You are on page 1of 98

Haldun Hürel ^

CoMKURlN
İsta n b u l ' u
Kalabalık nüfusu v e eski tarihiyle, kendi başına bir
ülkedir İstanbul. Üzerinde yaşamış farklı medeniyetler,
dinler v e imparatorlukların bıraktığı izlerde kendinizi
bir an da tarih labirentinin içinde bulursunuz.
Labirentin çıkışında hiç ummadığınız bir anda farklı
dünyalara ait sokaklar sizi selamlar. Çocukların
İstanbul'unda okuyacağınız birbirinden ilginç
hikâyede ne kadar önemli, görkemli v e dünya
çapında yüksek tarihi değeri olan bir kente sahip
olduğumuzu anlayacaksınız. Hangi semtte hangi tarihi
eser bulunuyor? Bu yerlere nasıl ulaşabiliriz? Birlikte
keyifli bir İstanbul turuna katılm aya ne dersiniz?

9786051060903
Bandrol Uygulanmasına İlişkin Usul ve Esaslar
Hakkında Yönetmeliğin 5 inci maddesinin ikinci
fıkrası çerçevesinde bandrol taşıması
zorunlu değildir.
V ü y ü L i) ((« E R

Büyülü Fener 62
ÇOCUKLARIN İSTANBUL’U
Yaş grubu (9 + )
Yazan/Resim leyen: Haldun Hürel
1. basım: Mayıs 2009
ISBN: 978-605-106-090-3
Sertifika N o: 10905
© 2009, Alfa Basım Y ayım Dağıtım Ltd. Şti.

Bu kitabın yayın haklan Alfa Basım Y ayım Dağıtım Ltd. Şti.'ne aittir. Yayınevind en yazılı
izin alınm adan kısm en veya tam amen alıntı yapılam az, hiçbir şekilde kopya ed ilem ez,
çoğaltılam az v e yayım lanam az.

Büyülü F e n e r
Ticarethane Sokak N o: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (0212) 513 34 20-21 Fax: (0212) 512 33 76

Baskı ve Cilt:
Melisa Matbaacılık
Çiftehavuzlar Y o lu Acar Sanayi Sitesi N o: 8 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (0212) 674 97 29

G en el Dağıtım :
Alfa Basım Y a y ım Dağıtım Ltd. Şti.
Ticarethane Sokak N o: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (0212) 511 53 03 Faks: (0212) 519 33 90

İnternet satışı: w w w .alfakitap .com


Büyülü Fener, Alfa Y ayın Grubu'nun tescilli markasıdır.
ÇOCUKLARIN
İSTANBUL’U

HALDUN HÜREL
İÇİNDEKİLER

Ç ocukların İstanbul’u 1
İstanbul Efsanesi 2
İstanbul’un En Eski Y erleşim i “B izantion" Nasıl Kuruldu? 5
R o m a ’nın “Eş Başkent”i: Konstantinopolis 10
İstanbul’un Y e d i T e p e s i 13
D o ğu R o m a n ın Başkenti Konstantinopolis,
Bir “Kartal”a m ı Benziyor? 15
“D o ğ u Rom a" K uruluyor 17
Rom alıların İstanbul’u 19
T ü rk ler’in İstanbul’u 27
Osm anlt İstanbul’undan M anzaralar 29
İstanbul'un Çarşı-Pazarı 37
Eski İstanbullular Nasıl Giyinir, v e G ezerlerdi? 39
Şimdi d e İstanbul’u D olaşıyoru z 46
“A sya ” İstanbul’u 69
Eski İstanbul’un Ulaşım Araçları v e Y e n i İcatlar 75
İstanbul, “ 2010 A vru pa Kültür Başkenti” O lm ak
İçin N e le r Yapıyor? 83
İstanbul’a Ait Bazı Ö n em li Tarihler 86
G örülm esi G erek en Bazı M ü ze v e Kültür Kurum lan 90
ÇOCUKLARIN İSTANBUL’U
Sevgili çocuklar;
Şim di okuyacağınız satırlarda ve göreceğiniz resim ­
lerde, ne kadar önemli, görkem li ve dünya çapında yük­
sek tarihi değeri olan eski bir kente sahip olduğumuzun
anlamını da kavramış olacaksınız.
Güzel İstanbul’umuzun tarih sahnesine çıkışıyla ilgi­
li söylenceler gerçekten çok ilginçtir. Anlatmakla bitiri­
lemeyecek, dinlemekle tadına doyulamayacak bu öykü­
lerin her biri diğerinden daha dikkat çekici, daha heye­
can vericidir.
Bu m itolojik söylencelerin en ünlüsü hiç kuşkusuz,
İstanbul civarında geçen ve Antik Çağ’m baş tanrısı Ze-
us ile ilgili olanıdır. Söylence şöyle başlar:
Binlerce yıl önce, insanların henüz “tek tanrı" kavra­
mını bilm edikleri dönemlerde, çeşitli İlk Çağ ulusları

1
"çok tanrı” (p oliteizm ) inanı­
şına sahiptir. Hani, belki
okuduğunuz tarih kitapla­
rında, gördüğünüz dersler­
de, izlediğiniz film lerde
zih inlerin izde yer alm ıştır
bu tanrıların isimleri: Apol-
lon, Artemis, Atena, Poseidon
gibi... Anım sadınız mı?
İşte, bütün bu tanrıların
da en büyüğü “Ze-
Z£ US us”tur. Fakat ilginç bir .
şekilde, o zamanlardaki toplumların tanrıları, insanla­
rınkine benzer bazı davranışlar, arzular, tutkular sergi­
lerler. Şim di bakalım, nasıl gelişmiş bu heyecanlı söy­
lencenin devamı...

İSTANBUL EFSANESİ
Baş Tanrı Zeus, Tanrıça Hera ile evli olmasına kar­
şın İo adında bir genç kıza gönlünü kaptırır. Am a kıs­
kanç Hera bu durumu öğrenir ve onları takip eder. Ze­
us ise bu tehlikeli durumu hemen anlar ve karısı He-
ra’nın İo ’ya bir zarar vermesini istemediğinden onu bir

2
“buzağı” , yani inek yavrusu kılığına sokar. Sonra da bu­
zağıya dönüşmüş bu genç kızı Asya yakasından, yani
Üsküdar’dan Avrupa tarafına, İstanbul’a doğru, B oğazi­
çi’ni geçirerek uçurur.
İşte bu efsaneden kaynaklanarak bizim şirin B oğazi­
çi’m iz asırlar boyunca “Bosforos” , yani “Buzağı G eçidi”
diye anılmaya başlar. N e ilginç bir öykü değil mi? Du­
run daha bitmedi, devamı bundan da heyecanlı...
B izim bu sevimli buzağım ız uçar, uçar ve şimdiki
H aliç sonlarında yer alan Alibeyköy civarında, Semes-
tra adında bir kraliçenin yaşadığı eski köye konar. Se-
mestra burada îo ’yu bağrına basar, korur. B ir süre son-

3
ra îo'nun hamile olduğunu fark
eder ve çok sevinir. Aralarına
bir bebek katılacaktır.
Aylar sonra Semestra Îo ’nun
doğan bebeğine Keras adını ve­
rir. Sonra da küçük kızın anısı­
na, bulundukları bölgeye mas­
mavi sularıyla güzellik ve can
katan, boynuz biçim indeki Ha-
liç’e "Kyrisokeras” (Altın boy­
nuz) dem eye başlar.
Böylece efsanevi B o­
ğ a ziç i’m iz ve onun
tatlı kızı H aliç’imiz,
İstanbul’un binlerce
yıl önce başlayan ta­
P0S£1D0N rihinin ilk sayfalarını
oluştururlar.
Şim di de öykünün ikinci kısmına gelelim. Keras, y ıl­
lar geçip de anası gibi tatlı mı tatlı bir kız olup evlenme
yaşma ulaşınca, îo ’ya kol kanat olan yaşlı Kraliçe Se­
mestra, damat adayını hemen buluverir: Denizler Tan­
rısı Poseidon!
Poseidon’a haber tez ulaşır ve o da sevinçle Semestra
ile îo ’nun yanma varır. Bir de ne görsün; düşlerindeki
kız karşısında duruyor: Keras! Hem en düğün dernek

4
yapılır ve Poseidon ile Keras
evlenirler.
Aradan biraz zaman geçer ve
bu kez de Keras hamile kalır.
Hepsi büyük bir heyecanla do­
ğacak bebeği beklem eye baş­
larlar. Ve o gün gelip çatar...
Keras, nurtopu gibi bir erkek
evlat doğurur. Anası buna da he­
men uygun adı koyar: BYZAS!
J BifZAS
(Bizans)
İşte, Bizans Devleti diye tanıdığım ız, yüzyıllarca var­
lığını koruyarak Orta Çağ'm tam am ını yaşayan ve İs­
tanbul’u “Konstantinopolis” adıyla başkent yapan Doğu
R om a İm paratorluğu’nun en eski efsanevi kahramanı
ve isim babası Byzas, tarih sahnesine böyle çıkar!

İSTANBUL'UN EN ESKİ YERLEŞİMİ


“BİZANTİON” NASIL KURULDU?
Genç kahraman Byzas, gelişip büyüdükten sonra,
atalarının yaşadığı eski çağ ülkelerinden antik Yunanis­
tan’daki Megara kentine gider ve orada bir ordu oluştu­
rur. Sonra yeni kuracağı ülkenin neresi olacağı konu­
sunda D elfoi adındaki kent kâhinine danışır. O da

5
Byzas’a der ki: “Git, o güzel ülkeni, K örler ülkesinin tam
karşısındaki burunun başında ve deniz kıyısında kur!”
Bunun üzerine genç Byzas ordusuyla hareket eder ve
“K örler ülkesi”nin nerede olduğunu sora sora bulur. Bir
de ne görsün? O K örler ülkesi denilen yer, doğup büyü­
düğü toprakların karşı kıyısında, surlar içinde bir kent
değil miymiş... Sonra da kâhinin buraya neden K örler
ülkesi dediğini hemen kavrar. Öyle ya, şimdi bulundu­
ğu, dünyanın en güzel manzarasına sahip ve korunaklı
bir doğal limanı bulunan yer dururken (İstanbul Y a rı­
madası), gidip de bunun karşı kıyılarında bir başka ül­
ke kurmak, ancak “k ö r ’lerin yapabileceği bir iş değil
midir?

6
îşte çocuklar, Byzas’m o K örler ülkesi dediği yer, he­
pim izin çok yakından tanıdığı, belki de içinde oturdu­
ğu, eski çağların “Kalkedonia” sı, yani bizim şimdiki gü­
zel Kadıköy umüzdür!
Demek ki, Kadıköy’ün tarihi, henüz kurulmamış
olan İstanbul yarımadasının tarihinden daha eski yılla­
ra dayanıyor. Bunlar hangi yıllardır diye sorarsanız,
söyleyeyim; İsa Peygam berin doğumundan 680 yıl ka­
dar önceye... Diğer bir tanımlamayla, zamanımızdan
2680 yıl öncesine...
Byzas’m bu olayı yaşadığı yıllar ise İsa’dan 650 yıl
kadar öncedir. Bu şekilde, Byzas’m kurduğu "Byzanti-
on” (B izantion) kenti, karşı kıyıdaki Kalkedonia’dan bi­
raz daha “yeni” sayılır.
Kom utan Byzas'ın İstanbul Y arım ad asın d a kurdu­
ğu kentin yeri ise, günümüzdeki Topkapı Sarayı ve ya­
kın çevresini içine alır. Burada o zam anlar “Ligos” de­
nilen küçük bir balıkçı köyü bulunur. Byzas, ilk iş ola­
rak kentin etrafını surlarla çevirir. Bu
surlar yaklaşık olarak, şim diki Sir­
keci kıyılarından başlayarak Gül-
hane’den yukarı tırm anır ve Hi-
p o d ro m ’un güney ucundan
M arm ara D e n izin e iner. Sahil
yönüne de bunları bağlayıcı sur­
lar çekilir. BYZAS'IN
AMBLtMİ
7
Byzantion küçük bir antik kent olm asına karşın, as­
keri açıdan son derece önem li bir coğrafi bölgede bu­
lunur. Batı yönündeki Keras (H aliç) isim li doğal lim a­
nı, gem ilerin sığınması için eşsiz bir koydur. Kentin
kuzey ucundan ise, B oğaziçi em niyetli bir şekilde kon­
trol edilir ve güney yönünden M arm ara Denizi rahat­
lıkla gözlenebilir. Byzantion Karadeniz'e ve Akdeniz’e
uzanan deniz ticaret yollarının neredeyse m erkezidir.
B azı belgelerde adı kısaltılmış olarak "B Y ” şeklinde de
yazılır.
Kısa sürede zenginleşen kentin, kendine ait parası b i­
le vardır. Uzun yıllar huzur ve barış içinde yaşayan ken­
te, gün gelir başka başka güçler göz diker. Eski İranlılar
(Pers), sonra MakedonyalI Filip ve oğlu Büyük İskender
(Aleksandros), daha sonra da Romalılar, Byzantion'u
ele geçirmek için buralara dayanırlar.
Nihayet, İsa'dan 196 yıl sonra, yani günümüzden yak­
laşık 1800 yıl önce, Rom alı komutan Septimus Severus
(Septim Sever), kentin Bitinler’in (günümüzdeki Bolu ci-

BÜZAS'IN PARALARI
8
varında kurulmuş eski bir antik devlet) yanında yer al­
ması nedeniyle Byzantion’u ele geçirir ve Byzas’ın yaptır­
dığı eski surları yıkarak, yeni kentin topraklarını biraz
daha genişletir. Surları yeniden düzenleyip güneye, za­
manımızın Sultanahmet’inin az daha batısına kaydırır.
Bu surlar İstanbul’un ikinci surları olur.
120 yıl kadar “Rom a İm paratorluğunun doğudaki
bir kenti” unvanıyla varlığını sürdüren İstanbul’un o
günlerdeki adı ise, komutan Septimus Severus’un çok
sevdiği oğlu Marcus Aurelius Antonius Bassianus'un
(sonradan Caracalla) kısaltılmışı olan “Augusta Antoni-
na” dır.

9
Şimdi Sultanahmet’te gördüğümüz ünlü Hipodrom ,
Septimus’un zamanında yapılm aya başlanır. H ip od ­
rom, “at m eydanı” demektir. Gerçekten de eskiden bu­
rada 80 bin kişilik oturma sıraları bulunan dev bir stad­
yum benzeri yapı vardı. Orta kısmında ise, bazıları gü­
nümüze dek ulaşabilen anıtlar, dikilitaşlar, yılanlı sü­
tunlar görülür. Bu H ipodrom ’da çoklukla at yarışları
yapılır, vahşi hayvanlarla gladyatörler dövüşürdü. Halk
ve locasında oturan im parator da büyük bir heyecanla
bu yarışları seyrederlerdi.
Antonina, R om an ın başkent olduğu eski R om a İm-
paratorluğu’nun doğudaki önemli bir kenti olarak (İs­
tanbul’un en eski isimlerinden biri), yaklaşık bir asır
kadar bu şekilde yaşar, başka değişik isim ler kullanılır
ve oldukça zenginleşir. O yıllarda Batı Roma, dünyanın
en güçlü devleti olur ve sınırları çok genişler. Doğuyu
kontrol etmek için yeni bir başkent kurma zamanı gel­
miştir.

