You are on page 1of 7

SİYASAL KÜLTÜR TEORİSİNİN BİR KAVRAMI OLARAK ORTAK TARİH

OSMAN KARATAY

Siyasetten arındırılmış tarihin sadece bir temenni olarak kaldığı bir dünyada
yaşıyoruz. Tarihin siyasetten arındırılması gerektiğini söyleyenlerin bundaki
kasıtlarının da kendilerinin dâhil olmadığı veya muhalefet ettikleri siyasetler olduğu
görülüyor. Siyasetin emri ve etkisi altındaki bir tarihin bilim niteliğinin kalmayacağı,
kalmadığı ortadadır. Birincil varlık sebebi olarak siyaseti etkilemeyi amaçlayan bir
tarih üretimi de bundan çok farklı bir nitelik kazanmayacaktır. Bu açmazlar karşısında
biz genellikle en doğru yol olduğu görülen orta yolun takip edilmesi, tarihin bilimsel
çerçevede tarihçiler tarafından işlenmesi ve sonuçlarının siyasal karar alıcıların
takdirlerine bırakılmasının en makul tutum olacağı kanaatimizi vurgulamak istiyoruz.

Eğer güncelde reel-politik bir tutum arzulanıyor ve izleniyorsa, tarihi


hükümlerin de gerçekçi olması beklenecektir. Burada tarihteki birşeylerin hoşa gitmesi
veya gitmemesi gibi bir konuşmaya yer kalmaz. Hoşa gitmeyen şeyler de sonuçta reel-
politik tutumların belirlenmesine malzeme taşıyacak veya dayanak olacaktır. Ama
artık çok geçmişte kalması gerektiğini düşündüğümüz romantik tutum esas alınacaksa,
tarihçinin de cımbızını çokça kullanması gerekecektir. Bu ise bilimsellikten uzaklaşma
anlamına gelir. Konuyu öncelikle bir bilim alanı olarak tarihçiliğin hakkını vermek
noktasında ele almak bu bakımdan elzemdir.
Siyaset tarihsel bir süreçte şekillenmiş toplumsal hafızaya hitap ediyorsa, tarihi
süreç, olay ve olguların siyasetin ilgi ve kapsama alanı dışında olmasını bekleyemeyiz.
Sonuçta bugün dâhil olunan veya ilgi duyulan siyasal kültürün atıfları ve dahi
kurucuları geçmiştedir ve bu geçmişin uzak veya yakın olmasının işlevsel bir farkı
bulunmamaktadır. Sadece işin doğasına uygun olarak yakın geçmiştekileri daha çok
tartışıyor ve uzak geçmiştekileri daha az tartışmalı olarak kabul ediyoruz. Bu, siyasetin
yapıcı ve takipçilerinin dünyasına ait bir gerçekliktir. Bilim dünyasında ise az bilinen


Prof. Dr. Osman Karatay, Ege Üniversitesi, TDAE, Bornova – İzmir, ORCID: 0000-0002-1566-3283,
karatay.osman@gmail.com.
uzak geçmiş daha çok tartışılır ve çok bilinen yakın geçmişte direkler sabit tutulup
ayrıntılar üzerinde durulur.
Bir memleketteki siyasal kültürün birleştirici öğelerinin veya doğasının daha
çok ve belirgin olmasını dileyen ‘iyi niyetli’ siyasiler ve karar alıcıların beklentisi de
ortak tarihin gür seslendirilmesi ve iyi bilinmesi olacaktır. Ortak tarih aynı zamanda
gerçek tarihe en fazla yaklaşılan zemini teşkil edecektir. Gerçeğin bütünleştirici
vasfının öne çıkması bu bakımdan düşündürücüdür ve bunun karşıt anlamıyla ‘yalan
söyleyen tarihin’ ayrıştırıcı mizacı ortaya çıkmaktadır. Ne şekilde olursa olsun, tarih
bilgisi üzerindeki bilimsellikten ve dolayısıyla gerçeklikten uzaklaştırıcı tüm
yaklaşımların aynı zamanda ayrıştırıcı amaç ve sonuçlara hizmet ettiğini belirtmeliyiz.

