You are on page 1of 7

BİLÂHARE – BİLÂHİRE


(‫)ﺑﺎﻵﺧﺮﻩ‬ zf.  (Ar. harf-i cer bi-,  harf-i târif el-  ve āḫire  “son”dan bi’l-āḫire) Sonra,
daha sonra, sonradan: Bilâhare ispat edemeyeceğin şeyi ise şimdiden hiç
söyleme (Hüseyin R. Gürpınar). Tahliye edilirse bilâhare onun idâresini elime
alacağım (Yahyâ Kemal). Ortaköy’de, bilâhare yerine Hatîce Sultan Yalısı
yapılacak olan Neşâtâbâd’ı yaptırır  (Ahmet H. Tanpınar).

MÜNEVVER

(‫)ﻣﻨﻮّﺭ‬ sıf. (Ar. tenvіr  “ışıklandırmak, nurlandırmak”tan munevver)
1. Aydınlatılmış, aydınlık, ışıklı, nurlu: Yâni ilhâmât-ı Rabbânî ile müşerref ve
münevver oldular (Eşrefoğlu Rûmî). Mihr kim cism-i münevver deyü ta’rîf olunur /
Sana yok nisbeti kim nûr-ı mücessemsin sen (Nedim’den). Büyük bir lamba
yanıyordu. Her taraf münevverdi  (Hüseyin R. Gürpınar).
2. sıf. ve i. Tahsil, bilgi ve görgü sâhibi olan, fikrî meselelerle uğraşan kültürlü
(kimse), aydın, entelektüel: Kültürün ve münevver insanın târifini yapar (Orhan Ş.
Gökyay). Bu hareketi en münevver Rus zabitleri idâre ediyor (Reşat N.
Güntekin). Semt kahvelerine çok yüksek rütbeli memurların dışında münevver
halkın da toplandığını biliyoruz (Ahmet H. Tanpınar).
● Münevvere (‫)ﻣﻨﻮّﺭﻩ‬ sıf.  Münevver kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı
mânâdaki müennes şekli: “Medîne-i Münevvere: Nurlu Medîne.”

SERDETMEK – SERDEYLEMEK

birl. geçişli f. (Ar. serd + Türk. etmek, eylemek) İleri sürmek, önermek: Bunu bir
faraziye hâlinde serdetmeye ne lüzum var?  (Yahyâ Kemal). Ünlü filozof bu
nutukta dikkate değer müşâhedeler, yeni görüşler serdetmiş (Cemil Meriç)

İNDÎ

(‫)ﻋﻨﺪﻯ‬ sıf.  (Ar. ‘ind  “yan, nezd” ve nispet eki -і ile ‘indі) Herkesin kabul edeceği bir
temele dayanmayan, sâdece bir kimsenin kendi kanâatına, kendi görüşüne göre
olan: “İndî yorum.” Târihlerde, Karagöz’ün yaşadığına ve yaşamadığına dâir kat’î
hiçbir vesîka olmadığına ve gördüğümüz veçh ile mevcut mâlûmâtın indî birtakım
mülâhazalardan ibâret bulunduğuna göre biz hükmü birlikte vermeye
çalışalım (Selim N. Gerçek). Bu mütâlaaya mutlak bir mânâ isnat edilecek olursa
o vakit tamâmen indî ve gülünç olur  (Fuat Köprülü). İndî bir tecrübede bana
memleketin mânevî bir safhası göründü  (Yahyâ Kemal).

MUVAFFAKİYET

(‫)ﻣﻮ ّﻓﻘﻴّﺖ‬ i. (Ar. muvaffaḳ’tan yapma mastar eki -iyyet  ile muvaffaḳiyyet) Başarılı
olma, başarı: Aramıza bu kadar ayrılık koymayı kolay bir muvaffakiyet
sanmayınız (Yusuf Z. Ortaç). Bu büyük muvaffakiyet şerefine şenlikler
yapılmış  (Reşat N. Güntekin). Kapının önünde arkadaşlarını buldu, hepsi
muvaffakiyetlerini anlatıyordu (Ahmet H. Tanpınar).

