Professional Documents
Culture Documents
Charles Eisenstein
Kasım 2018
ISBN 978–605–2393–05–5
Baskı: Mutlu Basım Yayın (sertifika no: 18569) tlf. (212) 577 72 08
Cemal Nadir Sokak Büyük Milas Han no: 24/17 Cağaloğlu/ İstanbul
tlf. (212) 245 56 27 • www.alefyayinevi.com • info@alefyayinevi.com
www.facebook.com/alefkitap • twitter.com/alef_kitap • @alefyayinevi
Charles Eisenstein
Merhaba 7
1 Ayrılık 13 19 Yapmak 155
2 Çöküş 21 20 Yapmamak 161
3 Varlıklararasılık 30 21 Dikkat 167
4 Alaycılık 39 22 Mücadele 184
5 Delilik 47 23 Acı 193
6 Güç 52 24 Haz 199
7 Bilim 58 25 Yargılama 210
8 İklim 68 26 Nefret 218
9 Çaresizlik 77 27 Kendini haklı görme 224
sayısı çok daha yüksekti. Ama Sandy Hook her şeyin yolunda
olduğu kurgusunu korumak için kullandığımız savunma me-
kanizmalarını delip geçmişti. Hiçbir anlatı bu olayın mantık-
sızlığını örtemiyor, derin ve tüyler ürpertici yanlışlığını gör-
memizi engelleyemiyordu.
Katledilen masum çocuklarla etrafımızdaki genç yüzleri,
onların ailelerinin acılarıyla kendimizi özdeşleştirmemek eli-
mizde değildi. Sanırım bir an için hepimiz aynı şeyi hisset-
tik. Sevgi ve kederin basitliğine, hikâyenin dışında kalan bir
gerçeğe dokunduk.
Bu anın ardından insanlar olaya mantıklı bir açıklama ge-
tirme telaşına girdiler ve bireysel silahlanma, akıl sağlığı ya da
okul binalarının güvenliği üzerine çeşitli senaryolar yazdılar.
Aslında hiç kimse bu senaryoların olayın özüne inebildiğine
inanmıyordu. Sandy Hook anormal bir durumdu ve anlatı-
yı tamamıyla çökertiyordu. Dünya artık mantıklı bir yer ol-
maktan çıkmıştı. Olayı anlamlandırmak için çabalıyorduk
ama hiçbir açıklama yeterli gelmiyordu. Eskiden normal olan
şeyler hâlâ normalmiş gibi yapabilirdik ama Sandy Hook kül-
türümüzün mitolojisini paramparça eden bir dizi “kıyamet
alameti”nden biriydi.
Bundan daha iki nesil önce, ilerleme hikâyesinin güçlü ol-
duğu zamanlarda, 21. yüzyıla okul katliamlarının, alabildiğine
yaygınlaşmış obezitenin, gittikçe büyüyen borçlanmanın, her
an yaşanan asayiş sorunlarının, servetin gittikçe daha küçük
bir kesimde yoğunlaşmasının, önü bir türlü alınamayan açlığın
ve medeniyetimizi tehdit eden çevresel yıkımların damga vu-
racağını kim bilebilirdi? Dünyanın iyiye gittiğini sanıyorduk.
Gelecekte daha zengin ve daha aydınlanmış olacaktık. Toplu-
mun gelişiyor olması gerekiyordu. Ulaşmayı umduğumuz şey
daha yüksek güvenlik önlemleri miydi? Kapılarımızı kilitle-
Çöküş 27
zımın bir sorunu var. Çok sessiz bir çocuk, hep çok usludur.
Ama bir kez bile güldüğünü duymadım. Hatta neredeyse hiç
gülümsemiyor,” demiş.
Arkadaşım çocuğu muayene etmiş ve çocukta sürekli ola-
rak korkunç baş ağrılarına sebep olduğunu düşündüğü bir
omurilik sapması tespit etmiş. Neyse ki bu, kiropraktörlerin
kolaylıkla ve kalıcı olarak düzeltebildiği türden bir sapmay-
mış. Arkadaşım tedaviyi uygulamış, çocuk annesinin ilk defa
duyduğu büyük bir kahkaha patlatmış. Çocuğun doğduğun-
dan beri devam eden ve kendisinin artık normal zannettiği
baş ağrısı mucizevî şekilde yok olmuş.
