You are on page 1of 265

Türklerde Felsefe

Var mı?
Türklerde Felsefe Var mı?/ Dr. Akif Poroy

© Dharma Yayınları, 2011

Yayın hakları Dharma Yayınları'na aittir.


Yayıncının yazılı izni olmaksızın çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek koşuluyla alıntı yapılabilir.

1. Baskı Eylül 2011

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni: Namık Kemal Atalay


Editör: Halil Gökhan
Kapak Tasarımı: Dharma Creatif
Sayfa Düzeni: Çiğdem Dilbaz
Düzelti: Emine Poroy

Şefik Basım ve Yayıncılık San. Tıc. Ltd. Şirketi'nde basılmıştır.


Turgut Özal Cad. No: 137 İkitelli - İstanbul
Tel: (O 212) 549 62 62

Kütüphane Bilgi Kartı (CiP):


Dr. Akif Poroy
Türklerde Felsefe Var mı?
Felsefe, İnceleme
İstanbul, Dharma Yayınları, 2011, 264 sayfa

ISBN: 978-605-5598-51-8

Dharma Yayınları
Nuruosmaniye Cad. Eser İş Hanı 21-23
Kat: 2 No: 205 Cağaloğlu/İstanbul
Tel: (O 212) 512 81 21 - 528 62 12 • Faks: (O 212) 512 50 21
dharma@dharma.com.tr
www.dharma.com.tr
Türklerde Felsefe
Var mı?

Dr. Akif Poroy


lstanbul'da doğan A. Akif Poroy, babasının isteği üzeri­
ne hariciyeci olmak amacıyla 1967 yılında Ankara Üni­
versitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdi. Okuldaki kı­
sır sağ-sol kavgası, Siyasal Bilgiler'i bırakarak hekimlik
mesleğini seçmesine neden oldu. Uzun yıllar yurtdışın­
da hekimlik yaptı, bu arada Türk kültürünün ve sanatı­
nın tanıtılması için de çaba gösterdi.
1980'den beri kitap yazıyor. Türkiye'de 1990'1ı yıllardan
itibaren siyasetle ilgilendi, ancak siyasi partilerde parti
içi demokrasi anlayışı olmadığını bizzat yaşayarak anladı. Sağlık konularında
yüzlerce TV söyleşisi ve sunum yaptı. Yayımlanmış yüzlerce makalesi, röpor­
tajı ve 26 kitabı var. 2007'de yayımlanan Uyan Artık Türkiye, 2008'de yayımla­
nan Türkiye AB Medeniyetler Çatışması ve 2010'da yayımlanan Atatürk, Ön
Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kimliği adlı kitapları büyük yankı yarattı.
Bir Türk aydınında olması gereken bilinçle, kalemine sarılarak, yazıları ve
araştırmalarıyla kültürümüze, düşünce dünyamıza yönelme zorunluluğunu
hissetmesi, unutturulmaya çalışılan kültürümüzün, felsefi düşünce dünyamı­
zın Türk halkına ve gençliğine tanıtılma çabasına katkıda bulunma isteği bu
kitabın oluşmasındaki en önemli etkendir.

Dr. Akif Poroy'un yayımlanmış kitapları:

1) Gebeliği Önlemede Kullanılan lntrauterin Yabancı Cisimlerin Meydana Ge-


tirdiği Komplikasyonlar, Ankara 1981.
2) Kadının El Kitabı - Kadın Hastalıkları, lstanbul 1982.
3) Gebeliğin Önlenmesi - Cinsel Sorunlar, lstanbul 1984.
4) "Kadının Yaşam Kılavuzu", M. Stoppard - A. Poroy, Milliyet, lstanbul 1989.
5) Cinsel Sağlık, Milliyet Yayınları, lstanbul 1989.
6) "Kadın ve Erkekte Cinsel Yaşam", Milliyet, lstanbul 1990.
7) Seks 1, AD Yayıncılık A.Ş., lstanbul 1995.
8) Seks 2, AD Yayıncılık A.Ş., lstanbul 1995.
9) Modern Doğum ve Gebelik El Kitabı, Akpomed Tıbbi Hiz., lstanbul 1996.
10)Cinsel Öğreti, Akpomed Yayını, lstanbul 2000.
11)Türkiye'de Cinsellik, Alfa Yayınları, lstanbul 2005.
12)Cinsellik El Kitabı, Alfa Yayınları, lstanbul 2006.
13) Menopoz, Alfa Yayınları, lstanbul 2006.
14) Cinselliği Keşfetmenin Yolları, Lamia Yayın, lstanbul 2006.
15) Uyan Artık Türkiye, Say Yayınları, lstanbul 2007.
16) Kadın Sağlığı, Detay Yayıncılık, lstanbul 2007.
17) Türkiye AB Medeniyetler Çatışması, Truva Yayıncılık, lstanbul 2008.
18) 101 Soruda Gebelik ve Doğum, Truva Yayıncılık, lstanbul 2009.
19) 101 Soruda Kısırlık Tedavisi & Aile Planlaması, Truva Yayıncılık, lstanbul
2009.
20) Renklerin Büyüsü, Kastaş Yayınevi, lstanbul 2010.
21) Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türklerde Kültür Kimliği, Truva Yayıncılık, ls­
tanbul 2010.
22) Cinsellik El Kitabı, Cep boy, Alfa Yayınları, lstanbul, 2010.
23) Cinsellik Tarihi, Cilt 1, Antik Çağdan Günümüze Avrupa, Dharma Yayınları, ls-
tanbul 2010.
24) Tantra, Bedensel ve Ruhsal Dokunma, Dharma Yayınları, lstanbul 2010.
25) Bebeğinin Cinsiyetini Belirleyebilirsin, Dharma Yayınları, lstanbul 2011.
26) Türklerde Felsefi Düşünce, Dharma Yayınları, lstanbul, 2011.

e-posta: akifı;ıoroy@yahoo.com
info@akifooroy.com
Bu kitabı, doğumunun 100. yılında
rahmetli sevgili babam Mahmut Akif Poroy'a
ithaf ediyorum.
içindekiler

Önsöz ..................................................................................................11
Giriş .....................................................................................................15

I. BÖLÜM
Türklerde Felsefi Düşünce ........................................................21
Ön Türk Uygarlığında Felsefi Düşünce ...................................29
Türk Felsefi Düşüncesinde Türk Töresi .................................47
Erken Dönemde Felsefi Düşünceyi Etkileyen Şamanizm ...52
Karahanlılardan Büyük Selçuklu'ya Felsefi Düşünce..........58

il. BÖLÜM
Anadolu Selçuklu Döneminde Felsefe....................................73
Osmanlı'da Felsefi Düşünce .....................................................78
Felsefi Düşünceye Dinin Etkisi.. ............................................... 89
Tasavvuf Düşüncesi ...................................................................93
16. Yüzyıl Sonrasında Dinin Felsefeye Etkisi .......................97
Osmanlı'da Cihan Hakimiyeti Düşüncesi.. ...........................105
Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük .......................................109
Felsefi Türkçülük ...................................................................... 11 l
Frenkleşme veya Batılılaşma Yanılgısını
Yaratan Felsefe Neydi?.........................................................118
III. BÖLÜM
Akılcılık ve Aydınlanmaya Yönelme ..................................... 129
Batı'da Aydınlanma ve Çağdaş Felsefe................................. 134
Cumhuriyet ................................................................................ 139
Laiklik Sorun mu? ..................................................................... 151
Türk Felsefi Düşüncesi ve Türkoloji.. ................................... 162
Yabancı Türkologlar ................................................................. 168
Prof. Stanford Shaw .................................................................. 170
Ord. Prof. Dr. Anna Masala ..................................................... 172
Dünyada Felsefenin Değişimi ................................................. 173

iV. BÖLÜM
Düşünürsüz Yakın Geçmiş ..................................................... . 179
Postmodernizm Kuramcıları ................................................... 186
Düşünürü Sorgulama ............................................................... 188
Demokrasi .................................................................................. 190
Yükselen Milliyetçilik ...............................................................203
Küreselleşme ve Kimliksizleşme ...........................................2 17
Dünya Ekonomik Krizinin Siyasi Felsefemize Etkisi..........223

V. BÖLÜM
Türkiye ve Türk Dünyasında Felsefi Düşünce ...................229
Türk Devletleri Kültürel Birliği ve Felsefi Dünyası ............233
Dünyada Türk Devlet ve Topluluklarında Felsefe .............241
Türk Felsefi Düşüncesinin Geleceği... ................................... 247

Bitirirken..................................................................................... 259

Ek ................................................................................................. 261
Önsöz

Bireysel olarak, yaşamın farklı dönemlerinde dünyaya bakı­


şımızda, yaşam felsefemizde değişiklikler görülür. Fakat belli bir
çizgimiz de vardır. Toplumlarda da tarihsel evrim içinde ister
büyük filozoflar çıksın ister çıkmasın, belli bir felsefi çizgi olsa
da, felsefi düşüncede değişimler görülür.
Türk felsefi düşüncesinde de, binlerce yıl önceye giden Ön
Türk uygarlığından 21. yüzyıla, şüphesiz birçok değişim izleni­
yor. Neyin ne olduğunu anlamaya çalışmak; dünyayı, yaşamı,
düşünce ürünü olarak oluşan akımları irdelemek, sorgulamak
sadece düşünürlerin üstünde durduğu değil, belki de farkında
olmadan herkesin değişik derecelerde ilgilendiği olgulardır.
Türklerde felsefi düşünce konusunda ciltlerle kitap yazılabi­
lir. Umarız üniversitelerimizin felsefe kürsüleri gerektiği şekilde
onlarca ciltlik kapsamlı yapıtlar ortaya çıkartır.
Türkiye'de günümüzde kültürümüzü yükseltecek pek çok
değerli kitap yayımlanıyor. Toplum hızla değişirken, herkes top­
lumu, dünyayı, kendimizi anlamaya çabalarken, düşünce dün­
yasında da nereden gelip nereye gittiğimizi kavramaya çalışıyo­
ruz. Bu çerçevede eksik olan "Türklerde felsefi düşünce"yle il­
gili, herkesin kolayca anlayacağı yalın bir anlatımla kısa bir ça­
lışma yapmayı ödev bildik. Çünkü toplumun kültüründe felsefi

11
düşünce önemli bir yer tutar. Türk felsefi düşüncesiyle ilgili ta­
rafsız bir açıdan bakarak hazırladığım bu çalışmanın, felsefe eği­
timi alan az sayıdaki kişi dışındaki büyük kitle için öz ve önem­
li bir bilgi kaynağı olacağı umudundayız.
Türk felsefi düşüncesini incelerken, gelişimi etkileyen toplu­
mun kültür ve tarihine bazı bölümlerde ayrınblı olarak girmek
zorunda kaldım. Gayem tarih dersi vermek değil. Ancak unutul­
mamalı ki, kültür ve tarih, felsefi akımların koşullarını oluşturur.
Esasında herkes ve toplum için çok önemli olan felsefeyle il­
gili bu kitap, umarız insanlarımızın düşünce dünyalarını zengin­
leştirir ve gençlere düşünce dünyamızda yeni atılımlar yapma­
ları için cesaret verir.
Felsefemizle ilgili sorgulamalarımızın ve sorularımızın çoklu­
ğu dikkat çekecektir. Sorgulanan soruların cevabını, kitapta so­
ru cevap şeklinde bir kurgu yaratmadığımız için, bazı bölümler­
de açıkça okuyamayacaksınız. Ancak cevaplar çoğu zaman so­
runun içinde gizlenmiş veya siz düşünen okuyucumuzun için­
de, bilgisinde veya beyninin bir köşesinde, fakat ancak soruldu­
ğunda ortaya çıkıveriyor olacak.
Felsefe düşünebilmektir, insanları aydınlığa ulaşbran bir yol­
dur denebilir.
Yeniçağda Descartes, "cogito ergo sum!", yani "düşünüyo­
rum o halde varım!" diyordu. Günümüzün Yeni Dünyalı pop sa­
natçısı: ''l'am shopping, ergo sum!", yani "alışveriş ediyorum, o
halde varım!" diyor, aynı bizim sonradan görmeler gibi... Tabii
beri yanda çağdaş medeniyetin ve felsefenin gelişimi ve hüma­
nizmin doğuşunda Batı dünyasının büyük etkisini göz ardı ede­
meyiz.
Değişim çok süratli ve çok değişik... Dünyanın ve her toplu­
mun çok süratli değiştiği çağımızda bu çalışmayla çabamız düşü­
nenlere, düşünebilmek için okuyanlara, üretenlere, insan ve bi­
rey olabilmek için gayret gösterenlere, Türk toplumunun değer-

12
terini, felsefi dünyasını anlamaya çalışanlara ufak bir katkıda bu­
lunmak.
Konumuz salt felsefe ve felsefenin sorunları veya algılanışı
degil, "Türk felsefi düşüncesinin" evriminin irdelenmesidir.
Dr. A. Akif Poroy
Büyükada, Ada vapuru, Nişantaşı
İstanbul 2011

13
Giriş

Türklerde felsefi düşünce olgusunu incelemeye çalışırken;


Türk kültürü, Türk tarihi, edebiyatı, sanatı, yaşam felsefesi, kısa­
ca Türk ve Türklük ortaya çıkıyor. Yani Türk toplumuna has,
Türkün oluşturduğu bir felsefe veya Türk görüşünü yansıtan bir
felsefe karşımıza çıkıyor.
Türk felsefi düşüncesi deyince, Türk dünyası felsefesi ve
onun ardından evrensel değerlerin ışığındaki felsefe aklımıza ge­
lir veya gelmelidir. Diğer önemli bir nokta geçmişteki Türk dü­
şünürlerinin ve Ön Türk uygarlığından günümüze değişik Türk
felsefi düşünce akımlarının tanınmasıdır.
Örneğin, Hun Türkleri döneminden günümüze gelen "Türk
töresi" Türkiye'de toplumun büyük bir kısmı tarafından tanın­
madığı için felsefi düşünce açısından irdelenmelidir. Geleceğe
yönelik Türk felsefi düşüncesinin geliştirilmesi yönünde felsefe­
cilerin katkısı gerekir. Felsefede siyaset felsefesi ve dini felsefe
önemli bölümler olmakla beraber felsefeye siyasi ve dini açıdan
bakmamalı; felsefi düşüncenin gelişmesini sağlayacak özgürlük
ortamının, yani hukukun üstünlüğüne dayanan bağımsız adale­
tin bulunduğu, gerçek "katılımcı demokrasi"nin var olduğu, in­
san haklarına saygılı evrensel değerler çerçevesinde özgürlükle­
rin yaşanabildiği bir ortam gereklidir.

15
Türkiye'de veya Türk dünyasında dolaşırken rastladığımız
en eğitimsiz insanın bile kendine göre bir felsefesi olduğunu iz­
leriz. Abartırsak, herkesin bir felsefesi olduğunu varsaydığımız­
da, herkesi az veya çok bir düşünür veya filozof gibi görmeye
çalışabiliriz. Ancak bu abartılı benzetmeden sonra felsefeyle uğ­
raşan herkesin veya felsefe bölümü mezunu herkesin filozof ol­
madığını vurgulamalıyız.
İnsanlarla konuşurken, bazılarının düşüncelerinin ne kadar
güzel, erdemli, bilgili ve felsefi açıdan yüksek değerlerde ve her­
kese faydalı olabilecek düzeyde olduğunu görürüz. Ancak bu
düşünceler, konuşmalar yazıya geçmezse, ne kadar değerli olur­
sa olsun uçup gider, unutulur. Eğer Orhun Anıtları yazıt şeklin­
de olmasaydı; Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, Farabi, İbni
Sina, Molla Fenari ve diğer düşünürler düşündüklerini yazma­
saydı bugün düşünür, filozof olarak anılmazlardı. O nedenle fel­
sefenin ancak yazılı olarak aktarılabildiginin altını çizmeliyiz.
Unutulmamalı ki, felsefe ancak özgürlük ortamında gelişebi­
lir! "George Orwell'in Büyük Birader'inin cebinizi IMEI kimlik
numaralarıyla dinlediği, SMS'lerin, internetinizin izlendiği or­
tamda degil" diyenler herhalde haksız değildir denebilir.
Türk, Türk felsefesini ancak Türkçe anlatabilir. Çünkü bu fel­
sefenin içinde Türkün Türkçe düşünüp dillendirdiği, kendini
yansıtan Türkçe çok önemlidir. Aynı şekilde örneğin Hegel'i tam
anlayıp özümseyebilmek için üst düzeyde Almanca bilmek ge­
rekir, Alman olmak yetmez diye düşünebiliriz. Ve de okumak...
Felsefe ve felsefi düşünceyle ilgili kitapları okumak sadece
felsefe eğitimi yapanların işi olmamalı; kendini geliştirmek, dün­
yayı daha iyi anlamak isteyenlerin de bu tür kitapları bol bol
okuması gerekir.
Bazı felsefeci, yazar, ressam, şair dostlarımla Türk düşünce
yaşamıyla veya Türk felsefi düşüncesiyle ilgili sohbetlerimizde
geniş halk kitlelerinin "Türk felsefi düşüncesi"ni ne kadar tanıdı-

16
ğı konusu gündeme geldiğinden ve yaptığımız söyleşilerin sade­
ce, bizim gibi birkaç mürekkep yalamış okuryazarın arasında
kalmaması için böyle bir çalışmaya giriştim.
Belki sadece felsefe eğitimi almış olmak bu tür bir kitabı yaz­
maya yetmeyebilir. Çok bilgili her uçak mühendisinin günümü­
zün süpersonik uçaklarının çalışma şeklini basit bir şekilde an­
latamadığına şahit olduğumuz gibi, günümüzde kendisini He­
gel'den, Kant'tan veya diğer düşünürlerin etkisinden kurtarama­
mış felsefeciler çok bilgili olmalarına rağmen anlatımlarında ba­
zen halka inememektedirler. Kültür erozyonu yaşayan toplumu­
muzda herkesin anlayacağı bir dille, yalın bir Türkçeyle Türk
felsefi düşüncesinin veya Türk felsefesinin kökenlerini, kaynak­
larını, tarihsel etkileşim, akım ve alanlarını daha çok Türk düşü­
nürlerini irdeleyerek ortaya koymaya çalışacağız. Konumuzun
salt felsefe olmadığını tekrar vurgulamak isterim!
Ön Türk uygarlığına, Altay Dağları mitlerinin Türk toplumu­
na yansımasına, Orhun Yazıtları'na ve "Büyük Tufan" sonrasın­
dan günümüze kadar aktarılan eski Türk efsanelerine değinece­
ğiz. Hun, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı dönemine değinip
Tanzimat'la başlayan, halka bir türlü uymayan, Frenkleşme ya­
ni Batılılaşma yanılgısını irdeleyip, Cumhuriyet'in felsefi deği­
şimlerini ve günümüzün akımlarını sunmaya çalışacağız.
Felsefeden veya felsefi düşünceden önce Ön Türk uygarlığı­
nın yansıması olan şiirsel biçimdeki söylenceler çok önemli. Şa­
manist dönemin şamanları ve daha sonra ermişler, veliler, pir­
ler ve erenler Türk kültüründeki ilk düşünürlerdir denebilir.
İnsan gelişirken aklı da gelişmiştir. İnsanın özünde akıl, doğru­
luk, iyilik ve güzellik vardır. Toplum ve insan insanca yaşamak
için akılla yönetilmelidir. Aklın ve akılcılığın üstün olduğu toplum­
larda insan "birey" haline dönüşebilir. Akılcılığın geçerli olduğu
toplumda bireye yaraşan, çağdaş hukukun üstünlüğüne saygılı,
sosyal adaletin sağlandığı demokrasidir. Aklın ve akılcılığın hakim

17
olmadığı topluluklarda insan birey olarak gelişemez. Bireyin ve
akılcılığın olmadığı toplumlarda ancak insan sürüleri var olabilir.
Bireylerin olmadığı toplumda demokrasiden de söz edilemez.
"İlerlemek Batılılaşmak değildir. Her kültür için başkalarını
taklit etmek değil, kendi öz benliğini geliştirmek esas olmalı­
dır."! Büyük Türk şairi Yahya Kemal, Türk tarih ve ruhunu dam­
galadığı aziz İstanbul'u anlatırken "Türk doğmuş olmak, Türk is­
mi taşımak kafi değildir. Türk gibi düşünmek lazımdır"2 diyor.
Gerçekten de Türk düşünce sistemini anlamak için önce Türk
halkını ve düşünce yapısını anlamak gerekir.
Büyük Türk şairi Yunus Emre "bir ben vardır bende benden
içeri" diyerek toplumsal ve tarihi alanda sanki geçmişimizin de­
ğerlerini vurgulamak istiyor.
Türk felsefi düşüncesi bugün nerededir? Değişik evrelerine
değişik açılardan bakarak değinmeye çalışacağız. Ancak Türk fel­
sefi düşüncesi fenomenoloji, yeni ontoloji, felsefi antropoloji, ilim
felsefesi, mantık, felsefi tarih, tarih felsefesi ve din felsefesi, İslam
felsefesi ve tasavvuf açısından da derinlemesine incelenmelidir.
Bu incelemeler sonucu Türk felsefi düşüncesi kendi değerlerini
bulacaktır. Bu tür çalışmalar üniversitelerin görevi olmalıdır.
Farabi ve İbni Sina gibi büyük düşünürler yetiştirmiş Türk
toplumunun düşünürleri ne yazık ki eserlerinin bir kısmını
Türkçe yerine Arapça yazmışlardır. Daha sonraki çağlarda Türk­
çe yazan düşünürler, o zamanki deyimle mütefekkirler yeni fi­
kirler ortaya koyamamış, eski cereyanlar ve dini konular üzerin­
de ısrar etmekten başka bir şey yapmamışlardır denebilir.
Kitabın kurgusu "Türklerde felsefi düşünce" üzerinde olsa
da ister istemez tarihsel zaman dilimlerinin çerçevesinde tarihe
oldukça geniş yer vermek durumunda kalıyoruz. Ayrıca bu

1 Ülken, H. Ziya, Millet ve Tarih Şuuru, s. 36-37, Dergah Yayınları, İstanbul, 1976.
2 Beyath, Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s. 179, Bin Temel Eser, İstanbul, 1969.

18
eserle Türkiye'de felsefenin sorunlarıyla, hele de salt felsefe so­
runlarıyla ilgili bir çalışma çabamızın olmadığının altını tekrar
çizmek isterim.
Bilindiği gibi tarihçi geçmişi yazandır. Geçmiş kültürlere bak­
tığımızda kadim Türk toplulukları içinde en eski tarihi kronolo­
jik verilere kısmen Hunlarda ve esas olarak Uygur Türklerinde
rastlıyoruz. Türk tarihiyle ilgili pek çok bilgiyi ise bugün Bizans
denen Doğu Roma ve Çin kaynaklarından �ide ediyoruz. Ne ya­
zık ki tarih yazarlığı 19. yüzyıldan beri siyasi emeller için kulla­
nılıyor. Dolayısıyla felsefe tarihini veya tarih felsefesini irdeler­
ken çok dikkatli olmalıyız. Bu amaçla geçmişteki felsefi düşün­
ceyi yansıtan belgeleri ortaya koymak gerekir.
Felsefi düşünceyi irdelerken mecburen felsefe tarihine gir­
mek ve tarihi belgelere ulaşmak gerekir. Örneğin, bizim felsefi
tarihimiz için, özellikle siyaset felsefesi açısından Farabi'nin
eserleri çok önemlidir. Aynı şekilde çağının felsefesini yansıtan
Orhun Anıtları ve Kutadgu Bilig çok önemlidir. Burada felsefeci
ve felsefe tarihçisi için önemli olan, karmaşık tarihi olaylar için­
den toplumun felsefesini yansıtan felsefi düşünceye ulaşmaktır.
Bu tabii ki oldukça zor bir ilmi gerçektir. Geçmişteki felsefi dü­
şünceyi ilmi anlamda ortaya çıkarabilmek için hem tarih felsefe­
sini hem felsefe tarihini bilmek ve felsefi anlayışa sahip olmak
gerekir. Bu konuda değerli düşünür Nermi Uygur'un birkaç
cümlesini sunmak isterim: "Felsefe tarihçisinde felsefe tarihini
yazmayı sağlayan organ felsefe anlayışıdır. Felsefe için anlayışı
olmayan geçmişteki felsefeyi göremez; görse bile çarpık görür;
bu ise olaylara hakkını vermemek olur; tarihçi için de bundan
daha acı bir başarısızlık olmasa gerek. Tarihçilik erdemi yanın­
da felsefe tarihçisinin felsefe ile donatılmış olması kadar doğal
bir şey yoktur."3

3 Uygur, Nermi, Felsefenin Çağrısı, s. 177, Yapı Kredi Yayınları, 4. baskı, İstanbul,
Ocak 2007.

19
Bu çalışmayla Türk felsefi düşüncesinde Ön Türk uygarlığın­
dan günümüze dek, önemli düşünür ve akımlarını, herkesin an­
layacağı yalın bir Türkçeyle okuyucuya sunarak, kendi kültürü­
müzün çok önemli bir alanında derinleşmek isteyenlere ipuçla­
rı vermeye çalışıyoruz. Bu kitap umarız kültür ve düşünce bilin­
cimizi yükseltmeye yardımcı olacaktır.
Prof. Hilmi Ziya Ülken tarafından 1935'te yazılmış Türk Filo­
zofları Antolojisi ve 1966'da yazılmış Çağdaş Türk Düşüncesi
Tarihi adlı eserler çok önemlidir. Fakat Türk felsefi düşüncesi
veya felsefi düşünce tarihi bir bütünlük içinde ele alınamamış­
tır. Türk felsefi düşüncesinin kapsamlı boyutları içinde salt felse­
fe ve felsefeyle sorunlarımız, tasavvuf, kelam, mantık, dini felse­
fe, siyaset felsefesi, ahlak felsefesi, hukuk, tarih ve Ön Türk Uy­
garlığı öncesine giden destanlar ele alınmalıdır.
Türk felsefi düşüncesini irdelemeye çalışırken, kültüre, tarih
ve siyaset konularına belki fazla değiniyoruz gibi gelebilir. An­
cak unutulmamalı ki, felsefeyi etkileyen ortam, kültürel siyasal
ortam, yani tarihtir. Felsefe veya felsefi düşünce o ülkenin tari­
hinden ayrı bir şekilde gelişemez. Türk felsefi düşüncesini,
onun evrimini anlamak için, Türk tarihindeki siyasi olayları ve
Avrasya'ya yayılmış Türk dünyasının bugünkü kültürel gelişimi­
ni bilmemiz gerekir.

