,
tıpkı kont gibi en son merci olarak yargılarlardı.
Bütün ayrılık yargılama yetkisinin
bulunmasındaydı. Örneğin, kont ölüme mahkûm
edebilir, malın serbest bırakılması ya da iadesi için
hüküm verebilirdi; centenier’nin ise böyle bir yetkisi
yoktu[390].
Aynı nedenden ötürü, yalnız krala ayrılmış
olan büyük çapta davalar da vardı; bu davalar
doğrudan doğruya politik düzenle ilgili davalardı.
Piskoposlar, manastır başkanları, kontlar ve öteki
büyükler arasındaki anlaşmazlıkları kontlar
kendilerine bağlı olan soylularla birlikte
yargılarlardı.
Bazı yazarlar, kontun kral temsilcisine ya da
missus dominicus’a [391] istinaf edildiğini
söylerlerse de, bu doğru değildir. Kontla missus’un
yargılama yetkileri birbirinden tümüyle ayrı, eşit
yetkilerdi; aralarındaki bütün fark missus’un yılın
dört ayı, kontun ise yılın geri kalan sekiz ayı
mahkeme kurmasından ibaretti.
Assises’de yargılanan birisi, davasını kaybettiği
için yeniden yargılanmak ister ve bir kere daha
davasını yitirirse ya on beş sou para cezasına çarpılır
ya da kararı veren hâkimin elinden on beş sopa
yerdi.
Kontlar ya da kralın temsilcileri, büyükleri yola
getirmek için kendilerini yeteri kadar kuvvetli
hissetmezlerse, onlardan kral mahkemeleri
huzuruna çıkacaklarına dair teminat akçesi
alırlardı. Bu da davayı yeniden yargılamak değil,
doğrudan doğruya yargılamak içindi. Metz
capitulaire’inde, yanlış karardan ötürü kral
mahkemesine istinafın kabul edildiğini, öteki
istina arın tümünün yasak edildiğini ya da
cezalandırıldığını görüyorum.
Echevin[392]’lerin kararlarına boyun eğmeyen,
buna karşılık da hiçbir şikâyette bulunmayan kişi,
karara boyun eğinceye kadar hapsedilirdi. Şikâyet
ortaya çıktığında, kişi muhafaza altında kralın
huzuruna götürülür ve davaya orada bakılırdı.
Mahkemeler kendilerini reddediyorlar diye
istinaf söz konusu olamazdı. Çünkü o çağlarda,
assises denen mahkemeleri toplamak hakkını haiz
olan kontlarla öteki kişilerden mahkemelerini
düzenli toplamıyorlar diye şikâyet etmek şöyle
dursun, tersine bu toplantıların sayısının çok
olmasından şikâyet edilirdi; nitekim kontlarla öteki
adalet memurlarının yılda üç defadan fazla assises
toplamamaları için bir sürü emirname çıkarıldığını
görüyoruz. Onların ihmallerini değil, aşırı derecede
faaliyetlerini önlemek gerekti.
Ama sayısız senyörlükler kurulduktan,
senyörler arasında çeşitli bağlılık dereceleri ihdas
edildikten sonra, bazı küçük senyörlerin
mahkemelerini toplamakta gösterdikleri ihmaller bu
çeşit istina ara yol açmıştır; hem bu istina arın üst
senyöre yararı da dokunuyordu; çünkü bir hayli
para cezası almak imkânını buluyordu.
Mahkeme kararıyla dövüşmek usulü gittikçe
yaygın bir hal aldığından bazı yerlerde, durumlarda
ve zamanlarda, perleri bir araya toplamak,
dolayısıyla mahkeme kurup davalara bakmak
imkânsız bir hal aldı. Böylece mahkemenin kendini
reddetmesi yüzünden istinaf yolu açıldı; bu çeşit
istina ar ise çoğu zaman tarihimizin en önemli
noktalarını meydana getirmiştir. Çünkü o çağda
yapılan savaşların çoğunun nedeni, politik hukukun
ihlal edilmiş olmasıdır; nasıl ki günümüzdeki
savaşların çoğunun nedeni devletler hukukunun
ihlal edilmiş olması ise, Beaumanoir, mahkemenin
kendini reddetmesi halinde dövüş olmadığını
söyler. Bunun nedenleri de şunlardır: Senyörün
kişiliğine karşı duyulan saygıdan ötürü senyörü
bizzat dövüşe çağırmak imkânsızdı. Senyörün
perlerini de dövüşe çağırmak imkânsızdı; çünkü
mesele apaçıktı, işin sürüncemede bırakıldığı günleri
saymak gerekirdi. Ortada yargı lan yoktu; ancak
yargının yanlış olduğu hallerde böyle bir şey ileri
sürülebilirdi. Nihayet, perin suçu, davacı kadar
senyörü de rahatsız ederdi; oysa senyörün periyle
dövüşmesi, düzene aykırı bir şeydi.
Üst derecedeki mahkeme huzurunda, aşağı
derecedeki mahkemenin kendini reddettiği, tanıklar
vasıtasıyla ispatlandığından, tanıkları dövüşe
çağırmak mümkündü; bu suretle ne senyöre tecavüz
edilmiş olurdu ne de mahkemesine.
1. Kendi kendini reddetme, senyörün
adamlarının ya da perlerinin işiyse o zaman bu
davranışlarından ötürü bunlar istinaf edilirlerdi;
aleyhlerinde açılan istinaf davasını kaybederlerse,
senyörlerine bir para cezası öderlerdi. Senyör
adamlarına hiçbir yardımda bulunamazdı; tersine,
altmış sou’luk bir cezayı ödeyinceye kadar her
birinin tımarına el koyardı.
2. Kendi kendini reddetme senyörün işiyse ki,
bu da ya mahkemesini kuracak kadar adam
bulamadığı ya adamlarını toplayamadığı ya da
bunları toplamak amacıyla yerine bir başkasını vekil
etmediği için sık sık olurdu. O zaman kendi kendini
reddettiği için senyörün kendisi bir üst senyörün
mahkemesinde istinaf olunurdu ama senyöre karşı
duyulan saygıdan ötürü, senyörün kendisi davacı
olarak gösterilirdi.
Senyör, bir üst derecedeki senyörün
mahkemesinde yargılanmasını isterdi; davayı
kazandığı takdirde davayı tekrar ona havale
ederlerdi; kendisine de altmış sou’luk bir para cezası
verirlerdi; kendi kendini reddetme olayı ispatlanırsa
o zaman senyöre verilen ceza, itiraz edilen yargıyı
kaybetmiş olmasıydı; asıl dava bir üst derecedeki
senyörün mahkemesinde yargılanırdı; zaten kendi
kendini reddetme davası da bu amaçla açılmıştı.
3. Senyörün mahkemesinde bizzat kendisine
karşı dava açılmışsa ki, bu da ancak tımar işleri için
olabilirdi, o zaman, bütün süreler geçirildikten
sonra bir yandan hükümdardan izin alınır ve senyör
halkın huzurunda göreve çağrılır, öte yandan bizzat
hükümdarın senyörü görevine çağırması sağlanır.
Senyörü perler vasıtasıyla mahkemeye çağırtmak
imkânsızdı; çünkü perler senyörlerini mahkemeye
çağıramazlardı, ancak onun adına başkalarını
mahkemeye çağırabilirlerdi.
Kimi zaman kendini reddetme yüzünden
istinafın arkasından yanlış yargıdan ötürü istinaf
gelirdi; bu da ancak kendini reddetme olayına
rağmen senyör karar verdirdiği zaman olurdu.
Kendini reddetme yüzünden senyörünü istinaf
eden kişi eğer haksız çıkarsa o zaman senyörün
istediği kadar para cezasını vermeye mahkûm
edilirdi.
Gantois’lar Flandre kontunu kendini reddetme
suçuyla krala istinaf etmişlerdi; kontun mahkeme
gününü aşırı derecede geciktirdiğini ileri
sürüyorlardı. Yapılan araştırma sonunda kontun
davayı ülkedeki geleneğin verdiği süreden çok daha
az bir zaman geciktirdiği anlaşıldı. Bunun üzerine
Gantois’lar yeniden kontun mahkemesine havale
edildiler, kont da tam altmış bin sou’luk değerindeki
mallarına el koydurdu. Gantois’lar bu cezanın
azaltılması için kralın mahkemesine başvurdularsa
da, mahkeme kontun bu parayı, hatta canı çekerse
daha fazlasını alabileceğine karar verdi.
Beaumanoir bu mahkemelerde hazır bulunduğunu
söylüyor.
4. Derebeyinin kişiliğini ve onurunu
ilgilendiren nedenlerden ya da tımarla ilgili
olmayan mallardan ötürü kendisine bağlı senyörün
ona karşı açabileceği davalarda mahkemenin
kendini reddetmesi için istinaf söz konusu
olamazdı; çünkü dava senyörün mahkemesinde
değil, senyörün bağlı olduğu bir başka senyörün
mahkemesinde görülürdü. “Çünkü” der
Défontaines, “Senyöre bağlı olan kimselerin,
senyörün kişiliği aleyhinde yargıda bulunmak
yetkisi yoktu.”
Söz konusu yüzyılların yazarları tarafından son
derece karışık ve karanlık bir şekilde anlatılmış olan
bu sorunları elimden geldiği kadar açıklamaya
çalıştım; açıklamak sözü biraz zayıf kalıyor; çünkü
bütün bu sorunları o karmakarışık durumdan çekip
çıkarmak âdeta yeniden bulmak gibi bir şey oluyor.
Konu XXIX
Saint Louis’nin krallığı zamanı
Saint Louis’nin bu konuda çıkardığı emirname
ile Kurullar’dan anlaşılıyor ki kendi ülkesinde,
mahkeme kararıyla yapılan dövüşmeleri yasak
etmişti.
Yanlış yargı istinafı halinden başka hallerde
baronlarının mahkemelerinde bu çeşit dövüşmeleri
yasak edememişti.
Kişi, senyörünün mahkeme kararı için yanlış
dedi mi, kararı veren hâkimlere karşı dövüşü göze
alıyor demekti; başka türlü davranmasına imkân
yoktu. Ama Saint Louis, bu usulü kaldırdı; yani
kişi, senyörünün mahkemesinden çıkan karar için
yanlış derse hâkimlerle dövüşmek zorunda değildi.
Bu değişiklik ise bir çeşit ihtilal demekti.
Kral, kendi ülkelerindeki senyörlüklerde verilen
mahkeme kararları için yanlış denilmesini yasak
etmişti; bu bir çeşit nankörlük sayılırdı da ondan.
Senyöre karşı nankörlük suçu olan şey, krala karşı
elbette ki daha kuvvetli bir nankörlük suçu olurdu.
Buna karşılık kral, kendi mahkemelerinde verilen
kararların değiştirilmesi istenebilir diye bir kural
ortaya attı; bu şekilde hareket ederken de kararların
kötü niyetle ya da yanlış bir şekilde verilebileceğini
düşünmedi; kimi zaman zararı dokunur diye
düşündüğü için böyle hareket edilmesini istedi.
Buna karşılık, baronların mahkemelerinde verilen
kararların, şikâyet edildiği takdirde yanlış karar
diye nitelenerek istinaf edilmesine izin verdi.
Kurullar, kral mahkemelerinde verilen
kararların yanlış diye suçlanmasına izin vermezdi.
Aynı mahkemeden, kararın değiştirilmesi
istenebilirdi; hâkim değişiklik yapmaya razı olmadı
mı kral, Kurullar’ı yine Kurullar’la yorumlayarak
davacının kararı istinaf edebileceğini, daha doğrusu
kendisine bir dilekçe verebileceğini açıkladı.
Senyörlerin mahkemelerine gelince, Saint
Louis, davacıya bu mahkemelerin kararlarını istinaf
etmek yetkisini verirken davanın doğrudan doğruya
kral mahkemesine ya da bir üst derecedeki senyörün
mahkemesine getirilmesini istedi; niyeti, kararın
orada dövüşle değil, bizzat kendisinin gösterdiği
kurallara uyularak tanıklar vasıtasıyla verilmesini
sağlamaktı.
Böylece, ister senyörlerin mahkemelerinde
olduğu gibi istinaf etmek yetkisi verilsin, ister krallık
mahkemelerinde olduğu gibi istinaf etmek yetkisi
verilmesin, kral davacının, dövüşme tehlikesiyle
karşılaşmadan davasını istinaf edebileceğini bir
kural olarak ülkesine yerleştirdi.
Défontaines tara arın dövüşmesine gerek
kalmadan karara bağlanan ilk iki davadan söz
ediyor ve bize: Bunlardan birincisi Saint Quentin
mahkemesinde, yani krallık mahkemesinde görülen
bir davadır; ikincisi de Ponthieu mahkemesinde
görülen bir davadır; burada kont bizzat mahkemeye
katılmış ve eski mahkeme usulünün uygulanmasını
istemiştir; buna rağmen her iki dava da hukuk
yoluyla halledilmiştir.
Burada, neden Saint Louis kendi mahkemeleri
için ayrı, baronlarının mahkemeleri için ayrı bir
mahkeme usulü kabul etti diye insanın kendi
kendine soracağı geliyor; sebebi şu: Saint Louis kendi
mahkemeleri için karar verirken düşünce ve
görüşlerini sınırlandıracak herhangi bir kayda bağlı
değildi; oysa senyörleri için karar verirken bazı
konulara dikkat etmesi gerekirdi; senyörlerin
eskiden kalma bir ayrıcalıkları vardı: Yanlış diye bir
kararı istinaf etme yetkisi hariç senyörlerin
mahkemeleri alanına giren bir dava oradan başka
hiçbir yere nakledilemezdi. Saint Louis bu istinaf
usulünü devam ettirdi ama tara arın dövüşmeden
bu işi yapmalarını istedi. Yani meydana gelen
değişikliği fark ettirmemek için ilen ortadan
kaldırdığı dövüşmeyi sözde olduğu gibi bıraktı.
Ama bu görüş, senyörlerin tümü tarafından
kabul edilmiş değildir. Beaumanoir, kendi
zamanında iki çeşit yargılama usulü olduğunu
söyler: Biri kral kurulu gereğince yargılama usulü;
öteki de eski geleneğe göre yargılama usulü; senyör
isterse birinci usulü, isterse ikinci usulü uygulardı
ama bir davada bu iki usulden biri uygulandı mı
ötekine dönmek yasaktı. Hatta, diyor Beaumanoir,
Clermont kontu yeni usulü uyguladığı halde
kendisine bağlı senyörler eski usulü uyguluyorlardı;
bununla beraber kont istediği zaman eski usule
dönebilirdi; yoksa saygınlığı, kendine bağlı
senyörlerin saygınlığından daha aşağı bir duruma
düşerdi.
Şunu da bilmek gerek ki, o çağda Fransa iki
çeşit ülkeye bölünmüştü: Krallık malikânelerinden
meydana gelen ülkelerle, baronluk
malikânelerinden meydana gelen ülkeler ya da
baronluklar; Saint Louis kurullarında kullanılan
deyimlere göre de bunlara l’obéissance-le-roi ülkesi
ile hors l’obéissance-le-roi ülkesi adı verilirdi. [393]
Krallar kendi ülkeleri için emirname çıkardıkları
zaman yalnız kendi görüşlerinden faydalanırlardı
ama baronlarının ülkelerini de ilgilendiren
emirnameler çıkaracakları zaman ya onlarla
anlaştıktan ya da onlara mühürlettikten sonra
çıkarırlardı emirnameleri; aksi takdirde, baronlar,
işlerine yarayan emirnameyi kabul ederler,
yaramayanı da reddederlerdi. Küçük senyörlerin
büyük senyörlere karşı durumu, büyük senyörlerin
krala karşı durumlarıyla aynıydı. Bununla beraber
Kurullar, kendileri için son derece önemli olan bir
sorun ile ilgili hükümleri içerdiği halde senyörlerin
rızası alınmadan ortaya atıldı; bunun için de yalnız
işlerine yarayacağına kanaat getiren senyörler
tarafından kabul edildi. Saint Louis’nin oğlu
Clermont kontu olan Robert bu Kurullar’ı kendi
kontluğu için kabul etti ama ona bağlı olan
senyörler, işlerine yaramayacağına kanaat
getirdikleri için aynı Kurullar’ı reddetmekten
çekinmediler.
Konu XXX
İstinaflar üzerine düşünceler
Dövüşe davetten ibaret olan istina arın, derhal
yerine getirilmesi gereken istina ar olduğu apaçık
bir şey. Beaumanoir der ki: “Birisi istinaf etmeden
mahkemeyi terk ederse, istinaf etme hakkını yitirir
ve kararı kabul etmiş sayılır.” Mahkeme kararıyla
dövüşme usulü sınırlandırıldıktan sonra bile bu
görüş devam etti.
Konu XXXI
Aynı konunun devamı
Halk sınıfına mensup birisi senyörünün
mahkemesini yanlış karar vermekle istinaf
edemezdi. Bunun böyle olduğunu Défontaines’den
öğreniyoruz; Kurullar da onaylıyor. Yine
Défontaines der ki: “Senyör, seninle kölen arasında
Tanrı’dan gayri bir hâkim yoktur.”
Köleden istinaf etme hakkını alan, mahkeme
kararıyla dövüşme usulü olmuştur; nitekim
fermanla ya da gelenekle, dövüşmek yetkisi almış
olan bir köle, kendisini yargılayanlar şövalye bile
olsa senyörünün mahkemesini istinaf etmek hakkını
haizdi; bundan ötürü de Défontaines’in, köle
sınıfına mensup kişilerin davayı istinaf ettikleri
zaman şövalyelerle dövüşmelerini önlemek için bazı
çarelere başvurduğunu ve böylece herhangi bir
rezaletin patlak vermesine mani olmaya çalıştığını
görüyoruz.
Mahkeme kararıyla dövüşme usulü yavaş yavaş
kaldırıldığından, yeni yeni istinaf usulleri kabul
edilmeye başlandığından, senyörlerin
mahkemelerini istinaf etmek hakkının yalnız hür
insanlara tanınmış olması, kölelere ise böyle bir
hakkın verilmemiş olması akla aykırı bir şey olarak
göründü insanlara; bundan ötürü de parlamento
onların istina arını da tıpkı hür insanların
istinafları gibi kabul etmeye başladı.
Konu XXXII
Aynı konunun devamı
Senyörün mahkemesi yanlış karar vermekle
istinaf edildiği zaman senyör, mahkemesinin
kararını savunmak amacıyla üst senyörün
mahkemesinde hazır bulunurdu. Bunun gibi kendi
kendini reddetmeden ötürü istinaf oldu mu, bir üst
senyörün mahkemesine sevk edilen taraf kendi
senyörünü de beraber götürürdü ki, eğer kendi
kendini reddetme sabit görülmezse senyör tekrar
kendi mahkemesine kavuşsun.
Başlangıçta iki özel hal için geçerli şey sonraları,
bütün istina arın kabul edilmesi üzerine davaların
tümünü kapsadığı için, senyörün hayatını kendi
mahkemelerinden gayri mahkemelerde geçirmesi,
kendi davalarıyla uğraşacak yerde başka davalarla
uğraşması pek acayip göründü insanlara. Philippe de
Valois da istinaf davaları için yalnız bailli denen
hâkimlerin mahkemelere getirilmesini emretti.
İstinaf davaları daha kapsamlı bir şekil alınca da,
mahkemede doğrudan doğruya tara arın
kendilerini savunmaları gelenek halini aldı;
hâkimin yerini de böylece karşı taraf almış oldu.
Demiştim ki, kendini reddetme istinafında
senyör, yalnız, davayı kendi mahkemesinde
gördürmek hakkını yitirirdi. Ama senyör bir taraf
olarak işin içine katılmışsa, bu da sık sık olan
şeylerdendi, o zaman istinafa bakan mahkemenin
sahibine, yani bağlı olduğu senyöre ya da krala
altmış sou’luk bir para cezası öderdi, istinaf genel bir
nitelik aldıktan sonra hâkimin verdiği karar
bozuldu mu, para cezasını senyöre ödetmek gibi bir
gelenek var ya, işte o gelenek herhalde buradan
gelmiş olacak. Uzun zaman devam eden, Roussillon
emirnamesiyle de büsbütün kuvvetlenen bu
geleneğin çok sonra anlamsız olduğu anlaşılmış ve
kaldırılmasına karar verilmiştir.[394]
Konu XXXIII
Aynı konunun devamı
Mahkeme kararıyla yapılan dövüşmenin
uygulanmasında, hâkimlerden birini yanlış karar
vermekle istinaf eden davacı, dövüş sonunda pekâlâ
davasını kaybedebilirdi. Gerçekten de kendi lehinde
bir karar elde etmiş olan kişinin, bu kararın
kendisine sağladığı faydadan, başkasının hatası
yüzünden yoksun kalması doğru olamazdı. Şu
halde, istinaf davası açıp hâkimi yenen kişinin,
hâkimi yendikten sonra karşı tara a da dövüşmesi
gerekirdi; bunu da kararın doğru ya da yanlış olup
olmadığını anlamak için değil, isteğin meşru olup
olmadığını anlamak için yapmak icap ederdi; çünkü
dövüş sonunda hiçbir değeri kalmayan kararın artık
söz konusu edilmesine imkân yoktu; ikinci dövüş
doğrudan doğruya söylediğimiz konunun
anlaşılması için yapılırdı. Kararların şu şekilde
bildirilmesi de herhalde oradan gelecek: Mahkeme,
istinafı olmamış sayar; mahkeme, istinafı ve istinaf
edilen şeyi olmamış sayar.
Gerçekten de, yanlış karardan ötürü istinaf
eden kişi yenilirse istinaf düşerdi; yenerse, karar
dolayısıyla istinaf da düşerdi. Bundan ötürü de
tarafları yeniden yargılamak gerekirdi.
Bu söylediklerimiz öylesine doğrudur ki, dava
anket yoluyla görüldüğü zaman, bu şekilde karar
vermek hatıra gelmezdi. M. dt la Roche-Flavin der
ki, “İlk kurulduğu zamanlarda anket bürosunun bu
şekilde hareket etmesine imkân yoktu.”
Konu XXXIV
Muhakeme usulü nasıl gizli olmuştur
Düellolar, yargılama işinin herkesin gözü
önünde olup bitmesini sağlamıştı; davacı da, dava
edilen de aynı şekilde bilinirdi. “Tanıklar” der
Beaumanoir, “İfadelerini herkesin yanında
vermelidirler.”
Boutillier’i açıklayan kişi, eski hukukçulardan
ve elle yazılmış bazı tutanaklardan öğrendiğine göre,
Fransa’da eskiden cinayet davalarının apaçık bir
şekilde görüldüğünü, mahkeme aşamalarının da,
tıpkı Romalılarda olduğu gibi, halkın huzurunda
cereyan ettiğini söyler. Bu durum o çağlarda yazının
hemen hiç kimse tarafından bilinmemesinden ileri
gelirdi. Yazı, kirleri tespit eder ve muhakemenin
gizli olmasını sağlayabilir ama yazı
kullanılmayınca, aynı kirlerin tespiti işi, ancak
muhakemenin açık cereyan etmesiyle mümkün
olur.
İnsanlar tarafından yargılanan ya da insanların
huzurunda savunulan herhangi bir şey üzerinde
yine insanoğlunun tereddüt etmesi olasılığı
olduğundan, her defasında par record[395] denen
muhakeme usulü sayesinde belleğe başvurulurdu;
bu gibi hallerde de tanıkların dövüşe davet
edilmesine izin verilmezdi; aksi takdirde hiçbir
davanın sonu gelmezdi.
Sonraları gizli denen bir muhakeme usulü
ortaya çıktı. Her şey açık bir şekilde yapılırdı; derken
her şey kapalı bir şekilde yapılmaya başlandı;
sorgular, bilgi edinmeler, tanık ifadelerinin yine
tanıklara onaylatılması, duruşmalar, savcı
irdelemeleri vesaire... Bugün takip edilen usul de
zaten bu. İlk şekil o zamanın hükümet şekline
uygundu; yenisi de o zamandan bu yana kabul
edilmiş olan hükümet şekline elverişlidir.
Boutillier’nin açıklayıcısı, bu değişikliğin
başlangıç tarihi olarak 1539 emirnamesini
gösterir.[396] Bana kalırsa bu iş yavaş yavaş oldu ve
senyörler, eski yargılama usulünü bıraktıktan, Saint
Louis’nin Kurulları’ndan çıkartılan muhakeme
usulü iyice olgunlaştıktan sonra senyörlükten
senyörlüğe geçerek yerleşti. Gerçekten de
Beaumanoir der ki: “Dövüş teminatı verildiği
takdirde tanıklar açık oturumda dinlenirlerdi; aksi
takdirde tanıklar gizli oturumda dinlenirlerdi;
ifadeleri de yazıyla tespit edilirdi.” Demek oluyor ki,
dövüş teminatı kalkınca mahkemeler davalara gizli
oturumda bakmaya başladılar.
Konu XXXV
Mahkeme harçları üzerine
Vaktiyle Fransa’da laik mahkemelerde tara ar
mahkeme harcı ödemeye mahkûm edilmezlerdi.
Davayı yitiren tarafın senyörle perlere ödediği para
cezası zaten bir hayli yüklüydü. Mahkeme kararıyla
dövüş usulünde zaten yenilgiye uğrayan taraf
malını mülkünü ve hayatını yitirerek yeteri kadar
cezalandırılmış olurdu; mahkeme kararıyla dövüş
usulünün öteki hallerinde, kimi zaman belli, kimi
zaman da senyörün keyfine bağlı para cezaları vardı;
bu ise halkın mahkemeye başvurmaktan
korkmasına sebep olurdu. Dövüş yoluyla karara
bağlanmayan davalar için de bu böyleydi.
Davalardan sağlanan başlıca yararlar senyöre ait
olduğundan, gerek perleri toplamak, gerek onları
mahkemeye bakacak duruma getirmek için gereken
masra arı ödemek de yine senyöre düşerdi. Hem
zaten, davalar, öyle sonraları görüldüğü gibi, uzun
kayıtlara, formalitelere gerek göstermeden hemen o
anda, davacıların bulunduğu yerde görüldüğünden,
tara ardan mahkeme harcı istemeye gerek
kalmazdı.
İstinaf usulü, doğal olarak mahkeme harcını
gerektirmiştir. Nitekim, bu konuda Défontaines’in,
“Yazılı kanunla istinaf edildiği zaman, yani Saint
Louis’nin yeni kanunlarına uyulduğu zaman
mahkeme harcı ödenirdi; yanlış hükümden gayri
istinafa izin vermeyen her zamanki muhakeme
usulünde ise böyle şey ödenmezdi; belli bir para
cezasından, dava senyöre intikal etmişse dava
konusu olan şeyin tam bir yıl bir gün gelirine el
koymaktan başka bir şey alınamazdı” dediğini
görüyoruz.
Ama yeni yeni sağlanan kolaylıklardan ötürü
istina arın sayısı artınca; bir mahkemeden ötekine
istinaf etme işi çoğalıp da tara ar bulundukları
yerlerden başka yerlere taşınmak zorunda kalınca,
muhakeme usulünde görülen yeniliklerden ötürü
davaların sonu gelmeyince; en haklı istekleri
reddetme sanatı biraz daha gelişince; bir davacı salt
beni izlesinler diye kaçmayı öğrenince; dava açan
kişi kendini mahvettiği halde, kendini savunan kişi
rahat ve huzur içinde yaşamaya devam etmeye
başlayınca; nedenler bir sürü söz ve yazı ortasında
kaybolunca; davaya bakan daire, hak aramaya
imkân vermeyen bir sürü hukuk malzemesiyle
dolunca; kötü niyet, kendine dayanak bulamadığı
yerlerde öğüt bulmaya başlayınca; davacıları
mahkeme harcı korkusuyla durdurmak gerekti.
Davacılar hem karar için hem de karardan
kaçınmak amacıyla kullanmış oldukları imkânlar
için mahkeme harcı ödemeye mecbur tutuldular.
Charles le Bel bu konuda genel bir emirname
çıkardı.
Konu XXXVI
Savcılık üzerine
Rhin kıyılarında oturan Frank’larla Salique
Frankların kanunları olsun, öteki barbar
topluluklarının kanunları olsun, suçluyu yalnız
para cezası ödemeye mecbur ederdi; bundan ötürü
de suçlular hakkında kovuşturma yapan bugünkü
savcılık örgütüne o zamanlar gerek duyulmazdı.
Gerçekten de her şey eninde sonunda tazminat
ödemek suretiyle halledilirdi; her çeşit kovuşturma
âdeta medeni hukuk çerçevesine girerdi; bundan
ötürü her yurttaş davasıyla ilgili kovuşturmayı
bizzat yapabilirdi. Öte yandan Roma hukukunun
da suçları kovuşturmak için halkçı şekilleri vardır;
bu şekiller ise savcılık örgütünün varlığıyla
bağdaşamazdı.
Mahkeme kararıyla dövüşme usulü de zaten
savcılık örgütüyle bağdaşamazdı; çünkü herkese
karşı herkes için dövüşmeyi kim gözüne alıp savcılık
makamını işgal etmek cesaretini gösterebilirdi?
M. Muratori’nin Lombard kanunları arasına
sıkıştırdığı bir düstur derlemesinde, Carolinge’ler
zamanında mahkemede kamu hukukunu temsilen
bir avoué bulunduğunu görüyorum[397]. Ama bu
düsturların tümünü okuyunca da bu memurlarla
şimdi savcı, cumhuriyet savcısı, kral ya da senyörler
savcısı adını verdiğimiz memurlar arasında büyük
bir fark olduğunu görüyorum. Birinciler, yani
avoué’ler medeni hukuktan ziyade, siyasal hukukla
aile hukukunu yönetmek için atanmış memurlardı.
Gerçekten de, sözü geçen düsturlarda bunların,
suçlular hakkında kovuşturma yapmak, henüz reşit
olmamış kimselerle, kiliselerin ve kişilerin
durumuyla ilgili davalar üzerine eğilmek gibi bir
görevi olduğuna dair bir kayıt bulamıyorum.
Az önce savcılık görevinin, mahkeme kararıyla
yapılan dövüş ile bağdaşamadığını söylemiştim.
Bununla beraber bu düsturların birinde, kamu
tarafını temsil eden avoué’lerden birinin de
dövüşmek yetkisini haiz olduğunu görüyorum. M.
Muratori bu düsturu, I. Henri’nin Anayasasının
sonuna koymuş. Bu Anayasada şöyle deniyor:
“Birisi, babasını, kardeşini, yeğenini ya da herhangi
bir akrabasını öldürürse, onların mirasına konma
hakkını yitirir; miras da böylece başka birisine geçer;
kendi mirası ise doğrudan doğruya devlet
hazinesinin olur.” İşte kamu tarafını temsil eden
avoué, devlet hazinesine kalan bu miras için
dövüşme yetkisini haizdi. Böyle bir durum ise genel
kurallar arasına girer.
Yine bu formüllerde görüyoruz ki, kamu
tarafının avoué’si, bir hırsızı yakalayıp da kontuna
getirmeyen kişi aleyhinde, konta karşı ayaklanan ya
da ayaklanmayı teşvik eden kişi aleyhinde, kont
tarafından öldürülmek üzere kendisine teslim
edilmiş olan kişinin hayatını kurtaran aleyhinde,
kontun emrine uymayı reddedip hırsızı teslim
etmeyen kiliseler avoué’si aleyhinde [398], kralın
sırlarını yabancılara açıklayan kişi aleyhinde,
imparatorun temsilcisini elde silah kovalayan kişi
aleyhinde, imparatorun mektuplarını küçümseyen,
bundan ötürü de aleyhinde imparatorun dava vekili
tarafından ya da bizzat imparator tarafından
kovuşturma açılan kişi aleyhinde kovuşturmada
bulunabilirdi; nihayet bu dava vekili, devlet
hazinesinin çıkarlarını savunmayı da üzerine
alabilirdi.
Ama ağır suçların kavuşturulmasında kamu
haklarını savunan bir dava vekili göremiyoruz;
düello yapmak, kundakçılık etmek, hâkimi
mahkemede öldürmek, kişilerin hürriyetine tecavüz
etmek gibi suçlar söz konusu olsa bile,
kovuşturmada bulunacak dava vekillerinin ortaya
çıktığına şahit olamıyoruz.
Bu düsturlar yalnız Lombardların kanunları
için değil, bunlara ilave edilmiş olan capitulaire’ler
için de geçerlidir; bu konuda bize, yalnız
Carolinge’lerin usulü hakkında bilgi verdiklerinden
azıcık olsun şüphe etmemeliyiz.
Tıpkı eyaletlere gönderilen kral temsilcileri gibi
bu dava vekilleri de Carolinge’lerle beraber yok
olmuştur; sebebi de şu ki, ne genel kanun diye bir şey
kaldı ortalıkta, ne de devlet hazinesi diye bir şey;
bundan başka, eyaletlerde davalara bakacak
kontlardan da eser kalmadı; dolayısıyla, asıl
görevleri kontun otoritesini sağlamak olan bu çeşit
memurlar da ortadan yok oldu.
Capet’ler zamanında mahkeme kararıyla
dövüşme usulü iyice çoğaldığından kamu tarafının
haklarını savunacak bir kişinin bulunmasına gerek
kalmadı. Nitekim Somme rurale [399] adlı eserinde
adliye memurlarından söz eden Boutillier yalnız
bailli’lerin, derebeyin adamlarının ve sergent’ların
adlarını veriyor[400]. O çağlarda kovuşturmaların
nasıl yapıldığını öğrenmek için Kurullar’ı, bir de
Beaumanoir’ı okumanızı salık veririm.
Majorque Kralı II. Jacques’ın kanunlarında,
bugünkü şekliyle bir krallık savcılığından söz
edildiğini görüyorum. Bizlerde, adalet
mekanizmasının şekli değiştikten sonradır ki,
savcılar ortaya çıkmıştır; apaçık bir şey bu.
Konu XXXVII
Nasıl oldu da Saint Louis’nin Kurulları unutuldu
Kaderleri böyleymiş Kurulların; doğmalarıyla
ihtiyarlamaları ve ölmeleri bir oldu.
Bu konuda bazı şeyler söylemek isterim. Saint
Louis Kurulları adı altında elimizde bulunan kanun
metni hiçbir zaman bütün krallıkta yürürlüğe girsin
diye yapılmış bir kanun değildir; kanunun
önsözünde böyle bir şeyden söz ediliyorsa da
gerçekleşmesi için hiçbir çaba harcanmamıştır. Bu
derleştirme, bütün medeni haklar üzerinde,
vasiyetname ile verilen ya da yaşayan kişiler
arasında hibe edilen mallar üzerinde, kadınların
drahomaları ya da yararları üzerinde, tımarların
sağladığı hak ve yararlar üzerinde, güvenlik
sorunları üzerinde kararlar verilmesini sağlayan
genel bir kanun metnini içermektedir. Şimdi, her
şehrin, her kasabanın ve her köyün kendisine özgü
bir geleneği olduğu bir çağda, medeni haklar için
genel bir kanun metni çıkarmak, krallığın her
bölgesinde yürürlükte olan özel kanunları bir çırpıda
ortadan kaldırmak demektir. Özel geleneklerin
tümünden, genel bir gelenek çıkarmak demek,
hükümdarın her taraa saygı gördüğü çağda bile
anlamsız bir girişimde bulunmak demektir. Çünkü,
sakıncalarla yararlar eşit olduğu zaman kanunu
değiştirmemek ne kadar doğruysa, yararlar az,
sakıncalar çok olduğu zaman değiştirmemek de bir o
kadar doğru olur. Şimdi, herkesin kuvvet ve
kudretinden ötürü mest olduğu bir çağa, krallığın
mutlu çağına şöyle dikkatli bir bakacak olursak, her
yerde kanunları ve alışkanlıkları değiştirmeye
teşebbüs etmek, yöneten kişilerin akıllarına gelmesi
imkânsız bir şey olduğunu görürüz.
Bu benim söylediklerim, Kurullar denen kanun
metninin, Amiens belediye sarayında bulunan ve
Ducange tarafından sözü edilen el yazmasında da
belirtildiği gibi baronlarla kanun adamları
tarafından parlamentoda tasvip edilmediğini
gösterir. Öteki el yazmalarında da, bu kanunun
Tunus’a hareket etmeden önce 1270 yılında Saint
Louis tarafından çıkarıldığı söylenir. Ama bu da
doğru değil; çünkü Saint Louis, M. Ducange’ın da
söylediği gibi 1269’da Tunus’a gitmiştir; bundan da
şu sonuç çıkar ki bu kanun onun yokluğunda
yayımlanmıştır. Ama ben bunun da imkânsız
olduğunu söylüyorum. Öyle ya, nasıl olur da Saint
Louis, bir kargaşalık tohumu olabilecek, değişiklikler
değil, ihtilaller meydana getirebilecek bir şeyin
kendi yokluğunda çıkarılmasına izin verebilirdi?
Böyle bir teşebbüsün, herhangi bir girişimden çok
daha yakından izlenmesi gerekirdi; zayıf bir kral
vekilinin, girişimin başarıyla sonuçlanmasında
çıkarı olmayan senyörlerden oluşmuş bir kral
vekilinin başaramayacağı bir işti bu. Kral
vekillerinden biri, abbé de Saint-Denis denen
Matthieu, öteki de kont de Nesle diye tanınan
Simon de Clermont’dur; bunların ölümü halinde
yerlerine Evreux Piskoposu Philippe’le, Ponthieu
Kontu Jean geçecekti. Oysa yukarıda görmüştük ki,
Ponthieu kontu, kendi senyörlüğünde bile yeni adli
düzenin uygulanmasını yasak etmişti.
Üçüncü olarak da şunu söyleyebilirim ki,
adalet düzeni üzerinde bizim elimizdeki kanun
metni Saint Louis’nin Kurullarından apayrı bir
şeydir. Bu kanun metni Kurulları zikreder: Şu halde
Kurullar üzerine yazılmış bir metindir. Kurulların
kendisi değil. Bundan başka, Saint Louis’nin
Kurullarından söz eden Beaumanoir, Kurulların
sözünü ettiğimiz derleştirmesinden değil, bu
hükümdarın özel Kurullarından söz etmektedir. Bu
hükümdar zamanında yazan Défontaines de bu
Kurulların adalet düzeninde ilk iki
uygulanmasından bize söz eder ve bunun eski bir şey
olduğunu söyler. Demek oluyor ki Saint Louis’nin
Kurulları, sözünü ettiğim derleştirmeden önce
yayınlanmıştı; bazı bilgisiz kişilerin başına
koydukları önsözleri kabul etsek bile bu yapıtın
Saint Louis’nin hayatının son yılında, hatta
ölümünden sonra yayımlandığını kabul etmek
zorundayız.
Konu XXXVIII
Aynı konunun devamı
Saint Louis’nin Kurulları adı altında elimizde
bulunan bu derleştirme neyin nesiydi acaba? Fransız
hukukuyla Roma hukukunun durmadan birbiriyle
karıştırıldığı bu karanlık, bu karışık kanun metni;
bir kanun koyucu edasıyla konuştuğu halde içinde
bir hukukçu ile karşılaşılan bu kanun metni; medeni
hukukun ortaya attığı bütün durumlar, bütün
noktalar üzerinde bir hukuk ilminin tümü bulunan
bu kanun metni neyin nesiydi acaba? Bunlara cevap
vermek için o çağlara dönmek gerek.
Çağındaki kötüye kullanmalar yüzünden Saint
Louis, insanları, yürürlükte olan hukuk ilminden
iğrendirmeye çalıştı; gerek kendi ülkelerindeki
mahkemeler için, gerekse baronlarının ülkelerindeki
mahkemeler için birçok yeni yeni tüzükler çıkardı;
bundan da öyle bir başarı elde etti ki, bu
hükümdarın ölümünden az sonra yazmaya
başlayan Beaumanoir, Saint Louis tarafından
ortaya atılan muhakeme usulünün birçok
senyörlerin mahkemelerinde yürürlükte olduğunu
söylüyor.
Böylece bu hükümdar amacına ulaşmış oldu
ama bu tüzükler bütün krallık için genel bir kanun
olarak ortaya atılmış değildi; doğrudan doğruya
senyörler için yapılmış bir örnekti; her senyör bu
örneği uygulayabilir, uygulamaktan da
yararlanabilirdi. Saint Louis en iyiyi göstermek
suretiyle kötüyü ortadan kaldırdı. Krallık
mahkemelerinde olsun, senyörlerin
mahkemelerinde olsun, daha doğal, daha akıllı bir
muhakeme usulü, ahlaka, dine, halkın huzuruna,
kişi ve mal güvenine daha uygun bir muhakeme
usulü görünce bütün senyörler öteki usulü bırakıp
bu usulü benimsediler.
Zorlayacak yerde davet etmek; buyuracak
yerde yönetmek; işte çok büyük iki hüner. Aklın
doğal bir egemenliği, hatta zulmedici bir egemenliği
vardır; ona karşı koymak isterler ama bu karşı
koyma bile onun zaferidir; çok geçmeden onun
avucunun içine girmek gerek.
Saint Louis, Fransız hukuk usulünden
tiksindirmek için Roma hukuku kitaplarını
Fransızcaya çevirtti; böylece o hukukun o çağda
yaşayan bilginler tarafından öğrenilmesini sağladı,
ilk uygulayıcı olarak tanıdığımız Défontaines bu
kitaplardan fazlasıyla yararlandı; meydana getirdiği
eser, eski Fransız hukukuyla, Saint Louis
Kurulları’nın ve Roma kanunlarının âdeta bir
karmasıdır. Beaumanoir Roma hukukundan çok az
yararlanmıştır; bununla beraber, eski Fransız
hukukuyla Saint Louis’nin tüzüklerini
bağdaştırmayı başarmıştır.
Öyle sanıyorum ki, bu iki kitabın ruhuna ve
daha çok Défontaines’in kitabının ruhuna uyan
hâkimlerden biri Kurullar adını verdiğimiz kanun
kitabını meydana getirdi. Kitabın başlığında
söylenilene bakılırsa, eser Paris, Orleans ve baronluk
mahkemesinde yürürlükte olan usullere göre
düzenlenmiştir. Önsözünde ise bütün krallıkta,
Anjou’da ve baronluk mahkemesinde yürürlükte
olan usullerden yararlanıldığı söylenmektedir.
Kesin olan bir şey varsa o da şu ki, Défontaines’le
Beaumanoir’ın eserleri Clermont ile Vermandois
kontlukları için kaleme alınmıştı; tıpkı, bunun gibi,
Kurullar da, Paris, Orleans ve Anjou için yazılmıştı.
Bundan başka Beaumanoir’in dediğine bakılırsa
Saint Louis’nin kanunlarının çoğu baronluk
mahkemelerine de sızmıştı; bundan ötürü de
derleştirici, kendi eserinin baronluk
mahkemelerince de kabul edildiğini söylediği zaman
yersiz bir şey söylemiş sayılmazdı.
Bu eseri yazanın, memleketin geleneklerinden,
kanunlarından ve Saint Louis Kurullar’ından
yararlanıp derleştirdiği muhakkak. Bu eser çok
değerli bir eserdir; çünkü, o çağda uygulanan
şekliyle Saint Louis Kurullar’ını, eski Anjou
geleneklerini ve nihayet eski uygulanış şekliyle
Fransız hukukunu buluyoruz onda.
Bu eserin Défontaines’le Beaumanoir’ın
eserlerinden farkı şu ki, orada, kanun koyucuların
dili olan buyurma dili kullanılmıştır; başka türlü
olmasına da imkân yoktu; çünkü eser, yazılı
geleneklerle kanunların derleştirilmesinden başka
bir şey değildi.
Bu derleştirmede bir iç kusur vardı: Fransız
hukukuyla Roma kanununun karıştırıldığı iki
tara ı bir kanun metni meydana gelmişti de ondan;
aralarında hiçbir ilinti olmayan, çoğu zaman da
birbirine aykırı olan şeyleri bir araya getirmişlerdi de
ondan.
Memur hâkimlerden, perlerden kurulu Fransız
mahkemelerinin, istinafsız kararların, mahkûm
ediyorum ya da bağışlıyorum sözleriyle verilen
kararların, Romalıların halk tarafından yargılama
usulüyle bir uygunluğu olduğunu biliyorum. Ama
bu eski usul pek öyle kullanılmadı; daha çok
imparatorların ülkeye soktuğu usulden yararlanıldı;
Fransız hukuk usulünü düzene koymak,
sınırlandırmak, düzeltmek ve yaymak için her yerde
bu derleştirme kullanıldı.
Konu XXXIX
Aynı konunun devamı
Saint Louis tarafından ülkeye sokulmuş olan bu
tüzel şekiller yavaş yavaş yok oldu. Bu hükümdarın
amacı, en iyi muhakeme usulünden çok, eski
yargılama usulünün yerine konacak en iyi tarzı
bulmaktı. Bunun için de ilk amacı, milleti eski
hukuk anlayışından tiksindirmek ve onun yerine bir
yenisini koymaktı. Ama bu yeni usulün de
sakıncaları ortaya çıkınca, hemen bir başkasını
bulup ortaya atmakta gecikmediler.
Böylece Saint Louis’nin kanunları, Fransız
muhakeme usulünü değiştirmekten çok, onu
değiştirmek için gerekli imkânları sağladı. Yeni
mahkemeler kurmak imkânını verdi; daha doğrusu,
yeni mahkemelere ulaşmak imkânlarına yol açtı;
genel otoritesi olan bir mahkemeye kolaylıkla
varıldığı zaman da, önceden özel bir senyörlüğün
geleneklerini oluşturan yargılar, genel bir
muhakeme usulü oluşturdular. Kurulların kuvveti
sayesinde, o zamana kadar krallığın tümünde
bulunmayan genel kararlar elde etmeyi başardılar;
yapı tamamlanınca da iskelenin yıkılmasına göz
yumdular.
Böylece Saint Louis’nin yaptığı kanunlar, bir
yasama şaheserinden bile beklenmeyecek sonuçlar
meydana getirdi. Değişiklikleri hazırlamak için kimi
zaman birkaç yüzyıl gerekir; olaylar olgunlaşır,
arkasından da ihtilaller baş gösterir.
Parlamento en son olarak krallığın bütün
davalarına bakmaya başladı. Önceleri yalnız
dukalar, kontlar, baronlar, piskoposlar, papazlar
arasındaki davalara, kralla krala bağlı olan
senyörler arasındaki davalara bakıyordu; bu davalar
da medeni alandan çok politik düzende olan
davalardı. Sonradan parlamento devamlı ve
yerleşmiş bir hal aldı; derken bütün davalara yetsin
diye birçok yerde parlamento açıldı.
Parlamento istikrarlı bir topluluk halini alır
almaz kararlarını derleştirmeye başladılar. Philippe
le Bel zamanında, Jean de Monluc, bugün Olim
kayıtları denen bir derleme meydana getirdi[401].
Konu XL
Nasıl oldu da Papalık fetvalarının tüzel şekilleri
kabul edildi
Peki ama nasıl oldu da, kurulu hukuk düzenini
bıraktıkları zaman, Roma hukukunu benimseyecek
yerde kilise hukukunu benimsediler. Bunun nedeni
gayet basit: Gözlerinin önünde daima, kilise
hukukunu uygulayan kilise mahkemeleri vardı;
buna karşılık Roma hukukunu uygulayan
mahkemelerden hiçbirini tanımıyorlardı. Bundan
başka kilise yargılama usulüyle laik yargılama usulü
arasındaki sınırları o zaman bilenler pek azdı: Hiçbir
ayrılık gözetmeksizin iki mahkemede de dava
açanlar vardı; bazı konular da kimi zaman kilise
mahkemesine, kimi zaman laik mahkemeye
götürülüyordu. Laik yargılama usulü, ötekine göre,
üzerine yalnız derebeylikle ilgili davalarla sivil
kişilerin dini ilgilendirmeyen davalarını almış
bulunuyordu. Çünkü, anlaşma ya da sözleşme
dolayısıyla laik adalete başvurmak gerekseydi,
tara ar pekâlâ isteyerek kilise mahkemelerine
başvurabilirlerdi; kilise mahkemeleri de kendi
verdiği kararları uygulamak için laik mahkemeleri
zorlayamadığından bu işi aforoz tehdidiyle
yaptırmaya çalışıyordu. Bu gibi haller karşısında
laik mahkemelerdeki usulleri değiştirmek istedikleri
zaman kilise mahkemelerinin usullerini kabul
ettiler; bu yeni usulü herkes biliyordu da ondan;
Roma hukukunun muhakeme usulünü kabul
etmediler; kimse bilmiyordu da ondan; çünkü
uygulama işinde kişi ancak uyguladığı şeyi bilir,
başkasını değil.
Konu XLI
Kiliselere özel yargılama usulüyle laik
mahkemelere
özel yargılama usulünün yükseliş ve alçalışı
Sivil kuvvet sayısız senyörün elinde
bulunduğundan, kilisenin kendi özel yargılama
usulünü her gün biraz daha genişletmesi çok kolay
oldu. Ama kilise yargılama usulü senyörlerin
yargılama usulünü sınırlandırmaya başladığından
ve böylece krallık yargılama usulünü daha da
kuvvetlendirdiğinden, krallık yargılama usulü kilise
yargılama usulünü yavaş yavaş daraltmaya başladı;
kilise yargılama usulü de birinci yargılama usulü
karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Kilise
mahkemelerindeki yargılama usulünün iyi ve
yararlı yanlarını almaktan başka bir şey
düşünmeyen parlamento çok geçmeden onda
yalnız, kötüye kullanmaları görmeye başladı; krallık
yargılama usulü her gün biraz daha
kuvvetlendiğinden, sözü geçen kötüye kullanmaları
bizzat düzeltecek duruma geldi. Gerçekten de göz
yumulamayacak kadar ağırdı bu kötüye
kullanmalar; ben burada bunların neler olduğunu
birer birer söyleyecek değilim; Beaumanoir’ın,
Boutillier’nin bu konudaki yazılarıyla bizim
krallarımızın emirnamelerini okumanızı salık
vereceğim; bir de devlet hazinesiyle ilgili kötüye
kullanmalardan söz etmekle yetineceğim. Bu kötüye
kullanmaları biz, onları ıslah eden kararlardan
biliyoruz. Bir çeşit bilgisizlik, alışkanlık haline
getirmişti bu kötüye kullanmaları; milletin gözü
açılınca hepsi ortadan kalktı. Kilisenin ses
çıkarmamasından da anlıyoruz ki bizzat kilise bu
harekette ön ayak olmuştur; bu da insanoğlunun
ruh yapısı göz önüne alınırsa övülmeye değer bir
şeydir. Mirasının bir bölümünü kiliseye bırakmadan
ölen kişiye, ki buna, deconfés ölmek derlerdi, evet
böyle bir kişiye son dini tören yapılamazdı. Eğer kişi
vasiyetname bırakmadan ölürse o zaman ölünün
hısım akrabası piskoposa başvururlar ve ondan, kişi
vasiyetname bıraksaydı, malının ne kadarını
kiliseye verirdi, işte bunu tayin etsin diye
kendileriyle beraber bir iki hakem seçmesini rica
ederlerdi. Gelinle güvey, kilisenin iznini satın
almadan düğün gecesi beraber yatamazlardı; o
geceyi takip eden iki gece daha birleşemezlerdi.
Kilisenin bu üç geceyi seçmesinin sebebi, gelinle
güveyin öteki gecelere o kadar çok para
vermeyeceklerini bilmesindendi. Parlamento bütün
bunları kaldırdı. Ragueau’nun Fransız hukuku
sözlüğünde parlamentonun Amiens piskoposu
aleyhinde verdiği kararın metnini bulmak
mümkündür.
Bu konunun baş tarafına dönüyorum. Yüzyıl
içinde ya da bir hükümette, devletin çeşitli
kurullarının otoritelerini artırmaya çalıştıklarını,
birbirlerinden daha üstün olmak çabasında
bulunduklarını görürseniz, onların girişimlerinden
sakın bozuldukları sonucunu çıkarmayın; böyle bir
yargıda bulunursanız yanılırsınız. İnsanlığın
mutsuzluğu olacak, şu yeryüzünde eylemli kişi çok
az; bundan başka kişi, kuvvetini tutacak yerde daha
çok ona uyduğundan, yüksek tabakada aşırı
derecede akıllı uslu insandan çok, aşırı derecede
erdemli insan bulmak daha kolay oluyor.
İnsanoğlu başka insanlara buyurmaktan
öylesine zevk alır ki, iyilik etmekten hoşlanan kişiler
kendilerini öylesine daha çok severler ki, iyi
niyetinden şüphe etmeyecek ve bundan ötürü de
üzüntü duymayacak hiçbir insan yoktur
yeryüzünde: Gerçekten de öyle, davranışlarımız o
kadar çok şeye bağlıdır ki bir iyilikte bulunmak o
iyiliği iyi bir şekilde yapmaktan çok daha kolaydır.
Konu XLII
Roma hukukunun yeniden canlanması ve bunun
sonucu.
Mahkemelerdeki değişiklikler
Justinien’in Diegeste’i 1137 yılına doğru tekrar
ele geçince, Roma hukuku bir an için yeniden
canlanıyormuş gibi oldu[402]. İtalya’da bu hukuku
öğreten okullar kuruldu. Justinien kanunları metni
ile Novelle’ler vardı zaten [403]. Daha önce de
söylemiştim, bu hukuk öylesine bir itibar gördü ki,
Lombard’ların kanununu yok etti.