Birçoğunuz bir “acı denizinde” yüzdüğümüzden o kadar da
emin olmayabilirsiniz. Doğrusu ben de şu anda kendimi gayet
iyi hissediyorum. Ama diğer taraftan, zaman zaman yaşadı-
ğım, bunu yaşadığım anlarda doğuştan gelen bir hak olduğunu
hissettiğim, çok daha derin bir iyilik, bağlantılılık ve farkında-
lık durumunu da hatırlayabiliyorum. Bu durumların hangisi
normal? Acaba başımıza ne gelirse gelsin büyük bir metanetle
elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor olabilir miyiz?
İçinde bulunduğumuz tüketim çılgınlığının acaba ne kada-
rı, dört bir yanımızı saran bu acıdan kaçış için nafile bir çaba-
ya karşılık geliyor? Bir alışverişten diğerine, bir bağımlılıktan
diğerine, yeni bir arabaya, yeni bir kampanyaya, yeni bir ma-
nevi yola, yeni bir kişisel gelişim kitabına, bankada daha fazla
paraya ya da bir sonraki manşete koşarken, her seferinde bu
acıdan bir anlığına azat oluruz ama acının kaynağındaki yara
iyileşmez. Dikkatimizi dağıtacak bir şey bulamadığımızda,
yani “canım sıkılıyor” dediğimiz anlarda, bu yaranın verdiği
rahatsızlığı yine hissederiz.
Kaynağını iyileştirmeden acıyı dindiren her davranış el-
bette bağımlılık haline gelebilir. Bu yüzden bağımlılık davra-
36 Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya
Burada bir tevazu molası verelim. Birkaç yıl önce adına Frank
diyeceğim bir adamla tanıştım. Frank oldukça entelektüeldi
ve birkaç bilim dalında derinlemesine bilgisi vardı. Ama gün-
de 8‒10 saatini ayırdığı esas işi ambalaj ve dergilerden kelime-
ler kesip çıkarmaktı. Bu ipuçlarını kullanarak çok büyük ve
kapsamlı bir komplo teorisini ortaya çıkarmaya çalışıyordu.
Makas ve yapıştırıcı kullanarak kelimeleri yeniden düzenledi-
ğinde bu komployu bozabileceğini ve tüm varlıklar nezdinde
gerçekliği değiştirebileceğini düşünüyordu.
Birbirinden inanılmaz bağlantılar ortaya çıkartıyordu. Di-
yelim bir mısır gevreği kutusunun önünde “General Mills” ya-
zıyor. “Mills”in içindeki “mil,” askeriye anlamına gelen “mili-
tary” kelimesinin kısaltmasıydı. Kutunun arkasında ise sırasıy-
la 19 ve 13 kelimelik cümleler vardı. Bu da 1913, yani ABD Mer-
kez Bankasının kurulduğu yıldı. İşte! Örüntü ortaya çıkmaya
başlıyordu. Bu örnek Frank’in ambalajlar, logolar, numeroloji
ve daha pek çok şeyi birbirine bağlayan teorilerinin karmaşık
labirentinin son derece küçük bir bölümüydü.
Herkes Frank’in deli olduğunu düşünüyordu. Ama “Ben
ondan farklı mıyım?” diye cidden düşündüm. Bu önemsiz bir
soru gibi görünüyorsa da oldukça işe yaradığını gördüm. İki-
miz de dünyanın işleyişine dair mutabakat gerçekliğini ciddi
şekilde ihlal eden açıklamaları savunuyorduk. İkimiz de mev-
cut bir dilbilimsel ve kavramsal altlıktan aldığımız kelimele-
ri yeniden düzenleyerek gerçekliği değiştirmeyi umuyorduk.
İkimiz de birçokları tarafından aykırı görülüyorduk, dolayı-
sıyla pek mali destek ya da toplumsal onay görmeden yaşamak
durumundaydık (o dönemde ben de onun kadar parasız ve ta-
nınmamış biriydim).
