You are on page 1of 24

19.

Yüzyıl Alman Üniversite Modeli ve “Bildung” Kavramı*


Tansu Açık**

Sayın Dekanım, değerli meslektaşlarım, değerli meslektaş adaylarım,


katılımcılar… Ben de hoş geldim İstanbul’a, siz de hoş geldiniz. Benim
yolum buraya, bu konuya nereden çıktı? Bir klasik filolog yani eski Yunan
Roma dünyası uzmanı neden eğitimle ilgilenir. Academia.edu’da bu
konularla ilgili birkaç incelememe erişilebilir.“19. Yüzyıl Bildung Çağı”
bunların en sonuncusu, üzerinde uzun süre çalıştığım, zor bir kavram alanı,
tarihsel semantik araştırması. Zor çünkü Alman felsefesinin altın çağıyla
çok iç içe. Epey önceye ait “Klasik Nedir ya da Yazılı Kültürün Savunusu”
başlıklı bir çalışmam var orada, iki de İngilizce makale. Bütün bunlar
nereden çıkıyor? Türkiye’deki belli tartışmaları, Cumhuriyet dönemini
anlamak için geniş çaplı bir çalışma yapmıştım, odağındaki soru
hümanizm bizde nasıl anlaşıldı, nasıl tartışıldı idi. Dolayısıyla belli bir
kavrayışın Türkiye’de nasıl alımlandığı konusunda bir çalışma idi. O
çalışma beni klasik kavramının oluşmasına, alımlanmasına götürdü, bütün
bu yollar hep 19. yüzyıla çıkıyordu. Düşünsel ufkumuzu belirleyen
kavramların, hayatımızı içinde sürdürdüğümüz kurumların, nerdeyse hepsi
19. yüzyıl modern devletiyle ortaya çıkmıştı: klasik, hümanizm, ilerleme,
temsili demokrasi , kültür, uygarlık, zorunlu eğitim, tevhid-i tedrisat
(Fransa’da 20.yy başında) vbg. Bir de ABD’, sadece klasik edebiyat, din,
bilim metinleri öğretimine dayalı seçkin bir kaç ABD üniversitesinde
geliştirilen modelin varlığının öğrenmem çalımama hız verdi. “Liberal arts
college” de deniyor buna , daha önce bu konferans dizisinde konu
edinilmiş olan “özgür kişiye özgü bilimler, sanatlar” anlamındaki “artes
liberales”in bir uyarlanmış hali.
Bütün bu araştırmalarda, asıl olarak eski Yunan-Roma dünyasının, klasik
dünyanın metinlerinin ve diğer klasik metinlerin öğretimde, üretimde
tutacağı yerle ilgili bir yönelimim vardı. Yani sadece Yunan klasikleri
değil, sadece metinlerin kendisi değil bunların geçmişte nasıl ele alındığı
ile de ilgili...Çünkü Platon biliyorsunuz o Devlet diye çevrilen
başyapıtında, aslında bir eğitim kurumu tasarısı ortaya atar. Burada çok
basamaklı, bütünleşik bir aritmetik, sayılar, yüzeyler, üç hacimliler ve
müzik çalışması öngörür. Bütün bunlar idealar, saf düşünce çalışmasına
hazırlık içindir. Kuramsal çalışmalar hazırlık olarak matematik ile
zihnimizi bir arındıryoruz. Bir de adını anmasa da felsefe (bu terimi ilk
kullanan odur) çalışmaları ile bağlantılı disiplinler. Bunlar Roma çağı
sonunda artes liberales olarak sistematikleştirildi. 12.yyda Avrupa’da ilk
üniversiteler kurulana kadar tek yüksek öğretim kalıbı buydu. Rönesansta,
Ortaçağ felsefesine tepki olarak eskiçağdan gelen bir retorik/belagat, şiir
tarihyazımı mantıkla, diyalektiğin yerini aldı. Eskiçağda zorunlu eğitim
de, yükseköğretim kurumları da yoktur, felsefe ve edebiyat içinde bunlar
birbirinden ayrılmadan sürdürülüyordu.
Batı dünyasının en eski iki kurumundan, en eskisi papalıksa, ikincisi
üniversitedir. Üniversite kurumunun ilginç bir tarafı var, modernleşen batı
dışı ülkelerde de 19. yüzyıldan başlayarak çok kolay yayıldı, dağıldı. Üç
büyük dönüşüm geçirdi üniversite. Birincisi bu 12. yüzyıldaki kuruluşu
sırasındaki dönüşüm Paris, Oxford, Bologna üniversiteleri. Burada bu eski
özgür kişiye özgü sanatlar yerine başka bir yaklaşım getirildi, felsefe
temelli daha çok. İkincisi Wilhelm von Humboldt’un 19. yüzyıl başında
1810’da bir buçuk yıllık bir yöneticiliği, kamu görevliliği sırasındaki
reformu. Üçüncüsü de aslında 20. yüzyıl başında teknik öğretim ve
uzmanlaşma yararına başlayan bir süreç. Bugün aslında onun başka bir
aşamasına, belki dördüncü denebilir, geçmiş bulunuyoruz.
Humboldt dedik, en önce başvuru kitaplarından başlamıştım 15-20 yıl
önce, karşıma çıkan şeyler şöyleydi. Modern üniversiteyi Humboldt’un
oluşturduğu yolunda şunlar sıralanıyordu. Araştırma, öğrenme ve öğretme
özgürlüğü, özerklik, akademik ve bir tür yönetim özerkliği anlamında.
Aynı zamanda bununla bütünleşik olarak tasarladığı bir orta öğretim
tasarısı da var. Berlin dedik ya, Almanya henüz 70 tane irili ufaklı
prensliklere bölünmüş durumda, Almanya diye bir şey yok. Prusya
bunların içinde büyük bir krallık. Ama Avrupa’nın büyük merkezi idareleri
Fransa, Büyük Britanya veya Rusya gibi idarelerin karşısında küçük. Ama
bu ülkede ilk defa parasız, zorunlu ilköğretim ve bir tür ortaöğretim
(Gymnasium) fikri de ortaya çıkıyor. Kilise otoritesi dışında tanımlanıyor
hepsi de. UNESCO’nun metninde bu söyleniyor. Sanki bu kurucu ilkeler
üzerine bütün modern üniversite bina edilmiş gibi duruyor. Son 20 yılda
aslında bunun birazcık bilimsek efsane olduğu açığa çıktı. Şu bakımdan,
kuruluş evresinde belki bunun böyle bir etkisi oldu ama Humboldt’un
düşünceleri Almanca çevresi dışında, dar bir çevre, pek yankı bulmadı.
Humboldt’un Bildung’la ilgili yazdıkları ta 1805’te falan yayımlanıyor.
Kardeşi Alexander von Humboldt ekoloji, doğa bilimi kurucularından.
Kardeşler mürebbiyelerle mürebbilerle falan eğitim görmüş, herhangi bir
okul eğitimi yok, kendi sınıfından bir çok kişide olduğu gibi. Adlarının
önündeki von’dan belli, bir toprak soylusu, küçük bir aristokrat ailesi.
Büyükelçilik görevinde de bulunmuş birkaç kere ama onun dışında hep
kendi çalışmalarına dönmüş. Çalışmaları, araştırmaları olağanüstü çeşitli,
dil çalışmalarında öncü. Mesela çevrim-içi Stanford Felsefe
Ansiklopedisi’nde Humboldt maddesi hiç üniversite vesaire kısmını
içermiyiyor, sadece dil çalışmalarına odaklanmış, çok şaşırtıcı, çünkü bu
zamanına göre çok ileri bu çalışmaların Almancası daha yeni
yayımlanmış . 20. yüzyıl başındaki bu yapısalcılığa yakın kavrayışlara
ulaşmış, Kızılderili dilleri vesaire üzerinden. Bütün o dönemin insanları
gibi tabii ki Yunan ve Latin temelinde filolojik bir eğitimi almı alıyorlar.
Gene o dönemin öncü bilimcileri gibi Hindistan edebiyatını keşfediyorlar.
İlk Hindologlar da klasik filologdur o dönemde. Aynı zamanda
tarihselciliğin (Historismus) ve işte yorumsamanın (Hermeneutik) bir
çeşidinin de kurucularından sayılır.Temsilî demokrasiyi ilk defa düşünen
ve bunun tartışmasını yapanlardan, yani o çağın liberali, John Stuart Mill
de özgürlük üzerine kitabında ondan bir alıntıyla başlıyor. Bunlar
ansiklopedik malumat.
O dönemi gözönüne getirebilmek için Fransız devriminden birazcık söz
etmek gerekir. Modern devlet kurumları dediğimiz şeyler, kısaca Napolyon
döneminde oluşturulan kurumlardır. Napolyon kim? Fransız devriminden
hemen birkaç yıl sonra iktidara gelen sonra meclisin onayıyla imparator
ilan edilen, sonra çok geniş yayılmacı askeri seferlerle Rusya’ya kadar
dayanan ve işgal ettiği Avrubir tür medeni hukuku, bir tür tepeden inmeci
laikliği dayatan ve medeni hukuku ilk defa Roma hukuku (code civil)
yerleştiren kökten birtakım değişiklikler yapmış birisi. Ama iş bununla
kalmıyor devrimler çağı denir ya 19. yüzyıla, ilk devrim Fransız
Devrimi’dir dünyada ve o 1830-48 arkası geliyor. İkinci Cumhuriyet,
Üçüncü Cumhuriyet, İmparatorluk ve burada bir sürü iniş çıkış var. Şimdi
Fransa bundan önce 17. yüzyılda Avrupa’nın en büyük merkezî
monarşisini yaratmıştı. XIV. Louis ile aslında bütün bir saray adabı, felsefe
demeyelim ama asıl edebiyatıyla, mimarisiyle bütün bir Avrupalı
egemenlere uzun süre bir model sunmuştur.
Şimdi Bildung kavram alanından biraz söz edeyim. Az önce
Humboldt’un adına bağlanan modern üniversitenin kuruluşu ile ilgili
birkaç ilkeyi sıralamıştım, şimdi onların ne demek olduğunu birazcık
açacağım. Onun için tarihte ileriye geriye mekik dokuyarak ve coğrafyada
da eş zamanlı olarak Fransa ile Britanya’dan birtakım temsil edici
örnekleri anarak konuşmamı örmeye çalışacağım.
Bildung, yorumsama, hermenötik filozoflarının en büyüklerinden
Gadamer’e göre, Hakikat ve Yöntem başyapıtında, Alman aydınlanmasının
değil 18. yüzyılın yarattığı en önemli kavramlardan. Büyük bir kavram
tarihçisi var, Almanlardan çıkıyor bu kavram tarihçiliği, Reinhard
Koselleck de “19. yüzyıla aslında Bildung çağı dememiz lazım” diyor.
Almancanın şöyle bir özelliği var. Almanca, Latince türevi bir dil
olmadığından, sırtında bütün o 2000 yıllık Latincenin Hristiyanlaşmış
eskiçağ metafiziğinin ağırlığını taşımıyor. İlk defa Almanca yazan, felsefe
yapan kişi 18. yüzyıl başında Kant’ın bir hocası. Flozofla Latince
yazagelmiştir, 17.yydan başlayarak bir ölçüde de Fransızca. Almancanın
bileşik kelime üreten çok özel yapısından ve bu tarihsel yükün
olmayışından ötürü de 18. yüzyılın sonunda Almanca, felsefesiyle
edebiyatıyla bir altın çağ yaşamya başlamıştır. Felsefede Kant, Hegel ve
Alman idealizmi, ayrıca edebiyatta Goethe-Schiller çevresi büyük bir
atılım yapıyor.
Bildung Almancaya özgü bir kavram. İngilizceye nasıl çevrilmiş? Örneğin
“Kendini gerçekleştirme”, Türkçe söylediğimiz bu tamlamalarıntabanında
düşünce tarihi yatıyor. Bu “gönül” mesela, iki bin yıllık bir laf. İç
dünyamızı belirleyen köklü kavramkar ya gelenekten, dinsel gelenekten
çıkma ya da felsefecilerin yaptığı sonra dile mal olmuş anlayışlar.
“Kendini gerçekleştirme”nin yanı sıra “eğitim” diye de çevrilir bazen. Self-
formation, “kendini inşa etme” biçimiyle de çevirmişler, ‘‘cultivation’’
kendini işleme demişler, burdan kültür ‘‘culture’’un bugünkü anlamına
yakın anlam evrimi başlamıştır. Bild resim, suret demek. Bunun
geçmişinde birtakım gizemciler, daha doğrusu dinsel gelenek var: Tanrının
insanı kendi suretinde yaratması, öyle bir surete yönelme vesaire. Bununla
