You are on page 1of 95

İlan-ı Aşk

Kuzey Baykal

1
İçindekiler

Ön Söz……………………………………………………………………………5
Güzeller Güzeli Sinek……………………………........................................ 7
Beyaz Güller…………………………………………………………………… 13
İtiraf-ı Aşk:
 XVII: İnsancıklarım…………………………………..……………….. 19
 XVIII: To Mega Therion………………………….............................. 25
 XXIX: Yolu Bulmak……………………………..…………………….. 31
 ?: Nur Ağacı…………………………………..................................... 43
 XL: Muzaffer Üstat……………………….……………………….…… 47
 0: Doğum…………………………………………………….………….. 51
Deliler……………………………………………………………………..……... 55
Hep Yanında Olacağım……………………………...................................... 59
Leke……………………………………………………………..……………….. 61
Bir Resim………………………………………………………………..………. 71
Tanrı Yeryüzüne Düşünce……………………………………………………. 73
Tarikatla Röportaj………………………………………………………...……. 79
Saçın Kadını………………………………………………………………..…… 85
Arka Söz…………………………………………………………………………. 91

2
Büyük Sanatçı’ma,

3
4
Ön Söz
Merhabalar sevgili okurumuz,
Naçizane hikâyeler serimize hoş geldiniz ve sefalar getirdiniz. Öncelikle
söylemeliyim ki yazarımız, çok hasta olduğu için ön sözümüzü maalesef yazamadı.
Bir anda kendini iyi hissetmediğini söyledi ve herhangi bir açıklamada bulunmadan,
eli karnında, sayfayı terk etti. Ama ben size doğrusunu söyleyeyim: Hasta falan değil
kendisi. Yazarımız, bu ön söz muhabbetlerinden pek hoşlanmaz doğrusu hatta
hayatta sadece tek bir ön söz okumuştur ama sonuçta bu kitap, yazarımızın ilk kitabı
olduğu için kendisi ne olur ne olmaz ön söz gibi kalıplaşmış bir içeriği es geçmek
istemedi fakat günün sonunda da hakkında pek fikir sahibi olmadığı bu görevden
kaçmıştı ve bütün sorumluluğu bendeniz Molléne’e –özellikle aksanlı e harfinin
bulunduğu bir isim seçmiştir yazarımız benim için ancak kendisi Fransızcadan
anlamaz– yüklemiştir ki bundan aslında ben de pek anlamam. Bunu da ifade
ettiğimize göre artık asıl ön söze geçebiliriz.
Bu kitapta eminiz ki birçok okur, kendini bulacak ve bir o kadarı da kendini
kaybedecektir. Bu yüzden kendilerini kaybetmek istemeyenlerden, kendilerini
ellerinden tutmalarını rica ederiz. Tutmayanların veya tutunacak bir şey
bulamayanların da canı sağ olsun ama şimdiden belirtmeliyim ki bu uyarıyı kale
almayıp kendini kaybeden ve bundan şikâyetçi olan şahıslardan yasal olarak biz
sorumlu değiliz ve tüm haklarımız saklıdır.
Birçok hikâyemizde sıklıkla normal bir insanoğlunun veya insankızının saçma
kabul edebileceği diyaloglar, düşünceler, senaryolar bulacaksınızdır bir de. Yazarın
normali budur ve biliniz ki yazarımızın özenle yarattığı tüm bu karakterler rol veya
hikâye gereği saçmalamaz, kendileriyle çelişmezler; oldum olası öyledirler zaten.
Yazarımız çok uğraşmıştır bu karakterleri daha makul, normal insanlar etmek için
ama ne yaptıysa da nafileydi, bu işi beceremedi. Çok inatçı karakterler, doğalarında
var; ne yapalım? Tabii sadece karakterleri ve kendilerinin doğalarını da suçlamamak
lazım. Düşünün bir: Bu karakterler nasıl yitirdiler şu kadarcık akıllarını? Ne acılar
çektiler de böyle bilinç akışları sergiliyorlar ki? İşte böyle bir yaklaşım sergilemeli her
aklı başında okur ve bu durum, salt bu kitap için geçerli değildir ama genel bir
alışkanlık, tavır olmalıdır. Tabii romantizm etkisi altındaki kitaplar istisnadır. Onlar
buna değil, ayrı bir pakete dâhildir.
Hikâyelerimiz sadece saçmalayan, komik karakterlerin dramları üzerine değil elbet.
Yazarımızın daha geniş bir perdesi var. Mesela Fatma diye bir karakter de var ki

5
kendisi saçmalıktan çok toplumsal bir semboldür aslında. Kitabın başlarında
karşılaşacaksınızdır bu karakterle; tabii eğer kitap, yazarın istediği hikâye sırasıyla
yayımlanırsa ve yayınevi, herhangi bir şeyle oynamazsa. Her hâlükârda, lütfen
Fatma’nın yan karakterden biri olduğu “Güzeller Güzeli Sinek” hikâyemizi lütfen
ciddiyetle okuyunuz, sevgili okur. Yazarımız, çok ciddi bir tavırla ve sosyal mesajlar
verme kaygısıyla tüm ruhunu vererek yazdı o hikâyeyi ve edebiyat öğretmeni de pek
beğenmişti bu özellikleri dolayısıyla hikâyesini ve bu nedenle sizin dikkatsiz, alelade
okuduğunuzu öğrenirse çok üzülür. Kendisi kimi zaman ne kadar mantıklı gözükse de
çok duygusaldır ve yazarımızın bu yönünü de hikâyelerde çok rahat
gözlemleyebileceksiniz.
Yazarımız aynı zamanda pek çok büyük yazarla tanışmıştır bu kitabın yazımı
sırasında ki hepsinin etkisi bariz bir biçimde görülebilir ileriki sayfalarda. Özellikle
“İnsancıklarım”da (Evet, bu da bir göndermedir.) birçok gönderme bulacaksınızdır bu
büyük üstatlara teşekkür namına. Bu açık etkiyi, sayın okur, sakın özentiliğe
yormayınız. Çünkü yazarımız bana şunu söylemişti: “Çok sevdiğim bir öğretmenim,
bana demişti: ‘Özgünlük, taklitten başlar.’. En azından aynı mesajla ama farklı
kelimelerle.”. Bence bu söz konusu öğretmenin pek hakkı vardır. Kendisine de
buradan koca bir teşekkür yolluyoruz. Ne yazık ki jenerik olmadığı için adını
geçemiyoruz kitabın sonunda.
Son olarak yazarımız, bu kitap yazılırken kendisine yardımcı olan herkese çok
teşekkür etmektedir. Aynı zamanda yardımcı olmayan herkese de bir o kadar
teşekkür etmektedir yardım etmedikleri için çünkü belki de yardım etselerdi kitap, şu
ankinden daha kötü bir eser olarak elinize geçecekti ya da daha da kötüsü, hiç
geçmeyecekti. Sırf bu ihtimalin hatırlatılması yazarımızın gözlerini sulandırmaya yeter
de artar. Kendisi, içerideki odadan bağırdı az önce: “Dur be artık Molléne, yeter bu
kadar rezil ettiğin! Millet de zannedecek, ben sızlak bir bebeğim! Geç bu
muhabbetleri de kitaba başla artık! Ha bir de ‘iyi okumalar’ demeyi unutma!”. Siz,
yazarımızın huysuz tavırlarına bakmayın. Kitap sonunda bitince kendisi biraz
heyecandan huysuzlaştı da… Neyse, sizi ben kitapla baş başa bırakayım artık.
İyi okumalar!

6
Güzeller Güzeli Sinek
Fatma, en basit tabirle sıradan bir kızdı. Yüzü veya fiziği herhangi bir ayırt edici
niteliğe sahip değildi. Ne güzeldi ne de çirkin. Ne uzundu ne kısa. Ne zayıftı ne
şişman. Doğrusu, belki daha çirkin nitelikleri olsa biraz daha orijinal ve anlatmaya
değer bir karakter olabilirdi; en azından yüzünde küçük bir yara izi, yanık, dudak
üstünde veya hatırı sayılabilecek herhangi bir yerinde bir ben taşıyabilirdi. Ama
Fatma, o kadar şanslı değildi. Zaten Fatma’nın kendisi de istemezdi daha çirkin
olmak. “O ezikler”den biri olmak mı? Asla. Karakteri de aynı görünüşü gibi ayırt
edilemezdi. Geçer alacak kadar dersine çalışıp kendini yeterli buldu mu bir saniye
bile beklemeden hemen defterini kapatan bir öğrenciydi lisenin ikinci senesine kadar.
Belli bir hobisi, uğraşı da yoktu. Boş vakitlerinde son modelin bir altı akıllı telefonunda
–bir üstünü almamaları dolayısıyla ailesinden nefret ettiğine karar vermişti– parmak
ucuna ilk denk gelen sosyal ağa tıklayıp saatlerce anlamsızca aşağıya doğru ekranı
sürükler ve ilgiye muhtaç hissetti mi –tabii kendisi bunu “ilgiye muhtaçlık” diye
adlandırmazdı çünkü o “sadece paylaşmak” istiyordu– salt ismine aşina olduğu ama
kişiliğinden, mensup olduğu akımdan herhangi bir şekilde haberdar olmadığı
filozofların ve tarihi karakterlerin –kendisinin anlam veremediği ama zeki insanların
hep anlamlı olduğunu savunduğu– sözlerini; ancak bir zihinsel engelliye
yakıştırılabilecek saçma, çirkin ve aptalca öz çekimlerini; tatlı kedi, köpek fotoğrafları;
sevmediği siyasi partinin yaptığı hataları, düzenbazlıkları herhangi bir şekilde
mevzuyu araştırmadan (zaten o partiyi sevmeyen) tanıdıklarıyla paylaşırdı. Bundan
canı sıkıldı mı izdivaç veya “moda” programlarında veya herhangi bir anaerkil şovda
birbiriyle anlamsızca tartışan, birbirine çemkiren geri zekâlıların bir saati bulan beyin
kezzaplarını izlerdi. Bazen de okuldan arkadaşlarıyla mesajlaşırdı, genellikle biriyle
mesajlaşırken diğerine söver ve öbürünün dedikodusunu yapardı. Bir keresinde, eski
arkadaşı Ezgi; bu sövme-saymadan haberdar olmuştu ve Fatma’yı çağırarak ona
“Sen ne biçim arkadaşsın? Sen arkadaşlık nedir biliyor musun?” gibisinden Fatma’ya
bağırıp ağlayarak kaçmıştı. Fatma, bu soruların cevabını hiçbir zaman aramadı tabii.
Hatta o an zerre bile dinlememişti Ezgi’yi. Neyse, zaten Ezgi, ezik bir şıllıktı. Neden
mi? Çünkü öyle. Çok nadiren bu arkadaşlarıyla buluşurdu da ve klasikleşmiş telefon
alışkanlıklarını birbirinin fiziksel birlikteliğiyle devam ettirirlerdi.

7
Fatma için lisenin ikinci yılının üçüncü haftasıydı. Akdeniz ikliminin nemli ve bayıcı,
sıcak yazı hâlâ tam tesiriyle devam ediyordu. Sınıftaki herkes yapış yapış terliydi.
İnce defter, kitap ve föyler; yelpaze ödevi görüyordu. Sinekler, tenden tene uçuşuyor;
rahatsız edecek ve sokacak kurbanlar arıyordu. Fatma da o kurbanlardan biriydi.
Yirmi saniyeden kısa aralıklarla Fatma’nın terli vücuduna konup duran sinekler,
Fatma’yı artık dersin bitmesi için yalvartıyordu.
Fatma, art arda gelen derslerde sürekli elini kolunu sallayarak sinek kovmaktan
yorulmuş bir şekilde sol kolunu sıranın üstünde kendine yastık yapmış, sağ kolunu
ise sıranım öbür ucuna kadar uzatmış; dersin bitmesini bekliyordu. “Acaba sonraki
bölümde öpüşecekler mi?” gibisinden bir düşünceyle kendisini oyalıyordu. Ama bir
anda kolunda bir his, Fatma’yı bu düşünceden çekip aldı. Fatma, ne oldu, diye
baktığında koluna yine bir sivrisineğin konduğunu fark etti. Sivrisinek, kanatlarını
Fatma’ya dönmüştü; âdeta Fatma’nın saldırmasını bekliyordu. Fatma da aynen böyle
düşünerek sol kolunu, yavaşça kaldırdı ve “Evet, sakın arkana dönme.” diye
fısıldayarak dudağını yaladı. Ama Fatma tam hamle yapacakken sivrisinek, Fatma’ya
doğru döndü ve Fatma, şaşkınlıktan donakaldı. Bu sinek, normal bir sinek değildi.
Nasıl mümkünse bu sinek, herhangi bir sineğin olabileceğinden çok daha güzeldi.
Güzelliği, sadece sinek standartlarına göre değil ama bir insanla bile mukayese
edilince çok üstün çıkıyordu. Fatma’dan fazlasıyla güzeldi hatta bu sivrisineğin,
Fatma’nın hiç şüphesiz dünyada gördüğü en güzel şey olduğunu söylemek abartı
olmazdı. Kesinlikle tarif edilemez bir güzellikti bu.
Fatma, bir müddet boşalan aklını toplamaya çalıştı. Şaşkındı ama nedense şahit
olduğu bu dünya dışı güzelliği nedense kabul etmekte hiç zorlanmıyordu. Güzeller
Güzeli Sinek, Fatma’ya, Fatma’nın kolunu başıyla göstererek bir şeyler anlatmaya
çalışıyordu. Fatma, bu mesajın anlamını hemen kavradı ve onaylar bir şekilde başını
yukarı aşağı salladı. Güzeller Güzeli Sinek, memnun bir şekilde Fatma’nın kolunu
nazikçe ısırdı ve ardından kesesi şişmiş bir şekilde mutluluktan dans etmeye başladı.
Dansının ardındansa öylece dikilip durdu Fatma’nın kolunda. Kaçmadı. Güzeller
Güzeli Sinek, sanki kendini Fatma’ya kanıtlamaya çalışıyordu ki başarmıştı da bunu.
Fatma, heyecanlandı. Eğer bu sinekle bir şekilde arkadaş olabilirse nasıl herkesin
diline düşeceğini düşledi gülümseyerek. Güzeller Güzeli Sinek, düşüncelerini
okumuşçasına Fatma’nın kolundan omzuna doğru tırmandı ve oraya oturdu, hiçbir
yere kımıldamadı. Fatma’nın kolu, ısırıktan dolayı kaşınmaya başlamıştı ama bu,
sadece ufak bir fedakârlıktı.

8
*
Fatma’nın herkesin diline düşmesi pek zaman almadı. Perşembeye kadar Güzeller
Güzeli Sinek’ten haberi olmayan kalmamıştı. Fatma, koridora çıktı mı Güzeller Güzeli
Sinek’ine ve kendisine bakmayan bir kişi bile kalmamıştı. Ve ne zaman Fatma, “Şu
Fatma’nın sineği…” diye başlayan bir kulağa eğilme ve fısıldaşma işitse Fatma’nın
yüzünde hâkim olunamaz bir sırıtma beliriyordu. Öyle dolu hissediyordu ki bazen,
birkaç sene içinde, gazetelerde ve dergilerde kendisine özgü magazin sayfaları olan
ünlülerden farksız olacağından bile emindi. “Şok şok şok! Dün saat yirmi sularında
Kıvanç Tatlıtuğ, yeni sevgilisi olduğu düşünülen ama bu konuda hâlâ kesin bir
açıklamada bulunmayan Fatma B.yle Boğaz’da birlikte yürürken görüldü. Şok şok
şok! İki sene önce Güzeller Güzeli Sinek’le derin bir dostluk kurarak ünlenen ve
sonradan müzik ve sinema sektörlerine yönelerek ününü daha da pekiştiren Fatma B.,
dergimizle gelecek hafta pazartesi röportaj yapmayı kabul etti. Acaba bu ikisi sadece
birer arkadaş mı yoksa çok daha fazlası mı? Dahası, haftaya!” gibi konularla dolu
olurdu hepsi.
Fatma, Güzeller Güzeli Sinek’le ilk günün akşamından anlaşmıştı: Güzeller Güzeli
Sinek; Fatma’yı –Fatma kötü gözükmesin diye– sadece geceleri, Fatma’nın
gözükmeyen yerlerinden sokacaktı. Bu durum, iki tarafın da kârlı çıktığı bir çıkar
ilişkisiydi. Fatma, her gece yatmadan önce elbiselerini üstünden atıp aynanın
karşısına dikilir ve karın, kalça, ayak bilekleri, göğüs çevresi, bel ve sırtında bitmek
bilmeyen ısırık izlerine bakardı ve kendisinden tiksinmeden edemezdi. Bu ısırıklar
günbegün katbekat artsa da ve biraz alışmış olduğu ama zaman zaman durmak
bilmeyen krizlere dönüşen kaşıntısına katlanamasa da bütün bunlar, Güzeller Güzeli
Sinek’in, Fatma’nın bayağı hayatına kattıklarının yanında kesinlikle çok önemsizdi.
*
Bir hafta içinde Fatma’nın ünü, okulun sınırlarını aşmıştı; bütün şehre yayılmıştı.
Tanımadığı insanlar, sürekli Fatma’nın bir tanıdığından bir şekilde elde ettiği telefon
numarasıyla Fatma’ya mesaj yazıyor; Fatma’yı arıyordu ve “Senden bir arkadaş
bahsetmişti de… Kulağa çok ilginç birisi gibi geldin. Seninle tanışmak istemiştim.
Belki sinemaya falan gidebiliriz veya istediğin başka bir yerde buluşabiliriz?”
gibisinden sözler sarf ediyorlardı. Bazen sokakta bu usulde tanıştığı kimselerle
gezerken birisi Fatma’yı yolda durdurup “Sen ‘o Fatma’ mısın? Evet! Gerçekten de
söyledikleri gibiymişsin. Güzeller Güzeli Sinek’le… Bak –Fatma’nın eline bir kâğıt
sıkıştırır– bu benim numaram. Eğer birileri seni rahatsız edecek olursa bana

9
kesinlikle haber ver. Ya da konuşmak, görüşmek istersen…” diye saldırırdı Fatma’nın
üzerine. Fatma, bundan asla sıkılmazdı. Özellikle bunun gibi olaylar başkalarının
yanındayken gerçekleşince pek hoş hissederdi. Ve çevresine üşüşen insanlar
sadece yaşıtı gençler değildi ama kendisinden yaşça çok daha büyük olan insanlar
bile Fatma’ya yaklaşmaya çalışmakta eksik olmuyorlardı. Bu yeni hayat ve koşullar,
bazen Fatma’nın beklentilerini o kadar aşıyordu ki Güzeller Güzeli Sinek’in varlığını
neredeyse unutuyordu. Ta ki Fatma, bir olay üzerine Güzeller Güzeli Sinek’i bir daha
asla unutamayıncaya kadar.
Bir gün uyanınca Fatma, omzunda Güzeller Güzeli Sinek’i bulamayınca çılgına
döndü. Odanın her bir köşesine bakıyordu ama Güzeller Güzeli Sinek’ten bir iz yoktu.
Bir baktı ki penceresini açık unutmuştu. “Kaçtı! Kaçtı! Kaçtı gitti!” diye ağlamaya
başladı Fatma. Yerde tepiniyor, duvarları yumrukluyordu haykırarak. “Şimdi ne
yapacağım ben onsuz? Nasıl çıkarım arkadaşlarımın karşısına? Ben onsuz bir hiçim!
Bir HİÇ! Neden? Neden gittin?” diyerek kendini yere attı ve ölen bir hayvanın zayıf
çığlıklarını andıran bir şekilde inlemeye başladı. Güzeller Güzeli Sinek, bu âcizane
teslimiyeti bekliyormuşçasına anında pencereden içeri uçtu ve Fatma’nın
gözyaşlarıyla dolu suratının karşısına dikildi. Fatma’nın içini soğuk bir his kapladı ve
Fatma, irkildi. Güzeller Güzeli Sinek, âdeta sırıtıyordu. Fatma, buruk bir tebessümle
Güzeller Güzeli Sinek’i omzuna aldı ve gözyaşlarını silerek okula yol aldı.
*
Fatma, bir senedir hoşlandığı ama ancak göz takibine alabildiği Ahmet’le artık
dilediği kadar vakit geçirebiliyordu. Her ders birlikte oturuyorlar, yemekhanede birlikte
yiyorlar, okul çıkışında birbirilerini bekleyip yolları ayrılıncaya kadar birbirlerine eşlik
ediyorlardı. Bir gün, aralarındaki ilişki daha ciddiye binince, bu listeye yeni bir etkinlik
eklemeye karar verdiler: malum sevişmek. Bu karar, olduğu gibi dile getirilmemişti
ama iki tarafın da bu isteği açık seçik ortadaydı. Anlamakta iki taraf da pek güçlük
çekmedi.
Fatma’nın ailesi, arkadaşlarına içmeye gitmişti. Annesiyle babası alkole karıştı mı
gelmelerinin geceyi bulacağını biliyordu Fatma. Fırsat bu fırsat, dedi ikisi ve akşam
sekizde Ahmet, Fatma’nın kapısının zilini çaldı. Fatma, ilk seferinin sabırsızlığıyla,
kapıyı açtı. Pis bir sırıtmayla karşıladı Ahmet’i ki aslında Fatma, filmlerde gördüğü
gibi sırıtmaya çalışıyordu. Aynısı tabii Ahmet için de geçerliydi. Vakit kaybetmeden
Fatma, son bir ayda edinmiş olduğu özgüvenle, Ahmet’i elinden tutarak odasına çekti.
Kapıyı, girerken sırtıyla kapadı. Güzeller Güzeli Sinek, odanın yatağa ırak köşesinde

10
ikisin izliyordu. Tabii, ikisi de bundan haberdardı ama rahatsız da olmuyorlardı.
Sonuçta bu aşkın kırmızı kurdelesini bağlayan da o güzeller güzeli varlık değil miydi?
Ahmet, Fatma’nın dudaklarına yapıştı haşin bir tavırla. Ve birbirine yaslanan
kafaların, çarparak takırdayan dişlerin ve yapışmış bedenlerin verdiği güçle Ahmet,
Fatma’yı yatağa yapıştırdı. Bir müddet birbirinin gözlerine baktılar. Ahmet’in gözleri
aceleyle giriş izni istiyordu ve Fatma’nın gözleri de aynı aceleyle onaylıyordu bu isteği.
Ahmet, aşina elleriyle ustaca Fatma’nın gömleğini tek hamlede üzerinden çıkardı.
Ama başka bir şey daha yapamadı. Ahmet; Fatma, nasıl Güzeller Güzeli Sinek’i ilk
gördüğünde donakaldıysa öyle donakaldı. Ama hayranlıktan, büyülenmişlikten değil;
salt tiksintiden. Ahmet, kollarıyla sardığı Fatma’yı iğrenç bir böcekmişçesine odanın
köşesine fırlattı söverek ve Fatma’nın açıklamasına bir saniye bile kulak vermeden
evi terk etti. Fatma, Güzeller Güzeli Sinek’iyle yalnız kaldı.
Fatma, afallamıştı ama az önce yaşananları fazla kafaya takmadığını düşünüyordu
ki bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildi. “Ahmet mi? O kim ya? O ezik mi? O
bir hiç. Başka bir şey değil. Onun gibisini tükürerek bulurum ben. Hem kötü birisiydi o.
Bak, nasıl sinek ısırıklarını görünce kaçtı. İç güzelliğe değil, sadece dışa önem
veriyor o. İyi ki ele verdi kendini. Hak etmiyordu beni o yüzsüz.” diye diye fark
etmeden sinirden köpürmüş, kızarmış, terlemişti. Hararet basmıştı. Hemen sinirle
pencereleri açtı ve bu sinirini bir an önce uykuyla bastırmaya karar verdi. Yorgun
düşüp derin bir uykuya daldı.
Bütün bu olanları kayıtsızca seyretmiş olan Güzeller Güzeli Sinek, Fatma uykuya
dalınca usulca Fatma’nın sol göğsünün altından iyice beslenip karnını doyurdu. Bir
müddet oturup dinlenen Güzeller Güzeli Sinek’in gözlerine sonuna kadar açılmış
pencerelere ve Fatma’nın çıplak bedenine ilişti. Zaten Fatma’dan doymuş olan
Güzeller Güzeli Sinek, arkadaşlarını çağırmaya karar verdi.
*
Sabah A. Sokağı, tüyler ürperten bir haberle uyandı. Şan Apartmanının iki
numaralı dairesinin girişine polis şeritleri sarılmıştı. Evin annesi, kızının odasının
başında bayılmış bir şekilde duvara yaslanıyordu ve evin babasıysa gözyaşları içinde
karısını omuzlarından tutarak kendine gelmesi için yalvararak sarsıyordu. Odanın
içindeki Komiser Y., ne kadar deneyimli bir polis olsa da karşısındaki sahneye şahit
olup da kusmamak için kendine zor alıkoyuyordu: Karın, kalça, ayak bilekleri, göğüs
çevresi, bel ve sırt bölgelerinden defalarca kez sivrisinek ısırığını andıran bir şekilde
kanı emilmiş; vücudunda tek damla bile kan bırakılmamış ve derisi, iskeleti üzerine

11
gerilmiş bir şekilde vücudu kullanılmış bir kondomu andıran, donuk beyaz Fatma’nın
cesedi.
*
Güzel rüyalar eşliğinde keyfini çıkarmakta olduğu derin uykusundan alarmın tiz
çığlıklarıyla uyanan Ayşe, kendisini uykusundan çekip alan bu gürültüye söverek
uyandı. Saati okuyabilmek için gözlerini ışığa alıştırmaya çalışan Ayşe, havada
uçuşan dijital rakamların bir araya gelmesini bekledi ve yavaş yavaş, kendi kendini
çözen bu bulmacayla birlikte Ayşe, çalar saatinin üzerinde kendisini bekleyen bir
sürprize karşı çok şaşırmıştı…

12
Beyaz Güller
...Ve eğer sevgi, birisinin çektirdiği acıya katlanabilme kabiliyeti ise o zaman aşk
da o kişinin çektireceği acıya muhtaçlıktır.
Kalem, titreyen elimin parmaklarımın arasından kayıyor, beyaz masamın üstüne
düşüp temas ettiği yerde o an bana devasa gelen ancak hakikatte küçük olan, siyah
bir leke bırakıyor. Uzun bir süre bu lekeye bakakalıyorum ve bu sahnedeki hatayı
bulmaya çalışıyorum ancak nafile. Ardından aynı şekilde siyaha boyanmış
düzinelerce özünde beyaz olan kâğıda bakıyorum ve artık her şey açık, netti.
Bütün bunlar olurken –uzun yazma süreci– panjurlar kapalıydı ve lamba açıktı.
Geçen onca saati unutturan basit illüzyonun enstrümanları… Saate bakıyorum ve
sabahın altısı olduğunu fark ediyorum. Vuruyorum kafamı yastığa, derin bir uykuya…
Dalamıyorum.
Çalar saat, ben anca uykuya dalabilince çalmaya başlıyor. Saat yedi buçuk ve
doğru: Bugün pazartesi.
Kendimi yataktan aşağıya atıyorum. Uzunca sıçıyorum ve elimi yıkayıp yüzüme
soğuk su çarpıyorum. Mısır gevreği ve kahvemi hazırlıyorum kendime. Ağzımdan süt
damlayarak mısır gevreğini sindirmeye çalışırken düşünüyorum: Bunun gibi bir
yalnızlık gıdası, nasıl olur da edebi bir anlam kazanamıyor?
Yarı çıplak, balkonumda oturmuş, kahvemi yudumluyorum. Yedi kat altımdaki
sokaktan telaşla bir o yana, bir bu yana koşturan karıncaları seyrediyorum ve
aşağılıyorum –önce onları, sonra da kendimi–.
Akrep sekize vardığında hızlıca gömleğimi üzerime geçirip düğmelerimi ilikliyor ve
kravatımı yarı gevşek bağlıyorum. Hızlıca bir C vitamini hapı fondipliyorum ve küçük
apartman dairemden çıkıyorum.
Asansörde bir yabancıyla karşılaşıyorum. İkimiz de zemine iniyoruz. Bana bakarak
gülüyor pek içten. Sanki gözleri, dün geceden beri işlediği günahtan kızarmamıştı da
yüce işlerden kendi hak etmişti çatlak damarları. Ve sanki kendisi gibi çirkin bir ruha
gülmek yakışıyordu, terbiyesiz! Hemen düzeltiyorum yüzündeki ifadeyi hak ettiği bir
şekilde ve tek başıma asansörden çıkıyorum, otomatik kapı ardımdan kapanıyor.
Küçük karınca, kimsesiz sokaklar arasında yol alıyor. Kendisine eşlik eden sadece
büyük adımlarıyla yardığı ve rüzgârla çemberler çizen kâğıt ve plastikten çöplerle

