Professional Documents
Culture Documents
Varoluş Ve Psikiyatri PDF
Varoluş Ve Psikiyatri PDF
Varoluş ve Psikiyatri
Engin Geçtan
Varoluş ve Psikiyatri
Uzmanlık alanı psikiyatri olan Engin Geçtan 1975-1990
yılları arasında meslek dışı okuyucular tarafından da ilgiy
le karşılanan dört kitap yazdı. Çok sayıda basım yapmış
ve yapmakta olan, kendi bilimsel disipliniyle ilgili bu dört
lünün ardından, psikiyatri alanının çerçevesinin dışına ge
çerek kurgu tarzında kitaplar da yazdı. K im b ilir ve Hayat
adlı kitaplarında kırk yılı aşan bir deneyimin ardından psi
kiyatriye, ülkemiz insanına ve günümüzde kaosun kena
rında yaşanan süreçlere bakışını dile getirdi. 2004'ün ilk
aylarında yayımlanan son romanı Tren, geniş bir okur ke
simi tarafından beğeniyle karşılandı. Edebiyat dışı kitapla
rının yeni basımlarıyla birlikte Geçtan'ın bütün yapıtlarını
Metis'te bir külliyat olarak yayımlıyoruz.
Ankara ve İstanbul'daki dört üniversitede öğretim
üyeliği yapmış olan Engin Geçtan şu anda çalışmalarını
psikoterapist olarak sürdürmektedir.
Engin Geçtan
Varoluş ve Psikiyatri
E n g in G e ç ta n
BÜTÜN YAPITLARI
E d e b iy a t
D E R SA A D E T TE DANS, 1996
BİR GÜNLÜK YERİM KALDI İSTER M İSİNİZ? 1997
KIRM IZI KİTAP, (1993) 1999
KIZARM IŞ PALAM UTUN KOKUSU, 2001
TREN, 2004
E d e b i y a t D ış ı
PSİKODİNAM İK PSİKİYATRİ VE
NORM ALDIŞI DAVRANIŞLAR, 1975
İNSAN OLM AK, 1983
PSİKAN ALİZ VE SONRASI, 1988
VAROLUŞ VE PSİKİYATRİ, 1990
KİM BİLİR? 1998
HAYAT, 2002
Önsöz 7
Birinci Bölüm
İkinci Bölüm
VAROLMAK YA DA OLAMAMAK
Anlamsızlık 135
Narsisizm Çağında Kim Ne Yapmakta? 162
Yaşam ve Ölüm 182
Kaynakça 203
Önsöz
Ocak 1990
I
PSİKİYATRİ, PSİKANALİZ,
PSİKOTERAPİ VESAİRE
Psikiyatri
ğerlendirm e eğilimindeyim .
Klasik psikanalize göre kişilik, kendi içindeki üç ayrı gü
cün birbiriyle etkileşim inin bir ürünüdür. İçerdikleri istekleri,
bencilce ve anında giderm e eğilim inde olan biyolojik dürtüleri
içeren "id" ile şartlanm alar sonucu içerikleştirilerek benliğe
m al edilm iş toplum norm larını ve beklentilerini sim geleyen
"süperego", birbirlerine karşıt talepleri dolayısıyla sürekli bir
çatışm a durumundadır. Bu karşıtlık arasında bir uzlaşm a sağla
m aya çalışan "ego", üçüncü bir güç olarak bebeklikten yetişkin
liğe doğru gelişir ve kişiliğin dış dünya ile ilişkilerini düzenler.
Klasik psikanalizin tanım lam ış olduğu ego, id ile süperegonun
talepleri arasında sıkışm ış bir güçtür. Bu nedenle ego, bir insan
dan diğerine değişebilen oranlarda anksiyete yaşar ve bu anksi-
yetenin yoğunluğunu azaltabilm ek am acıyla bilinçdışı dünya
sında bazı "savunma m ekanizm aları" geliştirir. Savunm a m eka
nizmaları, insanın dıştan gözlem lenebilen davranışlarını önem
li ölçüde yönlendirirler.
Böyle bir kişilik kuramı, birbiriyle sürekli etkileşen güçle
rin oluşturduğu dinam ik bir yapıyı tanım lam akla birlikte, kişi
liği belirli bir yapı içinde sınırlanm ış olarak kabul ettiği için,
ucu kapalı ve kaderci olarak nitelendirilebilir. Freud'un insan
kişiliğini kapalı bir sistem olarak tanım lam asında, m esleki for
m asyonunu oluşturduğu dönem de laboratuvarında çalıştığı
B rucke’nin etkisi olduğu söylenir. Brucke o dönem de, beyin
hücrelerinin işleyiş biçim ini "belirli ilkelerle çalışan dinam ik
güçler ve enerjiler"le açıklamıştı.
