You are on page 1of 48

HALVETİ GELENEĞİ İÇİNDE HAZRETİ PİR SEYYİD YAHYA ŞİRVANİ

Bismillahirrahmanirrahim
ve bihi nestâin
Hüvel hakîmü’l âlim
Elhamdulillahirabbil âlemin
vessallatu ve selamu rahmeten lil âlemin
ve alâ tahirin ve ala kaffete ümmetihi ecmâin
‫ما براي وصل کردن آمديم ني براي فصل کردن آمديم‬
Mâ berâ-yı vasl kerden âmedim
Ne berâ-yı fasl kerden âmedim
« Biz bölmeye, parçalamaya gelmedik. Biz ayrılanları buluşturmaya, uzak düşenleri kavuşturmaya geldik »

Evvel-emirde bu mevzuda söz söylemeye yetecek öyle bir ilim ve âmelimizin olmadığını peşinen îtiraf edelim;
söz erbâbı değiliz, sultanın ve yolunun, gözüyaşlı âciz bir bendesiyiz. Lâkin böyle bir vazife verildi mâdem el-
emru fevka’l edep fehvasınca yüksek müsaadelerinizle O’ndan bahsedelim.
Destûr yâ Hazret-i Pir
Destûr yâ Hazret-i Şeyh

HULK-I ‘AZÎM
Bismillahirrrahmânirrahîm
Ve inneke le 'ala hulukin azîm [Kalem:4]
Hiç şüphesiz sen pek yüce bir ahlak üzeresin.
Hulkuna çünkü Hâlik-ı a'zam dedi azîm
Lâyık halâyik eyleye mi hulkuna senâ
[Mevlânâ Sinân Şeyhî el-Bayrâmî v. 1431]
Pek yüce yaratıcı, senin huylarını «pek büyük bir ahlâk üzerindesin» diyerek târif etmişken, yaratılmışların
lâyık olduğun şekilde seni medh etmesi ne mümkün…
Hem dahi Kur'an'da öğdü ol Kerîm
Dedi kim sensin "alâ-hulukın 'azîm"
[Süleyman Çelebî el-Nurbahşî v. 1422]
El-‘AZÎM cellecelâluhû: Kendi esmâ terkibi olarak açığa çıkmış hiçbir mahlûkun, tesîrindeki şiddet sebebiyle
azâmetini kavrayamayacağı, aklın ve hayâlin alamayacağı kadar sonsuz, kendisine ziyâde ümitler beslenen,
muhteşem büyüklük.

Yâ Rab ne azîmdir bu resîm, hulk-ı azîm hem yâr-ı kerîm…

Meselâ bir fil için "Fil büyüktür" bir dağ için de "bu dağ daha büyüktür" deriz ve göz onun büyüklüğünü
çevreleyebilir. Ama yeryüzü, gökyüzü, dünya, güneş, kâinat büyüktür dediğimizde göz onu ihâta edemez.
Çünkü bunlar gözlerin göremeyeceği belki aklın künhünü idrak edebileceği kadar büyüklüğe sahiptirler.
İşte akılların künhünü idrak edemeyeceği bütün büyüklerin küçük kaldığı en büyük, her şeyi çepeçevre
kuşattığından, ihâtası imkansız olan mutlak büyük, el-'azîm olan Allah'tır…
1
"Hulk-u 'azîm" sıfatına hâiz olan Yüce Sultân’daki azamete âgâh olan hayret makamındaki erlerin
manzaranın heybetinden kalbi titremeye başlar, sînesine sığmaz olur, çâresiz dilinden bir salavât dökülür:
Gul Allahümme salli yâ 'azîm 'ala resûluke'l-'azîm ve 'ala alihi'l-'azîm bi addi azametike yâ 'azîm
Ey el-'azîm olan Allâhım, azîm olan resûlüne ve O'nun azîm âilesine azametin mikdârınca salât ve selâm eyle
yâ 'azîm

Ey Habîb-i Hakk kerîm'üş-şân Muhammed Mustafâ


Nâzenîn-i Hazret-i Yezdân Muhammed Mustafâ
Zâtunı meddâh olan ol Hazret-i Hak olıcak
Nîce bilsün kadrüni insân Muhammed Mustafâ
Ümmet üzre ulu minnetdir vucûdun nîmeti
Cümle halka rahmet-i Rahmân Muhammed Mustafâ ‫ﷺ‬
[Abdulehâd-ı Nûri es-Sivâsî el-Halvetî v. 1651]

2
RİSÂLE Fİ SALATÜ'N-NEBİ
SALAVÂTULLAHİ ALEYHİ VE SELLEM

MÜSEDDES KASÎDE
O Hâlik ki yoğ iken vâr eyledi ettik zuhur
Kendini isbât için cihânı eyledi pür-nûr
Aşk yüz gösterince âlemi bir coşkudur tuttu
Hûb cemâlin şûlesi cihanda karanlığı yuttu
Kim ki O Dost'tan her-dem huzur bulayım der
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Ol Kerîm ki kudretiyle nice feleği döndüren


Cümle afâkı sırlar içinde sarhoşa döndüren
Kendi sırrını, kalbinde insanın yakîne gizledi
Huzurunda herkesi çâresiz hem hayrân eyledi
Ey âciz bin cân ile bende ol Muhammed'e el ver
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Acâyip bir arza yaydı manâyı pek derindir


Hazîneyi iste bu hânede ki talep yeridir
Bu dâr-ı mihnet içre rahat mı bulunur
Yârın Hak divânında adın sanın unutulur
Durma oynat dudağını burası sevinçli yer
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Kendi kereminden Hüdâ nice nimet dolu sofralar verdi


Rehnümâ-yı râh-ı Hak olsun için Muhammed'i verdi
Kim O'ndan uzak durursa Allah'a yol bulamaz
Kimin bunda şüphesi varsa onda akıl bulunmaz
Kim ki rûz-i cezâ'da O'ndan şefâat bekler
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Cümle yârân-ı Muhammed, âgâh kimselerdir


Her biri Hak yolunda kılavuz hem yol bilendir
Körü körüne inâd edenlerse gâfildir ya câhildir
Ömrünü hevâya veren sarhoşlar bunu ne bilir
Ne mutlu ferâh gönüllere ki îman içindedir
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât vir

Sıddîk gibi sağlam takvâlı kimse yoktur


Hem Farûk gibi temiz tâkî kimse yoktur
Mîr Osman ki O’dur nâşir-i câmi'-i Kuran
İhsânda Haydar gibi bir er bulamaz arayan
İki cihanda başın yüce olsun istersen eğer
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

3
O iki şehzâde, iki şehîd hem merhum
Şefâatleri makbul, iki maktûl, masûm
O iki kâmil, iki mükemmili bilmemek olmaz
Zîrâ onlarda zerre miktarı hata bulunmaz
O yüce Resul'ü aşk ile sevenlerdensen eğer
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Yahyâ-yı Hâşîmî müflîsdir, öyle bir ameli yoktur


Gece gündüz gam, keder elinden esâreti çoktur
Dost'un merhametinden başka ümmîdi yoktur
Yâ ilâhî! Kerem eyle taksîrâtı pek çoktur
Az çok demeden cümle muvahhîdi mesrûr eder
Ez-cân u dil ber rûh-ı Ahmed salavât ver

Ve’s-salavât-ı safîyât ve teslîmât-ı vâfiyât ol hulâsâ-i mahlûkât ve zübde-i mevcûdat hazretine olsun ki
tevhîdin yegâne mütelezzîzi O'dur,

O'na yakın olmak lezzet


O'ndan uzak olmak hasrettir
O'nunla yoldaş olmak hayat
O'ndan ayrı düşmek,
Hayat rüyâsında nefisle bir başına kalmak
Ölümün ta kendisidir.
İki cihânın her neresinde bir teşevvüş, karışıklık, bulanıklık varsa
Orada mutlaka Sevgili’nin terkinden bir iz vardır
Ve yine iki cihânın her neresinde güzel bir iş, saf duru bir ayna varsa
Orada mutlaka ay yüzlü Sevgili’den bir koku vardır.

O’nu sevenlerin ismini anıp anıp yanışları derecesinde, henüz O’nu tanımayanların gafletleri derekesinde,
bekâsı ile kâim, aşkı ile dâim, eksilmeyen bir salât ve selâm olsun, kendinden kendine…

4
Âlem-i misâlden iki haberle, iki rüyâ ile O’ndan yana bir kapı açalım hânelerimize.
EDEB AMELDEN ÜSTÜNDÜR
Seyyid Yahyâ Hazretleri'nin tasavvuf ile çok genç yaşlarda (10-12) tanışmasına Şamahî’de yaşadığı bir hâdise
vesîle olur. Bir gün arkadaşları ile birlikte çevgan oynarken top yuvarlanıp oradan geçmekte olan Halvetîyye
dervişlerinin önüne gelir. Seyyid, saygı göstererek, önlerinden geçmez. Onun bu müeddeb tavrı, dervişlerin
muhabbetine sebep olur, bir müddet çocuğa nazar ettikten sonra Pirzâde Takîyuddîn Hazretleri riyâsetinde
« Allah, bu çocuğa dedelerinin edebini ve kemâlini bağışlamış, biz de duâ edelim Halvetî yolunun feyz ve
marifetlerine de kavuşsun» niyâzına amînhân olurlar.
Hemen bu duanın gecesinde Seyyid Yahyâ bir rüyâ gösterilir. Manâda, Hz. Peygamber (sav.), elinden tutup;
«Evlâdım Yahyâ! Bu senin mânevi babandır, onun canı canımız, onun yolu yolumuzdur. O’na eriş,
hizmetinden ve sohbetinden nasiplen” buyurarak ümmî bir Sultân’a teslim eder.
Sabah olunca doğruca Şeyh Sadreddin'in dergahına giden Seyyid, burada daha bir şey söylemeden Şeyh
Efendinin, «Bak bakalım, manevî babandır diye tenbîh edilen zâta benziyor muyum?» buyurarak itirâza
mecâl bırakmaması üzere huzurunda teslîm olarak, mürîdi olur.

Dışın içe hayâlâtı, için dışa zuhûrâtı


Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
Hz. Niyâzi-yi Mısrî el-Halvetî [v. 1694]
Zâhirde gösterilen bir edeb, muhabbeti celb edince gönüllerde duaya vesile oluyor ve manâdan gelen bir
işâretle “aşk ocağında can olmanın” yolu târif buyruluyor.

TOPRAĞIMIZA DÜŞEN «BİR TOHUM BEREKETİ»


Rivâyet olunur ki, Seyyid Yahyâ Hazretleri âlem-i misâlde kendini semâ-i dünyaya çıkıp dâmeninde bir
miktar gendum alıp câ-be-câ ve gûşe-be-gûşe şarka ve garba, Arap ve Acem diyarına neşr eyler. Bu vâkıâyı
sâhibi, efendisi Sadreddin Sultan’a arz eylediğinde,
«Kesret-i âsâr-ı hilâfet (halife cinsinden eserlerinin çok olacağı) ve vefret-i envâr-ı velâyet (velâyet nuruna
sahip müntesiplerinin ziyâde olacağı)» işâreti olarak ta’bir olunur.
Aşka uşşâkın dâvet etmişsin
Can kulağına ol sadâ düştü
Kim seni buldu, kendi yok oldu
Vaslına ey dost can bahâ düştü
[Hz. Niyâzi-yi Mısrî el-Halvetî v. 1694]
buradaki her bir misafirin can kulağına, o demde vahdet eteğinden, rahmet eliyle saçılan o tohumdan bir
dâne erişmiş olsa gerek ki hâzır-ı bi'l-meclis oldunuz, O’nun sünnetine uyarak dâvete icâbet eylediniz,
hoşgeldiniz, hoşa geldiniz.

5
Bildirimizin başlığı olan “Pîr-i Sâni-i Halvetî SEYYîD YAHYÂ-YI ŞİRVÂNÎ Eseri” terkîbindeki unsurlardan
geçerek O’nun huzur-u ma’nevîlerinden derin bir nefes alarak başlayalım söze:

6
Destûr yâ Hazret-i Pîr, destur yâ Hazret-i Şeyh
Halvetî, Halvetîye yoluna mensûb olan kimse demek. Halvetîye ise, Hazar denizinin güneybatısında bulunan
Geylân bölgesindeki Lâhîcân’da doğup büyüyen aslen Şirvanlı Pir Ömer el-Halvetî [v. 1397] hazretleri ile bu
adla anılmaya başlayan bir aşk ve irfan ocağı.
Seyyid Yahya Sultânımızın vefatından henüz bir asır sonra, Halvetîye, altmış civarında şube ve kol ile devlet-
i aliyye içinde en çok müntesibi ve tekkesi olan irfan mektebi olmuştur. XVII. asırda İstanbul ve Anadolu'da
faaliyet gösteren 11 tarikata bağlı 400 mürşidin 208’i Halvetiyye tarikatına bağlı idi. Geriye kalan 192 şeyh
ise diğer 10 tarikat-ı âliyye mensubu idi. Bu haliyle Halvetilik, Devlet-i Aliyye'deki tarikatlar içinde kemmiyet
itibariyle yarıdan fazlasını teşkil ediyordu.
Peki nedir bir dolu tarîkat arasında Halvetîye’yi, İslâm dünyasının en yaygın tarîkatlarından biri hâline
getiren?
O (Allah); hem ilktir, hem son(suz kalacak olan)dır. Zâhir’dir (varlığının delilleri açıktır). Bâtın’dır (zâtının
hakikati gizlidir). O, her şeyi hakkıyla bilendir. [Hadîd:3]
İlim kalkmadan önce ilmi öğrenin. Zira sizden hiç biriniz, yanındakine ne zaman muhtaç olacağını bilemez.
Size ilim öğrenmek gerekir. Ve size eskiye, esas köklere bakmayı tavsiye ederim. Râvi: Hz. İbni Mes'ud
(r.anhüma) Ramûz El-Ehâdis [254:6]
Geçmiş anlaşılmadıkça, gelecek görülemez.
Ne kadar geriye bakarsanız ancak o kadar ileriyi görebilirsiniz.
PİR EBU ABDULLAH ÖMER HAZRETLERİ ÖNCESİ
Ek 1a’da yer alan silsilede Hazret-i Pir’den yaklaşık iki asır önce yaşamış, altıncı halkada yer alan Âdâbü’l-
mürîdîn müellifi, Nizâmiye Medresesi’ne başmüderrislerinden olan, 150 yıllık zühd devrinden sonra
tarikatların teşekkül etmeye başladığı ilk asırlarda yaşayan Ebü’n-Necîb Sühreverdî [v. 1168] ismi pek
mühîmdir.
İlk manevî fethi Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani’nin mürşidi ve kayınpederi Ebü’l-Hayr Muhammed ed-
Debbâs’ın [1131] terbiyesinde zuhûr etmesiyle Kadîrî neş’esiyle hemdem olmuş, kendinden sonra
başhalifesi ve Ebheriyye tarikatının bânisi Ebû Reşîd Kutbüddîn-i Ebherî kâim makam olmuştur, Hazret-i Pir
Ömer Halveti silsilesi bu koldan gelmektedir. Yine kendisinden sonraki üçüncü halkada yer alan İbrahim
Zahid Geylânî (v. 1301 ) yolundan Safevî, Bayrâmî ve devamında Celvetî yolları zuhur etmiştir.
Sühreverdî’nin yanında yetişen yeğeni Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (v. 1234), Sühreverdîyye tarikatının
piridir.
Sa‘dî-i Şîrâzî’nin (v. 1292) de Moğol zulmünden kaçmak ve tahsil yapmak maksadıyla Bağdat’a geldiğinde
kendisinden feyz aldığı bilinmektedir.
Ömer Es-Sühreverdî’nin halifelerinden Ammâr-ı Yâsir el-Bitlisî, İsmâil Kasrî gibi şeyhler de Kübrevîyye
tarikatının piri Necmeddîn-i Kübrâ’yı yetiştirmiştir. Bu silsileden Mevlevî, Nurbahşî, Dessûkî yolları da neşv
ü nemâ bulmuştur.
Bir solukta sayıverdiğimiz Hazret-i Pîr’den evvel zuhur eden turûk-u aliyye’den on iki kolun adı anılmış iken
Seyyid Yahya Şirvani hazretlerinden sonrasındaysa dört ana koldan altmış şubeden yedi iklim dört bucağa
yayılmış kıtalar dolaşan bir yoldur Halvetî geleneği.
Gönülleri doldurur erenlerin halveti
Hakk’dan yana yol eder erenlerin halveti
7
Yakın eder yolları erenlerin halveti
İçeriden içeri erenlerin halveti

O erler ki halvetle gönülleri dolmuştu bir kere, âlem Halvetî erleri ile dolmuş çok mu?