ROMA NIN “EŞ BAŞKENT’İ:


KONSTANTİNOPOLİS
Rom a İmparatoru Büyük Konstantin (Konstantinus
Magnus) doğudaki eş başkenti kurmak için 320’lerde
İstanbul’a gelir. O yıllarda Hıristiyanlık henüz resmi
olarak kabul edilm em iştir ve bu dini seçen kişiler R o ­

10
m alılar tarafından zaman zaman çe­
şitli cezalara çarptırılır ve öldürülür­
ler. Konstantin dönem inde H ıris­
tiyanlık, R om an ın resmi dini ola­
rak kabul görür. İm parator bu ko­
nuda gerçekten başarılı uygulamalar
yaparak, çok tanrı
inanışlı (paganist) suyuk
kONSTArtîİN
toplum u zam an
içinde Hıristiyanlaştırır.
11 Mayıs 330 tarihinde, kırk
gün kırk gece süren çok büyük
şenliklerle (encaniana), kendi
adını verd iği dev başkenti
kurar. Konstantinopolis,
doğunun en büyük ve
önem li R om a kenti olur. Adı
asırlar boyu yaşar. Hatta
Türkle.' bile bir dönem, biraz
değiştirerek bu kent adını kul­
lanırlar.
Büyük Konstantin, İstan­
bul’u bin bir çeşit anıt eserlerle
süsler. Kendi adını verdiği anıt
sütunu, kentin "yedi tepe-
BÜyÜk kONSîANTİN si”nden İkincisi olan “senato

11
m eydanı”na diker. Burası şimdiki Çemberlitaş’tır ve es­
ki sütun aynı yerde varlığını hâlâ korur.
İstanbul’u 4. yüzyılda "Konstanti-
nopolis” adıyla kuran İm parator
Büyük Konstantin, dev bir ordu
oluşturur. İm paratorluğun gücünü
simgeleyen kalkan am blem lerini sur
kapılarına koydurur ve İstanbul yarı­
m adasıyla Galata arasını denizden
zincirle kapatıp, düşman gem ilerinin
H aliç’e girm e olasılıklarını engeller.
Fatih, İstanbul’u alırken, Bizanslılar
yine zincirle H aliç girişini kapatırlar.

Ç E M B E R L İT A Ş
İMPARATOR V £ ASKERİ (kONSTANTİN SÜ TU N U )

12
Rom a İm paratorluğunun batıdaki
merkezi, İtalya'daki Rom a yedi tepeli
olur da, doğudaki eş başkentinin neden
yedi tepesi olmasın?
Surlarla İstan­
bul yarım a-
kALKAN
dası içinde­
ki bu yedi tepeyi şimdi biz-
ler de tanıyalım.

İSTANBUL’UN YEDİ TEPESİ

1. tepe: Sarayburnu sırtları. Üstünde Topkapı Sarayı


yer alır.

2. tepe: Az önce sözünü ettiğim Çemberlitaş. Eski adıy­


la "Forum Konstantinus."

3. tepe: Beyazıt-Süleymaniye yükseltisi. Üzerinde, her


iki isimde cami vardır. Eski adı "Forum Tauri” ,
yani “Boğa M eydanı” dır.

4. tepe: Fatih Camisi’nin bulunduğu yükselti. Eskiden


burada Bizans’ın “Aya Apostolii” (H avariler K i­
lisesi) bulunmaktadır.

5. tepe: Yavuz Selim Camisi’nin yer aldığı tepe. B i­


zans’ın Bonus tepesi.

13
6. tepe: Edirnekapı’nm az içindeki M ihrim ah Sultan
Camisi’nin bulunduğu nokta. Burası tüm tepe­
lerin en yükseği; 76 metredir. Bizans’ın “Karis-
sa” sıdır.

7. tepe: Cerrahpaşa Cam isi’nin olduğu yer ve yakın


çevresi. Bizans’ın Arkadius sütunu burada bu­
lunmaktadır. (Şim di küçük bir bölüm ü bulu­
nur). O zam anlar bu bölgeye "E xokionion”
denirdi.

Konstantin’in yeni kentine kim ileri “N ova R om a” ,


yani "Yeni Rom a” derler. Bazen “ M egapolis Mundi”
(dünyanın en büyük kenti), kimi zaman da “Caputo
M undo” (dünyanın başı) derler.
14
Büyük Konstantin'in başkentindeki yeni sınırlar ise,
daha da büyür. Batıdaki kara surları iyice geriye çekilir
ve yaklaşık Haliç kıyısındaki Fenerden Fatih’e tırmana­
rak, Fmdıkzade dolaylarından M arm ara D enizi’ne iner.
Günümüzde bu duvarların hiçbir kalıntısı kalmamıştır.
R om a im paratorlarının en tanınmışlarından biri
olan 1. Konstantin, Büyük Rom a İm paratorluğu’nun
doğudaki “eş başkenti”ni 330 yılında kurar ve yedi yıl
sonra ölür. Daha sonraki yıllarda beş Rom a im parato­
ru daha "eş başkent”te liderlik yaparlar. Sonunda Kons-
tantinopolis, Batı R om a’dan ayrılarak, bin yıldan fazla
sürecek yeni serüvenine doğru atılır ve bütünüyle Hıris-
tiyan-Ortodoks olan bir devletin bağım sız başkenti ola­
rak tarih sahnesindeki benzersiz yerini alır.

DOĞU ROMA NIN BAŞKENTİ


KONSTANTİNOPOLİS, BİR “KARTAL’ A MI
BENZİYOR?
Evet, benziyor! Gerçekten de İstanbul yarım adası­
nın coğrafi yapısı, “kanatlarını açm ış ve başını kuze­
ye dönm üş” bir kartalı andırır. 16. yü zyıl gezgin lerin ­
den olan Petrus Gyllis, İstanbul’u ziyaret ettiğinde
böyle bir gözlem de bulunur. Bu hayli ilgin ç benzet­
m eyi g öz önüne aldığım ızda, kartalın gagasının Sa-
rayburnu, gözünün ise Topkapı Sarayı olduğu açıkça

15
belli olur. K artalın baş kısmının, bütün Sultanahm et
bölgesini, kanatlarından kuzeye açılan yerlerin Fatih,
Y avu z Selim ve Fener-Balat kıyılarını, kartalın güney
kanadının ise, Yedikule, Samatya, Cerrahpaşa gibi
sem tleri oluşturduğunu şaşkınlıkla anlarız.
Zaten kartal, Bizanslılarm devlet sembollerinden bi­
ridir. Am a genellikle bu simge, sırt sırta vermiş “çifte
kartal” olarak betimlenir. Bizans im paratorlarının çiz-

TOPRAPI
SARACI

-4— İSTANBUL

«*— KARTAL

İSTANBUL YARIMADASININ BİR KARTALI ANDIRAN Ş£KLİ

16
m elerinde bile bu simge kabart­
ma şeklinde yer alır. R om alıla­
rın kiliselerinde de altın yaldız
boyalı bazı kartal heykelleri
görülür. Günümüzde bile, ki­
mi Rum kiliselerinin içle­
rinde böyle kartal heykel­
cikleri göze çarpar.

“DOĞU ROMA” KURULUYOR


4. yüzyılın sonlarında, batıdaki Büyük Rom a im pa­
ratoru 1. Teodosius, artık çok büyüyen ve sınırları kon­
trol edilem ez hale gelen devletin ikiye ayrılmasının za­
manı geldiğini söyleyerek iki oğlunu yanma çağırır ve
Honorius'a şimdiki İtalya’da yer alan başkent R om a’yı
bırakır. D iğer oğlu Arkadius ise, 395 yılında doğunun
başkentine (Konstantinopolis) sahip olur ve bu yıl aynı
zamanda Doğu Rom a Devleti’nin de kurulduğu tarih
kabul edilir (Orta Çağ’ın bu tarihte başladığını söyleyen
kaynaklar da vardır).
D oğu R om a'nın ilk im paratoru olan Arkadius (Gül-
hane Parkı'ndaki A rk eoloji M üzesi'nde bulunan hey­
kelini görm en izi ön eririm ), yukarıdaki satırlarda an­
lattığım şekilde, İstanbul’un yedinci tepesine, yakla­

17
şık 50 m etre boyunda, üzeri spiral şekil­
de yüzlerce asker kabartm alarıyla süs­
lenmiş çok güzel bir anıt sütun dikti­
rir. Am a ne y a zık ki bu sütun
1700’lerde yıkılıp gider. Şim di sade­
ce oturduğu kaide kısmı, Cerrahpa­
şa’da eski ahşap bir evin bahçesinde
görülebilir.
Böylece "çok tanrı” inançlı Batı
Roma, varlığını 476 yılındaki “K avim ­
ler Göçü” istilasına dek korurken, tü­
müyle Hıristiyan olan Doğu Rom a
İmparatorluğu ve başkenti Konstan-
tinopolis, bütün "Orta Çağ” ı katede-
rek, 1453 yılm a dek bin yıldan fazla
yaşar.
Batı Rom a 476’da tarihe karışıp
giderken, kim ilerine göre artık “İlk
Çağ” bitmiş, “Orta Çağ” başlamış
kabul edilir.
Sevgili çocuklar; gördüğünüz gi­
bi, şu güzelim İstanbul, binlerce yıl
önce başlayan görkem li ve
hayli renkli tarihiyle, hâlâ
tüm dünyanın gözlerini
CERRAHPAŞA'DAKİ
ARKADİUS SÜTUNUNUN -ESKİ HALİ kamaştırmakta ve ilgisi­

18
ni çekmektedir. Bizlere, her dönem de tanık olduğu bir­
birinden heyecanlı ve şaşırtıcı öyküleri sunan bu eşsiz
kentle yarışabilecek bir başka dünya kenti var m ıdır
acaba? B ir düşünün...
Bu tatlı mı tatlı İstanbul serüvenimize devam edelim
bakalım. Satırları okudukça ve resim leri gördükçe, bu
konuda ne denli haklı olduğumu da anlayacaksınız.

ROMALILARIN İSTANBUL’U
Sıklıkla Bizans İmparatorluğu dediğim iz Doğu Ro-
ma’da yaşayan halk, kendilerini “R om alı” diye niteler
ve birbirlerine seslenirken “R om aioi" (R om alı) derler.
Başkent için ise, genellikle “Estom bol” adını kullanır­
lar. Bu sözcük, “Eis- Tin- Polin”den dönüşür. "Kente
doğru" anlamına gelir.
Rom alılar, başkentleri Konstantinopolis’i çok ilginç
anıt eserlerle süslerler. Ta o zam anlarda bile su sıkın­
tısı çeken İstanbul’a, kurdukları su köprüleriyle o r­
manlardan getirttikleri suları aktarmışlar ve herhangi
bir savaş veya başka bir sıkıntılı durumda kullanılmak
üzere bu suları, kapalı ve açık su sarnıçlarında depo
etmişlerdi. Bunların sadece bazıları günümüze dek
ulaşabilmiştir. Sultanahmet’teki Yerebatan ve Binbir-
direk Kapalı Sarnıçları, Unkapam’ndaki Zeyrek (Pan-

19
tokrator) Kapalı Sarnıcı, Edirnekapı’daki Aetios (şim ­
di Vefa Stadı), Fındıkzade’deki M okios (şim di Fatih
Eğitim Parkı) ve Yavuz Selim ’deki Aspar (şim di beledi­
ye kültürel etkinliklerinde kullanılır) ve Bakırköy yakı­
nındaki H ebdem on Açık Su Sarnıçları, İstanbul’un en
önem li ve dev boyutlardaki Bizans su depolarıdır. K en ­
tim izde bunlardan başka çok sayıda irili ufaklı başka
sarnıçlar da vardır.
İstanbul’un en görkem li ve dünya çapında ilgi uyan­
dıran Rom a kalıntıları, hiç kuşkusuz, yer yer harap ol­
duysa da günümüzde tüm haşmetleriyle ayakta duran
“kara surları”dır. 395 yılında ilk Doğu Rom a İm parato­
ru olan Arkadius’un oğlu 2. Teodosius bu dev surları

BİZANS SURLARINDAN BİR 6ÖRÜNÜAA

20
413-450 yılları arasında yaptırmıştır. Am a zaman için­
de başka im paratorlar da bu surlarda ilaveler ve ona-
rım lar yapmışlardır.
Özellikle İstanbul Yarım adasının batısını boydan
boya kat eden 5635 m etre uzunluğundaki kara surları
ve önlerinde o zamanlar var olan geniş hendekler (içle­
ri su dolu hazneler), kenti kuşatmaya gelen düşmanlar
için her zaman caydırıcı olmuştur. Güneyde Marmara
Denizi bovanca, kuzeyde Haliç kıyılarında ve batıda da
kara tarafında uzanan başkent surlarının toplam uzun­
luğu 20 km kadardır.
Bizans’ın, yani Doğu R om an ın başkenti olarak 395
yılından, Fatih Sultan M ehm et'in İstanbul'u fethettiği
1453 yılm a dek 1058 yıllık bir öm ür süren yaşlı ve güzel
kentimiz, özellikle 6. yüzyılda ve İm parator Jüstinya-
nus zamanında çok görkem li eserlerle süslenir. Kuşku­
suz bu eserlerin başında, dünyaca tanınan Ayasofya
Mabedi gelir.

Doğu Rom a başkentindeki kiliselerin sayısının o za­


manlarda bine yakın olduğu iddia edilir. Bunlardan gü­
nümüze kalanların sayısı ise yirm iyi biraz geçer. Bu ki­
liselerin pek çoğu, İstanbul’un Türkler tarafından alın­
masından sonra, başta Ayasofya olmak üzere camiye
dönüştürülmüştür.

21
AiJASOFUA

Konstantinopolis dev ve güçlü surları sayesinde pek


çok kez kuşatıldığı halde tarihi boyunca alınamamıştır.
Am a 1204 yılında yaşanan bir olay, 57 yıl süreyle B i­
zans’ın saltanatına son verir. O yıllarda Hıristiyan Ka-
toliklerle, yine Hıristiyan olan Ortodoks cemaatleri hiç
geçinem ez ve birbirlerini sevmezler. Hatta sevmek ne
kelime, tam anlamıyla düşmandırlar.
"4. Haçlı Seferi” adıyla Avrupa’dan yola çıkan K ato­
lik Hıristiyan güçleri 1204 yılında bir yolunu bulup, o
yıllarda iyice güçsüzleşen başkentin içine sızar ve bü­
yük bir katliama girişirler. H er yeri yağmalarlar. H i­
podrom u süsleyen pek çok eski eseri gem ilerle ve katır­
lara yükleyerek İtalya’ya kaçırırlar. Bugün Venedik’teki

22
San Marko K ilisesinin üzerinde duran bronz at heykel­
leri Sultanahmet’teki At M eydanından 8 asır önce ora­
ya götürülmüştür.
İstanbul’da Bizanslıların yaptığı daha başka pek çok
anıt eser, bronz heykeller, değerli eşyalar 57 yıl süren

1204 KILINDAKİ KATOLİK - LATİN İSTİLASI


(4. -HAÇLI S£F£Rİ)
23
çalışmalarda Avrupa’ya kaçırılır. İstanbul, 1204 ve 1261
yılları arasında "Latin güçleri” nin başkenti olur. Bi-
zanslılar İznik’e çekilir ve burasını Doğu R om an ın baş­
kenti yaparlar. Bu süre sonunda İstanbul yeniden B i­
zanslIların eline geçer, ama bir daha o eski görkem li
saltanat günlerine kavuşamaz, büyük anıt eserler m ey­
dana getirem ez, yeni kiliseler inşa edemezler.
Ortodoks-Hıristiyan R om a başkentinde, erken dö­
nemlerden kalan anıt sütunlar ve dikilitaşlar ise, apayrı
bir yer tutar. Kentin büyüklüğünü ve önem ini gözler
önüne seren bu dev sütunlardan günümüze kalanların

LİSÎPPOS'UN 4. ÜÜZİÜLDA W Î 1 6 I V t 1204'î£


At Mt^DANI'NDAM ÎTALi^A'ÜA KAÇIRILAN AT fltÜ K tL İ

24
sayısı ise, 5-6 civarındadır. Konstan-
tin Sütunu (Çemberlitaş), Fatih'teki
K ız Taşı diye tanınan ve 5. yüzyılda
İm p arator M arcian ’m yap tırd ığı
“ Marcian Sütunu” , Cerrahpaşa’da az
önce sözünü ettiğim ve Türklerin buna
da K ız Taşı dedikleri "Arakadius Sütu­
nu” , Sarayburnu’ndaki “Got Sütunu” , At
M eydanı diye tanıdığım ız H ipodrom ’da-
ki “Burmalı Sütun” , 3550 yaşındaki “ M ı­
sır Obeliski” ile, Konstantin Porfiroge-
netos'un diktirdiği yaklaşık 1000 yaşın­
daki “Örme Sütun” gibi anıt eserler, hâ­
lâ İstanbul’un eski ve değerli kültür hâzi­
neleri olarak kentim izi süsler.
Bizans saraylarının içinde ise, günü­
müze küçük bir bölümüyle sağlam ola­
rak ulaşan Edirnekapı’daki Tekfur Sara­
yı başta gelir. Bu saray az aşağıda, H a­
liç kıyısındaki Ayvansaray semti sı­
nırlarında bir zamanlar çok geniş bir
alanı kaplayan “Blakernai Sarayı”na
aittir. Bu sarayın 19. yüzyılda yeni­
den yapılan kilise ve ayazması (kut­
sal su) günümüzde de gezilebilir.
KIZ TAŞI
(AAarciaı> Sü+urvu^ Doğu Rom alıların asıl saraylar

25
bölgesi ise, günümüzde Sultanah­
m et C am isi’yle Topkapı Sarayı
arasındaki yamaçları ve deniz kı­
yısını kaplayan yapılar dizisidir,
ki burada; Buko-Leon, Magnau-
ra; Mangana, Dafne gibi çeşitli
saraylar, "Palatium M agnum ”
(Büyük Saray) adı altında bir
arada toplanmıştır. Bunların da
önem li bazı kalıntıları şimdi zi­
yaret edilebilir.
Fatih Sultan M ehm et’in 1453
yılında İstanbul’u alıp Doğu R o ­
ma İm paratorluğuna son ver­
mesiyle tarihten silinen bu uy­
garlık, bizlere ve tüm dünya
kültürüne önem li miraslar b ı­
rakmıştır.