Eğer Freud insan kişiliğini, kendisini sürekli yineleyen bir
durum lar dizisi olarak tanım lam ak yerine, her an kendini yara
tabilme potansiyeline sahip ucu açık bir süreç olarak tanım laya
bilmiş olsaydı, bugünkü gelişm elere uyarlanabilmesi de daha
kolay olurdu. Buna karşılık, eleştirilere uğramış olsa da, Fre-
ud'dan bu yana psikanalitik kişilik kuramının "yerini alabile
cek" bir başka kişilik kuramının geliştirilemem iş olması tabii ki
düşündürücü.
28 V A R O L U Ş VL IVSİKİYATRİ
Yüz yılı aşkın bir süre önce D anim arkalI yazar K ierke-
gaard'ın o döneme egemen olan katı m antıkçılığa şiddetle karşı
çıkm ası, varoluşçu düşüncenin bilebildiğim iz başlangıç noktası
nı oluşturmaktadır. Hegel'in gerçekliği soyut kavram larda ara
m asını bir yanılgı olarak nitelendiren Kierkegaard'a göre gerçek,
insan kendisini davranışlarıyla yarattığında ortaya çıkar. G erçe
ği yalnızca, düşünerek varolabileceğine inanılan insanda aram ak
ve onu ölçülebilir ve denetlenebilir bir nesne olarak değerlendir
mek, günümüzün kolektivist dünyasına oldukça egemen bir yak
laşım. İnsanı isimsiz birim lere indirgeyen bu eğilime karşılık,
K ierkegaard'dan bu yana güçlenerek gelişen ve İkinci Dünya
Savaşı sırasında Jean-Paul Sartre ve Albert Cam us'nün yapıtla
rında "varoluşçuluk" adını alan bir akım, günüm üz insanının
içinde bulunduğu bu açmaza karşıt bir seçenek getirir nitelikte.
Ayrıca Nietzsche, Dostoyevski, Kafka gibi geçmişten bazı ya
zar ve düşünürler de Feuerbach'ın, "Bir düşünür gibi düşünme!
Yaşayan, gerçek bir varlık olarak düşün!" sözlerinde somutlaş-
tırılabilecek olan bu akımın birer parçası olarak kabul edilirler.
Varoluş bilimi ontolojidir ve Yunancada varolm a anlam ına
gelen "ontos" sözcüğünden türetilmiştir. Varoluş (existence) te
rimi Latincedeki "ex-sistere" kökünden gelir ve belirmek, orta
ya çıkm ak anlamına gelir. Dolayısıyla ister felsefi ister psiki
yatrik açıdan olsun, bu yaklaşım, insanı bir birim ler ve m eka
nizm alar topluluğu olarak açıklam ak yerine, öylece "olmakta
olan" bir varlık olarak anlam aya çalışır. Böyle bir tutum, varo
luşçu psikiyatristlerin, davranışların gerisindeki dinam ik güçle
ri ve m ekanizmaları incelemekten vazgeçmeleri anlam ına gel
mez. Ancak bunu yaparken, "doğru" görünen şeylerin "gerçek"
olmayabileceğini de göz önünde bulundururlar.
Varoluşçu düşünürler mantık karşıtı da değildirler. G ünü
müzde oldukça yaygın olan ve düşünceden çok davranışlara
öncelik tanıyan entelektüalizm karşıtlığının varoluşçulukla ka
rıştırılm am ası gerekir. V aroluşçuluk hem öznelliğin hem de
nesnelliğin altındaki gerçeği araştırır. Yalnızca insanın yaşadık-
V A R O L U Ş Ç U P S İK İY A T R İ 31
dan farklı bir biçim de, dünyaya gelmiş olm anın doğal bir sonu
cu ve insanın gelişmesi için zorunlu bir öğe olarak yorum lam ış
tır. Ona göre insan, içsel dürtülerin birbiriyle ya da çevreden
gelen baskılarla sürekli çatışm a durum unda olduğu bir savaş
alanı olarak sınırlanam az. Varoluşunun özünde, kendisi ve çev
resiyle kurm uş olduğu etkin ilişkisi ya da bir başka deyişle, is
temi bulunur. İstem kavram ıyla Rank, insanı bilinçli ve amaçlı
seçim ler yapabilen ve kendisine yön verebilen bir varlık olarak
tanımlamıştır. Özetle, insanın varoluş nedeni kendi etkinliğidir
ve işte bu sonuç, Rank'ın varoluşçuluğa yaklaştığı noktadır.
