You are on page 1of 37

C E M A A T V E CEMİYET NAZARİYESİ 1

Prof, F , Tönıüos

Beşeri iradeler arasında birçok münasebet ve ilişikler vardır.


B u ilişiklerden herbiri, iki taraftan birinin eseri olmak, diğerine m ü ­
essir bulunmak nisbetinde karşılıklı bir tesirdir. F a k a t bu tesirler
başkalarının madde v e iradesini ya tutma ( E r h a l t u n g ) , yahut sars­
m a (Zerstörung) ya t e m a y ü l edecek şekilde vücuda gelmektedirler:
tasdik edici tesirler, inkâr edici tesirler. Karşılıkij tasdikin münase­
betleri meselesinde bu nazariye sadece onların ait olduğu mevzulara
taallûk edecektir. Ç o k l u k içinde teklik, teklik içinde çokluk arzeden
bu gibi münasebet v e ilişiklerden herbiri iradenin ve iradî kuvvetle­
r i n ifadesi olarak gozönüne alınacak olan bir takım taleplerden, ko­
laylaştırmalardan, hizmetlerden ibarettir. B u müspet münasebetler­
den teşkil eden zümre» bir vahdet halinde içe ve dışa doğru tesir­
ler icra eden bir varlık v e y a bir şey gibi telâkki edilmek itibarile
bir «bağlılık» tır. Münasebetin kendisi, yani bu bağlılık, y a reel v e
organik hayatı ifade edecektir, o zaman bu (cemaat) in mahiyetini
gösterir; yahut fikrî ve mekanik bir mekanizmadan ibaret olacaktır,
o zaman ise (cemiyet) m e f h u m u karşısında kalırız demektir. Tat-

(*) F . Tönnies, bugünkü Alman sosyolojisinin çok değerli mümessille*


rinden biridir. Hukuk sosyolojisi sahasında başlı başına bir hâdise teşkil eden
neşriyatı «Cemaat ve cemiyet» isimli esenle vaki oldu. Şimdiye kadar sekiz
defa basılan bu eserin muhtelif fasıllarından yaptığımız bu tercüme, malûma­
tımıza göre, bizde Tönnies'ten yapılan İlk tercümedir. BiLhaıa medeni kanun­
ların aile ve borçlar kısmına ait izahatı ihtiva eden bu eserin tamamının ter­
cümesine çok muhtacız. Tönnies'in hukukî içtimaiyatı alâkalandıran fikirleri
için Profesör Kessler'in «İçtimaiyata başlangıç- ve Prof K . Ziya'nm «içtimaî
doktrinler» isimli eserlerine bakılabilir. Son zamanlarda bu Alman sosyologu
hakkında neşrettiğim küçük bir y a n da bu hususta işe yarar zannederİE*:
Cumhuriyet gazetesi. 16 mayıs 942, Mütefekkirin hayat ve eserleri hakkında
hasırlamakta olduğumuz bir araştırmayı ileride bu sabitelerde neşredeceğiz.
Tercümeni ize esas teşkil eden nüsha 1935 te basılan son nüshadır: Gemetn-
srturt und G*wllschaft. Leipzig 1935,
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 713

bütat, seçilen bu isimlerin Almancadaki müteradif kullanışa istinat


ettiğini gösteriyor. F a k a t şimdiye kadarki ilim terminolojisi, hiçbir
fark gözetmeden bu kelimeleri birbirine karıştırmıştır. B u yüzden
şimdiden İkisi arasındaki muhalefeti, bir verdik veya muta (gege­
ben) olarak tasvir edecek bazı İşaretlerde bulunacağız.

I — Cemaat ve Cemiyet

H e r türlü samimi, mahrem, bize m ü n h a s ı r olan müşterek hayat


(vakide b u l d u ğ u m u z gibi) cemaat hayatı olarak anlaşılır. Cemiyet
İse â m m e hayatıdır, dışımızda olan âlemdir. İnsan kendinden olan­
larla teşkil ettiği cemaatte ak ve kara günlerde doğuştan itibaren
hep ona bağlı bulunur. Cemiyete ise, yabancı bir şeye dahil imiş gibi
girilir. Y e n i yetişen, fena cemiyet karşısında uyanık bulundurulur.
Fakat fena camaatten bahsetmek, lisanın da insiyakına uymaz. Hu¬
kukçular, bir bağlılığın İçtimai mefhumunu bildikleri zaman bir
« A i l e cemiyetin nden bahsedebilirler. F a k a t aile cemiyetini insan
ruhu üzerine vaki olan nihayetsiz tesirlerile ona iştirak etmiş olan
duyacaktır. Evliliğe de tam bir hayat cemaati olarak (als wollkom-
mene Gemeinschaft des Lebens — Communio totius vitae) girildiği
malumdur. B i r cemiyete girilebilir, fakat hiçbir kimse diğerine ce­
maat hayatı temin edemez. F e r t l e r dini cemaate kabul edilirler. Din
cemiyetleri, tıpkı herhangi bir maksat için kurulan diğer bağlılıklar
gibi, yalnız kendilerinin dışında bulunan Devlet v e nazariye için
mevcutturlar. B u n u n için lisan cemaati, ö r f ü âdet cemaati, inanma
cemaati denir. Kazanç, seyahat, ilim için olan bağlılıklara cemiyet
derler. İşte ticaret cemiyetleri (yani ticaret şirketleri) bu m â n a y ı
taşırlar. Şirketin u z u v l a r ı arasında bir i l i m a t l ı h k , bir cemaat mev­
cut olsa bile, bir cemaat ticaretinden hemen hiç bahsedilemez. Ano­
nim ve cemaat kelimelerini bir araya getirmek pek çirkin bir terkip
olacaktır. Bununla beraber m ü l k i y e t cemaati vardır; tarla, orman,
mera mülkiyetlerinde olduğu gibi. K a n koca arasında mal birliğine
" M a l cemiyeti — Güter-Gesellschaft» değil « M a l cemaati — Güter-
Gemeinschaft» derler. B u suretle bazı farklar ortaya çıkıyor. U m u ­
mi m â n a d a , meselâ kilisenin misal teşkil edebileceği şekilde b ü t ü n
insanlığı k a v r a y a n bir cemaatten pekâlâ bahsedilebilir. F a k a t o za­
man beşeri cemiyet, birbirinden müstakil şahısların sadece yanya-
na b u l u n m a s ı şeklinde anlaşılacaktır. Son zamanlarda ilmî mefhum­
lar arasında zıt ve karşı mefhum olarak bir memleket içindeki ce­
miyetten bahsediliyor. B u şekildeki cemiyet mefhumu önce halk ce-
714 Prof. F . T O N N I E S

maati m e f h u m u karşısında arzettiği derin tenakuzun verdiği aydın­


lık gözönünde tutulmak şartile, kabul edilebilir. Cemaat eski, ce­
miyet yenidir. Âdeta şey İle o şeye verilen isim gibi.
B u noktayı yalnız, siyasi dissiplinin her istikametinde tedrisatta
bulunan bir m ü e l l i f , derinliğine pek n ü f u z etmeksizin k a b u l etti.
Gerçekten Bluntschii (StaatsWörterbuch, I V de) şöyle diyor: »İç­
timaî ve siyasi m â n a d a b ü t ü n meciyet mefhumunun tabii temeli,
üçüncü ştandın âdet ve telâkkilerinde bulunuyor. B u mefhum, yani
cemiyt mefhumu, hakikatte hiçbir halk mt-fhumu» halk denen şeni-
yetin mefhumu o l m a y ı p , yalnız ü ç ü n c ü ştanda ait bir mefhumdur...
Onun cemiyeti, ayni zamanda müşterek h ü k ü m l e r i n ve temayülle*
rin de kaynağı haline gelmiştir... Şehir kütlelerinin inkişaf ettiği ve
semere verdiği yerlerde cemiyet de onun elzem bir organı olarak
gzzükür. K ö y bu cemiyeti pek az tanır.» B u n a mukabil b ü t ü n kır
ve koy hayatının değeri, o hayatta insanlar arasındaki cemaatin da­
ha kuvvetli, daha canlı oduğu noktasında aranmıştır: Cemaat devam
eden, hakikî bir h a y a l beraberiği, cemiyet ise yalnız m u v a k k a t ve
görünüşlü bir hayattır. Buna göre cemaat, canh bir uzviyet, cemiyet
ise mekanik bir toplanış olarak anlaşılmalıdır.

2 — Organik ve mekanik tşekküller

Her reel olan şey, yalnız kendi hassa ve hareketini tayin eden
geniydin b ü t ü n ü n e bağlılığı itibarile düşünülmesi nisbetinde uzvi-
dir. Böylece muhtelif tezahürlerile cazibe, bilgimize elverişli olan
kâinatı bir b ü t ü n haline sokar: B u b ü t ü n ü n tesiri, beher iki v ü c u ­
dun mütekabil vaziyetlerini değiştirmeğe y a ı ı y a n hareketler ve ce­
reyanlar içinde belli olmaktadır.
Fakat tasavvur v e ona dayanan ilmi m ü l â h a z a , müessir olmak
için bir b ü t ü n halinde tahdit edilmiş olmalıdır. B u neviden her b ü ­
t ü n ü n birbirlerine göre muayyen bir istikamete ve cereyan sürati­
ne malik olan k ü ç ü k bütünlerden teşekkül ettiği görülecektir. B i z ­
zat cazibe ya (uzakta vukubulan bir tesir olmak sıfatiie) izah edile­
mez bir halde kalır, yahut bilinmiyen bir şekilde kendiliğinden ce­
reyan etmesine rağmen (harici tesirler vasıtasile) mekanik bir tesir
olarak mülâhaza edilir. B u mânada madde kitleleri ( m a l û m olduğu
gibi) mütecanis, b ü y ü k v e y a k ü ç ü k enerjilerle birbirlerini cezbeden,
v e bir araya gelmiş vaziyetleri tekrar cisimleri vücuda getiren mo­
leküllere parçalanır. Moleküller müsavatsızlıkları m ü s a v i atom par­
çalarının vaziyetine irca edilecek ve ileride yapılacak tahlile bırakıl-
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 7J5

mış g a y r i mütecanis ( k i m y e v i ) atomlara ayrılacaklardır. F a k a t na­


zari ve mahz mihanik yalnız genişlemiyen kudret merkezlerinin ha­
k i k i tesir ve aks i tesirlerin mevzuu olarak düşünüyor. B u şekilde atom
mefhumu, metafizik atom telâkkisine pek yaklaşmaktadır. B u şe­
kilde her t ü r l ü hesap teşevvüşleri, hareketler, yahut parçaların h a ­
reket temayülleri vasıtası 1« ortadan kaldırılacaktır. F a k a t tatbikat
b a k ı m ı n d a n fizik molekülleri aynı cisimler sahasında onların siste­
mini teşkil etmeğe y a r a r : Ç ü n k ü bu moleküller, kudret hamilleri
olarak, bir kelime ile madde halinde telâkki edildikleri gibi ayni
b ü y ü k l ü k t e ve m ü m k ü n herhangi bir b o l ü m l e gözönüne alınmaksı­
zın m ü l â h a z a edilmişlerdir.

B ü t ü n reel kitleler siklet olarak mukayese- edilebilirler. Parça¬


l a n m ü k e m m e l v e sabit bir toplanma vaziyetinde bulunabilir şekil­
de d ü ş ü n ü l ü r k e n muayyen bir m ü s a v i maddenin miktarı olarak da
ifade olunurlar. Herhalde bir hareketin mevzuu, yahut bir b ü t ü n ü n
(daha yüksek bir vahdetin) t a m a m l a y ı c ı parçası olarak tasarlanan
vahdet, ilmi bakımdan zarurî olan fiksiyonların mahsulü olacaktır.
D a r m â n a d a yalnız son vahdetler, metafizik atomlar kendi muadil
tasavvurları şeklinde muteber kalacaklardır." Bununla beraber bu
arada her b ü y ü k l ü k tasavvurunun yalnız izafî ehemmiyeti de d ü ş ü ­
nülmüştür.
Hakikatte ölü olarak d ü ş ü n ü l m ü ş olan bir maddenin, mekanik
telâkki için bir anomali olmasına rağmen, birleştirilebilir veya ken­
diliklerinden parçaları dışında, b ü t ü n varlıkları ile tabii bir b ü t ü n
halinde tezahür eden ve parçalar üzerinde tesir v e cereyanlarını bü­
t ü n olarak icra cyliyen cisimler vardır: U z v i cisimler. Kendilerini
bilme hususunda denemeler yapan biz insan o ğ u l l a n bu nevi cisim­
lere mensubuz. H e r insan, kendi dışındaki m ü m k ü n her cismin bil­
vasıta bilgisi haricinde, kendi hakkında vasıtasız bir bilgi sahibidir.
Ö n ü n e geçilmez istidâllerle, her canlı cisme ruhi bir hayatın bağlı ol­
d u ğ u n u , canlı cismin bu ruhî hayat vasıtasile kendi için ve kendisi
ile (lizatihi ve bizatihi — an sich und für sich) mevcut b u l u n d u ğ u ­
nu, kendimizi nasıl bildiğimizi tecrübe ediyoruz. Fakat afaki m ü l â ­
hazaların da bu hususu bize bildirmesi, ehemmiyetçe bundan geri
kalmaz: H e r zaman bize bir b ü t ü n v r i l i y o r . Fakat bu b ü t ü n parça­
ların bir araya gelişinden ibaret değildir. B u b ü t ü n yine kendisinin
eseridir ve yine kendi tarafından «şartlanmış bedingt* dır. K ı ­
sası o b ü t ü n ü n kendisi yine bir b ü t ü n d ü r , şekil olarak reeldir v e
cevheridir. Beşeri kudret yalnız gayrı uzvî eşyayı, uzvî maddeden,
o eşyayı bölerek, tekrar bağlıyarak ortaya çıkarabilir. Eşyada bu
şekilde ilmi ameliyeler vasıtasile vahdet haline sokulmuş, mefhum­
lara girmiştir. Safdil tasavvur v e sanatkârane fantezi, balkvari ina-
niş ve coşkun şiir tezahürlere canlı şekil veriyorlar, Sun'îlik yani fik-
siyonculuk ilimde de vardır. F a k a t ilim canlının münasebetlerini ve
bağlılıklarını kavramak için canlıyı ö l ü haline sokar, b ü t ü n vaziyet­
leri, k u v v e t l e r i hareket halinden alıkor, b ü t ü n harektleri sarfedilmiş
bir emek m i k t a r ı olarak tasvir eder: B u , sarfedilen emek kudreti,
yahut enerjidir. Maksat da b ü t ü n şer aut mütecanis tasavvur etmek,
ayni tarzda birbirlerile değiştirilebilir bir surette ölçmekten İbaret­
tir. B u , kabul edilen vahdetlerin doğru olması, ve i m k â n sahasının
hakikatte d ü ş ü n ü l e b i l m e k itibarile hudutsuz bulunması nisbetinde
doğrudur. D ü ş ü n m e ve kavramanın gayesi, bu gayeye hizmet edebi­
lecek olan diğer gayeler bu suretle tatmin edilmiş olacaktır. F a k a t
uzvi oluş ve çöküşün t e m a y ü l ve zaruretleri mekanik vasıtalarla an­
laşılamazlar. Mefhumun kendisi burada, canlı, kendi kendisini ferdî
varlığın «Fikir — Îdee* i olarak değiştiren, inkişaf ettiren bir r e ­
alite manzarasını arzediyor. Eğer ilim bu sahaya karışırsa, bununla
kendi tabiatini değiştirmiş olacak, diskürsif v e aklî telâkkiden hadsî
v e diyalektik bir telâkkiye i n k ı l â p edecektir. B u n a İse felsefe yap­
mak derler B u m ü l â h a z a l a r , neviler ve cinsler yani insana ait ırk,
halk, kabile gibi biyolojik vahdetler için değildir. Biz sosyolojik m â ­
nayı kasdediyoruz. Buna nazaran bizim g ö z ü m ü z ü n ö n ü n d e bulun­
d u r d u ğ u m u z beşerî münasebetlerin ve bağlılıkların canlı, yahut bi­
lâkis sadece «Artefact» olarak düşünecektir. B u ise nazariyat bakı­
mından ferdî irade ile analoji arzeder. Eserimizin ikinci kısmı, bu­
radan doğan ruhiyat meselesini bu yoldan teşhir etmek vazifesini
İfa edecektir. Ş i m d i cemaatin mahiyetini tetkik edelim.