8
Kutbü'l ârifîn, Rehnümâ-yı sâlîkîn, Muhakkîk-i vâsılîn, Gavs-ı ferdü'l kâmîlîn, Esrâr-ı hakikat ma’deni,
Gönüller sultânı, bir aşk rehberi: PÎR-İ SÂNİ-İ HALVETÎ, HAZRET-İ SEYYİD YAHYÂ-YI ŞİRVÂNÎ Kaddesallahu
Sırrahu’l Fettâhî
Nisbe: Şirvânî
Velâdet: 1390-95? Şamahı
Vuslâtı: 1464 Bakü
Künye: Ebu Ali
İsmi: Yahyâ ibni Bahaeddîn (Nakîbül’ş eşrâf)
Lakâbı: Cemâleddin
Mahlas: Seyyîd

Nakîbü’l eşrâf: Sülâle-i tahire’den gelenlerin devlet nezdindeki temsilcisi, umumî vâsisi. İlmiyye sınıfının en
mümtaz seyyidleri, şerifleri arasından seçilir. Ataları hep bu vazifeyi görmüşlerdir. Peder-i âlileri Bahâeddin
Şirvâni de, Şirvanşahların (799-1607) en parlak dönemini yaşadığı Derbendî Şirvanşahı I. Halilullah devrinde
(1418-1463) bu vazifeyi ifâ etmiştir. Mahdum-u mükerremleri Nasrullah Şirvânî ise Kırım Hanlığı’nda aynı
vazifeyi ifâya devâm etmişlerdir.
Nîce vasf eyleye bu zât-ı şerîfi Vassâf
Zâtı zâhirde ve bâtında meâni-i keşşâf
Neseb-i silsilesi Haydâr-ı Kerrâr’a çıkar
Irk-ı tâhirle O’dur ibn-i Nakîbü’l-Eşrâf
Hüseyin Vassâf el-Uşşâki el-Halvetî [v. 1929]
SEYYÎD SULTÂNIMIZI TANIYALIM
Hazret-i mefhar-i âlem Muhammed Mustafâ sallallâhu 'aleyhi vesellem saâdetle haber verdi ki
«İnde zikri’s-sâlihîne tenzilu’r-rahmetî»
menâkıb-ı sâlihîn zikrolunan meclise Rabbu’l âlemin dergâhından rahmet nâzil olub lutf u inâyete vâsıl
olurlar. Allah dostlarının anıldığı (anlaşıldığı) yere, rahmet yağar.

Evliyâya erişirsen sen ey yâr


İğne isen de olursun zülfikâr

O’nu en iyi, O’nu görebilen târif eder.

Yenzurûne ileyke vehüm lâ yubsirûn


... Onların sana baktıklarını sanırsın oysa onlar görmezler [Araf:198]
Ama onlar yine de şöyle diyorlar: “Bu nasıl peygamber ki [diğer ölümlüler gibi] yiyip içiyor, çarşı-pazar
dolaşıyor?... [Furkan:7]

Husn-i maşuk ra nihayet nist


Aşk-ı her ye be-kadar-ı diden-i ost
« Maşûkun güzelliğinin nihâyeti yoktur
ammâ her kişinin aşkı onu bildiği kadardır »

9
İlâhi ente maksûdînâ ve rızâke matlûbinâ atinâ ma’rifetike ve zidnâ muhabbetike
Marifetullah, muhabbetullah, şevkullah an be an müzdâd buyrula niyazıyla…
Marifetullah, muhabbetullah, şevkullah an be an müzdâd buyrula niyazıyla…
O’nu halîfelerinden Dede Ömer Rûşenî (v. 1487) dilinden dinleyelim:
Bizi ol başladı kulavuz olub
Dogru yolına Hak te’alânuñ
Hak Te’alâdan aña bahşiş idi
Zeyni zühdüñ kabâsı takvânuñ
Tapusı merca’ıydı sâdâtuñ
Kapusı mecma’ıdur mevâlînüñ

Her kişi görür idi âsârın


Çehresinde ‘ayân tecellânuñ

Gasl ider idi göñline nâ-gâh


Gelse idi hayâli ‘ukbânuñ
Âbdest alur idi geçse idi
Hâtırından hadîsi dünyânuñ*
*Şeyh müridine bakmalı, ona abdest mi gerek gusül mü gerek bilmelidir. Gusül vacip oldu ise gusül emir
buyurmalıdır. Eğer kalbinde dünyaya bir meyil, fâniye bir muhabbet zuhûr etmiş olsa gusül etmek farzdır!
Zîrâ hubb-u dünya her hatanın başıdır. Dünya cenâbetinden ancak gusül ile temizlenir.

10
Eyle bulmış idi fenâyı ki hîç
Eseri kalmamışdı innânuñ*
*Ben, sen kalmamıştı fenadan sonrası illâ Hû
Ya’nî iskât idüb izâfâtı
Adın aparmaz idi ûlânuñ
Beyitleriyle mürşid-i âlilerini târif buyurduktan sonra
Tâcıyam disem n’ola her şeyh-i şûyuhuñ
Çün ki men Seyyid-i sâdât Seyyid Yahyâ hâk-i râhıyam
Şeyh Mehmed Esad Gâlib Dedemizin (v. 1799) Hazret-i Pir için buyurduğu gazeline sanki bir nazîre olan
fahriyesini itirâf eyler.
Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir

Benim feyz-i hayâtım hâsıl-ı rûh-ı revânımsın


Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Yine Dede Ömer Rûşenî hazretleri divanındaki Der terk-i da’vâ isimli bâbında aczini nasıl bir samîmîyetle
itiraf ediyor:

Er-iseñ ko sözini da’vânuñ


Gösterür Hak erinî ma’nânuñ
*Der sıfat-ı terk-i da'vâ ki sıfat-ı kümmelîn est
Da'vâsı olanın ma'nâsı olmaz
** Erinî (Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim![Arâf:43]
Men filânam dimekile olmaz
Kimdedür gör rızâsı Mevlânuñ

Belki Mecnûn olmayan bilmez


Hüsn-i keyfiyyetini Leylânuñ

Seg-i kûyınuñ ayagı tozıyam


Seyyid-i Hâşimî-i Yahyâ’nuñ
O’nun soyundan ve yolundan gelen Seyyid Yahya’nın «mahallesinin köpeğinin ayağının tozuyum»
buyuruyor.
Bu da yine bize ,

Men bende-i Kur'anem eğer can dârem


Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem
Ben, can taşıdıkça Kur'anın kulu kölesiyim
Ben seçilmiş Peygamber Hz. Muhammed 'in (as) yolunun toprağı, ayağının tozuyum

buyuran Hazret-i Pir’in yola olan sadâkâtını hatırlatıyor.


11
ESERLERİ
Bildirimizin başlığı olan “Pîr-i Sâni-i Halvetî SEYYîD YAHYÂ-YI ŞİRVÂNÎ Eseri” unsurlarından “eser” kelimesine
biraz daha yakından bakalım.
ESER kelimesi Arapça’da iz, nişan, işâret manasına kullanılıyor. Suda eser miktarda klor var derken Suda
klor'dan az da olsa bir iz var demek isteriz. Eserü'l kadem: ayak izi Eserü'l kadîm: eskiden kalma bir iz: antika
Âşık Paşa’nın 1330’da telif buyurduğu Garib-nâmesi’nde geçer bu kelimeninTürkçe’de tespit edilen ilk izleri:
Ger niçe kim gizlüdür erde hüner
Belirür elbette andan bir eser
Buradan hareketle Hak dostun güzelliği güzelliği olmuş bir yüce Sultan'ın Seyyid Yahyâ Şirvâni hazretlerinin
kendi varlığı bizâtihi eserdir.
O eserin, tenezzül buyurup safâ-nazar eylediği sadırda, yâni (kitabın ikiz kardeşi olan) insanda O’ndan eser
vardır.
O eserin iltimâs edip cilâladığı satırda, kitapta O’ndan eser vardır.
Hz. Pîr, Halvetiyye erkânının müctehid bir pîri olmasının yanında bu yüce mektebin ilk kalemlerinden biri
olmak hasebiyle de ehemmiyetlidir. Sülûk usulünde ve âlem-i manâda yaptığı ictihâdlarla (evrâd, esmâ,
erkan) “pîr-i sânî” sıfatıyla anılan Hz. Pîr kalemi de bir irşâd vasıtası olarak kullanmış, mensûr ve manzûm
olarak yazdığı eserlerini halîfeleri vâsıtasıyla dervişânın istifâdesine sunmuştur.

O’nun yazdığı eserler sonraki dönemlerde halefi kâmiller tarafından yazılan şerhler ve nazirelerle
genişletilmiş ve mükemmel bir hâle getirilmiştir. Bu manâda –Ebu’n-Necîb Sühreverdî’den sonra: Adabu’l
müridin, Ebu Ömer Sühreverdî, Avarifü’l Maarif- dünya kütüphânelerini dolduran Halvetî klasikleri
diyebileceğimiz bir külliyatın ilk tohumlarını atan kişi de Pîr Seyyid Yahyâ Baküvî Hazretleri’dir.

O’nun eserleri Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in uygulamalarını esas alan her türlü hurafeden uzak, hakîkate ve
sünnete uygun, islâmın imân ve ihsân sırlarını ihtiva eden, okuyanı aşka ve irfâna çeken, şerîat, tarîkat,
marifet ve hakîkat makâmlarında kademe kademe derinleşen bilgiler ortaya koymaktadır. Ona göre sûfîlik
yolu gayr-ı sünnîlerin, tembellerin, dilencilerin, bâtinî sapık mezheplilerin, dini kışrından anlayan ve kabukta
takılıp kalan kaba zâhidlerin yolu değildir. Sûfilik yolu, aşk ve irfânla tâlibi varlığın birliğine, aslına götüren
hakîkat yoludur.
Hz. Seyyid, manâ bilgisinin yanında zâhirî bilgiye de önem vermiş “Âlimler Allah’ın lisânıdır.” diyerek ilmin
kudretini yüceltmiş âlimlerin ihânetini de “âlimin zilleti âlemin zilletidir.” diyerek de tenkitten geri
durmamıştır. Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin “Âlemin ölümü, âlemin ölümüdür” hadisine pek muvafık düşen
tavrıyla Seyyid Sultânımız’ın, ilme ve âlimlere verdiği değer, yetiştirip Anadoluya gönderdiği «kalbinin sırrı»
olan seçkin halîfelerinden bellidir.
Umûmî olarak ehlullah yolunun, husûsî olarak Halvetiyye’nin adâb, erkân ve sülûk tarzını fevkalâde üstün
bir üslûp ve terkiple ortaya koyduğu eserleriyle bugünün manâ yolcularını da irşâd etmeye devam
etmektedir. Medrese tahsîlinin verdiği yetkinlikle Anadili Türkçe’nin yanında Arapça ve Farsça manzum ve
mensûr eserler kaleme alan Hazret-i Pîr, aynı zamanda Halvetiyye’nin “evrâd”ını da tertip etmiştir.
Söz söylemeye başlamasını Menâzil'ül aşikîn adlı manzum eserinde şöyle târif buyuruyor:
Be-fadl-ı Hûdâ zî deryâ-yı muhabbet
Besî der hulk-ı cânem ra rihte şerbet
12
Kendi kereminden deryâ-yı muhabbet
Can boğazıma nice türlü akıtır şerbet

İçim ve dışım O'nunla dopdoludur


Nutkum ancak O'ndan konuşur durur
Ki varlığım seninledir, ve vârım da ancak sen
Hiçliğimle nasıl söz dizerdim böyle ben
Belki muhabbet kadehinden içtiğimden
O her şeyi muhit olduğundan içim ve dışım yer ve gök onunla dolu iken kendime ben diyecek boş bir yer
bulamam hâliyle boşlukta bir hiç mesabesindeki benden bu tür laflar zâhir olamaz meğer muhabbet
sofrasından ikram etmişse bu iş başkadır başka

Da'vâ kılmam ma'nâdır söylediğim


Dâimâ kand ü şekerdir yediğim

Bir güneşten nûr olupdur cümle göz


Bir vücûdu beyân eyler cümle söz

Sebeb-i telif olarak Sûre-i Duha’dan Ve emmessâile felâ tenhar: «Yardım isteyeni de hangi çeşit olursa olsun
boş çevirme» fermânını zikreder.

Salavatu’n Nebî eserinde ise meâlen şöyle bir îtirafta bulunur:


«… Acizliğim ve dinmeyen iniltilerim duyulunca O Sultân, ümidime rahm eyledi, yahşilik ve yamanlığıma
bakmayıp kendi kereminden huzuruna kabul buyurdu ve nîdâ eyledi: ‘Ey Seyyîd, sen soy ve nesep olarak da
yol ve gidiş olarak da bizimlesin. Bizim izzetimize bağlılığın tam olduğundan her iki âlemde de sana yol
gösteren ben olurum. Her müşkül hâlinde bizim muhabbetimiz senin yolunu açacaktır.’» Bu müjdeden
sonra zahiri ilimlerle değil kendi hazinesinden zuhûr eden eserler için:
«Ruhtan akan bir çeşmeden taşan,
kendi gönül kitabımdan okuduğum şekliyle»
yazmaya başladığını söyler.