Rollo M ay'e göre anksiyete, yaklaşm akta olan bir hiçe in
dirgem e tehdidinin yaşanmasıdır. O anda sahip olunan bir duy
gu değil, o andaki oluş biçimidir. İnsanın tüm den özgür olduğu
nu, dolayısıyla nasıl seçerse kendisini öyle varedebileceğinin
sorum luluğunu fark ettiği anda yaşadığı bir duygudur. Nitekim
Kierkegaard anksiyeteyi, "özgürlüğün baş dönmesi" olarak ta
nımlamıştır. Bu katlanılm ası güç duygudan kurtulm ak içindir ki
insan çoğu zaman özgürlüğünden kaçınm ayı yeğler. Çünkü, ye
ni bir varoluş potansiyelini de içeren her özürlük, beraberinde
yok olm a tehdidini de getirir. Bu potansiyeli gerçekleştirm ek
ten kaçınm anın bedeli suçluluktur. Bu, suçluluk duygusu yaşa
m aktan farklı bir olgudur. Çünkü kişi gerçekten suçludur. Varo
luşçular bunu "ontolojik suç" olarak adlandırırlar.
O ntolojik suç çok boyutludur. Ö rneğin insanın doğadan
kopmuş olm asının suçunu da içerir ki varoluşçulara göre bu, ço
ğum uzun farkında olmadığı yoğunlukta bir yük yaşatır bizlere.
Ontolojik suçun bir başka boyutu da, diğer insanları kendi bakış
açım ızdan değerlendirerek, onları sınırlı ölçülerde anlayabilm e
mizi ve ihtiyaçlarını gereğince fark edemem em izi içerir.
O ntolojik suçun önemli bir özelliği, bu olgunun herkes ta
rafından yaşanm akta olmasıdır. Çünkü hepim iz diğer insanların
gerçeklerini çarpıtırız ya da kimse potansiyelinin lümünü ger
çekleştirem ez. A ncak bu, içinde yaşadığım ız kültürün değer
yargılarına uygun davranm adığımızda ya da loplunıım bizden
46 V A R O L U Ş V E PS İK İY A T R I
tiği gibi, "her an olm akta olan" bir süreç olarak ele alır. G ele
neksel düşünce, insanı öncelikle m ekân boyutuyla ele alarak,
orada ya da şurada bulunm akta olan nesneler olarak algılama
eğilimindedir. Üstelik, çoğum uz yaşadığım ız ânı, vaktiyle A ris
to'nun tanım lam ış olduğu gibi, "daha önce yaşanmış olanlara ve
gelecekte yaşanm ası tasarlananlara göre" değerlendirm e eğili-
mindeyizdir. Bundan ötürü, Bergson'un da dediği gibi, kendi
mizi fark edebildiğim iz, dolayısıyla özgür olabildiğim iz anların
sayısı oldukça azdır.
Bunun bir nedeni de saatlere tutsak edilm em iz. Çünkü ya
şam akta olan insan saatle ilgilenm ez ve bir insanın yaşam ında
varoluşunun hafifliğini yaşayabildiği anların süresi ölçülemez.
Çağdaş teknolojik yaşamın gereği, çoğum uz günüm üzü önce
den program lam ak ya da zamanımızı saat hesabıyla satışa çı
karmak durum undayız. Am a yine de önem li olan, program lan
mış da olsa içinde bulunduğum uz ânı, ne kadar zaman kaldığı
ya da geçtiği hesabından özgür olarak yaşayabilmek. Çünkü sa
atin farkında olduğum uz an, birlikte olduğum uz kişi, konu ya
da işle aram ızdaki bağ da kopmuş olur. Sınava hazırlanan bir
öğrenci zam anla ilgilendiği anda konuyla beraberliğinden ko
par ya da bu beraberliği yaşayam adığında saatle ilgilenm eye
başlar. Tedaviye gelen kişi bazen buluşm a sürelerinin sınırlan
mış olm asına isyan edebilir. Çoğu zaman bu, yaşam süremizin
sınırlı olm asına karşı zaman zaman yaşadığım ız isyanı hatırla
tır. Am a aslında, süremizin sınırlı olduğunu, yaşam adığım ız an
larda hatırlarız.
miz hep gece yarısına doğru sona ererdi. Bu kez zamanı bize
kolumuzdaki saatler değil, doğa bildiriyor. Orta yaş ve üzerin
deki insanların nasıl olup da bütün bir geceyi ayakta geçirebil
miş olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum.
Gün ışığında eve dönerken bir Alm an atasözünü hatırlıyo
rum: "Mutlu insan için saat çalmaz!"
Gerçekten varolunabildiğinde yaşananların ardından ko
nuşulmadığını biliyorum. Nitekim tekrar beraber olduğumuzda
kim se o geceden söz etmiyor. B ir kişi dışında. Çok sonradan
duydum. B ir geceliğine gelen konuk, ertesi gün, "Ben hiç böyle
insanlar tanımadım," deyip durm uş ev sahiplerine ve sonraki
haberleşm elerinde de sık sık A nkara’y a tekrar gelm ek istediği
ni söylemiş. Gelseydi düş kırıklığı yaşayacağını düşündüm bun
ları duyduğumda. O "o geceki bizi" tanımıştı. Gelseydi, insan
ların saydamlaştığı ve kendilerini aşarak birbirlerine ulaşabil
diği anların ya da saatlerin ne denli ender yaşanabildiğim ona
anlatabilir miydim acaba?
yaklaşık son yirmi yıla dek tıbbın geri kalanından oldukça ko
puk bir biçim de varlıklarını sürdürmüş olmaları.