3 — Cemaat nazariyesi

Cemaat nazariyesi, anlattığımız bu vaziyetler icabı olarak, en


ü k , yahut tabiî bir vaziyet halinde beşerî iradenin tam bir vahde­
tinden itibaren başlar ve amprik tefrika, bu tefrikin devamına rağ­
men, muhtelif şartlarla şartlanmış fertler arasındaki zarurî v e veril­
miş igegeben, muta) münasebetlere göre kendisini idame eyler. B u
münasebetlerin u m u m i kaynağı, doğuş ile başlıyan nebati beraber­
liktir. Beşeri iradenin her fertle, uzvi bir şekle tekabül etmesi iti­
barile, soysop, cinsiyet vasıtasile birbirine bağlı o l d u ğ u , bağlı kaldı­
ğı, yahut zarurî bir oluşa tâbi b u l u n d u ğ u bir vakıadır. Bilvasıta kar­
şılıklı tasdikler halinde tezahür eden bu bağlılık ekseriya enerjik
CEMAAT VE CEMİYET NAZARİYESİ 717

bir tarzda şu ü ç çeşit münasebet şekli altında belirir: 1) A n a ile ço­


c u ğ u arasındaki ilişik; 2) Cinsiyet mefhumundan tabii yahut umumi-
h a y v a n i m â n a d a anlaşıldığı üzere erkek ile kadın arasındaki ilişik;
3) Hiç değilse aynı analık damarlarında kaynayan kanın devamı ol­
mak üzere kardeşler arasındaki ilişik. K a b i l e kandaşları arasındaki
her münasebette bir cemaat tohumu, yahut iradeye dayanan bir ce­
maat mensubiyeti t e m a y ü l ve kuvveti tasavvur edilebilirse, bu an­
lattığımız üç çeşit ilişik en çok İnkişafa elverişli tohumlar olmak
itibarile ehemmiyeti haizdirler. F a k a t bunlardan herbirinin inkişafı
hususi bir tarzdadır,

A ) Analık münasebetlerinin en derin ştkli, saf insiyaka,


yahut hoşlanmaya müstenittir. Burada aynı zamanda uzvî, mad­
dî olan bağlılıktan tamamiJe manevi olan bağlılığa geçiş aşikâr­
dır. Manevi bağlılık, maddi, uzvi olana irca edildiği nisbette men­
ş e i n i daha çok yakındır. Münasebet, çocuk kendi tegaddi, himaye ve
idaresine elverişli oluncaya kadar, ananın çocuğu yedireceği, koru­
yacağı ve idare edeceği u z u n U r zamanı icabettirir. Z a m a n ilerle­
dikçe ayni zamanda zaruret de azalır, ana ile çocuk arasındaki ayrı­
lık ihtimali artar. B u hal (yani zaruretin azalması ve ana-çocuk ay­
rılması) yeniden başka çeşit münasebetlerle, çalışma ile, birbirleri­
nin hayatını teminathyan sevgi hatırası ile, bazan da ananın emekle­
rine ve kaygılarına karşı çocuğun minnettarlık duygusu ile y a izale
edilir, y a h u t engele uğrar. F a k a t bu karşılıklı* vasıtasız ilişiklere,
onların dışındaki nesnelere doğrudan doğruya bağlı ve müşterek un­
surlar ilâve olunur: Esasında hoş olan, yahut sonradan hoş gelmiş
olan h â z , itiyat, muhitin eşyasını hatırlama gibi. Meşhur, y a r d ı m ı
seven, sevimli insanlar, keza eşi ile yaşarken baba olan adam, ana­
nın yahut çocuğun hemşire veya kardeşi gibi., fertler de bu sıraya
hdüdir.

B ) Cinsî insiyk herhangi bir şekilde d e v a m l ı müşterek hayatı


zaruri kılmaz. İlkin karşılıklı bir münasebeti kolayca doğurmaz. V ü ­
cuda getirdiği şey, tabiatça zayıf olan dişinin ramedilişi, sadece bir
m ü l k i y e t mevzuu haline getirilişi, hürriyetsiz hale sokuluşudur. B u
yüzden karı koca arasındaki münasebet, eğer kabile akarabalığından
v e bu akrabalığın istinat ettiği her t ü r l ü içtimai kuvvetlerden m ü s ­
takil olarak d ü ş ü n ü l ü r s e , devamlı ve karşılıklı tasdiklere müstenit
bir münasebet şekli alabilmek için, umumiyetle itiyat tarafından bes­
lenecektir. Y u k a r ı d a zikredilen takviye âmilleri, anlaşılır bir tarzda,
bu itiyadm yanında yer alırlar. B u âmillerden biri, bilhassa doğan
çocuk üzerinde müşterek temellük münasebetidü/. Sonra da mal ve
iktisap beraberliği başlar.

C ) A n a ile çocuğu, yahut ayrı cinsten akrabalar arasında gfr-


rülen doğuştan ve insiyaki hoşlanma, birbirlerini tabii tanıma, kar¬
deşler arasında asla mevcut değildir. A y r ı cinste akrabalar arasın­
daki insiyaki hoşlanma, tabii t a n ı m a şüphesiz, kardeş münasebetle-
rile zail olabilir. B u n u n , insanığın ilk çağında ban kabilelerde pek
sık görülen bir vakıa o l d u ğ u n u doğru addetmek için birçok sebep­
ler de vardır. Bununla beraber şunu hatırlatalım ki akrabalığa yalnız
ana tarafından olduğu yerde v e böyle oldukça kardeşliğin ismi v e
intibaı aynı derecede amcazadelik tarafına da yayılmış olacaktır.
B u , o kadar umumidir ki kardeşliğin dar mânasının birçok ahvalde,
sonraki bir hale ait bir mefhum olması lâzım gelir.

4 — Tatbikat

Bununla beraber en m ü h i m halk zümrelerinin aynı tarzda inki­


şaflarına bakılacak olursa evlenme v e kardeşlik, sonra (ekzegami
tatbikatında) evlenme ve kardeşlik değil, evlenme ve kandaşlık bir­
birlerini tam bir sarahat üe ihraç ve ifna etmektedirler. Böylece kar­
deşlik ve hemşirelik sevgisi, birçok ahvalde, mutlaka kandaşlığa i s ­
tinat etmekte devam eden bir beşeri münasebet gibi gözönüne alın­
malıdır. Bundan evvelki A , B münasebetlerile mukayese eidlinice bu
noktada kalblerin birbirine bağlılığını vücuda getirme, tutma ve kuv­
vetlendirme hususunda insiyakın en zjaytf, h a v r a n ı n e n k u v v e t l i
bir â m i l olduğu görülür. Ç ü n k ü (hiç değilse) ayni ananın çocukları­
nın, ana ile olduğu kadar kendi aralarında beraber yaşadıkları v e
kaldıkları bir verdik (gegeben, muta) ise —husumetin engel olan
t e m a y ü l i l k ilerinden sarfınazar edildiği takdirde— çocuklar, biri
diğerinden gelen hoş intihaların, yaşayış hallerinin, şekil ve hare­
ketlerin hâtırasile birbirlerine bağlanırlar. Kerdeşler zümresinin
karşılıklı münasebetleri n? kadar erken ve kuvvetli olursa, o kadar
sıkı olur, binneticc b ü t ü n şerait onları beraberliğe, müşterek savaşa
v e müşterek ise şevkedir. Sonra itiyat yeniden tesirini gösterir v e
böyle bir hayi-tı daima kolaylaştırır ve daha sevimli yapar. B u ara­
da erkek kardeşler arasında bir taraftan m ü m k ü n olan en yüksek
derecede, bir varlık vc kuvvet müsavatı beklenirken, diğer taraftan
bilâhara aralarında anlayış ve tecrübe farkları, tamamile beşeri y a ­
hut zihnî anlar halinde, kendilerini parlak bir surette gösterirle*-.
C E M A A T V E C E M İ Y E T NAZARİYESİ

5 — Kan cemaati ve yer cemaati:

K a n cemaati, mevcudiyetin bir vahdeti olmak itibarile, beraber


o t u r m a vakıasında en y a k i n ifadesini b u l d u ğ u m u z yer cemaatine
d o ğ r u inkişaf ve tahalüf eder. Diğer taraftan yer cemaati de ayni
m â n a d a ve ayni İstikamette m ü t e k a b i l tesirli bir fikir cemaatine
m ü n k a l i p olur. Y e r cemaati hayvanı hayat birliği, fikir ve ruh ce­
maati de zihni hayat birliği olarak tasarlanabilir. F i k i r cemaati daha
önceki kan ve y e r cemaatlcrilc bağlılığı itibarile, gerçekten mekanik
bir mahiyet arzetmekte, en yüksek cemaat tarzını teşkil eylemekte­
dir. Nasıl kan cemaatinde beşerî hayata malikiyette müşterek m ü ­
nasebetler ve inkişaflar var ise ayni şey, umumiyetle temellük edilen
yere, toprağa, mukaddes sayılan mahallere, takdis edilen ulu biyel­
lere taallûk eden hususata merbutiyet diğer cemaat şekillerinde
mevcuttur. Her ü ç cemaat şekli kendi aralarında zaman itibarile ol­
d u ğ u gibi m e k â n b a k ı m ı n d a n birbirlerine sıkı sıkı bağlıdırlar. U m u ­
miyetle beşerî k ü l t ü r ve tarihte olduğu gibi b ü t ü n bu gibi hâdiseler­
de ve bu hâdiselerin inkişaflarında bu bağlılık görülür. İnsanların
uzvî surette iradelerile birbirlerine daima merbut oldukları ve bir­
birlerini tanıdıkları yerde bu ü ç cemaat şeklinden biri mevcuttur;
E n ilk olan cemaat şekli sonuncusunu içine alır, yahut sonuncu şekil
(yani fikir cemaati), diğerlerinden nisbeten müstakil olarak teşekkül
eder. B u suretle bu üç cemaat şeklinin ilk şekillerini gösteren isimler
yanyana mülâhaa'z olunabilir: 1) Hısımlık: 2) K o m ş u l u k ; 3) A h ­
baplık, dostluk. H ı s ı m l ı k eve kendi m a k a m ı , a y w zamanda kendi
bedeni gibi sahiptir. B u r a d a koruyan bir çatı altında birlikte kalma,
eşyanın birlikte tasarruf ve istimali, bilhassa aynı azıktan yiyip iç­
me, ayni masaya beraberce oturma vukubulur. Ölüler burada görün­
mez bir maneviyet olarak, sanki kudretlerini daha muhafaza, cema­
atin başlarını koruyarak idare ediyormuşcasına tazim edilirler ve
bu au retle müşterek korku ve şeref, sulh içinde yaşamayı ve bera­
berce tesirini daha emniyetli bir halde tutar. Hısımlık irade ve ruhu
şüphesiz evin duvarlarına ve yakın mekânlara bağlı değildir. Hısım­
lık İrade v e ruhu kuvvetli ve canlı o l d u ğ u , binaenaleyh yakın ve dar
münasebetlerin b u l u n d u ğ u yerde, beraber b u l u n m a n ı n ve müşterek
faaliyetin verdiği his ve tahayyülden uzak bulunmasına rağmen,
kendisini yalnız başına, tahattur kuvvetile yaşatabilir Fakat hısım­
lık, maddî yakınlığı çok ister ve yakınlıktan çok şüç ayrılır. Ç ü n k ü
sevme arzusu, ancak bu suretle huzur, tatmin ve muvazenesini bu­
labilir. İste bu vüzden orta ve vasati insan —devam itibarile ve ah-
720 • Prof. F . TONNİE6

valin b ü y ü k vasatisi alındığı takdirde— kendisini, ailesi içinde oldu­


ğu, kendi aile azaları ile çevrili b u l u n d u ğ u zamanda en iyi, en neşeli
hisseder; zira kendi evinde (bei skm, enez soi) dir.
K o m ş u l u k , köydeki müşterek yaşamanın umumi seciyesini teş­
kil eder: K ö y d e mekteplerin yakınlığı» müşterek e k i n yeri, yahut
tarlaların sadece sınırlanması, insanların müteaddit temaslarını, bir­
birlerine alışmalarını ve birbirleri h a k k ı n d a itimatlı tanışmaları icap
ettirir. Müşterek çalışma, nizamı ve idareyi zaruri bir hale sokar.
K ö y e ilâhî gufranı getiren ve hastalığı tehdit eden su ve toprak tan­
rılarından tazarru ve istirhamda b u l u n m a ğ a vesile verir. Nihayet
müşterek oturma ile meşrut olan bu cemaat şekli, (yani yer cemaati),
cemaat hayatının kndisi olmasa da, kandaş cemaattekinden daha güç
olmakla beraber, kendisini muhafaza edebilir. O zaman beraber bu­
luşma hususundaki m u a y y e n âdetlerde mukaddes addedilen anane­
lerde istinatgah aramağa mecburdur.

6 — Fikir cemaati

Nihayet fikir cemaatine (ahbaplık) gelince o, müşterek iş ve d ü ­


şüncenin şartı olmak itibarile hısımlık ve komşuluktan müstakil bir
hale gelecektir. Onun için en iyi şekil, meslek ve zanaatin ayniyeti
ve benzerliği neticesinde v ü c u d a gelmektir. F a k a t böyle bir bağ
(fikir cemaati b a ğ ı ) , en ziyade bir şehirde vücuda gelebilen kolay
ve sık birleşmelerle canlı b u l u n d u r u l m a l ı d ı r . Müşterek r u h vasıta-
sile yaratılmış, takdis edilmiş tanrı burada, cemaat bağının m u h a ­
fazası İçin tamamile doğrudan doğruya olan bir ehemmiyeti haizdir.
Ç ü n k ü cemaat bağına canlı ve daimî bir şekil veren yalnız bu T a n ­
rıdır. Böyle bir ruh. Tanrı, kendi b u l u n d u ğ u yerde takılı k a l m a y ı p
kendisine inananların vicdanında yaşar. İ m a n sahiplenine y a b a n c ı
memleketlerde de refakat eder. A y n ı zanaat ve meslek arkadaşları
böylece hakikat meselesinde birbirlerinin iman arkadaşları oldukla­
rını, her yerde manevi bir rabıta ile birbirlerine bağlı ve hepsi bir­
den müşterek bir eser u ğ r u n d a çalışmakta b u l u n d u k l a r ı ve birbirle­
rini tanıdıkları duygusuna sahiptirler. Şehirdeki beraber o t u r m a n ı n ,
komşuluk mefhumu altında da tasarlanması bu yüzdendir. H ı s ı m
olmıyanların yahut hizmetçi mahiyetindeki uzuvların iştirak ettiği
ev hayatı için de mesele aynıdır. Bilâkis ahbaplık ve dostluk, g ö r ü n ­
mez bir yer, mistik bir şehir ve toplantı vücuda getirir ki aynı za­
manda "bediî bir sezgi — künstlerisehe tntutiom, yaratıcı bîr irade
ilt canlı bulunmaktadırlar. Dost ve arkadaş olan insanların kendileri
CEMAAT V E CEMİYET NAZAHİYESI 721

arasındaki münasebetler burada en az uzvi olan ve en az dahiten


zarurî bulunan bir karakter taşırlar: Bunlar insiyakla en az alâka­
dardırlar, itiyatla, k o m ş u l u k şekline nisbetle, en az meşrut bulun­
maktadırlar. Bunlar zihni bir tabiata sahiptirler, bu yüzden hısımlık
v e k o m ş u l u k şekillerde mukayese edildiği takdirde, ya tesadüfe, y a ­
hut serbest intihaba istinat ederler. F a k a t buna benzer bir «Tabaka­
laşma — A b s t u f u n g » , halis akrabalık içinde de gösterüebilir. B u
mesele, bizi aşağıdaki kaziyelere sevketmektedir.