13
ADALETLİ BİR ORTAMDA YAZILDI
Nîşâburlu meşhûr âlim ve şâir Ebu Mansur Abdulmelîk es-Seâlibî, (v. 1038), Adâbu'l Mulûk, Hükümdarlık
Sanatı adlı eserinde vatanı tanımlarken "Hükümdârın âdil olduğu yer vatandır" buyurur.
Sâsânî kisrâsı Enûşirvân, (v. 579) Habeşistan Necâşîsi Ashame, (v. 630) devirlerinde adalet timsali olmuş
hükümdarlardır. Nitekim “Ben adil bir hükümdar zamanında doğdum ve adil bir hükümdar ile birlikte
yaşıyorum” buyuran Efendimiz’in işaret ettiği birinci hükümdar Enûşirvân'dır, ikincisi ise Ashame’dir.
Derbendî Şirvanşahların Halîlullah Han (1418-1463) da öyle adâletli ve hamiyetli bir sultandır ki Seyyid
Yahya Şirvani hazretleri Keşful Kulûb adlı eserini "Bu eser adâletli, azametli o seçkin sultân'ın günden güne
refahı artan devletinin huzur ve emniyet gölgesi altında yazılmıştır." buyurarak Sultân'a ithaf etmiştir.
Nitekim Seyyid Yahyâ Sultân kendisine uzun ömür için duâ edenlere: “Siz Halîlullah hana duâ edin. Zirâ
benim ömrüm onunkine bağlıdır.” buyurarak Halîlullah ile alâkasına işâret etmiştir. Hazret-i Seyyid,
Halîlullah Han’dan dokuz ay sonra 1464’de alem-i bekâya irtihâl etmiştir.
Manzum ve mensûr eserleri topluca Tablo 3’de görülmektedir.
O'nun manzum eserlerinde, Hallac’ın ve Nesîmî’nin coşkusunu, Mevlanâ’nın ve Attâr hazretlerinin
kaddesallahu esrarahum âli’nin hikmetini ve tefekkürünü hissetmek mümkündür. Seyyid Yahyâ
Sultanımız mensûr eserlerinde ise, okuyucusuna çok samimi bir tarzda yaklaşır, kendi tecrübelerini
evladlarına aktararak onları yoldaki tehlikelerden koruyarak menzil-i maksûda selâmetle eriştirmek
isteyen, karmaşık mecazlar, uzun hikayeler yerine derinliğini idrâkte zorlandığımız mevzûları pek sâde bir
dille bizlere ikram eden "müşfik bir baba" tavrı sezilir.
5952 beyitlik manzum 500 sahife civarındaki mensur eserlere ve muhtevasına topluca göz atalım.
1.Vird-i Settâr: Dervişlerin ilâhî aşktan aldıkları feyz ve terbiyenin kesintisiz olarak aktarılabilmesi için
düzenli olarak takip edilen evrad ve ezkâr pek mühimdir. Halvetîyye müntesîblerinin her sabah okudukları
virddir. Arapça olup dilindeki selâset ve üslûbundaki letâfet ile meşhûrdur. Eser akıcı ve belâgatli bir dille
tanzim edilmiş, kalbî tazarru ve niyazlarla süslendiği için dillerden düşmemiştir. Nurefzâ vird-i şerîfilerinin
ziya-ı ma’nevîsi sabahleyin sami’ olan tâlib-i sâdıkların kalp ve ruhlarını lâmi’dir. Muhtevâsını üç kısma
ayırmak mümkündür. Birinci bölümde; Allah'a münâcât, ikinci bölümde; Allah'ın sıfatları ve Esmâü'l-Hüsnâ,
üçüncü bölümde; Hz. Peygamber'e, Râşid halifelere, Ehl-i Beyt'e, Hz. Hamza ve Abbas'a selâm ve hafi
okunan dua yer alır. Vird-i Settâr, Vird-i Yahya; Vird-i Halvetiyye' gibi isimlerle anılır. Kütüphanelerde bir çok
yazması olduğu gibi baskısı da yapılmıştır. Çok yaygın olarak okunması yanı sıra, başlıcaları Ömer Fuâdî (v.
1636), Harîrîzâde Kemâleddîn (v. 1882), Müstakîmzâde Sâededdîn (v. 1870) ve Muzaffer Ozak Hazretlerine
(v. 1985) âit olan pek çok şerhi de vardır.
2. Şifâül-Esrâr: Seyyid'in Türkçe olarak yazdığı bu kitap, Azerbaycan sahasında yazılan ilk tasavvufi nesir
eserlerden biridir. Üç kısım, yedi bölüm, yetmiş makam halinde tertip edilmiş olup kısımlar; 'şeriat', 'tarikat'
ve 'hakikat' başlıklarıyla ele alınmıştır. Eserde tasavvufi meseleler Kur'ân ve hadislerden delillerle
anlatılırken büyük âriflerin ve âlimlerin sözlerine de yer verilir. Halvetiyye tarikatının temel esasları, zikir,
halvet, ibadet gibi meselelerin yanında mürid, halife, şeyh ve pirin özellikleri anlatılmıştır.
3. Keşfu'l-Kulûb: Farsça nesir olarak telif edilen bu eser dört bölümdür. Akıl, kalb, ruh ve nefs ile bunların
seyr u sülûku, tevbe ve terbiye ile tekâmül metodu anlatılır.
4. Adâbul-Vudû ve's-Salât (Esrarul-Vudû): Eserde önce namazın rükünlerinin zâhirî-fıkhî mânâları kısaca
verildikten sonra, bunların sûfiler nazarında ne mânâya geldiği, bâtınî sırlarının neler olduğu açıklanır.
Bundan başka hakikat ilmi, evliyâullahın ve hakiki âlimlerin faziletleri ile onlara tâbi olmanın veya muhabbet
etmenin fazileti açıklanır.
14
5. Rumûzul-İşârât (Te'vilü ve Tefsiru ihdina's-Sıratal-Müstakim): Fatihâ sûresinden "İhdina's-sırata'l-
müstakim" âyetinin tasavvufî olarak kısa bir tefsiridir.

6. Menâzilu’l-Âşıkin: Mesnevi tarzında, 1797 beyit olan bu eserde tasavvuf yoluna girenlerin ulaşması
gereken kırk menzil anlatılır. Bu menziller tasavvufun tahakkuk ve tahalluk meseleleridir. Bazı nüshalarda
adı 'Çihil Menâzil' olarak da geçen eser, Ebu Said Ebu'l-Hayf'ın Makâmât-ı Erbain'inin yorumu
mâhiyetindedir.
7. Makâmât (Heft Makam): Seyr ilallah, Seyr lillah, Seyr alallah, Seyr ma'allah, Seyr fillah, Seyr anillah, Seyr
billah'tan bahseder. Birçok nüshada Menâzilül-Aşıkîn ile birlikte yer alır.
8. Şerh-i Merâtib-i Esrârul-Kulûb (Heft vadi): Kalbin tasavvuftaki yedi halinden bahseder. Bunlar kalb, aşk,
marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakrdır. Müellif bunların her birine, vadi adı verdiği için bu esere 'Heft
Vadi' (Yedi vadi) de denilmiştir. Mesnevi türünde, 880 beyittir.

9. Şerh-ı Esmâ-i Semaniyye: Allah'ın; Hayat, İlim, Semi, Basar, Kudret, Kelâm, irade, Bekâ gibi sıfatları
tasavvufi açıdan açıklanır. Farsça mesnevi türünde, 610 beyittir.
10. (Şerh-i Suâlât-ı) Gülşen-i Esrâr (Râz): Mahmud Şebüsterî'nin Gülşen-i Râz adlı meşhur mesnevisinin
benzer ruh-nefis, kalp-sır, kabz-bast, vakit, kurb-bu’d, huzur-gaybet, üns-heybet ve yakîn makamlarına dâir
irfane dâir 8 suâle verilen cevaplardan oluşan müstakil 545 beyitlik bir mesnevîdir.
11. Etvarul-Kalb (Kulûb): Kalbin tasavvufi mânâsını ve yedi tavrını şerheder. Bunlar; sadr, kalb, şeğaf, fuad,
habbetü'l-kalb, süveydâ ve mühcetü'l-kalb'dir. 772 beyittir.
12. Beyânu'l-İlm (İlm-i Ledünnî): Farzın başının Allah'ı bilmek ve tanımak, marifetullah olduğu, Allah zikrine
devam etmenin şart olduğu, zikrullahın hasta kalplere ve gâfillere şifa olup uyardığı fikri işlenir. Kayıtlarda
Ledünni diye de geçer. 550 beyittir.

13. Risale fi Salâtûn-Nebi: Hz. Peygamber'in fazileti, O'na bağlanmanın gerekliliği, salât ve selâm
getirmenin öneminin anlatıldığı bu kaside sekiz müseddes kıt'a halinde olup 56 beyittir.
14. Menâkıb-ı Emîrül-Müminîn Ali Kerremallahu Vechehu: Hz. Ali'nin fazîletinin ve ona bağlılığın
ehemmiyetinin anlatıldığı bu kaside 116 beyittir.
15. Gazeliyyat: İlâhî aşkın ele alındığı eserde, dermansız bir dert olan aşkın aslında Allah'ın sevdiği kullarına
lûtfu olduğunu anlatılır. Farsça 15 adet gazelden mürekkeptir.
16. Mekârim-i Ahlâk (Ahlâk-ı Mahmûdât): Seyyid'in nâdir bulunan Farsça nesir eserlerinden biridir. Amel-i
sâlih ve ahlâkın imânın temeli olduğu anlatılarak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ve O'nun yolunda olanların en
ehemmiyetli hususiyetlerinin güzel ahlâk olduğu, kötülük duyguları ve bunlardan kurtulma yolları gösterilir.
17. Tasarrufât u Mükâşefât: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in; "Bir kimse aşık olur, iffet gösterir,
aşk sırrını kimseye açmaz da ölürse, şehid olarak ölür." meâlindeki hadis-i şerifinin şerhidir. Burada
kastedilenin ilâhi aşk olduğu fikri işlenir. Farsçadır.
18. Kıssa-i Mansûr: Hallâc-ı Mansûr'un darağacında iken bir mecnûn ile olan muhaveresinin anlatıldığı bir
mesnevidir.
19. Acaibul-Kulûb: Seyyid Yahya Şirvâni'nin büyük sûfilerin sözlerinden derlediği bu mecmuada, meşhur
sûfi Bâyezid-i Bistâmî'nin kalbin ahvâli, Yahya b. Muaz'ın makâmât ve hallerinden bahseden sözleriyle
Abdullah el-Ensârî'nin bazı sözleri nakledilmektedir.
15
20. Beyânu'l Esrâr littâlibîn: Bu eser müellifimize atf edilmekteyse de aslen halîfelerinden Yusuf Ziyaeddin
Muskurî Hazretlerine ait olduğu tespit edilmiştir. 2006’de Cihangir Hacıyev ve Ahsen Batur tarafından
tercüme edilmiştir.

16
Seyyid Yahya Sultânımız eserlerinde, yaşadığı dönemde Azerbaycan muhitinde gelişen Bâtınîlik hareketine
karşı Ehl-i sünnet inancını savunmuştur:
Alî çün şîr-i yezdân nâm kerdend
Ali'ye "sen Allah'ın aslanısın" buyurunca Nebî
Alllah, ilm ve kuvveti Ali'ye râm eyledi
Çü Osmân bûd dâmâd-ı peyâmber
Hayâ vü hilm dâdeş hayyü'l-ekber

Osman olunca damad-ı peygamber


Haya ve hilm ikram eyledi Hayyü'l ekber
Vücûd-u zahir-i nebevî'den kalbinin meyvesi (semeretul fuad) iki can ile dâmâd-ı peygamber olunca, O
kalbin sahibi, vücûd-u bâtın-ı Muhammedî'den iki haslet ikrâm eyledi: haya ve hilm gibi iki cevher.

Eğer yek zerre zi îşân buğz dârî


yakîn miyed an ki tû ez ehl-i nâri
Kin nefret düşmanlık ile gönül aynanda onlara toz kondurdun ya, bu kin ateşinin bir ucu cehennem ateşine
varır iyi anla
Şâyet onlara dair bir zerre buğz varsa kalbinde
Şüphesiz ateşini kendin taşırsın cehennemine
İsimlerine zerre toz kondurursan kalbinde
Yerinin hazır edersin cehhennemin dibinde

Ana kim yâr olubdur 'avn-i Bâri


Ayırmaz birbirinden çâr yâri
Çü vardır her birinde bir fazile
Anunla oldular Hakk'a vesîle

[ESERLERİNDEN SEÇMELER, Şifâu’l Esrâr]

Eteğine sarılan huzûr buldu âlemde


İrfâna döndü aşkı hepsinin bir kalemde
Şifâ’ya erdi hasta, hastalar hep elemde
Bir aşk kaynağı idi Seyyid Yahyâ Şirvanî

Eserleri için en hacimli olanı budur. “Şifâ” tasavvuf sâlikinin hâl ve makâmlarını, şeyhin ve mürîdin
özelliklerini, ibâdet ve tâatlerin iç manâlarını izâh etmektedir.

Bir mürîdin kesb-i kemâl, seyr-i cemâl yolunda geçmesi gereken yetmiş makâmdan söz edilerek, bu
makâmların neler olduğu ve bu makâmlara ulaşmak için yapılması gereken vazifeler anlatılır. Eser şerîat,
tarîkat ve hakîkat başlığı ile üç ana bölüme tasnif edilmiştir. Şerîat ahkâm ile, tarîkat kalb ile, hakîkat sır ile
amel etmektir. Her bölüm kendi içinde üç fasla, her fasıl da yedişer makâma ayrılır. Yedi ruhânî makâm
ilâvesi ile yetmiş makâm tamamlanır.

17
SEYYİD SULTÂNIMIZIN MÜNÂCATI

Ya Allah, Ya Allah, Ya Rabbî, Ya Rabbî, Ya Rabbî,


Ya Hayy u Ya Kayyumu Ya Ze’l-Celâli ve'l-ikrâm.
Allah'ım! Senin büyük ism-i azam'ını vesîle ederek senden dilerim; şol cennetine dahil eyle ki senin
vahdaniyyet bahrinin enginliklerinde ferdaniyyet deryânın derinliklerindedir. Beni kudretinin satveti ile
kuvvetlendir tâ ki senin rahmet fezâna çıkabileyim.
Kalbimi ve vechimi himâyenden izler taşıyan
yakında çakan bir şimşeğinin parıltısıyla nurlandır.
Heybetinle mehîb, inâyetinle azîz kıl.
Bana izzet ve kabûl libâsını giydir. Sana ulaşmak ve kavuşmak yollarını kolaylaştır. Vakâr ve kerâmet tâcını*
giydir. Benimle senin dostlarının arasını dâri’l-karâr olan bekâ yurdunda, cennette birleştir.
Rabbim beni bağışla ve bana rahmet eyle ki
sensin rahmet edenlerin en hayırlısı...

*Kerâmet: İsâbetli söz ve iş manâsınadır.


Şu kim keşf ü kerâmetten vurur dem
Sanma cihanda olur ol kâmil âdem

Kerâmet satmamaklıktır tasavvuf


Hakk'ın işinde etmeyüp tasarruf
Keramet satmamaklıktır keramet
Keramettir denilmiş terk-i âdet

18
KENDİ DİLİNDEN SÛFİ TÂRİFİ
Safâ, vefâ, fenâ, yakîn bir araya gelirse «sûfi» okunur.

SAFÂ: Şerîatın, erkânın zıddı olan işlerden sâfi, cümle pisliklerden arınmış saf ve berrak olmalıdır. Tâ
mürşidinin safâ-nazarı ile durulan kalbiyle âlemi "safâ-nazar âşık" penceresinden seyreyleye.

Huz mâ safâ, da' mâ keder


Duru olanı al, bulanık olanı bırak
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
VEFÂ: Evvel yâr ile ettiği ahdi unutmayıp her nefeste ahd ü peymânına vefâ etmeli, sahibine layık ameli
içinde vefa etmeli zira tarikat kalb ile amel etmektir, muhabbette süreklilik, bağlılık ve sadâkat gerekir.
Amelin içinde az da olsa devamlısını severlerdi. Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.anha) Ramuz El-Ehadis [521:22]
Kendi cinsiyle yaraşır her kişi
ASLINI BİLEN yeğ işler her işi
Amelin içinde az da olsa devamlısını severlerdi. Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.anha) Ramuz El-Ehadis [521:22]
Kendi cinsiyle yaraşır her kişi
ASLINI BİLEN yeğ işler her işi
FENÂ: İlmi ve ameli kendinden görmeyip (hodbin olan hudabin olamaz) pîr himmeti, şeyh terbiyesi deyip
fakr u fenâ makamında durmalıdır.
Kulun nisbî benliğinin Allah’ın varlığında yok olması, eşyânın nazarından silinmesi, kendi fiilini göremez
olması, kesret âleminin kayıtlarından sıyrılıp Hakk’ın tasarrufu altına girmesi hâli.
Fenâ fi’ş-şeyh: Bir dervişin benliğini, Hakk’ın tecellî makāmı olarak gördüğü şeyhinin varlığında yok etmesi,
şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine mürşidinin irâde ve murâdını koyması.