Bazen bu Frank adlı adamın haklı olabileceği düşüncesiyle
zihnimi eğlendiriyorum. Belki de Frank sihirli sembolik bir
50 Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya
bir şeyin etkisi, bunu hiç kimse asla bilmese, hatta tek şahidi-
miz ölmekte olan biri olsa bile, hakkında bir belgesel çekildi-
ğinde yaratacağı etkiden daha az olmayacaktır.
Çabalarımızın daha geniş kitlelere ulaşması için alışılmış
araçlara başvurmamalıyız demiyorum. Eylemlerimizin dünya-
nın geri kalanına ulaşmak için kullandığı karanlık ve kıvrımlı
patikaları göremiyor olsak bile, yaptığımız her şeyin önemli
olduğuna inanmamız gerektiğini savunuyorum.
En güzel işler illa ki biraz mantıksızdır. Dünyayı en derin-
den değiştiren eylemler Ayrılık zihninin kavrayamadığı ey-
lemlerdir. Kalle Lasn’ın ne kadar iyi bir insan olduğunu gös-
tererek kamuoyunu etkilemek için kayınvalidesinin bakımını
üstlendiğini hayal edin. Böyle bir ikiyüzlülüğün kokusu he-
men çıkardı. Kurulduktan çok kısa bir süre sonra kendilerine
başkalarına örnek olma rolü biçen barış projeleri ve ekoköyler
için de aynı şey geçerlidir. Lütfen deneyimlerinizin daha geniş
bir etki alanı yaratabilmesi için “bu konuda bir kitap yazma-
nız gerektiğini” düşünmeyin.
Bir gün bir kitap yazabilir ya da o barış projesinin belge-
selini çekebilirsiniz. Ama bu tür çalışmalarda genellikle önce
bir kuluçka süreci, bir şeyi sırf kendisi için yapma, bir “üst”
hedefe değil sadece kendi hedefine odaklanma döneminden
geçilir. İşin büyüsü oradadır. Eşzamanlılıklar buradan akmaya
başlar; zorlama hissi değil kendi zekâsına sahip olduğu anlaşı-
lan daha büyük bir akışa katılmak söz konusudur. Doğru za-
manda doğru yerde olursunuz. Gerçek ihtiyaçları karşılarsınız.
Yaşlı bir kadının lazımlığını boşaltmanın dünyayı değiş-
tirebileceğine inanabiliyor musunuz? Bunu dünyayı değiş-
tirme amacıyla yaparsanız değiştirmez. Ama bunu kadının
lazımlığının boşaltılması gerektiği için yaparsanız, işte o za-
man değiştirebilir.
92 Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya
parçası oldun mu? İhtiyaç olan her şeyin bazen son anda, ta-
mamen beklenmedik yollarla bulunduğu bir durumun? Her
şeyi ve herkesi koordine eden görünmez bir dış güç varmış
gibi hissettiğin bir durumun?
Peki, bu nasıl ve neden gerçekleşir? Aslında doğru zaman-
da doğru yerde olma teknolojisine bir şekilde hâkim olabilir-
sek, eşzamanlılığın akışına ayak uydurmayı bir öğrenebilsek,
erk dünyasının erişebildiğinden çok daha büyük bir kuvvete
erişebiliriz.
13 Gerçeklik
Üç Tohum
Bir varmış, bir yokmuş, bir zamanlar insanlık kabilesi Ay-
rılık adı verilen uzun bir yolculuğa çıkmış. Bu, yolculu-
ğun gezegendeki tahribatına bakınca bazılarının sandığı
gibi, öyle düşe kalka ilerlenen bir yolculuk değilmiş. Bu
yolculuk bir düşüş ya da insanın özündeki kötülüğün ifa-
desi de değilmiş. Bu yolculuğun bir amacı varmış. Amaç
Ayrılık’ın aşırı uçlarını deneyimlemek, ona cevaben or-
taya çıkan armağanları geliştirmek ve bunların hepsini
gelecek olan Kavuşma Çağı’nda kullanmakmış.