13
beraber sonbaharla dökülmüş sarı, yeşil yapraklar. Karınca, şiirlerini okuyor yol
boyunca. Kimse tanık olamıyor bunlara, hepsinin sonu aynıdır zaten.
Masasına varmasıyla zilin çalması bir oluyor. Çok özlediği dinlenme eylemsizliğini
hâlâ gerçekleştiremeden üzerine, sayısız mürekkep lekesiyle dolu önlüğünü geçirip
günün ilk dersine yol alıyor.
İlgisiz, ders dinlemeyen bir grup öğrenciye bir o kadar ilgisizce ders anlatan bir
öğretmenden oluşan bu sınıf tablosu kadar sarhoş edici bir şey yok –en azından
yakın bir vakitte karşılaşabileceğim bir başka ve en az bunun kadar sarhoş edici
başka bir manzarayla karşılaşana kadarki kanım böyle–. Dinlememelerinin aksine
asıl rahatsız edici olan, çocukların aralarında veya kişisel ne diyalektik ne fiziksel ne
de zihinsel herhangi bir aktivitede bulunmuyor olmaları. Karşımda bir avuç sağır, kör,
dilsiz; gözleri dönmüş, ağızlarından salyalar akarak öylece duruyorlar, etraflarından
bihaber. Belki daha genç, daha deneyimsiz bir eğitmen uğraşırdı bu çocukları
teneffüs ziline bağlamış hipnozlarından çıkarmaya. Lakin öyle bir umut kaynağı
çıkıncaya dek benimleler ve benim gözlemim altında çürüyüp gidecek bu gençlikleri;
bütün o değerli, geriye bakıp iç çekecekleri günleri…
Art arda gelen dersler de aynı ilki gibi bileklerimi jiletletebilecek nitelikteydiler ve
insanlığa karşı beslediğim son umut kırıntılarını yavaşça yok etti. Ancak gelecek
derslerimde sınav olacağı haberi gelince hayata biraz daha tutunabileceğimi
hissettim. Ve bunun üzerine, sınavda hangi sınıfı gözeteceğimi öğrenince ayrı bir
heyecan kaplamıştı içimi. Daha fazla vakit kaybetmeden sınav kâğıtlarıyla birlikte
sınıfıma yöneldim. Her yerim titriyordu.
"Hepinize başarılar." ve sınav başlamıştı, sandalyeme geçtim ve her zaman
yaptığım gibi O’nu seyrettim, gözlerim bir o tarafından bir bu tarafına keskin bir
şekilde yöneliyordu: Kısık, sakin, dalgın bakışları; neredeyse hiç gülümseme
görmemiş vişne pembesi dudakları; bütün o asil güzellikleri toplayan olgun-genç
yüzü; gözlerinin üzerine düşen uzun, düz, siyah saçları; kısa, zayıf fiziğine, yaşına
göre oldukça dolgun göğüsleri... Kendimi tutamıyorum anlasana! Sana karşı
duyduğum bu arzuya daha fazla karşı koymak imkânsız. Seninle bir bütün olmak
istiyorum. Seninle sevişirken ellerimi boynuna boğasınca dolamak, aşağıya kaydırıp
o genç, dolgun göğüslerini sıkmak, sıvazlamak, kafamı daldırıp öpmek, emmek,
yalamak istiyorum. Güçlendikçe bağırışlarının, çığlıklarının, bütün o haykırışlarının
Dünya'nın ta öbür ucunda duyulmasını, durmak bilmeksizin yankılanmasını istiyorum.
Ardından da koynunda ağlamak... Senin gibi yüce bir varlık nasıl oldu da benim gibi

14
kirli bir mahlukatla alakadar olmak zorunda kaldı? İlahi bir görev miydi senin varlığın;
beni cezalandırmak, bana cehennem azabı çektirmek için miydi? Ne hâllere düştüm
sayende! Bu sefalet... ne kadar da edebi!
Bir anda bana doğru dönen gözleri beni şehvetli düşlerimden çekip asıl dünyaya
geri döndürdü ve telaş içerisinde, ne yapacağımı bilemeyerek farklı yönlere bakmaya
başladım ama bir işe yaramıyor, bana bakmaya devam ediyor. Bir şey mi ima etmeye
çalışıyordu? Onu dikizlediğimi mi anlamıştı yoksa? Evet, ağzını aralıyor, beni ifşa
edecek, yerin dibine sokacak herkes şahitken, anlatacak nasıl bir sapık olduğumu.
— Hocam, saati göremiyorum da... Çekilebilir misiniz?
Bir an her şey bitti zannetmiştim. Hemen yana doğru çekildim, içim öyle bir
rahatlamıştı ki. Lakin bu rahatlık çok geçmeden düş kırıklığıyla yer değiştirdi. Keşke
fark etseydi her şeyi. Gün yüzüne çıkarsaydı bu yasak aşkımı, batırsaydı kariyerimi,
geleceğimi... Olaylar böyle gelişseydi ancak O'nu daha çok sevebilirdim, daha azı ise
asla...
Ve sınavın gerisi de böyle geçti: aşk, tedirginlik, şehvet, düş kırıklığı... Sınav
kâğıtlarını toplarken hiçbir şey söyleme cesaretini gösteremedim salt ona. Tek
yapabildiğim şey, onu sınıftan çıkıp dar, uzun koridorun ufkunda yavaşça yok
oluşunu izlemekti. Ve gözden kaybolduğu o an, ona ne kadar muhtaç olduğumu bir
kere daha anlamıştım.
Son dersim boştu ama okulda kalmak zorundaydım. Bu vaktimi test ve sınav
hazırlamakla değerlendirmeyi tercih ettim. Böyle işler beni düşüncelere dalmaktan
alıkoyuyor ve dolayısıyla bana kafamı toparlayacak zaman sağlıyor. Lakin bu
meditasyonum fazla süremiyor, birisi bana sesleniyor. Yoksa! Sırtımı vermiş olduğum
sese doğru hızlıca dönüyorum, telaşla ve umutla. Hayır, O değil; Merve... Kendisi
genç bir İngilizce öğretmeni. Gözleri yere, çapraza doğru kaymış bir şekilde, ellerini
arkasında kavuşturmuş, yüzünde soluk bir sırıtmayla "Çıkışta benimle gelsene." diyor.
O akşam birlikte onun evine gittik ve geceye kadar, uzun-kısa aralıklarla durmadan
seviştik.
Merve hayli güzel bir kadın, hatta fazlasıyla. Ne yüzü ne de vücudu bir
öğretmeninkini andırıyordu, gençliği de çabası. Gerçek saç rengi siyah olmasına
karşın sarıya boyatır, ben bile henüz görmemişimdir siyah renkli gizini. Kişiliği de saçı
gibi hayli renkli. Müzisyen yönü baskındır. Ustalıkla çalar piyanoyu, bir de yanında
çok güzel şarkı söyler, insanın ruhu dinlenir. Gerçekten de milyonda bir rastlanacak
insanlardandır kendisi. Ve aramızdaki ilişkiye gelince... "seks partnerliği" denebilir.

15
Tabii ona sorulacak olursa daha fazlası olduğunu söyleyebilir ki bu hiç de problem
değildir. Hoşuna gidiyorsa sevgili, belki de âşık olduğumuzu söyleyebilir ama bu
gerçeği değiştirmez. O gözümde en fazla bir seks oyuncağı, üstelik en kalitelisinden.
Elimde değerini kaybeden birçoğundan biri.
Yatağın hemen karşısında bulunan raylı dolabın üzerindeki genişçe aynada çıplak
olan kendimi ve Merve'yi görüyorum. Gözlerimiz ayna üzerinde kesiştiğinde Merve,
bir parmağı ağzında, aynı bir kedi gibi yatakta yavaşça yuvarlanıp cilveleşmeye
başlıyor, gözlerini kısıp cılız bir şekilde kıkırdıyor. Birisi ne kadar temiz, güzel, asil,
soylu, varlıklı olursa olsun; yatakta ona eşlik edecek birisini bulduğu anda cennetin
tepelerinden cehennemin en derin çukurlarına kadar düşüyor. Bu ne onun ne
çevresinin ne de insanoğlunun bir suçudur. Biz insanlar ne kadar gelişmiş ne kadar
zeki olursak olalım her şeyin sonunda birer hayvanız ve bu şehvet ve haz hissi bizim
doğamız. Ve en son, gözlerimi kendime çevirdiğimde, kendimi düne kıyasla daha
lekelenmiş buluyorum.
Gözlerimi açtığımda Merve'nin yastık ödevi gören kollarına sarılıyordum. Bayağı
derin bir uyku çekmiştim, kaçta uykuya daldığımı bile bilmiyorum. Erken olmalı,
evvelsi günkü uykusuzluğumu ve dünkü bitmez seksi göz önüne alınca. Dikkatlice
beni sıkıca saran kollarından sıyrılarak toparlanıyorum, onu uyandırmadan odadan
çıkıyorum ve fazla oyalanmadan arkamda "Halletmem gereken bir işim var, beni dert
etme." yazan bir not bırakıp evden ayrılıyorum. Aslında yapacak hiçbir işim yoktu.
Keşke olsa. Ama Merve ile yatak dışında fazla muhatap olmak bana çok çekici
gelmiyor, ne kadar renkli ve güzel olsa da. O'nun yanında Merve'nin bende
uyandırdığı hiçbir duygu yok, hele o acı... Uyandırdığı bir şey varsa o da salt benim
ereksiyonumdur.
Saat yediyi biraz geçiyordu evden çıktığımda. Ben de bu vaktimi yakınlardaki bir
parkta geçirmekle değerlendirmeyi uygun buldum. İdeal saate rağmen kimsecikler
yoktu. Ne kudurmuş çocuklar ne çekirdek çitleten kocakarılar ne yarı ölü ihtiyarlar ne
de cilveleşen sevgililer. Bir banka oturdum ve hafif rüzgârla dans eden ağaçları
izlemeye başladım. Zaman geçtikçe yavaşça yayıldım, yayıldım ve en sonunda da
uzanıyordum. "Biraz kestireyim..." diyerek gözlerimi yumdum.
... Karşımdaki arzularımın meleği yine seslendi bana "Hocam?.. Hocam?..
Hocam?..". Hep varlığınla rüyalarımı süslüyorsun zaten ya. Bu çürümüş dünyamı
dolduruyorsun toz pembesi karanlıkla. Ah, keşke gerçeklikte olsaydın yanı başımda!
Bir bu düşlerimde sahibim senin saf ruhuna. "Çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz,

16
Hocam... Anlayamıyorum sizi... Korkutuyorsunuz beni..." dedi yine endişeli bir yüzle,
yürekleri yakan, kül eden. Gel yanıma, yaklaş. Yok edeceğim tüm o aşağılık
korkuları... Daha yücelerini kabul edersen elbet...
Evimde, yatağımda açtım gözlerimi. Akşamdı, karnım çok kötü kazınıyordu.
Soluma döndüğümde beyaz bir gülü fark ettim, uzanıyordu hemen yanı başımda. "Ne
oldu?" diye aklımdan geçirirken bütün yaşananları anımsamam pek de vakit almadı.
"Ah, doğru ya!..". Bir daha döndüm, baktım ve yanılmıştım. O gül beyaz değildi. Kan
kırmızısıyla boyanmıştı. Ve ne anlamı kalmıştı? Yataktan kalkıyorum, toparlanıyorum
ve ayrılıyorum evden, arkamda yine bir not, "Halletmem gereken bir işim var, beni
dert etme.". Ah, salak ben! Hep sevip de bocalayan ben…

17
18
İtiraf-ı Aşk
XVII: İnsancıklarım
Yine yalnız kaldım. Dedim Dorukhan’a “Gel, erkek erkeğe kaliteli vakit geçirelim
biraz.” ama o da demez mi “Yok, kızlar futbol maçını izlemeye gideceğim. Komedi
olsun.”! Ama Dorukhan, biz kendi başımıza yeterince komedi değil miyiz zaten?
Gerçekten yazıklar olsun. Sattın arkadaşını şu beş para etmez kız milletine. Neyse,
bahçede banka oturacağız öyleyse biraz.
Oh, kimsecikler yok. Herkes kızlar futbol maçına gitmiş olmalı. Eh, bütün bahçe
bize kaldı demek. Olric, orada mısın? Buradayım tabii, efendimiz. Ben hep
buradayım sizin için. İyi, iyi; senin burada olman pek güven verici doğrusu. Olanları
gördün değil mi, Olric? Görmez miyim, efendimiz? Dorukhan Efendi’mize saygıda
kusur etmek istemem ama yapmış olduğu bu şey, tam anlamıyla şerefsizliktir;
kendisine, doğrusu, hiç yakıştıramadım böyle bir hareketi. Olric, bugün Dorukhan’a
bu kadar sinirlenmiş olmasaydım seni bu hakaretin dolayısıyla cezalandırırdım ama
haklısın, katılıyorum sana. Doğru söylüyorsunuz efendimiz, Dorukhan Efendi’mize
böyle kaba bir sıfatı yakıştırmak ne haddime ama… Dert etme, Olric. Bugünlük
muafsın bu konuda. Teşekkür ederim, efendimiz. Yalnız gerçekten sinirlendim
Dorukhan’a ha! Sinirlenmeyin, efendimiz. Bilirsiniz: Sinirlenmek sinirlere iyi gelmez.
Tam isabet, Olric! Daha doğru konuşamazdın. İşte ben senin bu yönünü seviyorum.
Çok karmaşık düşünmüyorsun ama hiçbir zaman yanılmıyorsun da. Teşekkür ederim,
efendimiz. Çok mahcup ettiniz beni. Mahcup olunacak bir şey değil bu, Olric.
Hünerlerinle övünmeyi bileceksin. Sezar’ın hakkını Sezar’a vereceksin. Dolayısıyla
Sezar, kendi hakkını kendisine vermek de durumundadır. Ha, yalnız şöyle bir şey var
ki aslında bu özelliğinin bir hüner olduğu söylenemez. Seni, Oğuz Üstat’ımızdan
özenerek yaratırken sana, aklımın sadece küçük bir bölümünü verdim ve büyük
kısmını kendime sakladım. Sonuçta, efendi, efendisi olduğu kişiden zekâca daha
üstün olmalı. Ve dolayısıyla sen, ancak basit yargılarda bulunabilen birisi hâline
geldin. Özür dilerim ama gerçek bu. Doğrudur, efendimiz. Ben razıyım. Sonuçta siz,
en iyisini bilirsiniz. İşte böyle razı olacaksın, Olric. Karşına çıkan acılara razı
olacaksın ki hayatta asla hayal kırıklığına uğramayacaksın. Bak hâlime, benim gibi
olmayacaksın işte. Mutlu mesut bir Olric olacaksın, benim gibi sürünmeyeceksin.

19
Sanırım haklısın… haklısınız. Tabii haklıyım, Olric. Ben ne zaman yanıldım ki? Yalnız
sen bana neredeyse “haklısın” mı diyordun, benimle senli benli mi oluyordun? Ben
daha evvelsi gün demedim mi sana, karakter dışına çıkma yoksa cezanı çekersin,
diye? Dediniz, efendimiz. O zaman buna da razı ol bakalım: Bir hafta gömleğimim
yaka cebinin en ücra köşesi olan ve aynı zamanda nasıl oluyorsa sürekli iplik
toplayan kısmına sürüyorum seni. Bu süre içince sana ara sıra uzatacağım birkaç
gevrek kırıntısı dışında da hiçbir şey yiyemezsin ve katiyen dışarı çıkamazsın, Olric.
Razıyım, efendimiz. Siz emredin yeter. Hem hak ettim de. Aferin Olric, böyle devam
et. Ederiz, efendimiz. Bendeniz Olric, artık cezamı çekmek için müsaade isterim.
Müsaade verilmiştir, Olric. Görüşürüz.
Evet, Olric’i de yolladık. O kim? Buse mi? Bana mı bakıyor o? Yok, arkama
bakıyormuş. Hey, arkam; Buse sana bakıyor ha, yanlış anlama. Arkamda da salt
demir barlar var, ne istediyse onlardan?.. Nuran’a yöneliyor şimdi de. Yoksa Nuran’ın
hemen ötesine, yemekhaneye mi gidiyor? Oyumu Nuran’a veriyorum. Ya siz, demir
barlar? Hadi ama! Çok çekimsersiniz. Böyle olursanız sizi kim ciddiye alır benim
dışımda? Ne oldu? Oy yemekhaneye mi? Öyleyse oylar eşit, yeniden sayım yapmak
lazım. Şaka şaka, demokratik değil bu oylama. Benim oyum daha değerli. Bak, durdu
Nuran’ın yanında. Ne? Sadece selam veriyor olabilir mi? Tabii, ihtimaller dâhilinde
ancak bu yazgı; daha Buse’yle Nuran, doğmadan önce kesinleşmişti. Geri dönüş yok
artık. İşte, gördüğün üzere yanına yerleşti Nuran’ın. Olsun, demir barlar, belki
çocukların demokratik günler görürler. Yalnız keşke bana gelseymiş de bir müddet
konuşsaymışız. Ama kadın da haklı. Kendisi felsefeci ama sürekli felsefe yapmaktan
yordum kadıncağızı. Bıktırdım kendimden. Başka kim kaldı peki konuşacak? Hasan?
Hayır, daha dün sattı beni. Çarşamba demişti: “Yarın öğlen gel de birlikte kahve
içelim.”. İyi demişsin! Dün kırk dakika gelmeni bekledik ama gelmedin. Derdim ben de
hep: “Hasan dürüst adamdır, ne yalan söyler ne de unutur sözünü.”. Yanılttın beni,
Hasan. Şüpheye düşürdün beni şimdi. Bir de karşılaşınca ve ben, sana nerede
olduğunu sorunca “Ben köye kahveye gitmiştim Falih’le.” demez misin? Oh, ne güzel!
Benim hatırıma da içtin mi bari? Kapattın mı bir fal benim için? Ne var kısmetimde,
söyle. Ne? Bana bir şey mi kabarmış? Hasan, hiç oldu mu şimdi sana böyle edepsiz
göndermeler yapmak? Bir daha bak düzgünce. Kuş mu görüyorsun? Ayaklarım
yerden mi kesilecek? Vay, demek yolumuz dar ağacına! İyi bari, hep idam edilip
ölmek istemişimdir. İnsan, nasıl hayata bir kez geliyor ve onu elinden geldiğince
güzel değerlendirmeye çalışıyor; aynı şekilde hayattan da bir kez gidiyor, onu da iyi

20
değerlendirmek lazım. Yalnız, dar ağacı biraz basit kalır. Ben çarmıha gerileyim,
bana ancak o yakışır. Hem güzel ibret olur millete. Görsünler benim gibi kafirlerin
sonunu. Bekle… Hasan, sen fal bakar mıydın ya? İnanır mıydın sen bu
muhabbetlere? Eh, ben de inanmam da güzel sohbet konusu olur. Neyse Hasan;
zaten seninle bugün hiç konuşmamalıydım, dünkü satışından hâlâ kırgınım sonuçta.
Bu yüzden şu an seninle bu konuşmaya devam etmek istemiyorum. Hadi görüşürüz
sonra.
Kimse yok mu? Nur Ağacı? Merhaba, Nur Ağacı. Lütfen karşılık verme. Sadece
otur ve dinle. Seni konuşma, cevap yetiştirme sorumluluğundan muaf tutuyorum.
Seninle birebir konuşamıyorum bu yüzden bu usul en doğrusu. Dinle, seni çok
seviyorum. Sana hiçbir zaman bunu dile getiremedim, sadece bakışlarım ve dolaylı
sözlerimle sana sezdirebildim o kadar. Bunu da fark etmen bir yılcık aldı. Ve sen de
her şeyi anladıktan sonra yanıtını pek iyi sezdirdin doğrusu. Özellikle o nefret dolu
bakışınla çok üstün bir başarı sergilediğini dile getirmeden edemem. Üç jüriden de
onar puan alabilecek bir performanstı. Ve evet, az önce kulağıma fısıldayıp
onayladılar. Biri de şaka amaçlı biraz kulağımı yaladı ama o öyledir. Kızamam. Her
geçen gün şahit olduğum bu bakışlar, beni daha da delirtti. Korku ve huzursuzluk,
kalbimden vücuduma yayılan kana işledi ve tüm bedenimi sardı. Keşke içime işleyen
bu kanı, kalbimi söküp yüzüne akıtabilsem ki görebilesin bütün her şeyimi tüm
çıplaklığıyla; dedim ve sana söylemeye karar verdim her şeyi. Aradım telefonla, açtın.
Anlattım, anlattım, anlattım… Ne anlatmak istediysem onlar dışında her şeyi anlattım
ve gerçeği anlatabilmek için senden başka bir şans diledim hep yaptığım gibi ama
kabul etmedin, doğru olmaz, dedin. Dayanamadım anlatamamaya, başladım
yazmaya. Bitmemiş hâliyle altmış beş sayfalık bir mektup… Ha, bir de yırtılıp atılmış
otuz sayfa müsvedde ve taslak. Tam yarıladım mektubu; kalktın, nişanlandın. Buna
da dayanamadım, yaktım mektubu evimin balkonunda. Özellikle üzerine kolonya
döktüm ki rahat yansın ve öylece durdum izledim. Duygularım –özellikle bu bitmez
aşkım– önce kolonyayla mora dönmüş mürekkebe; sonra, kömürleşmiş sayfalara ve
en sonundaysa kara dumanlara karıştı. Ağlamadım, doğrusu ağlayamadım. Ben, asla
ağlayamazdım zaten. Fazla mantıklıyım ben, yakıştıramıyorum hak etmeden
ağlamayı kendime. Sonra, sanki benim seni azat etmemi bekliyormuşçasına hiç
beklemeden evlendin. İki tane de çocuk yaptın, biri kız biri de erkek. Mektubu
izlediğim gibi izledim seni. Ama artık bundan böyle seni, beni izlettirmek için elimden
geleni yapacağım. Öyle birisi olacağım ki her gün ismimi duyacaksın her ağızdan.

21
Seni pişman etmek için her şeyi yapacağım. Ama aynı zamanda içten içe, senin
üzülmeni istemeyeceğim için asla pişman olmamanı dileyeceğim. Ve işte bu çirkin
ikilem içinde bir anlığına bile art niyet aramamanı, sayıklamaktan başka bir şey
yapmadığımı düşünmeni umacağım. Ah, ne yapıyorum ben böyle? Seni nasıl
yüzsüzce oturttum buraya? Lütfen, kaç kurtar kendini. Olamaz, ne iğrenç birisiyim
ben! Uzaklaş benden Nur Ağacı, uzaklaş!
Yalnız kaldım. Herkesle vedalaştım. Kalmadı konuşacak kimse. Ne kadar da
yalnız oldu burası böyle. Yeni birisiyle tanışalım bugün. Merhaba, adın ne senin?
Sedef. Merhabalar, Sedef; nasılsın? Sağ ol, sen nasılsın? Sağ ol, iyi; sağ ol, kötü?
Efendim? İyi misin, kötü müsün yani. Ha, pardon; iyiyim. Sen nasılsın? Ben kötüyüm,
çok sağ ol. Ya, neden kötüsün? Bilmem. Herhâlde hikâyemize kötü karakter lazımdı.
Sonuçta hayat, baş edecek kötüler olmadı mı çok bayat. Bula bula da kötü olacak
beni buldular. Kötülerin kötüsü… Ama aklına gelen değil, aklına gelmeyen anlamda.
Neyse, lafı dolandırmayayım: Anlatmak istemiyorum, henüz tanıştık ve ilişkimiz
gerçekçi olmalı. Öyleyse neden birbirimize “siz” diye hitap etmiyoruz? Yok, olmaz
Sedef’çiğim –bak, bir adım daha ilerlettim suni ilişkimizi– ben; Yusuf Üstat’ımıza
özendim insan ilişkileri konusunda, birisiyle tanıştım mı artık o kişiye “siz” diyemem.
Neden suni diyorsun ki? Bence bu, son derece gerçek. Ah, Sedef’çiğim, ah!
Bakıyorum ki umut dolusun. İlkel ama güzel bir ayırt edici özellik. Bu hoşuma gitti.
Ona iyi tutun, ha. Sen, sen olmazsan ben, sadece kendimle konuşuyor olurum. Bu
yüzden lütfen kendin kal, Olric gibi olma. Kim bu Olric? Tanıştırırım ikinizi, cezası bir
bitsin hele. Ne oldu, kötü bir şey mi yaptı? Birisinin kendisine işleyebileceği en büyük
suçu işledi, Sedef. Ne demeye çalıştığını anlayamıyorum ama söz, kendim kalırım.
Bekle, kim o geçen? Demet mi? Evet, sağına bak geçerken. Hadi… Yok, bakmıyor.
Hiç bakmaz o zaten. Hep geçer gider, kayıtsız. Ya da kayıtlı ve ben de onun
kayıtlılığına kayıtsız… Kime gidiyor o? O da mı Nuran’a? Bakalım… Yanında durdu…
iki laf etti… Aha, baktı sağına! Evet, gözler kesişti. Şimdi takıldın oltama. A, gidiyor.
Ve ufukta kayboldu. Görüşürüz Demet. Hayır, hayır; Sedef’i düşün. Hemen yanında
duruyor, bak; öküz herif! Ayıp değil mi? Ayıp tabii. Hiç centilmence değil. Özür dilerim,
Sedef. Çok büyük kabalık ettim sana. Bir çocuk gibi hemen dağılıyor dikkatim, toz
şeker gibiyim yemin ederim. Benim gibi mantıklı birisi nasıl bu hâle geldi, Sedef,
söylesene. Bilmiyorum, bilmiyorum. Keşke sana yardımcı olabilsem. Dert etme
Sedef; sözde soruydu, istifham sanatı bu. Biliyorum ama cevaplamayı reddediyorum.
Neden mi? Reddetmek namına, başka sebebe ihtiyaç var mı ki? Yok tabii ama

22
istersen kendini bana açabilirsin. Hayır, Sedef. Dedim ya: olmaz. Henüz kirletemem
seni kendi pisliğimle. Daha çok erken. Hem bak, kendimi tekrar ettirdin. Bunu unutma,
Sedef: Ben kendimi tekrarlamaktan nefret ederim. Unutmam, söz. İyi, umarım
unutmazsın. Eh, en azından benim hakkımda bu küçük şeyi öğrenmiş oldun. Beni
daha fazla tanımak mutlu etti mi seni? Etmez mi! Ya, öyle mi? Sence mutsuz olma
seçeneğin var mı peki? Ne demek istiyorsun? Önemli değil, Sedef’çiğim. Kafanı
böyle konularla yorma. Önünde parlak bir gelecek var. Üniversiteler kazanacak; iş
güç sahibi olacak; âşık olacak; sevgili olunacak; nişanlanacak; evlenecek; çoluk
çocuk sahibi olacak; orta yaş krizine girecek; orta yaş krizini atlatacak; Avrupalara,
Amerikalara ucuz seyahat fırsatlarından yararlanıp gezilere çıkılacak ve gittiğin yerde
bol bol alışveriş yapılacak; uzun bir kariyerden sonra gayri makul bir emekli maaşına
bağlanacak; torun sahibi olacak; her gün evladından torununun fotoğraflarını
atmasını isteyeceksin ve artık heyecanın çokça azaldığı hayatın uygun bir vakitte
sona erecek. Bunlara kafa yorunca nasıl oluyor, görüyorsun. Yo, görmüyorum. Doğru,
görmüyorsun. Bekle, Sedef; sessiz ol. Birileri geçiyor önümüzden. Seni fark
etmemeliler. Sen onların farkına varması için fazla iyisin. Bekle… Bekle… Tamam,
rahat. Sedef, burası çok soğuk oldu; bekle burada da kendime binadan bir ceket
alayım. Üşüdüm doğrusu.
İyi, etrafta kimse yok. Sadece bir hademe var. Merhaba, merhaba. Nasılsın? İyi ol,
iyi ol. Ben de iyiyim. Hadi kolay gelsin. Ne? Hayır, kolay girsin, demedim. Nasıl
yakıştırırsın bana böyle edepsizliği? Hayır! Konuşma benimle, gıkını çıkarma. İhanet
ettin bana. Ben, hainlerle konuşmam. Prensip meselesi.
Çok bekletmedim, değil mi? Sedef? Sedef? Nereye gittin? Burada bekle demedim
mi ben sana? Sedef, bu hiç komik değil. Bak, ben gülüyor muyum? Doğru; şaka
yapılan değil, şaka yapan güler ve bu nedenle gülmemem doğal. Yine de çıksana
dışarı. Elma dersem çık, armut dersem çıkma. Elma! Elma! Yemedi mi? Elmayı değil,
numarayı. Terk edildim demek. Uslu bir kıza benziyordun sen ama. Hiç mi
gelmeyeceksin geri? Pekâlâ. Neyse, böylesi daha iyi sanırım. En azından sözünü
tuttun, Sedef’çiğim. Elveda.

23
24
XVIII: To Mega Therion
Yorulmuş ve bu nedenle kıpkırmızı çatlamış gözlerimle karşımdaki boş, beyaz
bilgisayar sayfasına bakıyorum. Sırf gözlerimi açık tutabilmek için beş bardak kahve
içmiş –sağlıksız enerji içecekleriyle kendimize zarar vermemek lazım– ve kahvenin
esas amacına ihanet etmiş olmaktan dolayı kendime çok sinirliyim. Sonuçta edebi
hazzı tatmin etmek için var olan bu içeceği, kafein ihtiyacını gidermek için
tükettiğimde bayağılık etmiş oluyorum. Bir de içtik ya, işe yarasa! Bazen solumdaki
tek kişilik yatağıma bakıyorum ve baktığıma lanet okuyorum. Âdeta beni içine
çağırıyor, “Gel, üstüme kıvrıl da kestir biraz. Salla yarışmayı. Seneye katılırsın. Hem
bak, ne kadar rahat gözüküyorum. Şu yastığa kafanı yapıştırıp göçmek istiyorsun
değil mi bu diyarlardan? Yap, serbest. Hem benimle yattın diye aşkına da ihanet
etmiş sayılmıyorsun yani onu da bahane edemezsin bana. Ha, aşk demişken; O
nasıl? İyi mi? Vay, bugün iki kez gözleriniz kesişti ha? Bekle, önce kiminki? İyi bari,
önce O bakınca senin de bakmaya bahanen oluyor. Ne? Çok mu haşindi bu sefer?
Demek, soldan sağa doğru dönen göz bebekleri; benliğini bir bıçak gibi kesti, yüreğini
sıkıştırdı. Peki ilk kim gözlerini kaçırdı? Yine mi O? Bak, bu fena işte. Seni
umursamıyor, demek bu. Canım, üzülme. En azından sana bakmış ya. O da bir şey.
Sen üzüldün mü ben dayanamıyorum ama ya! Gel yat işte, hem onu da düşlersin
dilediğin kadar. Hadi. Hadi. Hadi…” diye ayartmaya çalışıyor beni. Ben alıştım artık
senin bu oyunlarına. Önce teklifini sürersin ortaya, sonra tutmadı mı hemen konuyu
çevirirsin ve beni üzersin öyle ya da böyle. Ha öyle ha böyle oldu üzdün mü beni
bağlarsın bir şekilde konuyu yine gayene. Lakin ben çözdüm seni, kandıramazsın
beni. Olmaz. Doğrusu, gayri resmi tavrın hoşuma gidiyor tek kişilik yatağım. Ama
bugün, bu tartışılmaz derecede çekici ve hoş ve normalde asla reddetmeye teşebbüs
bile etmeyeceğim teklifi kabul edemem, önemli bir misyonum var yerine getirilmeyi
bekleyen. Lakin teşekkür ederim, iyi geceler. Sonra yatışırız.
Sayfa hâlâ boş.