i l i ş k i l i b a ş k a k a v r a m l a r d a v a r. E ğ i t i m d e n i y o r a m a
“yetiştirme” (Erziehung) ve “öğretim” (Unterricht) de var. Bir de
Ausbildung var, aynı kökten. Bu “-ung” eki hem bir süreci hem de o
sürecin ürününü bildiriyor. Resim, biçim, Osmanlıcası suret ve tasvir, yani
hem o sureti yontma, yapma, etme işlemi hem onun ortaya çıkan hali.
Buna geleceğim. Mesela Einbildung var gizemcilerde, Paracelsus’ta, 17.
yüzyılın Hıristiyan düşünürlerinde. Einbildung “içine nakşolmuş şey”
demek; imge, imgelem ise modern çağdaki anlamı. Mesela ilim irfan denir
ya, oradaki irfana, seziş ve duyuşla varılan bir şeye de yaklaştırılabilir.
Amerikan filozofu Richard Rorty diyor ki Gadamer’in söz konusu
kitabının da yönetici kavramı Bildung’dur, bunu “self-edification” diye
çeviriyor. Bütün o İngilizcenin çağrışımlarından kurtarmak için çok
kendine özgü bir biçimde çevirmiş. Şimdi ben bu tarihsel semantik
alanında çok fazla ayrıntıya girmeden, birkaç kesiti üzerinde durayım.
Bu kavramın felsefece seyri, aslında modern dünyanın birçok
düşüncesinde olduğu gibi Kant ile başlıyor. Kant ilk defa Einbildungskraft,
imgelem, muhayyile gücünü zihnin en önemli kudretlerinden biri haline
getiriyor. Bu edebiyatçı, sanatçı çevrelerinin de, Hölderlin’e filan varasıya,
düşünsel zeminini oluşturacak bir şey. Kant zihnin yetilerini ayırt eder ya,
zihnin en üstün yetisi olarak, çok farklı görüleri birleştiren ve onlara bir
figura, bir beti, bir suret sağlayan bir kudret olarak Einbildungskraft’ı öne
çıkarır. Bildung üzerinde durmasa da Kultur, yetişme gibi kavramları
kullanıyor. İnsan olmak için buna ihtiyaç var, yani bizim biyolojik
varlığımız bunu sağlamıyor. İnsan olmak diyoruz, ne kadar kolay bir laf.
Yani bir soyun üyesi olmak, insan olmaya yetmiyor. Alman
romantiklerinde, zaten romantizm onlarda çıktı, çok ilginç düşünceler var.
Bir İngiliz filozof demiş ki, biz istesek de istemesek de hepimizde bir
romantik dünyaya bakış var. Sanattan edebiyattan neydi onların banladığı?
İnsan sadece akıl, rasyonellik temelinde anlaşılacak bir şey değil. Başka
kudretleri de var. Kısaca Romantikler için Bildung insanın amacıdır
denebilir. “İnsanın amacı” basit bir tamlama. Halbuki Antik Çağdan beri
tartışılan, sağduyuyla hepimizin varabileceği bir bir anlayış : İnsanın amacı
mutluluktur. Topluluklar sözkonusu oldu mu bu iyi yaşamdır. Kant mesela
diyecek ki “mutluluk, özgürlük ve göreve dayalı bir erdem hayatıdır”.
İngilizce çevirilerinde önce biçimlenme denmişti. Özün biçimlenmesi
hareketi, dışarıdaki nesnelere yönelik olan, oradan alınan bir beceri değil.
Bildung’un insanın amacı olması fikri Humboldt’ta da yankılanacak.
Hegel’den söz etmiyoruz. Yani Bildung’la kastedilen, bir malumat değil,
her türlü araştırma ve bilimi içeren dizgesel sistematik bilgi (Wissenschaft)
değil, kendi dışında bir hedefi hatta gayesi yok. Dünyayla ve kendisiyle
kurulan bir ilişki, kendisiyle kurulan ilişki kısmı da çok önemli bence, bu
bir öznelleşme süreci çünkü. Dolayısıyla Humboldt’un şöyle bir lafı var:
Dünyayla olabildiğince çok ilişki kurma insanı insan olmaya, bu Bildung
gayesine götürüyor. Onun dünya dediği şey insan olmayan şeyler. Dünya
da aslında felsefi bir kavram. Türkçede, türkülerde çok duyduğumuz bir
şey ama bunun bir felsefe kavramı oluşu Avrupa’da şu filozofla şu
zamanda belirmişti. Sizi birazcık böyle tarihsel aynı zamanda kuramsal
çalışma yapmaya, ikisini birlikte yapmaya çekmek için söylüyorum. En
sıradan görünen kavramın ardında geçmişin yükü var, onun farkına
varılması hep yeni bakış açıları bulmamıza, kendi anlayıuşımızı
sorgulamaya yöneltebilir bizi.
Demin atıf yaptığım büyük kavram tarihçisi, Reinhart Koselleck şöyle
bir sonuca varmıştı. Bildung denen şey bilim, edebiyat, sanat arasında bir
değer basamaklanmasını, bir hiyerarşiyi gözetmiyor. Bakın bugün bilim
dediğimizde aklımıza bir tür bilim geliyor. Fizik temelli fen bilimlerinin
sanki hakikati açıklamada ayrıcalıklı bir tarafı varmış gibi geliyor. Gene
eski bilim ve eski üniversitede böyle bir kavrayış yok. Neden? Ona
birazdan geleceğim.
Bildung için irfana yakın dedik. Görgü ve sezişle erişilen bir tarafı var,
yani başkasına meta olarak gösterilecek bir tarafı yok, bir içsel biçimlenme
belki. Hani bu tür fikirlere belki tasavvuftan tanıdık gelebilir, ama herşeyi
tarihselleştirip oluşturacağımız bir bağlamda tartışıldığını düşünmeye
çalışalım. Bildung’un şöyle bir tarafı da var: kültür. Ne kadar basit bir laf
değil mi? Bildung’u ünlü bir İngiliz yazar, dindar Coleridge “cultivation”
diye çevirmiş: işleme. Kültür, culture İngilizcede daha eskiden belki
birtakım doğal yatkınlıklar anlamına geliyor. Öte yanda Latinceden gelme
işleme , toprağın işlenmesi “agricultura”... Ama bu henüz insanların ortaya
koyduğu insanca başarılar diyelim, sanat, bilim, derin düşünce gibi şeyleri
içermiyor. Buraya girersek yolumuz çok dallanacak ama kültür de
bugünkü anlamına 19. yüzyılda kavuştu. Uygarlık var bir yandan da. Bir
kavram anlamını, karşıtlık ve çelişki içinde olduğu başka kavramlarla
ilişkisi içerisinde kazanıyor, bir de o kavram alanına gölgesini düşüren
başka kavramlar var. Bildung çevresinde kültür-uygarlık. Uygarlık
kavramı 18. yüzyıl Fransız düşüncesinden türemiştir. Daha önce incelik,
letafet, “politesse, civilité”, nezaket gibi şeyleri içeriyormuş ama
hemencecik buna teknik başarılar falan da eklenmiş. Almanlarınki halbuki
teknik değil, daha çok sanat, edebiyatı içeren bir “Kultur” kavrayışı.
Aydınlanma Çağı 18. yüzyılda Fransızcadan çıkıyor, Fransız düşüncesinin
hegemonyasına karşı Almanlar Kultur kavramıyla karşılık veriyorlar .
Fransa ile Almanya, daha doğrusu Prusya’yı iki kutup olarak
söylemeyeyim. Bu gidişle girişten çıkamayacağız. Kültür sonunda, 19.
yüzyıl sonunda o kadar çok şey içerecek ki antropolojik anlamıyla. Her
neyse bunun Bildung’la ilişkisini de bir parça söyledik.
Şimdi başa dönelim. “Cultura animi” Cicero’da geçen bir laf , zihnin,
ruhun işlenmesi anlamında. Başvuru kaynaklarına bakınca “a, bak o
cultura animi demiş, demek ki o bütün Batı dünyasında sürüp gitmiş” gibi
bir izlenim elde edilebilir. Halbuki çok nadir kullanılan bir kelime. Tıpkı
Yunancanın paideia' sı gibi Cicero'nun kafasında bu kavram vardı, onu
Latince toprağı işleme fiilinden türeme bir adla karşıladı, hani Romalılar
asker ve çiftçidir ya elinin altındaki anlam ağı onu buna yönlendirdi. Öte
yandan modern çağlarda paideia Almancada Bildung olarak karşılanmış,
rastgele bir seçim değil, Almanca'da yeni yapılan bu kavram onun
inceliğini veriyor. Şimdi bu kavramlaştırmayı ilk defa yapan Yunanlılara
uzanmayalım
Tarihsel koşullar dönelim yeniden. 19. yüzyılın başında Napolyon’un
yayılması, 1806’da Berlin’in işgali, Prusyalılar açısından çok önemli.
Yenilgiye uğruyor Almanlar ve Fichte gibi bazıları bunun karşısında,
“tamam biz askerî alanda kaybettik ama yeni bir kurum kuralım ve işte bu
kurum ulusun önderi olsun” falan gibi fikirler ortaya atıyorlar. Gerçi
Humboldt bilimi sadece kendisi için yapmak gibi bir fikre sahip. 1871’de
bu sefer Prusyalılar Paris’i işgal edecek. Artık Nerdeyse en büyük güç
olmuş durumda Prusya veya “Almanya”nın üniversite modeli de Fransız
ve Britanya modeline galebe çalmış, herkes onları taklit etmeye başlamış
durumda. Napolyon’dan önce Avrupa’da 150 kadar üniversite varken,
Napolyon’dan sonra bunlar neredeyse yarı yarıya azalıyor. Neden?
Napolyon, Ortaçağ’dan gelen ve Kilise mensubiyetine dayalı bütün
kurumları kapatıyor neredeyse. Küçük üniversiteler liseye çevriliyor.
Bunun bütün Avrupa’da, mesela Almanya’da idari ve hukuki yapıda çok
kalıcı etkileri olmuş.
Şimdi Humboldt ile ilgili başta dene lafları biraz açalım. Neydi onlar?
Özerklik ve araştırma ile öğretimin birlikte olması. Özerklik, öğretim,
bilimsel özerklik, mali özerklik falan. Bunları çok duyduğumuz için bizde
bir gerçeklik hissi yaratıyor. Halbuki bir başka kavramlara bağlandıkça,
başka şeyler ürettikçe, düşünce harekete geçer. Belki bir idari
düzenlemenin özelliklerini aktarıyoruz. Şimdi burada iki düzey var
aslında. Bir tanesi idari ve kurumsal düzenleme, modern devlette giderek
gelişen bu boyut çok önemli. Kant söyle bir şey demiş: “Bir fikir
zamansal-uzamsal belirlenimine kavuşmuyorsa o bir fikir değildir. Bir
fikir, kurumsal bir çerçeveye bürünmüyorsa, pek değer taşımıyor.” Modern
devletin mayasında var bu düşünce. Bir de ilkinden bağımsız bir fikirler
düzlemi var, esas olan bu. Bu düzlemleri ayırt etmek için ilgili cümleleri
yazıda başka renkle başka renklerle çizerdim. Konuşurken bu düzlemler
biraz iç içe girecek.
Araştırma-öğretim birliği dedik. Daha önceki üniversitelerde araştırma
diye bir şey yok. 1830’da Oxford, Cambridge büyük bir geleneği
aktarıyorlar, özümsüyorlar. Hocalardan, öğrencilerde özgün bir araştırma
yapmaları istenmiyor. Oysa üniversite tarihinin en başında özgün
düşüncelere rastlanır. Bugün üniversite kavramı birçok yükseköğretim
kurumunu içeriyor. Hatta başka tür bir yüksek eğretime izin vermeyecek
bir ölçüde. Bunun da tarihsel nedenleri var. Aslında üniversite dışındaki
yükseköğretim kurumları yarıya yakın, hatta daha fazla 20. yüzyılın
başında, 19. yüzyılda da üçte biri neredeyse. Fransa’da “Grandes écoles”
diye büyük okullar kuruluyor. Onları örnek alan Osmanlı’da da kuruluyor.
Maden mektebi, yol ve köprüler mektebi... Bunlar üniversite değil, “école
normale supériure” yani yüksek muallim mektebi, öğretmen yetiştiriyorlar.
“École normale”i felsefeye yatkın olanlar bilir. 19yy sonundan itibaren
felsefeye yöne veren bütün bir Fransız düşünürleri silsilesi Durkheim,