Üstelik, ülkem izde olduğu gibi, bu alanda sistem li bir eği
tim görmüş kişilerin sayısının çok az olması ve arz-talep den
gesindeki açıklık sonucu, gerekli eğitim i görm em iş ve çoğu tıp
dışındaki disiplinlere m ensup kişilerin bu boşluğu kendilerince
doldurm aya çalışm aları gibi faktörler de konunun tıp m esleği
içindeki yerini gereğince alamamış olm asına katkıda bulunm uş
olabilir. Ülkem iz söz konusu olduğunda, sorunun tıp öğreni
minde ve psikiyatride uzm anlık eğitimindeki bazı boşluklardan
da kaynaklandığı söylenebilir. M eslekten olmadıkları halde ba
zı kişilerin dinam ik psikiyatri ve psikoterapi konusunda daha
doğru bilgilere sahip olabildiklerini gözlem lem ek tabii ki biraz
düşündürücü.
Gelişmiş ülkelerde bile psikoterapinin tıp bilimi kapsam ına
kabul edilm esi İkinci Dünya Savaşı sonrasında m üm kün olabil
miştir. Viyana'da yaşadığı yıllarda m eslektaşlarının tutum u o
denli iticiydi ki, Freud bir ara psikanalizi tıptan bağım sız bir di
siplin olarak değerlendirm eyi bile düşünm üştü. Gerçekten de
1940'lara gelene dek diğer tıp dallarında çalışan hekim ler, psi
kanalistlere hasta gönderm em işler ve insanlar genellikle kendi
kararlarıyla psikanalitik tedaviye başvurmuşlardır. ABD'de baş
langıçta yalnızca tıp kökenli olanların psikanalist olm ak üzere
eğitim e kabul edilm esi, psikanalitik düşüncenin psikiyatriye
mal olmasını hızlandırm ış ve kolaylaştırmıştır. Ancak bu ülke
de bile psikanalitik yaklaşım ın psikiyatri eğitim inin kapsam ına
girme süreci ancak 1950'lerde başlayabilmiştir.
Genel tıpla ilişkisinin bu denli yavaş gelişm esine karşılık,
psikanalitik düşüncenin sanat ve insan bilim leri üzerindeki et
kisi hızlı ve yoğun olmuştur. B ir yandan yazarların, ressam la
rın, tarihçilerin, antropologların ve diğer birçok alandan kişinin
insana bakış açısında önemli değişiklikler oluşurken, diğer yan
dan, özellikle bilinçdışı m ekanizm aların açıklanm asıyla, Batı
kültüründe süregelmiş bazı biçimsel değerlerin geçerliği de so
PSİK O TE RA Pİ 55
diğinde çok zorlanm ış, hatta çoğu zaman bunun m üm kün olm a
dığını görm üş. Ö rneğin bir kızılderili dilinde isim lerle fiiller
arasında hiçbir ayrım yapılm azken, bir başkasında şimdiki za
mandaki olayları geçmiş ya da gelecektekilerden ayıracak takı
lar yok. W horf, bu doğrultudaki çalışm alarından edindiği ve
sonradan bir hayli eleştiriye de konu olan izlenim lerini şöyle
özetlemiş: Dilleri farklı olan gruplar dünyayı da farklı algılar.
Dünyaya bakış biçim indeki bu farklılık, dil yapısının farklı ol
m asından kaynaklanır. K arşıt görüşteki araştırm acılara göre
ise, dilin yapısını yaşantılarım ız biçimlendirir. İki görüşün de
buluştuğu nokta, yaşantı ile dilin iç içe geçmiş olmaları.
Eddington Fiziğin Doğası adlı yapıtında, "bir ve bir" "iki"
ettiğinden, bir rakam ını incelediğim izde ikiyi de anladığım ız
için problem i sonuçlandırılm ış farzettiğim izi, am a aradaki
"ve"yi de incelem em iz gerektiğini unuttuğumuzu anlatır. G ün
lük yaşamdaki önemli olaylar kelim elerin arasındaki sessizlik
üzerine inşa edilir. Bir insanla konuşurken onun içten olup ol
madığını bu aralıkta değerlendirir, kararlarım ızın çoğunu bu kı
sa sessizliklerde oluştururuz. Klasik psikanaliz ekolü, tedaviye
gelen kişinin arada bir sessiz kalmasını tedaviye karşı bir direnç
belirtisi olarak yorum lam a eğilim indedir. Oysa tedavi süreci
içindeki sessizlik süreleri, kişinin o andaki içsel yaşantılarını
seçebilmesi için çok önem li, hatta gereklidir. Ü stelik bu sessiz
lik süreleri, konuşm ayı bir iletişim aracı olm aktan ne denli sap
tırdığımızı görebilm em izi sağlar.
