Professional Documents
Culture Documents
Si̇yasal Kültür Teori̇si̇ni̇n Bi̇r Kavrami Olarak Ortak Tari̇h
Si̇yasal Kültür Teori̇si̇ni̇n Bi̇r Kavrami Olarak Ortak Tari̇h
OSMAN KARATAY
Siyasetten arındırılmış tarihin sadece bir temenni olarak kaldığı bir dünyada
yaşıyoruz. Tarihin siyasetten arındırılması gerektiğini söyleyenlerin bundaki
kasıtlarının da kendilerinin dâhil olmadığı veya muhalefet ettikleri siyasetler olduğu
görülüyor. Siyasetin emri ve etkisi altındaki bir tarihin bilim niteliğinin kalmayacağı,
kalmadığı ortadadır. Birincil varlık sebebi olarak siyaseti etkilemeyi amaçlayan bir
tarih üretimi de bundan çok farklı bir nitelik kazanmayacaktır. Bu açmazlar karşısında
biz genellikle en doğru yol olduğu görülen orta yolun takip edilmesi, tarihin bilimsel
çerçevede tarihçiler tarafından işlenmesi ve sonuçlarının siyasal karar alıcıların
takdirlerine bırakılmasının en makul tutum olacağı kanaatimizi vurgulamak istiyoruz.
Prof. Dr. Osman Karatay, Ege Üniversitesi, TDAE, Bornova – İzmir, ORCID: 0000-0002-1566-3283,
karatay.osman@gmail.com.
uzak geçmiş daha çok tartışılır ve çok bilinen yakın geçmişte direkler sabit tutulup
ayrıntılar üzerinde durulur.
Bir memleketteki siyasal kültürün birleştirici öğelerinin veya doğasının daha
çok ve belirgin olmasını dileyen ‘iyi niyetli’ siyasiler ve karar alıcıların beklentisi de
ortak tarihin gür seslendirilmesi ve iyi bilinmesi olacaktır. Ortak tarih aynı zamanda
gerçek tarihe en fazla yaklaşılan zemini teşkil edecektir. Gerçeğin bütünleştirici
vasfının öne çıkması bu bakımdan düşündürücüdür ve bunun karşıt anlamıyla ‘yalan
söyleyen tarihin’ ayrıştırıcı mizacı ortaya çıkmaktadır. Ne şekilde olursa olsun, tarih
bilgisi üzerindeki bilimsellikten ve dolayısıyla gerçeklikten uzaklaştırıcı tüm
yaklaşımların aynı zamanda ayrıştırıcı amaç ve sonuçlara hizmet ettiğini belirtmeliyiz.
Ortak tarih bugün uluslararası veya ulus ötesi alanın bir meşgalesi olarak
görülüyor. Yani bir ulusun diğerleriyle paylaştığı bir tarih sözkonusudur. Örneğin
Haçlı seferleri Batı Avrupa’nın, Kiril ve Methodius’un faaliyetleri ise Doğu
Avrupa’nın ortak tarihine dâhildir. Alan genişledikçe ortaklıklar artıyor. Bu bağlamda
eski Yunan ve Roma Avrupa medeniyetinin ortak kökünde bulunuyor ve bugün
Yunanlıların veya geçmişte Bizans’ın Ortodoks Ortodoks oluşunun ya da bugünkü
Avrupa’nın başat güçlerinin Roma’yı yıkan barbar German dünyadan gelişinin bir
önemi bulunmuyor. Bu yüzden Goethe’nin Faust’u Yunan mitolojisinden öğelerle
şekilleniyor ve hatta Almanya’nın 20. yy’ın ilk yarısında Avrupa’ya yaptığı herşey göz
ardı edilerek Beethoven’ın 9. Senfonisi’nden bir bölüm Avrupa ruhunun ezgisel
simgesi olarak benimseniyor.
Bu noktada ortak tarihin bir gerçeklik mi, yoksa inşa mı olduğu sorusu
gündeme gelecektir. Başlangıçta sadece tarih vardı; ortak tarih sonradan oluşturulmuş
bir değişkenlikten ibarettir noktasına geliyoruz. Bu da yine nihayetinde gelip siyasi
tutum ve yaklaşımlarla ilişkileniyor. Bugün bir siyasi anlayış hâkim hale geldiyse, ona
hizmet edecek geçmişten öğeler öne çıkıyor. Bunlar olumlu veya olumsuz olabilir.