MUKĀBİL

(‫)ﻣﻘﺎﺑﻞ‬ sıf.  (Ar. muḳābele  “karşı karşıya olmak, karşılaşmak”tan muḳābil)
1. Bir şeyin tam karşısına gelen, karşısında bulunan, karşı karşıya olan: Yan
yatmış o cism-i bî-mümâsil / Gelmiş seri kıbleye mukābil  (Abdülhak
Hâmit). Odanın iki mukābil cihetinde geniş iki sedir (Hüseyin R. Gürpınar).
2. Bir söz veya davranışa karşılık olarak yapılan, bir şeyin karşılığı olan: “Mukābil
hamle.” “Mukābil dâvâ.”
3. i.  Karşılık: O düğmeleri sök, iliklerin tam mukābillerini bul da dik  (Hüseyin R.
Gürpınar). Bir katrenin mukābili bin intikamdır  (Enis B. Koryürek).
4. takı. Karşılık olarak, karşı, karşılığında: Mâhın gurûru mihre mukābil
garîbdir  (Muallim Nâci). Nerîman da bu in’âmâtına mukābil hanımına olanca
samîmiyyet-i derûnî ile rabt-ı kalb eylemişti  (Hüseyin R. Gürpınar). Bir ümit ve
îmâna mukābil bin yeis ve inkâra tesâdüf ederken bir sabah nâgâh gazetelerde
avdet-i meşrûtiyyeti tebşir eden üç satırlık bir nesir görüldü (Cenap Şahâbeddin).

MÜTÂLAA – MUTÂLAA

[l  ince] (‫)ﻣﻄﺎﻟﻌﻪ‬ i. (Ar. ṭulū‘  “doğmak; vâkıf olmak”tan muṭāle‘a)
1. Etraflıca düşünme, inceleme, tetkik: Bu mütalâalardan sonra zihnimde bir
istifham işâreti belirdi (Refik H. Karay).
2. Düşünme ve inceleme sonucu ortaya çıkan görüş, fikir, kanâat: Bir dakîka
kadar ancak yüzünü gördüğüm bir kız için bundan fazla nasıl beyân-ı mütâlaa
edebilirim (Hüseyin R. Gürpınar). Ali Rızâ Bey kızının meşhur sanatkârlardan,
meşhur eserlerden bahsettiğini, hayat hakkında ağırbaşlı mütâlaalar yürüttüğünü
gördükçe iftihârından ağzı kulaklarına varırdı  (Reşat N. Güntekin).
3. Düşünerek, anlayarak okuma: Fedâ edersem ona çok mu ben mütâlaamı /
Sizin muâdil olur mu kitâb-ı hüsnünüze (Abdülhak Hâmit’ten). Vâkıa bu silsile-i
tevârîhin mütâlaasından hiçbir şey öğrenilmez değil  (Cenap Şahâbeddin).
4. Yatılı okullarda öğrencilerin ders saati dışında bir görevli denetiminde
yaptıkları okuma ve çalışma, etüt.
ѻ Mütâlaa etmek:
1. Üzerinde düşünmek: Durumumuzu benzetmelerle mütâlaa etmek istiyorum.
Daha rahat oluyor  (Burhan Felek).
2. Okumak: “Bu kitabı mütâlaa ettiniz mi?” Mütâlaada bulunmak: Görüş,
kanâat belirtmek.
● Mütâlaa-hâne (‫)ﻣﻄﺎﻟﻌﻪ ﺧﺎﻧﻪ‬ birl. i. (Fars. ḫāne “ev, yer” ile ḫāne-i
muṭāla‘a ile) Mütâlaa yeri, okuma salonu.
● Mütâlaa-nâme (‫)ﻣﻄﺎﻟﻌﻪ ﻧﺎﻣﻪ‬ birl. i. (Fars. nāme  “yazılı şey, mektup” ile) İnceleme
sonucu hazırlanmış rapor: Sonra husûsî kalem müdürüne bu cihete dâir bir
mütâlaa-nâme hazırlanmasını kaydettirdi (Refik H. Karay).
● Mütâlaat (‫)ﻣﻄﺎﻟﻌﺎﺕ‬ i.  (Ar. çoğul eki -āt ile) Mütâlaalar, tetkikler, düşünceler: Her
tereddüdü, şu mel’un konağa girmemek için hatırına hücum eden bin mütâlaâtın
netîce-i te’sîrâtıdır  (Ahmed Midhat Efendi). Gelen geçen ne kadar âşinâsı varsa
tutup / Mütâlaâtını söyler: Falan nasıl düşünür / Nasıl yazar, nasıl icmâl ü ictihâd
eyler  (Tevfik Fikret). Nihat’ın hiç böyle dürüstâne mütâlaâta muhâtap olduğu
yoktu (Hüseyin R. Gürpınar).