İtalyan bilginleri Justinien hukukunu Fransa’ya
getirdiler; o zamana kadar Fransa’da yalnız
éodosien kanununun metni bilinirdi; Justinien
kanunları ancak, Barbarlar Galya’ya yerleştikten
sonra yapılmıştır da ondan. Roma hukuku önce bazı
kimselerin muhalefetiyle karşılaştı; buna rağmen
kendi kilise kanunlarını koruyan papaların aforoz
tehditlerine rağmen sarsılmadı, tersine direndi.
Saint Louis, Justinien’in el yazmaları
kitaplıklarımızda bulunan eserlerini Fransızcaya
çevirtmek suretiyle Roma hukukunun itibarını
artırmak istedi; Kurullar meydana getirilirken bu
eserlerden ne kadar yararlandıklarını daha önce
söylemiştim. Philippe le Bel, geleneklerle yönetilen
Fransız ülkelerinde, yazılı belge olarak Justinien
kanunlarının okutulmasını sağladı; Roma
hukukunun yürürlükte olduğu ülkelerde ise
Justinien kanunları kanun olarak kabul edildi.
Mahkeme kararıyla dövüşme usulünün
yürürlükte olduğu yerlerde yargılayan kişilerin tam
yetkili olmalarına gerek yoktu; her yerde davalar
babadan oğla geçen sade geleneklerle hallediliyordu.
Beaumanoir zamanında iki çeşit yargılama usulü
vardı. Bazı yerlerde perler hâkimlik ediyordu; bazı
yerlerde de bailli denen hâkimler; birinci yargılama
usulünde perler kendi geleneklerini uyguluyorlardı;
ikinci yargılama usulünde ise aynı gelenekleri
prud’homme’lar[404] ya da ihtiyarlar bailli’lere
gösteriyorlardı. Bunun için de ne fazla bilgiye, ne
fazla yeteneğe, ne de fazla öğrenime gerek vardı.
Ama Kurulların o karanlık metniyle, hukuk
biliminin öteki kitapları ortaya çıkınca; Roma
hukuku Fransızcaya çevrilince; bu hukuk okullarda
okutulmaya başlanınca; yargılama usulüyle hukuk
bilimi bir sanat haline gelince; uygulayıcılarla
hukuk bilimciler meydana çıkınca, perlerle
prud’homme’lar artık yargılayamaz oldular; perler
senyörlerin mahkemelerinden çekilmeye başladılar;
senyörler de onları bir araya getirmek için hiçbir
çaba harcamadılar; üstelik, soylu sınıfı için hoş ve
parlak, savaşçılar için de ilgi çekici bir şey olan
yargılama işi, artık bu iki sınıfın ilgilenmediği,
ilgilenmek istemediği bir görev halini almış
bulunuyordu. Perler vasıtasıyla yargılama usulü
yavaş yavaş ortadan kalktı; bailli’ler vasıtasıyla
yargılama usulü ise genişledi. Zaten bailli’ler
yargılamıyorlar, yalnız işi aydınlatıyorlar ve
prud’homme’ların kararlarını bildiriyorlardı; ama
prud’homme’lar da yargılayacak halde
olmadıklarından bizzat bailli’ler yargılamak
zorunda kaldılar.
Gözlerinin önünde, kilise hâkimlerinin
izledikleri usul bulunduğundan bu iş daha da kolay
oldu. Kilise hukukuyla yeni medeni hukuk, perlerin
ortadan kalkması için âdeta birbirleriyle yarıştılar.
Böylece salique kanunlarda olsun,
capitulaire’lerde olsun, Capet’ler zamanındaki
yazarların eserlerinde olsun, görülen ve bütün
krallık süresince devamlı olarak riayet edilen bir
gelenek tek hâkimle yargılamama geleneği ortadan
kalktı. Ancak, mahalli mahkemelerde kötüye
kullanılan tek hâkim usulü, birçok yerlerde hâkime
verilen yardımcı sayesinde daha yumuşak bir şekle
sokuldu ve âdeta düzeltildi; hâkim, eski
prud’homme’ları temsil eden bu yardımcıya akıl
danışırdı; aynı şekilde, bedeni ceza verecek olan
hâkim, adliyeye mensup iki memura akıl danışmak
zorundaydı; nihayet tek hâkimle yargılamanın
kötüye kullanılması ise, istina ar kolaylaşınca
büsbütün ortadan kalktı.
Konu XLIII
Aynı konunun devamı
Böylece, senyörleri, mahkemelerine başkanlık
etmekten alıkoyan şey bir kanun değildi; senyörlere
bağlı perleri mahkemelerdeki görevlerinden eden şey
de bir kanun değildi; bailli adındaki adliye
memurluklarını meydana çıkaran şey de bir kanun
değildi; bunlara yargılama yetkisini veren şey de bir
kanun değildi. Bütün bunlar olayların etkisiyle
yavaş yavaş oldu. Roma hukuku hakkında edinilen
bilgiler, mahkeme kararları, gelenekler üzerine yeni
yeni kaleme alınmış metinler, asillerin de, bilgisiz
halk sınıfının da yapamayacağı bir incelemeyi
gerektiriyordu.
Bu konu üzerinde elimizde bulunan tek
emirname, senyörleri, bailli’lerini laik kişiler
arasından seçmeye mecbur eden emirnamedir. Bu
emirname, bailli’lerin ortaya çıkarılmasına ilişkin
bir kanun olarak görülmüşse de, bunun sonradan
yersiz olduğu anlaşılmıştır; emirname metni gerçek
anlamından başka bir anlama gelmez. Bundan
başka ortaya attığı şeyleri de, nedenlerini göstererek
belirlemiştir. Nitekim, “Adliye memurlarını,
işleyecekleri suçlardan ötürü cezalandırabilmek için
laik kişiler arasından seçmek gerekir” dendiğini
görüyoruz bu emirnamede. O çağlarda kilise
adamlarının yararlandıkları ayrıcalıkları bilmeyen
yoktur.
Senyörlerin eskiden yararlandıkları, bugün ise
artık yararlanamadıkları hakların öyle zorla
ellerinden alındığını sanmak doğru olmaz; bu
hakların çoğu onların ihmalleri yüzünden yok
olmuştur; bazı hakları ise, yüzyıllar boyunca
olagelen değişiklikler yüzünden senyörler tarafından
istenerek bırakılmıştır.
Konu XLIV
Tanık göstermek suretiyle ispatlama üzerine
Mevcut alışkılardan başka kuralları olmayan
hâkimler, her davada bilgi edinmek için tanıklara
başvurmak zorundaydılar.
Mahkeme kararıyla dövüşme usulü
azaldığından soruşturma daha çok yazılı olarak
yapılırdı. Ama kaleme alınan bir belge ne de olsa
sözlü bir belgeydi; bu durum mahkeme harcını
çoğaltmaktan başka bir işe yarayamazdı. Bu
soruşturmaların çoğunu lüzumsuz kılan birtakım
tüzükler çıkardılar; asalet, yaş, meşruluk, evlilik gibi
konular mevcut kayıtlardan kolaylıkla
çıkartılabiliyordu. Yazı, bozulması kolay olmayan
bir tanıktır. Alışkılar yazıyla tespit edildi. Bütün
bunlar oldukça makul şeylerdi. Filanca falancanın
oğludur diyebilmek için, uzun uzadıya
soruşturmada bulunacak yerde vaiz kayıtlarına
bakmak yetiyordu. Bir ülkede alışkı sayısı aşırı
derecede çok olduğu zaman, bütün bunları bir
kitapta toplamak, kişileri her alışkıyı ispata davet
etmekten daha kolaydır. Nihayet bir emirname
çıkarıp, daha önceden yazıyla tespit edilmiş bir belge
yoksa yüz liradan yukarı borçlar için tanık
aracılığıyla ispatın kabul edilemeyeceğini
bildirdiler.[405]
Konu XLV
Fransa’daki alışkılar üzerine
Daha önce de söylediğim gibi Fransa yazılı
olmayan alışkılarla yönetilirdi; her senyörlüğün özel
alışkıları da medeni hukuku meydana getirirdi.
Beaumanoir’ın dediği gibi her senyörlüğün bir
medeni hukuku vardı; her senyörlüğün öyle özel bir
hukuku vardı ki, o çağa ışık tutan insan, hem çok
büyük bir insan olan bu kişi, krallıkta iki
senyörlüğün tıpa tıp aynı kanunla yönetilmediğini
söylemekten çekinmiyor.
Şaşılacak bir dereceye varan bu değişikliğin iki
önemli kaynağı vardı. Birincisi için, yerel alışkılar
üzerine söylediklerimi hatırlamak yeter; ikincisini
ise mahkeme kararıyla yapılan dövüşlerin çeşitli
olaylarında bulmak mümkündür; rastlantıyla
ortaya çıkan olayların birtakım yeni alışkılar
meydana getireceğinden kim şüphe edebilir?
Bu alışkılar yaşlıların belleklerinde yer
ediyordu ama bunlar, yavaş yavaş yazılı kanunlar
ya da alışkılar halini aldılar.
l. Capet’ler saltanatının başlarında krallar,
yukarıda da sözünü ettiğim şekilde özel ve hatta
genel kanunlar çıkardılar: Philippe-Auguste’ün
Kurullarıyla Saint Louis’nin Kurulları
bunlardandır, işte. Bunun gibi büyük senyörler,
kendilerine bağlı olan küçük senyörlerle anlaşarak,
dukalıklarının ya da kontluklarının
mahkemelerine, içinde bulundukları koşullara göre
birtakım kanunlar ya da Kurullar verdiler.
Soyluların bölünmesi üzerine Britanya Kontu
Geoffroi’nın çıkardığı karar; Dük Raoul tarafından
düzenlenen Normandiya alışkıları; Kral ibaut
tarafından çıkartılan Şampanya alışkıları; Montfort
Kontu Simon tarafından ve daha birçokları
tarafından çıkartılan kanunlar bunlardandır işte.
Sonunda, öncekilerden daha genel olan birtakım
yazılı kanunlar çıktı ortaya.
2. Capet’lerin saltanatının başlarında, aşağı
tabakada olanların hemen hepsi köle
durumundaydı. Birçok nedenler, krallarla
senyörleri bunlara hürriyetlerini vermeye zorladı.
Kölelerine hürriyetlerini veren senyörler onlara
bir miktar toprak da verdiler; bu toprakların
durumunu tespit etmek için medeni kanunlar
çıkarmak gerekti. Senyörler kölelerini özgürleştirmek
suretiyle kendilerini mallarından yoksun ettiler;
senyörlerin bu mallara karşılık ellerinde
bulundurdukları hakları tespit etmek gerekti. Bu iki
şey ayrı ayrı azat etme fermanlarıyla tespit edildi;
bu fermanlar bizim alışkılarımızın bir bölümünü
oluşturdu ve bu bölüm yazıyla tespit edildi.
3. Saint Louis ile ondan sonraki krallar
zamanında, Défontaines’le Beaumanoir gibi büyük
kanun uygulayıcıları kendi mahkemelerinin
alışkılarını yazılı olarak tespit ettiler. Amaçları,
mülkiyet üzerine kendi çağlarındaki alışkılardan
çok, adalet makamlarının takip ettikleri usulleri
vermekti. Bununla beraber vermedikleri kalmadı;
her ne kadar bu özel yazarlara gösterilen itibar,
söyledikleri şeyin doğru ve yaygın olmasından
geliyorsa da, onların Fransız hukukunun
canlanmasında büyük bir rol oynadıklarını da inkâr
edemeyiz. O çağlarda alışkı şeklindeki hukukumuz
işte bundan ibaretti.
Derken, tarihimizin büyük çağı gelip çattı. VII.
Charles ile ondan sonra gelen krallar bütün krallıkta
mevcut yerel alışkıları bir bir kaleme aldırdılar;
bunu yaparken de ne gibi noktalara dikkat
edileceğini açıklamaktan geri kalmadılar. Şimdi, bu
kaleme almalar, her eyalette ayrı ayrı
yapıldığından, her senyörlükten kalkıp eyaletin
genel kuruluna, yazılı olan, olmayan bütün
alışkıları bir bir getirdiklerinden, kanun adamları
ellerinden geldiği kadar, özel kişilerin çıkarlarına
dokunmadan alışkıları daha genel bir hale sokmaya
çalıştılar. Böylece alışkılarımızın üç niteliği oldu:
Hepsi yazıldı, bir; hepsi daha genel bir nitelik aldı,
iki; hepsi krallık otoritesinin mührünü taşımaya
başladı, üç.
Bu alışkıların çoğu yeniden kaleme alınırken,
ya o zamanki hukuk bilimiyle uzlaşmayan
bölümleri çıkarmak ya da bu hukuk biliminden
alınan birçok şeyleri ilave ederek birçok değişiklikler
yapıldı metinlerde.
Alışkılardan meydana gelen bu hukuku Roma
hukukuna, ülkemizi ikiye bölecek kadar aykırı
görmek gelenek halini almışsa da, Roma
hukukunun birçok hükümlerinin alışkılarımıza
girdiğini inkâr etmek de bir haksızlık olur sanıyoruz;
hele çağımızdan çok, daha eski çağlarda bu
alışkıların yeniden kaleme alındığı sırada,
memuriyete girmek isteyenlerin hepsini ayrı ayrı
bilmek zorunda oldukları zamanlarda alışkılarımız
adeta Roma hukukunun istilasına uğramıştı; o
çağlarda, bilinmesi gereken şeyleri bilmemekle,
bilinmemesi gereken şeyleri de bilmekle
övünülmezdi. Yine o çağlarda zekâ, kişinin
mesleğini uygulamasından çok öğrenmesine yarardı
ve nihayet, o çağlarda, devamlı eğlenceler
kadınların bile özelliklerinden biri sayılmazdı.
Bu kitabın sonunda biraz yayılmam gerekirdi;
daha büyük ayrıntılara girerken de, istinafa yol
açıldığından bu yana Fransız hukukunun büyük
kısmını meydana getiren o farkına varılmaz
değişiklikleri bir bir ele almam gerekirdi. Ama bunu
yapmakla da büyük bir eseri, büyük bir eserin içine
yerleştirmiş olurdum. Hani ülkesinden yola çıkıp
Mısır’a giden, piramitlere şöyle bir göz attıktan
sonra da geri dönen arkeologlar vardır ya, işte ben
onlara benziyorum.
YİRMİ DOKUZUNCU KİTAP
Kanun yapmak usulü üzerine
Konu I
Kanun koyucunun eğilimi üzerine
Kanun koyucunun eğilimi ölçülülük olmalı:
Bunu hiç çekinmeden söylerim; hatta kitabımı salt
bunu ispatlamak için yazdığımı da ileri sürebilirim;
politik iyilik de türel iyilik gibi, daima iki sınır
arasında bulunur. İşte size bir örnek:
Adaletin gerektirdiği formaliteler özgürlük için
gereklidir. Ama bu formalitelerin sayısı öylesine
çoğalabilir ki, bu çokluk, formalitelerin yerleşmesini
sağlayan kanunların amacını bile aksatabilir.
Davaların sonu gelmez; mal mülk güvenliği diye bir
şey kalmaz ortada; ya hiçbir soruşturmaya,
incelemeye gerek görmeden tara ardan birinin malı
ötekine verilir ya da o kadar çok inceleme ve
soruşturma yapılır ki, tara ar mahvolmaktan
kurtulamazlar.
Yurttaşlar özgürlüklerini ve güvenliklerini
yitirirler; suçlayıcıların inandırmak için, sanıkların
da suçsuzluklarını ispat etmek için ellerinde imkân
kalmaz.
Konu II
Aynı konunun devamı
Aulu-Gelle’de görüyoruz ki, borcunu ödemeyen
kişinin alacaklısı tarafından parça parça kesilmesine
izin veren on iki levha kanunu üzerine çektiği
nutukta Cecilius, salt kişinin, ödeme yetkisinden
fazla borca girmemesi için bu kanunu, bütün
canavarlığına rağmen, haklı çıkarmaktadır. Demek
oluyor ki, en iyi kanunlar en zalim olan
kanunlarmış? Demek oluyor ki, iyilik, aşırı
davranışlardaymış? Böylece, olaylar arasındaki
ilintiler de ortadan kalkmış oluyor.
Konu III
Kanun koyucunun görüşünden uzaklaşıyormuş
gibi görünen kanunlar, çoğu zaman, onun
görüşlerine uygundur
Bir ayaklanmada, herhangi bir tarafı tutmayan
kişiyi ihanetle suçlayan Solon kanunu olağanüstü
bir kanun olarak göründü. Ama o sırada,
Yunanistan’ın içinde bulunduğu şartlara dikkat
etmek gerek. Ülke küçük küçük devletlere
bölünmüştü. İç anlaşmazlıkların sık sık olageldiği
bir devlette, ölçülü davranan kişilerin her şeyden el
ayak çekmeleri ihtimali vardı; böylece olaylar aşırı
bir hal alabilirdi; işte kanun koyucu bundan
korkuyordu.
Bu küçük devletlerde ortaya çıkan
ayaklanmalarda, sitenin büyük bölümü ya dövüşe
katılır ya da bizzat dövüşürdü. Bizim büyük
krallıklarımızda partilerde çok az kişi vardır;
milletin geri kalan bölümü hareketsiz yaşamak ister.
Bu durumda, yurttaşların büyük bölümünü
ayaklananlara değil, ayaklananları yurttaşların
büyük bölümüne doğru yönetmek doğru olur. Öteki
durumda ise, az sayıda akıllı uslu yurttaşları,
ayaklananların bölümüne doğru yönetmek gerekir.
Böylece bir sıvının ekşimesi, başka bir sıvıdan
katılacak bir damla ile ancak bu şekilde
durdurulabilir.
Konu IV
Kanun koyucuların görüşüne aykırı olan
kanunlar üzerine
Öyle kanunlar vardır ki, kanun koyucu onların,
kendine edindiği amaca aykırı olduklarını hemen
hemen hiç anlamamıştır. Fransızlarda bir kilise
vakfının iki adayından biri öldüğü takdirde, vakfın
yaşayan adaya kalacağını iddia edenlerin amacı hiç
şüphe yok ki, dava açılmasını önlemekti.[406] Ama
bundan ters bir sonuç çıktı: Bu sefer kilise
mensuplarının, tıpkı İngiliz buldokları gibi,
ölünceye kadar birbirlerine saldırdıkları görüldü.
Konu V
Aynı konunun devamı
Sözünü edeceğim kanun Eschine’in muhafaza
ettiği şu ant içme metninde vardır: “Ant içerim ki:
Amphictyon’ların şehirlerini yıkmayacağım; akar
sularının yolunu değiştirmeyeceğim; bir millet tutar
da böyle bir şey yaparsa onunla savaşacağım ve
şehirlerini yıkacağım.” Bu kanunun birinci
maddesini kuvvetlendirir gibi görünen son maddesi,
gerçekte ona aykırı bir maddedir. Amphictyon [407],
hiçbir Yunan şehrinin yıkılmasını istemez; oysa
kanunu bu şehirlerin yıkılmasına yol açıyor.
Yunanlılar arasında iyi bir devletler hukuku
kurmak için, onları, bir Yunan şehrini yakıp
yıkmanın korkunç bir şey olduğu krine alıştırmak
gerekirdi; hatta, şehirleri yakıp yıkanların şehirlerini
bile yakıp yıkmanın doğru olmayacağı krine
alıştırmak gerekirdi. Amphictyon kanunu doğru bir
kanundu. Ama her şeyi öyle ince eleyip sık dokumuş
bir kanun değildi. Kötüye kullanılmış olması da
bizim bu söylediklerimizin yerinde olduğunu
gösterir. Makedonya Kralı Philippos, Yunanlıların
kanunlarına aykırı hareket ettiler diye kendisine
bazı şehirleri yakıp yıkma yetkisini verdirmedi mi?
Amphictyon pekâlâ başka cezalar da verebilirdi;
örneğin, yakıp yıkan şehre mensup ya bazı devlet
adamlarının ya da bazı komutanların ölümle
cezalandırılmasını isteyebilirdi; bir şehri yakıp yıkan
milletin, bir süre için, Yunanlılara verilen
haklardan yoksun bırakılacağını buyurabilirdi;
şehrin yeniden inşasına değin, yakıp yıkanları para
cezası vermeye mahkûm edebilirdi. Kanunun
amacı, özellikle zarar ve ziyanı gidermek olmalıydı.
Konu VI
Birmiş gibi görünen kanunların etkileri her
zaman aynı olmaz
Caesar, kişinin evinde altmış sesterce’ten çok
para saklamasını yasak etti. Bu kanun Roma’da,
alacaklılarla borçluları uzlaştırmak için çok güzel bir
kanun olarak görüldü; çünkü bu kanun zenginleri
fakirlere borç para vermeye zorlamak suretiyle,
fakirleri, zenginlerin her istediklerini yerine getirecek
bir duruma sokuyordu. Law sistemi [408]
zamanında Fransa’da yürürlüğe giren böyle bir
kanun memleket için çok kötü oldu. O sırada
Fransa’daki koşullar bu kanunun çıkmasına uygun
değildi de ondan. Kişinin yatırım yapmasına imkân
vermedikten başka, parasını evinde saklamasına da
engel oldular; zorla parasını elinden almak gibi bir
şeydi bu. Caesar kanununu, salt, para durmadan el
değiştirsin diye, çıkardı; Fransız bakanı ise, para bir
elde toplansın diye böyle bir kanun çıkardı. Birincisi
para karşılığında ya toprak verdi ya da özel kişilerin
malları üzerine ipotek koydurdu; ikincisi ise para
karşılığında hiçbir değeri olmayan, kanun çıkarmak
suretiyle zor kullandığı için de niteliği bakımından
hiçbir değeri olmayacak olan birtakım senetler
vermek istedi.
Konu VII
Aynı konunun devamı
Kanunların iyi bir şekilde yapılmasının
zorunluluğu üzerine
Yurttaşın sürgün edilmesi ile ilgili kanun
Atina’da, Argos’ta ve Siraküza’da yürürlüğe girdi.
Siraküza’da, hiçbir önleme başvurulmadan
uygulandığı için bin bir kötülüğe yol açtı. Başta
gelen yurttaşlar birbirlerinin ellerine birer incir
yaprağı vermek suretiyle sürülmelerine sebep
olurlardı; sonunda, az çok değeri olan kimseler
işlerini bırakmak zorunda kaldılar. Atina’da ise,
kanununu gerektiği kadar genişletip daraltmanın
zorunlu olduğunu anlayan kanun koyucu, sürgünle
ilgili kanuna üstün bir şekil verdi. Bu ceza yalnız bir
kişiye verilirdi; uygulanması için o kadar çok oy
gerekti ki, sürülmesi gerçekten gerekli olmayan
kişinin sürülmesi imkânsız bir hal aldı.
Ancak beş yılda bir sürgün kararı verilirdi.
Gerçekten de öyle, yurttaşlarına korku vermeye
başlayan önemli bir yurttaş aleyhinde uygulandığı
için, sürgün cezasının günlük bir iş olmaktan
çıkması gerekirdi.
Konu VIII
Aynı gibi görünen kanunların nedeni her zaman
bir değildir
Mirasçı gösterme üzerindeki Roma
kanunlarının çoğu Fransa’da da olduğu gibi kabul
edilmiş bulunuyor ama bu ülkede, yani Fransa’da,
bu kanunların kabulünü gerektiren nedenler,
Romalıların ileri sürdükleri nedenlerden tümüyle
ayrıdır. Romalılarda mirasa konacak olanın, din
hukukunun düzenlediği bazı fedakarlıklarda
bulunması şarttı. Bunun neticesi olarak da
Romalılar, mirasçı bırakmadan ölmeyi onursuzluk
kabul etmişler; kölelerini mirasçı seçmişler, birinci
ve ikinci derecede mirasçı tayin etmek usulünü
ortaya çıkarmışlardır. İlk ortaya atılan ve asıl
mirasçı olan kişi mirası kabul etmediği takdirde
onun yerine geçecek olan sıradan mirasçıyı gösterme
usulü bunun en güzel delilidir. Bu usulün amacı,
aynı adı taşıyan bir ailede devamlı olarak kalmasını
sağlamak değil, mirası kabul edecek insan bulmaktı.
Konu IX
Yunan kanunlarıyla Roma kanunları, kişinin
kendi kendini öldürmesini cezalandırdılar ama
aynı nedenden ötürü değil
E atun, “Kişi, kendisine son derece bağlı bir
insanı, yani kendisini öldürürse, bunu ya herhangi
bir yüzkarasından kurtulmak için ya da bir hâkimin
buyruğuna uymak için değil de, salt kendi irade
zayı ığından ötürü yaparsa cezalandırılır” der.
Roma hukuku bu şekil bir davranışı, irade
zayı ığından, hayattan duyulan usançtan, acıya
dayanmak güçsüzlüğünden ötürü değil de, ancak,
herhangi bir suç yüzünden duyulan umutsuzluktan
ötürü işlendiği zaman cezalandırırdı. Yunan
hukukunun suçladığı yerde Roma hukuku bağışlar,
onun bağışladığı yerde ise suçlardı.
E atun’un kanunu Lakedemonya kurullarına
dayanırdı: Bu kurullara göre hâkimin buyrukları
tamamen kesindi; yüzkarası, felaketlerin; irade
zayı ığı ise suçların en büyüğüydü. Roma hukuku
bu güzel düşünülerin tümünü birden bırakmıştı;
paraya dayanan bir kanundu o.
Cumhuriyet yönetimi zamanında Roma’da
kişinin kendi kendisini öldürmesini cezalandıran bir
kanun yoktu. Tarihçiler bu çeşit davranışı her
zaman hoş görmüşlerdir; işleyenlere de hiçbir ceza
verilmemiştir.
İlk imparatorlar zamanında Romalı büyük
aileleri, mahkeme kararları devamlı olarak tüketti.
Ölüme mahkûm olduğunu öğrenen kişinin, kendi
kendini öldürmesi bir alışkı halini aldı. Bu çeşit
davranışı kendi çıkarlarına uygun bulurlardı.
Törenle gömülmek şere ne erişirler;
vasiyetnamelerindeki istekleri de olduğu gibi
uygulanırdı; bu da Roma’da, kendi canlarına
kıyanlara karşı medeni bir kanunun
bulunmamasından ileri geliyordu. Ama
imparatorlar zalim oldukları ölçüde cimri olmaya
da başlayınca, ortadan kaldırmaya karar verdikleri
kimseleri mallarından, mülklerinden de yoksun
etmek istediler; ve kişi, işlediği suçun ağırlığına
dayanamayıp kendi canına kıyarsa, başka bir suç
işlemiş sayılır dediler.
İmparatorların ortaya attıkları bu neden
üzerinde söylediklerimin doğruluğunu anlamak
için, yine imparatorların verdikleri şu kararı
okumak yeter: “Eğer” der, “Bu karar, kişinin
kendisini öldürmesine sebep olan suç, malına
mülküne el koymayı gerektirmiyorsa, o kişinin
malına mülküne kendini öldürdü diye el
konulamaz[409].”
Konu X
Birbirine aykırı gibi görünen kanunlar kimi
zaman
aynı görüşün sonucudur
Bugün bir kimseyi mahkemeye çağırmak için
evine gidilir; Romalılarda ise böyle bir şey
yapılmazdı. Onlarda mahkemeye çağırmak, bir çeşit
şiddet kullanmak, âdeta işkence etmek demekti;
zamanımızda adi bir borçlanma suçundan ötürü bir
kimseyi gidip evinden almak ne kadar imkânsızsa,
Romalılarda da bir kimseyi mahkemeye çağırmak
için evine gidip baskı yapmak o kadar imkânsızdı.
Roma kanunları olsun, bizim kanunlarımız
olsun şu ilkeyi benimsemiştirler: Her yurttaşın evi,
kendisi için bir sığınaktır; yurttaşa karşı kendi
evinde baskı kullanılamaz.
Konu XI
İki ayrı kanunu ne şekilde birbiriyle
karşılaştırmak mümkün olur
Fransa’da yalancı tanığın cezası ölümdür;
İngiltere’de ise böyle değildir. Bu iki kanundan
hangisinin daha iyi olduğunu söyleyebilmek için
şunu da ilave etmek gerek: Fransa’da suçluları
konuşturmak için işkenceye başvurulur; İngiltere’de
ise vurulmaz; bundan başka şunu da söylemek
gerek: Fransa’da sanığın tanık dinletmeye hakkı
yoktur; suçsuzluğunu ispatlayacak belgelere de
nadiren başvurmak imkânı verilir kendisine;
İngiltere’de ise iki tarafın göstereceği tanıklar da
dinlenir. Bu üç Fransız kanunu son derece sıkı bir
sistem meydana getirir; üç İngiliz kanunu da bu
konuda ondan aşağı kalmaz. İşkenceyi reddeden
İngiliz kanunu sanıkların ağzından kolay kolay laf
alamaz; bundan ötürü de yabancıları konuşturmak
için ötekinin berikinin tanıklığına başvurur; tanıklık
edecek olanları korkutmamak için de ölüm
cezasından söz etmez. Bir imkânı fazla olan Fransız
kanunu, tanıkları korkutmaktan çekinmez; tersine
akıl ve mantık onları korkutmasını emreder. Kanun
yalnız bir tarafın tanıklarını dinler; bunlar da iddia
makamının gösterdiği tanıklardır; sanığın kaderi bu
tanıkların ifadesine bağlıdır. Ama İngiltere’de iki
tarafın da tanıkları dinlenir ve dava âdeta bu
tanıklar arasında bir tartışma halini alır. Şu halde
yalancı tanıklık orada daha az tehlikeli olabilir;
İngiltere’de sanığın, yalancı tanığa karşı başvuracak
olduğu bir yer var; Fransa’da ise böyle bir yer yok.
İşte böyle, bu kanunların hangisinin daha çok akıl
ve mantığa uygun olduğunu anlamak için her birini
ayrı ayrı değil, bir bütün halinde birbirleriyle
karşılaştırmak lazım.
Konu XII
Birbirinin aynıymış gibi görünen kanunlar
kimi zaman gerçekten farklı olurlar
Yunanlılarla Romalıların kanunları, hırsıza
yataklık edenleri, tıpkı hırsız gibi cezalandırırlardı.
Fransız kanunları da bu şekilde hareket ederler.
Yunanlılarla Romalıların kanunları akla yatkındı.
Fransızlarınki ise değil. Yunanlılarla Romalılarda
hırsız sadece para cezasına çarptırıldığı için ona
yataklık eden de aynı cezayı görürdü; çünkü,
herhangi bir şekilde hemcinsine zarar veren insan o
zararı gidermeye mecburdur. Ama bizlerde, yani
Fransızlarda hırsızlığın cezası ölüm olduğundan,
yataklık edeni hırsız gibi cezalandırmak pek aşırı bir
hareket olarak görünür. Çalınan şeyi saklamayı
üzerine alan kişi, bunu, işlediği suçun farkına
varmadan da yapabilir; hırsızlık eden ise daima
suçludur. Biri, işlenmiş olan bir suçun açığa
vurulmasını önler; öteki bu suçu bizzat işler; birinde
her şey edilgen bir nitelik taşır, ötekinde ise her şey
etkendir; hırsızın, üstesinden gelmek zorunda
olduğu engellerin sayısı çoktur; ruhunun, kanunlara
karşı daha çok dayanıklı olması lazımdır.
Hukuk bilginleri daha da ileri gitmişler, hırsıza
yataklık edeni hırsızdan daha iğrenç bir insan olarak
görmüşler; çünkü demişler, yataklık edenler
olmasaydı hırsızlık bu kadar uzun zaman gizli
kalamazdı. Evet, bir kere daha söyleyeyim, eğer
sadece para cezası söz konusu olsaydı bu görüş çok
iyi olabilirdi. Bütün sorun zararı ödemekteydi;
bunu da yataklık eden kolaylıkla yerine getirebilirdi;
ama söz konusu, ölüm cezası olunca, başka ilkelere
uymak gerekirdi.
Konu XIII
Kanunlar hangi amaçlar için yapılmışlarsa
o amaçlardan hiçbir zaman ayrılmamalı
Hırsızlıkla ilgili Roma kanunları
Hırsız çaldığı şeyi gizlemek niyetinde olduğu
yere götürmeden, o şeyle birlikte yakalanırsa
Romalılarda buna apaçık hırsızlık denirdi; sonradan
açığa vurulan hırsızlığa ise apaçık olmayan hırsızlık
adı verilirdi.
On iki levha kanunu apaçık hırsızlık edenin
sopa ile dövülmesini, ergin bir insansa köle olarak
kullanılmasını, ergin değilse sadece dövülmesini
buyururdu; apaçık olmayan hırsızı da çaldığı şeyin
iki mislini ödemeye mahkûm ederdi.
Porcia kanunu yurttaşları sopa ile dövmeyi ve
köle olarak kullanmayı yasak edince, apaçık
hırsızlık eden çaldığı şeyin dört mislini ödemeye,
apaçık hırsızlık etmeyen ise çaldığı şeyin iki mislini
ödemeye mahkûm edildi.
Bu kanunların, aynı olan iki suçu birbirinden
bu derece ayırması, bu derece farklı cezalarla
karşılaması insana tuhaf geliyor; gerçekten de öyle,
hırsız çaldığı nesneyi gizleyecek olduğu yere ister
götürmeden yakalansın, ister götürdükten sonra
yakalansın, bunun suçun niteliğini değiştirecek bir
neden olamayacağı apaçık bir şey değil mi? Bundan
ötürüdür ki ben, Romalılarda hırsızlıkla ilgili
kanunların tümünün Lakedemonyalılardan
alındığına inanıyorum. Lykurgos, yurttaşların
becerikli, kurnaz ve çevik olmalarını istediği için,
çocukların hırsızlığa alıştırılmasını, hırsızlık ederken
yakalananların ise kırbaçla dövülmesini buyurmuş;
bu da, önce Yunanlılarda, sonradan da Romalılarda
apaçık hırsızlıkla apaçık olmayan hırsızlık arasında
büyük bir ayrılığın meydana gelmesine sebep
olmuştur.
Romalılarda, hırsızlık eden köle Tarpéienne
kayalığından aşağı atılırdı. Bunda Lakedemonya
kanunlarının hiçbir etkisi yoktu; Lykurgos
hırsızlıkla ilgili kanunlarını köleler için yapmamıştı;
bu noktada onun kanunlarından uzaklaşmak
demek kanun koyucunun ruhuna uygun
davranmak demekti.
Roma’da ergin olmayan bir kişi hırsızlık
ederken yakalanırsa, pretör o kişiyi istediği kadar
dövdürürdü; tıpkı Lakedemonya’da olduğu gibi.
Bütün bunların kaynakları çok uzaklardaydı.
Lakedemonyalılar bu usulleri Giritlilerden
almışlardı; Giritlilerin kurullarının savaş için
yapıldığını ispatlamak isteyen E atun ise şu kurulu
örnek olarak gösterir: “Özel savaşlarda ve
gizlenmeye mecbur eden hırsızlıklarda acıya
dayanmak yeteneği.”
Muhakkak bir toplum için yapılmış olan
medeni kanunlar hemen her zaman politik
kanunlara bağlı olduğundan, bir milletin medeni
kanununu başka bir millete uygulamak istediğimiz
zaman, her şeyden önce, iki milletin kurullarıyla
politik kanunlarının aynı olup olmadığını
incelememiz gerekir.
Böylece, hırsızlıkla ilgili kanunlar Giritlilerden
Lakedemonyalılara hükümet şekli ve anayasa ile
birlikte geçtiklerinden, bu kanunlar
Lakedemonyalılarda öteki millette olduğu kadar
makul karşılandı. Ama aynı kanunlar
Lakedemonya’dan Roma’ya geçtiği zaman, aynı
anayasayı orada bulamadıklarından millet bunları
bir türlü benimseyemedi; bu kanunlar, Romalıların
öteki medeni kanunlarıyla bir türlü
bağdaşamadılar.
Konu XIV
Kanunları hiçbir zaman, yapılmalarına sebep
olan
şartlardan uzaklaştırmamalı
Bir Atina kanunu, şehir kuşatıldığı zaman
içerde bulunan faydasız kişilerin öldürülmesini
buyururdu, iğrenç bir devletler hukukunun sonucu
olan iğrenç bir politik kanundu bu. Yunanlılarda
gelenek halindeydi: İşgal edilen bir şehir halkı
özgürlüğünü yitirir ve köle olarak satılırdı; bir şehrin
işgali o şehirde taş taş üstünde bırakmamayı
gerektirirdi; bu ise yalnız, o inatçı savunma ile
doğaya aykırı hareketlerin kaynağı değil, kimi
zaman yapılan o korkunç kanunların da kaynağı
olmuştur.
Roma kanunları, hekimlerin ya ihmalleri
yüzünden ya da beceriksizlikleri yüzünden
cezalandırılmalarını isterdi. Bu gibi hallerde üst
derecedeki hekimleri sürgüne gönderirler, alt
derecedeki hekimleri de ölüme mahkûm ederlerdi.
Bu konuda bizim kanunlarımızın hükümleri
tümüyle başkadır. Roma kanunları bizim
kanunlarımızla aynı şartlar içinde yapılmış değildi.
Roma’da, isteyen hekimlik edebilirdi; ama bizde
hekimler okula gidip mesleklerini öğrenmek ve
diploma almak zorundadırlar; şu halde sanatlarını
bilmekle yükümlüdürler.
Konu XV
Bir kanunun kendi kendini düzeltmesi kimi
zaman iyidir
On iki levha kanunu, takibe uğrayıp da kendini
savunan hırsızın, ister gündüz hırsızı, ister gece
hırsızı olsun, öldürülmesine izin verirdi; ama hırsızı
öldürenin bağırıp yurttaşları çağırmasını da isterdi;
bu ise, kişinin kendi kendisini öldürmesine izin
veren kanunların her zaman isteyebileceği bir şeydir.
Fiilin yerine getirildiği anda tanıkları, hâkimleri
çağıran bir sestir bu; suçsuz kişinin sesi. Yapılan işi
halkın öğrenmesi, yapıldığı anda öğrenmesi, her
şeyin: Havanın, yüzlerin, tutkuların, sessizliğin
konuştuğu anda, her kelimenin mahkûm ettiği ya
da haklı çıkardığı anda öğrenmesi gerek.
Yurttaşların güvenliğine ve özgürlüğüne bu derece
aykırı bir şekil alabilecek olan bir kanun,
yurttaşların huzurunda yürütülmeli.
Konu XVI
Kanunlar yapılırken göz önünde tutulması
gereken noktalar
Kendi milletleri için ya da başka bir millet için
kanun yapacak kadar engin zekâlı olan kişilerin bu
işe giriştikleri zaman dikkat edecekleri bazı noktalar
vardır.
Kanunun dili özlü olmalı. On iki levha
kanunları bir belirlilik örneğidir. Çocuklar bile
ezbere öğrenirlerdi onları. Justinianos’un
Novelle’leri ise öyle karışık ve dağınıktı ki derleyip
toplamak gerekti hepsini[410].
Kanunların dili arı olmalı; dolaysız anlatış
tarzı dolaylı anlatış tarzından her zaman için daha
kolay anlaşılır. Bizans imparatorluğunun
kanunlarında özenti diye bir şey yoktur;
hükümdarlar tıpkı hatipler gibi konuşturulmuştur
orada. Kanunların dili şişirildiği zaman, onlara
ancak, gösteriş için yapılmış bir eser olarak bakılır.
Kanun metninin her insanda aynı düşünüyü
uyandırması temel ilkelerden biridir. Kardinal de
Richelieu, bir bakanın krala şikâyet edilebileceğini
kabul ederdi ama şikâyete konu olup da ispat edilen
şeyler önemli değilse o zaman şikâyet edenin
cezalandırılmasını isterdi. Richelieu’nün niyeti
şunun bunun kendi aleyhinde herhangi bir şikâyette
bulunmasını önlemekti; çünkü, herhangi bir şeyin
önemi tümüyle nispidir; birisi için önemli olan bir
şey, başkası için o derece önemli olmayabilir.
Honorius kanunu, özgürlüğüne kavuşmuş bir
insanı köle olarak satın almak ya da rahatsız etmek
isteyen birisini ölüme mahkûm ederdi. Kanunda
böyle bu derece belirsiz bir söz kullanmak hiç de
doğru bir şey değil. Çünkü birisini rahatsız etmek,
doğrudan doğruya o kişinin duygululuk derecesine
bağlı olan bir şeydir.
Kanun bir şeyi kesin olarak belirtmek istediği
zaman bunu mümkün olduğu kadar para ölçüsüyle
yapmaktan kaçınmalı. Bin bir şey paranın değerini
değiştirebilir; bakarsınız bir an gelir para ölçüsüyle
belirtilen şey aynı anlama gelmez olur. Roma’daki
küstah heri n davranışını bilmeyen yoktur: Önüne
geleni tokatlar, arkasından da on iki levha
kanununun tespit ettiği yirmi beş sou’luk cezayı
tokatladığı adama ödermiş.
Bir kanunda düşünceler iyice belirtildikten
sonra, belirsiz deyimlere dönmek doğru olmaz. XIV.
Louis’nin suçlara ait emirnamesinde, kralla ilgili
sorunlar açık bir şekilde birer birer sayıldıktan sonra,
emirnameye şu sözlerin eklendiğini görüyoruz:
“Krallık hâkimlerinin öteden beri hakkında hüküm
verdikleri sorunlar;” bu ise, artık kurtulduğumuzu
sandığımız key yönetime yeniden yol açmak
demektir.
VII. Charles, alışkılarla yönetilen ülkelerde,
krallıktaki usule aykırı olarak tara arın, mahkeme
kararından üç, dört ve bazen altı ay sonra istinaf
ettiklerini haber aldığını söylüyor; bunu önlemek
için de, ortada, savcının sahtekârlığı ya da hilesi
diye bir şey, ya da istinaf edenin mazeretini haklı
gösterecek bir neden yoksa, istinafın mahkeme
kararından hemen sonra yapılmasını buyuruyor. Bu
kanunun da sonu baş tarafını yıkıyor; hatta öylesine
yıkıyor ki, tara arın kimi zaman, otuz yıl sonra
istinaf ettiklerini görüyoruz.
Lombardların kanunu, henüz kendisini kiliseye
atamadığı halde rahibe elbisesi giymiş bir kadının
evlenmesini yasak eder; “Çünkü” der bu kanun, “bir
kadını kendisine yalnız bir yüzükle bağlayan bir
erkeğin başka bir kadınla evlenmesi yasak olunca,
Tanrı’nın ya da Meryem Ana’nın karısı olan bir
kadın elbetteki hiç evlenemez...” Ben de derim ki,
kanunlarda gerçeği gerçekle karşılaştırmak gerek;
gerçeği mecazla, mecazı gerçekle karşılaştırmak
sakat olur.
Constantin’in bir kanunu, piskoposun
tanıklığının yeteceğini, başka tanık dinlemeye gerek
olmadığını söyler. Görülüyor ki bu hükümdar
işlerini çok kısa bir yoldan halletmek niyetindeymiş;
davaları kişilere göre, kişileri de bulundukları
mevkilere göre değerlendiriyormuş.
Kanunlar pek öyle inceliğe kaçmamalı;
anlayışları arı kişilere hitap eder kanunlar. Kanun
bir mantık sanatı değil, sadece bir aile babasının
ortaya attığı bir nedendir.
Bir kanun, istisnaları, sınırlandırmaları,
değişiklikleri, kesin olarak gerektirmiyorsa, kanunun
metnine böyle şeyleri koymamak daha iyidir. Bu
çeşit ayrıntılar, yeni ayrıntılara yol açar da ondan.
Bir kanunda, yeteri kadar neden yoksa, hiçbir
değişiklik yapmamalı. Justinianos’un şöyle bir
buyruğu vardır: Bir erkek iki yıl içinde, kocalığın
gerektirdiği ödevleri yerine getirmemişse, kadın
drahoma üzerindeki haklarını yitirmeden,
kocasından ayrılabilir. Justinianos bu kanunu
değiştirip zavallı adama üç yıllık bir süre verdi. Ama
bu gibi hallerde iki yıl, üç yıla bedeldir; üç yıl ise iki
yıldan daha değerli değildir.
Mademki kanun koyucu, kanunun nedenlerini
göstermeye gerek görüyor, o halde nedenler de
kanuna layık bir şekilde olmalı. Bir Roma kanunu,
körler mahkemeye başvuramazlar, diyor. Neden
olarak da körlerin, hâkimin süslerini
görememelerini ileri sürüyor; bunca yerinde neden
varken, böylesini göstermek herhalde özel bir niyete
bağlı olacak.
Hukuk bilgini Paul, çocuğun yedinci ayda
kusursuz doğabileceğini, bunun böyle olmasının,
Pythagoras’ın sayılarından da çıkarılabileceğini
söyler. Pythagoras’ın sayılarına dayanarak böyle bir
sonuç elde etmek tuhaf değil mi?
Bazı Fransız hukuk bilginleri de, kral bir ülkeyi
zapt etti mi oradaki kiliselerin de krala bağlı
olacağını ileri sürdüler; bunu söylerken de sebep
olarak, kralın tacının yuvarlak oluşunu gösterdiler.
Burada kralın haklarını tartışacak değilim; bu gibi
hallerde medeni hukukla kilise hukuku politik
hukuktan önce mi gelir, sonra mı gelir? Onu da
tartışacak değilim; ben sadece, bu gibi hakların daha
ağırbaşlı nedenlerle savunulması gerektiğini
söyleyeceğim. Bir makama ait gerçek hakların, o
makama özgü belirtilerin şekline dayanılarak
saptandığını kim görmüştür ve nerede görmüştür?
Davila der ki: “IX. Charles on dört yaşına
bastığı zaman Rouen parlamentosu tarafından ergin
ilan edilmiştir. Çünkü ergin olmayan kişinin
mallarına sahip olup yönetmesi söz konusu olduğu
zaman bir yılın tam olarak geçmiş olması şarttır;
unvanla rütbe ile ilgili bir sorunda ise yeni başlayan
bir yıl tam bir yıl sayılabilir.” Şimdiye dek herhangi
bir sakıncası görülmemiş olan bir kararı burada
yermek niyetinde değilim; yalnız şunu söyleyeceğim
ki Şansölye de l’Hôpital tarafından ileri sürülen
neden, yerinde bir neden değildi. Çünkü bir milleti
yönetmek, bir unvan ya da bir rütbe sahibi
olmaktan çok uzak bir şeydir.
Görünüşe dayanılarak belirtilen kanı söz
konusu oldu mu, kanunun bu çeşit kanısı, kişinin
kanısından daha iyidir diyeceğiz. Fransız kanunu,
bir tacirin i asından önceki on gün içinde yaptığı
bütün işleri hileli olarak kabul eder. Bu, kanunun
kanısıdır. Roma hukuku, zina işleyen karısını terk
etmezse kocayı cezalandırır ama kocanın bu şekil
hareketi bir davadan kaçınmak için ya da utançtan
doğan bir hoşgörürlükten ileri gelmişse o zaman
kanun kocayı affeder; bu ise kişinin kanısıdır. Bu
durumda hâkim, kocanın davranışının nedenleri
üzerinde tahminler yürütecek, kararını belirsiz bir
düşünüş tarzına dayanarak verecektir. Hâkim
tahminlerde bulunmaya kalktı mı vereceği kararlar
key olmaktan kurtulamaz; kanun hüküm verdiği
zaman ise hâkimin eline, değişmeyen bir kural verir.
Daha önce de söylediğim gibi E atun’un
kanunu, yüzkarasından kurtulmak için değil de,
irade zayı ığından ötürü kendini öldüren kişinin bu
davranışının cezalandırılmasını isterdi. Kusurlu bir
kanundu bu; çünkü suçluya davranışının
nedenlerini söyletmek imkânsızdı; salt hâkimin
göstereceği nedenlere dayanarak karar vermek
gerekirdi.
Faydasız kanunlar zorunlu kanunları zayıf
düşüreceği gibi, kaldırılması mümkün olan
kanunlar da yasama gücünü zayıf düşürür. Bir
kanun etkili olmalı; özel bir sözleşme ile de kanunun
hükümlerinden kaçmaya izin verilmeli.
Romalılarda Falcidie kanunu, mirasın dörtte
birinin kesinlikle mirasçıya kalmasını buyuruyordu.
Bir başka kanun da, vasiyetnameyi bırakanın canı
isterse mirasçıyı bu dörtte bir mirastan yoksun
etmesine izin veriyordu. Buna düpedüz kanunla
alay etmek derler. Falcidie kanunu faydasız bir
kanun halini alıyordu. Çünkü vasiyetnameyi
bırakan, mirasçıyı kayırmak isterse, mirasçı Falcidie
kanununa başvurmaya gerek duymazdı; kayırmak
istemezse, o zaman da, mirasçının Falcidie
kanunundan yararlanmasına izin vermezdi.
Kanunların, olayların niteliğini bozmayacak
şekilde düşünüp düzenlenmesine dikkat etmek
lazım. II. Philippe, Prens d’Orange aleyhinde
çıkardığı emirnamede, sözü geçen prensi öldürene ya
da mirasçılarına yirmi beş bin écu ile soyluluk payesi
vereceğini vadediyor ve sözlerine, bunun, Tanrı’nın
hizmetinde çalışan bir kral sözü olduğunu ilave
ediyordu. Adam öldürene, soyluluk vadetmenin
Tanrı’nın hizmetinde çalışan bir kral sıfatıyla da
böyle bir cinayetin işlenmesini emretmenin anlamı
ne? Olur mu böyle şey? Bütün bunlar aynı zamanda
hem onur anlayışını, hem ahlak anlayışını, hem de
din anlayışını altüst eder.
Kişi, daha mükemmelini tasarlıyorum diye,
kötü olmayan bir şeyi yasak etmek ihtiyacını
nadiren duyar.
Kanunlar belli bir ölçüde temiz olmalı,
insanların işleyecekleri kötülükleri cezalandırmak
için yapılmış olan kanunların bizzat kendilerinin de
temiz olması gerekir. Vizigotların kanunlarında
Yahudileri, sade domuz eti yememek şartıyla,
domuz etiyle hazırlanmış her şeyi yemeye mecbur
eden gülünç bir hüküm vardır, işkenceden başka bir
şey değildi bu; çünkü Yahudileri kendi dinlerindeki
kanuna aykırı bir kanuna tabi tutuyorlardı; kendi
kanunlarından kala kala, yalnız, Yahudi
olduklarını gösteren bir belirti kalıyordu, işte o
kadar.
Konu XVII
Kanun yaparken izlenen kötü usul
Roma imparatorları, tıpkı bizim
hükümdarlarımız gibi, isteklerini ya kararnamelerle
ya da emirnamelerle bildirirlerdi ama onlar, bizim
hükümdarlarımızın yapmadıkları bir şeyi daha
yaparlardı ki o da, hâkimlerin ya da özel kişilerin,
aralarındaki anlaşmazlıklar hakkında kendilerine
mektupla danışmalarına izin vermeleridir;
imparatorların verdikleri cevaplara da rescripum
denirdi[411]. Papaların fetvaları da aslında
rescriptum’dan başka bir şey değildi. Görülüyor ki
bu, kötü bir yasama usulüdür. Böylece kanun
isteyenler, kanun koyucuya kötü kılavuzluk ederler;
olgular daima eksik bir şekilde bildirilir de ondan.
Jules Capitolin der ki: “Trajan, salt her sorun için bir
karar, çoğu zaman da özel bir lütuf istemesinler diye
bu çeşit rescriptum’ları çıkarmayı reddetmişti.
Macrin bütün bu rescriptum’ları kaldırmaya karar
vermişti; Commode gibi, Caracalla gibi değersiz
hükümdarların verdikleri cevaplara kanun gözüyle
bakılmasına tahammül edemiyordu. Justinien
başka türlü düşündü; yönetimi zamanında bu çeşit
rescriptum’lardan âdeta bir eser meydana getirdi.”
Roma hukukunu okuyanların bu çeşit
varsayımları senatus-consulte’lerden,
plébiscite[412]’lerden, imparatorların genel
buyruklarından, olayların niteliğine, kadınların
irade zayı ığına, ergin olmayanların güçsüzlüğüne
ve nihayet kamuya yararlı şeylere dayanan
kanunlardan ayırt etmelerini isterdim.
Konu XVIII
Düzen birliği düşünceleri üzerine
Büyük insanlara ara sıra (Çünkü
Charlemagne’ı bile ilgilendirmişti bu iş) ama
küçüklere her zaman arız olan bazı düzen birliği
düşünceleri vardır. Bu gibiler kabul ettikleri
mükemmeli, ancak bu düzen birliğinde bulurlar;
gözle görünecek, elle tutulacak kadar açık bir şeydir
bu da ondan. Güvenlik işlerinde aynı tartılar,
ticarette aynı ölçüler, devletin her yanında aynı
kanunlar, aynı din. Ama bütün bunların istisnasız
böyle olması doğru mudur her zaman?
Değiştirmenin vereceği üzüntü, acı duymanın
vereceği üzüntüden her zaman için daha mı çoktur?