Atilla da sonuçta olumsuzluğu ile Avrupa’nın ortak tarihinin bir parçasıdır.
Dolayısıyla, üretilen bir olgu olarak ortak tarihin gerçekte varlığı sorgulanır hale
geliyor. Bunun ise tarihçiyi töhmet altında bırakacağı açıktır, zira olmayanı oldurmaya
çalışmakla siyasetin hizmetinde, hatta dümeninde bir konum kazanmış hale geliyor.
Burada bir haksızlığa kapı açılıyor. Bir bilim adamının kendi ulusunun
hizmetinde olması tabiidir ve beklenen şeydir. Sınırları bilimsellik çizmelidir.
Olmayanı oldurmak gerçekte var olan ama farkında olunmayan birşeyi göz önüne
sermeyi de içerecek midir? Öte yandan, tarihte farkında olunmayan bir gerçeklik
doğrudan bir ortak tarihin nesnesi olabilir. Bunu öne çıkartan kimseyi, gerçekliğin
kendisini sorgulamadıkça, bir inşa faaliyeti ile suçlayamayız.
Milliyetçi düşünce de etnos veya devlet sınırlarının ötesinde paydaşlar ve
ortaklıklar arayacaktır. Milliyetçiliğin beynelmilel mizacı göz ardı edilmemelidir.
Adolf Hitler’in aslında günümüzdeki İranî ve Hindî nüfusun dilsel atalarının adı olan
ve German kitlesiyle onomastik bir ilgisi bulunmayan Ari kelimesini kullanması
bununla ilgilidir. Üstün Alman ırkı fikrini tarih öncesi dönemlerde Asya’nın güneybatı
çeyreğini işgal ederek kendi rengine boyamış Arilerin diğerlerine göre üstün oluşuyla
telif etmekte bu noktada çelişki bulunmuyor. Vaki olan şey ortak tarih arayışının
kesintisiz ve her türlü siyasal ortamda sürmesidir.
Ortak tarihi üzerinde siyasi açıdan uzlaşılan bir milli tarih olarak anlayamayız.
Tarih tarihtir ve uzlaşma bilimsellik üzerinden olur. Öbür türlü, üzerinde uzlaşılan
zeminin zamanla kayması tarihi de kaydıracaktır. Bu ise ortak tarihin gerçek tarihle
olması gereken organik ilişkisini inkıtaa uğratacak ve üretilmiş tarih niteliğini daha da
artıracaktır. Üretilmiş tarih ise doğrudan siyasetin oyuncağıdır ve bilim sınırlarının
dışında kalmaktadır. Bu bakımdan ortak tarih milli tarihin beynelmilel uzantılarının bir
konusu olmak durumundadır. Burada da ortakların kim olduğu sorusu gündeme
gelecektir.
Eski Türk tarihi noktasından bakıldığında ortak ve geniş bir Avrasya tarihsel
sürecinin işlediği görülür ve sadece Macarlar ve Moğollar gibi akraba halklar değil,
Soğdlar, Alanlar ve Tibetliler gibi komşu halklar da bu tarihin ortakları arasında yer
alır. Fakat bu durum bu halkların tüm tarihini külliyen Türk tarihinin bir parçası
yapmaz. Aynı şekilde, İslam’ı kabulden sonra Türk tarihi İslam tarihinin bir parçası
haline gelir ve diğer Müslüman halklarla ortaklaşmalar olur. Bu halkların İslamî
dönemde olsa dahi bütün tarihleri de Türk tarihinin bir parçası haline gelmez. Endülüs
veya Mağrib’de olanlar İslam tarihinin veya Afrika veya Avrupa veya genel Dünya
tarihinin bir konusudur, fakat Türk tarihi içinde yeri bulunmaz.