/MISIR'DAN 6£TİRİL£N
DİKİLİTAŞ

26
TÜRKLER'İN İSTANBUL’U
Sevgili çocuklar, bildiğiniz gibi Fatih Sultan M eh­
met, 1453 yılının Mayıs ayında İstanbul'u alır ve bu gör­
kemli, yaşlı kent kısa bir süre sonra tamamıyla bir Müs-
lüman-Türk kentine dönüşür.
15. yüzyılın geriye kalan son elli yılıyla, 16. yüzyılın
ilk yılları arasında İstanbul pek çok Türk eserleriyle
dolar. Bunların içinde ilk başta Fatih Külliyesi gelir. Fa­
tih Sultan Mehm et bundan başka, dünyanın en ilginç
pazarlarından biri olan Kapalı çarşıyı, Sadrazam M ah­
mut Paşa ise kendi adıyla bildiğim iz çarşılar semtinde
cami ve medrese inşa ettirir.

KAPALIÇARŞI

27
Fatih’in oğlu 2. Beyazıt ise, şimdiki Beyazıt m eyda­
nında yer alan dev camisini yaptırır. Vezirlerinden îs-
hak Paşa, Topkapı Sarayının ön tarafında ve az aşağı­
sında şimdi de görebildiğim iz cam iyi ve hamamı inşa
ettirir.
Hem en hemen her sultanın, bazı sadrazamların,
devlet büyüklerinin ve sultan ailelerinin birbirinden gü­
zel eserleriyle süsledikleri İstanbul, en görkem li çağını
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatında ve 16. yüzyıl­
da yaşar. Dönemin mimarbaşı Sinan, başkenti sayısız
güzel eserle doldurur.

28
Daha sonraki dönemlerde
E m in ön ü ’ndeki Y en i
Cami ve M ısır Çarşı­
sı (1664) ve Sulta­
nahmet Cam i­
si (1617) inşa
edilir. Türbe­
ler, medreseler, sıb-
yan okulları, klasik
ve barok d evir (18.
yüzyılda gelişen Avru­
pa’ya özgü süsleme bi­
çim i) özellikleri taşı­
yan sayılamaya­
cak kadar çok
çeşmeler, kü­
çük mahalle m escitleri,
kütüphaneler kentin her yerini doldurur.

OSMANLI İSTANBUL’UNDAN
MANZARALAR
Osmanlı D evletinin başı olan sultanın sarayı, Saray-
bum u sırtlarında yer alan yüksek arazidedir. Buradaki
Topkapı Sarayı’nı ilk olarak Fatih Sultan Mehm et (2.

29
FATİfTÎrJ SADRAZA/MI ÇANDARLI B A LİL PAŞA

M ehm et) 1478’de yaptırmıştır. O zamanlar ülkeyi, baş­


bakan sıfatıyla “sadrazam” yönetirdi. 1654 yılına dek
sadrazamların belirli bir makamı yoktu. Sadrazamın
evi İstanbul’un neresinde ise, başbakanlık orasıydı. Bu
tarihten sonra Gülhane Parkı nın karşısındaki Babıali
K onağı sadrazamın makamı oldu. Günümüzde aynı
yerde "İstanbul valisi” görev yapmaktadır.
İstanbul’da Fatih M ehmet devrinde görev yapan ilk
sadrazam (başbakan) Çandarlı Halil Paşa, Osmanlı
D evletinin tarihe karıştığı 1922 yılındaki son sadrazam
ise, Tevfik Paşa’dır.

30
İstanbul’un belediye işlerine
ise “kadı” bakar ve yetkisi çok
fazladır. Şehirdeki çarşılar,
pazarlar, esnafın sattığı mal-
ların fiyatları, tem izlik işleri
K a d ı’nın sorumluluğundadır.
1453 yılından 1855’e ka-
dar, 422 kadı İstan­
bul’a hizmet etmiştir.
Bu tarihten sonra belediye
işlerini kadılar yerine, da-
SON SADRAZAM T£VFİk PAŞA
ha çağdaş olan ve batıda-
kilere benzeyen "Ş eh ir
E m in leri” yürütm eye başlar.
Görev yaptıkları bina
tanbul Şehremaneti” d
landırılır. O dönem ler
kalma Şişhane'deki ilk
diye binasında ise,
müzde “Beyoğlu Belec
görev yapmaktadır.
M ezarı halen Unki
pan ı’nda bulunan ve
İstanbul’un ilk bele­
diye reisi (k ad ı)
İSTArJBUL'UrJ İL« KADISI
olan H ızır Çele-
BIZIR Ç£L£B İ

31
bi’den bu yana tam 506 kişi görev yapmıştır. Yani günü­
müzün belediye başkanı 506. yönetici oluyor denebilir.
Cumhuriyet devrinin ilk İstanbul belediye reisi ise,
1923 yılında bu makama gelen Haydar Bey’dir.
Eski İstanbul’un mahalleleri çok küçüktür. Yolların
çoğu dar, toprak zem inli sokaklar ve çıkm az sokaklar
şeklindedir. Mahallenin konutları yüksek değildir ve
bunlar ahşaptan yapılmıştır. Bir yanda küçük bir cami
(m escit) bulunur, kimi mahallelerde bir de sıbyan oku­
lu yer alır. Hemen hemen her mahallede çeşme görülür.
İnsanlar sularını buralardan doldurdukları güğümlerle
ve su satan "saka” lardan temin ederler. Şim diki gibi ev­
lerin içinde musluklardan su akmaz.
Bazı sokakların bir taraflarında konutlar bulunur­
ken, diğer tarafını mezarlıkların kaplamış olması hiç
yadırganmaz. Aksine insanlar bu m ezarlık alanlarına ve
ölülerine çok saygı duyarlar, onlarla birlikte aynı so­
kakta bulunmaktan hiç ürkmezler. İstanbul’da irili
ufaklı hemen her caminin arkasında veya bir kıyısında,
yine küçüklü büyüklü m ezarlıklar (hazire) görülür.
Ahali buraları ziyaret eder, dualar okur.
En kutsal bilinen mekânların başında, etrafı pek çok
Osmanlı büyüğünün türbe ve m ezarlıklarıyla dolu olan
Eyüp Camisi ve çevresi gelir. Fatih’in 1458’de, Peygam ­
b erin sancaktarı Eyüp Sultan adına yaptırdığı camiden
sonra bu tarihi semt asırlar boyunca kutsallığını sür­

32
dürmüştür. Üsküdar’da Karacaahmet etrafındaki ma­
hallelerin yakınında yer alan Mahmut Hüdai Dergâhı,
Kocamustafapaşa Camisi çevresi, Zeytinburnu sınırla­
rında ve kara surlarının yakınındaki M erkez Efendi
Dergâhı, Ortaköy sırtlarında günümüzde de ziyaret edi-

SAKA
33
■EYÜP

len ve Y ıld ız Parkına komşu olan Yahya Efendi Dergâ­


hı, sıkça ziyaret edilen kutsal mekânlardan birkaçıdır.
İstanbul'da en çok bulunan yapı cinslerinden olan
bu dergâhlar, diğer bir sözle “tekke”ler, 1925 yılında çı­
karılan yasayla kapatılmıştır. Bu zamana kadar çeşitli
İslami inançlara sahip cemaatlerin fikir alışverişinde
bulundukları, inananların buralarda bir okul benzeri
program uyguladıkları, yaşadıkları, müzik icra ettikleri,
bazılarında sema gösterileri düzenledikleri ilginç m e­
kânlardır. H er dergâhın başında da bir “şeyh” bulunur.
Bu dergâhların en eskisi Beyoğlu'nda, Tünel meydanın­
daki caddenin kenarında 15. yüzyıl sonlarında kurulan
"Galata M evlevihanesi"dir. Şimdi burası, Kültür Ba­
kanlığım ıza bağlı bir m üzedir ve bazı günler sema gös­

34
terileri yapılmaktadır. İstanbul’da ilk Türk matbaasını
1729’da kuran İbrahim M üteferrikanın mezarı da bu
dergâhın bahçesindedir.
Müslüman Türklerin çok olduğu mahallelerin yanı
sıra, aynı şekilde Müslüman olmayan (gayrim üslim )
halkın da yoğun olarak yaşadığı İstanbul semtleri var­
dır o yıllarda. Örneğin; Haliç kıyısındaki Balat’ta Muse-
viler çoktur. Yanı başındaki F en erde ise Rumlar...
Rumların dini başkanları olan patrik, günümüzde de
buradaki “Fener Patrikhanesinde oturur ve çalışır.
Erm enilerin çok­
ça yaşadıkları
yerler ise Sa-
matya ve Kumkapı
civarıdır. Am a daha baş­
ka mahallelerde de bu gayri­
müslimler yaşamlarını sürdü­
rürler. Eyüp’te, Kuzgun­
cuk’ta, Yeniköy’de, Orta-
köy’de, Tarabya'da, B e­
bek'te, Üsküdar’da, K ad ı­
köy’de, Beşiktaş’ta da,
Museviler, Erm eniler ve
Rum lar küçük cemaat­
ler şeklinde bulunur­
lar eski asırlarda.

35
İstanbul Kadısı, diğer bölgelerdeki kadılara kıyasla
en önem li kadıdır. Çünkü sarayın da yer aldığı tarihi
yarım adada görev yapar. Bu bölge, günümüzde surlar
içinde kalan başkenttir. Osmanlılar başkent İstanbul’a
çoklukla “Dersaadet" derler. 18. ve 19. yüzyıllarda İs­
tanbul’u ziyaret eden yabancı gezgin ve sanatçılar (o r­
yantalistler), özellikle kentimizin denizden görünümü­
nü olağanüstü güzel bulurlar, resim lerini çizer, anlatır,
yazar ve öve öve bitirem ezler. Yabancı ülkelerin oryan­
talist sanatçılarının çizdiği bu eski resimler, İstanbul’un
o günkü fiziki görünümünü yansıtmaları açısından da
birer belge niteliğindedirler.
Tarihi yarım adayı yöneten kadıdan başka, İstan­
bul’un diğer üç bölgesinde de başka başka kadılar görev
yaparlar. Üsküdar, Galata ve Eyüp kadılarıyla birlikte,
3 ayrı kent (Bilad-ı Selase) olan İstanbul’da, toplam
dört kadı yer almaktadır. Bunların da belirli bir ma-

36
kamları bulunmaz. Bu kadıların bazıları İstanbul’da
hayır eserleri inşa etmişlerdir. Örneğin; günümüzde
Fındıklı sahilinde duran ve bir M im ar Sinan eseri olan
M olla Çelebi Cam isini, 16. yüzyıl sonlarında İstanbul
kadısı olan Mehm et Efendi yaptırmıştır.
Din işleri başkanı olan "şeyhülislam” ise, en yüksek
görevlilerden biridir. B ir dönem bu şeyhülislamların
oturduğu "Bab-ı Meşihhat” denilen yapılar, Süleymani-
ye C am isinin Haliç tarafında yer alan ve içinde şimdi
İstanbul Üniversitesi bünyesindeki Botanik Enstitü-
sü’nün bulunduğu yerdedir.

->i'-

İSTANBUL’UN ÇARŞI-PAZARI
Eski İstanbul’da haftanın belirli günleri m ahalleler­
de açık semt pazarları kurulur. Bu ilginç gelenek ha­
len ülkem izde uygulanmaktadır. İstanbul pazarlarının
en ünlüsü, Fatih’in Çarşamba sem tinde kurulan “ Çar­
şamba Pazarı” dır. Büyüklüğü pek çok m ahalleyi kap­
sar. K adıköy’de ve Tophane’de “ Sah P azarı” , Karaköy-
Azapkapı arasında “Perşem be Pazarı” yer alır. Ayrıca
büyükbaş hayvanların ve beygirlerin ahm-satımının
yapıldığı “at pazarları” da bulunur. Bu pazarlardan
ikisi, Üsküdar’da ve Fatih yakınındaki Saraçhane’de
kurulur.

37
H er türlü malın ve yiyeceğin satıldığı bu semt pazar­
larında sebze ve meyve belki de en arkada gelir. Çünkü
eski yıllarda İstanbul’un neredeyse her yerinde bağlar
bahçeler bulunurdu. Evlerin yanında herkesin, sebze ve
meyve yetiştirdikleri bir bahçeleri vardı.
Kırlar, yamaçlar, korular, bom ­
boş yeşillikler, bütün İstanbul­
luların mesire yerleriydi ve bu­
ralardan akşam dönüşlerinde
sepetler dolusu meyveler, sebze­
ler, kıpkırm ızı domatesler, kütür
kütür hıyarlar, mis kokulu çilekler,
erikler, kirazlar, dutlar toplanıp gö-
türülürdü.
Günümüzde her yanı binalarla
doldurulmuş olan İstanbul’un, surla­
ra yakın Topkapı’sı, Mevlana K apı’sı,
Silivri K apı’sı, Belgrat K ap ı’sı, Yedikule
K apısı, Samatya, Vatan Caddesi, M illet
Caddesi, Fmdıkzade, Kocamustafapaşa,
Cerrahpaşa, Aksaray gibi semtleri, eski
yıllarda büyük bostanlıklarla doluydu.
Ayrıca, mahalle ve sokak aralarında sey­
yar satıcılar da meyve, sebze, si­
mit, macun (bir tür şekerleme),
su, yoğurt türü yiyecekler satar­
BİR ÇÖR£k SATICISI
lar. Et ve buğday, İstanbul’daki
38
en önemli yiyecek maddelerindendir ve başkentte unlu
mamullerin üretildiği pek çok fırın bulunur. En büyük
un deposu ise, adını bu yiyecekten alan Unkapanı’nda-
dır.
İstanbul’un, bez, kumaş, madeni eşya, mücevher, ah­
şap işleri, hah gibi envai çeşit eşyanın satıldığı en bü­
yük, üstü kapalı olan çarşısı, Beyazıt’daki Kapalıçar-
şı’dır. Fatih Sultan Mehmet, yaptırdığı bu dev çarşının
çok küçük bir benzerini Galata kıyılarında da inşa ettir­
miştir. Bu çarşı veya kervansaray, halen Perşembe Pa-
zarı’nda, ana cadde üzerinde durur ve içinde çeşitli ma­
muller satan esnaf barınır.