Ortak tarih bugün uluslararası veya ulus ötesi alanın bir meşgalesi olarak
görülüyor. Yani bir ulusun diğerleriyle paylaştığı bir tarih sözkonusudur. Örneğin
Haçlı seferleri Batı Avrupa’nın, Kiril ve Methodius’un faaliyetleri ise Doğu
Avrupa’nın ortak tarihine dâhildir. Alan genişledikçe ortaklıklar artıyor. Bu bağlamda
eski Yunan ve Roma Avrupa medeniyetinin ortak kökünde bulunuyor ve bugün
Yunanlıların veya geçmişte Bizans’ın Ortodoks Ortodoks oluşunun ya da bugünkü
Avrupa’nın başat güçlerinin Roma’yı yıkan barbar German dünyadan gelişinin bir
önemi bulunmuyor. Bu yüzden Goethe’nin Faust’u Yunan mitolojisinden öğelerle
şekilleniyor ve hatta Almanya’nın 20. yy’ın ilk yarısında Avrupa’ya yaptığı herşey göz
ardı edilerek Beethoven’ın 9. Senfonisi’nden bir bölüm Avrupa ruhunun ezgisel
simgesi olarak benimseniyor.

Bu noktada ortak tarihin bir gerçeklik mi, yoksa inşa mı olduğu sorusu
gündeme gelecektir. Başlangıçta sadece tarih vardı; ortak tarih sonradan oluşturulmuş
bir değişkenlikten ibarettir noktasına geliyoruz. Bu da yine nihayetinde gelip siyasi
tutum ve yaklaşımlarla ilişkileniyor. Bugün bir siyasi anlayış hâkim hale geldiyse, ona
hizmet edecek geçmişten öğeler öne çıkıyor. Bunlar olumlu veya olumsuz olabilir.
Atilla da sonuçta olumsuzluğu ile Avrupa’nın ortak tarihinin bir parçasıdır.
Dolayısıyla, üretilen bir olgu olarak ortak tarihin gerçekte varlığı sorgulanır hale
geliyor. Bunun ise tarihçiyi töhmet altında bırakacağı açıktır, zira olmayanı oldurmaya
çalışmakla siyasetin hizmetinde, hatta dümeninde bir konum kazanmış hale geliyor.
Burada bir haksızlığa kapı açılıyor. Bir bilim adamının kendi ulusunun
hizmetinde olması tabiidir ve beklenen şeydir. Sınırları bilimsellik çizmelidir.
Olmayanı oldurmak gerçekte var olan ama farkında olunmayan birşeyi göz önüne
sermeyi de içerecek midir? Öte yandan, tarihte farkında olunmayan bir gerçeklik
doğrudan bir ortak tarihin nesnesi olabilir. Bunu öne çıkartan kimseyi, gerçekliğin
kendisini sorgulamadıkça, bir inşa faaliyeti ile suçlayamayız.
Milliyetçi düşünce de etnos veya devlet sınırlarının ötesinde paydaşlar ve
ortaklıklar arayacaktır. Milliyetçiliğin beynelmilel mizacı göz ardı edilmemelidir.
Adolf Hitler’in aslında günümüzdeki İranî ve Hindî nüfusun dilsel atalarının adı olan
ve German kitlesiyle onomastik bir ilgisi bulunmayan Ari kelimesini kullanması
bununla ilgilidir. Üstün Alman ırkı fikrini tarih öncesi dönemlerde Asya’nın güneybatı
çeyreğini işgal ederek kendi rengine boyamış Arilerin diğerlerine göre üstün oluşuyla
telif etmekte bu noktada çelişki bulunmuyor. Vaki olan şey ortak tarih arayışının
kesintisiz ve her türlü siyasal ortamda sürmesidir.
Ortak tarihi üzerinde siyasi açıdan uzlaşılan bir milli tarih olarak anlayamayız.
Tarih tarihtir ve uzlaşma bilimsellik üzerinden olur. Öbür türlü, üzerinde uzlaşılan
zeminin zamanla kayması tarihi de kaydıracaktır. Bu ise ortak tarihin gerçek tarihle
olması gereken organik ilişkisini inkıtaa uğratacak ve üretilmiş tarih niteliğini daha da
artıracaktır. Üretilmiş tarih ise doğrudan siyasetin oyuncağıdır ve bilim sınırlarının
dışında kalmaktadır. Bu bakımdan ortak tarih milli tarihin beynelmilel uzantılarının bir
konusu olmak durumundadır. Burada da ortakların kim olduğu sorusu gündeme
gelecektir.
Eski Türk tarihi noktasından bakıldığında ortak ve geniş bir Avrasya tarihsel
sürecinin işlediği görülür ve sadece Macarlar ve Moğollar gibi akraba halklar değil,
Soğdlar, Alanlar ve Tibetliler gibi komşu halklar da bu tarihin ortakları arasında yer
alır. Fakat bu durum bu halkların tüm tarihini külliyen Türk tarihinin bir parçası
yapmaz. Aynı şekilde, İslam’ı kabulden sonra Türk tarihi İslam tarihinin bir parçası
haline gelir ve diğer Müslüman halklarla ortaklaşmalar olur. Bu halkların İslamî
dönemde olsa dahi bütün tarihleri de Türk tarihinin bir parçası haline gelmez. Endülüs
veya Mağrib’de olanlar İslam tarihinin veya Afrika veya Avrupa veya genel Dünya
tarihinin bir konusudur, fakat Türk tarihi içinde yeri bulunmaz.
O halde biz ortak Türk tarihini etkileşim içinde bulundukları halklarla birlikte
bütün Türklerin tarihi olarak yorumlamak durumundayız. Günümüzde Türk halkları
büyük ölçüde son beş asrın ürünü olmak üzere, uluslaşma sürecine girmişlerdir (Tatar,
Kazak, Özbek vb.). Bazıları daha eski dönemlerden gelen bir mevcudiyeti
sürdürmektedir (Kırgız, Uygur, Başkurt vb.). Yakın tarih toplumlar için daima daha
organik ve daha çok ilgiye müstahak olduğu için, yakın zamana geldikçe ortaklık
vurgusu azalır ve dağınıklaşır. Bu yüzden, genel ilgiye mazhar olması beklenen ortak
tarihin bitiş noktasını tespit önem arz ediyor.