20
1. BÖLÜM

TÜRKLERDE FELSEFi DÜŞÜNCE


Dünyanın yaratılışı, binlerce yıllık Ön Türk uygarlığında tek
tanrıya inanış, Tengri'nin veya Gök Tanrı'nın nasıl bir varlık ol­
duğuyla ilgili efsaneler, büyük tufandan sonraki destanlar, din­
ler, göçler, savaşlar, kurulan Türk devlet ve imparatorluklarının
dünya hakimiyeti fikri, Kızıl Elma hedefi, Türk töresi, toplumun
geliştirdiği ahlaki değerler, gelenekler, Türk tarihine damgasını
vurmuş kişilerin siyasi, felsefi, mistik, dini, edebi, sanatsal görüş­
leri, bilim, bp, ekonomi ve diğer ilim alanlarındaki gelişmelerin
tümü, toplumun ve yönetenlerin düşünce sistemi ve tüm boyut­
larıyla düşünce mirası, Türklerde felsefi düşüncenin temelini
oluşturmaktadır denebilir.
"Eski Türklerin düşünsel yaşamı diğer uluslarınki gibi dinsel
alanda başlar. Onların geçmiş ilk dinlerinin kalıntıları günümüz­
de de görülen Şamanlıkbr. Bununla beraber Türkler Budizm,
Mazdeizm, Manişeizm, Nasturilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi
daha birçok dini denemişler, sonunda Müslümanlıkta karar kıl­
mışlardır. "4 Bu nedenlerle Türklerin etnik ve dini kimliklerinde,

4 Hançerlioglu, Orhan, Düşünce Tarihi, s. 48, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1970.

21
dünya görüşü ve felsefelerinde eski Doğu'nun hemen bütün kül­
tür ve medeniyetlerinin en azından bazı gerçeklerini saklamak­
ta olduklarını görürüz. Bunlar Türk felsefi düşüncesinde Türkle­
rin iletişimde bulunduğu bütün din ve topluluklardan elde ettiği
fazilet ve olgularla bütünleştiler denebilir.
Geçmiş Türk düşünürlerini şöyle bir film şeridi gibi gözümü­
zün önünden geçirirsek, "Farabi'ye göre felsefe, varolmaları ba­
kımından varlıkların bilinmesidir. İbni Sina'ya göre felsefe, nes­
nelerin hakikatlerinin bir insanın kavrayabileceği kadar kavran­
masıdır. Maturidi'ye göre felsefe Ayn ("Görülen, kaynak. Geniş
anlamda; paradan başka, edinilmesi mümkün, maddi olan ve ol­
mayan bütün servet unsurları"5 ) ve Araz ("Cevher ve cismin ge­
lip geçici niteliği anlamına gelen, cevher ve zatın zıddı olarak
kullanılan felsefe, mantık ve kelam terimi"6) ilişkisinin çözümü­
dür. Yusuf Has Hacib'e göre felsefe, yaşama gücünü veren bilgi­
dir. Şeyh Bedreddin için felsefe maddeye bağlı veya maddenin
ışığının kavranması ve kavratılmasıdır. Yunus Emre ve Aşık Pa­
şa için felsefe, canlı alemde Ferşiye ile Arşıye'yi görebilmektir.
Molla Fenari için felsefe 'evvelki mana bizim bilgimiz, ikinci ma­
na kimi bildiğimiz ve üçüncü mana bilkülliye Fehm'den harici­
dir', Alaattin Tusi için felsefe insanın kendi aklını ve kafasını kul­
lanarak gerçek varlığı bilme etkinliğidir"7 denebilir.
Bu geçmiş düşünürlerimizi anlayabilirsek, bu yetkin düşü­
nürlerin fikirlerini kavrayabilirsek, ancak o zaman bu felsefi dü­
şünceler üzerine toplumumuz için yeni ve gelişmemize yaraya­
cak düşünceleri üretecek düşünürler yetiştirebiliriz.
Bu çalışmayla felsefeyi veya salt felsefenin sorunlarını ince­
lemek durumunda olmadığımızın tekrar altını çizmek isterim.
Fakat Türkiye'de veya Türklerde felsefi düşünceyi irdelerken is­
ter istemez felsefenin bazı kavramları, düşünürün veya felsefe-

5 Meydan Larousse, cilt !, s. 954, İstanbul, 1 969.


6 Tü rkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt 3, s. 337, İstanbul, 1 988.
7 Kaya, Bayram, Türk Felsefe Tarihi, s. 22, Asya Şalak Yayınları, İstanbul, 2005.

22
cinin içinde bulunduğu ortamı, yaşam şeklini, zamanın siyasi or­
tamını, toplumsal ve ekonomik koşulları görmezden gelemeyiz.
l lele toplumun kültürel yapısının felsefi düşünceyi, belki de da­
ha doğrusu, düşünürü etkileyen en önemli olgu olduğunu göz
iinünde bulundurmalıyız. Tabii Türkçemizin gelişmesinin, felse­
fi düşüncenin temelini oluşturan soyut kavramların ve bu kav­
ramlar arasındaki ilişkinin Türkçemizin düşünürlerinin düşün­
celerini yansıtmasındaki önemine değinmeliyiz.
Bu olgular dışında, toplumun inanç sistemi, sanat ve değer
yargıları felsefi düşüncenin oluşmasının ve gelişmesinin koşulla­
rım ortaya çıkarır. Bütün bunlardan belki de daha önemlisi dü­
şünürün içinde bulunduğu toplumun özgürlük açısından ne dü­
zeyde olduğudur. Diğer bir deyişle, düşünürün gelişebilmesi
için kesinlikle özgür bir ortam içinde bulunması gerekir.
Kanımca bu özgürlük ortamı çok önemlidir. Çünkü düşünü­
rün kendini geliştirebilmesi, fikirlerini ve düşüncelerini ifade
edebilmesi için özgür olması, özgür bir ortam içinde bulunması
gerekir. Düşünürün düşüncelerinde evrenselliğe yönelebilmesi
için yaşadığı ortamın evrensel düşünceye ulaşabilecek düzeyde
evrensel hukuk, evrensel demokrasi ve insani değerler açısın­
dan ileride olması gerekir. Yani düşünür dediğimiz kişinin ister
felsefeci olsun ister felsefe eğitimi görmemiş olsun, kendini ifa­
de edeceği özgür bir dünyada yaşaması gerekir. Edebiyat ve
görsel sanatlar için de özgürlükler önemlidir. 2 1 . yüzyılın başın­
da dünyada bir taraftan özgürlükler artarken beri yanda da bi­
zim ülkemiz dışında birçok ülkede insanların çeşitli nedenlerle
kitleler halinde izlenmesi, bilgisi olmadan dinlenmesi insan onu­
runa yakışan gelişmeler değildir. Teknolojinin ilerlemesi bize
birçok kolaylık sağlarken, beri yanda insanı yalnızlaştırmakta ve
teknolojinin ve iktidar sahibi olanların kulu kölesi haline getir­
mektedir.
Çeşitli felsefi düşünce akımlarının yaşandığı 1 9. ve 20. yüzyıl­
lardan sonra günümüzün insanı Türkiye'de olsun veya dünya-

23
da insanın humanite, yani insanlık açısından gelişmesini acaba
ne yönde etkileyecektir? Stephen Hawkings gibi düşünürlerin
ortaya attıgı felsefi düşünce ürünlerinin pek de iç açıcı olmadığı
söylenebilir.
Bize göre farklı evrimlerden geçmiş Batılı düşünürleri sade­
ce taklit ederek, doğal evrimden geçmeden yetkin düşünürler
yetiştirmemiz pek olanak dahilinde değildir diye düşünebiliriz.
Her felsefeyi tanımalı ancak taklitçi ve kopyacı olmamalıyız.
Türk felsefi düşünce tarihine baktığımızda klasik dönem için­
de başlıca dört ekol görülüyor:
1- Gerçekçiler (Ehli hakikatçiler): Molla Fenari, Bosnavi gibi.
2- Klasik materyalistler: Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Aşık
Paşa, Hacı Bektaş gibi.
3- Aşırı şeriatçılar: İbni Kemal, Zembilli Ali Efendi, Birgivi
Mehmet Efendi gibi.
4- Ilımlı şeriatçılar: Yahya Efendi, Mehmet Bahayi gibi.
Günümüze dönersek belki günümüzün düşünürlerini de fark­
lı görüşlerinden dolayı bu tür bir sınıflamayla ifade edebiliriz.
Türkiye'de felsefeden, felsefi düşünceden söz etmek, "büyük
lokma ye, büyük laf etme" şeklindeki atasözünü bize hatırlatı­
yor. Titiz araştırmalarla gerçekleri yansıtmak için özen göstere­
rek hem geçmişi hem de günümüzü irdelemeye çalışıyoruz.
Türk felsefesinin ilk önemli eseri Uygur Türkçesiyle yazılmış
Kutadgu Bilig'dir denebilir. Yusuf Has Hacib'in 1069'da yazdığı
eser bir siyasetname ve ahlak kitabıdır. Yine aynı dönemde
1074'te Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ı Lügat-ı Türk adlı çok önem­
li eseri yazılmıştır. Bu eserlerde Gök Tanrı'ya inanan Şaman dö­
nemin etkisi görülür. Bugünkü genel görüşe göre Türklerin Batı
felsefesiyle tanışana kadar İslama dayanan felsefeleri vardı. Fel­
sefe, İslam dini içindeki bir etkinlikti ve Arapçayla yapılıyordu.

8 Hawking, Stephen, W., Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet Yayınları, lstanbul, 1989.

24
ilk akılcı felsefe 9. yüzyılda Mutezile akımıydı. İslam felsefesi Fa­
rabi, el-Kindi, İbni Sina, Biruni ile Aristoteles ekolüyle tanışb.
1 >aha sonra 13. yüzyıla kadar Yunan filozofları tercüme yoluyla
l slaın felsefesine girdi. İslam felsefesi bu yüzyıllarda Kelamiye
akımıyla akılcılıgı din temelinde savundu. Bunlar da Eşariye ve
Maturidiye olarak iki yöne ayrıldılar. Bu iki görüşü ileriki bölüm­
lı·rde ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Osmanlı'da genel olarak fel­
sefe geleneksel dini felsefeydi denebilir. Hukuk, siyaset, ahlak
fdsefeleri ve mistik felsefe bu okulların medreselerinde ve sufi
akımlarda gelişti. Büyük ölçüde hüccet-ili İslam Gazali'ye daya­
ıı ıyor ve akılcı İbni Rüşd'ü dışarda bırakıyordu. Osmanlı yeni­
lt•şıne düşüncesi Katip Çelebi ile başladı denebilir. İçtihad kapı­
smın kapatılmış olmasıyla felsefi gelişme de durmuştu. Tanzi­
mat döneminde Frenkleşme akımıyla Osmanlı Türk toplumun­
< la modern felsefe ilk olarak askeri ve teknik alanlarda, medrese
dışında kurulan yeni okullarda görüldü. Bu dönemde Yanyalı
Esat Efendi'nin yapbğı yeni Aristocu çeviriler dikkat çeker.
19. yüzyıldaki modernleşmeye giden Frenkleşme yani Batılı­
laşma hareketlerinde Münif Paşa'yla başlayan Bab etkisi, Os­
manlı aydınlarını Batı siyaset ve bilimini uyarlamaya yöneltmiş­
tir. Yeni Osmanlılar derneğinde toplanan Şinasi, Namık Kemal,
Ziya Paşa, Ali Suavi, Agah Efendi, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet
Vefik Paşa Fransız düşünürlerinin etkisinde kaldılar ve laik fel­
sdenin ilk başlatıcıları oldular. Bu aydınlar geç kalmış Osmanlı
aydınlanmacıları ve bir tür Bab'daki Aydınlanma döneminin An­
siklopedicileri gibiydiler.
Batı dillerinden Türkçeye ilk çevrilen eser 1 895'te Descar­
ll's'tan İbrahim Efendi'nin çevirdiği Ulumda Taharri ve Hakika­
te Dair Usul Hakkında Nutuk'tur. İlk pozitivist Beşir Fuat'br de­
ı ıebilir. Sultan il. Abdülhamit Han döneminde Jön Türkler Batı
fdsefesini uyarlamaya çalıştılar. Ahmet Rıza ve Abdullah Cev­
det materyalist felsefe üzerine yazdılar. Meşrutiyetle birlikte ge­
lı•ıı özgürlük ortamında ortaya çıkan Türkçü, İslamcı ve Batıcı

25
düşünce akımları bu dönemde zengin düşünce ürünleri ortaya
koydular.
Maddeci, ruhçu, ahlakçı, ateist, Freudçu, Kantçı, sezgici, mil­
liyetçi düşüncelerin temsilcileri Ahmet Şuayip, Suphi Ethem, Rı­
za Tevfik, Baha Tevfik, Celal Nuri, Filibeli Ahmet, Ziya Gökalp,
Mustafa Şekip, Ahmet Naim, Ahmet Hilmi, Salih Zeki, İsmail
Hakkı, İsmail Fenni, İsmail Hakkı İzmirli, Mehmet İzzet, Mehmet
Ali Ayni, Mehmet Emin Erişirgil'di denebilir. Felsefeyle ilgili der­
giler çıkarmaya başladılar: Felsefe, Felsefe Mecmuası, Yeni Fel­
sefe Mecmuası, Ceride-i Felsefiye, Felsefe ve İçtimaiyat Mec­
muası. Türk felsefecileri İslamla Batı düşüncesi arasında kalmış­
lıgın sorunlarını irdelediler. Felsefe sorunları din ve çağdaşlaş­
ma tartışması temelindeydi. Esasen Maturidi ve Eşari ile başla­
yan bu kutuplaşma günümüzde de sürüyor denebilir.
Toplum, halk bizim için çok önemli. Ancak halk genel olarak
acaba felsefenin, felsefi düşüncelerin, felsefi gelişmelerin, yeni
felsefi akımların veya Türk felsefesinin, Türk dünyasının felsefe­
sinin farkında mı? Herhalde kitle bunların farkında değil. Acaba
geçmişte nasıldı? Acaba geniş halk kitlelerinin illa ki felsefenin
farkında olması mı gerekir? Fakat halkın çoğunluğunun toplum­
sal gidişatla ilgili, şüphesiz her toplumda görüldüğü gibi, düşün­
celeri olduğunu söyleyebiliriz.
Bilim adamlarının veya akil adamların belli konularda "be­
yin fırtınası" denen söyleşilerini bazıları aşağılayarak "beyin ez­
mesi" olarak değerlendirir. Bu görüşte olanlar felsefeyi de işe
yaramaz "boş düşünceler", "laf salatası" olarak değerlendirebi­
lirler. Belki de felsefeyi anlamadıkları için, anlayamadıkları için,
kendilerini anlamaya zorlayamadıkları için...
Düşünürleri, herkes her zaman anlayamadığı için öteleyeme­
yiz. Onların bu düşünce becerilerinin aktardıklarını anlamaya
çalışıp, derinlere inenlerin düşüncelerinden faydalanmaya ça­
lışmalıyız. Yazar olarak da insanları okumak, düşünmek için yü­
reklendirmeliyiz. "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul
zurna az!" dememeliyiz.

26
Günümüzde Türkiye'de sanatçılar, edebiyatçılar felsefeye
veya felsefi akımlara nasıl erişiyorlar? Felsefeyi bir tarafa bıra­
kırsak, bir ressam edebiyatla, şiirle veya bir yazar resim heykel­
le , güzel sanatlarla ne kadar ilgili? Yapıtlarında çagdaş felsefeyi,
modern ve postmodern akımları ve felsefeleri nasıl yansıtıyor­
lar? Yoksa çiçek böcek resimleriyle yetiniyorlar mı? Evrensel
felsefi akımları izleyebiliyor muyuz? Sanatçımız, aydınımız, siya­
setçimiz, örnegin mecliste grup kararına uyma durumunda par­
mak kaldırıp indirenler, felsefeye ilgi duyarlar mı? Dokunulmaz­
lı k nedeniyle herkesin gözü önünde birbirlerine hakaret eden­
ler, küfredenler, hatta Şubat 2010'da oldugu gibi onlarcası bir
arada yumruklaşanlar, acaba felsefeyle ilgilenirler mi? Kendile­
rini sözcüklerle ifade edemeyenlere, üstelik bizi idare etmek (!)
için her ay vergilerden ödenen dünyanın parasının karşılıgı bu
mudur diye soranlara ne demeli? Acaba kendini sözcüklerle ifa­
de edemeyip yumruklaşanların felsefi düşünceyle bir yakınlıgı
olabilir mi? Sesini duyurmaya çalışan az sayıdaki düşünürümü­
zü çokbilmişlikle iteklemeye çalışanlar neden felsefi düşünce­
den rahatsız olurlar? Felsefi düşünce, akıl, mantık neden kimile­
rini tedirgin eder?
Günümüzde Türkiye'de felsefecilerin ve düşünürlerin felse­
feye bakışları acaba nasıldır? Onların felsefi anlayışları nasıldır?
Şüphesiz her felsefe okuyanın deha olması düşünülemez. Her
okuyan, adam olamadıgı gibi, üniversitede her felsefe okuyan
da, belki bir filozof olamaz, fakat çalışarak Türk felsefi düşünce­
sine katkıda bulunacak bir felsefeci olabilir.
Kitabın kurgusu nedeniyle Türk okuruna oldukça özet bilgi­
ler sunmak istedigimizden Türk felsefi düşüncesinde yer alması
gerekenlerden sadece bazı önemlilerine bu çalışmada yer vere­
bilecegiz. Ancak Türk felsefi düşüncesi içinde Türk düşünürler
oldugu gibi, Türk asıllı olmadıgı halde Türk diliyle yazmış olan­
lar; Türk asıllı olup başka dillerde yazmış olanlar, mesela Fara­
bi, İbni Sina, Mevlana gibi; Türk asıllı olmadıgı halde Türk dev-

27
!etleri ve idarecileri hizmetinde bulunmuş ve eserleriyle Türk
düşünürleri etkilemiş, Türk düşüncesine katkıda bulunmuş
olanlara, örnegin, Muhyiddin-i Arabi, Sadreddin-i Konevi, Da­
vud-i Kayseri'ye deginecegiz.
Türk felsefi düşüncesinin kaynakları üniversiteler tarafından
ayrıntılı olarak irdelenmelidir. İslamdan önceki dönemlerden
kalan yazıtlar örnegin Orhun Yazıtları, Budist Türk metinleri,
destanlar, masallar, efsaneler, şiirler, atasözleri, sözlükler, örne­
gin Divan-ı Lügat-ı Türk, fermanlar, arşiv vesikaları, İslam felse­
fesi, tasavvuf ve yabancıların yazdıgı araştırma eserleri, hatıra­
lar, seyahatnameler incelenmelidir. Bütün bu konuların her bi­
ri, üniversitelerarası dayanışmayla çok kapsamlı olarak en azın­
dan on veya on beş cilt olarak basılıp topluma sunulmalıdır.
Felsefi düşünce, toplumumuzda şu veya bu şekilde, sonuçta
herkese az veya çok, degişken bir algılama bilinciyle, herkesin
kendi algılama düzeyine göre, bir şekilde uzanan degerli bir ol­
gudur denebilir.

Sultan 1 1 1 . Ahmet Enderun Kütüphanesi, İstan bul.

28
ÖN TÜRK UYGARLIĞINDA FELSEFi DÜŞÜNCE
Binlerce yıllık Türk siyasi tarihi ve Türk toplumunun yapısı­
na işlemiş olan "Türk töresi" Türk dünya görüşünün ana hatla­
rını oluşturmuştur denebilir. Ayrı bir bölümde sunmaya çalışa­
cağımız "Türk töresi" adalet, eşitlik, yararlılık ve hoşgörü kav­
ramlarından oluşmaktadır. Bu ilkeler geçmişte hep Türk devlet­
lerinin anayasasının temelini meydana getirmiştir. Bu ilkeler
Türk töre ve ahlakında "doğruyu", kim ve kime karşı olursa ol­
sun "doğru davranışı" aramayı öne çıkarmıştır.
Türklerdeki felsefi düşünce konusunda "Türk töresi" şüphe­
siz önemli yer tutmaktadır. Ne yazık ki bazı görüşlere göre, bu­
günkü yeterli olmayan milli eğitim çerçevesinde binlerce yıllık
"Türk töresi" Türkiye'de Türk halkına, gençliğine, öğrencisine
öğretilememektedir veya öğretilmemektedir. Halbuki yukarıda
da değindiğimiz gibi, adeta Türk milletinin genlerine geçmiş
özellikleriyle Türk töresinin, Türk düşünce ve felsefesinin teme­
lini oluşturduğunu iddia edebiliriz. Eğer bu kavramlara milleti­
miz değer vermiyor olsaydı, yabancıların son yıllardaki kışkırt­
ma ve nifak sokmalarıyla ülkemizde çoktan bir iç çatışma çıka­
bilirdi. Bu açıdan baktığımızda "Türk töresi" evrensel ilişkilerde
barış ve huzuru getirecek bir düşünce şekli ve felsefi düşünce
olarak değerlendirilebilir. Günümüzde yüzünü ve kafasını sade­
ce Batı'ya veya Batı'nın batısına çevirerek dünyaya bakan aydın
geçinenlerin çoğu, neredeyse tümü bunun farkında değildir.
Türk töresi şüphesiz Ergenekon gibi efsanelere uzanan 12
bin yıllık tarihimizin evrimi içinde oluşmuş ve yerleşmiştir.
"Türklerin, bazılarına göre, MÖ 3000 yılları civarında Orta As­
ya'da Altay Dağları yöresinde tarih sahnesine çıktığı zaman­
dan"9 bugüne Türk töresi binlerce yıldır, Türklerin yaşam felse­
fesinin ve siyaset felsefesinin temelini oluşturmuştur.

9 Öge!, Bahattin, Türk Kültür Tarihi, TTK Yayınları, Ankara, 199 1 .

29
Günümüzde sadece Batı kaynaklarıyla beslenmiş ve yetiş­
miş, sadece Batılı düşünürleri okumuş olan aydınlar (!) "Türk­
lerde felsefi düşünce veya felsefe var mıydı?" diye sorarlar.
" Bir Türk düşünce tarzının veya felsefesinin asırlar boyu iş­
lenerek zenginleşmiş, varlığını hep korumuş, son derece derin­
ligi olan görüşlerin, adı ister 'felsefe' ister 'dünya görüşü' olsun,
topluma yön verebilmiş olması önemli bir noktadır." 10
" Dagın başındaki, uzun süre sadece hayvanları güden ve bel­
ki de egitimi olmayan bir çobanın bile çogu zaman bir bilgeligi
ve bir yaşam düşünce şekli, diger bir deyişle bir yaşam felsefe­
si oldugunu biliriz. Bunun gibi toplumların da veya milletlerin
de yüzyıllar içinde bir yaşam felsefesi ve diger milletlerle olan
ilişkilerinde bir siyaset felsefesi oluşmaktadır."! ! Yani şu bir ger­
çek ki, bugünkü medyatik ortamda popüler bir filozof veya dü­
şünür ortada görünmese bile felsefi düşünce görülmektedir.
"Türklerde felsefi düşünce nedir? Veya nasıl olmalıdır?" so­
rularını irdelerken, bugün ne yazık ki bu konularda ülkenin bü­
yüklügü oranında yeterli çalışma yapılmadıgı düşüncesindeyiz.
Türk felsefi düşüncesinde veya Türk kültüründe önemli olan
ilk düşünürler yani şamanlar, veliler, pirler, dedeler, ozanlar bu­
gün yeterince araştırılmamıştır. Özellikle Kaşgarlı Mahmut, Fara­
bi gibi bin yıl önce yaşamış yazar ve düşünürlerden önce gelen
İslamiyet öncesi Türk felsefi düşüncesine ne üniversiteler ne de
tarihçiler yeterli ilgiyi göstermiştir. Türk düşüncesinin temelini
teşkil eden Türk töresi Hunlardan ve ondan önceki binlerce yıl­
lık Ön Türk uygarlığından kaynaklanmaktadır.
Geçmiş tarihe baktıgımızda Orhun Yazıtları, Türk mitolojisi
ve Türk felsefi düşüncesinde çok önemli yer tutar. Bu yazıtlar­
da Gök Tanrı inancı çerçevesinde yer, gök, su, ateş ve yurt kav-

10 Ural, Prof.Dr. Şafak, Türklerde Felsefe Var mıydı? Uluslararası 4. Türk Kültür
Kongresi Bildirileri, s. 449, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, no 239, Ankara, 2000.
1 1 Poroy, A.Akif, Türkiye AB Medeniyetler Çatışması, Truva Yayınları, İstanbul,
2008.

30
ramları üzerinde atalar ruhunun da işlendiği bir anlatı vardır.
Orhun Anıtları'ndaki bu yaradılışla ilgili Asya kültürlerine has
bir mistik ruh göze çarpar. Gök ve yer bir bütündür. Daha son­
raki Türk felsefi düşünce kaynaklarında, hatta Yunus Emre'de
yer, gök, hava, ateş kavramları işlenir.
Türk felsefesinin, bir diğer ifadeyle yazıtların ilk örneklerin­
de doğaüstü hiçbir öğe yoktur. Gök Tanrı bir doğa tanrı olarak
yerle birlikte vardır. Yazıtlarda varolan her şey ruhani müdaha­
leye gerek olmadan maddi alemden türer. Felsefeci Bayram Ka­
ya'ya göre, "Türk düşünce dünyasında İslam inancının gelişi ile
birlikte, hem Orhun Yazıtları gibi sayısız kitabe hem de felsefi bi­
linç yüzyıllarca unutuldu, hatta yok edildi. Böylece Türk düşün­
cesine başka tanrı ve doğaüstü güçlerin girişi kolaylaştı." 12
Ön Türk uygarlığı dönemine baktığımızda, "Türkler alemi bir­
birinin zıddı olan, fakat birbirini tamamlayan iki prensip ile izah
ediyorlardı. Bunlar Gök Tanrı ve Asra yer idi. Hakikatte her şey
bir feza, yani kaos halinden ibaret iken sonradan oluştukça gök
yerden, aydınlık karanlıktan, erkek cevher dişi cevherden ayrıl­
mış ve birbirine tamamı ile zıt olan bu kuvvetlerin tekrar birleş­
mesinden kişi, yani ilk insan vücut bulmuştur. Orhun Kitabeleri
Türk kozmogonisini iki satırla şöyle özetliyor: Öze kök Tengri,
asra yagız yer kılındıkta, ekin arası kişioğlu kılınmış." 13
"Türk kozmogonisinde dikkat edilecek bir nokta da kadının
yaratılışıdır. Sami kozmogonilerinde Havva, Adem'in kaburga
kemiğinden yaratılmıştır. Halbuki Türk kozmogonisinde kadın
(hatun) kişinin bir parçası değildir. O, Karahan tarafından ayrı­
ca yaratılmış olup, 'Yer Hatun' ismiyle Yerlik Han'a muadil bir
kuvvet teşkil eder." 14 Ön Türk uygarlığı döneminde kadınla er­
kek eşit konumda görünüyor.