7 — Kazai fonksiyon. Beylik fonksiyon»


ruhbanı fonksiyon

K o m ş u l u ğ u n hısımlıkla münasebeti, karı ve koca arasındaki m ü ­


nasebetin — k i aralarındaki yakınlık b u r a d a n d ı r — ana ve çocuk ara­
sındaki münasebete nisbeti gibidir. Karşılıklı hoşlanmanın karı v e
koca arasında g ö r d ü ğ ü işi, k o m ş u l u k ve hısımlık arasında alışma ile
beslemelidir. Nasıl kardeşlik münasebeti — k i amcazadelik münase­
beti ve nisbeten aynı, benzeri olan derecelerdeki münasebetler de
buna dahil— geri kalan uzvi münasebetlerle meşrut ise, ahbaplığın
komşuluğa ve hısımlığa karşı münasebeti de aynıdır. Hafıza, min­
nettarlık v e sadakat halinde müessir olur. Birbirlerine karşılıklı gü­
venme ve inanmalarda, bu gibi münasebetlerin hususi hakikati or­
taya çıkmalıdır. F a k a t ahbaplığın istinat etliği temel, diğerlerinde
(yani hısımlık ve komşulukta) olddğu gibi tabii şekilde yükselmedi­
ği, nihayet fertler kendi zati irade ve iktidarlarını birbirlerine karşı
idrak ve iddia eyledikleri için binnetice bu münasebetler en güç mu­
hafaza edilebilen ve sarsıntıya da en az t a h a m m ü l eden münasebet­
lerdir. M ü n a z a a ve ihtilâf halinde kendini gösteren bu sarsıntılar,
her topluluk hayatında v ü c u d a gelirler. Ç ü n k ü devamlı yakınlık v e
temasların sıklığı, aynı derecede çok karşılıklı talepleri vekabulleri,
tazyikleri v e inkârları, m a y y e n bir derecenin iYıtimal v e y a reel im­
kânını ifade eder. B u gibi tezahürler üstün olup ağır bastıkça, on­
ların çerçevelediği münasebet de hakikî cemaat hayatı olarak kabul
edilir. Buradan şu nokta anlaşılıyor: Birçok tecrübelere nazaran,
bu gibi fikrr kardeşlikleri (ahbaplık münasebetleri) bazan, asıl top­
luluk hayatındaki maddî yakınlığa, temas sıklığının v e darlığının
muayyen bir derecesine kadar t a h a m m ü l edebiliyor. Manevi, fikrî
münasebetler daha ziyade ferdi hürriyetin yüksek bir dereceye çık-
masile muvazeneli bir hale gelmelidir. A k r a b a l ı k içinde her tabii li­
yakat, babanın liyakatinde toplandığı için, topluluk hayatının te-
melini k o m ş u l u ğ u n teşkil ettiği yerde de, bu baba liyakati beyin li­
yakatine i n k ı l â p ederek ehemmiyetini muhafazada devam eyler.
Yalnız bu liyakat» burada yaş ve tenasülden ziyade güç v e kuvvet ile
meşrut olup doğrudan doğruya efendinin adamları» b ü y ü toprak s a ­
hibinin murabahacıları» patronun uşakları üzerindeki tesirde tecelli
eder. Nihayet şu da var: B u dostluk (fikir cemaati), içinde' a y n ı
mesleğe, aynı zanaata nefsini vakfetme olarak tezahür ettiği nisbette
aynı liyakat, ustayı çırağına, şakirdine karşı saydırır.
Yaştan mütevellit liyakat, kazaî ( h u k u k î ) bir faaliyettir ve ada­
letin seciyesile m ü k e m m l e surette ahenk teşkil eder. Ç ü n k ü genç­
lik hararetinden, gençliğin ani hiddetinden, ihtiraslarından her t ü r l ü
istibdat, intikam ve ahenksizlik halleri d o ğ a r İhtiyar bu hususta
müsterih bir müşahedeci vaziyetinde olup bir tarafa olan sevgi v e y a
kininden dolayı o tarafa yardım etmek v e y a etmemeğe en az müte­
mayildir. Fenalığın hangi taraftan başladığını, işin tesviyesinin neye
bağlı o l d u ğ u n u anlamak tecrübesinde bulunur.
K u v v e t e İstinat eden liyakat mücadele içinde kendini gösterecek,
cesaret ve fedakârlık sayesinde devam edecektir. B u yüzden vardığı
son kemal noktasını beylik» kontluk liyakati teşkil eder. B u liyakatin
elverişli olduğu İş, m ü n a z a a halinde olan kuvvetleri toplamak, ni­
zama sokmak, d ü ş m a n ı önlemek, müşterek tesir için her faydalı şeyi
yapmak, v c her zarara m â n i olmaktır. Eğer ekseri kararlarda v e
kaidelerde âdil ve şifakâr olan taraf, sıhhat ve ehemmiyetle gör­
mek herkese m ü m k ü n olmaktan ziyade erbabına keşif v e hissettin-
liyorsa, istikbalde olacak sey, gizli olarak ekseriya tehdit edici v e
korkunç bir surette ö n ü m ü z d e duruyorsa o zaman yeni bir liyakat
karşısında kalırız: B u liyakata sahip o l a n « g ö r ü n m e z — Unsichtbar»
-

in İradesini tanımak, ona m â n a vermek ve onu tahrik etmek husu-


unu bilir. B u suretle " H i k m e t — Weisheit» liyakati» b ü t ü n liyakat­
lerin fevkinde »Hoca, rahip liyakati — priesterliche W ü r d e » olarak
m e v k i alır. A l l a n ı n şekli bile bu çeşit liyakat içinde, yaşıyanlar a r a ­
sına girer. »Ölmez-Ebedi — Unsterbliche Ewige» nin tehlikeler v e
ö l ü m endişesi le ihata edilen faniye tezahür ettiğine ve tebliğ edildi­
ğine inanılır.
Bu muhtelif idare ve sevkedici faaliyet ve faziletler birbirlerini
itmam ederler. Y u k a r ı d a anlattığımız Liyakatler, istidatlarına naza­
ran, her •• »tün vaziyette, bir cemaatin vahdeti içinden çıkarıldıkları»
tecrit edildikleri nisbette, birbirlerine bağlı düşünülürler. F a k a t şe'-
niyette kazaî liyakat, ilk olarak ev reisinin (babasının) hali için ta­
biîdir. Beylik liyakati, pEderşahi halinde, nihayet h o c a - r a h i p liya-
C E M A A T VE C E M İ Y E T N A Z A R İ Y E S İ 723

kati de usta vaziyetine en ziyade uygun görünürler. Bununla bera­


ber beylik liyakati, bazan düşmana karşı vahdet ihtiyacı hissedildi­
ği zaman ev reisine, bir klan şefine (akraba evler arasında en eski­
sinin, yaşlısının reisi o l a r a k ) , lâkin daha iptidaî olarak henüz bi-şka-
laşmamış, parçalanmamış kabile reisine de isabet eder. B e y l i k liya­
kati ise, diğer taraftan, ilâhî - rühbani liyakate yükselir. Ç ü n k ü ata­
lar Tanrıdır yahut Tanrı olacaktırlar. Tanrıların ise ata, yahut ata
dostları o l d u ğ u n a itikat edilmektedir. B u suretle ev, cinsiyet, kabile,
halk cemaati Tanrıları vücuda gelmiştir. B u gibi cemaatlerin kud­
reti» en yüsek tarzda Allahlarda mevcuttur: Onlar «olmaz» ı oldur­
mağa muktedirdirler. Mucizeli tesirler onların tesirleridir. B u yüz­
den eğer dindar v e cesur bir m â n a ile beslenir ve tazim edüirlerse
cameaate y a r d ı m ederler. U n u t u l d u k l a r ı , yahut saygısızlığa uğıra-
d ı k k n zaman ise zarar verirler» ceza biçerler. Allahların kendileri
bizzat baba, h â k i m , efendi, şef, inzıbatçı; muallim; hulâsa bu ü ç
beşerî liyakatin ilk numuneleri ve ilk hâmilleridirler. Bunların için­
de beylik liyakati, hakile muhtaçtır. Zira müşterek mücadeleler da­
hilî ahenksizliğin muteber bir karar ile yatıştırılrrioSinı o nisbette
zarurî kılarlar. R ü h b a n i y e t de bu gibi kararları, e l sürülmez bir mu-
kaddeslik damgası ile takdis etmeğe davet edilmiştir. Bizzat AJlah-
lar h u k u k u n ve adli kararların sahibi olarak tazim edilmektedir.

8 — Liyakat ve hizmet

H e r liyakat hususi ve mütezayit bir hürriyet» bir şeref, binnt-


tice m u a y y e n bir irade çevresi olarak, cemaatin u m u m î ve aynî olan
iradesinden çıkarılmalıdır. Böyle olunca hizmet de onun karşısında
noksanlaşan bir hürriyet ve şeref olarak bulunur. Bu hususiyet, yani
hürriyetin azalıp çoğalması hususiyeti gözönünde tutulmak kaydile,
her liyakat bir hizmet gibi ve her hizmet de bir liyakat gibi d ü ş ü ­
lebilir. İrade çevresi, binnetice c e m a n iradesinin çevresi, tâyin edici
kuvvetler kitlesinden, yani kuvvet ile haktan ibarettir. B u kitle,
maddeten mecbur olmak (müssen) ve manen mecbur olmak (sollen)
kadar istemek (wollen) ve muktedir olmak ( k ö n n e n ) , yahut yapa­
bilmek (mögen, dürfen) şıklarını da ihtiva eden bir yekûndur. İşte
her ferdî irade çevresinin mahiyet v e muhtevası bu suretle v ü c u d a
gelmekte olup bu çevre içinde hak v c aynı afakî bir cevherin sadece
uenfüsîn tavırları (Modalität) dır, Binnetİce azalan hak ve vazifeler
kadar çoğalan hak ve vazifeler vasıtasile, cemaat içinde ferdi
iradelerin tesiri altında bir tekim reel müsavatsızlıklar vücuda
gelir ve devam eder. F a k a t müsavatsızlığın vücuda gelip art­
masının bir hududu vardır. Ç ü n k ü bu hududu aşınca cema­
atin vahdet olan mahiyeti ortadan k a l k m ı ş olur: bir taraftan
(yukarıya doğru) görülen şey, zati hukuk kudretinin çok b ü y ü k ol­
masıdır. O zaman b ü t ü n ile ahenk v e beraberlik manasız ve değersiz
kalır. Öte taraftan (aşağıya d o ğ r u ) görülen şey, zatî h u k u k kudretinin
çok k ü ç ü k olmasıdır, o zaman b ü t ü n l e beraberlik gayrişeni v e de­
ğersiz olur. Birbirlerine temas eden, münasebette bulunan, cemaate
taalluk eden işlerde birbirlerine bağlı ulan insanlar ne kadar az olur­
sa, bu insanlar o nisbette irade ve İktidarlarına sahip h ü r nefisler
olarak birbirlerile karşılaşırlar. Nefislerinin .bu hürriyeti de kendile­
rinin önceden muayyen olan iradelerine, binnetice bu zatî iradeleri­
nin herhangi bir cemaat iradesine daha az bağlı olması v e y a daha az
bağlı hissedilmesi nisbetinde b ü y ü k t ü r . Ç ü n k ü biyolojik yoldan te­
varüs edilmiş kuvvetler ve insiyaklar müstesna olmak üzere her ferdî
itiyadın ve ruh halinin teşekkül ve kalitesinde terbiye ve sevkedici
olmak itibarile herhangi bir iradesi m ü h i m bir â m i l r o l ü n ü oynar.
B u n a misal olarak aile r u h u , yahut aile ruhuna benziyen, v e y a aynı
şekilde müessir olan her t ü r l ü cemaat r u h u gösterilebilir.

9 — Cemaat iradesi — Konsansüs — Tabiî


hkuk — Lisan — Ana dili — Anlaşma

Karşılıklı olan müşterek, birleştirici bir telâkki, bir cemaatin


kendi iradesi olmak sıfatile « A h e n k , mutabakat, konsansüs - V e r s ­
tändnis, Consensus* olarak anlaşılmalıdır. B u konsansüs, insanları
bir b ü t ü n ü n uzuvları olarak tutan hususî bir içtimaî k u v v e t ve sem-
potiden ibarettir. İnsandaki insiyak, m ü d r i k e ile bağlı o l d u ğ u n d a n ve
lisana istidadı önceden icabettirdiğinden dolayı bu konsansüs İnsi­
yak ile akıl arasındaki bağlılığın mana ve idraki olarak anlaşılabilir.
Çocuk ile onu doğuran arasında bir ahengin, bir konsansüsün mev­
cudiyeti, çocuğun lisan ve m a k u l İrade ile mücehhez olması nispetin­
de mevzuubahs olabilir. B u n u şöyle de ifade caizdir; cemaat ahen­
ginin manasına göre bu ahenk ve konsansüs içinde ve onun için bir
mana taşıyan herşey onun « h u k u k u udur. Binnetice bu hukuk, çok­
l u ğ u n zati ve esasi iradesi olarak herkes tarafından h ü r m e t görecek­
tir. K e n d i hakikî tabiat ve kuvvetlerine tekabül edecek şekilde ça­
lışma (Arbeit) ve tatmin (Genuas) muhtelif olduğu, bazan bir ta­
rafa idare etme, diğer tarafa itaat etme isabet ettiği nisbette bu tabiî
hukuk müşterek hayatın bir nizamı olur. S o m a bu nizam (ferdi)
CEMAA'l V E CEMİYET NAZARİYESİ 7?5

iradeye kendi sahasını ve kendi fonksiyonunu gösterir. B u vaziyette


konsansüs, vazifeleri ve hakları İçine alan bir mefhum olmaktadır.
Konsansüs» bir mahiyete, bir varlığa bilvasıta iştirak neticesinde bir
başkasının sevgi ve acısı ile h e m h a l olan ve bilmukabele bu hem-
hallığı da başkalarından istiyen insanların birbirleri hakkında edin­
dikleri samimî bilgiye istinat eder. B u yüzden cemaati teşkil eden­
lerin teşekkül ve tecrübelerindeki benzerliğin b ü y ü k l ü ğ ü nisbetinde,
yahut UbialSn, seciye ve d ü ş ü n m e tarzının daha fazla birbirinin aynı
olan veya birbirile anlaşmış bulunan cinsten olması nisbetinde kon-
sansüsün gerçekliği de b ü y ü k t ü r . Konsansüsün, içinde kendi varlığı
teşekkül ve inkişaf eden asıl hareketlen sesler vasıtasile tebliğ eden
v e v a kabul eyliyen ifadedir. M a l û m olduğu üzere lisan, maksatların
anlaşılması v e sekli de ayni zamanda canlı bir konsansüs, bir ahenk-
tir. Diğer b ü t ü n nîfade - hareketler — Ausdrucks - Bewegungen»
gibi onun (vani lisanın) da beyan ve ifadesi, derin duyguların, hâ­
k i m düşüncelerin gayri iradi neticesidir. H e r nekadar bir Usan, onu
konuşanların elinde diğer kararlaştırılmış işaretler gibi işaretler sis­
temi halinde kullanılırsa da esasında «tabiî bir anlamamak - ein na­
türliches Nicht — Verstehen» bulunan' vapma bir vasıta gibi, insan­
ların birbirlerine maksatlarım biîdirmeöe hizmet etmez. Herhalde
b ü t ü n bu £ibi ifadeler düşmanca oîdueu kadar dostça olan tezahürler
için de husule gelmektedirler. B u nokta, söyle umum» bir kaziyeyi
dermevan ettirecek kadar doğrudur: dostça v e düşmanca hisler v e
ihtiraslar avnı, Vfthttt birbirine oek benziven «artlara tabidirler. Y a l ­
nız burada tabiî ve mevcut bağlarla alâka kesme ve onları koparma­
dan m ü t e v e l l i t d ü ş m a n l ı k ile, anlaşmam azlığa, ilirnatsızliEîa istinat
eden düşmanlığı birbirinden ayırmalıdır. H e r ikisi de insiyakidir: fa­
kat mevcut bağlarla i l â kavı kesme seklindeki düşmanlığın
esasında hiddet, kin, istememek, dikerinde ise korku, istikrah vardır.
E v v e l k i s i keskin f a k u t ) , ikincisi m ü z m i n (chronisch) dir. Şüphesiz
lisan, ruhun diğer ifadeleri gibi. bu d ü ş m a n l ı k l a r ı n hic birinden çık­
mamıştır. ( C ı k m ı s oTduiru* yerde istisnai, anormal varivet vardır)
O n u n kavnaih itimat, derunilik. ve sevgidir. Ba*an anq île encuk
aracındaki derin r h r n k t e n , konsansüsten ana dili, en kolevı ve en
canlısı olarak vücuda gelmiştir. Diper taraftan kuvvetli v e ici ahenee
vabancı o^mıvan d ü ş m a n l ı k l a r ı n arkasında daima herhangi bir dost­
luk birlimin ffizli oldueu düşünülebilir.
* Hakikatte valnız kan vakınlı&ı ve kan karışması vakıaları, beşerî
ir^de müşterekliğinin birliğini, binnetice imkânını d o r u d a n rtnewa
göstermektedirler. Bundan sonra m e k â n yakınlığı, nihayet —İnsanlar
•J2G Prof. F . TÖNNIES

i ç i n — fikir yakınlığı bu birliği hazırlar. Her türlü konsansüslerin,


anlaşma ve ahenkJerin k ö k ü n ü işte bu ü ç menbaın sıralanışında g ö ­
rürüz, bu suretle cemaatin ana kanunlarını göstermek m ü m k ü n d ü r :
I — Akrabalar ve karı-koca birbirlerini severler, birbirlerine
kolayca alışırlar, ekseriya beraber konuşur, beraber d ü ş ü n ü r , birbir­
lerine hitap ederler. B u n a kıyas ederek komşuların ve diğer dostla­
rın da bu şekilde hareket ettikleri söylenebilir.
I I — Birbirlerini sevenler arasında konsansüs doğar.
I I I — Sevişenler v e anlatanlar beraber otururlar ve müşterek
avatlarım tanzim ederler.
Cemaatin tayin edici iradesinin, lisanın kendisi gibi tabiî olan,
muhtelif bir takım konsansüsleri içine alan ve kendi «Kaideler -
N o r m e n » i vasıtasile bu muhtelif konsansüslere ölçü ve nizam veren
u m u m î sekte ben «anlaşma, mutabakat • Eintracht», yani «Aile
ruhu — Familien-Geist» ismini vereceğim (Concordia mânasında,
bir gönül birliği ve bağlılığı olarak.) O halde konsansüs v e anlaşma,
her ikisi bir ve aynı şeydir: içtimaî irade münferit münasebet v e
tesirleri çevresi dahilinde düşünülürse " A h e n k veya konsansüs -
Verständnisse b ü t ü n kuvvet v e tabiati ile mülâhaza edildiği takdirde
" A n l a ş m a - Eintracht» ismini alacaktır.