rina konu olabilen ve daha yum uşak bir disiplin olan biyoloji
nin konusu. Buna rağmen giderek ön plana çıkm aları oldukça
anlamlı. Çünkü, "Gerçek nedir?", "Bildiklerimizi nasıl biliyo
ruz?" gibi önceleri filozoflar tarafından cevaplandırılm aya çalı
şılan sorular, şimdi biyolojinin konusu haline gelmekte. Bu ge
lişm eler içinde belirm eye başlayan ve "psikobiyoloji" diye ad
landırılan yeni bir alan, insanın, beyni inceleyerek kendisini an
lam aya çalışm asını içeriyor ve yukarıda sözü edilen soruları ce
vaplam aya çalışarak felsefenin yerini almayı amaçlıyor.
Geleneksel felsefe günüm üzde eski gücünü kaybetmiş gö
rünüyor. Bugün hayatta olm ayan ünlü fizikçi R ichard Feyn-
man, Playboy dergisinin kendisiyle yapm ış olduğu bir görüş
mede, "Filozoflar zamanlarının bilim sel gelişmelerini görm ez
den gelirlerse, anlamak istedikleri şeyleri anlamaları mümkün
olamaz!" demişti.
Yakın geçmişte bile geleneksel filozoflar, zihinsel işlevleri
incelerken konuyu yalnızca davranışlar yönünden ele almışlar,
beynin kendisine ilgi göstermemişlerdir. Geçm işteki bu boşluk,
günüm üzde yeni bir alan olarak ortaya çıkm aya başlayan "Nö-
rofılozofı" ile başarılı bir biçim de giderilmekte.
Tabii geçmişteki tek yönlülük felsefeye özgü bir durum de
ğildi ve geleneksel tıp bilimi de felsefeninkine karşıt bir seçici
likle ilgisini beyne odaklaştırm ıştı. B iyolog Sir Julian Hux-
ley'in, "Beyin tek başına zihin için bir neden olamaz, am a zih
nin oluşum u için gereklidir. Tek başına soyutlanmış bir beyin,
biyolojik bir saçmalık olm aktan öte bir anlam taşımaz!" biçi
mindeki isyanı, beynin bir organ mı (şey mi?), yoksa bir süreç
mi olduğu sorusunu bir kez daha hatırlatmakta.
Psikobiyolojinin bir disiplin olarak ortaya çıkm asından ön
ce, beyin ve işlevlerini felsefi düzeyde anlama çabalarının ürü
nü olan görüşler iki grupta toplanm ıştı. Bir görüşe göre, biz
şeyler (nesneler) dünyasında yaşarız ve bu dünyada insanlar ve
dıgeı nesneler bir günden diğerine çok az değişir. İkinci görüşe
goıe, dıınya suıeçlerden oluşur. Biz bu süreçlerin parçalarını
P S İK O TE R A Pİ 79
Tedaviye gelen kişi ile terapistin ilk buluşm ası büyük önem
taşır. Çünkü Law rence Friedm an'm belirttiği gibi, tedavi süreci
içinde sonradan ortaya çıkabilecek sorunlar bu buluşm a sırasın
da oldukça yalın bir biçim de sergilenir. Zaten genel olarak, be
raberliğin ilk dönem inde sonraki dönem lere oranla daha fazla
kargaşa yaşanır. Psikanalitik yönelim li terapistlerin çoğu, ilk
dönem aşılarak oturmuş bir ilişki yaşanana dek tedavinin ger
çek anlam da başlamadığı kanısındadır. Her terapistin tedaviye
yaklaşım ındaki farklılıklar doğal olarak bu tür değerlendirm e
lere de yansır. Ben ilişkinin, dolayısıyla tedavi sürecinin ilk
PSİK O TE RA Pİ 87
Durgun ve karam sar bir anım ızda bir yakınım ızdan sıcak il
gi görm ek içim izi ısıtır, kendim ize ve dünyaya daha olum lu
bakm am ızı sağlar. Ama bir süre sonra kendimizi varetm e so
rum luluğu ile yeniden yüzleşm em iz gerekir. Sevgi denilen, adı
var tanımı yok bir olguyu "ithal ederek" yaşam aya çalışmanın,
insanın kendisini pazarlamasını ve benliğine yabancılaşmasını
içeren bir bedeli de olduğu genellikle görm ezden gelinir. A nla
şılabilm e ve hissedilebilm e, yerini ilgi görme ve beğeni topla
maya bıraktıkça, yaşam üretme potansiyeli de giderek kullanıl
maz olur ve insan kendisini nasıl çıkacağını bilemediği bir kı
sırdöngünün içinde bulur.
Tedaviye gelen biri bir gün, "İhtiyacım olan tek 'şey' sevgi!