Bergson, Sartre, Foucault oradan çıkmadır. Napolyon’un büyük merkezî
idaresi altında en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış, kılık kıyafet
açısından, sakal bırakmayacaksın, yok işte 1850’den sonra öğrenciler
üniforma giyecekler. Öğrenciler bir tür kamu görevlisi, maaş veriliyor. Çok
ağır hazırlıkları var bu okulların. En ince ayrıntısına kadar ayarlanmış
merkezî kurumlar, üniversite değil ama bakın bunlar. Sonra “yüksek
uygulamalı araştırma merkezleri” kuruluyor, Institut de France diye bir şey
var, College de France var. Bizde ise enstitüler sadece idari bir işleve
sahip. Bağımsız bir araştırma kuruluşu değil, son zamanlarda çıktı YÖK’le
birlikte. Fransız modeli dediğimizde burasını vurgulamak gerekiyor.
Fransız ve Alman yükseköğretim modelini oluşmaları sırasında
karşılaştırdığımızda aslında ikisinde de seküler bir devlet oluşumu ve
sekülerleşmenin ortak olduğunu söyleyebiliriz. Fransa’da üniversitenin
örgütlenmesinde ana motor itici güç devlet, Napolyoncu modern devlet
kurumları, Almanya’da ise felsefe olmuş bu altın çağında, Alman
idealizmi, Alman tarihsel düşünüşü vesaire. İşte yüzyıl sonunda klasik
araştırmalarda, yeni kurulan bilimlerde falan onun üzerine bir örnek
yok.Modern devletin kamu görevlisine ihtiyaç var, aydınlanmadan
başlayarak. Bunların yetiştirilmesi ihtiyacı ikisinde de ortak. Yeni bir sınıf,
orta sınıf, büyük toprak sahiplerin dışında bir katman oluşuyor. Mesela
Büyük Britanya’da aslında bu Oxford ve Cambridge, Oxbridge diyorlar
bunları kısaltıp, 1800’lerde 7 üniversite var. Bunların yarısından çoğu en
eski üniversiteler. Burada parlamentoya gidecek insanlar da yetişiyor.
Okudukları siyaset falan öyle bir bölüm henüz yok. Okudukları fizik,
matematik, Yunanca Latince, dillerin tarihini çok çok iyi öğreniyorlar.
Alman üniversitesini örenk alarak 1870’te birtakım reformlar yapıyorlar,
sonucu bildiğimiz Oxford ve Cambridge olacak. Sonra o Alman örneğini
Amerikalılar örnek alıyorlar aynı dönemde. Belki Anglo-Amerikan
dünyası bu hülyaya en çok yaklaşan yeni modelleri ortaya çıkaracak.
Buraya nereden geldik? Araştırma denen şey zorunlu olarak burada
ortaya çıkıyor. Özgün araştırma olunca iş onunla bitmiyor, öğretime
yansıyor. O zamana kadar takrir, bir şeyi sözle aktarma diye bir şey yok,
çok ilginç bir nokta. Mesela İngiltere’de, Oxford ve Cambridge’de “tutor”
denen kılavuz hocalar var, öğrencinin çalışmasını yönlendiriyorlar, bugün
de Büyük Britanya'da bir ölçüde süren bir tutum bu. Yani aslında kimse
takrir tarzında ders yapmıyordu Humboldt’un önerisine kadar. Özgün
çalışmalar yapılması ve bunu aktarılmasını önerdi, hazır bilginin
aktarılması sözkonusu değil artık, bu o zamanki ortaöğretimde yapılan bir
şey ya da Fransızların o “ecole”lerinde, işte o yükseköğretim kurumlarında
var hiç değilse bir kısmında. Bu çok ilginç bir nokta. Kant da mesela
gençliğinde yazdığı, dersleri ile ilgili bir konuşmasında diyor ki: “Felsefe
bir öğretimin falan aktarılması değil, başka bir şey.” Aslında o çağda
felsefe bildiğinizden çok başka anlaşılıyor. Schleiermacher diye bir teolog
ve filozof var. Humboldt’un 1810’da bu üniversiteyi kurmasından iki yıl
önce yazdığı bir üniversite tasarısı var , idealist filozof Fichte’nin de.
İkinci bir noktanın altını çizeyim. Her zaman , sanatta edebiyatta bir
başlatıcı, öncü biliriz, ama onun etrafındaki ortamı koşulları bilmeyiz. Her
zaman bir çağın ortak düşünceleri, öğeleri orada burada bulunuyor, birisi
ortaya çıkıp bunları çok özel bir biçimde birleştiriyor O
Dolayısıyla bu Fransız ekolü, hani çok kesin müfredatı ile vesaire başka
bir şey. Peki, öğrenciler açısından, “Lernfreiheit”, öğrenim özgürlüğü ne
demek? Bir slogan olarak öğrenim özgürlüğü hani okula gitme özgürlüğü
gibi anlıyoruz bunu. “Lehrfreiheit” yani öğretim özgürlüğü böyle bir şeydi,
belli bir müfredatı aktarmamak. Bunun ikinci yönü çok ilginç. Almanya’da
yüksek lisansda süren bir özellik. Bir zorunlu ders izlemek, bunun sınavına
girmek gibi bir şey yok. Zaten Tıp Fakültesi hariç zorunlu ders yok. Bu ne
demek? İstediğiniz üniversite'ye gidiyorsunuz, tıpkı işte eskiden Farabi’de
veya Paracelsus’ta olduğu gibi oradan oraya bilginin peşinde gidiyor
bunlar. Bu çok ilginç bir durum, dolayısıyla müfredata dayalı bir sınav
yok. Ne var? En sonunda bir sınav var. Ama o iş yazılı ve sözlü bilginin
bütünüyle ilgili bir sınav. Almanya’da doktora yapan bir
arkadaşıma“hangi dersleri alıyorsun?” diye sormuştum. Gittiği şehirlerde
üniversitelerde hangi seminere, toplu çalışmaya katıldıysa, bunu
belgeleyen belli sayıda mühür toplaması gerekiyor. Seminer dedim,
“Seminar”, toplu çalışma ve laboratuvar da Berlin Üniversitesinde
başlamış bir yenilik. Laboratuvar çalışmasına sadece en iyi öğrenciler
katılabiliyor.Dekanların Fichte Hegel gibi filozoflar olduğu bu altın çağ,
aslında çok kısa süre sonra kesintiye uğruyor. Onlara girmiyoruz. Ama bir
kere yaşanmış bu yenilikler, bu unutulmuyor. Cambridge’de o ünlü atom
kuramının çıkacağı Cavendish Laboratuvarı 1870’ten sonra kurulacak.
Pasteur, kuduz aşısını bulan kişi, bir çatı katında çalışıyor, öteki bir bilgin
iki göz yerde çalışıyor, diğeri bodrum katında..
En başta söylediğimiz “artes liberalesin verilmesi, temel bilim/ sanat
kavrayışı kazandırmak artık ortaöğretime aktarılmış durumda Humboldt'un
ortaöğretim kurumunda. Burada beceriler ediniliyor, dil, matematik, tarih
öğreniliyor bunlar hazır hakikatler, teknikler. Üniversitede ise kişide bir
merak ve araştırma şevki uyandırmak amaçlanıyor. Öğrenci daha başta
meslektaş adayı olarak görülüyor. Küçük de olsa, özgün bir çalışma
isteniyor, seminerin anlamı o. Schleiermacher dediği gibi: “Hiçbir zaman
hazır bir şey aktarılmamalı, doğrudan ona hitap eden konuşmalar
yapılmalı.” Bu yeni bir düşünce tutumu... Malumat aktarmaktan ziyade
onda bilme merakını, bilim yapma fikrini uyandırma. Bu kolay bir şey
değil. Felsefe Fakültesi hukuk tıp fakülteleri dışındaki bilimleri içeriyor o
zamanlar. Bilim, edebiyat, felsefede, şu doktora derecesi, PhD veriliyor.
Latince “philosophiae doctor” demek: “felsefece bilgi”. Bu belli bir felsefe
falan değil, bütün bu çalışmalara düşünsel birliğini veren bir şey. Birlik
diye bir kavram daha işin içine girdi, yani ortaöğretimden sonra bütün bu
bilim çalışmalarının birliğini sağlayacak şey, bu felsefece bakış. Bu bakış
ortak bir taban yaratıyor. Tabii 19. yüzyıl sonuna doğru bu uzmanlaşmanın
basıncı ile bu ortadan kalkacak.
Yüksek öğretimde uzmanlaşma da bir tercih aslında, bugün başka türlüsü
düşünülemeyecek bir şey gibi geliyor. Halbuki America’da “Liberal Arts
College”larda farklı bir yöntem uygulanmış. Chicago Üniversitesi mesela,
fen bilimlerinde Nobel ödülü almış kaç tane fen bilimci var? Lisans
derslerinin neredeyse hepsi felsefi, dinî, edebî klasik metinlerin yakından
okunması, Sokratesçi bir usulle tartışılarak okunması, haklarında yazılması
üzerine kurulu. 1990’larda bu ortak çekirdek programın bütün
üniversitelerdeki oranı %40’a düştüğünde çıkan tartışmaları, internet
sayesinde öğrenip, hayret ettim. Bölümlere bakmaksızın hatta fakültelere
bakmaksızın çekirdek bir ders programı izlencesi ABD'ye özgü, en seçkin
üniversiteleri bu programları yenilemiş, sürdürmüş.
Biraz daireler, sarmallar çizerek ilerliyoruz. “Öğrenim özgürlüğü” neydi?
Müfredata dayalı sınav olmayışı, öğrencininkendi sorumlulukları var,
teknikleri biliyorlar, ona göre dersleri alıyordu. Bilim ve edebiyat ayrımı
Fransız modelinden çıkma ,onların özelleşmiş ekolleri, politeknik okulları
var, bunlar üniversite derecesi vermiyor amam araştırmalar orada
yapılıyor 19.yyda.
İcatlara gelelim. Sanayi devrimini başlatan 18. yüzyıl sonundaki icatlar
üniversiteden çıkmadı. Üniversitede henüz öyle bir araştırma
yükümlülüğü, teknik icat yapma azmi yoktu. Bunlar iyi eğitilmiş
girişimcilerin derneklerinden çıktı, yani öyle aristokratlar falan da değil.
19. yüzyıl sonunda telefon, radyo vesaire bir dizi buluş da üniversite
çerçevesinde üretilmiş değill. Edison’un hikâyesini belki biliriz.
Edebiyattaki, sanat tarihindeki meşhur isimler de, mesela Baudelaire,
Ruskin, bunlar da üniversite içinden değil. Bugün sanki her şey okulmuş,
bilgi üretimi sadece üniversitede olabilirmiş gibi. Bugün de böyle birtakım
örnekler var, elbette ABD'den, mesela Elon Musk'ın ulaşım, bilişim, uzay
teknolojileri, üniversite ile ilişkili değil, parlak fikirleriyle zengin bir
girişimci haline gelip büyük bir kurum geliştirmiş ve onu bu tür icat işleri
için kullanıyor.
Neydi eski fakülteler üniversitelerde? İlahiyat, tıp, hukuk ve işte bir tür
felsefe fakültesi. Kant’ın Fakültelerin Çatışması diye bir metni var,
isterseniz biraz ondan bahsedeyim. Daha önce 13. yüzyıldan başlayarak
üniversitelerin özgürlüğü bir korporasyon, meslek birliği, bir tür loncanın
özgürlüğü vardı. Çok kısa söylüyorum, bunlar bir “universitas
magistrorum” teşkil ediyor, universitas lafı Ortaçağda bir tür meslek birliği
demekmiş,yani öyle evrenselle , evrensellikle filan bir ilgisi yok.
Schleiermacher gibi filozoflar “universitas” üzerinden, onu evren ile
ilişkilendiren etimolojik akıl yürütmeler yapıyorlar sonradan ama işte
onunla ilişkili değil. Bir meslek birliği, öğrencilerin ve öğretenlerin
özgürce buluştuğu bir meslek birliği anlamına geliyor. “Universitas
magistrorum et scholarium”da “universitas magistrorum” yani
“öğreticilerin birliği” kısmının yanı sıra bir de “universitas scholarium”
kısmı var. Buradaki “scholar” alim falan değil; “scholarium” öğrenici,
talip, bilgiye talip olan, talebe. Bunların birleştiği bir şey ve kendisine