10 — T a b i i birliğin parçalanması

Bu vaziyete nazaran konsansüs, her hakiki müşterek hayatın,


müşterek oturma ve beraber tesir etmenin mahiyet ve hakikatini
ifade eden baçit tabir oluyor. Onun en ilk ve en u m u m î manasını e v
hayatında buluruz. E v hayatının nüvesini erkekle kadının gelecek
nesli d o ğ u r m a ve terbiye etme u ğ r u n d a k i birlik ve bağlılığı teşkil
ettiğinden, bilhassa evlenme devamlı bir münasebet olmak itibarile
bu tabii m a n a v ı taşır. Vazife ve adalet iyi ve fena hususundaki sessiz
ismini vereceğimiz anlaşma, bir sözleşme, bir mukavele ile mukayese
edilebilir. Fakat o zaman aralarındaki çarrAsma ve ayrılık o nisbette
çabuk ortaya çıkacaktır. K e l i m e l e r i n manasının, kararlaştırılan keyfî
işaret'ere müsavi olduğu da söylenebilir. B u n u n aksi de aynı şekilde
varittir. Sözleşme ve mukavele, yanılmış ve kararlaştırılmış bir bir­
liktir. Karşılıklı vanılmıs vaitler, binnetice lisanı isabettiren. Karşı­
lıklı teklif ya kabulleri orzovliyen mnstakbel hareketler sistemidir,
b ü t ü n bunlar gayet açık mefhumlarla ifade edilmiş b u l u n m a l ı d ı r .
Böyle bir birleşme, netice su tarzda olacaksa vukua gPİsin şartın
tabi olabilir. Arızi olarak sakıt, şartsız kalması ihtimali de vardı
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 727

H a l b u k i konsansüs, mahiyeti itibarile sessizdir: çünkü muhtevası lı-


sania ifadeye gelmez, sonsuzdur, tasarlanamaz. Nasıl lisan, lisan s i s ­
temi vasıtasile mefhumlar için birçok işaretlerin bulunmasına rağ­
m e n , sozleşilmez, sun'i olarak kararlaştırılmazsa anlaşma v e muta­
bakat da, birçok çeşit birlikleri muhtevi olmasına rağmen, sun'i ola­
rak yapılamaz. Konsansüs, anlaşma ve mutabkat denen şey, müsait
şerait içinde iseler, t o h u m l a r ı vasıtasile b ü y ü r , serpilir. Nasıl otlar
otlardan çıkarlarsa bir ev de (aile olarak) diğerinden husule gelir.
B u suretle evlenme, anlaşma ve adetlerden çıkar. Her defasında, ken­
dilerine tesir ve onları tayin eyliyen aynileri ve benzerleri evlenme­
ler, aynı zamanda hepsinin de ihtiva eylediği bir u m u m i , tezahür­
lerin uşekli» de onları önler. Sonra daha b ü y ü k zümrelerde bu İrade
birliği fertler için yalnız uzvi nizam dahilinde kendini belirtmesine
r a ğ m e n , kandaş akrabalık bağının, m u p l u m de olsa, ruhi bir ifadesi
olarak mevcuttuf. Müşterek lisanın u m u m i l i ğ i nasıl konuşma anlaş­
masının reel i m k â n ı olarak beşeri r u h l a r ı birbirine yaklaştırıyor ve
bağlıyorsa aynı şekilde bir de müşterek bir mana, daha ziyade bu
m a n a n ı n yüksek tezahür şekilleri mevcuttur: bir halkın hayatındaki
birliği ve sulhu hiç bir suretle teminatlamamasına rağmen, bu biriik
v e sulhu ifham etmek suretile bir h a l k ı n uzuvlarına n ü f u z etmig olan
müşterek âdetler ve imanlardır. K e z a bu şekiller halkta bulunan ve
halktan çıkan, gittikçe artan bir şiddetle, bir kabilenin şubelerine,
kollarına sinmiş olan âdetler ve imanlardır. Nihayet irade birliğinin
en m ü k e m m e l i , uzvi surette birbirine bağlı olan en ilk en m ü h i m
ayat teşekkülündeki akraba evlerde, b u g ü n k ü aileden önceki asıl
cemaat ailesini teşkil eden klanda irade birliği tam kendisinin olan
bir şeniyete maliktir. B u zümreler içinden ve onların fevkinde, tadi­
lât g ö r m ü ş şekilleri olarak toprakla taayyün etmiş v e aşağıda görü­
lecek şekilde sıralanmış bir kompleks g ö r ü l ü r : a) kır, b) mıntaka
v e c ) bu tarzın en hakiki şekli olan köy. Kısmen köyden çıkarak,
kısmen k ö y ü n yanında şehir inkişafa başlar. Haricî mevcudiyetine
nazaran şehir b ü y ü k bir köy, birçok komşu köylerle çevrelenmiş bir
k ö y d ü r . Biraz sonra o havaliye müessir olan, buna bağlı olarak o
m ı n t a k a n ı n daha geniş olarak memleketin yeni bir teşkilâtlanmasını
arzeyliyen, bir kabilenin başka v e y a yeni bir şekle girmesini intaç
eden bir b ü t ü n olacaktır. F a k a t şehrin içinde şehre mahsus ncticele-
-in hususiyeti olmak üzre yeniden iş ortaklığı, gildler, yahut lonca-
ar, âyin beraberliği, kardeşlik ( f ü t ü v v e t ) , dini cemaatler husule ge­
lir. B u hal cemaatin elverişli olduğu «İdee - Fikir-" in aynı zamanda
en son ve en yüksek ifadesidir. A y n ı suretle b ü t ü n bir şehir, bir köy.
Hukuk F i V ü H » ! M r c m i i H i i İT
bir halk, bir kabile ve bir cins, nihayet bir aile, hususi bir gild nev'i,
yahut dinî bir cemaat olarak tasarlanabilüler. Bilmukabele aile fik­
r i , cemaat reli t esi için u m u m î bir ifade olmak sıfatile b ü t ü n bu m ü ­
tenevvi teşekkülleri (yani koy, kabile, şehir...) ihtiva etmektedir v e
hepsi ondan çıkmaktadır.

11 — T a s a r r u f ve tatmin

Cemaat hayatı karşüıklı tasarruf ve tatminden ibaret olup ta­


sarruf ve tatminde m ü ş t e r e k l i k vardır. Tasarruf v e tatmin iradesi
koruma ve korunma iradesidir; iyilikte, fenalıkta, dostlukta ve d ü ş ­
manlıkta beraberlik. Fenalık v e d ü ş m a n , tasarrufun v e tatminin mev­
zuu değildirler. D a n a doğrusu müspet iradenin, yani <ciradesizlik-Un­
willen» in ve kinin, bu manadaki müşterek iradenin mevzuudur. A r ­
zuların, insiyakların m e v z u l a r ı , düşmanca şeylerSe değil, bilâkis
tasarlanan tasarruf v e tatmindedir. B u tasarruf ve tatminin elde edil­
meleri d ü ş m a n c a faaliyeti icap ettirirse bile, tasarruf, haddizatında,
muhafaza iradesidir. Tasarruf ta tatminin kendisidir, yani havayine-
siminin teneffüsü kabilinden iradenin işlemesi ve memnuniyetidir.
T a s a r r u f u n ve insanların aralarında yaptıkları taksimin mahiyeti işte
budur. F a k a t tatminin, hususî istimal fiili İle tasarruftan ayrılması
takdirinde bu tatmin herhalde bîr sarsıntı ile meşrut olacaktır: istih­
lâk maksadı ile bir h a y v a n ı n ö l d ü r ü l m e s i gibi avcı ve balıkçı kendi
münferit ganimetlerini, tatminlerinin bir kısmı, yeniden devam eden
v e binnetice tasarruf olarak kendisini arzeylemesine r a ğ m e n , derile­
rin istimalinde v e y a toplanmış herhangi bir azıkta g ö r ü l d ü ğ ü gibi,
yalnız tatmin m e m b a ı olarak tasarruf etmezler. F a k a t a v ı n kendisi,
tekerrür eden bir faaliyet olarak bir «Revier - M m t a k a » nın g a y r i
m u a y y e n de olsa elde b u l u n d u r u l m a s ı ile meşruttur, v e av bu s a ­
hadan istifade tarzında tasarlanabilir. B u m ı n t a k a m n u m u m î hassa­
sını ve muhtevasını m a k u l olan adam muhafaza eder, yahut artır­
m a k ister. «Cevher - Substanz* inin tavırları ve m a h s u l ü ise her
zaman ondan istihsal edilen avdan İbarettir. Meyvesi toplanan ağaç
cevheri, başak vermeğe müstait toprak cevheri bu kabildendir. E h l i -
leştirilmiş, beslenmiş, itina g ö r m ü ş h a y v a n da, ister hizmetinden i s ­
tifade edilsin, ister v ü c u d u n u n daima canlı ve daima yenileşen kısmı
ile bir tatmin kaynağı olsun, bu mahiyeti elde eder. B u manada hay­
vanlar terbiye edilirler, binnetice nevi veya sürü, kalan, muhafaza
edilen, binaenaleyh temellük edilen birşey olmak itibarile, istihlâk
edilen fertlerine karşı münasebete girer. Sürülerin hattı h a r e k e l i .
C «HM A A T V E C E M İ Y E T N A Z A R İ Y E S İ 729

tekraren, hayvanlara gıdasını veren toprakla, m e r a arazisi ile m ü ­


nasebet ifade eder. F a k a t serbest arazide mer'a ve av sahaları, ihtiva
sahaları, ihtiva ettikleri madde bitince değiştirilebilirler, bu arada
insanlar m a l l a n ve hayvanları ile daha iyi arazi ele geçirmek için
yerlerini bırakırlar. İnsan ilk defa, istikbalde istifade edeceği nebatı
kendi emeği ile ektiği zaman göçebelikten kurtulur, birbiri arkası
sıra gelen nesillerin m ü l k i y e t i doğar, kendisini tedrici surette artan
ve bundan çıkan m a k u l itina ve muameleler sayesinde olmakla be­
raber, daima ycnileşen beşerî kuvvetlerin l e ş i n l e bitmez tükenmez
bir hazine halinde gösterir. E v , ekinin başlaması ile sağlamlaştr. İn­
san, hayvan v e eşya gibi m ü t e h a r r i k şeylerden, sonunda toprak ve
arazi gibi hareketsiz bir hale girer. İnsan aynı zamanda 1) sürülen
tarla, 2) oturulan ev, binnetice kendisinin olan eser vasıtasile her iki
surette bağlı bir hale gelecektir.

12 — U m u m i temayül

T a r l a v e ev üzerindeki d e v a m l ı münasebetlerle cemaat hayatı


inkişaf eder. Cemaat hayatı yine kendisile kabili izahtır. Ç ü n k ü onun
tohumu, binnetice herhangi bir kuvvetteki şeniyeti, eşyanın mahi­
yetini teşkileder. Umumiyetle cemaat b ü t ü n uzvî mevcutlar arasında
m a k u l cemat ise insanlar arasında bulunmaktadır. Toplu yaşıyan
h v e y a yaşamıyan içtimaî ve gayri içtimai - hayvanlar tefriki yapılıyor.
B u , İyi bir tefriktir. F a k a t bu yapılırken yalnız hicret eden kuşların
yırtıcı hayvan cinsinden başka birşey olması kabilinden topluluk
hayatının muhtelif derece ve nevilerinin mevzuubahs o l d u ğ u ihmal
ediliyor. Beraberce bir arada k a l m a hâdisesi tabiatın verdiği bir hâ­
disedir. A y r ı l m a meselesinde nev'ama ispat vazifesi bize d ü ş ü y o r
B u n u n manası şudur: hususî illetler ergeç olacak ayrılmalara, b ü y ü k
zümrelerin k ü ç ü k zümreler halinde parçalanmasına tesir eder. F a k a t
b ü y ü k l e r , « B ü y ü m e — W a c h s t u m » nin "Tenasül—Fortpflanzung m dan
(ki bu, fertler fevkinde bir b ü y ü m e gibi tasarlanmalı) önce olması
kabilinden küçüklerden önce gelir. H e r cemaat, uzuvlarında a y r ı l m ı ş
b u l u n d u ğ u parçalarındaki b ö l ü n m e y e rağmen, kalma v e tutunma
i m k â n ı n a , t e m a y ü l ü n e sahiptir. Eğer merkezden muhtelif istikamet­
lere giden bir inkişaf şeması düşünecek olursak merkezin kendisi
b ü t ü n ü n birliğini ifade eder. B ü t ü n ü n irade olarak görünmesi nis­
petinde, b ü t ü n d e n ayrılan her parçada da (meselâ aşiretten ayrılan
bir zümrenin teşkil ettiği köyde) böyle bir irade aşikâr bir surette
mevcut olmalıdır. Fakat nısıf kutur üzerinde de yeni merkezlere
730 Prof. F , T O N N I E S

doğru noktalar belirir ve bunlar kendi muhitlerinde genişlemek ve


aynı zamanda tutunmak için fazla enerjiye muhtaç oldukları n ö b e t ­
te eski merkezden uzaklaşır. B u merkez (yani eski m e r k e z ) şimdi
aynı şekilde k a l m a y ı p , başka taraflara tesir icra etmek hususunda
zayıf ve elverişsiz olacaktır. B u n a rağmen biz birliğin ve b a ğ l ı l ı ğ ı n
kalacağını, ana merkez münasebetlerinin kendinden bilvasıta çıkan
hayat merkezlerine doğru bir varlık ve bir b ü t ü n olarak ifade etmek
hususunda kuvvet ve t e m a y ü l ü n ü muhafaza edeceğinin farzediyoruz.
H e r merkez bir «Selbst _ Nefs, süjen ile temsil edilir. B u nejs v e y a
süje, kendi uzuvlarına taallûk etmesi b a k ı m ı n d a n baş ismini alır*
F a k a t bu merkez, baş olarak bütün değildir. K e z a bu merkeze tabi
diğer tali merkez için de vaziyet aynıdır. B u merkezler daima «1de-
ell - fikri» olarak inşiab ettikleri asi merkezde mevcutturlar. B u
yüzden maddeten ona yaklaşırlarsa, bir mahalde birleşirlerse kendi
tabiî vazifelerini ifa ederler. İster dahilde asayişi muhafaza, ister
harice karşı m ü d a f a a olsun, şeraitin tesirile karşılıklı y a r d ı m v e
müşterek tesir talebedilirse bu hal zaruridir. B u suretle burada her­
kesin beden ve hayatına ş ü m u l ü olan bir kuvvet v e otorite bulun­
maktadır»
A y n ı şekilde b ü t ü n m a l l a r ı n tasarrufu, b ü t ü n d e ve bütünün
merkezindedir. Tâli merkezler bu tasarruflarını hep merkezden alır­
lar. İhtiyaç ve tatminleri ile bu tasarruf hususunu müspet bir tarzda
iddia ederler. T e k r a r bu tâli merkezlerden çıkacak ü ç ü n c ü derecede
tâli merkezlerin, ikinci derecedeki tâli merkezlerle münasebeti aynı
şekilde olur.
Bu m ü l â h a z a geriye doğru gidilerek ev ailesinin son vahdetine,
onun cemaatimsi tasarrufuna, ihtiyaç ve tatminine kadar gidilir. E n
son olarak burada nefs sahibi fertleri doğrudan doğruya alâkadar eden
mer'i otorite mevcuttur. Y a l n ı z bu fertler son vahdet olan hürriyet
ve mülkiyeti, bu otoriteden kendileri İçin çıkarırlar. Her b ü y ü k b ü ­
t ü n parçalanmış bir ev gibidir. B u ev biraz daha az m ü k e m m e l ise,
m ü k e m m e l i ihtiva eden organ ve fonksiyonlarda da müşabihlerinin
b u l u n d u ğ u düşünülmelidir. B u suretle uzvi hücrenin tetkikinin ha­
yatı tetkik demek olması kabilinden, ev hayatının tetkiki de c e m a a ­
tin tetkiki demektir.