Dehanın büyüklüğü ise, hangi hallerde düzen
birliğinin, hangi hallerde değişikliğin daha faydalı
olacağını kestirebilmekten ibaret değil midir? Çin’de
Çinliler, Çin geleneklerine göre yöneltilirler. Böyle
olmakla beraber yeryüzünde, düzeni, huzuru en çok
amaç edinmiş olan millet Çinlilerdir. Yeter ki
yurttaşlar kanunlara uymayı kabul etsinler;
uydukları kanunlar aynı olmuş ya da olmamış
bundan ne çıkar.
Konu XIX
Kanun koyucular üzerine
Aristo, kimi zaman, E atun’a karşı duyduğu
kıskançlığı, kimi zaman da İskender için duyduğu
aşırı sevgiyi gidermek isterdi. Machiavel’in gözü ise
taparcasına sevdiği Dük de Valentinois’dan başka
kimseyi görmezdi. Düşündüklerinden çok
okuduklarından söz eden omas More, bütün
devletleri, bir Yunan şehrinin sadeliği içinde
yönetmek isterdi[413]. Bir sürü yazarın taç olmadığı
yerde düzensizlikten başka bir şey görmediği bir
sırada, Arrington’un gözü, yalnız İngiltere
cumhuriyetini görüyordu. Kanunlar daima kanun
koyucunun tutkuları ve önyargılarıyla karşılaşırlar.
Kimi zaman bunların aralarından geçerler ve
renklerini alırlar; kimi zaman geçemezler ve onlara
karışırlar.
OTUZUNCU KİTAP
Saltanat yönetiminin kuruluşuyla
olan ilgisi bakımından Frankların
derebeylik kanunları kuramı
Konu I
Derebeylik kanunları üzerine
Dünyada yalnız bir kere olmuş, belki bir daha
olmayacak olan bir olayı hiç sözünü etmeden
geçseydim öyle sanıyorum ki kitabım eksik kalırdı;
evet, daha önceki kanunlarla hiçbir ilgisi olmadığı
halde bütün Avrupa’da bir anda meydana çıkan;
sonsuz iyiliklerle kötülüklere sebep olan; başkasına
verilen mallar üzerinde bazı hakların kalmasını
sağlayan; aynı şeyler ya da aynı kişiler üzerinde
çeşitli kimselere çeşit çeşit senyörlükler vermek
suretiyle, bütün senyörlüklerin itibarını azaltan; çok
geniş imparatorluklarda çeşitli sınırlar meydana
getiren; anarşiye olan eğilimi sayesinde kuralı,
düzene ve ahenge olan eğilimi sayesinde de anarşiyi
meydana getiren o kanunlardan söz etmeseydim
kitabım eksik kalırdı.
Bu konu başlı başına bir kitabın yazılmasını
gerektirirdi; burada ise, kitabımın niteliği gereği bu
kanunlardan derinlemesine söz etmekten çok onları
nasıl tasarladığımı anlatmaya çalışacağım.
Derebeylik kanunlarının görünüşü, gerçekten
güzeldir. Kocamış bir meşe ağacı yükselir karşıda;
göz uzaktan onun yapraklarını görür; yaklaşınca
gövdesini de görür ama köklerini göremez. Köklerini
görmek için toprağı eşmek gerek.
Konu II
Derebeylik kanunlarının kaynakları üzerine
Roma imparatorluğunu istila eden topluluklar
Cermanya’dan çıkmışlardı. Bunların ahlak ve
geleneklerini bize anlatan yazar sayısı her ne kadar
azsa da, bunlardan iki tanesinin değeri son derece
büyüktür. Bunlardan biri, Cermenlere karşı
savaşırken onların ahlak ve geleneklerini betimleyen
Caesar’dır. Bazı girişimlerini de zaten bu ahlak ve
geleneklere göre düzenlemiş olan Caesar’ın bu
konudaki birkaç sayfası ciltler dolusu yazıya
bedeldir.
Tacitus da Cermenlerin ahlak ve gelenekleri
üzerine bir kitap yazmıştır. Kısadır bu kitap ama her
şeyi gördüğü için her şeyi özetleyen Tacitus’un
kitabıdır bu kitap.
Bu iki yazar barbar insan topluluklarının
elimizde bulunan kanunlarıyla öylesine uzlaşırlar
ki, Caesar’la Tacitus’u okurken her yerde bu
kanunları buluruz; tersine bu kanunları okurken de
yine her yerde Caesar’la Tacitus’u buluruz.
Şimdi artık, derebeylikle ilgili kanunlar
üzerinde incelemede bulunurken birdenbire bir
mağaraya, içinde birçok yollarla dönemeçlerin
bulunduğu bir mağaraya düşersem, öyle
zannediyorum ki ipin ucunu elimde tutuyorum;
istediğim gibi yürüyebilirim.
Konu III
Derebeyine bağlılığın kaynağı
Caesar der ki: “Cermenler tarıma bağlı kişiler
değillerdi; çoğu süt içer, peynir ve et yerdi; hiç
kimsenin ne toprağı vardı ne de kendine özgü bir
sınırı. Hükümdarlarla devlet memurları, isteyene,
istediği yerde, istediği kadar toprak verirler, ertesi yıl
da başka bir yere göçmesini şart koşarlardı.” Tacitus
der ki: “Her prensin kendisine bağlı olan ve ardı sıra
yürüyen adamları vardı.” Bu yazar kendi dilinde
onlara, durumlarıyla ilgili olarak arkadaş adını
veriyor[414]. Aralarında prensin gözüne girmek,
onun iyiliğine değer olmak için acayip bir rekabet
vardı; arkadaşlarının sayısı ve kahramanlığı
bakımından da, prensler arasında bir rekabet vardı.
Tacitus bu konuda şöyle diyor: “Seçilmiş
delikanlıların etrafını alması prens için bir şan ve
onur konusuydu; barışta bir süs halini alan bu
çember, savaşta bir kaleden farksızdı. Arkadaş
sayısının çokluğu ve arkadaşların yiğitliği
bakımından öteki prenslerden üstün olmak, prens
için gerek kendi milletinde, gerek komşu milletlerde
bir saygınlık nedeniydi. Böyle bir prense her yönden
hediyeler gelirdi; kendisine gönderilen elçilerin ardı
arkası kesilmezdi. Çoğu zaman bu şöhret savaşın
sonucunu da etkilerdi. Yiğitlik bakımından
hükümdarın aşağı kalması ayıptı; erdem
bakımından da arkadaşların prensten aşağı
kalmaları ayıptı. Prensin ardından yaşamak
arkadaşlar için yok edilmesi imkânsız bir utanç
kaynağıydı; en kutsal söz, prensi savunmak için
verilen sözdü. Bir belde barış halindeyse prensler
savaşmakta olan beldelere giderler, böylece bir hayli
dost edinmek imkânını bulurlardı. Dostlar savaş
atıyla müthiş mızrağı prenslerden alırlardı. Kazan
işi çıkan yemekler bir çeşit ulufe oluştururdu onlar
için. Prens bu el açıklığını ancak savaşlar ve
yağmalarla sağlayabilirdi. Toprağı işleyip bir yıl
beklemektense, düşmanı kışkırtıp yararlanmayı
tercih ederlerdi; kanla elde edebilecekleri şeyi alın
teriyle elde etmek istemezlerdi.”
İşte böyle, Cermenlerde derebeylerin
kendilerine bağlı adamları vardı ama tımarları
yoktu. Hem zaten tımar diye bir şey de yoktu
onlarda; prenslerin verecekleri toprakları yoktu ki
tımarları olsun; daha doğrusu tımar, savaş
atlarından, silahlardan ve karavanadan ibaretti.
Prense bağlı insanlar vardı; çünkü sözleriyle
bağlanmış, savaş için söz vermiş insanlar, sonradan
tımar için görülen hizmeti aşağı yukarı o çağda
görmüş olan insanlar vardı.
Konu IV
Aynı konunun devamı
Caesar der ki: “Bir prens kurultaya, savaşmak
niyetinde olduğunu, isteyenin arkasında
gelebileceğini söylerse, gerek prens, gerek onun
tekli ni kabul edenler ayağa kalkarlar ve yardım
edeceklerine söz verirlerdi. Bunlar halk tarafından
alkışlanırdı. Ama verdikleri sözü yerine
getirmezlerse, halkın kendilerine olan güvenini
yitirirlerdi; artık onlara kaçak ve hain gözüyle
bakılırdı.”
Burada Caesar’ın söyledikleri, bizim de bundan
önceki konuda Tacitus’tan sonra söylediklerimiz,
Mérovinge’ler çağı tarihinin temelini oluşturur.
Kralların her savaş başlangıcında yeni yeni
ordular kurmak, yeni yeni insan topluluklarını ikna
etmek, yeni yeni insanları hizmetlerine almak
zorunda kalmalarına şaşmamak gerek; çok şey elde
etmek için çok şey harcamak, toprakları, yağma
ettikleri şeyleri bölüp dağıtmak, mülklerini devamlı
olarak büyültmek ve devamlı olarak küçültmek
zorunda kalmalarına şaşmamak gerek; bundan
başka çocuklarından birine bir ülke veren bir
babanın buna bir de hazine ilave etmek zorunda
olduğunu görünce hayret etmemek lazım; kralın
hazinesinin devletin hazinesi olarak görülmesine,
kızının çeyizi için bile olsa, başka kralların iznini
almadan yabancılara bu hazineden hiçbir şey
vermemesine şaşmamak lazım. Saltanat
yönetiminin birtakım olaylara dayanan kendine
özel bir gidişi vardı; bu olayları devamlı olarak
düzenlemek gerekti.
Konu V
Frankların istilaları üzerine
Galya’ya giden Frankların, salt tımar haline
sokmak için bütün toprakları işgal etmiş olmaları
doğru değildir. Bazı kimselerin düşüncesidir bu;
çünkü bunlar, Carolinge’lerin sonlarına doğru
hemen bütün toprakların tımar, ikinci derecede
tımar ya da bunlara bağlı arazi halini aldığını
görmüşlerdir: Ama bunun az sonra açıklayacağımız
gibi özel nedenleri vardır.
Bundan çıkarılmak istenen sonuç, yani
barbarların her yanda toprağa bağlı köleliği kurmak
isteği hakkında çıkarılan sonuç, sorunun ilkesi
kadar yanlıştır. Tımarların el değiştirmesinin
mümkün olduğu bir çağda krallığın bütün
toprakları, tımar ya da tımara bağlı mülk halinde
olsaydı; krallığın bütün insanları da
derebeylerinden ya da bunlara bağlı kölelerden
ibaret olsaydı, mal sahibi aynı zamanda kuvvet
sahibi de olacağından tımarları, yani mevcut malı
daima elinde bulunduran kral, Osmanlı imparatoru
kadar güçlü ve kuvvetli bir hükümdar olur, onun
gibi key bir yönetimin başında bulunurdu. Böyle
bir şeyin olduğunu düşünmek bile tarihin altüst
olmasına neden olur.
Konu VI
Gotlar, Burginyonlar ve Franklar üzerine
Galya Cermenler tarafından istila edildi.
Vizigotlar Narbonne bölgesiyle bütün güney
bölümünü işgal ettiler. Burginyonlar Galya’nın
doğuya bakan kesimine yerleştiler. Franklar da geri
kalan bölümleri işgal ettiler.
Bu barbarların, istila esnasında, kendi
ülkelerindeki ahlaklarını, eğilimlerini ve alışkılarını
yitirdiklerini sanmak doğru olmaz; çünkü bir millet
görüş ve düşünüş tarzını öyle bir anda değiştiremez.
Bu topluluklar Cermanya’da toprağı pek öyle
işlemezlerdi. Tacitus’la Caesar’ın kitaplarından
anlıyoruz ki daha çok çobanlık ederlermiş bunlar.
Nitekim kanunlarının da, konu olarak, hep
çobanlıkla ilgili meseleleri ele aldığını görüyoruz.
Frankların tarih yazarı olan Roricon bile bir
çobandı.
Konu VII
Toprak dağıtmanın çeşitli usulleri
Çeşitli nedenler ortaya atarak imparatorluğun
içine girmiş olan Gotlarla Burginyonların
yağmalarını durdurmak için Romalılar, onların
ihtiyaçlarını sağlamaya mecbur oldular. Önce
buğday verdiler; arkasından da, toprak vermeyi
tercih ettiler. Vizigotlarla, Burginyonların
tarihlerinde ve kanunlarında görülebileceği gibi,
imparatorlar ya da onların adına devlet büyükleri,
toprağın bölünmesi üzerinde anlaşmalarda
bulundular.
Franklar aynı usulü takip etmediler. Salique
kanunlarda olsun, Rhin kıyılarında oturan
Frankların kanunlarında olsun, toprağın bu şekilde
bölündüğüne dair bir kayda rastlamıyoruz. İstila
ettikleri için istedikleri yerleri alıyorlardı. Bu
konuda da yalnız, kendi aralarında mevcut
birtakım tüzüklere göre hareket etmeyi kabul
ediyorlardı.
Şu halde, Burginyonlarla Vizigotlar’ın
Galya’da, yine Vizigotların İspanya’da, Augustule
ile Odoacre[415]’ın saltanatı zamanında yardımcı
askerlerin İtalya’da izledikleri usulle, Frankların
Galya’da, Vandalların da Afrika’da izledikleri usulü
birbirinden ayırt etmemiz gerek. Birinciler, ülkenin
eski insanlarıyla anlaşıyorlar ve toprağı onlarla
paylaşıyorlardı; ikinciler ise böyle bir şeyi akıllarının
kenarından bile geçirmiyorlardı.
Konu VIII
Aynı konunun devamı
Vizigotlarla Burginyonların kanunlarında, bu
iki insan topluluğunun Romalılara ait toprakların
üçte ikisine el koyduklarına dair görülen yazılar her
ne kadar barbarların Roma imparatorluğunu yağma
etmiş oldukları krini uyandırıyorsa da kişide, işin
aslı barbarların bu üçte iki hisseyi kendilerine
gösterilen yerlerden almış olmalarıdır.
Burginyonların kanununda Gondebaud,
“Burginyonlar yerleşirken toprağın üçte ikisini
aldılar” dedikten sonra, aynı kanunun ikinci
ilavesinde şunları söylüyor: “Bundan böyle ülkeye
gelenlere toprağın yalnız yarısı verilecek.” Demek
oluyor ki bütün topraklar ilk anda Burginyonlarla
Romalılar arasında bölünmüş değildi.
Bu iki tüzüğün metinlerinde aynı deyimler
görülür; belli ki birbirlerini açıklıyorlar. İkincisinde
toprağın genel bölünmesinden söz edilmediğine
göre, birincisinde de bu yolda bir anlam
bulunmasına imkân yok.
Franklar da Burginyonlar gibi son derece ılımlı
bir şekilde davrandılar; istila ettikleri yerlerde
Romalıları büsbütün yerlerinden yurtlarından
etmediler. Bunca toprak ne işlerine yarardı zaten?
İşlerine yarayacak kadarını alıp geri kalanını
Romalılara bıraktılar.
Konu IX
Burginyonlarla Vizigotların, toprağın bölünmesi
üzerine çıkardıkları kanunların haklı bir şekilde
uygulanması
Şu konuyu dikkate almak gerek ki, toprak
bölümü işi, baskı ile ve kötü bir amaçla değil, aynı
ülkede yaşayacak iki milletin karşılıklı ihtiyaçlarını
sağlamak amacıyla yapılmıştır.
Burginyonların kanunu gereğince her
Burginyon bir Romalı tarafından konuk edilirdi. Bu
ise Cermenlerin, yani Tacitus’un söylediğine göre
dünyanın en konuksever milleti olan Cermenlerin,
ahlak kurallarına son derece uygun bir şeydi.
Yine kanun, toprağın üçte ikisinin, kölelerin de
üçte birinin konuk Burginyonun olmasını
gerektirirdi. Böylece kanun, hem iki milletin
dehasına uyuyor, hem de geçim imkânlarını
sağlamak için başvurdukları usullerle bağdaşıyordu.
Sürülerini otlatan Burginyonun, çok toprağa, ama
az köleye ihtiyacı vardı. Romalı ise, toprağı
işlemenin güçlüğünden ötürü daha az toprağa, buna
karşılık daha çok köleye ihtiyaç duyuyordu.
Ormanlar ise eşit olarak ikiye bölünürdü; bu
konuda iki tarafın da ihtiyacı birdi.
Burginyonların kanunundan da anlaşılıyor ki
her barbar bir Romalının evine yerleştirilirdi. Şu
halde bölme işi genel bir şekil almış değildi; bununla
beraber toprağıyla kölelerini bölmeye razı olan
Romalı sayısı, bu bölmeden hisse alan Burginyon
sayısıyla birdi. Romalı bu işten mümkün olduğu
kadar az zararlı çıktı. Savaşçı, avcı ve çoban olan
Burginyon işlenmemiş toprağı almaktan çekinmedi;
Romalı ise tarıma elverişli toprağı aldı; üstelik
Burginyonun sürüsü, Romalının tarlalarını
gübresiyle besliyordu.
Konu X
Kölelik üzerine
Burginyonların kanununda, bu millet Galya’ya
yerleştiği zaman toprağın üçte ikisine, kölelerin de
üçte birine el koymuştur, diye bir kayıt vardır.
Demek oluyor ki toprağa bağlı kölelik, Galya’nın bu
bölümünde, Burginyonların istilasından önce var
olan bir şeydi.
Her iki millet için hükümleri içeren bu kanun,
ikisinde de soyluları, hür kişileri ve köleleri
birbirinden kesin bir şekilde ayırmıştır. Demek
oluyor ki ne kölelik Romalılara, ne de özgürlükle
soyluluk barbarlara özgü bir şeydi.
Aynı kanun der ki: “Hürriyeti verilmiş bir
Burginyon köle efendisine belli ölçüde bir para
vermemişse, bir Romalıdan da üçte bir hisse
almamışsa, efendisinin ailesine[416] bağlı bir köle
addedilmekte devam ederdi.” Demek oluyor ki
Romalı mülk sahibi başkasının ailesine bağlı
olmadığı için özgür bir insandı; bundan başka üçte
bir hissesi özgürlüğüne bir işaret olduğu için de özgür
sayılırdı.
Romalılar, ne Frankların yönetiminde, ne de
Galya’yı istila eden ö teki milletlerin yönetiminde
köle olarak yaşamışlardır; bunun böyle olduğunu
anlamak için Salique Frankların kanunlarıyla, Rhin
kıyılarında oturan Frankların kanunlarını açıp
okumak yeter.
Kont de Boulainvilliers[417] kurmak istediği
sistemin en esaslı noktasını eksik bırakmıştır; çünkü
Frankların Romalıları bir çeşit köle haline sokacak
genel bir tüzük çıkardıklarını ispat edememiştir.
Eserini özentisiz bir şekilde, içinde yetiştiği eski
soylu sınıfına özgü bir açıklık ve temizlikle kaleme
almış olduğundan, yazılarındaki güzel şeylerle
yanlışları herkes anlayıp meydana çıkartabilir.
Bundan ötürü de kitabı burada eleştirmek niyetinde
değilim. Yalnız şunu söyleyeceğim ki, kont cenapları
aydın olmaktan çok, zeki bir insandı; kafasında
bilgiden çok aydınlık vardı; bununla beraber, az bile
olsa, bu bilgiyi küçümsememek lazım; çünkü
tarihimizin olsun, kanunlarımızın olsun önemli
taraflarını iyice kapsıyordu.
Kont de Boulainvilliers ile keşiş Dubos[418]
ayrı ayrı birer sistem kurdular. Bunlardan biri halk
tabakasının, ötekiyse soylu sınıfının aleyhinde
kurulmuş gibi görünmektedir. Güneş, yönetsin diye
arabasını Phaéton’a verdiği zaman ona, “Fazla
yükseklere çıkarsanız gökyüzünü yakarsınız; fazla
aşağılara inerseniz yeryüzünü yakar kül edersiniz.
Fazla sağa giderseniz yılan burcuna düşersiniz; fazla
sola giderseniz mihrap burcunun içine dalarsınız:
İyisi mi, ikisi arasında durunuz” demiş.
Konu XI
Aynı konunun devamı
İstila zamanında genel bir tüzük yapılmış
olduğu sanısını uyandıran şey, Capet’ler
saltanatının ilk zamanlarında Fransa’da köle
sayısının aşırı derecede çok olmasıdır; bu köle
sayısının devamlı bir şekilde yavaş yavaş arttığının
kimse farkında olamamış; bu yüzden de çok eski
çağlarda genel bir kanun yapıldığı sanısı uyanmış
herkeste; oysa böyle bir şey yokmuş.
Mérovinge’lerin ilk zamanlarında, Franklarda
olsun, Romalılarda olsun sayısız hür kişi varmış;
ama köle sayısı öylesine artmış ki, Capet’lerin ilk
zamanlarında hemen bütün çiçiler, bütün şehir
halkı köle halindeymiş[419]. Mérovinge’ler
zamanında şehirlerde yönetim usulü, burjuva
topluluklarıyla, senatosuyla ve mahkemesiyle
Romalılara özgü yönetim usulüyle aynı olduğu
halde, Capet’lerin ilk zamanlarında şehirlerde, bir
senyörle kölelerinden başka bir insana rastlanmaz
olmuş.
Franklar, Burginyonlar, Gotlar bir yeri istila
ettikleri zaman, ordunun beraberinde götürebileceği
ne varsa hepsine, altına, gümüşe, mobilyaya,
giyeceklere, erkeklere, kadınlara ve çocuklara el
koyarlarmış; sonra bunların hepsini ortaya getirir
paylaşırlarmış. Bundan başka, bütün tarih gösterir
ki, ilk yerleşmeden, yani ilk yağma hareketinden
sonra halk ile uyuşur, siyasi ve medeni haklarını
onlara iade ederlermiş. O çağın devletler hukuku da
böyleymiş işte; savaşta düşmanın nesi var, nesi yok
alınır, barışta da her şeyi geri verilirmiş. Durum
böyle olmasaydı, Salique kanunlarla Burginyonların
kanunlarından, insanların genel köleliği ile ilgili
olup birbirine aykırı bunca hükmü nasıl
çıkartabilirdik?
Ama istila hareketinin yapamadığı şeyi,
istiladan sonra da devam eden devletler hukuku
yapmaktan geri kalmadı. Karşı koyma, ayaklanma,
şehirlerin zaptı gibi olaylar halkın köleliğini de
birlikte götürüyordu. Çeşitli istilacı milletlerin
kendi aralarında yaptıkları savaşlardan gayri, hele
Franklarda olduğu gibi, saltanatın birkaç kere
bölünmesi kardeşler ya da kuzenler arasında
devamlı iç savaşlar meydana getirmiş, bu savaşlar
sırasında da devletler hukuku her zaman
uygulanmış, köleliğin çeşitli şekilleri öteki
ülkelerden çok Fransa’da yayılmıştır. Öyle
sanıyorum ki, senyörlerin hakları konusunda,
Fransız kanunları ile İspanya ve İtalya kanunları
arasındaki ayrılığın nedenlerinden biri de bu
olmuştur.
İstila işi bir anlık bir iş olmuştur; o sırada
kullanılan devletler hukuku da bazı köleliklerin
meydana gelmesini sağlamıştır. Yüzyıllar boyunca
aynı devletler hukukunun kullanılması ise, köleliğin
aşırı derecede yayılmasına sebep olmuştur.
Auvergne ahalisinin kendisine bağlı olmadığını
sanan euderic, hissesine düşen Franklara,
“Arkamdan gelirseniz sizi, altını, gümüşü, kölesi,
giyeceği, sürüsü bol bir ülkeye götürürüm; oradaki
bütün insanları kendi ülkenize götürebilirsiniz”
diyor.
Gontran’la Chilpéric arasındaki barıştan sonra,
Bourges’u kuşatanlar geri dönmek emrini alınca,
beraberlerinde o kadar çok ganimet götürdüler ki
şehirde hemen hemen ne bir insan kaldı, ne de bir
hayvan.
Kafasıyla olsun, politikasıyla olsun öteki barbar
krallarından daha farklı olmak isteyen İtalya Kralı
éodoric, ordusunu Galya’ya gönderirken
komutanına şunları yazmıştır: “Roma kanunlarına
göre hareket etmenizi ve kaçak köleleri efendilerine
geri vermenizi istiyorum. Hürriyeti savunan kişi
hiçbir zaman köleliğin aleyhinde bulunmamalı.
Öteki krallar şehirlerin yakılıp yıkılmasına, yağma
edilmesine göz yumabilirler; biz o şekilde galip
gelmek isteriz ki bizim buyruğumuz altına giren
insanlar böyle davranmakta geç kaldıkları için
üzüntü duysunlar.” Belli ki, Frank krallarıyla
Burginyon krallarını gözden düşürmek istiyor ve
onların devletler hukuku anlayışını ima ediyordu.
Bu hukuk Carolinge’ler zamanında da devam
etti. Annales de Metz’de de yazılı olduğu gibi,
Pépin’in Akitanya’ya giren ordusu Fransa’ya bol
miktarda ganimet ve köle ile dönmüştür.
Bu konuda daha birçok yetkili yazarın adını
söyleyebilirim. Ama bu acıklı durum karşısında,
acıma duyguları harekete geçen kutsal piskoposlar,
köleleri ikişer ikişer bağlı görünce kiliseye ait parayı
kullanmaktan çekinmemişler; hatta kölelerden
bazılarını satın alabilmek için kiliselerin kutsal
vazolarını bile satmışlar; bazı veliler ellerinden
geleni yapmaktan geri kalmamışlar; bundan ötürü
de, bu konu hakkında en çok, kutsal kişilerin
hayatlarından söz eden kitaplardan bilgi edinmek
mümkündür. Her ne kadar bu kitapların yazarları
aslı astarı olmayan bazı şeylere inanmak ve
doğruymuş gibi göstermek cesaretini kendilerinde
bulmuşlarsa da, yine de o çağın ahlak ve gelenekleri
hakkında bu kitaplardan faydalanmak mümkündür
diyeceğiz.
Kişi gözlerini tarihimizin ve kanunlarımızın
anıtları üzerine çevirdi mi, her tarafı uçsuz bucaksız,
hatta kıyısız bir deniz gibi görür. Bütün o soğuk, o
kuru, o tatsız ve kaba yazıları okumak lazım; hatta
masalda, Saturne taşları nasıl yiyip yutuyorsa onun
gibi yiyip yutmak lazım.
Hür insanların değerlendirdiği uçsuz bucaksız
topraklar elden çıkarılması imkânsız bir mülk halini
aldı. Bir ülke, orada oturan hür insanlardan yoksun
kalınca, çok kölesi olan kişiler büyük arazi
parçalarına el koydular ve çeşitli emirnamelerde
görüldüğü gibi köyler inşa ettiler. Öte yandan,
zanaatlarla uğraşan hür insanlar da, bir anda, bu
zanaatları işlemeye mecbur tutulan köleler halini
aldılar; böylece, zanaatla tarımın, daha önce
alınmış olan haklarını kölelik geri vermiş oluyordu.
Şöyle bir gelenek daha çıktı ortaya: Arazi
sahipleri mallarını kiliseye verip tekrar kiralamak
usulüne başvurdular; bir çeşit köleliği benimseyerek
kilisenin kutsallığına katılacaklarını umuyorlardı
da ondan.
Konu XII
Barbarların hissesine düşen topraklardan vergi
alınmazdı
Zanaat nedir bilmeden yaşayan, hayatlarını
salt savaşmak ve çobanlık etmekle kazanan, sade,
fakir ve hür bir hayat süren insan toplulukları
şe erinin arkasından, vergi almak ya da vergi
vermek için değil, salt bir şeyler koparabilmek için
giderlerdi. Bunların toprağa bağlılıkları da sazdan
yaptıkları kulübelerinden ibaretti. Key vergi almak
usulü, çok sonra, insanların öteki zanaatları en üst
derecesine ulaştırıp faydalanmaya başladıkları
sırada ortaya atılmıştır.
Chilpéric’le Frédégonde’un halka yüklediği
vergi (bir dönüm arazi için bir testi şarap), yalnız
Romalılardan istenen bir vergiydi. Gerçekten de
öyle, bu vergiye ait kâğıtları yırtanlar Franklar değil,
o çağda hepsi Romalı olan kilise adamları olmuştur.
Bu vergi özellikle şehirlerde oturanlardan istenirdi.
Şehirlerde oturanların ise hemen hepsi Romalıydı.
Grégoire de Tours der ki: “Chilpéric’in
ölümünden sonra bir hâkim, Childebert zamanında
hür olan bazı Frankları vergiye tabi tuttuğu için bir
kiliseye sığınmaya mecbur olmuştu. Multos de
Francis qui, tempore Childeberti regis, ingenui
fuerant, publico tributo subegit[420].” Demek
oluyor ki köle olmayan Franklar vergi vermezlerdi.
Şu deyimin keşiş Dubos tarafından nasıl
açıklandığını gören hangi dilci olursa olsun
muhakkak şaşıracaktır. O devirde hürriyeti verilmiş
olanlara hür denildiğini söyleyen Dubos Latince
ingenui kelimesini, vergiden muaf, affranchis de
tribiuts diye çevirir; bu deyim Fransızcada
affranchis de soins (hizmetten muaf), affrancbis de
peines (angaryadan muaf) şeklinde pekâlâ
kullanılırsa da Latincede ingenui a tributis, libertini
a tributis, manumissi tributorum deyimleri, dilin
dehasına son derece aykırı deyimlerdir[421].
Yine Grégoire de Tours’un dediğine bakılırsa
kendilerinden vergi aldı diye Parthenius, Franklar
tarafından öldürüleceğini sandı. Bu sözün anlamını
iyice anlayamayan keşiş Dubos, bütün ciddiyetini
muhafaza ederek bunun bir ikinci vergi olduğunu
söylüyor.
Vizigotların kanunundan anlaşılır ki, bir barbar
bir Romalının toprağına el koydu mu hâkim, salt
vergi alınmakta devam edilsin diye bu toprağı
satmaya mecbur ederdi barbarı. Demek oluyor ki
barbarlar toprak üzerinden vergi vermezlerdi.
Vizigotların ille vergi vermelerini isteyen keşiş
Dubos, kanunun gerçek anlamını bir yana bırakıp,
sırf kuruntu ettiği için olacak, Gotların
yerleşmesiyle, bu kanunun yayılması arasında geçen
zaman içinde yalnız Romalıları ilgilendiren bir vergi
artışı olduğunu sanıyor. Ama bilmiyor ki olayları
istediği gibi evirip çevirmek yetkisi yalnız keşiş
Hardouin’e verilmiştir[422].
Keşiş Dubos, Romalılarda askeri tımarların
vergiye tabi olduğunu ispatlamak için Justinien
kanunlarını incelemiş, bundan çıkardığı olumlu
sonuçlara dayanarak da Franklarda tımarların
vergiye tabi olduğu kanısına varmış. Ama bizim
tımarlarımızın Romalıların bu kurullarına
dayandığı kri bugün değerini yitirmiştir. Bu krin,
ancak Roma tarihi iyice bilindiği halde bizim
tarihimizin pek az bilindiği, eski anıtlarımızın
toprak altında gömülü bulunduğu zamanlarda bir
değeri vardı.
Keşiş Dubos’un bize, Franklarda yürürlükte
olan alışkıları açıklamak için Cassiodore’u
zikretmesi ve Galya’nın Théodoric’e bağlı bölümüyle
İtalya’da olup bitenleri anlatması doğru bir şey
değil; bunlar, birbirleriyle karıştırılmaması gereken
ayrı şeylerdir. Ostrogot krallığı tarafından izlenen
planın o zamanlar öteki barbarlar tarafından
kurulmuş krallıkların planlarından tümüyle ayrı
olduğunu, Ostrogotlarda yürürlükte olduğu için bir
şeyin kesinlikle Franklarda da yürürlükte olacağını
sanmak bir yana, tersine, Ostrogotlarda yürürlükte
olan bir şeyin Franklarda da yürürlükte olmadığını
sanmak için elimizde bir değil, birçok delil
bulunduğunu ileride yazacağım başka bir eserde
göstereceğim[423].
Kafaları geniş bilgi dalgalarının ortasında
bocalayan kişilere pahalıya mal olan şey, tanıtlarını
konuya yabancı olmayan bir yerde aramak ve
astronomların dediği gibi güneşin yerini bulmaktır.
Keşiş Debos, tarihi, barbarların kanunlarını
nasıl kötüye kullanıyorsa capitulaire’leri de öyle
kötüye kullanıyor. Frankların vergi ödemelerini
istediği zaman, kölelerden başkası için söz konusu
olmayan şeyleri hür kişilere de uygulamaktan
çekinmiyor; onların askerlerinden söz ettiği zaman
ise, hür kişilerden başkasını ilgilendirmeyen şeyi
kölelere de uyguluyor.
Konu XIII
Frankların saltanat yönetimlerinde
Romalılarla Galyalıların yükümleri nelerdi
Barbarların istilasına uğrayan Romalılarla
Galyalıların, imparatorlar zamanında ödedikleri
vergileri vermekte devam edip etmediklerini
inceleyebilirdim. Ama daha çabuk ilerlemek için
şunu söylemekle yetineceğim ki, başlangıçta vergi
ödemiş olsalar bile, sonradan ödememişler, onun
yerine askerlik etmişlerdir; benim tuhafıma giden
şey de zaten bu. Nasıl oldu da vergi krine o kadar
yakınlık göstermiş olan Franklar birdenbire bu
fikirden uzaklaşıverdiler?
Louis le Débonnaire’in bir capitulaire’i,
Franklar yönetimindeki hür insanların durumunun
nasıl olduğunu bize pekâlâ gösterir. Arapların
baskısından kaçan bazı Gotlarla İberler, Louis’lerin
topraklarına sığınırlar. Bunlar Franklarla yaptıkları
anlaşma gereğince hür insanlar gibi kontlarıyla
birlikte orduya katılmayı, yürüyüş esnasında
kontun komutası altında gözcülük ve karakol görevi
görmeyi, kralın temsilcileriyle elçilerine ya da krala
gönderilen temsilcilerle elçilere at ve araba vermeyi
kabul ederler; bundan başka anlaşmada,
kendilerinden bundan gayri bir şey istenemeyeceği,
öteki hür insanlar gibi yaşamalarına izin verileceği
kayıtları vardır.
Bunların Carolinge’lerin ilk zamanlarında
benimsenmiş yeni usuller olduğunu söylemek doğru
olmaz; Mérovinge’lerin egemenliklerinin ortalarına
doğru değilse bile, sonlarına doğru kabul edilmiş
usullerdi bunlar. 864 yılına ait bir capitulaire, hür
insanların askerlik yapmalarının ve yukarıda sözü
geçen atlarla arabaları vermelerinin eski bir gelenek
icabı olduğunu özellikle söyler; bu gibi yükler
doğrudan doğruya hür kişilere ait yüklerdi; tımar
sahipleri ise, ileride ispatlayacağım gibi, bu
yüklerden muaf tutulan kimselerdi.
Dahası var; bu hür insanların vergiye tabi
tutulmalarını yasak eden bir de tüzük vardı. Dört
manoir[424]’ı olan kişi savaşa katılmak zorundaydı;
üç manoir’ı olan kişi yalnız bir manoir’ı olan hür
kişiye katılırdı; bu sonuncu, masrafın yalnız dörtte
birini öder, savaşa katılmazdı. Böylece, her birinin
iki manoir’ı olan iki hür kişi de birbirine katılırdı;
savaşa gitmeyen kişi ötekinin yarı masrafını üzerine
alırdı.
Bundan başka, birçok kanunlar ve emirnameler
var ki, hür kimselere ait topraklara ya da köylere,
tımarlara aynı ayrıcalıkların verildiğini gösterir;
ileride bu kanunlardan ve emirnamelerden
fazlasıyla söz edeceğim. Bu arazi, kontların ve krala
bağlı öteki memurların istedikleri yükümlerin
tümünden muaf tutuldu; bütün bu yükümleri birer
birer saydıkları halde vergiden söz etmediklerini
görüyoruz ki, bu da verginin alınmadığına işarettir.
Roma vergi sisteminin Franklarda ortadan
kalkması doğal bir şeydi; öyle karışık bir sanat,
Franklar gibi sade bir milletin ne kafasına girebilirdi
ne de planına. Bugün Avrupa’yı Tatarlar istila etse,
onlara bir maliyecinin ne olduğunu anlatmak için
bir hayli yorulmak gerekir.
Vie de Louis le Débonnaire adlı bir kitabın
belirsiz yazarı, Charlemagne’ın Akitanya’ya
yerleştirdiği Frank kontlarıyla diğer memurlarından
söz ederken, bunlara sınırları savunmak görevini,
askeri komutanlıkları ve krallığa ait malikânelerin
yönetimini verdiğini söyler. Bu da bize Carolinge’ler
zamanında hükümdarın gelirinin ne olduğunu
gösterir. Hükümdar, köleleri vasıtasıyla
değerlendirdiği malikâneleri kendisine tahsis
etmişti. Ama imparatorlar zamanında hür
insanların mallarından ya da kişiliklerinden çeşitli
adlar altında alınan vergilere, sınırları savunmak ve
savaşa katılmak gibi başka şekiller verildi[425].
Aynı kitaptan anlıyoruz ki Almanya’ya
babasını ziyarete giden Louis le Débonnaire’e bu
hükümdar, “Sen ki kralsın, nasıl olur da bu kadar
fakir olursun” demiş. Louis de ona, salt adının kral
olduğunu, malının mülkünün hemen tümünün
senyörlerin elinde bulunduğunu söylemiş; bunun
üzerine Charlemagne, bu genç hükümdarın
düşünmeden verdiği şeyleri bizzat kendisi geri
almaya kalkarsa senyörlerin sevgi ve saygılarını
yitirmesinden korkmuş, işleri yoluna koysunlar diye
oğlunun hükümdar olduğu bölgelere komiserler
yollamış. Charles le Chauve’un kardeşi Louis’ye
mektup yazan piskoposların ona, “Papaz evleri
arasında durmadan seyahat etmemeniz, kölelerini
yolculuklarınızla yormamanız için malınıza
mülkünüze sahip olmaya çalışın. Yaşayacak ve elçi
kabul edecek kadar geliriniz olsun” dediklerini
görüyoruz. Anlaşılıyor ki o çağlarda kralların
gelirleri salt malikânelerinin gelirinden ibaretti.
Konu XIV
Census[426] denen şey üzerine
Barbarlar ülkelerinden çıktıkları zaman
alışkılarını yazılı olarak tespit etmek istediler ama
Cermence kelimeleri Latin har eriyle yazmak çok
güç olduğundan bu kanunları Latinceye çevirip
yazmak zorunda kaldılar.
İstila ile istilanın gelişmesi sırasında olagelen
kargaşalıklar birçok şeyin niteliğini değiştirdi.
Bunları ifade etmek için yeni alışkılarla en çok
ilintili olan eski Latince kelimeler kullanmak
gerekti. Böylece, Romalıların eski cens kelimesinin
gösterdiği kavrama census tributum adı verildi;
isimle kavram arasında hiçbir ilgi kalmayınca da,
Cermence kelimeleri, akıllarına estiği şekilde, Latin
har eriyle ifade etmeye başladılar. Bu arada,
bundan sonraki konularda sık sık sözünü edeceğimiz
fredum kelimesini meydana getirdiler.
Census ile tributum kelimelerinin gelişigüzel bir
şekilde kullanılması, kelimelerin Mérovinge’lerle
Carolinge’ler zamanındaki anlamını bir hayli
karıştırdı; özel sistemleri olan modern yazarlar bu
kelimeyi o çağın yazılı belgelerinde görünce census
denen şeyin Romalıların cens’ı olduğunu sandılar;
bundan da şu sonucu çıkardılar: Mérovinge
hükümdarlarıyla Carolinge hükümdarları
kendilerini Roma imparatorlarının yerlerine
koydular ve yönetim tarzlarında hiçbir değişiklik
yapmadılar. Carolinge’ler zamanında alınan bazı
vergiler, tesadü bazı değişiklikler yüzünden, başka
adlar aldığından, bu vergilerin doğrudan doğruya
Romalıların cens’ı olduğu sanısına kapıldılar; yeni
tüzükler gereğince tahta ait malikânelerin başkasına
mal edilemediğini anlayınca, Romalıların cens’ını
temsil eden, bununla beraber saray malikânesinin
bir bölümünü teşkil etmeyen bu vergileri zorla
alınmış bir para olarak gördüler.
Kişinin, içinde yaşadığı yüzyıla ait düşünceleri
çok eski yüzyıllara mal etmek istemesi, hata
dediğimiz şeyin en verimli kaynağıdır. Eski çağları
bugünün malı imiş gibi göstermek isteyenlere de
ben, Mısırlı keşişlerin Solon’a söylediklerini
söyleyeceğim: “Ey Atinalılar! Sizler bizim yanımızda
çocuk sayılırsınız!”
Konu XV
Census denen vergi hür kişilerden değil, yalnız
kölelerden alınırdı
Kral da, kilise adamları da, senyörler de,
malikânelerindeki kölelerden düzenli bir şekilde
haraç alırlardı. Bu iddianın krallara ait bölümünü,
Villis capitulaire’iyle, kilise adamlarına ait
bölümünü, barbarların yazılı kanun metinleriyle,
senyörlere ait bölümünü de Charlemagne’ı bu
konuda yapmış olduğu tüzüklerle ispat edebilirim.
Bu haraçlara census denirdi; bunlar mali vergi
değil, iktisadi vergi niteliğindeydi; devlet geliri değil,
özel kişi geliriydi.
Bir kere daha söyleyeyim census denilen şey
yalnız serf ’lerden yani kölelerden alınırdı. Bunun
doğruluğunu Marculfe’ün bir formülüyle ispat
edebilirim; formül der ki: Kral, hür doğan ve cens
deerine kayıtlı olmayan herkesin keşiş olmasına
izin verir. Yine bunun doğruluğunu,
Charlemagne’ın Saksonya bölgesine gönderdiği bir
konta verdiği fermanla ispat edebilirim; bu ferman
gereğince Saksonyalılara, Hristiyanlığı kabul
ettikleri için hürriyetleri veriliyordu; gerçekten bir
hürriyet fermanıdır bu. Böylece, Charlemagne
onları, ilk defa medeni hürriyetlerine kavuşturdu ve
cens ödemekten affetti. Şu halde köle olmakla cens
ödemek, hür olmakla cens ödememek hep aynı
şeylerdi.
Krallık topraklarına kabul edilen İspanyollar
hakkında aynı hükümdarın berat şeklinde verdiği
mektuplar, kontların onlardan vergi istemelerini ve
arazilerini ellerinden almalarını önlüyordu.
Fransa’ya gelen yabancılara köle muamelesi
edildiğini bilmeyen yoktur; bu yabancıların
topraklarına sahip olmalarını isteyen ve
kendilerinden vergi alınmasına izin vermeyen
Charlemagne, onlara, hür insan muamelesi
edilmesini istiyordu o halde.
Yine İspanyollar için Charles le Chauve
tarafından çıkartılan bir capitulaire, onlara tıpkı
öteki Franklara edilen muamelenin edilmesini
emrediyor ve kendilerinden cens alınmasına izin
vermiyordu. Demek oluyor ki hür insanlar cens
ödemiyorlardı.
Krala ya da kiliseye bağlı birçok kolonun kendi
manoir’larına ait toprağı keşişlere ya da kendi
durumlarındaki kişilere satmak ve ellerinde yalnız
küçük bir kulübe bulundurmak suretiyle cens
ödemekten kurtulmaya çalıştıkları görülünce, Pistes
emirnamesinin otuzuncu maddesi bu kötüye
kullanmayı önlemek istedi; bu maksatla da her
şeyin eski haline dönmesi için gerekli emir verildi.
Şu halde cens, köleler tarafından ödenilen bir
haraçtı.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki krallığa
bağlı ülkelerde genel cens diye bir şey yoktu; birçok
metinlerden bunun böyle olduğu anlaşılır, aksi
takdirde: “Cens’ın vaktiyle meşru bir şekilde alındığı
her yerde tekrar alınmasını isteriz” diyen
capitulaire’in anlamı ne olurdu? Yine
Charlemagne’in, vaktiyle krala ait olan bütün
cens’ların dikkatle incelenmesi hakkında
eyaletlerdeki temsilcilerine gönderdiği capitulaire ile
kendilerinden cens istenen kimselerin ödemiş
oldukları cens’lara sahip çıkacağından bahseden
capitulaire’in anlamı ne olurdu? Ya: “Öteden beri
cens’a tabi tuttuğumuz bir toprağı bir kimse eline
geçirirse...” diye başlayan capitulaire’le Charles le
Chauve’un öteden beri cens’ı krala ait bulunan,
haraca bağlanmış topraklardan söz eden
capitulaire’ine ne dersiniz?
Şunu da açıklayayım ki benim söylediklerime
aykırı gibi görünen, ama sonradan onları teyit eden
metinler vardır. Yukarıda gördüğümüz gibi hür
kişiler, bazı şeylerin şuradan buraya nakliyle
mükellef tutulurlardı. Benim sözünü ettiğim
capitulaire de buna census demekte ve kölelerin
ödediği cens’a karşılık göstermektedir.
Bundan başka Pistes fermanı, kendi kişilikleri
ve kulübeleri için krala cens ödeyen, kıtlık
zamanında da kendilerini satmak zorunda kalan
hür kimselerden söz etmektedir. Kral bunların
hürriyetlerini yeniden satın almalarını istiyor.
Çünkü kralın buyruğuyla özgürlüğüne kavuşmuş
olanlar genel olarak tam ve mükemmel bir hürriyete
kavuşmazlar, censum in capite (kişisel bir vergi)
verirlerdi; burada söz konusu olan işte bu çeşit
insanlardı.
Şu halde, Roma uygarlığından gelme genel ve
evrensel bir cens’ın bize geçtiği düşüncesiyle,
senyörlerin zorbalıkla elde ettikleri hakların da bu
uygarlıktan geldiği düşüncesini bir tarafa bırakmak
gerek. Fransa krallığında cens denen şey, bu
kelimenin kötüye kullanılması bir yana, efendilerin
kölelerinden aldıkları özel bir haraçtan başka bir şey
değildi.
Bunca kaynak göstermek suretiyle
okuyucularımın canlarını sıktığımı biliyorum;
kendilerinden özür dilerim. Karşımda devamlı
olarak keşiş Dubos’un Etablissement de la
monarchie Française dans les Gaules adındaki
kitabını görmeseydim belki daha kısa
keserdim[427]. Hiçbir şey, ünlü bir yazarın kötü bir
eseri kadar bilimin gelişmesini önleyemez; çünkü
bilgi vermeden önce insanları, edindikleri yanlış
bilgilerden kurtarmak gerek.
Konu XVI
Derebeyleri ya da vasallar üzerine
Cermenlerde her giriştikleri işte
hükümdarlarının peşine takılan gönüllülerden söz
etmiştim. Aynı alışkının istiladan sonra da devam
ettiğini görüyoruz. Tacitus bunlara compagnon
adını veriyor; Salique kanunu bunları krala bağlı
kalmaya ant içmiş kişiler diye anıyor; Marculfe’ün
formülleri de gönüllü asker diyor bunlara[428]; ilk
tarihçilerimiz leude adını veriyor; sonraki tarihçiler
ise vasallar ve senyörler diyor.
Salique kanunlarında olsun, Rhin kıyılarında
oturan Frankların kanunlarında olsun, Franklar
hakkında birçok hükümlere rastlamamıza karşılık
gönüllü askerler hakkında pek az hükümlere
rastlıyoruz. Bu gönüllü askerler hakkındaki
hükümler öteki Franklar hakkındaki hükümlerden
çok ayrıdır; Frankların malını mülkünü düzene
koyan bu kanunlarda gönüllü askerlerin
mallarından mülklerinden hiç söz edilmezdi. Bu da
gönüllü askerlerin mallarının, mülklerinin medeni
kanunlarla değil, politik kanunlarla
düzenlenmesinden ve bu mallarla mülklerin
babadan kalma bir şey değil, yağmada yiğide düşen
bir hisse olmasından ileri geliyordu.
Derebeylerine ayrılan mülklere çeşitli
zamanlarda çeşitli yazarlar tarafından, biens
scaux, béné ce, honneur, ef adları
verilmişti[429].
Başlangıçta tımarlarda el değiştirmenin
mümkün olduğundan kimse şüphe edemez.
Grégoire de Tours’un anlattığına bakılırsa Sunégisile
ile Galloman’ın hazine tahsisatı tümüyle kesilmiş,
kendilerine yalnız ellerindeki mülklerin geliri
bırakılmış. Yeğeni Childebert’i tahta oturtan
Gontran, onunla gizli bir konuşma yapmış, kimlere
tımar vereceğini, kimlerin tımarını elinden alacağını
ona bir bir söylemiş. Marculfe’ün formüllerinden
birine göre, kral yalnız, hazinesine bağlı mülkleri
değil, başkasının olan mülkleri de başkalarına
verebiliyormuş. Lombardların kanunu, hazineden
verilen tahsisatla mülkü birbirinden iyice ayırır.
Tarihçiler, formüller, çeşitli barbar topluluklarına
ait kanun metinleri, elimizde mevcut bütün anıtlar
bu konuda birleşirler. Nihayet, Tımarlar Üzerine
adlı kitabı yazanlar, senyörlerin önceleri tımarları
istedikleri zaman kesebildiklerini, sonraları bir
yıllığını teminat altına aldıklarını, daha sonra da
ölünceye kadar kaydıyla verdiklerini söylerler.
Konu XVII
Hür kişilerin askerlik görevi üzerine
İki çeşit insan askerlik yapmaya mecbur
tutulurdu: Tımarları yüzünden bu görevi yerine
getirmek zorunda olan büyük ve küçük derebeyleri,
bir; kontun hizmetinde bulunan, ya kont ya da
memurları tarafından yönetilen hür Franklar,
Romalılar ve Galyalılar, iki.
Hür insan diye o zamanlar bir yandan, tımarı
olmayan kişilere, öte yandan toprağa bağlı köle
olmayan kişilere denirdi; bunların ellerindeki
toprağa da, vergiden muaf toprak adı verilirdi.
Kontlar[430], hür kişileri bir araya toplar ve
savaşa götürürlerdi. Kontların buyruğu altında
vicaire adı verilen subaylar vardı[431]; hür kişiler
yüzer kişilik bölükler oluştururlardı; bundan ötürü
de kontların buyruğu altında vicaire’lerden gayri,
centenier[432] denen ve bölükleri savaşa götüren
birtakım subaylar da bulunurdu.
Bu yüz kişilik bölük örgütü, Frankların
Galya’ya yerleşmesinden önce var olan bir örgüttür.
Her bölüğü kendi çevresi içindeki hırsızlıklardan
sorumlu tutmak için Clotaire’le Childebert’in
ortaya attıkları bir şeydi bu; sözü geçen
hükümdarların fermanlarından anlıyoruz, bunun
böyle olduğunu. Bu usulün bugün İngiltere’de hâlâ
yürürlükte olduğunu bilmeyen yoktur.
Nasıl ki kontlar hür kişileri savaşa götürürlerse,
derebeyleri de, kendilerine, birinci ve ikinci derecede
bağlı olan kişileri öyle savaşa götürürlerdi;
piskoposlar, manastır başkanları, kilise
mahkemelerinde çalışanlar da kendilerine bağlı
kişileri savaşa götürürlerdi.
Piskoposlar hayli güç duruma düşüyorlardı;
yaptıkları işi kendileri de beğenmiyorlardı.
Charlemagne’dan savaşa gitmeye mecbur
tutulmamalarını istemişler, istediklerini elde
ettikten sonra da halkın gözünden düşürüldüklerini
ileri sürerek yakınmışlardı; Charlemagne da
kabahatin kendisinde olmadığını açıklamak
zorunda kalmıştı. Olan olmuştu artık ama onlar
savaşa gitmedikleri zaman, kendilerine bağlı
kişilerin kontlar tarafından savaşa götürüldüklerini
belirten bir kayda şimdiye dek rastlamış değilim;
tersine, kral ya da piskoposun onları savaşa
götürmek için kendilerine bağlı adamlarından birini
seçtiklerini görüyorum. Louis le Débonnaire’in
capitulaire’lerinden birinde kralın vasallarını üçe
ayırdığını görüyoruz: Krala bağlı olan vasallar,
piskoposlara bağlı olan vasallar, konta bağlı olan
vasallar. Herhangi bir gerek üzerine kralın yanında
kalmak zorunda olmadıkça büyük derebeyleri ya da
senyörler kendi adamlarını savaşa kendileri
götürürlerdi; böyle bir engel ortaya çıkınca bunların
vasalları kontun komutası altında savaşa
katılırlardı.
Peki, ama derebeylerini savaşa kim götürürdü?
Adamlarının daima başında bulunan kralın bu işi
gördüğü muhakkak. Bunun içindir ki
capitulaire’lerde kralın vasallarıyla piskoposun
vasalları arasında daima bir rekabet bulunduğu
görülür. Cesur, mağrur ve yiğit kişiler olan
krallarımız, keşişlerden oluşmuş birliklerin başında
bulunmak istemezlerdi; yenerken de yenilirken de,
bu çeşit insanların, yanlarında bulunmalarına
katlanamazlardı.