hemen kazai, hukuki birtakım ayrıcalıklar istiyor soylulara özenip, “biz de
soylular gibi eldiven takacağız, şöyle kıyafetimiz olacak, bizim de şöyle
törenimiz olacak, siz bizi yargılayamayacaksınız.” Bütün bunlar ortaçağ
hukukuyla, feodalizmle ilişkili bir şey. Feodalizmin içinde kendilerini
onlardan ayrıt edip, onların birtakım ayrıcalıklarını da üstlenmeye falan
çalışıyorlar. Şimdi de bu korporasyon ayrıcalığı sürüp geliyor. Napolyon
diğer bütün Ortaçağ meslek birliklerini, lonca birliklerini dağıtırken bir tek
üniversiteye dokunmamış ama yeniden yapılandırmış.
Araştırma konusunda birkaç buluştan, yenilikten söz edebiliriz. Alman
modelinde doktora diye özgün bir çalışma yapılması , arkasından, bununla
da yetinilmeyip, “Habilitation” deniyor, doktoranın ötesinde bir çalışma
yapılması kurumsal bir yenilik. Nunun Fransa’da başka bir karşılığı var:
“agrégation”. Bu aynı zamanda kamu görevliliğine seçilmenin de ön
koşulu gibi bir şey, yani kamu ile bir iç içe, merkezî Napolyoncu
kurumların bir uzantısı. Aslında Humboldt’ta da böyle , ama farklı
birtakım yanları var Bildung'tan ötürü. Amerika’da yapılan ilk doktora,
daha do ilk Alman usulü üniversite 1870’lerde Johns Hopkins. Harvard
Rektörü 1885’te Charles Eliot Norton, diyor ki: “Amerika’da üniversite
yok bari biz okul olalım.” Oysa başka Amerikalı gözlemciler Amerika’da
üniversite namına bir tek Harvard var diyorlar 1885’te. Bu kişi seçmeli
dersi ortaya atan kişi, sonunda bu öğrenim özgürlüğünün yanlış bir
yorumu haline geldi, anlamını kaybetti. Sporu Anglo-Amerikan dünyası
üniversiteye yerleştiriyor. İlk yapılan klasik filoloji alanında ilk özgün
çalışma doktora, Latince bir özdeyiş üzerine kısa bir denemeymiş
Amerika’da. Nietzsche’nin doktorası Tragedyanın Müziğin Ruhundan
Doğuşu deneme havasında yazılmış çok coşkulu bir yazıdır. Öyle dipnotlar
onlar bunlar yok, yeni fikirleri var. Dipnot da bu arada 17. yüzyılda ortaya
çıkıyor.
[İsmail Coşkun: Sonra şekil şartları akademik faaliyeti esir aldı.]
Evet aldı hocam. Dipnot engizisyondan kaçmak için 17. yüzyılda ortaya
çıktı. “Bunu buraya yazıyorum, aman benim başıma bela açılmasın, bu
sözün sahibi şudur.” gibisinden . Nietzsche’nin o kitabı 50-60 sayfada
gerçekten yeni bir şey ortaya atıyor ve onu savunuyor. Almanya ve Fransa
örneklerinin ortak noktası, orta sınıf, kamu görevliliği dedik. Fark şu,
Almanya’da ilahiyat fakülteleri korunuyor. Almanya’da ilahiyat
fakültelerinin korunmasından, ilahiyatçılarla felsefecilerin arasındaki
değerli diyalogdan, Yorumsama Hermeneutik güçleniyor. Halbuki
Fransa’da teoloji fakülteleri, Kilise’ye mensubiyetle tanımlanan fakülteler
kapatılmış. Şunu söyleyeyim: 1870 Reformu’na kadar, Oxford ve
Cambridge’e girerken Anglikan mezhebinden sınava giriyorsunuz. Ona
mensup değilseniz üniversiteye giremiyorsunuz. Ondan sonra kadınlar
vesaire de alınıyor. Yani bugün kafamızdaki Oxford ve Cambridge gibi
birkaç tarih dışı örüntü var , bunlar yayılıp böyle bir biçimde kaplıyor
alanı. Bu yüzden “hep öyleydi” falan gibi bir izlenime sahip oluyoruz.
Almanya’da “Bildungsbürgertum” diye yeni bir sınıf ortaya çıkıyor.
Adıyla birlikte çıkıyor, bu ilginç. Aristokrat değil, burjuva değil. Bu
terbiyeyle, iç biçimlenmeyle kendini ortaya koymuş bir sınıf, meşruiyetini
Bildung’undan alıyor, ne diyelim, sadece diplomadan, “şuradan mezun
oldum, buradan mezun oldum”dan almıyor, mesleki eğitimden almıyor.
Alman modelinde, dikkat ederseniz, mesleki eğitim meselesine bir vurgu
yok. Bildungsbürgertum yeni bir sınıf yani bunlar mülk sahibi olduğu için
burjuvazi olmuyor, Besitzbürgertum gibi. Sınıf temeli Almanya’da ilginç
bir nokta. İşte ayakkabıcı vb. bu tür kişileri görüyoruz, ne bileyim,
Nietzsche’nin babası köy papazıdır. Birçoğunun da böyledir Almanya’da.
Burada Fransızların saray temelli uygarlık modelinden başka bir model
sözkonusu.
19. yüzyıl ortasında büyük bir kitleselleşme başlıyor üniversitede, bugün
yaşadığımız şey Amerika’dan başlıyor çünkü orada sınıf farkları yok
başlangıçta, kitlesel eğitim ortaya çıkınca, bu temel eğitim zayıflıyor, onun
işlevinin en seçkin yanlarını “Liberal Arts College”lar üstleniyor , ama
bunlar çok küçük bir yüzdedir, 3000’e yakın yükseköğretim kurumu
arasında bir düzine falan var onlardan. Az da olsa sürmesi çok önemli bir
şey.
Özerklik, üniversite özerkliği ne demek, mali, idari vesaire? Kant, her
herde karşımıza çıkıyor, Fakülteler Çatışması diye 17. yüzyıl sonunda kısa
bir metni var. Buradaki dört fakülte ilahiyat, tıp, hukuk, bu geleneksel
fakülte yapısı, bir de felsefe fakültesi. Diyor ki: “Bunlardan ilahiyat,
mutlak bir hakikat gibi bir şeyin peşinde ve ona uygun davranmak
zorunda. Tıp ve hukuk, devletin yaptığı düzenlemelere, yasalara uygun
davranmak zorunda, devletin müdahalesi olabilir. Ama bir tek felsefe
fakültesi tamamen özgür olmalı, ona müdahale olmamalı.” Felsefe
fakültesini en temele yerleştiriyor. O çağda felsefe bilimi, edebiyatı, dilleri
değiştirecektir. Bilirsiniz, Kant-Laplace teoremi, Kant’ın gökadaları ile
ilgili kuramı vardır. Derslerinin arasında onu da verir. Bir türlü kadro
alamamış, coğrafya ve kozmoloji derslerinden geçimini sağlamıştır.
Felsefe fakültesine devletin müdahalesi olmaması gerekir çünkü o
tamamen özgür hareket etmek zorunda; bu saptaması çok tekrarlanır.
Humboldt’un buna benzer başka beyanları var. Felsefe onun için bir
insanın özgürlük ve etikle ilişkisi açısından ele alan bir bilme alanı.
Bugünkü felsefeden ne kadar farklı, felsefe insanın bilimi. Kant hayranı
Humboldt da bu devletin hangi fakülteye müdahele edebileceği fikrini alıp
diğer bölümlere de genişletecek ve üniversitenin bilimsel özerkliği fikrine
ulaşacak. Hani yüzyıl sonunda din ve devlet işleri hukuken ayrılıyordu ya,
bu da ondan önce bilim ve devlet işlerinin ayrılması sanki.
Mali konular, mali özerkliğe gelince bu kolay bir şey değil. Hep, bir
prensin kurduğu üniversite üzerinde bir etkisi oluyor, ya da devlet
kaynaklarından beslenen üniversiteler. İngiltere’deki üniversitelerin bu
konuda ayrıcalıklı bir tarafı var. Tamamen Ortaçağ’daki o bağımsız
vakıflardan gelirleri yanında devlet desteği küçük kalıyor. 19. yüzyılda
yeni kurulan dinamik üniversiteler var, onlar da devlet desteği alıyor ister
istemez. Şimdi İngiliz demişken şunu da söyleyeyim, onlara çok özgü bir
taraf var: Kolej. Şöyle bir anekdot anlatılır. Ünlü birisi diyor ki: “Oxford’a
gittim, bir sürü kolej var, işte bilmem ne, şu bu. Kolejleri gördüm ama
Oxford Üniversitesi’ni göremedim.” Bu kolejler yatılı, birlikte yaşanan,
çok eskiden kalma, yani medrese gibi bir şey düşünelim, eski usul. Bu
geleneği 19. yüzyılda da sürdürmüşler, bunu örenk alan Amerika’daki
üniversitelerin bir dinsel mensubiyet tarafı ruhban sınıfına ilişki bir tarafı
var, ayrıca akademisyen gibi bir şey yok 19yy sonundan önce. Çok büyük
geçişlilik var üniversite ile kilise arasında, hoca uzunca bir süre kilisenin
içinde çalışıyor sonra dönebiliyor. Dolayısıyla pek mesleğe benzemiyor.
Zaten çok az kazanıyorlar. 1870’ten önce evlenmeleri yasak, sonradan
yavaş yavaş izin veriliyor evlenmelerine.
Bildung meselesine dönecek olursak, kültür de Bildung da 19. yüzyıl son
çeyreğinde bu kozmopolit diyebileceğimiz, daha özgürlükçü, daha doğrusu
ulusal olmayan yaklaşımını kaybedip tek bir ulusla anılmaya doğru
gidiyor. Onun için Ziya Gökalp’ın “hars”ı kendi yarattığı bir şey değil, 19.
yüzyıl sonunda kültür nerdeyse o anlama gelmeye başlıyor. Ama Ziya
Gökalp, bu benim küçük buluşumdur diyerek bundan ayırmak üzere bir de
“tezhip” diye bir şey söylüyor. Tezhip süsleme kökünde gelen geliyor,
Türkçede bu kavram tutunmadı, onun için tanımlama yapmıyor, Arnold’ın
söylediği tatlı ışıktır diyor Türkçülüğün Esasları’nda. Bu kitapta geçen tek
özel ad Arnold. Arnold kim? 1850’lerde eğitim reformunu tartışan bütün
tarafları yetersiz bulan o, çağın yüksek hümanizminin en önemli eseri
Kültür ve Anarşi 'nin yazarı, onun bu kitabında da geçen tek bir özel ad
var, o da Humboldt. İlginç bir simetri değil mi, dolaylı olarak Bildung
tartışmasının türkçe düşünce dünyasının eşiğine kadar gelmesi.
“Hars”ulusal bir anlam kazanıyor. Mesela Prusya kralı Kayzer Wilhelm
Herzog demiş ki, bize Bildung sahibi olanlar değil, sağlam Prusyalı olanlar
lazım. Buna ek olarak bu anlayış üzerinde bir de uzmanlaşma eğiliminin
baskısı ortaya çıkıyor. Yine de bu Bildung fikri Almanca’da sürüp gidiyor
aslında, bugün sadece eğitimle ilgili bağlamlara sıkışmış olsa da.
Google’ın çok güzel bir araştırma aracı var: Ngram Viewer:, Google
Books’ta yüklü binlerce ve yüzbinlerce kitabı, İngilizce, Almanca,
Fransızca kitabı, bu corpus’u, bu külliyatı sözcük sıklığı açısından tarayan
bir algoritma geliştirmişler. Bu verilere göre Bildung’un kullanılması
1820-1900 arasında çok yoğun, 1900’lerde de tartışmalar çokça. Onunla
bağlantılı klasik kavramı da, hümanizm kavramı da 19. yüzyılda ortaya
çıktı sonlarında yayıldı. Bu tür araştırmaların çıktığı yer orta İtalya,
İtalyanlar hümanizma lafını kullanmamışlar. Humanizma, lafı aslında
öğrenci argosundan geliyor, bunları okuyanlar birbirlerine humanista diyor
öğrenci argosunda. Bunlar bugünkü insanbilimleri ile uğraşıyorlar.
Almancada İtalyanların rönesansdaki etkinliklerinden ayırmak için
kendilerinie neo-hümanizm diyorlar. Neo-hümanizm nedir? 1800’lerin
başında Latince yunanca öğretimi yenileme üzere çok kişi kafa yormuş,
önce bu anlamda kullanılıyor.
Ben aslında bundan sonra karşılıklı konuşarak veya sorunuz varsa onları
da açarak devam etmek istiyorum. Buyurun hocam?