13 — E v hayatı

E v hayatının esaslı çizgilerini evvelce göstermiştik, B u r a d a ye­


niden hülâsa edeceğiz. E v üç tabaka v e y a çevreden ibarettir. B u ta-
C E M A A T V E C E M İ Y E T NAZAPİYESİ 731

baka v e y a çevreler aynı merkez etrafında hareket ederler. E n iç çev­


re aynı zamanda en eski olanıdır: k a n , koca. Y a h u t hepsi aynı liya­
kate nail ve y a n y a n a bulunan zevceler, Sonra nesil türer, yeniden iz­
divaç tariki ile ayrılır. F a k a t buna rağmen aynı çevrede kalabilirler.
E n dış çevreyi hizmet eden uzuvlar teşkil ederler: hizmetçiler ve
uşaklar. B u tabaka en yenisidir. Bunlar birbirlerine az çok akraba
olanların evlâtları olup müşterek ruh ve iradeye temessül etmek,
kendi zatî iradelerile bu cemaate karışmak, memnun kalmak suretile
o cemaate, icabet ve zordan başka suretle mensubiyet peyda ederler.
Ekzogami neticesinde dışarıdan alınan ve eve getirilen kartların ko­
caları ile olan vaziyeti de aynıdır. B u karı-kocadan doğan çocuklar
«Herrschaft - Efendilik, hâkimiyeti! ile « Knechtschlt - U ş a k l ı k " ara­
sında mutavassıt vaziyet vücuda getirirler. B u esaslı unsurlardan
(yani efendi zümresi, uşak zümresi unsurlarından ikincisi) kendilerin­
den Önce vazgeçilebilecek bir unsurdur. F a k a t uşaklık aynı zamanda
evin hayatına karışmak için dostun ve d ü ş m a n ı n birbirine tedahül
etmeğe mecbur o l d u ğ u bir şekildir de. Eğer yabancılar izaz ve ikra­
m ı fazla görürlerse, tazim edilirlerse h â k i m i y e t e o nisbette ısınırlar.
B i l â k i s yapılacak i k r a m ı n az olması nispetinae uşaklığa daha ziyade
benzer. Uşaklık vaziyetinin kendisi çocukluğa da benziyebilir. F a k a t
öte taraftan insanın şerefi ile oyanılırsa vaziyeti cesarete dönecektir.
B ö y l e düşüncesiz bir hareket ve m ü t a l â a , uşaklığı haddizatında şe­
refsiz ve liyakatsiz gösterir. Çünkü insan çehrelerinin ayniliğine
kaışı gelmektedir. Hakikatte muhtelif ve çeşitli münasebetlerde bu­
lunan bir insan, gerek korkudan, itiyattan, batıl bir inanıştan dolayı
gerek menfaat ve hesabının icabı olarak esirane bir muamele netice­
sinde bir başkasının yanında kendisinin alçaldığını hisseder. Meselâ
bir m ü s t e b i t , yahut muhteris bir ağa, vahşet ve şecaatlerile, kendile­
rine tabi olan insanları —bu insanlar serbest akit şekillerile kendile­
rine bağlı bile olsalar— ezmeğe kendilerinde salâhiyet görürler. Her
iki vaziyette de, ekseriya olağan b u l u n m a s ı n a rağmen, uşağın vazi­
yeti ile zaruri olarak alâkadar değildir. H e r ne kadar devamlı surette
fena muamele gören, yahut müstebitten ve ağanın dalkavukluğunu
yapan, kaliteleri icabı esir iseler de uşak, büâkis ailenin acısını v e
sevincini paylaşır, efendisine icabeden hizmeti yapar. Efendisinin
yardımcısı, m ü s a h i b i olmak tatminini hisseder. H u k u k bakımından
h ü r bulunmamakla beraber, a h l â k i kalitesine göre h ü r ve serbest
bir insandır. H u k u k ç a h ü r olmaması, a h l â k i kalitesi karşısında bîr
haksızlıktır. Ç ü n k ü hukuk biraz m a k u l olmak ister ve olmalıdır da.
B u yüzden mesele, şahsın ve eşyanın tefrikini, yahut makul olan bir
Prof. F . TONNİES

varlığı her şeyden evvel hukuk sahibi bir şahıs gibi kabul etmeği
emretmektedir.

14 — E v idaresi, ocak ateşi ve levha

E v i n esas teşkilâtı burada ev b a k ı m ı n d a n daha m ü h i m olup ikti­


sadî manzarası ile, birlikte çalışanların, birlikte tatmin elde edenlerin
cemaati olarak göz ö n ü n e alınmalıdır. Nefes alma gibi daima tekerrür
eden beşeri tatmin, tegaddiden ve bitmelice yeme ve içme malzeme­
sinin vücuda getirilmesinden ibarettir. B u halin cinsler arasında bir
iş b ö l ü m ü n ü icabettirmediğine evvelce işaret etmiştik. O r m a n , tarla»
ekin nasıl tabiî birtakım haricî muhitleri teşkil ediyorlarsa, ocak ve
ocağın devamlı ateşi, erkek ve kadın, genç ve ihtiyar, efendi ve uşak
herkesin yemek için etrafında toplandıkları yerlerde evin n ü v e v e
esasıdır. Böylece ocak ateşi ve levha sembolik bir ehemmiyet arze-
derier: ocak ateşinin ehemmiyeti, bir düziye değişen nesiller arasın­
da evin hayat kudretini, mevcut uzuvları maddeten ve manen m u h a ­
faza ve tecdide yarar. L e v h a , evin tam kendisidir. Şu sıfatla ki her
ferdin onun içinde bir yeri vardır ve kendine düşen payı muhafaza
etmektedir. Nasıl evvelce (cemaat hayatında) yoldaşlar işi aralarında
bölüyor ve ayırıyorlarsa evde de ev uzuvları tatminin zarurî paylaş­
ması maksadı ile, birliğin yeniden teessüsünü isterler. T a k s i m edil­
miş v e y a müşterek emeği icabettiren b ü t ü n diğeı malların m ü n f e r i t
v e y a müşterek tasarruf ve tatmininde de mesele aynıdır. B u n a mu­
kabil asıl m ü b a d e l e denen vakıa, evin mahiyeti ile tezad teşkil eder.
Herkesin cemaat faaliyeti haricinde kendisi için yaratabileceği eşya
da g ö r ü l d ü ğ ü gibi fertlerin m ü s t a k i l olarak v a k i olan tasarrufları bu
mübadeleye vesile teşkil eder. E v i n kendisi de bir b ü t ü n olmak îti—
barile, efendi veya şefinin elile, mahsullerinin fazlasını m ü b a d e l e
sayesinde faydalı görünen şekillere kalbedebilir. Böyle bir m ü b a d e l e
heyeti mecmuası toplu bir ev halini arzeden bir evler cemaati dahi­
linde kaideli bir surette vukua gelir. ( K ö y d e , şehirde, şehir veya bir
kır, bir m ı n t a k a m n köy ve şehirleri arasında olduğu gibi) anlaşma
neticesinde kendilerini hakkaniyetli gösteren kaidelere göre, sulh ve
huzur içinde cereyan eyliyen bu mübadele, kanuna uygun bir taksi­
min, aynı zamanda levhadan müşterek istifade etmenin ifadesi ola­
rak tasarlanmalıdır.

Burada dikkat edilecek nokta, mübadelenin daima çok zamanlar


gizli mübadele « F i k i r - tdee» nde g ö r ü l d ü ğ ü gibi, basit bir eşya te­
d a v ü l ü halinde kalmasıdır. Yalnız tezahürler bu »Fikir» den uzak-
C E M A A T V E CEMİYET NAZARİYESİ 733

laşabilirler. Nihayet bİ2e yalnız kendi tarzlarının bir k a r i k a t ü r ü n ü


gösterirler. O suretle k i en sonunda bu tezahürler, hakkile anlaşılmak
için, tamamile Üzatihi - f ü r sich, kendileri için» olarak gözönüne
a l ı n m a l ı , fertlerin ihtiyaç ve iradelerile izah edilmelidir.

15 — K ö y ve şehrin birbirini tamamlaması

H a k i k i ev görünen şeklile ikiye ayrılır:


1) Mücerret, tek kalmış ev: B u ev bir evler sistemine bağlı de­
ğildir. Bilhassa m ü t e h a r r i k , oradan oraya nakledilen aşiret çadırları
b u nevidendir. B u n e v i ev, ekin çağında da dağlık yerlerde devam
eder.
2) K ö y d e k i k ö y l ü e v i : F a k a t bu ev normal toprak ekimine elve­
rişli, sağlamca k u r u l m u ş , her t ü r l ü ihtiyaçları kendi kendisine tat­
m i n eden veya k o m ş u l a r ı , cemaat yardımları sayesinde kendisini ta-
m a m l ı y a n bir ev idaresidir. B ü t ü n zanaat yerlerinin a y n ı dam altında
değilse bile aynı idare altında fasılasız birliği de vücuda gelebilir.
« H i ç birşey satın alınmaz, herşey evde istihsal edilmiştir - Nihil hıc
emitur omnia domi gignuntum kaziyesinde klasik ( Y u n a n - Roma)
ev tipini güzide müellif Rodbenus bu şekilde pek güzel ifade et­
miştir. B u n a m u k a b i l :
3) Şehir e v i b ü s b ü t ü n başkadır. Zanaat ustasının evi olarak d ü ­
ş ü n d ü ğ ü m ü z bu ev tipi kendi zaruri ihtiyaçları için mübadeleye
muhtaçtır. Ustanın bizzat yaptığı şey (meselâ ayakkabı) kendi işine
çok yaramaz. Eğer şehir bir b ü t ü n birbirlerine karşılıklı m u h t a ç olan
faaliyetlerle kendi evlerinin ihtiyaçlarını temin eden bir loncalar ce­
maati d ü ş ü n ü l d ü ğ ü takdirde herşey bizzat istihsal etmedikleri m ü d ­
detçe, diğer zaruri ihtiyaçlarını c i v a r köy evlerinden m ü b a d e l e sure-
tile tedarik için, bir düziye fazla istihsal yapacaklardır. İşte köy ile
şehir arasında ( u m u m î k ü l t ü r hâdisesi bakımından en m ü h i m m i n i
teşkil eden) m ü b a d e l e hâdisesi bu zaman vukua gelir. B u m ü b a d e l e
neticesinde k ö y ü n istifadesi b ü y ü k t ü r : m ü b a d e l e edeceği eşya, üze­
rine düşeceği aletler ve iktisadi istihsal vasıtaları olmadığı m ü d d e t ­
çe, sarfınazar edilebilecek olan mal ile şehirli için zaruri olan eşyayı
m ü b a d e l e etmektedir. Şehir, mahsullerinin güzellik v e nedretinden
İstifade eder. Farzedilsin kı uzak bir köy, halkının seçme bir k ı s m ı n ı ,
binnetice fnfcla hububat ve ct istihsal etmiş olan bir miktnr emek
kuvvetini ( A r b e i t s k r a f t ) , onda bir nisbetinde, elişi ve güzel sanal
eşyası v ü c u d a getirmek maksadı ile şehirde yerleştiriyor. Böyle bir
vaziyette hiç bir kimsenin rekabet karşısında kalmadığı tasavvur
olunsun. Monopolist olmak sıfatı ile daha yüksek fiatler elde etmek
için, gittikçe daha çok artan ihtiyaçları, binnetice satınalıcıların m ü -
racaatini bekliyecektir. Bunlar birtakım imkânlardır. F a k a t işin için-
giren v e emek sarfetmemiş olan mutavassıtlar kuvveti en dikçe, bu
gibi i m k â n l a r muhtemel olacaktır. Nihayet şu noktayı da farzedebi-
liriz: aynı şeyi i y i ve doğru bulan, akrabalık ve dostluk y ü z ü n d e n ,
m ü b a d e l e fiili haricinde de birçok münasebetlere girişen Jjöy ve şe­
hir, toplantı yerlerinde ve mukaddes mahallerde bu münasebeti
p a y l a ş m a k t a d ı r B u kardeşçe his herhangi bir şekilde kuvvetini mu­
hafaza edecektir.
K ö y ile şehir arasındaki münasebete benzer bir münasebet, şe­
hirler arasındaki canlı m ü b a d e l e münasebetlerinde g ö r ü l ü r . Fakat
cemaat manası b a k ı m ı n d a n bu münasebet daha az kuvvetlidir. A k ­
rabalığın, yakınlığın ve köy sakinlerinin gayriticarî seciyesinin buna
y a r d ı m ı nisbetinde, şehirler arasındaki münasebet, köy İle şehir a r a ­
sındaki münasebete benziyebilir. Böyle bir içtimai vücud da uldare-
Leitung» fonksiyonları ortaya çıkacaktır. İçtimaî hayatın hayvani ve
zihnî olan tarafları diferansiye (başkalaşmış) olarak y a n y a n a bulu­
nuyorsa, bunların idaresi hiç bir zaman satışa arzetme, eşyayı satma
nev'İnden bir mefhum olarak tasarlanamaz. B u fonksiyonlar organik
bir surette gözönüne alınacaklar, müşterek cemaat iradesinde hibe»
terk şeklinde içtimai varlığın emrine â m a d e olan kuvvetler tarafın­
dan beslenecekler, itiçna göreceklerdir. B u kuvvetlerle ifa edilen
hizmetlerin mübadelesi —idare fonksiyonları bu tarzda d ü ş ü n ü l d ü k ­
leri takdirde— içinde, bu m ü b a d e l e münasebetinin karşılıklı bir iş
olarak manalanması icabeden bir şekilden başka birşey değildir. B u ­
nunla beraber bu ifade, pazara g ö t ü r ü l e n bir mal ile o mala karşı
vukubulan herhangi bir arzunun m ü s a v i düşünüleceği bir thdide ta­
bi tutulmalıdır.