Özünden geçmeyince kurbet olmaz


Şeker âb olmayınca şerbet olmaz
Tâ bundan sonra yakîn hâsıl olup sûfî adını almaya lâyık olsun.
YAKÎN: Herhangi bir delîle bağlı olmaksızın sâdece îman kuvvetiyle âşikâr olarak görme, müşâhede ederek
bilme: Artık gayba olan îtikat zâil olup onun yerine müşâhede ve yakîn ile husûle gelen ilim kâim olur. Yakîn,
îman kuvveti ile her şeyi ayan beyan görmektir denilmiştir. Cüneyd-i Bağdadî der ki: Yakîn değişmeyen,
bozulmayan, başkalaşmayan bir ilmin kalpte karar kılmasıdır. Yakîn ile kulluk hakikat kapısında olur ve sır ile
amel etmektir.
Sana yakîn gelene (benliğinin yokluğunu fark edene kadar -ölüm hakikatin fark edilmesi hâlidir- Vâhid’ül
Kahhâr’ın yaşanmasına) kadar, Rabbine kulluk et (benliğin varolduğu sürece Rabbine kulluğa devam et, tâ ki
yakîn gelene kadar; yakîn sonrasında ise bunun tabî neticesiyle Rabbinin kulluğu kendi kendine devam eder
zaten)! [Hicr:99]
SÛFÎ kelimesinin içinde üç makam da geçmiştir ki şerîat erkân ile, tarîkat kalp ile ve hakîkat sır ile amel
etmektir. Mârifet ise kesrette vahdeti görüp üçünü bir eylemektir. Tasavvuf yolundan birliğe ulaşmak için
ise «açlık, tefekkür ve hayret» şarttır.
19
Şerîatte olalım emre kâim
Tarikatte sivây-ı aşka sâim
Hakikatte bulalım zevk-i dâim
Şerîatle hakîkatten ayırma
Şerîat zâhirimiz eylesin pâk
Tarîkat hizmetinde olalım hâk
Hakîkat benliğimiz eylesin çâk
Şerîatle hakîkatten ayırma
[Sun’ulâh Gaybî el-Halvetî v. 1677]

20
RESÛLULLÂH EFENDİMİZİN ON HASLETİ
Resûlullâh Efendimizin on alameti vardı. O alametleri bilip şefâatine layık olmak istersen "Bana tâbi olun ki
Allah da sizi sevsin" [Ali İmran:31] emrine imtisâl et.

Kenz budur ki peygamber sözüdür


Kamu sözler gece bu gündüzüdür
On yedi ay Beytü'l-Makdîs'i kıble edinip salâtı ikâme etti. Bir gün öğle namazını kılarken birinci teşehhüdde
gönlünden Beyt'ül Haram kıble olsa diye geçirdi ve başını kaldırıp gökten yana baktı.
Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti indirdi: "Elbette ilahi buyruğu bekleyerek yüzünün semâda aranıp
durduğunu görüyoruz..." [Bakara:144]
Habîbim Ahmed, Resûlum Muhammed! Sana zorluk olmasın, gözünü göğe çevirip bakma, sırrını dilinle
söyle. Ben Kerîm olanım, ikrâm etmeyi severim, murâdını kabul ederim.
Biz, vechinin Semâ’da takallub ettiğini (habire dönüp durduğunu, hâlden hale dönüştüğünü) görmekteyiz...
Artık seni, razı olacağın bir Kıble’ye elbette öndüreceğiz... O hâlde vechini hemen Mescid-i Haram tarafına
döndür... Ve (siz ey tevhid ümmeti) nerede olsanız vechlerinizi O’nun tarafına çeviriniz [Bakara:144]

Pek düşkün ve raûf olduğu ümmeti hakkında "Ey Rabbimiz eğer unutursak veya kasıtsız olarak yanlış
yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma" niyâzı üzerine
"Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz" [Bakara:286] âyeti geldi.
Habîbim Ahmed, Resûlum Muhammed! Ne göğe bak ne dilinle söyle. Gönlünden ne geçse ihtiyacını yerine
getirir, murâdını veririm. (Halîlullah: İsteği geri çevrilmeyen Habîbullah: istemeden verilen)
Resulullah efendimiz Safiyye vâlidemizle ile nikahlandığında (628) velîme yemeği verdiler, ashaba ikramda
bulundular. Vakit ilerleyince Resulullâh Efendimiz gitmelerini diledi ve lâkin onlara bir şey de diyemedi,
hayâ etti. Şu ayet geldi: "yemeği yiyince hemen dağılın yemekten sonra lafa dalmayın, sohbeti uzatmayın
çünkü bu hareketiniz peygamberi rahatsız ediyor lakin çekindiğinden size karşı bir şey söylemiyordu
[Ahzab:53]
Allah Teala, Habîbim Ahmed, Resûlüm Muhammed "Eğer bir hâcetin olursa semâya bakma, dilinle
söyleme, kalbinden bile geçirme hepsi bana aittir hâcetini ben vereceğim" diye vahyetti.
Tevazu ve teslimiyetle, "Ben nefsim için fayda ve zarar vermeye mâlik değilim" [A'raf:188] buyurdu

Ve ekledi: "Hasbiyallah, Allah bana yeter, O ne güzel vekîl, ne güzel dost ve ne güzel yardımcı"
Hak Teâlâ, "Ey Nebî! Allah sana ve seninle birlikte olanlara yeter" [Enfâl:64] diye cevap verdi.

O hiç kimsenin mahrem yerlerini görmemişti. Bu hali kıyamet günü ümmeti içindir. Allah Teâla kıyamette
hiç kimse görmesin diye onların zahiri mahrem yerlerini ve Onun şefaati ile batıni mahremlerini, ayıplarını
setr eder.
O’nun üzerine sinek konmazdı, bundan sebep kıyamet gününde ümmetinin üzerine ağırlık verici günah
konmayacaktır.
O, uyuduğu vakit kalbi uyumazdı, bir gün bile hades olmazdı. Bunun gibi ümmeti oruçlu halde uyudukları
zaman onların uykusu ibadet hükmünde sayıldı.
21
Oruç tutanın sükutu tesbih, uykusu ibadet, duası müstecab ve amelinin ecri de kat be kattır. Ravi: Hz. İbni
Ömer (r.anhüma) Ramuz El-Ehadis [308:14]
Çalış ey kardeş sen de bu berekete nâil olasın.

22
RİSÂLE-İ ETVÂRU'L-KULÛB ESERİNDEN
FÎ MEDH-İ'N-NEBÎ ALEYHİSSELÂM
İrâde O, mürîd O, talep de ancak O
Kendi ispatına her yüzden delil de O

Muhammed (sav) önde gidenlerin rehberi O


Geride kalanların özr-hâhı yine O

Kenz budur ki peygamber sözüdür


Kamu sözler gece, bu gündüzüdür

Hak Te'âlâ hazretinden subh ü şâm


Mustafa'nın ruhuna yüz bin selâm
Âdem sûretini O'nun harflerinden buldu
Âdem'in nesli O'nun nurundan can buldu
O'nun neslinden gelen, son devir güzellerinden bir güzelin buyurduğu gibi:
Yokluğumla âşikârım, Ehli Beyt'e âidim
Secdemin şeklindeki İsm-i Muhammed şâhidim

Secde et ve yaklaş [Alak:19]

Ey iman edenler! Rükû edin (her an her zerrede hükümranlığını fark ederek eğilin); secde edin(indî
"ben"liğinizin "yok"luğunu hissedin), Rabbinize kullukta olduğunuzu kavrayın; hayır(Hakkanî fiil, sâlih amel)
işleyin ki kurtulasınız! [Hac:77]
Kulun rabbine en yakın olduğu hal secdedir. Bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın. [Müslim:Salât-215]

Salât-ı ârifan mahv-ı vücûd est


Salât-ı gâfilân sehv-i sücûd est
[Hz. Pir Mevlana ksa]

Secde nedir bilir misin? Her secde edenin, kendi benliği olan aslını, secde yerinde görmesidir. Ona şöyle
derler: "Senden kaybolanı iste bakalım; senin çıkmış olduğun asıl O’dur." O nedenle cisim aslı olan toprağa
secde eder. Ruh da kendisinin çıktığı ruh bütünlüğüne, birliğe secde eder, yakınlaştığında aynaya sâcid
mescûd bir olur, ayıran kendini ayırır.
Her zerre bir vahdet-nümûd
Cehd ile kıl mahv-ı vücûd
Yol gösterir sırr-ı sücûd
Kurbetle yektâ olagör
Sahrâ-yı vahdet tendedir
Deryâ-yı vahdet sendedir
23
Hakk'ı bulanlar zindedir
Aşk ile ihyâ olagör
[Hz. Abdurrahman Sâmi Uşşakî v. 1934]

Mahv-ı vücûd iden ider kendini mahz-ı nur-ı aşk


Arada hâil olmasa sâyede âfitâb olur
[Sultan Dîvâne Semâi Mehmed Çelebi ksa]

Mahv eyleyerek perde-i sûretle hicâbı


Dîdâr-ı cemâl Ka’be-i ulyâya erişdir
Taklîde beni eyleme mahkûm-i 'ukûbet
Bir aşk-ı hakîkat ile sevdâya erişdir
Aslımla enîs et beni bîgâne bırakma
Şehrâh-ı visâl künh-i müsemmâya erişdir
Sendendir inâyet de hidâyet de se'âdet
Cezb eyle beni Zât-ı Muallâ'ya erişdir

24
SEYYİD YAHYA ŞİRVÂNİ SELAMI
Selâm’dan SİN harfini ve Şeref’ten ŞIN harfini aldılar ikisini kardeş yaptılar. ‫س ش‬
Sin harfi Allah'ın es-selâm isminin anahtarıdır. Allahümme entesselam ve minkesselam. O'ndan başka
selâm, selamet kaynağı yoktur. O, dostlarına ikramda bulunarak onları Müslim diye ad verdi. Onları
darusselam'a dâvet etti.
Allâh, Selâm Yurduna (bedensel sınırlamalar ötesindeki, hakikatinize bahşedilmiş kuvvelerle yaşam
boyutuna) çağırır ve dilediğini sırat-ı müstakime hidâyet eder. [Yunus:25]
Allâhümme ente’s-selâm ve minke’s-selâmü. Ve ileyke yeûdü’s-selâm. Fe hayyinâ Rabbenâ bi’s-selâm. Ve
edhılnâ dârake dâra’s-selâm. Tebârakte Rabbenâ bi’s-selâm. Ve teâleyte leke’l-hamd ü yâ zelcelâli ve’l-
ikrâm.
Onlara meleklerin selamını ikram etti
“Selâmun aleyküm (Selâm ismiyle işaret edilen kuvvesi sizde açığa çıksın) sabretmenizin sonucu... Son vatan
ne güzel!” [Ra'd:24] Rablerinden ittika edenler (bedenselliklerinden korunanlar) ise sınıflar hâlinde cennete
sevkolunmuştur... Nihayet oraya geldiklerinde ve onun kapıları açıldığında, onun muhafızları hitap eder:
“Selâmun aleyküm! Ne hoş olmuşsunuz... Sonsuza dek kalmak üzere girin!” [Zümer:73] O’dur ki, sizi (tâbiat,
nefs) zulumatlardan Nur’a çıkarmak için size salat (rahmet; tecelli) eder, ve O’nun melekleri de (salat
ederler)... Mü’minlere (mü’minler olarak-mü’minlerden) Rahîm’dir. [Ahzab:43]
ve vasıtasız olarak onlara selam etti.
Selâmün kavlen min Rabbin Rahîm;
Rahîm olan Rab’den “Selâm” sözü ulaşır (es-Selâm ismi özelliğini yaşarlar)!
Selâm ile size yönelene, siz de daha kapsamlı bir selâm ile karşılık verin yahut aynısıyla karşılayın. Muhakkak
Allâh, her şeyde Hasîb’dir (açığa çıkanın sonucunu yaşatandır). [Nisâ:86]
Her kime kim bir nefes aşk selâm eyledi
Gönlü ulaşdı Hakk’a, canda makâm eyledi
El-Câmi olan insan el-mümin'e ayna olduğunda es-Selâm'ı yayılıp durur halka halka...
ES SELÂM: Yaratılmışlara (beden ve tabiat kayıtlarından, tehlikelerden, boyutlarının sınırlarından) selâmet
ihsan eden, yakîn hâlini oluşturan; iman edenlere “İSLÂM”ın hazmını veren; Dar’üs Selâm (hakikatimize ait
kuvvelerin tahakkuku) olan cennet idrâki hâlinin yaşamını meydana getiren!
Selâm denizi coştuğunda gönüllerden kini giderir…
Yetmez cehâlete yer gök dolu kelâm,
Dahi âşık-ı sâdıklara bizden selâm

Allah'ın selâmı ve selâmeti,


rahmeti ve bereketi,
emânı ve emâneti üzerimize olsun
SON SÖZ YERİNE
Hakîkat sırlarının mâdeni, bir aşk rehberi Seyyid Yahyâ-yı Şirvanî sultânımızın devri dâim, demi bâki,
himmeti hâzır, nazarı safâ, kelâmı mahzâ şifâdır. O’nun Muhammedî nura verdiği âteşîn şûle ile cân bulup,
irfân meclisinden nasiplenenlere selâm olsun.
25
Umarım ve dilerim ki eserleriye derinliğini idrâkte zorlandığımız mevzûları pek sâde bir dille bizlere ikram
eden Yahyâ-yı Şirvanî Efendimizin bu toprakların kalbine bıraktığı tevhid tohumları,tâliplerin gönlünde
yeşerip cezbe-i Rahmân’ı âlemlere yaysın.

Her biri «ölmez bir oğul» olan eserleri okunup rengine boyandıkça, Seyyid Sultânımızın, nurdan bir silsileyle mânâyı
kendisinden devr aldığı, Hazret-i Server-i Kâ‘inât ve Mefhâr-i Mevcûdât aleyhi efdalü’s-salavât ve ekmelü’t-tahiyyât
Muhammedü’l-Mustafâ Aleyhisselâm Efendimiz’in ezelden âşinâ olduğumuz rûh-ı fütûh-ı kuds-i pür-enveri ile
ruhlarımızın yeniden âşinâ olmaklığına vesîle olur niyazındayız… Hazret-i Pîr, Seyyîd Yahyâ-ı Şirvanî Sultânımızın
huzûr-u şâhânelerinde izhâr-ı acz ve arz-ı ta‘zîmât eylerek sözlerime nihâyet veriyorum.
Aşk olsun!

26
KALBİN TABAKALARI
Yevme lâ yenfa'u mâlun ve lâ benûn
illâ men etâllâhe bi kalbin selîm
O gün, ne mal fayda verir, ne oğullar ancak
Allah'a selîm bir kalb ile varan başka... [Şuara:89]

Kalb-i selîm olmayınca tarikata girmek olmaz. Yolumuz kalp ile amel etmektir. Tarîkat ehil olan gönüller
ilmini bilmelidir ki ondan tâlibin murâdı hâsıl olsun. Eğer gönül ilminden haberdar olmayıp cehâlet ile yola
adım atsa «ehl-i tarîkim» diye da’vâ etse o ahmaktır. Böylesine inanan dahi ahmaktır.

O’na mürîd olan, iradesini teslim eden o gözsüzü gör!