Ama bu senyörler de, birinci ve ikinci
derecedeki vasallarını savaşa bizzat kendileri
götürürlerdi; Charlemagne’ın, ister kendi mülkü
içinde, ister bir başkasının tımarı içinde dört
manoir’ı olan hür kişinin düşmana karşı gitmesini,
yahut senyörünü takip etmesini buyuran
capitulaire’i bu söylediğimizi doğrular. Görülüyor ki
Charlemagne, toprak sahibi olan kişinin milis
kıtasıyla birlikte kontun komutasında düşmana
karşı yürümesini, senyörden tımar almış olan
kişinin de senyörle birlikte savaşa katılmasını
istiyordu.
Bununla beraber keşiş Dubos, capitulaire’lerde
özel bir senyöre bağlı kişilerden söz edildiği zaman
bunların salt toprağa bağlı köleler olduğunu iddia
eder, iddiasını ispatlamak için de Vizigotların
kanunlarıyla geleneklerine dayanır. Bana kalırsa
bizzat capitulaire’lere dayanması gerekirdi. Az önce
sözünü ettiğim capitulaire bunun tümüyle tersini
söyler de ondan. Charles le Chauve’la kardeşleri
arasındaki anlaşma da zaten, isterlerse bir senyöre,
isterlerse krala bağlanabilecek olan hür insanlardan
söz eder; bu hüküm ise daha başka birçok hükme
uygun düşmektedir.
Şu halde üç çeşit milis vardı diyebiliriz:
Kendilerine bağlı adamlarıyla beraber derebeylerin
ya da krala bağlı yiğitlerin oluşturdukları milisler;
piskopos ya da başka kilise adamlarının kendilerine
bağlı vasallarla beraber teşkil ettikleri milisler ve
nihayet hür kişileri savaşa götüren kontun milisleri.
Vasalların konta bağlı olmadıklarını söyleyecek
değilim; çünkü daha küçük birliklere komuta
edenler elbetteki daha büyük birliklere komuta
edenlere bağlı olurlar.
Hatta tımar sahibi olmanın gerektirdiği
taahhütleri yerine getirmeyen vasallardan kontun
ya da kral temsilcilerinin para cezası bile aldıkları
görülüyor.
Bunun gibi, krala bağlı vasallar çapulculuk
ederlerse kont tarafından cezalandırılırlardı ama bu
cezanın kral tarafından verilmesini isterlerse o
zaman da kral tarafından cezalandırılırlardı.
Konu XVIII
İki taraflı hizmet üzerine
Bir kimsenin askeri egemenliği altında
bulunanlar o kimsenin aynı zamanda sivil
egemenliği altında da bulunurlar; işte size, saltanat
yönetiminin temel ilkelerinden biri daha; nitekim
Louis le Débonnaire’in 815 tarihli capitulaire’inde,
kontun özgür kişiler üzerindeki askeri egemenliğini
sivil hayatta da aynen kabul ettiğini görüyoruz; yine
bunun içindir ki, özgür kişileri savaşa götüren
kontun başkanlık ettiği mahkemelere özgür kişiler
mahkemesi denildiğini görüyoruz; bundan şöyle bir
sonuç çıkarılmıştır: Özgürlük üzerine sorunları,
kontun memurlarından meydana gelmiş
mahkemelerde değil, bizzat kontun başkanlık ettiği
mahkemelerde yargılamak mümkündü. Yine bunun
içindir ki, piskoposlarla manastır başkanlarının
vasallarını, davaları kendi mahkemelerinde
görülmediği için kont götüremezdi savaşa;
derebeylerin ikinci derecedeki vasallarına da
komutanlık etmezdi kont; yine bunun içindir ki
İngiliz kanunlarının metni bize, Saksonların coples
dedikleri kimselere Normanların kont ya da
compagnon dediklerini söylüyor; çünkü diyor bu
metin mahkemenin aldığı para cezalarını kralla
paylaşırlardı bunlar; yine bunun içindir ki öteden
beri vasalların senyörlere karşı olan görevlerinin,
silah kuşanmak ve perlerini senyörün
mahkemesinde yargılamaktan ibaret olduğunu
görürüz.
Yargılama yetkisini bu suretle savaşa götürme
yetkisine bağlayan nedenlerden biri, savaşa götüren
kimsenin aynı zamanda nakliye masra arını özgür
kimselere ödetmesi, bir de aşağıda sözünü edeceğim
bazı adli gelirlerin bu özgür kişilerin sırtından
sağlanmış olmasıdır.
Kontlara kontluk arazisi içinde yargılama
yetkisi veren ilke, senyörlere de kendi tımarları
içinde yargılama yetkisi vermiştir; daha doğrusu şu
ki, zamanla kontluklarda olan değişiklikler, daima,
tımarlarda görülen değişikliklere adım
uydurmuşlardır. Kontluklar olsun, tımarlar olsun
hep aynı plan üzerinde, aynı düşüncelere
dayanılarak yönetilmişlerdir. Bir kelime ile
söyleyelim, kontlar kendi kontluklarında derebeyi,
derebeyleri de kendi topraklarında konttular.
Kontları adliye memuru, dukaları da subay
olarak görenler bu konuda iyice aydınlanmış
sayılmazlar. Bunların ikisi de aynı zamanda hem
askeri, hem sivil yetkileri olan kimselerdi; arada
yalnız şöyle bir fark vardı: Dukanın emrinde birçok
kont bulunurdu; bununla beraber Frédégaire’den
öğrendiğimize göre, kendi üstlerinde duka
bulunmayan kontlar da varmış.
Aynı kişilerde hem askeri, hem adli, hem de
mali yetki olduğuna göre, diyeceksiniz ki,
Frankların idare sistemi çok sert bir sistemdi; daha
önceki kitaplarda da söylediğim gibi, bu yönetim
şekli, istibdat hükümetinin başlıca belirtilerinden
biri olduğu için bu şekilde düşünmekte haklısınız.
Ama kontların tek başlarına yargıladıklarını,
Türkiye’de olduğu gibi tek başlarına karar
verdiklerini sanmayın. Davalara bakmak için,
ülkenin ileri gelenlerinin katıldığı mahkemelerini
toplarlardı.
Formüllerde, barbarların kanunlarında ve
capitulaire’lerde, yargılara ait bölümlerin iyice
anlaşılması için şunu söyleyeceğim ki, kontun,
gravion denen memurun ve centenier’nin görevleri
hep aynıydı; hâkimler, rathimburge’ler ve
échevin’ler çeşitli adlar altında aynı kişilerdi.
Bunların hepsi kontun yardımcılarıydı; sayıları da
genel olarak yediydi. Yargılamak için on iki kişiye
ihtiyaç olduğundan aradaki farkı ülkenin ileri
gelenleriyle doldururdu[433].
Yargılama yetkisi kimde olursa olsun, ister
kralda, ister kontta, ister gravion’da ister
centenier’de, ister senyörlerde, ister kilise
adamlarında, kesin olan bir şey varsa o da şu ki
bunların hiçbiri tek başlarına yargılamazlardı.
Kaynağını Cermanya ormanlarından alan bu alışkı,
tımarlar yeni bir şekil aldıktan sonra da olduğu gibi
devam etti.
Mali yetkiye gelince, bu da öyle bir nitelik
gösteriyordu ki kontun herhangi bir şekilde kötüye
kullanmasına imkân yoktu. Hükümdarın özgür
kişiler üzerindeki hakları öylesine azdı ki, daha önce
de söylediğim gibi, bazı amme hizmetlerinde şunu
bunu nakletmekten ibaret kalıyordu; adli haklara
gelince, burada da, herhangi bir kötülüğü önleyecek
kanunlar vardı.
Konu XIX
Barbar insan topluluklarındaki uzlaşma üzerine
Cermenlerin kanunlarıyla ahlak ve
geleneklerini iyice bilmeden bizim politik
hukukumuzu bilmek mümkün olmayacağından, bu
kanunlarla, bu ahlak ve gelenekler üzerinde durup
incelemede bulunmayı uygun görüyorum.
Tacitus’un söylediğine bakılırsa Cermenlerde
ölüm cezasını gerektiren iki büyük suç varmış: vatan
hainlerini asar, korkakları da suda boğarlarmış.
Onlar için genel suçlar bunlardan ibaretmiş. Bir
insan başka bir insana haksızlık ederse o zaman
haksızlığa uğrayanın ya da zarar görenin hısım
akrabası işin içine karışır ve ancak tatmin edici bir
hal çaresi bulunduğu zaman yatışırlarmış. Bu
tatmin edici hal çaresi, şayet kabul edecek çağdaysa,
yalnız haksızlığa uğrayan kişiyi ilgilendirirmiş;
haksızlık bütün aileyi kapsıyorsa ya da haksızlığa
uğrayan kişinin ölümüyle bu hak mirasçılarına
intikal etmişse, o zaman bu hal çaresinden bütün
aile mensupları yararlanırmış.
Tacitus’un söylediğine bakılırsa bu hal çareleri
tara ar arasında yapılan bir uzlaşma ile tespit
edilirmiş. Nitekim barbarların kanun metinlerinde
bu hal çarelerine uzlaşma adının verildiğini
görüyoruz.
Öç alma konusunda insanları başıboş bırakan,
yani birbirine düşman aileleri hemen hemen doğal
duygularının eline teslim eden, onları medeni ya da
politik hiçbir kanunla sınırlandırmayan, öçlerini
istedikleri gibi alsınlar diye serbest bırakan yalnız
Frisonların kanunlarını gördüm. Bu kanun bile az
çok ılımlı bir şekle konuldu. Ölümü istenilen
kimsenin evinde rahat bırakılmasına, kiliseye ve
mahkemeye gidip gelirken kendisine ilişilmemesine
karar verildi.
Salique kanunların yorumcuları, Frankların
eski bir alışkısından söz ederler: Bir ölüyü, soymak
amacıyla mezarından çıkaran kişi, bu alışkıya göre,
toplumdan atılır ve ölünün hısım akrabası kendisini
bağışlayıncaya kadar kimseyle görüştürülmezdi;
bağışlama olmadan önce, karısı da dâhil, hiç kimse,
kendisine yiyecek veremeyeceği, kendisini evine
kabul edemeyeceği için, o kişi diğer kişilere, diğer
kişiler de o kişiye göre doğal durumda, yani toplum
haklarından yoksun durumda sayılırlardı; tara ar
arasında uzlaşma oluncaya kadar da bu böylece
devam eder giderdi.
Yine çeşitli barbar topluluklarında, tara arın
karşılıklı uzlaşma imkânlarının uzadığını ve
tehlikeli bir duruma girdiğini gören uslular, uzlaşma
şartlarını bizzat koşmayı uygun gördüler. Hakarete
uğrayan ya da zarar gören kimsenin alacağı uzlaşma
bedelinin makul bir ölçüyü aşmamasına dikkat
ettiler. Bütün barbar kanunlarında bu konuda
olağanüstü bir açıklık vardır: Çeşitli durumlar bir
bir belirtilir; şartlar iyice ölçülüp biçilir; kanun
kendini, haksızlığa uğrayanın yerine kor, ılımlı
anında isteyeceği tazminatı onun yerine istemek
suretiyle işin içinden sıyrılır.
Cermenler, Tacitus zamanında yaşıyormuş gibi
göründükleri o doğal şartlardan işte bu kanunlar
sayesinde çıkabildiler.
Lombardların kanununda Rotharis, yaralıyı
gerçekten tatmin etmek ve böylece düşmanlıklara
son vermek amacıyla, eski geleneğin yaralıya verdiği
tazminatı artırdığını açıklıyor. Gerçekten de öyle,
İtalya’yı istila etmek suretiyle zenginleşen, aslında
ise fakir olan Lombardlarda eski tazminat ölçüleri
çok düşüktü; bu yüzden de uzlaşma imkânları
günden güne azalıyordu. Öteki istilacı milletlerde
de, şe erin bu görüşlerden yararlanarak, bugün
elimizde bulunan kanun metinlerini meydana
getirmek zorunda kaldıklarından eminim.
Başlıca tazminat, öldüren kişinin ölünün hısım
ve akrabasına vermek zorunda olduğu tazminattı.
Öldürülen kişinin sosyal durumu tazminatta da
bazı farklar meydana getirirdi. Böylece, Angle’ların
kanununa göre, bir adalingue’in ölümü için ödenen
tazminat altı yüz sou idi; hür bir insanı öldüren kişi
iki yüz sou, bir köleyi öldüren kişi de otuz sou
ödemek zorundaydı. Görülüyor ki bir kimse için
belirli olan tazminatın azlığı çokluğu, o kimsenin
ayrıcalıkları arasına giren unsurlardan biriydi;
çünkü böyle bir tazminat onun kişiliği için bir fark
gözettikten başka, gözünü budaktan sakınmayan
insanlar arasında hayatını daha bir güvenlik altına
almış oluyordu.
Bavyeralıların kanunu bunu bize daha iyi bir
şekilde hissettirir. Bu kanun, Agilol ngue’lerden
sonra başta geldikleri için, çi tazminat alan
ailelerin adlarını verir bize. Agilol ngue’ler dukalar
koluna mensup ailelerdi; duka da bunların
arasından seçilirdi; dört misli tazminat alırlardı.
Duka için ödenen tazminat ise Agilol ngue için
ödenen tazminattan üçte bir fazlaydı. “Çünkü,” der
kanun, “O bir dukadır; hısım ve akrabasından daha
çok saygıya değer bir kişidir.”
Bütün bu tazminatların değeri para ile tespit
edilmişti. Ama bu insan topluluklarının, hele
Cermanya’da otururken paraları olmadığından,
tazminat, hayvan, buğday, ev eşyası, silah, köpek,
av kuşu, toprak ve saire olarak ödenirdi. Çoğu
zaman kanun bu nesnelerin değerini de tespit
ederdi; bu ise, nasıl olur da bu kadar az para ile bu
kadar çok para cezası verildiğini açıklar.
Demek oluyor ki bu kanunlar, bir kimsenin ne
dereceye kadar zarara ya da hakarete uğradığını ve
ne kadar tazminat alması gerektiğini bilmesi için,
haksızlıklar, hakaretler ve suçlar arasındaki farkları
iyice belirtmeye çalışmışlardır; bu suretle herkes
alacağını ve hele tespit edilen ölçüden fazlasını
alamayacağını bilir.
Hal böyle olunca, tazminat alan kişi, şayet öç
almaya kalkarsa, elbetteki büyük bir suç işlemiş
olur. Böyle bir suçu işleyen hem kişisel hukuku, hem
amme hukukunu ayaklar altına almış sayılır.
Kanunu bile çiğnemiş olur da ondan. Kanun
koyucular bu çeşit suçu da cezalandırmaktan geri
kalmadılar.
Bu milletler, hükümet şekillerinde bağımsızlık
dediğimiz faktörün bir bölümünü yitirdikleri,
krallar ise devletin bünyesini daha sağlam bir şekle
sokmak istedikleri zaman ortaya çıkan bir suç daha
vardı ki o da suçlunun hoşnut etme ya da tazminat
kabul etmemesiydi. Barbarların çeşitli kanun
metinlerinde kanun koyucunun suçluyu buna
mecbur ettiğini gösteren maddeler vardır. Gerçekten
de öyle, hoşnut etme ya da tazminatı kabul etmek
istemeyen kişi, öç alma hakkını muhafaza etmek
istiyor demekti; hoşnut etme ya da tazminat vermek
istemeyen kişi de haksızlığa uğrayan kişiyi öç
almaya teşvik ediyor demekti; işte, aklı başında
kişilerin, tara arı uzlaşmaya davet eden ama buna
mecbur tutmayan Cermen kanunlarının
düzeltmeye çalıştıkları yanı bu olmuştur.
Az önce bir salique kanunundan söz etmiş ve bu
kanunun, tecavüze uğrayan kimseyi kendisine
verilen hoşnut etme ya da tazminatı kabul edip
etmemekte serbest bıraktığını söylemiştim. Bir
ölüyü mezarından çıkarıp soyan kişinin toplumla
ilgisini kesmesini, ölünün hısım akrabası hoşnut
etme ya da tazminatı kabul edinceye kadar bu
durumun devam etmesini buyuran kanun da yine
bu kanundur. Kutsal şeylere karşı duyulan saygı,
salique kanunları kaleme alanların eski alışkılara
dokunmamalarına sebep olmuştur.
Hırsızlık ederken öldürülen bir adamın ya da
zina suçundan ötürü sokağa atılan bir kadının hısım
ve akrabasına tazminat vermek yersiz bir hareket
olurdu. Bavyeralıların kanunu bu gibi hallerde
tazminat verdirmediği gibi, suçlunun öç almak
istemeyen hısım ve akrabasını da cezalandırırdı.
Barbarların kanunlarında, istemeyerek işlenmiş
suçlar için tazminat verilmesini gerektiren
hükümler yok değildir. Lombardların kanunu
hemen her zaman makul bir kanun olarak
görülmektedir; bu gibi durumlarda işi, tazminat
verecek olanın cömertliğine bırakır; hısım akrabanın
da öç almaktan vazgeçmesini buyurur. II.
Clotaire’in çok yerinde bir fermanı vardır; bu
fermanla bir şeyi çalınan kimsenin, hâkimin emri
olmadan gizliden gizliye tazminat kabul etmesini
yasak etmiştir. Az sonra bu kanunun nedenini
göreceğiz.
Konu XX
Öteden beri senyörlerin adaleti adı verilen şey
üzerine
Öldürme, hakaret ya da haksızlık etme
yüzünden hısım ve akrabaya tazminattan gayri,
barbarların kanunlarında fredum[434] adıyla
anılan ve benim bir hayli sözünü edeceğim bir para
daha ödenirdi. Şimdilik bu konuda bir kir vermek
için, bu para, öç alma hakkına karşı yurttaşı koruma
vergisi gibi bir şeydi diyeceğim. Bugün bile İsveç
dilinde fred kelimesi barış anlamına gelmektedir.
Hareketlerinde son derece sert olan bu
milletlerde adalet demek, tecavüz edilenin
intikamına karşı tecavüz edeni korumaktan ve
tecavüze uğrayanı hoşnut etmeyi ya da tazminatı
kabule zorlamaktan ibaretti. Cermenlerde ise, öteki
milletlerden farklı olarak, adalet, suçluyu âdeta,
zarara uğrayan kişinin intikamına karşı
korumaktan ibaretmiş gibi bir hal aldı.
Barbar kanunlarının metinleri bu freda’ların ne
gibi hallerde zorunlu olduğunu bize göstermektedir.
Hısım ve akrabanın öç alamayacağı hallerde fredum
ödenmezdi; gerçekten de öyle, intikamın söz konusu
olmadığı yerde intikama karşı korunma da söz
konusu olamazdı. Böylece, Lombardlarda, birisi
özgür bir insanı istemeyerek öldürürse fredum’u
ödemez, yalnız öldürülmüş bir insanın değeri ne ise
onu öderdi; karşısındaki istemeyerek öldürdüğü için
ölünün hısım ve akrabası intikam almak hakkını
haiz değillerdi. Yine böylece, Rhin kıyılarında
oturan Frankların kanununda, bir insan bir insanı
bir tahta parçasıyla ya da insan eseri olan bir aletle
öldürürse, tahta parçası ya da aletin suçlu
sayıldığını, ölünün hısım akrabasının fredum
istemeden sadece tahta parçasını ya da aleti alıp
kullandığını görüyoruz.
Yine böyle, bir insan bir hayvan tarafından
öldürülürse, ölünün hısım ve akrabasına tecavüz
vaki olmadığından kanun onlara yalnız fredum’suz
bir tazminat hakkı tanırdı.
Nihayet, salique kanununa göre, on iki
yaşından önce suç işleyen bir çocuk fredum’suz bir
tazminat öderdi; henüz silah kullanacak durumda
olmadığından, karşı tarafın olsun, hısım ve
akrabasının olsun öç almaya kalkmasına imkân
yoktu.
Fredum’u, taşkınlıklarından ötürü yitirdiği
huzura, kanunun himayesiyle yeniden kavuşmak
isteyen suçlu kişi öderdi ama çocuk huzurunu
yitiremezdi; çünkü tam bir erkek sayılmasına ve
toplumun dışında bırakılmasına imkân yoktu onun.
Fredum, suçun işlendiği bölgede adalet
makamlarına ödenen yerel vergi gibi bir şeydi.
Bununla beraber Rhin kıyılarında oturan
Frankların kanunu, adalet makamının bu parayı
bizzat istemesini yasak etmişti; kanun, Rhin
kıyılarında oturan Frankların devamlı barış halinde
yaşamaları için davayı kazanan tarafın parayı alıp
hazineye teslim etmesini isterdi.
Fredum’un miktarı, koruma derecesiyle
oranlıydı. Böylece kral tarafından korunmak için
verilen fredum kont ya da öteki hâkimler tarafından
korunmak için verilen fredum’dan daha çoktu.
Bu arada senyörlerin adaletinin doğduğunu
görüyorum. Sayısız anıtların varlığından anlıyoruz
ki tımarlar büyük toprakları içine almaktaydı.
Frankların hissesine düşen araziden kralların hiçbir
vergi almadığını ispatlamıştım; tımarlardan ise
hiçbir şey almadıkları kesindi. Tımar elde edenler
geniş ölçüde yararlanırlardı onlardan; bütün
gelirlerini, bütün meyvelerini alırlardı; bunların en
önemlilerinden biri, Frankların alışkılarına göre adli
gelir (freda) olduğundan, tımarı elinde bulunduran,
yargılama hakkını da elinde bulundururdu; bu da
hısım akrabaya tazminat, senyöre de gelir sağlayan
bir kaynak sayılırdı. Kanunun belirttiği tazminatla,
kanunun gerektirdiği cezayı ödetmekti onun görevi.
Bir senyör ya da yiğidin tımar hakkını ya da
yiğidin tımar hakkını ya da kilisenin tımar
ayrıcalıklarını kabul eden ya da bunların devamlı
olarak intikalini gerektiren formüllerden anlıyoruz
ki yargılama hakkı tımarlara ait bir haktı. Bu konu,
hâkimlerin ya da krala bağlı hâkim ve memurların
herhangi bir adli muamele için bir tımarın
topraklarına girmelerini ve her ne suretle olursa
olsun orada adliye ile ilgili geliri toplamalarını yasak
eden fermanlarla da sabittir. Krala bağlı hâkimler
bir bölgede gördükleri iş karşılığında para
isteyemeyince bir daha o bölgeye girmezlerdi;
bölgeyi elinde bulunduranlar, ötekilerin gördükleri
görevi görürlerdi.
Krallık hâkimleri, davacılardan, huzurlarına
çıktıkları için para isteyemezlerdi; yalnız toprağın
sahibi olan kişi bu parayı alabilirdi. Kralın
memurları lojman da isteyemezlerdi; bölgelerde
yapılacak işleri kalmamıştır da ondan.
Eski olsun, yeni olsun bütün tımarlarda,
yargılama hakkı, bizzat tımara bağlı bir haktı; gelir
kaynağı olan bir hak. Bunun içindir ki yargılama
hakkı her zaman böyle bir hak olarak görülmüştür;
Fransa’da bu hakkın babadan oğla geçen bir hak
olduğu ilkesi de bundan doğmuştur işte.
Bazı kimseler, yargılama hakkının, krallarla
senyörlerin kölelere hürriyetlerini vermelerinden
doğduğunu sandılar. Ama köleleri hür bırakanlar,
yalnız Cermenlerle, Cermenlerden çıkmış insan
toplulukları değildir; bununla beraber yalnız bunlar
yargılama hakkının babadan oğla geçtiğini kabul
etmişlerdir. Zaten Marculfe formülleri bize ilk
fermanlarla bu yargılamaya bağlı özgür insanlar
bulunduğunu gösteriyor. Demek oluyor ki köleler,
öteden beri tımar arazisi dâhilinde bulundukları
için bu yargılama usulüne tabidirler; tımar arazisi
dâhilinde bulundukları için de tımarlara kaynaklık
etmiş olamazlardı.
Bazı kimseler daha kısa bir yol tuttular:
Senyörlerin yargılama yetkisini zorla ellerine
geçirdiklerini söylediler ve böylece her şeyi
kökünden halletmiş oldular. Peki ama yeryüzünde
kralların yetkilerini ellerinden alanlar yalnız
Cermenler miydi? Tarih bize, daha başka birçok
milletin, hükümdarlarının yetkilerini ellerinden
aldıklarını gösteriyor. Ama bunun sonunda,
senyörlerin yargılama yetkisi diye bir yetkinin
meydana geldiğini gören olmamıştır. Demek oluyor
ki bunun kaynağını Cermenlerin alışkı ve
geleneklerinde aramak gerekiyor.
Senyörlerin çeşitli yargılama haklarını nasıl
zorla ellerine geçirip meydana getirdiklerini
anlamak için Loyseau’nun bu konudaki görüşlerini
okumak gerek. Ona göre senyörlerin yeryüzünde çok
kurnaz kimseler olmaları ve yağma eden savaşçılar
gibi değil, tıpkı savcılarla köy hâkimleri gibi
birbirlerini çalmış olmaları gerek. Bundan başka bu
savaşçıların, kralın bütün özel eyaletlerinde ve
bunca krallıkta, özel bir politik sistem kurmuş
olmalarını kabul etmek gerek. Loyseau bunların
hepsini, kendisi masasının başına oturmuş nasıl
düşünüyorsa, öyle düşündürüyor insanı.
Tekrar söyleyeyim: Eğer yargılama yetkisi
tımara bağlı bir yetki olmasaydı, kral ya da senyöre
hem mahkemelerinde, hem savaşlarında hizmet
etmenin tımarın gerektirdiği görevlerden olduğunu
söylemek kimin hatırına gelirdi?
Konu XXI
Kiliselere bağlı topraklarda yargılama yetkisi
üzerine
Kısa zamanda kiliseler birçok araziyi ellerine
geçirdiler. Kralların onlara gelir kaynakları
sağladıklarını, yani tımar verdiklerini görüyoruz;
yargılama yetkisinin önce kiliselere ait tımarlarda
ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Böyle bu derece
üstün bir ayrıcalığın kaynağı neydi acaba? Verilen
şeyin yapısında vardı bu ayrıcalık da ondan; yoksa
verilen bir şey yoktu ortada; yalnız, daha önce
verilmiş olan yetkiyi geri almayı kimse aklından
geçirmemişti. Kiliseye bir gelir kaynağı verilirken
tıpkı senyöre verilen tımar için olduğu gibi, bütün
ayrıcalıkları da beraber veriliyordu; bundan ötürü
de, laik kişilere verildiği zaman devlet nasıl
yararlanıyorsa ondan, kiliseye verdiği zaman da
aynı şekilde yararlanacaktı.
Demek oluyor ki kiliseler kendi topraklarında
tazminat ödetmeye ve fredum istemeye
yetkiliydiler; bu yetki krallığa bağlı adliye
memurlarına tımar toprakları üzerinde freda
istemeyi ve yine bu topraklar üzerinde yargılamada
bulunmayı zorunlu olarak yasak ettiğinden, kilise
adamlarının kendi toprakları üzerindeki yargılama
yetkilerine, fermanlarda olsun, formüllerde olsun,
capitulaire’lerde olsun, immunité yani dokunmazlık
adı verildiğini görüyoruz.
Rhin kıyılarında oturan Frankların kanunu,
kilise tarafından hürriyetleri verilmiş kişilere,
hürriyetlerinin verildiği kilisenin dışında mahkeme
kurmayı yasak eder. Demek oluyor ki kiliselerin,
hatta özgür insanları bile yargılamak ve krallığın
daha ilk zamanlarından itibaren mahkeme kurmak
yetkisi vardı.
Vie des Saints adlı kitapta görüyorum ki Clovis,
kutsal bir kişiye altı fersahlık bir toprak verdikten
başka herhangi bir kovuşturmadan da muaf tutmuş
onu. Bunun uydurma bir şey olduğunu biliyorum
ama çok eskiden uydurulmuş bir şey olduğunu da
biliyorum; kişilerin hayatı da, bu konuda
uydurulan yalanlar da o çağın ahlak ve
kanunlarıyla ilgilidir; burada bizim incelediğimiz de
zaten bu ahlak ve kanunlardan başka bir şey değil.
II. Clotaire uzak ülkelerde toprak sahibi olan
piskoposlarla büyüklere, yargılayacak olan kimseleri
ya da bu ilişkisiyle para alacak olan memurları
bulundukları yerlerden seçmelerini emrediyor.
Aynı hükümdar kilise hâkimleriyle
memurlarının yetkilerini de düzene koymuştur. 802
yılında Charlemagne’ın çıkardığı capitulaire,
piskoposlarla manastır başkanlarına, adliyecilerin
ne gibi nitelikleri olması gerektiğini gösterir. Aynı
hükümdarın bir başka capitulaire’i, krallığa bağlı
adliyecilerin kiliselere ait ülkelerde tarımla
uğraşanları yargılamalarını yasak eder; bununla
beraber bu çeşit tarımla uğraşanlar, kamu
hizmetlerinden kaçmak amacıyla bu işi görüyorlarsa
o zaman, krallığa bağlı adliye memurlarının
görevlerini yerine getirmelerini emreder. Reims’de
toplanan piskoposlar, kiliselere bağlı vasalların, tıpkı
kendileri gibi dokunmazlıkları olduğunu
açıkladılar.
Charlemagne’ın 806 yılında çıkardığı
capitulaire de, kilise toprakları üzerinde oturanların
ceza ya da medeni hukuk çevresine giren bütün
davalarına kiliseler tarafından bakılacağını
emrediyordu. Nihayet Charles le Chauve’un
capitulaire’i, kralın, senyörlerin ve kiliselerin
yargılama yetkilerini tümüyle birbirinden
ayırmıştır; bu konuda daha fazlasını söylemeyi
gerekli görmüyorum.
Konu XXII
Adalet işleri Carolinge’lerin yıkılışından önce
yürürlüğe girmişti
Vasalların, Carolinge’ler yıkılmaya yüz tuttuğu
sırada bundan faydalanarak kendi toprakları
üzerinde yargılama yetkisini ellerine geçirdiklerini
söyleyenler olmuştur. İşi incelemektense genel bir
yargıda bulunmayı tercih etmişler; vasalların bu
yetkiyi nasıl ellerine geçirdiklerini aramaktansa,
vasalların böyle bir yetkileri olmadığını söylemek
daha kolaylarına gelmiş. Ama ne var ki, adalet
işlerinin başlangıcı zorbalık değildir, insanlığın ilk
kurulundan gelmiştir o; yoksa, o kurulun
bozulmasından değil.
Bavyeralıların kanunu, “Özgür bir insanı
öldüren kişi, öldürdüğü adamın akrabasına
tazminat öder, hısım akrabası yoksa, o zaman ya
dukaya öder ya da öldürdüğü kişinin hayattayken
himayesine sığındığı kimseye” der. Bir gelir
amacıyla bir kimsenin himayesine sığınmanın ne
demek olduğunu bilmeyen yoktur.
Almanların kanunu “Kölesi kaçırılan kişi,
tazminat almak amacıyla, doğrudan doğruya,
köleyi kaçıranın efendisine başvurur” der.
Childebert’in fermanında da şu sözler var: “Bir
yüzbaşı kendi bölüğünden gayri bir bölükte ya da
bize bağlı olanlar arasında bir hırsız yakalar ve onu
oradan kovmazsa ya hırsızdan sorumlu olur ya da
hâkimin huzurunda ant içmek suretiyle
suçsuzluğunu ispatlamak zorunda kalır.” Demek
oluyor ki yüzbaşıların topraklarıyla kralın
vasallarının toprakları arasında bir fark vardır.
Childebert’in bu fermanı, Clotaire’in aynı yıl
içinde aynı olayla ilgili olarak çıkardığı kanundan
yalnız şekil bakımından farklıdır; fermanın in
terminis delium nostrorum dediğine kanun in
truste demekle yetinmiştir [435], in truste’nin, bir
başka kralın mülkü anlamına geldiğini sanan M.
Bignon’la M. Du Cange’ın görüşleri isabetsizdir.
İtalya Kralı Pépin, Lombardlar için olduğu gibi,
Franklar için de çıkardığı bir kanunda, yargılama
yetkisini kötüye kullanan ya da yargılama işini
geciktiren kontlarla öteki adliyeciler hakkında
cezalar tespit ettikten sonra, tımar sahibi bir
Frankın ya da bir Lombardın yargılama yetkisini
kullanmak istemediği takdirde, bölgesinde bulunan
hâkim tarafından bir süre için görevinden
affedilmesini emreder; bu süre içinde de bizzat
hâkimin ya da temsilcisinin bu işi göreceğini bildirir.
Charlemagne’ın bir capitulaire’i kralların her
yerden freda almadıklarını gösterir. Aynı
hükümdarın bir başka capitulaire’i de derebeylik
kurallarıyla derebeylik mahkemesinin kurulmuş
olduğunu belirtir. Louis le Débonnaire’in bir
capitulaire’i ise, yargılama yetkisini kullanmak
istemeyen ya da bir başkasının bu yetkiyi
kullanmasını önleyen bir tımar sahibinin evinde
krallık memurlarının, dava sonuca bağlanıncaya
kadar kalmalarını emreder.
Charles le Chauve’un, biri 861 tarihli, öteki de
864 tarihli iki capitulaire’inden daha söz edeceğim;
birincisinde, özel mahkemeler kurulduğu, bu
mahkemelerin hâkimleriyle bunlara bağlı
memurları olduğu belirtilmektedir; ikincisinde ise
hükümdarın kendine bağlı olan senyörlükleri ile
özel kişilerin senyörlükleri arasındaki ayrılıklar
açıklanmaktadır.
Tımarların başlangıcında şuna buna verilen
ayrıcalıklar diye bir şey söz konusu olamazdı; çünkü
tımarlar, toprağın galipler arasında
paylaşılmasından meydana gelmiş bir mülkten
başka bir şey değildi. Şu halde başlangıçta yargılama
yetkisinin tımarlara bağlı bir yetki olduğunu yazılı
sözleşmelerle ispatlamak imkânsızdır. Ama tımar
haklarının varlığını belirten ya da babadan oğla
intikalini gösteren formüller, yasama yetkisinin
oralarda kurulmuş bir gelenek olduğunu
gösteriyorsa, bu yetkinin o zaman tımarın
gereklerinden ve başlıca ayrıcalıklardan olması
gerekir.
Kiliselerin yargılama yetkilerinin kilise
toprakları üzerinde var olduğunu gösteren belgeler
aynı yetkinin senyörlere ya da vasallara ait
tımarlarda var olduğunu gösteren belgelerden daha
çoktur. Bunun da iki nedeni vardır: Birincisi
elimizde mevcut belgelerin çoğunun, salt kendi
manastırlarının yararına olur düşüncesiyle keşişler
tarafından toplanıp saklanmış olmasıdır. İkincisi,
kilise topraklarının kuşaktan kuşağa geçişi, özel
ayrıcalıklarla ve âdeta mevcut usullere aykırı
usullerle meydana gelmiş olduğundan, birtakım
fermanlar, beratlar çıkarmak gerekti; senyörlere
verilen ayrıcalıklar ise politik nedenlerin sonucu
olduğu için, ne özel bir berat çıkartmak, ne de bu
beratı saklamak gerekiyordu. Hatta krallar çoğu
zaman, Saint Maur’un hayatından da anlaşılacağı
gibi senyöre, bir asa vermekle yetinirlerdi.
Bununla beraber Marculfe’ün üçüncü formülü,
dokunulmazlık ayrıcalığının dolayısıyla yargılama
yetkisinin hem kilise topraklarına, hem senyörlerin
topraklarına aynı zamanda verildiğini gösterir. II.
Clotaire’in kanunu da bunun böyle olduğunu
ispatlamak için yeter.
Konu XXIII
Keşiş Dubos’nun, Fransa Krallığının Galya’ya
Yerleşmesi adındaki kitabından çıkan genel fikir
Bu kitabı bitirmeden önce keşiş Dubos’nun
eserini biraz incelersem hiç de kötü bir şey etmiş
olmam; çünkü düşüncelerim durmadan onun
düşünceleriyle çatışıyor. Eğer, o gerçeği bulduysa
benim bulmama imkân yok.
Söz konusu kitap birçok kimsenin hoşuna gitti;
çok güzel yazılmış da ondan; yazar bilinen şeyleri
bile farz etmekle yetiniyor da ondan; kanıt
kıtlığında olasılıkları durmadan artırıyor da ondan;
sayısız tahminleri ilke olarak ortaya atıyor, bu
ilkelerden de sayısız tahminler meydana çıkarıyor
da ondan. Okuyucu, inanmaya başlayabilmek için
başlangıçta şüphe ettiğini unutur. Sistemin içine
değil de yanı başına bir sürü bilgi sıralanmış
olduğundan, insanın kafası temel sorunla değil,
ikinci derecedeki sorunlarla meşgul olur. Hem zaten
bunca araştırma hiçbir şey bulunmadığı düşüncesini
uyandıramaz insanda; yolculuğun uzun oluşu,
amaca ulaşıldığı sanısını uyandırır kişide.
Ama eser iyice incelenirse, kilden ayaklar
üzerine oturtulmuş dev gibi bir heykelle karşı
karşıya olduğumuzu görürüz; ayakları kilden
olduğu içindir ki dev gibi görünür heykel bize. Keşiş
Dubos’nun sistemi sağlam temeller üzerine
oturtulmuş olsaydı, bunu ispatlamak için,
okuyucuyu bıkıp usandıran, üç ciltlik bir kitap
yazmazdı; konusunda bulamayacağı şey yoktu;
konusundan uzak olan şeyleri, dört bir bucakta
arayacak yerde aklını kullansaydı, aradığı gerçeği,
öteki gerçeklerle birlikte, akıl, ayağına getirmekten
geri kalmazdı. Kanunlarımız da, insanlık tarihi de
ona, “Bu kadar yormayın kendinizi; lehinizde
tanıklık edeceğimize söz veriyoruz” derlerdi.
Konu XXIV
Aynı konunun devamı. Sistemin temeli üzerine
düşünce
Kesiş Dubos, Frankların Galya’ya istila yoluyla
girdikleri düşüncesini ortadan tümüyle kaldırmak
istiyor. Ona göre, Galya’daki insan toplulukları
tarafından çağrılan krallarımız Roma
imparatorlarının yerine geçmek ve onların haklarına
sahip çıkmaktan başka bir şey yapmamışlar.
Ama onun bu iddiasını, Galya’ya giren ve
yolunun üstünde rastladığı her şeyi yakıp yıkan
Clovis’e uygulamak imkânsız; yine Clovis’e,
Syagrius adındaki Romalı komutanı mağlup edip
hükmettiği toprakları elinden alan Clovis’e
uygulamak imkânsız bu iddiayı; ancak Clovis’e,
Galya’nın büyük bir bölümünü şiddetle ele
geçirdikten sonra, kendisini seven milletlerin daveti
üzerine ülkenin öteki bölümlerini de hâkimiyeti
altına alan Clovis’e uygulamak mümkündür bu
iddiayı. Clovis’in kabul edilmiş olması da yetmez;
çağrılmış olması gerek; M. Dubos’nun, Galya’daki
insan topluluklarının Romalıların egemenliği
altında ya da bizzat kendi kanunlarının egemenliği
altında yaşamaktansa, Clovis’in egemenliği altında
yaşamayı tercih ettiklerini ispatlaması gerek.
Galya’nın henüz barbarlar tarafından istila
edilmemiş bölgesinde yaşayan Romalılar M.
Dubos’ya göre ikiye ayrılmışlardı: Birinciler, yani
armorik konfederasyonu halinde yaşayan ve
barbarlara karşı kendi kendilerini savunmak ve
kendi kanunlarıyla kendilerini yönetmek için
imparatorun komutanlarını kovmuş olan
Romalılardı; ikinciler ise Romalı komutanlara
henüz boyun eğmekte olan Romalılardı. Şimdi, M.
Dubos’nun, imparatorluğa bağlı kalan Romalıların
da Clovis’i çağırdıklarını ispatladığını mı
sanıyorsunuz? Hayır böyle bir şey yok. Armorik
konfederasyonunun Clovis’i çağırdığını ve onunla
bir anlaşma yaptığını mı sanıyorsunuz? Hayır böyle
bir şey de yok. Bu devletin akıbetinin ne olduğunu
göstermek şöyle dursun, varlığını bile bize
ispatlamaktan acizdir keşiş Dubos. Dahası var,
Honorius’un zamanından ta Clovis’in istilasına
kadar bu devletin başına gelenleri gayet büyük bir
beceriyle anlatan keşiş Dubos, dayandığı yazarlar
söz konusu oldu mu isim belirtmekten
çekinmektedir. Çünkü, Zozime’in kitabından bir yer
belirterek Honorius’un imparatorluğu zamanında
armorik bölgesiyle Galya’nın öteki eyaletlerinin
başkaldırıp bir çeşit cumhuriyet kurduklarını
ispatlamakla, çeşitli zamanlarda Galya’da yapılan
sindirme hareketlerine rağmen armorikin ta
Clovis’in istilasına kadar devam eden bir
cumhuriyet halinde yaşadığını söylemek arasında
büyük bir fark vardır. Bununla beraber sistemini
kurmak için çok kuvvetli ve çok sağlam kanıtlara
ihtiyacı vardır. Çünkü bir fatihin bir ülkeye girip, bu
ülkenin büyük bir bölümünü, kuvvet ve şiddet
kullanarak, egemenliği altına aldığı ve bir süre sonra
da bütün ülkenin kendisine boyun eğdiği görülürse,
buna rağmen tarihte bu boyun eğme olayının nasıl
olduğu hakkında hiçbir kayda rastlanmazsa, o
zaman haklı olarak işin başlamış olduğu şekilde
bittiği kanısı uyanır keşişte.
Bu nokta çürük oldu ğu için keşiş Dubos’nun
kurduğu sistem dayanmaz ve çöker; Galya’nın
Franklar tarafından istila edilmediğini, tersine,
Frankların Galya’da oturan Romalılar tarafından
çağrıldıklarını ispatlamaya kalktı mı, bunun böyle
olmadığını kendisine söylemek, ilkesinin
çürüklüğünü yüzüne vurmak kolay olur.
Keşiş Dubos, ilkesini, Romalıların Clovis’e
verdikleri rütbe ve payelerle ispatlıyor; Clovis’in
milis komutanlığını, babası Childéric’ten aldığını
söylüyor. Ama bilmiyor ki bu iki şey de doğrudan
doğruya kendi uydurmasıdır. Saint Remi’nin
Clovis’e yazdığı mektuba dayanıyor ama bu
mektubun da bir tebrik mektubu olduğunun
farkında değil. Bir yazının konusu belli olduktan
sonra, ona başka bir şekil vermekte ne anlam var?
Clovis, saltanatının sonlarına doğru İmparator
Anastase tarafından konsül ilan edildi; peki ama
ancak bir yıl süren bir görevi ona ne gibi bir hak
verebilirdi? Keşiş Dubos, İmparator Anastase’ın
Clovis’i aynı beratla prokonsül atamış olması
ihtimali olduğunu söylüyor; ben de böyle bir
ihtimalin olamayacağını söylüyorum. Hiçbir şeye
dayanmayan bir olgu hakkında böyle bir şey yok
diyenin sözü, en az var diyenin sözü kadar
geçerlidir. Benim yok derken dayandığım bir neden
de var ortada. Konsüllükten söz eden Grégoire de
Tours, prokonsüllükten hiç söz etmiyor. Üstelik bu
prokonsüllük altı ay süren bir şeymiş. Clovis konsül
olduktan bir buçuk yıl sonra öldü; şu halde
prokonsüllüğü babadan oğla geçen bir görev haline
getirmek imkânsız. Nihayet söyleyeyim ki Clovis
konsüllüğe, haydi isterseniz prokonsüllüğe diyelim,
evet, konsüllüğe atandığı zaman krallığa tam
anlamıyla hâkimdi; bütün hakları da tanınmış
bulunuyordu.
Keşiş Dubos’nun ileri sürdüğü ikinci kanıt,
Galya’daki imparatorluk haklarının tümünün
İmparator Justinien tarafından Clovis’in
çocuklarına ve torunlarına verilmiş olmasıdır. Bu
konuda benim de söyleyecek çok sözüm var. Frank
krallarının bu haklara verdikleri önemin derecesini
anlamak için, koşullarını yerine getirmek
konusunda nasıl bir tarz izlediklerini incelemek
gerek. Zaten Frank kralları Galya’ya hâkimdiler;
barışsever insanlardı bunlar; Justinien’in ise
buralarda bir karış toprağı bile yoktu; batı
imparatorluğu çoktan yıkılmıştı; doğu
imparatorluğu da ancak batı imparatorluğunun
temsilcisi olarak bir hak iddia edebilirdi Galya
üzerinde; yani hakkın hakkı gibi bir şeydi bu. Frank
krallığı kurulmuş bulunuyordu; birleşmeleri bir
tüzüğe bağlanmıştı; krallıkta yaşayan insanlarla
milletlerin karşılıklı hakları tespit edilmişti; her
milletin kanunları yapılmış, hatta yazıyla tespit
edilmişti. İyice teşekkül etmiş bir millete, yabancı
bir imparatorluk bazı haklar tanımış ya da
tanımamış, bunun ne önemi olabilirdi.
Düzensizliğin, karışıklığın hüküm sürdüğü, devletin
yıkılmakta olduğu, istila ve yağmanın devam ettiği
bir sırada, muzaffer komutana dalkavukluk etmeye
çalışan bütün o piskoposların mutantan sözlerini
bize duyurmakla Keşiş Dubos acaba neyi ispat
etmek ister? Dalkavukluk, dalkavukluk edenin
zaafından başka ne gösterir? Belagat ve şiirin böyle
bir hengâmede ne anlamı olabilir? Clovis’in işlediği
cinayetlerden söz ettikten sonra Gregoire de
Tours’un birdenbire, “Bununla beraber
düşmanlarını Tanrı daima onun huzurunda dize
getiriyordu; Tanrı’nın gösterdiği yoldan yürüyordu
da ondan” dediğini görüp de şaşmayacak kim var?
Clovis’in Hristiyanlığı kabul etmesini papaz
sınıfının memnunlukla karşıladığına, hatta bundan
büyük yararlar sağladığına kim şüphe edebilir? Ama
yine bunun gibi, istila sırasında insanların çeşitli
felaketlere uğradıklarından, Roma hükümetinin de
yerini Cermen hükümetine bırakmış olmasından
kim şüphe edebilir? Franklar her şeyi değiştirmeye
ne niyet etmişlerdi ne de böyle bir işe girişecek kadar
kuvvetleri vardı; hem zaten şimdiye dek istila
edenlerden çok azı böyle bir sevdaya düşmüştür.
Ama keşiş Dubos’nun çıkardığı bütün sonuçların
doğru olması için Frankların Roma’ya bağlı
ülkelerde hiçbir şey değiştirmemiş olmaları yetmez,
bizzat kendilerinin de değişmiş olması gerek.
Ben de, Keşiş Dubos’nun usulünü takip etmek
suretiyle pekâlâ Yunanlıların İran’ı istila
etmediklerini ispatlayabilirim. Önce bazı şehirlerin
İranlılarla yaptıkları anlaşmalardan söz açarım.
Arkasından, Franklar nasıl Romalıların hizmetinde
çalışmışsa İranlıların hizmetinde çalışmış olan
Yunanlılardan söz ederim. Eğer İskender, İran
ülkelerine girmiş, Tyr şehrini kuşatmış, almış ve
yıkmışsa, bu, tıpkı Syagrius’un yaptığı gibi özel bir
işti, derim[436]. Ama, Yahudilerin büyük
hahamının nasıl ona karşı geldiğini düşünün [437];
İuppiter Ammon kâhininin sözlerini dinleyin [438];
Gordium’da geleceği hakkında ona söylenen sözleri
hatırlayın[439]; bütün şehirlerin ona âdeta kucak
açtıklarını, bütün valilerle büyüklerin, huzurunda
dize geldiklerini unutmayın. İskender, İranlı lar gibi
giyinmekten çekinmiyor; Clovis de sırtına konsüllük
cübbesini böyle geçirdi işte. Darius, İskender’e
ülkesini paylaşmayı teklif etmedi mi? Darius zorba
bir hükümdar gibi öldürülmedi mi? Darius’un
annesiyle karısı İskender’in ölümüne ağlamadılar
mı? Quinté-Curce, Arrien, Plutarkos, İskender’le
çağdaş mıydılar? Matbaa, bu yazarların yoksun
oldukları bir ışığa kavuşturmadı mı bizi? Fransa
Krallığının Galya’ya Yerleşmesi adındaki kitabın
hikâyesi işte bundan ibaret.
Konu XXV
Fransız soylu sınıfı üzerine
Keşiş Dubos, krallığımızın ilk zamanlarında
Franklarda, yalnız bir sınıf vatandaşın
bulunduğunu söylüyor. İlk ailelerimizin soyluluk
niteliğini küçümseyen bu iddia, aynı şekilde, birbiri
arkası sıra krallığa hükmeden üç büyük aileyi de
küçümsemekten geri kalmaz. Demek oluyor ki
onların büyüklüğü çok eski zamanlara dayanmıyor?
Demek oluyor ki tarih, onların aşağı tabakalara
mensup oldukları yüzyılları aydınlatabilecek?
Demek oluyor ki, Chilpéric’in, Pépin’in ve Hugues
Capet’nin soylu olmaları için kökenlerini
Romalılarda ya da Saksonlarda, yani boyunduruk
altına alınmış milletlerde aramak gerekecek?
Keşiş Dubos bu görüşünü ileri sürerken de
salique kanuna dayanıyor. “Bu kanun,” diyor; “Bize
açıkça gösteriyor ki Franklarda iki sınıf yurttaş
yoktu. Nitekim kanun, öldürülen herhangi bir
Frank için iki yüz sou tazminat verilmesini
buyuruyordu. Buna karşılık aynı kanun,
Romalılarda kralın dostu[440] olan bir kişi
öldürüldüğü takdirde üç yüz sou tazminat
ödenmesini, mülk sahibi Romalı için yüz sou
ödenmesini, haraç ödeyen Romalı için de kırk beş
sou tazminat ödenmesini emrederdi.” Ödenen
tazminatlar arasındaki farklar kişiler arasındaki
başlıca ayrılıkların işareti olduğundan Keşiş Dubos,
Franklarda bir sınıf yurttaşın, Romalılarda ise üç
sınıf yurttaşın bulunduğu sonucunu çıkarıyor.
Şaşılacak şey doğrusu, nasıl oluyor da Keşiş
Dubos işlediği hatayı anlamakta bu derece güçlük
çekiyor? Gerçekten de öyle, Frankların egemenliği
altında yaşayan Romalı soylular, nasıl olur da daha
çok tazminatı hak edebilirler ve yine nasıl olur da en
ünlü Franklardan, en büyük komutanlardan daha
önemli kişi olarak ortaya çıkabilirler? Galip milletin
kendisini bu derece küçümsediğini, mağlup milleti
de bu derece yükselttiğini gösterecek nasıl bir işaret
var ortada? Üstelik, Keşiş Dubos, öteki barbar
milletlerin, aralarında çeşitli vatandaş sını arının
bulunduğunu gösteren kanunlarını da belirtmekten
çekinmiyor. Bu genel kuralın Franklarda
uygulanmamış olması, doğrusu ya tuhaf bir şey
olur. Bundan da sayın keşişin, salique kanunun
metnini yanlış yorumladığını ya da yanlış
uyguladığını anlaması gerekirdi: Oysa oncağız,
düştüğü hatanın farkında bile değil.
Sözü geçen kanunu açtığımız zaman, bir
antrustion’un, yani kralın yiğitlerinden ya da
vasallardan birinin öldürülmesi halinde ödenecek
tazminatın altı yüz sou olduğunu, buna karşılık
Romalı bir dostun tazminatının üç yüz sou;
herhangi bir Frankın öldürülmesi halinde
tazminatın, iki yüz sou, bir Romalı için tazminatın
ise yüz sou olduğunu görüyoruz. Bir çeşit köle ya da
hürriyeti verilmiş köle olan haraca bağlı bir Romalı
için tazminat miktarı kırk beş sou’dan ibaretti; köle
ya da hürriyeti verilmiş köle olan Franklar için
ödenen tazminattan söz etmeyeceğim; kanunda bu
üçüncü sınıfın sözü geçmez de ondan.
Keşiş Dubos ne yapıyor, biliyor musunuz?
Kanunda birinci sınıf Franklarla yani
antrustion’larla ilgili maddeden hiç söz etmiyor;
arkasından da, ölümü için ikiyüz sou tazminat
ödenen Frankla, üç sınıfa ayırdığı Romalıları, her
biri için ayrı tazminat ödenen Romalıları
karşılaştırıyor ve Romalılarda üç sınıf, Franklarda
ise bir sınıf insan bulunduğu sonucunu çıkarıyor.
Ona göre, mademki Franklarda bir sınıf vardı,
o halde Burginyonlarda da bir sınıf olması gerekirdi;
çünkü onların ülkesi, bizim krallığımızın başlıca
parçalarından biri olmuştur. Gelgelelim,
Burginyonların kanunlarında üç çeşit tazminat
vardı: Biri soylu Burginyon ya da Romalı için,
ikincisi daha aşağı tabakadan Burginyon ya da
Romalı için, üçüncüsü ise her iki millette de daha
aşağı tabakadan olan kişiler için. Keşiş Dubos bu
kanunlardan hiç söz etmiyor.