16 — E v İle analoji — Efendi evi — Mülkiyet


münasebeti

B u r a d a , ev ile yapılan analojiye göre ekseriya cemaat m ü l k i y e ­


tinin v e cemaat tasarruf ve tatmininin h u d u t l a n m ı ş şekilleri omak
sıfati ile köy ve şehri tetkik edeceğiz.
• E v ile k ö y ü n ikiliğinden önce bu ikiliği ihtiva etmiyen bir klan
vardır. B u klan aileden önceki aile olarak gösterildiği gibi, daha az
m â n a taşımakla beraber, köyden evvel köy olarak da kabili tasav­
vurdur. Ç ü n k ü klan, her şeyden önce hem evin hem k ö y ü n imkân-
CEMAAT VE C E M I Y E T NAZARİYESİ 735

m kendinde taşımaktadır. B u yüzden klanda (tevlit ve tenasüle


istinat eden b ü t ü n liyakatleri bir araya toplamak için) patriyarkal
seciye, kardeşlik ve m ü s a v i l i k seciyelerile, y a n i efendilik ( h â k i m i ­
yet, Herrschaft) ve yoldaşlık (Genossenschaft) ile karışmış bir hal­
dedir. E v cemaatinde peder şahlığın- itibar kazanması gibi, köy cema­
atinde de aynı şey muteber olur. E v cemaatinde kardeşlik ruhunun
eksik olması kabilinden köy cemaatinde de babalık ruhunun mevcu­
diyeti noksanlık arzeder. F a k a t bir köy teşkilâtı esasiyesinin siste­
minde kuvvetini muhafaza eden babalık r u h u , bizim n o k u i nazarı­
m ı z olan tarih gözü ile, yani feodalizmin istinat ettiği temel bakımın­
dan, m ü h i m d i r . İleri gelen bir evin {eşraf evinin) tabii liyakatlerini
asil ve necip gösteren bir itikat, böyle bir itikadın kökleri kaybolsa
bile, kendini muhafaza edecektir; Y a ş l ı v e yüksek soylar önündeki
saygı hissi, klan şefini, hakikî yahut m u h a y y e l ölçüde, b ü t ü n klanın
müşterek atası ile doğrudan doğruya (bir hattı müstakim halinde,
fasılasız bir soy u z u n l u ğ u ile) bağlı bulundurur. B u suretle klan şe­
finin ilâhi bir kaynaktan geldiği, binnetice birtakım ilâhî vasıfları
kolayca taşıdığı zanntnı husule getirir. S o n r a klan şefliği vazifeleri­
nin görülmesinden dolayı etrafm beslediği tazim ve teşekkülde buna
inzimam eder. B u vaziyette tarladan ve ehli hayvanlardan alınacak
ilk m a h s u l ü n şefe getirilmesi, şefin idaresi altında pazarın temellük
v e taksimi, tarla sahalarının paylaşılmasından önce en yakın ve en
İyi parçalarının ilkin fasılalı, sonra devamlı olarak u m u m i irade ile
şef hesabına sürülmesi tabiidir. B u hal muhtelif mahsul sahalarına
şefin iştirak etmesi ile olduğu gibi klan muhtelif köylere ayırmış ise
her köyde m ü s a v i bir parçaya sahip olmak ile de vukua gelir. ( B u
son şık. Germenlerin zirai sisteminde ekseriya vaki idi) B u suretle
şefin evi ve çiftliği k ö y ü n (yahut köylerin) ortasında, yahut (dağlık
memleketlerde ise) dağlık kısmın üzerinde sağlam bir kale halinde
g ö r ü n ü r . B u n u n l a beraber derebevinin hakiki kuvveti* nahiye ve ce­
maat namına, neticeleri başlıca kendi faydasına temin edecek bazı
fonksiyonları ifa ettiği zaman b ü y ü r . B u n u n neticesi şu olmalıdır:
bu fonksiyonların kendisi de sonradan yalnız kendi namına vaki olu­
yormuş gibi görür. B u halin, taksim edilmemiş sahaların idaresi ba­
k ı m ı n d a n hususi bir manası vardır. B u sahalar ne kadar az faydalı
ise o nisbette çok kendisine ait olmuş olur. Meselâ otlak yerlerden
ziyade o r m a n ı n , ormandan ziyade boş orman m intaka 1 arının derebc-
yine ait b u l u n m a s ı gibi. Ç ü n k ü "boş v e semeresiz - U n l a n d » , tarla
olacak sahalara bile dahil addedilmez. Bunlar bu yüzden daha yük­
sek teşekküllere meselâ G a u - kaza, Lande gibi....) ait olup
yalnız bu teşekküllerin ağası tarafından idare edilir v e k ü ç ü k B a ­
ronlara uLehen - T i m a r u olarak verilir. Böyle birinin tasarrufunda
kendi adamları da müşterektir: ç ü n k ü artan ünfus m i k t a r ı ile av ve
harp şövalyeleri sıfatile b ü y ü k miktarda maiyet adamlarını şatosun­
da bulundurabilir. F a k a t bunlar en sonunda k ö y l ü ve ehli hayvan y e ­
tiştirici haline gelirler ve bu maksat ile ziraî aletlere, tohuma ve top-
a n m ı ş davar { k i Fe-Od buradan gelir: Wiehstapel» davar yığını) na
sahip olurlar. A ğ a y a bu nisbette bağlı, o nisbette sadık kalırlar. B u n ­
lar artık m ü l k i y e t sahipleridir.

F a k a t bu vaziyet serbest m ü l k i y e t şkülerinde olduğu gibi ilk


defa h ü r bir »camia - Gemeindea nin yoldaşlığına istinat etmiyor,
ğası olan bir cemaatin eseridir. Asıl mülkiyeti elinde bulunduran
ağa, efendi olup Sonradan birbirinden a y r ı l m ı ş olan «Toprak h â k i m i ­
yeti - Grundherrschaft» v e «Toprak mülkiyeti - Grundeigentum»
«Fikirleri - İdeenn, menşe İtibarüe buraya bağlıdır. Eğer ağanın,
fendinin bu yüksek h â k i m i y e t i eşyanın tabiatine (anlaşma v e adet­
lere) müstenit, camia ile ise, ağa, bazan orman ve mer'aya taalluk
rden sahalarda, h â k i m i y e t i genişletmek fırsatını k u l l a n ı r v e şu ne­
viden tecrübelere girişebilir: kendi mutlak hâkimiyetini kullanarak
nihayet, kendine bağlı olanların yanındaki h ü r , serbest köylüleri de
kendine tabi bulunanlar vaziyetine sokmak, onların mülkiyetlerini,
kendi l ü t f ü n ü n eseri haline getirerek sadece tasarruf ve istifade h u ­
kuku (Nutzungs - Gerechtsame — Dominium utile) tanımak. B u ­
nun üzerine evvelce hür olan bu köylüler daha yüksek m a k a m l a r a
(meselâ krallıklara) karşı m u h t a ç o l d u k l a r ı emniyeti elde etmek için
bu vaziyeti iyi karşılarlar. B u suretle işin neticesi şuna varır: ağa­
nın, efendinin o m ı n t a k a , kaza ( G a u ) üzerindeki m ü l k i y e t i artık,
nisbî, cemaatim ve parçalanmış değildir, mutlak, ferdî ve başlı ba­
şına bir şekil almış görünebilir. B u vaziyette ağa, efendi kendisine
tabi olanları ya ölçüsüz, hudutsuz bir hizmete mecbur eder ki bu
«Demirbaş kölelik - Leibeigensshaft» halidir, yahut ö l ç ü l ü , hudutlu
fakat l ü z u m u n d a n fazla şartlarla «Arazi icarı, mukataa - P a c h t u n g »
vukua gelir. B u son şık da, i m k â n nisbetînde, yani araziyi kiralıya-
nın sermaye ve terbiyesi müsait olduğu takdirde, vaziyetin tam aksi
• l a n bir hal, yani istiklâl hali doğabilir. Diğer ihtimallerde bilâkis
sadece bir isim değişikliği, aynı vaziyeti yaşatan yeni bir h u k u k î
şekil karşısında kalırız. Bununla beraber gerek ağanın v e efendinin
kendi şahsî iradesile, yahut kendisini icbar eden bir tesir neticesinde,
tabi olanların, yahut köylülerin ellerindeki mülkiyet üzerinde mev­
cut her t ü r l ü tahdidat kaldırılır, ağanın yüksek hâkimiyetinde ev-
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 7*7

velce g ö r ü l d ü ğ ü gibi ş i m d i de tahdidattan k u r t u l m u ş olan bu m ü l ­


kiyetin mutlak, ferdi seciyesi ilân edilebilir. B ü t ü n bu ahvalde evve­
lâ h u k u k a göre bir tefrik v a k i olur. Hakikatte cemaat münasebetleri
mevcut olduğu yerde eskisi gibi bir tefrik v a k i olur. Fakat bir taraf­
tan hâkimiyete, diğer taraftan bağlılığa tekabül eden tazyik v e buna
karşı gelme halleri, h â k i m i y e t b ü y ü k arazi tasarrufu ü s t ü n l ü ğ ü s a ­
yesinde k ü ç ü k tasarruflar üzerinde kendi tesirini göstermemesine
r a ğ m e n , devam etmekte, ve yenileşmektedir.

17 — Köy camiası ve toplu mülkiyet

F a k a t derebeyi, ağa yerine bir (ruhani) meclis, bir manastır, y a ­


hut diğer bir korporasyon k o y u l d u ğ u takdirde hayii değişecek olan
bu münasebetlerin azim başkalıklarına burada işarete Lüzum g ö r m ü ­
yoruz. Daha m ü h i m olan nokta şunlara dikkat etmektir: B ü t ü n köy
k ü l t ü r ü n d e , buna istinat eden D e r e b e y l i k sisteminde tabiate uygun
taksim « F i k i r - tdee» i, v e bunu tayin ederek ona dayanan müşterek
ve mukaddes menşe hayatın b ü t ü n şeniyetlerine, bu şeniyetlere te­
k a b ü l eden b ü t ü n F i k i r l e r e kendisini ne kadar çok h â k i m kılıyor.
Sonra m ü b a d e l e , satınalma, mukavele ve talimat m e f h u m l a r ı ne ka
dar az rol oynıyorlar! C a m i a ile ağaları arasındaki, daha doğrusu c a ­
mialarla yoldaşlar arasındaki münsebet mukavelelere değil, ailed
olduğu gibi anlaşmalara, mutabakatlara dayanıyor. K ö y camiasının
ağaları, derebeyleri ihtiva v e ihata ettiği yerde bile, köyle münase­
beti tek ve p a r ç a l a n m a m ı ş ev idaresine benzer. Toplu v e maşerî
m ü l k ( A l l e m e n d ) , köy camiasının endişe ve faaliyetlerinin mevzu­
unu teşkil eder. B u endişe ve faaliyetler kısmen cemaatin gaye ve
vahdetini, kısmen camia uzuvlarının ayni ve birbirine bağlı gayele­
rini tayin etmektedir: evvelkisi müşterek ormanların b u l u n d u ğ u y e r ­
de kendini belli eder. L â k i n taksim edilmiş tarla ve çayırlarda mu­
ayyen bir zaman için ekip biçen ailelere aittir. Hasat zamanı geçince
tarla ve caddelerin etrafındaki çitler kaldırılır ve bu saha tekrar
toplu m ü l k i y e t (Allemnd) haline gelir. E k i p biçme ve istifade zama­
nında da köy yoldaşı, kendi fevkinde olan â m m e hukukunca tahdi­
data maruzdur: çayırlarının, tarlalarının v e ü z ü m bağlarının sürme
işleme tarzında cemaat nizamına bağlıdır. F a k a t bu saha da k ö y l ü y ü
ekip biçme hususundaki ananevi kaidelere tabi tutmak İçin yazılı
talimata İhtiyaç yoktur. Ç ü n k ü böyle bir k ö y l ü için kendine mahsus
bir iktisada malik olmak bir imkânsızlıktır. Köylü, tamamlayıcı,
hattâ yaratıcı bir rol oynayan cemaat hukukuna dayanmadığı takdir-
de yaşamak i m k â n ı n ı kaybeder. B u itibarla cemaat iktisadından kur­
tulamaz. Teferruata ait noktaları, bilhassa m u a y y e n ve gayrimuay-
yen zamanlar için tarla v e çayırlardan istifadeyi, eski olan adetler
tayin eder. Eğer bu adetler kâfi gelmezse, yahut bir değişikliğe ih­
tiyaç hasıl olursa o zaman işin içine köy camiasının kararı k a r ı ş ı r
B u sebeple k ö y camiası, çayır ve tarlaları köylülere kapar v e y a açar,
kış ve yaz ekinine elverişli sahaları, yahut nadas için kalacak kısım­
ları tayin eder, ekme ve biçme z a m a n l a r ı n ı nizama sokar, ü z ü m bağı
mevsimini tanzim eyler, hattâ hhuz sonra hasat mevsimi için ücret­
leri de tesbit eder. Daha sonra «Flurzvvang- sistemine tabi saha­
ların k e y f i olarak değiştirilmemesine. tarla cemaatçüiğinin ihlâl
edilmesine nezaret eder.

^Memleket toprağının karışık vaziyeti neticesinde çıkan hususi


tarla mıntakalarına ait olan b ü t ü n bu tahdidat ve mükellefiyetler,
köklerini cemaatin â m m e hukukundan almaktadırlar. B ü t ü n k o m ş u
h u k u k u da, komşu bir arazi parçası diye hususi bir unvana istinat
eden ferdi tadilin neticesi olmak şıfatile menşeine nazaran bu kate­
goriye aittir. (Bk. G i e r c k e , Das deutsche Genossenschaftsrecht, ikin­
ci cilt: A l m a n korporasyon h u k u k u n u n tarihi, Sf. 216 - 218) Hindis­
tan k ö y l ü l ü ğ ü n ü n halini bilen bir âlim, onu, G a r b i n ilk k ö y l ü l l ü k ile
aynı addediyor: C a m i a (Gemeinde), her iki tarafta da organize ol­
m u ş , vaziyet v e hareket itibarile m ü s t a k i l bir mevcudiyettir. « F i l ­
hakika Hint k ö y l ü l ü ğ ü , m ü k e m m e l bîr çalışma ve meşguliyet ciha­
zını muhtevidir. B u cihaz kendi kollektif hayatını bir şahsın veya bir
korporasyonun y a r d ı m ı olmaksızın idame ettirmektedir. B i r derece­
ye kadar kazaî ve adli vazifeyi gören bir baş v e y a bir meclisten başka
bir köy polisi mevcuttur,,. M ü n f e r i t aileler irsi surette intikal eden
el zanaatlarına maliktirler: kaba d e m i r c i ü k , kapkacak zanaati, ayak­
kabıcılık. Bazı seremonilerin icrası için B r a h m a n kadınlar, hattâ
bayramlarda rekkaseler bulunur. U m u m i y e t l e bir k ö y hesap hocası
vardır. .. B u irsi zanaatlardan herhangi birini işliyen adam, camianın
uşağı olduğu kadar teşkil edici bir uzvudur da... O adam bazan hu­
bubat vasıtası ile daha çok üzerine yapt yapılmış bir arazi parçasının
kendi ailesine temlik edilmesi suretile tediye edilir. Bundan fazla
olarak istihsal edilen eşyadan bir şey istiyecek olursa bu hususta
mutat olan fiyat Ölçüsüne riayete mecburdur. B u ölçüden ayrılındığı
pek enderdir. Üzerinde yapı yapılan sahada münferit zanaatlara m u ­
a y y e n bir y e r i n gbsterilmesi, ü k totonik (cermen) zümrelerin de aynı
tarzda kendi kendilerine k â f i geldiklerini farzetmeğe yol açmakta-
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 739

dır» ( B k . H . S. Maine, Vİllage Communities in the E a s t und West,


Sf. 125). A l m a n «Mark-Memleket, m ı n t a k a » sına ait şu aşağıdaki
tasvirlerde bu nokta teyit ediliyor: " C a m i a n ı n camia olarak, lakip
ettiği maksat için, b u g ü n k ü tasavvura nazaran camianın reisi, me­
m u r ve müstahdemlerinin ücretlerini maşeri m ü l k (Allemend) den
almaları derecesinde caima ve maşerî m ü l k birbirine bağlı olacak­
lardır. Binnetice memleketten a y r ı l m ı ş tımarlar, reise, m e m u r ve
müstahdemlere yer v e ikametgâh olarak verilecektir. F a k a t hemen
her tarafta v a k i olan şey, onlara orman ve mer'alardan hususi isti­
fade h a k l a n vermekti ki bunlar ödeme karakterini taşırlardı. Me­
m u r i y e t i n efendi h u k u k u (Herrenrecht) içinde kenili mahiyetini de­
ğiştirmesi z a m a n ı n a kadar «Obermarker» lerin ve « H o l z g r a f c n " lä­
rm b ü t ü n istifade imtiyazları da bu guruba mensuptu. K e z a köy
h â k i m i n i n resmî istifade ve İmtiyazları içinde mesele aynıdır. F a ­
kat bunlar bilhassa cemaatin k a b u l ü n e istinat eden ve ekseriya açık­
ça hizmetlerinin cereyanı, çektikleri zahmetin ödenmesi İtibarile m u ­
ameleye tâbi tutulan köy kâhyası, orman kolcusu, değirmenciler,
jandarma, çoban., gibi kimselerin v e diğer c s m i a m e m u r l a r ı n ı n ta­
sarruf, istifade haklarıdır. R u h a n i m e m u r l a r ı n ve muallimlerin isti­
fade h a k k ı da ekseriya buna benzer bir şekilde nazarı dikkate alın­
mıştır. Nihayet, camia, yahut arazi efendileri tarafından da bir za­
naat icra etmek için kendilerine müsaade edilen esnaf da buna y a ­
kın bir seciye arzeder. Ç ü n k ü zanaat erbabı, camianın hususi memur­
ları ( A n g e s t e l l t e ) gibi addedilirdi. B u sıfatla münhasıran camia ve
uzuvları için, yahut en evvelâ bunlar için çalışmalarına yalnız m ü ­
saade değil, icbar da edilmişti... Y a h u t çalışmanın muayyen bir mik­
tarı, gerek vergi olarak, gerek sabit fiyatlar üzerine teslim etmek
üzere, bu gayeye tahsis etmişlerdi. Fakat müşterek m ü l k üzerinde
kendilerine verilen ve zanaatlarını m ü m k ü n kılan ve aynı zamanda
işledikleri zanaatın karşılığı olarak gözönünde tutulan istifadeler
böylece bir nevi aylık, m a a ş gibi g ö r ü n m e k t e idiler. B ü t ü n bu a h ­
valde, yani maşeri toplu m ü l k (Allemend) ü n , cam a y a karşı ifa edi­
lecek hizmetin bedelini ödemeye İnkılâp ettiğini tasavvura m ü t e m a ­
yil o l d u ğ u m u z u b ü t ü n ahvalde, cemaatın d ü ş ü n ü ş tarzının da, her­
kesin müşterek olduğu m a l ı n v e m ü l k ü n , yine herkesin doğrudan
doğruya olan ihtiyaçlarına karşılık tutan bir inkılap geçirdiği görü­
nüyor. Ç ü n k ü zanaat adamları gibi reis, memurlar ve müstahdemler
de sadece cemaat tarafından bir iş ile tavzif e d i l m e l e r d i r Vahdetle­
rinde olduğu gibi, çokluk ve başkalıklarında cemaate faydalı olmuş-
lardirn ( B k , G i e r c k e , ayni eser, Sf. 239). B u reis. memurlar,'zanaat
adamları, camianın bedeninin uzuvları gibidir. Hayat beraberliğinin
anayasası bu b a k ı m d a n iktisadî yani ueemaatimsi — gemeinschaft­
lich, kommunistisch» diı\