O’na mürşid olan o yüzsüzü de gör!
Mâdem Hak tâliplerine o gün bu gündür, gelip geçen her demde kalb-i selim isterler, buyrun efendim
Seyyid Sultanımız elimizden tutsun, bizi kalbimizle tanıştırsın, işi kolay kılsın.
Lâ yese'unî ardî ve lâ semâi ve vesa’anî kalbî abdi’l-mü’min. Ben, ne yere sığdım ne göğe sadece mümin
kulumun kalbine sığdım.
Bütün mülk'ü ile birlikte O'nu ihâta eder kalbin
Yüzünü O'na çevirip bir gül gibi açıldığın zaman
Kalbü'l-mümini beytullâh ve kalbü’l-mümini arşullâh ve kalbü’l-mümini hazâinullâhi
Mü’minin kalbi Beytullah’dır (Allah’ın evidir). Mü’minin kalbi Arşullah’dır (Allah’ın arşıdır).
Mü’minin kalbi, Hazâinillah’dır (Allah’ın hazineleridir).
ve yine saadetle buyurdu: Dikkat edin, vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi (sağlam, doğru) olursa bütün
vücut iyi olur o fâsid olursa bütün beden bozulur, vücut hasta olur. Dikkatli olun o et parçası kalptir.
ve yine Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdu: “Mü’minin kalbi Rahman’ın iki parmağı
arasındadır. Rahman o kalbi dilediği şekle çevirir.”
Şeyh Yahyâ (k.s.) şöyle dedi: Kalb; ruh (gök) ile nefs (yer) arasında bir netîcedir ve bu ikisi arasında geçit
olarak bulunur. Nefis ile ruh arasında mevcut olan manevî bağın varlığından dolayı kalbin her iki tarafa da
meyli vardır.
Eğer kalb, ruh tarafına meyleder ve onunla birleşirse; ilim ruhu ile canlanır. Ruhun yardımıyla kuvvetlenir ve
mârifet nuru ile nurlanır. Bunun neticesinde, nefsi kendisine tâbi kılarak ondan birtakım faydalı bilgiler ve
ilhamlar elde eder. Böylece kalb nurlanır ve etrafındakileri de aydınlatır. Neyin zararlı, neyin faydalı
olacağını görür, istikrâr bulur. Nefsin gözü aydınlanır, itminâna ulaşır ve asıl kaynağına dönerek, hevâsından
emin olur. Yitirdiğini bulur, Allah’ın emrine uyar, sıhhate kavuşur, kalbin iradesine girerek kurtulur.
Böylece Allah’ın: “Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran felâha erer.” [Şems:9)] fermânının şerefine
lâyık olur. Allah onun için: “Ey gönül huzuruna ermiş (mutmain) nefs” [Fecr:27] diye taltîf buyurmuştur.
Eğer nefs (kalb) ruha tabi olmaktan imtina ederse yoldan çıkar. Hevasına tâbi olup azgınlaşır. Arzularının
peşine düşer ve neticede ameli boşa gider. Kendisine faydalı olacak işleri bırakıp zarar verecek şeyleri
yapmaya başlar. Nitekim Allah (c.c.) onun hakkında: “Nefsini günahlarla örten kimse hüsrana uğrar.”
[Şems:10] buyurmuştur.
Allah korusun! Eğer kalp nefis tarafına meylederse,

27
İnsan nasıl günah işler?
Kalbin merkezindeki rahmânî sıfatlar Haktan yana çeker seni. Ammâ kalbin dış yüzüne yakın kenarındaki
sıfatlar, kendini nefs-i emmâre lezzetleriyle takdîm edip yeni gelin gibi cilvelenerek insanı cezb ettiğinde,
günaha karşı kendinde bir cesâret bulursun!

Yürek usulcâ pas tutar, gelip geçerken günler, günâhlar…


Kalp hayatı kesintiye uğradığında ilmi perdelenir, mârifeti azalır. Nefsi onu kendisine uydurarak hevâ
vâdilerine atar. Gözü rüşd yolundan çıkar, hevâ yoluna sapar. Böyle olunca da, neticesinde alçaklık
vadilerinden hangisini isterse orada helâk olur gider. Bu durumda ondan ruhun yardımı kesilir, ilâhî feyiz ve
fetihlerin kaynağı kapanır, zafer ve nusret ruhları zuhur ve vuzuh sebebi ile ondan yüz çevirirler.
Eğer tevbe ederse, “Allah tevbe ile kendisine dönenleri sever, temizlenenleri de sever.” [Bakara:222]
hükmünce Allah (c.c.) tevbesini kabul eder ve rahmetiyle mukâbele ederek onu affeder.

[ETVÂR-I KULÛB ESERİNDEN]


Âgâh olasın gönlün yedi tavrı var
Her tavrın bir ismi ve bir seyri var

Birisi suâl eyledi: âhi kalp nedir?


O latîf mi yoksa kesîf bir şey midir?

Zâhirde bir et parçasına kalp denir


Fayda, zarar hep onun sûretinden gelir

Kalbin selâmeti ancak ruhun sıfatından gelir


Fesâdı ise nefsin hep fesâd işlerinden gelir

Hayatı, ilmi ve aklı hep ruhtan alır


Nefse gelince bunları ben ettim sanır
DER BEYÂN-I ETVÂR-I DİL
Kalp, insanın maddi ve manevi hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında oynatarak takallüb ettirdiği
(yönünü değiştirdiği) ve kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır. İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı
oluşunun sebebi de, bu tecellilerin birbirini takip etmesidir. Çünkü kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun
kendine, yani aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki temsilcisi olan dimağa (ayna
nöronlar:fuad) aksettirmektedir. Bu yüzden zihin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi yani aşk ve istekler ise
hudutsuzdur.

Tasavvuf bilmekdir etvâr-ı kalbi


Eridüp koymıya kalbinde kalbı

İnsan kendi kalp aynasına dikkatle nazar ettiğinde kendini görür ama kalp, gaflet örtüsüyle örtülü olursa o
zaman hiç bir şey görülemez. İnsan, Allah'ı kalbinde bulabilirse mirac etmiş olur. Bulamadığı takdirde ise,
kalbinin Beytullah değil, şeytanın evi olacağını unutmamalıdır.

28
Allah, her şeyi bilir, kul ise, kalbi nazargâh-ı ilâhi olduğu için, sezer. Çünkü Allah kalbe nazır olduğundan, bu
nazarının bir ucu kendinde, diğer ucu ise kulunun kalbinde demektir. İyilik ve kötülüğün, insanın kalbine
ferahlık ve sıkıntı, yahut genişlik ve darlık olarak aksetmesinin sebebi budur. İnsana ferahlık veren şey iyi,
sıkıntı veren şey ise kötüdür.
İnsanın ıslah olması, kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Beka âleminin cümle sırları kalpte tecelli
etmektedir.

Kalptenin sırr-ı zât


Kalbin aksi kâinat
[DİL (GÖNÜL) TABAKALARI]
Gönül gönüldür olsa da sînesinde kahpenin
Onu yıkan gitmesin tavafına Ka’benin
Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden hitap eder. «Kalb-i mümin beytulllah» «Bir
müşkülünüzü halledecek kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu söyler» «Bir insan kırk gün
takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet pınarları fışkırır» hadisleri hep buna işarettir.
Gönül tabakalarını sayacak olursak bunlar sırasıyla sadr İslâm, kalb iman mahallidir, akletme kalbin işlevidir;
şeğaf (dış kalb zarı) sevgi ve şefkat mahalli, fuâd temaşa, habbetü’l-kalb ilâhî aşk, süveydâ gaybı mükâşefe,
ilm-i ledün ve ilâhî sırların mahallidir; mühcetü’l-kalb ise (kalbin derunu) ilâhî sıfatların, nurlarının tecellî
ettiği yerdir.

1. SADR-Sîne-Göğüs-İslâm
(Biz) onların (cennet ashâbının) sadırlarında ğıl’dan (ayrı görmekden kaynaklanan kin-düşmanlık, sevgisizlik)
ne varsa söküp attık... [Arâf:43]
Allah kimi doğru yola iletmek, hidâyet etmek dilerse, onun sadrını İslam’a (teslim olmaya) açar (genişletir)...
Kimi de saptırmayı dilerse, onun da sadrını (öyle) daraltıp zorlaştırır (ki o) sanki Semâ’da yükseliyor gibidir...
[Enâm:125]
Allah kimin sadrını İslâm’a şerhetti (açtı, genişletti) ise o Rabbinden bir nûr üzere değil midir?! [Zümer:22]
(Mûsâ) dedi ki: “Rabbim, sadrımı açıp genişlet (hakkel yakîn eyle)”. [Tâ-hâ:25]
Senin için sadrını inşirâh etmedik (açıp genişletmedik) mi? [İnşirâh:1]
Arz’da hiç gezip seyretmediler (ibret almadılar; seyr-i sülük yapmadılar) mi ki, bu sayede akledecekleri
kalbleri yahut kendileri ile işitecekleri kulakları olsun... Çünkü basarlar a’ma olmaz, sadırların içindeki
kalbler a’ma olur [Hac:46]
Vakta ki gevher-i İslâm’dan hâlî ola küfr ü şirk vesvese-i şeytân olur Allahumahfaznâ

SADR: Mahall-i gevher-i İslam,


Nefs karşılığı: Emmâre Seyri: İlallah
Dârı: Şerîat Nûru: Mavi
Ki onun birinci katı SADR diye bilinir
Burada ancak İslâm cevheri aranır
SADRın izâhına dâir Hak buyurmuş*
Onda İslâm'ın nuru aks olunmuş

29
Efemen şeraha(A)llâhu sadrahu lil-islâmi
fehuve ‘alâ nûrin min rabbih(i)[Zümer:22]
Eğer Haktan inen bu nur olmasaydı
O küfr ve zulmete yelken açardı
Sadr, şeytânın vesvese ma’deni olurdu
Sen bu manayı ikizin kitaptan oku
Ellezî yüvesvisü fî sudûrin Nâs: O ki, insanların sadırlarında (sinip sinip geri döneni insanı bedenselliğe
düşüren-nefse uyduran) vesvese üretir. [Nas:5]
Bu vesvâsın yolu hep sadırdan tarafa gelir
Candan bil ki vesveseden uzak durmak gerekir
Kalbin derûnuna, şeytanın yolu yoktur
Hafıznâhâ buyurdu Hak Kuran'da oku dur
Ve hafıznaha min külli şeytânin racîm;
Ve onu (zahirde birinci kat gök-batında sadr) şeytân-ı racîm’den (bâtıl kökenli evham ve düşüncelerden) biz
koruduk. [Hicr:17]
Kalp ilâhi sırlar hazînesine mahzen olur
Vesvâs-ı şeytan kalpten hep uzak durur

Kalp ilâhi sırlar hazînesine mahzen olur


Vesvâs-ı şeytan kalpten hep uzak durur

Kur'an okumaya başlarken Şeytanın adı neden Rahman'dan önce anılıyor, yani niçin önce:
Euzubillahimineşşeytanirracim: Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım denip, sonra besmele
çekiliyor diye düşünmek lazımdır. Bunun nedeni: Peygamberimiz'in Kâbe'de yaptığı muameleyş, kendi kalp
Kâbemiz'de tekrarlamaya çalışmamız gerektiğini anlamaktır.
Peygamberimiz Kâbe'yi fethettiğinde, önce içindeki putları atmıştır. Biz de Beytullah olan kalp Kâbemiz'i
açmadan evvel, içindeki şeytanı çıkarabilmek için, önce onu anıyor ve “Sığınırım” diyerek, ondan Allah'a
sığınıyoruz.
Şeytan veya şeytanın putları nelerdir? Kötü huylar, dedikodular, fesatlıklar... Bu tip kötü huylar, insanın
kalbinde şeytan işi olan birer puttan ibarettir. Allah'ta böyle şeyler olmadığı için, Allah sadece temiz nazar
eder. Kalp temizlenmeden, orada Allah'ı bulmak mümkün değildir. Onun için önce istiaze ile şeytanın
eserlerini kalbimizden atıyor, sonra da besmele ile kitabı okumaya başlıyoruz.
Tavr-ı evvelde sadr okurlar adın
Gerçi âhirde bedr okurlar adın
Sadr menzil-i vesvâsdur, ol vesvâs ki hannâsdur. (gizlenmiştir, şeytânî) Ey miskîn anun meskenidür nefy ü
isbât tâ tapıla anda sabr u sebât. Anun makâmı seyr ila’llâhdur bilür bu sırrı ol kim âgâhdur. Anı evvelki ism
eyler meşrûh tâ kim ola ser-be-ser mazhar-ı rûh. Elemneşrah leke sadrek beyân eyler, ol gizlü nükteyi ‘iyān.
İslâm menzilinde karar tapar, gâh inkâr ve gâh ikrâr tapar. [DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-GÜŞÂ TERCİ-
BENDİ]
2.KALP: İman
Bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve
30
değiştirmek manâsına rabbânî bir latîfedir.

Kalp tasfiyesi veya nefis tezkiyesi denilen bir yöntemle temizlenen kalp, ilâhî hakikatleri doğrudan ve
aracısız olarak bilecek kabileyette yaratılmıştır. Kalp, idrak, ilim, mârifet ve düşünme aracıdır.
Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen; oradaki putları, yani kendi düşünceleriyle meydana
getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır. Allah, âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli kılmıştır. Misal:
Mekke'yi mübarek kılıp, orayı insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür. Enfüste ise, herkesin
kendi Kâbe'si ve o Kâbe'de kendi putları vardır.

KALP: Mahall-i gevher-i iman, makam-ı nur-ı akl


Nefs karşılığı: Levvâme Seyri: Billâh
Dârı: Tarîkat Nûru: sarı

Kur’an’da akletme (düşünme) fiili kalbe nisbet edilmiş yani düşünmenin kalbin bir işlevi olduğu
belirtilmiştir. Aynı şekilde fıkhetmenin de (keskin görüş, ince anlayışa) kalbin bir işlevi olduğuna dikkat
çekilmiştir.
Onların da kalpleri vardır ama (gerçeği) kavramazlar, gözleri de vardır ama ilerisini görmezler, kulakları da
vardır ama (söz) dinlemezler [Araf:179]
Demek ki kalp cesedin âmiri, Hakk'ın memûrudur.

Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. (nüfûz eder, müdâhele eder) [Enfâl:24]

Şeyh buyurdu ki kalbin ölümü şu dört şeyden olur: çok konuşmak, câhillerle beraber oturmak, çok gülmek
ve helâl olduğundan şüpheli şeyleri yemek. Ey kardeş gayret et, şu sayılan şeylerden sakın da gönül
pâdişâhını öldürme.
İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.
[Mücâdele:22]
Allah kalplerinize îmanı süsleyerek sevdirdi, küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi... [Hucûrât:7]

Onun ikinci katını kalp oku


İmanın madeni nâmıyla oku
Kalbinde imanın kitabesi yazılı durur
Aklın nuru buna kesinkes burhân olur
Akıl, kalbin lemîsesidir (dokunma hissi)
Akıl nuru ile imana kuvvet bulunur
Cilâsını her an elinde bulundur

Kalbin iman nuru ile beslenir


İman da tahkîk meyvesin verir

Kalbinden tahkîke doğru kapı açarlar


Açılan o kapıdan sana yol gösterirler

31
Gönül âyînesin sûfî
Eğer ider isen sâfî
Açılur sana bir kapu
Ayân olur cemâlullah
(Şems-i Tebrîzî v. 1247)
Tahkîk: Hakk’a ermek, hakîkati bulmak için
gayret sarfedip netîcede Hakk’ın sıfatlarıyle sıfatlanma, Hakk’ı âlemde müşâhede etme.
İkinci tavr anun kalb oldı ismi
Egerçi genc-i ma‘nâdur tılsımı
Anun îmân ola dâ’im yemini
Mesîhâ tek tapa ol Meryem’ini
Hem ola sevk-i şevk içinde re’yi
Kıla hoş zevkile bey‘ u şirâyı
Bu gülşenden illâ būy-ı me‘ânî
Ola Keşşâf-ı keşf anun beyânı
Anuñ maķāmı seyr li’llāhdur ey ‘ārif tā ķurbet bisātından olmaya münḥarif. Sülūk ide bu ŧavrile, ħoş geçe
ķahr u cevrile. İsm-i düvüme müdāvemet ide, ol ŧavr ile Ŧūr’a gide. [DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-GÜŞÂ
TERCİ-BENDİ]

3. ŞEĞAF (Dış zar): Sevgi ve şefkat mahalli


Duygu merkezi burasıdır. Aşk, çok aşırı derecede bir sevgidir. Sonra bu aşk "şeğaf" denilen ve kalbin ta
kökünü ve içini saran bir makama erişir ki buradaki hâdiseye "gönlünü kaptırma" da denilir.