O halde biz ortak Türk tarihini etkileşim içinde bulundukları halklarla birlikte
bütün Türklerin tarihi olarak yorumlamak durumundayız. Günümüzde Türk halkları
büyük ölçüde son beş asrın ürünü olmak üzere, uluslaşma sürecine girmişlerdir (Tatar,
Kazak, Özbek vb.). Bazıları daha eski dönemlerden gelen bir mevcudiyeti
sürdürmektedir (Kırgız, Uygur, Başkurt vb.). Yakın tarih toplumlar için daima daha
organik ve daha çok ilgiye müstahak olduğu için, yakın zamana geldikçe ortaklık
vurgusu azalır ve dağınıklaşır. Bu yüzden, genel ilgiye mazhar olması beklenen ortak
tarihin bitiş noktasını tespit önem arz ediyor.
Bu işte en çok belirleyici nitelikte iki etken bulunuyor. Tarihi süreç ve dil birliği
konusu. Coğrafyanın buna dâhil olması beklenir ama Türkler çok eski zamanlardan
beri çok geniş ve dağınık bir coğrafyada, açıkçası eski dünyanın hemen her yerinde
varlık sergiledikleri için, coğrafi yaklaşım ortaklık derecesini belirlemede işi çıkmaza
sokacaktır. Ayrıca, örneğin Kore’deki meselelerle meşgul olan Göktürklerin Macar
ovasında yerleşmiş Avarları dikkatle takip etmeleri, bölgesellik gibi bir kıstası Türk
tarihi içinde öne almanın zorluğu veya gereksizliğini göstermektedir. Daha öte bir
ifadeyle, Mançurya ve Macar ovaları arasında uzanan uçsuz bucaksız Avrasya düzlüğü
Türk tarihinin işleyiş sahasıdır ve bu geniş arazinin neredeyse her noktası aynı
önemdeki tarihi süreçlerin mekânı olmuştur. Bu sebeple, Avrasya çapındaki etkileşimli
tarihin işlediği dönemin sonunu ortak Türk tarihi evresinin sonu olarak işaretlemekte
sakınca bulunmaz diye düşünüyoruz.
Bunun için iki seçenek bulunuyor. Moğol istilası ikibin yılı geçkin bir zaman
boyunca değişmeyen bir kalıp içinde tezahür eden Avrasya’daki tarihi süreci
sonlandırmış, kendi rengini vurmuştur. Bu istilanın öncesi ve sonrası tamamen
farklıdır. Bunun Türk dil birliğinin sona ermesiyle eşzamanlılığı da böyle bir
işaretleme yapmakta bize hak veriyor. Lakin Moğol istilasından sonraki dönem de
tamamen Türk tarihinin öğesidir, hatta varis Cengizli devletleri tamamen
Türk/Türkleşmiş yapılardır.
Öte yandan, dil birliğinin sona ermesi ile Moğol istilasının doğrudan bir ilgisi
bulunmaz, buna karşılık geç Cengizli devletleriyle başat giden uluslaşma süreçlerinin
dil veya lehçe sınırlarını keskinleştirdiği ve günümüzdeki görünümü ortaya çıkardığı
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yani birliği ortadan kaldıran şey Moğol istilasının kendisi
değil, sonraki çağlarda Avrasya sahasında etkinlik gösteren uzun ömürlü Cengizli ve
Türkmen devletleri olarak gözüküyor.
Öte yandan, sırf bugün yaşanılan topraklarda hak iddia etmek için ortak tarihi
görmezden gelerek eski dönemler ile mevcut topluluk arasında bağlantı kurmaya
dönük çabaların tüm bu amaçların aleyhine sonuçlara götüreceği uyarısıyla yazımızı
bitirmek istiyoruz. Albanların veya Partların Türklükle ilişkisinin araştırılması ayrı bir
konudur, fakat Selçuklu dönemindeki gerçekliği görmeyerek şimdiki Azerbaycan ve
Türkmenistan ahalisini sırasıyla doğrudan Alban veya Partlara bağlamak diğer Türk
topluluklarıyla bağlantıyı koparacaktır. Bunun vaki gerçekliği inkâr eden bilim dışılığı
ortadadır, ancak siyaset her zaman bilimselliği almadığı için, sahada büyük heyecan
üretip fikirde ve işte kendi yolunu çizmiş ayrıştırıcı süreçlere zemin hazırlama tehlikesi
bulunmaktadır. Bunu önlemenin yolu ortak tarihin birleştiriciliğine tutunmaktan
geçmektedir.