Kendisini her yandan sıkıştıran kanun
metinlerinden nasıl kaçıp sıyrıldığını görmek
gerçekten insanın hoşuna gidiyor. Büyüklerden,
senyörlerden, soylulardan söz edildiği zaman
kendisine, bunlar diyor, sınıf ayrılıkları değil,
sıradan ayrılıklardır; nezaket icabı göz önünde
tutulan farklardır, yoksa kanunun verdiği
ayrıcalıklar değildir; sözü edilen kişiler belki kralın
meclisine dâhil kişilerdi; hatta Romalı da
olabilirlerdi; bununla beraber Franklarda yalnız bir
sınıf insan vardı. Öte yandan, bir yerde, aşağı
sınıan bir Frankın sözü geçse keşiş hemen bunun
bir köle olduğunu söyler; Childebert’in fermanını o
şekilde yorumlar da onun için. Bu ferman üzerinde
biraz durmam gerekiyor. Keşiş Dubos fermanı
meşhur etti; ona dayanarak iki şeyi ispatlamak
istedi de ondan; birincisi, barbarların kanunlarında
sözü geçen bütün tazminatların bedeni cezaya ilave
edilmiş bir ceza olmasıydı ki, o zaman bütün eski
belgeler altüst edilmiş olurdu; ikincisi ise, bütün hür
insanların doğrudan doğruya ve derhal kral
tarafından yargılanmasıydı ki, bu da bize, yanlış
gibi geliyor; çünkü o çağın yargılama usulünü
gösteren birçok metin ve belgeler, bunun aksini iddia
etmektedir.
Bir millet kurultayında kaleme alınmış olan bu
fermanda şöyle denir: “Hâkim, ünlü bir hırsız
bulursa, Frank (Francus) olduğu takdirde elini
kolunu bağlayıp krala gönderir; yakaladığı hırsız
daha zayıf bir kişiyse (debilior persona) hemen
orada asılır.” Keşiş Dubos’ya göre Francus demek
hür insan demektir; debilior persona ise köle
demektir. Bir an için, Francus kelimesinin burada
hangi anlama geldiğini bilmediğimi farz edeceğim;
yalnız daha zayıf bir kişiden ne kastedildiğini
incelemeye çalışacağım. Bana kalırsa hangi dilde
olursa olsun her çeşit karşılaştırma zorunlu olarak
üç terimi gerektirir: En büyük, daha küçük ve en
küçük. Burada söz konusu yalnız hür insanlarla
köleler olsaydı, fermanı kaleme alan daha zayıf bir
kişi demez, doğrudan doğruya köle derdi. Şu halde
burada, debilior persana, köle değil, kölenin üstünde
bir insan anlamına gelir. Bunu böylece kabul
ettikten sonra Francus da hür insan değil, ünlü bir
insan anlamına gelir. Francus burada işte bu
anlama alınmıştır; çünkü ülkelerde en güçlü, en
kuvvetli kişiler, en itibarlı kişiler hep Franklar
arasından çıkardı; hâkimlerle kontlar da bunları
yola getirmekte güçlük çekerlerdi. Benim yaptığım
bu açıklama ise, hangi hallerde suçluların kralın
huzuruna gönderilmesi, hangi hallerde
gönderilmemesi gerektiğini gösteren birçok
capitulaire’le bağdaşmaktadır.
Tégan tarafından yazılmış olan Vie de Louis le
Débonnaire adlı kitapta [441], piskoposların,
kölelikten gelen ya da barbarlar arasından çıkan
piskoposların bu imparatoru küçük düşürdüklerini
görüyoruz. Bu hükümdarın kölelikten kurtarıp
Reims piskoposluğuna getirdiği Hébon’a Tégan
şunları söyler: “Bunca iyiliğine karşı imparator
senden ne gibi bir hizmet gördü? Seni hürriyetine
kavuşturdu ama soyluluğa yükseltmedi; hem zaten
seni hürriyetine kavuşturduktan sonra soyluluğa
yükseltemezdi ki!”
İki sınıf vatandaşın bulunduğunu gösteren bu
sözler bile Keşiş Dubos’nun kafa düzenini bozmaz.
Buna da şu şekilde karşılık verir: “Bu sözler, Louis le
Débonnaire’in Hébon’u soylular sınıfına sokamadığı
anlamına gelmez. Çünkü Reims piskoposu olmakla,
Hébon, soyluluktan da üstün bir sınıfa mensuptu.”
Bu sözlerin ne demek istediğini varsın okuyucu
takdir etsin; burada papaz sınıfının soylu sınıfına
olan üstünlüğü mü söz konusudur yoksa, değil
midir, varsın onu da okuyucu takdir etsin. Kesiş
Dubos devamla, “Bu sözler yalnız, hür doğan
yurttaşların soylulukla yetinebileceğini gösteriyor”
diyor, “Toplum hayatında soylu insanla, hür insan
çoğu zaman aynı anlama gelmiştir.” Ne demek yani,
zamanımızda bazı burjuvalara soyluluk unvanı
verildi diye, Vie de Louis le Débbonnaire’in bir
bölümünü bu çeşit insanlara mı uygulayacağız?
Keşiş Dubos devamla: “Belki Hébon, Franklarda
değil de Saksonlarda ya da yurttaşların çeşitli
sını ara ayrıldığı başka bir Cermen topluluğunda
kölelik etmişti,” diyor. Demek oluyor ki Keşiş
Dubos’nun belkisi yüzünden Franklarda soylu
sınıfını kaldıracağız. Gelgelelim Keşiş Dubos, belki
kelimesini hiçbir zaman buradaki kadar yersiz
kullanmamıştır. Az önce Tégan’ın, kölelikten
kurtulan ya da barbar insan topluluklarından çıkan
piskoposları Louis le Débonnaire’e düşman olarak
ileri sürdüğünü görmüştük. Hébon bunların ikinci
kategorisine değil birinci kategorisine
girenlerindendir. Hem zaten Hébon gibi bir kölenin
Sakson ya da Cermen olduğu nasıl söylenebilir? Bir
kölenin ailesi, dolayısıyla milliyeti de olamaz. Louis
le Débonnaire, Hébon’a hürriyetini vermiş ve
hürriyeti verilen köleler efendilerinin kanununu
kabul etmek zorunda oldukları için, Hébon da
Frank olmuş, Sakson ya da Cermen değil.
Şimdiye kadar hep saldırdım, biraz da kendimi
savunayım. Biliyorum bana diyeceksiniz ki,
antrustion’lar topluluğu devlette hür kişilerden ayrı
bir sınıf meydana getirmişti ama tımarlar
başlangıçta geçiciyken sonradan kaydı hayat
şartıyla verildiğinden, durum, ilksiz bir soylu
sınıfının oluşmasına imkân veremezdi; ayrıcalıklar
babadan oğla geçen bir tımara bağlı değildi de
ondan. M. de Valois’ya Franklar’da yalnız bir sınıfın
bulunduğu sanısını veren herhalde bu düşünce
olacak. Keşiş Dubos da ondan almış bu sanıyı ama
kötü kötü kanıtlar kullanarak berbat etmiş. Her ne
hal ise, benim yukarıda kendi kendime çıkışmak
için ileri sürdüğüm şeyi, Keşiş Dubos kırk yıl
düşünse bulamazdı. Çünkü Romalılarda üç sınıf
soyluluk kabul ettikten sonra, birincisine, kralın
yiğitlerini dâhil eden Keşiş Dubos, bu unvanı
antrustion unvanından daha çok ilksiz bir soyluluk
gösterdiğini iddia edemezdi. Ama yine de dolaysız
bir karşılık vermek gerek.
Antrustion’lar ya da yiğitler, tımarları olduğu
için bu unvanları almış değillerdi; salt antrustion
oldukları için kendilerine tımar verilirdi. Bu kitabın
ilk konularında söylediklerimi hatırlayın:
Senyörlerin sonradan sahip oldukları tımar daha
önce sahip oldukları tımarın aynı değildi; bununla
beraber başka bir tımarları daha vardı; tımarlar,
doğuşta verilirdi; millet kurultaylarındaki
kararlarla verilirdi ve nihayet, tımar sahibi olmak
hem soyluların çıkarına, hem de hükümdarların
çıkarına olduğu için verilirdi. Bu aileler, hem
hükümdara gösterdikleri bağlılıkla, hem de bir
tımara sahip olacak yetkide oldukları için öteki
aileler arasında sivrilirlerdi. Bundan sonraki
kitabımda, zaman koşulları sayesinde birçok hür
insanların bu ayrıcalıklardan nasıl yararlandıklarını
ve dolayısıyla soylu sınıfına nasıl girdiklerini
göstermeye çalışacağım. Böyle bir şey ne Gontran
zamanında vardı ne de yeğeni Childebert
zamanında; Charlemagne’ın hükümeti zamanında
ise bu usulün konduğunu görüyoruz.
Charlemagne zamanında her ne kadar hür
insanlar tımar sahibi olmak hakkından tümüyle
yoksun değillerse de, Tégan’ın yukarıda sözü geçen
kitabından, hürriyeti verilmiş kölelerin böyle bir
haktan tümüyle yoksun bırakıldıkları anlaşılıyor.
Eski Fransız soylu sınıfının ne olduğunu bize
anlatmak için Türkiye’de yürürlükte olan usulden
söz etmeye kalkan Keşiş Dubos, Louis le Débonnaire
ile Charles le Chauve’un hükümetleri zamanında
halk tabakasından kimselerin yüksek rütbe ve
makamlara getirilmelerinden Fransızların
yakındıkları gibi Türklerin de yakındıklarını
söyleyebilir mi? Charlemagne zamanında bundan
yakınan yoktu; çünkü bu hükümdar her zaman,
eski aileleri yenilerden ayrı tutmuştur; Louis le
Débonnaire’le Charles le Chauve ise böyle bir şey
yapmadılar.
Okurlarımın, Keşiş Dubos’ya çok güzel ve çok
değerli kitaplar borçlu olduklarını unutmamaları
gerek. Onun hakkında hüküm verirken bu kitabını
değil, öteki kitaplarını ele almalı. Keşiş Dubos birçok
yanlış şeyler söylüyor bu kitabında; sebebi de şu:
Gözlerinin önünde, konusunu bulunduracak yerde
Kont de Boulainvilliers’nin kitabını bulunduruyor.
Bütün bu eleştirilerimden şu sonucu çıkaracağım:
Bu büyük adamın hata işlediğine bakılırsa, benim
şahsen, hata işlememem için ne büyük çabalar
harcamam gerekecek, Tanrı bilir!
OTUZ BİRİNCİ KİTAP
Krallıklarındaki devrimlerle ilgili
olarak
Franklarda derebeylik kanunları
kuramı
Konu I
Görevlerle tımarlardaki değişiklikler
Önceleri kontlar görevleri başına bir yıl için
gönderilirlerdi; çok geçmeden görevlerini satın
almaya ve böylece devamlı bir hale sokmaya
başladılar. Clovis’in torunlarının saltanatından
itibaren buna bir örnek bulabiliyoruz. Peonius
adında birisi Auxerre şehrinde konttu; görevinin
devamını sağlamak için oğluna para verip Gontran’a
gönderdi; oğlu da parayı kendisi için verip babasının
yerini aldı. Görülüyor ki krallar, daha o zamanlar,
kendi bağışlarını bile kötüye kullanmaya
başlamışlardı.
Krallık kanunları gereğince tımarların babadan
oğla geçmesi yasaktı ama krallar da öyle kolay kolay
tımar verip tımar alamazlardı; tımar verip alma işi
kurultayların başlıca uğraşlarındandı. Ne yazık ki
az önce sözünü ettiğimiz kötüye kullanma işi buraya
da bulaştı; kontlar gibi tımar sahipleri de para
vermek suretiyle tımarlarından yararlanmaya
devam ettiler.
Bu kitabın sonraki konularında göstereceğim
gibi, hükümdarlar, belli bir süre içinde hibe ettikleri
topraklardan gayri, devamlı olarak arazi hibe
etmeye de başladılar. Bir an geldi saray, hibe ettiği
toprakları geri almak istedi. Bu davranış genel bir
homurtunun ve Fransa tarihinde gördüğümüz o
meşhur devrimin meydana gelmesine sebep oldu; en
meşhur olayı da bu devrimin, Brunehault işkencesi
denen işkencedir.
Bunca kralın kızı, kız kardeşi, annesi olan,
Romalı bir edile[442]’e ya da bir prokonsül’e
yakışacak eserleriyle tarihe ün salan, iş konusunda
da anadan doğma bir yeteneği bulunan, uzun
zaman halkın saygısını kazanmasını sağlayan birçok
meziyetleri bulunan bu kraliçe, herhangi özel bir
nedenden ötürü milletin gözünden düşmemiş
olsaydı, elbette ki, ülkesindeki itibarı bir hayli bozuk
olan bir kral tarafından öyle utandırıcı, öyle ağır
işkencelere uğratılmazdı. Clotaire kendisini, on
kralın ölümüne sebep olmakla suçladı; oysa bu
krallardan ikisini Clotaire’in kendisi öldürtmüştü;
birkaçının ölümüne ise ya kaderin cilvesi ya da
başka bir kraliçenin kötülüğü sebep olmuştu.
Frédégonde’un döşeğinde rahat rahat ölmesine izin
veren, korkunç cinayetlerinin cezalandırılmasına
engel olan bir millet, Brunehault’nun cinayetlerini
pekâlâ vurdumduymazlıkla karşılayabilirdi.
Brunehault bir deveye bindirilip askerler
arasında dolaştırıldı. Ordunun gözünden
düştüğünü gösteren bir işarettir bu. Frédégaire’in
dediğine bakılırsa, Brunehault’nun sevgilisi olan
Protaire, senyörlerin mallarına mülklerine el koyar,
gelirlerini kendi kesesine aktarır, soylular sınıfını
küçümsermiş; bundan ötürü de hiç kimse görevinde
kalıp kalmayacağını bilemezmiş. Bu hareketlerden
etkilenmiş olan askerler onu çadırında hançerle
öldürdüler; Brunehault da ya bunun intikamını
almak için ya da aynı planın devamını sağlamak
için kötülüklerini her gün biraz daha artırdı.
Tek başına hüküm sürmek isteyen, içinde
korkunç bir öç almak duygusu bulunan,
Brunehault’nun oğulları galip geldiği takdirde
kendisinin mahvolacağına kesin olarak inanan
Clotaire bizzat kendisine karşı düzenlenen bir
harekete katıldı ise de ya beceriksizliği yüzünden ya
da olayların gidişine uymak zorunda kaldığından
Brunehault’yu suçladı ve bu kraliçeye olmadık
işkenceyi etti.
Warnachaire, Brunehault’ya karşı düzenlenen
suikastın ruhuydu; Burgonya sarayı başkanlığına
atandı[443]; Clotaire’i sıkıştırıp, hayatının sonuna
kadar bu görevde bırakılacağına dair söz aldı. Bu
bakımdan saray başkanlarının durumu Fransız
senyörlerinin durumundan farklı oldu; başkanın
otoritesi kralın otoritesinden ayrı bir otorite olarak
ortaya çıkmaya başladı.
Milleti en çok dehşete düşüren şey
Brunehault’nun naipliği sırasındaki o korkunç
yönetimi oldu. Kanunlar hüküm sürdükçe hiç
kimse tımarının elinden alınmasından
yakınamazdı; çünkü kanun, tımarı, kendisine
hepten vermiş değildi; ama cimrilik, kötüye
kullanma, ahlaksızlık, tımarların hepten
verilmesine sebep olunca, bu kez, dalavere ile mal
mülk sahibi olanlar yine dalavere ile mallarının
mülklerinin ellerinden alınmasından yakınmaya
başladılar. Bu iş kamunun çıkarına yapılsaydı belki
kimse sesini çıkarmazdı ama ne ahlaksızlığı
gizliyorlar ne de memleketin içinde bulunduğu
düzeni ortaya atmaktan geri kalıyorlardı. Bir
yandan hazinenin çıkarlarını ileri sürüyorlar, öte
yandan hazineyi hiçbir kayda tabi olmadan
istedikleri gibi boşaltıyorlardı; hükümdarın
ihsanları artık, görülen hizmetlere karşılık bir ödül
olmaktan çıkmıştı. Brunehault içinden pazarlıklı bir
kadındı; eski ahlaksızlığın sebep olduğu kötüye
kullanmaları aynı ruh haletiyle düzeltmeye kalktı.
Gelip geçici istekleri, öyle zayıf bir insanın istekleri
değildi. Senyörlerle büyük komutanlar işin kötüye
varacağını anlayınca bizzat kraliçeyi yıkmaktan
çekinmediler.
O çağa ait bütün belgeleri ele geçirmemiz
imkânsız; şimdiki olaylar hakkında köylü ne
biliyorsa o çağın olayları hakkında da o kadar bilgisi
olan tarihçilere gelince, onlar da son derece kısır
kişilerdi. Bununla beraber kötüye kullanmaları
önlemek amacıyla Clotaire’in Paris din meclisine
verdiği kanun, bu hükümdarın ayaklanmalara
sebep olan şikâyetleri ortadan kaldırmak istediğini
gösterir. Clotaire bir yandan kendi sele eri
tarafından verilmiş ya da kabul edilmiş tımarların
tümünü benimsediğini bildiriyor, öte yandan da, o
zamana dek yiğitleriyle senyörlerinin ellerinden
alınmış olan malların mülklerin kendilerine iadesini
buyuruyordu.
Kralın söz konusu meclise verdiği ayrıcalıklar
bundan ibaret değildi. Papaz sınıfının
ayrıcalıklarına karşı ne yapılmışsa hepsini düzeltti.
Piskopos seçimlerinde sarayın etkisini ha etti.
Kral, vergi işlerini de düzene koydu. Bütün yeni
vergilerin kaldırılmasını istedi; Gontran, Sigebert ve
Chilpéric’in ölümünden sonra alınmaya başlanmış
olan geçit vergilerinin alınmamasını buyurdu; yani
Frédégonde ile Brunehault’nun naiplikleri
zamanında yapılmış olan şeylerin tümünü
hükümsüz ilan etti. Kendi malı olan hayvan
sürülerinin şunun bunun otlaklarında otlatılmasını
da yasak etti; az sonra, Clotaire’in yaptığı ıslahatın
çok geniş olduğunu, medeni hukuk alanına giren
işlerin tümünü ilgilendirdiğini göreceğiz.
Konu II
Mülki yönetim nasıl ıslah edildi
O zamana kadar milletin, kendisini yönetecek
olanları seçerken ya da söz konusu kişilerin
davranışlarını yargılarken işi ha f tuttuğuna,
sabırsızlık alametleri göstermediğine şahit
olmuştuk; efendileri arasındaki anlaşmazlıklara
karışmadığını, yalnız onlara barışın zorunlu
olduğunu kabul ettirdiğini görmüştük. Ama henüz
görmediğimiz bir şeyi de millet o zaman yaptı:
Kendi durumuna şöyle bir baktı, kanunları
serinkanlılıkla inceledi, yetersiz olan tara arını
tamamladı, kendisine karşı kullanılan zorbalığa son
verdi, kuvvet ve yetkileri düzene koydu.
Frédégonde’la Brunehault’nun erkeklere özgü
bir cesaret ve gözü peklikle yönettikleri naiplik
hükümeti, milleti, hayrete düşürmekten çok
uyarmıştı. Frédégonde ettiği kötülükleri yine ettiği
kötülüklerle savunmuştu; düşmanlarını
zehirleyerek öldürmüştü; davranışlarını haklı
çıkarmak için de yine zehir kullanmaktan
çekinmemişti; davranışları genel olmaktan çok özel
bir nitelik taşıyordu. Frédégonde daha çok kötülük
etti; buna karşılık Brunehault daha çok yıldırdı. Bu
kriz esnasında millet derebeylik yönetimini düzene
koymakla yetinmedi mülki yönetime de bir düzen
vermek istedi. Çünkü bu yönetim de öteki kadar
bozulmuştu; hem bu bozulma daha eski olduğu için
daha tehlikeliydi; kanunların değil daha çok
ahlakın bozulmasından ileri geliyordu da ondan.
Grégoire de Tours’un anlattıklarıyla öteki
belgelerden çıkarttığımız sonuçlardan anlıyoruz ki
millet de, krallar da hem yabancıdır hem de hain.
Bu hükümdarlar haksızlık etmekten, işkenceye,
kötülüğe başvurmaktan geri kalmıyorlardı; milletin
tümü böyleydi zaten. Kimi zaman Hristiyanlık
onları yumuşatmamış gibi görünürse de bu da yine
Hristiyanlığın suçlulara verdiği korku ve dehşetin
sonucudur. Kilise kendini, onlara karşı, velilerinin
kehanet ve kerametleriyle savunuyordu. Krallar
kutsal şeylere karşı saygısızlık göstermezlerdi; aksi
takdirde cezaya çarpılacaklarını bilir ve bundan
korkarlardı. Ama öte yandan, kimi zaman,
kızdıkları bir anda, kimi zaman da gayet serinkanlı
oldukları bir anda çeşitli haksızlıklarda
bulunmuşlar, çeşitli suçlar işlemişlerdir; çünkü bu
haksızlıklarla bu suçlar, onlara, tanrısal adaletin
aynı derecede yakın olduğunu göstermezdi. Daha
önce de söylediğim gibi Franklar, kan dökmekten
hoşlanan krallara katlanırlardı; kendileri de öyleydi
de ondan; krallarının çapulculuklarından,
haksızlıklarından yakınmazlardı; çünkü kendileri
de kralları gibi haksızlık ve çapulculuk etmekten
çekinmezlerdi. Bazı yerleşmiş kanunları vardı, ama
krallar bu kanunları Préception[444] adı verilen
mektuplarla istedikleri zaman, istedikleri şekilde
bozabilirlerdi; bu mektuplar Romalı imparatorların
rescrit[445]’leri gibi bir şeydi; krallar ya onlardan
almışlardı bu alışkıyı ya da kendileri
uydurmuşlardı. Grégoire de Tours’dan öğreniyoruz
ki krallar serinkanlılıkla adam öldürtürlermiş; bazı
sanıkları hiç dinlemeden ölüme mahkûm ettikleri
de olurmuş. Kanun dışı evlenmeler için bu çeşit
mektuplardan verirlermiş; mirasın başkalarına
geçmesi için de bu mektuplardan verirlermiş; ana
babanın, hısım ve akrabanın haklarını ortadan
kaldırmak için de mektup vermekten
çekinmezlermiş; rahibelerle evlenmek için de kimi
zaman bu mektuplardan verdikleri olurmuş.
Gerçekte, kendiliklerinden kanun yaptıkları yoktu
ama yapılmış kanunların uygulanmasını
geciktirirlerdi.
Clotaire’nin fermanı bütün yakınmaları
ortadan kaldırdı. Sanıklar ancak söyleyeceklerini
söyledikten sonra mahkûm edildiler; hısım akraba
kanunun gösterdiği düzene göre mirasa kondular;
kızlar, dullar ya da rahibelerle evlenmek için
verilmiş olan préception’ların hiçbiri geçerli
sayılmadı; bu çeşit mektupları alanlar ve
kullananlar ağır bir şekilde cezalandırıldı. Bu
fermanın 13., 14. ve l5. maddeleri zamanla
silinmemiş olsaydı Clotaire’in bu çeşit mektuplar
hakkında daha neler buyurduğunu iyice öğrenirdik.
Précéption’ların geçerli olduğunu buyuran 13.
maddenin elimizde yalnız ilk kelimeleri var; oysa bu
hüküm, Clotaire’in aynı kanunla feshettiği
preception’lar için geçerli olamaz. Elimizde aynı
hükümdarın bu fermanıyla ilgili bir kanun daha var
ki orada, précéption’ların neden olduğu bütün
kötüye kullanmaların birer birer düzeltildiğini
görüyoruz.
Üzerinde ne zaman ve nerede çıkarıldığı yazılı
olmayan bu kanunun M. Baluze, I. Clotaire’e ait
olduğunu söylüyorsa da ben şu üç nedenden ötürü
onun II. Clotaire’e ait olduğunu iddia ediyorum.
Kanunda:
I. Kralın, babasıyla atası tarafından kiliselere
verilmiş olan dokunmazlık haklarına saygı
göstereceği yazılı. I. Clotaire’nin henüz Hristiyan
olmayan ve krallık kurulmadan önce yaşamış olan
atası Childéric, kiliselere nasıl ve ne gibi
dokunmazlık hakları verebilirdi? Ama bu kanun
için II. Clotaire’indir dersek o zaman atası olarak
karşımıza, karısı ve çocuklarıyla beraber yaktırdığı
oğlu Cramne’in kefaretini ödemek için kiliseye
büyük bağışlarda bulunmuş olan 1. Clotaire’nin
çıktığını görürüz.
II. Bu kanunun düzeltmeye çalıştığı kötüye
kullanmalar I. Clotaire’in ölümünden sonra da
devam etti; hatta Gontran’ın o zayıf yönetimi
zamanında olsun, Chilpéric’in o zalimane hükümeti
zamanında olsun, Frédégonde’la Brunehauet’nun o
iğrenç naiplik yönetimi zamanında olsun en üst
noktasına ulaştı. Durum böyle olunca, nasıl oldu da
millet, bir kez ortadan kaldırılmış olan bunca
şikâyet konusunun yeniden dirilmesine hiç ağzını
açmadan, hiçbir harekette bulunmadan
katlanabildi? Nasıl oldu da millet, II. Chilpéric’in o
şiddetli hareketlerine yeniden başlaması üzerine, bu
hükümdarı, yargılamalarda, eskiden olduğu gibi
geleneklere uymaya mecbur ettiği zaman yapmış
olduğu şeyi yapmadı?
III. Nihayet, şikâyet konularını ortadan
kaldırmak için yapılmış olan bu kanunun I. Clotaire
ile hiçbir ilgisi olamazdı; çünkü, onun zamanında
bu konuda hiçbir şikâyet yoktu; üstelik otoritesi de,
hele bu kanunun çıkış tarihi olarak gösterilen tarihte
son derece kuvvetliydi; oysa bu kanun, II. Clotaire
zamanında memleketin politik durumunda bir
devrime sebep olmuş olan olaylara daha uygun
düşmektedir. Tarihi kanunlarla, kanunları da
tarihle aydınlatmak gerek.
Konu III
Saray başkanlarının otoritesi
II. Clotaire’in, Warnachaire’i hayatının sonuna
kadar saray başkanlığında bırakacağına söz
verdiğini söylemiştim. Devrimin bir başka sonucu
daha oldu; o zamana kadar kralın saray başkanıydı;
ondan sonra krallığın saray başkanı oldu; o zamana
dek kral seçerdi onu; devrimden sonra millet
seçmeye başladı. Devrimden önce Protaire’i
éodoric, Landéric’i de Frédégonde seçmişti bu
mevkiye ama devrimden sonra bu seçim işini millet
üzerine aldı.
Şu halde, bazı yazarların yaptıkları gibi, bu
saray başkanları ile Brunehault’nun ölümünden
önce bu mevkiye atanmış olanları, kralın saray
başkanlarıyla krallığın saray başkanlarını birbirine
karıştırmamak lazım. Burginyonların
kanunlarından anlıyoruz ki saray başkanlığı
onlarda devletin en ileri gelen mevkilerinden biri
değildi; ilk Frank krallarında da bu mevki başta
gelen mevkilerden biri sayılmazdı.
Clotaire, görevi olanlarla tımar sahiplerine
gerekli teminatı vermişti; Warnachaire’in
ölümünden sonra yerine kimi koymak istediklerini
sorduğu zaman Troyes’da toplanan senyörler ağız
birliği edip hiç kimseyi seçmeyeceklerini söylemişler
ve kendilerinden iltifatını esirgememesini rica edip
ona sığınmışlardı.
Dagobert de babası gibi bütün krallığı
birleştirmişti. Millet ona güvendiğini belli etmek
için saray başkanı seçmek istememişti. Kendini son
derece özgür hisseden ve elde ettiği zaferlerden âdeta
şımaran bu hükümdar tutup Brunehault’nun
planını uygulamaya kalktı ama hiçbir başarı elde
edemedi. Sclavon’lara yenilen Austrasie senyörleri
ülkelerine dönmek zorunda kaldılar; böylece
Austrasie’nin sınır bölgeleri barbarlar tarafından
yağma edildi. Bunun üzerine Austrasie’yi bir hazine
ile beraber oğlu Sigebert’e vermeye ve krallıkla
sarayın yönetimini Kolonya Piskoposu Cunibert ile
Adalgise dukasına terk etmeyi Austrasie halkına
teklif etti. Frédégaire o sırada imzalanan
anlaşmaların ayrıntılarına girmiyor ama kral bütün
anlaşmaları kabul ettiğini fermanlar sayesinde
belirtmiş ve her şeyden önce Austrasie’yi tehlikeden
kurtarmaya çalışmıştır.
Ölmek üzere olduğunu anlayan Dagobert,
karısı Nentechilde ile oğlu Clovis’i Aega’ya emanet
etti. Neustrie ile Burgonya senyörleri bu genç prensi
kral seçtiler. Aega ile Nentechilde sarayı yönettiler;
Dagobert’in el koymuş olduğu mülklerin tümünü
eski sahiplerine verdiler; böylece Austrasie’de olduğu
gibi Neustrie ile Burgonya’da da yakınmalar sona
erdi
Aega’nın ölümünden sonra kraliçe
Nentechilde, Burgonya senyörlerini, Floachatus’u
saray başkanlığına seçmeye davet etti. Floachatus,
Burgonya krallığının başlıca senyörlerine birer
mektup gönderdi ve onlara hayatlarının sonuna
kadar mallarına mülklerine, görevlerine, rütbelerine
dokunmayacağına söz verdi. Arkasından da verdiği
sözü tutacağına ant içti. İşte Kral Sarayı Başkanları
adlı kitabın yazarı, krallığın saray başkanları
tarafından yönetilmesine başlangıç olarak bu olayı
göstermektedir.
Bir Burginyon olan Frédégaire, söz konusu
ettiğimiz devrim sırasında Austrasie ile Neustrie
sarayları başkanlarından çok Burgonya sarayı
başkanlarından uzun uzadıya söz etmiştir ama
Burgonya’da imzalanan anlaşmalar aynı
nedenlerden ötürü Neustrie ile Austrasie’de de
imzalanmıştır.
Millet, egemenliği, veraset yoluyla kral olan bir
insanın eline bırakmaktansa bizzat seçeceği ve bazı
koşullarını kabul ettireceği bir saray başkanına
vermenin daha iyi olacağını sandı.
Konu IV
Milletin saray başkanları hakkındaki düşüncesi
neydi
Bir devlette, kralı olan bir milletin, krala özgü
bir egemenliği uygulayacak olan kişiyi seçmesi
insana tuhaf geliyor; içinde yaşadıkları koşulları bir
yana bıraksak bile öyle sanıyorum ki Franklar bu
görüşlerini tarihlerinin çok daha uzak olaylarından
almışlardır.
Franklar, Cermenlerin bir koluydu; Tacitus,
Cermenlerin, kral seçerken adayın soylu, saray
başkanı seçerken de adayın erdemli olmasına önem
verdiklerini söyler. İşte Mérovinge’lerin krallarıyla
saray başkanları böyle seçildi; krallar veraset
yoluyla, saray başkanları ise seçim yoluyla başa
getirildiler.
Kurultaylarda ayağa kalkıp herhangi bir iş için
arkalarından gelmek isteyenlere kendilerini başkan
teklif eden bu hükümdarların çoğunlukla, krallık
otoritesini de saray başkanlığı kuvvet ve kudretini
de kişiliklerinde birleştirdiklerinden kimse şüphe
edemez. Soylu oldukları için kral olan bu insanlar,
erdemli kişi oldukları için de kendilerini başkan
seçen birçok gönüllüleri arkalarından sürüklerler ve
böylece saray başkanlığı kuvvet ve kudretini elde
ederlerdi. İlk krallarımızın mahkemelere ve
kurultaylara başkanlık etmeleri, kurultayların
başarısı ile kanun çıkarmaları hep krallık nüfuz ve
itibarı sayesinde olurdu. Savaş ilan edip orduları
yönettilerse bunu hep dukalığın ya da başkanlığın
sağlamış olduğu nüfuz ve itibar sayesinde
yapabildiler.
Bu konuda ilk Frankların ne düşündüklerini
anlamak için Valentinien tarafından ordu
komutanlığına atanan ve aslında bir Frank olan
Arbogaste’ın davranış tarzına şöyle bir göz atmak
doğru olur. İmparatoru sarayına kapattı, mülki ya
da askeri herhangi bir alanda imparatora herhangi
bir kimsenin bir şey söylemesini yasak etti.
Pépin’lerin sonradan yaptıklarını Arbogaste böylece
o vakit yapmış oldu.
Konu V
Nasıl oldu da saray başkanları ordu
komutanlıklarını ellerine aldılar
Krallar orduların başında bulunduğu zaman
millet kendisine bir başkan seçmeyi düşünmedi.
Clovis ile dört oğlu Fransızların başına geçmiş ve
onları zaferden zafere koşturmuşlardı.
éodebert’in oğlu olan ibault, genç, zayıf ve
hastalıklı bir hükümdardı; savaşa katılmayıp
sarayında oturan ilk kral o oldu. Narsés’e karşı
İtalya’da savaşmayı reddetti; arkasından da
Frankların kendilerine başkanlık etmek üzere iki kişi
seçtiklerini gördü. I. Clotaire’nin dört oğlundan
orduyu en çok ihmal eden Gontran oldu[446]; başka
krallar da onu kendilerine örnek aldılar.
Komutanlığı tehlikesiz bir şekilde başkalarına
emanet edebilmek için de bu işi birçok başkan ya da
dukaya teslim ettiler.
Bunun birçok sakıncaları ortaya çıktı: Disiplin
diye bir şey kalmadı; kimse kimseyi saymaz oldu;
ordular kendi ülkelerinin başına bela kesildiler;
düşman ülkesine varmadan çapulculuğa başlar,
elleri kolları yüklü olarak savaşa girerlerdi. Grégoire
de Tours’da bütün bunların canlı bir tablosunu
buluruz. Gontran’ın, “Babalarımızın elde ettikleri
şeyleri muhafaza etmesini bilmeyen bizler, nasıl olur
da zafere ulaşabiliriz? Milletimiz o eski millet
değil...” dediğini görüyoruz. Tuhaf değil mi? Daha
Clovis’in torunları zamanında milletin
bozulduğunu görüyoruz.
Eninde sonunda tek duka usulüne dönmek,
demek oluyor ki doğal bir şeydi; öyle bir duka ki,
verdikleri söze artık saygı göstermeyen bir sürü
senyöre tam anlamıyla buyurabilsin; öyle bir duka
ki, askeri disiplini yeniden kurabilsin ve kendinden
başka milletlerle savaşmayı unutmuş olan bir
milleti düşmana karşı yürütebilsin. Bu yetkiyi de
işte saray başkanlarına verdiler.
Saray başkanlarının ilk görevleri kral
saraylarının ekonomi işlerini yürütmekti. Başka
memurlarla birlikte tımarların politik yönetimiyle
de görevlendirildiler; sonunda bu işi de tek başlarına
üzerlerine aldılar. Bundan başka savaş işleriyle
orduyu yönetmek işini de ellerine aldılar; bu iki
görev zorunlu olarak ilk iki görevle birleşti. O
çağlarda orduları bir araya getirmek yönetmekten
daha güçtü: Bu görevi, bağış imkânlarını elinde
tutandan başka kim gerektiği şekilde yapabilirdi? Bu
bağımsız ve savaşçı milleti, zorlamaktan çok davet
etmesini bilmek gerekti; sahibinin ölümüyle
boşalacak olan tımarların dağıtılacağına söz
vermek, durmadan ödül dağıtmak, bir kıskançlık
havası yaratmak gerekti; şu halde sarayın politik ve
ekonomik yönetimini elinde tutan kişinin aynı
zamanda ordularının başkomutanı da olması
gerekti.
Konu VI
Mérovinge krallarının düşüşlerinin ikinci devresi
Brunehault’nun işkence ile öldürülmesinden
sonra saray başkanları, kralların yönetimi altında
krallığın yöneticisi oldular; savaş işlerini yönetmekle
de görevli idiler ama krallar, ordularının başında
bulunmaktan geri kalmazlardı; bundan ötürü saray
başkanları da, millet de onların buyruğu altında
savaşa katılırlardı. Bir duka olan Pépin, kral
éodoric’le saray başkanını mağlup edince, krallar
gözden düştüler; Charles Martel’in Chilpéric’le
saray başkanı Rainfroy’ya karşı elde ettiği zafer ise
kralların büsbütün gözden düşmelerine sebep oldu.
Austrasie iki kere, Neustrie ile Burgonya’nın
üstesinden geldi. Austrasie saray başkanlığı ise
Pépin’ler ailesine bağlı olduğu için, bu başkanlık
bütün öteki başkanlıkların üstüne çıktı; bu aile de
doğal olarak öteki ailelerin üstüne. Galipler, nüfuzlu
birisinin, karışıklıklara sebebiyet vermek için
kralların soyluluklarına el koymalarından korktular
ve kralları bir saraya âdeta hapsettiler. Yılda yalnız
bir kere halka göstermeye başladılar. Hapsedildikleri
sarayda emirnameler çıkarırlardı ama bu
emirnameler daha ziyade saray başkanları
tarafından hazırlanırdı; büyük elçilere karşılık
verirlerdi ama bu karşılıkları hazırlayanlar da yine
saray başkanlarıydı. Kralların saray başkanlarına
tabi olduklarını, onların buyruğu altında
yaşadıklarını anlatan tarihçilerin sözünü ettikleri
çağ işte bu çağdır.
Pacépin ailesine karşı duyulan sevgi öylesine
kuvvetliydi ki, millet saray başkanlığına Pépin’in
henüz çocuk denecek yaşta olan torunlarından
birini getirmekten çekinmedi; Dagobert adında bir
kralın başına getirdiler bu çocuğu; böylece, zaten bir
hayaletten farksız olan kralın yanı başına bir başka
hayalet daha koymuş oldular.
Konu VII
Saray başkanlarının yönetimi ellerine aldıkları
sırada
büyük görevlerle tımarların durumu üzerine
Saray başkanları, görev ve tımarların yeniden el
değiştirmesini sağlamaktan kaçındılar; çünkü
egemenliklerini ancak, bu konuda soyluları
kayırmakla devam ettirebiliyorlardı. Böylece büyük
memurlukları hayat boyunca vermeye devam
ettiler; artık bu usul iyice yerleşmiş demekti.
Ama tımarlar üzerinde daha özel düşüncelerim
var benim. Tımarların çoğunun daha o zaman
babadan oğla geçmesine izin verildiğine inanacağım
geliyor.
Andely antlaşmasında, Gontran ile yeğeni
Childebert’in, sele eri olan krallar tarafından
senyörlerle kiliselere verilmiş olan mallara
dokunmayacaklarına söz verdiklerini görüyoruz;
kraliçelere, kralların kızları ile dul karılarına,
kendilerine intikal etmiş olan hazine mallarını
ebediyen ellerinde tutmalarına ve vasiyetname ile
istedikleri kimselere vermelerine izin verdiklerine
tanık oluyoruz.
Marculfe, formüllerini, saray başkanları
zamanında yazmıştı. Formüllerin çoğunda ise
kralların hem şahsa hem de mirasçılara mülk
verdiklerini görüyoruz; formüller, günlük hayat
olaylarının yankısı halinde kaleme alındığından
Mérovinge’lerin sonuna doğru tımarların bir
bölümünün mirasçılara geçtiğini anlıyoruz. O
çağlarda başkasına devredilemeyecek mülk diye bir
şey düşünmek kimsenin hatırına gelemezdi; çok
yeni bir şeydir bu; o zamanlar böyle bir şey ne kuram
alanında vardı ne de uygulama alanında.
Az sonra bu konuda canlı deliller göreceğiz;
ordunun kendisi için de bakılması için de gelir
kaynağı kalmadığı bir çağ gösterirsem, o zaman, eski
gelir kaynaklarının başkalarına devredildiğini kabul
etmek gerekir. O çağ, yeni yeni tımarlar ihdas etmiş
olan Charles Martel’in hükümeti çağıdır ama bu
tımarları eski tımarlardan ayırmak gerek.
Krallar, ister hükümetin bozulmasından olsun,
ister kendilerini biteviye ödül dağıtmaya zorlayan
yönetim tarzından olsun, durmadan vermeye
başladıkları zaman, elbette ki kontluklardan çok
tımarları sonsuz vermeyi tercih edeceklerdi. Bazı
arazi parçalarını elden çıkarmanın hiçbir önemi
yoktu ama büyük görevlerden vazgeçmek, bizzat
egemenliği elden kaçırmak demekti.
Konu VIII
Nasıl oldu da malikâneler tımar şeklini aldı
Bir malikânenin tımar şekline nasıl
sokulduğunu Marculfe’de bulmak mümkündür.
Senyör, malikânesini krala verirdi, kral da bu
malikâneyi gelirinden faydalansın diye senyöre iade
ederdi; senyör bu arada krala vârislerinin kimler
olduğunu bildirirdi.
Malikânenin şeklini neden bozmak istediklerini
anlatmak için her şeyden önce, bin yüz yıldan beri
toz ve terle örtülü olan soylu sınıfının eski
ayrıcalıklarını bir bir ortaya çıkarmalıyım.
Tımar sahibi olanlar büyük çıkarlar sağlarlardı.
Kendilerine karşı işlenen suçlardan ötürü aldıkları
tazminat, özgür kişilerin aldıkları tazminattan daha
çoktu. Marculfe’ün formüllerinden anlaşılıyor ki,
kralın vasallarından birini öldüren kimsenin,
vasalın vârislerine altı yüz sou tazminat vermesi,
vasallara özgü bir ayrıcalıktı. Bu ayrıcalık hem
salique kanununda hem de Rhin kıyılarında oturan
Frankların kanununda vardı; kralın vasalının
öldürülmesi halinde altı yüz sou tazminat
verilmesini gerektiren bu iki kanun, Frank olsun,
barbar olsun, salique kanununa bağlı olarak
yaşayan bir insan olsun, herhangi bir özgür kişinin
öldürülmesi halinde mirasçılarına iki yüz sou
tazminat verilmesini buyuruyordu; bir Romalı
öldürüldüğü takdirde bu tazminat sadece yüz
soudan ibaretti.
Kral vasallarının ayrıcalığı bundan ibaret
değildi. Şunu da bilmek gerek ki, mahkemeye
çağrılan bir kimse hâkimin karşısına çıkmaz ya da
hâkimin verdiği emirlere uymak istemezse o zaman
kralın huzuruna çıkmaya davet edilirdi; gizlenmeye
devam ederse o kişi, kral da artık onu korumaz, hiç
kimse onu evine kabul etmez, hiç kimse ona ekmek
vermezdi. Orta halli bir yurttaş ise o kişi, hemen
malına mülküne el konurdu ama kralın vasalı ise,
hiç kimse böyle bir şeye cesaret edemezdi. Birincisi
gizlenmek suretiyle suçu kabullenmiş sayılırdı,
ikincisi için böyle bir şey söz konusu olamazdı.
Birincisi küçük bir suç işlese hemen kaynar su
işkencesine tabi tutulurdu, ikincisi ise ancak adam
öldürdüğü zaman böyle bir işkenceye tabi
tutulurdu. Nihayet kralın vasalı olan bir kişi, başka
bir vasal aleyhinde mahkemede ant içmeye
zorlanamazdı. Bu ayrıcalıklar gün geçtikçe
artıyordu; nihayet Carloman’ın şu capitulaire’i
kralın vasallarına şöyle bir hak tanımak suretiyle
onlara onurların en büyüğünü verdi. Kral vasalları
kendi ağızlarıyla değil, ancak vasallarının
ağızlarıyla ant içmeye zorlanabilirlerdi. Bundan
başka kral vasallığı unvanını taşıyan kişi orduya
katılmadığı takdirde şöyle bir cezaya çarptırılır.
Hizmetten kaçtığı gün sayısı kadar gün et yemekten
ve şarap içmekten yoksun edilirdi ama savaşta
kontun peşi sıra gitmeyen özgür kişi altmış sou
tazminat öderdi; bu parayı ödeyinceye kadar da
köle muamelesi görürdü.
Şu halde, kral vasalı olmayan Frankların ve
özellikle Romalıların, bu vasallığı elde etmeye
çalışmış olmaları ve ellerindeki mülklerden yoksun
kalmamak için çare olarak bunları krala verdikten
sonra tımar şeklinde geri almayı ve mirasçılarını
krala bildirmeyi akıl etmiş olmaları ihtimali vardır.
Bu alışkı böylece devam edip gitti. Özellikle
Carolinge’lerin o karışık hükümetleri zamanında bu
olaylara sık sık tesadüf edildi; çünkü o çağda herkes
bir koruyucuya muhtaçtı; herkes öteki senyörlerle
birleşmeye ve ortada politik bir krallık yönetimi
mevcut olmadığı için âdeta derebeylik yönetimine
girmeye çalışıyordu.
Çeşitli fermanlardan da anlaşılacağı gibi aynı
durum Capet’ler zamanında da devam etti;
senyörler yine, ya malikânelerini krala verip tımar
şeklinde geri alıyorlardı ya da malikâne olarak
gösterip tımar şeklini vermek suretiyle bu işi
yapıyorlardı. Bu çeşit tımarlara efs de reprise adı
veriliyordu[447].
Bu o demek değildi ki tımar sahibi olanlar
tımarlarını iyi bir aile babası gibi yönetirlerdi; her ne
kadar özgür kişiler tımar sahibi olmayı istedilerse
de, buraları, çıkar sağlayan yerler gibi yönetmekten
de geri kalmadılar. Bunun içindir ki şimdiye dek
gelmiş geçmiş hükümdarların en titizi ve en uzağı
göreni olan Charlemagne’ın kendi mülkleri lehine
kişilerin tımarlarını itibardan düşürmelerine engel
olmak için bir sürü tüzük çıkardığını görüyoruz. Bu
da onun zamanında gelir sağlayan mülklerin
çoğunun ancak hayat boyunca verildiğini, bu çeşit
mülklerden çok, babadan oğla geçen mülklere değer
verildiğini gösterir ama bu da yine kişilerin hür
insan olmaktansa kralın vasalı olmayı tercih
etmelerine engel olmuyordu. Tımarın bir bölümüne
sahip olmayı tercih etmenin bazı nedenleri olabilirdi
ama kişi hiçbir zaman itibarını yitirmek istemezdi.
Charlemagne’ın bir capitulaire’de, bazı yerlerde
tımarlarını mülk olarak veren sonra yine mülk
şeklinde satın alan kişiler bulunmasından
yakındığını biliyorum. Ama ben mülkün gelire
tercih edilmediğini söylemiyorum ki: Ben sadece, bir
mülkü mirasçılara geçebilecek bir tımar haline
sokmak imkânı ortaya çıktı mı bunu yapmaktan
büyük çıkarlar sağlıyorlardı diyorum; söz konusu
formülün de ileri sürdüğü bundan ibarettir.
Konu IX
Nasıl oldu da kilise mülkleri tımar şeklini aldı
Hazineye bağlı mülkler, Frankları yeni
savaşlara sürüklemek için krallar tarafından hediye
edilmekten başka bir şeye yaramazdı; söz konusu
savaşlar da zaten bu mülklerin durmadan artmasını
sağlardı; milletin düşüncesi de bu hareket tarzına
uygundu ama zamanla, hediyelerin veriliş tarzı
değişti. Clovis’in torunu Chilpéric’in bir nutku var
elimizde; bu nutukta onun, bütün malının
mülkünün kiliseye verilmesinden yakındığını
görüyoruz. “Hazinemiz eridi” diyor bu nutkunda
Chilpéric, “Bize ait malların tümü kiliseye verildi.
Memlekette egemenlik piskoposların elinde; şan ve
şeref hep onlarda; bizim elimizde ise hiçbir şey yok.”
Bunun üzerine, senyörlere hiçbir şey yapamayan
saray başkanları bu kez kiliseleri soyup soğana
çevirmeye başladılar. Pépin’in Neustrie’ye girmek
için ileri sürdüğü nedenlerden biri de, kiliseyi bütün
mallarından yoksun eden kralları, yani saray
başkanlarını durdurmak amacıyla bu ülkeye
papazlar tarafından çağırılmış olmasıydı.
Austrasie saray başkanları yani Pépin’ler,
kiliseye, Neustire ile Burgon-ya’dakinden daha
yumuşak muamele etmişlerdi. Bunun böyle
olduğunu, Pépin’lerin dini bütünlüğünü ve
cömertliğini övmekte birbirleriyle âdeta yarışan
keşişlerin tuttukları hatıralardan anlamak
mümkündür. Kilisenin başta gelen yerlerini
kendilerine ayırmışlardı Pépin’ler. Chilpéric’in
piskoposlara dediği gibi: “Bir karga başka bir
karganın gözünü oymaz.”
Pépin, Neustire ile Burgonya’yı kendine bağladı
ama saray başkanlarıyla kralları mahvetmek için,
kiliselere edilen tecavüzleri ileri sürdüğünden, artık,
itibarını kaybetmeden ve milletle alay ettiğini
açıkça belli etmeden kiliselerin mallarını mülklerini
ellerinden alamazdı. Bununla beraber, iki büyük
ülkenin istilası ve karşı tarafın yıkılması,
komutanlarını tatmin edecek kadar imkân sağladı
kendisine.
Pépin, papaz sınıfını koruyarak krallığa hâkim
oldu: Oğlu Charles Martel ise ancak kiliseyi baskı
altında tutarak egemenliğini devam ettirebildi.
Krallık mallarıyla hazine mallarının bir kısmının ya
hayat boyunca ya da mülk olarak soylulara
verildiğini, fakir zengin gözetmeden kim ne verirse
hemen alan kilisenin de mülklerin çoğunu eline
geçirdiğini gören bu hükümdar, kiliselerin mallarına
el atmaya başladı. İlk bölmedeki tımarlardan eser
kalmadığı için de, tımarları yeniden böldü. Kilise
mallarıyla bizzat kiliseleri kendine ve
komutanlarına ayırdı ve sıradan hastalıklardan
farklı olarak, aşırılığı ölçüsünde tedavisi kolaylaşan
bir hastalığı, bir kötüye kullanmayı böylece ortadan
kaldırmış oldu.
Konu X
Papaz sınıfının zenginliği
Papaz sınıfı o kadar çok mal sahibiydi ki, bu
kadar mala sahip olmak için, üç sülale zamanında
krallığın bütün mallarının birkaç kere onlara
verilmiş olması gerekirdi. Krallar olsun, soylular
olsun, halk olsun, Allah’tan ki verdiği gibi geri
almasını da bildi. Mérovinge’ler zamanında aşırı
inanç, kiliselerin kurulmasını sağladı ama krallıkta
hüküm süren askeri zihniyet bu kiliselerin
savaşçılara verilmesini gerektirdi; onlar da çocukları
arasında böldüler kiliseleri. Manastırlara gelir
sağlayan ne kadar çok mülk varmış meğer!
Carolinge kralları ellerini açıp durmadan dağıttılar.
Derken Norman istilası başladı; onlar da özellikle
manastırlara saldırdılar; kiliselere ait yerleri
aradılar; keşişlerin nesi var nesi yoksa yakıp yıktılar.
Çünkü, putlarının tahribini, kendilerini kuzeye
doğru kaçmaya zorlayan Charlemagne’in bütün
kötülüklerini hep onlardan biliyorlardı. Kırk elli
yılın unutturamadığı bir kindi bu. Sonunda papaz
sınıfı bir hayli kayıpla çıktı işin içinden. Mallarını
mülklerini geri istemek cesaretini gösteren keşiş
sayısı çok azdı. Bütün mesele Capet’lerin dini
bütünlüğüne ve cömertliğine bağlıydı. O çağlarda
millet arasında yayılmış olan kanılarla inançlar,
eğer azla yetinen kişiler olsalardı, muhakkak ki
laikleri mallarından mülklerinden ederdi. Ama
papaz sınıfının iddiaları vardı, laikler de onlardan
aşağı kalmıyorlardı. Ölmek üzere olan kişi malını
mülkünü kiliseye vermeye kalksa, mirasçısı hemen
geri alıyordu. Senyörlerle piskoposlar, soylularla
manastır başkanları devamlı olarak çekişiyorlardı;
papaz sınıfı fazla sıkıştırılmış olacaktı ki, bazı
senyörlerin himayesine sığınmak zorunda kaldı; bu
senyörler de bir süre onları savundular, arkasından
da ellerindeki malları almaya kalktılar.
Capet’ler zamanında hükümetin daha düzenli
bir şekil alması, papaz sınıfının mallarını mülklerini
artırmasına sebep oldu. Derken Calviniste’ler ortaya
çıktılar ve kiliselerde altın gümüş ne buldularsa
hepsini para haline soktular. Papaz sınıfı bu durum
karşısında malını mülkünü nasıl emniyet altına
alabilirdi? Öyle ya kendi hayatları bile emniyette
değildi. Onlar din üzerine tartışırlarken başkaları
arşivlerini yağma edip yakıyorlardı. Her gün biraz
daha yıkılan soylulardan, artık ellerinde olmayan
ya da binbir şekilde rehin edilmiş olan şeyleri geri
istemekte ne anlam olabilirdi? Papaz sınıfı
durmadan toplayan, durmadan veren bir sınıır;
hâlâ da toplamakta.