12 Kaya, Bayram, Türk Felsefe Tarihi, s. 133, Asya Şafak Yayınları, İstanbul, 2005.
13 Ülken, Hilmi Ziya, Türk Tefekkürü Tarihi, s. 29, YKY, 4. baskı, İstanbul, 2009.
14 Gökalp, Ziya, Eski Türklerde İçtimai Teşkilat, Milli Tetebbular Mecmuası, sayı 3,
s. 385456, 1913.

31
Erken dönem Türk felsefi düşüncesinde etkili olan unsurla­
rın başında Dokuz Oğuz efsanesi, Oğuz destanı, Bozkurt masalı
gelir. Bunların bir kısmı İslamiyetin kabulünden sonra İslami te­
fekkür içinde de devam etmiştir denebilir. Orta Asya'daki iklim
koşullarının bozulmasıyla 8 bin yıl önce başlayan ve dalgalar
halinde batıya giden Türk göçlerinde, Hunlar, Avarlar, Peçenek­
ler sonrasında bugünkü Anadolu'nun ana kültürünü oluşturan
"Oğuz Türklerinde Oguz destanı Oguznağme olarak tanınır." 15
"Oguznağme'den çıkan siyasi ve hukuki esaslar felsefi dü­
şüncede Oguz töresini oluşturmuştur." (Ziya Gökalp, Türk Me­
deniyeti Tarihi ve Türk Töresi) Bu töreler çerçevesinde İslam­
dan önce Türklerin kabile teşkilatlarının çok kuvvetli olduğu ba­
zen asırlarca süren hatta göçebeleri bile birbirine bağlayan dev­
letler oluşturdukları bilinmektedir." 16
Yukarıda da değindiğimiz gibi Türk felsefesinin kökenleri
binlerce yıl önceki tufandan itibaren anlatılan destanlarla baş­
lar. Bu düşüncede inanç sisteminin önemi ortadadır. Ancak bü­
tün dünyada olduğu gibi felsefi düşüncede dinsel felsefeden din
dışı felsefeye bir gidiş vardır.
Felsefe tarihçisi Bayram Kaya'ya göre: "Toplumsal ilişkilerde
olsun, fiziki gereksinimlerini karşılamada olsun doyurucu, eğ­
lendirici, hoş bir kültürü yaşayan toplulukların dinsel eğilimleri­
nin biçim değiştirdiği görülüyor. Oysa fiziki ihtiyaçlarını karşıla­
mada zorlanan insanların, karmakarışık, yorucu, öldürücü, ezici
ilişkiler altında manevi açlığı daha büyük duyumsadıkları doğa­
üstü güçlerden medet umdukları ortaya çıkıyor. Din ilk başlan­
gıcında insanı dans törenleriyle, bağırışla, transla yabancı bir
_aleme götürüyordu. Bu hoş yabancı alem insanın dünyaya ya­
bancılaşmasına yol açarken tek tanrılı dinler semavi alemin en
yüksek noktasına yerleşti. Felsefe ise hep dünyalı kaldı. Dün-

15 Nur, Dr. Rıza, Oğuzname Türk Destanı, İskenderiye, 1928.


16 Barthold: Türk Tarihi. cilt 1, "Anayurtta Eski Devletler", Orta Asya tarihine dair
konferanslar, 1926.

32
yayla yabancı alemin arası açıldıkça din felsefeyi kendine düş­
man saydı." 17
Kadim Türk düşünce dünyasına baktığımızda "kağan" yani
devlet başkanı Tanrısal bir nitelik arz eder. Bilindiği gibi her dü­
şünce biçimi kendinden önceki düşünce biçimleri içinde gizli­
dir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türk felsefi düşüncesinin kö­
kenleri efsanelerin içindedir. Daha sonra gelen Orhun Yazıtları
ve Dede Korkut hikayeleri Türk felsefi düşüncesinin erken za­
manlarının en önemli hazineleridir. Bu hazineler ne yazık ki bu­
gün gençlere, yeni yetişenlere yeterince anlatılmamaktadır. Yü­
ce dinimiz İslamı alırken Arapların Cahiliye devrindeki gelenek­
lerini de sanki dini bir olgu gibi almamız, yani Arap etkisi Türk
kültürüne olumsuz etkide bulunmuş; geleneksel, Türkistan yani
Orta Asya kültürümüzden ve düşünce felsefemizden ayrılarak
Arap kültür ve felsefesine yakınlaşmışız. Bunun en çarpıcı örne­
ği kadınlardır. Şamanist dönemde erkekle eşit olan kadın daha
sonraki dönemlerde erkekten çok geride bir konumda kalmıştır;
ta ki "Cumhuriyet'ten sonraki medeni kanunun gelişine kadar.
İslamiyetin Türkler arasında yeni yayılmaya başladığı yıllarda,
922 yılında Türkistan'a giden Arap seyyahı İbni Fadlan Oğuz ka­
dınlarının aşırı özgür giyinmelerinden söz etmektedir." 18
Türkistan'ın cömert doğa koşulları, komün gibi bir arada sü­
ren yaşam biçimi, göçebe yaşam ve onun birlikte getirdiği kolek­
tif yaşam topluluklar üzerinde güçlü bir "biz"lik duygusu oluş­
turmaktadır. Şüphesiz en bilge kişiler olan şamanlar yani des­
tanları anlatan, büyü yapan, insanları sağlığına kavuşturan, kötü
ruhları kovan şaman içinde bulunduğu toplumsal konumla çev­
resini etkileyen, yönlendiren, şekillendiren bir düşünür konu­
munda da bulunuyordu.
Türklerle ilişkilendirilen Gök Tanrı'ya inanan Şamanist döne-

1 7 Kaya, Bayram, Türk Felsefe Tarihi, s. 139-140, Asya Şalak Yayınları, İstanbul, 2005.
IH Avcıogl u, Doğan, Türklerin Tarihi, kitap 2, s. 820-830, Tekin Yayınevi, İstanbul,
1 978.

33
min doğaya yönelik törenleri kültler, dünyanın ve evrenin yara­
dılışıyla ilgili o zamandan günümüze kadar gelmiş düşünceler,
felsefeciler tarafından derinlemesine araştırılması gereken ko­
nulardır diye düşünebiliriz. En çok tanıdığımız Orhun Yazıtları
ve il. Dünya Paylaşım Harbi'nden sonra bugünkü Kazakistan
bölgesinde bulunan ve Türkistan'ın diğer bölgelerinde bulunan
yazıtlar, kadim Türk tarihi ve kadim Türk felsefi düşüncesiyle il­
gili birçok değerlendirme ve tanımlamalara yer vermektedir.
Söylencelerden de günümüze kadar gelen bu çok eski bilgi­
lerde felsefe, o zamanki inanç sistemi, edebiyat ve mitolojiyle
karmaşık bir şekilde yansımaktadır. Bu konuları üniversiteleri­
mizin felsefe bölümleri daha ayrıntılı ve analizci bir açıdan ba­
karak değerlendirmeli ve halk kitlelerine tanıtmalıdır. Eski Türk­
lerde gök, yer, yeraltı kavramlarının derinliği ve ölümden sonra
göğe uçan, Gök Tanrı'ya ulaşan insanın yaşam felsefesini daha
iyi bir şekilde anlamaya çalışmalıyız.
"Türk mitolojisi, evrenin ve insanın yaradılışında zorlanmaz:
Önce boşluk vardır (kaos). Boşluktan aydınlık ve karanlık do­
ğar. Yani gökyüzü ve yeryüzüdür. Üstte Gök, altta Yer-Su vardır.
İkisinin birleşimi var etme gücü yaratır. Her şey bu birleşmeden
doğar. Ancak Öd, yani zaman tanrısı yeni doğan, hayata çıkan
her şeyi yer yutar. Sonunda Umay, yani ana tanrıça yeni doğan
her varlığı, logusaları, yeni doğan bebekleri, bitkileri, hayvan
yavrularını vb. korur, onları gözler."1 9
Ankara'da 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından basılmış
olan Türk Kültür Tarihine Giriş adlı on ciltlik, Prof. Dr. Bahaed­
din Ögel'in bu çok önemli yapıtı Türk kültürüyle ilgili son yıllar­
da yazılmış en önemli eserlerindendir. Bahaeddin Öge! Gök
Tanrı inancıyla ilgili bu eserinin 1. cildinde Orta Asya'dan söz
ederek şöyle diyor: "Türk atlılarının etrafını tek saran büyük şey
göğün sonsuzluğu ve maviliği idi. Kalbini ve gözlerini dolduran

19 Kaya, Bayram, Türk Felsefe Tarihi, s. 128 Asya Şafak Yayınları, İstanbul 2005.

34
da göğün mavilikleri içinde kaybolan b i. yük dağ zirveleri idi.
Bütün güçler ve bütün güzellikler gökte toplanıyordu. Kutsalla­
rın kutsalı göktü. Onun tanrısı da o idi. Bunun için Türklerin tan­
rıları da tek fakat gök gibi yüce idi. " Felsefenin dinlerin nasıl et­
kisinde kaldığı bilinen önemli bir gerçektir. Bu nedenle o dö­
nemlerin inanç dünyasına eğilmek önemli olacaktır.
Gök Tanrı olayının toplumsal nedenlerini ise Profesör Öge!
şöyle açıklıyor: "Tek tanrılı dine doğru gidişin başka toplumsal
nedenleri de vardı. Atlı göçebe Türklerin yaşadıkları toprakların
geniş V" komşularının da atlı olmaları sebebi ile toplumun her
an hazır ve teşkilatlı olması gerekli idi. Tek baş, tek düzen ve tek
inanış, ancak böyle bir topluluğu yaşatabilir ve kişilerin yaşamı­
nı devam ettirebilirdi . Eski Türk toplumunda başa değil töreye
hoyıı n eğilirdi. Töre yazılı olmayan Türk örf hukuku idi. Bu esas­
lara göre herkesin görevi vardı. Kimin nerede çadırını kuracağı,
hangi yönde hayvanlarını otlatabilecegi, düşman geldiği zaman
nerede toplanılacağı ve kimin nerede duracağı Türk töresince
tespit edilmişti. Çocuklardan ve aileden itibaren herkes bir başa
bağlı ve başlar da Hakan'a bağlı idi. Toplumsal yapı piramidal
bir yapı ile yukarıdaki başa bağlanırdı. Zafer, ganimet, zenginlik
ve refah ise yine bu piramit sistem içinde yukarıdan aşağıya
doğru dağıtılırdı. Beraber yaşama için, beraberce ve karşılıklı
bir anlayışla ince bir düzen kurulmuştu. Tek baş, tek düzen ve
tek tanrı toplumu yönlendiren esaslardı. Temel prensip toprak
değil töre idi."20 Bu kavramlara benzer esasları Cumhuriyet'le
beraber Türkiye'de de görüyoruz. Tek dil, tek bayrak, tek millet
kavramları gibi. Bir milletin binlerce yıllık yaşam felsefesi günü­
müze kadar yansımıştır.
Türklerde yerleşik kültürün doğuşu ve gelişmesi tarım ve şe­
hirleşmeyle başlamıştır. Şehirleşmenin tarihi Hun İmparatorlu-

:w Ögel, Prol. Dr. Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, cilt 1, s. 68-69, Ankara,
2000.

35
ğu'nun güney başkenti Beşbalıg şehrine kadar gider. Çin ve Batı­
lı kaynaklara göre MÖ 48 yılından önce yani büyük Hun devleti­
nin çok güçlü olduğu çağlarda bir Hun ordugah şehri olan Çin­
man şehri çok önemli idi. MÖ 48 ile MÖ 32 yıllan arasında Tur­
fan Beyliği'nin arka başkentiydi. "MS 640 yılında burası Göktürk
egemenliğinde bulunuyordu. Çinliler buraya 'Saray' eyaleti adı­
nı veriyorlardı."2 1 Milattan önceki yüzyıllarda Türklerin yerleşi­
me geçişinden ve düşünce dünyasındaki etkilerinden nedense
resmi tarih kitaplarında pek söz edilmez. Yeni yapılan araştırma­
lar, tarihi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışan Ba­
tı'yı artık yalancı çıkarmaktadır. Örneğin, İstanbul'un kuruluşu
Batılılara göre MÖ 650 yılında Atinalı Byzas'a bağlanır ve bu şe­
kilde şehir tarihi Yunan yayılmacı Megalo İdea'sıyla ilişkilendiri­
lir. Halbuki Marmaray projesi için yapılan kazılarda 2008 yılında
İstanbul Yenikapı'da bulunan yüzlerce seramik ve diğer gereçle­
rin ilmi yöntemlerle yapılan analizlere göre MÖ 6500-6000'e ait ol­
duğu saptandı. Bu şekilde İstanbul'un neolitik çağda, yani cilalı
taş devrinde kurulduğu ve Batı ile alakası olmadığı ortaya çıktı.
Ön Türklerin felsefesinde her şeyin önünde "törenin" geldi­
ğini söyleyebiliriz. Ancak bu konulan anlayabilmek için önce
kültürümüzün ve tarihimizin önemli bir bölümü olan binlerce
yıllık Ön Türk uygarlığını daha iyi tanımamız gerekir. Son yıllar­
da yapılan araştırmalar Türkiye'nin değişik üniversitelerindeki
bilim adamlarının yaptığı çalışmalar bize eski hakkında çok ye­
ni bilgiler vermektedir.22, 23, 24, 25 Batı'nın emperyalist bakış açı­
sı içinde tarihe bile yalanlarla leke sürüp değiştirmeye çalışan­
ların foyaları artık su yüzüne çıkmaktadır. "Aleyhimize yapılan

21 Chavannes, Documents, s. i l ; De Groot, Die Hunnen. 11, s. 168.


22 Taşagıl, Ahmet, Göktürkler, cilt 1-1 11, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2003.
23 Somuncuoğlu, Servet, Taştaki Türkler, A-Z Kültür Yayını, İstanbul, 2008.
24 Tarcan, Haluk, Ön Türk Uygarlığı-Resmi Tarihin Çöküşü, Töre Yayın Grubu, İs­
tanbul, 2004.
25 Hasanov, Zaur, Çar İskitler, aktaran Dr. İlyas Topsakal, Türk Dünyası Araştırma­
ları Vakfı Yayını, İstanbul, 2009.

36
ve siyasi baskı oluşturmak için kullanılan sözde Ermeni soykırı­
mı yalanı son yılların en iyi örneğidir."26, 27, 28, 29
2009 yılı başlarında yeni araştırmalara dayanarak Afyon Ko­
catepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Ekrem Memiş Türklerin en az 10 bin yıldır Ana­
dolu'da var olduklarını ileri sürmektedir. Bilgi ve belgelere göre
Türklerin Anadolu'daki varlığı ile ilgili en eski yazılı kaynak MÖ
2250 yılına ait bir çivi yazısı tablet. Bu tabletin Akat kralı tarafın­
dan yazıldığı ve tablette adı geçen Türki Krallığı'nın bilinen en
eski Türk krallığı olduğunu açıklayan Prof. Dr. Ekrem Memiş,
Türk adının geçtiği en eski kaynak bu tablet diyor. İlk kez Türk­
lerden söz eden bu metnin 15. satırında Türki Krallığı'nın adı ge­
çiyor. İlginçtir bugün de eski Türkistan yani Orta Asya'da Sov­
yetler'in çöküşü sonucu ortaya çıkan Türk cumhuriyetlerine
Türki cumhuriyetler deniyor, aynı MÖ 2250 yılındaki gibi Türki
terimi kullanılıyor. Bu bilgileri teyit eden binlerce metin var.
"Trukkular" şeklinde geçen metinler de var. Bu metne dayana­
rak Türklerin binlerce yıldır Anadolu'da olduğunu söyleyebili­
riz. "107l'de gelenler ise en son gelen Müslüman Türklerdir."30
Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden Yrd. Doç.
Dr. İlham Everenoğlu da o döneme ait arkeolojik bulgularla Or­
ta Asya'da ve Azerbaycan'da bulunan çanak çömlekler, silahlar
ve bunların işleniş biçimlerinin birbiriyle aynı olduğunu söylü­
yor.

26 Şıracıyan, Arşavir, Bir Ermeni Teröristin İtirafları, Kastaş Yayınevi, 2. baskı, ls­
tanbul, 2006.
27 Ermenilerin 191 4-1918 Yıllarında Anadolu'da Yaptığı Katliamlar, Genelkurmay
ATESE Başkanlığı Yayınları, cilt 1-3, Ankara, 2006.
28 Karaca, Doç. Dr. Birsen, The Role of the Armanian Mass Media in Composing
Social Memory Concerning "the Armenian Problem", Review of Armenian Stu­
dies, Vol, 2, Nr. 6, Ankara, 2004.
29 Erbengi, Prof.Dr. Türkan, Kutluğ, E., Ermenilerin Türklere Yaptıkları Katliamlar
ve Tehcir Uygulamaları Belgeseli, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2006.
:ıo Gürsoy, Neslihan, Anadolu 10 Bin Yıldır Türk Vatanı, Yeniçag, s. 9, 13, Nisan
2009.

37
Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Türkolog
Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz tarihteki Türk izlerinden söz ederken
2009'da şöyle diyordu: "Türklere bir senaryo yazılmış ve siz gö­
çebesiniz, barbarsınız denmiş. Bunu kabullenince yapacak bir
şeyiniz kalmıyor. Bir kan dökme, barbarlık varsa başroldesiniz.
Fakat yerleşik çanak çömlek bulunuyorsa figüransınız bölgede.
Yazıtlarda bas bas bagırıyor atalarımız Anadolu'da Türk izleri ol­
dugunu. Kaya üstü tasvirler bir dönemin yazısıydı. Göktürk ya­
zısının temelini bu oluşturuyor. Bu tasvirler damgaları, damga­
lar alfabeyi getirdi. Ve Türkler bunları Avrupa'ya yaydılar. Ana­
dolu'da insanımızın yüzünde dövme olarak, süs olarak kullanı­
lan damgalar yazıtlarımızdakilerle bire bir aynıdır. İskitlere,
Göktürklere ve Hunlara ait mumya ve iskeletler üzerindeki dam­
galar bizim yazıtlarımızdaki damgalarla aynıdır. Mimari eserler,
çanak çömlek, giyiniş, inanış tarzları aynı. Göçebe isek biz bun­
ca mimari eseri nasıl meydana getirdik. Yerleşik yaşama geçtik­
ten sonra bu damgaları halıya kilime işlemişiz. Çin kaynakların­
da Türklerin agaç, taş ve maden işçiliği olarak üç meslegi oldu­
gu söyleniyor. Altay ve Tanrı daglarından eriyen kar sularını ka­
nallarla getirip bag ve bahçe sulayıp tarım yapıyorlar. Atık su ka­
nalları yapıyorlar. Cam kullanıyorlar. Mezarlar yapıyorlar ve de
anıt mezarlar yapıyorlar." Bütün bu gelişmeleri kısaca sıralama­
mız gerekiyor. Çünkü bunları bilmezsek o dönemlerde felsefi
düşüncenin nasıl şekillendigini anlayamayız.
Atatürk Üniversitesi Egitim Fakültesi'nden Yard. Doç. Osman
Mert, Ön Türk uygarlıgıyla ilgili buluntular hakkında şöyle di­
yor: " Daha önceden buldugumuz bazı belgelerin ortadan kay­
boldugu dikkat çekiyor." Mert yaptıkları çalışmaların kalıcılıgını
saglamak amacıyla teknolojiden yararlanarak, Türk kültür ve
medeniyetine ait bütün eserlerin GPS kayıtlarını ve uydu vasıta­
sıyla üç boyutlu çözümlerini ve lazer kayıtlarını tuttuklarını be­
lirtiyor. Bazı Batılıların iddia ettigi gibi Türklerin göçebe oldugu
iddiasını kaynaklara dayanarak çürütüyor. "Kaya tasvirlerinin
büyük çogunlugu kutsal mekanlarda ve yüksek dağ tepelerinde-

38
dir. Günlük iletişimle alakası yoktur. Bunun için de yerleşik ol­
mak gerekir. Göç var ama bu iki taraflı bir göç. Anlatılan yönün
tersine de bir göç var."
Bu yeni verileri ve benzerlerini ayrıntılı olarak kaynaklarıyla
2010'da çıkan Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kim­
liği3 1 adlı kitabımda sıralamıştım. Bilindigi gibi felsefe tarihi ve
tarih felsefesi birbirinin içindedir. Felsefe tarihini kolay anlaya­
bilmek için tarihten bazen ayrıntılı olarak söz etmek gerekiyor.
Çünkü toplumların felsefesini anlamak ancak tarihi koşulları bi­
lerek mümkündür diye düşünebiliriz. Kadim Türk tarihini bil­
meden o dönem felsefesi bilinemez.
Bu degerli bilim adamlarının çalışmaları acaba Türk kamu­
oyuna neden duyurulmuyor? TV'lerin enkırmenleri bu konula­
ra acaba sadece bilgisizlikten dolayı mı egilemezler?
Ne yazık ki 1938 Kasım'ında Atatürk'ün ölümünden hemen
sonra Ocak 1939'dan sonra İngiltere ve Fransa ile yapılan kültür
anlaşması sonucu Türkiye, Batı emperyalizminin zorlamasıyla
geçmiş Ön Türk uygarlıgı ve Türk tarihiyle ilgili çalışmalardan
uzaklaşarak Batı kültürünün yogun etkisi altında kalmıştır. Gü­
nümüzde de ne yazık ki Ön Türk uygarlıgı o zamanlar Gök Tan­
rı'ya inandıgı, Şamanist bir toplum oldugu, bazılarına göre inanç
açısından günümüze uymadıgı için ihmal edilmekte veya gör­
mezden gelinmektedir. Halbuki semavi dinler gelmeden önce
"tek tanrıya" yani Gök Tanrı'ya inanan tek toplumun Türkler ol­
dugunu vurgulamamız gerekir.
Hemen aklımıza şu soru gelebilir: Acaba felsefi düşünce bir
toplumda dönemin siyasi degerleri ve yargılarına göre yönlen­
dirilebilir mi? Çogumuz evet diyebiliriz. Fakat filozoflar veya dü­
şünürler herkese benzemedikleri için, yani düşünebildikleri
için veya düşünme becerilerinden dolayı çagın, ortamın "dogru-

3 1 Poroy, Dr. A.Akif, Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türklerde Kültür Kimliği, Tru­
va Yayınları, İstanbul, 20 10.

39
larına" uymazlarsa şüphesiz sıkıntı çekeceklerdir. Düşünürler
felsefi düşünceleriyle her toplumda bazı kesimler için sıkıntı (!)
yaratabilirler. İnanç sistemleriyle de sıkıntı yaşayabilirler.
Türkiye'deki laiklik sorununu anlayabilmek ve Cumhuri­
yet'in getirdigi yeni felsefedeki laiklik ilkesini kavrayabilmek
için ta kadim Şamanist döneme gitmek ve o zaman diliminin
Anadolu geleneğindeki uzantılarını, Alevi Bektaşi geleneğini bil­
mek gerekir.
Bilinen ilk Türk inanç düzeni Gök Tanrı dinidir. 8. yüzyılda
dikilmiş olan Orhun Yazıtları'nda bu inanç geçer. Gök, insan ve
yer kavramlarına dayanır. Tanrı en yüksek kavram olarak inan­
cın merkezinde yer alır. Tanrı insan yaşamını aracısız etkiler.
Gücüne uymayanı cezalandırır. Yaraşmayana bağışladığı kısme­
ti geri alır. Şafak söktürür, bitkiyi canlandırır. Ölüm de onun is­
temine bağlıdır. Tam güç sahibidir. Yaratıcı göksel olduğu için
"Gök Tanrı" diye anılır. Kaan gökten inmiş ve göğün elçisi sayı­
lır. Dünyada en güçlü yaratık olarak insanları yönetir. Gök erke­
ğin, yer kadının sembolüdür. Bu, eski Türklerin ataerkil anlayı­
şına uygun bir tiplemedir. Ancak eski Türklerde kadın hiçbir za­
man aşağı görülmez. Yer de önemli ve kutsaldır. Kültekin yazı­
tında "üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin ara­
sında kişioğlu yaratılmış" tümcesi vardır. "Burada Gök Tanrı'nın
gökyüzü olduğu ortadadır. Tanrı düşüncesinde gökyüzünden
başka ulu varlığa doğru bir gelişme görülür. " 32
VII. yüzyılda Bizans tarihçisi Simocattes Göktürklerin ateşe,
suya, toprağa saygı gösterdiğini yazar. Şamanlık Göktürklerde
kağan ve çevresinden çok halk arasında yayılmış ve benimsen­
miştir.
"Türkçenin Kaşgar lehçesi ile yazılmış önemli yazın destan
MÖ 3. yüzyılda doğar. Büyük olasılıkla 13. yüzyılda Kaşgar leh­
çesinde yazıya alınmıştır. Destanla Hun tarihi arasında önemli

32 Bozkurt, Fuat, Türklerin Dili, s. 7 1, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.

40
benzerlikler görülür. Çin kaynakları
MÖ 1500 yıllarından beri Hiung-nular­
dan söz eder. Ancak Hun geçmişi bu
yazmalarda MÖ 3. yüzyılda belirginle­
şir. Aydınlık dönem Tümün (Teo­
man) Han'la başlayan bir dönem­
dir."33 Bu Hun tarihinin altın dönemi
olan yayılma dönemidir. Destanda
Oğuz Han'ın ve oğlu Gün Han'ın sa­
Oguz Kağan.
vaşlarıyla tarihteki Hun Hanı Me-
te'nin savaşları ve yaşamı arasında
büyük benzerlik bulunur. Bu destanlar toplumun felsefi düşün­
cesini yansıtan ilk önemli söylenceler, anlatımlardır. Bu tarihi
ve toplumsal gelişmeleri bilmeden o dönemin felsefi düşüncesi­
ni pek kavrayamayız.
Bu konuda bize ulaşan destansı söylencelerden biri Reşü­
düttin'in Camiü 't-tevarih'inde yer alır. Farsça olarak yazılmış
anlatı Oğuzname adını taşır. Reşüdüttin'le onu izleyen Türk-İs­
lam tarihçileri Oğuz'un soyunu çok eskilere uzatır, Nuh'un oğlu
Yasef'e bağlarlar. Reşüdüttin halk içinde dinlediklerini şöyle
özetler: Nuh Peygamber yeryüzünü üçe ayırıp üç oğlu Ham,
Sam, Yasef'e üleştirir. Türk soyu Yasef'ten ürer. Yasef'ten Bulce
(Ulcey/Olcay) Han, ondan Dıbbakuy, ondan Kara Han, Dingiz
Han, Gür Han doğar. Ortak ve Gürtak'tır. Burada Belas ve Kara
Sırım gibi kentler vardır.
Bir milletin felsefesini anlamak için onun tarihi, felsefesinin
tarihi, tarih felsefesi, felsefe tarihi, felsefesini etkileyen inanç sis­
temleri ve dinler ve de belki de en önemlisi o milletin dili önem
kazanır. Geçmişteki felsefeyi anlamak için ister istemez, geçmiş
tarih ve kültürün derinlerine değinmeden olmuyor. Kaçınılmaz
bir şekilde biz de kadim tarihten kısa da olsa bazı ayrıntılar ve­
rerek söz etmek durumunda kalıyoruz.