Çevremdekiler bunu bana veriyor olsa hiçbir sorunum kalm az
dı!" sözleriyle isyan ettiğinde, ona, "Peki am a size göre, veril
m esini istediğiniz o 'şey' ne?" diye sormuştum. Çünkü konuş
m asının tonlaması sevgiden bir nesneym işçesine söz eder gibiy
di. Sevgiyi alınan ve verilen bir nesne gibi algılam ak Batı etki
sindeki kültürlerde sık gözlemlenen bir olgu. Erich Fromm ki
taplarında bundan çok söz eder. A m a vaktiyle tatilimi geçirdi
ğim bir güney kasabasında o yaz çok sık duyduğum ve "Ben sa
na sevm eyi öğretem edim " sözlerini içeren şarkıdaki m esaja
başka kültürlerde kolay rastlanacağını sanmıyorum.
linçe ulaşm ası ile "şifa" sağlanm ış olur. Böyle bir yaklaşım yal
nızca klasik psikanalizin değil, Adler, From m , Homey, Jung,
Rado, Rank ve Sullivan gibi diğer analitik ekollerin de tedavi
uygulam alarına tem el oluşturur.
Klasik psikanalize en sık yöneltilen eleştiri, transferans de
nilen olgunun sistem atik analizine odaklanan bir tedavi yöntemi
olmasıdır. Diğer psikanalitik ekollerde de analizine öncelik ve
rilen transferans, yaşamının ilk yıllarında kişi için önem taşımış
olan kişilere ilişkin duyguların bilinçaltında varlıklarını sürdü
rerek, sonraları yine bilinçaltı m ekanizm alarla, yetişkin yaşam
da önem verilen kişilere (analiste) yöneltilm esini tanımlar.
K lasik psikanalizin ilk dönem inde, yaşamın ilk yıllarının
duygusal beklentilerine gerilem eyi sağlayacak bir ortam yara
tılm asına çalışılır. Bu sağlandığında, analize gelen kişi "transfe
rans nevrozu" denilen olguyu yaşam aya başlar. Bu olgu, teda
viye gelen kişinin altı yaşından önceki dönem ine ilişkin ve bi-
linçdışında hâlâ etkin olan yoğun duygusal beklentilerinin, bas
tırıldıkları alandan harekete geçerek, bu kez analistin şahsına
yönelik olarak yeniden yaşanm asını içerir. Bu olgu tedaviye ge
len kişinin analiste ilişkin ikili bir yaşantı sürdürm esine neden
olur. Bir yandan çocukluk yıllarından getirilm iş beklentilerini
analistine yöneltirken, diğer yandan kişiliğinin çatışm alardan
özgür olan yanıyla, analistle bir ittifak geliştirir. Dolayısıyla bir
an transferans olgusunu tüm çocuksuluğuyla yaşarken, bir baş
ka an kenara çekilerek bu yaşadıklarını analistiyle birlikte anla
maya ve değerlendirm eye çalışır. Bu dönem i yaşamak tedaviye
gelen kişi için genellikle pek kolay olmaz.
Klasik psikanaliz, tarihi boyunca bazıları hâlâ süregelen çe
şitli yanlış anlam alara ve eleştirilere konu olmuştur. Yanılgıla
rın belki de en ilkel olanı, psikanalistin görevinin tedaviye ge
len kişinin geçmişindeki "sarsıcı olayı" ve davranışlarının "ne-
denleri"ni ortaya koyarak onu çatışm alarından kurtarmak oldu
ğu inancıdır. Oysa psikanalizin ilk evresinde, tedaviye gelen ki
şinin analistine yansıttığı duygularını yoğun bir biçimde ortaya
106 V A R O L U Ş V E P S İK İYAT Rİ
eğilime karşı çıkması, bazı çevrelerin bir ara onu alaya alm a
sına neden olmuştu. A m a bugün aynı çevreler, o dönem de p s i
kiyatrinin ihtiyaç duyduğu taze kanı sağlam ış olan ve yakın
geçmişte genç yaşta dünyadan ayrılan bu yürekli bilim adam ın
dan alıntıları kendi çalışm alarına katabiliyorlar. 1968'de ya-
yımlanışından birkaç yıl sonra ilk okuduğumda ben de The Po
litics o f Experience adlı kitabı yadırgayanlardan biriydim. Am a
bugün Laing'i ve yapıtlarını saygıyla anıyorum.