Ama insanlık bu yolculuğun tehlikeli olduğunu,
Ayrılık’ta yolumuzu kaybedebileceğimizi ve asla geri dö-
nemeyebileceğimizi en başından beri biliyormuş. Yaşamın
temellerini kökünden yok edecek kadar doğaya yabancı-
laşabilirmişiz. Fakir egolarımız çıplak kaldığında ve kor-
kuya düştüğünde tüm varlıkların oluşturduğu topluluğa
yeniden katılamayacak kadar birbirimizden kopabilirmi-
şiz. Diğer bir deyişle bugün karşı karşıya olduğumuz krizi
en başından beri öngörmüşüz.
İşte bu yüzden binlerce yıl önce, Ayrılık yolculuğumu-
zun sonuna vardığımızda çimlenmek üzere üç tane tohum
ekmişiz. Bu üç tohum geçmişten geleceğe üç mesaj; dün-
ya, benlik ve insan olmakla ilgili bilgileri korumanın ve
aktarmanın üç yoluymuş.
Bundan 3000 yıl önce yaşadığınızı ve gelecekte olacak
her şeyi görebildiğinizi hayal edin: Sembolik dil, dünyayı
adlandırışımız ve etiketlendirişimiz; tarım, yabanın evcil-
132 Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya
çok daha fazla ev yapımı kurabiye, çok daha fazla tarladan yeni
toplanmış sıcacık domates, çok daha fazla şarkı, daha fazla
dans, daha fazla zamansızlık, çok daha güzel bir yapılı çevre,
çok daha fazla güzel manzara, çok daha fazla kaynağından
içilen su var. Siz bir dağın içinde 20 yıl boyunca dolaştıktan
sonra fışkıran bir pınardan gerçek su içtiniz mi hiç?
Bu hazların hiçbiri çok uzaklarda değil. Hiçbiri yeni icatlar
yapılmasını ya da çoğunluğun azınlığa köle olmasını gerektir-
miyor. Ama toplumumuz bunların hepsinden mahrum. Söz-
de zenginliğimiz yoksulluğumuzu perdeliyor ve eksik şeyleri
ikame etmeye çalışıyor. Sunduğu şeyler gerçek ihtiyaçlarımızı
karşılayamadığı için bağımlılık yaratıyor. Ne kadar çok olur-
sa olsun yetmiyor.
Birçoğumuz bize sunulan yüzeysel ikame hazların sahteli-
ğinin farkındayız. Bunlar bizi sıkıyor, hatta tiksindiriyor. Ama
bunları reddederken hazzı da reddetmemiz gerekmiyor. Sadece
derinlere kök salmış az hazzı çok hazza tercih etme alışkanlı-
ğından vazgeçmemiz yeterli. Peki, bu alışkanlık nereden ge-
liyor? Bu, ayrılık dünyasının yapıtaşlarından biridir. Çünkü
dünyayı yiyip bitiren makinenin işlemeye devam etmesi için
bizim yapmamız gereken işler pek de iyi hisler vermiyor. İşte
bu nahoş işleri yapmaya devam etmemiz için hazzı reddetmek
üzere eğitilmemiz gerekiyor.
Endüstri Devrimi’nin başlarında işçilerin fabrikalarda ça-
lışmaya ikna edilmesi hayli zor olmuştu. Biyolojik yaşamın or-
ganik ritimleri makinenin monotonluğu için feda edilmeliydi.
Doğanın ve çocukların sesleri ve durağanlık değirmenin gü-
rültüsüne, kişinin kendi zamanı üzerindeki egemenliği saatin
tik taklarına feda edilmeliydi. Bu yüzden kendini reddetme
üzerine kurulu yepyeni bir eğitim ve ahlak sistemi inşa edil-
mişti. Bugün hâlâ bu sistemlerin içinde yaşıyoruz.