Kad şeġafehâ hubben


… O’na olan aşkı onun kalbinin içine nüfûz etmiş, derinlerine işlemiş… (Aşktan yüreğinin zarı delinmiş)
[Yusuf:30]

ŞEĞAF: Mahall-i muhabbet ve aşk


Nefs karşılığı: Mülheme Seyri: ‘Alellâh
Dârı: Marifet Nûru: kırmızı

Gönlün üçün katı şeğaf diye bilinir


Muhabbet her zaman burada aranır

Aşk bu mertebede zuhûr eder


Âşık, aşk içinde feryâd eder
Bazılarının kemâli bu makamdır
Onun işi bu menzilde tamamdır
Yolda tekamülü, ezelden takdîr buraya kadar
Bundan öteye niceleri yol bulmadı zinhâr
Tevekkül menziline ola nāzil
Ķıla bu ŧavrile ķat‘-ı menāzil
Nüzūl ola aña nüzl-i maḥabbet
Bisāŧ-ı inbisāŧ üzre ḥaķįķat
32
Şi‘ār ide şerį‘atden hemįşe
Diŝār idüp ŧarįķatden hemįşe
Tecellį-gāh-ı esmā ola ķalbi
Nažar-gāh-ı müsemmā ola ķalbi
Üçünci ŧavr ey ķalbi ṣāf, anuñ adıdur şeġāf. Maḥabbete mesken olur, genc-i ‘ışķa maḥzen. Matla‘-ı envār-ı
maḥabbet olur, menba‘-ı esrār-ı meveddet. Noķṣānı kemāle döner, celāli cemāle. Aħlāķ-ı deniyyesi
ḥamįdeye döner, ‘Anķā kimi Ķāf-ı ķurba ķonar. Seyr ‘ala’llāh olur maķāmı, Hū şarābından içer müdāmī. İsm-i
siyümden semāya çıķa, sįmāsına nūr-ı esmā çıķa.
[DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-GÜŞÂ TERCİ-BENDİ]
4. FUÂD: Gönül, temâşâ
Böylece kuluna vahyettiğini (vâsıtasız) vahyetti. Rü’yet ettiği şeyi fuad yalanlamadı (HAKKın kendisi).
[Necm:10-11]

Görüşü ne kaydı (gayrı kavramına) ne de haddi aştı (hakikati müşahededen dolayı tanrılık davasına düşüp
firavunlaştı)Andolsun ki Rabbinin (Hakikatini oluşturan esmâ özelliklerinin) işaretlerinden en büyüğünü
gördü! [Necm:17-18]

Habîb-i Ekrem ve Resûl-i Muhterem salla’llâhu te‘âlâ aleyhi ve sellem hazretlerinin bendinden ayrılmayıp
kevneyn ve mâfîhâya asla nazar-ı iltifât eylemeyesin.
De ki: “Sizi inşa eden (mülk aleminde meydana getiren) ve sizin (kendinizi-hakîkatınızı tanımanız, bilmeniz)
için sem’ (işitme işlevi; hakîkatınızı algılama kuvvesi), ebsar (gözler; görme-idrâk kuvvesi) ve fuadlar
oluşturan O’dur... Ne kadar az şükrediyorsunuz!”. [Mülk:23]
Hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme, izleme! Muhakkak ki sem’ (işitme kuvvesi), basar (görme
kuvvesi) ve fuad, işte onların her biri ondan mes’ul’dur (ilimsiz bu melekeler koza örebilir). [İsra:36]

FUÂD: Mahall-i gevher-i mükâşefe, müşâhede ve rü'yet


Nefs karşılığı: Mutmainne Seyri: Ma‘allâh
Dârı: Hakîkat Nûru: Beyâz

Dilin dördüncü katına fuad denir


Ki burada dâimâ perdeler açılır

Mahall-i rü'yet burada yüz gösterir


Kendini gösterip kalpleri feth eder

Bu makamda fuad ne derse o Hak'dır


Çünkü daima Hak kendi sırrını açandır
Hakkın kelamından sıdkile doğru haber verir
Burada olan kelama Kuran şahitlik eder*
O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. [Necm:3]

Onda zerre miktarı Hak’tan ayrılık yoktur


Bu güzel ahlakı, Allah’ın ikrâmı durur

33
Kalbin dile gelmesi ancak Hak emriyle olur
Dostun sırrı işte bu mertebede a’yân olur

Dördünci ŧavr içre adıdur fu’ād, Ĥaķ’dandur aña bu ad. Ey oħıyan ağdan ķara, oħı mā keẕebe’l-fu’ādü mā
re’ā. Felek-i çārümde sālik ola, dimen melek mülkine mālik ola. Maḥv olur ḥicāb-ı mā-siva’llāh, maķāmı olur
sırr-ı ma‘allāh; ism-i çehārüme sırren ve cihāren, meşġūl olup leylen ve nehāren.
[DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-GÜŞÂ TERCİ-BENDİ]
5. Habbetü’l Kalb: Kalp tohumu:Beytü’l Haram

Burası kalbin en değerli yeridir. Burada siyah bir nokta vardır. Canın canı, aşığın maşuku buradadır. O nokta,
madden yoğun bir damla kandan ibarettir. Bütün tecelli denizleri, bütün aşk fırtınaları, işte o bir damla
kanda dalgalanıp çırpınır. Aşırı sevgi bu damlayı tahrip edip dağıtırsa, parçaları bütün vücuda dağılır. Aşk
işte bu dağılmanın adıdır ve bir dağılırsa âşık artık ne yaptığını bilmez olur.

HABBETÜ’L KALB: Kalp cenneti


Nefs karşılığı: Raziyye Seyri: Fillâh
Dârı: Velâyet Nûru: Yeşil

Yüreğin beşinci katına habbetü'l-kalb derler


Marifet sevgisini bu kalpte bulurlar
Böylesi kalpte ancak muhabbet olur
Onun neticesinde meveddet hâsıl olur

Bu kalp muhabbete dâim vatan olur


Allah aşkı bu kalpte kâim makam olur
Muhabbet içinde kalp öylece gark olur
Firak ve vuslat artık fark etmez olur
Dosttan gelen her bir hal olur yerli yerince
Gamlı canına şifâ bilir kaynağı bir bilince
Eğer bu kalbin sahibi halinden kalsa uzak bir dem
Böylesi kalp için bu hal Mevt-i külli olur ol dem

Şühūd-ı sırr-ı esmā žāhir ola


Ne kim ġāyibdür aña ḥāżır ola
Geçe ġaybetden ol ŧapa ḥużūrı
Vire žulmet-i žalāmın ala nūrı
Gehį telvįni temkįn ola Ĥaķ’dan
Gehį temkįni telvįn ola Ĥaķ’dan
Bu telvįndür ħalāyıķ da‘vetiyçün
K’ola lāyıķ ķamu Ĥaķ ḥażretiyçün
Gehį sırr-ı ezel rūşen dilinden
Gehį nūr-ı ebed lāyiḥ dilinden
34
Bişinci ŧavr içinde ḥabbetü’l-ķalb
Oħurlar adın anuñ ķılmagil selb
Maķāmı seyr fi’llāh ola anuñ
Özi ser-pūş ola genc-i nihānuñ
Şühūd-ı źāt ola seyri bu yolda
Gözine almaya ġayrı bu yolda

Tevḥįd şarābından mest muvaḥḥid ola, taķlįd meyinden içüp dime muķallid ola. Ķayd-ı ‘alāyıķdan küşāde
olur, cānı bend-i ‘avāiķdan āzāde. İsm-i pencümden pençegįr olup ḥavāss-ı ħamsesi bir olup hey hey didügi
Ĥayy Ĥayy olur, hā diyince Hū’yı bulur. Gāhį keŝreti iħtiyār ider ve gāhį vaḥdetde ķarār dutar tā keŝreti
vaḥdete döne, vaḥdeti keŝrete.
[DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-GÜŞÂ TERCİ-BENDİ]

6. SÜVEYDÂ
Kendisiyle, mümin kalbine tecellî eden Cenâbıhakk’ın müşâhede edildiği ve kalbin tam ortasında bulunduğu
kabul edilen siyah nokta, insan varlığında ilâhî tecellînin odak noktası, Kalpte rûhun ve hayâtın merkezi
olduğu kabul edilen, madde ile manânın birleştiği nokta.
O nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe yaramaz. Allah'ın nazar-ı İlâhisi, o noktaya nazırdır. Yapılan bir
şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur.
Allah, insanı nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani her şeyi tam ve yerli yerinde yaratıldıysa,
onun kalbi olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda denilen Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat
oluşturmuştur. Nokta-yı süveyda denen o nokta, nazargâh-ı İlâhidir.
“Kalbin aksi kâinat” dendiğine göre kalp denen şey aslında bir manâdır ve görünen âlem, o manânın
zuhuruyla ortaya çıkıp bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu âlemde: “Mübarek Mekke” [Âl-i İmrân:96]
demeye başlamıştır.
SÜVEYDÂ: Mahall-i ilm-i ledün
Nefs karşılığı: Marziyye Seyri: 'anillâh
Dârı: Zât Nûru: Siyah
Yüreğin altıncı katına süveydâ derler
Gaybın sırlarını burada açık ederler

O ki keşf-i manâ ma’deni olur


Ondan yüz tür beyân peydâ olur
Allah bu kalbe gayb sırlarını ihsân eder
Ona "allemel esma" âyetinden ikramlar eyler
Ve Adem’e bütün Esma’yı ta’lim etti [Bakara:31]
Bu mertebe Subhan'dan gelen lütfun kaynağıdır
Bu mertebe yüz tür burhan apaçık peyda olur
Allemel esmâ ayeti tafsilatı ile ikram olur
Değme canların bu mertebeye yolu yok durur

Meleklerin hepsi bu ilimde âciz kalmıştır*


35
Hilm ile ilim Adem'e nasip kılınmıştır
(Melâike de): “Subhansın (ya Rab), bizim için senin bildirdiğinden başka ilim ne mümkün?; muhakkak ki
sensin Alîm ve Hakîm” dediler. [Bakara:32]
Nice gizli talepler müphem sırlar
Ona ayn-i ayandan açıldıkça açılır
Melekler bu esrarı anlamaktan kaldılar mahrum
Yalnız Adem'in kalbi yaradının sırrına mahrem

Dertli yürek ilahi hazinelerle dopdoludur


Ancak bu yürekte şâhın sırları gizli durur
Padişaha ancak bu yürek lâyık durur
Böylesi yürek sultânî sırrı idrâke kâbil durur

Allah bu tür yüreği has olanlara bahş eyler


Bu yürek vahdet nuru ile her yana ışık saçar
Halk bu yürek vesilesi ile şifâ bulur
Eksiği fazlası yok bu sözün tamam durur
Kim böyle bir yüreğe sahip olursa kurtulur
Dünya ve ahiret kayıtlarından halâs olur
Eğer sen böyle bir kalbe yol bulursan
Subhanellezi ayetinden devlet ve şeref bulursun*
Kendini, rabbini bildirecek mirac ve fetih gerçekleşir
Böyle bir yürek Hakkın nazargâhıdır*
Mârifetin kemali ondan hâsıl olur
Kâbe bünyâd-ı Halil-i âzerest.
Dil nazargâh-ı celil-i ekberest
Böyle bir kalp kurb-u sultân'a vesîle olur
Yolun sonunu görmek ancak bu kalple mümkün olur
Ĥāle döne māżį vü müstakbeli
Żū’ ile miṣbāḥ ola rūşen dili
Her neye ķılsa nažar anı göre
Gizlü ise genc-i nihānı göre
‘Ālem-i tecrîd ola menzil-gehi
Kūşe-i tefrîde vara geh gehi

Altıncı ŧavra süveydā dimişler, bu sevdāyı ‘ālemde hüveydā dimişler. ‘İlm-i ledünnįden sebaķ ala ve ma‘nā
denninden (küp) cām-ı murevvaķ (süzülmüş kadeh). Aña bir nice ma‘den keşf ola Ĥaķ’dan, istegil söyleyem
men bu varaķdan. Birisi anuñ ‘ilm-i esmādur, birisi ‘ālem-i müsemmādur; birisi bilmek durur ḥikmet-i
a‘yānı, birisi derk itmek durur ma‘nā-yı insānı. İsm-i şeşüm şeş cihetden anı ķaplaya tā fe-ŝemme
vechu’llāhi’den yüz duta ķıbleye. Anuñ bürhānı ḥüccet-i ķātı‘ olur, bu göñül arżu’llāha vāsi‘ olur.
[DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-GÜŞÂ TERCİ-BENDİ]

36
7. MÜHCETÜ'L KALB: İlahî sıfatların tecelligâhı
Yedinci tavra mühcetü’l-kalb denir ki envâr-ı Hudâyı ol kılur celb. Mertebe-i ve lekad-kerremnâ benî âdeme
bu makamdır. Temâm olur safâ-yı dil bu yirde, Dil-i ‘ârif bulur bunda bülûgı
Tâlibîn-i râh-ı Hak ve râğibîn-ı vücûd-ı mutlak İbrahim meşreb olup ‘aklın necmine ve kalbin kamerine ve
rûhun şemsine aldanmayanların makamıdır.
MÜHCETÜ’L KALB: Kalbin özü, canı, ruhu
Nefs karşılığı: Sâfiye Seyri: lillâh
Dârı: Lâ-mekân Nûru: Bî-reng (Her-reng)
Yüreğin yedinci katına mühcetü'l kalb denir
Haktan gayrı her ne varsa hepsi burada silinir
Bu yürek ilahi nurun mâdeni olmuş
Onda şahın tecellileri parlar olmuş
Her dem tecelli-yi sıfat bahş olunur
Bu ikramdan sâlikin kalbi sükûnet bulur
Bu tecelliden dembedem kemâl bulur
Ta ki kalp ruhun sırlarına şehir olur
* Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır
Haktan her nefes yeni bir hayat bulur
O sebepten zâti nurlara kâbil olur
Bu kalbe her zaman Haktan yardımlar gelir
Bu yardımlarla işleri doğru yolunda gider
Allah Kuran'da buna şahitlik eder
Lekad kerremnâ beni Ademe ayeti nasihat eder
Andolsun ki Ademoğullarını mükerrem (Ruh-akıl işlevleri dolayısıyla şerefli, üstün; gittikçesürekli ikrâma
nâil olan; kerametli) kıldık... [İsra:70]Âdem'in kerâmeti işte bu kalp durur
Tecellî eseri yardımlar hep hazır durur
Âdem'in kalbi bu tecellileri kabul eder
Bu lütuf bu ihsan Mevlâdan feyezan eder
Meleklerde bu kemâl ne gezer
Hak ikram için Âdem'i seçer
Bu sırra mahrem değil ancak Adem lâyık
Şahın bu lokmasına ancak şahbaz lâyık
Meleklerin hepsi sanki serçe gibidir
Elbet bu lokma boğazlarına büyük gelir
Yarattıkları içinde Adem'i mükerrem eyledi
Bütün isimlerinin sırlarını ona talim eyledi