25
E, ne biçim iştir bu; diye kükreyip meydan okur bir şekilde kapıyı çarpıp kilitliyorum.
Anahtarı bir an yutmaya kalkacak gibi oluyorum ama sonra boğulup pisi pisine
ölürüm diye vazgeçiyorum. Seni ilham pezevengi! Seni iyi gün dostu! Ey, ilham adlı –
soy adını bilmem, hiç söylemedin– illet! Bugün buraya geleceksin. Gelmezsen ben –
her nerede, hangi arkadaşlarınlaysan fark etmez– kolundan tutup sen küçük bir
çocukmuşsun gibi getireceğim seni buraya. Herkese rezil olacaksın. Sen, “Ama…”
diyemeden “Sus, konuşma, terbiyesiz! Kaç kez dedim sana, vaktinde evde ol diye?”
diye bastıracağım seni; öyle bir âcizane hissedeceksin ki! Daha bir ay önce
buradaydın, öyle boş boş oturuyorduk, yarışma marışma yoktu tabii o sırada. İşe
yarayacağın vakit niye gelesin ki sana ihtiyacım yokken gelmek varken? Ama şimdi
düşününce, sen de çok haksız değilsin. O bir ay önceki gün, seni kapı dışarı etmiştim
“Niye sana ihtiyacım yokken geliyorsun?” diye bağırarak. Sanırım ilk iyi gün dostluğu
yapan bendim. Kardeşim, gerçekten özür dilerim. Affet beni, ne olursun. Söz, seni bir
daha kırmam, kapı dışarı etmem. Senin istediğin filmleri izleriz geldiğinde, sen iste
yeter. Ama bugün gel lütfen. Bak, yarın yarışmaya katılımın son günü ve hâlâ bir
hikâye yazamadım. Sensiz olmuyor, bayat oluyor; biliyorsun. Yarışmaya katılıp
kendimi duyurmam, kanıtlamam, aşkımın adını edebiyat dünyasında ve tarihinde
yankılandırmam lazım; anlıyor musun? Hani ölümsüz falan olacaktım vs.?.. Alo?
İlham? Neredesin? Sesin gelmiyor. Yok, kapattı. Bekle, hiç açmadı ki. Neyse.
Sayfa hâlâ boş.
Düşün, düşün… aç şu kitaplığı da belki bir kitap vardır, fikir verir. Bakalım: “Atlas
Silkindi”, “Tutunamayanlar”, “Dava”… Bir işe yaramaz! Bir daha bakayım: “Kanun
Kitabı”… “To Mega Therion”… “Büyük Canavar”… Ne ki zaten bu büyük canavar?
Crowley mi? Tabii, o büyük bir canavar ama sırf o mudur yani? Canavar nedir? İnsan
ürünü, içinde salt kötü özellikler bulunduran fantastik yaratık ve/veya hayvan. E,
Crowley insan; öyleyse neden canavar? Sözlükler yalan söylüyor da ondan. Fizikte
kanun şudur: Hiçbir şey vardan yok, yoktan var olamaz. Demek ki insan, canavar
denen şeyi sıfırdan düşünemez, yaratamaz. İnsandır sonuçta kitap, film, efsane
vb.de o korkunç canavarları yaratan. Bu dayanaklarla şu sonuca varıyorum: İnsan,
özünde bir canavar –insanına göre birden fazla canavar– barındırıyor ve o canavara
hayali bir vücut sevk ederek onu var ediyor. Durum böyleyse insanla canavar,
parçalanamaz bir bütündür ama eğer bu ikisi parçalanamaz bir bütün, Yin ve Yang’sa
neden insanlar bu canavarları bu kadar kötülüyoruz? Bu durum, aynaya bakıp da
nefret dolu bir yüzle “Senden ne kadar tiksiniyorum, bir bilsen!” demeye benzer. Belki

26
de günümüz nesli ve günümüze kadarki tüm nesiller, gelecek kuşaklara ne
olduklarını ve ne olmamaları gerektiğini söylemeye çalışıyordur. Nesillerdir meyve
vermeyen bu başarısız girişimlere de “Belki bu sefer tutar.” diyerek devam ediliyordur
ama göründüğü üzere canavarların gittiği falan yok.
Sayfa hâlâ boş.
Titreme başladı gene. Engel olamıyorum kendime. Soğuktan değil bu elbette. Oda
zaten sıcak, sorun ruhun üşümesinde. Hep başıma gelir bu, çok düşünmek ve fazla
duygulanmaktan. Âşık olduğumda bunu ilk kez yaşamıştım. Durmak bilmeyen bir
titreme nöbeti… Nur Ağacı’nı düşünmemeye çalışırsın ve daha da titrersin. İşte
matematiğin gerçek hayatla çeliştiği noktalardan biri: Titreme katsayısı, birim
düşünce çarpı birim duyguyken birim düşünceyi azaltmak, çarpmanın değerini
düşürünce titreme katsayısının düşmesi gerekirken aksi şekilde katsayı artıyor. Nur
Ağacı’nı elde edebilseydim böyle titremeye devam eder miydim acaba? Kim bilir?
Alsaydı beni koynuna belki öğrenebilirdim. Niye benim değilsin ki? Tamam, anlıyorum.
Fazla küçüğüm senin için. Evet, çocuğun olabilecek yaştayım. Ama evlenen evleniyor,
görüyorsun. Ha, tabii; kendine hiç yakışmayan bir şahısla evlisin, bir de o var ama
boşarız, sorun olmaz. Birkaç evrak işi sadece, büyütmeye lüzum yok. Sana bunları
dile getirme şansım yok zaten. Lakin getirecek olsam ve evli mevli olmasan da ve
sen de beni seviyor olsan ve bütün bu toplumdan dışlanma faslını da bir kenara
bırakabilirsek sen yine bir bahane uydurur derdin: “Ben senden çok önce ölürüm.
Katlanamazsın bensiz hayata.”. Sorun yok, canım: Zaten öldürmeyi planlıyordum
kendimi senin ardından hatta senden de önce yapardım bunu, sürpriz olurdu sana.
Cesedimi gördün mü “A, ben; ben senden önce ölürüm diye düşünmüştüm.” dersin
ve tam en şaşkın hâlinde bütün eş dost, siyah elbiseleriyle saklandıkları köşelerden
fırlarlar ve “Şaşırdın, değil mi?” diye bağırıp konfeti patlatarak ikinci sürprizi yaparlar
ve sen de “Ah, siz yok musunuz!” deyip şakacı gülüşmelerle hep beraber mezarıma
marş edersiniz ve sen, cesedimi şakaklarından öpersin ki bu, beni bir anlığına
canlandırır ve ben de seni şakaklarından öperim, saçlarından okşarım, sana sıkıca
sarılır ve yine ölür, kollarından kayarım mezara geri ardındansa benim önden seçmiş
olduğum Pink Floyd’un “The Great Gig in the Sky”ını çalarak dört dakika kırk beş
saniyelik saygı duruşuna durup biraz ağlarsınız ve ardından hep birlikte, artık sırf
sana kalmış olan küçük burjuva evimize gidersiniz ve orada benim –muhtemelen
anlatılmasından pek hoşnut olmayacağım– utanç verici anılarımı anlatırken
belediyenin vermiş olduğu “Eh, fena değil.” dedirten lahmacun ve ayranları

27
götürürsünüz ve aradan babacan, herkesin eğlenceli bulduğu bir yakınımız –
muhtemelen bir dayı, amca veya enişte– kalkar “Ben, lahmacunu acılı istemiştim ama
bu acısız. Benim acım nerede? Buna mı vergi veriyoruz şimdi?” diye şikâyet etmeye
başlar bağırarak ve masum görünüşlü bir kuzen kızı –bacak boyunda– annesinin
emriyle amcasına pul biber getirir ve babacan, herkesin eğlenceli bulduğu yakınımız
da “Sağ ol, yavrum. Sende bir ışık var. Sen büyüyünce babanın aksine adam olursun
ben sana söyleyeyim –kızsın biliyorum tabii ama–.” derken bir haykırış işitilir ve
çocuğun babası, “Ulan, sen kime adam değil, diyorsun ha!” der ve küfür ede ede
çatışmaya başlamışlarken sen gelip ayırırsın ikisini “Lütfen, yapmayın.” diye ve
gözyaşlarına hâkim olamadan ağlamaya başlarsın benim öldüğüm gerçeğini
hatırlayarak ve diğerleri de senin ağlamanla aynı şeyi anımsayıp sana eşlik ederler
ve beş dakika sonra yine gülüp eğlenmeye devam edersiniz. Titreme arttı, bak. Biraz
bana ve akli dengeme müsaade et, olur mu? Lütfen. Tamam? Sonra görüşürüz,
canım. Evet, ararım seni arada ama mesaj çekmem, haberin olsun. Biliyorsun,
prensiplerime aykırı. Sesini duymalıyım, duymazsam olmaz. Tamam? Hadi kapattım,
bay bay.
Sayfa hâlâ boş.
Titreme hâlâ hâkim. İlhamdan umudu keseli çok oldu zaten. İlham benden umudu
keseli çok daha fazla olmuştur tabii. Burası da ne yalnız ya! O, zaten burada olamaz
da sanki bir başkası daha eksik burada. Yani burada ama eksik. Hani hemen yanı
başında öylece ama sen hangi açıdan, boyuttan, gerçeklikten, mercek altından
bakarsan bak onu göremezsin ya. Bazen dürter seni, hissedersin ama dürtüldün mü
yoksa bir damar atması mı oldu bilemezsin. Evet, evet, vardı öyle birisi; hemen, bak,
sağımda duruyor yüzünde alçak gönüllü bir tebessümle. Hayır, hayır, yoktu öylesi;
bak, o sağımdaki sadece bir hayalet ya, başka bir şey değil. Benim hayaletle ne işim
olur ki zaten? Hayaleti de göremem zaten, gördüğümü varsayarım sadece. Sonuçta,
gördüğüne ikna olduğun sürece göremediğini veya gördüğün şeyin gerçek olmadığını
kim iddia edebilir ki? Kimse, ben sana söyleyeyim. Bekle… Sen kimsin? Ne arıyorsun
burada? Hayalet misindir, nesindir!.. Gitsene başımdan, bak, hikâye yazmaya
çalışıyorum burada, dikkatimi dağıtıyorsun. Hayır, dikkatim zaten bozuk değildi. Hayır,
ayıp mayıp olmuyor. Hem kim dedi sana, bana “abi” diyebileceğini? Yok lan sana izin
mizin! Çık, hadi yürü! Ne oldu? Neden çıkmıyorsun? Kapı mı kilitli? Hayalet değil
misin ulan sen? Yürü çık işte, asabımı bozma! Gece gece, gelmiş başıma… Hadi,
naş naş! Oh be! Bir huzur içinde yazdırmıyorlar adama.

28
Sayfa hâlâ bomboş.
İki hayalet daha geldi başıma. Biri sağımda, biri solumda. Özentilere bak hele. Biri
diyor, “Bırak, yazma. Bekle ilhamı, sonraki seferi. Yarım yamalak iş yapma.
Gelecekte tüm kalbini ver de yap. Yoksa zevk alamazsın yaptığın işten ve onun
meyvesini alamazsın.” ve beni caydırmaya çalışırken diğeri ise “Sen yaparsın,
başarırsın. Biliyorum senin ne kadar sınırsız olduğunu. Biraz gayret et ve başarı
avcundadır. Sana inanıyorum.” diyerek bana yaranıyor. Sessizlik! Yüce Divan,
hükmünü açıklıyor: Hayalet Bir ve Hayalet İki, ellerinde kâfi miktarda delil
bulundurmadığından kale alınmayacaklardır ve bu hayaletlerin biz, Yüce Divan’ın
kıymetli üyelerinin bir o kadar kıymetli vakitlerini böyle değersiz hususlara heba
etmeleri ötürü ikisi de yüz hayalet lirası cezaya çarptırılmıştır. Lütfen ödemeyi, size
çıkışta verilecek olan dizelgede belirtilen bankalardan herhangi birinin üzerinden
yapınız. Diğer hiçbir banka hesabına yapılan tediye geçerli sayılmayacaktır, bilginize.
Şimdi lütfen, önceki hayaletin çıktığı kapıdan odayı terk ediniz ve sonraki
müddeialeyhe yer açınız. Evet, beyefendi; adınız? Efendim? Sizi işitemiyorum, biraz
daha sesli konuşun lütfen; sadece mırıldanıyorsunuz, sesiniz işitilmiyor. Özür dilerim
efendim ama adınızı söyleme meselesindeki kusurunuz ötürü “ilham hakkından
mağduriyet” davanızı askıya alıyoruz. Lütfen en yakın vakitte sesinizi bir şekilde
gürleştiriniz ve tekrar müracaat ediniz. Lakin tekrar müracaat etmek için yine tediye
etmek durumundasınız, bilginize. İyi günler.
Sayfa hâlâ boş.
Titreme iyice arttı. Odanın köşesine –tek kişinin uzanması için kullanılan, çiçek
desenli ve deseni her beş gül çiçeğinde tekrar eden ikili koltuğun bulunduğu duvarın
sağ köşesine– çöküyorum ve âdeta bir köpek gibi titrerken saçlarımı çekiştiriyorum ve
teker teker dökülen ve süzülerek kucağıma düşen siyah beyaz saçlarımı
seyrediyorum. Ağzımı az aralıyorum ve tak tak tak tak tak sesiyle irkiliyorum.
Sallanıyorum, sallanıyorum; titriyorum, titriyorum; dökülüyorum ve saçılıyorum…
Kendimi yere bırakıyorum. Vücudumu kendi prangaları içinde serbest bırakıyorum.
Her göz kırpışımda oda, bir nebze daha da küçülüyor ve sayıyı şaşırmadıysam eğer,
yetmiş üç kırpışta karşı duvar, ayağıma dayanıyor. Bundan böyle göz kırptıkça daha
da sıkışıp büzülüyor, iki büklüm oluyorum. Neden odadan çıkmıyorum ki, diye
düşünürken hatırlıyorum: Kapı kilitliydi ve anahtar yoktu üzerimde, bulamıyordum.
Kendimi buraya hapsetmiştim ve şimdi kendi kararım, beni yok edecek. Eh, hayatın
cilvesi, adaleti bu ya. Etki-tepki. Kapıyı kilitlememe neden olan etki ise ilhamı

29
vaktinde kovmuş olmam ve onu çok geç bir vakit tekrar arıyor olmamdı. O gün bana
ilhamı kovduran etki de Nur Ağacı’nın evlenmiş, gebe kalmış olması ve benim
bundan dolayı sinirlenmiş olmamdı. Nur Ağacı’nın da başkasıyla evlenmesinin ve
gebe kalmasının sebebiyse benimle evlenip benden gebe kalmamasıydı. Onun da
etkisi… Ha, duvar beni çoktan ezmiş ve parçalamış bile.
*
Dinlenmiş bir şekilde gözlerimi açtığımda boş, beyaz sayfayı; simsiyah
karakterlerle dolmuş olarak buldum. Ne güzel kirlenmiş bu sayfalar. Kişiliğini bulmuş,
tabula rasa artık biricik bir öz hâline gelmiş. Aynı benim gibi, bizim gibi bir canavar
meydana gelmiş ve döngüyü devam ettiriyor.

30
XXIX: Yolu Bulmak
Hedefi olduğum yastıklar, masa lambası, televizyon kumandası, pelüş ayı ve bana
sarf edilen küfürler eşliğinde –en çok tekrarlananı “kalpsiz puşt” olmak üzere–
alelacele ve bu ani taarruzdan şaşkın, odadan çıkıyorum. Tabii bu elenegeldiyseattım
saldırısı, ardımdan kapattığım kapıyla sona ermiş olsa da merdivenlerden inerken ve
o apartmanı sonsuza dek terk edinceye kadar hakaretler kesilmemişti ve bir noktadan
sonra çok moral bozucu bir boyuta varmıştı. Nişanlımın –artık eski nişanlım– böyle
sağlam bir şekilde hakaret edebildiğini bilmiyordum. Bana hep çok efendi bir kız gibi
gelmişti. Yani herkes biraz küfredebilir de böyle sağlam küfretmek, her yiğidin harcı
değildir. Hiç duymadığım şeyler –ne yapmamı söylüyordu o lambayla?– pek
yaratıcıydı. Neyse, olan olduğuna göre artık atmosfere ve duruma yakışır bir şekilde
ellerimi cebime sokup başım öne eğik, ağzımda sigara, karanlık sokaklarda aylakça
yürümeliyim.
Vazgeçtim. Böyle depresif depresif dolaşmaya ancak yarım saat katlanılabilirmiş.
Millet nasıl beceriyor acaba? Ya da millet beceriyor mu yoksa Hollywood etkisi olsun
diye dişlerini mi sıkıyorlar? Salla. Saat geç oldu, artık eve dönmeli. Taksi durağı?.. Ha,
işte burada.
“Beş dakikaya gelir, abi.”yle bekletiliyorum. Sen benim kim olduğumu biliyor
musun? Bilmediğin belli. Bileydin “Hünkârım, taksi gelmez hemen; sen gel, atla
sırtıma da evine bizzat taşıyayım seni ve eğer yok, illa taksiye bineceğim; dersen
buraya domalayım da tabure yerine kullan beni lütfen.” derdin bedenini hazır ederek,
biraz domalmış ve göt çatalını göstererek. Ben, Muhammed’in torununun torununun
torununun (kırk yedi defa daha “torununun”) torunuyum. Evet, ben, yüce
peygamberinizin kanını taşıyorum işte seni basit mümin. Doğru, ateistim ama bu, dini
değerimi değiştirmez. Sonraki mucizeyi ben gerçekleştireceğim. Tamam, büyük
büyük büyük (kırık yedi defa daha “büyük”) dedem Muhammed, ayı ikiye bölmüş

31
olabilir ve evet, bu, kesinlikle takdire şayan bir şey ama kimin nesine yaramış bu
mucize? Ancak astrolojik nedenler dolayısıyla doğal felaketler olmuştur. Ay yarıldı
diye kim kârlı çıkmış? Muhammed’in kendisi tabii, başkası değil. Bir de peygamber
olacak, salt kendine yarıyor. Hani bütün peygamberler komünistti, ne oldu? Kendine
komünist demeli kendisine. Ben ama öyle değilim. Ben, herkesin işine yarayacak
mucizeler gerçekleştireceğim. Ve ben, bunu bilimselce yapacağım. Öyle yüzlerce yıl
tartışma konusu olmayacağım, herkesin şüphe veya inanç konusu olmayacağım.
Attım: Bir Tesla gibi olacağım. Herkesin yararlanabileceği icatlarla donatacağım evleri.
Ve resmimi de yapmalarına izin vereceğim ki put gibi tapsınlar bana çünkü ben, tek
uzun hayırlı peygamber olacağım. Benim adıma dini savaşlar değil, dini barışlar;
kurban törenleri değil, hayvanlara sevgi günleri; açlıkla boğuşma haftaları değil, açları
doyurma yılları olacak. O günler yakın, sevgili mutekitlerim, bekleyin ve mutlaka
geleceğim.
Beklerken ayağımın altında kovayla süpürülmüş kaldırımda arta kalan su
birikintisinde aksimi görüyorum. Nasılsın aksim? Görüşmeyeli uzun zaman oldu, en
son sabah yüzümü yıkarken karşılaşmıştık, değil mi? Aynen öyle, bizim için çok uzun
bir zaman. Birkaç saat daha geçseydi ikimiz de delirirdik herhâlde. Önce ben mi
yoksa sen mi? Önce sen tabii. Sonuçta aksimciğim, senin gözükmen ışığın suya
yansıması kadar süre alıyor yani benden ışık hızı kadar geride kalıyorsun ve
dolayısıyla geç deliriyorsun. Mantıklı konuştun yine, aferin! Kinaye sanatı seziyorum,
sesin fazla alaycıydı. Sezmedin, gerçeği fark ettin. Demek öyle aksim; ben sana hiç
böyle yaklaşıyor muyum, dalga geçiyor muyum seninle? Geçmiyorsun, zaten
geçemezsin de. Düşün bakalım, bende dalgası geçilecek herhangi bir malzeme var
mı? Bekle iki saniye… Var tabii, yüzünün şekli tuhaf! O senin yüzün geri zekâlı. E, ne
olmuş yani? Günün sonunda senin de yüzün. O da mı gecikmeli? Hem bu muhabbet,
yumurtamutavuktançıkartavukmuyumurtadana indirgendiği için iki tarafın da haklı
sayılmasını talep ediyorum ama iki tarafın da haksız sayılmasını kabul etmem çünkü
taraflardan biri bizzat benim. Talebiniz reddedilmiştir. Neden? Çünkü yumurta
tavuktan çıkar, yumurtadan da civciv. E, civciv de tavuk olur zaten. Önemli olan, ne
olacağın değil; ne olduğundur. Yine başladık, bak, yeter. Yetmez, yetmez; gelsinler
daha sonsuz muhabbetler! Gelecekleri varsa görecekleri de vardır elbet. Ne
görecekler? Onu vakti gelince düşünürüz. Vakit ne zaman gelecek? Onu da vakti
gelince… Oho, bu yaklaşımla senden bir cacık olmaz. Ben zaten cacık sevmem.
Künefeye ne dersin, onu çok severim? Nerden çıktı bilmiyorum ama o olur. Karnım

32
acıktı şimdi de ha. Söyle karnına da acıkmasın, fazla şımarttın şu mideyi. Ne
şımarması? Benim midem, en iyisine layık. Künefe mi şimdi en iyisi? Sen künefeyi
küçümsüyor musun? Hayır, sadece standartını biraz düşük buldum. Hani biraz insan
çıtayı yüksek tutar, belki bir demiglas sos içinde bekletilmiş yarı diri yarı ölü ıstakoz
falan deseydin anlardım da… Derdim ama dilimi falan kesmeye kalkar, hoş olmaz.
Kesilsin inşallah da susarsın biraz! Deme öyle, ayıp oluyor. Bence benim sohbetime
doyum olmuyor. Ulan, sen daha kendine katlanamazken nasıl bunu söylüyorsun,
inanamıyorum, sana yakıştıramıyorum. Haklısın, kahverengisi daha çok yakıştı değil
mi? Evet ama şu koyu yeşil kolsuz da fena değilmiş, bir de onu dene bence. Yok, o
çok kız işi; erkek adam kolsuz giyer miymiş, hem de koyu yeşil? Kız adam ol öyleyse,
hem ne derlermiş: Kızın erkeksisi çirkin, erkeğin kızsısı yakışıklıdır. Kim demiş bunu
bilmiyorum ama hak veriyorum, altına imzamı atarım. Şimdi kâğıt yok yanımızda,
sonra atarsın imzanı. Yok, aklıma gelmez sonra. Gelmeyiversin, bir imzaya mı kaldık
şimdi? Hem biz seni böyle seviyoruz. İyi bari, yatıştın biraz. Olur arada benim
gelgitlerim –denizimdir, okyanusumdur ben; dalgalarımla yutarım milleti, korkun
benden!– aldırma bana, geçer işte böyle zamanla. Yazdım aklımın bir köşesine. İyi
işte, imzanı da oraya atarsın. Bu arada, Muhammed, ayı ikiye falan bölmedi; o
konuda hatan var. Böldü tabii, anam söylediydi bana dört yaşımdayken. Yok, anan
da yanlış biliyor. Yobazlar uydurdu o olayı. İsa’nın, Musa’nın yanında biraz tırt kalan
peygamberimizi yüceltmek için öne sürülmüş bir yalan o. Anlıyorum, e tabii: İsa,
ölüyü diriltip suda yürümüş; Musa, denizi ikiye bölmüş… Yobazlar da demiş:
“Muhammed de ayı bölsün anasını satayım!”. E, benim peygamberlik olayı falan yattı
öyleyse. Yok, yok; yatmadı. Sen devam et hâline. Tamam, öyle yapalım, tam gaz
ileri! Beş seneye kalmaz, heykellerimi dikerler. Ha koçum, işte böyle!
— Abi, iki dakikadır öylece duruyorsun. Bir zahmet bin artık, bak, açtım
taksimetreyi.
*
— Huzur Mahallesi…
Ve bir “iii”yle taksi, şaha kalktı. Yok, kazayla gaz yerine frene basmış. Şoförün de
ne boktan kesimi varmış! Altlar üç, üstler otuz üç numara (götümden attığım bir sayı,
numaradan anlamam ben). Yeni moda herhâlde. Bu yeni nesil hep böyle –eski nesil
hiç böyle değildi, asla (!)–. O ünlü hep ne yapıyorsa bunlar da kuzu kuzu peşinden…
Saçım yarak gibi gözükür mü, kimsenin umurunda değil. Vur kafayı gitsin, berber abi!
Bekle, ben de bu nesildenim. Pekâlâ, öyleyim ama beynim, yüz jenerasyon ileri;

33
gönlümse on jenerasyon geride. Beyin, mantıkla; gönül, Kafkalarla Dostoyevskilerle
çalışıyor yani. Tamam, o ikisi de farklı jenerasyonlarda ve ikisi de muhtemelen on
jenerasyona denk gelmiyor ama onların da ayarları benim gibi kaçık, doğru
matematikle bir yerlerde kesişiyoruz hepimiz. İşte gönül de kafa da apayrı dünyalarda
olunca insan, modadır, popülerdir, bilmem nedir; pek işlemiyor bize. Şimdi tabii bu
edebi büyüklerimizi sevmek de moda ama ne yapalım? Şimdi meçhul cennetlerinde
ruhları sızlıyordur hâlimizi gördükçe. Özür dilerim, el âlem adına, edebiyat tanrıları.
Mazur görünüz onları.
Diye dua ederken bir araba, hızlıca yanımızdan geçiyor. Sürücüsü, sarışın bir
kadın, bana bir yerden çok tanıdık geliyor; onu ne kadar kısa bir müddet görmüş
olsam da. Niye kalbim sıkıştı böyle?
*
— Oğlum, ben sana diyorum: Hayatın hayırsızlık üzerine kurulu senin. Bak: İki ay
nişanını tutamıyorsun parmağında.
— Doğru söylüyorsun da ne yapayım? Parmağıma kan gitmiyordu, mosmor oldu
parmak. Ama evet, hayatım hayırsızlık üzerine kurulu, güzel tespit. En iyisi ben
dünyaya daha fazla hayırsızlık etmeden kendimi öldüreyim acısızca.
— Yok, o yetmez. O kadar hayırsızlık etmişsin, acısını çekeceksin. Öyle intiharla
mintiharla olmaz o iş. Sağlam acı çekeceksin ki borcunu ödemiş olacaksın. Derini
yüzebiliriz mesela?
— Sağ ol, almayayım. Deri yüzülmesine falan iştahım pek yok, midem kaldırmaz.
Belki başka bir zaman.
— Sen bilirsin. Taksimetre çalışıyor bak, dikkat et. Bedelini erkenden öde ki
borcunun altında kalma.
— Zaten cepler boşaldı, para yok. Taksiden inmeyerek zamanımı öldürüyorum ve
nasıl öderim diye dertlenerek bir yol arıyorum kendime.
— Yolunu çabuk bulsan iyi olur. Yalnız nasıl kaçırdın o güzelim kızı ya! Millet
ölüyor öyle bir kızla muhatap olabilmek için ve sen kalkıp nişanlanıyor sonra da
yüzüğünü atıyorsun, nişanı bozuyorsun, nimeti tükürüyorsun. Aferin sana!
— Nişan zaten baştan bozuktu, Dorukhan. Son kullanma tarihi ben ta lisedeyken
geçmişti, fark etmemişim. Aldım şimdi birkaç lokma; baktım mideyi bozuyor, gaz
yapıyor; attım çöpe gitti.
— Saçma sapan konuşma. Ben, kendine yaramaz bir geri zekâlıyım; demiyorsun
da nişan zaten yürümezdi, diyorsun.