Soru-Cevap
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: Şimdi siz kavramları felsefe
üzerinden anlattınız. Bir şey sormak istiyorum. Biliyorsunuz Rönesans’ı
çok severiz ama o dönemde kurulan akademiler var. Onların bilime özgü
olanları var. İngiltere ve Fransa örneğinde bunlar bilim cemiyetleri olarak
teşkilatlanıyorlar. İngiltere’de şahsi teşebbüslerin, Fransa’da ise devletin
desteği ile. Aslında üniversitenin araştırma ayağı, işi orada yürüyor.
Neden? Çünkü üniversite bunu sahiplenemiyor. Üniversite sizin de ifade
ettiğiniz gibi sadece geleneksel öğretici işlevini sürdürüyor. Çünkü yeni bir
bilim anlayışı doğuyor ve bu bilim anlayışını üniversitede hemen
sahiplenemiyorlar. Geleneksel anlayış devam ediyor. Newton’ın son
evrensel yerçekimi yasasında açıkladığı, bütün güneş merkezli kâinat
modelinin fizik matematik temellerini ortaya koyduğu yayın da İngiliz
Kraliyet Bilim Akademisi’nin yayın organlarında yayımlanıyor çünkü
üniversite henüz bunları sahiplenmiyor.
Tansu AÇIK: Çok güzel bir şey söylediniz Hocam. Royal Society
Avrupa'daki ilk bilimsel araştırmacıların toplandığı, dergi organın da yayın
yaptıkları bir yer.
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: Aynı şekilde Fransa’daki örneği de
var bunun. Ama tabii bunlar temel bilimler açısından ifade edebileceğimiz
şeyler. Şimdi Almanya örneğine gelince Almanya’da Leibniz’in
öncülüğünde 1700’de kuruluyor Berlin Bilimler Akademisi ilk defa. Onu
sormak istiyorum. Acaba Berlin Bilimler Akademisi, üniversitelerin
yapmadığı şeyi Almanya için yapıyor mu?
Tansu AÇIK: Çok teşekkürler. Şimdi bu derneklerin akademilerin yayın
organları var ama bunlar belirli bir alana yönelik değil, o tür yayınlar
19.yyda oluşacak Avrupa'da. Biz akademilerden başlayalım. Aslında
akademilerin ilk örneği Fransa’da kuruluyor.
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: İtalya’da da var Hocam. Bilime
özgü akademiler, bilim akademileri ilk defa İtalya’da kuruluyor....
Tansu AÇIK: İtalya’da daha ziyade dil temelli kurumlar var. Almanya’da
ve Fransa’da bunların üniversite ile ilgisi yok. Accademia della Crusca
derler. İtalya’daki akademiler tamamen dil ve edebiyata düşkün kişilerin
oluşturduğu dernekler.
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: İki tane de bilime özgü olan var
hocam.
Tansu AÇIK: Ne zaman?
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: 1703.
Tansu AÇIK: Başlangıçlar, ilk akademiler Fransız akademisi
1600’lerdedir. İlk örnektir ve o birazcık bilimsel açıdan muhafazakarlaştığı
için onun karşısına Collège de France çıkarılır. Dediğiniz gibi aslında
akademilerde, ondan söz edemedik, bir bilimsel araştırma yürütülüyor.
Çok ince ayrıntılarını bilmiyoruma bilmiyorum ama, evet Berlin’de
üniversite yok. Brandenburg’da sadece 1700’de kurulan Prusya Bilimler
Akademisi var. Ama Fransız Devriminden sonra Napolyon yeni bir düzen
getiriyor. Üniversite rektörleri bölgelere bakıyor -rektörlük kilise
hiyerarşisindeki bir bölgeden sorumludur ya-, akademilerden de sorumlu
onlar. Fransa’da o sıralarda belli türden çalışma yapan 26 tane akademi
varmış. İngiltere’deki Royal Society dolayısıyla dergi konusuna
geliyorum... Newton’un muazzam buluşunu açıkladığı dergi aslında o
dönem kurulmuş bir bilim cemiyetine ait. Küçücük bir yerde toplanıp
sunuşlar yapıyorlar, bir hamilik var belki orada. İlk bilimsel dergi
yayıncılığından bahsediyoruz. 1665’te kurulan Journal des savants var,
“Alimler Dergisi”. Ama bu dergi o kadar çok farklı alanda yayın yapıyor
ki... Ayrıca içindeki yazılar her zaman çok nitelikli değil. Nasıl
söyleyeyim, bazen bizim Halkevi dergilerinde falan böyle şeyler çıkar, o
nitelikte şeyler de çıkabiliyor. Burada bir gönül verme ve o toplum üyesi
olma var. Evet dergiler bilimsel dergi aslında. Büyük Britanya'da belirli
bilim alanlarına ait dergiler 1820-30 arası belirip sönüvermiş, asıl yeni
üniversite modelinden sonra 1880’den sonra çıkıyor. Sadece dergiler değil,
aynı anda bununla ilişkili olarak, ulusal ve uluslararası kongreler de
yapılıyor. 19. Yüzyılda, özellikle daha önce de kongreler yapılıyor, bilim
adamları yazışıyor elbette. Geniş mektuplaşma ağları var, rönesans bilgini
Erasmus Avrupa’da 2000 kişi ile yazışıyormuş. Bir gönüldeşler topluluğu
var ancak bunun kurumsal çerçevesi o kadar güçlü değil. Bu dergiler de
öyle uzmanlaşmış dergiler değil. Ama en başta Royal Society’de üyeleri
arasından olağanüstü buluşlar çıkıyor.
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: Royal Society’nin yayın organı
“Felsefi Zabıtlar” adı o şekildedir. “Bilginler Dergisi” Fransızlar Bilim
Akademisinin yayını. “Bilginler Dergisi” için dediğiniz doğru olabilir ama
Royal Society’nin gerçekten çok ciddi yayınları var.
Tansu AÇIK: Var, doğru. Ama mesele şu: Henüz kimya molekülü,
maddenin gaz hali kuramı yok. 19yy başında birisi tutuyor bir tane kuş
alıyor, cam fanus içine koyuyor, kuş ölüyor deney bu yani. Bugün bizim
aklımızın alamayacağı, “bu kadar basit miymiş” diyeceğimiz şeyler.