ESKİ İSTANBULLULAR NASIL


GİYİNİRLER VE GEZERLERDİ?
Osmanlı yönetim indeki İstanbul'da kadınlar ve er­
kekler eşit haklara sahip değillerdi. Kadınların sokakta
görülmeleri, eğer öngörülen kıyafetleri taşımıyorlarsa
pek hoş karşılanmazdı. Zorunlu olarak sokağa çıkarlar­
sa, örneğin, çarşıya veya hamama gideceklerse, mutla­
ka iyice örtünürler ve özellikle yüzlerini göstermezlerdi.
Zaten, hanımlar hamamlara mahalleli olarak topluca,
yürüyerek giderler, oralarda yiyip, içip, eğlenip, bol bol

39
sohbet ettikten sonra da, akşam karanlığı çökmeden
önce evlerine dönerlerdi.
Evlerde de, saraylarda olduğu gibi "harem lik" ve “se­
lam lık” bölümleri bulunur. Erkeğin egem enliğindeki
konutta büyük salon evin reisine aittir ve erkek konuk­
larını burada ağırlar. Evin kadını bu ko­
nuklara olabildiğince görünm em eye çalı­
şır. Eski İstanbul evlerine asla pabuçlarla
girilm ez ve her taraf tertem izdir. Eşya
ise, yok denecek kadar azdır. Pencere
ve duvarlar boyunca, üzerine bağdaş
kurulup oturulan uzun sedirler, or­
tada bir mangal veya köşede bir
ocak, duvar boşluklarında ise, en
çok “yüklük” denilen ve yatak-yor-
gan gibi eşyaların konulduğu bölüm ­
ler görülür.
Türk ev lerin in p en cerelerin d e,
içerid ek i g iz liliğ i azam i ölçülere
yükselten kafesler bulunur. G ayri­
müslim evlerinde ise, kafes olm az.
Müslüm an evlerinin üst katlarında
genellikle sokağa doğru çıkıntı yapan
cum balar y a p ılır ve ev halkı bu
cu m baların p en cerelerin d en
bakarak sokakla iletişim ku­

40
rar, m ahalleye, evlere kim lerin
girip çıktığım kontrol eder.
İstanbul'un geleneksel gü­
zel ahşap evlerinden bir kısmı
zam anım ıza ulaşmalarına kar­
şın, çok sayıdaki ev ise, başkenti
d efalarca cehennem e çeviren
korkunç yangınlara kurban ol­
muştur.
Erkeklerin giysileri de şim di­
kilere hiç benzem ez. Başlarda bir
sarık veya fes, ayaklarda ise
mest veya çarık benzeri pabuç­
lar olur. Sıcak havalarda b oy­
nu kapalı m intan ve altına da
genişçe b ir şalvar giyilir. Soğuk kış
g ü n lerin d e ise bunun ü zerin e,
ayaklara dek inen, kaim kum aşlar­
dan yapılm ış kaftan benzeri giysiler­
le gezinirler. Dünyaya boş verm iş, der­
viş tipler ise, yalın ayak ve üst baş yırtık şekilde so­
kaklarda insanların arasına karışırlar.
Kadın giysilerinde ise, çok renklilik hâkim değildir.
Yüzü örten peçe ve topuklara dek inen geniş kesimli ba­
sit giysilerle dolaşan kadınlar, başlarına özel günlerde

41
kullanılan "hotoz" isimli, alımlı bir başlık takarlar. Ama
varlıklı kadınlar bu başlığı her gün giyerler.
Devlet ve saray görevlilerinin giysileri ise, daha renk­
li ve göz alıcıdır. En gösterişli giysileri sadrazamlar g i­
yerler. Başlarında geniş kavukları, üstlerinde ise, yaka­
ları kürklü bolca birer kaftan olur. Yeniçerilerin de giy­
sileri oldukça göz alıcıdır. Erken 19. yüzyıla dek hemen
hemen her İstanbullu sokak ve caddelerde yaya olarak
gezinir. Belirli dönem lerde gece sokağa fenersiz çıkmak

42
yasak olduğundan, İstanbullular güneş battıktan sonra
evlerine çekilirler ve koca başkent çok etkileyici ıssızlı­
ğı ile baş başa kalır.
Özellikle 1839’daki Tanzim at Reform u’ndan sonra
her türlü ulustan çeşit çeşit insanların geleneksel giysi­
leriyle dolaştıkları İstanbul yolları çok renkli bir görü­
nüm sunar. Yabancı ülkelerden İstanbul’u görmeye ge­
len gezginler, kentin en çok bu hareketliliğinden etkile­
nir, bu "kozm opolit” görüntülerden büyük heyecan du­
yarlar.
Erkekler boş zamanlarında daha çok kahvehaneler­
de toplanırlar, ramazan gecelerinde buralarda oynatı­
lan Karagöz oyunu nedeniyle mekânları tıka basa dol­
dururlar. Mesire yerlerinde bile erkeklerle kadınlar yan
yana durmazlar, birlikte eğlenmezler. Kadınların gittiği
mesire dönüşlerinde, eşleri onları kıyı kahvelerinde
bekler.
19. yüzyıl sonlarına doğru bu eski adetler daha yu­
muşatılmıştır. Kadınlar, bu dönem lerde sokaklarda ve
kırlarda daha fazla görülür olmuştur. Çamlıca, K âğıt­
hane, Ihlamur gibi mesire yerlerine giden varlıklı ka­
dınlar, öküzlerin çektiği, şirin, kapalı veya üzeri açık
arabalarda seyahat ederler.
H aliç kıyılarındaki Kâğıthane mesiresindeki yemekli
eğlenceler, B oğaziçi’nin Asya yakasındaki Göksu ve Kü-
çüksu Dereleri kıyılarındaki saz ve söz alemleri, Ihla-

43
AA£SİR£D£ £6L£(sl£NL£R

mur yeşilliklerinde, Fındıklı setlerinde, Büyükdere va­


dilerindeki çalgılı, oyunlu eğlenceler, B oğaziçi ve Ha-
liç'in o sessizlerin sessizi yıllarında, gönülleri titreten
tambur nağm eleriyle insanları kâh neşelendirir, kâh
duygulandırır. Bütün bu eğlencelere karşın, eski İstan-

£SKİ 6£ZİN Tİ ARABALARI

44
6ÖkSU'DA SAZLI SÖZLÜ £6L£r4C£L£R

bullular genellikle evlerinde toplanmayı, sohbet etmeyi


severler. H ele uzun ve soğuk kış gecelerinde evlerde ya­
pılan “helva soh b etlerin in tadına doyum olm az. V ar­
lıklı kişilerin konaklarındaki helva sohbetleri tam anla­
m ıyla bir şenlik havasında geçer.
Ram azan aylarında ise, İstanbul’un eğlence yaşamı­
nın tadı çok daha farklı olur. Genellikle 19. yüzyıldan
itibaren Şehzadebaşı-Direklerarası’ndaki eğlence m e­
kânlarında, kahvehanelerde düzenlenen K aragöz göste­
rilerine İstanbul halkı bayılır. Meddah, ortaoyunu, çe­
şitli tiyatro kumpanyalarının sergiledikleri oyunlarda
yer bulunmaz. B eyazıt’m güneyindeki Gedikpaşa’da da
büyük bir tiyatro kurulur o günlerde. Pera yakasında,
yani Beyoğlu ndaki eğlenceler ise, daha “Avrupai”dir ve
sadece ramazanlarda değil, norm al günlerde de burala­
ra gelinir. Daha çok 1800’lü yılların sonlarından itiba­

45
ren sayıları gittikçe artan modern pastahanelerde, gazi­
nolarda, kahvehanelerde, tiyatro ve sinemalarda, bir­
birlerinden şık ve görkem li otellerin balo salonlarında
hoşça zaman geçirilir. Bu yörenin en ünlü eğlence ve
kültür mekânı, Tepebaşı'ndaki yazlık ve kışlık tiyatro
salonları ve bahçeleridir.

ŞİMDİ DE İSTANBUL'U DOLAŞIYORUZ


Koca İstanbul’u baştan sona gezm ek bir öm re sığ­
m az derler, doğrudur. Gerçekten de doyasıya ve ayrın­
tılı gezebilmek, İstanbul’u tam anlamıyla özümseyebil-
mek için yıllar gereklidir.
Sevgili çocuklar, ben size burada çok önem li eski
eserlerin ve mekânların bulunduğu belli başlı turları
önereceğim. Belki okulunuzda eğitim görürken öğret­
m enlerinizin eşliğinde sınıfça yaptığınız müze gezileri­
nizde, İstanbul’da bu türden kısa kültür turları yapmış­
sınızdır. Şim di bunları biraz daha genişleterek dolaşa­
lım. Haydi bakalım!
G ezim ize önce İstanbul’un surlar içindeki tarihi ya­
rımadasından ve buranın yüreği olan Eminönü Meyda-
nı’ndan başlayabiliriz. Karaköy veya Galata adıyla bil­
diğim iz ve ilk olarak 1845’te kurulan köprünün E m inö­
nü ucundan meydanı seyrettiğim izde, 1664 tarihli Yeni
Cami’yi (Valide Camisi) ve tarihi M ısır Çarşısı’m görü­

46
rüz. M im ar Sinan’ın 1561’de yaptığı ve içi olağanüstü
güzellikteki çini plakalarla döşeli Rüstem Paşa Camisi
de bunların yakınında kalır. Çevrede, 20. yüzyıl başla­
rında Vedat Tek’in yaptığı Büyük Postahane binası, 19.
yüzyıl sonlarından Hidayet Camisi, Alman m im ar Jah-
mund’un yaptığı 1890 tarihli Sirkeci Garı, Tahtakale
Ham am ı, Ahi Çelebi Camisi, K azancılar ve Kantarcılar
Camisi, 18. yüzyıldan Sadrazam Ali Paşa Hanı, bir za­
manlar hapishane olarak da kullanılan Zindan Kulesi
gibi pek çok eser bulunur.
Kalabalık ve neşeli çarşılarla Mahmut Paşa sokakla­
rında, Fatih’in sadrazamı Mahmut Paşa’ya ait olan cami­
yi, Kösem Sultanın yaptırdığı Valide H anını, Büyük Y e ­
ni Han’ı, İstanbul’un en eski hanı olan Kürkçüler Hanı’nı
ve daha başka eski hanları seyredip, Tahtakale ve M er­
can yokuşlarında, tarihi Balık Pazarı’nda dolaştıktan

47
sonra yeniden meydana inip hızlı tramvaya binerek Sul­
tanahmet bölgesine ulaşalım. Ayasofya Müzesi’ni, Gül-
hane Parkı’nın içinde yer alan ve 1890'ların sonunda ya­
pılan Arkeoloji Müzesi’ni, Sultanahmet Camisi’ni, Si­
nan’ın yaptığı Hürrem Sultan H am am ını, Bizans Saray
kalıntılarını ve At M eydanındaki (Bizans’ın H ip od ­
rom la) dikilitaşları seyrettikten sonra, vakit kalırsa ve
henüz yorulmadıysak Topkapı Sarayı’nı da dolaşabiliriz.
Bunları aynı güne sığdırmak zor olabilir. G ezim izi
değişik günlere bölmek daha uygun olur. Özellikle Top-
kapı Sarayı ve Ayasofya’yı doyasıya gezebilm ek için bu
eserlere bir gün ayırmak gerçekten çok daha verim li
olacaktır. Topkapı Sarayı’nda 1472’den 1850’lere dek
oturan Osmanlı Hanedanı, geriye pek çok anısını ve
eserini miras bırakmıştır. Sarayın büyüleyici, şaşırtıcı,
etkileyici Harem bölümünü, devlet işlerinin konuşulup
karara bağlandığı Kubbealtı’nı (divan), elçilerin kabul
edildiği Arz odasını, Bağdat ve Revan Köşkleri'ni, hazi­
ne dairesini, 3. Ahm et’in kütüphanesini, Sultan Abdül-
m ecit’in yaptırdığı ve önündeki avlusundan, olağanüstü
güzellikte panoramik bir İstanbul manzarasının seyre­
dildiği muhteşem M ecidiye Köşkü’nü, sultan giysileri­
ni, arabalarını ve silahlarını, mutfakları, kutsal emanet­
leri görmek, gerçekten de çok heyecan vericidir. Size bu
konuda bir önerim olacak sevgili çocuklar. Topkapı Sa-
rayı’nı gezerken, o anda geçmiş günlerden kalan çok et­
kileyici bir “sarayı” gezdiğinizi aklınızdan çıkarmayın.

48
K endinizi tarihin içinde ve o günlerin sara­
yındaymış gibi hissedin. O zaman,
bizlere miras kalan kültürümüz­
den çok daha fazla etkilenecek ve

¡01
buna paralel olarak da daha çok zevk ala
caksmız.
Daha sonra, İstanbul’un ikinci tepesini
taçlandıran Çem berlitaş’taki Konstantin
sütununu, 1755 yılından kalan Nuruos-
m aniye’yi ve 1490’ların sonlarından Atik
Ali Paşa Camisi’ni, 17. yüzyıldan V ezir
H anı’nı, 16. yüzyıldan Sinan Paşa ve 18.
yüzyıl başlarından Çorlulu Ali Paşa Kül-
m
liyeleri’ni, 17. yüzyılda Viyana Seferi'n-
deki başarısızlığından dolayı idam edi­
len Sadrazam M erzifonlu Kara Mustafa
Paşa’nm m edresesini ve türbesini, 17.
yüzyıl eseri olan Köprülü Kütüphanesi’ni,
Köprülü M ehm et Paşa Cami ve medresesi­
ni, 1505 yapım ı Beyazıt Camisi’ni, 19.
yüzyılın Seraskerliği’ne ait (Genelkurmay
başkanlığı) ama şim dilerde İstanbul Üni-
versitesi'nin muhteşem girişini oluşturan
“Seraskeriye K apısı” nı, "sahaflar” di­
ye tanınan eski kitapçılar çarşısını,
erken 19. yüzyılda yapılan Beyazıt
Yangın Kulesi’ni görebiliriz. B£i7AZIÎ KUL£Sİ

49
B ir başka gün, 4. yüzyılda yapılan Valens Bizans Su
K em erin in yanındaki Şehzade M ehm et Cam isini ve
Süleymaniye Külliyesini, Vefa semtini ve buraya adını
veren Şeyh V efan ın külliyesini, ilginç sokaklar arasın­
da yer alan tarihi ahşap evleri seyredip, buradan Fatih’e
yönelebiliriz.
Şim di ise Fatih bölgesinde neler varmış, bir bakalım.
İstanbul’u Doğu Rom alılardan 1453 yılında alarak Orta
Çağ’a son veren ve kentimizi Osmanlı Devleti’nin baş­
kenti yapan Sultan 2. M ehm et’in kendi adını taşıyan
dev külliyesi ve camisi, bölgenin en çok tanınan eseri­
dir. Caminin kuzey ve güney yönlerinde ise, o günlerin
liseleri, üniversiteleri sayılan büyük medreseler vardır
(güneydeki Akdeniz ve kuzeydeki Karadeniz M edresele­
ri). Fatih Sultan M ehm et’in türbesini de camisinin ar­
kasındaki avluda görebiliriz. Buradaki hazirede (m e­
zarlıkta) pek çok önem li kişi yatar.
Bunları inceledikten sonra, çevredeki diğer eserleri,
M alta Çarşısını, Şekerci H an ını, H afız Ahmet Paşa
K ü lliyesin i seyredip Çarşamba’ya yönelelim . Biliyorsu­
nuz, Fatih Sultan Mehm et fetihten sonra İstanbul’un
nüfusunu artırmak için Anadolu’nun pek çok ilinden
başkente aileler nakleder. Samsun’un Çarşamba yerle­
şimindeki ahaliyi getirttiği bu semt, o günlerden bu ya­
na “Çarşamba” diye tanınır. Semtin H aliç’e bakan uç
kısmı İstanbul’un 5. tepesidir. Ve bu tepeyi muhteşem
bir Türk eseri taçlandırır: Yavuz Sultan Selim Camisi...