Konu XI
Charles Martel zamanında Avrupa’nın durumu
Papaz sınıfının malını mülkünü elinden
almaya karar veren Charles Martel bu işe çok
elverişli bir durumdaydı. Savaş adamları, bir
yandan korkuyorlardı ondan, bir yandan da
seviyorlardı onu; o da onlar için çalışıyordu.
Müslümanlara karşı açtığı savaşlar için gerekli
nedenler gösterebiliyordu; papaz sınıfı kendisinden
nefret ediyordu ama onun da papaz sınıfına ihtiyacı
yoktu; ona ihtiyacı olan papa ise kollarını açmaktan
geri kalmıyordu. III. Grégoire’ın kendisine
gönderdiği büyük elçiyi herkes hatırlar. Bu iki
kuvvet, birbirine iyice bağlandı; ihtiyaçları vardı
birbirlerine de ondan: Lombard’larla Yunanlılara
karşı koymak için papanın Franklara ihtiyacı vardı;
Yunanlıların burnunu kırmak, Lombard’ları
engellemek, kendi topraklarında daha da kuvvetli
bir duruma gelmek, elinde bulunan unvanlarla
sonradan çocuklarının alacakları unvanların
saygınlığını korumak için. Charles Martel’in de
papaya ihtiyacı vardı. Bu hale göre giriştiği işte
başarıya ulaşması kesindi.
Orléans Piskoposu Saint Eucher bütün
hükümdarları hayrette bırakan bir rüya gördü. Bu
konuda, Reims’de toplanan piskoposların, Charles le
Chauve’un topraklarına girmiş olan Louis le
Germanique’e yazmış oldukları mektuptan söz
etmem gerekir; çünkü bu mektup o zamanki
durumla ruh durumunu bize çok güzel bir şekilde
gösterebilir. Piskoposlar mektuplarında şöyle
diyorlardı: “Gökyüzüne yükselen Saint Eucher,
ahiret günü İsa ile birlikte bulunacak olan velilerin
emriyle cehennemin alt katına atılmış bulunan
Charles Martel’i gördü; adı geçen, kiliselerin malını
mülkünü elinden aldığı, böylece kiliselere hibede
bulunanların bütün günahlarını yüklendiği için
vaktinden önce cehenneme atılmış bulunuyordu;
kral Pépin bu konuda bir ruhani meclis topladı;
kilise mallarından kurtarabildiklerinin hepsini yine
kiliseye iade etti. Akitanya dukası Vaifre ile
aralarında çıkan anlaşmazlıktan ötürü bu malların
ancak bir bölümünü kurtarabildiği için kiliselere
uzun vadeli senetler verdi ve laiklerin kiliselerden
almış oldukları mallar karşılığında bir ondalık
vermesi gerektiğine, ayrıca her evin yine kiliseye on
iki denier[448] ödemesi gerektiğine karar verdi;
kilise mallarını Charlemagne dağıtmadı, tersine,
düzenlediği bir capitulaire ile ne kendisinin ne de
hale erinin böyle bir şey yapmayacaklarını taahhüt
etti; piskoposların ileri sürdükleri bütün bu hususlar
yazılı olup, aralarından birçoğunun, bunları, iki kral
babası olan Louis le Débonnaire’den duydukları
sabittir.”
Kral Pépin’in, piskoposların bu mektubunda
sözü geçen tüzüğü Leptines’de toplanan ruhani
meclisi tarafından yapılmıştır. Kilisenin bir çıkarı
vardı bu tüzükten: Kilise mallarını ellerinde
bulunduranlar geçici bir zaman için bu haklarını
kullanabileceklerdi; hem zaten bir yandan ondalık,
bir yandan da kendine ait olan ama geçici bir zaman
için elinden çıkmış olan her ev başına on iki denier
alıyordu kilise. Ama bu palyatif bir tedbirdi;
hastalık kökünden yok edilmiş değildi.
Buna bile itiraz edenler oldu. Pépin de
capitulaire’ini değiştirmek zorunda kaldı. Bu kez
kral, yalnız ondalık ödemeyi, ev başına on iki denier
vermeyi değil, piskoposluk ya da manastır
binalarına bakmayı da laiklere emrediyor, aksi
takdirde mallarının geri alınacağını bildiriyordu.
Charlemagne, Pépin’in bu tüzüğünü yeniledi.
Charlemagne’in kilise mallarını savaşçılara
dağıtmayacağını kendisi ve hale eri adına taahhüt
etmiş olduğu hakkında piskoposların aynı mektupta
söyledikleri sözler, bu hükümdarın 803 yılında Aix-
la-Chapelle’de, papaz sınıfının bu konudaki
endişelerini gidermek için çıkardığı capitulaire’e
uygundur; ama daha önce verilmiş olan mallara
kimse dokunmamıştır. Piskoposlar, Louis le
Débonnaire’in de Charlemagne gibi davrandığını,
kilise mallarını askerlere dağıtmadığını söylüyorlar
ki onların bu sözleri de doğrudur.
Bununla beraber eskiden yapılmış kötüye
kullanmalar öyle aşırı bir şekil almıştı ki, Louis le
Débonnaire’in çocukları zamanında laikler,
piskoposların rızasını almadan istedikleri zaman
keşişleri kiliselerine yerleştiriyorlar, istedikleri
zaman da kollarından tutup dışarı atıyorlardı.
Kiliseler, mirasçılar arasında paylaşılıyordu; aşırı
derecede kötü bir şekilde bakıldığı zaman da
piskoposlar tutup kutsal eşyayı almaktan başka çare
bulamıyorlardı. Compiégne capitulaire’i gereğince
kralın temsilcisi, bütün manastırları piskoposla
birlikte ve buraları elinde bulunduran kişinin
yanında dolaşabilecekti; bu genel kural kötüye
kullanmanın genel bir hal aldığını gösterir.
Bu, o demek değildi ki, kilise mallarının geri
verilmesi için kanun yoktu. Papa, manastırların
düzenlenmesindeki ihmalden ötürü piskoposlara
çıkıştığı zaman, piskoposlar Charle le Chauve’a
mektup yazmışlar, suçlu olmadıkları için papanın
bu siteminden alınmadıklarını söylemişler ve millet
kurultaylarında verilen sözleri, alınan kararları,
ortaya atılan tüzükleri bir kere daha
hatırlatmışlardı. Gerçekten de dokuz tane karar
ortaya atabildiklerini görüyoruz.
Ülkede herkes birbiriyle çekişiyordu. Derken
Normanlar çıkageldi ve ortalığı yatıştırmayı
başardılar.
Konu XII
Ondalığın kuruluşu
Kral Pépin zamanında yapılan tüzükler kiliseye
gerçek huzurdan çok, bir huzur umudu vermişti ve
nasıl ki Charles Martel bütün devlet mallarını papaz
sınıfının elinde bulduysa, Charlemagne da bütün
kilise mallarını savaşçıların elinde buldu. Kilisenin
elinden alınmış olanı, ona geri vermek imkânsızdı;
milletin içinde bulunduğu şartlar ise bu durumu
olduğundan daha da kötü bir şekle sokuyordu. Öte
yandan, papa, tapınak, bilgi yok diye Hristiyanlığın
ölmesine de izin vermek imkânsızdı.
Sonunda Charlemagne ondalık dediğimiz geliri
ortaya atmak zorunda kaldı; bu yeni gelirin papaz
sınıfına şu iyiliği oldu: Yalnız kiliseye verildiği için
kötüye kullanmaları meydana çıkarmakta güçlük
çekilmedi.
Bu yeni gelirin kuruluşunu daha eski tarihlere
götürmek isteyenler oldu ama gösterilen belgeler bile
bu belgeleri gösterenlere karşı tanıklıkta bulunuyor.
Clotaire kanunu yalnız, kilise mallarından bazı
ondalıkların alınamayacağını söylemekle yetinir. Şu
halde kilise, ondalık almak şöyle dursun kendini
bazı ondalıkları ödemekten kurtarmaya bakıyordu.
585 yılında toplanan ve ondalık ödenmesini
emir buyuran ikinci Mâcon ruhani meclisi, bu
ondalıkların çok eski çağlarda ödendiğini söyler;
söyler ama, meclis toplandığı sırada böyle bir
paranın ödenmediğini de sözlerine ekler.
Charlemagne’dan önce papazların kutsal kitabı
açıp Lévitique’te [449] gösterilen bağışlar üzerinde
öğütte bulunduklarından kim şüphe edebilir? Ben
de diyorum ki ondalık bu hükümdardan önce
papazlar tarafından söz konusu edilmiş ama henüz
uygulanmaya başlanmamıştı.
Kral Pépin zamanında yapılan tüzüklerin,
kilise mallarını tımar şeklinde ellerine geçirmiş olan
kimseleri ondalık ödemeye ve kiliseleri onarmaya
mecbur tuttuklarını daha önce de söylemiştik.
Doğruluğu üzerinde tartışılması imkânsız bir
kanunla, memleketin başlıca büyüklerini örnek
olmaya zorlamak hani pek öyle küçümsenecek bir
şey değildi. Charlemagne daha da ileri gitti: Villis
capitulaire’i ile bizzat kendi mülklerini ondalık
ödemeye mecbur etti. Bu örnek öteki örneklerden de
büyüktü.
Ama aşağı halk tabakası böyle örneklere uyarak
kendi çıkarlarından fedakârlık edecek karakterde
değildi. Francfort’da toplanan ruhani meclis
ondalığın ödenmesi için halka daha zorunlu bir
neden gösterdi. Çıkarılan capitulaire’de, son defa
kıtlık olduğu zaman buğday başaklarının içi boş
çıktığı, bunun şeytanın işi olduğu, hatta ondalık
ödemeyenlere şeytanın musallat olacağı
söyleniyordu. Şu halde ellerinde kilise malı
bulunduranlar ondalık ödemek zorundaydılar;
sonunda bu ondalığı herkesin ödemesi gerektiğine
karar verdiler.
Charlemagne’ın tasarısı önceleri başarı elde
etmedi. Millete çok ağır geldi bu yük. Yahudilerde
ondalık, devletin kuruluşuna girmiş bir şeydi ama
burada ondalık ödeme işi, krallığın kuruluşundan
tümüyle ayrı bir şeydi. Lombard kanunlarına ek
hükümlerde, ondalık ödeme işinin medeni kanunlar
tarafından ne güçlüklerle kabul edildiğini görmek
mümkündür. Ruhani meclislerin verdiği kararlara
bakılırsa, ondalığın kabulünde dinsel kanunların
çıkardığı güçlükleri de görmek mümkün olur.
Sonunda halk, sonradan geri almak şartıyla
ondalık ödemeyi kabul etti. Louis le Débonnaire ile
oğlu imparator Lothaire’in kanunları böyle bir şeye
izin vermedi.
Ondalığın uygulanması için Charlemagne’ın
çıkardığı kanunlar bir zorunluluk sonucuydu;
onlarda yalnız dinsel nedenler ortaya atılmıştı, boş
inançlara yer verilmemişti.
Kiliselerin onarılması için, fakirler için,
piskoposlar için, keşişler için diye, ondalığı dörde
bölmesi, amacının, kiliseyi, kaybetmiş olduğu o
sabit ve istikrarlı duruma tekrar kavuşturmak
olduğunu gösterir.
Zaten vasiyetname de, atası Charles Martel’in
yapmış olduğu kötülükleri tamir etmek niyetinde
olduğunu gösterir. Menkul servetini üç eşit bölüme
ayırdı: Bu üç bölümden ikisinin imparatorluk
dâhilindeki yirmi bir başpiskoposluk arasında
paylaşılmasını istedi; her bölümde bir
başpiskoposlukla o başpiskoposluğa bağlı
piskoposluklar arasında bölünecekti. Üçüncü
bölümü ise dört parçaya ayırdı; bunlardan birini
çocuklarıyla torunlarına bıraktı; birini,
başpiskoposluklara vermiş olduğu üçte ikiye ilave
etti; diğer iki parçayı da yine iyilik işlerine vakfetti.
Öyle anlaşılıyor ki malının çoğunu kiliseye verdiği
zaman bunu dinî bir davranıştan ziyade, politik bir
davranış, bir önlem olarak ele almıştır.
Konu XIII
Piskoposluklarla manastır başkanlıklarına
yapılan seçimler üzerine
Kiliseler fakir düştüğünden krallar, piskoposluk
seçimleriyle kilisenin öteki mevkilerine yapılan
seçimlere karışmamaya başladılar. Hükümdarlar
kilise papazlıklarına tayinlerle ilgilenmedikleri gibi,
bu mevkiye atanmak isteyenler de hükümdarların
nüfuz ve itibarını aramaz oldular. Böylece kilise,
elinden alınmış olan mallar için bir çeşit tazminat
almış sayılırdı. Louis le Débonnaire, papa seçimi
işini Roma halkına bıraktıysa bunu salt, zamanın
genel eğilimine uymak için yapmıştır: Kilisenin
öteki makamlarına karşı nasıl davranılıyorsa,
papalık makamına karşı da o şekilde davranıldı.
Konu XIV
Charles Martel’in verdiği tımarlar üzerine
Kilise mallarını tımar olarak verirken Charles
Martel’in bunu ölünceye kadar koşuluyla mı yoksa
devamlı olarak mı yaptığını söyleyemeyeceğim.
Benim bildiğim bir şey varsa o da şu ki,
Charlemagne ile I. Lothaire zamanında, mirasçılara
intikal eden ve mirasçılar arasında paylaşılan
malların bulunduğudur.
Bundan başka, söz konusu mallardan
hangisinin malikâne, hangisinin tımar olarak
verildiğini biliyorum.
Malikâne sahibi olanların da tıpkı tımar sahibi
olanlar gibi bazı yükümlülükleri olduğunu daha
önce de söylemiştim. Charles Martel’in fark
gözetmeden, kimi toprağı malikâne, kimi toprağı da
tımar olarak vermiş olmasının nedeni bu olacak
herhalde.
Konu XV
Aynı konunun devamı
Şunu da unutmamak gerek ki, tımar kilise malı
halini aldığından, kilise malı da tımar halini
aldığından, tımarlarla kilise malları karşılıklı olarak
birbirlerinin niteliğinden bir şeyler almışlardır.
Böylece örneğin kilise malları tımara tanınan
ayrıcalıklardan, tımarlar da kilise mallarına
tanınan ayrıcalıklardan yararlanmışlardır. O
çağlarda kilisenin, meydana geldiğini gördüğümüz
onursal hakları bu çeşit ayrıcalıklardandır işte. Bu
haklar ise daima haute-justice’e [450] daha doğrusu
bugün tımar dediğimiz şeye bağlı olduğundan,
mirasla ilgili hükümlerin bu haklarla birlikte çıkmış
olduğu sonucuna varıyoruz.
Konu XVI
Krallıkla saray başkanlığının birleşmesi.
Carolingien’ler
Konuların sırasını izleyelim derken zamanın
gerektiği sırayı yitirdim; sonunda da, kral Pépin
zamanında krallık tacının Carlovingien’lere geçtiği o
meşhur çağdan söz etmeden Charlemagne’dan söz
etmek zorunda kaldım; hem zaten tacın böyle el
değiştirmesi işi, günlük olayların tersine, olduğu
zamankinden çok bugün dikkati üzerine
çekmektedir.
Kralların otorite diye bir şeyleri kalmamıştı;
sadece adları vardı; krallık babadan oğla geçen bir
unvandı; saray başkanı ise doğrudan doğruya
seçilirdi. Son zamanlarda saray başkanları
Mérovingien’lerden istedikleri kimseyi krallık
tahtına oturtuyorlardı ama, henüz başka bir aileden
kral seçmiş değillerdi; krallık tacını belli bir aileye
veren eski kanun da henüz Frankların kalbinden
tümüyle silinip çıkmış değildi. Ülkede kralın
kendisini bile tanıyan yoktu ama krallık öyle
değildi. Charles Martel’in oğlu Pépin bu iki unvanı
birleştirmeyi uygun gördü; böyle bir birleşme, yeni
krallığın babadan oğla geçip geçmeyeceği konusunda
bir kararsızlık uyandırıyordu; bu ise krallığa büyük
bir kuvvet katacak olan kişiye yetecek nitelikte bir
şeydi. Böylece işte, saray başkanlığı otoritesi krallık
otoritesiyle birleşiverdi. Bu iki otoritenin
karışmasında bir çeşit uzlaşma da vardı. Saray
başkanı seçilir, oysa kral babasından aldığı bir hakla
tahta otururdu: Carolingien’lerin ilk zamanlarında,
halk kralı seçtiği için krallık tacı seçime bağlı bir şey
olmuştu ama taç aynı zamanda babadan oğla geçen
bir şeydi de, çünkü halk aynı aileden seçmek
zorundaydı.
Tanıklık eden birçok anıtlara rağmen keşiş Le
Cointe[451], papanın bu büyük değişikliği uygun
gördüğünü inkâr ediyor. Onun ileri sürdüğü
nedenlerden biri de papanın bu hareketiyle bir
haksızlık yapmış olacağıdır. Bir tarihçinin tutup
insanların yaptıkları bir şeyi, yapmaları gereken bir
şeyle değerlendirmeye kalkması doğrusu ya çok
tuhaf bir şeydir. Bu şekilde muhakeme yürütseydik
ortada tarih diye bir şey kalmazdı.
Her ne hal ise, gerçek olan bir şey varsa o da şu
ki, bir duka olan Pépin davasını kazanır kazanmaz
ailesi tahta geçti; Mérovingien’ler de tahttan
vazgeçmek zorunda kaldılar. Torunu Pépin, krallık
tacını başına geçirdiği zaman sadece törenlerin
sayısı arttı, bir hayalet de ortadan yok oldu. Bunun
sonunda Pépin, krallara özgü süslerin sayısını
artırdı, millette ise hiçbir değişiklik olmadı.
Bütün bunları salt devrimin zamanını iyice
belirtmek için söyledim; böylece devrimin sonucu
olan şeyi devrimin kendisiymiş gibi görmez ve
yanılmaktan kurtulursunuz.
Üçüncü sülale başlarında Hugues Capet taç
giydiği zaman, daha büyük bir değişiklik oldu;
çünkü devlet anarşi halinden kurtulup bir
hükümete kavuştu; ama Pépin kral olduğu zaman
böyle bir şey olmamış, hükümet hep aynı kalmıştı.
Pépin kral olduğu zaman sadece adını
değiştirmişti, ama Hugues Capet kral olduğu zaman
her şey tümüyle değişti; çünkü krallık tacına bağlı
büyük bir tımar, anarşiye son vermiş bulunuyordu.
Pépin kral olduğu zaman krallık unvanı en
büyük görevle birleştirilmişti; Hugues Capet kral
olduğu zaman krallık unvanı en büyük tımarla
birleşti.
Konu XVII
Carolingien’lerde kral seçiminde özel bir durum
Pépin’in taç giyme töreniyle ilgili formülde,
Charles ile Carloman’ın da kutsandığı ve
değiştirildiği, bundan başka bütün Fransız
senyörlerinin, başka hiçbir sülaleden kral
seçmeyeceklerine dair söz verdikleri, sözlerinde
durmadıkları takdirde kilise ile ilgilerinin kesilip
aforoz edilecekleri de yazılı.
Charlemagne ile Louis le Débonnaire’in
vasiyetnamesinden anlaşılıyor ki Franklar
krallarını, kral çocukları arasından seçerlermiş; bu
da zaten yukarıda sözü geçen hükme uygun bir
hükümdür. İmparatorluk, Charlemagne’ın
ailesinden başka bir aileye geçtiği zaman, dar ve
koşullu olan seçmek yetkisi daha genişlemiş ve
koşulsuz bir şekil almış, sonunda da eski
anayasadan tümüyle uzaklaşılmış.
Hayatının son günlerini yaşamakta olduğunu
anlayan Pépin, kilise büyükleriyle senyörleri Saint-
Denis’ye çağırdı ve krallığı Charles ile Carloman
adındaki iki oğlu arasında böldü. Bu toplantı ile
ilgili tutanak yok elimizde; ama olup bitenleri, M.
Baluze’ün dediği gibi Canisius tarafından derlenip
toparlanan tarihi belgelerle Metz annale’leri
yazarında buluyoruz. Bunlarda da birbirine aykırı
iki şey görüyorum: Birisi, Pépin’in bu bölme işini
büyüklerin rızasını aldıktan sonra yapmış olması,
ikincisi de babalık hakkını kullanarak yapmış
olmasıdır. Bu da, benim az önce sözünü ettiğim şu
kral ailesinden seçme işinin doğruluğunu ispatlar;
halka verilen bu hak, seçim hakkından ziyade
reddetme hakkı gibi bir şeydi.
Bu çeşit bir seçim hakkının varlığını
Carolingien’lerden kalan belgeler de gösterir.
Charlemagne’in, imparatorluğu üç çocuğu arasında
böldüğünü bildiren capitulaire işte bunlardan
biridir. Charlemagne bu belgede imparatorluğu
böldüğünü bildirdikten sonra şöyle der: “Üç
kardeşten birinin bir oğlu varsa, halk da bu çocuğun
babasının yerine kral olmasını istiyorsa, amcaları
halkın bu isteğine boyun eğmek zorundadırlar.”
837 yılında Aix-la-Chapelle’de yapılan
toplantıda Louis le Débonnaire ülkesini Pépin, Louis
ve Charles adındaki üç çocuğu arasında böldüğü
zaman verdiği bildiride aynı hükmün bulunduğunu
görüyoruz; yirmi yıl önce aynı imparatorun
Lothaire, Pépin ve Louis arasında yaptığı bölmede
de aynı hükmün bulunduğuna şahit oluyoruz. Louis
le Bégue de, Compiégne’de taç giydiği zaman ant
içmiş ve şöyle demişti: “Tanrı’nın inayeti ve
milletimin oyuyla kral olan ben, Louis, söz veririm
ki...” Bu söylediklerimi, Boson’un oğlu Louis’nin
Arles krallığına seçimi için 890 yılında Valence’ta
toplanan din adamları meclisinin tutanakları
doğrular. Toplantıda Louis’yi seçtiler, buna sebep
olarak da, imparatorluk ailesinden olmasını,
Charles le Gras[452]’nın kendisine krallık unvanını
vermiş olmasını, imparator Arnoul’nun asa vermek
ve büyük elçi göndermek suretiyle kendisini kral
tanımış olmasını ileri sürdüler. Arles krallığı da
öteki krallıklar gibi Charlemagne imparatorluğunun
parçalanmasından meydana gelmiş ya da ona bağlı
kalmış bir krallıktı. Orada da tahta çıkacak olan
hem seçilirdi, hem veraset hakkını kullanırdı.
Konu XVIII
Charlemagne
Charlemagne, soylu sınıfının kuvvet ve
kudretini kendi sınırları içinde tutmayı, papaz sınıfı
ile hür insanların baskısını da önlemeyi düşündü.
Devletin çeşitli sını arı arasında öyle bir düzen
kurdu ki, sonunda bir denge meydana getirmeyi
başardı; böylece, asıl egemenliğin kendisinde
kalmasını sağladı. Dehasının kuvveti sayesinde her
şeyi, herkesi birleştirdi; soyluları savaştan savaşa
sürükledi; oturup bazı şeyler tasarlamalarına vakit
bırakmadı; hepsini kendi tasarılarının gerçekleşmesi
için çalıştırdı. İmparatorluk, başındaki adamın
büyüklüğü sayesinde devam etti; hükümdar olarak
büyüktü ama insan olarak daha da büyüktü. Her
birine bir krallık verdiği oğulları onun en başta gelen
tebaası, kuvvet ve kudretinin en sağlam aletiydi; her
biri imparatora bağlılığın en güzel örneğini teşkil
ediyordu. Çok üstün ve yerinde tüzükler çıkarmakla
kalmadı, bunları uyguladı da. Dehası
imparatorluğun dört bir yanında kendini gösterdi.
Bu hükümdarın kanunlarında, her şeyi içine alan ve
her şeyi sürükleyen bir kuvvet göze çarpar. Görevden
kaçmak için ileri sürülen bahaneler ortadan
kaldırıldı; ihmallere imkân verilmedi; kötüye
kullanmalar ya cezalandırıldı ya da önlendi.
İmparator cezalandırmasını biliyordu, ama
bağışlamasını daha iyi biliyordu; çok geniş tasarıları
vardı, ama bunları uygulama usulleri de son derece
basitti; hiç kimse büyük bir iş görürken onun kadar
kolaylık duymamış, güç bir iş görürken de onun
kadar çabuk davranmamıştır. O uçsuz bucaksız
imparatorluğunda durmadan dolaşır, her gittiği
yere el uzatırdı. Yapılacak işin çokluğundan
ürkmez, hepsinin hakkından gelirdi. Hiçbir
hükümdar onun kadar tehlikeye göğüs germiş
değildir; hiçbir hükümdar da tehlikeden
uzaklaşmakta onun kadar beceri göstermemiştir.
Tehlikenin her çeşidiyle ve özellikle büyük fatihlerin
karşılaştıkları tehlikelerle, yani kendi kişiliğini hedef
tutan suikastlarla âdeta alay etmiştir. Bu yüce
hükümdar son derece ılımlı bir insandı; yumuşak
bir karakteri, çok sade davranışları vardı;
sarayındaki insanlarla bir arada oturmaktan
hoşlanırdı. Belki kadınlara olan düşkünlüğü biraz
fazlaydı ama koskoca bir imparatorluğu tek başına
yöneten ve hayatında işten başka bir şey bilmeyen
bir hükümdarın, bize öyle geliyor ki, daha büyük
kusurlarını da bağışlamak mümkündür. Bütçesini
mükemmel bir şekilde ayarlardı. Mallarını
mülklerini özenle değerlendirirdi; iyi bir aile babası,
evini nasıl yönetmek gerektiğini onun çıkardığı
kanunlardan öğrenebilirdi. Edindiği servetin temiz
ve kutsal kaynağını capitulaire’lerinden çıkarmak
mümkündür. Bu konuda yalnız bir kelime
söylemekle yetineceğim: Tavuklarının
yumurtalarıyla bahçelerindeki yararsız otların
satılmasını isterdi[453]; oysa, Lombardlardan kalan
servetle, dünyayı yağma etmiş olan Hunların
hazinelerini milletine dağıtmıştır.
Konu XIX
Aynı konunun devamı
Charlemagne ile onun yerine geçenler ilk
zamanlarda, uzak eyaletlerin başına getirecekleri
kimselerin ayaklanmasından korktular; kilise
adamlarının kendilerine daha bağlı kişiler olacağını
sandılar. Bu nedenle de Almanya’da sayısız
piskoposluklar ihdas edip bunlara büyük tımarlar
verdiler. Her ne kadar bugün Almanya’da, başlıca
papazlar hükümdar kuvvet ve kudretinde
görünüyorlarsa da, bazı beratlardan, bu tımarların
sağladığı ayrıcalıklara ait hükümlerin tımar
verilirken gelenek halinde olan hükümlerden farklı
olmadığı anlaşılmaktadır. Her ne hal ise,
hükümdarlar bu piskoposlukları, salt Saksonlara
karşı koysunlar diye ihdas etmiş bulunuyorlardı. Bir
senyörün ihmalinden ve vurdumduymazlığından
ummadıkları şeyi bir piskoposun gayret ve
dikkatinden umabileceklerini sanıyorlardı. Oysa,
böyle bir vasalın kendine bağlı insanları
hükümdarına karşı kullanmak istemesi şöyle
dursun, tersine, yönettiği insanlara karşı mevkiini
korumak için hükümdarına ihtiyacı vardı.
Konu XX
Louis le Débonnaire
Augustos Mısır’a gittiği zaman İskender’in
mezarını açtırdı. Ptolomé’lerin mezarlarını da
açtırmak isteyip istemediğini soranlara, “Ölüleri
değil, kralı görmek istedim” diye cevap verdi. İşte
böyle, Carolingien’lerin tarihinde Pépin ile
Charlemagne’i ararız, amacımız ölüleri değil kralları
görmektir.
Tutkularının oyuncağı, erdemlerinin kurbanı
olan bir hükümdar; kuvvetli yanını olduğu gibi zayıf
yanını da bilmeyen bir hükümdar; korkuyla da,
sevgiyle de bir türlü bağdaşamayan bir hükümdar;
pek öyle kötü yürekli olmadığı halde kafa yapısı
bozuk olan bir hükümdar; daha önce,
Charlemagne’in yönettiği bir imparatorluğun
dizginlerini eline aldı.
Babasının ölümü nedeniyle bütün dünyanın
gözyaşı döktüğü bir sırada, herkesin Charles’ı
aradığı ama bulamadığı o taşkınlık anında, tahtına
oturmak için âdeta koşar adım ilerlediği bir
zamanda, kız kardeşlerinin yolsuz davranışlarında
parmağı olanları yakalatmak için, kendisine bağlı
kişileri öncü olarak gönderdi. Kanlı facialara yol açtı
onun bu davranışı. Yersiz hareketlerdi bütün
bunlar. Sarayına varmadan önce ailede işlenmiş
olan suçların intikamını almaya kalktı; hükümdar
olmadan önce de insanların başkaldırmasına sebep
oldu.
Yeğeni olan ve kendisinden af dilemeye gelen
İtalya kralı Bernard’ın iki gözünü birden oydurdu;
birkaç gün sonra da zavallının ölümüne sebep oldu.
Bu yüzden de düşmanlarının sayısını artırdı.
Korkudan, kardeşlerini keşişliğe atamak için
saçlarını kestirdi; bu da yine düşmanlarının
artmasına sebep oldu. Bu son iki hareketinden ötürü
çok ayıplandı; hatta, kral olurken ettiği yemini
bozduğunu, taç giyme töreninde babasına verdiği
sözü tutmadığını söyleyenler oldu[454].
İmparatoriçe Hirmengarde’in ölümünden
sonra, üç oğlu olmasına rağmen Judith ile evlendi;
ondan da bir oğlu oldu; çok geçmeden, ihtiyar bir
kocanın bütün hoşgörürlükleriyle ihtiyar bir kralın
bütün zaa arını bir araya getiren Louis, bütün
ailenin birbirine girmesine, dolayısıyla krallığın
düşmesine neden oldu.
Çocuklarına verdiği topraklarda durmadan
değişiklik yaptı. Oysa bu toprakları verirken bir
yandan kendisi, bir yandan çocukları, bir yandan
da senyörleri ant içmişlerdi. Onun bu hareketi
tebaasını başkaldırmaya teşvik etti; ortalığın
karışmasına, kafalarda birtakım kuşkuların
uyanmasına ve kalelerin az olduğu ve verilen sözle
alınan sözün hükümet için birinci kale olarak
görüldüğü bir sırada, hükümdarların çeşitli
haklarının birbirine karışmasına neden oldu.
İmparatorun çocukları, hisselerine düşen
toprakları koruyabilmek için papaz sınıfından
yardım istediler ve ona, o zamana kadar
görülmemiş, işitilmemiş haklar tanıdılar. Bu haklar
görünüşte kanuna uygun haklardı; papaz sınıfını,
yetki vermesini istedikleri bir şey için garanti altına
alıyorlardı. Agobard, Louis ile Débonnaire’i,
kendisini imparator ilan ettirmek için Lothaire’i
Roma’ya göndermiş olmakla suçlar; üç gün oruç
tutup dua ettiğini, arkasından istiareye yattığını,
ondan sonra da ülkesini çocukları arasında
böldüğünü söyler. Boş inançlara kendini kaptırmış
olan bir hükümdar, boş inançların hücumuna
uğrarsa dört bir yandan, başka ne yapabilirdi? Bu
hükümdarın hapsedilmesi ve herkesin gözü önünde
çileye çekilmesi, hükümdarlık otoritesine indirilen
iki büyük darbe olmuştur; bunu tahmin etmek de
güç olmasa gerek. Kralı itibardan düşürmek
istemişlerdi; ama farkında olmadan krallığı
itibardan düşürdüler.
Birçok iyi tara arı olup, bilgisi de az çok
yerinde olan, karakteri bakımından iyilik etmesini
seven ve nihayet Charlemagne’in oğlu olan bir
hükümdarın nasıl olur da böyle bu kadar çok
düşmanı, evet, sert, uzlaşmaz, saldırgan, küstah ve
azimli düşmanı olabilir diye soracağı geliyor
insanın; gerçekte, bu insanlardan daha namuslu
kişiler olan oğulları, belli bir tasarıyı izleseler ve bir
şeye karar verebilselerdi muhakkak ki düşmanları
onu bir daha kalkmamak üzere ezerlerdi.
Konu XXI
Aynı konunun devamı
Charlemagne’in millete verdiği üstünlük
duygusu öylesine kuvvetliydi ki, bu üstünlük Louis
le Débonnaire zamanında da devam etti; devlet,
içeride olsun dışarıda olsun saygı görmekten geri
kalmadı. Hükümdar zayıı ama millet savaşçı bir
milletti. İçeride nüfuzu azalıyordu ama dışarıda
hiçbir şeyinden kaybettiği yoktu. Charles Martel,
Pépin ve Charlemagne birbiri arkası sıra krallığı
yönettiler. Birincisi askerlerin, diğer ikisi papaz
sınıfının doymak nedir bilmeyen isteklerini
gidermeye çalıştılar; Louis le Débonnaire ise hiçbir
sınıfı memnun edemedi.
Fransız Anayasasına göre devletin bütün
yetkileri, kralın, soyluların ve papazların elindeydi.
Charles Martel, Pépin ve Charlemagne bunlardan
birini dizginlemek için, kimi zaman yalnız bir
tara a, çoğu zaman da iki tara a işbirliği yaptı.
Ama Louis le Débonnaire bu iki sınıfı da kendinden
uzaklaştırdı. Piskoposları, kendi görüşlerinden bile
daha sıkı birtakım görüşler ortaya atan tüzüklerle
rahatsız etti. Kimi zaman çok iyi kanunlar vardır
ama yersizdirler. O çağlarda Araplarla Saksonlara
karşı savaşa gitmeye alışık olan piskoposların,
manastırlarda hüküm süren hava ile pek öyle ilgileri
kalmamıştı. Öte yandan soylu sınıfına karşı güveni
kalmayan Louis le Débonnaire halk arasından
birçok kimseleri yüksek mevkilere getirmek zorunda
kaldı. Soyluların ellerinden işlerini alıp sarayından
dışarı attı; yabancıları çağırdı. Sözün kısası, kendisi
bu iki sınıan uzaklaşmıştı; onlar da kendisini
yüzüstü bırakmaktan çekinmediler.
Konu XXII
Aynı konunun devamı
Ama krallığı asıl düşüren şey, bu hükümdarın
devletin malını mülkünü dağıtmış olmasıdır.
Burada Nitard’ı, Charlemagne’ın torunu olup Louis
le Débonnaire’in tarafını tutan, Charles le
Chauve’un emriyle de o çağın tarihini yazan ünlü
tarihçi Nitard’ı dinlemek gerek. Nitard şöyle diyor:
“İmparator düşünce ve davranışlarında Adelhard
adında birisinin o derece etkisi altında kaldı ki,
hiçbir konuda onun sözünden dışarı çıkmadı; yine
bu gözdesinin sözüne uyarak devlet hazinesinin
mallarını sağa sola dağıttı; bu yüzden de devletin
mahvına sebep oldu.” Böylece vaktiyle Akitanya’da
yaptığını söylediğim şeyi sonradan imparatorlukta
yaptı. Akitanya’da işlediği hatayı Charlemagne
düzeltmişti ama şimdi artık düzeltecek kimse yoktu.
Devlet, vaktiyle Charles Martel saray
başkanlığına getirildiği zaman hangi durumda
idiyse o duruma döndü; şartlar da o zamanki şartlar
olmadığı için durumu düzeltmek kolay olmadı.
Devlet hazinesi öylesine fakir düşmüştü ki,
Charles le Chauve zamanında memurluklar,
rütbeler, ancak para karşılığında veriliyor, kişi
güvenliğini ancak para karşılığında
sağlayabiliyordu. Normanları yakalayıp öldürmek
mümkün olduğu halde, para karşılığında
kaçmalarına göz yumuyorlardı; Hincmar’ın[455]
Louis le Bégue’e verdiği ilk öğüt de, kurultaydan
sarayın masra arını karşılayacak kadar para
istemesiydi.
Konu XXIII
Aynı konunun devamı
Papaz sınıfı, Louis le Débonnaire’in çocuklarını
koruduğu için pişmanlık duymakta gecikmedi;
bunda da yerden göğe kadar hakkı vardı. Bu
hükümdar, daha önce de söylediğim gibi kilise
topraklarını key emirlerle laiklere vermiş değildi;
ama çok geçmeden Lothaire İtalya’da, Pépin
Akitanya’da, Charlemagne’ın planını bırakıp
Charles Martel’in planını benimsediler. Kilise
adamları, çocuklarına karşı imparatordan yardım
istediler ama ne yazık ki onun da otoritesini yine
kendileri düşürmüşlerdi. Bununla beraber,
Akitanya’da az çok etkisi olduysa da bu
müdahaleye, İtalya’da aldırış eden bile olmadı.
Louis le Débonnaire’in huzurunu kaçıran iç
savaşlar, ölümünden sonraki iç savaşların da
tohumlarını atmış oldu. Lothaire, Louis ve Charles
adındaki üç kardeş büyükleri kendilerinden yana
çekmeye ve böylece taraar kazanmaya çalıştılar.
Arkalarından gelmek isteyenlere kilise mallarını
keyfi buyruklarla dağıttılar; soylu sınıfını elde etmek
için ona papaz sınıfını teslim etmekten
çekinmediler.
Capitulaire’lerden de anlaşılıyor ki bu
hükümdarlar, ısrarlı istekler karşısında
dayanamamışlar, çoğu zaman da şunun bunun
isteklerini istemeyerek yerine getirmişlerdir. Yine
capitulaire’lerden anlaşılıyor ki papaz sınıfı,
krallardan çok soylu sınıfının baskısı altında
bulunduğunu sanıyordu. Bundan başka papazlara
en çok saldıranın da Charles le Chauve olduğu
anlaşılıyor. Bu da ya kendi yüzünden babasını
küçük düşürdükleri için papazlara beslediği kinden
ya da öteki hükümdarlardan daha çekingen
olmasından ileri geliyordu. Her ne hal ise,
capitulaire’lerin, mallarını geri isteyen papaz sınıfı
ile bu malları geri vermek istemeyen, bundan
kaçınan ya da durmadan güçlük çıkaran soylu sınıfı
arasındaki çarpışmalardan ve bu iki sınıf arasında
kalan krallardan söz ettiğini görüyoruz.
O zamanki durum gerçekten acıklı bir
durumdur. Louis le Débonnaire kendi malını
mülkünü durmadan kiliselere verdiği halde
çocukları tersine, kilisenin mallarını soylulara
dağıtıyorlardı. Çoğu zaman yeni yeni manastırlar
kuran el, bakıyorsunuz birden eski manastırları
âdeta yağma ediyordu. Papaz sınıfı istikrarlı bir
durumda değildi. Elinde avucunda ne varsa
alıyorlardı ama o yine toplamakta devam ediyordu;
bu arada kaybeden hep krallardı.
Charles le Chauve’un son zamanlarında artık,
kilise mallarının iadesi için papaz sınıfı ile soylu
sınıfı arasında hiçbir mücadele kalmadığını
görüyoruz. Her ne kadar 856’da çıkan capitulaire ile
857 yılında Louis le Germanique’e yazdıkları
mektupta piskoposların Charles le Chauve’a sitem
ettiklerini görüyorsak da, o zamana kadar öyle
tekli erde bulunmuşlar, defalarca başka yıllara
bırakılan öyle vaatleri hatırlatmışlardı ki artık onlar
bile hiçbir şey elde edemeyeceklerini anlamış gibi
görünüyorlardı.
Ondan sonra artık yalnız kilise ile devlete
verilen zararları tela etmek düşüncesi hâkim oldu.
Krallar özgür kişilerini senyörlerin ellerinden
almamayı, kilise mallarını da key kararlarla şuna
buna dağıtmamayı taahhüt ediyorlardı; bunun
sonucu olarak da papaz sınıfı ile soylu sınıfı çıkar
bakımından birleşmiş gibi göründüler.
Normanların o korkunç saldırıları da bu
çekişmelerin son bulmasına büyük ölçüde yardım
etti.
Yukarıda sözünü ettiğim nedenlerden ötürü
olduğu kadar bundan sonra söyleyeceğim
nedenlerden ötürü de her gün biraz daha itibardan
düşen krallar öyle bir an geldi ki kendilerini papaz
sınıfının eline teslim etmekten başka çare
bulamadılar. Ama krallar papaz sınıfını, papaz sınıfı
da kralları zayıf düşürmüşlerdi. Charles le Chauve
ile hale eri, devleti korumak ve düşmekten
kurtarmak için papaz sınıfını yardıma çağırdılar
ama boşuna; kendilerine vaktiyle duyulan saygıyı
devam ettirmek için papaz sınıfına gösterilen
saygıdan yararlanmak istediler ama na le; dinsel
kanunlar yardımıyla kendi kanunlarının otoritesini
artırmak istediler ama gayretleri boşa gitti; sivil
mahkemelerin verdikleri cezaları kilise
mahkemelerinin verdiği cezalarla birleştirmek
istediler ama bu da bir işe yaramadı; kontların
otoritesini dengelemek için piskoposlara kral
temsilcisi unvanını verdiler ama, bundan da bir şey
elde edemediler; papaz sınıfının, etmiş olduğu
kötülüğü tamir etmesine imkân yoktu; az sonra
sözünü edeceğim bir felaket de krallık tacının yerlere
düşmesine sebep oldu.
Konu XXIV
Nasıl oldu da özgür kişilere tımar sahibi olmak
yetkisi verildi
Özgür kişilerin savaşa, kontun buyruğu altında
gittiklerini söylemiştim. Bu da devletin çeşitli
sını arı arasında bir denge kurulmasını sağlıyordu;
her ne kadar senyörlerin emrinde birçok vasallar var
idiyse de, bunları, krallığın bütün özgür kişilerinin
başında bulunan kont pekâlâ frenleyebiliyordu.
Önceleri bu özgür kişiler tımar sahibi
olamamışlarsa da sonradan her biri bir tımar elde
etmeyi başardı; bu işin, Gontran’ın saltanatı ile
Charlemagne’in saltanatı arasında geçen zamanda
olduğunu görüyoruz. Şu üç belgeden bunun böyle
olduğunu çıkarmak mümkündür: Bir, Gontran,
Childebert ve kraliçe Brunehault tarafından
imzalanan Andely[456] antlaşmasının metni; iki,
ülkenin Charlemagne tarafından çocuklarına
bölündüğünü gösteren fermanın metni; üç, Louis le
Débonnaire tarafından aynı amaçla çıkartılan
fermanın metni. Bu üç belgede vasallar için aşağı
yukarı aynı anlamda hükümler vardır; aynı konular
aynı koşullara göre hükme bağlanmış olduğundan
bu üç belgenin anlamı da, ruhu da aşağı yukarı
aynıdır.
Ama özgür kişiler için bu üç belgede esaslı bir
fark görülür. Andely antlaşması bu gibilerin tımar
sahibi olup olamayacakları hakkında hiçbir şey
söylemez; buna karşılık, Charlemagne’ın
fermanında olsun, Louis le Débonnaire’in
fermanında olsun özgür kişilerin tımar sahibi
olabileceklerine dair özel hükümler vardır. Bu da
gösterir ki Andely antlaşmasından sonra, yeni bir
usul çıktı ortaya ve özgür kişiler bu büyük ayrıcalığı
elde etmek imkânına kavuştular.
Öyle sanıyorum ki bu olay, Charles Martel
kilise mallarını askerleri arasında böldüğü,
bunlardan kimini tımar, kimini de malikâne olarak
verdiği zaman derebeylik kanunlarında meydana
gelen bir devrim sonunda ortaya çıktı. Yine öyle
sanıyorum ki, ellerinde öteden beri tımar bulunan
derebeyler için, kralın yeni ihsanlarını malikâne
şeklinde almak, özgür kişiler için ise bunları tımar
şeklinde almak daha yararlı oldu.
Konu XXV
Carolingien’lerin zayıflamasının başlıca nedeni.
Malikânelerde değişiklik
Charlemagne, bundan önceki konuda sözünü
ettiğim bölme işinde, ölümünden sonra, her kralın
adamlarının başka bir kralın ülkesindeki gelir
kaynaklarından değil ancak kendi krallarının
ülkesindeki gelir kaynaklarından
yararlanabilecekleri kaydını koymuştu; buna
karşılık herkes malikânesini, hangi kralın ülkesinde
olursa olsun muhafaza edebilecekti. Bu belgeye
Charlemagne’ın bir hususu daha ilave ettiğini
görüyoruz; şöyle ki: Her özgür kişi, senyörü öldükten
sonra, tıpkı senyörü olmayan kişi gibi üç krallık
ülkesinden hangisini isterse orada bir tımar sahibi
olmak hakkına sahip olacaktı. Aynı hükümleri, 817
yılında Louis le Débonnaire’in ülkesini çocukları
arasında böldüğünü gösteren fermanda da
buluyoruz.
Bununla beraber özgür kişilerin tımar sahibi
olmak için girişimde bulunmaları kontun milis
kuvvetini zayıf düşürmüyordu. Özgür kişi kendi
malikânesi için yine vergi vermek, dört çilik başına
bir kişi hesabıyla o malikânede çalışacak kişileri
hazırlamak ya da tımara bakmak için kendi yerine
bir adam yetiştirmek zorundaydı; bu konuda bazı
kötüye kullanmalar olduysa da, gerek
Charlemagne’ın gerek İtalya kralı Pépin’in birbirini
tamamlayan kanunlarından anlaşılacağı gibi
kolaylıkla bunların önü alındı.
Krallığın çökmesine Fontenay [457] savaşının
sebep olduğunu söyleyen tarihçilerin yerden göğe
kadar hakları var ama izin verirseniz o savaş
gününün meşum sonuçlarına ben de bir göz atayım.
Bu savaştan bir süre sonra Lothaire, Louis ve
Charles adındaki kardeşler, Fransız politik
teşkilatını tümüyle değiştiren bir antlaşma
imzaladılar.
Bu antlaşmanın, kendini ilgilendiren
bölümünü Charles halka bildirirken şunları
söylüyor:
l. Özgür kişi kendine efendi olarak kralı ya da
herhangi bir senyörü seçebilir. Bu antlaşmadan önce
özgür kişi bir tımar isteyebilirdi ama malikânesi
daima doğrudan doğruya kralın nüfuzu altında,
yani kontun yargılama alanı içinde kalırdı; senyöre
de ancak, kendisinden elde ettiği tımarla orantılı
olarak bağlanırdı. Bu antlaşmadan sonra ise her
özgür kişi, malikânesini isterse krala, isterse
herhangi bir senyöre bağlayabilirdi. Burada bir
tımara talip olanlar değil, malikânelerini tımar
şekline sokanlar, dolayısıyla, kralın ya da seçtikleri
senyörün nüfuzu altına girmek için medeni
haklarından vazgeçenler söz konusuydu.
Bunun sonucu olarak, daha önce konta bağlı
özgür kişi olmak sıfatıyla doğrudan doğruya kralın
egemenliği altında bulunanlar, kralı ya da öteki
senyörlerden herhangi birini efendi seçmekte serbest
kaldıkları için, farkına varmadan birbirlerinin vasalı
oluyorlardı.
2. Özgür kişi devamlı olarak tasarrufu altında
bulundurduğu bir toprağı tımar haline sokunca, bu
tımar artık hayatının sonuna kadar mutlaka
kendisinin olamazdı. Bu nedenle de, az sonra,
tımarları, sahiplerinin çocuklarına veren genel bir
kanun çıkarıldığını görüyoruz. Bunu çıkaran da
yine antlaşmayı imzalayan üç kardeşten biri,
Charles le Chauve’dur.
Üç kardeş arasında imzalanan bu antlaşmadan
sonra ülkenin herhangi bir bölümünde her özgür
kişinin krala ya da istediği herhangi bir senyöre
bağlanmakta serbest olduğu hakkında söylediğim
sözleri, o tarihten sonra çıkmış olan fermanların
metinlerinde de bulmak mümkündür.
Charlemagne zamanında bir vasal bir
senyörden bir şey aldı mı, aldığı şey bir sou
değerinde bile olsa, bir daha o senyörden
ayrılamazdı. Charles le Chauve zamanında ise
vasallar kendi çıkarlarına ya da kaprislerine
uyabiliyorlar, bundan ötürü de hiçbir cezaya
çarpılmıyorlardı; hükümdar da zaten öylesine açık
bir şekilde belirtmişti ki bunu, amacı sanki bu
özgürlüğü kısmak değil, vasalları bundan daha çok
yararlanmaya davet etmekti. Charlemagne
zamanında tımarlar nesnel olmaktan ziyade
kişiseldi; sonradan kişiselden çok nesnel bir hal
aldılar[458].
Konu XXVI
Tımarlarda değişiklik
Tımarlardaki değişiklik malikânelerdeki
değişiklik kadar önemliydi. Kral Pépin zamanında
çıkartılan Conpiégne[459] capitulaire’inden
anlaşılıyor ki kraldan tımar alan kişiler bu tımar bir
bölümünü çeşitli vasallara veriyorlardı ama bu
bölümler bütünden ayrı tutulmuyordu. Kral
tımarın tümünü geri aldığı zaman bu bölümleri de
geri alıyordu; senyörün ölümünde ise vasal da art
tımarı elinden çıkarıyordu; tımarın yeni sahibi olan
senyör ortaya çıkıyor ve art tımarlara sahip olacak
vasalları seçiyordu[460]. Böylece, görülüyor ki,
tımara bağlı olan art tımar değil, kişinin kendisiydi.
Bir yandan art vasal krala bağlı oluyordu; çünkü
birinci derecedeki derebeyine devamlı olarak bağlı
değildi; öte yandan art tımar da kralın malı
oluyordu; çünkü bu çeşit tımar, bir yerin
yönetimine bağlı yerlerden değil tımarın kendisi
sayılıyordu.
Art vasallık, tımarların el değiştirmesi
mümkün olduğu sırada da öyleydi işte, hayat
boyunca verildiği sırada da. Tımarlarla art tımarlar
mirasçılara geçmeye başladığı zaman işler değişti.
Evvelce doğrudan doğruya krala bağlı olan şey
sonradan dolaylı olarak bağlı olmaya başladı; kralın
nüfuzu da böylece âdeta bir derece, kimi zaman iki
derece, çoğu zaman da daha çok azalmış oldu.
Tımarlar Üzerine adlı kitaplarda görülüyor ki
kralın vasalları her ne kadar tımar, yani krala
nazaran art tımar verebilmişlerse de, bu art vasallar
ya da vavasseur’ler aynı şekilde tımar
verememişlerdir[461]; yani vasallar verdikleri art
tımarları pekâlâ geri alabilirlermiş. Hem zaten, bu
şekilde verilmiş bir ayrıcalık tımarlar gibi babadan
oğla geçemezdi; çünkü, tımar kanununa göre
verilmiş bir ayrıcalık sayılmazdı bu.
Milanolu iki senatörün bu kitapları yazdıkları
sırada, art vasallığın durumunu, kral Pépin
zamanındaki durumu ile karşılaştırdığımızda, art
tımarların ilkel durumlarını asıl tımarlardan daha
uzun zaman koruduklarını görürüz.
Ama bu senatörler kitaplarını yazdıkları
zaman, söz konusu kural için o kadar çok istisna
belirtmişlerdir ki, bu istisnalar kuralı âdeta ortadan
yok etmiştir. Çünkü küçük vavasseur’den tımar
alan bir kimse savaşmak amacıyla Roma’ya kadar
onunla beraber giderse bütün vasallık haklarını
kazanırdı; bunun gibi, tımarı almak için de
vavasseur’e para vermişse, vavasseur ne tımarı onun
elinden geri alabilirdi, ne de oğluna intikal
ettirmesine engel olabilirdi; ancak parasını geri
verdiği zaman her iki hakkını da yok edebilirdi.
Bundan başka zaten, Milano senatosunda da bu
kurala uyan yoktu artık.
Konu XXVII
Tımarlarda başka bir değişiklik daha
Charlemagne zamanında herhangi bir savaş
için yapılan çağrıya katılmak zorunluluğu vardı;
katılmayanların cezası büyüktü; mazeret kabul
edilmezdi; katılmayanlardan birine göz yuman kont
bizzat cezaya çarpılıyordu. Ama üç kardeş
arasındaki antlaşma buna da bazı sınırlar koydu ve
böylece, soylu sınıfının, kralın elinden çıkmasına
neden oldu. Yalnız savunma savaşlarında kralın
buyruğu altına girmek zorunluluğu vardı. Öteki
savaşlarda kişi isterse efendisinin buyruğu altında
savaşa gider, isterse kendi işleri ile uğraşırdı. Bu
antlaşma, beş yıl önce Charles le Chauve ile kardeşi
Cermanya kralı Louis arasında imzalanmış olan bir
başka antlaşma ile ilgili idi. Bu antlaşmada
kardeşler birbirleriyle savaştıkları takdirde
vasallarını, kendilerini takip etmekten
affediyorlardı. İki hükümdar bu antlaşmaya riayet
edeceklerine ant içtikleri gibi ordularına da ant
içirttiler.