Haz 203
li biri yapabilir değil mi? Siz asla böyle bir şey yapmazdınız
değil mi? Ne yazık ki yanılıyorsunuz. Bunu “siz” de yapardı-
nız; tıpkı Stanley Milgram’ın laboratuvarında yaptığı deneye
katılan neredeyse herkesin yaptığı gibi. Bu deneylerde doğru
koşullar oluşturulmuş, geçerli bahaneler ve geçerli bir hikâye
sunulmuştu. “Herhalde Yale Üniversitesinden bir bilim insanı
söylüyorsa doğrudur.” “Sonuçta denekler bu deneye katılmaya
gönüllü olmuşlar.” “Sorumluluk bana ait değil, ben sadece bana
söyleneni yapıyorum.” Prestijli bir üniversitenin laboratuvar-
larında, bilim kisvesi altında korkunç bir şey yapılıyor olabile-
ceği hâkim Dünya Hikayesi’ne o kadar aykırıydı ki, meşruiyet
ve yerindelik hakkındaki toplumsal konsensüsün de desteğiy-
le gönüllüler birer birer düğmeyi en yüksek seviyeye çeviriyor
ve kolu çekiyorlardı.
Araştırmanın amacı Yahudi soykırımının Adolf Eichmann
gibi vasat bürokratlar ve birer SS subayı ya da toplama kampı
gardiyanı olmadan önce sıradan hayatlar yaşayan sıradan in-
sanlar tarafından nasıl gerçekleştirildiğini açıklamaktı. “Kö-
tülüğün sıradanlığı” nasıl açıklanabilir? Bu soruya döneceğim;
çünkü Kötülükle Savaşımızdan vazgeçmek için kötülüğü, ona
verdiğimiz tepkiyi değiştirecek şekilde yeniden çerçeveleyebil-
memiz gerekiyor. Çünkü Dünya üzerinde bazı korkunç şey-
lerin yaşandığını inkâr edemeyiz. Bu kötülükler tabii ki dur-
malı. Kötülüğe göz yummamız gerektiğini iddia etmiyorum.
Kötülüğü üreten duruma, yani boğazımıza kadar batmış ol-
duğumuz hikâyeye daha da dikkatli bakmayı öneriyorum.
Durumculuk, sosyal psikolojide çeşitli şekillerde kabul gör-
müş bir yaklaşımdır. 1973 yılında John Darley ve C. Daniel Bat-
son tarafından yapılan bir deney, durumun eylemlerimize et-
kisi konusunda bir örnek daha sunar. İncil’de anlatılan İyilik
Yapan Samiri hikâyesini duymuşsunuzdur. Bir adam haydutlar
Yargılama 215
sı olarak, bir tür savaş hep vardır. Bir çatışma ortaya çıkar ve
sonra çözülür. Bunun dışında, sıkıcı olmayan ve senaryo de-
nilebilecek başka bir yapı mümkün müdür? Evet. Blog yazarı
“Still Eating Oranges” (Hâlâ Portakal Yiyorum) Doğu Asya’da,
Japonca Kishōtenketsu denen hikâye yapısının çatışmaya da-
yanmadığına dikkatimizi çekiyor. * Fakat biz Batılılar, nere-
deyse her zaman, hikâyelerin birinin bir şeyi yenmesine kar-
şılık geldiğini düşünüyoruz. Bu elbette dünya görüşümüzü et-
kiliyor ve “kötülük”ü, yani yenilmesi gereken şeyin özünü, bu
dünyayı ve sorunlarını anlamak için inşa ettiğimiz hikâyelerin
temeli olarak görmeyi normalleştiriyor.
Siyasi söylemimiz, medyamız, bilimsel paradigmamız, hat-
ta dilimiz bile değişimin mücadele, çatışma ve güç ile elde
edileceği fikrini pekiştiriyor. Ancak yeni hikâyeye göre ey-
leme geçmek ve bunun üzerine bir toplum inşa etmek için
topyekûn bir dönüşüm gerekiyor. Buna cesaretimiz var mı?
Ya ben yanılıyorsam? Gelin şimdi kötülüğün doğasına daha
yakından bakalım.
arasında anlamlı bir ayrım var mı acaba? Benlik nedir ki? Eğer
varlıklararası varlıklar isek, yani ilişkilerimizin toplamından
oluşuyorsak, o zaman yabancı bir şeyin, ötekileştirilmiş bir
“kötü”nün varlığı oldukça tartışmalıdır.