33 Bozkurt, Fuat, Türklerin Dili, s. 144, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.

41
"Ünlü dil bilgini Max Müller, başta Türkçe olmak üzere, Mo­
ğol, Tonguz, Macar ve Fin dillerini 'Turanı' ailede topluyor ve
bir zamanlar Sümer, Japon ve Kafkas dilleri de bu aileye alınmış
bulunuyordu. Türkçe yeni kelimeler yaparken kök sabit kalır;
Ari ve bilhassa Sami dillerde kök değişikliğe uğrar. Max Müller
'Türkçenin gramer kaidesi o kadar güzeldir ki, bu dili lisaniyat
bilginlerinden mürekkep bir heyetin yaptığını sanmak mümkün­
dür' ifadesi ile hayranlığını belirtmiştir. " 34
Türkçe çok muhafazakar ve sağlam bünyesi sayesinde bin­
lerce yıllık bir tarihe sahip olduğu ve çok uzak mesafelere yayıl­
dığı halde az değişikliklere uğramış ve başka birtakım eski diller
gibi değişimlere ve kaybolmaya mahkum olmamıştır. Biz bugün
bu önemli olguların farkında mıyız? "Hun hükümdarı Tuman
(Teu-Men) adı da Türkçe duman veya 10.000 manasına gelen tu­
man veya tümenden başka bir şey değildir. "35
"Göktürk kağanlarının daha VI. asırda, Çin imparatorlarına
gönderdikleri mektupları Türkçe olarak ve milli diplomasi usul­
lerine göre yazdıkları, hayvan takvimine göre de tarihledikleri
anlaşılmıştır. Bununla beraber Çin imparatoruna gönderilen bu
mektuplar ve başlarındaki 'Tanrı Tarafından Gönderilmiş Büyük
Gök Türklerin Kağanı' ibaresi bize sadece Çince tercümesi ile in­
tikal etmiş olup Orhun kitabelerinde ve daha sonraki resmi ya­
zılarda görülen formüllerin başlangıcını teşkil eder. " 36 Bu çok
önemli bir bilgidir. Bu dönemlerin tarihini, inançlarını, kültürü­
nü bilmek bizim felsefi düşüncesini anlamamıza yardımcı ol­
maktadır.
"Çağdaş Bizans tarihçisi Theophylaktos Türklerin, toprağı,
suyu, ateşi ve havayı (dört unsuru) takdis etmekle beraber, sa-

34 Turan, Prol. Dr. Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 40, Boğaziçi
Yayınları. İstanbul, 2000.
35 Turan, Prol. Dr. Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, s. 4 1 , Boğaziçi
Yayınları, İstanbul, 2000.
36 P. Pelliot, Neuf notes sur les questions d'Asie Centrale; T'oung Pao XXVl,s. 205-
206, 1 929.

42
dece yerlerin ve göklerin hakimi bir tanrıya taptıklarını, ona at
sığır ve koyun kurban ettiklerini, istikbali haber veren kahinleri
(kam) olduğunu söyler."37
Din adamlarının huzurunda münakaşaya çağıran Mengü Han
da "biz sadece tek bir tanrının varlığına, onun sayesinde yaşadı­
ğımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz" derken Gök
Türkler devrinde varılan yüksek bir ulühiyet inancının devam
ettiği görülmektedir. (W.Rubruck, Journey, s. 235, 236)
Türklerde İslamiyetten önceki binlerce yıllık tek tanrı, yani
Gök Tanrı inancı, o dönemdeki ve sonraki Türk felsefi düşünce­
sine olan etkisi, zamanın diğer topluluklarıyla karşılaştırıldığın­
da çok önemli bir olgu olarak karşımıza çıkar. Türkler Müslü­
man olmadan önce de tüm evreni yaratan tek bir tanrıya inanı­
yorlardı.
"Divan-1 Lügat-it Türk'teki sunuş yazısında belirtildiği gibi
bu Türk kültürüne olan etki gerçek anlamda da görülmüştür. "
"İslam tarihçilerinin anlatımlarına göre 8. yüzyılda da Arap or­
duları Emir Kuteybe komutasında Türkistan'ın Mavera-ün Nehir
bölgesine girdiğinde Türklerin tapınaklarını yıkmışlardır. Türk­
lerin bilgeleri öldürülmüştür. Kitapları yakılmıştır. Arap istilası
Türk kültürüne ve diline korkunç bir yumruk indirdi. Zulüm ve
talanda sınır yoktu, herkes Arap gibi konuşmaya, Arap gibi dü­
şünmeye zorlanıyordu. " (kaynak: Divan-1 Lügat-1 Türk)
Yayımlanan tarih kitaplarına baktığımızda özellikle Çin ve Bi­
zans kaynaklarının bildirdiğine göre Türklerin kendi yazılan ve
bu yazılarla yazılmış eserleri vardır. Hepimizin bildiği gibi zaten
Uygur ve Göktürk alfabeleri oldukça yaygındır. Hatta Çinli gez­
ginlerin Türk hanlıklarına yaptıkları seyahatlerde özellikle Hun­
ların saraylarında vakanüvislerinin bile olduğu bilinmektedir.
Uygurların da büyük kütüphaneleri olduğu Çin kaynaklarında
belirtiliyor. Gerçekten de biz bugün Türklerin geçmişteki Gök-

37 E.Chaven nes, Dokuments, s. 38, 50, 248.

43
türk ve Uygur alfabeleriyle övünürüz. Peki bu eserler, kütüpha­
neler nerededir? İddia edildiği gibi bu kitaplar Arap istilasında
yakılmış mıdır? Kadim Türk halklarının felsefesini anlatan yazılı
eserlere ne olmuştur? "Yüce dinimiz İslam'a saygımızdan dola­
yı belki de kimse Arapların Türklere yaptığı katliamlardan ve
Türklerin kitaplarını yakmalarından söz etmez."38 Fernand
Braudel'in Uygarlıkların Grameri adlı kitabından birkaç ilginç
satır insanları düşünceye sevk etmektedir. Burada yazılanlara
göre, "Halife Ömer, bu kitapların bilgisi eğer Kuran'da varsa, ge­
rek olmadığını, eğer Kuran'da yoksa saygın ve geçerli olmayaca­
ğını söyleyerek İskenderiye'deki ünlü kütüphaneyi Mısır'ı alan
Amr-İbn-Ül-As' danışmasıyla yaktırmıştı."39 Bu görüşe katılmak
zorunda kalınırsa uzay çağı araştırmaları, nükleer teknoloji ve­
ya dünyadaki diğer teknolojik, edebi ve sanatsal gelişmelerin
nasıl değerlendirileceği konusu herhalde okuyucunun ve düşü­
nenlerin sorunu olacaktır.
Türk felsefi düşüncesi 10. yüzyıla kadar şüphesiz, binlerce
yıl Gök Tanrı'ya inanan Şamanizm inanç sisteminin etkisindey­
di. Doğaya, iyi ve kötü ruhlara ve Gök Tanrı'ya önem veren, na­
zardan korkan, yatırları ve kabirleri ziyarete kadar günümüze
etkisi olan ve pek bilinmeyen bu inanç sistemini "Şamanizm"
başlığı altında ayrı bir bölüm olarak inceleyeceğiz.
Eğer Kadim Türkistan, yani Orta Asya'daki taş üzerine Türk­
çe yazılmış yazıtlar 19. yüzyılda ortaya çıkmasaydı, bu yazıtlar­
da anlatılan kadim Türk felsefesi, Türklerin geçmiş felsefi düşün­
cesi hakkında bilgimiz olmayacaktı.
Dedemin babası şair Mevlevi Hasan Akif'in Divan'ı, Profesör
Güven Kaya tarafından yeni Türkçeye çevrildiğinde veya bü­
yük dedelerimden şair, Damat Kaptan-ı Derya Ahmet Ratip Pa­
şa'nın l 720'lerden kalma şiirleri ve Divan'ıyla ilgili bilgiler elime

38 Aydın, Erdoğan, Nasıl Müslüman Olduk?, Cumhuriyet Kitapları, 19. baskı, İstan­
bul, 2005.
39 Braudel, Femand, Uygarlıkların Grameri, s. 63, imge Yayınları, İstanbul.

44
tJ� ?Hf.p�
552 - 743

geçtiğinde geçmiş dedelerimizin edebi yazıları, kültürü, bugün


benim kültürüm, manevi zenginligim oldu. Eger bu kitaplar ve
anlayacagımız yeni Türkçeleri elimizde olmasa, böyle bir geç­
miş aile kültürümün oldugunu bilmeyecektim, aynı Türklerin
taş oldugu için yakılamayan yazıtlarının ortaya çıkıp, 19. yüzyı­
la kadar habersiz oldugumuz eski Türk felsefesinin yeniden keş­
fedilmesi gibi...
Özellikle Orhun Yazıtları bugün ve gelecekte her zaman akıl
alacagımız kadim Türk felsefi düşüncesini yansıtan bir bilgelik
örnegi olarak karşımızda duruyor. Siyaset felsefesi açısından da
çok önemli söylemleri içeren bu yapıttan umarız ülke yönetimi­
ne, siyasete soyunanlar da faydalanır.
Bazı araştırmacılara göre İslamdan önceki Türk düşüncesin­
de Mahayana Budizmini de dikkate almak gerekir deniyor.
Orta Asya Türk toplumları bininci yıldan önce Hint ve Çin
düşünceleri ve Budizm gibi inanç sistemlerinin etkisinde kal­
mışsa da toplumlar bu ilişkilerinde baskı altında kalmamıştır.
10. yüzyıldan sonra yeni inanç sistemiyle etkisini gösteren
Arapça ve Farsça, Türk toplumları üzerinde kadim Türk kültürü
açısından bir tür yabancı etkili bir devir dogurmuştur denebilir.

45
Ortadoğu'dan gelen bu etkiler Cumhuriyet'ten sonra azalmışsa
da 1950'den sonraki siyasal ve toplumsal gelişme içinde Türki­
ye'de kendini hissettirmeye başlamıştır. Türk dünyasının bir
kısmında, yani Türkistan'da ise 19 17 Sovyet ihtilalinden sonra
Ruslar tarafından, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgı­
zistan, Tacikistan ve Kazakistan olarak bölünen Türkistan top­
raklarındaki Türkler 80 yıl süren ateist Sovyet rejimi sırasında
daha değişik bir kültür şoku yaşamışlardır.
Türk felsefi düşüncesinin binlerce yıllık geçmişinin Orta As­
ya'da, Türkistan'da olduğunu görüyoruz. Selçuklu ve Osmanlı
döneminde de Orta Asya, Türkistan'ın Horasan bölgesinin bü­
yük düşünürlerin kaynağı olduğunu saptıyoruz. Bugün artık
Türk felsefi düşüncesinden söz ederken daha geniş bir açıdan
bakarak Avrasya'daki büyük Türk dünyasını göz önünde bulun­
durmalıyız.
Düşünce deyince günlük yaşamda görüş, kanı, inanış, yo­
rum, eleştiri, değerlendirme gibi kavramları anlıyoruz. Diğer bir
deyişle, düşünce deyince tek kavram veya konudan çok, deği­
şik kavramlar arasındaki bağı, yani düşünme oluşumunun man­
tık çerçevesindeki toplam görüşleri anlıyoruz denebilir. Bu bağ­
lamda bizim felsefi düşüncemizi objektif olarak irdelemeye çalı­
şacağız.
Felsefi düşüncenin kültür kimliğinin çok önemli bir yönü,
belki de temeli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu konuya
eğilirken Türk felsefi düşüncesini olduğundan fazla ne yüceltme
ne de haddimiz olmayan bir şekilde ve bazı Batı hayranı veya
Batı'nın istediği yönde yazmak için Batı'dan para aldığı söylenti­
leri dolaşan, Batı'ya bağlı, sözde aydınların yaptığı gibi aşağı gör­
me çabasında olamayız, olmamalıyız.

46
TÜ RK FELSEFi DÜŞÜNCES i N D E TÜ RK TÖRESi
Günümüzde felsefeyle uğraşanlar daha çok Batı düşünürleri­
nin etkisinde görünüyor. Birçok aydın geçinen kendi kültürü­
müzden uzaklaşmayı marifet sayar. Türk kültürünün günümüz­
de yaşayan binlerce yıllık Türk töresi gibi olgularından habersiz­
dirler. Türk felsefi düşüncesine kadim Türk tarihinden günümü­
ze bütün Türk dünyasına damgasını vurmuş olan Türk töresi
farkında olmasak da genlerimize işlemiş yaşam felsefemizi oluş­
turan önemli bir olgudur.
Türk felsefi düşüncesi için çok önemli olan Türk töresi unut­
turulmaya çalışılan güzelliklerimizdendir. Türk töresi binlerce
yıl boyunca Türk tarihini, dolayısıyla Türk kültür ve siyasetini
etkilemiştir. Acaba bugün kültür yozlaşması sonucu Türkiye'de
kaç kişi Türk töresini biliyordur? Toplumsal, tarihi ve siyasi açı­
dan "Türk töresi" bizim için çok önemlidir. Bu konuyu 2010 yı­
lında Truva Yayınları 'ndan çıkan Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve
Türk Kültür Kimliği adlı kitabımda çok ayrıntılı bir şekilde sun­
muştum. Felsefi düşüncemiz için çok önemli olan bu konuya
burada birkaç cümleyle değinmekle yetineceğim. 40
"Tarihimizin İslam öncesi ilk kaynaklarından biri olan Orhun
Abideleri'nde ve İslam'a girdiğimiz ilk asırlarda yazılan Kutadgu
Bilig'de geniş bir şekilde izah edilen Türk Töresi şu dört ana ol­
guya dayanmakta idi: Könilik (Adalet), Tüzlük (Eşitlik), Uzluk
(iyilik-faydalılık) ve Kişilik (insanlık ve hoşgörü)."4 1
Türk töresi eski Türklerin yazısız hukukudur denebilir. Bu­
günkü bulgulara göre, Türk töresinin daha sonra Orhun Anıtla­
rı'nda yazılı hale geldiğini görüyoruz.
Türklerde felsefi düşünce Ön Türk uygarlığı döneminden

40 Poroy, Dr. A. Akif, Türk Felsefi Düşüncesinde Türk Töresi, Turan Stratejik Araş­
tırmalar Merkezi Dergisi, sayı 8, s. 16- 19, Konya, 20 10.
41 1. Kafesoglu, " Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri", Tarih Enstitüsü Der­
gisi, s. 15 İstanbul, 1970.

47
günümüze gelen bilgilerde en önemli olgu Türk töresidir dene­
bilir.
Türk töresi konusu Türk kültürü, tarihi ve felsefesi, özellikle
siyaset felsefesi açısından önemli olduğu için birçok kitabımda
bu konuya değindim. Çünkü okumuş insanlarımızın bile bu ol­
gudan haberi yok. Tabii kendilerine öğretilmediği için. Bizde li­
sede Pasarofça Antlaşması'nın bilmem kaçıncı maddesini ezber­
letirler, fakat kültürümüzün minyatürleri, hatlar, düşünce dün­
yamızın önemli kültürel olguları nedense tanıtılmaz. Burada
Türk töresini felsefi düşünce açısından irdeleyeceğiz.
"VI. - VIII. yüzyıllarda hüküm süren Türk hakanlığından son­
ra Oğuzların batıya doğru tarihte bilinen en eski hareketleri IX.
yüzyılda ait Peçenek hareketi olup X. yüzyılın ortalarında eseri­
ni yazan Bizans İmparatoru Konstantin Porphyrogennetos ola­
yın kendi zamanından elli yıl önce olduğunu söylüyor. Peçenek­
leri hem Reşidüttin hem Kaşgarlı Mahmut, Oğuz uruğları sırasın­
da kaydediyorlar. "42
Türklerin destani atası olan "Türk"ün vatanının Işık Göl civa­
rında bir yer olduğuna inanılıyordu. (Bu söylentinin en eski şek­
li anonim Mücmelü't-Tevarih'te, XII. yüzyılda bulunmaktadır.
Barthold'daki metin, Türkistan, 1, 19) Oğuzların efsaneleri ondan
daha doğuya uzanmıyordu. Oğuzlar Sirderya boylarından Batı
taraflarına geçerken halkın milli babası, yani atası milli şairi ve
filozofu ve halk bilgeliğinin koruyucusu olan Korkut hakkındaki
efsaneleri kendileri ile beraber getirmişlerdir. Korkut'a ait efsa­
neler şimdiye kadar Türkmenler arasında da unutulmamış olup,
hatta orta zamanlarda Osmanlılar devrinde bile Anadolu'da da
mevcut ve XVII. yüzyıla kadar Azerbaycan Türklerinde de yay­
gın vaziyetteydi. (Olearius'un rivayeti, iV. Schleswig, 1 671 , s.
72 1 ) X. yüzyılda Korkut adı Peçenek Türklerinde de mevcuttu.
Bütün bunlar bize Korkut efsanesinin Oğuzlara İslam'dan önce-

42 Barthold, V.V., Orta Asya Türk Tarih i Hakkında Dersler, s. 84, Türk Tarih Kuru­
mu Yayınları, Ankara, 2006.

48
ki devirden miras kaldığını ve onlarla beraber Batıya getirildiği­
ni tahmine sevk ediyor.
Dede Korkut hikayeleri birçok yerinde Türk halkının o dö­
nemdeki ve bugüne yansıyan felsefi düşüncesini yansıtmakta­
dır. "Töre, kişiler ve topluluklar arası ilişkileri düzenleyen; ida­
recilerle idare edilenler arasındaki işleri, hak ve ödevleri belir­
ten usullerdir. Kısacası Türk toplumsal yaşamını düzenleyen ku­
rallar bütünü olan 'Töre' Türklükle yaşıt olsa gerektir."43
"Günümüzde Türk töresi bir 'siyasi felsefe' olarak daha da
önem kazanmaktadır. 20. yüzyılda sosyalizm ve komünizm in­
sanlara mutluluk getirmemiş ve iflas etmiştir. 21. yüzyıl başında
ise kapitalist sistem vahşi kapitalizme dönüşerek sömürgecilik
ve sömürü düzenini küreselleşme adı albnda dünyaya yaymaya
çalışarak milyonlarca insanı acımasızca ezmekteydi.
2008 Eylül'ünde ABD'de başlayan, bankacılık alanından
2009'da diğer alanlara yayılan, 20l l'de komşu Yunanistan'a ge­
len ekonomik kriz, acımasızca Yunanistan', çökertiyordu. Bu ge­
lişmelerle vahşi kapitalizmin çöküşü bütün dünyanın canını ya­
karak, ekonomistleri de çaresiz bırakarak dünyayı yeni bir dö­
neme sokuyordu.
İşte böyle bir dünyada, adalet, eşitlik, iyilik-faydalılık ve hoş­
görü ilkeleriyle Türk Töresi siyaset felsefesi açısından, sadece
bizim için değil, bütün dünya için bir kazanım olabilir."44
Türk töresi binlerce yıllık felsefesinde bize neler söylüyor­
du? Biz Türk töresinin felsefi açıdan veya siyaset felsefesi açısın­
dan ne demek istediğini, ne yapmak istediğini ve geçmişte neler
yaptığını anlayabiliyor muyuz? 1839'dan hatta 1828'den beri Os­
manlının, sonra Türkiye'nin hala toplumsal ve ekonomik bir re­
çete arayışı, bir model arayışı içinde olduğunu görüyoruz.

43 Eröz, Mehmet, Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz, Kültür Bakanlığı Yayını, An­


kara, 1996.
44 Poroy, Dr. A. Akil, Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kimliği, s. 68, Tru­
va Yayınları, İstanbul, 2010.

49
Bu arayışta şundan bundan medet umarken binlerce yıldır
neredeyse genlerimize işlemiş "Türk töresi" ilerlemek için gü­
venli, denenmiş bir yol ve sorunlarımıza bir çare olarak acaba
yönetenlerin ve yüzünü Batı'ya dönenlerin neden aklına gele­
memiştir? Acaba yönetenler veya sadece Batı'yı taklit etmeye
çalışan sözde aydınlar "Türk töresi" kavramını biliyorlar mı?
Gerçekten de bu çok önemli, Türkün ürettiği, bizim olan "Türk
töresi"yle ilgili bilgilere çok zor ulaşıyorsunuz.
Ne yazık ki Tanzimat'tan beri bir taraftan çagdaş evrensel de­
gerlere ulaşamazken, bir taraftan da sadece yüzeysel taklitçilik,
yani Batılılaşma çabası bir yanılgı olmuştur. Türk töresinin felse­
fesini, anlam ve önemini anlamak bu kadar zor mu diye sorula­
bilir. Türk töresi faziletli açılımlarıyla Türklere özgü, binlerce yıl­
dır Türklerce gerçekleştirilmiş, Türkün toplumsal ve siyasi görü­
şünü yansıtan bir felsefe ve olgudur denebilir. Türkün binlerce
yıllık yaşamının bilgeliginin felsefesinin yansımasıdır.
"Türk insanının hayata bakışını aksettiren Türk Töresi, fev­
kalade demokratik ve laik bir anlayışa dayanan bir hayat tarzını
oluşturuyordu."45
'Türk töresinin kuruluşu, herhalde çok eskilere dayanır. An­
cak Reşidüttin ile Türkmenlerin Şeceresi gibi Oguz Destanı ile ilgi­
li kaynaklar, Türk töresini koyan kişinin, Oguz Han'ın büyük oglu
Gün Han'ın veziri, Irkı! Ata veya Bilge Irkı) Hoca oldugunu yazıyor­
lardı. Önemli olan nokta, Türk töresinin bilgeler tarafından kurul­
muş olması ve Türk kavimlerinin de buna inanmış olmalarıdır."46
Kaşgarlı Mahmut, Diuan-ı Lügat-ı Türk'te, Türklerin "Türk tö­
resi"ne ne derecede baglı olduklarını yazıyor. Türk töresi sonu­
cu oluşmuş Türk felsefi düşüncesini yansıtan Türkün hoşgörü­
sü, asırlar boyu hüküm sürdügü topraklarda her din, dil ve ırk-

45 Saray, Prof. Dr. Mehmet, Türklerde Dini ve Kültürel Hoşgörü, Atatürk ve Laik­
lik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2002.
46 Öge!, Prof. Dr. Bahaeddin, Türkler, ed.H.C. Güzel, K. Çiçek, S. Koca, Yeni Türki­
ye Yayınları, cilt 2, Devlet Meclisi ve Kurultay, s. 877, Ankara, 2002.

50
tan insanları önyargılara ve tek yanlılıklara karşı adaletle koru­
muş, onlara bir kalkan olmuştur.
"Türklerin olan, Türklerin değer yargıları ile ve Türk ölçekle­
ri ile değerlendirilen Türk Töresi getirdiği veya ifade ettiği felse­
fe ile evrensel açılımlarla 21. asrın başındaki bunalımlı dünya
için bir model olabilir iddiasında da bulunabiliriz. Ancak önce
bizler kendi değerlerimizi, kültürümüzü, tarihfmizi tanımalıyız.
Yoksa bu temellerden uzak birinin Türk töresini' anlaması algı­
laması pek kolay olmayabilir."47
Türk töresi, Göktürk ve Uygur Türk devletinde de uyulması
gereken temel prensiplerdi. Türk felsefi düşüncesinde dini inan­
ca saygı, yani laikliğin Türk töresinin gereği olduğunu görüyoruz.
Osmanlıda Türk töresini yansıtan felsefi düşünceyi Aşık Paşaza­
de'nin Tevarih-i Al-i Osman i'sinde, Lütfü Paşa Tarihi'nde, Şük­
rullah Tarihi'nde Türk töresiyle ilgili olarak askeri ve toplumsal
törelerin ayrıntılı olarak her zaman işlendiğini okuyabiliyoruz.
"Türkiye Osmanlı zamanında Tanzimat'tan beri bir türlü ken­
disini bulamamıştır. Bugün dahi Batı'da olana özenmekten baş­
ka bir hedef ortaya koymadan, şekilci bir davranışla Batı'yı tak­
lit etmeye çalışıyoruz. 1839'dan beri 200 yıldır bu yüzden kendi­
mizde olan değerlerimizi bir kenara bırakmışız. Özenti yüzün­
den kendi değerlerimizi idrak edemez hale gelmişiz. Tanzimat
çalkantısı, Rumeli'de birçok yeri ve Akdeniz adalarını, I. Meşru­
tiyet Rumeli'yi götürmüş, il. Meşrutiyet Osmanlıyı bitirmiştir.
Cumhuriyet toprak kaybımızı önlemiştir.
Binlerce yıllık kendi değerlerimizi görüp algılama ve o çerçe­
vede hareket etme zamanı gelmiştir.
Türk Töresi, yaşam felsefesi ve siyaset felsefesi olarak, sosya­
lizmin çöktüğü, serbest piyasa ekonomisine dayanan kapitaliz­
min, tek kutupla küreselleşen dünyamızda insani değerlerden

47 Poroy, Dr. A.Akif, Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kimliği, s. 73, Tru­
va Yayınları, İstanbul, 20 10.