Fontenay savaşında yüz bin Fransızın
ölümü[462], geri kalan soylulara, bölme işlerinden
dolayı krallar arasında eksilmeyen özel savaşlarda
kendilerinin de kurban gideceklerini ve bu kralların
tutku ve kıskançlığı yüzünden geri kalan Fransız
kanının da döküleceğini açıkça gösterdi. Bu nedenle
de, devletin yabancı istilasına karşı korunması söz
konusu olmadıkça soyluların hükümdarları ile
birlikte savaşa gitmeye zorlanamayacaklarına dair
bir kanun yapıldı. Birkaç yüzyıl yürürlükte kaldı bu
kanun[463].
Konu XXVIII
Büyük görevlerde ve tımarlarda meydana gelen
değişiklikler
Birdenbire her şey sanki kötülüğe yönelmiş,
bozulmuş gibi bir hal aldı. İlk zamanlarda birçok
tımarın devamlı olarak verilmiş bir şekle
sokulduğunu söylemiştim ama bunlar hep özel
hallerdi; tımarlar genel olarak kendilerine özgü olan
niteliklerini yitirmemişlerdi; kral hazinesi bazı
tımarlarını elden çıkarmıştı ama bunların yerine
başkalarını edinmekten de geri kalmamıştı. Bundan
başka kralın, büyük görevleri, devamlı olarak bir
kimseye vermediğini de söylemiştim.
Ama Charles le Chauve hem büyük görevleri
hem tımarları etkileyen genel bir tüzük çıkardı:
Capitulaire’lerinde kontlukların hep kontun
çocuklarına verilmesini emir buyurdu; tımarların
da aynı tüzüğe uymasını istedi.
İleride bu tüzüğün daha da genişletileceğini
göreceğiz; bunun sonunda da büyük görevlerle
tımarlar daha uzak akrabalara intikal etti. Bu
nedenle, o zamana kadar dolaysız olarak krala bağlı
olan senyörlerin çoğu bu kez dolaylı olarak ona bağlı
oldular. Önceleri kral mahkemelerinde hâkimlik
eden, özgür kişileri savaşa götüren kontlar
birdenbire kralla özgür kişiler arasında kaldılar;
kralın gücü de böylece bir derece daha gerilemiş
oldu.
Dahası var: Capitulaire’lerden anlaşıldığına
göre kontların, kendi kontluklarına bağlı tımarları
ve buyrukları altında vasalları varmış. Kontluklar
babadan oğla intikal etmeye başlayınca, kontun bu
vasalları kralın dolaysız vasalları olmaktan
çıkmışlar, kontluklara bağlı olan tımarlar da kralın
tımarı olmaktan çıkmışlar; kontlar daha güçlü
olmaya başlamışlar; çünkü buyrukları altında
bulunan vasallar onlara daha başka vasallar
sağlamak imkânını bulmuşlar.
Carolingien’lerin son zamanlarında bu halin
sebep olduğu zayı amanın derecesini daha iyi
anlamak için, Capet’lerin ilk zamanlarında olup
bitenlere şöyle bir göz atmak yeter; gerçekten de
öyle, art tımarların sayısı öylesine arttı ki büyük
vasallar umutsuzluğa düşmekten kendilerini
alamadılar.
Krallıkta gelenek halini almıştı: Büyük
kardeşler küçüklere hisse ayırınca, küçükler
hisselerini en büyük kardeşe bir saygı belirtisi olarak
geri verirlerdi; sonunda da bütün bu topraklar asıl
senyöre ancak art tımar şeklinde bağlı olurdu.
Philippe-Auguste, Burgonya dukası, Nevers,
Bolonya, Saint-Paul, Dampierre kontları ile daha
başka birçok senyörler, bundan böyle tımarlar ister
miras yoluyla ister başka bir yolla bölünmüş olsun,
toprağın tümünün arada başka bir senyör
bulunmadan doğrudan doğruya aynı senyöre bağlı
olacağını açıkladılar. Bu buyruğa herkes uymadı;
çünkü başka bir yerde de söylediğim gibi, o çağlarda
genel buyruklar çıkarmak imkânsızdı ama
alışkılarımızın çoğu sonradan bu buyruğa
dayanarak gelişti.
Konu XXIX
Charles le Chauve’un saltanatından
bu yana tımarların özelliği üzerine
Charles le Chauve’un büyük bir görev ya da bir
tımar sahibinin ölümünde erkek çocuğu bulunursa o
görev ya da tımarın bu erkek çocuğa verilmesini
buyurduğunu söylemiştim. Bunun sebep olduğu
kötüye kullanmaları ve her ülkede bu kanunun ne
dereceye kadar geniş tutulduğunu burada izlemek
güçtür. Bununla beraber, Tımarlar Üzerine adlı
kitapta görüyorum ki, imparator II. Conrad’ın
saltanatının başlarında, egemenliği altındaki
ülkelerde tımarlar torunlara geçmezmiş; tımarın son
sahibinin çocukları arasında senyörün seçtiği çocuğa
geçermiş. Böylece tımarlar, senyörün, çocuklar
arasında başvurduğu bir çeşit seçimle şuna ya da
buna verilirmiş.
Bu kitabın XVII. konusunda, krallık tacının
Carolingien’ler zamanında bir bakıma nasıl seçimle
verildiğini bir bakıma da nasıl babadan oğla
geçtiğini açıklamıştım. Krallık miras yoluyla intikal
ederdi; çünkü kral daima aynı sülaleden olurdu;
henüz durum böyleydi; çocuklar birbirlerinin
yerlerine geçerlerdi; krallık seçim yoluyla intikal
ederdi; çünkü millet, ölen kralın çocukları
arasından bir tanesini seçerdi. Olaylar hep
zincirleme gittiğinden, bir politik kanun muhakkak
başka bir politik kanunla ilgili olduğundan, tahtın
intikalinde izlenen usul tımarların intikalinde de
izlendi. Böylece tımarlar miras yoluyla da seçim
yoluyla da çocuklara intikal etti; her tımar tıpkı
krallık tacı gibi hem intihabi hem ırsi bir nitelik aldı.
Senyörün şahsına verilen bu seçim hakkı,
Tımarlar Üzerine adlı kitapların yazarları
zamanında, yani İmparator I. Fréderic’in saltanatı
zamanında da mevcut değildi[464].
Konu XXX
Aynı konunun devamı
Tımarlar Üzerine adlı kitaplarda söylenilenlere
bakılırsa İmparator Conrad Roma’ya giderken,
hizmetinde bulunanlar kendisinden, çocuklara
geçen tımarların torunlara da geçmesi için ve
kanuni mirasçısı olmayan kişinin kardeşinin
babalarına ait tımarı miras yoluyla alması için bir
kanun çıkarmasını istemişlerdi. İmparator onların
bu isteklerini yerine getirdi.
Buna ek olarak, (kitapları yazanların,
İmparator I. Fréderic zamanında yaşadıklarını
unutmamak gerekir), evet buna ek olarak şöyle
deniliyordu: “Eski hukukçular, tımar için mirasçı
olarak yan hısımın amca çocuğundan ileri
geçemeyeceği kanaatinde bulunmuşlardır; oysa yeni
zamanlarda bu miras hakkı yedinci dereceye kadar
tanınmış, yeni hukuk anlayışıyla da sonsuz olarak
bütün kuşaklara verilmiştir.” Conrad kanunu da
böylece yavaş yavaş genişletilmiş oldu.
Bütün bunların varsayım olduğunu kabul etsek
bile, Fransız tarihinin bir okunması bize, tımarın
Almanya’dan önce Fransa’da devamlı bir hal
aldığını gösterir. Tımar hukuku Fransa’da 877
yılında ölen Charles le Chauve zamanında nasıl ise,
1024 yılında hüküm sürmeye başlayan İmparator II.
Conrad zamanında da Almanya’da öyleydi. Ama
Fransa’da Charles le Chauve’un saltanatından bu
yana öyle değişiklikler oldu ki, Charles le Simple,
imparatorluk tahtına olan su götürmez hakkını
yabancı bir sülaleye karşı savunacak kuvveti
bulamadı kendisinde; Hugues Capet zamanında ise,
krallık tacını elinde bulunduran aile, malını
mülkünü yitirdiğinden kendi tacını savunmak
imkânını bile bulamadı. Charles le Chauve’un,
kişiliği zayıf bir insan olması, Fransa’da hükümetin
de o derece zayıf düşmesine sebep oldu. Ama kardeşi
Louis le Germanique’in olsun, hale erinin olsun
daha üstün meziyetleri olduğu için devletleri de
uzun zaman devam etti.
Ama belki de, Alman milletinin soğukkanlılığı
ve deyim yerindeyse ruh sağlamlığı, tımarların
ailelerde âdeta doğal bir eğilimle birleşmesini
sağlayan imkânlara karşı daha çok dayanabilmiştir.
Şunu da söyleyeyim ki Almanların ülkesi,
Fransızların ülkesi gibi, Normanlarla Arapların
kendilerine özel bir şekilde yaptıkları savaşlarla
harap ve perişan olmuş değildi. Almanya’da daha az
servet, yağma edilecek daha az şehir, dolaşılacak
daha az kıyı, aşılması gereken daha çok bataklık,
daha çok orman vardı. Devletin kolay kolay
yıkılmayacağını bilen hükümdarlar kendilerine
bağlı olan senyörlere daha az muhtaç oldular; yani
onlara pek öyle güvenmediler. Hatta öyle görülüyor
ki, Almanya imparatorları taç giymek için Romayla,
savaşmak için de devamlı olarak İtalya’ya gitmek
zorunda olmasalardı, tımarlar orada ilk
durumlarını daha uzun zaman yitirmezlerdi.
Konu XXXI
Nasıl oldu da imparatorluk Charlemagne
ailesinin elinden çıktı
Charles le Chauve dalının zararına olarak
Louis le Germanique dalının piçlerine verilmiş olan
imparatorluk[465], 912 yılında Franconie dukası
Conrad’ın imparator seçilmesiyle daha da yabancı
bir ailenin eline geçti. Fransa’da hüküm süren ve
ancak birkaç köyü savunacak kadar kuvveti olan
hükümdarların ise imparatorluk üzerinde bir hak
iddia etmelerine imkân yoktu. Elimizde bugün
Conrad’ın yerine geçen İmparator I. Henri ile
Charles le Simple arasında imzalanmış bir anlaşma
var; adı da Bonn anlaşması[466]. Söz konusu
hükümdarlar Rhin ırmağının ortasına demir atmış
bir gemide buluştular ve ölünceye kadar birbirleriyle
dost kalacaklarına ant içtiler. Oldukça iyi bir mezzo
termine buldular[467]. Charles, Batı Fransa kralı,
Henri ise Doğu Fransa kralı oldu. Charles,
imparatorla değil Cermanya kralı ile uzlaşmış
bulunuyordu.
Konu XXXII
Nasıl oldu da Fransa tacı Hugues ailesinin eline
geçti
Tımarların babadan oğla geçmesi, art
tımarların genel olarak birleşmesi, politik
hükümetin sönmesine ve derebeylik hükümetinin
ortaya çıkmasına sebep oldu. Krallara bağlı bir sürü
vasal yerine, birkaç vasal kaldı; ötekiler de bu
vasallara bağlandı. Kralların artık doğrudan
doğruya egemenlikleri yok gibiydi: Etkisini
duyurmak için bunca ortamdan geçmek, hem çok
kuvvetli ortamlardan geçmek zorunda olan bu
egemenlik asıl amacına varmadan silinip gidiyordu.
Böyle bu derece büyük vasallar artık kolay kolay
boyun eğemezlerdi; boyun eğmemek için de kendi
vasallarından yararlanmaya kalktılar. Kendi
malikânelerinden yoksun olan, ellerinde
avuçlarında yalnız Reims ve Laon şehirleri kalan
krallar, vasalların elinde âdeta oyuncak oldular.
Ağacın dalları pek uzaklara yayılmış, tepesi
kurumuştu. Krallık, bugünkü imparatorluk gibi,
ülkesiz kalmıştı. Bundan ötürü de tacı, en kuvvetli
vasallardan birine verdiler.
Normanlar krallığı yağma ediyorlardı; bir çeşit
sal ya da küçük gemilerle geliyorlar, ırmakların
ağızlarından içeri girip ilerliyorlar, kıyılardaki köy
ve kasabaları yakıp yıkıyorlardı. Yalnız Orleans
şehri ile Paris şehri bu çeşit hareketleri
önleyebiliyorlardı; Normanlar da Seine ve Loire
ırmakları üzerinde ilerlemek imkânını
bulamıyorlardı. Bu iki şehrin sahibi olan Hugues
Capet, krallığın geri kalan bölümlerinin
anahtarlarını da elinde bulunduruyordu; yalnız
onun savunabileceği bir tacı tutup başına
geçirmekten başka çare bulamadılar. Sonradan,
Türklere karşı sınırları savunan aileye de
imparatorluk tacı tıpkı böyle verildi işte[468].
İmparatorluk Charlemagne ailesinin elinden,
tımarların babadan oğla geçişine âdeta bir lütuf
olarak verildiği sırada çıkmıştı. Hatta tımarların
babadan oğla geçişi, Fransızlardan çok sonra
Almanlarda bir alışkı halini aldı; bunun sonunda
da, tımardan farksız görülen imparatorluğun başına
seçimle birisinin getirilmesi uygun görüldü. Bunun
tersine, Fransa tacı Charlemagne ailesinden çıktığı
zaman tımarların babadan oğla geçişi bir gelenek
halinde bu ülkede yerleşmiş bulunuyordu. Krallık
tacı da bir tımar gibi babadan oğla geçiyordu.
Hem sonra, devrimden önce ya da sonra
olagelen bütün değişiklikleri bu devrimin olduğu
zamana mal etmek doğru olmaz. Her şeyi şu iki
olaya indirgeyebiliriz: Hüküm süren aile değişti, bir;
hükümdarlık tacı da büyük bir tımarla birleştirildi,
iki.
Konu XXXIII
Tımarların devamlılığından meydana gelen bazı
sonuçlar
Tımarların devamlı bir şekil alması üzerine
Fransızlarda büyük evlat ya da önce doğmuş olmak
hukuku meydana geldi. Mérovingien’ler zamanında
böyle bir şeyi bilen yoktu: Taç, kardeşler arasında
bölünürdü; malikâneler de öyle; tımarlar ise, ister
babadan oğla geçsin ister hayat boyunca verilmiş
olsun, bölünmesi imkânsız bir şeydi.
Carolingien’ler zamanında, Louis le
Débonnaire imparatorluk unvanını büyük oğlu
Lothaire’e vermiş ve böylece bu oğlunu küçük
oğullarından üstün tuttuğunu göstermek istemişti.
Kralların ikisi de her yıl imparatora gidip hediye
vermek, ondan da daha önemli hediyeler almak
zorundaydılar; ortak konularda imparatora
danışmaları gerekti. Lothaire’in felaketine hep
bunlar sebep olmuştur işte. Agobard, bu
hükümdarın haklarını savunmak için yazdığı iki
mektupta, bizzat imparatorun ortaya attığı sebepleri
ileri sürmüş, imparatorun üç gün oruç tuttuğunu,
kilisede dualar okuttuğunu, sadaka dağıttığını,
Tanrı ile istişarede bulunduğunu, arkasından da
Lothaire’i imparatorluk işlerine karıştırdığını, bu
hususta milletin ant içtiğini, sözünden geri
dönemeyeceğini, papanın desteğini sağlamak için
Lothaire’i Roma’ya gönderdiğini söyler. Bunları
söylerken de büyük evlat hukukuna değil, bütün bu
delillere dayanır; imparatorun, küçük çocukları için
de bir bölme yaptığını, ama büyük oğlunu tercih
ettiğini söyler; bunu söylerken de, pekâlâ küçükleri
de tercih edebilirdi demek ister.
Ama tımarlar babadan oğla intikal etmeye
başlayınca, büyük evlat hukuku iyice yerleşti; aynı
nedenden ötürü, büyük bir tımar olan krallık tacı
için de aynı haklar söz konusu oldu. Bölme usulünü
kabul etmiş olan eski kanun ortadan kalktı.
Tımarlar bir hizmetle görevli olduklarından
sahiplerinin bu hizmeti yerine getirecek durumda
olmaları gerekti. Böylece büyük evlat hukuku
yerleşiverdi; derebeylik kanunu da bu suretle politik
ya da medeni kanunun üstesinden gelmiş oldu.
Tımarlar babadan oğla geçmeye başlayınca
senyörler tımarları diledikleri gibi kullanmak
yetkilerini yitirdiler; bu zararlarını gidermek için de,
tekrar satın alma vergisi diye bir vergi,
geleneklerimizde sözü geçen bir vergi ihdas ettiler;
önceleri asıl soydan gelenlerin ödedikleri vergiyi
sonradan, yan soydan gelenler de ödemeye
başladılar.
Çok geçmeden tımarlar, tıpkı baba malı gibi
yabancılara da satılmaya başlandı. Bu yüzden
bütün krallığa yayılan bir vergi çıktı ortaya; adına
da lods et ventes vergisi dendi [469]. Önceleri bu
vergiler key ydi, fakat satış izni genel bir hal alınca,
her bölgede verginin miktarı tespit edildi.
Her mirasçı değişmesinde yeniden satın alma
vergisi ödemek mecburiyeti vardı; bu vergiyi önceleri
yalnız asil soydan gelenler öderlerdi. En yaygın usul
toprağın bir yıllık gelirini ödemekti. Bu ise pahalıya
mal oluyor ve vasalı zarara sokuyordu; tımara âdeta
tesir ediyordu. Sadakat ve itaat senetlerinde çoğu
zaman senyörün yeniden satın alma için belli bir
paradan başka bir şey istemeyeceği açıklanıyordu;
parada meydana gelen değişiklikler ise bu miktarı
aşağı yukarı hiç denecek bir dereceye düşürdü;
böylece günümüzde tekrar satın almak için ödenen
vergi sıfıra düştüğü halde tımar satışı için alınan
vergi bütün genişliği ile devam etmektedir. Bu çeşit
vergi ne vasala ne de mirasçılarına ait bir vergi idi;
doğrudan doğruya bir harç niteliğindeydi; bu
yüzden, herhangi bir hükümle belli bir para tespit
edecek yerde satıştan bir yüzde ödemeyi uygun
buldular.
Tımarlar hayat boyunca verildiği zamanlar
tımarın bir bölümünü vermek, öteki bölümünü de
devamlı olarak art tımar halinde elinde tutmak
mümkün değildi; bir şeyin sadece gelirinden
yararlanacak olan bir kimsenin o şeyin sahibi olması
anlamsız olurdu. Ama tımarlar devamlı bir hal
alınca, alışkıların ortaya attığı izin verildi. Adına da
se jouer de son fief denildi[470].
Tımarların devamlı bir hal alması yeniden
satın alma hakkının yerleşmesini sağladığından,
erkek evlat yokluğunda kızların tımarlara mirasçı
olmaları kabul edildi. Çünkü senyör tımarı, ölen
sahibinin kız çocuğuna vermekle yeniden satın alma
vergisi için gerekli halleri artırmış oluyordu; çünkü
koca da kadın gibi vergiyi vermek zorundaydı. Bu
hüküm, hükümdarın tacı için söz konusu olamazdı;
çünkü kimseye ait olmayan taç için yeniden satın
alma vergisi diye bir şey istenemezdi.
Toulouse Kontu V. Guillaume’un kızı
babasının yerine geçmedi. Sonradan Aliénor
Akitanya tahtına, Mathilde de Normandiya
tahtına oturdular; o çağlarda kızların miras hukuku
öyle sağlam bir şekilde yerleşmiş görünüyordu ki,
Louis le Jeune Aliénor’dan ayrıldıktan sonra,
Guyenne eyaletini ona bırakmakta hiçbir sakınca
görmedi. Bu iki örnekle, ilk verdiğimiz örnek
arasında pek öyle büyük bir zaman farkı olmadığı
için, kadınlara tımara veraset etmek hakkını veren
kanunun Toulouse kontluğunda, krallığın öteki
eyaletlerinden daha sonra yerleşmiş olması gerekir.
Avrupa’da çeşitli krallıkların esas teşkilatı ise
bu konuda, sözü geçen krallıkların kuruluşları
sırasında tımarların bulunduğu duruma uymuştur.
Kadınlar ne Fransa tacına mirasçı olabilmişlerdir ne
de imparatorluk tacına; çünkü bu iki saltanat
yönetimi kuruluşunda kadınlar tımarlara mirasçı
olamazlardı; buna karşılık tımarların devamlı bir
hal almasından sonra, yani Norman istilalarından
ve Araplara karşı elde edilen zaferlerden sonra
kurulmuş olan krallıklarda ve nihayet daha yeni
çağlarda Almanya’nın sınırlarının ötesinde
Hristiyanlığın yerleşmesiyle âdeta yeniden hayat
bulan krallıklarda mirasçı olma hakkı kadınlara da
tanındı[471].
Kolaylıkla alınıp verildiği çağlarda tımarları,
hizmet edebilecek kişilere verirlerdi; şu halde henüz
ergin olmayan kişiler söz konusu olamazlardı. Ama
tımarlar devamlı bir hal alınca, senyörler, mirasçı
ergin çağa gelinceye kadar tımara el koymaya
başladılar; bunu da ya kendi menfaatlerini artırmak
için ya da sözü geçen çocukları gerektiği şekilde
yetiştirmek için yaptılar. Buna gardenoble denilirdi;
vasilik ilkelerinden başka ilkelere dayanan bu usul,
vasilikle ilgisi olmayan tümüyle ayrı bir şeydi[472].
Tımarlar hayat boyunca verildiği zamanlar,
kişi, tımar için bağlılık sözü verirdi; asa vermek
suretiyle yerine getirilen gerçek teslim muamelesi
zamanımızdaki tazimat muamelesinin yerini
tutardı. Kontların, hatta kral temsilcilerinin
eyaletlerde tazimat kabul ettiklerine dair bir belge
yok elimizde; hem zaten capitulaire’lerde bu
memurların böyle bir görevleri olduğuna dair bir
kayda da rastlamıyoruz. Kimi zaman bütün
tebaaya sadakat yemini ettirdikleri oluyordu; ama
bu yemin şekli sonradan kabul edilen yemin
şeklinden çok farklıydı; yeminin sonradan kabul
edilen şekli tazimat töreniyle birleştirilmiş bir
formaliteydi; tazimattan kimi zaman önce, kimi
zaman sonra yapılırdı; bundan başka her tazimatta
da olmayabilirdi; tazimat töreninden daha az
şatafatlı olur ve ondan tümüyle ayrı bir şekil
gösterirdi.
Bağlılıklarından şüphe edilen vasallardan,
gerektiği zaman, rmitas denen teminatı almak da
yine kontlarla kral temsilcilerine düşen
görevlerdendi[473]; ama bu teminatı, krallar da
birbirlerine verdiklerine göre, tazimat olarak kabul
etmek imkânsız.
Keşiş Suger, bir Dagobert kürsüsünden söz
ediyor ve eskilerin verdikleri bilgiye dayanarak,
Fransa krallarının senyörlerin tazimatını bu
kürsüden kabul ettiklerini söylüyor; bize kalırsa
keşiş burada, kendi zamanının dilini ve düşüncesini
ifade etmekten başka bir şey yapmıyor.
İlk zamanlarda derebeylerin kendilerini
vasallarına tanıtmaları tesadüfe kalmış bir şeydi;
ama tımarlar babadan oğla geçmeye başlayınca bu iş
düzenli bir hal aldı; daha parlak törenler yapılıyor,
daha çok formalite yerine getiriliyordu; çünkü,
senyörlerle vasalların karşılıklı görevlerini yüzyıllar
boyunca hatırlatacak belgeler gerekti.
Tazimat töreninin ben, kral Pépin zamanında
başladığını sanıyorum; çünkü daha önce de
söylediğim gibi, tımarların devamlı olarak verilişi bu
kralın saltanatı zamanına rastlar. Bununla beraber
bu yargımı ileri sürerken şöyle bir şart ortaya
koşacağım ve Franklarla ilgili eski annale’lerin
yazarları, Baviyera dukası Tassilon’un Pépin’e
bağlılık yemini ettiği töreni tasvir ederken, salt
kendi zamanlarındaki alışkılara bakarak konuşacak
kadar cahil değillerdi, diyeceğim.
Konu XXXIV
Aynı konunun devamı
Tımarlar hayat boyunca verilirken yalnız
politik kanunlara bağlıydılar; bunun içindir ki
zaten, o çağların medeni kanunlarında tımar
kanunlarından son derece az söz edilir. Ama
tımarlar babadan oğla geçmeye, satılmaya, hibe
edilmeye başlayınca, hem politik kanunlara hem de
medeni kanunlara bağlandılar. Askerlik hizmetini
gerektirdiği için tımar, politik hukuka; bir çeşit
ticaret nesnesi olduğu için de medeni hukuka bağlı
sayılırdı. Bunun sonucu olarak da, tımarlarla ilgili
medeni kanunlar çıkarıldı.
Tımarlar babadan oğla geçmeye başlayınca,
veraset sırasıyla ilgili kanunlar zorunlu olarak
tımarların devamlılığı ile bir bağ kurdular. Böylece
Roma hukuku ile salique kanununun hükümlerine
rağmen Fransız hukukunda şöyle bir kural çıktı
ortaya: Propres ne remontent point[474]. Tımara
hizmet etmek gerekti; bir dede, bir büyük amca
senyör için iyi bir vasal sayılmazlardı; nitekim bu
kural, Boutillier’den öğrendiğimize göre, önceleri
yalnız tımarlar için uygulandı.
Tımarlar babadan oğla geçmeye başlayınca,
tımara hizmet edilmesine göz kulak olmaları
gereken senyörler, tımara vâris olacak kızların ve
sanırsam bazı erkeklerin, kendi rızalarını almadan
evlenmelerine izin vermediler; bunun sonunda da
evlenme sözleşmeleri soylular için hem derebeylik
hükümlerine, hem medeni kanun hükümlerine
bağlı bir nitelik aldı. Senyörün gözleri önünde
hazırlanan bu belgeye, tımara mirasçılar tarafından
hizmet edilmesini sağlamak amacıyla, ileride
veraset bakımından meydana gelecek bazı konularla
ilgili hükümler kondu. Bunun içindir ki Boyer ile
Aufrerius’un söyledikleri gibi, evlenme
sözleşmelerine gelecekteki mirasçılar hakkında
istenildiği şekilde hüküm koymak yetkisi
başlangıçta yalnız soylulara verildi.
Eski akraba hukukuna dayanan ve bizim, şu
anda uzun uzadıya incelemeye vakit
bulamayacağımız eski Fransız hukuk biliminin bir
sırrı olarak kalan ölenden kalanla ilgili hükümlerin,
tımarlara ancak tımarlar devamlılık kazandıktan
sonra kapsadığını söylemeye bilmem ki gerek var mı?
İtaliam, İtaliam [475]... Tımarlar konusuna
ben, çoğu yazarların başladıkları yerde son
veriyorum.
SON
[1]Bu eser ilk defa Ruhulkavanin adı altında
Hüseyin Nazım Bey tarafından kırk yıl önce
dilimize çevrilmiş ve Maarif Vekâleti yayınları
arasında iki cilt çıkmıştır.
[2]Ovidus’un Mètamorphose’larından alınan bu
sözü Montesquieu’nün, kendisine bu konuda
önderlik eden bir kimsenin olmadığını
belirtmek için kitabının başına koyduğunu
söyleyenler var. Bazı kişiler de bu çeşit bir
eserin hür bir ülkede yazıldığını belirtmek için
Montesquieu tarafından benimsendiğini iddia
etmişlerdir. Bundan başka, Montesquieu’nün
bu sözü sırf eserin eksik olduğunu, üstün
malzemeden meydana gelmiş bir
koleksiyondan başka bir şey olmadığını ileri
süren Başkan Hènault’ya cevap vermek için
eserinin başına koyduğunu söyleyenler var.
[3]Asıl eserin ilk baskılarında yer almayan bu
parçayı Montesquieu, kendisini saltanat
hükümetlerinde fazilet bulunmadığını iddia
etmekle suçlandıranlara cevap vermek için
yazmıştır.
[4]Bütün bu önsöz, XVIII. yüzyılda hüküm süren
kafanın, hoşgörürlük kafasının, kişinin ve
toplumun ancak önyargılarından kurtulmak
suretiyle gelişebileceğini ileri süren, bilginin,
aklın insanlığa daima yol göstereceğini
kabullenen XVIII. yüzyıl kafasının bir özetidir.
Asıl adı Antonio Allegri olan le Corrége
1489’da Corré’de doğmuş, 1534’te ölmüş bir
İtalyan ressamıdır. En güzel freskleri Parma
kilisesindedir. Tablolarında özellikle kadın
vücutlarını canlandırmakta büyük bir başarı
sağlamıştır. Raphaël’in Sainte-Cécile adlı
tablosunun karşısında duyduğu hayranlığı
belirtmek için: Anchio son’pittore (Ben de
ressamım) diye bağırmıştır.
[5]Plutarkhos, Bir Hükümdarın Bilgin Olması
Gerekir adlı yazısında, “Kanun ölümlü olsun
ölümsüz olsun herkesin kraliçesidir” der.
[6]İngiltere’de I. Georges’un krallığı sırasında
Hanover’deki ormanlarda bulunan vahşi
insanı örnek olarak göstermek mümkündür.
[7]omas Hobbes, 1588’de Malmesbury’de doğup
1679’da ölen İngiliz lozofu. Leviathan adında
acayip, ama kuvvetli bir eser yazmış olan
Hobbes, felsefede materyalizmden, ahlakta
faydacılıktan, politikada da istibdattan yana
olduğunu belirtmiştir.
[8]J.-V. Gravina, 1664’te doğup 1718’de ölen ünlü
İtalyan hukukçusudur. Montesquieu onun bu
sözlerini, De Oratu et Progressu Juris Civilis
(Medeni Hukukun Doğuşu ve Gelişmesi
Üzerine) adlı eserinden almıştır.
[9]Montesqueiu burada, Aristo’dan bu yana
hükümetleri şu şekilde ayıran geleneği
yıkmaktadır: 1. İstibdat idaresi şeklini alarak
bozulan saltanat idaresi; 2. Oligarşik idare
şeklini almak suretiyle bozulan soylular
idaresi; 3. Demagojik idare şeklini almak
suretiyle bozulan demokrasi idaresi.
Montesquieu’nün hükümet şekillerini ayırma
tarzı lojik değil deneysel ve soyuttur. Onun
için, cumhuriyet idaresi Roma ya da Atina’dır;
istibdat doğu ülkelerindeki imparatorluklardır;
saltanat yönetimleri de Roma
imparatorluğunun kalıntılarından meydana
gelen devletlerin tümüdür.
[10]Aristokrasi’yi aristokratik hükümet şeklini,
bundan sonraki bölümlerde, kitaplarda ve
konularda soylular hükümeti olarak
çevireceğiz.
[11]Aristides, İ. Ö. 540’ta doğup 460’ta ölen Atinalı
komutan ve devlet adamı. Marathon’da
kendini göstermiş, Atina’yı terk etmek zorunda
kalmış, sonradan da, rakibi emistokles’le
barışarak Salamine savaşına katılmış, Yunan
maliyesini büyük dürüstlükle yönetmiştir.
[12]Ksenephon, İ.Ö. 427’de doğup 355’te ölen
Atinalı tarihçi, lozof ve komutan.
Sokrates’ten ders almış, Peloponez savaşlarında
sivrilmiştir. On binlerin çekilmesini idare
etmiş, Anabas, Kyropediya, Sokratesin’in Ünlü
Sözleri, Hellenik’ler, Ekonomik adında eserleri
vardır. Temiz bir üslubu olan, bütün olayları
olduğu gibi anlatan Ksenephon lozof olarak
pek öyle önemli değildir.
[13]Servius Tullius, İ.Ö 578’de doğup 534’te
ölmüştür. Roma’nın onuncu kralı olan Servius
Tullius şehri kalın duvarlarla çevirttirmiş ve
vatandaşları santurilere bölmüştür.
[14]Titus-Livius, İ.Ö. 59’da Padova’da doğup İ.S. 17
yılında ölen Latin tarihçisi. Decade’lar adı
altında bir tarih kitabı yazmıştır. Halikarnaslı
Denys, İ.Ö. 8 yılında ölen ünlü Yunanlı
tarihçi. Augustos’la aynı çağda yaşamış olan
Denys Antiquites Romaines (Roma’nın Eski
Çağları Üzerine Bilgi) adında bir kitap
yazmıştır.
[15]Santuri (Centurie) Romalılarda askeri, siyasi ve
idari bölüm. Her senturide yüz vatandaş
bulunurdu.
[16]Solon İ.Ö. 640’ta doğup 558’de ölen Atinalı
hukukçu. Yedi Yunan bilgesinden biri.
Atinalıların vatanseverliğini kuvvetlendirmiş,
fakir vatandaşların vergilerini ha etmiş,
böylece sitede bir düzen kurmuş ve devlete
daha liberal bir anayasa vermiştir.
[17]Cicero (Marcus Tullius), İ.Ö. 106’da doğup
43’te ölen Roma’lı hatip. Verres’e karşı
Sicilyalıları korumuş, Konsül olmuş ve
Catilina’nın çevirdiği entrikayı açığa vurup
onunla işbirliği edenleri öldürtmüştür. Kendisi
da sonradan Antonius’un adamları tarafından
öldürülmüştür. Birçok eserler yazmışsa da en
güzel eseri mektuplardır.
[18]Montesquieu için soylular hükümetinin en
güzel örneği Venedik Cumhuriyetidir.
[19]Engizisyon, I. Napoléon zamanına kadar
İtalya’da devam etmiştir. Venedik’te Devletin
engizisyonu resmi baskı organı olarak
kullandığı anlaşılıyor.
[20]Antipatros, İ.Ö. 397’de doğup 317’de ölen
Makedonyalı komutan; İskender’in
yardımcılarından biri. İskender seferdeyken
Makedonya’yı yönetmiş, İskender’in
ölümünden sonra da başkaldıran Atinalıları
Krannon’da yenmiştir.
[21]Burada bahis konusu olan Fransa’dır. Kendi
topraklarında senyörlerin yargılama yetkisi
vardır.
[22]John Law, 1671’de Edimbourg’da doğup 1729’da
ölen İskoçyalı maliyeci. Fransız maliyesinde
yenilikler meydana getirmiş, Hindistan
şirketini kurmuş, Rejans zamanında da
yepyeni bir bankacılık sistemi kurmak istemişse
de bu sistem tam bir fiyasko ile son bulmuştur.
[23]Montesquieu burada doğu ülkelerinde uzun
zaman kalmış ve bir Seyahatname yazmış olan
J. Chardin’in yazılarına dayanmaktadır.
Gerçekten de öyle, Osmanlı İmparatorluğu
zamanında Sadrazamın yetkileri aşağı yukarı
Padişahın yetkilerine eşitti.
[24]Söz konusu olan, Papa X. Clemens’tir (1670-
1676).
[25]Bütün bu sözler Chardin’in kitabından
alınmıştır. Chardin’in görüşlerindeki doğruluk
ve tarafsızlık adı geçenin doğu ülkelerini iyice
incelediğini göstermektedir.
[26]Bu ayrılık, diyor Montesquieu, çok önemlidir;
birçok sonuçlar çıkaracağım da ondan; bir sürü
konunun anahtarıdır bu ayrılık.
[27]İngiltere’de 1648’de ve 1688’de yapılan iki
ihtilal.
[28]Keronea, Makedonyalı Philippos’un Atinalılarla
Tebalıları İ.Ö. 338’de yendiği şehrin adı. Sylla
da Mithri-date’ın ordularını İ.Ö. 86 yılında
burada yenmişti. Plutarkhos’un doğum yeri.
[29]Roma ile Kartaca arasındaki bu savaş tam üç yıl
sürdü.
[30]XIII. Louis’in bakanı ve Fransa’nın gerçek
kurucusu olan Kardinal de Richelieu,
Testament Politique (Siyasi Vasiyetname)
bırakmıştır.
[31]Homme de bien’i biz burada iyi insan diye
çevirdik. İyiliksever, iyi kalpli, herkesin iyiliğini
isteyen insan, hatta faziletli insan diye
çevirmek de mümkündür. Montesquieu bu
eserinde iyi insanla iyi vatandaşı sık sık
birbirinden ayıracaktır.
[32]Montesquieu notunda, zorba hükümdarın,
askeri soylu sınıfına karşı çoğu zaman bu
duruma düştüğünü söyler.
[33]Ricaut’nun Osmanlı İmparatorluğu Üzerine
adlı eserinden.
[34]Keşiş Ducerceau bu ihtilal üzerine bir kitap
yazmıştır.
[35]Domitien’in idaresi askeri bir idareydi; bu da bir
çeşit zorba idare demektir. (Suetone,
Domitien, bl. VIII.)
[36]Crillon ünlü bir Fransız komutanıdır. (1543-
1615) İç savaşlara katılmış, yiğitliğiyle ün
salmıştır. Kral IV. Henri’nin silah arkadaşıdır.
– Guise ailesi kalabalık bir aileydi. Burada adı
geçen, Saint-Barthélemy katliamının
öncülerinden olan I. Henri duc de Guise’dır.
(1550-1588) Nitekim sonradan yine III.
Henri’nin adamları tarafından tuzağa
düşürülüp öldürülmüştür.
[37]Epaminondas (İ. Ö. 418-362): Tebalı general ve
devlet adamı. Lekademonyalıları yenmiş,
ölümünden sonra da Teba bir daha kendini
toparlayamamıştır.
[38]Vairasse d’Allais tarafından yazılmış omas
More’un Ütopya adlı eserinin bir taklidi.
[39]Girit tam üç yıl kanunlarıyla hürriyetini
savundu.
[40]Pensilvanya’yı kuran Quaker William Penn.
[41]Cizvitler birliği. Bunun asıl adı La Société de
Jésus’dür.
[42]Paraguaylılar hiçbir efendinin boyunduruğu
altında değillerdi; bizlerin ödediğimiz verginin
beşte birini öderlerdi; kendilerini savunmak
için de ateşli silahları vardı.
[43]Yunan siteleri gibi.
[44]İnsan Hakları Beyannamesi’nin birinci
maddesinin temeli.
[45]Aristo bu kanunun Atina’da uygulandığını
söylerse de aslında Teba’da uygulanmıştır.
[46]Plutarkhos, “Erler, istila edilen topraklardan
kendilerine daha büyük parçalar verilmesini
istiyorlardı” der.
[47]Örneğin, böyle olmayan bir cumhuriyette
kadınların getirecekleri drahomaları son derece
sınırlandırmak gerekir.
[48]Aréopage, Solon’un Atina’da eski arkontlardan
kurduğu Yüksek Divan. Yargılarında son
derece titizlik gösterdiği için bütün
Yunanlıların güvenini kazanmıştı. Bununla
beraber Aréopage da sansüre tabiydi.
[49]Lakedemonya’da soylular yönetimi zamanında
hükümeti temsil edecek beş kişilik bir heyet
seçilirdi; bu heyet kralların egemenliği ile
hükümetin egemenliği arasında bir denge
kurardı. İşte bu heyete éphore adı verilirdi.
[50]Bir suçu, bir suçluyu haber vermek isteyenler,
suçun konusunu, suçlunun adını yazdıkları bir
kâğıdı bu ağızdan içeri atarlardı.
[51]Tereke istihsali için tam bir yıl bir gün süre
verilirdi.
[52]Saltanat yönetiminde ticaretle uğraşmak
yetkisini kanun yalnız halk sınıfına verir.
[53]Burada söz konusu olan Fransa krallığıdır.
[54]Prut anlaşması.
[55]Montesquieu burada kehanette bulunuyor
sanki.
[56] Bantam, XVII. yüzyıl sonunda Java adasında
Hollandalıların istila ettikleri bir krallık.
[57]Bu konuda Rusların çeşitli anayasalarını,
bilhassa 1722 tarihli anayasalarını incelemek
gerek.
[58]Bodin (1530-1596), Devlet Üzerine adında bir
kitap yazmış ve ılımlı bir saltanat yönetiminin
ilkelerini araştırmış ünlü bir Fransız
hukukçusu.
[59]E atun Devlet’inde bu ret olayını cumhuriyetin
bozulmasının belirtilerinden biri olarak görür.
Kanunlar’ında ise bu şekilde davranan bir
vatandaşın cezaya çarptırılmasını ister.
Venedik’te böylelerini sürgüne gönderirlerdi.
[60]Victor Amédéè, 1713’te Sicilya, 1720’de
Sardunya kralı olmuş, 1730’da tahtından
ayrılmış, 1732’de de ölmüştür. XIV. Louis’nin
yeğeni Anne d’Orléans’la evlenmiştir.
[61]İngiltere.
[62]Augustos, senatörlerden, prokonsüllerden ve
valilerden silah taşıma yetkisi almıştır.
[63]Constantin.
[64]Aksini İspanya’da görüyoruz; kişiler tembeldir
orada; görevler satılmaz verilir de ondan.
[65]VIII. kitap, XXI. konuya; XIX. kitap XXI.
konuya bak.
[66]Hindistan’da Kistnah ırmağının denize
döküldüğü yerde, 1759’da İngilizler tarafından
işgal edilen Mezulipatan’da yazılı kanun diye
bir şeye rastlanmamış. Hintliler davalarını bazı
geleneklere göre hallederlermiş. Veda’larla bu
çeşit kitaplarda medeni kanunlarla ilgili hiçbir
şey yokmuş; yalnız bazı dini hükümler varmış.
[67]Caesar’ların, Cromwell’lerin ve daha
birçoklarının yaptığı gibi.
[68]Bunun Latincesi non liquet’dir. Yani hâkim,
“Dava iyice aydınlanmadı, hiçbir kanım yok”
der.
[69]Voltaire, Montesquieu’nün verdiği bu örneği
çürütür ve bir Fransız pair’inin ancak
kendisinden üstün bir pair olan kral tarafından
yargılanabileceğinin Fransa’da gelenek halini
aldığını söyler.
[70]Montesquieu, bu bakımdan Çin’in bir
cumhuriyet ya da bir saltanat hükümetini
andırdığını ilerideki konularda göstermeye
çalışacak.
[71]Valerius kanunu, krallar kovulduktan hemen
sonra, Valerius Publicola tarafından yapıldı;
ondan sonra da aynı aileden kanun adamları
tarafından iki kere düzeltildi (Titus-Livius).
Porcia kanunu ise Roma’nın kuruluş tarihinin
454. yılında yapıldı. Valerius kanunundaki
değişiklikler, kanunu daha çok
kuvvetlendirmek için değil, hükümlerinin
daha olgun bir şekil alması için yapıldı.
[72]Montesquieu burada Fransa’yı kastediyor.
[73]Burnunu, kulaklarını keserlerdi.
[74]Lysandros, İ. Ö. 405’te Atinalıları Aigos
Potamos’ta bozguna uğratan Ispartalı
komutan. 395’te öldürülmüştür.
[75]Burada imparator adı verilen kişi, o çağda
bütün iktidarı elinde bulunduran Şogun ya da
askeri şeir. Din işlerinin başında bulunan
Deyro ise bugünkü Mikado’dur.
[76]Bu kanun gereğince suçlular para cezasına
çarptırılırlar, senatör olamadıkları gibi memur
da olamazlardı.
[77]Bu kanunda diri diri yakılma cezası, ölüm
cezası sık sık görülen şeylerdendir; hatta
hırsızlığa bile ölüm cezası verilirdi.
[78]Desamvirlerle aynı kafada olan Sylla hicviye
yazanlara verilen cezaları arttırmaktan geri
kalmadı.
[79]Romalıların Büyüklüğü ve Düşüşü Üzerine
Düşünceler (XVIII. bl.).
[80]İstanbul Patriği Nikophoros’un Tarih’i.
[81]İngilizler.
[82]Atinalılarda olsun, Romalılarda olsun, hatta
Vizigotlarda olsun hükümdara ihanet
suçundan gayrı bir suç için sanığa işkence
edilemezdi.
[83]Kuran’ın El Bakara suresinde misillemeye cevaz
verilir (Montesquieu).
[84]E atun, Kanunlar adlı eserinin IX. kitabında,
çocukları cezalandıracak yerde, babalarına
benzemedikleri için mükâfatlandırmak gerekir,
der.
[85]Bunların üçü de Bizans imparatorudur.
Maurice 582’den 602’ye kadar, Anastase
713’ten 715’e kadar, İsaac 1’Ange da 1185’ten
1195’e kadar saltanat sürmüşlerdir. Suidas,
Anastase’ın büyük görevleri layık olmayan
kişilere verdiğini söyler. Montesquieu’yü
yanıltan herhalde metnin Latince çevirisi
olacak.
[86]Suion’lar, İskandinavya yarımadasında şimdiki
İsveç’in bulunduğu yere yerleşmiş bir Cermen
kabilesiydi.
[87]Bu eserin XX. kitabının XX. konusuna bak.
[88]Çin’de lüksü daima önlemişlerdir.
[89]Plutarkhos bu şehirlerde gerçek aşkın,
kadınların katılmadığı başka bir çeşit aşk
olduğunu söyler. Atina’da kadınların
davranışlarını denetleyen özel memurlar vardı.
[90]Sixtus-Quintus, karısının ihanetini gidip
hâkimlere bildirmeyen kocanın ölümle
cezalandırılmasını istiyor.
[91]Augustos zamanında çıkartılan Popienne
kanunu, üç çocuğu olan bir kadının böyle bir
vasilikten affedilmesini âmirdi.
[92]Bu konuda en akıllı, en uslu davranış tarzını
Marsilya Cumhuriyetinde görüyoruz. Strabon
burada drahomanın para olarak yüz eküyü,
çeyiz olarak da beş eküyü aşmadığını söylüyor.
[93]Burada söz konusu olanlar, Avrupa’nın
doğusunda oturan Sunitlerdir. Daha eskiler
bunlara Sarmatlar derlerdi.
[94]Samnitlerin olsun, Sunitlerin olsun kan
bakımından Lakedemonyalılarla hiçbir ilgisi
yoktur. Montesqueiu ahlak ve gelenek
benzeyişi bakımından böyle bir yakınlık bulsa
gerek.
[95]Şölen. Ksenephon da E atun gibi Sokrates’e
öğrencilik yapmıştır.
[96]Diodore’un sözünü ettiği, Altı Yüzler Meclisi.
[97]O zaman soylu yönetimi oligarşi şeklini alır.
[98]Venedik bu şekil yönetimin sakıncalarını
kanunları sayesinde en iyi düzene koyan
cumhuriyetlerden biridir.
[99]Justin, Atina’da faziletin yok olmasını
Epaminondas’ın ölümüne izafe eder.
Atinalılar, aralarında rekabet duygusu
olmadığı için kazançlarını eğlence yerlerinde
harcamaya başladılar. Bunun üzerine de
Makedonyalılar birdenbire karanlıktan
çıkıverdiler.
[100]Bu parçayı yorumlayanlar, bu sözlerde,
merkeziyetçi bir politika güden XIV. Louis ile
ondan sonra gelenlerin bir tenkidini
bulmuşlardır.
[101]Meduse, üç Gorgone’dan biri. Önce çok güzel
bir yüzü ve çok güzel saçları vardı. Minerva’yı
kızdırınca, saçları yılan şeklini almış, gözleri de
baktığı kimseyi taş haline getirecek bir kudret
elde etmiş. Persea bunun kafasını kesmiş ve
seyahatlerinde beraberinde götürmüştür. –Bu
devlette de hükümdar, hükümetinin ilkesinin
ne olduğunu pekâlâ biliyordu.
[102]Avusturya veraseti savaşlarında Macar
soylularının Marie-Thérèse’e gösterdiği bağlılığı
ima ediyor.
[103]Eque’lerle Volsque’lar İtalya yarımadasında
Latium’da oturan ve Roma tarafından
boyunduruk altına alınan iki eski insan
topluluğu. –Quintius Cincinnatus, sadeliği ve
ağırbaşlılığıyla tanınmış bir Romalı. İ.Ö.460
yılında konsül olmuş, ondan sonra da iki kere
diktatörlüğünü ilan etmiştir. Minucius’u
kurtarmış, Spurius Malius’un çevirdiği
entrikayı zamanında bastırmıştır.
[104]Halk sınıfı patrisyenlerin zulmünden kaçmak
istediği zaman Roma yakınlarındaki bir tepeye
çekilirdi. İşte bu tepeye Kutsal Tepe adı
verilirdi.
[105]İ.Ö. 216 yılında Annibal’in Romalıları yendiği
yerin adı Cannes’dır.
[106]Bu son cümle 1757’de ilave edilmiştir.
[107]XVIII. yüzyılda bu ilke yerinde bir ilke olarak
görülürdü. Nitekim Montesquieu, Romalıların
Büyüklüğü ve Düşünüşü Üzerine Düşünceler
adlı eserinde Roma’nın Cumhuriyetten
İmparatorluğa geçişinin nedenini ülkenin
büyümesiyle ispat etmeye çalışmıştır.
[108]Bu şartlardan bir tanesi, mesela, iki büyük
devletin kıskançlığından ötürü küçük bir
hükümdarın varlığını devam ettirmesidir; ama
onun da varlığını bu şekilde uzun zaman
devam ettirmesi imkânsızdır.
[109]Keşiş du Halde, Çin’i yöneten sopadır, der.
[110]Mylord Anson, Dünya Seyahati adlı bir eser
yazan ve 1748’de Londra’da bastıran bir İngiliz
amirali. (Eser Fransızcaya 1749’da
çevrilmiştir.) Cümle ilk baskılarda yoktu.
[111]Hollanda birbirinden farklı elli cumhuriyete
ayrılmıştı.
[112]Montesquieu’nün Etrurya’ya verdiği ad.
[113]Fransa ve XIV. Louis olacak.
[114]Bu son paragraf ilk baskılarda yoktur.
[115]Bu paragraf ilk baskılarda yoktur.
[116]Tockembourg ya da Toggenbourg, XV.
yüzyılda Schwytz ile Zurich’in paylaşamadığı
bir vadi. Montesquieu bu vadide oturanların
1706’dan 1718’e kadar Saint-Gall’e karşı
açtıkları savaşı ima ediyor.
[117]Hannon, İ.Ö. 190 yılında ölen Kartacalı
komutan. Kartacalıların Annibal’e yardım
etmelerini önlemiştir.
[118]Korsika Cenevizlilerin elindeydi.
[119]Büyük Cyrus (İ. Ö. 560-529). İran
İmparatorluğunun kurucusu. Lidya kralı
Kresus’u yenmiş ve batı Asya’yı egemenliği
altına almıştır.
[120]Cumes tiranı Aristodemes; İtalya
yarımadasının güney bölgesinde Campanie’de
bir şehir olan Cumes’ün yakınında ünlü bir
kâhinin mağarası vardı. Aristodemes,
kendisine rakip çıkmasın diye Cumes’lüleri
adeta kadınlaştırmıştır.
[121]İlk baskılarda bu konu XIV. konu idi, XIV.
konu da XIII. konu.
[122]Bu XIV. konu ilk baskılarda şöyle başlardı:
“İskender büyük istilalarda bulundu. Bakalım
bu istilalarda nasıl davrandı. Değerinden
şimdiye kadar bir hayli söz edenler oldu, biz de
biraz davranışlarındaki tedbirlerden söz
açalım. Aldığı tedbirlerin tümü yerinde
tedbirlerdi...”
[123]Bu paragra a bundan sonraki iki paragraf ilk
baskılarda yoktu.
[124]Plutarkhos, İskender’in Aristo’yu dinlediğini
söyler.
[125]Bu paragrafın başından itibaren konunun
sonuna kadar olan parça ilk baskılarda yoktu.
[126]Persepolis, İran’ın eski hükümet merkezi olan
Parsa’nın Yunanca adı. Dara tarafından
kurulmuş olan bu şehrin sarayını İskender
yaktırmıştır.
[127]Nadir Şah, asıl adı Tamasp Kuli Han olan
Nadir Şah, önce devecilik etmiş, sonra da
eşkıya olmuştur. 1729’da İsfahan’ı, 1738’de de
Moğolların merkezi olan Delhi’yi almıştır.
[128]Cicero der ki: “Yunanlılara, anlaşmazlıklarını
kendi aralarında halletmek imkânını veren
Scevola fermanını olduğu gibi taklit ettim;
böylece onlar kendilerini hür bir millet olarak
görürler.”
[129]Ruslar, Büyük Petro’nun, sakallarını kestirmek
konusunda gösterdiği inadı bir türlü
anlayamazlardı.
[130]Kapadokyalılar, Romalıların kendilerine teklif
ettikleri cumhuriyet idaresini reddetmişlerdir.
[131]Bu konudaki düşüncelerin çoğu, Locke’un
Traité du Gouvernement Civil (Sivil İdare
Üzerine) adlı kitabından alınmıştır. Bölüm
XII.
[132]Büyük Meclis soylulardan kurulan meclisti.