Bu işte en çok belirleyici nitelikte iki etken bulunuyor. Tarihi süreç ve dil birliği
konusu. Coğrafyanın buna dâhil olması beklenir ama Türkler çok eski zamanlardan
beri çok geniş ve dağınık bir coğrafyada, açıkçası eski dünyanın hemen her yerinde
varlık sergiledikleri için, coğrafi yaklaşım ortaklık derecesini belirlemede işi çıkmaza
sokacaktır. Ayrıca, örneğin Kore’deki meselelerle meşgul olan Göktürklerin Macar
ovasında yerleşmiş Avarları dikkatle takip etmeleri, bölgesellik gibi bir kıstası Türk
tarihi içinde öne almanın zorluğu veya gereksizliğini göstermektedir. Daha öte bir
ifadeyle, Mançurya ve Macar ovaları arasında uzanan uçsuz bucaksız Avrasya düzlüğü
Türk tarihinin işleyiş sahasıdır ve bu geniş arazinin neredeyse her noktası aynı
önemdeki tarihi süreçlerin mekânı olmuştur. Bu sebeple, Avrasya çapındaki etkileşimli
tarihin işlediği dönemin sonunu ortak Türk tarihi evresinin sonu olarak işaretlemekte
sakınca bulunmaz diye düşünüyoruz.