51
uzaklaşarak vahşi kapitalizme dönüştüğü dönemde daha da
önem kazanmıştır. Sömürü düzeni bir bumerang gibi dönüp
1929'dan beri görülen en kötü mali krizle 2008 Eylül'ünde
ABD'deki bankacılık krizi ile vahşi kapitalizmi vurmuş ve çökert­
miştir. Dünyamız daha insancıl bir sistem arayışı içine yeni bir
döneme girecektir. İşte bu nedenle Türk Töresi, günümüzde sa­
dece kendimiz ve Türk dünyası için değil, bütün insanlığa sunu­
lacak insancıl bir görüş ve yaşam biçimidir, diye düşünebiliriz.
Türklerin kurtuluşu, akılcılık yolundan giderek, 'Türk Töresi'
ile evrensel bilim ve evrensel hukuk, insan hakları ve demokra­
si gibi değerleri kaynaştırabildiği zaman gerçekleşecektir."48

ERKEN DÖNEMDE FELSEFi DÜŞÜNCEYi ETKiLEYEN


ŞAMANIZM
Türk tarihinin erken döneminde, yani binlerce yıllık Ön Türk
uygarlığı döneminden MS 10. yüzyıla kadar, felsefi düşünceyi en
çok etkileyen unsurların başında Şamanizm vardır denebilir. Da­
ha açık bir deyişle Hunların, Uygurların, Avarların, Peçeneklerin
ve Karahanlılar öncesi Türk dünyasının yaşamında, düşünce dün­
yasında ve felsefesinde Şamanizmin etkileyici olduğu şüphesizdir.
Bilinen ilk Türk inanç düzeni Gök Tanrı inancıdır. Kitaplı tek
tanrılı dinler gelmeden önce tek bir tanrıya inanan toplumun sa­
dece "Gök Tanrı'ya" inanan Türk toplulukları olduğunu önemle
vurgulamalıyız. Bu olgu Türk felsefi düşüncesi için çok önemlidir.
Orhun Yazıtları'nda bu inanç geçer. Gök, insan ve yer kav­
ramlarına dayanır. Tanrı en yüksek kavram olarak inancın mer­
kezinde yer alır. Tanrı insan yaşamını aracısız etkiler. Yaraşma-

48 Poroy, Dr. A.Akif, Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kimliği, s. 76-77,
Truva Yayınları, İstanbul, 2010.

52
yana bağışladığı kısmeti geri alır. Şafak söktürür, bitkiyi canlandı­
rır. Ölüm de onun istemine bağlıdır. Tam güç sahibidir. Yaratıcı
göksel olduğu için "Gök Tanrı" diye anılır. Kağan gökten inmiştir
ve göğün elçisi sayılır. Dünyada en güçlü yaratık olarak insanla­
rı yönetir. Gök erkeğin, yer kadının sembolüdür. Bu, eski Türkle­
rin ataerkil anlayışına uygun bir tiplemedir. Ancak eski Türkler­
de kadın hiçbir zaman aşağı görülmez. Yer de önemli ve kutsal­
dır. Kültegin yazıtında "üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldı­
ğında, ikisinin arasında kişioğlu yaratılmış" cümlesi vardır. "Bu­
rada Gök Tanrı'nın gökyüzü olduğu ortadadır. Tanrı düşüncesin­
de gökyüzünden başka ulu varlığa doğru bir gelişme görülür."49
Şamanizm konusu en ayrıntılı olarak Abdülkadir İnan50 tara­
fından incelenmiştir. Ancak felsefi düşünce veya felsefi düşün­
cemize etkileri açısından konu incelenmemiştir.
VII. yüzyılda Bizans tarihçisi Simocattes Göktürklerin ateşe,
suya, toprağa saygı gösterdiklerini yazıyordu.
Şamanlık Göktürklerde kağan ve çevresinden çok halk ara­
sından yayılmış ve benimsenmiştir. Yazıtlarda bu inançtan söz
edilmez. Bizanslı gezginler, 6. yüzyılda yaşamış Menander ve 7.
yüzyılda Theophylakt Şamanlığın günümüzde iyi biçimde tanın­
masını sağlamışlardır. Şamanlığın kökende gerçek din olmaktan
çok, doğanın katı koşullarına karşı bir yaşama biçimi olduğunu
ileri sürenler vardır. Şamanlıkta esas ögelerden birinin hastaları
iyileştirmek olduğu ancak her iyileştiricinin şaman sayılmayaca­
ğı belirtilir. Şamanlığı kısaca "ekstase", yani esirgeme ve dalgınç­
lık tekniği olarak tanımlanır. Şaman her şeyden önce kendi özel
yöntemleriyle edindiği esirgeme durumu içinde ruhunu göklere
yükseltir ya da yeraltına indirir. Oralarda gezinip dolaşmak üze­
re, bedeninden ayrıldığını duyar. Hastalara sağlık vermesi, ölü­
lerin isteklerini yerine getirerek zararlarını önlemesi, insanların

49 Bozkurt, Fuat, Türklerin Dili, s. 7 1, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.


50 inan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, 5. baskı, Türk Tarih Kurumu, An­
kara, 2000.

53
dert ve dileklerini bildirmek üzere gökteki ve yerdeki tanrıların
yanına giderek aracılık yapabilmesi böylece olanaklıdır. Bu
özellikleriyle ilkel topluluklarda şaman korku ve saygı uyandı­
rır. "İnsan ruhunun uzmanı" olarak halk kitlesinin maneviyatına
bakar. Ancak işlevi başka dinsel, sihirsel din adamlarında oldu­
ğu ölçüde kapsamlı değildir.
Şamanizm döneminde kamlar yani şamanların çoğu kadındı
veya kadın kıyafetine girmiş erkeklerdi. İnanç sisteminde sihir
ve mistisizm önemli yer tutuyordu. Bunlardan başka şifacılara
otacılar ve ata sagunlar denirdi. Mistisizmin etkileri İslamiyetten
sonra erenler, dervişler ve tarikatlarla da süregelmiştir. Günü­
müzde toplumumuza baktığımızda kadın erkek ilişkilerinde ol­
sun siyasi seçimlerde olsun karar aşamasında insanımızın mis­
tik bir çerçevede akılcılık dışı kararlara içgüdüsel, mistik bir şe­
kilde vardığını görüyoruz. Şamanlık dinden çok büyü kişiliğinde
bozkır Türk inanç sistemidir de denebilir. Eski Türk toplumun­
da görülen tanrı ve "yer-su" inançlarıyla ilgisi bulunmaz. Ancak
Türk inancıyla Şamanlık arasında şaşırtıcı bir uyum oluşmuştur.
Şamanizm geçmişte olduğu gibi günümüzde de Asya'da öne­
mini korumaktadır. Gök Tanrı veya Tengri denen tek bir tanrıya
inanan, iyi ve kötü ruhların önem kazandığı bir inanç sistemi idi.
Şamanizmde Gök Tanrı ile insanlar arasında kurumsal bir ruh­
ban sınıfı yoktur.
"Türklerin İslam öncesi dinleri olarak bilinen Şamanizm, to­
temizm, animizm ve natürizmin inanç ve pratikleri ile yüklü bir
sistemdir. Çin kaynaklarının verdikleri bilgilere göre eski Orta
Asya Şamanizminin temelleri Gök Tanrı, Güneş, Ay, Su, Ata ve
Ateş (ocak) kültleridir."51 "Şamanizm sadece Şamanların uygu­
ladığı bir vecd tekniği değil, bir dindir. I.M. Lewis'in deyimiyle
ekstatik bir dindir."52

5 1 Sencer, Muzaffer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, GE-DA Genel Dağıtım, İstan­
bul , 1968.
52 Lewis, l.M, Ecstatic Religion: A Study of Slıamanism and Sprit Possession. Lan­
don & New York, Routledge, 5th ed. , 1998.

54
Şamanizmde ruhlarla iletişimi saglayan kişiye şaman denir.
Şamanların çogu kadındır. Şamanların görevi yeryüzünde "iyi­
ligi" hakim kılmaktır. Bugün de bütün Türk dünyasında falcıların
çogunun kadın oldugunu söyleyebiliriz. Şamanizmde kadın erkek
eşittir. Erkegin veya kadının birbirine karşı üstünlügü yoktur.
O dönemlerin felsefi düşüncesini anlayabilmek için biraz da­
ha bu konuda derinleşmek ve bilgimizi artırmak gerekir. O za­
manlarda halk felsefenin farkında degildi diye düşünebilirsiniz.
Bugün de halk belki felsefenin farkında degildir. Fakat herkesin
kendine göre bir felsefesi vardır. Felsefenin ne oldugunu az çok
bilenlerin bazıları da felsefenin boş şey oldugunu, laf salatası ol­
dugunu düşünürler. Günümüzde oy hesabı nedeniyle halk kitle­
leri önem kazanmıştır denebilir. Ancak düşünürler olmazsa, fel­
sefe olmazsa halk kitleleri sadece insan kalabalığı olarak kalır di­
ye düşünebilmek mümkün.
Fal bakmaktan dilek için agaçlara çaput baglamaya veya na­
zar degmesin diye tahtaya vurmaya kadar birçok gelenek Şama­
nizm döneminden günümüze yansımıştır. Binlerce yıllık bu geç­
miş yani "İslam öncesi geçmişimiz bazı kimseler tarafından din­
sizlik olarak degerlendirilmektedir. Kendimizi tanımak, kadim
felsefi düşüncemizi anlayabilmek için binlerce yılı kapsayan bu
geçmişi objektif olarak araştırmalı ve anlamaya çalışmalıyız. Hı­
ristiyanların geçmişte ve günümüzde İslamı yok sayması gibi,
binlerce yıllık Gök Tanrı'ya inanan Şamanist geçmişimizi yok
saymak gerçekçi ve akılcı olmaz. Bu tutum Türklerin Orta As­
ya'daki binlerce yıllık geçmiş tarihleri ile ilgili araştırmaları ön­
lemiştir. Türk tarihinin bu dönemleri ile ilgili araştırmaları daha
çok yabancılar yapmıştır. Aynı şekilde Türklere ait arkeolojik
çalışmalar yabancılar tarafından yürütülmektedir. Türkiye'deki
üniversitelerde arkeoloji dalında Orta Asya Türk kültürü ile ilgi­
li neden hiç çalışma yapılmaz?" 53

53 Poroy, Dr. A.Akif, Atatürk, Ön Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kimliği, s. 79, Tru­
va Yayınları, İstanbul, 2010.

55
Şamanizmin o dönem Türklerinin felsefi düşünce dünyasına
yansıyışıyla ilgili birkaç önemli veri: "Şamanlık, insanların ken­
di aralarındaki hukuki ilişkilere, siyasi emir ve nizamlara müda­
hale etmez. Bunlar Oğuz töresinde görüldüğü gibi, töre ve yasa
meselesidir. Halbuki Sami dinler, insani, toplumsal ilişkilerle il­
gili kurallar koyduğu için, birbirine zıt bir tutum içinde olmuş­
lardır. Bundan dolayı Türkler mutaassıp değildir. Diğer dinlere
karşı ruhunda kin yaşamaz. "54 Bundan anlaşıldığına göre Şama­
nizmin laik bir dünya anlayışı olduğu söylenebilir. Günümüz
Türkiye'sinde Şamanizmin kalıntılarının daha yoğun görüldüğü
Alevilerde laiklik anlayışının da daha yaygın olduğu ileri sürü­
lebilir.
"Şamanizm inancının içinde 'öldürmeme', 'kötülük etmeme',
'iyilik yapma' ve benzeri iyiliğe yönelik etik norm ve değerleri
içerdiğini görüyoruz."55 Bunlar o dönemki felsefi düşünceyi
yansıtan çok önemli olgulardır.
Hiçbir din toplumun eski dininin etkisinden tümüyle kurtula­
mamıştır. Araplarda da İslam öncesi putperest Cahiliye devrinin
özellikleri y�ni dine aktarılmıştır. Hatta kadının aşağılanması ve-
'- .
ya erkeğe göre geride durması gibi birçok Islam öncesi Arap ge-
leneği bize bile dinle geçmiştir. Halbuki Şamanist dönemde
Türklerde kadın ve erkeğin eşit olduğunu görüyoruz.
"Türk Alevi-Bektaşi inanışlarında Şamanlığın izleri günümü­
ze kadar gelmiştir. Anadolu hikayelerindeki Kam, Oyun, Şaman,
Beki adıyla anılan Şamanların meydana getirdiği çeşitli olağa­
nüstü olayları, Anadolu Alevi-Bektaşi menkıbelerindeki Baba,
Eren, Alp, Alperen ve Abdalların kerametleriyle karşılaştırırsak
etkileşim daha iyi görülebilir. Aynı anda çeşitli yerde görülmek,
kendisine yalan söyleyene kötülük musallat etmek, akıldan ge­
çenleri bilmek, insanları taşa çevirmek, tabiat güçlerine hükmet-

54 Yörükan, Prof. Dr. Yusuf Ziya, Şamanizm, s. 53, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2006.
55 Davletov, Timur, Hakas Türklerinin Geleneksel İnancı Kamlık (Şamanlık), Türk
Dünyası, Kültür Bakanlığı, yıl 10, sayı 22, s. 20-37, Ankara, 2002.

56
mek, ölüyü diriltmek, su üstünde yürümek hem şaman hem
Anadolu menkıbelerinde vardır."56
Oğuzların torunları olan bugünkü Anadolu Türklerinde de
eski Şamanist inanç ve göreneklerinin derin izlerine rastlanmak­
tadır. Şamanizmi tanıyınca bugünkü felsefi düşüncemizde bazı
çözemediğimiz noktalan daha kolay kavrayabileceğiz.
Şamanlığın felsefi düşüncemize etkisinin anlaşılabilmesi için
bu dönemin ilmi açıdan bakılarak incelenmesi gerekir.
"Namaz sonrası tespih çekmek, tekkelerde raks, zil, def ve
saz kadim Türk adetlerinin devamıdır. Kurşun dökmek, kor sön­
dürmek, ölüm sonrası lokma pişirmek, logusanın başına kırk
gün al kurdele takmak, hastalıklar ve tedavilerinin kurban kes­
meyi gerektirmesi, uluların mezarı etrafında dolaşmak, dilek
için kurban kesmek, mezarlarda mum yakmak. Örneğin, İstan­
bul Merkez Efendi'de olduğu gibi, niyet kuyusundan taş veya su
almak, cadı, hortlak fikri menşe itibariyle Şamanlığa dayanır. "57
Daha yüzlercesini sıralayabileceğimiz Şamanizm dönemi adetle­
rini günlük yaşamımız içinde fark etmeden yaşamaktayız ve fel­
sefi düşünce dünyamızı yönlendirmektedir. Bu dönemin felsefi
düşünceye ve günümüz insanına etkisine birkaç cümleyle de­
ğinmekle yetiniyoruz. Bu çalışmamızın kurgusu içinde ancak ha­
brlatmak bizim görevimiz olabilir. Bu dönemlerin derinlemesi­
ne, aynnblı olarak incelenmesi herhalde üniversitelerin görevi
olmalıdır. Yukarıda değindiğimiz tespih çekmenin Şamanist
Türklerden kaldığı söylenir. Yeşim taşı eski Türklerin kutsal taş­
larındandır, aynı turkuvaz taşı gibi.
Bazı gerçeklerini sunmaya çalıştığımız bu dönemden yansı­
yan "Türk töresi" ve Şamanizm, Türk felsefi düşüncesinin şüp­
hesiz temelini oluşturmuştur denebilir.

56 Güngör, Prol. Dr. Harun, Türk Budun Bilimi Araştırmaları, Kum Saati Yayınları,
İstanbul, 1 997.
57 Yörükalan, Prol. Dr. Yusuf Ziya, Şamanizm, Ötüken Yayınları, s. 34, 99, İstanbul,
2006.

57
KARAHAN LI LARDAN BÜYÜ K SELÇU KLU'YA
FELSEFİ DÜŞÜ NCE
Türklerde felsefi düşünce deyince Ön Türk uygarlığı döne­
minden günümüze gelen bilgilerde en önemli olgu önceki bölüm­
de de değindiğimiz gibi "Türk töresidir". "VI.-Vlll. yüzyıllarda hü­
küm süren Türk hakanlığından sonra Oğuzların batıya doğru ta­
rihte bilinen en eski hareketleri IX. yüzyılda ait Peçenek hareke­
ti olup X. yüzyılın ortalarında eserini yazan Bizans İmparatoru
Konstantin Porphyrogennetos, olayın kendi zamanından elli yıl
önce olduğunu söylüyor. Peçenekleri hem Reşidüttin hem Kaş­
garlı Mahmut, Oğuz uruğları sırasında kaydediyorlar."58
Türklerin destansı atası olan "Türk"ün vatanının Işık Göl civa­
rında bir yer olduğuna inanılıyordu. "Bu rivayetin en eski şekli
anonim Mücmelü't-Tevarih'te 12. yüzyılda bulunmaktadır."
(Barthold'daki metin, Türkistan, 1, 19) Oğuzların efsaneleri ondan
daha doğuya uzanmıyordu. Oğuzlar Sirderya boylarından Batı
taraflarına geçerken halkın milli atası, milli şairi, filozofu ve halk
bilgeliğinin koruyucusu olan Korkut hakkındaki efsaneleri kendi­
leriyle beraber getirmişlerdir. "Korkut'a ait efsaneler şimdiye ka­
dar Türkmenler arasında da unutulmamış olup, hatta orta za­
manlarda Osmanlılar devrinde bile Anadolu'da da mevcut ve
XVII. yüzyıla kadar Azerbaycan Türklerinde de yaygın vaziyette
idi." (Olearius'un rivayeti, iV. Schleswig, 1671, s. 72 1) X. yüzyılda
Korkut adı Peçeneklerde de mevcuttu. Bütün bunlar bize Korkut
efsanesinin Oğuzlara İslamdan önceki devirden miras kaldığını
ve onlarla beraber batıya getirildiğini tahmine sevk ediyor.
Kutadgu Bilig ve Farabi'nin siyasetnamelerinden sonra Do­
ğu Türkistan'da Karahanlılar döneminde ve Büyük Selçuklular­
da fıkıh ile Oguz töresinin düşünce alanında çok başarılı bir şe­
kilde uzlaştırıldığını izliyoruz. İbni Sina kanalıyla Aristo mantığı-

58 Barthold,V.V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s.84, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 2006.

58
nın Türk felsefi düşüncesine girmesiyle felsefi düşüncedeki iler­
leme Selçuklu döneminde Mogol istilasına kadar Gazali'nin " Ke­
lam" alanındaki hücumlarıyla da engellenmiştir denebilir.
Profesör Bahaeddin Ögel'e göre: "İslamiyetin büyük tesirleri
altında kalan birçok Türk kitleleri, bu dini kabul etmek zorunda
kalacaklardı. Fakat Türkler hiçbir zaman İslamiyeti aynen alama­
mışlar ve onu ancak kendi hislerinde yogurarak, kendilerine ben­
zetmişlerdi. Nitekim Karahanlı devletinde İslamiyetle ilgili olarak
yazılan kitaplarda, tamamı ile eski fıkıh kitaplarına uyulmamış ve
İslam dini realist bir görüşle açıklanmıştı." (B. Öget, s. 97).
Karahanlılar döneminde 10. ve 11. yüzyıllarda yetişen Fara­
bi ve İbni Sina gibi iki büyük Türk filozof ve düşünürü, Türk fel­
sefi düşüncesine akılcı açılımlarıyla yüzyıllar boyu damga vur­
muşlardır.

Farabi
"Magister secundus" yani "ikinci ögretici" ismi verilen Farabi,
Türkistan'da, Taşkent'te dogmuş, 870-950 yılları arasında burada
yaşamıştır. Düşünürler arasında Aristoteles'ten sonra gelmiş en
büyük filozof olarak, Türk felsefi düşüncesi için çok önemlidir.
"Akılcı" felsefe ve düşünceleri, Türkistan, yani Orta Asya Türk
dünyası, İslam alemi, Selçuklu Türk cografyası ve 15. yüzyılın or­
talarına kadar Osmanlı Türk toplumunu etkilemiştir. Farabi'nin
"akılcı" felsefesinin Türk toplumunun düşünce dünyasının şekil­
lenmesinde o yüzyıllarda önemli yeri vardır. Farabi Türklerin
Müslüman olmasından kısa süre sonra yaşamış Müslüman bir
Türk filozofu olarak fikirlerini inançlara göre degil, felsefenin te­
mel kavramlarına göre akıl ve bilime dayanan akılcı bir çizgide
ortaya koymuştur. Bu bizim için bugün dahi çok önemlidir.
Farabi'nin felsefesinde en önemli unsur akıl ve mantıktır.
Ona göre "iyi"yi "kötü"den ve "dogru"yu "yanlış"tan ayırt ede­
bilmek için mantık gereklidir. İnsan aklını ve mantıgmı kullana­
bilmelidir.

59
Bütün bu yazmaya çalışbkları­
";:"' mız ne olursa olsun, acaba bu­
, ,,
.,, , ;,� gün Türkiye'de felsefe veya fel­
�,t
sefi düşünce deyince halk kitle­
'
leri ne anlıyor? Halk felsefeyle il­
gilenmese veya ilgilenecek dü­
zeyde olmasa da halkın kendine
göre daima bir felsefesi vardır.
Bizim söz ettiğimiz felsefeden
belki halkın geniş kitlelerinin ha­
beri yoktur. Bazılarına göre de
belki felsefe bir sürü düşünce yı­
ğınıdır. Fakat felsefi düşünce, is­
ter filozof deyin ister düşünür,
Büyük Türk filozofu Farabi (870-950). onların ortaya atbğı görüşlerle
topluma hep yön vermiştir.
Aydınların, hatta herkesin Farabi'yi okuması ve onun akılcı
felsefesini çok iyi tanıması gerekir. Ülkemizin akıl ve bilime
önem veren, ilerici düşünce gereksinimi postmodernizm sonra­
sında her gün daha da artıyor.
Farabi'nin toplumu ileri götüren akılcı felsefesi nedeniyle ki­
tapları ortaçağda Avrupa dillerine tercüme edilmiş ve karanlık,
bağnaz ortaçağ Avrupa'sını Rönesans'a götüren düşüncelerin filiz­
lenmesine neden olmuştur. Osmanlı'da ise beş yüz yıl medrese­
lerde okutulan akılcı felsefe ürünü kitapları, 1517'de Mısırın fethi
ve hilafetin alınması sonrasında Kahire, İskenderiye ve Arabis­
tan'dan İstanbul'a gelen Arap ulemanın etkisi sonucu 16. yüzyıl­
dan sonra medrese eğitiminden kaldırılmışbr. Akılcı ve bilimci dü­
şüncenin gerilemesinden sonra Osmanlının da düşünce sistemin­
de ve siyasette gerilediğini izliyoruz. Avrupa'daki "Aydınlanma"
Osmanlı'da yaşanamadığı için geriye gidiş daha da hızlanmışbr.
Farabi, Türk İslam felsefe dünyasında yeri doldurulamaz bir
filozoftur. Türk felsefi düşüncesinde adı geçen bütün düşünür-
terde ondan bazı izler bulmaktayız.