50
Kanuni Sultan Süleyman, bu güzel eseri babası için
1523’te yaptırır. Caminin arkasındaki avluda iki sulta­
nın ve bir de sultan anasının türbeleri vardır. Sultanlar,
Yavuz Sultan Selim ve Abdülmecit, sultan anası ise, Y a ­
vuz’un eşi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın anası Hafsa
Sultan’dır.
Caminin yanındaki dev dikdörtgen çukur, Bizans
devrinden kalan Bonus (Aspar) Açık Su Sarnıcı’dır. Os-
manlılar, BizanslIlardan kalan bu dev su depolarına
“çukurbostan” derler. İbrahim Müteferrika diye tanıdı­
ğım ız bilim adamı, 1729’da bu semtteki evinin altında
ilk Türk matbaasını faaliyete geçirir. “Basmacı İbra­
him ” de denilen bu önem li şahsın hayata geçirdiği ilk
Türk matbaası, o günlerin geleneksel alışkanlıkları ve

İBRA-HİM MÜT£F£RRİKA, 1729'DA MATBAASINDA


İLK £S£RİN İ SASI90R

51
inançları nedeniyle fazla kitap basamamış ve ne yazık
ki İstanbulluları kitaplarla buluşturamamıştır.
Şimdi Yavuz Sultan Selim tepelerinden aşağıya, gü­
le oynaya H aliç kıyılarına iniyoruz. Bu yokuş sokaklar­
daki eski tipik Rum evleri, mimari tasarımları açısın­
dan geleneksel ahşap Türk evlerinden bir hayli farklı
görünürler. H aliç’in güney kıyılarında doğudan batıya
doğru sıralanan 3 tarihi semt vardır: Fener, Balat, Ay-
vansaray. Ayvansaray bölümündeki Bizans surları, tari­
hi yarımadanın da batıdaki son sınırıdır. Fetih zam a­
nında Bizans imparatoru, şimdi olmayan, buradaki
Blakernai Sarayı’nda otururdu. Günümüzde ise, bura­
da bir mahalle vardır. Neyse, biz Fenerden batıya doğ­
ru devam edelim...
Fener, Osmanlı zamanında Rum toplumunun yoğun
olarak bulunduğu mahalledir. Fener semtinin ismi B i­
zans zamanındaki “Phanarion” adından aynen geçm iş­
tir. Burada eskiden bulunan bir iç kalenin burçlarında
fenerler yakılırdı. Rum Patrikhanesi 1601’den beri hâlâ
Fenerdedir. Burada, Haliç kıyısında ilginç ve dış görü­
nümü son derece güzel, gri renkli bir kilise vardır. Bu
kilise Bulgar Kilisesi'dir ve 1890’lardan kalmadır. Ama
bu eserin en ilginç yanı, Viyana'da tamamen demirden
yapılmış olm asıdır! Sonra sökülmüş, Tuna N ehrinden
İstanbul’a nakledilmiş ve şimdi gördüğümüz bu yerde
yeniden kurulmuştur. Şaşırdınız değil mi? Bu eseri ha­
len Bulgar Ortodoksları kullanmaktadır. İstanbul’da ya­
pıldığı 1261’den bu yana aralıksız ibadetini sürdüren
tek kilise olan M oğolların A zize M eryem i’ne adanmış
Aya M aria Muhliotissa Kilisesi de patrikhanenin he­
men üst taraflarında yer alır. Bunun yanı başında ise,
1450’lerden beri faaliyetine devam eden ve şimdiki gö­
rünümü 1881’den kalan Rum Lisesinin çok ilginç kır­
m ızı renkli şato benzeri binası durur. Fener, 18. yüzyıl­
da, şimdiki Rom anya’nın yerindeki Eflak-Boğdan eya­
letini yöneten ve kendilerine “prens” diye hitap edilen
“Fener beyleri”nin oturdukları çok eski bir semttir. Bu
prenslerin en ünlüsü olan Dim itri Kantim ir’in sarayı da
Fener gezisinde kesinlikle görülm esi gereken çok
önem li bir yapıdır.
Fen erin batı yanındaki Balat semtinde ise, eski za­
manlarda, yoğun şekilde Yahudiler (M useviler) yaşar­
lardı. Mahalle içinde iki sinagog görülür; Ahrida ve
Yanbolu... Eskiden sinagoglar daha çoktu, ama pek çok
kez çıkan Balat yangınlarında heba olup gittiler. Ba-
lat’ta, Müslüman ve Yahudi mahalleleri iç içe geçmiş g i­
bidir ve buradaki sevimli sokakların arasında ta Fatih
devrinden kalan bazı küçük mahalle cam ileri bile görü­
lebilir.
Daha batıdaki Ayvansaray’da ise, 6. yüzyılda İstan­
bul’u almaya gelip buralarda şehit olan bazı Arap asker­
lerinin m ezarlıkları durur. A z geride ve sahilde, Hazre-
ti Cabir Camisi’ni görürüz. Bu eser, eski bir Bizans kili­
sesinden 16. yüzyıl başlarında camiye dönüştürülmüş­

53
tür. Bu semtte çok eski yıllardan beri genellikle süpür­
ge imalatı ile uğraşan çingene vatandaşlar otururdu.
E m ir Buhari Dergâhı, Hançerli Sultan Ham am ı ve özel­
likle eski ahşap İstanbul evleri, Blakernon Kilisesi ve
Ayazması Ayvansaray’da görülebilecek en önem li tarihi
yapılardır.
Buradan surları takip edip biraz yukarı tırmanırsak,
Bizans’ın Tekfur Sarayını, eski ve ürpertici Anemas
Zindanları’nı ve bunun yanındaki bir Sinan eseri olan
İvaz Efendi C am isini seyredebiliriz.
Buradaki surların dış kısmı Eyüp ilçesi sınırında ka­
lır. Haydi, şimdi oraya gidelim. Bakalım burada neler
görebileceğiz? Osmanlıların en kutsal ziyaret yerlerin­
den biri olan Eyüp bölgesi, söylediğim gibi ayrı bir ka­
dılıktı eskiden (yani, belediye başkanlığı). Buraya adı
verilen ve 7. yüzyıl Arap kuşatmasında şehit olan Haz-
reti Eyüp un türbesinden dolayı, bu bölge asırlardır çok
kutsal olarak bilinir. Eyüp, İstanbul surlarının önüne
geldiğinde çok yaşlıydı, ama daha genç yaşlarında Pey-
gam ber’in sancaktarhğmı yapıyordu.
B ir zamanlar tahta oyuncaklarıyla, çömlekleriyle,
kaymaklarıyla, nakışlı eldivenleriyle ünlenmiş, gelenek­
sel yaşam biçim lerinin aynası olan Eyüp’te en çok göze
çarpan yerler, hiç kuşkusuz ki ulu servilerin gölgelediği
m ezarlık alanlarıdır. Eyüp Sultan’ın Eyüp Camisi'nin
avlusu içindeki türbesi ise, yüzyıllardır her gün kalaba­
lık guruplar tarafından ziyaret edilir.

54
Çevrede pek çok Osmanlı büyüğünün ve bir de Os-
manlı sultanının türbeleri vardır. Osmanlı Devletinin
sondan bir önceki sultanı olan 5. M ehm et Reşat’ın 20.
yüzyıl başlarında Haliç kıyısında inşa edilen türbesi gö­
rülmeye değer güzelliktedir. Bunun yanında da halen
eğitim ini sürdüren bir okul görülür. Derler ki, Sultan
Reşat, suyu ve çocukları çok severmiş ve bu yüzden tür­
besini H aliç’in kıyısında yaptırmış, çocuk sesi duymak
için de bunun yanı başında bir okul inşa ettirmiş! Ve
böylece de sultan isteğine kavuşmuş...
Cami ve meydan çevresindeki türbeler içinde, 16.
yüzyıl sadrazamlarından Sokullu Mehm et Paşaya, Sad­
razam Ferhat Paşaya ve Siyavuş Paşaya ait güzel tür­
beleri gördükten sonra, diğer tarihi mezarlıkları gezip,

PİytR LOTİ'DFN fiALİÇ V£ İSTANBUL MANZARASI

55
Piyer Loti Kahvesi’nin bulunduğu tepeden İstanbul'un
olağanüstü güzel manzarasını seyretmek hepim iz için
gerçekten büyük bir şans oluyor. Artık Piyer Loti tepe­
sine hiç zahmetsiz, şirin teleferiklerle çıkılmaktadır.
Kahvede, tüm İstanbul gözlerinizin önünde, bir tablo
gibidir. Doğrusu böyle bir kentte yaşamaktan gurur
duymamak elde değil.

İstanbul yarımadasının güneye, M arm ara D en izin e


bakan taraflarında da ilginç semtler ve görülmesi gere­
ken tarihi eserler vardır. Bu bölümdeki surların dış kıs­
mı ise, Zeytinbumu ilçesi sınırlarında kalır. Batıdaki
kara surları noktasından başlarsak, ilk önce, tarihi B i­
zans surlarına Fatih Sultan M ehm et’in ekleme yaparak
genişlettiği Yedikule Hisarı yla karşılaşırız. O günlerde
Osmanlı Devleti'nin hâzinesi bu hisarda korunurdu. Fa­
kat zaman içinde çok değişik amaçlarla kullanılan ve
devasa görünümüyle her göreni etkileyen bu hisarın ka­
ranlık kulelerinden birinde, asiler 1622 yılında genç Os-
manlı sultanı 2. Osman’ı idam etmiştir. Şimdi ise, bir
m üze olarak değerlendirilen bu tarihi hisarda yaz gün­
lerinde bazen konserler düzenlendiği de olur.
İstanbul’un, elektrik gelm eden önce aydınlatmada
kullanılan en eski havagazı istasyonlarından biri bura­
da, hisara yakın noktadadır. Diğeri Dolm abahçe par­
kında, üçüncüsü Kuzguncuk’ta, bir diğeri de K adı­

56
köy un Hasanpaşa semtinde bulunur. Hisarın dış kıs­
m ında kalan Zeytinburnu'nun hiç kuşkusuz ki en
önem li semti, üzerindeki “kaz” m otifli kabartmadan
dolayı "Kazlıçeşm e" diye bilinen çeşmenin olduğu böl­
gedir. Semtin diğer görülmesi gereken tarihi mekânla­
rı, 16. yüzyıla ait M erkez Efendi Külliyesi ile son gün­
lerde çok başarılı bir onarım la kültür hizmetlerine veri­
len ve yine bir 16. yüzyıl eseri olan, Yenikapı Dergâhı
Külliyesi’dir.
Yedikule’den doğuya, sur içine doğru ilerliyor ve Sa-
matya’ya geliyoruz. Bizanslılar buraya “Psamatia” der­
lerdi. Anlamı da “Kum luk" idi. Demek ki bu kıyılar es­
kiden plaj gibiydi. Şu anda İstanbul’da bulunan en eski
Bizans kilisesi olan ve 463 yılında yapılan “Studion” da
buradadır. Tarihi kilise, şimdi bir müzedir. Bu kıyı
semtlerinde eski yıllarda daha çok Rum ve Ermeni ce­
maat yaşadığından, bunlara ait pek çok mabet de sokak

57
aralarında görülebilir. Daha batıda, Yenikapı’da, son
günlerde ortaya çıkarılan eski Bizans limanı “Teodosi-
os” (veya Eleuterios) vardır. Burada bulunan bin yıllık
ahşap tekne parçaları Gülhane Parkındaki Arkeoloji
M üzesi’ne bulunmaktadır, orada seyredebilirsiniz.
Önceden gezdiğim iz Sultanahmet’e doğru bu kez ba­
tı yönünden ilerleyince Kadırga semtinden geçilir. Bu­
radaki eski liman (Softana) BizanslIlardan kalmadır.
B ir süre bundan Osmanlılar da faydalandı, sonunda li­
man doldu ve kullanılamaz hale geldi. Günümüzde ise
yerinde havuzlu, güzel bir park yer alır. İstanbul’un her
köşesi böyle ilginç öykülerle doludur.
Kadırga Parkının kıyısındaki 18. yüzyıldan kalma
Esma Sultan Meydan Çeşmesi, aynı zamanda bir “na-
m azgâh” olarak da kullanılan İstanbul’un en ilginç ve
değerli eserlerinden biridir.
B ir üçgen formuna benzeyen tarihi İstanbul yarım a­
dasının içindeki semtlerin tümü, Osmanlı zamanındaki
isimlerini taşırlar. Aksaray, Şehremini, Eminönü, Fa­
tih, Vefa, Şehzadebaşı, Saraçhane, Yenikapı, Kumkapı,
Laleli, Karagümrük, Yavuz Selim, Cerrahpaşa, Koca-
mustafapaşa, Haseki, H orhor, Edirnekapı, Atikali,
Çemberlitaş, Beyazıt, Sultanahmet, Sirkeci, Ahırkapı,
Cankurtaran, Vezneciler, Süleymaniye, Unkapanı, Zey­
rek, Cibali, Fm dıkzade bu eski semtlerden bazılarıdır.
Bunların içinde ise, yine o eski günlerde yaşamış kişile­
rin, mekânların isimlerini taşıyan mahalleler yer alır.

58
Şim di de kuzeye yönelip, ilk kez 1836’da ahşap ola­
rak yapılan Unkapanı-Atatürk Köprüsünden Galata’ya,
yani “Pera bölgesi” ne geçelim. Bizanslılar bu yakaya
“Sykai” derlerdi. İncir orm anlarıyla kaplı olduğundan
bu ismi almıştır. Beyoğlu ismi ise, çok eski asırlardan
bu yana Osmanlıların kullandığı bir sözdür. Buradaki
yamaçlarda Venedik elçisinin oğluna ait bir konak bu­
lunduğu için, o yabancı “bey"in “o ğ lu ’nun bu evi, son­
radan bölgenin adı olarak kullanıldı.

İstanbul’u Pera yakasına bağlayan ve ilk olarak


1836’da “Hayratiye” adıyla yapılan şimdiki Unkapanı
(Atatürk) Köprüsünün hemen sonunda, Azapkapı böl­
gesinde Sinan'ın yaptığı Sokullu M ehmet Paşa Cami­
sini, Saliha Sultanın mücevher kutusuna benzeyen se­
bilini seyrederiz. Sebil, bir tür çeşmedir. Bu şirin yapı­
ların içinde bir görevli bulunur ve dem ir şebekelerin
arasından gelen geçene, su, şerbet gibi içecekleri verir.
Sayıları bir dönem hayli fazla olan bu sebillerden günü­
müze 30 civarında eser kalmıştır.
Yokuşu tırmanıp, 1348’de Cenevizlilerin inşa ettikle­
ri Galata Kulesi’nin şişman gövdesini hayretle izledik­

59
ten sonra üst katına çıkarak, eşi benzeri olmayan bir İs­
tanbul görüntüsüne daha tanık oluruz. Sonra yeniden
kıyıya inip eski Galata binalarını ve hanlarını, Bereket-
zade Cam isini ve medresesini, Rüstem Paşa H an ını,
14. yüzyıldan kalan Ceneviz yöneticisinin evini, 8. yüz­
yıl eseri Arap Camisi'ni, 19. yüzyıldan kalma ilginç "Ka-
m ondo m erdivenleri”ni, Sen Piyer Kilisesi’ni ve Ha-
nı’nı, sahilde Fatih Sultan M ehmet Kapalıçarşısı'm
(kervansaray), Osmanlı Bankasının çok güzel binasını
görüp, 1875'te açılan tarihi ve şirin “T ü n e rim iz­
le "Pera”ya çıkıyor ve cıvıl cıvıl İstiklal Cadde-
si’ni dolaşıyoruz. İlk hizm ete girdiğinde bu
Tünel vagonunun üstü açıktı ve insanlar bu­
na binmekten çekinirlerdi. Daha çok hay­
van ve yük naklinde kullanılırdı. Ama kısa
süre sonra İstanbullular bu araca alıştılar
ve onu çok sevdiler.
Bu caddeye Osmanlılar “Cadde-i K e­
bir” , yani “Büyük Cadde” derlerdi. İs­
tiklal Caddesi adını 1927’den sonra al­
dı. 15. yüzyılda bu bölge yemyeşil o r­
manlarla, korularla kaplıydı. OsmanlI­
ların burada yaptıkları en eski kurum­
lar ise, 2. Beyazıt’m okul olarak değer­
\

lendirilen Galata Sarayı ve Tü-


nel’deki Galata Mevlevihane-
si’dir. Caddenin gelişimi, er-
6ALATA KULESİ ken 19. yüzyıldan sonra Batılı