18 — Şehir Sanat olmak sıfat 1 e zanaat,


Sanat ve din

Aristo'nun tasvirine ve tabii tezahürüne hakim olan F i k i r —


Ideen e nazaran, şehirde kendi kendisine yeten bir ev idaresi, cema­
at hayatı yaşıyan bir uzviyettir. A m p i r i k teşekkülü ne olürsa olsun
mevcudiyeti b a k ı m ı n d a n bir "bütün olarak düşünülmelidir. K e n d i s i ­
nin ibaret b u l u n d u ğ u m ü n f e r i t korporasyonlar ve aileler bu b ü t ü n l e
zarurî münasebet halindedirler. Böylece şehir, toprağı, binaları v e
hazineleriie o l d u ğ u gibi, lisanı, âdetleri, itikadı ile de birçok nesille­
r i n değişmesine r a ğ m e n statik bir mevcudiyete sahiptir. K ı s m e n ken­
disi ile kısmen hemşerilerinin veraset ve terbiyesi vasıtası ile ma­
hiyetçe aynı kalan bir karakteri ve aynı d ü ş ü n m e tarzım daima y e ­
niden yaşatır. İster kendisinin, ister sakinlerinin tasarrufu ile olsun,
yahut c i v a r arazi vasıtası ile gıdasından ve çalınması için icabeden
maddeden emin b u l u n d u ğ u takdirde kuvvetinin b ü t ü n ü n ü d i m a ğ v e
elişine hasreder. Müşterek m â n a ve ruha uygun, ahenktar bir şeklin
yaratılmasına hasredilen bu d i m a ğ ve el faaliyeti, güzel sanatların
u m u m î mahiyetini arzetmektedir. Ç ü n k ü camianın, yahut ştandla-
rın (yani organize edilmiş mesleklerin) istediği herhangi bir üslûp
ile mukayyet o l d u ğ u şekilde, her t ü r l ü şehir sanayii, t e a m ü l ü bakı­
m ı n d a n —bazı şubelerinde bu t e m a y ü l ü pek az tahakkuk ettirebilse
bile— hakikî sanatı teşkil eder. F a k a t el zanaatları ilkönce sanat
olarak cemaat ihtiyaçlarını hedef edinmiştir. M i m a r i olmak itibarile
şehrin duvar, kale, kule, belediye binası, ibadet yeri.., gibi ihtiyaç­
larını tatmin eder. Plâstik ve sesim olmak itibarile bu yerlerin süs­
lenmesini, A l l a h a r ı n , ileri gelen b ü y ü k adamların hâtıralarının tab­
lolarla tesbit edilmesi, daha u m u m i olarak ebedinin m ü ş a h h a s ihsa­
sının hazırlanması işine yarar. Bilhassa sanal ile dinin hakiki be-
raıberliği (Goethe'nin söylediği gibi: sanat bir nevi dinî duyguya
istinat eder) ev hayatının temelinde de bulunmaktadır.

H e r iptidaî âyin ailemsidir. Bundan dolayı cv âyini olmak sıfa-


tile ocağın ve m i h r a b ı n başlangıçta bir ev â y i n i olduğu yerlerde ek­
s e r i y a çok kuvvetli bir şekil almıştır, Â y i n i n kendisi de bir sanattır.
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 741

 y i n d e n ayrılan v e y a tazim edilen kimse için yapılan her şey me-


resimlidir, ciddi bir eda taşır, aynı edayı muhafaza etmek v e binne-
tice bir daha husule getirmek için âyinler İcabeden şekilde yapılacak­
tır. Söz söyleme ve hareket tarzlarında estetik taraf, hoşa giden ta­
raf sıkı bir surette gözönüne alınır: B u hoş v e estetik tarafın ken­
disi bir ölçüye v e vezne maliktir. Şüphesiz eski ve alışılmış şeyler
âyinde, güzelliğe karşı olan cehdi sıkar. B u n a rağmen itiyat v e zahi-
dane r u h kendisine mahsus bir güzelliğe ve kudsiliğe sahiptir. F a ­
kat şehir hayatında ananeye bağlılık çözülür, sekil tenevvüü hâzzı
ağır basar. A y n ı münasebetlerin tesiri altında söz sanatları, resim
sanatlar karşısında geriler, yahut her ikisi birleşir v e birbirlerini
temsil ederler. Başlangıçta ö l ü m mülâhazalarına pek m ü k e m m e l şe­
kilde inhisar eden din, tabiat kuvvetlerini takdis etmek itibarile in­
sanların hayatı üzerinde mesut bir tesir kazandı, ebedi oluş karşısın­
da koparılan feryat, muazzam fantezilerde kendini gösterdi. Ş i m d i
h u z u r a k a v u ş m u ş fantomların, k o r k u n ç hayallerin ecdadı olan ce­
hennemi varlık şeytanları, ortaya ilâheler olarak tekrar çıkmakta v e
göklere yükselmektedirler. Şehir yeniden A l l a h l a r a yaklaşıyor v e
onların şekillerini kopya ediyor, her g ü n onları düşünüyor. Artık
ev mabudeleri yavaş yavaş değerden düşmektedirler. Diğer taraf­
tan Allahlar gökten yere inince düşünce için elverişli bir ehemmiyet
kazanmışlardır. A h l â k î temizliğin, çalışkanlığın, iyiliğin numunesi
sayılmaktadırlar; rahipleri faziletin vaizi v e hocası o l m u ş t u r B u su­
retle din fikri (İdee) ilk defa olarak kemalini bulmuştur. F a k a t böy­
le bir dinî unsurun zarureti, şehir hayatının müteaddit cepheli ve çok
r e n k l i olması ile mütenasiben artar. K e z a böyle bir dinî unsurun
zarureti taşıma ve karşılıklı hicabın olduğu gibi, akrabalık ve kom­
şuluktaki g ö n ü l l ü his ve faaliyetlerin de kuvvetten düşmesi, yahut
mahdut bir çevreye inhisar etmesi ile mütenasiben tezayüt eder.
Böyle bir vaziyette dinî bir ameliye olmak sıfatını haiz olan sanata
karşı alâka ço kfazladır. Ç ü n k ü iyi ve asîL, binaenaleyh kudsi, hissî
şekilde tasavvur edilmeli, düşünce ve vicdana müessir olmalıdır.
K e z a el sanati v e sanat, dinî iman gibi, hattâ dinî esrar ve nas gibi,
tedrisat v e misallerle b i r düziye idame ettirilecektir. B u n u n içindir
k i en iyi şekilde ailede tutunurlar, oğullara bırakılır, kardeşler ara­
sında paylaşılır. B u suretle cemaat, müşterek mirası idare eden bir
k l a n sıfatile sanatın mucidine v e atasına bağlanır v e o sanat şehir
camiasında «Şehirlilik — BürgerschafU in tamamlayıcı bir uzvu
olarak bir memuriyeti (Amt) temsil eder. F a k a t zanaatların heyeti
umumiyesi şehrin mahiyetini gittikçe daha çok belirtir. O zaman
zanaatlar tam bir hürriyete kavuşurlar, şehir artık cemaat sulhunun
ve n i z a m ı n ı n bekçisi olmuştur. Böyle bir sulh hali* çalışma organi-
zasiyonu olarak, dahilen ve haricen itibar kazanır. B u n l a r doğrudan
doğruya ahlâki bir ehemmiyeti haiz kudsî nizamlardır. Lonca dini
bir camiadır. Şehir de aynı şekilde dini bir camiadır. B u hale naza­
ran din gibi sanat da b ü t ü n şehrin, binnetice h ü k ü m e t i n i n , ştandla-
rıntn, gildlerinin en yüksek, en m ü h i m ü m u r u gibi kabul edilmezse,
t e k e m m ü l etmiş bir şehrin b ü t ü n iktisadi hayatı —ister Y u n a n d ü n ­
yasını, ister C e r m e n â l e m i n i tasavvur edelim— r,nlaşılmıyacaktır.
K e z a din, şehirlerin gündelik hayatını dolduran şeydir; şehrin, şiiri­
nin ve kıyafetlerinin, nizam ve hukukunun ölçü v e kaidesi olarak
müessirdir. E f l â t u n ( K a n u n l a r ) da şöyle diyor: Devlet (Polis) in
kendi nefsini sıhhatli ve kuvvetli bir halde b u l u n d u r m a s ı , fertlerin
m a k u l v e faziletli hayatı gibi, bir sanattir. Bunun İçin bu kadar
esaslı depo ve pazar hukukuna sahip şehir devleti için de eşyanın
alınış ve satılışı, müteşebbis fertlerin işi değil, bilâkis bizzat şehrin,
yahut onun n a m ı n a bir memuriyetin ( A m t ) işlettiği bir şeydir. (De­
po ve pazar h u k u k u Rechten des Stapels und der M ä r k e , ker-
vanlarn şehirlerden geçerken şehirde tevakkuf ve satış yapmak mec­
buriyetini ifade eder). Şehir meclisi, şehrin m u h t a ç olduğu eşyanın,
harice çıkmaması, yahut zararlı eşyanın şehre girmemesi için neza­
ret eder. K e z a ustaların sattığı eşyanın i y i ve yerinde olması için
loncaları kontrol eder. K i l i s e v e y a dinî heyet, ticaretin bozucu te­
sirlerine karşı şehri m ü d a f a a eder. Şehrin böylece işaret ettiğimiz
cemaatimsi seciyesini İktisat m ü v e r i r h i haklı olarak m ü n h a s ı r a n t i ­
cari ve siyasi noktai nazardan m ü l â h a z a altına alır. B u m â n a d a Sch-
moller'in bazı yerinde h ü k ü m l e r i , izah ettiğimiz telâkkiyi tasdik
edici mahiyettedir ( J a h r b u r c h für Gesetzgebung u. s, w. V I I I , I . ) .
Schmoîler şehrin «esaslı iktisadi-içtimaî müesseselerinin en m ü h i m
siyasî bünyelere istinat ettiğin ni şayanı dikkat bir surette ortaya
koymuştur. Ona göre [««köy, kapalı bir iktisat ve ticaret sistemidir»
(Burada k ö y l â b i r i l e Cermen kültürü bakımından uFronhof» ve
•iKloster» aynı vaziyete sokulabilir). K e z a «köy camiasının kendi or-
ganlerile inkişaf etmesi gibi, şehir de kendine hâs, kudretli, b ü t ü n
fertleri h ü k m ü altına alan hayatı İle iktisadi bir b ü n y e sahibi olma­
ğa doğru daha çok inkişaf ermektedir.ır. « Şehir fikri ( İ d e e ) , b i l ­
hassa b ü y ü k şehir fikri kendi içinde iktisadi bir b ü t ü n olmak yolu­
nu ararken harice karşı da iktisadi kudret çevresini m ü m k ü n oldu­
ğu kadar genişletmeyi istemekte» ve bu böylece devam etmektedir
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 743

19 — M e n f i esas — Değerin müsavatı — Ob­


jektif hüküm

Cemiyet nazariyesi, cemaatte o l d u ğ u gnbi, muslihane bir suret­


te y a n y a n a yaşıyan, oturan, fakat mahiyetçe birbirlerine bağlı olma­
y ı p ayrı olan bir insan çevresi inşa etmiştir. Cemaatte insanlar her
t ü r l ü ayrılığa rağmen mahiyetçe (vvesentüch) bağlı iken, cemiyette
her t ü r l ü bağlılığa r a ğ m e n ayrı kalmaktadırlar. B u n u n neticesi şu
k i cemiyette ua priori - kabli» den v e zaruri olarak mevcut olan bir
vahdetten taliJ edilebilecek, fert ile tahakkuk ettiği nisbette, bu vah­
detin irade v e ruhunu fertte ifade eyliyecek hiçbir faaliyet vukua
gelmez. B u faaliyet kendiliğinden ortaya çıkmaktan ziyade ferde pek
bağlı kalır. Cemiyette her fert yalnız kendi içindir v e diğer b ü t ü n
fertlere karşı gerginlik vaziyetindedir. Fertlerin faaliyet ve kudret
sahası birbirlerine karşı, temastan ve yaklaşmadan kendilerini me-
nedecek ve âdeta d ü ş m a n l ı ğ a yakın düşünebilecek kadar, keskin bir
surette sınırlanmıştır. Böyle menfi bir d a v r a n ı ş normaldir v e teme­
linde daima »Güç-nefs — M acht-Subjekt» ifade eden ve karşı k a r ­
şıya bulunan münasebetler mevcut qlup cemiyeti huzur halinde gös­
termektir. Hiçbir kimse diğeri için bir şey yapmaz, hiçbir kimse
diğerine bir şey k a z a n d ı r m a z ve vermek istemezn O zaman mesele
hep karşılıklı hizmet, karşııklı vermeden ibaret olacak, böyle yapan,
etrafını hiç değilse m ü s a v i düşünecektir.