34
— Gördün işte, yürümüyor. Yürümeyi bırak, emeklemiyor bile illet. İki aya bana tak
ettiriyor.
— Neyse. En azından evlenmeden, çocuk yapmadan hallettin işi. İyi tarafından
bak.
— Ne iyi tarafı? Çocuğum olsun ne kadar isterdim, biliyor musun?
— Dua et ki devlet, senin gibi birisinin böyle yaşamasına izin veriyor. Ben olsam
sokağa bile çıkarmazdım seni. Sırf zararsın be. Kim bilir çocuğun olsa ona ne
yapardın!
— İyi noktaya parmak bastın. Muhtemelen mahvederdim çocukcağızın hayatını.
— Ya, haklıyım değil mi?
— Tabii, tabii, her zaman. Dorukhan, bu arada, sen hiç sarışın bir kız hatırlıyor
musun yaşıtımız, belki liseden falan?
— Daha net bir şey söyleyemez miydin? Kaç tane sarışın görmüşüz hayatımızda,
başka özelliği yok mu bunun?
— Yok, geçenlerde taksiyle giderken yolda gördüm de pek tanıdık geldi kendisi.
— Yani senin hiç sarışın bir hatunla muhabbetin olduğunu anımsamıyorum. Hatta
herhangi bir kızla, nişanlın dışında.
— Neyse, boş ver.
*
— Abi, patron seni arıyordu.
E, tabii. Eninde sonunda bu da olacaktı. Keşke biz insanlar da devekuşları gibi
olabilseydik. Gözlerimizden küçük beynimizle kafamızı toprağın altına gömüp
tehlikeden ırak hissetmenin yanılgısı ancak yardımcı olabilir böyle vahim durumlarda.
Neyse! Olan olduysa ve tecavüz kaçınılmazsa gözünü yumup külotunu sıvayacaksın.
Hayır, olmaz! Öyle kolay teslim etmem ben kendimi! Sonuçta ben, neo-peygamberim!
Neredeyse unutuyordum asıl ilahi kişiliğimi. Bu patron bozuntusu, asıl hükümdarın
kim olduğunun farkında değil. Fark ettireceğim ona gerçekleri odasının kapısını
tekmeleyip bu küçük kulun huzuruna çıkınca. En meşhur mucizelerimden biri olan
baş parmak çıkarıp takmayı kullanacağım ona karşı. Evet, sınıf arkadaşlarımı
küçükken hep etkilerdim bununla. Ağzı dehşetle açılmış, tek kelime bile sarf
edemeyen, salyalar sızdıran dudak kenarlarıyla ve terler boşalan alnı, koltukaltı,
kıçıyla dizlerinin bağı çözülecek ve yere çökecek, sonra da bir anda içinde pekişen
kutsal hayranlığıyla ayaklarıma kapanacak. Makamını bana devredecek hemen,
istekle ve kendisi, bana karşı bugüne dek ettiği hadsizlikleri telafi etmek namına

35
tuvalet hademeliği yapmaya başlayacak hatta yetmedi, işin ilk birkaç haftası
kahrından yerleri yalayarak temizleyecek. Ya, iş olmayan günde azıcık kestirmişim
diye mesaiye zorladığın vakit beni veya tahsilatları yanlış hesapladığımda –ben değil
hesap makinesi hesaplamıştı aslında– bana bir daha bu hesap işlerini yapmada
güvenmeyişinde veya kızınla çıkmaya başladığımda başta beni kovmakla tehdit
ettiğinde ve kızın bundan haberdar olunca ve o da seni azarlayınca sen, beni
ikiyüzlüce terfi ettirdiğinde ve o bayağı kayın babalık rolünü takındığındaki
günahlarının cezasını çekeceksin seni pis züppe!
*
— Anne-
— Şşşt! Sözümü keseyim deme! Rezil ettin beni el âleme. Daha dün apartmandan
çıkarken komşuları dedikodu yaparken yakaladım: “Şerife Hanım’ın oğlan da amma
hayırsızmış ha! E, tabii, anasında da iş yok ki. Zaten bize geçenlerde yaptığı o su
böreği de fazla suluydu, eli kötü kadının kendisi de kötü olurmuş. Bir de ikisi de
solakmış, iblisler! Oğlan, patronunun kızını hamile bırakmış ve kızı nişana zorlamış;
kız, demiş, yapmam etmem olmaz ama oğlan, tehditle mehditle dizginlemiş kızcağızı
ve şimdi de kalkmış, hamile nişanlısını terk etmiş. Aynı zamanda seneler önce içkiyi
çok kaçırıp bir okulu silahla basıp iki çocuğu katletmiş ama yakalanmamış çünkü
polis amiri dayısı olurmuş, her şeyi kaza gibi göstermişler ve cezasız davayı
kapatmışlar. Bu arada, İngilizceyi böyle iyi bilmesi, Amerikalı para babalarıyla iş birliği
içinde olmasıymış ve içeri uyuşturucu, silah, köle sızdırıyormuş onlarla.” gibi laflar
ediyorlardı arkamızdan. Şimdi ben nasıl bakacağım hepsinin yüzüne? Sırf
karşılaşmayayım onlarla diye iki kat merdiven çıkıyorum, asansöre binmiyorum.
Ayaklarıma bak, ikisi de su topladı senin yüzünden. Biz seni böyle mi eğittik,
evladım? Bunun için mi bir ev parası verdik sırf sen özellerde okuyasın diye? Yazıklar
olsun sana!
— Anneciğim-
— Ben sana, sus, demedim mi? Hem suçlusun hem güçlü. Bir şu baban gibi
olamadın. O, harıl harıl çalışırdı beş lira kazansın da akşama karnı tok yatsın diye.
Sen ne yapıyorsun? Oturup felsefe yapıyorsun, başkalarını sömürüyorsun,
patronunun kızını düzüp gebe bırakıyorsun ve sonra da nişanını bozuyorsun!
— Ama anne ben onu hiç-
— Bak, hâlâ konuşuyor! Evladım, aklını başına topla. Seni biz hiç kırdık mı? Hiçbir
zaman bir dediğini iki etmedik, ne dilersen yaptık. Dedik, doktor ol. Hayır, filozof

36
olacağım ben, her soruyu yanıtlayacağım ben; dedin ve direttin. Sesimizi çıkarmadık;
heves, dedik, geçer ama gittin felsefeni de okudun. Bak şimdi hâline: Bekâr, işsiz,
parasız, sorumsuz, isimsiz, makamsız, terbiyesiz!..
.
.
.
*
Ve birkaç “pat”la roketlendi sarı, Doğan taksi –pardon, egzoz patlamasıymış–.
Daha öz annesi tarafından bir miktar ciddiye alınmayan ben, nasıl bu peygamberlik
serüvenime devam edeceğim? İsa’nın en azından bir Meryem’i falan vardı da bizde
ne var? Dedikodu manyağı bir kocakarı –su böreğini fazla sulu yaptığını kabul etmek
istemeyen–. Ulan, kalk savun oğlunu; değil mi? Yok, karı baştan meyilli satışa!
Babamın zaten hiçbir şey umurunda değil, dünya sikinde değil. Ne bok yerse yesin
oğlunuz, değil mi? Sanki GPS’yle geliyoruz dünyaya da yolu takip et, varırsın hedefin
mutluluğa ve elbette otomatik kadın (tercihe göre erkek) sesi de eşlik edecek sana
yalnız kalmayasın diye. Evet, bayanlar ve baylar ve diğer kategorilere giren cinsel
tercihler; size son model hayatı takdim ediyorum: Yepyeni aile veri tabanıyla ve siz
daha var olmadan evvel hazırlanmış güzergâhlarla daimî hedefinize –dert etmeyin,
biz onu da sizin için çoktan seçtik– kusursuz bir biçimde ulaşacaksınız.
Diye sinirlenirken duyarsızlığa, yine yanımdan hızlıca geçti o araba. İçinde
anımsayamadığım o kadın. Kimdi o, bir hatırlasam…
*
— Şimdi hem bekâr hem de işsizsin ha? İyi sıçtın bu sefer ha!
— Ha, doğru; sırf sıçmakla kalmadım ama. Sıçma daha yeni başlıyor. Sonra
sıvaması, üzerine biraz maydanoz, kimyon ve kekik ve biraz da parlasın, hoş
gözüksün diye sim attıracağım ve ondan sonra biraz daha sıçma ve yine biraz daha
sıvama gelir ardından…
— Peki, başarısızlıklar listesinde sırada ne var? Çıtayı bayağı yükselttin,
seyircilerin beklentileri de doğal olarak çok yükseldi. Performansını korumalısın.
— Aslında, Dorukhan, ben bu başarısızlık şovundan biraz sıkıldım ve bundan pek
bunaldım. Bence bir şeyler başararak seyirciyi şaşırtalım.
— Yok, yok; sen başarısızlığa devam et. Öyle riskli rücularla reytingimizi bok
etmeyelim. Kim başkalarının başarılarını duymak ister ki? Kimse kendi alçaklığının
hatırlatılmasından hoşlanmaz. Onun yerine herkes, başkalarının başarısızlıklarını

37
seyrederek avunmayı tercih ederler. Ne demiş: “Dünya palyaçoya bayılır,
boğulurkenki gülümsemesiyle.”.
— Kim demiş?
— Adı bizde saklı.
— Hep bu seyirci illetine hayatımızı mahvettik, Dorukhan-
— Yok, sadece sen mahvettin. Ben, senin aksine, pek başarılıyım. İyi bir yatırımcı,
koca, babayım ve kesinlikle topluma faydalı, örnek bir bireyim.
— Tamam, tamam! Mahvetti“m” hayatımı bu seyirci illetine. Siktir et onları. Artık
sadece kendim için yaşayacağım.
— Ve seyirci çıldırdı: Olamaz!
— Bal gibi de olur. İşte, böyle şımarırsanız işin sonu böyle olur.
— Seyircilerin bir düzine kadarı ağlamaya başladı, ne yapalım?
— Bırak ağlasınlar. Ağlasınlar da büyüsünler. Ben, katı bir babayım.
— Düzeltme: acımasız.
— Seyirci neydi peki?
— Buyurgan, beklentili, heyecanlı...
— Düzeltme: Onlar da acımasız.
— Onlar çocuk henüz. Acımasız, gaddar olabilirler. Sen bir ebeveynsin. Senin
böyle davranma lüksün olamaz. Onların kölesisin sen ve yavrucaklar, itaat etmeni
talep ediyorlar.
— Hayır, ben özgür bir adamım. Şeytanın avukatına sor dilersen.
— Ne oldu? Şeytan mı oldun şimdi de?
— Yok, ben, cehennemin sonsuz bürokrasisinde mütevazı bir zebaniyim sadece.
Şeytanın avukatıyla beraber gitmiştik askere, orada tanıştık da kaynaştık. Gönül
borcuyla o da yardım ediyor şimdi kendince.
— E, asıl şeytan öyle filmdeki gibi uyaklı, sanatlı konuşuyor mu bari?
— Hayır, gerçekte Laz’dır kendisi. West; havalı olsun, ciddiye alınsın diye
şiirselleştirmiş sözlerini adamcağızın. “Ben son hümanistim, behey!” diye bağırsaydı
filmde, herkes gülüp geçerdi, yanlış mı? Hiçbir şeyi irdelemeden…
— Bak ben bunu bilmiyordum.
— Bilmezsin tabii. Sen, alelade bir müminsin. Ne bileceksin hakikati? Ancak
peygamberler aydınlatabilir sizi, “gerçek” diye adlandırdığınız yanılgılardan
kurtarabilir.
— Hani sen zebaniydin? Ne ara peygamber oldun?

38
— Yalan söyledim tabii.
— Hani peygamberler yalan söylemezdi?
— Elbette yalan söylerler. Her kalıplaşmış dinin en azından bir tane peygamberi
varsa ve sadece bir din doğruysa –sonuçta hepsi birlikte doğru olamaz– biri hariç
bütün peygamberler yalan söylememiş midir?
— Öyleyse sen de onlar gibi yalancı peygambersin?
— Önemli olan inanç. İnandığın zaman her gerçek değişebilir. Söylediğim yalanın
bir önemi yok yani. İstesem yok edebilirim seni şimdi mesela, salt inancımla. Hiç var
olmamış olabilirsin.
— Yok et bakalım, hadi.
— Pekâlâ…
*
— Huzur Mahallesi.
Bu sefer sıradan bir “vırn”la hareketlendi taksi. Çok acı verici bir deneyim: Ta
liseden tanıdığın yakın dostunu yok etmek durumunda olmak. Sanırım her
peygamber, büyük acılar çekmek durumunda. Kimi fiziksel, kimi ruhsal… Neyse,
gelecekte tüm bu acılar, ibadet olarak geri dönecektir. Acaba kutsal kitabım ne ara
inecek? Yani artık bir işaret gelsin yoksa ben, bu akşamdan bir şeyler yazmaya
başlayım da anca yetişir. Artık işim de olmadığına göre bol bol vaktim olacak. Yay
kıçını ve kutsal kitabını yaz! Oh! Hiç de fena değilmiş bu peygamberlik mesleği. Tabii
henüz nereden, nasıl maaşımı alacağım sıkıntısı var ama daha idare edebilirim bir
süre. Acaba kutsal kitap satışlarından ne kadar pay biçer bana yayınevi? Yüzde
yirminin altı kesmez, şimdiden söyleyeyim. Fazla mıdır, az mıdır; bilmem. Ama bu
sayı, nedendir bilmem, kulağa pek iddialı geliyor. Yoksa ne anlarım ben kitap
satışından! İmza günlerine gittim mi belki bol bol para sıkıştırırlar göğsüme. Yeter! Bu
kadar hayal ettiğin yetti. Daha ne kadar devam edeceksin bu peygamberlik
saçmalığına? Bak: Şu taksi şoförünün bile en azından bir arabası var, peki senin
neyin var? Sevgilin? Hayır. Dostun? Hayır. İşin? Hayır. Anlayışlı, yardımcı bir ailen?
Hayır. Paran? Hayır. Mal mülk de mi yok? Hayır. Ağlayacak bir omuz? Hayır… Hiçbir
şeyim yok ama neyi kaybetmekten korkuyorum ben böyle de tiril tiril titriyorum?
Bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü cevabım da yok. Ah, Nur Ağacı’m! Yardım etsene
bana, ne olursun!
Diye yakarırken yine önceki seferlerdeki gibi hızlıca bir araba geçti, aynı sarışın
sürücü. Nasıl oldu da unuttum ben onu?

39
— Derhâl o aracı takip et!
— Efendim?
— Aracı, aracı! Sarışın şoförü olan! Takip et onu, hadi, kaçıracağız!
— Abi, ne sarışını?
— Sür işte, hıyarto! Sağa girdi, çabuk!
— Abi, tamam, sakin…
Çabuk, bak, uzaklaşıyor! Kaybedeceğiz onu! Kaybedemem onu, bir daha asla!
Dikkat, şimdi de sağa saptı! Aha, orada işte! Düz! Sol! Tekrar sol! Yok, sağ! Ne hızlı
gidiyor ama! Kırmızı mırmızı tanımıyor ha! İşte! Yana çekti! Çabuk, sağa yanaş,
çabuk! Ara sokağa yürüyor!
— Abi, senin problemin ne ya?
“Salla problemi şimdi. Al, üstü kalsın.” diyerek cebimdeki tüm parayı eline
sıkıştırıyorum.
— Abi, para eksik!
Umurumda değil! Nur Ağacı’ma kavuşmuşum nihayet; uğraştırma beni kendi
maddi derdinle. İşte, oradasın. İçi her daim boş apartmanların uzun duvarlarıyla
oluşturduğu dört yol ağzında. Duruyorsun. Bekle, sana geliyorum. Beş metre kalmıştı,
niye içeri –sağına– sapıyorsun? Geliyorum arkandan. Dört yol ağzına varıyorum
şimdi ve çeviriyorum başımı sağa yani sana yani Nur Ağacı’ma evet benim Nur
Ağacı’ma canım sevdam her şeyim tüm yüreğim hayatım ve saymadığım tüm
değerlerim! Lakin yoksun işte. Yok olmuş, havaya karışmışsın. Onca yıl sonra elde
edecektim seni ve yoksun ki artık, ne yapacağım ben? Bekle. Havaya karıştın ya sen,
benle birsin artık. İşte, nasıl soluyor ve nasıl veriyorum özünü. İçime işliyorsun ve
şimdi de kanıma karışıyorsun. Bak, sol elime vardın sıcaklığınla ve işte sıra sağdadır.
Seninle inceldi; kısaldı, artık güzel ellerim. Gıdıklıyorsun; artık güzel, pespembe
dudaklarımı. Gözlerim senin gözlerin; kara boncuk tanelerimiz. Saçlarım da sararmış
ki boyatma değil miydi onlar aslında? A, boyum mu kısaldı ne? Sanki iki karış daha
yakınım yere ama aynı zamanda göklere her zamankinden çok daha yakın. İki adım
atarım ve artık benim olan güzel ismini hecelerim. Bir iki, bir iki ve bir ve iki… Ben sen
olmuşum bu ıssız sokakta, fark ettim bunu. Senle burada birim ancak ve eğer başka
bir yerde de varamayacaksam sana; sonunda, terk ettiğim evime dönmüşümdür.

40
Sonsuza dek beraberiz.

41
42
?: Nur Ağacı
Bu eve taşındığım günü asla unutamam. Neden bilemiyorum, ancak tahminler
yürütebilirim ama hissettiğim o huzursuzluk tarif edilemezdi. Belki yabancılıktan, belki
de korkudandır. Sonuçta, artık aşina olmadığım bir yerde yatıp kalkma
durumundaydım. Sebebi her neyse bütün gece boyunca tavana bakarak, elimin
tersini terli alnımın üstünde dinlendirirken kafamda sürekli dönüp duran tek bir fikir
dolayısıyla uyku, hiçbir zaman sahip olamayacağıma yavaş yavaş imkânsızlığına
inanmaya başladığım bir lüks gibi gelmeye başlamıştı. O gece, bana kapısı açık olan
tek şey, her geçen saniye tesirini daha da arttıran kuruntumdu.
O ilk geceden sonra bir daha bu yüke katlanmayacağıma karar verdim. Bir daha
adımımı atmayacaktım o eve. Barınma ihtiyacıyla bir başkasının evinde buldum
kendimi sonraki gün. Evet, kuruntu hissedilmiyordu orada ana bu sefer de yepyeni,
soğuk bir his kaplamıştı içimi. Beni evine almıştı ama evi benimle paylaşmıyordu
sanki. Daha çok yalnızlığını gidermek için almıştı beni yanına. Yani benim, ona
sığınmamla neredeyse aynı neden. Orada bir gün bile kalamadım; o, uyuyorken terk
ettim evini. Sonra bir başkasına gittim, o da yürümedi. Bir başkası, bir başkası, bir
başkası… Dayanamadım daha fazla, attım kendimi eskiden bulunduğum sokaklara.
Bu süreçse belki yabancıların evindeki gibi soğuk geçmedi ama kesinlikle en az onlar
kadar anlamsız geçti. Düşünecek, dertlenecek bir şey yoktu. Bomboş bir deneyimdi.
O günlere geri bakıyorum ve hâlâ yabancı evlerde ve sokaklarda heba ettiğim
günlerimi düşünüp kederleniyorum.
Evime geri döndüğümde çok daha samimi, çok daha tanıdık ve sıcak bir havayla
karşılandım. Bana başta bu kadar yabancı gelen burası, nasıl şimdi böyle değişmiş

43
olabilirdi? O an anlam veremedim ama şimdi cevap çok basit geliyor: Her şey aslında
aynıydı, bir ben değişmiştim. Amaçsız ve anlamsız geçirdiğim son zamanlardan
sonra artık ben, ölmüş ve yeni, daha iyi bir formda tekrardan doğmuştum. Ve bu yeni
benle birlikte daha önce hiç fark etmediğim bir şeye gözlerimi açmış oldum: Evin
arkasında yemyeşil bir bahçe vardı. Görür görmez hayran kaldığım bu bahçe evin
duvarlarına uzanan küçük, yeşil sarmaşıklara; bahçeyi saran tahtadan çitlerin
kıyısında dikili yavru, kırmızı ve beyaz gül çiçeklerine; tam merkezinde ise henüz
kimliğini belli etmeyen iki karış boyunda küçük bir fidana ev sahipliği yapıyordu. Beni
saran büyülenmişlik ve aitlik duygusunun sıcaklığıyla bu bahçeye, hemen o an,
bakmayı kendime ödev ettim.
Ve işte böyle, tam yirmi yıl bu evden dışarı tek bir adım bile atmadan cennet
bahçeme kalbim gibi bakıyorum. En güzel vakitlerim hep o bahçedeyken geçiyor ve
orada geçirdiğim her saniye bana bir ben daha katıyor. Güzelleşen bahçeyle ben de
özleşiyorum.
Zaman içinde küçük fidan, büyüdü ve özünü belli etti. O bir nur ağacıydı. Nar
ağacından neredeyse farksızdı. Zayıf, kısa, kırmızı çiçekli ve meyveliydi. Ama bir fark
vardı aralarında ki bu, onu sıradan bir nar ağacından farklı kılıyordu. Her bir meyvesi,
içinde binlerce meyvecik kılığında mutluluk ve huzur barındırıyordu. Tabii, bu ağaç;
meyve açtı mı ne kadar mesut etse de beni, kimi zamanlar var ki bin bir türlü kötü
duyguyla kaplar tüm benliğimi. Baharın ardından gelen yazla hâlâ çiçeği ve
meyvesiyle huzuru sağlasa da bir nahoşluk kaplar etrafını ki bu, insana, bayağılığın
vücut bulmuş hâli gibi gelir. Sonra sonbahar geldi mi ve yavrularına veda etti mi
ayrılığın asla aşinalaşılamaz kederi sarar her bir dalını ve ne zaman yağmur yağacak
olsa dallarından teker teker kayıp düşen su damlalarını izlerim ve düşünürüm:
Ağlayan gökyüzü mü, nur ağacı mı yoksa ben miydim? Belki hepsi, belki hiçbiri… Ve
en son, kış gelir ve kendini ölü atmosfer içinde âdeta yok olur, varlığından
bıkmışçasına. Artık hüzünlenmez pek, alışmıştır ama tabii bazen bütün o duygular
aniden geri gelir. Yıllar evvel bir sevdiğini kaybetmiş birisi gibi anımsar ve sessizce
ağlar. Ona yardımcı olamamanın âcizane hüznüyle ben de ona eşlik ederim,
gözyaşlarımızdan yeni umutlar filizlenir umuduyla. Ve nedense, en çok da bu
mevsimde büyür gibi gelir bana.
Yalnız bahar yine geldi mi bu vakitler unutulur ve hepsi uzak bir rüya hâline gelir.
Evin koca duvarına tırmanmış sarmaşıklar; çitleri sarmalamış, dikenli bir örgü
oluşturan rengârenk güller ve hayat döngüsünün dayanılmaz ağırlığını ince dallarına

44
ve zayıf bedenine yüklenmiş, asla yılmadan mücadele içinde sürüp bugünlere gelen
nur ağacım ve ben… Hepimiz öylece durur ve ne geçmişi irdeleyerek ne de geleceği
dert ederek anı yaşar ve yüzümüzde paha biçilmez bir tebessümle öylece dururuz,
umutla ve dimdik.
Son birkaç senedir sıklıkla beni seven ve önemseyen kimileri beni dürtüyor ve
yüzlerinde endişeli bir ifadeyle; “Artık taşınmanın vakti gelmedi mi?”, “Kendine zarar
veriyorsun o evde.”, “Bak; şöyle bir ev varmış, ucuza satılık, bence git de bir bak.”,
“Değer mi bütün bunlara?” gibisinden sözler sarf ediyorlar. Ben de anlayışlı bir usulde
onlara laf yetiştirmek yerine onları sadece ellerinden tutup onlara cennet bahçemi
gösteriyorum. Kimisi anlıyor, kimisi anlamıyor ve kimisi ise anlamak istemiyor. Her ne
olursa olsun, ben, ne anladığımı bilerek dalıp gidiyorum karşımdaki muhteşem
sanata, nur ağacıma; kendime ve meyvelerime.

45
46
XL: Muzaffer Üstat
Ah, ne yorulmuşum, ne yorulmuşum! Bir de yorulduğuma değse! Bütün gün
dolaştık temmuzun kavurucu güneşi altında, zaten sırtımdaki deve hörgücü olmuş
nah bu kadar. Ayaktaki nasırlara başlatma hele; soğan gibi on tabakalık bu sarı kitle,
nasıl batar iğne gibi attığım her adımda. Ya, onca dert ve çile; anca eder beş elli beş!
Beş kuruşu nasıl bir görgüsüz atar ya? Tamam, aslında beş kuruşun da hakkını
yememek lazım. Laf olsun diye basmıyorlar ya. Sonuçta onlardan… bir bakayım… üç
yüz bin tanesiyle altımda –Doğan da olsa– bir araba olabilir. Şimdiden biriktirmek
lazım o beş kuruşları. Karıştıralım cepleri... şöyle bir… iki... dört… tam sekiz tane beş
kuruşum var. Az değil, işin yalnızca otuz yedi bin beş yüzde biri. Ya, insanlar bakıp
hemen dilenci bu, ayyaş bu, parazit bu vs. derler ama matematiği yapıyoruz şakır
şakır! Çeksem sokaktan o takım elbiseli züppeleri, hiçbiri benim gibi şak diye
bölemez üç yüz bini sekize. Kalırlar öyle mal gibi, kısa devre olurlar. Hep
matematiğim iyiydi işte de matematik bende iyi değildi… ne demekse bu artık. Neyse,
yorum dinleyiciye kalır ya hep zaten. Sıkı bornozlu, pipolu herif atar ortaya iki kelime;
hemen insanlar üşüşür üzerine hayatın anlamını çözmüş gibi. Neden tartışılıyorsa bu
konu? Biri de kalkıp demiyor, “Hayatın ne anlamı olacak kardeşim? Aç sözlüğe bak.”.
Hem zaten neden hayata sorulmadan kendisine anlamlar yükleniyor? Ayıp değil mi
ondan izinsiz üzerine hükümde bulunmak? Belki hayat da bir film yıldızı, bir astronot,
bir polis falan olmak istiyordu küçükken ve insanlar geldi şevkini kırdı yavrucağın!
Aldılar kendi kalıplarına soktular onu. Beni nasıl dilenci kalıbına soktularsa…
“Ulan Mümtaz, yine başladın sonu olmayan muhabbetlere. Böyle girdin ya zaten
bu kalıplara. Ananın, babanın söylediği gibi olsaydın bir doktor şimdi herkesi köpeğin
etmiştin. Ya, şimdi? Başının dikine gittin ve artık sen herkesin sokak köpeği oldun.

47
Eskiden ne hayaller kurardın, ‘Ben filozof olacağım, dünyada cevaplanmamış soru
bırakmayacağım, herkes beni ve benim fikirlerimi konuşacak, herkesi ortak fikre
bağlayacağım ve bir daha ideolojik çatışmalar yaşanmayacak.’ derdin etrafındakilere
ve inandırırdın da onları, en azından sen öyle sanırdın, hep arkandan gülerlerdi. Sen
de duyardın bazen ama duymazdan gelirdin, kabullenemezdin hayatın gerçeklerini.
Filozof zannediyorsun kendini ama gerçekleri yadsımak felsefe değil, körlük ve
aptallıktır, başka bir şey değildir.”
Git başımdan, beni bari bugün rahat bırak.
“Giderim gitmesine de günün sonunda hep başındayım unutma. Neyse seninki
geldi, birbirinizin yaralarını yalarsınız artık.”
Vay, hoş geldin Muzaffer Üstat! Sen gelir miydin bu saatte buralara? Karın şişmiş,
mayışmışız bakıyorum; doyurmuşuz karnımızı. Keyfine diyecek yok sahiden.
Muzaffer Üstat, sen nasıl böyle et kapmayı beceriyorsun; anlat. Biz beş kuruş
versinler diye adama bir milyon laf, inanmadığımız tanrılara dua ediyoruz ki hiçbir
dilencinin tanrısı yoktur; “Abi ne olur bak, bokunu yiyeyim.”e kadar götürüyoruz bazen
olayı; al bak: Koca günde anca bu kadar. Sen ama tek kelime etmeden geçiyorsun
milletin karşısına, hemen dayıyorlar etleri ağzına; üstat, geçenlerde dileniyorum,
restoranın birinde seni gördüm dilenirken –görmez olaydım– insanlar sana et vermek
için sıraya giriyorlardı neredeyse. Bir de dilenirken tek kelime etmiyorsun anladık da
eti kaptın mı da senin gıkın çıkmıyor. Tabii tutarlı olmak, çelişmemek lazım ama
bazen de seni besleyen ele küfreder gibi bakıyorsun giderken. Sırrın cüretkârlığında
mı yoksa? Bilemedim. E, boşuna üstat demiyoruz ya! Vardır bir bildiğin. Öğretirsin
bize de bir ara.
Bak Muzaffer Üstat, bugün çöpleri karıştırırken ne buldum: tam bir litre açılmamış
süt. Hem de tarihi sadece iki gün geçmiş. Millet farkında değil bunların hakiki son
kullanma tarihleri olmadığının, şirketler tarihi özellikle aslından daha yakın gösteriyor
ki tüketici söz konusu gıdayı bir an önce atıp yenisini alsın. Bunlar hep Amerika’nın
oyunları! Neyse işte, bulduk sana al, kana kana iç… Ne oldu? İstemiyor musun? Hadi
ama süt bu, senin favorin. Bari bir fırt al. Yoksa sen de mi inanıyorsun bu Amerikan
oyunlarına?.. Ha, Muzaffer Üstat, kıyamam ben sana. Bensiz içmek istemiyorsun
değil mi? Ver hadi, kedisin medisin ama alayımızdan daha insansın ha. Hadi öyleyse,
şerefe! Kötü günümüz böyle olsun!
Ne oldu Muzaffer Üstat? Uykunda titriyorsun yine. Bacağın mı sızlıyor gene? En
azından verdik payını o şerefsize. Hangi insan evladı tekmeler ki bir kediyi? Caniliktir,

48
başka bir şey değil. Neyse ama o bira şişesini kafasında kırdığımda nasıl ağlaya
ağlaya kaçmıştı! “Git de insan olmasını öğren ayyaş herif!” diye bağırmıştık
arkasından. Tabii, sen Kedicesini söyledin, anlamamıştır ama beni ve şişeyi gayet iyi
anladığından şüphem yok. Hayvan sevmeyen, insan da sevmez ve ne demiş Sait
Abi: Bir insanı sevmekle başlar her şey. Demek ki böyle bir adam hayatta hiçbir şey
başaramaz çünkü başarmak için önce başlamak gerekir. Öyleyse neden onun
meyhanelerde içecek, yiyecek parası varken bende yok? Ha, doğru ya: Ama burada
her şey bir insanı sevmekle bitiyor. Sanırım o “bura” burası ve herhâlde her şey de
başlamadan bitiyor. Ulan Sait Abi! Neyle lanetledin bizi! Sevginin, başarısızlığın
prangası olduğu zalim bir dünyayla…
Muzaffer Üstat, ben sen olmasan ne yapacağım? Bu koca küçük dünyada tek
dostum sensin. Hep kötü günümde yanımdasın, tabii iyi günüm de ne zaman oldu ki?
Yarın uyandığımda seni koynumda bulmazsam, kaybolmuş olsan ne olur bana bir
düşün. Kahrımdan sokağa düşerim, dilenmek için değil, “Kayıp aranıyor: Büyük üstat
Muzaffer kedi, duymayan kalmasın. Sarı, tekir, sol kulağı kesik, sağ arka bacağı
sakat, topal, pembe burnu az sümüklü; lütfen gören bildirsin!” diye haykırmak için
İstanbul’un her bir yanında. Belki seni birisi evine almış olur ki bu, senin için çok iyidir,
dilenmezsin bir daha ve sıcak bir evde yaşarsın dertsiz ve ben de sevinirim senin
adına, doğru. Ama yine de olsun istemem öyle, bencilimdir ben bu konularda.
Vermeye göz yumamam seni, hak ettiğin değeri vermeyecek kollara. Yalnızlığım da
çabası. Tabii, tek kedi sen misin bu sokaklarda? Hayır, çok var senin gibi. Ama senin
ardından Memduh Abiler, Mağfiret Hanımlar, Mesut Reisler gelirse değerini
düşürmüş olmaz mıyım? Yine seni unutmamak için hep “m”yle başlayan isimler
versem de bir dosta yakışır mı böyle bir davranış? Ya seni yolun birinde bir araba
tarafından ezilmiş bir şekilde, bağırsakların yere serilmiş, ölü bulsam… ya o zaman?..
“Ah Mümtaz, ah; her gece aynı karanlık düşüncelerle uyumaya çalışıyorsun. ‘Ya
şöyle olursa ya böyle olursa’ diye kendini yiyip bitiriyorsun. Her sorunun bir çözümü
var her zaman. ‘Ya şöyle olursa ya böyle olursa’lara bile… Unutma: Muzaffer gitse
sen onun acısını ömrün boyunca çekersin ama sen bugün yok olacak olsan Muzaffer
iki gün yasını tutar, üçüncü gün karın derdinden varlığını unutur. Böyledir bu kedi
milleti. Bırak bitir her şeyi acısızca. Dünya, bir Mümtaz Dilenci’siz de dönmeye devam
edecektir.”
Biliyor musun? Sanırım haklısın.