60
Farabi 870 yılında Türkistan'da, Farab bölgesinde, Vesic ka­
sabasında doğmuş, 950 yılında vefat etmiştir. Ortaçağ Türk dü­
şünürlerine gelince, şüphesiz bütün dünyanın Aristo'dan son­
ra en önemli bulduğu ve "magister secundus", yani "ikinci öğ­
retici" olarak adlandırdığı akılcı felsefenin kurucularından biri­
dir Farabi. Farabi'nin akılcı felsefesi Selçuklu, Osmanlı ve İs­
lam felsefesini etkilemiştir. Türk toplumu ancak 1923'ten sonra
tekrar akılcı, bilimci bir düşünce sistemine kavuşma çabasına
girmiştir. Ancak akılcı, bilimci görüş ve karşıtı hurafeye dayalı
siyasetin kavgası bugün de halk yeterli eğitilmediği için sürüp
gidiyor.
Farabi'nin akılcı felsefesini, siyaset felsefesini çok ayrıntılı bir
şekilde 2007'de yayımlanan Uyan Artık Türkiye ve 2008'de çı­
kan Türkiye AB Medeniyetler Çatışması adlı kitaplarımda irde­
lediğim için Farabi ile ilgili burada derin saygı içinde birkaç
cümle zikretmekle yetiniyorum. Her aydın Türkün ve kendini
geliştirmek isteyen herkesin Farabi'yi okumasını öneririm. Özel­
likle siyasetle ilgilenenler Farabi'nin siyaset felsefesiyle ilgili ki­
taplarının bugünkü Türkçeyle yazılmış baskılarını mutlaka oku­
malıdır. Hatta Farabi'yi Türk dünyasının her ferdi okumalıdır di­
ye düşünüyorum. Burada birkaç cümleyle onun felsefesi ve si­
yaset felsefesi hakkında sadece biraz fikir veriyoruz. Üniversite­
lerimizin felsefe kürsüleri onun felsefe kitaplarının tümünü bu­
günkü Türkçeyle mutlaka yayımlamalıdır. Ancak bu şekilde
onun Türk felsefi düşüncesine ve kendinden sonra gelen düşü­
nürlere etkisini biraz anlayabiliriz.
" Farabi'ye göre faziletli devlet, bütün insanların saadete er­
melerinin imkanlarını yaratacak ve üyelerinin birbirlerine karşı­
lıklı yardımda bulunmalarını sağlayacak bir devlettir.
Toplumlarda ve devletlerde saadet, ancak, kötülüğü yok
etmek ve iyiliği hakim kılmak suretiyle gerçekleştirilebilir.
Devlet yöneticisinin görevi de, devletin bütün kısımlarını ve
yurttaşları, toplumdan kötülüğe kovacak ve iyiliği hakim kıla-

61
cak biçimde birleştirmek ve birlikte çalışmalarını saglamak­
tır. ".59
Bu büyük Türk düşünürünün fikirlerinden hepimiz faydalan­
malıyız.
" Farabi'ye göre iktidar sahibi, şerefli, cömert, adil, istibdat ve
zulümden uzak oldugu gibi, bunlardan nefret etmelidir."60 " Fani
dünyada iktidar sahipleri, devlet ve saltanattan lezzet ve şehvet
beklememelidir. İktidardakiler şefkatli olmalı ve şevkle hizmet
etmelidir. Nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar dogruyu
söylemekten ve dogruyu uygulamaktan geri kalmamalıdırlar."61
Farabi'nin düşünce sistemi ve siyasi felsefesi, insanlıgı geri­
lik ve ilkellikten kurtararak akılcı ve ilimci atılım olanaklarına
kavuşturmuştur.
Farabi'ye göre, evrende oldugu gibi, insanların içinde yaşa­
dıkları toplumlar ve devletlerin de temelini, sevgi ve adalet oluş­
turmalıdır.
Farabi görüşleri dogrultusunda, başta Osmanlı Devleti olmak
üzere ve günümüzde birçok ülkenin benimseyerek uyguladıgı
devlet yöneticileri yetiştirecek özel egitimin esaslarını ortaya
koymuştur.
Farabi bugün Türkiye'de tekrar okunması gereken, siyaset
felsefesi açısından da gerçekten büyük bir Türk filozofudur.
"Farabi felsefede ayırıcı olmaktan ziyade tümü kavrayıcı bir
tutum sergilemiştir. Ona göre felsefi gerçek, bütün dünya ölçü­
sünde tek idi."62 " Felsefede karşıt görüşleri, Eflatun ve Aristo ay­
rılıgını birleştirici bir şekle getirmek istemiştir."63
Farabi'nin belki en önemli yanı, insanlık tarihinde ilk defa di-

59 Farabı, AI-Siyaset'al-Madaniyya, Medieval Political Philosophy, B 2, Cornell Uni­


versity, USA.
60 Bayraktar Bayraklı, Farabi'de Devlet Felsefesi, s. 123, İstanbul, 1983.
61 Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Ögütler, derleyen Hüseyin Ra­
gıp Ugural, s. 14, 24, İzmir, 1990.
62 Encyclopedia Britanica, cilt 2, Arabic Philosopphy, Al Farabi.
63 De Boer, T.J., The History of Philosophy in lslam.

62
yeceğimiz biçimde "akılcı" ve determinist yani "nedensel felsefe­
ye" yönelişin öncülüğünü yapmıştır. Bunu bin yıl sonra kavraya­
biliyor muyuz acaba? Farabi felsefesi, insanlığı gerilik ve ilkellik­
ten kurtararak "akılcı ve ilimci" atılım düzeyine kavuşturmuştur.
Farabi siyaset felsefesi açısından devlet yapısında kuvvetli­
nin hakimiyetine, tahakkümüne ve insanların köleleştirilmesine
şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak çok ilerici olan düşüncelerine ül­
kemizde 16. yüzyıldan sonra ne yazık ki itibar edilmemiştir. Av­
rupa ise aynı dönemde reform ve Rönesans hareketleriyle bi­
limde ilerlemeyi yakalamıştır.

lbni Sina
Önemli düşünürlerimizden İbni Sina, düşünce sisteminin or­
tasına Farabi'yi oturtmuştur. O da uzlaşmacı veya sentezci bir
düşünürdü. Dini mistisizmle felsefeyi uzlaştırma çabasındadır.
Bu yüzden Gazali'nin hedefi olmuştur.
Farabi'den sonra Türk felsefi düşüncesini yönlendiren en
önemli düşünür İbni Sina'dır diyebiliriz.
İbni Sina 980'de Türkistan'da, Buhara yakınlarındaki Afşa­
ne'de doğdu, 1037'de Hamedan'da öldü. Batı dünyasında Batılı­
ların koyduğu Avicenna adıyla tanınır.
15 yaşında tutmaya başladığı notları, daha sonra asırlarca
dünyada rehber olacak kitaplarının temelini oluşturdu. Bazı
eserleri 20. yüzyıl başına kadar dünya üniversitelerinde kaynak
kitaplar olarak incelendi. 17 yaşındayken Buhara Sultanı Sama­
noğlu Nuh İbni Mansur'u tedavi ederek ölümden kurtardı. Kısa
bir süre sonra sultanın hekimi oldu ve sarayın zengin kütüpha­
nesi onun emrine girdi. Kütüphanede büyük alim Farabi'nin, ne
yazık ki günümüzde kayıp olan, efsanevi ansiklopedisi Ettali­
müssani'nin müellif hattının da dahil olduğu pek çok hazine
vardı. Üstat bunların sayesinde ilmini derinleştirdi ve meşhur
Tıp Kanunu'nu yazmaya başladı. Tam bir ortaçağ bilgesi olan
İbni Sina, insanlığın o güne değin ilahiyatta, metafizikte, felsefe-

63
de, mantıkta, tıpta, eczacılıkta, matematikte, astronomide, psiko­
lojide, sosyolojide, tarihte, cografyada ve simyada yarattıgı fikri
hasılanın önemli kısmını temellük etmekle kalmadı, bunları ge­
liştirdi de. Farabi, Biruni, Fenari, Ebusuut gibi Türk olmasına
karşın eserlerini, döneminin ilim lisanı olan Arapçayla yazdı. Bir
kısım edebi ürününü ise Farsça kaleme aldı.
Bugün ne yazık ki birçok Türk bilim adamı ilmi kitaplarını İn­
gilizce yazmaktadır. Bu durum uluslararası bilim çevrelerinde

İbni Sina'yı (980-1037) Rey ve Tataristan Hükümdarı Kabus Vaşmgir"in aşk


hastalığı çeken yeğenini muayene ederken gösteren bir minyatür.

64
belki bir zorunluluktur. Ancak bu eserler kar getirmese bile
Türkçe olarak da basılmalı, Türk bilim ve kültürüne tanıtılmalı­
dır. Hatta önce Türkçe olarak basılmalıdır. Türkçenin dünyanın
beşinci en yaygın, en çok konuşulan dili olduğunu unutmaya­
lım. Ben de bu zorunluluk çerçevesinde yurtdışında İngilizce ve
Almanca yazdığım çalışmalarımı, Türkiye'de yayımladığım ki­
taplarımda Türk okuyucusuna ulaştırmayı ödev saydım.
Sayısı 200'ü aşan eserleriyle lbni Sina sadece kendi döne­
minde değil, asırlar sonra bile insanlığa rehberlik etmektedir.
El Kanunu Fit Tıp isimli anıtsal kitabı dünyanın bütün önem­
li dillerine çevrildi. Hem alim hem hekim hem mühendis hem
kimyacı hem matematikçi hem astronom hem müzik teorisye­
niydi.
Felsefe aleminin ilk öğretmeni (hacce-i evvel) olarak kabul
edilen Aristoteles ile ikincisi (hacce-i sani) olarak anılan Fara­
bi'yi anlatan bir İbni Sina öyküsünü (felsefe tarihinin efsanevi
öykülerindendir) paylaşmanın tam yeridir. İbni Sina döneminin
ilmini öğrenirken hiçbir zorluk çekmemiştir. Aristoteles'in temel
yapıtlarından Metafizik'i ise kırk kere okuyup ezberlemesine
karşın anlayamamış ve derin bir üzüntüye kapılmıştır. Bir gün
sahaflarda dolaşırken bir kitap mezadına şahit olur. Kitapçı bir
kitabı almasını önerir. Kitabı tetkik eden İbni Sina, bunun Fara­
bi'nin yazdığı bir Aristoteles metafiziği şerhi olduğunu görür.
"Bu ilim anlaşılmaz ve işe yaramaz" diyerek kitabı kitapçıya ia­
de etmek ister. Kitapçı çok ucuz olan bu kitabı alması için epey
ısrarcı olur. Neticede, İbni Sina kitabı alır, eve gittiğinde de bir
solukta okur. Eser bittiğinde o zamana değin ruhuna nüfuz ede­
mediği Aristo metafiziğini mükemmel olarak anladığını fark
eder. Sınırsız bir sevince gark olan İbni Sina çarşıya inip, fakirle­
re sadaka dağıtır. "Bir kitap okudum, hayatım değişti!" der.
Büyük alim bir taraftan ilimle uğraşırken, kimi zaman bir
devletin en üst karar alma organlarında vezirlik gibi sorumluluk­
lar alıyordu.

65
"İbni Sina'nın eserleri Orta ve Yeni Çağ Avrupa felsefesini et­
kilemiştir. Latinceye ilk çevrilen eseri 'Metafizik'tir. Heles'li Ale­
xandre ( 1170), Paris Üniversitesi'nden Jean de la Rochelle, Ro­
bert Grosseteste (1170-1253), Eckhardt (1260-1327), St Thomas
d'Aquin ( 1227-1274), Torricelli (1608-1647), Rene Descartes
( 1596-1650), Immanuel Kant (1724-1804), Max Scheller ( 1874-
1928) İbni Sina'nın etkilediği düşünürlerden bazılarıdır."64
Tıbbı önce Abu Sahi Mesihi'den öğrenen İbni Sina, sadece Ga­
len, Hipokrat, Bukrat, Calinos, Sanitis, Rofüs, Folüs, Endromahs,
Asklipyazis ve Aristoteles gibi Batılı kaynaklardan ya da Kayyu­
ma, Kindi, Bermeki, İbni Haris, İbni Hümeyre, Hürmüz gibi Arap,
Acem ve Türk kaynaklarından değil; Hint ve Çin gibi kadim doğu­
dan da fikirler, teoriler aldı ve bunları ilmi çerçevede birleştirdi.
Tıp Kanunu (El Kanun Fit Tıp) adlı eseri 500 yıl dünya ça­
pında başvuru kaynağı oldu. Tıp tarihinin en etkili ve tanınmış
eserlerinden olan El Kanun Fit Tıp beş kitaptan oluşur. 1995'te
Prof. Dr. Esin Kahya tarafından bugünkü Türkçeye çevrilmiş
olan bu eser günümüzde de herkesin faydalanacağı çok önemli
bir yapıttır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafın­
dan Ankara'da basılmıştır. Bu eserin el yazma Turhan Sultan
nüshası, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi'nde 265 no ile ka­
yıtlı olarak muhafaza edilmektedir. İbni Sina külliyatı Osmanlı
tıbbının da temel direklerinden olmuştur.
Özetle İbni Sina, Farabi'den sonra gelmiş en çalışkan, en sen­
tezci, en geniş ufuklu düşünürlerden birisiydi. Bu bakımdan o,
Türk-İslam aleminin dünyaya armağan ettiği en seçkin düşünür
ve alimlerden birisidir denebilir.
Selçuklu döneminde kelamcılar içinde İmam Gazali'nin öne­
mi öne çıkar. Gazali düşünürlere üç ana konuda hücum eder.
Bunları da bazen imana bazen de akla dayanarak yapar.

64 Yakıt, İsmail, İbni Sina'nın Avrupa Felsefelerine Etkileri, 6. Uluslararası Türk


Kültürü Kongresi Bildirileri, cilt 5, s. 2657-2666, Atatürk Kültür Merkezi Yayınla­
rı, Ankara, 2009.

66
"Selçuklu döneminde fıkıh dalında k,· ( !ı Abdülmecit Helevi,
felsefe ve mantık dalında kadı İzzeddiıı Urmevi gibi isimlere
rastlıyoruz. ' ,,s "Selçuklu döneminde Şahabeddin Sühreverdi
( 1 1 58-1 1 9 1 ) Konya'da i l. Kılıç Arslan'ı n şehzadeleri Melikşah ve
Süleyman'a hocalık etmiş düşünürlerdendir."66 "Sühreverdi'nin
İslam felsefesi içinde neo-platonizme yakın en önemli eseri Hik­
metü'1-İşraktır. " 6 7
Farabi, İbni Sina, Ahmet Yesevi ve Maturidi gibi Türk felsefi
düşünce tarihini günümüze kadar etkilemiş bu çok önemli Türk
düşünürlerinin Türkistan'daki Karahanlı Devleti'nde 960-1212
yıllan arasında, bugün de önemini koruyan Buhara, Taşkent, Se­
merkant, Farab ve bugii n Çin'in işgalinde bulunan Dogu Türkis­
tan şehri Kaşgar'da ya_;adıklarını belirtmeliyiz.

Maturidi
Maturidi ve onun düşünce sistemi Türk felsefi düşünce siste­
minde çok önemli yer tutar.
Maturidi Türkistan'ın Semerkant şehrinde Maturid köyünde
853 yılında dogmuş, 944 yılında vefat etmiştir. İslam tarihçileri­
nin tamamına yakın kısmına göre düşünür İmam Maturidi Türk­
tür. Maturidilik daha ziyade Türkler arasında yayılmıştır. O dö­
nemlerde İslam felsefi düşüncesini etkileyen diger önemli bir ki­
şi İmam Eşari'dir. Her ikisi de düşünce yaşamlarında temel ola­
rak "vahiy ve Kuran" çerçevesinde aklı esas almıştır. Ancak
Eşari'nin düşünce sisteminde kader ve kadercilik daha ön plan­
dadır. Eşarilik daha çok Arap ve Fars ülkelerinde yayılmıştır.
Maturidilik ise daha çok Türkler arasında görülmektedir. Matu­
ridilik ve Eşarilik konularına dinin felsefeye etkisi bölümünde
ayrıntılı olarak deginecegiz.

65 Mükremin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul, 1949.


66 Max Horten, Die Phylosophie der Erleuchtung nach Suhrawardi, 1912.
67 Yusuf Ziya, Sufreverdinin Felsefesi, Mihrap Mecmuası 17-18, s. 596-597, Ağustos
1924.

67
Maturidi 'nin (853-944) türbesi.

Türk kültür dünyasında


felsefede mantık konuları
"tasavvurat" , yani " kav­
ram mantıgı " ve "tasdikat" ,
yani "hüküm mantıgı" baş­
lıkları altında incelenir. Sel­
çuklu Sultanı Alparslan za­
manında 1 066'da devlet
eliyle kuruşmuş olan Niza­
m iye M edresesi devlet
eliyle mantık egitiminin ya­
pıldıgı ilk kurumdur dene­
bilir. Burada egitimde Fara­
bi ve İbni Sina'nın akılcı
felsefesi ön plandadır. Bu,
Türklerde felsefi düşüncenin Sultan Alparslan.

68
gelişmesi açısından çok önemlidir. Söz edilen zaman diliminin
Malazgirt zaferinden önceki dönem olduğunun altını çizmek is­
terim.

Yusuf Has Hacib ve Kutadgu Bilig


Kutadgu Bilig yani " Mutluluk
Veren Bilgi" adlı kitabı 1069 yılın­
da yazan Yusuf Has Hacib Türk
felsefesindeki en önemli kişiler­
dendir. Devlet adamları, hüküm­
darlar, siyasetçiler için çok
önemli bir kaynak kitap olan bu
eser, "iktidara ulaştıran bilgi",
"devlet yönetme bilgisi" olarak
da adlandırılan çok önemli bir
"siyasetname"dir. Hükümdarla­
Yusuf Has Hacib.
ra adalet, merhamet, zulüm, ki­
bir, gurur, çabuk öfkelenmeme,
aceleci olmama, şefkat konularında da nasihat verir. Acaba bu­
gün meclisteki vekillerden kaçı bir felsefe kitabı okumuştur?
Eserin bugünkü Türkçeyle yazılmış nüshası kitapçılarda bulu­
nuyor. Umarız böyle eserleri okuyarak Türk felsefi düşüncesin­
den hepimiz faydalanırız.
Kutadgu Bilig'in yazarı Yusuf Has Hacib, Türk felsefi düşün­
ce dünyasının bininci yıl civarında yaşamış en önemli yazarla­
rındandır. Kutadgu Bilig bugünkü Türkçemizle "yaşam gücünü
veren bilgi kitabı" anlamına da gelmektedir. 6645 beyitlik bu bü­
yük eser zamanının Türk felsefesini yansıtan "adalet, iktidar, id-
rak" gibi olguları derinlemesine inceler.
Kanımca bu eser Türk toplumuna bugün ayrıntılı bir şekih;le
incelenerek anlatılmalıdır. Bu da herhalde üniversitelerimizin
görevidir diye düşünebiliriz. Felsefe için bu eser çok önemlidir.
Çünkü eserin konusu "insandır".

69
Yusuf Has Hacib'e göre insanın özü akıl, doğrunun, iyinin,
güzelin yuvasıdır. Bu yapıt aynı Farabi gibi bir "akılcılık" eseri­
dir. Karahanlılar zamanında yazılmış olan bu kitapta anlatıldıgı­
na göre toplum ve insan akim ilkelerine göre, yani akılcılıkla yö­
netilir, dini şemalara göre degil. Belki de kültür tarihimizin en
önemli yapıtlarının başında gelen bu eserin toplumumuza tanı­
tılmaması bu akılcılık kavramının önde olmasından dolayı olabi­
lir. Bugün de Türkiye'de akılcılık ve hurafe mücadelesi sürüyor.
Felsefe ve felsefi konularla insan ugraştıgı zaman, ister iste­
mez sorgulama başlıyor. Bazıları, örnegin Comte, bu sorgulayıcı
düşünce tarzının toplumlarda devrimlere ve huzursuzluklara
yol açtıgmı söyler. Onun için bazı görüşlere göre, bu sorgulayı­
cı tutum reddedilmeli, onun yerine bilimcilik konmalıdır. Fakat
bilimcilik de veya bilim de şüphesiz sorgulayıcıdır.

Kaşgarlı Mahmut
Kaşgarlı Mahmut'un
yazdıgı Divan-ı lügat-,
Türk, dönemin kültürü,
Türk felsefi düşüncesi,
Türk edebiyatı ve Türkçe
konusunda son iki bin yılın
en önemli kitaplarından bi­
ridir.
2009 yılında Kaşgarlı
Mahmut'un anılması nede­
niyle onun önemli eseri Di­
van-, lügat-ı Türk'ten söz
etmek isterim. Türk kültürü
ve Türk felsefi düşüncesi
açısından çok önemli olan
bu eser 11. yüzyılda yazıl­
mıştır. Ortaçagda pek çok Kaşgarlı Mahmut.

70
Kaşgarlı Mahmut'un çizdiği dünya haritası.

Türk ve İslam ilim adamı bu eserden söz etse de 1105 yılında Kaş­
gar'da ölen Mahmut'un bu eseri uzun süre unutulduktan sonra
bir nüshası İstanbul'da Ali Emiri'nin (1857-1923) eline geçti ve
Sadrazam Talat Paşa'nın (1874-1921) aracılığıyla Kilisli Rıfat Bilge
Efendi'nin (1873-1953) gözetiminde basıldı. Böylece bütün dünya
Türkologlarının dikkatini çekti.
Kültürümüz için çok önemli olan bu kitapta o zamanın dün­
ya haritası çizilmiştir. Bu dünya haritasında merkez Türk baş­
kenti Balasagun'dur ve Türklerin oturduğu bölgeler boy veya
şehir adlarıyla belirtilmiştir. Türk felsefi düşüncesi açısından en
önemli yapıtlardandır. Kaşgarlı Mahmut'un şehri Kaşgar, Doğu
Türkistan'dadır. Doğu Türkistan ise ne yazık ki, il. Dünya Har­
bi'nden beri Çin işgali altındadır.

71
Ahmet Yesevi
1166 yılında Türkistan'da, Yesi'de vefat eden Ahmet Yesevi
günümüze kadar felsefi düşünceleriyle etkili olmuş diğer önem­
li bir düşünürümüzdür. Yesevilik, Ahmet Yesevi'nin izlediği
mistik çizgiye, yani tasavvufi yola ilk dönem Türk tasavvufunu
ifade etmek üzere verilen bir isimdir. Aynı zamanda çok önem­
li bir Türkçeci ve şairdir. Türbesi Kazakistan'dadır.
Burada söz ettiğimiz bu düşünürlerimize birkaç satırla dikkat
çekmek istiyoruz. Ortaçağın bu aydın Türk filozof ve düşünürle­
rinin yapıtlarını incelemek, kendi kültürümüzü, felsefi düşünce­
mizi bize tanıtacak ve şüphesiz kişisel entelektüel dünyamızı
zenginleştirecektir.
Bu dönemin mantıkçı felsefe çizgisinde olanlar arasında Ka­
dı Sıracuddin al Urmevi (doğ. : 1198 Urmiye, Azerbaycan-öl. :
1283 Konya) ve Semerkantlı Şemseddin Muhammed bin Eşref al
Semerkandi (öl. : 1302) önemli kişiliklerdir.

Ahmet Yesevi Türbesi, Kazakistan.

72
i l. BÖLÜM

ANADOLU SELÇUKLU DÖNEMİNDE FELSEFE


Anadolu Selçukluları döneminde ilime ve sağlığa önem veril­
miş, 1206 yılında Kayseri'de Tıp Okulu ve Gevher Nesibi Sultan
Hastanesi, 1217'de Sivas'ta I. Sultan Keykavus Hastanesi ve Tıp
Okulu inşa edilmiş, Anadolu geniş çapta imar edilmiştir. Ancak
bir taraftan Haçlı Seferleri bir taraftan da Moğol istilası genel ola­
rak önemli ve yüksek bir düşünce hayatının oluşmasını engelle­
yen etkenler olmuştur denebilir.
Diğer yandan ne yazık ki sınırlı sayıda eser günümüze gele­
bilmiştir. Felsefi düşünce açısından bu dönemde Mevlana Cela­
leddın-i Rümi, Hacı Bektaş Veli ve Ahı Evran, sonraki beylikler
döneminde Yunus Emre gibi düşünür ve yazarlar önemli yer tu­
tarlar. Nasrettin Hoca da halk felsefesini yansıtan bir düşünür
olarak karşımıza çıkar. Bu düşünürler Türk felsefi düşüncesini
asırlar boyu etkilemiştir ve bugün de etkilemektedir. Bizim fel­
sefi düşünce dünyamızın büyük yıldızları olan bu yüce insanla­
rı anlatabilmek için ciltlerle kitap yazmak gereklidir. Burada kı­
saca değineceğimiz bu düşünürlerin önemini ve değerini bütün
dünya anlamıştır. Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahı
Evran'ın felsefi düşüncelerini yansıttıkları ölümsüz yapıtları bir-

73
çok yabancı dile çevrilerek, yabancı ülkelerde basılmıştır. Onla­
rın neredeyse sekiz yüz, bin yıl kadar önce sundukları insancıl
felsefi düşünceleri günümüzde medeni (!) dünyanın ibret ve ör­
nek alacağı düşüncelerdir. Onların yapıtları felsefenin işe yara­
maz birtakım düşünceler yığını olmadığının ve de felsefenin öl­
mezliğinin ispatıdır denebilir.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı UNESCO
tarafından 2007 yılının Mevlana Yılı olarak ilan edilmesi Mevla­
na'nın evrenselliğini gösterirken, toplumumuz da onu daha iyi
tanıma fırsatı bulmuştur. Umarım bizim kurumlarımız da her yıl
bir Türk düşünür ve yazarı için özel tanıtım, yayın ve kutlama­
lar yapar.

Mevlana
Mevlana, Türk felsefi düşüncesinde ve edebiyatında çok
önemli yer tutar. Mevlana Yılı'nda basılan kitaplar, yapılan et­
kinlikler sonucu Mevlana'yı daha iyi tanıma olanağı bulduk.
Konya Gösteri Sanatları Merkezi, Kültür ve Turizm Bakanlığı , Dı­
şişleri Bakanlığı ve Devlet Demiryolları işbirliğiyle hazırlanan
"Mevlana Sevgi ve Hoşgörü Treni" Türkiye'de birçok ili ziyaret
ettikten sonra 16 ülkeyi dolaştı. Trenin konakladığı şehirlerde
"sema" gösterileri düzenlendi. Mevlevi felsefesi ve ayrıca Türki­
ye'nin tarihi ve doğal yapısı tanıtıldı.
Mevlana, Mevlevi tarikatının kurucusudur. 1207 yılında Belh
şehrinde doğmuş, 1273'te Konya'da vefat etmiştir.
Mevlana'nın bütün düşünce ve görüşleri vahdet-i vücut, ya­
ni varlık birliği kuramına dayanır. Ona göre evrende maddi ve
manevi ne varsa hepsinin kökeni tektir. Mevlana'ya göre iyiliğin
değeri ancak kötülükle, kötülük de iyiliğin var olmasıyla anlaşı­
labilir. Onun evrendeki olaylara böyle bir anlayışla bakması,
onu hoşgörülü yapmış ve bağnazlıktan uzak tutmuştur.
Mevlana'nın eserleri edebiyat, fikir ve sanat yönünden ince­
lenirse bugünkü anlamda toplumcudur denebilir. En önemli

74
Galata Mevlevihanesi'nde sema, 17. yüzyıl.

eseri Mesnevi 25 bin 6 18 beyitten oluşuyor. Bu eserde Mevlevi­


liğin ana kaynağı olan "aşk ve fikrin" bir tarihçesini, önsözünü
bize sunuyor denebilir. Mevlana ve felsefesini anlatabilmek için
ciltlerce kitap yazmak gerekir. Burada onun yaşamından ve fel­
sefesinden sadece birkaç satır sunacağız.
Mevlana başkalarından bir şey istemeyi öğrencilerine yasak
ederdi. '·Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değil­
dir. Ona dünyada da ahrette de şefkat etmeyiz ve ondan uzak
dururuz. Biz, talebelerimize daima vermeyi, ihsan ve ikramlar­
da bulunmayı, herkese karşı tevazu üzere bulunmayı, tatlı söz­
lü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim
yolumuzda yoktur" diye buyuruyordu.
Mevleviliğin Anadolu, Trakya ve Balkanlar'da Türk toprakla­
rında uygarlık, sanat, edebiyat, fikir ve felsefi düşünce yönünden
büyük ve yapıcı bir önderliği olmuştur. Anadolu'da tüm Horasan
erenleri gibi Mevleviliğin etkisi 13. yüzyılda ve Bizans'm yıkılma­
sında önemli bir rol oynamıştır denebilir. Selçuklunun son yılla-

75
rında ve Osmanlının fikir dünyasında Mevlevilik manevi geliş­
mede rol oynadığı gibi Mevleviliğin toplumsal yapıya etkisi de in­
kar edilemez. Mevlana ahiliği, yani o devrin işgücünü, sanatkar­
larını, usta ve çıraklarını örgütleyerek himayesine almışhr.
Mevlana ile ilgili 14. Osmanlı padişahı Sultan 1. Ahmet Han'ın
bir gazelinden iki beyit:

Mesnevisin işidüp Hazret-i Mevlana'nın


Güşvar oldu kulağımda kelamı anın

Def-ü ney na.le kılup Mevleviler etti sema


Eyledik yine safasını bu gün devranın.