60
çağdaş bir kent görüntüsü sunacak şekilde çok artmış­
tır. Daha önceki yıllarda yabancı elçilikler bu cadde bo­
yunca inşa edilmiştir. İsveç, Rusya, Hollanda, İngiltere
gibi ülkeler cadde kıyılarında bir bir elçilikler kurarlar.
İstanbul'un en lüks tiyatroları, sinemaları, eğlence m e­
kânları, pastaneleri, kitapçıları, mağazaları, lokantala­
rı, bu cadde üzerine dizilidir.
Beyoğlu yakasının en tanınmış bölgesi olan Taksim,
adını İstiklal Caddesi girişindeki 1. M ahm ut’un yaptır­
dığı çeşmeden almıştır. Ormanlardan getirtilen sular
bu çeşmenin arkasında halen duran ve günümüzde bir
müzeye dönüştürülen maksemden (su deposu) başka
semtlere “taksim” edilir, yani dağıtılır. Taksim semtinin
adı işte bu sözcükten gelir. Meydanda 1930'lara dek ye­
rinde duran dev boyutlarda bir kışla bulunurdu. Şim di­
ki A K M binasından Gümüşsüyü kıyılarına dek her taraf
orman görüntüsünde büyük bir m ezarlıkla kaplıydı ve
buraya o günlerin yabancı diliyle “ Grand Champs des
M orts” , yani “Büyük M ezarlık” derlerdi. Bu m ezarlığın
küçük olanı ise, Tepebaşı’ndaki Pera Oteli’nin alt tara­
fında idi ve bunu da “Petit Champs des M orts” , “Küçük
M ezarlık” diye bilirlerdi.
Pera yakasının kuzey H aliç bölüm ündeki tarihi
semtlerde görülecek pek çok mekân ve eser bulunur.
Kasımpaşa’daki Kasım Paşa Camisi, eski tersaneler,
Deniz Hastanesi, Cezayirli Haşan Paşa Kışlası, Has-
köy’de Rahm i K oç Sanayi Müzesi, H alıcıoğlu Kışlası ve
Camisi, Sütlüce’de ise, Türk m im ari eserlerinin küçül­

61
tülmüş m odellerinin sergilendiği “M iniatürk Parkı”
bunlardan birkaçıdır.
İstanbul Yarım adası’nm kuzeyindeki bu Pera bölge­
sinde üç Osmanlı sarayı vardır. Bunlar hangileri diye
heyecanla soruyorsunuz, değil mi? Biri, Beşiktaş’taki
Barbaros Bulvarı üzerinde gördüğümüz muhteşem Y ıl­
dız Sarayı, diğeri Boğaziçi kıyısında, Dolm abahçe’deki
aynı isim li saraydır. Bu sarayı Sultan Abdülm ecit
1850'lerin başlarında yaptırmıştı. Yanındaki zarif saat
kulesi ise 1890’larda Sultan Abdülhamit tarafından in­
şa ettirilmiştir. Eski yıllarda aynı yerde, olağanüstü gü­
zellikteki ahşap Beşiktaş Sarayı bulunurdu. Y ıld ız Sara­
yı da, 20. yüzyıl başlarına dek burada oturan Sultan 2.
Abdülhamit ile özdeşleşmiştir. Günümüzde her iki gü­
zel saray da müze olarak ziyaret edilir. Üçüncü saray
ise, bir kısmı otel olarak kullanılan Çırağan Sarayı’dır.

DOLAAABAfIÇt SARA9I

Boğaziçi kıyılan, bir zamanlar her biri diğerinden


muhteşem yalılarla donatılmıştı. N e yazık ki bunların
neredeyse tamamı yok olup gitmiştir. H aliç’in daha çok
güney ve Boğaziçi'nin ise her iki yakasının kıyıları özel-

62
likle "Lale Devri” diye bildiğim iz
ve 1730 isyanıyla sona eren dö­
nemde, harikulade güzellikte
ahşap sahilsarayları ve yalılarla
süslüdür. Arkalarındaki sırtlar­
da da bunların yemyeşil korluk­
ları görülür.
H aliç’teki Çağlayan ve K âğıtha­
ne Kasırları, Boğaziçi’nde Orta-
köy’den Bebek’e dek sıralanmış, isTArJBUL'UrJ Sİ/VA^tSİ
Esma, Naciye, Naile, Nazim e, Hati- LÂLELER
ce Sultanlara ait yalılar, güzellikte
birbirleriyle yarışırlardı. Şim di ise sadece Sultan Ab-
dülm ecit’in kızları Cemile ve M ünire’ye ait büyük sahil-
saraylar Fındıklı kıyılarında durur. Bunlar da günü­
müzde M im ar Sinan Üniversitesi olarak değerlendirili­
yor. B oğaziçi kıyıları ve sırtlarının adeta bir cennet
bahçesi görünümünde olduğu eski zamanlarda, bura­
lardaki yalılar ve kasırların pek çoğu, bölgenin mesire
yerlerine de isimlerini verirlerdi ve “abad” diye tanım ­
lanırlardı. Bu söz, "doğanın bağışladığı güzel yerler"
anlamına gelir. Tophane yakınında, Fındıklı’daki Em-
nabad, Kuruçeşm e’deki Neşetabad, Bebek’teki Hüma-
yunabad, karşı yakada Çubuklu’daki Feyzabad, Kanlı-
ca’daki M ihrabad, K a n d illi’deki ■Nevabad, Ç en gel­
köy’deki Ferahabad, Beylerbeyi’ndeki Şevkabad ve Üs­
küdar’daki Şerefabad Kasırları ve m esireleri çok tanı­
nan yerlerdi. Bunların hiçbiri günümüzde yoktur.

63
Boğaziçi'nin Avrupa yakası kıyıları, İstanbul'un üç il­
çesinin sınırlarında kalır. Bunlar; Beyoğlu, Beşiktaş ve
Sarıyer ilçeleridir.
Bu kıyılarda görm em iz gereken en önemli eserler,
Tophane’de eski top döküm yapıları, 1732 tarihli 1.
Mahmut Meydan Çeşmesi, 1585 tarihli K ılıç Ali Paşa
Camisi, hamamı ve medresesi, yakınındaki 1826 tarihli
Nusretiye Camisi, park içindeki Tophane Kasrı, yolun
karşısında Karabaş Camisi ve kıyıdaki liman depoları
arasında yer alan “İstanbul M od em Sanat M üzesi” dir.
Beşiktaş'a doğru ise, 16. yüzyıldan Fındıklı Cami-
si’ni, 1732’den Hekim oğlu Ali Paşa Meydan Çeşmesi’ni,
yolun kara tarafında ise güzel Osmanlı çeşmelerini sey­
redebiliriz (Yusuf Paşa, Şeyhülislam Esad Efendi ve
1741'den Hacı Em in Sebili). Dolmabahçe'deki aynı
isim li muhteşem saray, Sultan Abdülm ecit tarafından
1853-1856 tarihlerinde inşa ettirilmişti ve bu tarihten
sonra Osmanlı sultanları tarihi Topkapı Sarayı'nda
oturmaktan vazgeçm işlerdi. Avrupa saraylarına benze­
yen ve barok süsleme unsurlarının ön plana çıktığı bu
sarayın, iç dekorasyonu da aynı bezem e üsluplarına sa­
hiptir. Bahçeleri de Avrupa saraylarmdakilere benzer.
Büyük Ata’m ız 1938’de bu sarayda aramızdan ayrılmış
ve yüreklerim ize gömülmüştür.
Beşiktaş M eydam ’nda 16. yüzyıldan iki eser yer alır.
İkisi de M im ar Sinan’ındır. Bunlardan Sinan Paşa Ca­
misi 1555’ten kalmadır. Sahil tarafındaki güzel türbe
ise, Barbaros Hayrettin Paşa'ya aittir. Beşiktaş’taki son­

64
ra, İstanbul’un unutulmaz görüntülerinden biri karşı­
m ıza çıkar: Ortaköy Camisi ve gerisinde B oğaziçi K öp ­
rüsü. Bu zarif cami de Abdülm ecit’in eserlerindendir ve
gerçek adı "Büyük M ecidiye Camisi” dir. Bunun "K ü ­
çük" olanı ise, yine Ortaköy'de bulunan geniş Y ıld ız Ko-
rusu'nun girişinde durmaktadır.

0RTAKÖ9 CAM İSİ V£ KÖPRÜ

Kuruçeşm e ve Arnavutköy kıyıları, özellikle 19.


yüzyıla ait pek çok yalı ile doluydu. Bunlar ne yazık ki
günümüze ulaşamamıştır. Eskiden Rum ların çoğun­
lukla oturdukları bu yöreye “Arvaritahori” denirdi. Ar-
navutköy’de eskiden envai çeşit çiçeklerin yetiştirildiği
mis kokulu bahçeler vardı.
Adını, 15. yüzyılda Fatih Sultan M ehm et’in buranın
korunması için atadığı "Bebek Mehm et Çelebi” den alan
Bebek’te ise, bir yem ek ve dondurma molası verip iyice

65
keyiflendikten sonra Em irgan’a doğru ilerleyelim. Ooo-
o... Bu ne muhteşem bir kale öyle... Hem en öğreniyoruz
ne olduğunu. Fatih Sultan M ehm et’in 1452’de İstanbul
kuşatmasından önce yaptırdığı ünlü Rum elihisarı’nın
önündeyiz. İçini gezince daha da fazla etkileniyoruz
doğrusu. Nasıl yapmışlar bu koca kaleyi o zamanlar?
Hem de dört ay gibi çok kısa bir zamanda. İnanmakta
zorlanıyoruz gerçekten. Bunun bir benzerini ise, Y ıld ı­
rım Beyazıt 1390'larda, B oğaziçi’nin Asya kıyılarında ve
Rum elihisan’mn tam karşısında yaptırmıştır. Fatih'in
hisarı ondan biraz daha yenidir. Burası aynı zamanda
B oğaziçi’nin en dar yeridir ve yaklaşık 640 metre
enindedir.
150 yıl kadar önce, 1850’lerin başında B oğaziçi’nde
ilk şehir hatları (Şirket-i Hayriye) vapurları sefer yap-

AMADOLU BİSARI

66
maya başlayınca, kıyılar daha da şenlendi. Bu vapurla­
rım ız öyle şirindiler ki, bacalarındaki isimlerinin yanın­
da, hem yeni, hem de eski rakamlarla numaraları yer
alırdı. Örneğin 47 nolu “Tarz-ı N evin” gibi. Bazı vapur­
larım ız ise “yandan çarklı” idi. İstanbullular bu vapur­
ları çok severlerdi.

47 N O 'LU "TARZ-I N £ V İN "

Eskiden “Feridun Efendi Bahçeleri” diye bilinen


şimdiki Em irgan Korusu'nu gezmek, ağaç gölgelerinde
dinlenmek, eski köşklerde yemek yiyip bir şeyler içmek,
bütün tatlı yorgunluğum uzu alıp götürür. Feridun
Efendi, Kanuni devrinde saray nişancılarından biriydi.
Em irgan’m adı ise, 17. yüzyıl sultanı olan 4. Murat’ın
İranlı dostu “E m ir Güne Bey”den gelir. Sultan bu yakın
dostuna burada çok geniş korular, yalılar vermiştir.
K örfeziyle ve gerisindeki deresiyle ünlü İstinye, adı­
nı, Bizans dönem inde burada var olan “Stenon” yerleşi­
m inden almıştır. Bu şirin beldenin ilerisinde ise, Yeni-

67
köy bulunur. Burası eskiden B oğaziçi’nin en büyük
köylerindendi ve daha çok gayrimüslim topluluklar
otururlardı. Bunlar içinde ağırlıklı olanlar ise, Rum-
lardır. Şimdi de bu köyde bulunan beş kilise ve bir sina­
gog, bize o eski günleri anımsatır. Bu eski köy, önceki
asırlarda gem icilerin Karadeniz’e çıkışlarında peksimet
almak için mutlaka uğradıkları bir yöreydi.
Yeniköy un ilerisinde, eski Kalender Köşkü’nden adı­
nı alan Kalender yerleşimi ve bunun da ötesinde Bü-
yükdere görülür. Bu kıyılardaki yalı benzeri görkem li
yapıların pek çoğu eski yabancı elçiliklerin yazlıkları­
dır. Şimdi bu geniş bahçeli yapılar Almanya, Fransa, İs­
panya, Rusya konsolosluklarına aittir.
Sarıyer, ta Milat'tan önce 4. yüzyılda Büyük İsken­
der’in Asya yolculuğunda geçtiği çok eski bir yerleşim ­
dir. Osmanlı devrinde mesireleri ve özellikle de nefis
suları ile tanınır. Daha sonra karşılaştığımız Rumeli
Kavağı ve K aradeniz’e doğru Rum eli Feneri, Osmanlı
dönemlerinden kalan bazı kale ve burçlarla ön plana çı­
kan, İstanbul'un kuzeydeki son köylerindendir.

68
Buradaki herhangi bir iskeleden Anadolu yakasına
geçelim şimdi de.

“ASYA” İSTANBUL’U
Rum eli tarafındaki “Kavak” ve “F en er’in karşılıkları
Anadolu, yani Asya tarafında da mevcuttur; Anadolu Fe­
neri ve Anadolu Kavağı! Buralarda da eski kale kalıntı­
ları göze çarpar. Buraları Boğaziçi’nin en bakir köşeleri­
dir. Kavak sırtlarındaki kartal yuvasını andıran bin yıl­
lık Ceneviz Kalesi’ne Osmanlılar “Yoros Kalesi” derler.
Beykoz çok şirin bir köydür, ama İstanbul'un her ye­
ri gibi biraz kalabalıktır. Meydanda güzel cam iler ve
büyük çeşmeler (İshak Ağa) vardır. Dağların gerisinde­
ki yeşillikler arasında eski bir yerleşim olan Polonez-
köy’e buradan rahatlıkla ulaşılabilir. Boğaziçi kıyıların­
da eskiden sultanlara ait pek çok "has bahçe” vardı. Has
bahçelerdeki köşklerinde sultanlar, av dönüşlerinde
birkaç saat dinlenir, hoşça zaman geçirirlerdi. Bu bah­
çelerin korunması işini ise, bostancıbaşı ve neferleri yü­
rütürdü.
Beykoz kıyılarından Üsküdar’a dek İstanbul turumu­
za devam edersek, efsanevi şehrimizin bu yakasında da
çok güzel eserler görebilm e şansımız olur. Çubuklu
sırtlarındaki geniş bir koruluğun ortasında duran Ab-
bas H ilm i Paşa Sarayı (Çubuklu H ıdiv Kasrı) günümüz­
de de konuklarına hizm et verm eyi sürdürür. N efis y o ­

69
ğurduyla yıllardır tanınan Kanlıca’nın kıyılarında bazı
eski yalıları izledikten sonra, iskelenin gerisinde M im ar
Sinan’ın inşa ettiği ve İskender Paşanın yaptırdığı Kan­
lıca C am isin i, daha güneyde Y ıld ırım B ey a zıt’ın
1390’larda yaptırdığı Anadolu H isarını, 19. yüzyıl baş­
yapıtlarından Küçüksu K asrını, 17. yüzyıldan Vaniköy
Camisi'ni, yine 19. yüzyıldan Çengelköy-Kuleli kışlası­
nı, 1. Abdülhamit’in Beylerbeyi Camisi'ni inceleyip, Üs­
küdar istikametine doğru ilerliyoruz.
Üsküdar M eydanında ve iskele karşısındaki Mihri-
mah Sultan Camisi, Sinan’ın 1546’da yaptığı çok güzel
bir eserdir. Bunun önünde ve meydanın ortasında
1729’dan kalma Sultan 3. Ahmet Çeşmesi, daha geride
1710'dan Yeni Valide Camisi (bu valide sultanın adı
Gülnuş Emetullah’tır ve 3. Ahmet’in anasıdır), Fatih dö­
neminin ünlü “Mahkeme binası” , saray cariyelerinden
Gülfem Hatun Camisi ve daha gerilerdeki sırtlarda M i­
mar Sinan’ın Nurbanu Sultan için yaptığı Atik Valide
Külliyesi, Salacak'a doğru Rum Mehm et Paşa Camisi,
daha iç taraflarda Mahmut Hüdai Cami ve Dergâhı gibi
tarihi eserleri görmek bizleri çok heyecanlandırıyor. İs­
tanbul, adeta bir açık hava müzesi gibi. Üsküdar meyda­
nında “Marmaray Projesi” kapsamında yapılan kazılar­
da Bizans ve Osmanlı yapılarının temellerine ulaşılması
çok sevindirici olmuştur. Denizin altından seyahat et­
mek için buradan tünele girmeden önce, yakın bir gele­
cekte bu eserleri seyredip seyahat edebileceğiz. N e gü­
zel!