EKSERİYET

(‫)ﺍﻛﺜﺮﻳّﺖ‬ i.  (Ar. ekѕer’den yapma mastar eki -iyyet  ile ekѕeriyyet)
1. Sayıca üstünlük, çoğunluk: Köyde ekseriyeti ihtiyarlarla kadınlar teşkil
ediyordu  (Ömer Seyfeddin). XIII. asır (…) bir Yûnus Emre asrıdır. Bu asırda
Türkiye topraklarında gerçek bir dil inkılâbı olmuştur. Bunun sebebi Anadolu’da
Türk nüfûsunun bir ekseriyet sağlamasıdır  (Nihad S. Banarlı).
2. Oya baş vurulan yerlerde oyların yarıdan fazlası, üstünlük sağlayan oyların
toplamı: “Ekseriyeti sağlayamadı.”
3. Sayıca üstünlüğü temsil edenler: “Ekseriyet ne fikirde?” Din cihetini bir tarafa
bıraksak da ekseriyetin îmânına uymaz  (Refik H. Karay).
ѻ Ekseriyyet-i ârâ: Oy çokluğu, bir toplantıda oyların çoğunluğu. Ekseriyyet-i
mahza (mutlaka): Mutlak ekseriyet, salt çoğunluk.

EKSERİYETLE

zf.  (Araç hâli ekinin kalıplaşmasıyle ekseriyyet+le)
1. Sayı üstünlüğüne dayanılarak, çoğunlukla: “Ekseriyetle karar verildi.”
2. Çok defa, çoğu zaman, çoğunlukla: Binâenaleyh bîçâre çocuk, ekseriyetle tâbi
olmak ve gönlündeki ıztırâbı safâ şeklinde göstermeğe çalışmaktan başka çâre
bulamadı  (Nâmık Kemal). Avlananlardan biri de ekseriyetle benim  (Ahmet
Hâşim). Etrâfınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir (Ahmet Hâşim).

EĞRETİ – İĞRETİ

sıf.  (Ar. ‘āriyet  “emânet, ödünç”ten ‘āriyetі  kelimesinin göçüşmeli bir şekli)
1. Geri verilmek üzre ödünç olarak alınmış, âriyet: Eğreti ata binen tez
iner  (Atasözü).
2. Bir şeyin aslından olmayıp sonradan ilâve edilmiş bulunan, takma,
ekleme: “Eğreti saç.” “Eğreti kirpik.” “Eğreti bir nezâket.” Eğreti kuyruk tez
kopar  (Atasözü).
3. İyi yerleşmemiş, yerini bulmamış: “Dolabın kapağı ne kadar eğreti imiş,
dokununca düşüverdi.” “Fırtına damdaki eğreti kiremitleri yerlere fırlatmış.”

4. Geçici, muvakkat: “Eğreti köprü.” “Eğreti merdiven.” “Eğreti duvar.”


Balkonları, taraçaları, cumbaları ile sipsivri, göz kamaştırıcı, baş döndürücü,
eğreti sinema kuleleri (Refik H. Karay). Soluk dudaklarının aylardır unuttuğu
eğreti bir tebessüm… (Yusuf Z. Ortaç). Eğretiydi zevk de şevk de umut
da  (Behçet K. Çağlar).
ѻ Eğreti almak: Ödünç almak. Eğreti oturmak: Hemen kalkacakmış gibi
oturmak, ilişmek: Rahat etsenize, eğreti bir oturuşunuz var  (Refik H.
Karay). Eğreti vermek: Ödünç vermek. Eğretiye almak: Bir yapının alt kısmını
onarmak için üstünü askıya almak, destek üstünde durdurmak.
MAHZUR

(‫)ﻣﺤﺬﻭﺭ‬ i.  (Ar. ḥaẕer  “korkmak, sakınmak”tan maḥẕūr) Sakınılacak, çekinilecek şey,
sakınca, engel, mâni: Engin olmayınca deryâda yatmazlar, kānun değildir,
mahzûru vardır  (Kâtip Çelebi’den Seç.). Bütün mahzurlarını hesap
ediyordum  (Peyâmi Safâ). Yirminci asrın laik ve ciddî bir münevverine açılmakta
mahzur yoktur  (Refik H. Karay).
ѻ Mahzur görmek: Sakıncalı bulmak: Târih, sana ancak müverrihlerin işâada
mahzur görmedikleri şeyleri haber verir  (Cenap Şahâbeddin).
● Mahzûrat (‫)ﻣﺤﺬﻭﺭﺍﺕ‬ i. (Ar. çoğul eki -āt  ile) Çekinilecek, sakınılacak şeyler,
mahzurlar, sakıncalar: Meknûnat ve muhaddirat aksâmında nice mahzûrat vardır
ki tafsîli lâzımdır (Âlî Mustafa Efendi).