49
50
0: Doğum
— Mümtaz, kaldır kıçını! Sokakta bir öksüz ölü bulunmuş, işlenecek. Kâğıt işlerini
falan hallediversene, hem sıra da sende.
— Sıra sende değil miydi yahu? Daha dün ben yaptım ya!
— Ama akşam da bulaşıkları yıkayan bendim. Sıra olayı sadece morgda geçerli
değil ya!
— Oh, ne güzel! Önceden söyleyeydin de hep bulaşıkları yıkayıp diğer bütün işleri
sana yıkardım!
— Öyle yatırım yapmak yok, hem onun için de çok geç artık. Boş yapma da işine
bak bakayım sen.
Ben tam odadan ayrılırken içeri Cemile giriyor. Ha, tamam! Şimdi anlaşıldı bu
orospu evladının derdi! Beni postaladı, boşalttı ofisi ve aldı karıyı içeri, düzecek. Hep
aynı boku yiyor bu. Evet, ne sikişken pezevenktir o! Bir de işi bitti mi prezervatifini
benim çöpe atar ve ben çakmayayım diye üzerine A4ler yerleştirir. Sanki döl, kâğıdı
şeffaflaştırmıyor da ben görmüyorum ne halt yediğini! Bulayım bir gün hele o kondom
zulanı da iğne yerleştireyim içlerine! Hayır, insan en azından adamakıllı söyler değil
mi? En azından şu kadarcık bile olsa saygı duyarım sana da, yok olmaz kardeşim! İyi
bari, en azından Cemile’n var da idare ediyorsun şöyle böyle. Yoksa o olmasa!..
Kalkarsın, morgdaki cesetlere sararsın, sonra haber olur bu da benden sorarlar
hesabını, nasıl izin verdin bu münasebetsizliğe, diye. E, kalkın siz durdurun bu
Seksmatör 2500’ü de görelim mümkün mü!
*
Bakalım: Kimlik veya aynı görevi görebilecek herhangi bir belge yok. Üzerinde
sadece beş lira elli beş kuruş bulunmuş. Bilinen herhangi bir akrabası veya tanıdığı

51
yok. Ölüm nedeni akut kalp yetmezliği. Evsizin öldüğü sokak sakinleri, yaklaşık on
yıldır sokakta olduğunu söylüyor… Başka bir şey de yok herhâlde yazacak. Öyleyse
benim işim bitmiştir.
Yalnız şu gerzeğin suratına bir bak hele. Nasıl da sırıtıyormuş ölürken. Ne oldu
sana, arkadaşım? Ölüm, sahiden öyle güzel bir şey mi? Bütün sorumluluklarından,
acılarından bir anda kurtulmak elbette güzel olsa gerek ama bedeli de tüm
mutluluğun ve gelecek potansiyelindir ki bu, az ağır değildir. Tabii senin gibi bir evsiz,
bütün bunları düşünür mü bilmem. Pek ihtimal vermiyorum. Muhtemelen ömrünün
büyük bir kısmını hayırsız bir parazit olarak yaşadın. Yavaş yavaş önce sana uzak
olanlar ve sonra da daha yakın olanlar ve onların da ardından en yakınların senden
bir hayır gelmeyeceğini anladı ve hepsi, sırayla seni terk etti; sen de sokaklara
düştün. Doğrusu, sana acısam mı, acımasam mı bilemiyorum. Hayırsız birisi olduğun
için beter olmalısın ama sevdiğin herkesi yitirmek de ne acıdır, kim bilir!
Şimdi fark ediyorum da ağzın, biraz aralanmış. Ölmeden bir söyleyeceğin mi vardı
da yarım kalmış ha? Ne o, söyle istersen. Sesin çıkmıyor ama dudaklarında yazıyor:
Nur-a-ğa-cı… “Nur ağacını” mı sayıklıyordun yoksa ölürken? Ağaçlardan pek
anlamam ben ama eminim öyle bir isimle çok güzel bir ağaçtır. Nerededir bu ağaç?
Hangi iklimlerde yetişir? Ne kadar büyür?
Nur Ağacı, dikildi mi ilkbahar sıcaklığı ve hoşluğu ister ki adamakıllı filizlenebilsin.
Ancak büyürken artık havalar yağışlı, sisli, yıldırımlı, fırtınalı olmalı yoksa ağaç,
kısacık kalır. Çok bakım ister aynı zamanda ama sulamaya falan gerek yoktur,
kendisi icabına bakar öyle hususların. Sadece bakmak kâfidir ağaca, günde en az bir
saat; bakılamayacak bir durum hâlinde de alternatif olarak düşünüle de bilir. Yalnız
bilinmeli ki bakmak, ağaç için değil; bakıcısı içindir. Bakmazsa aklını yitirir yavaşça
çünkü. Tabii bakınca da güzelliğinden delirir yani kaçış yoktur delilikten ama ve lakin
bugüne kadar bakıcılar, her daim bakarak delirmeyi tercih etmiştir. Bu ağacın bir
başka özelliği ise hemen her yerde yetişebilmesidir. Dünyanın her yerinde, herkesin
sahip olabileceği yegâne ağaçtır kendisi.
Demek öyle bir ağaçmış kendisi, öyleyse ben de bakabilirim ona.
A, bir beden daha mı varmış burada? Bana sadece bir evsiz demişlerdi hâlbuki.
Bir kadın mısın sen? Evet, kapağı açılmış ceset dolabının üzerinde ellerini güzel
göğüslerinin ortasında kavuşturmuşsun uyuyan güzel. Hiç de cansız durmuyorsun
oysaki! Beyaz tenin, bir ölününki değil de kanlı canlı bir insanınki; dudakların,
mosmor değil de pespembe; gözlerin, aktan da ibaret değil de bir çift kahverengi

52
boncuk lakin nabzın nerede acaba? Yokluyorum ama bulamıyorum. Kendiminkine
bakıyorum ve gayet normal hatta şimdi hafiften hızlandı gibi. Ya elini tutacak olsam?
Evet, artık kendinde gibisin. Uykun nasıl geçti? Kâbus görmedin değil mi, kıyamam!
Bilseydim sana ninniler söylerdim beşiğinde, kovmak için o karabasanları. Bekle,
uyuyan güzeldin sen! Öpmem lazım seni önce. Dudağına konduruyorum işte böyle
ufacık bir temas ile. Nasıl mutluyum şu an, anlatamam. Peki ya sen? Yok, söyleme;
duymak istemiyorum. İzin ver de düşleyeyim yanıtını yalnız bu defalığına. Artık
gitmemiz lazım, tamam mı? Asla elini bırakmayacağım bir daha, güven bana.
Bırakırsam çünkü biliyorum: Seninle beraber ben de ölürüm.
*
— Burada mısın? Kaydettin mi ölüyü? Hey!
Yine işinden kaytarmış, şerefsiz! Bu adamın tek amacı budur zaten: hayırsızlık.
Beş dakika işini görmene müsaade etmiyor hazretleri. Her işini de yarım bırakıyor; al
işte, bak! Form bomboş! İki üç kelime yazmaya zahmet edemedin mi en azından?
Utan be utan! Ne cehenneme gittiysen hele bir seni bulayım! Neyse, sanırım bana
kaldı iş…

53
Ölüm Belgesi
Ad: Mümtaz
Soy Ad: Kalacı
Cinsiyet: Erkek
Doğum Tarihi: 25.01.1981
Doğum Yeri: Kadıköy
Adres: Huzur Mahallesi, 1751 sokak, İstanbul
Ölüm Tarihi: 24.06.2021
Ölüm Saati: 13.00
Ölüm Nedeni: Akut kalp yetmezliği

54
Deliler
Bir gün, topluma ders olsun diye şehrin bütün delileri toplandı ve şehrin en uzun ve
işlek caddesine dizildiler. Her delinin başına parlak, gümüş bir huni ve üstüne
bembeyaz, sımsıkı bir deli ceketi geçirildi. Devletin düzenlemiş olduğu bu etkinlik,
herkes için şüphesiz çok aydınlatıcı bir deneyim olacaktı.
Caddenin hemen başındaki birinci deli bağırdı:
— Daha bacak boyunda saf bir çocukken bana şöyle olmamı, böyle yapmamı
söyleyerek kendi ahlak görüşlerinizi öğüt ettiniz. “Oyuncağını şu çocuğa ver de o
oynasın. Onun mutluluğu her zaman seninkinden daha önemli.”, “Büyüklerine laf
yetiştirme! Arif Amca’n ne dediyse o: Plüton bir gezegendir. O küçük aklınla sen ne
bilirsin ki?”, “Arkadaşın sana vurdu mu asla ona geri vurma. Yalnız sakın
öğretmenine de şikâyet etme, ya çocuk öğretmen tarafından azarlanıp kötü
hissederse? Öyle yapacağına sus, sindir; alışırsın.” diye diye bastırdınız beni.
Âcizane bir mahlukata dönüştüm sizin yüzünüzden. Artık gözlerim açıldı ama. Ne
düşünüyorum biliyor musunuz? Ahlakınızın canı cehenneme! Bireyi, toplumun kölesi;
yabancıların ve başkalarının mutluluğuna kurban eden iğrenç bir ideolojiden başka
bir şey savunmuyorsunuz!
Diye kendini ifade etmeye devam etti birinci deli. Sözlerinin bir kısmını işiten bir
kadın, yüzünde çocuğunu ilk kez küfrederken duymuş bir anne edasıyla “Hi!
Söylediklerin hiç etik değil. Kendinden hiç utanmıyor musun? Herkes, herkes içindir.
Her zaman, kendini bir başkalarının iyiliğine adamalısın. İyi olmanın yolu budur
ancak.” dedi ve bu tanıdık ilahi kuralı işittiği anda çocukluğundan beri kendisini takip
eden korku birinci delinin içini kapladı ve birinci deli sindirildi, bastırıldı, susturuldu.
Caddenin biraz daha ilerisinde yirmi üçüncü deli ağlıyordu:

55
— Birisini sevdim. Bir adam. O, benim için dünyadaki en önemli şeydi. Apartman
dairelerimiz birbirini görüyordu, komşuyduk yani. Bazen, genelde pazarları,
pencerelerimizden kafalarımızı çıkarır ve hayatımın en keyifli sohbetlerine dalardık.
Kimi zamanlar beraber kahve içmeye çıkardık. O, hep filtre kahve söylerdi; bense çok
kuvvetli bir mideye sahip olmadığımdan hep latte isterdim. Birlikteyken çok mutlu
vakit geçiriyorduk ve böyle böyle zamanla birbirimize karşı beslediğimiz bu sevgi,
pekişti ve bir aşka dönüştü. Çıkmaya karar verdik. Neredeyse her günümüzü birlikte
geçiriyorduk. Bazı istisnai günler çeşitli nedenlerle birbirimizi göremediğimizde
özlemden pencereme geçer ve belki o da nur yüzüyle elini sallayarak şakacı bir
tavırla penceresinden kafasını uzatıp beni şaşırtır diye beklerdim umutla. Bir süre
çıktıktan sonra beni, babasıyla tanıştırmak istediğini söyledi ve doğrusu, başta biraz
endişelendim ama eninde sonunda buna da sıra geleceği için razı oldum. Evlerine
varınca ben daha zili çalmadan babası kapıyı açtı ve açar açmaz elimi sıkıca, güven
verici bir şekilde sıktı. İçimden o an “Evet, bu iş yürüyecek.” deyip bu dost canlısı
adamla teselli olmuştum. Bir süre rakı eşliğinde konuştuk, sohbet ettik. Çok babacan
birisiydi babası. Konuşmasına doyum olmuyordu. Tanıştıktan yaklaşık bir saat sonra
sevgilim; babasına benim, kendisinin erkek arkadaşı olduğumu ilan edince babası, bir
anda apayrı bir insan hâline geldi ve tekme tokat beni evden dışarı attı. Oğlunun bir
erkekle sevgili olduğu gerçeğini kabul edemedi. Ama bu tatsızlık, ilişkimizi etkilemedi
ve görüşmeye devam ettik. Babasının beni reddetmesi önemli değildi, onunla beraber
olduğum sürece… Ama bu görüşmelerimiz de pek uzun süremedi. Bir gün dört iri yarı
adam, evimi bastı ve evdeki bütün eşyaları kırıp döküp beni dövdüler. Hemen şehir
dışına çıkmazsam beni öldürmekle tehdit ettiler. Taşınmak zorunda kaldım. Sevgilime
haber vermeden şehir dışına çıktım, onu kendim düştüğüm duruma sokamazdım.
Başkalarının sevgi anlayışlarına karışarak nice aşkları mahvettiniz ve ne için? Hangi
çıkarınız başkalarının mutluluğunu ayaklarınızın altına alıp ezip geçmenizi
gerektiriyor? Şimdi ben, mutlu olsaydım sizin neyinize dokunmuş olacaktım? Lütfen
cevap verin kalpsiz insanlar!
Yirmi üçüncü deliyi tiksintiyle dinleyen yanık tenli bir mahalle genci, “Sus lan, ibne
herif! Geçireceğim şimdi ağzına, asabımı bozma! Erkek adam ol, öyle konuş!”
deyince yirmi üçüncü deli sindirildi, bastırıldı, susturuldu.
Daha da ötedeki doksan beşinci deli sinirlenmişti:
— Ne yani? Paramı istediğim gibi harcayamayacak mıyım ben? Para, benim
param değil mi? Yirmi yıldır alın terimle kazandığım parayı ne yalan dolanla ne de

56
haksızlıkla elde ettim. Ve kimse de yardım etmedi ben karnımı doyurmaya çalışırken.
Kimseyi suçlamıyorum tabii. Peki, başkasından bir kuruş para istememiş olan ben,
neden şimdi benim kadar para kazanmayan insanlara para yetiştirmek zorunda
görülüyorum? Neden devletin hiçbir yarım yamalak hizmetinden yararlanmayıp
güvenilir şirketlere başvuran ben; vergi ödeyip bir başkasının hastane masraflarını,
maaşını karşılıyor veya bir bakanın vs.nin cep harçlığını karşılıyorum? Neden ben, bu
saçmalığa razı kalıp vergi ödeyip “vatandaşlık görevi”mi yerine getirmeme rağmen
sadece diğerlerine göre daha zeki, kabiliyetli, mantıklı, atılgan, deneyimli olduğum ve
dolayısıyla onlara kıyasla daha çok para kazandığım için hor görülüyorum? “Bu para
düşkünü şerefsizler ölse de dünya kurtulsa.” diye hepiniz bizi içerlerken kendiniz beş
kuruşun hesabını yapıyorsunuz ama gerçekleri görmeyi reddediyorsunuz. Ama artık
size, bunları yapmanıza ve benim param üzerine hak iddia etmenize izin
vermeyeceğim. Size iş, yemek, ev, sağlık veren eli kuduz bir köpek gibi ısırdınız ve
bundan böyle size el mel yok. Gidin kendi paranızı kendiniz kazanın ve kendi
ekmeğinizi yiyin!
Bu deliye kulak kesilen bir memur, “Devletine borcundur o senin.”; bir milliyetçi,
“Vatanına borcundur o senin.”; önceki işinden kaytardığı için kovulan bir işsiz, “Siz
zenginler bana paramı vermediğiniz için borcundur o senin.”; bir bakanın oğlu, “Cep
harçlığımdır o benim. Hafta sonu meyhanelerde harcayacağım. Ve evet, son model
arabamla gideceğim.” dedi hep bir ağızdan. Doksan beşinci deli sindirildi, bastırıldı,
susturuldu.
Sıranın ortalarındaki yüz otuz üçüncü deli, isyan ediyordu:
— Editörlerim ve eleştirmenler, yazdıklarımı mükemmel ve aydınlatıcı buluyordu.
Dâhiyane kalemimin edebiyat dünyasının geleceğine bir umut ışığı olduğunu
söylüyorlardı. Bir gün, yazılarımdan biri yayımlandı ve her şey değişti. Yazdığım
hikâyedeki devlet eleştirileri dolayısıla yazımı yayımlayan dergi, kapatılmakla tehdit
edildi ve böylece artık hiçbir dergi, yayınevi; eserlerimi yayımlamak istemiyordu. Her
yer beni reddetti ve bu, kendi kabiliyetsizliğim, eksikliğimden değil ama çok güzel
yazdığım ve bazı “üst şahıslar”ın bir yerlerine dokundum diye. Editörüm, bir gün geldi
ve bana daha zararsız şeyler yazmamı istedi. O günden beri onunla görüşmüyorum.
Zararsızlık, kuzu kuzu kabul etmektir ve düşünmemek; zararsız olmak, bayağı bir hiç
olmak demektir. Ve ancak zararsızlar, zedelemedikleri sistem tarafından desteklenir
ve zararlı yararlılar, sistemin ayakları altına alınır.

57
Bir iktidar destekçisi, “Siz yazar bozuntuları, yazıp yazıp duruyorsunuz ve
insanların akıllarını çelmekten başka bir şey yapmıyorsunuz. Devletimiz, kusursuz;
mükemmeldir. Siz birer vatan haini şerefsizsiniz!” diye hırlayarak yüz otuz dördüncü
deliyi sindirdi, bastırdı, susturdu.
Yüz otuz üçüncü delinin hemen karşısındaki yüz otuz dördüncü deli, sinirlendi:
— Başarılı bir gazeteciydim. Hiçbir zaman yanlış bilgiler paylaşmaz, gündemi her
daim objektif bir şekilde değerlendirip aktarırdım. İşimi usulünde yapmamın yanında
atiktim de. Olay yerine ilk ulaşan, doğru kişilerle ilk konuşan ben olurdum. Bir gün, bir
devlet büyüğünün bariz ve yadsınamaz delillerle kanıtlanmış dolandırıcılığını –bir
bağış vakfının topladığı paralarla çocuklara okul sağlamak yerine kendi keyfi için
harcadığını– ifşa ettim. Bunun üzerine terörist diye göz altına alındım. Uzun süre
gözaltında kaldıktan sonra da çok geçmeden gazeteden atıldım. Doğruları, iğrenç
eylemleri; bundan haberdar olması gereken vatandaşlarla paylaştığım için işimden
oldum ve aç kaldım. Temelsiz yargılarla yalancı dendi bana. Neden mi? Çünkü.
Çünkü çünkü çünkü. Ne kadar basit, değil mi? Aynı zamanda, o devlet büyüğü, bu
olay üzerine daha da yüksek bir makama erişti. Her zaman olduğu gibi…
Annesinin elini bırakıp önden koşmuş bir çocuk; bütün bu söylenenlere anlam
veremeden her şeyi dinledi ve annesi ona yetişince yüz otuz dördüncü delinin yanına
geçip saçma, rastgele ve anlamsız hareketler ve çığlıklarla “Anne, bak, ben de
deliyim!” dedi. Anne, endişeli bir aceleyle “Yapma oğlum! Uzak dur ondan. Deli o, ne
yapacağı belli olmaz.” diyerek yüz otuz dördüncü deliyi sindirdi, bastırdı, susturdu.
Üç yüz birinci deliyse sorguluyordu:
— Sizin saçma sapan, inanç hariç hiçbir şekilde temellendiremediğiniz –ki inanç
bir temel değildir– gerçekliğe tamamen aykırı peri masallarınıza inanmıyorum diye
neden toplum beni dışlıyor? Siz nasıl inanmakta özgürseniz ben de inanmamakta
özgürüm. Söyleyin bana: İnanmadığınız bütün o diğer dinleri siz, saçma bulurken
nasıl olur da o dinlerin –bir iki temel fark dışında– sizinkinden pek de farklı olmadığını
düşünmezsiniz? Çok fark yok, değil mi? Ama kendiniz diyordunuz: “A dini saçma,
yanlış; doğru olan B dini. Bak A dini bilmem ne gıdasını tüketiyor, dua ederken şu
hareketi yapıyor, ne kadar salakça!”. Sizin dininiz mümkünken diğerleri imkânsız? Ne
oldu? Susuyorsunuz, ya…
Ağır adımlarla yürüyen, arkasında kavuşturduğu elleriyle tespihini ezelden beri
sallayan ve yüzünde asla bozulmayan mutsuzlukla kambur, yaşlı adam “Tövbe
estağfurullah…” diye sayıklayarak üç yüz birinci deliyi sindirdi, bastırdı, susturdu.

58
Altı yüz altmış yedinci deli sustu ve yoldan geçenleri dinledi.
Günün sonunda etkinlik bitince altı yüz altmış yedinci delinin hemen yanında duran
altı yüz altmış dokuzuncu deli, altı yüz altmış yedinci deliye sordu:
— Sen niye hiçbir şey söylemedin bütün gün?
Altı yüz altmış yedinci deli, şaşkın:
— Affedersin, bir yanlış anlaşılma oldu sanırım, biz buraya delileri izlemeye
gelmemiş miydik?

Hep Yanında Olacağım


Anne...
Anne...
Anne?..
Anne! Duyamıyor musun beni? Neden ağlıyorsun? Seni üzecek bir şey mi yaptım?
Ama ben senin istediğin gibi hep uslu durmuştum. Yoksa bu siyahlı adamlar mı seni
üzdü? Sen onları aldırma. Hem sen bana hep ne derdin: Üzüntüye karşı en büyük
ilaç kocaman bir gülümsemedir. Ben buradayım o yüzden üzülme, gülümse hadi. Bak
beni de ağlatıyorsun ama. Anne!..
Neden buradayız ki? Bu yağmurlu günde evde olmamız gerekmiyor mu? Daha
fazla böyle durursak üşütürüz sonra yataktan çıkıp parka gidemeyiz ama. Hem parkta
da diğer çocuklar bekler, gelmezsek gelecek oyunda beni ebe seçerler. Hadi eve
dönelim de birlikte sıcak çikolata içelim. Sonra da son harf oyunu oynarız, ne dersin?..
Neden herkes dua etmeye başladı anne? Ben de etmeli miyim? Ama ben dua
etmeyi öğrenemedim ki daha. Zaten niye herkes burada toplandı? Komşu Teyzemler,
anneannem, Hamdi Amcalar... Anneannemle ne zaman görüşsem bana şeker verirdi
ama niye bugün vermedi? Gerçekten de kötü bir şey yaptığımdan mı cezalıyım?
Bana ne yaptığımı söylemeden ceza vermeyin ama. Lütfen, gerçekten uslu olacağım.
Hatta şeker vermenize gerek yok, sadece ağlamayı kesin, lütfen!..
Neden o kutuya sarılıyorsun anne? İçinde değerli bir şeyin mi var? Taşınıyor
muyuz? Üzerinde de resmim var. Yoksa bizden eşyalarımızı mı alıyorlar? Ama

59
almasınlar, anne! Ya oyuncaklarım? Onları da mı alıyorlar? Ben gösteririm onlara
günlerini. Almayın eşyalarımızı! Bakın annemi ağlattınız. Neden alıyorsunuz ki?
Annem size hiç kötü bir şey yapmadı! Niye bana kimse cevap vermiyor? Bu da mı bir
ceza yoksa? Eşyalarımızı alacaksanız bari gömmeyin de kullanın. Arta kalan yemek
gibi sonra arkanızdan ağlarlar ama...
Niye günlerdir evdeyiz anne? Karanlık olduğunda evden çıkmamamız lazım yoksa
canavarlar bizi yer ama hâlâ güneş var ve yağmur da dineli çok oldu. Çıkalım da birer
dondurma alalım. Sen sütlü ben de çikolatalı, ne dersin? Hem dönüşte Kuçu'yu
severiz. Eminim bizi çok özlemiştir. Ama söz veriyorum yalatmayacağım kendimi ve
sonra da elimi güzelce yıkayacağım o yüzden hadi çıkalım, ne dersin?..
Niye bütün o hapları içtin anne? Çok mu hastasın? Yoksa hastalığından mı
ağlamanı durduramıyorsun? Zaten senin öyle ağlamayacağını biliyordum. Benim
annem güçlüdür, ağlamaz. Ağlayacak olsan da ben buradayım zaten, seni ne yapar
eder neşelendiririm. Şimdi izin ver de yatayım kucağında. Bana ninniler söyle,
masallar oku. Yarın güzel bir uykudan sonra eski, mutlu hâlimize geri döneriz. Dert
etme hep yanında olacağım o yüzden güzelce gözlerini yum, uyu benim güzel
anneciğim...

60
Leke
Selin, yarı yorgun yarı dinlenmiş bir şekilde uyandı. Durumundan memnun ve
yüzünde tebessümle evini temizlemeye koyuldu. En huzurlu ve en güvende, temizlik
yaparken hissederdi ve asla beyaz cennetinin kirlenmesine izin vermeyecekti.
*
Nereden başlamalı işe? Önce bulaşıkları ve çarşaf, kıyafeti makineye atmalı ki
diğer işleri görürken anca bitmiş olurlar ve ben de onları bekleyerek zaman
kaybetmemiş olurum. Sonra rafların, kitaplığın, çekmecelerin, kabinlerin, sehpaların,
masaların, kalorifer peteklerinin, televizyonun, diğer elektronik aletlerin –özellikle
kablo kısımlarına fazladan özen göstermeli–, kapı köşe ve kenarlarının tozları
alınmalı; hepsi dezenfekte edilmeli ve en son ise cilalanmalı ve aksimi görebilecek
kadar parlatmalı. Ha, nasıl fotoğraf çerçevelerini unuturum! Bütün bunları halledince
makineler de durmuş olacaktır. Çamaşır makinesinden çıkanları uzun ve detaylı bir
kalite kontrolden geçirmeli, sonuçta beyazlar üzerinde leke yıkansa da çıkmayabiliyor.
Eğer leke bulunursa elden iyice yıkamalı ve o bitince hepsi kurutmaya atılmalı. Sonra
bulaşık makinesine geçilir ve aynı usulde yine kalite kontrol yapılır, geçemeyenler
tekrar elde yıkanır, parlatılır ve rafa yerleştirilir. Kurutmanın bitmesini bekleriz duş
alarak. İyice keselerim kendimi. Kurutma da tamamlanınca kıyafetleri buhardan
geçiririz; ütüleriz iki defa, ne olur ne olmaz. Vakit süpürge vaktidir, yerleri süpürür
ardını paspas takip eder. Ha, bir de lavaboyu açmak lazım; ah, altı günde ne saç

61
birikmiştir şimdi orada şimdi! Sadece düşüncesi bile beni, bütün o saçlar vücudumu
sarıyormuş gibi hissettiriyor. Vıcık vıcık ve tonla yemek artığıyla bir olmuş koca yığın;
sanki gırtlağımı sıkı sıkı sarıyor –nefes almak çok güç– ve yavaş yavaş ağzımın içine
kıvrılıyor ve beni içten içe parçalıyor ama parçalamadan önce bana acı çektirmek
istiyor, beni içten önce yavaşça okşuyor, gıdıklıyor sonra da asıl hamlesini yapıyor ve
içten dışa doğru gözümü sarıp görüşümü karanlığa bürüyor. Zifiri, tiksinç karanlığın
içinde boğulup sessizce ölüyorum…
Evet, naçizane arınışımızı da tamamlamış oluyoruz böylece. Tabii o iki bardak ve
beyaz, keten gömlekteki lekeleri çıkarmak için biraz fazla uğraştım ve evet, günün
sonunda işe yaramadı bu uğraşım da, attım hepsini çöpe. Ama elden ne gelir?
Bilmem kaç milyon mikrop saldırı için pusuda bekliyordu o lekelerde, riske atmamalı.
Şimdi o gömleği giysem veya o bardaklardan birinden su içsem kalbimden
pompalanan saf, temiz kanıma karışacaklardı ve bu sağlık suikastçıları, vücudumun
her bir yerine ulaşım sağlayacaktı ve üreyeceklerdi de üreyeceklerdi. Neyse,
önlemimi aldım ya; endişelenecek bir şey yok artık. Biraz dinlenmeyi hak ettik. Acaba
yeni model elektrik süpürgelerinde indirim var mı? Bir bakalım. Dizüstü neredeydi?
Ha, burada işte. Ha! Bu ne? Klavyedeki… toz! Olamaz, elime de bulaşmış! Ah, pürüz
hissi gıcık etmeye başladı bile beni. Başım dönüyor, içim boşalıyor ve kusacakmışım
gibi tekrar doluyor. Her bir pis toz taneciği derimin altına işliyor. Önce elimi
yıkamalıyım, sonra hızlıca klavyeyi temizlemeliyim ve en son elimi tekrar yıkamalı ve
dezenfekte etmeliyim. Koş lavaboya, koş! Aç musluğu, yavaşça sabunu eline işle.
“Ah!”. Yaralarım sızladı sabundan. Elim yaradan geçilmiyor. Elimde en son ne zaman
yara yoktu acaba? Anımsayamıyorum. Temizim, hijyeniğim diye cezalandırılıyorum
resmen. En azından pürüz hissinden kurtulduk, bak, nasıl siyahımsı su lavaboda
çemberler çizerek yok oluyor. Arındın işte. Sakin ol, Selin. Bekle, boynumdaki yara
ne? Sinek ısırığı gibi. Ama girmiş olamaz ki. Hayret. Neyse, sırası değil. Şimdi,
musluğu dirseğinle kapa ve klavyeyi temizlemeye koyul. Marş marş! Ardındansa
sinek avı!
*
Ne yorucu gündü ama! Yorgunluktan gözlerimi açmakta zorlanıyorum ha. Yavaş
yavaş kıvrılalım yorganın içine ve yumuşak yastığın seni içine, bulutlar dünyasına
götürmesine izin ver. İşte böyle, yum gözlerini, çıkar keyfini…

Bekle…

62
Yoksa?..
Yok, olamaz.
Yok, yok; olur.
Hayır, dikkatliyim ben. Benim gözümden hiçbir şey kaçmaz.
Kaçar, kaçar; daha bugün aksini kanıtladın ya klavye kazasında.
Ama o kırk yılın başında olur ancak!
Riske atabilir misin?
…Atamam.
Doğru.