70
Üsküdar, eski yıllarda İstanbul’un geleneksel yaşam
izlerinin hâkim olduğu bir kadılıktı. Buradan İstanbul’a
gidiş gelişler "pazar kayıkları”yla yapılırdı. Üsküdar de­
nilince akla ilk gelenler, yemyeşil bostanlıklar ve çayır­
lar, dar yokuşlarda sıra sıra dizili ahşap evler, mezarlık
alanları, türbeler, cami ve mescitler, tarihi çeşmelerdir.
Üsküdar, eskiden suyu bol bir yöre olarak bilinirdi. Bu
nedenle çok fazla çeşmeye sahiptir. Müslüman ahalinin
çok büyük ölçekte yerleştiği ve fetih öncesi yıllardan be­
ri Türklerin elinde bulunan bu Asya İstanbul’unda, Er­
meni ve Rum cemaat de yaşamaktaydı. Onlara ait kili­
seler iç kısımlarda halen görülebilir.
Salacak kıyılarına doğru yürüyünce, yine kıyıda şirin
mi şirin, küçücük bir cami ile karşılaşırız. Bu yapıyı
Şemsi Ahmet Paşa adında, 16. yüzyılda yaşayan bir ve­
zir için M im ar Sinan inşa etmiştir. Şimdi medresesini
kültürel etkinliklerde kullanıyorlar.
İstanbul turumuz boyunca ne çok Sinan eseriyle kar­
şılaştık, değil mi çocuklar? Atalarım ız o zamanların
başkenti olan İstanbul’da ne güzel yapılar inşa etmişler.
Bütün bu eserlerin hepsinde de dönem lerine ait belir­
gin bir m im ari üslup olduğu hemen fark edilir. Demek
ki hiçbir mimar, dönem in sanatsal kim liğinin dışında
bir eser yapma sevdasına düşmemiştir. Doğru olan da
zaten bu değil mi?
Geldik turumuzun sonuna. Am a başka zamanlarda
gezebileceğim iz, görebileceğim iz daha o kadar çok yer
var ki, gerçekten de sanki İstanbul'un sonu yokmuş gi­

71
bi geliyor insana. Hele içine girip, her yerini tanımaya
çalıştıkça, değerli eserlerini yakından görüp inceledik­
ten sonra, bu duygularımız yüreğim izde daha da belir­
ginleşiyor.
İstanbul’un, daha görülecek ünlü adaları var. Sedef,
Büyük, Heybeli, Kaşık, Burgaz, K ınalı diye isim lendir­
diğim iz hayli romantik görünümlü şirin adalarımız...
Bu adalar Bizans devrinde soyluların, prenslerin sürgü­
ne yollandığı ıssız yerlerdir. Şim dilerde gezip, tem iz ha­
va almaya geldiğim iz, eğlendiğim iz, huzur bulduğumuz
güzelim adalar, demek ki o eski devirlerde bir tür hapis­
hane olarak değerlendirilmiş! Bu nedenle bizim o ola­
ğanüstü doğal güzellikteki adalarım ıza “Prens Adaları”
da denmiştir. Rumların bazı manastırları ve kiliseleri,
adalarda bir zamanlar bu cemaatlerin yoğun olarak bu­
lunduğunu açıklar.
B iz dönelim yine Üsküdar kıyılarına... Ve işte. K ız
Kulesi! Bu ne kadar güzel bir şey böyle! Denizin orta­
sında bir beyaz nazlı gelin gibi duruyor. K im bilir
asırlar boyunca neler görüp yaşamıştır? BizanslIlardan
çok önce, antik çağlarda bile tanınırdı. O zamanlar K ız
Kulesine “Arkla Kulesi” derlerdi. "Neander Kulesi” diye
de tanındığı olur.
K ız Kulesi Osmanlıların bazı dönem lerinde hapisha­
ne olarak kullanılmıştır. Son devirlerde ise, bir “karan­
tina” yeri olmuştur. Yani bulaşıcı hastalıkların yayılm a­
ması için hastaları burada tutmuşlardır.

72
Kİ2 KULİSİ

Bu zarif kulemizin efsanesi de hayli ilginçtir. Güya


bir imparatorun kızına falcı demiş ki, "Seni bir yılan so­
kacak, aman dikkatli ol.” İm parator bunu duyunca ürk­
müş ve kızını, yılanların ona ulaşamaması için, getirip
bu adacığa saklamış. Ama günün birinde bir dostu
prensese bir sepet incir getirmiş. N e talihsizlik ki, y ıla n .
incirlerin arasına yuvalanmış ve prensesi sokuvermiş.
O gün bu gündür K ız Kulesi’ni her gören, o acı anıyı
canlandırır zihninde.
Üsküdar ve Kadıköy arasında Haydarpaşa vardır. 16.
yüzyılın veziri olan Haydar Paşanın buralarda geniş
arazileri bulunurdu. Bölgenin adı, işte bu vezirden gel­
mektedir. Şim di bu semtte, 100 yıllık Haydarpaşa Gar
binası, Abdülm ecit devrinden Askeri Hastane, Abdülha-
73
mit devrinden Numune Hastanesi ve karşısında, 20.
yüzyıl başlarında Fransız Vallaury’nin inşa ettiği H ay­
darpaşa Tıbbiye binası, bunun az batısında devasa Se­
lim iye Kışlası, 1845’lerden kalan Askeri Hastane ve ar­
kasındaki “İn giliz M ezarlığı” , anıtsal görkem deki baş
eserler olarak gözüm üze çarpar. Bu tarihi yabancı m e­
zarlıkta, 1850’lerin başlarında yaşanan K ırım Savaşı’n-
da ölen askerler yatarlar.
Kadıköy’ün günümüzde görülecek en eski Osmanlı
eserlerinden biri olan ve 17. yüzyıl başlarında yapılan,
çarşı kıyısındaki Osman Ağa Camisi, çarşıda 3. Musta­
fa Camisi, 17. 18. ve 19. yüzyıllardan kalma bazı çeşm e­
ler, ilk göze çarpanlar olur. Bizans devrinin erken dö­
nemlerinde Kadıköy’deki Aya Eufem ia K ilisesin de çok
önemli dinsel kararların alındığı sinod toplantıları (k i­
lise m eclisi) yapılırdı.
M oda ise, bir köşkler, konaklar muhitiydi ve bu
semtte daha çok zengin, aristokrat yabancı zümreden
insanlar ikamet ederlerdi. Zaten adını da bu Avrupa
“m odası” ndan almıştır. Şimdi M oda’da bu güzel köşk­
lerden ancak bir-iki tane kalmıştır. Çocuklar, hazır bu­
raya gelmişken, semtin ünlü dondurmalarını tatmayı ve
tarihi iskeleden deniz manzarasını seyretmeyi de ihmal
etmeyin.
Daha doğudaki Kalam ış ve Fenerbahçe yöreleri, ta
Bizans devrinde dahi yeğlenen yazlık mekânlardır. K a­
lamış adı da, Bizans zamanında burada bulunan “saz-
lık’’tan, yani “Kalam isia’’dan gelmektedir.

74
Fenerbahçe’deki Fener Kulesi 1860’lardan kalmadır.
Ama daha öncelerden de gem iciler için burada bir baş­
ka fener bulunmaktaydı. Şimdiki park alanında 16.
yüzyıldan kalma bir Osmanlı sarayının bulunduğunu,
Bizans devrinde ise, Fenerbahçe'de Hiera isimli başka,
eski bir sarayın inşa edilmiş olduğunu biliyoruz. Bu,
son derece güzel ve bol ağaçlı parkta biraz m ola verip,
yaşlı ağaç gölgelerindeki banklarda, yahut şık çayhane­
lerde oturarak tem iz hava almak ve düşlere dalmak, sîz­
lere çok iyi gelecektir.
Daha doğuda ve Küçükyalı semtinin içlerinde ise,
günümüzde hâlâ görebildiğim iz Bizans sarayı ve ma­
nastırı "Satiros” un kalıntıları durur. M altepe’de, Pen­
dik’te ve Tuzla’da da, Osmanlı dönem ine ait bazı cami
ve çeşmeler vardır.

ESKİ İSTANBUL’UN ULAŞIM ARAÇLARI


VE YENİ İCATLAR
Güzel İstanbul’un eski dönem lerinde burada yaşa­
yanlar bir yerden bir yere genellikle yürüyerek giderler­
di. Zaten mahalleli, eski zamanlarda kendi çevresinden
pek de uzaklaşmazdı. Osmanlı İstanbul’unda, hele Sul­
tan 4. M urat’ın saltanat sürdüğü 1630’larda güneş bat­
tıktan sonra sokağa çıkılam azdı bile. Gece çok acil du­
rumlarda ise insanlar mutlaka yanlarında bir fener ta-

75
şırlardı. Geceleri sıradan insanların kullandıkları katla­
nabilir muşamba fenerlerin yanında, varlıklı kişilerin
uşaklarına taşıttıkları cam fenerlerle de sokaklara çıkı­
lırdı.
Yani, eski İstanbul’a bir “yaya kenti’’ dersek yanlış ol­
maz. Paşalar, saray görevlileri bile konaklarından, evle­
rinden çıkıp Topkapı Sarayı’ndaki işlerine, hükümet
m erkezi olan Babıali’ye yaya giderlerdi. Ama sadrazam­
lar çoğunlukla atlarıyla gezerlerdi. İstanbul sokakların­
da, sürü halinde güdülen koyunları, inekleri, başı boş
köpekleri, hatta kömür ve odun boşaltmak için Edirne
K apısı’ndan kente giren yüklü deve kervanlarını gör­
mek her zaman olasıydı.
İstanbul ile Galata arasında, yine İstanbul ile B oğa­
ziçi köyleri ve Üsküdar arasındaki tek ulaşım aracı,
asırlar boyunca kullanılan “pazar kayıkları” , yani yolcu
taşıyan kayıklardı. Bunların belirli tarifeleri vardı ve
nereden nereye kaç yolcu götürecekleri, kayıklarının

76
tiplerine göre kaç kürekli olacağı kurallara bağlıydı. Ak­
şam karanlığında bu kayıklar kullanılmaz ve dönüşü bu
zamanlara denk gelen İstanbullular da, kayıkçılar da
gittikleri yerde gecelemek zorunda kalırlardı.
Sultanlar, sadrazamlar ve diğer paşalar, şeyhülis­
lamlar ve kaptanıderyalar da kendi özel tekneleriyle ge­
zerlerdi. Bunlar, taşıdıkları rütbelere göre, farklı renk
ve büyüklükte olurlardı. Osmanlılar zamanında bütün
İstanbul kıyılarından “bostancıbaşı” denilen görevliler

77
sorumluydu. Bostancılar hangi kıyıda kimin evi, hangi
paşanın yalısı, kimlerin dükkânları, kayıkhaneleri, sahil
kahvehaneleri, atölyeleri olduğunu ezbere bilirlerdi.
Galata’da büyük çoğunlukla gayrimüslim ahali yaşa­
dığından ve buralarda daha çok bankerlik, sarraflık
(mücevher, altın gibi değerli eşyaların alım-satını ve
im alatı), tacirlik yaptıklarından, İstanbul'da oturanlar
kentin bu yakasına ancak işleri oldukça giderlerdi. Ora­
da neler olup bittiğinden de pek haberleri olm azdı. A v­
rupai stildeki binalar, oteller, Galata tepelerindeki, şim­
di bizim Beyoğlu dediğim iz “Pera”dadır. Yani kısacası,
bu Pera bölgesi, İstanbul içinde ayrı bir Avrupa kentine
benzer konuma sahiptir.
Eminönü ve Sirkeci İskeleleri İstanbul'un ana iskele­
leriydi, ama Unkapam’na doğru, İstanbul’un hemen her
kıyısına, hatta Tekirdağ'a bile sefer yapan pek çok iske­
le bulunurdu.
İstanbul ile Galata arasına bir köprü kurma gereksi­
nimi, ancak 19. yüzyıl ortalarına doğru gündeme geldi.
Şimdiki Unkapanı-Atatürk Köprüsü’nün ilk hali olan ve
Sultan 2. Mahmut'un yaptırdığı tahta "Hayratiye K öp ­
rüsü” 1836’da açılmıştı ve dubalar üzerinde dururdu.
Tahtaları gıcırdayan ve dalgalarla sallanan bu ilginç
köprünün üstünden insanlar ve hayvanlar yaya olarak
geçerlerdi.
Bir süre sonra yoğunluk artınca ikinci bir köprü ya­
pımına başlandı. Bu, Galata Köprüsü’dür ve 1845 yılın ­
da hizm ete girmiştir. Sonra pek çok kez yenilendi.

78
1863, 1875, 1912 tarihlerinde aynı köprünün yerine ye­
nileri inşa edildi. Şimdi üzerinden geçtiğim iz yeni köp­
rümüz ise, 1999’da inşa edilen 5. Galata Köprüsü’dür.
İstanbul’un nüfusu giderek artınca, yeni yerleşimler
ortaya çıktı ve buralara ulaşmak za'hmetli olmaya baş­
ladı. Bazı ana yollara raylar döşendi ve atların çektiği
tramvay vagonları 1871’de hizmete girdi. Çünkü o yıllar­
da İstanbullular henüz elektrikle tanışmamışlardı. Baş­
kent ahalisi bu araçları, yani atlı tramvayları çok sevdi.
Sadece bir yılda 3 milyona yakın insanın bu atlı tram­
vayları kullandıkları bilinir. İstanbul’un çeşitli yerlerin­
de bu atların ve vagonlarının ahır depoları bulunurdu.
Beşiktaş’ta, Aksaray’da ve Üsküdar'da büyük atlı tram­
vay hangarlan vardı. Üsküdar-Bağlarbaşı’ndaki hangar
günümüze dek gelm iştir ve şimdi onarılarak bir kültür
kurumuna dönüştürülmüştür.
Buharla çalışan gem ilere gelince, bunlar 1830’lardan
sonra İstanbul sularında vızır vızır işlemeye başladılar.
Ve yavaş yavaş, yüzyıllarca İstanbulluları bir yakadan
diğerine taşıyan pazar kayıklarının saltanatı ikinci pla­
na itildi.
Henüz toplam nüfusu 1 m ilyona bile ulaşamayan İs­
tanbul, yine de o günlerde dünyanın en büyük şehirle­
rinden biriydi. Avrupa’da sanayinin gelişmesiyle birlik­
te bir bir ortaya çıkan yenilikler, icatlar, kısa süre son­
ra İstanbul’a da ulaşmıştı. İstanbullular, sinema, fotoğ­
raf makinesi, otom obil, telgraf, telefon ve daha başka
pek çok yeni icat ile, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüz­
yılın başlarına doğru tanışmıştı.
1875 yılında, Galata kıyılarından tepelerdeki Beyoğ-
lu’na rahatça çıkabilmek için, dünyanın ilk üç tünelin­
den biri olan “Karaköyo Tüneli” devreye girdi. Yine
1870'lerin başlarında banliyö trenleri sefere başladı.
1890’da Sirkeci Garı, 1908’de de Haydarpaşa Tren Garı
açıldı.
İlk otom obil ise, 1895 yılında Kadıköy-Kalam ış’ta
kullanılmaya başlandı. Y ıld ız Sarayı’na da otom obil
geldi. Buna karşın daha sonraki sultanlar ve paşalar
içinde, hâlâ atlı arabalarını veya saltanat kayıklarını
kullananlar vardı. Demek ki, sırlarla yoğrulmuş eski
adetlerden kolaylıkla vazgeçilem iyor. Örneğin; 19. yüz­
yılın sonlarında Sultan 2. Abdülham it’in M aarif N azırı
(eğitim ve öğretim bakanı) olan Zühtü Paşa, akşam Y ıl­
dız Sarayındaki görevinden çıktıktan sonra yürüyerek
Beşiktaş iskelesine gelir, buradan vapurla Haydarpa­
şa’ya geçer ve trene binerdi. Bir-iki istasyon gittikten

80
sonra da K ızıltoprak’ta iner ve az aşağıdaki konağına
yürüyerek ulaşırdı. Paşanın buradaki camisi, Bağdat
Caddesi üzerinde hâlâ durur.
İstanbul'un sinema ile karşılaşması ise, 1890’lı yıllar­
da gerçekleşti. İlk önce Y ıld ız Saravı’nda, daha sonra da
halka açık Galatasaray’da bir birahanede ilk film seyre­
dildi. Tiyatroların en şaşalı devri ise 20. yüzyılın başla­
rında yaşandı. Gazete ve dergiler bu yıllarda yaygınlaş­
tı. 19. yüzyıl sonlarında İstanbul’un dört bir yanında si­
vil ve askeri pek çok okul hizm ete girdi. Şimdi ortaokul
dediğim iz “rüştiye” ler ile, lise diye bildiğim iz “idadi” le-
rin sayısında adeta patlama yaşandı. Tıp okulları, mes­
lek okulları, mühendislik okulları, konservatuarlar, gü­
zel sanatlar okulları bir biri ardına açılmaya başladı.
Posta, telefon hizm etleri 20. yüzyıl başlarında yaygın­
laştı.