37
O'nun kalbini, sırlarının kaynağı eyledi
Hak, Adem'e işte böyle bir aşk besledi
"Gizli bir hazineydim, bilinmekliği sevdim" sırrı Adem'de nümayan olmuştur
Bu aşkı kabul etmek de Adem'e yazıldı
O’ndan bütün alemlere rahmet yayıldı
Yağmur gökten yağar, muhabbet maşukta diri
Heyhat o maşuk-u hakiki, bense aşık-ı sûri
Aşk odu evvel düşer ma'şuka andan âşıka
Şem'i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi buyurmuş Sunullah Gaybî (ks) hazretleri târif için
Böylece Adem'e melekler secde eyledi
Adem'in kalbi Allah'ın azâmetli evi
...
Kalbin yedinci katını vatan tutmuşsan
Şüphesiz sen din içinde itibar bulmuşsun
Bu kalbi her haliyle Kurana âlim bil
Ondan gelen her bir sözü de Kuran Bil
Yüzü insan, sözü kuran, özü rahman
Bu kalbe Kuran kâmilen nazil olmuştur
Bu kalp için Kuran menzil olmuştur

‘Arş ü kürsį diseñ yaraşur aña


Rūh-ı ķudsį diseñ yaraşur aña
Sırr-ı esrāra ķābil ola o dil
Nice şerḥ ide ol rumūzı bu dil
Ol dil āyįne-i İlāhį’dür
Maḥzen-i genc-i pādişāhįdür
***

Yidinci ŧavrile bil bu ŧılsımı


Ĥaķįķat mühcetü’l-ķalb oldı ismi
Tecellįden yanar bir şem‘ anuñçün
Ki ḥayrān ķala görgeç cem‘ anuñçün
Hemįşe genc-i ‘ışķa perde oldur
Ne perde belki ħoş perverde oldur
Olup heft ism aña seb‘u’l-meŝānį
Olur ol vāḥide ḥamdile ŝānį
Bu dil her kimde mesken dutdı ey yār
Olup bu ŧavrile seyrinde seyyār
Melekdendür anuñ seyri mu‘allā
Kemįne-pāyesidür mülk-i bālā

38
“Yer ve göğe sığmadım ama mümin kulumun kalbine sığdım" anuñ şānındadur, maḥabbet-i ezelį anuñ
cānındadur. Pes her dil ki bu ŧavrile seyr eyler, ġayret idüp nefy-i ġayr eyler; faķr kişverinüñ şehenşāhı olur,
yoħluġ sipihrinüñ mihr ü māhı olur; el-faķru faħrį iftiħārı olur, ḥadįŝi ṣaḥįḥ-i buħārį olur. Çün mücmelen
dinledüñ bu eŧvārı, mufaṣṣal isteriseñ varı; maķāmāt-ı İlāhį’den iste bu rāzı. [DEDE ÖMER RÛŞENÎ, MÜŞKİL-
GÜŞÂ TERCİ-BENDİ]
Dostum ancak Alemlerin Rabbidir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içiren de
O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Ahiret gününde
yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.
[Şuara:78-83]
Nefs, kalp, ruh ve fikirden haberdar olmadan O'na ârif olamazsın. Mârifet bostanının sâhibi, sâfi münezzeh
bir ilahtır. O'na varmak için sâfi tefekkür ile nefsi kalp berzâhından ıstıfâ ile süzerek sâfi ruh'a erdirmek
gerek.
Vardığında görürsün ki üzerindeki nimetleri kim verdi, nefsindeki ahlâk-ı mezmûmeyi kim giderdi, ahlâk-ı
Mahmûde’yi kim verdi. Hepsini Hak'tan bile, ümidini Hakk'a bağlaya.
Yüzbin cefâ bizden, Kerîm Mevlâ'dan gelense hep vefâdır. Bunları gösterirse O Subhân, sevdiği kulu murâdi
üzere yürütür. Bütün azalarını fenâ ahlaktan ve kötü işlerden sakındırır. En sevdiğinin ahlâkı ile süsler.
Şâyet böyle olsa kalbi muhafaza edilen kimsenin içi arşın altında Allah'a açılır. Bu durumda haşyeti artar.
Haşyeti arttıkça bir hicâb, mahcûbiyet hali gelir. Nefsinin cefâsını ve Mevlânın hilmini hatırlar. Bunlardan
tekraren mahcûb olur, özür beyân eder. Tevbesi kabul olunur ve affedilir.

Bunun neticesinde onun dilini hikmete, gözünü ibrete, nefsini hizmete, kulağını hikmeti işitmeye, elini
vermeye ve kalbini muhabbete açar. Sonra onu şevk ve muhabbetinin ateşiyle yakıp kül eder. Ta ki bundan
sonra göz açıp kapayıncaya kadar ne sağdan, ne soldan zinhâr yoldan ayrılmaya!

Ve dıraht-ı vücûd-ı mecâzisini ‘âlem-i nâsûtdan ref‘ idüp ve ‘âlem-i lâhûta ‘urûc eyleyüp taht-ı vücûd-ı
kafâsında karâr reh olmağla Muhammed-dem olup her ân mi‘râc-ı ma‘neviyyeden hâlî olmayup şürb-i
şarâb-ı mey-i ma‘allâhdan mest ve iki ‘alemden tehî-dest olup kîl u kâlden hâmûş ve özün ferâmûş eyleye.
İmdi her sâlik kendi neş’esinin kâbiliyyet ve isti‘dâdı
muktezâsıyla bir mi‘râcı vardır. Ve mi‘râc-ı sâlik ol vakt tamâm olur ki atvâr-ı kalbi yedi tavra dek ana
mekşûf olup bu fütûhât-ı rûhâniyyeden seyr-i ma‘allâh anın nakd-i vakti ola.

EVRÂD-I CERRÂHÎYYE’DEN İKTİBÂS

Halvetîye yolunun yüce gönüllerinden, Hazret-i Pîr (kuddise sırruhu’l-hatîr)’in dergâh-ı aliyyeden niyâz-ı
mürşidâneleridir. Bundan ma‘lumdur ki Hazret-i Pîr Nûreddîn-i Cerrâhî tarîkat-ı aliyyelerini, vücûd-ı beşerde
mekârim-i ahlâkın şeref-i zuhûruna sebeb-i ma‘nevî olmak üzere tarîkat-ı aliyyelerini ictihâd
buyurmuşlardır.
Nes’elüke bi izāmi’l-lâhûtiyyeti en tenkule tibâanâ min tibâi’l-beşeriyyeti. Ve en terfea mühecenâ maâ
melâiketike’l-ulviyyeti: Ma‘nâ-yı şerîfi: “Azîm-i lahûtiyenle, tabâyiimizi, (tabiat, mizaç, huy, karakter)
tabâyi-i beşeriyyeden nakleyle, melâike-i ulviyyenle birlikte ervâhımızı ref‘ ü is‘âd eyle”

39
Tâ böylece devâm-ı zikrullâh ile ifnâ-yı efkâr edip
uluvv-i himmet ile esrâr-ı melekûta râğıb olasınız.

40
HALİFELERİ
BUDUR SANA “ÖLMEZ OĞUL”
El veledu ala sırrı ebihi: Evlad, babasının sırrıdır. (Hadîs-i Şerîf)

Hazret-i Pîr’in Bakü’deki aşk ocağında can olan on binden ziyâde mürîdi ve üç yüz altmış civarında halifesi
vardır. O’nun ünü bu halîfeleri vasıtasıyla Azerbaycan’ı aşıp Anadolu, Rumeli, Hicâz ve Mısır’a kadar ulaştı.
Çevre illere halîfeler tâyin edip göndermek, manâ âleminden aldığı işâretle Seyyid Yahyâ Sultânımız’dan
kalmıştır.
Halvetiyye’nin İslâm dünyasında geniş bir coğrafyaya yayılması bu halifeleri vasıtasıyla gerçekleşmiştir.
Çoğu Anadolu’dan gelen halifelerinden bazıları şunlardır: Ali Alâeddin Rûmî (v. 1467), Muhammed
Bahâeddin Erzincânî (v. 1474), Dede Ömer Rûşenî (v. 1487), Habib Karamânî (v 1497), Pîr Şükrullah
Karahisârî (v. 1478), Çankırılı Hamza Efendi (v 1500), (Mahdûm) Yûsuf Ziyâeddin Müskürî, Seyyid Ahmed
Sünnetî (v. 1460) (kaddesallāhu esrarahumu'l-azîz)
Daha hâl-i hayâtında, üç yüzden fazla halîfesini vâsıl-ı ilallâh, on bini aşkın dervişini aşk ocağında cân
eylemiştir. 15. asırda, ipek yolu üzerinde yer alan Şamahi’nin nüfusu altmış bin civarında olduğu göz
önünde bulundurulursa nüfusa oranla müntesiplerinin ne mikdâr olduğu anlaşılacaktır.
Seyyid Yahya Şirvâni Hazretleri bir gün halkı irşad ederken ilhamat-ı Rabbânî ile ilâhî ilim ve ma'rifetullahın
Rûm illerinde kuvvet bulacağı, kendisinin pâk nefesinden nice kimselerin kesb-i kemâl bulacağı haberini alır.
Ve Anadolu'dan gelen marifetullah hâmili olmaya lâyık kırk nefer, Seyyid Yahya Sultan'a intisâb ederek can
u gönülden bendeleri olurlar" [Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî, Şeyh Ömer Fuâdi Hazretleri, 1604]
Başta Anadolu olmak üzere Osmanlı coğrafyasındaki bu yayılma Seyyid Yahya Sultanımızın, Anadolu'nun
muhtelif yerlerinden gelen mürşidlerinin bereketi vasıtasıyla olmuş, O devirde İzmir, Afyon, Karaman,
Erzincan, Amasya, Kastamonu, Niğde gibi, Bakü'ye çok uzak yerlerden gelen yüzlerce Hak talibinin varlığı,
Seyyid Yahya'nın şöhretinin Anadolu'da çok geniş bir alana yayıldığını göstermektedir.
İşbu sûretle Halvetiyye tarikatı, Seyyid Yahya Hazretleri'nin, şem’-i cem-i irfâna ve meclis-i erkânlarına
pervâne olan halifeleri vâsıtası ile Anadolu'dan İran'a, Azerbaycan'dan, Kuzey Afrika ve Balkanlar'a kadar
yayılır. Neticede hazretin tertip buyurdukları nizam üzre, aşk ocağında can yetiştiren büyük bir irfan
mektebine dönüşür.
Osmanlı devleti kuruluşu zamanı irfanının Anadolu’ya üç merkezden geldiğini, buraların Şirvan, Edebil ve
Horasan olduğunu tespit eden, son devir ârif yazarlarımızdan Mehmed Ali Aynî ise Seyyid Yahya
Sultânımızın buradaki tesirini şöyle ifade eder:

« Şirvan, Seyyid Yahya sayesinde bir vakitler alemin tavaf yeri olmuştu. Bu Seyyid Yahya, Halvetiyye
tarikatının ikinci piridir. Halvetiyye yolunu esasen Siraceddin Ömer Halveti bina etmişti. Ancak ona da bu
yolun edep ve öğretileri doğru silsile ile İmam Ali Efendimizden gelmişti. Ancak Halvetiyye yolunun
başkanlığı, Siraceddin’den sonra sırasıyla Ahi Emre’ye, ondan Hacı İzzettin’e, ondan Sadreddin Hıyavi’ye
ondan bahis konumuz olan Seyyid Yahya’ya gelince tarikat süratle her tarafta, hatta Mısır’a, Hicaz’a,
Hindistan’a kadar yayılmaya başladı. Hele bizim taraftan birbiri ardınca hakikate susamış bir çok kimse
Bakü’ye koştular. Aydınlı Ömer Dede ile kardeşi Ali, Karamanlı Habib, Kangırı’da Karacalar’da medfun Hacı
Hamza, Şeyh Sinan, Baba Resul, Derviş Kemal, Pîr Muhammed Molla-yı Erzincanî... gibi.... Görüldüğü gibi
Halvetiliğin ikinci piri Azeri bir Türk’tür. Böyle olduğu halde tertip ettiği “Virdü Settar”ı bugün sadece
Türkler değil Suriye’de Mısır’da ve hatta Fas’ta her sabah namazından sonra Halvetiler tarafından
41
okunmaktadır. Velhasıl tarikat silsilesi, Muhammed Ümmetinin birlik ve bütünlük teşkil ettiğini kesin bir
şekilde ispat etmektedir. Gerçekten de bu ümmet tek bir cisim derecesinde birleşik olmasa, Halvetilik gibi
pek önemli bir tarikatın rical silsilesi içerisinde bir Tebrizli bir Şirazlı, bir Bakülü, bir Erzincanlı, bir
Kastamonulu, bir Tokatlı, bir Aksaraylı, bir Çorumlu, bir Halebli, bir Mısırlı, bir Faslı nasıl birbirine öyle
sımsıkı bağlanmış olurdu? Bu kalp birliğinin, Allah’ın izniyle sonsuza kadar devam etmesi temenni olunur. »
[Son devir Türk mütefekkir, yazar ve idarecilerinden Mehmed Ali Aynî v. 1945, Hacı Bayram-ı Veli, Bakü
Konferansı]
Halifeleri ve onların takipçileri vasıtası ile Halvetilik, XV. asrın ikinci yarısından itibaren, Türk ve İslam
dünyasının en büyük tarikatlarından biri haline gelmiştir. Seyyid Yahya Sultânımızın henüz vefatından bir
asır sonra ise, altmış civarında şube ve kol ile devlet-i aliyye içinde en çok müntesibi ve tekkesi olan irfan
mektebi olmuştur. XVII. asırda İstanbul ve Anadolu'da faaliyet gösteren 11 tarikata bağlı 400 şeyhin 208
Halvetiyye tarikatına bağlı idi. Geriye kalan 192 şeyh ise diğer 10 tarikattandı.
Bu haliyle Halvetilik, Devlet-i Aliyye'deki tarikatlar içinde kemmiyet itibariyle yüzde elliden ziyâdesine
sahipti. Halvetilik ecdadımızın dinî ve ictimâi hayatında yer ederek, devlet ve millet bütünlüğü içinde
huzurun tesîsine yardımcı olmuştur.
Halvetiyye’nin Türk kültür ve tarihi içerisinde yetiştirdiği zatlar, mutasavvıflar, şairler, mûsikîşinaslar ve
devlet adamları itibariyle çok önemli bir yeri vardır. Bu irfan okulu, dört ana kolu ile beraber geniş Türk
coğrafyasında etkili olmuş bir tarikat olarak dikkat çekmektedir. Geniş bir alana yayılmasıdolayısıyla daha
çok “tarikatların anası” (ümmü’l-tarikat) olarak isimlendirilmiştir
Seyyîd Yahyâ Şirvânî’nin, Azerbaycan'dan Anadolu'ya gönderdiği halifelerini şu dört ana grupta toplamamız
mümkündür.
1. Molla Habib Karamâni (v. 1496) şubesi: Bu şubeden ileride "Şemsiyye" ve "Sivasiyye" kolları çıkacaktır ki
bu kolların Osmanlı dönemi düşünce hayatı üzerindeki en önemli tesirleri Osmanlı İbn Teymiyyecileri
denilebilecek olan bir ulemâ zümresinin saldırıları karşısında tasavvufu ve sûfileri müdafaa eden çalışmaları
olacaktır.
2. Cemal-i Halvetî (v. 1494) şubesi: Çelebi Halife, aynı zamanda iyi yetişmiş bir din âlimi olan bu zât,
medresede ders verirdi. Sohbetlerindeki samimiyeti ve içtenliği karşısında birçok günahkârın tevbe ettiği ve
hatta gayr-i müslim nicelerinin imana geldiği rivayet edilir. Aynı zamanda iyi bir hattat da olan bu zâtın, Kırk
Hadis Şerhi, Risale fî Etvâr-ı Sülûk ve Vahdet-i Vücud risaleleri vardır. Bu şubeden ileride "Sünbilliyye",
"Şa'baniyye" kolları çıkacaktır ki, sonuncusunun "Karabâşiyye" alt-kolundan çıkan bir kol, özellikle Arap
dünyasında yayılarak "Bekriyye", "Hıfniyye", "Sâviyye", "Rahmâniyye", "Ticâniyye" gibi isimler altında
bugünlere kadar gelecektir.