Bunun için iki seçenek bulunuyor. Moğol istilası ikibin yılı geçkin bir zaman
boyunca değişmeyen bir kalıp içinde tezahür eden Avrasya’daki tarihi süreci
sonlandırmış, kendi rengini vurmuştur. Bu istilanın öncesi ve sonrası tamamen
farklıdır. Bunun Türk dil birliğinin sona ermesiyle eşzamanlılığı da böyle bir
işaretleme yapmakta bize hak veriyor. Lakin Moğol istilasından sonraki dönem de
tamamen Türk tarihinin öğesidir, hatta varis Cengizli devletleri tamamen
Türk/Türkleşmiş yapılardır.
Öte yandan, dil birliğinin sona ermesi ile Moğol istilasının doğrudan bir ilgisi
bulunmaz, buna karşılık geç Cengizli devletleriyle başat giden uluslaşma süreçlerinin
dil veya lehçe sınırlarını keskinleştirdiği ve günümüzdeki görünümü ortaya çıkardığı
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yani birliği ortadan kaldıran şey Moğol istilasının kendisi
değil, sonraki çağlarda Avrasya sahasında etkinlik gösteren uzun ömürlü Cengizli ve
Türkmen devletleri olarak gözüküyor.

Gerçekten de 15. yüzyılla birlikte günümüzdeki yapının nüveleri ortaya çıkıyor


ve belli bir istikrar içinde bunu kemikleştiriyor. Öncelikle Orta Türkmenlik diye tarif
etmek istediğimiz İran ve Azerbaycan çevresinin Türklüğü Cengizli döneminin tüm
kalıntılarını atarak ayağa kalkıyor ve doğuya kapıları kapatıyor. Artık doğudan ne bir
Timur geliyor ne de Şeybani Han gibi bunu deneyenler başarılı olabiliyor. Orta
Türkmenlik devlet-mezhep mihverinde Batı Türkmenliğiyle de sınırları çiziyor. Öte
yandan, daha erken başlayan bir süreçte Batı Türkmenliği Osmanlı’nın şahsında daha
önce hiç görülmemiş bir yapıya ulaşıyor.

Orta Asya’da ise Timurluların son dönemlerinde günümüze kalacak yapı


yerleşiyor. Özbeklerin Timurluları kovmasını sadece bu yapı içerisindeki bir iktidar
değişikliği olarak görebiliriz. Bu yapı şimdiki Özbek kimliğini oluşturuyor ve
pekiştiriyor. 15. yy’da Timurlu iktidar sahasının dışında kalmış bozkır bölgesindeki
Cengizli soyundan hanların faaliyetleri ise günümüze Kazakları miras bırakıyor.
Büyük ölçüde en baştan Moğolların müttefiki olmaları sayesinde birliklerini koruyan
Kırgızlar da bu Kazaklaşma sürecinin ne tam içinde ne de dışında olarak şimdiki
yurtlarına yerleşiyorlar. Altınorda sahasında ise süreç Tatar kimliğinin tüm Türk
nüfusa teşmili şeklinde işliyor. Sadece bu kimliğin bir alt birimi olarak
niteleyebileceğimiz, Kafkas bozkırlarındaki göçebe tarzın tezahürü olarak Nogaylık
ortaya çıkıyor.
Biz bu süreçlerin kimlik ve dil bağlamındaki ürünlerinin belirginlikten öte
kesinlik kazandığı dönemi ortak Türk döneminin sonu olarak işaretlemeyi öneriyoruz.
Bunu kolaylık içerecek bir tarihlemeyle 1500 yılı olarak yazabiliriz. İlginç şekilde, bu
dönemi takip eden çağ Türklüğün bütün tarih içindeki en muhteşem çağını teşkil eder.
16. yy Türk asrıdır. Atlas Okyanusu kıyılarına ulaşmış dünyanın en büyük devleti olan
Osmanlı’nın Akdeniz devleti kimliği, en eski çağlardan beri Türk tarih sahnesine dâhil
olan Macar ovasını da hariçte tutmuyordu. Safeviler tam manasıyla Türk bir devleti
olarak İran ve çevresine hâkimdiler. Orta Asya’dan kovulan Timurlular Babür’ün
şahsında Hindistan’da yüzyıllarca sürecek bir devlet kurmuşlardı. Orta Asya’nın
güney/yerleşik şeridi Özbek, bozkır sahası ise Kazak hanlıklarının idaresindeydi.
Cengizli iktidar mirasının sürdüğü Doğu Türkistan bağımsızdı. Altınorda sahasında ise
yükselen Rusluk karşısında gerileme emareleri 15. yy’da çoktan kendini gösterse de,
hala güçlü Tatar hanlıkları bulunuyordu. Ama artık ortak dönem bitmişti.