Son Divan şairlerinden dedemin babası Hasan Akif el Mevle­


vi'nin (vefatı: 28 Şubat 1884) Divan'ında68, Mevlana'nın en
önemli eseri Mesnevi şu mısralarla anılır:

Mün'akis şeklinde tevhid-i rumuz-ı Mesnevi


Mevlevi'dir rah-ı Hakk'ın Akif en çapük-revi.

Hasan Akif'in şiirlerinde Mevlevilik yüceltilmektedir. Mevla-


na'dan aldığı feyzi dile getiren gazelinden bir beyit:

Sanmanız bir sade kisvetdir külah-ı Mevlevi


Kime-i tac-i hidayettir külah-ı Mevlevi.

Harvard Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Annemari­


e Schimmel'in Mevlana ile ilgili yazısından birkaç sahr: "Mevlana
sevgisi, Mevlana hayranlığı ve etkisi, Doğu'da ve Bah'da yüzyıllar
boyu gücünü hiç yitirmeden devam etmiştir. Onun etkisi Türkiye
sınırlarını aşmışhr. Üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu'nun
Avrupa kısmındaki ülkelerde Mevlana sevgisi ve fikriyahnın mer­
kezleri olan pek çok Mevlevihane açıldığı halde, Arap ülkelerin-

68 Hasan Akif el Mevlevi Divanı, yeni Türkçesini hazırlayan Prof. Dr. idris Güven
Kaya, Umuttepe Kitapları, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli, 20 10.

76
de bunların sayısı daha azdır. Mevlana sevgisi asıl Doğu ülkelerin­
de, İran, Afganistan, Hindistan ve Pakistan'da yaygındır."69
Mevlana'nın eserlerini Türkçe degil de Farsça yazmasıyla il­
gili son yıllardaki degerlendirmelerden bazıları oldukça ilginç.
Ortaçagdaki Babailer hadisesiyle Mevlana konusunda araştır­
macı yazar ve tarihçi Fahrettin Öztoprak şöyle yazıyor: "Babai­
ler hadisesi Fars dilini ve kültürünü saraya sokan, ileri gelen
ulemaya da propaganda ettiren İran'dan gelmiş mollaların (bun­
ların biri Bahattin Velet'tir. Oglu Mevlana Celalettin Rumi de
eserlerini Türkçe degil, Farsça kaleme almış, Fars dili ve kültü­
rünün saraya bir az daha yerleşmesine ön ayak olmuştur) böy­
lelikle yoldan çıkan, Farsçayı benimseyen ve Türkçeye karşı
cephe alan devletin üst görevlilerinin yola getirilmesi, yeniden
Türkçeye ve Türk kültürüne dönme hadisesidir. Bu hadiseden
37 yıl sonra, 1277 yılında Konya'da Karamanlı Mehmet Bey bir
fermanla Türkçeyi devletin resmi dili yaptı."70
"Selçuklu Sultanları, Türk, Arap ve Fars kökenli alimleri, şair
ve yazarları etraflarında toplamak ve onlara eserler yazdırmak
için gerekli her türlü imkanı hazırlıyorlardı. Selçuklular devrin­
de bu bilim ve düşünce adamları arasında Abdülmecid b. İsma­
il el-Herevi (1 142), Muhammed Talekanı (1217), Yusuf b. Said
( 124 1) ve Ömer el-Ebheri ( 1265) sayılabilir. Tasavvufi düşünce
alanında Necmeddin Kübra (1221) örnek verilebilir." 7 1
Anadolu Selçuklu döneminde Türk felsefi düşüncesinde gü­
nümüze kadar etkisi olmuş birkaç düşünüre degindik. Bu düşü­
nürlerin eserlerini okumak günümüzün okuyucusunun düşün­
ce dünyasını zenginleştirecektir.

69 Yardımcı, Mehmet, Milli Kültür Araştırmaları, s. 102-103, T.C. Kültür Bakanlığı


Yayınları, Ankara, 1996.
70 Öztoprak, Fahrettin, Babailer, Balkan Türkleri ve Şeyh Bedrettin, s. 224-225,
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2009.
7 1 Ocak, Prof. Dr. A. Yaşar, Selçuklular ve Beylikler Devrinde Düşünce, Türkler,
cilt 7, s. 429-432, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.

77
OSMANLl'DA FELSEFi DÜŞÜNCE
Osmanlı döneminde mimaride, şiirde, edebiyatta, hat sana­
tında, askeri ve siyasi alanda çok önemli kişiler yetişmiştir. An­
cak Osmanlı döneminde bütün bu olumlu gelişmelere ve devlet
bir dünya imparatorlugu olmasına ragmen, Farabi düzeyinde
bir filozof yetişmemiştir.
"Osmanlılarda bir felsefi düşünce geleneğinin olup olmadığı
tartışılan bir konudur. Osmanlı düşünce hayatında bütünüyle
sayılmasa bile, önemli ölçüde bir Gazali etkisinden bahsetmek
ve felsefi düşüncenin bu etki altında ne ölçüde gelişebileceğini
sorgulamak icap eder. Merkezinde Allah, insan ve varlık kav­
ramlarının bulunduğu metafizik anlamda bir felsefi düşüncenin
varlığını, Osmanlı tasavvuf edebiyatında görmek mümkün­
dür."72
Osmanlının devlet felsefesinde, İslamiyet öncesi Türklerde,
yani Hunlarda ve diğerlerinde olduğu gibi bir cihan hakimiyeti
düşüncesi devlet felsefesinin temelinde vardı.
"Türk sufiliği, eski Türk şaman ve ozan geleneğini İslam'a
dahil ederek yaşamın zevki olan eğlenceyi, Tanrı aşkının bir
ifadesi olarak Mevlevi sema törenlerine veya Alevi semahları­
na taşıdığı gibi mevlit ile ölülerin kutsanmasına kadar taşıdı.
Bütün bu örnekler eski Türk gelenekleri ve İslam'ı kendince
yorumlayıp çok daha anlamlı kültür sentezleri yaratılmasına
hizmet etti. " 73
Daha önce de değindiğimiz gibi, Türk felsefi düşünce tarihi­
ne baktığımızda klasik dönem içinde başlıca dört ekol görülmek­
tedir:
1- Ehli hakikatçiler (Gerçekçiler): Molla Fenari, Bosnavi gibi.

72 Ocak, Prof. Dr. A.Yaşar, Klasik Dönem Osmanlı Düşünce Hayatı, Türkler, Yeni
Türkiye Yayınları, cilt 1 1, s. 18- 19, Ankara, 2002.
73 Erkan, Prof. Dr. Hüsnü, Erkan, Doç. Canan: Kültür Politikamızda Yeni Boyutlar,
Kültür Bakanlığı yayını, s. 1 15, Ankara 1998.

78
Osmanlı İmparatorluğu (harita İngiliz çizimi: Devleti Osmanlı olarak adlandırmıyor.
The TURKISH EMPIRE- TÜRK İMPARATORLUÜU olarak adlandırıyor olması
çok önemli).

2- Klasik materyalistler: Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Aşık


Paşa, Hacı Bektaş gibi.
3- Aşırı şeriatçılar: İbni Kemal, Zembilli Ali Efendi, Birgivi
Mehmet Efendi gibi.
4- Ilımlı şeriatçılar: Yahya Efendi, Mehmet Bahayi gibi...
Günümüze dönersek belki günümüzün düşünürlerini de
farklı görüşlerinden dolayı bu tür bir sınıflamayla ifade edebi­
liriz.
Felsefeci Süleyman Hayri Bolay'a göre, "Osmanlıda Davud-i
Kayseri, Molla Fenarı, Muhyiddin Kafiyeci, Şeyh Bedreddin, Ho­
cazade, Kemalpaşa Zade, Ali Tusı, Taşköprülü Zade Ahmed
Efendi, Kınalı Zade Ali Efendi, Katip Çelebi, Gelenbevi İsmail
Efendi gibi birçok değerli ve orijinallik taşıyan düşünürümüz ve
filozofumuz var. Bunlar daha doğru dürüst araşbrılmış değil-

79
dir."74 Kendimizi tanımak için felsefecilerimiz, sadece Batı'nın
düşünürlerini değil, özellikle geçmişteki düşünürlerimizi ve bı­
raktıkları izleri araştırmalıdır. Bu herhalde en başta üniversitele­
rin görevidir. Bu konularda araştırmalar yapılmalı, sonuçları
hem akademik alanda hem de üniversite dışında halkın anlaya­
cağı bir dille de kitlelere tanıtılmalıdır.
1350'de Bursa'da doğmuş olan Molla Fenari felsefi düşünce­
de zamanının en önemli mantıkçısıdır. 1416'da Manastır'da med­
rese müderrisliği, yani hocalığı yapan Molla Fenari'nin en önem­
li eseri olan Kitabu 'l-Mantık 450 yıl sonra 1886'da İstanbul'da
basılmıştır. Bu düşünürümüzü ve eserini tanımak bize zenginlik
katacaktır.
Orta Asya'daki Türk dünyasında yani Türkistan'daki felsefi
gelişmeler her zaman Osmanlı Türklerini de etkilemiştir. Ti­
mur'un emriyle Uygur Bahşileri tarafından Uygur harfleriyle ve
Uygur dilinde yazılmış Tarihi Hani adlı bir vakayinameden de
bahis olunmaktadır. Anlaşılan bu kitabın bir nüshasını elinde
bulundurmuş olan XVI. yüzyıl başlarında yaşamış bir Özbek ya­
zarına göre, "Türk alimlerinden biri"75 Oğuzname de Cengiz
Han'ın taklit ettiği Öz-Türk kanunlarının saklanmış olduğunu
farz ediyor.
Timur Türkçeden başka Farsça biliyor ve gerek din olarak İs­
lamiyet hakkında gerek Müslüman ilim ve sanatı hakkında bir
fikre sahip bulunuyordu. Her taraftan Semerkant'a alimler ve sa­
natkarlar getirdi. Yeni kanallar açtı, Semerkant'a muhteşem bi­
nalar yaptırdı. Timur Türk tebaasının manevi dünyasıyla ilgili
konularda titizliğini, Ahmet Yesevi'nin türbesi üzerine muazzam
bir bina yaptırmak suretiyle göstermiştir denir.
Anadolu Türkleri için olduğu gibi, Özbek Türkleri için de mil­
li Türk şeyhi Ahmet Yesevi'ydi. Ahmet Yesevi'nin gömülü bu-

74 Bolay, Süleyman Hayri, Felsefe Dünyasında Gezintiler, Nobel Yayın, İstanbul,


2006.
75 Necip Asım (M.Hartmann, Der lslamische Orient, ili. s. 37 ve 1 98).

80
lunduğu ve bir zamanlar Özbek Türklerinin başkent edinmiş ol­
duğu şehir, Türkistan adını almıştır ki bu Ahmet Yesevi sevgisi­
nin Türkler için ve Türk milli fikrinin Özbek Türkleri için olan
önemini kesin bir açıklıkla gösteriyor.
"Osmanlı felsefi düşüncesinde 'Tehafüt' geleneği, Gazali'nin,
kendinden önce yaşamış İslam filozoflarının Allah-insan-varlık
ilişkisi konusunda akıl ve vahyin rolüne dair ileri sürdükleri fi­
kir ve kullandıkları yöntemleri eleştirmek için yazdığı ünlü 'Te­
hafütü'1-Felasife' adındaki eseriyle başlayan, İbn Rüşd'ün 'Teha­
fütü't-Tehafüt' kitabıyla devam eden tartışmanın bir uzantısıdır.
Tartışmanın esası, Allah, insan ve varlık arasındaki ilişki mese­
lesinde, gerçeği aklın mı yoksa vahyin mi belirleyeceğidir." 76 Bi­
lindiği gibi Gazali bu tercihi vahiyden yana yapmış ve bu tartış­
mayı başlatmıştır. Akılcı ve bilimci evrensel düşünceye ulaşa­
mamış olanlar, bu tartışmayı sanki günümüzde de hala sürdür­
mek çabasındadır diye düşünebiliriz.
"Fatih Sultan Mehmet zamanında dönemin ileri gelen ulema­
sı 'tehafüt' tartışmasına birer eser yazarak katılmıştır. Bunlardan
özellikle Alaeddin Ali Tüsi'yi (1482) ve Hocazade lakabıyla anı­
lan Muslihuddin Bursevı'yi ( 1488) tanıyoruz. Daha sonra bunlar
16. yüzyılda Şeyhülislam İbn Kemal ( 1535) ve Muhiddin Karaba­
gi'nin (1536) gibi düşünürlerin katıldığı bu tartışmaların 17. yüz­
yılda Mestçizade Abdullah Efendi (1735) ile sürdüğü görülü­
yor. " 77
Bu tartışma giderek akılcı felsefeyi eleştiren, hatta felsefi dü­
şünceye karşı taassuba varan bir tavra dönüşmüştür. 17. yüzyıl­
dan sonra artık "kim felsefeyle uğraşırsa zındıklaşır" sözü ulema
arasında dolaşmaya başlamıştır. Bu görüş 21. yüzyıla kadar ta­
raftar bularak gelmiştir. Aynı yüzyıllarda Avrupa akıl ve bilimci-

76 Türker, Mübahat, Üç Tehafüt Bakımından Felsefe Din Münasebetleri, Ankara,


1956.
77 Aliieddin Ali Tüsi, Tehiifütü'l -Feliisife, çeviren Recep Duran, Kültür Bakanlığı,
Ankara, 1990.

81
lige yönelerek "Aydınlanma"yı yakalayabilmiş ve ilerlemiş, biz
ise akılcılık ve bilimden uzaklaştığımız için gerilemişiz.
Bazı görüşlere ve H. Ziya Ülken'e göre ise, "Türk düşüncesi­
nin İslamiyet'in kabulünden önceki geniş açısı ve engin ruhu İs­
lamiyet'e nüfuz ettirilerek milli kültürün korunması sağlanmış,
neticede Türk düşünce sisteminde dinin daha mistik ve daha ki­
şisel yönlerinin ön plana çıkarılması, toplumun modern bilim ve
modern dünyaya ayak uydurabilme çabasının sürdürülmesinde
dinin bir engel teşkil etmemesini saglamıştır"78 denilmektedir.
"il. Sultan Osman, 25 Ocak 1622'de Polonya seferinden döner
dönmez, bu seferde edindiği deneyimlere dayanarak, ayrıca Av­
rupa'daki teknik, ilmi ve toplumsal gelişmeleri ve de bizim geride
kalışımızı görerek, inkılapçı fikirlerini tatbik etmeye hazırlandı.
Padişahın reformlarını yapabilmek için kendini destekleyen bir
ordu kurmaya çalışmasına karşı çıkanların ayaklanması sonucu
Sultan il. Osman namı diğer 'Genç Osman', 18 Mayıs 1622 günü
kopan korkunç ihtilalde tahtını ve yaşamını kaybetti. il. Os­
man'dan hemen sonra ıslahat fikri, Katip Çelebi ve Koçi Bey gibi
düşünürleri yetiştirdiği halde, bu fikirler millete mal edilemedi."79
Padişah tarafından yapılmak istenen yenilikler, hem de Os­
manlı Devleti'nin sınırlarının en geniş olduğu bir devirde önleni­
yordu. Bugün de Türkiye'de süren devrimci-muhafazakar veya
ilerici-gerici kavgası bu tarihte padişahın katliyle başlıyordu dene­
bilir. İşin ilginç yanı padişahlar ülkemizdeki bazı devrimci yazar­
lar tarafından hep tutuculukla suçlanır. Halbuki Genç Osman ola­
rak tarihe geçen il. Sultan Osman Han'dan ili. Sultan Ahmet Han,
Sultan ili. Selim Han, Sultan il. Mahmut Han ve Sultan Abdülme­
cit Han'a kadar padişahlar ülkeye yenilikler getirmeye çalışmıştır.
18. yüzyıldan itibaren sultanlar ve devletin ileri gelenleri eği­
time önem vermiştir. Müslümanlığı kabul edip Humbaracı Ah-

78 Ülken, H. Ziya, Türk Tefekkürü Tarihi, c. 1, s. 19, İstanbul, 1933.


79 Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, 6. baskı, s. 2 1 7-220, Milli Eğitim Ba­
kanlığı Yayınları, No 374, İstanbul, 2005.

82
Osmanlının kalbi Saray-ı Hümayun'un Galata'dan görünümü ( 18. yüzyıl).

met Paşa olarak anılan Comte de Bonneval'ı çağıran 1. Sultan


Mahmut Han'ın sadrazamı Topal Osman Paşa'dan sonra 1734'te
Üsküdar'da Humbarahane-i Mühendishane kuruldu."80 Daha
sonra Mühendishane-i Bahri Hümayun, Mekteb-i Maarif-i Adliye
kurularak egitime önem verildi.
Yani Osmanlının son 300 yılında devletin üstünden padişah­
lar tarafından yeniliklerin, yeni fikirlerin, yeni felsefi düşüncele­
rin getirilmesine çalışılmış, ancak akılcı felsefeden 16. yüzyıldan
beri uzaklaşan medreseler halka ulaşacak Batı'daki gibi bir "ay­
dınlanmanın" gelişmesine engel olmuştur denebilir.
İslam düşünürleri aklın ve bilimin önceligini kuramlaştırır­
ken, ortaçag Avrupa düşünürleri "inanç ve bilginin uyumu" için
uğraşmışlardır.
"Bloch'un dile getirmeye çalıştıgı bagdaşımcı, insancıl ve
eşitlikçi egilim, Anadolu'da özellikle Babai hareketi ve başkaldı­
rısıyla belirginleşmeye başlamış, Yunus Emre'nin kişiliginde
önemli temsilcisini ve düşünürünü bulmuş, Mustafa ve Torlak
Kemal'in katkılarıyla savaşımcı bir nitelik kazanmıştır. " 81

80 Koçer, Hasan Ali, Türkiye'de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, s. 23, M. E.


B. Yayınları, No 2 168, İstanbul, 1991.
81 Kula, O. Bilge, Ernst Bloch, "Aristotelesçi sol": Düşünsel Geçişimler ve Çokses­
lilik ve Kültür Çevresi, Felsefe Logos, 1-2, Diyalektik ve Yöntem. s. 199 Fesato­
der Yayınları, İstanbul, 2008.

83
Araştırmacı yazar Bloch'a göre İslam muhafazakarlığı "din­
den bilime geçişi" cesaretlendiren düşünürlerinden öç almıştır.
Bu çerçevede, örneğin, İbni Sina'nın Felsefi Ansiklopedi'si
"Bağdat halifesinin buyruğuyla yakılmıştır". Üstelik daha sonra
ortaya çıkan nüshaları da aynı yazgıdan kurtulamamıştır.
Bloch'un anlatımına göre, özgün metnin tümü değil, sadece
"parçacıkları" bugüne ulaşmıştır.
İbni Rüşd'ün yapıtları, daha bu filozof yaşarken 1196'da ya­
kılmış, "hem bu filozofun felsefesinin hem de Yunan felsefesinin
öğrenimi yasaklanmıştır". Bu filozofun memleketi olan Cordo­
ba'nın halifesi, "Tanrı, cehennem ateşini 'hakikat salt akılla bu­
lunabilir' diyenler için öngörmüştür" diye fetva vermiştir. Des­
tructio philosophorum adlı yapıtıyla "dönek ve mistikçi" El Ga­
zali'nin İbni Sina'ya ve felsefeye karşı başlattığı karşı saldırıların
anılan düşünürlerin kovuşturmaya uğratılmasında, yapıtlarının
yakılmasında ve sürgüne yollanmasında ve bunların doğal bir
sonucu olan İslami tutuculuğun başatlaşmasında payı olmuştur
denilmektedir.
Doğu felsefesi Batı'da, doğa bilimleri özellikle Galile davasın­
dan sonra İtalya'da tehlike olarak görülmüştür. Bloch, Doğu'da
tarikatların "İslamın hakiki felsefi hareketini" oluşturamadıkları­
nı, İslam kültürü içerisinde hakiki felsefeyi İbni Sina ve İbni
Rüşd'ün geliştirdiğini yazar. Alman filozofa göre, İslami muhafa­
zakarlık "akla karşı duyduğu kin ve öfkesini bu iki düşünürün
yapıtlarında gidermiştir ve böylece ışığı da söndürmüştür."82
Bugün geriye dönüp baktığımızda ancak Mustafa Kemal Ata­
türk'ün padişahların gerçekleştiremediği yenilikçiliği Cumhuri­
yet'le beraber kısmen başardığı söylenebilir. Gene devrimler
halk tarafından değil, yukarıdan aynı Osmanlıdaki gibi devlet baş­
kanı, yani önder tarafından gerçekleştirilmiştir. 1938'den sonra
gerçek anlamda bir önder ülkemize gelmediği için toplum neyin

82 Bloch , Avicenna Und Die Aritotelisch Linke, 25, Suhrkamp, 1963.

84
neden olduğunu anlamadan, kısır ilerici-gerici çekişmesi, siyase­
tin bazıları tarafından, sanki bir rant sahası gibi algılanması ve
medyanın insanları iç ve dış çıkar çevrelerinin talepleri doğrultu­
sunda yanlış bilgilendirmesi ve yönlendirmesi sonucu felsefi dü­
şüncede ülke çapında aydınlanma 2011 itibarıyla pek görülme­
mektedir. Gazete ve televizyonlardaki yayınlarıyla çalıştıkları ku­
rumun düşünce şekli veya yakın oldukları siyasi partinin ideolo­
jisi ve görüşleri dışında bir görüş bildirmeyen veya bildiremeyen
birtakım yazarların (!) sadece aldıkları maaşı hesap eder bir tu­
tum içindeymiş gibi dünyaya atgözlügüyle bakmaları 2000'li yıl­
lardan sonra düşünce dünyamızı olumsuz biçimde etkilemiştir.
19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında yeni bir düşünce olgusu
olarak "Jön Türkler" Osmanlı düşünce dünyasında yer tutarlar.
"Türk milliyetçiliği ve Türkçülük düşüncesine ve Batı kültürüne
sahiptirler. Din ve siyaset arasındaki ayırımı sağlamış olmaları­
na rağmen, sağlam bir tarih bilincinden ve düşünce sistemin­
den, felsefeden yoksundurlar. " 83
Namık Kemal, Mithat Paşa, Ziya Gökalp gibi yazarlar 19. yüz­
yıl sonu 20. yüzyıl başında önemli düşünürler olarak karşımıza
çıkıyorlar. Namık Kemal'in şair ve yazarlığı yanında düşünürlü­
ğü Türk felsefi düşüncesinde önemli yer tutar.

Namık Kemal
Edebiyatımıza vatan şairi olarak geçen Namık Kemal Türk­
çülük, milliyetçilik çizgisinde zamanının önemli düşünürlerin­
dendir. "Namık Kemal Tanzimat', eleştirirken Türk İslam mede­
niyetini savunur. İslam medeniyetini savunmakla beraber mil­
liyetçi davranışlar da sergiler."84 Yaşadığı Osmanlının çalkantı-

83 Tuncer Hüseyin, il. Meşrutiyet Dönemi Fikir-Yayın Hayatı ve Türk Yurdu, Türk
Yurdu, sayı 25 1, s. 93, Temmuz 2008.
84 Oba, Ali Engin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 187, İmge Kitabevi, Ankara,
1995.

85
lı dönemi içinde Tanzimat'ı eleştirmesini, bu yanılgıyı görmesi­
ni, bugün Namık Kemal'in büyük bir ileri görüşlülüğü ve ger­
çekçiliği olarak değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Diğer ki­
tap ve yazılarımda değindiğim gibi Tanzimat'Ia Batılılaşma yani
o zamanki deyimle " Frenkleşmeyi" büyük bir yanılgı olarak de­
ğerlendirdiğimin altını ısrarla çizmek isterim. Günümüzde ay­
dın geçinenlerin çoğu Tanzimat'ın ne olduğunu, neler getirip
neler götürdüğünü anlayamamıştır.
Türk felsefi düşüncesinde etkinliği olan Namık Kemal,
1840'ta İstanbul'da doğdu. Sultan il. Abdülhamit Han'ın münec­
cimbaşısı Mustafa Asım Bey'in oğludur. Dedesi Şemsettin Bey,
III. Mustafa Han'ın başmabeyincisiydi. Onun babası Ahmet Ra­
tip Paşa da vezirdi. Kaptanıderyalık yapmış bir vezir olan Ah­
met Ratip Paşa aynı zamanda III. Sultan Ahmet Han'ın kızı kü­
çük Ayşe Sultan'la evliliğinden dolayı Damat lakabını almıştı.
Aynı zamanda şair olan Kaptanıderya Damat Ahmet Ratip Pa­
şa'nın babası ise, serdarlık­
larda ün salmış bir muharip­
ti: Konyalı Bekir Ağa'nın oğ­
lu, İran Şahı Nadir Şah'ı
l 732'de yenerek Bağdat'ı ge­
ri alan Sadrazam Topal Os­
man Paşa'ydı.
Namık Kemal'in şairliği
soydandır. Damat Ahmet
Ratip Paşa, divan sahibi,
kuvvetli bir şair olarak ta­
nınmıştı. Büyük amcaları
Naşit Bey ile Asaf Mehmet
Paşa da şairdir. Aile şecere­
sine göre son Divan şairle­
rinden dedemin babası
Mevlevi Hasan Akif Bey, Na­ Namık Kemal
mık Kemal'le kardeş torun- (Akil Poroy"un aile albümünden).