Kötülüğün daha büyük bir simyasal dansın parçası oldu-
ğu fikri, kötülüğü yenmek üzere iyiliğin tarafında savaşma
söylemini ciddi ölçüde karmaşıklaştırır. Bunun yerine, karşı-
laştığımız kötülüğü kendi içimizde gizli olan bir şeyin dışsal-
laştırılmış imgesi olarak görebiliriz. Mutlak, acımasız kötülük
kavramı ise Newtoncu evrenin bize rastgele zarar verebilen,
ayrım gözetmeyen acımasız güçlerine benzer. Bu aynı zaman-
da Darwinci doğal seleksiyonun genler tarafından yönetilen,
amansız rekabet halindeki robotlarını çağrıştırmaktadır. Bu
bilimsel yaklaşımların ikisi de eski hikâyenin temel direkle-
rindendir. Kötülüğün de bir diğer direk olduğu açık değil mi?
Benim gördüğüm bazı rüyalar, psikedelik deneyimler ve
uyanık bilinçle yaşadığım bazı şeyler, kötü niyetli bir güçle her
karşılaşmamda benim içimde onu tamamlayan bir şey oldu-
ğunu gösteriyor. Karşımdaki bir insan olduğunda iki yöne bir-
den çekildiğimi hissediyorum: Ötekini tamamen kötü kalpli
biri olarak görme ya da bu esef verici davranışın daha masum
bir açıklaması olduğuna dair, hatta bendeki kusuru da içine
alan bir yorumlama. Fakat ne kadar uğraşırsam uğraşayım
bunlardan hangisinin doğru olduğuna karar vermem müm-
kün olmuyor. Bu entelektüel bir merak değil. Bu tür durumlar
için önlem mi almalıydım? O insana amansız bir düşman gibi
mi davranmalıydım? Uzlaşmacı gibi görünen bir davranışın
bir taktik olduğunu mu düşünmeliydim? Benim hissettiğim
ortak sorumluluk duygusu karşımdakine avantaj mı sağlıyor,
dolayısıyla da kendimi daima haklı çıkarmaya dayalı bir zırh
mı kuşanmam gerekiyor? Nasıl emin olabilirim?
Kötülük 271
daha kalmış. Yerde binlerce dolar varmış. Bir süre sonra beş
temizlik görevlisi gelmiş. Manzarayı gördüklerinde oldukları
yerde kalakalmışlar. Ne yapacaklarını bilemez halde, büyük
şaşkınlıkla yere bakıp durmuşlar.
Elbette yetkili biri gibi görünen takım elbiseli adama sor-
muşlar, “Senyör,” demişler, “bunlar ne?” İngilizceleri pek iyi
değilmiş ve Chris İspanyolca bilmiyormuş. Parayı onlara bı-
raktıklarını anlatmaya çalışmış ama başaramamış. “Sizin için,
sizin için,” demiş ama sanki onu duymuyor gibilermiş. Bu on-
ların dünyasında yaşanması imkânsız bir durummuş.
Çok geçmeden şeflerini çağırmışlar ve Chris ona paranın
temizlikçilere bırakıldığını anlatmış. Şef sonunda bunun ger-
çek olduğu anladığında çok duygulanmış ve ağlamaya başla-
mış. “Bu onların bir ayda kazanabildiklerinden çok daha faz-
lası,” demiş. “Burada ne yapıyordunuz bilmiyorum ama sizleri
otelimize yine bekleriz!” demiş.
Seminerin sihirli atmosferi iki gün daha devam etmiş.
Chris katılımcılara temizlikçilerin tepkisini anlatmış ve cö-
mertlik ruhu bulaşıcı hale gelmiş. Katılımcılar öğlen yemeği
yedikleri kafede yan masanın hesabını ödemeye başlamışlar.
Chris seminer için hazırladığı sunumların hepsini bir kenara
bırakmış ve bir tür sezgisel akışla konuşmaya başlamış. Etkin-
lik muhteşem geçmiş.