Bir gözden geçirelim yerleri; bir saç tanesi, bir leke vs. kaçmış olabilir gözümden.
İnsan hâli, normal. Salon… leke?.. Yok. Saç?.. O da yok. İyi. Tuvalet?.. Evet, olabilir;
hatırlıyorum, klavyeyi temizledikten sonraki elimi yıkamamın ardından tuvaletten
çıkarken saçımı kaşımıştım. Girişe saçım dökülmüş olabilir. Al, bal; var işte! Oh, iyi ki
kalkıp bakmışım yoksa daha ne kadarı birikirdi de işgal ederdi evi benden habersiz.
Şimdi… Gözümden başka ne kaçmış olabilir?..
*
Ne? Saat kaç? On sekizi bir şeyler geçiyor ama… Kim telefon eder ki bu saatte?
— Efendim?
— Alo, Selin Hanım? Ben Cem. Bu ayın maaşını yatıracaktık ama banka
sisteminde bir sorun çıktı, hiçbir işlem yapılamıyormuş. Eğer sorun olmazsa evinize
gelip nakit olarak ben, vereceğim maaşınızı. Evde misiniz?
— Hm, tabii; evdeyim. Bekliyor olacağım, teşekkür ederim.
*
Tamamdır! Akşam temizliği de halloldu. Ve bu sefer kesinlikle hiçbir şey
gözümden kaçmadı. Üç kere her şeyi kontrol ettim. Yetmedi, bir daha ettim. Hm, kapı
çalıyor. Cem olmalı. “Bekleyin, geliyorum.”. Her şey hazır mı? Şu…bu…evet, pekâlâ.
— Merhaba?.. Cem…Bey?..
Çok tuhaf.
— Evet, Selin Hanım. Gerçekten özür dilerim, nakit para pek sevmezmişsiniz
ama… İyi misiniz? Biraz durgun gözüküyorsunuz, sararmışsınız.
— İyiyim. Öhö! Şeytan dürttü sanırım.
— Bilmez miyim, bilmez miyim? Zaten kimi dürtmez ki o illet? Neyse, buyurun.
Adam, parayı zarfa koymuş ama ne olur ne olmaz…

63
— Bir saniye bekler misiniz?
— Elbette.
Nereden?..
— Zarfı şuraya, elinizi değdirmeden koyabilir misiniz?
— Zaten zarfta, başka zarfa ne gerek var? Tabii koyarım ama… Ayrıca neden o
eldivenleri giyiyorsunuz?
— … Uzun hikâye, anlatmaya vakit yok.
— Gerçekten ilginç birisisiniz. Hikâyenizi öğrenmek gerçekten isterdim.
— Bakarız. Neyse, doğrusu bugün biraz yorgunum ve kafam… biraz bulanık.
Müsaade ederseniz biraz dinlenmek isterim.
— Tabii, tabii; haklısınız. Yorgunluk baş edilecek çile değil. İyi akşamlar dilerim,
Selin Hanım. Bir daha görüşmek üzere…
— Size de iyi akşamlar…

Neden tüylerim böyle ürperdi şimdi?


*
Neden ellerim benim böyle ki? Yani nedeni biliyorum, evet ama hak ettim mi ki?
Ellerimdeki bu yaralar; beyaz duvarlı, beyaz tavanlı, beyaz parkeli, beyaz halılı –yarın
halıları yıkamayı unutma–, beyaz beyaz eşyalı, beyaz koltuklu, beyaz masalı, beyaz
sandalyeli, beyaz dizüstülü, beyaz yataklı, beyaz çarşaflı, beyaz yastıklı ve daha
birçok beyaz mobilyayı barındıran bu beyaz evimde, beyaz tenimde bir sürü kırmızı
leke. Evet, görüntü iğrenç; kabul ediyorum. Bazen ellerimi kesip kurtulasım bile
geliyor. Ama o zaman evi temizleyemem. Hadi hizmetçi tuttum diyelim, yine olmaz.
Kimse benim kadar iyi temizleyemez. Güvenemem o kadınlara, hem çoğu kıt; buhar
makinesinin kullanımını anlatmaya kalksam öyle öküz gibi bakar suratıma. Ya ellerimi
daha az yıkamaya kalksam? Tabii, yaralar zamanla kapanır ama pürüz hissi ne
olacak? Elimi yarım saat içinde yıkamayayım, pürüz başlıyor hemen bütün elimi
sarmaya. Parmaklarımı birbirine veya avuç içine sürtsem tır tır tır tır tır tır tır diye
insanın içine işleyen o işkence başlar ve bitmek bilmez. Elimi burnuma yaklaştırınca
yoğun, koyu gri bir koku kütlesi sanki ciğerlerime nüfuz eder. Ne yapmalı, ne
yapmalı?..
*
Günlerden…salı… çarşamba… cumartesi! Camları silme vakti gelmiş. Tabii kış
olsaydı perşembeden silmiştim hatta yağmur yağsa hiç beklemezdim. Yirmi gün üst

64
üste yağsa yirmi kez silerdim. Hadi bakalım, ayağa dikkat. Keşke imkân olsa da
kanca falan sabitleyip halatla camdan rahatça sarkabilsem. Bir elimle dengemi
sağlamaktan sadece bir elimle camları silebiliyorum ve bu da iş kalitesini ve hızını
yarıya düşürüyor. Bütün camları silmek bir buçuk saatlik işse üç saate uzuyor. O
fazladan bir buçuk saatte kim bilir neler yapabilirim! Bütün çatal, bıçak, kaşıkları
fırçalayıp parlatabilir; koltukların naylonunu değiştirebilir; dolap altlarını iyice
süpürebilir; kapı menteşelerini, raylı sinekliklerin tabanlarını yağlayabilir; bir ayı
geçmiş sineklikleri değiştirebilir; televizyon sehpasının ahşabını zımparalayabilir ve
belki hâlâ manikür, pedikür için zaman artabilir. Neyse, bu cam tamam; dikkatlice
içeri atlayalım… Ne? Zil mi? Ama kim? Cem Bey mi bu? Açmasam mı? Benimle
konuşmak istediğini söylemişti. Evimde kimseyi istemem doğrusu. Ama o zaman
rahat bırakmayabilir, sürekli kapımda biter. Şimdiden kurtulmak, bir daha
uğraşmamak en iyisi. Öyleyse…
— Merhaba Selin Hanım. Nasılsınız?
— Size de merhaba Cem Bey. İyiyim, teşekkürler, siz nasılsınız?
— Ben de iyiyim, teşekkürler. Doğrusu bugün, kusura bakmazsanız, sizinle biraz
konuşmaya geldim.
— Cem Bey, sizi evimde misafir etmek bir şeref olurdu ama ne yazık ki ben-
— OHD, değil mi? Ödevimi yaptım, Selin Hanım. Bakın: Eldivenlerimi taktım;
kıllarım dökülmesin diye çoraplarımı paçalarımın üstüne, gömlek bileklerimi
eldivenlerin altına çektim; maskem, bonem de yanımda; gelmeden önce uzunca duş
aldım; kulaklarımı iyice temizledim; en temiz gömlek ve pantolonumu giydim…
Nasıl bir insan, sırf bir yabancıyla tanışmak için bu kadar ileri gider ki? Ne kadar
ilgisini çekmiş olabilirim? İçimde kötü bir his var.
— Gördüğünüz üzere, Selin Hanım, rahat edesiniz diye her türlü zahmete
katlandım. Siz de nezaketen, bu naçizane dileğime göz yumarsanız ne kadar
sevinirim, anlatamam. Sadece beş dakikanızı alacağım.
Adam, gerçekten her şeyi hesap etmiş. Ne söylesem olmaz şimdi. Beş dakikaysa
çok da kötü gidemez herhâlde.
— Tamam ama eldivenleri yanınızdaki çöpe atın ve elinizi şununla dezenfekte
edin lütfen. Ben de o sırada size yeni bir eldiven çıkarayım. Kim bilir o eldivenlerle
nerelere dokunmuşsunuzdur.
— Hay hay, Selin Hanım.
*

65
— Çok temiz bir eviniz var, Selin Hanım. Ve temiz olduğu kadar beyaz da. Âdeta
bir sembol. Dindar birine benzemiyorsunuz ama bu sizin için ancak bir cennet tasviri
olabilir, yanılıyor muyum?
— Aslında doğru. Eğer cennet diye bir yer varsa ancak bembeyaz bir yer olabilir,
değil mi? Beyaz; temizliğin, saflığın rengidir sonuçta.
— Haklısınız ama peki ya mavi? O da huzuru temsil eder.
— Evet, mavi huzuru temsil eder ama mavi zararsız, güçsüz, salaş bir renktir.
Herhangi bir şekilde katılığa, aşırılığa gelemez. Mavi gibi diğer renkler de aynı soruna
sahiptir, hepsinin kendine özgü bir karakteri vardır ama asla kesin hatları yoktur;
sonsuz tonlarıyla kararsızlık kusurlarını çok net bir usulde gösterirler. Öte yandan
beyaz, tezadı siyah gibi mutlaktır. İkisi de tektir, hiçbirinin tonu yoktur. Yani kararsızlık
kusuruna yer vermezler ve katı, kesin sınırlarıyla kendileriyle asla çelişmezler.
Beyazın da güzelliği işte buradan geliyor. Ve bu kusursuz güzelliğiyle de cennete
yakışır tek ve mutlak renk hâline geliyor, Cem Bey.
— Kendinizi ne güzel ifade ettiniz, Selin Hanım. Sizden de daha azını
bekleyemezdim zaten. Yalnız, bana “bey” veya “siz” diye hitap etmeseniz olur mu?
Doğrusu beni öyle çağırmanızı çok rahatsız edici buluyorum.
— Ama siz de bana aynı şekilde hitap ediyorsunuz.
— Evet ama sizin izniniz olmadan size gayri resmi bir usulde seslenmek doğru
olmazdı. Ve bu konuda sizin izninizi istemek benim ne haddime? Ama benim aksime
sizin, istediğiniz gibi bana hitap etme özgürlüğünüz var. O özgürlüğü size tanıyorum.
— Özür dilerim Cem Bey ama ben, sizinle böyle konuşmayı daha uygun
buluyorum. Kusura bakmayın.
— Tabii, tabii; ne kusuru? Çok iyi anlıyorum sizi. Sonuçta benimle henüz
tanıştınız. Yalnız Selin Hanım, söylemeliyim ki kelimelerinizi nazik seçmenize rağmen
ses tonunuz pek haşin. Bu gerçekten de hayranlık verici bir durum. Bunu özellikle mi
yapıyorsunuz?
— Sanırım evet. Sonuçta konuşmamızdan anladığınız üzere ben; zararsızlıktan,
belirsizlikten nefret ederim ve insanın da kendisiyle çelişmemesi lazım.
— Hiç şüphesiz.
— Ama sizin kelime seçimiz de biraz tuhaf. Neden bilmiyorum ama bir şey sanki
beni dürtüyor siz konuşurken, buna pek anlam veremiyorum ama…
— Tuhaf, daha önce başkası hiç böyle hissettiğini söylememişti bana. Belki de
sırf size özgü bir durumdur bu?

66
— Belki…
— Peki, Selin Hanım, bildiğiniz üzere insan; OHD’yle doğmaz, OHD olur. Ve bu
da kolay kolay olmaz. Rahatsız olmazsanız size şunu sorabilir miyim: Siz ne
yaşadınız da bu hijyen hastalığına yakalandınız?
— Bunu neden merak ediyorsunuz?
— Ben çok şey merak ederim, Selin Hanım. Ama bu, merak meselesi değil. Siz,
sadece merak ettiğiniz şeyleri mi sorarsınız? Cevabını zaten bildiğiniz sorular hiç
sormadınız mı?
Annemin ikinci evliliği…
Üvey babam…
O günden sonra…
— Öhö!
Bazen…
Geceleri…
— Öhö! Öhö!
Acı
— Öhö! Hah, hah!..
— İyi misin?
— İy -öhö!- iyi -öhö! Öhö!
— Su getireyim sana.
Gözyaşları…
Kirlenmiştim…
Keşke geri dönüp her şeyi temizleyebilsem, arıtabilsem. Keşke sıfırdan, beyaz,
temiz bir sayfa açabilsem…
— Al, iç.
*
Ah, midem bulanıyor. Ne oldu bana? Ne? Ne ara yatağa girdim ben? Bekle… bu
kırmızı… Hi! Çarşaflar neden kan içinde? Tamam, Selin. Derin bir nefes al. Evet.
Sakin… Düşün: En son neler oldu? Camları siliyordum, kapı çaldı, Cem denen adam
geldi, bir şeyler konuştuk, sonra?.. Anımsayamıyorum. Salona gitmeliyim. Belki orada
hatırlayabilirim ne olduğunu.
— Günaydın Selin.
— N…ne? Siz ne yapıyorsunuz burada?
— “Siz” mi, Selin? Hani birbirimize artık böyle seslenmeyecektik?

67
— Siz neyden bahsediyorsunuz?
— Ne kadar da unutkansın Selin’ciğim. İstersen bir lokma bir şeyler atıştır da
kendine gel, ne dersin?
— Abuk sabuk konuşmayı kesin de cevap verin bana! Ne yapıyorsunuz benim
evimde?
— Sakin ol, şampiyon. Senin evin mi? Burası benim evim, senin evin değil. Evimi
seninle paylaşıyor olmam evi sahiplenebilirsin anlamına gelmiyor.
— Ne saçmalıyorsunuz siz? Ben dokuz senedir bu evde yaşıyorum.
— Evet, doğru hatta aynı şekilde; dokuz senedir evden dışarı tek bir adım bile
atmıyorsun, değil mi? Ama şunu unutmamalısın ki ben, senden önce bu evdeydim.
— Ben… anlamıyorum.
— Söyle bana: Sen ne iş yapıyorsun?
— …
— Aynen öyle: yapmıyorsun. Öyleyse sen kimden, nereden maaş alıyorsun
dokuz senedir. Onca yıl, bırak karnını doyurmayı, her türlü istediğini alabildiğin lüks
bir hayat yaşadın ama tek yaptığın şey sabah akşam evini temizlemek. Bir tuhaflık
var sanki, yanlış mıyım?
— Ama sen… para?..
— Ne parası? Ben para getirmedim ki sana.
— Hayır… ama zarf?..
— Sen zarfı hiç açmadın ki de içinde para olduğunu iddia ediyorsun. Nereden
çıkardın parayı? Ama Selin, senin de huyun ortada yani. Asla zarfı açmayı akıl
etmezsin.
— Öyleyse neden?..
— Eskiden olduğunun aksine sen, çok unutkan bir kız hâline geldin Selin. Ben de
şaşırmayasın diye para getiriyor bahanesiyle kendimi sana tanıtıyorum. Zarfın
içindeyse… Neden zarfı açıp kendin görmüyorsun?
Bu fotoğraf… annem ve ben ve… Cem?..
— Annen öldükten sonra ve sen, benimle yalnız kalınca senin gibi ben de çok acı
çektim. Ve biliyorsun: Nasıl o zamanki senin gibi küçük bir kızın bakıma, yemeğe, bir
yuvaya ihtiyacı vardıysa benim de dul kalmış bir adam olarak kendi ihtiyaçlarım vardı.
Düşündüğümde, birbirimiz için mükemmel olduğumuza karar kıldım. Ama başlarda
çok karşı çıktın hatta bir keresinde bana bıçak bile çektin. Bak yanığımdaki bu yaraya,

68
bunu yapan sendin işte. Böyle devam edemezdik. Bu yüzden seni daha… sakin…
daha… uysal kılacak bir şeylere ihtiyaç vardı. Dün içtiğine mesela.
— Su!
— Evet, Selin. Dün sana içirdiğim su da onun içindi. Tabii bu çareler, kafandaki
bazı bağları zayıflattı doğrusu. Zeki bir kız olmana rağmen bunun gibi durumlarda
neden-sonuç ilişkisini bağlayamaz hâle geldin. Bir de unutmadan önce açıklamak
istediğim bir şey var: Kendine “Bu adam zarfa neden o fotoğrafı koydu?” gibisinden
bir soru soruyorsan aslında, senin bir kerecik bile olsa zarfı açıp gerçekleri öğrenmeni
istediğim söylenebilir. Sonuçta Tanrı, kaderi belirlemiş olmasına karşın özgür iradeyle
de bahşetmiş kullarını. Ama sanırım ne kadar unutursan unut, huylar hiç değişmiyor
ve sen, zarfı açıp hakikate ulaşacağına o zarfı başka bir zarfın içine koyup hakikatten
daha da uzaklaştırdın kendini. Hem gördüğün üzere kaç kez senin o zarfı açmadan
kaldırışını izlemiş olsam da günün sonunda yine sana uzatıyorum onu ve ben, senin
aksine hiçbir şeyi unutmuyorum. Sanırım ben, Einstein’ın tabirine göre, deliyim. Zaten
bu dünyada aklı başında kim kalmış ki?
— Nasıl?.. Nasıl?.. Kaç defa?..
— Ağlama Selin’ciğim, serçe kuşum, canım, ciğerim. Bugüne kadar döktüklerin
yetmedi mi? Yaklaş bana, sevgili kızım. Baban sana her şeyi unutturacak.
— Hayır! Uzak dur benden! Seni canavar! Yardım!..
Diye bağırmaya devam etti Selin. Ağlarken ve haykırırken; babası, sarılır
pozisyonda Selin’in boynuna uyuşturucu dolu şırıngasını tam şah damarından
sapladı ve çok geçmeden bayılan kızını kucağına alıp yatak odasına götürüp yatağa
yatırdı. Baba, açılmamış zarfı cebine yerleştirdi ve kanlı çarşafı kucağına alarak
evden ayrıldı ve çöpe attı. Sonuçta kızı Selin, leke gördü mü dayanamazdı, çıldırırdı.
Babası, Selin’i üzmek istemezdi.
*
Selin, yarı yorgun yarı dinlenmiş bir şekilde uyandı. Durumundan memnun ve
yüzünde tebessümle evini temizlemeye koyuldu. En huzurlu ve en güvende, temizlik
yaparken hissederdi ve asla beyaz cennetinin kirlenmesine izin vermeyecekti.

69
70
Bir Resim
Herkesin aklının bir yerinde, bazen en bariz noktası ve bazense en ücra köşesinde,
bir “kavram” vardır. Kimisi –kişiliği, sağ veya sol beyinli oluşu, geçmişi vs. gibi
etkenlere bağlı olarak– bu kavramı bir ses olarak algılar ve bu ses, hep kendisinin
kulaklarında çınlar; kimisinde bu, ansızın ve hiçbir belirli sebebi olmadığı yanılgısıyla
–sebep aslında çok nettir– hissedilen “şeytan dürtmesi” biçiminde görülür ve
bazısındaysa bu, âdeta bir resimdir –ki ben de bu azınlığa dâhilim– ve hepimizin –biz
farkında olmasak da– her daim karşısındadır. Ve bu “kavram”, formca kişiden kişiye
pek değiştiği gibi, benzer formda olanlar bile “deneyim”ce de çok farklılık gösterir.
Ama ve lakin bu “kavram”, kulağa her ne kadar tuhaf gelse de, tüm insanoğlunun
içinde ortak olarak bulunan düşünce ve duygularla belirir ve herkeste bir şekilde
vardır. Size şimdi, elimden geldiğince ve mantığa uygun olmaya çalışarak, kendim bu
“kavram”ı nasıl “deneyim”lediğimi anlatacağım ki belki, en azından bir kişi, kendini
anlamaya ve hepimizin bir parçası olan bu “kavram”la bağdaşmaya bir adım
yaklaşabilir.

71
Bir insan düşünün: cinsiyetsiz, olgun bir birey. Aynı yeni doğmuş bir bebek gibi,
üreme organları dışında hiçbir özelliğiyle cinsiyetlerini ele vermeyen; kel; tüysüz bir
insancık. Bu insancığın gözleri sımsıkı kapalı ve önündeki gerçeklerle yüzleşmek
istemiyormuşçasına onları açmayı reddediyor. Yalnız, gözlerini ne kadar sıkı
kapatmışsa da kaşları, pes eden bir ifadeyle yukarı kalkmış. Ve bütün bunların
yanında insancığın ağzı, dört bir tarafından birer kancayla tutulmuş ve her bir
yanından bu kancalarla doruğuna kadar açılmış dehşet verici bir görüntüyle.
Kancalarla gerilmiş bu ağzın içine dikkatli bakınca yepyeni bir dünya kendini
gösteriyor. Başta fark edilen, sarkık küçük dil üzerine inşa edilmiş, bu yeni dünyayı
muhteşem beyaz ışığıyla baştan aşağı aydınlatan, kendi etrafında saat yönünde
sürekli dönen bir deniz feneridir. Fenerin de hemen tepesinde, kalın paltosu ve iri
cüssesiyle bağdaş kurup ağzında sadece izmaritten ibaret olan sigarasıyla oturmuş,
yaşlı bir adam görünüyor. Bir denizciyi andıran bu yaşlı adam, bir şeyler sayıklıyor
ama kendine mi yoksa bir başkasına mı?
Deniz feneri döndükçe bu yeni dünyanın başka nitelikleri de açığa çıkıyor. Şimdi,
bu insancığın ağzından dışarı sarkmış kırmızı dilini üzerinde yeni evli, düğün
kıyafetleri hâlâ üzerlerinde, bir çift duruyor. Çift, sarkık kırmızı dilin üzerinden yeni
dünyanın içine el ele tutuşmuş; dimdik yürürkenki gözleri umut dolu.
Sıradaysa dişler aydınlanıyor ve üst dişlerin üzerine diş teli gibi döşenmiş raylar
beliriyor. Üst dişlerin sağ kenarından yola çıkan, ağır çelikten lokomotif; hareket
ediyor raylar üzerinden. Kumanda tarafındaki bacadan çıkan kapkara, kir dumanı;
insancığın burun deliklerinin içine doğru tırmanıyor ve insancık, öksürük krizlerine
tutuluyor. Ve lokomotif, üst dişlerin sol kenarına varıp kargosunu ulaştırdıktan sonra
bir daha geri dönmek üzere yok oluyor.
Ve azı dişlerinden de –hem üst, hem alt– her taraf için bir tane olacak şekilde, dört,
farklı renkler ve çeşitli özelliklerle kırkayaklar; kıvrılarak çıkıyor. Bu kırkayaklar, tuhaf
büyüleyicilikleriyle, bir köpek balığının ağzının içini andıran siyah şeritli damağın
üzerinden sürünerek ilerliyor. Ve hangi noktadan itibarendir bilinmez, bu kırkayaklar
birer kancaya dönüşüyor ve insancığın boğazının içindeki kendisinin ağzını gergince
açıyor ve bu delice ama bir o kadar da gerçek “deneyim” sonsuza dek devam ediyor.
Ne mutlu kendimi anlatabildiysem!

72
Tanrı Yeryüzüne Düşünce
Uzun kuyruğun ilerlemesine ve önümdeki insan sayısının azalmasına rağmen
arkamda bekleyenlerin ucu bucağı yoktu, sonsuz bir insan denizi. Bütün bu insanlar
aynı neden dolayısıyla burada ve sıranın sonunda hayatları sonsuza kadar
değişecek hepsinin, iyiye ya da kötüye. Her attığım adımda heybetli kendisi daha da
belirginleşiyor, ona yaklaştıkça güçlenen sesi tüylerimi diken diken ediyor. Bütün
bunlar bu adamın ağzından çıkacak bir kelime için. Ama bu kelime o kadar önemli ki
herkesin geleceğini tamamen değiştirecek. Kaderin onun iki dudağı arasında, ya
hayatını "cennet"e çevirecek ya da "cehennem" edecek. Sıranın en önündeki
insanların yüzleri hep aynı başta, endişe sarısı. Ondan sonra iki farklı renk görünüyor.
Ya mutluluktan pembe ya da tamamen çökmüş ruhun beyazı. Duyulmaya başlıyor
zafer çığlıkları, ağlamalar. Neşeli gülümsemeler; gözlere vurmuş derin üzüntü, öfke.
Ve sonunda geldi sıra bana. Duruyor hemen karşımda "Tanrı". Bana iyice bakıyor,
bakışında hiçbir ifade yok, sadece gözleri benim üstümde, ben ha oradayım ha
değilim, bu öyle bir bakıştı. Gözleri kayıyor aşağıya, elinde bir kâğıt, herhâlde sicilim.
Terlemeye, titremeye başlıyorum, korkuyorum çünkü. Neden bilmiyorum, sonum belli
sonuçta, buradan sonra nereye gideceğimi gayet iyi biliyorum. Ağzını aralıyor, bitti
her şey, hayatımı bir nefesle mahvedecek. Bana bile bakmıyor, "Cehennem'e" diyor,
sıradaki geliyor, yüzü sarı...