MUVÂCEHE

(‫)ﻣﻮﺍﺟﻬﻪ‬ i. (Ar. vech “yüz; taraf”tan muvācehe)
1. Yüz yüze gelme, yüzleşme: Bugün eniştesi matbaaya hiç uğramadı. Ahmet
Cemil korkulu bir muvâceheden kurtulduğuna seviniyordu  (Hâlit Z. Uşaklıgil).
2. Ön, karşı, huzur: Muvâcehemde bu bî-vech sözleri anma  (Abdülhak
Hâmit). Süngü omuzlarında düşman muvâcehesine yürüyorlar (Cenap
Şahâbeddin). Mahallî âdete göre güller ve fullerle bezenmiş kundağın
muvâceheye konuş merâsiminde babasının da hazır bulunmasını ne kadar
candan diler  (Sâmiha Ayverdi).
ѻ Muvâcehe etmek: Yüzleşmek.
● Muvâcehesinde zf.  (iyelik ve bulunma hâli eklerinin
kalıplaşmasıyle) Karşısında: Ve bu hâile-i uzmâ muvâcehesinde en doğru söz
olmak üzere (…) “Eyvah mağlûpların hâline!” diyoruz  (Cenap Şahâbeddin).
ً
● Muvâceheten (‫)ﻣﻮﺍﺟﻬﺔ‬ zf. (muvācehe’nin tenvinli şekli) Yüz yüze, karşı karşıya.

MER’İYET

(‫)ﻣﺮﻋﻴّﺖ‬ i. (Ar. mer‘і’den yapma mastar eki -iyyet ile mer‘iyyet) Mer’î olma,
yürürlükte bulunma durumu, yürürlük.
MER’İYET

(‫)ﻣﺮﺋﻴّﺖ‬ i. (Ar. mer’і’den mastariyet eki -iyyet  ile mer’iyyet) Gözle görülür,
görülebilir olma durumu.

AASSUP – TAASSUB

(‫)ﺗﻌﺼّﺐ‬ i.  (Ar. ‘aṣb “bir şeye devam edip bağlanmak, sıkıca tutmak”tan te‘aṣṣub)
1. Bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı taraftarlık gösterme, aşırı derecede
tutma: Cehâletin hissî taassupla feverânına meydan vermemek vazîfem
iktizâsıdır (Yusuf Z. Ortaç). Talat Bey’in mâcerâsından sonra bütün âilede garip
bir boşanma taassubu başlamıştı  (Ahmet H. Tanpınar).
2. Bir din ve inanışa, bir fikre aşırı derecede bağlı olup onun dışındakileri düşman
gibi görme: Onların edyân-ı sâire erbâbının kâffesini müebbet cehennem
ateşlerine namzet gören müfrit taassubu…  (Hâlit Z. Uşaklıgil).
● Taassup-kâr (‫)ﺗﻌﺼّﺒﻜﺎﺭ‬ birl. sıf.  (Fars. -kār  ekiyle) Taassup gösteren, aşırı
mutaassıp.

MÜTEADDİT – MÜTEADDİD

(‫)ﻣﺘﻌﺪّﺩ‬ sıf. (Ar. te‘addud  “birden çok olmak”tan mute‘addid) Çok sayıda,
birçok: Müteaddit yatak şiltesi olan bir yüklük vardı  (Sâmipaşazâde
Sezâî). Bundan mâada benim çıkardığım ilâhî müteaddit defa okundu idi (Ahmet
Râsim). Düşman müteaddit hücumlarla alamadığı kaleyi toplarla dövmeye devam
ediyor (Orhan Ş. Gökyay).
● Müteaddide (‫)ﻣﺘﻌﺪّﺩﻩ‬ sıf. Müteaddid kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı
mânâdaki müennes şekli: “Eşhâs-ı müteaddide: Çok sayıda, çeşitli şahıslar.”

NEŞREDİLMEK – NEŞROLUNMAK

birl. edilgen f. Yayımlanmak: Temâşâ-yı Hazan isimli meşhur manzûmenin
neşrolunduğu târihe kadar… (Ahmet Hâşim). 1900 – 1901 yıllarında İstanbul’da
Temâşâ mecmuasında neşrolunan bu şiirlerdeki dilden tam beş sene sonra 1906
da (…) hâlis Türkçe’ye geçmek, gurbette bir şâir için çok dikkate değer ve çok
şuurlu bir doğru yol buluştur  (Nihad S. Banarlı).

You might also like