Beyazıt Kahraman: Siz de konuşmanızın bir bölümünde dile getirdiniz.


Kant’ın bir hocasının ben Almanca anlatacağım diyerek Latinceden
ayrıldığını dile getirdiniz. Oradan hareketle sormak istiyorum.
Üniversitelerde gerek İtalya, gerek İngiltere gerekse Almanya’da
Latinceden kurtulup ulusal dillere dönme, derslerde ulusal veriyi kullanma
girişimi ne zaman başladı ve nasıl dönüştü?
Tansu AÇIK: Almanya için aşağı yukarı Kant ile başlıyor. 19. yüzyılın
sonundan itibaren artık onlar Almanca felsefe yapıyorlar, derse
aktarıyorlar. Mesela Oxford, Cambridge gibi yerlerde hatta
ortaöğretimlerinde öğrencilerin teneffüs sırasında bahçede İngilizce
konuşmaları yasak. Latince-Yunanca konuşacaklar. John Stuart Mill’e beş
yaşında Yunanca öğretiyorlar. Bilim yapma kısmıyla ilgili değil ama daha
genel anlamda dil konusunda aklımda dikkat çekici birkaç örnek var.
Örneğin Fransa’da Fransızca var tabii ama 16. yüzyıldan sonra da Latince
bilim üretimi sürüyor, 18. yüzyılda da devam ediyo Newton'un başyapıtı
Latince. 17. yüzyılda modern felsefenin en büyükleri sayılan Leibniz,
Descartes ve Spinoza’nın bütün eserleri Latince neredeyse. Anadilinde
felsefe yapmak, Modern Çağ denen 17. yüzyıl ile çok yavaş başlayan bir
şey. İlk akademilerden Floransa’da bu eğilim güçlü ama oradaki öğretim
tarihini bilemeyeceğim. Diğerlerinde de çok yenilerde olması gerekir.
Bilen varsa örnekle açabilir.
Beyazıt Kahraman: Ben Kant’ın hocasını merak ediyorum aslında...
Tansu AÇIK: Christian Wolff. Estetik lafını da uyduran adam. “Estetik
diye Yunancadan gelen bir kelime var, ben bunu bir bilim olarak kurayım”
diye yola çıkmıyor ama sonunda estetik kavram ve kavrayışını ayrı bir
bilme alanı olarak kuruyor.