73
Sağımda ve solumda iki görevli, kelepçelediler beni, bağladılar gözlerimi, çeke
çeke götürüyorlar bir yere. Karşılık verme gibi bir girişimde bulunmuyorum, işe
yaramaz buluyorum böyle bir davranışı. Sonuçta ne güçlüydüm ne de bana yardım
edebilecek birisi vardı. Zaten kim bana yardım ederdi ki? Bu birisine "Senle
Cehennem'in dibine bile giderim!" demeye benzemez, gerçekten gitmeye razı olman
lazım. Bir süre yürüdükten sonra insan sesleri duyulmaya başlıyor, onlar da benim
gibi herhâlde. Atıyorlar beni diğerlerinin arasına, birkaç kişiyi ezdiğimi hissediyorum.
Her ağızdan bir ses çıkıyor; kimisi sövüyor, kimisi anlam veremiyor olanlara, bazıları
haykırıyor; savaş çığlıkları sanki. Duyulmaya başlıyor motor sesleri, bir aracın
içindeydik. Götürecekler bizi yeni evimize.
Saatlerdir yoldayız, şüphelenmeye başladım eğer gerçekten de doğru yoldan mı
gidiyoruz yoksa kafamızın karışması için daire mi çiziyoruz diye. En azından bana
düşünmek için bolca zaman veriyorlar. Elimden gelen tek şey de buydu zaten,
düşünmek. Her şeyi elimden alabilirler, bütün dünyadan soyutlayabilirler beni ama
durduramazlar bu düşüncelerimi. Korktukları şey de bu, iki kulağım arasındaki beyin.
Diğerlerinin kullanmamaya teşvik edildiği bu et parçası. Kullananların sonu belli nasıl
olsa. Kuzu kuzu "vatandaşlık görevleri"ni yerine getirenleri, "Tanrı" hayranlarını
"Cennet"e; sistemini, rütbesini zedeleyen benim gibileri ise "Canın cehenneme!"
diyerek "Cehennem"e yolluyor. Bu "Tanrı"ya da hakkını vermek lazım. Yüzyıllar önce
bitirdi "Cehalet Çağı"nı, tek başına yürüttüğü araştırmalarla dinin doğru olmadığını
kanıtladı, açıkladı bütün soruları. Sorgulanmasın diye insanlar üzerinde deneyler
yürüttü, insanların genleriyle oynadı ve elde ettiği sonuçlarla yeni neslin bebeklerini
biyolojik olarak ölümsüz –doğal nedenlerden, yaşlılıktan ölmeyen, yüzyıllarca
yaşayan bireyler– hâle getirdi. Yeni bir çağ başlattı, "Bilgelik Çağı", bilimle
açıklanamayan hiçbir sorunun olmadığı, felsefeye, dine, kültüre gerek duyulmayan;
her şeyin mutlak ve tartışılamaz olduğu cesur yeni dünya. Eski Tanrı'yı öldürmesi
yetmedi, ismini de aldı, oldu dünyanın tek lideri. Cenneti, cehennemi yok etmekle
kalmadı, kendi "Cennet"ini ve "Cehennem"ini yarattı, engelledi suçu, yolsuzluğu –
inanmamak da imkânsız tabii–. Benim gibi susmayanlar da işte burada, sonsuz
ömrümüzün geri kalanı boyunca buradayız.
Sonunda frene basıldı, durduk. Kıçım ağrıyor ve ayaklarım uyuşmuştu, kendimi bir
an önce atmak istiyorum şu lanet arabadan. Tam ayağa kalkacakken birisi yakamdan
tuttuğu gibi atıveriyor beni aşağıya ve yere çarpmamla birlikte düşüyor gözümdeki
bez. Oldukça karanlık burası, tamamen kapalı, yanlış tahmin etmiyorsam bir tür

74
mağara ya da madenin derinliklerindeyiz. Dolayısıyla bayağı soğuk, ben de
cehennemin sıcak bir yer olmasını bekliyordum. Yalpalayarak kalkıyorum, duruyorum
öyle, sindirmeye çalışıyorum karşımdaki görüntüyü. Sonuçta burası artık benim yeni
evim, bir an önce alışmam lazım. Ama fazla da uzun sürmüyor sindirme eylemim, bir
çığlıkla kesiliyor. Arkama dönüyorum ve kaçmaya çalışan bir adam görüyorum. Beni
arabadan atanlar hemen önlüyor bunu, arka ceplerinden tabancalarını çıkarıyorlar ve
iki el ateşle deviriyorlar küçük adamı. Yere çakılıyor ama kan akmıyor hiçbir yerinden,
bayıltıcı şırıngalar kullanıyorlar demek ki. Gardiyanlardan ikisi adamı hemen
omuzlayıp götürüyorlar kim bilir nereye. Ölmesini istemediklerine eminim, sonuçta
ölüm bir seçenek olsaydı burası "Cehennem" değil bir cezaevi olurdu. "Tanrı" istemez
bu kadar basit olmasını işlerin.
Gardiyanlardan biri işaret ediyor bayıltılan adamı, "Buradan dersinizi almışsınızdır
umarım! Kaçmaya teşebbüs eden herkes 'ağır ceza' ile cezalandırılacaktır! Burası
'Cehennem', sizler Tanrı'nın bahşettiği her şeyi hiçe saymış yüz karası köpeklersiniz!
Bu yüzden de cezanızı çekeceksiniz! Her gün, yedi yirmi dört, sonsuza dek
yaptıklarınızdan pişmanlık duyarak telafi etmeye çalışacaksınız bu yolsuzluklarınızı;
hiçbir sonuç almaksızın! Şimdi düz bir sıraya girin ve beni takip edin, yoksa sonunuz
o adam gibi olur!". Hayda! "Cehennem"den daha ağır ceza da mı varmış?
Uslu uslu sıraya girdik. Herkes bayağı itaatkâr, ben de dâhil olmak üzere. Bütün o
uyarılardan sonra olay çıkarmak için diretmek aptalca olurdu. İlerlemeye başladık
daha da derinlere. Başta sadece attığımız adımlar duyuluyordu ama yürüdükçe
uğultular gelmeye başladı yöneldiğimiz taraftan. Biraz ileride bir tuhaflık olduğunu
fark ettim. Ne olduğunu çıkaramıyorum karanlıktan ama normal bir şey olmadığını
hissedebiliyorum. Takip ettiğimiz gardiyan durmamızı söyledi. Ne olduğunu merak
edip bakayım dedim ve ayaklarımın altında bilmem kaç yüz metre derinliğinde
devasa bir boşluk, dibi gözükmüyor. Evet, kesinlikle normal değildi bu. Bize dönüyor
gardiyan, "Aşağıya iniyoruz." diyor ve hemen arkasından bir asansör yükseliyor.
Bindiriyor bizi sırayla. Herkes yerleştikten sonra asansörü çalıştırıyor ve alçalmaya
başlıyoruz.
Yaklaşık on beş dakikadır asansördeyiz. Bu gidişle Çin'e varırız herhâlde. Sıcaklık
da gitgide artıyor, Dünya'nın çekirdeğine yaklaşıyoruz. Ve sonunda zemin gözüküyor,
ardından da "Cehennem"in ta kendisi. Taşlara vurulan kazma sesleri, terli deriye
çarpan kırbacın şaklaması, megafondan çıkan sağır edici emirler, uyarılar... Kimisi
maden çıkarıyor, kimisi de bunları işliyor, bazıları da gruplaşarak dev bir çarkı

75
döndürüyor. Yüz binlerce, belki milyonlarca insan, hepsi çeşitli angaryalarda
çalıştırılıyor, yeryüzünde kimseye yaptırılmayan işler. Demek "Tanrı" gerekli kas
gücünü buradan sağlıyor. Hem cezalandırıyor hem de bedavadan işçi buluyor
kendisine. Ben diyorum, bu adam çok zeki.
Zemine varınca gardiyan bizi iş yerlerimize gönderdi. Benim görevim de daha
önceden de dikkatimi çeken o dev çarkı çevirmek diğer herkesle birlikte. Ne işe
yaradığını bilmiyorum, söylemediler de. Sormaya da korkuyorum doğrusu çünkü ne
zaman birisi ağzını şu kadarcık açacak olsa kırbaçlanıyordu başlarındaki gardiyan
tarafından. Döndürmeye başladık koca çarkı, ben ve bir düzine kadar insan.
Döndür yavrum döndür, ne kadar sürecek kim bilir. Daha ilk dakikada zorlanmaya
başladım. Dışarıdan kolay gözüküyordu ama ne zormuş bu lanet şeyi çevirmek.
Bundan önce hiç yapmamıştım ki bunun gibi ağır bir işi, ne bekliyorlardı benden?
İkinci dakikanın sonunda da titremeler başladı. Bir dakika daha dayandım ama
gücüm yetmedi, kollarım saldı kendilerini, yığılıverdim yere. Yerden kalkmaya
müsaade etmeden bir kırbaç darbesi hemen sırtıma, ardından bir tane daha. Bütün
kol ağrımı unutturdu derimi parçalayan kırbaç darbeleri. Gardiyan bir şey söylemeye
bile gerek duymuyor, kırbacı konuşturuyordu, her bir vuruşu hece hece iletiyordu
mesajını "KALK-VE-ÇA-LIŞ-SE-Nİ-KÖ-PEK!". Hemen işe dönmeye çalıştım, sürüne
sürüne ulaştım çarka, tutundum ve kalktım bir şekilde. Çalışmaya devam, durmaya
tövbe.
Kırbaçlanmanın ardından birkaç saat geçti, çözmüştüm artık taktiği. Yorulduğum
zaman döndürür gibi yapıyordum pek gücümü vermeden, dinleniyordum, sonra tekrar
devam. Diğerleri sağ olsun, anlaşılmıyordu çalışmadığım. Yine de bunu yapmak
yaralarımı ve ağrılarımı düzeltmiyordu. Sadece daha katlanabilir hâle getiriyordu bu
işkenceyi. Birden bir çan duyulmaya başlıyor ve yüz binlerce metrelik madenin içinde
yankılanıyor uzun bir süre. Herkes işini bırakıp yöneliyorlar bir yere, ben de sorun
olmadığını görünce onları takip ediyorum. Birkaç tane uzunca kuyruk oluşmuş, çorba
dağıtıyorlardı gardiyanlar. En azından aç bırakmıyorlardı. Açlıktan ölmemiz imkânsız
ama gücümüzü kaybedebiliriz, bu da işlerine gelmez. Girdim sıraya ve beklemeye
başladım. Aklıma o sıra geldi, "kaderin sırası". Anca on saat kadar olmuştur oradan
çıkalı ama çok daha eskiden olmuş gibi hissediyorum, burada zaman çok daha yavaş
geçiyor, her geçen dakika bir ömür gibi geliyor. En azından sıra hızlı ilerliyordu.
Kimse öne kaynamıyordu, sorun çıkarmıyordu ki bu, biraz beklendik olurdu. Sonuçta,
burada sadece siyasi suçlu değil ama hırsız da dolandırıcı da var. Kırbaçtan

76
korkuyorlardı herhâlde. Başa varmak uzun sürmüyor. Bir kâse yoğurt çorbası
tutuşturuyorlar elime. Bir köşe buluyorum kendime ve çorbamı içmeye başlıyorum.
Çorba tek kelimeyle bok gibi. Sözde yoğurt çorbası diye verdiler ama bundan şüphe
duymaya başlıyorum, bu semen çorbası da olabilir. Gözlerimi yumup dikiyorum
çorbayı ve fazla geçmeden tekrar çan sesi yankılanıyor. Herkes geri dönüyor, ben de
dâhil olmak üzere.
Günün devamı da böyle geçiyor, sürekli çalışmakla. Günün son çanı çalıyor ve
herkes bir yer edinip uzanıyorlar oracıkta, uyku vakti gelmişti. Kafamın altına
koyabileceğim bir kaya bulup serildim yere. Her yerim ağrıyor, acıyor. Kollarımı
hareket bile ettiremiyorum artık. Karanlık tavana bakıyorum ve yıldızları gördüğümü
hayal ediyorum. Daha ilk günden özlemiştim o güzelim gece fenerlerini. Bir gün önce
sorsalar "Yıldızlar hakkında ne düşünüyorsun?" diye, derdim "Hiçbir şey, ha varlar ha
yoklar." ama şimdi onları görmek istiyorum. Ama bir daha görmem imkânsız onları.
Sonsuza dek. Gözlerimi yumuyorum ve derin bir uykuya dalıyorum.
Biri beni dürtüyor, sabah mı olmuştu? Hep karanlık olduğu için burası, anlaması
imkânsızdı saatin kaç olduğunu. Dönüyorum dürtülen tarafıma ve yanımda birisi var,
gardiyan değil. Bana bakıyor ve kendinden emin bir şekilde bana soruyor "Buradan
kaçacağız, çoktan bir sürü kişi topladım. Sen de bize katılır mısın kardeşim?
Gerçekten de katlanabilir misin böyle bir yaşama, onların itaatkâr kölesi olmaya? Bize
yardım et ve kurtulalım hep birlikte bu lanet yerden." diye. Salak mıydı bu adam?
Gerçekten kaçabileceğini mi düşünüyordu buradan? "Hayır." diye karşılık veriyorum.
"Sen bilirsin ama sonra şikâyet etme bulunduğun durumdan." diyerek sessizce
ayrılıyor, başka birisinin yanına yavaşça sürünüyor, ondan yardım istiyor. Ne saçma
bir öz güvendi bu? Sence "Tanrı"dan kaçabilir misin? Güvenlik o kadar sıkı ki!
Kaçmayı becersen bile seni anında bulurlar, geri yollarlar. Ama bekle... Belki de bir
yolu vardır kaçmanın, bütün bunlardan kurtulmanın...
Çan çalmaya başlıyor, herkes kalkıyor ve dönüyorlar ait oldukları yere, diğerleri
gibi ben de. Çarkım ve ben, baş başa. Dönüyoruz birlikte dünyanın merkezinde.
Dans ediyoruz birlikte, vals yapıyoruz. Dönerkenki o gıcırdaması cilve yapan
hatunlara, şarkı söyleyen bülbüllere benziyor... Ne diyorum ben? Bir haftada ne hâle
geldim? Bu gidişle yerdeki delikle sevişeceğim.
Günbegün devam ediyorum bu monoton, yorucu, delirtici işkenceye. Uslu uslu
vazifemi yapıyorum, sesimi çıkartmıyorum yoksa her şey mahvolur. Koca bir ömrüm
var, elbette gelecektir buradan kaçacağım o an, sadece sabretmem lazım.

77
Yemek molasıydı, yine dağıttılar semen çorbasını. Çabucak içtim ve zamanla
uzattığım sakalımla oynamaya başladım. Yeni hobim buydu. Ucuz ve pratik. Bazıları
pul biriktirmeyi sever, bazıları dağa tırmanmayı, ben de bunu seviyorum. Fazla
oynayamadan bir gürültü koptu. Bana aylar önce gelip yardımımı isteyen o adam ve
birkaç düzine kadar kişi daha gardiyanlara saldırmaya başladılar. Az adam
toplamamış sahi, ben de beni ikna etmek için yalan söylüyor zannediyordum.
Gardiyanlar destek çağırıyorlar hızlıca. Bir sürü gardiyan geliyor, ellerinde bayıltıcı
tabancalar, isyancılara yöneliyorlar. İşte beklediğim an buydu. Herkesin dikkati bir
yerde toplanmıştı, bundan daha iyi bir zaman olamazdı. Çaktırmadan asansöre doğru
koşuyorum, iki gardiyan beni görüyor ve ateş açıyorlar ama araya koyduğum mesafe
sayesinde ıskalıyorlar. Beni sıyırıp geçen her şırınga daha da arttırıyor kararlılığımı.
Kurtulacağım bu bok çukurundan. Asansöre ulaşıyorum, telaş içerisinde düğmeye
basıyorum ve yükseliyorum. Altımda kalan gardiyanlar telsiz üzerinden olanları
bildiriyor, durdurmalarını söylüyorlar kaçkını. Ama çok geçti. Durduramazlar artık beni.
Bir süredir asansördeyim. Neredeyse yolun sonundaydım. Yukarıda bekleyen
gardiyanların bağrışmaları duyulmaya başladı. "Ne olursa olsun durdurun onu.",
"Buradan kaçamaz.", "Gaz maskelerinizi takın."... Herhâlde bayıltıcı gazla
bekliyorlardı beni orada. Bunlar da hiçbir şeyi riske atmıyorlar. Artık zamanı gelmişti,
kaçış planımın son parçası. Yeteri kadar yükselmiştim, hatta fazlasıyla. Tutunuyorum
asansörün demir barlarına ve aşağıya doğru sallanıyorum. Atmaya hazırlanıyorum
kendimi. Ter boşalırcasına akıyor. Korkuyorum tabii. Ayakları gözükmeye başlıyor
gardiyanların, duman yaklaşıyor yavaş yavaş. Daha fazla oyalanamam. Ya hep ya
hiç. Serbest bırakıyorum ellerimi ve dalıyorum sonsuz karanlığa.
Dünyadan uzaklaşıyorum git gide. Düşüyorum. Düşüyorum ama daha çok yüzüyor
gibi hissediyorum. Stiks Nehri'nde kulaç atıyorum âdeta. Gözyaşlarını tutamıyorum,
öleceğim yakında. Ölmekten başka bir çare var mıydı ki? Ya ölecektim ya da
çürüyecektim o madende. Kesin çözüm, kimse hayatta kalamaz yüzlerce metrelik bir
düşüşten. Ha ölümlü ha ölümsüz… Milyonlarca parçaya ayrılmış bir et parçasına
dönüşür sadece. Acı da yok, tertemiz. Derler ki ölürken bütün hayatın gözünün
önünden geçer. Hiç öyle bir şey olmuyor. Belki de hayatımda kayda değer hiçbir şey
yapmadığım içindir bu. Hayır! Ben "Tanrı"yı alt eden, "Cehennem"e gününü gösteren
adamım! Bundan yıllar sonra heykellerimi dikecekler her sokağa. Öldüğüm gün için
şiirler yazacak küçük çocuklar, benle o çarkı döndürenler gelecekler mezarımın
yanına, ağlayacaklar, haykıracaklar, dünyaca anacaklar bugünü... Ben kimi

78
kandırıyorum? Belki "Cehennem"de bir süre döner dedikodum ama sonra unutulur
giderim. Dışarıya bile çıkmaz haberim. En azından ben mutluyum, hiç de pişman
değilim. Acaba ne olmuştur o adama? Yardımımı isteyene. Yakalanmıştır herhâlde
diğerleriyle birlikte. Göndermişlerdir ağır cezaya. Hâlâ da öğrenemedim o "ağır
ceza"nın ne olduğunu. Daha fazla iştir. Başka ne olacak? Ve acaba cenazemde
sakalımı keserler mi, tabii cenazem olursa? Bir de o çark ne işe yarıyordu? Hâlâ
dönüyor mudur acaba?
O gün öldüm…

Tarikatla Röportaj
İyi günler, sevgili okurlar. Bu haftaki bölümümüzde yine başka bir isimsiz yeraltı
örgütüyle karşınızdayız. Bugünkü tarikatımız, İzmir’in Çiğli ilçesinde bulunan Sucuk
Tarikatı. Öncelikle bu tarikatın birkaç üyesiyle konuşacağız –tarikat üyelerinin isimleri
bizde saklıdır–, ardındansa tarikatın dervişi ve kurucusu Kerim Kiziroğlu’yla bu
topluluğun derinliklerine ineceğiz.
*
Röportajcı: İyi günler dilerim. Müsaade ederseniz size birkaç soru sorabilir miyim?
Tarikat Üyesi 1: Size de iyi günler efendim. Elbette sorabilirsiniz.
R.: Öncelikle, bu topluluğa ne zaman katıldınız?
T.Ü.1: Bir bakayım… aydınlanmamı ikinci sınıfta yaşamıştım ve öyleyse yirmi sene
oldu ama resmi bir üye olmam üç yıl öncesinde, Kerim Hazretleri’nin derneğimizi
kurmasıyla gerçekleşmiştir.
R.: Peki dininizin esaslarını bana biraz anlatabilir misiniz?
T.Ü.1: Bildiğiniz üzere dinimiz, Ulu Sucuk’un kudreti üzerine kuruludur. Bizim
inancımıza göre evren; Kozmik Sucuk’un, özündeki atomların enerjisiyle kızarması ve

79
büyük bir enerji dalgası yaymasıyla oluştu. Günümüz insanlarının gündelik olarak
tükettiği bu gıdayı ise bizzat bize kendisi bahşetmiştir. Biliyorsunuz ki sucuk, özellikle
Türkler tarafından tüketilen bir besin ve bu besini en çok Türkler tükettiği için Türkler,
içinde Ulu Sucuk’un özünden en çok parça taşıyandır. Yani bizim inancımız aynı
zamanda tasavvufi nitelikler de gösterir. Türkler, Ulu Sucuk’a en yakın olanlar olduğu
için Ulu Sucuk, Suçukçuluk’u yani Latincesi Farciminism’i –çeviri sırasında biraz
anlamını yitiriyor elbet– dünyaya yaymak için biz Türkleri seçmiştir. Bu, aynı
zamanda, Türklerin ete olan düşkünlüğünü ve savaşçı yapısını da pek iyi
açıklamaktadır.
R.: Ulu Sucuk’a inancınız nasıl başladı?
T.Ü.1: Biz ikinci sınıftayken derste oturuyorduk ve Kerim Hazretleri –o vakitten
evvel de bir Sucukçu’ydu kendisi– dersin ortasında “Sucuk! Sucuk!..” diye dua
edercesine bağırmaya başladı ve biz, ne yapıyor bu salak –tövbe–, derken havadan
üç tane sucuk dilimi düştü. Biz, ne oldu anlayamadık. Sonra, bu olay birkaç defa
daha yaşanınca, bunun bir rastlantı olamayacağını düşünmeye başladım. Böyle bir
olayın başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Kerim Hazretleri’ne bu konuyu
danışınca kendisi bana, “Ulu Sucuk’un tohumlarıdır bunlar. Onlar bize bahşedilmiştir.
Sen de inan ve o da seni sucuk tohumlarıyla kutsasın.” demişti. Sonra ben de Kerim
Hazretleri gibi dua etmeye başlayınca bana da sucuk yağmaya başladı ve bunun
üzerine inancım kesinleşti. O gün bu gündür dinimizin buyruklarını yerine getirmek
için elimden geleni yapıyorum.
R.: Aileniz ve çevreniz, bu konu hakkında ne düşünüyor?
T.Ü.1: Ailem, başta çok komik buldu bütün bunları ve küçük bir çocuk eğlencesi –
tövbe–, deyip geçtiler. Ardından, ben büyüdükçe, inancımın azalmak yerine daha da
pekiştiğini gördüler ve bana karşı tavırda bulundular tabii. Sonuçta basit bir
Müslüman aile, nasıl olur da Sucukçuluk gibi bir dini kabul edebilir ki? Ama bir
müddet sonra benim için mutlu oldular, beni teşvik eder hâle geldiler çünkü
Sucukçuluk’un buyurularından biri de aileye sonsuz sadakattir. Ailemize sadık
olmalıyız çünkü her aile, çocuğunu en az bir defa sucukla beslemiştir. Kendimde bu
esasa uyup aileme sonsuz bir şefkat ve özveri gösterince onların da çok hoşuna gitti
bu durum. Ha, ailem çok mu mutlu kızlarının bu dini benimsemesinden? Hayır. Hayır
ama benim de iyiliği amaçladığımın pek iyi farkındalar günün sonunda. Çevreye
gelince, etrafımdaki çoğu kişinin Sucukçu olduğumdan haberi bile yok. Sonuçta siz,
ne zaman bir arkadaşınıza dinini sormayı akıl ettiniz ki?

80
R.: Çok haklısınız. Başka eklemek, okurlarımıza iletmek istediğiniz bir mesaj var
mı?
T.Ü.1: Derneğimizin kapısı, herkese her zaman açıktır. Doğru yolu şaşırmış olan
ve raylara geri oturmak isteyen herkese yardım etmeye hazırız. Ulu Sucuk, herkesin
birlikte ve huzur içinde yaşamasını diliyor. Amin!
Birinci tarikat üyesinin bizimle paylaştığı bu aydınlatıcı bilgilerle kendisini uğurladık
ve başka bir tarikat üyesiyle konuşmaya devam ettik.
R.: Merhabalar, sorun olmazsa birkaç soru sorabilir miyim?
Tarikat Üyesi 2: Elbette sorabilirsiniz. Ulu Sucuk Efendi’mizin doğrularını
paylaşmaya her zaman hazırım.
R.: Öncelikle ne zaman Ulu Sucuk’a inanmaya başladınız?
T.Ü.2: Ben de bazı diğer üyeler gibi Kerim Hazretleri’yle aynı sınıftaydım. Kendisi,
bir gün, ilk mucizesi olan sucuk yağdırmayı gerçekleştirdiği an inanmaya başlamıştım.
Sonradan gerçekleştirdiği öbür mucizeleriyle –mesela bir sucuğu konuşturmuştu bir
keresinde ve sucuk, bana evrenin sırlarını ve esaslarını anlatınca– inancım pekişti.
Veya bir dolunayda Ay’ı bir süreliğine sucuğa dönüştürmüştü ki o noktadan itibaren
her şey şüphesizleşmişti.
R.: Ama nasıl olur? Ay, hiçbir zaman sucuğa dönüşmemişti ki. Olsaydı herkes
bundan haberdar olmaz, bunu araştırmaz, soruşturmaz mıydı? Ben hiç böyle bir şey
duymadım!
T.Ü.2: Elbette oldu. Sadece şansına, kimse o sırada Ay’a bakmıyormuş. Yoksa Ay,
hakikaten sucuğa dönüşmüştü.
R.: Yani koca dünyada sırf siz mi Ay’ın sucuğa dönüştüğüne tanık oldunuz? Ben,
bunu pek muhtemel bulmuyorum.
T.Ü.2: Oldu dediysem olmuştur, kardeşim! Sen, benim inancımla alay mı
ediyorsun? Biraz saygı göster saygı!
R.: Affedersiniz, saygı duymadığımdan değil ama kimse o sırada Ay’a bakmamış
olsa bile Ay’ı yedi yirmi dört takip eden uydu ve teleskoplarımız ve aynı zamanda
onların başında duran sayısız astroloğumuz var. Onlar da mı görmedi bunu? Hem Ay,
sucuğa dönüşmüş olsaydı dünya iklimi altüst olmaz mıydı?
T.Ü.2: Şey… şöyle ki… bizim dinimiz kimi gerçekleri… yani şöyle… Ulu Sucuk,
bize dedi ki… Daha doğrusu o sucuk konuşunca…
R.: Sözünüzü kesmek istemezdim ama konudan çıkıyordunuz neredeyse. Siz
şimdi Ay’ın sucuğa dönüştüğünü gördünüz mü görmediniz mi?

81
T.Ü.2: Gördüm tabii, kör değilim ya!
R.: Ama siz demin-
T.Ü.2: A, saate bakın hele! Özür dilerim ama bugün Mübarek Salı ve benim öğlen
duama yetişmem lazım. Müsaadenizle!
R.: Ama!..
İkinci tarikat üyesiyle yarım kalan konuşmamızdan sonsuz kere af dileriz ve
sıradaki ve sonuncu tarikat üyemizle konuşmaya geçip elle tutulur bir şeyler
öğrenmeyi umut ederiz.
R.: Merhabalar, birkaç soru?..
Tarikat Üyesi 3: Sorun tabii, siz o gazetedensiniz değil mi? Fotoğrafımı gazeteye
koyacak mısınız?
R.: Aslında sansürleyecektik ama…
T.Ü.3: Yok, sansür mansür istemiyorum. Ya ismim?..
R.: Onu da…
T.Ü.3: Onu da yazın gitsin!
R.: Pekâlâ…
Cemil Benben: Ha şöyle!
R.: Nasıl inanmaya başladınız, sorabilir miyim?
C.B.: Ben, çoğu tarikat üyesinin aksine tarikat, kurulduktan sonra inanmaya
başladım. İnternette komik bir forum başlığında kendilerinin reklamlarını yaparlarken
gördüm bunları, sonra merak edip buraya geldim ve milletle tanıştım, herkesi çok
kafa buldum –hepsinin bin beş yüz–! O günden itibaren bir tarikat üyesiyim.
R.: Herhangi bir mucizeye tanık olmadınız mı?
C.B.: Evet, en büyük mucizeyse bunca salağın bir yerde toplanabilmesi!
R.: Siz nasıl bir tarikat üyesisiniz? Hem siz sahiden bu dine inanıyor musunuz?
C.B.: Elbette inanıyorum, üyesiyim ya. Hem her insanın inanacak bir şeye ihtiyacı
vardır, benim de bu.
R.: Ama dünyada daha kabul görmüş dinler var. Neden onlar değil de bu?
C.B.: O dinler çok moda ya! Bütün o sıradan dinlerin aksine bu, çok post-modern
ve alışılmamış!
R.: Post-modern mi?
C.B.: Tabii post-modern.
R.: Söylemek istediğiniz başka bir şey?

82
C.B.: Buradan anneme, babama ve özellikle Selim Abi’ye selamımı iletmek
istiyorum. Bekârım ve kendime bir kız arkadaş arıyorum. Hanımlar, bu sözüm sizeydi.
Bir başka verimsiz sohbetin ardından artık Kerim Kiziroğlu’yla görüşmenin vakti
geldiğine inanıyorum. Kendisi umarım bizi biraz olsun aydınlatabilir.
R.: Merhabalar Kerim Bey, bizi bilgilendirmeye hazır mısınız?
Kerim Kiziroğlu: Elbette, sorun gitsin!
R.: Başta, şu meşhur mucizelerinizden bahsedebilir misiniz? Ben ve eminim ki
sevgili okurlarımız, merak içindeyiz.
K.K.: Tarikat üyelerine göre üç mucizem varmış: Sucuk yağdırma, sucuk
konuşturma ve –buna inanamayacaksınız– Ay’ı sucuğa dönüştürme. Son ikisini ben
de sonradan öğrendim!
R.: Nasıl yani? Bunları gerçekleştiren kişi siz değil misiniz?
K.K.: Tabii ki “ben”im de lütfen, sizce bu mantıklı bir şey mi? Sucuk konuşturmak
ne demek, gözünüzü seveyim!
R.: Öyleyse siz ne yapıyorsunuz bu tarikatta?
K.K.: Bak, sana tüm olayı anlatayım: Ben, ikinci sınıftayken çok şımarıktım ve
dakika başı dikkat çekmeye çalışıyordum. Ben de derslerde “sucuk, sucuk” diye
anırmaya başladım ama pek umursamadılar beni. Benim de aklıma, geçenlerde
yaptığımız mangaldan arta kalan sucuk dilimleri geldi ve bağırırken havaya üç dilim
fırlattım. Herkes çok şaşırmıştı ve ben, en arkada oturduğum için kimse benim
attığımı görmemişti. Sonra –hiç beklemediğim bir şekilde– çocuklar, buna bir dinmiş
gibi inanmaya başladı ve ilgi madenini bulan ben, bunu biraz daha ileri götürüp bir
peygamber edasıyla yaklaştım bunlara. Çocuk akıllarıyla her şeye inanmaya
müsaittiler zaten ve çocukluktan alışınca bu yaşlarına kadar inanmaya körü körüne
devam ettiler doğal olarak. Yoksa aklı başında birisi sucuğa tapar mı? Neyse, sonra
bu tarikatı kurmaya karar verdim. Şahsen ben, pek tembel bir adamım ve çalışmak
yerine armut piş, ağzıma düş olsun isterim her şeyin. Dedim bunlara: “Ulu Sucuk, her
gün put ödevine birer kangal sucuk getirmenizi ve dinimizi dünyaya yaymak amacıyla
bol bol bağış yapmanızı buyurur.”. Ben de işte, bu son yedi senedir, bunların
getirdikleriyle geçiniyorum. Şimdiden elliyi aşkın üyemiz var. Gelen sucukla parayı
düşünsenize!
R.: Peki ya üyeler, bunları okuyup her şeyi fark ederse? Biz bu konuşulanları
gazetede yayımlayacağız ve kalkıp okurlarsa mesela?..