VAROLM AK
YA DA OLAMAMAK
Anlamsızlık
Yıllar önce ofisime obsesif-kom pulsif sem ptom lar içinde sı
kışmış bir durumda başvuran orta yaşlı bir yüksek bürokratı
hatırlıyorum. Katı, kategorik ve kusursuzluğa yönelik savunma
sistemi sayesinde kamu hizmetlerinde başarılı ve saygın bir ko
numu vardı. Tedavi süreci içinde böyle durum lar için alışılagel
mişin ötesinde uyumlu bir beraberlik sürdürdük. Uzun sayılm a
yacak bir süre içinde savunma sistem leri giderek esnedi. So
nunda kendisini çok sıkan semptomlardan da kurtuldu. B era
berliğim izi sona erdirm eye hazırlanırken artık seyrek buluş
maktaydık. Bu arada devlet kademesinde daha üst bir göreve
atanmış ve önem li bir kurumun başkanı olmuştu. Son buluşm a
larımızdan birinde odaya çocuk gibi gülerek girdi. "Bir bilseniz
neler yapıyorum ,” dedi. "Benim için kaktüs çiçek açtı diyorlar-
148 VA R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ
Bazen toplum öyle dönüşüm ler geçirir ki, politik inanç sis
tem leri de toplum un ya da bazen dünyanın genel gidişi içinde
değişikliklere uğrar. Politik inancını önemli bir kim lik boyutu
olarak yaşayan insanlar genellikle bu dönüşüm lere uyum sağla
m ada güçlük çekmezler. B una karşılık, bir politik inanca sarıl
m ayı varoluş vakum uyla yüzleşm e olasılığına karşı bir çözüm
olarak kullanan insanların psikolojik dengesi böyle durum larda
kolayca bozulabilir. Ya değişen dünya koşullarına uyarlanama-
m a sonucu klişeleşm iş inançlarına esneklik getirm em ekte bağ
nazca ve inatla direnirler, ya da bazen inançlarından beklenm e
dik bir dönüş yaparak, o günlerde geçerli görünen, hatta önce
kinin karşıtı sayılabilecek bir görüşün savunucusu oluverirler.
gudur. Çünkü böyle bir yaşantıda tek başına bir "ben" yoktur,
"ben-sen" tek bir yaşantıdır.
Bu iki ilişki içindeki "ben"ler birbirlerinden farklıdır. Çün
kü "ben", bulunduğu alanda mevcut "sen"ler ve "şey"ler arasın
dan seçim ler yaparak ilişkiyi belirlemez. "Ben-sen" ilişkisinde
ki "ben" beraber olduğu "sen"le olan ilişkisi içinde belirir ve bi
çimlenir. "Ben-şey" ilişkisindeki "ben" ise, kendisini önemli öl
çüde kendine saklar, "şey"i çeşitli açılardan inceler, sınıflandı
rır, yargılar ve şeyler dünyasında ne işe yarayacağına karar ve
rir. Buna karşılık insan, "sen" ile birlikte olduğunda varlığının
tüm üyle ilişkiye katılır, kendine alıkoyduğu bir yönü kalmaz.
Eğer bir insan diğerinin varlığına tüm üyle katılmaz, ondan
bir çıkar sağlam a beklentisiyle ilişkiye kendisinden bir şeyler
katmaz, ya da nesnel bir gözlemci tutumuyla, kendi davranışla
rının diğer kişi üzerinde nasıl bir izlenim bıraktığını anlamaya
çalışırsa, "ben-sen" ilişkisi "ben-şey" ilişkisine dönüşür. Ortak-
yaşam türü özne-nesne ilişkileri, karşılıklı "ben-şey" beraberli
ği çerçevesinde sürdürülür. Fromm'un da belirttiği gibi, bir ar
tistin, yarattıkları ile yaşadığı bağ da geçicidir. İnsan ilişkisi
içermeyen böyle bir bağ, varoluşunun anlamı sorununa ancak
kısmi bir cevap oluşturabilir.
Buna karşılık, "ben-sen" ilişkisi içindeki "ben", bu ilişkiyi
yaşarken biçimlenir, diğerini birtakım çerçevelere sokmaksızın
gerçekten dinler. Buber, "gerçek" dinlem e ile "öylece" dinleme
arasındaki farkı önemle vurgular ve bu farkın tedavi ilişkisinde
ki yeri de çok büyüktür. "Ben-sen" diyalogunda insan tüm var
lığıyla diğerine yönelir. Böyle bir yaşantı, bazı pop-psikoterapi-
lerde çok sık kullanılan encounter kavram ından tüm üyle farklı
bir olgudur.
Freud birincil ve ikincil diye iki tür narsisizm tanım lam ış
tır. Birincil narsisizm de libido yaşam ın başından itibaren benin
içinde sıkışmıştır. Bunun sonucu ben şişer ve kişi kendisinin
önem li, kusursuz ve güçlü bir varlık olduğuna inanır. İkincil
narsisizm , dış dünya ile ilişkilerde ağır düş kırıklığı yaşanması
sonucu libidonun egoya geri çekilm esini tanımlar.