3. Dede Ömer el-Rüşenî’den (1487) neş'et eden bu şubeden bilahare "Gülşeniyye" ve "Demirtaşiyye"
kolları çıkacaktır.

4. Pir Bahauddin Erzincânî’den (v. 1474) gelerek Yiğitbaşı Ahmed Marmaravî’den (v. 1504) neş'et eden
"Ahmediyye" kolu ise Osmanlı'da denebilir ki en fazla şubelere ayrılarak adeta imparatorluğu baştanbaşa
kuşatan bir kol olmuştur. Buradan "Sinâniyye", "Uşşâkıyye", "Mısriyye", "Cerrâhiyye" kolları çıkmıştır.
Yukarıda adı geçen Şeyh Ahmed Şemseddin-i Marmaravî'ye "Yiğitbaşı" lakabı verilmesinin sebebi, Sultan
tarafından İstanbul'a davet edilip bütün şeyhleri manevi imtihana çekmesinin istenmesi üzerinedir.
Rivayete göre yaptığı imtihan neticesinde bu zât, dört adet şeyhin icazetini yırtmış, taç ve asâlarını İstanbul
boğazına atarak şeyhliklerini iptal etmiştir.
42
PÎR MOLLA MUHAMMED BAHÂEDDİN ERZİNCÂNÎ
(Erzincan, Üzümlü, Karakaya, Keleriş v. 1474)
Şirvanî’den aşk şîri içenler kana kana
Velâyet sırrı ile dağıldı dört bir yana
Bahaeddîn birisi nûr saçtı Erzincân’a
Bir aşk kaynağı idi Seyyid Yahyâ Şirvanî
Bin dedi bu gemiye! Seni Hakk’a götürür
Kaptanı ölmez onun gemi sonsuza yürür
Sonumuz hiç şüphesiz önümüzden dâim gür
Bir aşk kaynağı idi Seyyid Yahyâ Şirvanî
Molla Pîrî Halîfe Hazretleri, medresede müderris iken, bir gece vakti âlem-i mânâda deniz kenarında seyr ü
sefere hazır birçok gemi görür ve bu gemilerden birine binmeye çalışır. Ancak gemiciler onun gemiye
binmesine izin vermezler ve ona derler ki:

« Bu gemilerin sahibi ve gemicilerin rehberi Seyyid Yahyâ Şirvânî Hazretleridir. O’nun hizmetinde
bulunmayan kimseler bu gemilere zinhar binemezler.»
Sabah olunca Erzincânî Hazretleri zuhur eden bu mânâdan çok etkilenir ve derse gelen öğrencilerinden
müsaade isteyerek
Neşve-i câm-ı sabûh buldu derûn-i cânım
N'ola ol şevka fedâ olsa bu cân u tenim
terennümüyle Şirvan’a doğru (1150 km-2 ay) yola yaya olarak koyulur.
Şirvan’a vardığı vakit tanış olma vaktinde Halvetî mürşidi Seyyid Yahyâ Şirvânî: “Molla Muhammed ol
gemiler erbâb-ı tarikatın dervişleri ve erbabının revişleridir, aramıza hoşgeldin” buyurarak müridliğe kabul
eder.
Pîr Muhammed Bahâeddin Erzincânî Hazretleri Halvetî tarikatının âdâb ve usûlünü öğrendikten, gönlünde
tevhid çerağını yandırdıktan sonra mürşidinin desturuyla Erzincan’a gönderilerek orada irşad faaliyetlerine
başlar.
Ömrünün sonuna kadar Erzincan, Karaman, Amasya, Uşak, Manisa ve civar illerde birçok gönül eri
yetiştirmeye muvaffak olur.
Uzun Hasan, Fâtih Sultan Mehmed'le harbe karar verdiği zaman bu savaş için Erzincâni'den izin ister. Şeyh,
Uzun Hasan'a şöyle der:
"Onların üzerlerine varmaman senin ve askerlerin için daha iyi olur. Çünkü onlar müslüman gâzilerdir ve
aklı başında olanlara, onlardan sakınmak evlâdır!"
Uzun Hasan, Şeyh'in bu sözünü beğenmeyip , huzursuzluk göstererek, dışarı çıkıp gitmek isteyince de:
"Bizim sözümüzün kâr ve zararım, hayır ve şerrini, bu vakanın zuhurundan sonra bu taraflara gelince
anlarsınız. Gerçi şimdi bizi kınıyorsunuz ama ne yapalım, siz kendinize lâyık olanı daha iyi bilirsiniz" der.
Nakledildiğine göre, olaylar Şeyh hazretlerinin dediği gibi çıkmış, Uzun Hasan'ın ordusu Otlukbeli’nde
dağılıp, perişan olmuş, atları yorulup, yaralanmış, oğullarından biri de öldürülmüştür. Uzun Hasan, şaşkın ve
perişan bir hâlde Şeyh Muhammed'in zâviyesine gelir ve: "Bizim hâlimiz ve âkıbetimiz nice olur?" diye
sorar. Şeyh: "O, şânı büyük bir devran sultânıdır. Sizi incitmez ve edep üzere olanı rencide etmez" der.
Sonra kendi halifelerinden Pir Ahmed'i barış sağlanması için elçi olarak göndererek iki tarafı da yatıştırır.

43
Pîrdaşı Dede Ömer Rûşenî’nin, mürşidleri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’de aşk, cezbe, irfan, zühd, takvâ, ilim ve
melâmet hallerinin mevcut olduğunu, aşkı kendisine, cezbeyi Alâeddin Rûmî’ye, zühdü Habib Karamânî’ye,
takvâyı Pîr Şükrullah’a, irfanı ise Muhammed Erzincânî’ye verdiğini söylemesi onun tasavvufî şahsiyetini
anlama konusunda önemlidir.
Akkoyunlu Devleti sınırları içindeki Erzincan’dan dışarıya çıkmamakla birlikte yetiştirdiği İbrâhim Tâceddin
Kayserî, Pîr Fethullah, Pîr Ahmed Erzincânî ve Cemâl-i Halvetî gibi halifeleri vasıtasıyla Halvetiyye’nin
Anadolu’da yayılmasında önemli rol oynamıştır.
Halvetiyye, II. Bayezid devrinde tarikatın Cemâliyye kolunun pîri Cemâl-i Halvetî Aksarayî tarafından
İstanbul’da yayılmıştır.
Diğer halifesi İbrâhim Tâceddin Kayserî’nin silsilesinden Kabaklı’dan Alaeddin Uşşakî hazretlerine mensup
Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Marmaravî Hazretleri, tarikatın bir diğer kolu Ahmediyye’nin pîri olup bu iki
koldan birçok şube doğmuş ve Halvetiyye Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde en yaygın tarikat haline
gelmiştir
Çok sayıda manzum ve mensur eseri bulunduğu kaydedilen Muhammed Erzincânî’nin günümüze sadece
seyrü sülûk makamlarına (atvâr-ı seb‘a) dair 815 beyitlik Türkçe Makāmâtü’l-ârifîn ve maârifü’s-sâlikîn
eseri ulaşmıştır.
Kim ki cân ahvâli bilmek diler
Kalb âyinesini silmek diler
Ol meşâyih huzûrın kılsın kabul
Bunda oldur ma'nî-yi 'ilm-i usûl
Cenâb-ı Hakk’ın varlığının her şeyi kaplayıp başka şeye yer bırakmayacak şekilde hissedildiği mertebe
Tâ ki can açıla cânândan yana
'Azm kıla dil ü can andan yana
Tâ ki yetmişbin hicâbdan yâd ola
Dostı göre dostı-y-la şâd ola
Key kavî zahmet gerek bu dirliğe
Tâ ki yite ikilikden birlüge
'Ömrüni küllî buna harc eyleye
Fi'lini hem ihlâsa derc eyleye
Anmaya hiç keşf-ile kerâmeti
İllâ yokluk içün ide niyyeti
Yokluk ele getüricek vâr olur
Her taraf gülşen hem gülzâr olur
Varlık oldur ki yoklukta bula
Var Hak durur kim varlıkdan ola

Eğer benliğin ola iğne ucı
Ki vuslata erişemezsin son ucı

44
Eğerçi zahmethâ bisyâr keşîdi
Olasın âkıbet vuslat şehidi
KAYNAKÇA

[1] Kamer el-Huda, Şehabeddin Ömer Sühreverdi, hayatı, Eserleri, Tarikatı, Ter. T.Uluç İnsan, İst. 2004, s.31.

[2] En-Nebhani, Camiu Keramati’l-Evliya, c.2, s.220; Hocazade Ahmet Hilmi, Hadikatü’l-Evliya, s.192; Sühreverdi, Avarifü’l-Maarif
(Tasavvufun Esasları), Çev. H.K.Yılmaz s. XIII.

[3] Hulvi, Lemezat, 279-282.

[4] Sefine, 2/431. Hulvi, Lemezat, sh. 279-283. A. Hilmi Hocazde, Ziyaret-i Evliya, s.47.

[5] Hulvi, Lemezat, sh. 307-312.

[6] Haririzade Tıbyan, c.II, s.70.

[7] Hulvi, Lemezat, s. 322.

[8] Ali Ali, Tuhfetu’l-Mücahidin, Nuruosmaniye ktp. Vr. 489a-490b.

[9] Vefat tarihî ile ilgili rivayetler muhteliftir. Hulvi, 705/1305 tarihinde vefat ettiğini söylerken, Müneccimbaşı 700/1300 olarak
kaydetmektedir. İ.Has 771/1370 de vefat ettiğini söyler. Halifesi ve damadı Safiyyüddin kendisine intisab edip yanında yirmibeş
yıl kaldığına ve otuz beş yıl şeyhlik ettikten sonra 735/1334 de vefat ettiğine nazaran, Zâhid Gîlânî’nin vefat tarihinin 700/1300
olması daha uygundur

[10] Haririzade, Tıbyan, Süleymaniye Ktp. İbrahim Ef. 431, c.II, vr. 70-72.

[11] Heri Güney Azerbaycan’da Tebriz’in Kuzey doğusunda Gilan’a bağlı bir beldedir.

[12] Lamii, Nefehat Tercümesi, s. 697.

[13] Hulvi, Lemezat, sh. 335-338.

[14] Hulvi, Lemezat, sh. 341-42.

[15] Bak: R. Öngören, “Kutbüddin İzniki”, DİA, c.26, s.485.

[16] Hulvi, Lemezat, sh. 344.

[17] Hulvi, lemezat, 345, Sefine, 3/93.

[18] Yusuf Müsküri, Silsiletu’l-Uyun,. Bakü Elyazmalar Enstitüsü Kütüphanesi, no: B-5447/7072. vr.3a

[19] Lemezat, 347

[20] Ali Ali, 517b.

[21] Hocazade A.Hilmi, Ziyaret-i Evliya, haz: S. Şimşek, sayfa: 40 – 59; Lemezat, 350. Bu bilgi Dede Ömer hakkındaki bilgiler ile
benzeşmektedir. Dede Uzun Hasan zamanında kardeşi Üveys’in delaletiyle Tebrize getirilmiş ve burada vefat etmiştir.

[22] Lemezat, 350. Sefine, 3/134.

[23] Ali Ali, 518b.

[24] Vicdani, 19-20; Lemezat, 346.

[25] Lemezat, 357-360.

[26] Sefine, 92. Bu tarihin doğru olması mümkün görülmüyor. Yerine geçen şeyh Ahi Mirem’den (v. 812/1409-1410) önce vefat
etmiş olması mümkün değildir.

[27] Buradaki bilgiler çelişkilidir. Bu çelişki kaynakların pir Ömer ile Dede Ömer Ruşeni rivayetlerini karıştırmasından ileri gelmiş
olmalıdır. Şöyle ki, Ruşeni Karabağ’da iken Uzun Hasan’ın kardeşi Üveys ona biat etmiş ve Tebriz’e gidince kardeşine şeyhin

45
faziletinden bahsetmiştir.[27] Bunun üzerine şeyh Uzun Hasan tarafından Tebriz’e davet edilmiş. Ruşeni de bu davet üzerine
Tebriz’e gelmiştir. Ruşeni 1482 de Tebriz’de vefat etmiş ve burada defnedilmiştir.

[28] Hulvi, Lemezat, 395.

[29] Bakuvi Seyyid Yahya, Şifa el-Esrar, vr.3.

[30] Taşköprülüzade, 270; Lamii, 575. Baku’deki hangahın tesisinde Halilullah Han’ın yardımcı olduğunu onun tarafından bu
mekanda inşa edilen mescit, türbe ve diğer yapılardan anlaşılmaktadır.

[31] Müneccimbaşı, Sahaifu’l-Ahbar, c.III, s. 117. Müneccimbaşı, Halilullah Han hakkında “821 de şah oldu, 47 sene şahlık etti ve
868 de vefat etti. Müdebbir, hüsn-ü süluk sahibi adam idi” demektedir.

[32] Hulvi, 402.

[33] Hulvi, 400.

[34] Seyyid Yahya Bakuvi, Şifaü’l-Esrar, Haz. M.Rıhtım, İstanbul, 2011, s. 271.

[35] Ruşeni, Dede Ömer el-Aydıni el-Halveti. Divan, Süleymaniye ktp, Carullah, no: 661.

[36] Fuadi, Menakıbname, s.12.

[37] Ömer Fuadi, Menakıbname, s.12.

[38] Seyyid Yahya Şirvani, Şifaü’l-Esrar, s.81.

[39] Fuadi, 12.

[40] Fuadi, Menakıbname, 34-36.

[41] A.g.y.

[42] Fuadi, s.35.

[43] A.g.y.

[44] Fuadi, 36.

[45] Sadık Vicdani, Tomar, 206.

[46] Vicdani, 205.

[47] Lemezat, 428; Haririzade Kemaleddin, I, 246b; Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, III, 230.

[48] Lemezat, 429.

[49] Lamii, 579; Haririzade, I, 246b- 247a.

[50] Lemezat, 432; Haririzade, I, 247b.

[51] Tahsin Yаzıcı, Fеtihtеn Sоnrа Istаnbuldа Ilk Hаlvеti şеyhlеri, ;Lemezat, 433.

[52] Lamii, 581; Taşköprülüzade, 269; Lemezat, 434.

[53] Kerim Kara, Karabaş Veli, İnsan Yay. İstanbul, 2003. s.168

[54] İbrahim Has, 42 ; Haririzade Kemaleddin, II, 192a; Mustafa Tatçı, Şaban-ı Veli, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.38, s. 208;
M.İhsan Oğuz, Hazreti Şaban-ı Veli ve Mustafa Çekeşi, s.42.

[55] Tatçı M.-Kurnaz C. Tasavvufi Gelenekte Miyarlar ve Karabaş-ı Veli’nin Miyar’ı. s.2. Tatçı Mustafa, Şabaniyye, Diyanet İslam
Ansiklopedisi, c.38. s.214.

46
47
48

You might also like