83
K.K.: Okumazlar da fark etmezler de. Gördün ne kadar inançlı olduklarını. Bu
tarikata iki tür insan katılabilir: deliler ve şakacılar. Şakacılar baştan beri biliyorlar her
şeyi zaten. Onlar eğlencesine buradalar. Delilerse kendi uydurmalarıyla pek mutlular
ve gerçeği veya kelimesi kelimesine bu sözleri onlarla paylaşacak olsan bile
inanmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Her şey bu kadar basit.
R.: Özür dilerim ama bugünlük bu kadar vaktimiz var. Son olarak söyleyeceğiniz
bir şey var mı?
K.K.: Gelin buraya. Dileyen çılgınlar gibi eğlenir, dileyense eğlenceli bir şekilde
çıldırabilir.
Ve böylelikle bu haftaki bölümümüzün sonun geldik, sevgili okurlar. Gelecek
haftaki bölümümüzde kedi testislerini yalamanın yararlarından bahsedecek
diyetisyenle röportajımız olacak, sakın kaçırmayın!

84
Saçın Kadını
Bu hikâyemizde ise Ayşe adlı genç bir kadını anlatacağız. Ayşe, lise mezunu bir
kızdı. Kendisi, üniversite sınavlarına girme gereksinimi duymamıştı çünkü hayatında
her zaman tek bir ideali olmuştu ve bu ideal dışında başka hiçbir mesleğin eğitimini
katiyen kabul edemezdi. Bu ideal, meslek; mankenlikti. Ayşe, ta diz boyundayken
hayranlık beslemeye başlamıştı bu uğraşa. Gazete ve dergilerde sayfalarca
kendilerine yer ayrılan bu şöhretler, Ayşe’nin yegâne idolleriydi. Ayşe’nin odasının
her bir köşesi bu insanların –ki kendileri, Ayşe’nin gözünde birer ilah makamındaydı–
fotoğraflarıyla doluydu. Tülin Şahin’den Azra Akın’a ve ondan da Eda Taşpınar’a
kadar hepsi bulunurdu bu koleksiyonda. Her sabah uyanınca ve akşam yatmadan
evvel bu resimlerin karşısına geçer ve kimi zaman bir sanat galerisini dolaşan
eleştirmen edasıyla kimi zamansa yobaz bir dindar gibi taparcasına bakar ve
incelerdi hepsini teker teker ve düşler de düşlerdi. Hayatı boyunca güzelleşmek için
elinden gelen her şeyi yaptı. Bakım ürünlerinin her daim en kalitelisini alır ve varını

85
yoğunu bu ürünlere harcardı. Aynı zamanda, belki işe yarar umuduyla, vakit buldukça
göğüslerine uzun uzun masaj bile yapardı büyüsünler diye ancak bu, pek işe
yaramıyordu ve Ayşe, B boyutunda sınıra dayanmış “Neyse,” diyordu “kimisi de
küçüğü sever.” ve bu şekilde, kendisini bir şekilde avutuyordu.
Liseden mezun olduğu vakit hemen birçok dergiye, reklam şirketine veyahut
mankenlerle işi olan çeşitli yere başvurdu ama nedendir bilinmez, hepsi tarafından
reddedildi. Hepsi de ayrı telden çalıyordu. Kimisi dudakta, kimisi kaşta, kimisi –Ayşe
sadece buna hak veriyordu– küçük göğüslerinde, kimisi kollarında, kimisi sırt gibi
Ayşe’nin hiç aklına gelmeyecek vücut bölgelerinde bir kusur bulmayı beceriyordu.
Ancak Ayşe, vücudundan ve güzelliğinden çok emindi. Neden kendisini kabul
etmiyorlardı, bir türlü anlam veremiyordu. Yine de Ayşe, eleştiriye açık, makul bir
insandı ve bu kusurlarını bir şekilde gidermek istiyordu. Alternatif yollarla estetik
eksiklerini yok etmeye çalışıyordu ama ve lakin bir sonuç alamıyordu. Bir yıl boyunca
bu meyvesiz çabalar devam ettikten sonra Ayşe, tek çözümün estetik ameliyatta
olduğuna karar kıldı. Hâlâ birlikte yaşadığı annesiyle babasına yalvardı yakardı.
Babası dedi: “Olmaz, paramız yok.”. Annesi dedi: “Olmaz, el âlemin alay konusu
olamam.”. Ve Ayşe, güvendiği dağlara kar yağınca yalnız başına bu masrafı
karşılamak zorunluluğuyla ne kadar az istese de bir kişisel bakım ürünleri
mağazasında kendine bir iş edindi. Tabii, en erken vakit yeterli parayı biriktirir
biriktirmez işten ayrılacaktı ama asgari maaşıyla ve gerçekçi bir bakışla bunun,
düşündüğünden çok daha uzun bir zaman gerektirdiğini anladı. O kadar çok
ameliyata girmeliydi ki ihtiyacı olan para, ömründe görmediği miktarlardaydı. İşte
hikâyemiz, Ayşe’nin bu iş yerinde ilk yıl dönümünün sabahında başlıyor.
*
Ayşe, sabah uyandığında çalar saatinin üzerinde bulduğu saç şampuanı şişesini
görünce çok şaşırmıştı. Kendisi koymamıştı onu oraya, öyleyse nereden gelmişti bu?
Kalkıp yüzünü yıkadıktan ve her sabah yaptığı gibi duvar galerisine hayranlıkla
baktıktan sonra kendisini kahvaltı hazırlarken bulduğu annesine “günaydın” bile
demeden saç şampuanını sordu. Annesi, umursamaz bir şekilde bilmediğini söyledi
basitçe ve uğraşını bahane ederek kızını başından savdı. Pek ihtimal vermese de o
sırada gazetenin spor sayfalarını karıştıran babasına da sordu aynı soruyu ama o da
kafasını bile kaldırmadan bilmediğini söyledi ve Ayşe’yi merakıyla baş başa bıraktı.
“Neyse, çıkar bir yerden ne olduğu.” diyerek kendince meseleyi kapatırken artık işe
gitmesi gerekiyordu, aksi takdirde geç kalıp geçen haftaki gibi patrondan azar

86
işitecekti. Ayşe, saç şampuanı şişesini odasında bıraktı ve gelecekte şüphesiz elde
edeceği mankenlik rütbesine yakışır bir usulde şık giyinerek en tez vakit kurtulmayı
dilediği işine yol aldı.
*
Tabii arabası olmayan Ayşe, metroyla gidip geliyordu işine. Lakin bu, arabası olsa
da geçerli olacak bir durumdu. İçinde pek çok türden insan bulunduran bu toplu
taşıma aracı, Ayşe’ye mankenlik yolunda en büyük moral kaynağıydı. On beş
santimlik ince topuklu ayakkabısıyla metroya adımını atar atmaz gözüne iyi gözüken
bir orta direğe bir striptizci gibi tutunur –asla boş yer var mı diye bakmaz– ve
etrafındakilerin kendisine bakışlarına şahit olurdu. Birbirine fısıldayan çeşitli yaşta
kadınlar, yan gözle bakan adamlar ve hepsinin yüzündeki o ciddi ifade Ayşe’ye
hakikatte ne kadar güzel olduğunu ve başvurduğu tüm o şirketlerin ne halt
yediklerinden habersiz olduklarını ispatlardı. Şüphesiz, gerçek güzellikten anlayan
seyircilerdi bunlar.
Metro durduğunda ve Ayşe’nin öz tatminiyet seansı bitince Ayşe, günün
getirebileceği tüm sıkıntılara karşı hazır ve güçlü hissediyordu. Sırtını yasladığı
enerjisiyle ne yaptığı ufak hatalar sonucu patronunun dırdırları ne de o şıllık karı
Macide’nin ters bakışları Ayşe’nin moralini zedeleyebilmişti. Bugün, güzel bir gün;
diye gülümserken Ayşe, telefon çaldı. Yoksa, diyerek heyecanlanan Ayşe, nereden
arandığını biliyordu. Yalnız, telaşla yanıtlaya basınca işittiği “Ayşe Hanım, özür dileriz
ama…” diye başlayan ezberden sözle Ayşe, mahvoldu. Her ne kadar çok reddedilmiş
olsa da bugüne dek, reddedilmenin verdiği acı asla azalmıyordu. Bugün, kötü bir gün;
diyerek metroya bindi ve kendini göstermek bile istemeyerek insanlardan en ırak
koltuğa yerleşti ve sessizce ağlayarak evine döndü.
Ayşe, çökmüş bir şekilde evine dönünce karşılaştığı umursamaz aile manzarasıyla
daha da kahroldu. Ayşe’nin yüzünden mutsuzluğu gayet iyi okunabilirken kimse bir
şey söylemiyordu. “Bir aile, evladını üzgün buldu mu yatıştırmamalı mıydı?” sorusu
Ayşe’nin kafasında yankılandı ve yine ağlamak üzere Ayşe, kendisini odasına kapattı.
Odaya girince hiçbir şey yapmaya gücü kalmadığını hisseden Ayşe, sadece duvar
resimlerine iyice bakıp başını yastığa vurmayı diliyordu. Tam da bunu yapmak
üzereydi ki gözüne sabahki saç şampuanı ilişti. Bazen ufak değişiklikler ruha iyi
gelirdi, bunu Ayşe pek iyi bilirdi. Ayşe, elinde saç şampuanı, banyoya gitti.
*

87
Sabah uyandığında Ayşe, hayret edici bir biçimde yenilenmiş hissediyordu. Dünkü
hüznünün yükü atılmıştı üstünden. Rahat bir kafayla günün ilk ödevlerini yerine
getirdikten sonra kahvaltı için annesinin yanına gitti. Ayşe, yemek hazırlayan
annesinin omzunu dürtünce anne, arkasına döndü ve şaşkınlıktan donakaldı. Bir süre
kızını ağzı açık süzdükten sonra anca kelimeleri bir araya getirebildi: “Ayşe, kızım,
sen misin?”. “Başka kim olacağım anne?” diye garipsedi Ayşe. “Sen… değişmişsin.
Çok güzel olmuşsun. Hele o saçlar…” dedi annesi kekeleyerek. “Nasıl yani?” diyerek
hayret etti Ayşe. “Bir farklısın, melek gibisin âdeta. O saçlar…” diye kaldı annesi ve
kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Ayşe, merak içinde aynaya koştu ve
kendisine baktı. Ancak bir farklılık göremiyordu kendisinde. Dün neydiyse bugün de
oydu. Ayşe’ye dünkü kayıtsızlığından pişman olduğu için annesi Ayşe’yi iyi
hissettirmeye çabalıyormuş gibi geldi. Daha fazla irdelemeden kahvaltı masasına
geçti ve yemeğini yemeğe çalıştı ancak annesiyle babasının tuhaf, hayranlık dolu
kesintisiz bakışları; Ayşe’ye rahat bırakmıyordu. Bu kadar da abartmaya lüzum var
mıydı?
*
Ayşe, metroya binerken hâlâ kafası karışıktı. Annesiyle babasının bu sabahki
hâlleri hakikaten alışıldık bir şey değildi. Daha da tuhafı, bugüne kadar Ayşe’ye karşı
kayıtsızlık ve umursamazlıktan başka bir şey sergilememiş olan bu ebeveynlerin bir
günde yüz seksen derece değişmiş olmasıydı. Yine aynı hareketler söz konusuydu
ama temel bazı şeyler farklıydı. Yan bakan adamların yüzleri utançtan kıpkırmızıydı
mesela. Veya genel bakışlar ciddi değildi de şefkatli ve pek hoştu. Kimisinin bakışları,
kalkıp Ayşe’yi saçlarından ilgiyle okşamamak için kendini tutuyormuş gibi
gözüküyordu. Ayşe, yine merakla, metronun camından kendi yansımasına baktı.
Tamamıyla aynıydı dünle, hiçbir şey değişmemişti. Ayşe, Ayşe’ydi.
*
Üst üste maruz kaldığı alışılmamış ilginin tesiriyle afallamış girdi mağazaya Ayşe.
Sürekli kafasında sorular dönüyordu: Neden böyle oluyor, düş mü bu, hep böyle
miydi de ben mi henüz fark ediyorum?.. Ancak yanıt bulamıyordu hiçbirine. Saç
şampuanı etkisiyle mi acaba, diyerek devamlı şüpheye düşüyordu ve hemen bir
aksini bulup kendisini inceliyordu ancak herhangi bir fark bulamayarak daha da
şüpheye düşüyordu. “Neyse,” dedi “zaman her şeyi açığa çıkarır.”.
Benzer tavırlarla mağazada da karşılaştı. Hem müşterilerde hem de öbür
elemanlarla hatta o şıllık karı Macide’de bile bariz bir değişiklik vardı. Yine aynı

88
şefkatli bakışlar, kızaran yüzler… Müşteriler, bir ürün hakkında soru sorarken her
zamanki buyurgan hâlleriyle değil de çocuksu, tatlı bir biçimde âdeta ilkokulda
hoşlandığı kıza yanaşmaya çalışan bir oğlan edasıyla yaklaşıyorlardı Ayşe’ye. Veya
patronu, Ayşe kazayla elektrik şalterini indirince ve yedeklenmemiş bilgisayardaki son
iki haftalık dosyaların kaybolmasına sebep olunca bile Ayşe’ye kızmıyordu ve
Ayşe’ye öz kızıymışçasına şefkatle yaklaşıp “Senin canın sağ olsun, Ayşe’ciğim!”
diyordu. Ayşe, biraz bile bunlara alışamamış, her duyduğu övgüye veya basitçe
sezdiği hoşnutluğa karşı o kadar mutlu oluyordu ki şak diye başlayan bütün bunların,
yine şak diye sona ermesinden sınırsız bir korku duyuyordu.
Saat üç sularında Ayşe, dalgınca mağazanın arkasında çayını yudumlayıp
istirahat ederken bir anda heyecandan bir gürültü koptu mağaza girişinde. Daha Ayşe,
ne oluyor, diye soramadan o şıllık ama şimdi şeker mi şeker karı Macide, Ayşe’nin
yanına koşmuş ve Ayşe’yi kolundan çekiştirerek “Ayşe’ciğim, buna inanamayacaksın,
moda kralı Mesut Şan, sabah programı için kişisel bakım ürünleri satan mağazaları
geziyormuş ve buraya denk gelmiş, çabuk!” dedi. Ayşe, gözleri parlayarak,
Macide’nin sımsıkı ellerinden kendini kurtararak Mesut Şan’ın yanına yetişti.
Heyecanla ve biraz kekeleyerek “Merhaba, mağazamıza hoş geldiniz.” dedi mühim
kişiye ve bir anda aklına gelmişçesine kamera ekibine başını öne eğip selam verdi.
Sonra bir anda bir sessizlik oluştu. Herkes, ağzı açık bir şekilde Ayşe’ye bakıyordu
hareketsizce. Zaman durmuş gibiydi. Ayşe, bir kabalık yapmış olma ihtimali
korkusuyla sesi titreyerek “Efendim, bir şey mi oldu?” diyebildi anca. Mesut Şan,
gözlerini kırpıştırarak karşısındaki şeyi kavramaya çalıştı ve ancak bir süre sonra
kendini toparlayabildi ve Ayşe’ye usulca yaklaşarak Ayşe’yi iki omzundan kavrayarak
hafifçe sarstı. “Kızım,” dedi “senin ismin ne?”. Ayşe, telaşla “Ayşe” diyebildi. Soy
adını söylemek aklına bile gelmedi. “Ayşe, sen ne güzel bir kızsın böyle! Hele o
saçların… Senin böyle basit bir mağazada ne işin var?” dedi Mesut Şan hayranlıkla.
Ayşe, olanları kavrayamıyordu. Mesut Şan, az evvel kendisine güzel mi demişti?
Sözüne devam etti: “Ayşe, sen hiç manken olmayı düşündün mü?”. Ayşe “manken”
kelimesini duyunca bayılacak gibi oldu. Coşkuyla “Evet! Evet!” diye haykırdı. Mesut
Şan, “Öyleyse benimle gel ve ben, seni ve senin güzelliğini –hele o saçlarını– hak
ettiğin yerlere getireyim.” derken iki eliyle Ayşe’nin ellerini tutmuştu ancak gözleri,
Ayşe’ninkilere değil ama Ayşe’nin saçlarına bakıyordu.
*

89
Ayşe’nin mankenlik endüstrisinde odak noktası olması sadece birkaç hafta aldı.
Mesut Şan’ın önderliğinde her kadın, moda vs. dergisinin kapak fotoğrafı hâline geldi
ve Ayşe’nin put ödevi gören duvar resimlerindeki tanrıçalarının bile pabuçları dama
atıldı. Ayşe, hâlâ bütün bunlara inanmakta zorlanıyordu pekâlâ. Her şey çok hızlı
gelişmişti. Daha dün kimse tarafından kabul edilmeyen Ayşe, bugün herkesin aradığı
kişiydi. Sabah programlarına davet edilen; genç kızların, gördü mü hayranlıklarından
çığlıklar attığı; oğlanların salyalarla seyrettiği yegâne idoldü Ayşe ve bunlarla beraber
hep imzası da istenirdi elbette. Aynı zamanda Mesut Şan, Ayşe’ye yalıda çok güzel
bir dubleks villa almıştı karşılık talep etmeden. “Benden sana armağan olsun.”
diyerek sıkıştırmıştı anahtarları Ayşe’nin avucuna. Şimdi ne zaman evden dışarı adım
atacak olsa şak diye patlayan kör edici flaşlarla karşılanıyordu hemen. Bir de sevgili
meselesi vardı ki bu, başta büyük bir problemdi. Ne zaman Mesut Şan’la konuşacak
olsa bu konuyu, hemen susturulurdu hiddetle: “Sana –hele o saçlarına– layık bir
erkek yok bu dünyada. Kalkıp da el âlemin futbolcusuyla mı beraber olacaksın? Öyle
yaparsan sana nasıl kızarım! Hem senin –hele o saçların– için eşimden ve kızımdan
ayrılırım ama ne yazık ki ben de hak etmiyorum seni –hele o saçlarını–.”. Bunu
derken sonlara doğru sesi iyice ağlamaklı olurdu. Bu yüzden bu hususu bir müddet
askıya almıştı Ayşe başlangıçta. Hem Mesut Şan’ın da bir hakkı vardı, diye
düşünüyordu.
*
Birkaç ay sonra –artık yeni hayatına alışmıştı– Ayşe, çok tuhaf bir şey sezmeye
başladı ve onca ay şöhret dalgasının körlüğüyle fark etmediği bu şeyi ancak şimdi
anlayabiliyordu. Dergilerin kapaklarına bakıyordu ve odağın Ayşe’de değil, Ayşe’nin
saçlarında olduğunu görüyordu. Her birinde kendisi, saçın yanında bulanık kalıyordu.
Her zaman arka planda gibiydi. Her fotoğrafçı hatalı çekmiş olamazdı ya. Ne zaman
birisiyle konuşacak olsa kimse Ayşe’nin yüzüne bakmıyordu, tüm gözler
saçlarındaydı. Herkes şaşı değildi ya. Ne vakit birisi kendisini övecek olsa ağzında
“hele o saçlar” lafı asla eksik olmazdı. Herkesin mi dili sürçecekti ya. Ayşe, henüz
farkına vardığı bu gerçeği irdeledikçe daha da derine iniyor ve fikri, daha da
doğrulanıyordu. Mesela, Ayşe düşünmüştü, bekâretinden azat edilmek için bir gün
erkek arkadaş edinme teşebbüsünde bulunmuştu ve ünlü bir futbolcuyla hızlıca bir
ilişkiye başlamıştı. Elbette ciddi bir şey düşünmüyordu fakat bu “ilk seks” konusunda
bir aciliyet hissediyordu. Beklenen gün geldiğinde ise Ayşe, hiç tahmin etmediği bir
durumla karşılaşmıştı. Ünlü futbolcu, Ayşe’yle yataktayken, Ayşe’yi tanımaz bir

90
şekilde bütün gece boyunca tek kelime etmeksizin Ayşe’nin saçını okşamış, taramıştı.
Ayşe nefretle bu adamdan derhâl ayrıldı ve başka birisiyle, bu sefer bir aktör,
çıkmaya başladı ve aynı sonuçla karşılaştı. Ardından birkaç kişiyle daha denemiş
olsa da bu çabalardan herhangi bir meyve alamamış ve vazgeçmişti. Ayşe, arık
anlıyordu. Ayşe, artık sevilenin kendisi değil ama saçları olduğunu anlayabiliyordu.
Bu korkunç gerçekle aylarca yüzleşmek durumunda kaldı. Fotoğrafı çekilirken göz
hizasından yüksek bir kadraj gördü mü sinirleniyor, her saç hayranının övgüsünden
tiksiniyor, “hele o saçlar” diye araya sıkıştırmaları duyunca cinnet geçiriyordu. Bu yeni
hayattan kopuşla günbegün artan mesafe, bir süre sonra Ayşe’ye tak ettirdi. Ayşe,
elinde makası, banyoya gitti.
*
Birkaç gün kendisinden haber alamayınca ve evden çıktığı görülmeyince yanında
bulundurduğu yedek anahtarıyla Mesut Şan, Saç’ın ayşesinin evine adım attığı an
korkunç bir sahneyle karşılaştı. Saç’ın ayşesi tarafından kesilmiş ve sıkıca örülmüş
Saç, pervaneye bağlanmış ve Saç’ın ayşesinin kendisini asmasına ve intihar
etmesine alet olmuştu. Mesut Şan, bir süre sonra yerinden sökülmüş pervanenin
yanına yığılmış Saç’ın ayşesinin soğuk, beyaz cesedine bakarak tiksintiyle
böğürmemek için kendine zor hâkim olmuştu ve aceleyle cesedi bir hayvan
leşiymişçesine tekmeleyerek, kendine Saç’ı alabilmek için yer açmıştı. Ve en
sonunda Mesut Şan, Saç’ı özenle ve sonsuz bir şefkatle tutarak yüzünde bir
tebessümle koyununa yaslayarak, bir bebek tutar gibi, artık yalnızca ayşenin cesedini
geride bıraktı.

Arka Söz
Ve işte sonuna vardın kitabın, sevgili okur. Evet, benim; yazarın ta kendisi.
Doğrusu, bu son söz faslını da Molléne’e yükleyebilirdim ama Molléne’in ani istifası
yüzünden bu görev, bana düştü. Ben de yine yalnız kaldım sanırım.
Öncelikle, şu an elinde bulunan bu ince ama pek çok anlamda dolup taşan
kitaptan şu kadarcık –baş parmağımla işaret parmağımın arasını iyice kısıp
parmaklarımı sayfaya doğru sallıyorum– etkilendiysen –bu da pek çok anlamda

91
olabilir ki aslında bunun gibi soyut konularda her daim bir başka anlam çıkarılabilir–
hissettiğim mutluluğu tasvir bile edemem. Son bir senedir kendimi adadığım bu
kitabın yazımı sırasında yaşanan ardı arkası kesilmeyen olaylar tufanının yarattığı
yıkım ve ardından gelen yapımın karmaşasını umarım az da olsa sezebilmişsindir.
Sezemediysen de beş dakikalığına bir kahve, sigara veya senin için zamanı, akışı,
gündelik hayatın gerginliğini bir müddet de olsa durdurabilen herhangi bir meditasyon
aracıyla oturup düşünecek olursan beni anlayabileceğine inanıyorum.
Bu maceraya bir son vermeden evvel bir şey üzerinde durmak istiyorum. Aslında
bunu, hikâyelerden birine, bir şekilde sıkıştırmak isterdim ama doğallık kaybolur diye
bundan vazgeçip bundan, burada bahsetmeye karar verdim. Şimdilik, sevgili okur,
bunu okuyabilirsin ama bu noktadan itibaren yazacaklarım sana değil. Bunu bil. Şimdi
sana sesleniyorum –sen değil sevgili okur; sana sesleniyorum, evet sen, kendini bilen
sen– iyi oku bunları:
Seninle cesaret hakkında konuşmamızı hatırlarsın diye düşünüyorum. Evet, yine
bu konu… Ancak bilirsin ki hiçbir zaman içimde böyle şeyleri tutamamışımdır ki bu
özelliğim de ileride konuyla bağlanacak. İlk konuşmamızda sana hiçbir şey
söyleyememiştim bunun hakkında. Ardından da yarım yamalak bir düşünceyle
karşına çıktım yaklaşık yedi ay sonra ve güzel bir başlangıç yapmama rağmen son
düğümü atamadım ve tüm yapı yıkıldı. İşte son hâliyle cesaret…
CESARET: İlk insandan bugünküne kadar süregelmiş ilkel bir duygu. Kelime,
C’den türemiştir bu nedenle cazgırlarla etimolojik bir bağı olduğu düşünülmektedir
(Şaka, şaka! Burada bilinç akışı olmayacak.). Genel tabire göre cesaret, riskli eylemin
gerçekleştirilmesinde kullanılan benzindir ve eylemciyse araç. Ama bu tabirde bir
hata var. Evet, cesaret, kimi insanların kimi eylemlerinin arkasındaki güçtür ancak bu,
sadece ilkelce düşünen insan için geçerlidir. Kumar, ilkel cesarete güzel bir örnektir
mesela. İlk insandan bu yana –biz insanlar zekileştikçe– bu cesaret denen ilkel
duygu, bizimle beraber evrim geçirdi ama insanlar, keyiflerinden; tembelliklerinden;
âcizaneliklerinden; adanmamışlıklarından şimdi adlandıracağım kavramı
yadsımaktadırlar. O kavram, mantıktır. Düşünelim: Hangi eylemler için cesarete
ihtiyaç duyduğumuzu hissederiz? Cesarete ihtiyaç duymak, “cesaret gerektiren”
eylemi gerçekleştirme isteğinden doğar. Böyle bir istek söz konusuysa bu eylem,
muhtemel iyi sonuçların arayışıyla yapılmak istenir. Sonuçta kim sadece kötü nitelikli
sonuçlar doğuracak bir eylemde bulunmak ister ki? Kimse parmaklarını nedensiz
yere kesmek için cesaret aramaz. Lakin söz konusu eylem, kötü sonuçları da

92
olabileceği için “cesaret istiyor”, değil mi? Şimdi, “cesaret isteyen” eylemin hem “kötü”
hem de iyi sonuçları olduğunu açıkladığımıza göre sırada neden kötü bir sonuç
olmadığını açıklamak var.
Bir örnekle açıklayalım:
A adlı oğlan, B kızına âşık (evet, o kadar klişe bir örnek). A, B’ye ilan-ı aşk etmek
istiyor. Şimdi, A’nın B’ye açılmasının doğurabileceği muhtemel sonuçları gözden
geçirelim:
1. B, A’nın duygularını kabul eder ve ikisi sevgili olur.
2. B, A’yı reddeder ve “Hiçbir şey olmamış gibi davranalım ve arkadaşça
ilişkimize devam edelim.” gibisinden bir sözle yatıştırır. Her şey normale
döner.
3. B, A’yı reddeder ve A’yla tüm muhabbeti, ilişkiyi keser; onunla hiçbir şekilde
bir daha görüşmez.
İlk ihtimal düpedüz iyi olduğu için son iki ihtimale bakıyoruz: İkinci ihtimalde B, A’yı
reddetmiş olsa da sırf âşık olduğu kıza açılmış olmanın verdiği rahatlıkla çok büyük
bir yükü –paylaşılmamış bir aşkın tonla ağırlığı– üstünden atmış olur. Ve üçüncü
ihtimalin aksine B, A’ya karşı herhangi bir mesafeli davranış sergilemediği için her
şey, baştaki hâline döner ama bir artıyla: Aşkın yükü artık atılmıştır.
Üçüncü ihtimal, çok daha karmaşık bir mesele. Burada biraz daha nedensel
düşünmek lazım. B, A’ya sebepsiz yere böyle bir tepki vermez. Demek ki B, A’yı hiç
sevememekte hatta belki de ondan nefret etmektedir veya çok daha karmaşık
nedenler –etik, koşullar vs., sen anlarsın– sebebiyle uzak durma gereği duyuyordur.
Öyleyse A, B’yi çok sevdiğinden –aşk, değerlerin en üstünüdür– B’nin huzuru ve
mutluluğu için her şeyi yapmak yani bu durumda B’den uzak durmak zorundadır.
A’nın B’den uzak durması, B’yi mutlu kılar ve B’nin mutluluğu –A’nın aşkı dolayısıyla–
uzun vadede A’yı mutlu eder. Sonuçta, sevdiği kişinin mutluluğuna bir katkıda
bulunmuştur. Değerlerini bilen, aşkın ne anlama geldiğinden haberdar, mantıklı
herkes günün sonunda mutlu olacaktır.
Demek istediğim, sen bana “Benim aksime sen, cesaretlisin.” dediğinde
yanılıyordun. Ben, mantıksal değerlerle yaptığım her şeyde her ne kadar çok şey
kaybedecekmişim ya da kaybetmişim gibi gözükse de günün sonunda hiçbir şey
kaybetmediğimin ve elimdeki tek şeyin kâr olduğunun bilgisiyle hareket ediyorum ve
senin de (ve sen de sevgili okur) buna göre hareket etmeni diliyorum. Bütün bunları,
sana daha önceden söyleyebilseydim her şey, şu anki gibi olur muydu bilmem ama

93
bence farklı bir şekilde sonlanması, pek de muhtemel değildi. Belki de tüm bunları
okurken içinden bir cümle geçmiştir “ama” ile başlayan ve haklı olabilirsin ama ben,
içimdekini attım ya… Ve burada anlatabileceğim o kadar çok şey varken neden bunu
anlattım? Zaten hepsi kitapta yazıyor. Bu nedenle…

94
Elveda.

95

You might also like