Özetlersek, geniş açıdan bütün Türklerin bütün tarihleri Türk tarihinin


konusunu teşkil eder. İşleyiş açısından ise yerelleşmenin kesin hatlarla yerleştiği 15.
yy sonunu ortak Türk tarihinin sonu olarak belirlemeliyiz. Bunun öncesi, eğer
tartışılacaksa ve itiraz edilecekse de, 12. yy öncesi günümüzdeki bütün Türklerin
sahibi ve varisi olduğu tarihi dönemi teşkil eder. Bunlar birleştirici niteliktedir ve özel
vurguyu hak eder. Bunları önemsemeyip sonraki dönemden kişi, olay ve olguları öne
çıkartan yaklaşımlar haliyle ayrıştırıcı olacaktır. Elbette Atatürk veya Resulzade veya
Osman Batur veya Alaş Orda veya Ceditçilik Türk dünyası bütünü açısından ayrıştırıcı
değillerdir, olamazlar. Bu tarihi değerleri ortak Türk tarihi dönemi ile birlikte
değerlendirmek gerekmektedir. Şahin Bey’in Gaziantep için önemi Samsun için
öneminden haliyle fazla algılanacaktır. Aynı şekilde Atatürk de Türkiye için haliyle
Azerbaycan’dan farklı bir yere sahiptir. Bu sadece doğal bir vurgudur. Birleştirici olan
şey Atatürk’ü binlerce yıllık Türk tarihinin bir parçası, bu süreklilik içindeki bir zirve
olarak görmek olacaktır. Yani iş milli tarihi yerel tarihe indirgememekte başlıyor. Milli
tarih kökü çok derinlerdeki bir ortak tarihin bir dalıdır.
Bugün Türkçe veya Türk lehçeleri ve dilleri konuşan herkesi ‘Türk milleti’
tanımı altında toparlamak mümkün gözükmüyor. Konu diğer toplulukların Türk adını
kullanıp kullanmaması değil, her coğrafyada bahsettiğimiz uluslaşma süreçlerinin
sonucu olarak mevcut yapıların çıkmış olmasıdır. İsim birliği çok sonraki, belki acil
ihtiyaç olmayan bir konudur. Zira bugün Slovak ve Slovenler aslında aynı ismi
kullanıyorlar ama bu onların ayrı uluslar olmasını engellemiyor. Türk
topluluklarındaki uluslaşma süreçlerini geri döndürmek gibi bir hedef de gerçekçi ve
yerinde olmayacaktır. Bunun yerine ortak tarih vurgusu ile ‘fikirde birlik’ aşamasının
tesisi daha elzemdir. Bunu doğal olarak ‘işte birlik’ takip edecektir. Fikirde ve işte
birliğe kavuşmuş bir Türk dünyasında ‘dilde birlik’ hele de günümüzdeki iletişim ve
etkileşim ortamlarında kendiliğinden gelecek bir neticedir.

Öte yandan, sırf bugün yaşanılan topraklarda hak iddia etmek için ortak tarihi
görmezden gelerek eski dönemler ile mevcut topluluk arasında bağlantı kurmaya
dönük çabaların tüm bu amaçların aleyhine sonuçlara götüreceği uyarısıyla yazımızı
bitirmek istiyoruz. Albanların veya Partların Türklükle ilişkisinin araştırılması ayrı bir
konudur, fakat Selçuklu dönemindeki gerçekliği görmeyerek şimdiki Azerbaycan ve
Türkmenistan ahalisini sırasıyla doğrudan Alban veya Partlara bağlamak diğer Türk
topluluklarıyla bağlantıyı koparacaktır. Bunun vaki gerçekliği inkâr eden bilim dışılığı
ortadadır, ancak siyaset her zaman bilimselliği almadığı için, sahada büyük heyecan
üretip fikirde ve işte kendi yolunu çizmiş ayrıştırıcı süreçlere zemin hazırlama tehlikesi
bulunmaktadır. Bunu önlemenin yolu ortak tarihin birleştiriciliğine tutunmaktan
geçmektedir.

You might also like