£L£kTRİkLİ ÎRAAAVA9

81
F

İstanbul'un elektrikle tanışması ise, çok önemli bir


olaydır. Am a Sultan 2. Abdülhamit’in evhamları nede­
niyle hayli geç bir tarihte, 1914'te şehrimize elektrik
gelmişti. Asya yakasına ise 1927’lerde ulaştı. 19. yüzyıl
sonlarında İstanbul'da havagazı kullanılırdı. Elektrikle
çalışan tramvaylar, kentim izle öylesine bütünleşmiş, o
kadar çok yolcu taşımışlardı ki, o güzel araçları bir tür­
lü unutamayız hâlâ. Am a sonunda ayrılık vakti geldi ve
1960’ların başında önce İstanbul yakasından, birkaç yıl
sonra da Asya yakasından sevimli tram vaylarım ız sefer­
den kaldırıldı. Birini Beyoğlu’nda yeniden sefere koy­
duk da, içim izdeki hasreti bir ölçüde dindirebildik.
Cumhuriyet dönem inin başladığı 1923’ten itibaren
dev bir kültür-sanat kentine dönüşmeye başlayan İstan­
bul’da, bu yıllarda da pek çok m imari eser yapıldı. H ar­

82
biye’deki Lütfü Kırdar Spor Salonu, Askeri Müze ve
Açık Hava Tiyatrosu, Taksim’deki Atatürk Kültür M er­
kezi, Tepebaşı'ndaki Pera Müzesi, Tophane’deki M o­
dern Sanat Müzesi, Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi
binaları, Taksim meydanındaki ve Sarayburnu’ndaki
Atatürk heykelleri, Beşiktaş’taki Barbaros ve leventleri
heykel grubu, Zeyrek’teki Sosyal Sigortalar binaları,
Sultanahmet Adliye Sarayı, büyük stadyumlar, Haliç
Köprüsü ve B oğaziçi Köprüleri, Cumhuriyet dönem in­
de İstanbul’a kazandırılan eserler ve büyük yapılardır.

İSTANBUL, “2010 AVRUPA KÜLTÜR


BAŞKENTİ” OLMAK İÇİN NELER
YAPIYOR?
Sevgili çocuklar; kitabın sonlarına geldik sayılır.
Buraya dek okuduğunuz satırlarda ve gördüğünüz
resimlerde, ne kadar güzel ve ne ölçüde değerli bir kül­
tür ve tarih kentinde yaşam sürdürdüğümüzü veya böy­
le bir kentin sahibi olduğum uz için ne denli gurur duy­
m am ız gerektiğini, umarım anlamışsınızdır.
Kentim izin tüm yöneticileri, halkımız, sivil toplum
kuruluşları, çeşitli kültür kurumlan, biz öğretmenler,
siz öğrenciler, sanatçılar, hep birlikte, el ele vererek, İs­
tanbul'un, zaten hakkı olan “2010 Avrupa Kültür Baş­
kenti” unvanını elde etmesi için var gücümüzle çalış­
malıyız. Çağdaş bir birey olm am ızı gerektiren tüm kent

83
kurallarına uymalı, İstanbul’umuzun her köşesini, evle­
rim ize gösterdiğim iz özende olduğu gibi tertem iz tut­
m alıyız.
Daha çok yeşil alanların, parkların açılmasını, sahip­
siz kalmış eski eserlerin onarılıp ayağa kaldırılmasını,
cadde ve sokakların tertem iz tutulmasını, meydanların
heykellerle donanmış gezilip dolaşılabilen alanlar ol­
masını, yeni yeni müzelerin, konser, sergi ve konferans
salonlarının açılmasını sağlamalıyız.
Tarihi eserlerim izi, m üzelerim izi, sanat kuruluları­
m ızı gezmeli, gördüklerim izi arkadaşlarımızla, büyük­
lerim izle paylaşmalıyız. Kültürün, tarihin önemini kav­
ramış çocuklar olarak, geleceğin Türkiye’sini, büyüdü­
ğünüzde sizler oluşturacaksınız ve bu kez, güzel İstan­
bul'u o günlerin çocuklarına sizler anlatacaksınız.
İstanbul, geçmiş yıllarda, sahip olduğu pek çok tari­
hi mirasını, koruma bilinci ne yazık ki pek gelişmemiş
olduğundan, bir daha geri gelmeyecek şekilde yitirm iş­
tir. Eğer bir daha böyle bir durumla karşılaşmak iste­
miyorsak, İstanbul’umuzu, çevre, tarih, kültür yönün­
den “göz nurumuz” gibi koruyup kollam am ız gereki­
yor. Tam anlamıyla bu bilinci kazandığım ızı hâlâ ra­
hatlıkla söyleyebilecek durumda değiliz. Çünkü bugün
kentim izin çok çeşitli yerlerinde, yazgısına terk edilmiş
halde duran pek çok eski eserim iz var. Onları ayağa kal­
dırıp İstanbulseverlerle buluşturmak için yapılan her
türlü gayreti gönülden desteklediğim izi belirtm ek isti­
yoruz artık.

84
İnanıyoruz ki, bu günlerde her kurum elinden geldi­
ğince ve süratle, eski eserleri, tarihi ve m imari değeri
çok yüksek olan eski mahalleleri kurtarma gayreti için­
de harıl harıl çalışıyorlar. Am a asıl gerekli olan şey, bü­
tün bu konuları erkenden kavrayabilecek donanımda
olabilm ek için, daha küçük yaşlarımızdan itibaren zi­
hinlerim izde bir kültür bilincinin yerleşmiş olmasını
sağlayabilmektir. Kuşkusuz, bundan sonrası daha ko­
lay olacaktır.
Siz, bu bilinci kazandınız bile... Artık bu, olağanüstü
güzel “dünyr. b aşken tinin sahibisiniz.

İnanın sevgili çocuklar, bu dev kentin adı bile bizle-


ri heyecanlandırmaya yetiyor: “İstanbul...”
İstanbul...
Çok, ama çoooook güzelsin sen, İstanbul...

85
İSTANBUL'A AİT BAZI ÖNEMLİ TARİHLER

1391- Y ıldırım Beyazıt'm gerçekleştirdiği ilk Osmanlı


kuşatması.
1453- İstanbul’un fethedilmesi-Orta Çağ’m sonu.
1478- Topkapı Sarayının tamamlanması.
1505- B eyazıt Külliyesi’nin yapılması.
1509- Osmanlı İstanbul’unda yaşanan ilk büyük dep­
rem.
1540- İstanbul’daki en uzun isimli cami (K adı H ü s a ­
m e ttin Ç am aşırcı H a şa n E fe n d i H acı M u sta fa
E fe n d i O n S e k iz S e k b a n la r Camis/J-Şehzadeba-
şı'nda, Belediye sarayının yanında bulunur...
1555- Tahtakale’de açılan ilk kahvehane.
1557- Süleymaniye Külliyesi’nin açılışı.
1578- İstanbul’da açılan ilk "rasathane” (u za y gözlem e
■yeri)-Tophane’deydi, şimdi yok... (B u n u açan da,
ve ne y a z ık k i y ık a n da, b iziz!)
1600- Tütünün İstanbul’a Ingilizler tarafından getiril­
mesi.
1633- ilk uçuş denemesi (H ezarfen A h m e t Çelebi, Gala­
ta K u le s in d e n k a n a t ta kıp u ç tu ve Ç am lıca taraf­
larına indi).
1660- Büyük İstanbul yangm ı-80 bin ev kül oldu.

1664- Em inönü’ndeki Y en i Cami ve M ısır Çarşısı’nın


tamamlanışı.

86
1679 - Topkapı Sarayında gördüğümüz güzel ve çok
değerli “Kaşıkçı Elması” nm, Edirne Kapısı yakı­
nındaki bir çöplükte bulunması.
1729 - İlk Türk m atbaası-Basmacı İbrahim (M iltefferi-
k a ), kurdu.
1730 - Lale Devri’ni sona erdiren ve İstanbul kıyıların­
daki pek çok sarayın ve yalının yakılarak, yıkıla­
rak yok edildiği Patrona Halil İsyanı.
1755 - İstanbul'un 3. tepesini taçlandıran Nuruosmani-
ye C am isinin yapılışı.
1766 - İstanbul’da korkunç bir deprem ile bazı önemli
eserlerin yıkılışı.
1773 Kasımpaşa’da ilk deniz mühendisliği okulunun
açılışı.
1826 İlk “Belediye Zabıta Örgütü” hizm etine başlayışı
ve köhnemiş yeniçeri teşkilatının ortadan kaldı­
rılışı.

87
1827- İlk buharlı gem im iz "Buğu” nun İstanbul deniz­
lerinde sefere başlayışı.
1831- İlk gazete, “Takvim-i Vekai” nin yayımlanışı. Ay­
nı yıl “ilk nüfus sayım ı” yapıldı.
1833- İlk çağdaş üniversite (D a rü lfü n u n ).
1839- İlk kâğıt para (K aim e).
1845- İlk emniyet teşkilatı (polis örgütü).
1851- B oğaziçi’ne ilk vapur seferleri.
1855- İlk çağdaş belediye (Şehrem aneti).
1856- Beyoğlu’nun havagazı ile ilk kez aydmlatılışı.
1859- İlk "K ız Ortaokulu” Sultanahmet’te açıldı (O za­
m a n la r bu okullara R ü ştiy e denirdi).
1861- İstanbul’da ilk “fuar” (S u lta n a h m e t M eydanı).

10 T£A4MUZ 1894 D£PR£Mİ

88
1880- İlk kız lisesi (O za m a n la r bu okullara İdadi der­
lerdi).
1881- İlk telefon hattı
1893- İstanbul’da ilk bisiklet yarışı (Tepebaşı b a h çesin ­
de ya p ıla n bu yarışı, saatte 120 tu r a tan F e m a n d
a d ın d a b ir ya b a n c ı kazandı).
1894- Büyük İstanbul depremi.
1896- İlk futbol m açı- M oda-İzm irspor arasında K adı­
köy’deki Yoğurtçu çayırında oynandı.
1897- İstanbul halkına gösterilen ilk film -B eyoğlu ’nda
bir birahanede oynatıldı.
1908- İlk sinema salonu “Pathe”-Tepebaşı’nda açıldı.
1910- İlk otom obil kazası-Şim diki Şişli Cam isinin ol­
duğu bom boş alanda yaşandı.
1912- İstanbul’da ilk beton bina (Ş im d ik i M erit Oteli-
Laleli'de).
1913- İlk şehir tuvaletleri.
1914- İlk asansör-Günümüzde Çubuklu sırtlarında bu­
lunan Abbas Hilm i Paşa Sarayında kullanıldı.
1918- İlk kadın tiyatro oyuncularım ızın sahneye çıkışı
(Beyza, M em d u h a , R efika, Bekire, Afife).
1918- Üniversite bitiren ilk İstanbul kızı: Şükufe Nihal
Hanım.
1925- İstanbul’da dikilen ilk heykel: Sarayburnu’ndaki
Atatürk Heykeli (A vusturyalI K rippel yaptı).
1926- Belediye reisi Muhittin Bey dönem inde ilk resmi
nikâh.

89
1927- İstanbul’un ilk kadın otom obil sürücüsü: Peri­
han Hanım...
1927- Belediye otobüslerinin hizm ete sokuluşu.
1928- Latin harflerinin ilk kez kullanılışı. Üsküdar ya­
kasında Kısıklı hattında tramvaylar hizm ete gir­
di. Taksim ’deki Atatürk anıtı açıldı. (İtalyan sa ­
natçı Pietro C anónica yaptı).
1931- İstanbul ile Ankara arasında ilk telefon hattı.
1933- İlk gece m açı-Taksim kışlasında ve 9 Eylül tari­
hinde, Fenerbahçe-Beyoğluspor arasında oy­
nandı.
1949- H arbiye’deki binasında İstanbul Radyosunun
açılışı.
1973- Boğaziçi'nin iki yakasının ilk kez bir köprü ile
birleşmesi. B oğaziçi Köprüsü 23 Nisan Çocuk
Bayram ı’nda hizm ete girdi.

GÖRÜLMESİ GEREKEN BAZI MÜZE VE


KÜLTÜR KURUMLARI

1) Sultanahmet’teki Ayasofya-Topkapı Sarayı ve Ar­


keoloji Müzeleri ile H ipodrom ’daki Türk-İslam
Eserleri Müzesi, Sultanahmet-Arasta’daki Bizans
Mozaik Müzesi
2) H arbiye’deki Atatürk Evi ve Askeri Müze
3) Tophane’deki İstanbul M odern Sanat Müzesi

90
4) Sarıyer’deki Sadberk Hanım Müzesi

5) Em irgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi

6) Hasköy'deki Rahmi K oç Sanayi Müzesi

7) Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi ve İstanbul Araştır­


maları Enstitüsü

8) Taksim ’deki Atatürk K itaplığı

9) Beyazıt’taki, Devlet Kütüphanesi ve Orhan K e­


mal İl Kütüphanesi

10) Gülhane Parkındaki İslam-Türk Teknoloji Müzesi

11) Edirnekapı’daki Kariye Müzesi

12) Çarşamba’daki Fethiye Müzesi

13) Samatya’daki İm rahor Müzesi (S tu d io n k ilise sin ­


den îm r a h o r C a m is i’ne d ö n ü ş tü r ü lm ü ş tü .)
14) Çemberlitaş’taki Basın Müzesi

15) Beşiktaş’taki T.B.M .M . Depo-Müze, Resim-Hey-


kel Müzesi ve Deniz Müzesi

16) Eyüp Kültür Müdürlüğü Kütüphanesi

17) Tünel’deki Galata Mevlevihanesi Müzesi

18) Zeytinburnu’ndaki Yenikapı Mevlevihanesi Mü­


zesi

19) Em irgan’daki Aşiyan Müzesi

20) Akbıyık’taki (S u lta n a h m e t'in d en iz tarafı) eski


müzik üstadı İsm ail Dede Efendi’nin evi ve mü­
zesi
91
21) Topkapı Surları dışındaki 1453-Panoramik Müze

22) Taksim ’deki (çeşm en in arka sın d a ) Cumhuriyet


Müzesi

23) Karaköy Lim am'ndaki Tarih-Sanat Müzesi

24) Fatih’teki M illet Kütüphanesi ve Müzesi

25) Kadıköy’deki Süreyya Operası

26) Üsküdar’daki Bağlarbaşı Kültür M erkezi, Altuni-


zade Kültür Merkezi, Hacı Selim Ağa Kütüpha­
nesi, M ihrim ah Sultan Çocuk Kütüphanesi

27) Süleymaniye Çocuk Kütüphanesi

28) Dolmabahçe Sarayı Müzesi

29) Galatasaray’daki Yapı Kredi Sergi Salonu

30) Y ıld ız Sarayı Müzesi ve içindeki İstanbul Şehir


Müzesi

92

You might also like