Pregadi, Büyük Meclis üyelerinden yüz
yirmisinin kurduğu Senato idi. Sayısı üç olan
Quarantie ise her biri kırk kişilik üç
mahkemeydi.
[133]Algernon Sidney (1617-1683), İngiliz Avam
Meclisi üyesi ve Cumhuriyetçi. Rye-House
komplosuna katılmakla suçlandırılıp haksız bir
şekilde ölüme mahkûm edilmiştir. Hükümet
Üzerine Nutuklar adında bir eser yazmıştır.
[134]James Harrington (1611-1677), İngiliz yazarı
ve cumhuriyetçisi. Hem Cromwell tarafından,
hem II. Charles tarafından kendisine eziyet
edilmiştir. Océana adlı eseri o çağın modasına
uygun bir ütopyadır.
[135]Kalkedonya tam Bizans’ın karşısındadır.
(Heredote, III, XIV).
[136]Politika adlı kitabı (Kitap III, bl. XIV).
[137]Bununla beraber Arribas tahtından
inmemiştir. Oğlu da yerine geçmiştir.
Montesquieu burada respublica kelimesinin
çi anlamından ötürü yanılmışa benziyor.
Respublica kelimesinden gelen république
Fransızca’da hem devlet, hem de cumhuriyet
anlamına gelir.
[138]Epir’de oturan bir topluluk. Hükümet merkezi
Ambrakiya idi. Köpekleri çok meşhurdu.
[139]Bir şehrin idaresi demektir.
[140]Entre-roi, krallara, kral çapındaki kişilere özel
demektir.
[141]Préreur, Roma’da hâkim; questeur, Roma’da
mali işleri yürüten kişi; édile, Roma’da bir çeşit
belediye başkanı, memuru.
[142]Tribun, Roma’da 493 yılında halkın Kutsal
Tepe’ye çekilmesinden sonra ihdas edilen halk
avukatı. Sayısı önceleri ikiydi.
[143]Curie’ler de, tribu’lar da centurie’ler gibi
Roma’da idari bir bölümdü.
[144]Senatus-consultus, Roma Senatosunun kararı,
emirnamesi.
[145]Decemvir, on iki levha kanununu yapan on
kişilik heyete dâhil olanlardan her biri.
[146]Plebisit, Roma’da tribu şeklinde toplanan
halkın kararı.
[147]Centumvir, Roma’da yüz kişilik bir
mahkemenin üyesi.
[148]Questeur du parricide, baba ana katilinin,
hükümdarı öldürenin malını mülkünü
yöneten kişi.
[149]Aslında kanun Caius Gracchus’undur.
[150]Şehir urbs, yani Roma.
[151]Makedonya’nın istilasından sonra Roma’da
vergiler tümüyle kaldırıldı.
[152]Burada bahis konusu olan ülke İngiltere’dir.
[153]Montesquieu, oy çokluğu demek istiyor.
[154]Keşiş Bougerel.
[155]Protestator. Niceas, Manuel Comnène’in
Hayatı adlı eserinin IV. kitabında sözünü ettiği
protestator, Kanunların Ruhu Üzerine adlı
eserde italik yazılmıştır. Eseri 1339’da çeviren
H. Nazım Bey, bu kelimeye karşılık
Protestanlar demiş ama M. Comnène
zamanında Protestanlık henüz mevcut değildi.
Sonra Montesquieu kelimenin önüne le har
tari ni koymuş ki bu da belirli bir kişiyi
göstermektedir. Bize kalırsa, itiraz eden kişi,
reddeden kişi anlamına gelecek ve Bizans’ta bir
unvan olacak.
[156]Bizans’ta Maviler’le Yeşiller. Hipodromda halk
araba sürücülerinin mavi ya da yeşil rengine
göre ikiye ayrılırdı. Bu rekabet âdeta parti
rekabeti halini alır, bazen de kanlı olaylara
neden olurdu.
[157]Arcadius, éodose’un oğlu. 376 ya da 377’de
İspanya’da doğmuş, 395’ten 408’e kadar Doğu
İmparatoru olmuştur.- Honorius, (384-423),
İstanbul’da doğmuş, Batı imparatoru
olmuştur.
[158]Cinq-Mars, Richelieu’ye karşı bir suikast
hazırlayan genç bir soylu. Yakalanmış ve idam
edilmiştir. Alfred de Vigny’nin bu addaki
romanı dilimize çevrilmiş ve klasikler arasında
yayımlanmıştır.
[159]Alexandre Sévère (208-235), Roma
İmparatoru. 222’de Elegabale’in yerine
imparator olmuştur.
[160]Marsyas, Frikyalı satir; çok güzel üt çaldığı
için Apollon’a meydan okumuş. İlham perileri
Apollon’u galip ilan edince, tanrı onu bir çam
ağacına bağlayıp derisini yüzmüş. -Densy, İ. Ö.
405’ten 367’ye kadar Siraküza’ya hükmetmiş
olan tiran.
[161]Suçun var olması ancak düşüncenin
uygulanmasıyla mümkündür.
[162]Ölü Çariçe, Anna İvanova (1693-1740) II.
Petro’nun arkadaşı Dolgoruki’yi Sibirya’ya
sürdürmüş ve Novgorod’da öldürmüştür.
Dolgoruki’nin bütün hısım akrabasını da
sürgün ettirdi.
[163]On iki levha kanunu.
[164]Deutéronome, Ahdi Atik’te Pentateuque’ün
son kitabı.
[165]İngiltere’de hâkimlerin bir kanı edinmesi için
tek delil yetmez; bu delilin kanuni olması
şarttır. Yani kanun sanığın aleyhinde iki
şahidin bulunmasını ister, ikinci bir delil
yetmez. Sanık iki tanığı birden çürütürse o
zaman kanunen kendisini mahkûm etmek
imkânsızlaşır. Bundan ötürü de sanığın
şahsına mahsus olmak üzere bir bill d’atteindre
çıkarmak gerekir. Bunun için de bütün öteki
bill’lerde olduğu gibi, bill’in iki Meclis’ten
geçmesi, kral tarafından tasvip edilmesi şarttır.
Sanığın avukatları bill’e karşı konuşabilirler.
Mecliste de pekâlâ bill’in lehinde konuşulabilir.
[166] Privilèges denen kanunlar, yani şahıs için özel
bir şekilde çıkarılmış kanunlar demektir.
[167]İira anlamına gelen kalumnia kelimesinin ilk
harfi.
[168]On iki levha kanunundan tam yüz yirmi yıl
sonra.
[169]Sextus Tarquin’in Lucretius’a tecavüzü.
[170]Roma’nın yedi tepesinden biri. Tiber ırmağının
sağ kıyısında.
[171]Chéréas, Caligula’yı öldürdü. II. Justin’in
karısı Sophia tarafından hakarete uğrayan
Narsès Lombard’ları İtalya’ya çekmek suretiyle
imparatordan intikam aldı. Endülüs valisi
kont Julien önce Magribilere karşı ülkeyi
savunduysa da sonradan kızına tecavüz
ettiğini öğrendiği Kral Roderic’i cezalandırmak
için Magribilerle işbirliği yaptı.
[172]Burada Montesquieu yanılıyor. Kadılar
mollalara değil, müülere ya da din bilgilerine
danışırlardı.
[173]Maldivler Hint denizinde o sırada bir
hükümdarın idaresi altında bulunan
adalardır.
[174]M. Chardin’in dediğine bakılırsa, İran’da
durum böyleymiş. Mahkûmlardan söz etmek,
hatta adlarını ağza almak bile yasakmış.
Aksini yapanlar suçlu sayılırmış.
[175]Montesquieu Fransa’yı ima ediyor.
[176]Burada söz konusu olan ülke İsviçre’dir.
[177]Sözü edilen ülke İngiltere’dir.
[178]Burada da yine söz konusu olan ülke
Fransa’dır.
[179]Montesquieu burada tuzdan alınan vergiyi
kastediyor.
[180]Fransa’da kaçak tuz satana kürek cezası
verilirdi.
[181]Pul resmi Hollanda’da çoktan var olan bir
şeydi.
[182]Yabancı ülkelerle ticaret yapmak isteyen
Japonlar, bu işi kendileri yapamayacakları için
iki millet seçmişlerdi: Avrupa için
Hollandalıları, Asya için de Çinlileri. Bu usule
aykırı davrananları hayatlarına kıyıncaya
kadar bir yere kaparlardı.
[183]Bu vergilerin ne derece aşırı, ne derece acayip
olduğunu, hatta ne çeşit çılgınlıklara yol
açtığını tarih kitaplarından öğrenmek
mümkündür. Nitekim Anastase’ın,
vatandaşların teneffüs ettikleri havadan bile
vergi almaya kalktığını görüyoruz.
[184]Bunun böyle olduğunu her gün görmek
mümkündür. Kişi, soğuk havalarda daha zayıf
görünür.
[185]İspanya veraseti savaşları.
[186]Örneğin, İspanya’ya.
[187]Tavernier, “Avrupalı yüz er, bin Hintliyi
yenmekte güçlük çekmez,” der.
[188]Hindistan’a yerleşen İranlılar üçüncü
kuşaktan itibaren Hintliler gibi korkak ve
vurdumduymaz olurlar.
[189]Hint dilinde Panamanak, hareketsiz anlamına
gelir.
[190]Foe, Buda’nın Çince adıdır. “İki gözümüzle iki
kulağımız var ama olgunluk hiçbir şeyi görmek,
hiçbir şeyi işitmemektir; bir burnumuz iki
elimiz var ama olgunluk bütün bu organların
hareketsizliğindedir.” Bu sözleri keşiş du
Halde, Çinli bir filozoftan işitmiştir.
[191]Üçüncü sülalenin üçüncü imparatoru olan
Ven-Ty, kendi elleriyle toprağı işlemiş,
sarayında da karılarını ipek yetiştirmek için
teşvik etmiştir.
[192]Muharrem ayının sekizinci günü olacak.
Muharrem ayı, aşure ayıdır.
[193]Rotharis (636-652). Lombardların kralı.
Montesquieu’nün sözünü ettiği kanunu o
çıkarmıştır.
[194]Burada sözü edilen hastalığın frengi olduğu
anlaşılıyor.
[195]Kendi kendini öldürenlerin bu davranışları
doğal kanunlara da, Hak dini olan dinlerin
yasalarına da aykırıdır.
[196]Sol, sou, bugün bir frankın yirmide biridir.
[197]Montesquieu notunda, “Biz burada harp
esirlerini yiyenlerden söz açmak istemiyoruz”
diyor.
[198]Santa-Marta, bugünkü Kolombiya’da
Barankilla yakınlarında bir yer.
[199]Bu konunun başından sonuna kadar
Montesquieu, zencilerin köleliğini haklı
göstermek isteyenlerle alay ediyor.
[200]M. Perry’nin 1717’de çıkardığı Büyük
Rusya’nın Bugünkü Durumu adlı kitabından.
[201]Aşim, Sumatra adasının kuzey yarısındaki
devletin adı.
[202]William Dampierre 1652’de doğmuş ve Güney
denizlerinde dolaşmış bir seyyahtır. 1691’de
Dünya Çevresinde Yeni Bir Seyahat adlı bir
kitap çıkarmıştır. Montesquieu birçok yerde
onun bu kitabından faydalanmıştır.
[203]Burada söz konusu olan Roma’da hüküm
sürmüş ikinci mitolojik kraldır. Coelus’la
Tellus’un oğlu olan Saturne, Tarım Tanrısıydı.
Iuppiter tarafından gökyüzünden kovulan
Saturne Latium’a sığınmış, oraya barış ve
bolluk getirmiş ve insanlara toprağı işlemeyi
öğretmiştir.
[204]Bu konu ilk baskılarda yoktur.
[205]Mısır’daki Kölemenlerin isyanı özel bir
durumdur. Kölemenler Türk ve Mısırlı milis
askerleriydi. Kölelikten çıkmış durumdaydılar.
[206]Florus: “Sicilya” der, “Pun savaşlarından çok
kölelere karşı açılan savaşlardan zarar
görmüştür.”
[207]Antonius kölesine kendisini öldürmesini
emrettiği zaman, ona kendisini öldürmesini
değil, bizzat intihar etmesini emretmiştir.
Çünkü köle efendisini öldürseydi, efendisinin
katili olarak o da ölüme mahkûm edilecekti.
[208]Ahdi Atik’in Göç bölümü, XXI, v. 21-22
[209]Cermanya’dan çıkan insan topluluklarının
kanunlarının ruhu çoğu zaman böyleydi.
[210]Volsinien’ler, eski Latium’un güneyinde
oturan ve hükümet merkezleri Suessa Pometia
olan, İ. Ö. 388’de Roma’ya boyun eğen
Volsklar olacak.
[211]Göç XXI. v. 2.
[212]Montesquieu notunda Hatice’nin Hz.
Muhammed’le evlendiği zaman beş yaşında
olduğunu söylüyor. Tabii yanılıyor. Hatice,
Hz. Muhammed’den çok yaşlıydı.
Peygamberimiz yalnız Ayşe adındaki karısını
çok küçük almıştır; o da yine beş değil, sekiz
dokuz yaşlarındaydı.
[213]Seylan’da bir insan ayda on sou ile geçinir.
Yalnız pirinç ve balık yer de ondan.
[214]1757’ye kadar bu konunun başlığı “Çok eşlilik
kanunu bir hesap işidir,” şeklindeydi. Bu
yüzden hücuma uğrayan başlığı 1757
baskısında değiştirdiler.
[215]İngiltere’de öyle olduğunu tespit etmişler ama
bunu bütün Avrupa’ya uygulamak doğru
olmaz.
[216]Meako, Miyako ya da Kioto, Japonya’nın
eskiden din ve kir dünyasının merkezi
sayılırdı; Mikado da orada otururdu. Kempfer
burada yapılan bir sayımda 182.072 erkeğe
karşılık 223.573 kadın bulunduğunu söyler.
[217]Java adasında krallık.
[218]Bunun içindir ki doğuda kadınları harem
dairelerinde saklar, kimseye göstermezler.
[219]Patrona Halil İsyanı.
[220]Göç, XXI. 10 ve 11.
[221]Patana, Hindistan’da bir şehir.
[222]Maldivler’de babalar kızlarını on bir
yaşlarındayken evlendirmek isterler. Sebep
olarak da cinsel temastan daha fazla yoksun
kalamayacaklarını ileri sürerler.
[223]Gine’deki küçük ülkelerde, bir kadın sokakta
bir erkeğe saldırdığı zaman ret cevabıyla
karşılaşırsa erkeği kocasına haber vermekle
tehdit edermiş. Yine Gine’de bir kadın
herhangi bir erkeğin uyurken koynuna girer ret
cevabıyla karşılaşırsa onu suçüstü
yakalatmakla tehdit edermiş.
[224]Ama bu o demek değildir ki Hristiyanlık,
kadının çocuğu olmadığı için erkeğe boş
düşürme şansını tanır. (Herhangi bir hücumu
önlemek için Montesquieu tarafından
sonradan konmuş not.)
[225]Daha az para sarf edilir de ondan.
[226]Bütün bu bilgiler keşiş du Halde’in kitabından
alınmıştır.
[227]Burada söz konusu olan Danimarka’dır; 1660
ihtilaliyle saltanat yönetimi bir istibdat
yönetimi şeklini almıştı.
[228]Beşinci sülalenin beşinci imparatoru olan Ven-
Ti’nin yaptığı gibi.
[229]İskitler Asya’yı üç kere istila etmişler, üç kere
de kovulmuşlardır.
[230]Rudbeck (1630-1702), İsveçli doğa bilgini,
Atlantica adlı kitabında İskandinavya’nın
E atun’un sözünü ettiği Atlanti’de olduğunu
iddia etmiştir.
[231]Jornandés VI. yüzyılda yaşamış Ravenne
piskoposu. Gotların Tarihi adında bir kitapla
Dünya Tarihi Özeti adında bir eser yazmıştır.
[232]Montesquieu’nün bu düşüncesi, yani Asya’da
hürriyetine düşkün millet bulunmadığı
düşüncesi pek sağlam delillere dayanmıyor
gibi. Zaten bu çeşit yargılarından ötürü de
Voltaire’in ona sık sık çattığını görüyoruz.
[233]Bu konu ilk baskılarda yoktu.
[234]Japonya gerek büyüklüğü gerek köleliğe olan
eğilimi yüzünden bu kuralın dışında kalır.
[235]Salique kanunlar adındaki mülkiyet
kanunlarının ne olduğunu, nasıl ortaya atılıp
nasıl geliştiğini Montesquieu XVIII. kitabın
XXII. konusunda iyice açıklayacaktır.
[236]Miri Veysi, Afganlı başbuğlardan olup
Kandahar valisiyken İsfahan’ı eline geçirmiş
(1907), hükümdar ailesine mensup olanların
hepsini öldürtmüştür.
[237]M. Echard, Leges Francorum Salicae et
Ripuarium (1720) adlı kitabın yazarıdır. (Salik
Franklarla Rhin kıyılarında oturan Frankların
kanunları)
[238]Bu çite tapularda curtis adı verilmektedir.
[239]Aleuxs, Derebeylik hukukunda miras yoluyla
elde edilen mülke verilen addır.
[240]Gerçekten de, bugünkü Pikardiya ile
Felemenk’te hüküm sürmüş olan I. Childéric,
kadına fazla düşkün olduğu için ülkesinden
kovulmuştur.
[241]Faziletli kelimesi burada Latinlerin anladığı
anlamda, yürekli, yiğit, savaşçı olarak
kullanılmıştır.
[242]Burada la tutelle kelimesini vasilik sözüyle, la
baillie kelimesini de adli naiplik sözüyle
çevirdik.
[243]İmparator Augustos’un komutanlarından olan
Varus, Cermenlerin başbuğu Arminius
tarafından tuzağa düşürülmüştür. Florus’un
anlattığına bakılırsa Cermenler avukatların
dillerini keser, “Sus yılan sus!” diye
bağırırlarmış.
[244]Lazien’ler, diyor Montesquieu, Kuzey doğu
Anadolu’da oturan bir topluluktu.
[245]Burada söz konusu olan, Phraates’in tutsak
olarak Augustos’a verdiği oğlu Vonores’tir.
Phraates öldükten sonra Partlar gelip onu
Roma’dan almıştır.
[246]Pégu, Bengal körfezinde Birmanya
imparatorluğunun bir eyaleti. Pégu hem
ülkenin, hem de hükümet merkezinin adıdır.
[247]Bu konu ile bundan sonraki konularda sözü
edilen hep Fransa’dır.
[248]Montesquieu, Mandeville’in XVIII. yüzyılda
çok okunan Arıların Hikâyesi adlı felse
romanından almıştır bu sözleri.
[249]Bu son paragraf ilk baskılarda yoktu.
[250]Rhadamanthe, Zeus’un oğlu Minos’un
kardeşidir. Cehennemde insanları yargılayan
üç hâkimden biri. Adaleti temsil eder.
Montesquieu’nün, E atun’un Rhadamante’ı
derken bunu kastettiğini sanıyoruz.
[251]İngiltere.
[252]Fransa.
[253]Montesquieu’ye göre gerçek servet, endüstriyle
toprağın sağladığı servettir; hayal ürünü servet
ise altın, gümüş, para ya da kredidir.
[254]Burada Montesquieu’nün istiladan maksadı
sömürgecilik değildir. İngiltere’nin Avrupalı bir
devletin topraklarını istila etmekte yararı
olamayacağını söylemek istiyor. Sömürgeler
meselesini konunun sonunda ele alacak.
[255]Burada söz konusu olan ada İrlanda’dır.
[256]İngiliz Parlamentosu.
[257]Katoliklik.
[258]İngiltere’de din işlerini din meclisleri değil
Parlamento hallederdi.
[259]Milton’u kastediyor.
[260]Docuit quoe maximus Atlas, uçsuz bucaksız
evrenin bana öğrettiği, demektir. (Aeneis,
Vergilius).
[261]İlham perilerinden dileğimdir, diye başlayan
bu bölüm ikinci cildin başına konulmak için
yazılmıştı. Cenevre’de kitabın provalarını
düzeltmekle görevli olan Jacob Vernet bunun
konmaması için ısrar etmiş, Montesquieu de
biraz direndikten sonra dostunun isteğine
uymuştu. Bu dileğin bizim için önemli olan
yanı, birinci cildin önsözünde de belirtmiş
olduğumuz gibi Montesquieu’nün nefesinin
kesildiğini göstermiş olmasındadır. Voltaire’in
takıldığı nokta da zaten budur.
[262]Pieria tepesi, Makedonya kralı Pieros’un, şarkı
ödülünü ilham perilerinin elinden almak
istedikleri için saksağan kılığına sokulan dokuz
kızına Peirides denirdi. Bundan galat olarak
ilham perilerine, Pieria tepesinin kızları
denirdi.
[263]Dileğin bu son cümlesi Montesquieu’nün bazı
eleştirilere karşılık vermek istediğini gösterir.
“Ben duygulara değil, insanların aklına hitap
etmek niyetindeyim” demek ister.
[264]Burada söz konusu olan saltanat hükümeti
Fransa’dır.
[265]Montesquieu, Hollanda Bankası’nı kastediyor.
[266]Bu konuda Montesquieu, gümrüğün yıllık
gelirini vergi toplayıcılarına satan Fransız
hükümetini yermek istiyor.
[267]XIII. yüzyılın başında Jean sans Terre’in kabul
ettiği İngiliz Anayasası.
[268]Burada söz konusu olan éophile, Bizans
İmparatoru éophile’dir (829-842). Karısı
için sözü, karısının hesabına anlamına gelir;
yoksa onun süslenip püslenmesi için getirttiği
eşya anlamına gelmez.
[269]Goa, Portekiz’in Malabar kıyılarındaki
sömürgesinin merkezi.
[270]Namuslu Kişinin Hayalleri adlı kitabında
böyle bir tedbiri salık veren Abbé de Saint-
Pierre ima ediliyor burada.
[271]Burada, bir yabancının mirasını ülkenin
hükümdarına verdiren hukuk usulü ima
ediliyor.
[272]Sesterce, Romalılarda çok küçük değerde bir
para.
[273]Colchide, Asya’da Karadeniz’in doğusunda
Kaasya’nın güneyinde eski bir ülke.
Argonotlar altın yapağıyı bulmak için bu
ülkeye gitmişlerdi.
[274]Seleucus Nicator, Suriye kralı ve Seleucide’ler
ailesinin kurucularından biri (M.Ö. 354-281).
İskender’in en iyi komutanlarından.
[275]Samuel Bochard (1599-1664); Fransız
şarkiyatçısı.
[276]Zeus’la Europa’nın oğlu ve Pasiphae’nin kocası
olan Minos aynı zamanda Girit kralıydı. Gayet
uslu bir kanun koyucu olan Minos, Aiakhos ve
Rhadamanthos’la beraber cehennemde
yargıçlık ederdi.
[277]Ichtyophage’ın asıl anlamı balık yiyendir. Ama
eski çağda birçok vahşi insan topluluklarına bu
ad verilirdi. O çağlarda balık, iğrenç ve pis bir
yiyecek maddesi olarak görülürdü.
[278]Seylan adasının eski adı.
[279]Sinus magnus, büyük koy anlamına gelir.
[280]Eskiler tarafından, dünyanın batı ucunda
bulunduğuna inanılan ada.
[281]Montesquieu buraya koyduğu notta,
Diodore’un VI. kitabında diyor; oysa Voltaire,
bu kitabın olmadığını ya da muhafaza
edilmediğini söylüyor. V. kitabında ise
Diodore Kartalcalılardan değil Fenikelilerden
söz ediyor.
[282]Eskiden Peru’da, gümüş ocaklarıyla ün salmış
bir şehir.
[283]Silley adaları, Manche denizinde Cornovailles
kıyılarındaki Scylly ya da Sorlingue adalarıdır.
Cassitérides kelimesi ise, Yunanca kalay
anlamına gelen kassiteros kelimesinden
alınmıştır.
[284]Bétique, Endülüs’e Romalıların verdikleri ad.
Bu bölge, şimdi Guadalquivir adı verilen Bétis
ırmağı tarafından sulanırdı.
[285]Propontide, Marmara denizinin eski adı.
[286]Anadolu’da Karadeniz kıyılarındaki ülkelerde
bu adda birçok hükümdar vardır. Burada söz
konusu olan Büyük unvanını almış olan VII.
Mithridate olacak. M.Ö. 90 yılından 63 yılına
kadar Romalılara karşı savaşmıştır.
[287]Bactriane krallığı, bugün Türkistan’la İran
arasında bulunan bölgeye eskiden verilen ad.
[288]O çağdan kalma en iyi haritalar, Pierre
kulesinin yüz derece boylamda ve kırk derece
enlemde olduğunu gösteriyor.
[289]İranlılar tarafından temsil edilmiş bir İskit
topluluğu. Arsace adındaki başbuğları M. Ö.
250 yılında bir krallık kurmuştur. M. S. 226
yılında Sasani İmparatorluğu ile birleşen
Parthe’lar hemen daima at üzerinde
yaşarlardı.
[290]En büyük Portekiz şairi olan Camoëns (1525 -
1580), içinde Vasco de Gama’nın serüvenlerini
anlattığı bir kitap yazmıştır.
[291]İkisinin de konusu Troia savaşlarıdır.
Birincisini Homeros, ikincisini de Vergilius
yazmıştır.
[292]Ünlü Cizvit misyoneri. Gerek Montesquieu
gerekse Voltaire, Asya hakkında birçok bilgiyi
onun kitaplarından almışlardır.
[293]Montesquieu burada tarih bakımından bir
yanlışa düşüyor. 1492’de I. François henüz
doğmamıştı. Colomb 1500’de ölmüş, I.
François da 1515 yılında tahta çıkmıştı.
[294]Batı Hindistan’dan burada maksat,
Amerika’dır.
[295]Herodote bize ilk defa para basma sanatını
Lidyalıların bulduklarını söyler. Yunanlılar bu
sanatı onlardan almışlar.
[296]Cezayir’de eski bir alışkı vardır; her aile babası
toprağa bir hazine gömer.
[297]Burada söz konusu olan Roma
İmparatorluğunun altın sou’sudur. Bir
trémisse bir aureus’un üçte biri değerindedir.
[298]Gümüşün bir markı 49 lira, bakırın bir libresi
de 20 sou olmak şartıyla.
[299]Pyrrhus barışı. Epire kralı olan II. Pyrrhus M.
Ö. 318’de doğmuş ve Romalılarla savaşmıştır.
Elde ettiği bir zafer kendisine çok pahalıya mal
olduğu için bu söz âdeta atasözü halini
almıştır.
[300]Burada söz konusu olan Büyük Petro’nun,
1741’den 1762’ye kadar hüküm süren kızı
Elizabeth’tir.
[301]Söz konusu olan ülke İngiltere’dir.
[302]Latin şairi Lucretius’un Doğa Üzerine adlı
şiirinin başlangıcından alınmış olan bu parça,
d’Hesnaut tarafından Fransızca’ya
çevrilmiştir.
[303]omas Gage, Amerika’da gördüklerini
seyahatnamesinde anlatan bir Fransız.
[304]Bantam, Java adasında bir krallığın adı.
[305]Japonya, adalardan meydana gelmiş bir
imparatorluktur; kıyısı çok, balığı da boldur;
Çin’de ise çok sayıda ırmak vardır.
[306]Toprak sahiplerinin çoğu, buğdaydan çok
yünün para getirdiğini görünce mülklerinin
etrafını çevirttiler; açlıktan ölen halk sınıfı da
bunun üzerine ayaklandı. Sonunda bir toprak
reformu teklif edildi; mülklerinin etrafını
çevirtenlere karşı beyannameler çıkarıldı.
[307]Bu gücü onlar, erdem, sıkı bir disiplin ve
talimlerle elde ettiler.
[308]Aynı durumda olan Galyalılar da aynı şeyi
yaptılar.
[309]Altmış sterling.
[310]Fabius’un Romalı ailesine verilen ad. Üç yüz
beş üyesi Veien’lere karşı savaşırken ölmüştür.
[311]Konsülün konsüllük görevi sona erince bir
eyalete vali olurdu. Para edinmek ya da
borçlarını ödemek için bundan faydalanırdı.
Demek oluyor ki, zengin bir eyaleti seçmek,
kendine daha çok yarar sağlardı.
[312]Sarrazin, Ortaçağda Afrika ile Avrupa’yı istila
eden Araplarla, Cengiz Han’ın idaresindeki
Türklere ve Moğollara verilen ad. Gétique’ler,
güneydoğu Avrupa’ya yerleşen İskitlerdir.
[313]Mongol hükümdarlarının en ünlüsü. 1659’dan
1707’ye kadar hüküm sürmüştür.
[314]Pierre Bayle, 1647’de doğup 1706’da ölen
Fransız yazarı. Dictionnaire Historique adlı
kitabıyla XVIII. yüzyılın kir özgürlüğünü
hazırlamıştır.
[315]Sennar, Afrika’da Nil ırmağının yukarı
bölümünün suladığı bir ülke olan Nübya’nın
en büyük şehri.
[316]Böyle bir şey ileri sürmekle Montesquieu bir
misyoner olduğunu göstermek istiyor. Tarafsız
değildir. Çağının filozoflarına ipucu veriyor.
[317]Bu konu Montesquieu’nün tarafsız olmadığını
daha iyi gösterir.
[318]Esséen’ler ya da Essénien’ler, ahlak
kurallarının ağırlığıyla tanınmış bir Yahudi
tarikatı.
[319]Guébre’ler ya da Parsis’ler, Zerdüşt dininin
ateşe tapanlarıdır.
[320]Zosime’e göre, Constantin, 326 yılında
kaynanasının yanlış bir suçlaması üzerine
hapsettirdiği Crispus’un ölümüne sebep olduğu
için kendisini affettirmek amacıyla Hristiyan
olmuştur. Oysa Constantin’in Hristiyan dinini
kabul edişi 312 yılına rastlar.
[321]13 Şubata rastlayan bir bayram günü. Romalı
gençler o gün şehrin sokaklarında koşarlar ve
ellerindeki, kurban derisinden yapılmış
kırbaçlarla gelip geçenlere vururlardı.
[322]Zencilerin babalanması gibi bir babalanma, bir
çarpılma, bir vecd hali ima ediliyor burada.
Malezya takımadalarından Célèbes adasında
oturanlara da Macassar adı verilirdi.
[323]Tao’lar Lao-Tsé’nin dinini kabul etmiş
olanlardır. Tao-te-King de bunların kitabıdır.
Foe’ler de Budistlerdir.
[324]Kanada’da ya da Patagonya’da oturanlar.
[325]1519 yılında Cortez ülkeyi istila ettiği sırada
Meksika imparatoru olan zatın adı
Montézuma’dır.
[326]“Burada Hristiyanlık söz konusu değildir”
diyor Montesquieu; “Çünkü Hristiyanlık, en
büyük nimettir bu yeryüzünde.” Bu nottan da
yine anlıyoruz ki Montesquieu, Boileau’nun
istediği tarihçi değildir.
[327]Muhammed’in Hayatı adlı eser.
[328]Hazar denizine dökülen Cyrus ırmağı.
[329]Burada insanca söylemek gerekirse sözünü
hiçbir ima aramadan olduğu gibi kabul etmek
gerekir. Montesquieu, tanrısal niyetleri bir
yana bırakıp bu kitabın birinci konusunda
kendisine çizmiş olduğu sınırlar içinde
kaldığını bir kere daha belirtmek istiyor.
[330]Hristiyan diniyle Hindistan’daki dinler burada
söz konusudur. Bunların hepsinde bir cennetle
bir cehennem vardır; Sintos’ların dininde ise
böyle bir şey yoktur.
[331]“Buhara camiine girdi, kürsüden Kuran’ı alıp
atlarının ayaklarının altına attı.” Tatarlar
Tarihi, Bl. III., S. 273.
[332]“Bu ruh haleti, Tatarlardan gelmekte olan
Japonlarda da görülmektedir” diyor
Montesquieu.
[333]Plutarkhos’a göre bu kanun, Lykurgos
tarafından yapılmıştır.
[334]Montesquieu bu konunun altına çıktığı notta:
“Ben burada,” diyor; “Hristiyan dinini
tümüyle ayrı tutuyorum; çünkü Hristiyan dini
yeryüzündeki nimetlerin en büyüğüdür.” Bu
tekrarlar Montesquieu’nün daha önce de
söylediğimiz gibi tarihçilik niteliğini iyice yok
etmektedir. Üstelik bir bilgine yakışmayacak
kadar da korkak olduğunu göstermektedir.
Unutmayalım ki Engizisyon henüz ortadan
kalkmamıştır.
[335]Bu konu, XVIII. yüzyıl lozof ve
düşünürlerinin din görüşlerini, çeşitli
özgürlükler üzerindeki düşüncelerini
açıklamaktadır.
[336]Calicut, Hindistan’da Coromandel kıyılarında
bir ülke.
[337]Montesquieu burada, Dominicain kişileriyle
Cizvit keşişleri arasında Çin’de olagelen
çatışmaları ima ediyor. Bu çatışmalar sonunda
İmparator gerek keşişlere gerek Hristiyanlığı
kabul etmiş olanlara karşı şiddet kullanmak
zorunda kalmıştır.
[338]Burada Racine’in Phèdre adındaki tragedyası
ima ediliyor.
[339]Montesquieu bu kanunu XXVII. kitapta geniş
ölçüde açıklar.
[340]Marculfe, VII. yüzyılda yaşamış bir Fransız
keşişi; antlaşma formüllerini, uzlaşmaları bir
kitapta toplamıştır.
[341]Péluse, Aşağı Mısır’da, Nil ırmağının doğu
ağzında bir şehir. Cyrus’ün oğlu ve hale olan
Cambyse, M.Ö. 530’dan 522’ye kadar İran’da
hükümdarlık etmiştir.
[342]Bu kanun onlarda çok eski bir kanundur.
Priscus, Elçilik adlı kitabında der ki: “Attila,
kızı Eska ile evlenmek için belli bir yerde
konakladı; İskitlerin kanunu zaten böyle bir
şeye müsaade ederdi.”
[343]İlk Romalılarda bu usul yürürlükteydi.
[344]Gerçekten de Romalılarda amca çocukları aynı
adı taşırlardı; hatta kardeş derlerdi
birbirlerine.
[345]Aksini buyuran bir kanun çıkıncaya kadar
Roma’da bu böyle devam etti gitti. Bu kanunla
halk, son derece ünlü bir kişiyi, amcasının
kızıyla evlenmiş olan bir insanı takdir etmek
istediğini gösterdi.
[346]Köylüden alınacak parayı tayin edecek olan
prud’homme’ları senyör seçerdi; kont soyluları
piskopos da kilise adamlarını masrafa iştirake
zorlardı.
[347]Burada XIV. Louis’nin 1667 savaşına sebep
olan iddiaları ima ediliyor.
[348]Gerçekten de Caton, karısını Hortensius’a
bırakmadan önce boşadı. Hortensius’un
ölümünden sonra da tekrar aldı.
[349]Athualpa, Peru’nun son imparatoru. 1533’te
Pizarro tarafından tuzağa düşürülmüş ve
öldürülmüştür.
[350]Kayınbabası İspanya kralı IV. Philippe’in
ölümünden sonra XIV. Louis’nin Flandre ile
Franche Comté üzerindeki iddiaları ima
ediliyor burada.
[351]Burada söz konusu olan Venedik
Cumhuriyetidir.
[352]Öz mirasçılar sözünü héritiers siens
karşılığında kullandık. Agnat erkekten yana
hısım, cognat ise kadından yana hısım
anlamına gelir.
[353]Halikarnaslı Denys, bir babaya oğlunu üç kere
satmak hakkını veren kanunun décemvir’lerin
değil Romulus’un kanunu olduğunu Numa’nın
bir kanunuyla ispatlıyor.
[354]Gerçekten de öyle, Romalılar paraya ancak
Pyrrhus savaşı zamanında kavuşmuşlardır.
[355]Bu kanunu halk tribunu olan Quintus
Voconius, M. Ö. 169 yılında teklif etmiştir.
[356]Veraset düzeni.
[357]Bu ilk beş sınıf öylesine kalabalıktı ki, kimi
yazarların bundan ötürü yalnız beş sınıan söz
ettiklerini görüyoruz.
[358]Caerites tabulae, sansörlerin, seçim hakkından
yoksun yurttaşların adlarını yazdıkları liste.
[359]Montesqieu, 138 yılında babalığı Hadrien’in
yerine geçen Antonin le Pieux’ye bu adı
takmaktan hoşlanıyor.
[360]“Deham beni, vücudun uğradığı değişiklikleri
çığırmaya sürüklüyor.”
[361]Salique kanununun önsözüne bakın. M. de
Leibnitz, Frankların Menşei Üzerine adlı
kitabında bu kanunun Clovis’in
hükümdarlığından önce yapıldığını söyler;
ama kanunun, Frankların Cermanya’dan
çıkışından önce yapılmış olmasına da imkân
yoktur; çünkü o zaman henüz Latince
bilmiyorlardı.
[362]Henüz yazmak bilmiyorlardı.
[363]Bu kanunları Euric yaptı, Leuvigilde düzeltti,
Chaindasuinde’le Récessuinde yeniledi.
Elimizdeki kanun ise, Egiga’nın piskoposlara
yaptırdığı kanundur.
[364]Capitulaire’ler, Montesquieu’nün ikinci sülale
adını verdiği Carolingien’ler tarafından
çıkartılmış kanunlarla emirnamelerdir.
[365]Keşiş Dubos’nun eseri.
[366]1607’de doğup 1692’de ölen Adrien de Valois,
1664’te kralın vakanüvisliğine atanmıştır.
[367]1589’da doğup 1656’da ölen Jérôme Bignon,
Marculfe’ün Formülleri’ni bastırmış, Fransa
Krallarının Üstünlüğü adında bir kitap yazmış
ve 1642’de krallık kütüphanecisi olmuştur.
[368]Floransa’da eski soylu sınıfının nasıl yok
edildiği hakkında Machiavel’in söylediklerine
bakınız.
[369]642 yılında hüküm sürmeye başlamıştır.
[370]672’de Vizigotlar tarafından kral seçilen
Vamba, Septimanie senyörlerinin desteklediği
generallerden biri olan Paulus ile savaşmak
zorunda kalmıştır. Narbonne ile Nimes
şehirlerini almış ve yeniden düzen kurmaya
muvaffak olmuştur.
[371]Bu eyaletlerin ayaklanması genel bir
kargaşalığa sebep oldu. Paulus’la onu
destekleyenler Romalıydılar; piskoposlar da
onu tuttular. Vamba yendiği asileri
öldürtmedi.
[372]Prostibule, ahlaksızlığın, fuhuşun, dinsizliğin
bol bol yapıldığı yer.
[373]Arrière- ef ’i, yani bir başka ef ’e bağlı olanı
fief’i art tımar diye çevirdik.
[374]Freda’nın ne olduğunu Montesquieu, XXX.
kitabın XIV. konusunda geniş ölçüde
açıklayacak.
[375]Bu toplantı 967 yılında Papa XIII. Jean ile
İmparator I. Othon’un huzurunda yapılmıştır.
[376]Rodolphe’un oğlu, II. Othon’un amcası ve Jura
ötesi Burgonya kralı.
[377]988 yılında.
[378]Mahkemeyle ilgili yeminler o çağlarda
kiliselerde yapılırdı; Mérovingien’ler
zamanında kralların saraylarında bu işe tahsis
edilmiş küçük bir kilise bulunurdu.
[379]1200 yılında çıkarılmış bir ferman.
[380]Denier, bir sou’nun on ikide biri değerinde bir
para.
[381]Romalılarda sopa ile dövülmek yüz kızartıcı
bir şey değildi.
[382]Ellerinde yalnız bir sopa ile bir de kalkan vardı.
[383]Bu konuda Ortaçağdaki Yunan romanlarına
bakılabilir.
[384]Büyük vassallerin özel hakları vardı.
[385]Dövüşmeyi kabul ettiğini gösteren bir şey.
Çoğu zaman bunun sembolü bir eldivendir.
[386]Ama dövüş şampiyonlar arasında olursa,
yenilen şampiyonun bileği kesilirdi.
[387]Yani senyör kölesini, kendisine etmiş olduğu
bağlılık ve hizmet yemininden azat etmiş olur.
[388]Pair’ler, senyörlerin, kendileriyle aynı hakları
olan başlıca vassalleriydi.
[389]Assises ya da Placites sözleri, senyörlerin
davalara bakmak için topladıkları çeşitli
mahkemelere verilen ad. Bugün Cour d’assises,
ağır ceza mahkemesi karşılığıdır.
[390]Centenier, kontun emri altında bulunan
adalet memuru, hâkim. Başlangıçta yüz ailelik
bir toplumun başında bulunan kişiydi.
[391]Missus dominicus, Tanrı’nın, senyörün elçisi
demektir.
[392]Echevin, kontun maiyetinde memur.
[393]O çağın Fransızcasıyla, en pays de l’obéissance-
le-roi ile en pays hors l’obéissance-le-roi, krala
bağlı ülkede, krala bağlı olmayan ülkede
anlamına gelir.
[394]Roussillon emirnamesi 1564‘te IX. Charles
zamanında yayımlanmıştır.
[395]Par record, mahkemede olup bitenler,
söylenenler, verilen buyruklar, tanıklarla ispat
edilirdi, demektir.
[396]Burada söz konusu olan Villers-Cotterets
emirnamesidir, bu emirname ile I. François
kilise mahkemelerinin yetkilerini
sınırlandırmıştır.
[397]Avoué, bir çeşit avukat, dava vekili. Burada
kamu haklarını savunduğuna göre bir çeşit
savcı olacak.
[398]Hırsız mihraba sığındığı için kilise avukatı da
sığınma haklarını savunurdu.
[399]Somme rurale, Toprağa Kadar Özetleme Kitap
diye çevrilebilir. XIV. yüzyılda yaşamış Fransız
hukuk bilgini Boutillier’nin eseri.
[400]Sergent, eskiden mübaşirlik, icra memurluğu,
zaptiyelik eden adliye memuru.
[401]Olim, Latincede vaktiyle anlamına gelen bu
kelime, Paris Parlamentosunun 1254 ile 1318
arasındaki kayıtlarına verilen ad halini
almıştır.
[402]Digeste, en ünlü Roma hukukçularının
kararlarını içine alan dergi; bu dergi imparator
Justinien’in emriyle meydana getirilmiştir.
[403]Novelle’ler, Justinien’in, Digeste’i tamamlayan
temel yasaları, 570.
[404]Prud’homme’lar, akıllı uslu, namuslu, dürüst
kişilerdi.
[405]Burada söz konusu olan, 1566’da IX.
Charles’ın Moulins adı verilen emirnamesidir.
[406]Bénéfice, geliri olan dinsel görev. Biz burada bu
kelimeyi vakıf sözü ile çevirmeyi uygun
bulduk.
[407]Deucalion’un oğlu olan Amphictyon,
ermopyle’lerin Amphictyonie’sinin
kurucusu olarak görülürdü. Montesquieu,
açıkladığı kanunun koyucusu olarak onu
göstermektedir.
[408]Burada söz konusu olan Law sistemidir. Law
1716’da bir banka açmış. 1718’de de bu banka
krallık bankası adını almıştır. 1720’de Law o
çağın Maliye Bakanı gibi bir şey olmuştur.
[409]İmparator dini bütün Antonin’in, kendisine
sorulan soruya verdiği karşılıkta.
[410]403 sayılı nota bak.
[411]İmparatorların kendilerine sorulan sorulara
verdikleri karşılıklara Latince rescriptum,
Fransızca rescrit denirdi.
[412]Eski Roma’da tribu halinde toplanan ulusun
verdiği karar.
[413]Burada söz konusu olan omas More’un
Ütopya adlı kitabıdır.
[414]Latincesi comites, Fransızcası compagnon olan
bu kelimeyi biz arkadaş kelimesiyle çevirmeyi
uygun bulduk.
[415]Attila’nın nazırlarından birinin oğlu olan
Odoacre, İtalya’yı istila ettikten sonra 476’da
Augustule’ü tahtından indirmiş ve Batı
İmparatorluğu unvanını ortadan kaldırmıştır.
İstila ettiği toprakların üçte birini
arkadaşlarına dağıtmıştır.
[416]Famille kelimesini aile diye çevirdik. Burada
aynı efendinin kölelerinin hepsine birden
verilen isimdir. Köle sürüsü diye de çevirmek
mümkündür.
[417]Ölümünden sonra 1727’de basılan Mémoires
Historiques sur l’ancien Gouvernement de
France. Fransa’da Eski Hükümet Şekli Üzerine
Tarihsel Andaçlar adlı kitabında.
[418]Keşiş Dubos. Histoire critique de
l’etablissement de la Monarchie française dans
les Gaules (Fransa Krallığının Galya’ya
Yerleşmesinin Eleştirici Tarihi) adlı kitabın
yazarı.
[419]Burada serf kelimesini köle diye çevirdik.
[420]Multos de Francis, qui, tempore Childeberti
regis, ingenui fuerant, publico tributo subegit,
Childebert’in saltanatı zamanında özgür olan
birçok Fransızı vergiye bağladı.
[421]Montesquieu bu deyimlerin dilin dehasına
aykırı olduklarını, yaşayamayacaklarını
söylemek istiyor.
[422]1646’da doğup 1729’da ölen keşiş Hardouin,
Cizvit tarikatına mensup ünlü bir bilgindi.
Birçok dinsel inançları inkâr ettiğinden
kitaplarının yayımlanması Engizisyon
tarafından yasak edilmişti.
[423]Montesquieu éodoric’in tarihini yazmak
niyetindeydi.
[424]Manoir, kölesi bulunan çilik, malikâne
anlamına gelir.
[425]Bu vergiler, angarya için imeceye çağırma,
indiction; kişi başına alınan haraç, capitation
şeklinde belirirdi.
[426]Bir çeşit haraç, kira, halkın, kölenin senyöre
ödemek zorunda olduğu para.
[427]418 sayılı nota bak.
[428]Gönüllü asker sözünü antrustion kelimesine
karşılık kullandık. Burada yiğitler, dostlar,
şövalyeler de diyebilirdik.
[429]Biens scaux, Devlet hazinesine ait mallar;
béné ces, vakı ar; honneurs, şere ye; ef,
tımar diye çevrilebilir.
[430]Comte, kralın, ülkenin bir bölümünü yöneten
memuru; çok sonra, birinci derecede bir
senyörlüğe, yani doğrudan doğruya krala bağlı
bir senyörlüğe sahip olan kişi.
[431]Vicaire, başlangıçta, vekil, birinin yerine, naip
anlamına gelirdi; sonradan piskopos yardımcısı
anlamına da geldi.
[432]Centenier, yüz ailenin başında olan kişi
demektir.
[433]Rathimburge, échevin, kralın memurları;
bunların dereceleri kontun altındadır.
[434]Montesquieu, ilk metinlerde, bugünkü dillerde
karşılığı olmayan fredum kelimesini
kullanıyor.
[435]In terminis delium nostrorum; bize bağlı
olanların bittiği yerde; bize bağlı olan ülkelerin
sınırında; in truste, bağlılık ve yardım
anlamına gelir; silahlı yardımlaşma.
[436]Syagrius, Galya’da Romalı bir kont; aşağı
yukarı 430’la 486 yılları arasında yaşamıştır.
Soissons’da Clovis’e yenilmiş ve Vizigotların
kralı Alaric’a sığınmıştır. O da kendisini
Clovis’e teslim etmekten geri kalmamıştır.
[437]Joséphe’e göre, başhaham Jaddus, İskender’i
Kudüs’te törenle karşılamış ve ona, kutsal
kitaplarda istilalarını okuduğunu söylemiş.
[438]İuppiter Ammon kâhini, İskender’i, İuppiter’in
oğlu olarak selamladı.
[439]Burada İskender’in kestiği Gordium
kördüğümü söz konusudur.
[440]Kralın dostu sözünü, convive du roi’ya karşılık
aldık.
[441]Louis le Débonnaire, 813’te Charlemagne
tarafından imparatorluğa ortak edilmiş, 814’te
de imparator olmuştur, 817’de imparatorluğu
bölmüş ve Lothaire imparator olmuştur.
[442]Édile, Roma’da bir çeşit belediye müfettişi.
[443]Maire du Palais, sözünü Saray Başkanı diye
çevirdik; bunların nasıl atandıklarını, ne gibi
yetkilere sahip olduklarını bu kitabın III. ve V.
konularında bütün ayrıntılarıyla göreceğiz.
Bunlar o çağların bakanlarıydı âdeta.
[444]Préceptions, bazı konularda kanunlara karşı
yapılmış hareketleri bağışlamak ya da kanuna
aykırı hareketlerde bulunmak için kralın
hâkimlere gönderdikleri mektuplar.
[445]Rescrit, 411 sayılı nota bak.
[446]Gontran, Clotaire’in oğlu olduğunu söyleyen
ve babasının ülkesinden payına düşeni isteyen
Gondovalde’e karşı bile gitmedi.
[447]Fiefs de reprise, adından da anlaşılacağı gibi
yeniden alınmış tımar demektir. Böylece
senyörler kralın himayesini sağlıyorlardı âdeta.
[448]Dénier, 380 sayılı nota bak.
[449]Levitique, Ahdiatik’te Musa’nın beş
kitabından üçüncüsü. Mısır’dan çıkışın ikinci
yılının ilk ayında olup bitenleri anlatır. Yahudi
dininin tapınma şekillerini betimleyen kitap.
[450]Haute-Justice, senyörün yüksek adalet divanı
ve bu divana verilen yetkiler.
[451]Keşişi Le Cointe (1611-1681), Oratorien
tarikatına mensup bilgin. Franklar Zamanına
Ait Kilise Tarihi adında Latince yazılmış sekiz
ciltlik bir eseri vardır.
[452]Charles le Gras ya da Gros, Louis le
Germanique’nin oğlu olup 882’de imparator
olmuş, 884’te Fransa tahtına oturmuş, 887’de
de tahtından indirilmiştir. Boson, Milano
dukası ve Charles le Chauve’un
kayınbiraderiydi; Arles ile Provence kralı
olmuştur. Carloman’ın gayrimeşru oğlu olan
Arnoul, Charles le Gras’tan sonra Cermanya
tahtına geçmiştir, 896’da imparator olmuşsa
da ertesi yıl tahtından indirilmiştir.
[453]Burada söz konusu olan, Villis
Capitulaire’idir.
[454]Kardeşlerine, kız kardeşlerine ve yeğenlerine
karşı son derece insa ı hareket etmesini
buyurdu ona.
[455]Hincmar, 806-882, Reims başpiskoposu ve
Charles le Chauve’un nedimi.
[456]Burada söz konusu olan 587 tarihli
anlaşmadır.
[457]Fontenay, Auxere’den otuz kilometre ötede bir
kasaba. 25 Haziran 841 tarihinde Louis le
Germanigue ile Charles le Chauve, kardeşleri
Lothaire’i burada yenmişlerdir.
[458]Burada réel kelimesi nesnel anlamına gelmekte
olup personnel’in (kişisel) karşıt anlamındadır.
[459]Burada 757 tarihli capitulaire söz konusudur.
[460]Arrière- ef ’i, yani bir başka ef ’e bağlı olanı
fief’i art tımar diye çevirdik.
[461]Vavasseur, derebeylik rejiminde soylu sınıfının
en alt kademesinden olan kişi. Bunlara
vavassal da denirdi.
[462]Fontenay, Auxerre’den otuz kilometre ötede
bir kasaba. 25 Haziran 841 tarihinde Lous le
Germanique ile Charles le Chauve, kardeşleri
Lothaire’i burada yenmişlerdir.
[463]Aslında bu kanunu soylular çıkarmışlardır.
[464]Burada söz konusu olan 1152’den 1190’a kadar
hüküm süren Frédéric Barberousse’dur.
[465]Söz konusu piçlerin biri Arnoul, öteki de oğlu
N. Louis’dir.
[466]926 yılında imzalanmıştır.
[467]Mezzo termine, ortalama bir hal çaresi.
[468]Gerçekten de öyle, Kutsal Roma Cermen
İmparatorluğu, II. Albert’ten sonra tam üç yüz
yıl Habsbourg’ların elinde kaldı.
[469]Lods et ventes vergisi, senyörün tımar içindeki
topraklardan satın alan kişinin senyöre
ödemek zorunda olduğu para.
[470]Se jouer de son ef, tımarını istediği şekilde
kullanmak; tımarına tasarruf etmek; senyöre
danışmadan tımarını bölmek hatta
satabilmek.
[471]Montesquieu burada Kuzey ülkeleriyle, Rus
hükümetini ima ediyor.
[472]Garde-noble, ergin olmayan soylu mirasçının
eğitimiyle senyörün kendisinin uğraşması.
[473]Firmitas, sağlamlığı, güveni.
[474]Propres ne remontent point, burada propres
miras yoluyla elde edilen gayrimenkul
demektir. Bu ilkeye göre atalar vâris
olamazlardı.
[475]Uzun süren o meşhur yolculuktan sonra
Aineias’ın arkadaşları İtalya kıyılarını
gördükleri zaman böyle bağırmışlardı. Şimdi
de Montesquieu, kitabının sonuna geldiği için
seviniyor ve böyle bağırıyor.

You might also like