Özgüç GÜVEN: Kant’tan önce Almanya’da felsefe dili olarak Almanca


kullanıldığını çok az görüyoruz. Thomasius var ondan önce yaşayan,
Christian Wolff geleneğinden gelen birkaç filozof var, Crusius var mesela,
ufak tefek Almanca yazmışlar. Fakat Kant’tan önce Almanya’daki en
büyük filozof olan Leibniz bile Latince ve Fransızca yazıyor. Almanca
yazmıyor, yazmaktan çekiniyor. O zamanlar henüz Almanca gelişmiş bir
dil olma aşamasında değil diyorlar. Kant bu algıya rağmen diyor ki ben
gündelik Almanca ile felsefe yapabilirim. Gerçekten de gündelik Almanca
terimlerini kullanarak felsefeye önemli terimler kazandırıyor. Örneğin
“Anschauung”; sezgi, görü diye Türkçeleştirdiğimiz kavram tamamıyla
Almanca bir terim. Dolayısıyla ana diline sıkı sıkıya bağlı kalarak
görkemli bir felsefi çaba, yapıtlar ortaya koymuş çeşitli bakımlardan.
Bunları müsaadenizle söyledikten sonra... Kant öncesi dönemde sanki
şunu görüyoruz: Bilimler dağınık durumda ve Bilimler Akademisi bunları
derleyip toparlama işlevi görüyor. Bilimlerin gelişmesi açısından
yarışmalar düzenliyor. Mesela Almanya’da Acta Eruditorum dergisi var.
Tansu AÇIK: Evet, “Mütebahhir Bilgi”, “erudition” yani “geniş bilgi”...
Özgüç GÜVEN: Bu dergide şöyle bir tartışma var: Kuvvetin doğası
nedir? Newton ilkelere doymadı. Felsefinin işi bilimsel tartışmaları
sürdürmek. Ve diyorlar ki, hepimizin bildiği “F=mxa” (kuvvet eşittir kütle
çarpı ivme) henüz dile getirilmediğinden dolayı, felsefi olarak anlamaya
çalışıyorlar. Şimdi modern dediğimiz tartışmalarla ilişkilendiriyorlar,
“kinetik enerji” ile ilişkilendirenler var. Yani işin bir tarafı felsefi
kavramsal tartışma iken, bu kavramsal tartışmayı dünyaya yöneltiyorlar ve
bu da o akademilerin, bilim çevrelerinin açtığı yarışmalar üzerinden
gerçekleşiyor. Söylemeye çalıştığım, üniversite dışındakilerin de bilim
yapmaya katıldığı, birbirleri ile etkileşim içinde oldukları bir ortam var o
dönemde. Hümanizmin yanı sıra Bilimler Akademisi de bu birlikteliği
sağlayan bir çatı görevi görüyor sanki. Düzeyi elbette tartışılabilir. Modern
bilim dediğimiz kurum taleplerini asıl bu yüzyıldan sonra bulacak,
konuştuğumuz yüzyıl 1800’lü yıllardır diyebiliriz aşağı yukarı. Hatta şöyle
bir örnek var: Leibniz Prusya Bilimler Akademisini kurmak için bir şeyler
yapıyor, deha düzeyinde bir kişi, o sırada bakıyoruz, bizden başka
kimsenin “Deli” demediği I. Petro, 1724’te Rusya’da Petersburg’da Rusya
Bilimler Akademisini kurmak istiyor ve Prusya örneğine bakıyor, “siz
bunu nasıl yapılandırdınız, hangi tartışmaları yapıyorsunuz, acaba benzer
tartışmaları biz Rusya üzerinden düşünebilir miyiz?” diye. Rusya’daki
üniversitelerin o dönemki durumunu bilmiyorum ama.
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: İki örnek var, üniversite yokken
bilim cemiyeti kurma anlamında. Birincisi biziz, Osmanlı, bilim cemiyeti
kurma teşebbüsü var, önce Encümen-i Daniş, sonrasında Cemiyet-i İlmiye-
yi Osmaniye, ki Darülfünun yoktur o zamanlar; Cemiyet-ii İlmiye. İkinci
örnek de Rus örneği. Üniversite yokken bilim akademisi ya da cemiyeti
kurma teşebbüsü... Rusya başarılı oluyor. Bizimkilerse biraz geride kalıyor
bu şartlarda ama o üniversite yok yalnız.
Tansu AÇIK: Rusya’da 19. yüzyılda iki üniversite kuruluyor; Petersburg
Üniversitesi ve Moskova Üniversiteleri. Ama 18. yüzyılda Petersburg’da
kurulan, akademiden ziyade, çoğunluğunu Almanların oluşturduğu bir
kütüphane ve araştırma merkezi gibi düşünelim, bağımsız bir birim, bilime
gerçek katkılar yapmış bu kurum.
Özgüç GÜVEN: Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Anladığım kadarıyla
“Bilimler Akademisi” üniversiteyi tamamlayan bir işlev görüyor. Alman
dünyasında da en azından benim karşılaştığım tekil örnekler üzerinden
gidersek...
Tansu AÇIK: Hangi çağ için söylüyorsunuz?
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: 19. yüzyıl öncesi... 17 ve 18.
yüzyıllar bilim akademilerinin, 19. yüzyıl ise üniversitelerin yüzyılı.
Humboldt vesaire üniversitelerin kendilerini yenileme çabaları da zaten
bundan dolayı ortaya çıkıyor, çünkü bilim cemiyetlerinin ve akademilerin
gerisinde kalıyorlar. 17 ve 18. yüzyıllar akademilerin altın çağı olarak tarif
ediliyor çünkü bilim devrimine direkt etkili....
İsmail COŞKUN: Yalnız şu... Bu akademiler kuruluyor ama unutmayalım
ki 1500, 1600, 1700’e gelindiğinde modern devlet, güç toplama
anlamında, merkezî bürokrasiyi geliştirme anlamında henüz çok naif. Bu
tür teşebbüsler var. Bunlar çok güçlü kurumsallıklar içermiyor. Özel
coğrafya cemiyetleri var mesela, Yeni Dünya, Hindistan vesaire. 19. yüzyıl
öncesinde de bu tür oluşumlar var ama onlara 19. yüzyıl anlamında çok
kurumlaşmış anlam yüklediğimizde abartmış olur muyuz diye
düşünüyorum.
Sevtap İSHAKOĞLU KADIOĞLU: Hocam, Fransa’da XIV. Louis’den
bahsettik. XIV. Louis bu işe de el atmış. İlk defa bu kişileri devlet olarak
sahiplenen kişi odur. Sarayında yer vermiş, kütüphane vermiş, maaş
vermiş. Hatta Fransız Devrimi’nde en büyük tepkiyi burada çalışanlar
almışlar. Çünkü hem ekonomik olarak çok iyi şartlarda yaşıyorlar, hem de
kraliyet üyesi kadar değer görüyorlar.
İsmail COŞKUN: Özgüç Bey toparlıyor. Bu arada Doç. Dr. Özgüç
GÜVEN felsefe bölümünden, genç kuşak canlı aktif öğretim üyesi
arkadaşlarımızdan, yeni doçentliğini aldı, kürsüden de tebrik ederim.
(Alkışlar)
Tansu AÇIK: O zaman hocam kısaca şunu söyleyeyim. Almanca’da
Privatdozent, doçentliği Humboldt’a borçluyuz, 19. yüzyıla özgü.
Öncesinde profesörler dışında alt ara birim diye bir şey yok. Zaten
asistanlar falan ders vermiyor. Ortaçağ üniversitesinde öğrenciler
tartışmaların saatlerini yönlendiriyor. Doçentlik kurumunu ihdas eden de
bu anlamda Humboldt, Alman Üniversitesi olmuştur. Buyrun.
Özgüç GÜVEN: Teşekkürler. Ben şunu merak ediyorum. Bilimde çeşitli
yüzlerine baktığımız zaman 19. yüzyıl Almanların altın çağı. Yani bu
felsefede böyle... Demin dile getirdiğiniz teoloji fakülteleri üzerinden,
hermenötikte de böyle... Felsefede ne varsa 19. yüzyıl Almanyasıyla, o
dönem yaşayan filozoflarla ilişkilendirebiliyoruz. Yetmiyor, fiziği o
döneme geri götürüyoruz. Matematiği götürebiliyoruz.
Tansu AÇIK: Kimyayı da...
Özgüç GÜVEN: Hocam edebiyatı götürebiliyoruz, Alman
Romantiklerine... Söylemeye çalıştığım: Ne oldu da bu Alman
dünyasındaki yeşerme nasıl oldu da Alman dünyasında böylesine verimli,
her alanda çalışmaları gerçekleştirebilen bir noktaya taşındı? Yani o
Bildung kavramı konuşmanızın merkezindeki Bildung kavramının
birdenbire bu Almanya’da yeşermeye başlayan gelişmelerle hangi
bakımdan ilişkilendirilir? Bunu merak etmiştim. Teşekkür ederim.
Tansu AÇIK: Nagihan bir şara vardım / Anı ben yapılır gördüm / Ben
dahi bile yapıldım / Taş ve toprak arasında // Şakirtleri taş yonarlar / Yonup
üstada sunarlar... Hacı Bayram’ın bu beyitlerindeki kendini yontma,
biçimleme... “Ben dahi bile yapıldım”daki kendi kendini yapma, özünü
biçimleme, bugünkü uzmanlaşma, mesleki öğretimda, bteknik beceri
aktarmada yok. Şöyle bir şey var Hocam: Alman romantiklerinin, felsefe,
bilim, sanatı arasındaki ayrımları daha üst bir seviyede ortadan kaldıran bir
yaklaşımları var. Bu, insanların iç dünyasının biçimlenmesinde önemli. Bir
model oluyor. Aynı zamanda “19. yüzyıl sanatı bir din haline getirdi” de
denmiştir. Aslında bu Bildung’tan çıkma bir şey. Tabii bundan sonra çok
sıkıcı burjuva dünyasının kalıpları, onlar bunlar da ortaya çıkmıştır. Ama
bunun bir payı olsa gerek, bu özün biçimlenmesinin, bu sürecin. Bunun
arkasında felsefece bir düşünüş var, bu çok önemli. Yönlendirici
düşüncenin bu oluşu ve felsefe ile edebiyatın iç içe oluşu. Biliyorsunuz
Goethe’nin Newton’ın dışında bir renk kuramı var. Çok uzun süre
uğraşıyor. Bildung’u da metamorfoz anlamında falan kullanıyor. O kadar
birbirinden ayrı yaklaşımlar var ki, tarih felsefesinin kurucusu Herder'de
Bildung insanlık tarihi oluyor. İşte Hegel’de tinin kendi kendini tanıması...
Yani şunu söyleyeceğim donup kalmayan, çok dinamik bir düşünce ortamı.
Ben burada sadece, bilmediğim bir dönem olduğundan çokça uğraşıp
Humboldt odaklı bir yönelimi anlamaya çalıştım. Sonunda eğitim
konusuna sıkışıp kalmış belki Bildung. o arada snatçı, edebiyatçı, düşünür
kuşakları çıkarmış. Bilemiyorum Hocam, yani bu benim de merak ettiğim
bir şey, tek tek yazarlarda izini sürmek lazım

İsmail ÇOŞKUN: Önce gençlere versem sözü hocam siz de uygun


görürseniz? Burada bir arkadaşımız…
Öğrenci: Bildung kavramının kendisine olmasa bile, kavramın
gerçekleşme sürecine, kökenine dair yapısalcı bir okuma
gerçekleştirilebilir mi sizce?
Tansu AÇIK:. Yapısalcı yaklaşım tarih içindeki değişikliği, artsüremli
bilgiyi, tarih boyutunu yok sayarak, bir kristal yapısı gibi bir yapı ortaya
çıkarmaya çalışıyor. Soruyu tam anlayamadım ama köken değil orada
vurgulayacağım şey. Batı düşüncesinde, Avrupa düşüncesinde bu ritmin
dönüp dönüp karşımıza çıkması, ritim formu denebilecek şeyin gelmesi
ilginç. Bu benim başka araştırmalarımdan ulaştığım bir açıklama tarzı.
Başka bir uygarlıkta, çok güçlü yazılı uygarlıklar vesaire olsa da, Batı’dan
ayrı, uzak bir uygarlıkta, bu tür bir alışveriş kurma ve bunun bir ritim
haline gelmesi yok, bunu söyleyebilirim.
Soru: Çünkü öyle olunca kavramın pek bir kıymeti kalmıyor. Sizin
anlattıklarınızdan, kavramın bu tür bir yapısı, kapasitesi olduğu fikrini
çıkardım. Aristoteles’in Metafizik’te kullandığı şekilde kapasite, yani
içinde bir gizil güç barındıran, gerçekleştirme gücünü içinde barındıran bir
şey sanki Bildung. Ama bir süreç olarak, süreç içinde değil; anın içinde,
kendi kökenini de kurarak, zaten o gücü de var...
Tansu AÇIK: Bilemiyorum, bunu cevaplandırmak için daha öncesinden
belirli bir tarih metafiziğine sahip olmak gerekir. Bakın tarih düşüncesi de
aslında 18. yüzyıldan önce bir şeyin tarihi: dönemin tarihi, şehrin tarihi,
hanedanın tarihi. Örneğin Leibniz'e hükümdar, “sen bana Brandenburg’un
tarihini yaz, sana şu kadar para vereyim” diyor. Hep bir şeyin tarihi var
daha öncesinde. Tarihi artık kendi tarihi olarak, tarih olarak, bir tek akış
halinde anlama fikri Alman düşüncesinin ortaya çıkardığı bir şey. Tarihi
tarih olarak görmek de öyle bir şey. Tarihsel bilimler 19. yüzyılda
Almanya'da olağanüstü serpilecek bu Yunan Roma hukuk çalışmaları ile
vesaire.
Şimdi iki eksen var, arkadaşın sorusuna şöyle cevap vermeye çalışayım:
Bir, tarihsel eksen; öteki de, anlamsal eksen. Bu ikisini birleştiren bir
çalışma yapmak, hem kuramsal hem tarihsel çalışma yapmak olanaklı.
Yapısalcı çalışmalarda bu tarihsel kısım genellikle eksiktir, bununla
tamamlanmaz. Böylece ne oluyor? Yapısalcı analiz salt bir kristalin,
billurun içindeki simetrilerle uğraşıyor, tarihsel koşulları falan hiç hesaba
katmıyor. Bilemiyorum, doyurucu bir cevap oldu mu. Pek olmadı galiba…