Hatta alınabilecek eşya içinde karşılıklı v e r i l e r şeyin, ferdin ho­


şuna gitmesi zaruridir. Ç ü n k ü ancak daha iyi görüden bir şeyin elde
edilmesi ferdi tahrik eder v e ondan mukabil bir m a l ı n kopmasını te­
min eyler. F a k a t herhangi bir kimse bu irade ile birteşirse o zaman
şu netice kendiliğinden aşikâr olur; B gibi bir kimse için a eşyası
b eşyasından daha elverişli, keza A gibi bir kimse için de b eşyası
a eşyasından daha elverişlidir. F a k a t böyle bir münasebet olmaksızın
aynı zamanda a, b den v e b, a dan daha iyi olmaz. Y a l n ı z burada bir
mesele ortaya çıkıyor: umumiyetle bu gibi münasebetlerden m ü s ­
takil olan mallardan yahut eşya değerinden hangi m â n a d a bahsedi­
lebilir? B u n u n cevabı şudur: buradaki düşünce çerçevesi dahilinde
1

b ü t ü n mallar tıpkı onları kullanacak nefiser (Subjekte) gibi birbi­


rinden ayrı farzedilmiştir. B i r i s i , diğerlerini hariçte bırakarak, bir
şeye malik olmakta, ondan istifade etmektedir. Hakikatte hiçbir
müşterek mal yoktur. Müşterek m a l ı n mevcudiyeti ancak nefislerin
müşterekliği gibi b i r fiksiyon ile kabildir. B u ise aynı zamanda
müşterek bir nefse v e ona ait bir irade düşünülmesine bağlıdır. Müş-

II,ıl.uk t M ! •
terek değer bu müşterek nefse v e İradeye nisbet edilmelidir. B u gibi
fiksiyonlar ise kâfi sebepler olmaksızın, k a t edilemez. B u n u n için
k â f i sebep "Nesne — Gegenstand» nin verilmesi ve kabullenmesi
gibi basit bir fiilde bulunur. B u fiil vesilesile bir temas- ve binnetice
müşterek bir sahanın doğuşu hâdisesi v u k u a gelir. H e r İki nefis b u ­
nu istemekte ve isteklerinde bir trünsaksiyün zamanı devamınca s a ­
bit kalmaktadır. B u transaksiyon zamanı k a y b o l m a ğ a yüz tutan, y a ­
hut sıfıra müncer olan bir m ü d d e t olacağı gibi, tasavvurda mevcut
bir zaman u z u n l u ğ u n u d a ihtiva edebilir. B u zaman İçinde A dan
kopan parça, tamamile A nın irade ve hâkimiyeti altında değildir.
Fakat daha ß nin irade v e hâkimiyeti altına da girmemiştir. H e n ü z
A nın kısmı, keza B nin kısmî hâkimiyeti altındadır. O m a l h e r i k i
nefse, A ve B y e , onların iradeleri aynı şekilde, bu misalde görül­
d ü ğ ü gibi, kendilerine teveccüh ettiği nisbette, verme ve kabullen­
me iradesi sürdüçe bağlı b u l u n m a k t a d ı r . B u takdirde müşterek bir
mal, içtimaî bir değerdir. B u müşterek mala, içtimai değere teveccüh
eden, bağlı olan müşterek irade, aradaki fiilin t a m a m l a n m a s ı n ı ve
bitirilmesini her birinden talebeden vahdetli bir irade şeklinde düşü-
ünebililr. B u müşterek irade, nefisden alındığı v e y a ona verildiği
nisbette, bir vahdet olarak düşünülmelidir. Ç ü n k ü bir şeyi "Varola­
rak — Seindes», yahut »Şey — D i n g » olarak d ü ş ü n m e k l e vahdet
halinde d ü ş ü n m e k aynı şeydir. F a k a t burada mesele, böyle bir halin
(fiksiyon halinin) yalnız nazariye b a k ı m ı n d a n , ilmî düşynce b a k ı ­
m ı n d a n , ne kadar zaman süreceği, yahut, kendi zati düşüncesinde de
ne zaman m u a y y e n bir maksat vazedeceğidir. {Nefislerin bundan
başka olarak müşterek isteğe ve işe elverişli oldukları önceden far-
zedilmek şartile). Eğer v e r m e ve kabullenme fiilini yapan nefisler,
ilmi mânada obpektif olan keyfiyete, yalnız iştirak eden gibi d ü ­
şünüldükleri takdirde mesele yeniden muakis bir hal alır.
Herhalde her verme ve kabullenme fiilinin, g ö r ü l d ü ğ ü tarzda,
İçtimaî bir iradeyi z ı m n i olarak ihtiva etmesi gerektir. F a k a t böyle
bir aksiyon, kabul edilen m u k a b i l vermeden ibaret olan esas v e
maksat olmaksızın düşünülemez. B u aksiyon aynı zamanda meşrut
o l d u ğ u n d a n , binnetice, hiçbiri diğerine t a k a d d ü m edemez. A y n ı za­
manda isabet etmek mecburiyetindedirler. Yahut, —bu a y n ı d ü ş ü n ­
celeri başka bir suretle ifade ederek— kabullenme, kabul edilen bir
tıRrsatz» ın verilmesine müsavidir, ö y l e ki m ü b a d e l e bile, üzerinde
ittihat edilmiş ve tekleşmiş bir fiil olarak, tasarlanan içtimai iradenin
muhtevasını teşkil etmektedir. A y n i irade b a k ı m ı n d a n m ü b a d e l e edi­
len mallar ve değerler müsavidir. Müsavat onun h ü k m ü d ü r v e her
CEMAAT V E CEMİYET NAZ.^RIYESI 745

i nefs İçin, birleşmeler ile onu ortaya atmaları nisbetinde, mute­


berdir. B u muteberlik, bu yüzden, yalnız yalnız mübadelenin devamı,
m ü b a d e l e n i n başlama ve bitme zamanı içindir. B u tahdidat içinde
objektif, yahut u m u m i surette muteber olması için »herkes» tara­
f ı n d a n verilmiş h ü k ü m olarak gözükmesi lâzımdır. Herkes bu ferdi
iradeye sahip olmak mecburiyetindedir. Mübadele iradesi kendisini
umumiieştirir. T e k bir mübadele fiiiine herkes karışıyor ve onu tas­
dik ediyor: T e k bir m ü b a d e l e füli bu suretle mutlaJc-umumi oluyor.
B u tek fiilinin u m u m i l i ğ i bilâkis inkâr edilebilir: a = b o l m a y ı p
a < b , yahut a > b d i r . Y a n i eşya kendi hakiki değerlerine göre m ü b a ­
dele edilmemiş demektir. Hakikî değer, herkes b a k ı m ı n d a n u m u ­
m i bir içtimaî mal olarak d ü ş ü n ü l m e k l e vücuda gelen değerdir. B i r
kimsenin bir başkasındaki eşyayı daha yüksek veya d^ha aşağı tak­
dir edip etmediği müşahade edilir. Herkesin üzerinde gelişi güzel
değil, zarurî surette ittifak ettikleri doğru, makul eşya mevzuuba-
hıstir. O derecede ki değer hususunda hepsi birleşecek, afaki h ü k ü m
veren bir h â k i m i n ölçmesi, tartması ve bilmesi tarzında sistemli d ü ­
şünülecektir. B u vaziyette verilen h ü k m ü herkes, aynı akla ve aynı
afaki düşünceye malik olmak itibarile, kabul etmeli, ona göre dav­
ranmalı, binnetice aynı ö l ç ü y ü k u l l a n m a l ı , aynı tarltı ile tartmalı-
dır,

2ü — O b j e k t i f hassa olarak değer

Ş i m d i düşünülen mukayese içinde Ölçünün ve terazinin nasd


tasavvur edilebileceğini araştıralım. B u sağlam tetkikte miktarının
ifade edilmesi lâzım gelen ve ismine "değer» denen "hassa — E i ­
genschaft» yı biliyoruz. B u hassa artık bir mal olarak, reel bir nefis
tarafından ihsası alınan bir şey olmak sıfatiie anlaşılmamalıdır.
Ç ü n k ü aynı m a l a ait İhsasların başka başka olması, m a k u l m ü b a d e ­
lenin Scabettirdiği bir faraziyedir. Buna mukabil muhtelif şeylerin
afaki h ü k ü m itibarile bir değer müsavatına malik olmasını arıyoruz.
Tabiî takdir, aynı nev'e mensup olan eşyayı mukayese eder. Burada
münasebet, takdirin böyle bir şeyin fikrine müsait v e y a gayri m ü ­
sait görünmesine nazaran, ya tasdiki, yahut inkârı, ya daha kuvvetli,
y a daha zayıftır. B u m â n a d a kullanılan (en faydalı) eşyanın bazıları
zarurî, bazıları l ü z u m s u z , bazıları pek faydalı, nihayet bazılarım
çok zararlı göstermek için u m u m î kategorileri de vücuda getirile­
bilir. Fakat bunun için insanlık, bir b ü t ü n gibi. yahut fert gibi ya-
şıyan ve binnetice ihtiyaçları olan bir insanlar cemaati halinde d ü ­
şünülmelidir. Bazıları iradelerine sahip o l m a l ı , binnetice fayda v e
zararları biçmeli. ( Ç ü n k ü h ü k ü m a y n ı zamanda enfüsî olarfak d a
«tasavvur edilecektir). F a k a t m ü b a d e l e edilen i k i şeyin değerinin m ü ­
savatı iddia edilirse bu aynı m ü s a v a t ı n bir b ü t ü n için aynı şekilde
faydalı, yahut zaruri olacağı demek değildir. Ç ü n k ü o zaman biri­
sinin mutlak surette zararlı şeyleri satın alacağı i m k â n ı da tasavvur
edilmelidir. F a k a t böyle bir şey İşitilmemiş, ham hayale müstenit
bir şey olacaktı. O zaman verilen h ü k ü m , insiyaklar tarafından tayin
edilmiş olduğu gibi, yanlış o l d u ğ u , birisinin haddizatinde zararlı
olan bir şeyi m ü b a d e l e ile ele geçirdiği haklı olarak ileri s ü r ü l m e l i .
F a k a t amele için zararlı olan r a k ı , taktirci için içemiyp sattığı tak­
dirde tamamen faydalıdır. O halde bir şeyin içtimai değere sahip
olması için yalnız onun bir taraftan başkasına karşı inhisar hakkına
sahip olunması, öte taraftan herhangi bir insan zümresi tarafından
arzu edilmesi gerektir. B ü t ü n diğer hassalar ehemmiyetsiz kalırlar.
B i r şeyin bir miktar kıymete malik olması hiçbir zaman onun b ü y ü k
bir faydayı ihtiva etmesi demek değildir. K ı y m e t afaki bir halita­
dır: g ö r m e ve dokunma duygusu için uzunluk, dokunma ve adalâ
hassaları için a ğ ı r l ı k . n e ise, içtima! vakıaları' kavrıyan v e düşünen
anlayış için de değer aynı şeydir. A y n ı insan eşyayı gözönüne alır,
onların çabuk istihsal edilip edilmediğini, yahut çok zamana İhtiyaç
hissettirip ettirmediğini, kolayca elde edilmek yahut çok zahmetlere
malolmak cihetlerini yoklar. O eşyanın mevcudiyetri i m k â n l a r ı n ı
ölçer v e ihtimal İye tleri tesbit eder. B u , değerin yegâne, m a k u l mü-
bedeleci için enfüsi, içinde m ü b a d e l e n i n y a p ü d ı ğ ı cemiyet için mut­
lak olan bir kıstas, bir kriteriyumdur.

21 — İ r a d e mefhumunun tayini

Hakikî surette anlaşılması ou makalenin b ü t ü n muhteviyatınca


istenen beşerî irade m e f h u m u iki m â n a d a anlaşılmalıdır. Beşeri olan
her ruhi tesir düşüncenin iştirakile gösterildiğinden dolayı iki çeşit
irade ayırdediyoruz: düşünceyi ihtiva etmek itibarile irade, iradeyi
ihtiva etmek itibarile düşünce. Bunlardan her biri his, insiyak, ar­
zu başkalıklarının vahdet arzettiği mütesanit bir b ü t ü n (ein zusam¬
menhangendes Ganzes) gösterir. F a k a t bu vahdet birinci mefhumda
(yani düşünceyi ihtiva eden iradede) şe'nî ( r e a l ) , yahut tabiî, ikinci
mefhumda (yani iradeyi ihtiva eden düşüncede) İse f i k r i (ideelE),
yahut yapma, yapılmış (gemaehle) olarak anlaşılmalıdır. İnsanın bi-
CEMAAT V E CEMİYET NAZARİYESİ 747

rinci şıktaki iradesine «Öz-irade — Wesenwilieii, ikinci şıktaki ira­


desine de »Karar-irade — K u r w i l l e » ismini veriyoruz.

22 — Düşünce ile münasebetleri

Öz-irade dediğimiz şey, insan bedeninin psikolojik muadilini,


yahut, düşüncenin kendisinde ait o l d u ğ u şahsiyet şekli altında d ü ­
ş ü n ü l m ü ş olması nisbetinde hayat vahdeti prensipini teşkil eder.
(Quatenus sub attributo cogitationis concipitur) Uzviyetin d i m a ğ
hücrelerini ihtiva etmesi kabilinden bu öz-irade de düşünceyi muhte­
vidir. B u düşüncenin tenbihleri, düşünceye tekabül eden fizyolojik
faaliyet olarak tasavvur edilmelidir. (Şüphesiz lisan merkezi de bu­
na dahildir). Karar-iradeye gelince, düşüncenuı kendisinin bir «Şe­
kil — Gebilde» İdir. B u şekle, şe'niyet i başkaları tarafından bilin­
miş ve kabul edilmiş olsa bile ancak kendi asıl sahibi — k i düşünce­
nin k a y n a ğ ı olan «nefs — Subjekt» dir— bakımından hakiki bir
şe'niyet atfedilir. İradenin birbirinden bu kadar başka olan mefhum­
ları arasında müşterek bir taraf yok değildir: her İki çeşit irade de
faaliyetlerin illetleri v e vaziyetleri olarak düşünülürler. Binnetice
mevcudiyetlerinden, sahiplerinin muayyen bu davranışına ait seciye
ve hassadan ihtimali, birbirlerini meşrut kılan şerait altında zarurî
istintaçlar yapmak i m k â n ı da vardır. F a k a t ne olursa olsun öz-irade-
nin destekleri mazidedir, ve olan (werdende) bir şey gibi maziye da­
yanarak aydınlatılmalıdır. Karar-irade, ancak ait olduğu istikbal va-
sıtasile anlaşılabilir. Kısası öd-irade, karao-iradeyi tohum halinde,
karar-irade öz*iradeyi imaj halinde ihtiva etmektedirler.

23 — F a a l i y e t ile münasebetleri

Öz-iradenin de taallûk ettiği faaliyetle olan münasebeti, emekle


emeği kullanan kuvvetin birbirlerine olan münasebeti gibidir. B u
yüzden faili olarak ferdi bir beşer uzviyeti anlaşılan her faaliyette
Öz-iradenin herhangi bir »Şekillenme — Gestaltung» si zaruri suret­
le beraberce cereyan etmiştir.
R u h i y a t mânasında böyle bir ferdiyeti yapan da tam bu nokta­
dır, öz-irade aksiyona, harekete dahil, onun içindedir. Öz-irade mef­
humunu doğru bir surette k a v r a m a k İçin harici eşyanın müstakil
varlığından y ü z çevirmeli» onun ihsası, yahut tecrübesi yalnız en-
füsi realitesinde anlaşılmalıdır. O zaman burada yalnız r u h i şe'niyet
ve ruhi illiyet mevcuttur, b u n u n mânası şudur: yalnız varlık, İn­
siyak, faaliyet duygularının " Y a n y a n a bulunuşu — Koexistenz" ve
«Birbiri ardısıra gelişi — Sukzesaiom», b ü t ü n l ü k l e r i v e bağlılıkları
içinde bu ferdi mevcudiyetin ilk ana tohum istidatlarının neticesi
olarak düşünülebilir. A y n ı zamanda bu halin hususi inkişafı ihsas­
ların maddesile de çok «şartlanmış — bedingt», binnetice tadil edil­
m i ş olur. Karar-iradeye gelince o, ait olduğu işleme v e faaliyetten
Öncedir v e onun haricinde kalır. Karar-İrade, düşünce â l e m i n d e — y a ­
ni mücerret olarak— m e v z u olan bir varlıktan baş.ka bir şeye malik
değil iken, faaliyet kendi t a h a k k u k u itibarile onunla münasebette­
dir. H e r ikisinin (yani karar-irade üe faaliyetin) süjesi, (her
zaman hareketsiz tasarlanacak olan) bedeni, dıştan gelme hamleler­
le harekete getirir. B u vaziyetteki nefs, bir tecrittir, b ü t ü n diğer
hassalarından sıyrılmış olmak sıfatile bir beşeri ı B e n — îchı» dır,
as itibarile düşünülerek kavranılacaktır: mücerret nefsten gelen
ü m k ü n (muhtemel yahut m u h a k k a k ) neticeleri tasarlayarak, fikri
ölçü olarak elde tutulacak nihaî bir neticeyi ölçerek,, sonra bu gibi
m ü m k ü n tesirleri ayırıp nizama sokarak, müstakbel bir geçiş hali
için şe'niyet içinde onu tayin ederek kavranılacaktır; İşte bu mefhu­
m a göre düşünce, mekanik bir zorlamada o l d u ğ u gibi, asaplar v e
adaleler ve binnetice beden azalarına b u ameliyelerle tesir eder.
Böyle bir tasavvur ancak fizik, yahut fiziyolojîk bîr telâkki içinde
tahakkuk edebilecek o l d u ğ u n d a n , düşüncenin kendisinin hareket,
yani dimağ fonksiyonu, d i m a ğ ı n da haricî-hakiki, bir m e k â n işgal
eden «Şey — Dingu gibi anlaşılması matluptur.

Çeviren: P r o / , Dr, Fındıkoğlu

You might also like