Bu olaydan yıllar sonra hâlâ o katılımcılardan, hayatlarının
o günden beri bir daha eskisi gibi olmadığını söyleyen e‒posta
mesajları alıyormuş. “Başka seminerler verirseniz haberim ol-
sun, konusunun ne olduğu fark etmez,” diyorlarmış.
Bu cömertlik eyleminin işçi sınıfından temizlik görevli-
leri üzerindeki etkisi sadece ekonomik değildi. Bu etki hem
temizlikçilerin hem de seminer katılımcılılarının bildikleri
gerçekliğin kurallarını ihlal etmesinden kaynaklandı. O gün
Bozma 305
Sizinle bir süre önce sezgisel olarak fark ettiğim bir şeyi,
60’larda yaşadığımız hayal kırıklığının tekrar yaşanacağını
neden düşünmediğimin sorulduğu bir anda gözümde canla-
nan bir resmi paylaşmak istiyorum.
“Evet” dedim, “bu bizim ilk şansımızdı ve bu şansı kaçır-
dık.” O zaman, dünya nüfusu üç milyarken ve yağmur orman-
larının büyük bölümü hâlâ el değmemiş, mercan kayalıkları
hâlâ canlı, atmosferdeki karbondioksit düzeyleri hâlâ iyileşti-
rilebilir seviyedeyken çok yumuşak bir geçiş yapabilirdik. İleri
görüşlü bilim insanları ekolojiyi anlıyor, çok çeşitli vizyonerler
üç milyar insanın Dünya üzerinde uyum içinde yaşayabilmesi
için basit teknolojiler geliştiriyorlardı. Ama olmadı.
Şimdi ikinci bir şansımız var ve bu sefer geçiş yumuşak
olmayacak. Kolay bir geçiş umut edemiyoruz çünkü çok fazla
zenginlik yok edildi, çok fazla insan travmatize edildi. Üzeri-
mize doğru gelmekte olan çok yönlü krizin ciddiyetini en de-
rinlemesine anlayanlar artık umutlanmak için bir sebep gö-
remiyorlar. Pek çoğu “ölüm döşeğindeki bir medeniyeti son
günlerinde rahat ettirecek müdahaleler”den bahsediyor. Bu
kitapsa bu çaresizlik duygusunun da bu krizlerle aynı yerden
geldiğini, yeni bir Dünya Hikâyesi’ne geçişimizde önceleri mu-
cize gibi görünen şeylerin artık mümkün hale geldiğini iddia
ediyor. Olağanüstü toplumsal ve maddi teknolojilerimize rağ-
men geçişimiz sarsıntılı olacak. Ama hiç değilse bazı felaket
tellallarının öngördüğü milyarlarca kişinin ölümüyle sonuç-
lanacak felaketlerden kaçınabiliriz.
Belki bu şansı da kaçıracağız. Mitolojiye bakarsak üçüncü
bir şansımız daha olacağını düşünebiliriz. Belki bu şans 2050
yılı civarında, şu sıra mucizevî denebilecek bir rota değişikli-
ği yapmadığımız takdirde ekosfere verdiğimiz zararın feci so-
nuçlarının bizi vuracağı dönemde elimize geçecek. O zaman
334 Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya
* Dünyada yanlış giden şeylerin büyük bir güç tarafından bir gün
düzeltileceği inancına dayalı, farklı dini, kültürel ve siyasi olu-
şumlarla ilişkilenebilen hareket—ç.n.
† Bir kaynağın maliyetinin gittikçe artmaya, miktarınınsa azal-
maya başlayacağı nokta—ç.n.
Kader 335
bilir. Her yeni girişle daha güçlü taşıyıcılar haline geliriz, söz-
lerimiz ve eylemlerimiz bu hikâyeyi anlatmaya başlar.
Umarım bu kitap, hikâye anlatıcılar, taşıyıcılar ve yeni İn-
sanlık Hikâyesi’nin hizmetkârları olarak sizi güçlendirmiştir.
Kitabı bana ait bir hikâye ile bitirmek istiyorum.