H om ey de Num berg gibi, narsisizm i egonun sentetik bir iş
levi olarak kabul eder. Ona göre narsisistik kişi, sahip olmadığı
ya da sandığı derecede sahip olm adığı değerler ve niteliklerden
ötürü sevilm eyi ve beğenilm eyi bekler. Buna karşılık, bir insa
nın sahip olduğu olumlu bir nitelikten ötürü kendisine değer ve
rilm esinden hoşlanm ası narsisistik bir tutum değildir. N arsi
sizm olgusunda gözlem lenen benlik enflasyonu çocukluk döne
minin bozuk ilişkilerinden kaynaklanır ve özellikle, çocuğun
yaşadığı "korku ve kırgınlıklar" sonucu çevresine yabancılaş
m asıyla oluşur. A nababanın zorlam aları sonucu "gerçek ben"ini
yitirm eye başlar ve bunun sonucunda, kendine yetm e kapasite
sini ve "duygusal dünyasında" girişimci olm a yeteneğini geliş-
tiremez. Bu nedenle narsisistik kişinin insanlarla duygusal bağ
ları cılızdır ve sevmeyi başaram am anın acısını yaşar.
H om ey'e göre narsisizm , bu yaşantılarla baş edebilmek için
geliştirilen çabalar sonucu oluşur. Kişi, olağanüslii bir varlık ol
duğuna inanm aya başlayarak, kendisine acı veren hiçlik duygu
\(A V A R O LU Ş V E P S İK İYAT Rİ
kim lik bunalım ına girebilir. Böyle bir dönem geçirmekte olan
toplumların bireyleri de genellikle derinlikten yoksun ve biçim
sel değerlere bağnazca sarılarak ayakta kalm aya çalışırlar.
lük yaşam a teslim olan böyle bir insan, şeylerin yalnızca "na
sıl" olduklarıyla ilgilenir.
Varoluşun dalgınlığını yaşayan kişi, günlük bir yaşam sür
dürür. Heidegger bunu "otantik olmayan" varoluş olarak nite
lendirir. Böyle bir varoluştaki insan, yaşam ına sahip çıkabilece
ğinin ve onu yönlendirebileceğinin farkında değildir. İçinde yu
varlanıp durduğu ve seçim lerini yapam adan sürüklendiği bir
dünyada yaşar.
Varoluşun farkındalık durumunu yaşayan insan ise, şeylerin
nasıl olduğuyla değil, "olm akta olm ası"yla ilgilenir. Heideg-
ger'in deyim iyle "otantik" yaşayan böyle bir insan, kendini va-
retm iş ve varetmekte olduğunun farkındadır, sınırlarını ve im
kânlarını olabildiğince genişletm eye çalışır, mutlak özgürlükle
ve hiçe indirgenm e riskiyle yüzleşir. B unlarla yüzleşm enin
anksiyetesini de yaşar, ama ancak böyle bir varoluş içinde ken
dini değiştirm e gücünü bulur.
H eidegger'e göre, yaşam ı otantik bir biçim de sürdürebil
m ek ölüm ün kaçınılm azlığı sayesinde gerçekleştirilir. "Ölüm
süz bir yaşamı, sınırlı bir yaşam ı sürdürdüğüm üz yoğunlukta
yaşayabilir, ona böyle sahip çıkabilir miydik?" sorusuna G eor
ge Orwell, Shooting an Elephant adlı yapıtında şöyle cevap ve
riyor: "İnsan tabii ki yaşam ak ister, am a ölüm den korktuğu için
hayatta kalır." Freud da Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazdı
ğı bir makalede, savaş sırasında ölüm ün, yaşamın içine nasıl
girdiğinden söz ederken şöyle der: "Yaşam yeniden ilginç bir
hale geldi. Sanki tüm içeriğiyle kendini ortaya çıkardı."
Yaratıcılık ve Psikiyatri*
Yıllar önce bir tedavi süreci içinde izlemiş olduğum Bay E.,
ilişkim izin öncesinde ve başlangıç dönem inde yazdığı yayım
lanmamış bazı tiyatro oyunlarını okumam için bana da getir
mişti. Oyunların tümünde aynı tema vardı: Baba (otorite) fig ü
rüne baş kaldıran ya da onu deviren, daha genç ve m ağdur kah
raman. Yani kendi çatışmalarının doğrudan yansım aları. Ya
zarlık denemelerinin, o dönem de yaşam akta olduğu ezikliği aş
ma düşlerinin içeriğiyle de ilgili olduğunu sanıyorum. K endisi
ne tiyatro yazarlığı ısmarlayıp kısa yoldan ün sağlama umudu.
Ünlü biri olma düşlerine artık gerek duymadığı bir aşama
sonucu, kendisinin kabul ettiği ve benimsediği bir yaşam biçi
m ini sürdürmeye başladıktan bir süre sonra gerçekten bir oyun
yazdı ve baba-oğul çatışması öğelerini taşımayan bu oyun b e
lirli bir çerçevede sergilendi. Ünlü bir yazar olamadı ama iste
diğini gerçekleştirdi. B ildiğim kadarıyla da tekrar yazm adı,
yazsaydı sanırım haberim olurdu.
198 VA R O LU Ş V E PS İK İY A T R İ
2 D. W. Winnlcott O y u n ve Gerçeklik