Turaç Aliyeva: Humboldt’a günümüzde ne oldu, teoriye? Ve Bildung’a ne


oldu? Üniversite sisteminin esasında bir varsayım vardı, teoride, orada iki
orandan, yüzde 2 ila 6 oranında bir öğrencinin üniversiteye katılımından
bahsediliyordu. Günümüzde üniversiteler bu kadar kitleselken teoriye ne
oldu, bu teorinin bir anlamı kaldı mı?
Tansu AÇIK: Bu çok güzel bir soru. Almanca konuşan ülkeler ve onun
kültür etkisindeki ülkelerde, örneğin İsveç’te Bildung gibi
kavramsallaşmalar olmuş. Bu örneklerde Bildung daha çok bir eğitim
düşüncesi olarak yaşıyor,üzerine tartışmalar yapılıyor ama dediğiniz
kitlesel Üniversite karşısında belki küçük adacıklar halinde, ayrıntılarını
çok bilmiyorum. Bu tür öğretimini sürdürenler olabilir. İlginç bir örnek
vereyim size. Batı Almanya II. Dünya Savaşı’ndan sonra bunda, Nazi
düşüncesinden arınmak için bir ideal olarak gördü. İşin tuhafı Doğu
Almanya da bunda bir ideal gördü. Düşünebiliyor musunuz? İşte aristokrat
bilmem ne bir kişi Sovyet güdümündeki Doğu Almanya’da da bir ideal
haline geliyor. Ama dediğiniz çok doğru, yani kitlesel üniversitede zaten
bunun yapılabilmesinin imkanı söz konusu değil. Ama küçük küçük,
bağımsız merkezlerde, kurumlarda canlanabiliyor. İngilizce “liberal arts”
dedik ya, klasik metinlere dayalı öğretim usulü olarak, geçenlerde
rastladım çok şaşırdım. Benzeri bir yükseköğretim kurumu Pakistan’da
yeni kurulmuş, Hindistan’da da yeni kurulmuş. Bunlar nedir? Avrupa
geleneği ile yaratıcı bir sohbete, diyaloğa girince bu tür sonuçlar
çıkabiliyor. Çünkü ne demişti Arnold - demin adını andım Ziya Gökalp'ten
sözederken- Klasik nedir? Çok basit! En iyi, en parlak kafalıların en güzel
biçimde ifade ettiği şeyler, e herkes bunları okur mu? Hayır. El
kitaplarımız var, giriş kitaplarımız var. Hiçbir zaman o bilgi dalının klasik
metinlerine, örneğin Newton’ın Philosophiæ Naturalis Principia
Mathematica’sını bir kişi okumaz. Şimdi bizim Cengiz Çevik onu
çeviriyor Latinceden. Onu izlemek, düşünülmüş düşünceyi tekrar
düşünmek, bizde biçimlendirici bir etki yaratıyor, bunu belli biçimde
okumak. Ama bu idealden, nasıl söyleyeyim, bugünün şartlarında nasıl, ne
biçimde yararlanabileceğimizi düşünmekte fayda var. Lafı uzatmamak için
kestim.
Turaç ALİYEVA: Peki hocam adacıklar şeklinde kaldı dediniz sosyal
bilimler dışında bir yerde kalması mantıklı mı? Yani mantığa sığıyor
mu? ..?(1:46:20)
Tansu AÇIK: Chicago Üniversitesinde ikinic dünya savaşı öncesi tutmuş,
lisans öğrencileri arasında sonradan kimya dalında Nobel ödülü alan
birisinin bu program övgüsünü okumuştum. Seçkin bir üniversite düşünün,
oradaki öğrencilerin zaten çok özel kabiliyetleri var, kimyaya giriş dersine
falan ihtiyacı yok, lisede bilimsel temeller atılmış.

Meltem KOCAMAN: Küçük bir sorum olacak sadece. 19. yüzyıl


ekseninde soruyorum yani 19. yüzyıl için geçerli midir diye. Bildung o
dönem için Almanca bir kavram mı yoksa Avrupa düşüncesine mal
edilebilir mi? Yani bir Avrupa düşüncesi olarak zikredebilir misiniz yoksa
Alman kavramı mı ya da Alman felsefesinin Alman eğitim anlayışının
parçası sınırlarında mı kalmış?
Tansu AÇIK: Değil herhalde. Ben sadece bu konudaki kanımı, kanaatimi
söyleyebilirim. Niye? Çünkü onun kurumsal hali başka yerlerde etkide
bulunmuş ama Almanca'ya özgü bu kavram tek tek dillerde başka
yorumlanmış, çok kısa İngilizceye nasıl aktarıldığına dair bir kaç
birbirinden farklı örnek üzerinde durduk. Dünyaya anadil dışında sadece
bir dilin penceresinden bakmak çok yanıltıcı bir şey. Şimdi her şeye
İngilizce penceresinden bakıyoruz. Birkaç dil, klasik dil, ölü dil, eski dil,
büyük yazılı edebiyata sahip bir dili öğrenmek çok önemli. Bence Avrupa
düşüncesinin içinde, Platon'da örneğin, bu felsefece yaklaşıma benzer bir
şey var. Eskiçağda bir öğretiyi tekrarlamak değil, bir hayat tarzı olarak
felsefeye yaklaşmak geçerliydi. Yani bu Batı düşüncesinde ara ara çıkmış
bir şey. Belki başka uygarlıklar çevresinde bu daha çok dinî bir çerçevede
kalmıştır. Bence, Gelenek dediğimiz şey gelmiş geçmiş bir şey değil.
Gerçek gelenek yaratıcılığın sürekli olduğu, eklendiği bir şeydir. Ötekisi
ölü olduğundan konuşturamayızr.
Meltem KOCAMAN: O zaman Almanya’da kavramsallaştırılıyor. Avrupa
geleneğinin bir parçası ama Almanya’da kavramsallaşıyor.
Tansu AÇIK: Evet ama Alman felsefesi de, bugün hepimiz o altın çağı
biliyoruz, Avrupa felsefesinde çok önemli bir nokta. Onu da Avrupa
düşüncesinin içine koyuyoruz.
Meltem KOCAMAN: O zaman son bir soru daha sorayım. Neden o
zaman tercüme edilmesi zor, başka dillerde karşılık verilmesi bu kadar zor
bir terim bu peki?
Tansu AÇIK: Bu, Almancanın yapısından ötürü bir kere. Yani Fransızca
vesaire, bunlar Latince temelli olduğu için ortak bir çağrışım alanı var.
Dilin yapısından ötürü, bu çağrışımlar yok. İki, bu kavramı ortaya atan
Alman düşünürlerle diğer milletlerin düşünürleri arasında öyle aşılmaz
duvarlar vesaire yok. Humboldt’u etkileyen Kant tamam ama aynı
zamanda bir de Rousseau var. Daha önce olmayan bir kavram yapmış,
perfectibilité, mükemmelleştirilebilirlik.
Çekoslovakyalılaştıramadıklarımız gibi, uydurma bir şey, daha önce yok.
Bunu insan için kullanıyor. Hani işte tekâmül, kâmilleşme, kemâle erme,
bizde bunu böyle bir şeye çevirebiliriz ama orada çıktığı bağlama
eğilmeli..

Mahmut Karakuş: Ben Özgüç’ün bıraktığı yerden devam etmek


istiyorum. 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılı Alman çağı olarak
adlandırıyorsunuz. Biliyorsunuz siz de demin dile getirdiniz, Almanya
uzun süre politik birliğini sağlayamamış. 1870’lerde başlamış ve bu
durumda kendini ifade etmek için Kulturnation diye bir kavram
geliştiriyor ve sürekli olarak kültürel çalışmalarla ulusal birliğini kurmaya
çalışıyor. Peki bunun da bir etkisi olabilir mi acaba?
Tansu AÇIK: Mutlaka Hocam. Kulturstadt da demişler mesela Berlin
için.
Mahmut Karakuş: Heinrich Heine mesela birliğini sağlayamayan
farklılıkları belirtmek için “Landesväter drei Dutzend”, bizim üç düzine
prensimiz var diyor ve birliklerini kuramadıklarından bahsediyor. Ama
bunun yerine de Kulturnation, kültür ulusu diye bir kavram geliştiriyor.
Sürekli kültürel dil üzerine çalışıyorlar, kültür ve dil üzerinden birliklerini
kurmaya çalışıyorlar.

İsmail ÇOŞKUN: Ben birkaç bir şey söyleyeceğim. Bugün dördüncüsünü


gerçekleştirdik. İlk defa konuyla ilgili farklı disiplinlerden hocalarımız
arkadaşlarımız daha geniş çağlı olarak katıldı. Bu şöyle bir şey ifade
ediyor: Edebiyat Fakültesi Konferanslarından maksat tam da buydu;
tartışma, konuşma, birlikte konuşma iklimini yaratmaktı. İlk defa yine çok
sayıda öğretim üyesinin burada olduğunu görüyoruz. Ona da ayrıca
sevindik. Bunu söylemek istedim.
Sayın Dekanımız Hayati Beye, Dekan Yardımcılarımıza, Mehmet
Samsakçı Hocaya, geride bir de mutfak var bu işler yazılıyor çiziliyor afiş
hazırlanıyor sosyal medya ile duyuruluyor. Sosyal medyada Hacer Hanıma
ve emeği geçen herkese çok teşekkür ediyoruz. Katılımınız için sizlere çok
teşekkür ediyoruz ama Tansu Beye bu dolu dolu konuşma için biz çok
teşekkür ediyoruz Fakültemiz adına. Kendisini daha sonra bırakmak
istemiyoruz.
Tansu AÇIK: Evet, benim de teşekkür etmem gerekir. En başta etmem
gerekirdi aceleden edemedim. Gerçekten benim için de çok hoş bir toplantı
oldu. Ben klasik filoloğum, klasik Yunanca uzmanlığım. Ama ister istemez
bu alana geçmek durumunda kaldım. Şirince Matematik Köyü’nde Yaz
Kamplarımız oluyor. Geçen sene Aristoteles ve arkeoloji vesaire olmuştu,
bu sene de Platon olacak. Ama o da işte 15 gün oluyor, bitiyor. Başka bir
topluluk fikri... “Sensus communis”, “common sense”, sağduyu 18.
yüzyılda ortaya çıktığında, doğruyu eğriden ayırt etme anlamında sezgisel
bir şey değil. Bir duyuş var ve bu duyuş “sensus communis”ini
topluluğunu arıyor. Topluluğunu arayan duyuşlar…
İsmail ÇOŞKUN: Teşekkür ederiz.

You might also like