86
1 9. yüzyılda İstanbul.

lan olarak aynı soydan Sadrazam Topal Osman Paşazadeler­


den85, 86, 87 gelmektedir.
Şinasi Efendi 19. yüzyılda dilin sadeleştirilmesi için çalışanla­
rın başındaydı. Henüz 23 yaşında bulunan Namık Kemal'i, çıkar­
makta olduğu Tasvir-i Efkar gazetesine aldı. Bu istidatlı gencin
gazeteciliği ve siyaset aşkı böylece başlamış oldu.
"Namık Kemal, 19. yüzyıl düşün tarihimizde Batı'dan alınan
fikirlerden de yararlanarak çeşitli toplumsal kurumlarımız ve ge-

85 Hammer, .loseph vuıı , Geschiclı te des Osmanischen Reiclıes, Hartleben's Ver­


lag, Pesth , 1 834.
Hammer, Joseph von, Hammer Tarihi; Büyük Osmanlı Tarihi, 13. cilt, s. 387-448,
Üçdal Hikmet Neşriyat, İstanbul, 2002.
86 Öztuna, T. Yılmaz, Devletler Hanedan lar, cilt il, s. 886-89 1 , T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2005.
87 Atsız, H.Nihal, Türk Tarih inde Meseleler, s. 1 5 6 , Baysan Yayın , İstanbul, 1 992.

87
nellikle toplumsal sorunlar hakkında tutarlı ve toplu fikirlere sa­
hip olan, bu fikirlerin ışığında bizim toplumsal hayatımızla ilgili
sorunlar üzerinde eleştirici veya savunucu nitelikte fikirler yü­
rüten ilk düşünürümüzdür. Namık Kemal Avrupa'yı bizzat gör­
müş, içinde bir süre yaşamış ve bazı fikir ve siyaset adamlarıy­
la bizzat tanışmıştır."88
1879'da Sultan Murat tahta çıktığı zaman zindandan kurtulup
İstanbul'a dönebildi. 1876'da Abdülhamit padişah olunca, Na­
mık Kemal Devlet Şurası azalığına tayin edilmişti. Büyük vatan­
sever bu sırada hayatından memnundu. Çünkü Kanun-u Esa­
si'yi, yani anayasayı hazırlayanlar arasında kendisi de bulun­
maktaydı. 1888 yılında, Sakız Adası'nda zatürreeden vefat etti.
Namık Kemal eserleri yabancı dillere çevrilmiş ilk Türk ya­
zarıdır. Daha çok Almanya'da ve Çarlık Rusya'sında okunan bir
yazardır. Avrupa gazetelerinde ondan bahisle tartışmalar başla­
mış, bu konuda yabancı yazar ve düşünürler arasında çekişme­
ler cereyan etmiştir. Bu şekilde Türk felsefi düşüncesindeki ye­
ni akımlar onun sayesinde Avrupa'da da tartışılmıştır. Namık
Kemal için yazılmış eserlerin en büyükleri tarih sırasıyla Saa­
dettin Nüzhet, Rıza Nur ve Necip Fazıl tarafından kaleme alın­
mıştır.
Namık Kemal'in kişiliği ve şöhreti çok cephelidir. Onun sade­
ce yazar olmadığını hatırlamalıyız. Şair, tiyatro yazarı, politikacı
ve gazeteci olarak da ün salmış, bütün bu alanlarda kendisini ka­
bul ettirme başarısını göstermiştir. Namık Kemal'in vatansever­
liği, yüksek şairliği, milliyetçiliği, ahlaki büyüklüğü bütün yaşa­
mını yazan yazarlar tarafından kabul edilmektedir.

88 Berkes Niyazi, Felsefe ve Toplumbilim Yazıları. S. 1 75, Adam Yayınları, İstanbul,


1 985.

88
FELSEFi DÜŞÜNCEYE DiNiN ETKiSi

Daha önce de belirttiğim gibi felsefenin gelişmesi veya düşü­


nürün topluma faydalı olabilecek düzeye gelmesi için her şey­
den önce toplumda özgürlük ortamının bulunması gerekir. Bazı
rejimlerin ve inanç sistemlerinin düşünce ortamını yaratmadığı­
nı görüyoruz. Örneğin, günümüzün Suudi Arabistan'ında birey­
sel özgürlükler evrensel düzeyde olmadığı için bir düşünürün
yetişeceği ortamdan söz edilemeyeceği iddia ediliyor. 2011 Ma­
yıs'ında "Malan el- Şerif adlı Suudi bir kadın otomobil kullanmak
istediğini internet'e yazınca gözaltına alınıyordu."89 Kadınların
otomobil kullanmasının bile yasak olduğu bir ülkede istediğiniz
kadar "para" zenginliği olsun, bir filozof veya düşünürün yetiş­
mesi imkansızdır. Aynı şekilde yakın geçmişe baktığımızda fel­
sefe dünyasına etkileri olmuş Kant, Hegel, Nietzsche gibi dünya
çapında düşünürler yetiştirmiş olan Almanya'da Nazi diktatörlü­
ğü döneminde bir düşünürün yetişmediğini görüyoruz.
Siyasi ve dini olguların insan düşüncesi veya felsefi düşünce
üzerinde etkisi yadsınamaz. Bütün bunların dışında çevremiz­
deki insanların dünyaya bakışı, dünyayı algılayışı veya dünyayı
anlamak, evreni açıklamak için insanın zeka ve aklını kullanma­
yı seçmesi önemlidir. Bazı insanların ise dünyayı olduğu gibi ka­
bul edip doğayı, evreni mistik kurallar çerçevesinde, daha çok
dini kurallar çerçevesinde anlamaya, açıklamaya çalıştığını gö­
rürüz.
Dinsel baskılar pagan dinler zamanında da veya tek tanrılı
dinler çerçevesinde de düşüncenin kısıtlandığını görebiliriz. Ör­
neğin, antik Yunan filozofu Sokrates tanrılara inanmadığı için
Atinalı putperestler ona zehir içirdiler. Ortaçağın Katolik kilisesi
Galilei Galileo'nun astronomiyle ilgili düşüncelerini kabullene-

89 Habertürk, s. 10, 23 Mayıs 20 1 1 .

89
medigi için onu hapse attı. İspanya'da engizisyon mahkemesi
gene bu düşünce sorunu nedeniyle beş milyon insanı zindanla­
ra kapattı. Yahudi hahamlarının Spinoza'yı taşa tuttugu bilinen
başka bir olgudur. Hepimizin tanıdıgı ve bugün Fransa'nın
övünç kaynagı olan Descartes'ın da özgür olabilmek için Fran­
sa'dan kaçtıgını biliyoruz.
Felsefe, bilim ve din üzerine yazan Maublanc ve Cachin'e gö­
re, "bilim alanında görülen her ilerlemenin dini gerilettigi söyle­
nebilir. Hatta bilimin tanrıyı ve dini tanımadıgı bile öne sürüle­
bilir. " 90
Tabii ki bu düşüncede olan yazarların sosyalist görüşü yan­
sıttıgını belirtmeliyiz. Onlara göre dinle devlet işleri birbirinden
ayrılmalı ve toplum laik ve demokratik olmalıdır. Bütün din ve
mezhepler arasında eşit haklar bulunmalı, herkes tam bir inanç
ve vicdan özgürlügüne sahip olmalıdır. Benzer düşünceleri
Cumhuriyet kuruldugunda Cumhuriyet'in reformları sonucun­
da bizde de görmekteyiz. Kemalistler de dini siyaset dışında bu­
lundurmak istemiştir. Paradoks bir şekilde veya kendi akılcı dü­
şünceleri çerçevesinde din işlerini Diyanet İşleri Başkanlığı çer­
çevesinde kontrol etmeye çalışmışlardır. Bu baglamdaki geliş­
meleri Cumhuriyet Döneminde Felsefi Düşünce başlıgı altında
inceleyecegiz.
Dinden, dinin etkisinden söz ederken ahlak ve ahlakçılıga
deginmek gerekir.
Ahlak oluşturma bakımından önemli bir nokta, "dinin kuram­
sal içerigi-dinsel imgeler" ve "dinin edimsel içerigi-ayinler" ilişki­
sidir. Bloch'un Avicenna Und Die Aristotelische Linke adlı
önemli kitabında belirttigine göre, İslam kültüründe "dinin ku­
ramsal içerigi, dinsel imgelerin çok üstündedir ve onları silkele­
mektedir"; yine "dinin edimsel içerigi ayinlerin çok üstündedir
ve onları daha etkili biçimde sarsmaktadır". Ahlaksal bakımdan

90 Maublanc Rene, Caclıiıı Marcel . Sosyalizmin lşıgında Felsefe, Bilim ve Din, çevi­
ren Asım Bezirci, s. 84, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2009.

90
geriye kalan şeyse, Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşd'e göre, "merke­
zi bir erdem olarak adaletle birlikte doğal töre yasası"dır. Merke­
zi bir erdem olarak adalet, "inançlarından bağımsız olarak ve vic­
danları doğrultusunda insanları birbirine bağlayan" bir bağdır.
İbni Sina geleneğini sürdüren İbni Tufeyl Philosoplıus auto­
didactus adlı yapıtında "doğal töre yasasını dinlerin üzerinde"
değerlendirmiştir.
İbni Sina ve İbni Rüşd, Aristoteles'e dayanan doğacı düşün­
sel birikimi yeniden yoğurarak, onun gizli gücü olarak içerisin­
de taşıdığı maddeci ve akılcı düşünce çekirdeğini ortaya çıkar­
mışlardır. Bu sırada heterodoks İslam birikiminin açtığı düşün­
sel ufuktan yararlanmışlardır. Söz konusu insancı, doğacı ve
dünyasal çekirdek üzerinde yeni düşünsel önermeler geliştir­
mişlerdir. Bu önermeler, örneğin " Rotterdamlı Erasmus"9 I (16.
yüzyıl), Leibnitz ve Kant'ın öğretilerinde birleşmiş ve yeni nite­
likler kazanmıştır. Böylece, bir bakıma "Avrupa Aydınlanması"
üzerinden Hegel'e ondan da Marx'a, Marx'tan da Bloch'a değin
uzanan insancı, eleştirel ve diyalektik materyalist düşünce gele­
neğinin felsefi anlamda dizgeleştirilmesi sürecinde önemli yapı
taşlarını oluşturmuşlardır.
Böylece, Aristoteles'le başlayan ve giderek gelişen doğacı ve
görece akılcı düşünce birikimi, Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşd ta­
rafından dünyaya, bilime, akla ve insana dönüklük anlamında
yeniden yorumlanarak ve bir felsefe akımı olarak dizgeleştirile­
rek, yüzyıllar içerisinde dalga dalga bütün Avrupa'ya yayılmış­
tır. Bu gelişmeleri daha ayrıntılı olarak bir önceki Osmanlı'da
Felsefi Düşünce bölümünde verdik.
Orhan Hançerlioğlu'nun deyişiyle, "Hegel'den yaklaşık 900
yıl önce " Hegelvari bir düşünüşle Tanrının insanda belirdiği"
kanısına ulaşan Hallacı Mansur, "Tanrı-insan-evren" ilişkisini

!l l Erasınus von Rotterdam, Gespraech Oder Unterredung Über Den Freien Willen,
vol. 4, Ausgewaehlte Werke, Darmstadt, Wissenschaltliche Buchgesellschalt,
1 969.

91
"varlık birligi" bağlamında açıklar. Resmi İslam anlayışına göre
"sapkın" olan bu ayrıksı bilge, "tanrıda yok olma" inanışını da
içeren "varlık birligi" öğretisinin kurucusu olarak bilinir."92
"İslam kültür ve düşün birikimine gizil güç olarak bulunan
eşitlik ve adalet, güncel deyişle, sosyal adalet düşüncesini yer­
leştirenler Karmatiler'dir. Bu devinimin önderi Hamdan Kar­
mat'tır."93
Anadolu'da doğacı, kuşkucu, akılcı, bağdaşımcı ve insancı
düşüncenin önemli kökleri arasında daha önce de degindiğim
Babai hareketi ve Ahilik veya Fütüvvetçilik akımlarını mutlaka
anmak gerekmektedir.
Bu iki öğreti, kadının toplumsal yaşama katılımı, hoşgörü ve
uygarlaşma gibi alanlarda derin bir birikim yaratmıştır. Öncelik­
le Babai hareketi, erk karşıtlığı, toplumsal adalet, eşitlik ve öz­
gürlük vurgusuyla tarihe geçmiştir.
"Dayanışmacı, toplumcu, kamusalcı düşünceleri Batı Anado­
lu'dan Romanya'ya değin uzanan Balkanlar'da ilk dile getirenle­
rin Şeyh Bedreddin ve onun eylem önderi yandaş Börklüce
Mustafa'dır."94
Ortaçağ İslam kültüründe akılcılaşma eğilimini veya akılcılığı
öne çıkaran bir başka düşünsel ve eylemsel tutum, Batıniliktir
denebilir.
Bu bölümde dinin yani, İslamın ve felsefesinin Türk felsefi
düşüncesine etkisini irdelemeye çalışıyoruz. Salt İslam felsefe­
si konusunu incelemediğimizi kesinlikle vurgulamak isterim.
Bu yapılmak istense, belki başlangıcından İbni Rüşd'e kadar
olan dönem bir bölüm ve İbni Rüşd'ün ölümünden günümüze
kadar geçen yaklaşık sekiz yüz yıl ayrı bir dönem olarak ince­
lenebilir.

92 Hançerlioğlu, Orhan, İslam İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984.


93 Oğuz, Burhan, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin ideolojik Kökenleri, İstan­
bul, 1997.
94 Onur Bilge Kula, Çoğulcu Düşünce-Karşıt Kültür, Büke Yayınları, İstanbul, 2002.

92
"İslam tarihi ile uğraşan birçok alim eskiden beri tek medeni­
yet iddiasında bulunmuşlardır."95 Ancak Arabistan'da, İran'da
veya Türkiye'de İslamın anlaşılışında farklılıklar gördüğümüz gi­
bi İslam felsefesinde de veya İslam felsefesinin anlaşılmasında
da değişik algılamalar görüyoruz. İslam felsefesinde vahiy ve
akıl, yani mahsusat ve makulata dayanan akli ilimlerin iki sko­
lastik olgu olarak münasebetlerini izliyoruz.
İslam felsefesinin oluşmasında Kuran dışında peygamberin
sözleri, yani hadis, değişik gereksinimlere göre ayetlerin mana­
landırılması, yani tefsir ve Kuran ve hadisin tatbikinden oluşan
İslam hukuku yani fıkıh önemli yer tutar.
Akli ilimler çerçevesinde İslam alimleri eski Yunan felsefesiy­
le de ilgilenmiş ve bu dönemden en çok Aristo tetkik edilmiştir.

TASAWU F DÜŞÜ NCESi


Bizim açımızdan yani Türk felsefi düşüncesi açısından İslam
felsefesi içinde tasavvuf, mistisizm ve sufilik önem kazanmıştır.
Basit ve geri toplumlarda mistisizmin iptidai bir his, gelişmiş
toplumlarda ise ferdileşmiş ve derinleşmiş bir olgu olduğu söy­
lenir. İslam felsefi düşüncesindeki akımlar içinde bizde tasavvu­
fun hem edebiyatta hem de dini felsefe içinde öne çıktığı söyle­
nebilir.
"Bilindiği gibi İslam felsefi düşüncesi içinde iki skolastik
akım vardır. Birincisi X., XI. yüzyıllarda daha çok Türk düşünür­
lerinin oluşturduğu şark mektebi ve XL, XII. yüzyıllarda Endü­
lüs'te oluşan garp mektebi. Türk tasavvufu Baba Fergani, Arslan

95 Şeyh Şibli Nummani'nin sad-ı İslam, (Mahmut Esat Elendi, Tarihi İslam, İstan­
bul), İstanbul, 19 1 1.

93
Baba ve Korkut Ata gibi isimlerle Orta Asya'da başlamıştır dene­
bilir."96
Şüphesiz Sünni ve Şii düşünce ve tasavvuf metafiziği incelen­
melidir. Bu üç çerçevede yetişmiş İslam düşünürleri, mutasav­
vıf ve kelamcılar akademik çalışmalarla değerlendirilmelidir.
Ancak bu herhalde bizim çalışmamızın kurgusu dışında başka
bir kitabın, hatta kitapların konusudur.
Türk düşünce tarihinin en zengin alanlarından biri olan ta­
savvuf ne yazık ki felsefecilerimizin büyük bir kısmının değişik
sebeplerle görmezden geldiği, "dini alan", "dini felsefe" veya
tam tersi olarak "felsefeden korunması gereken özel ve müstakil
bir alan" olarak durmaktadır. Tasavvufun çok sayıda ekolünün
bulunması, edebi alanlara yayılmış ve sindirilmiş olması ve bir
ölçüde mantıklılık kaygısı içinde olmayışı bir engel gibi anlaşıl­
mamalı. Bu alanın sorun oluşturması bakımından, özellikle ya­
kın tarihlerin felsefe yapma örnekleriyle örneğin, yorumsamacı­
lık, fenomenoloji, varoluşculuk gibi ele alınması dünya felsefesi­
ne katkımız açısından da büyük bir birikimdir. Eğer gerçek olan
Türk-İslam kültür ve kimliğimizi çağdaş açıdan görebilirsek Türk
felsefi düşüncesinde tasavvufun önemini anlayabiliriz.
Özgürlük ve dünyaya dönüklüğü simgeleyen, 12. yüzyılda
yaşamış olan Ömer Hayyam, 97 aşkın ve kapsayıcı düşünsel bir
tutumla insanlık durumlarını, Tanrı-insan, insan-doğa, insan-in­
san, insan-toplum ilişkilerini konulaştırmış, irdelemiştir.
Tasavvufla iç içe ve etkileşim içerisinde olan içreklik, Mevla­
na'nm Fihi-Ma-Fih9B, İçindedir Ne Varsa İçinde adlı yapıtının
adından da açıkça görülmektedir. Mevlana anılan yapıtının bi­
rinci bölümünde bilgi ve egemenlik arasındaki ilişkiyi anlatır.
Düşünür yapıtın ikinci bölümünde söz-akıl ya da söz-düşün-

96 Ali bin Hüseyin, Reşehat-ü Aynü'l-Hayat, İstanbul, 1853.


97 Sadık Hidayet, Hayyam'ın Teraneleri, YKY. İstanbul, 2003.
98 Mevlana Celaleddin, Fihi-Ma-Fih, yayımlayan Abdülbaki Gölpınarlı Remzi Kita­
bevi. İstanbul, 1959.

94
ce arasındaki bağıntıyı irdeler ve gönül ve düşünce birliğinin
önemini vurgulayan şu belirlemeyi yapar: "Gerçeğin gölgesi
olan söz bahanedir; insanı insana çeken can bağdaşmasıdır." Al­
tıncı bölümü söz-akıl ya da söz-kavrayış ilişkisine ayrılmıştır.
Mevlana beşinci bölümde yer alan "insana yolu gösteren
derttir!" belirlemesiyle insan eylemlerinin itici gücünün ya da
çıkış noktasının bizzat insanın öz gereksinmeleri, ereğinin de bu
gereksinmeleri giderme olduğunu dile getirir. Böylece düşünür,
insan eylemlerini akılla ve amaçsallıkla bağlantılandırır.
Mevlana "farklı dinlere inananlar Tanrının birliğini söylüyor­
lar. Yollar ayn; ama maksatlar bir" söylemiyle dinsel hoşgörü
konusunda da birçok düşünürü önceler.
Düşünür "kadın nedir, dünya ne?" diye sorar, yasaklanan şe­
yin istek yarattığını belirtir ve şunları ekler: "Kadına gizlen diye
emrettikçe, onda kendini gösterme isteği çoğalır durur. Halkta
da o kadın ne kadar gizlenirse onu görme isteği o kadar artar."
Mevlana'ya atfedilen birkaç sözü aktaralım: "Cömertlik ve
yardım etmekte akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi
ol. Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol. Hiddet ve asa­
biyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörülülükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün ya göründü­
ğün gibi ol."
Yunus Emre'yi ele alırsak, her etkinliğin çıkış noktası, içeriği
ve ereği olarak gördüğü insanın ilgisizliğine ve bilgisizliğine kar­
şı da yakınmasını açığa vurur. "Canım aşkın külün güne/Ferhat
olup tuttum başım/daim dağlan keserim/Şirin'im hiç sormaz be­
nim" dörtlüğünde Yunus, insana ilişkin yakınmasının yanı sıra,
halk düşünü ve edebiyatı ile heterodoks İslam geleneğini buluş­
turur.
Tasavvuf düşüncesi ve buna bağlı tasavvuf edebiyatımız çok
zengin olmasına rağmen ne yazık ki ülkemizde yeterince tanın­
mıyor ve bilinmiyor.
Bu insancıl ve dünyasal tutum 16. yüzyılda yaşamış, bağnaz-

95
lığa ve baskıya karşı savaşımıyla ünlenerek, bugüne değin özen­
le süreklileştirilmiş olan Pir Sultan Abdal'da da gözlenebilir.
Tasavvuf düşüncesinde Yunus Emre'nin ardından Abdallık,
Bektaşilik, Hurufilik, KalenderTlik, Şemsilik, Kadirilik ve Halveti­
lik gibi birçok tasavvufi hareketin Anadolu'da geliştiğini görüyo­
ruz. Tarikatlar da Osmanlının akılcılık yani Farabi ve İbni Sina
ekolünden ayrılmasından sonra genelde skolastik veya diğer bir
deyimle dinci bir akım içinde seyretmiştir denebilir. Ancak akıl­
cı felsefenin kabul görmemesi ve Türk dünyasında bir tür felse­
fesizleşme görülürken Aleviliğin ve ona bağlı tarikatların ileri bir
akım olarak Anadolu'da görüldüğünü ileri sürenler vardır. Belki
de Aleviliğin geçmiş tarih ve felsefesi nedeniyle 17.-19. yüzyıllar­
da Aleviler Mevlevilik, Halvetilik gibi tarikatlara yakın olmuşlar­
dır. Ancak bazı Alevi grupları bu tür yakınlaşmalara karşı çıkan
bir görünüm sergilemiştir. Alevi topluluklar bu zaman dilimle­
rinde Anadolu'daki şeriatçı çalışmalara karşı durmuştur. Fakat
Osmanlının egemen ideolojisi Alevilik üstüne baskıcı bir zorla­
mada bulunmuştur. Bazı görüşlere göre 20. yüzyılın başında
Anadolu nüfusunun çoğunluğu Alevi Bektaşi geleneğine bağlıy­
ken 21. yüzyılın başında azınlık durumuna düşmüştür.
Alevilik, ona bağlı veya yakın dini görüşlerle tarikatların ve
Aleviliğe karşı olan dini faaliyetlerin Türk felsefi düşüncesine
katkıları veya engellemeleri bu konularda yetkin ve tarafsız bi­
lim adamları tarafından araştırılmalıdır. 2008'e gelindiğinde
"Dünya Ehlibeyt Vakfı Başkanı Fermani Altun gibi Alevi önder­
lerinin, cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması yönünde ta­
lepleri olmaktadır. Alevi yazar İsmail Kaygusuz ise 'Diyanet top­
tan kaldırılmalıdır' talebinde bulunmakta idi."99 Bu sorun bir di­
ni, toplumsal, felsefi bir mesele midir, yoksa cemevlerinin açıl­
masında Diyanet'in katkısının olmaması, devletin bütçesinden
gelen paranın paylaşımı sorunu mudur? Herhalde olay bu kadar

99 Dinç, Gökçen Beyinli, Alevilerin Alevi Sorununa Müdahale, Yeni Aktüel, s. 63,
2008.

96
basit değildir. Ancak Alevi geleneğinden gelen düşünürlerin
Türk felsefi düşüncesine yüzyıllardır, sanatın birçok dalında ol­
duğu gibi, zenginlik getirdiği bilinen bir gerçektir.
Tasavvuf felsefi düşünce açısından ne yazık ki yeterince gü-:
nümüzün toplumuna aktarılmamıştır denebilir. Tasavvufun
Türk felsefi düşüncesine getirdikleri kapsamlı şekilde hem aka­
demik açıdan incelenmeli hem de halkımıza tanıtılmalıdır. Bu
önemli zenginliğimize kitabın genel kurgusu içinde sadece kısa­
ca değinebiliyoruz.

16. YÜZVIL SONRASINDA DiNiN FELSEFEYE ETKiSi


Farabi, İbni Sina, Ahmet Yesevi ve Maturidi Türk felsefi dü­
şünce tarihini günümüze kadar etkilemiş çok önemli Türk düşü­
nürleridir.
Maturidilik daha ziyade Türkler arasında yayılmıştır. O dö­
nemlerde İslam felsefi düşüncesini etkileyen diğer önemli bir ki­
şi İmam Eşari'dir.
Bazı araştırmacılara göre "Müslümanlığın Türk yorumu Ebu
Hanife, İmam Maturidi, Yusuf Hamedani, Hoca Ahmet Yesevi
çizgisindedir. Vahiy, Kuran'ı esas alan bu çizgi, akılcılığı temel
yöntem olarak kabul etmiştir. Diğer bir deyişle Batı Türklüğü,
Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran asli unsur Hane­
fi-Maturidi'dir. Akılcı düşüncenin sonucudur ki 1400 yıllık İslam
tarihinde bütün bilimsel atılımlar, devletler, imparatorluklar hep
Maturidi düşüncenin hakim olduğu bölgelerde olmuştur. Arap
ve Fars topluluklarının geri kalmış olmasının temel nedeni ise
akılcılığı reddeden skolastik yaklaşımlardır." 100

1 00 Erzu rumlu, Prof. Dr. Kenan, i nanç Sistemleri ve Batı Türklügüne Etkileri, Türk
Yurdu, cilt 28, sayı 246, s. 33. Şubat 2008.

97
İslam felsefesi okuryazar Müslümanlar içinde geçmişte derin
bir konu olmuştur. İslam felsefesi Avrupa'yı da etkilemiştir. İs­
lam ve İslam felsefesinin etkilerini yeri geldikçe düşünürleriyle
beraber yansıtmaya çalışacağız. Ancak bu konunun ciltlerle ya­
zılmış ve yazılacak kitaplarla İslam felsefecileri tarafından ele
alınması gerektiğinin altını çizmeliyiz.
Türk felsefi düşüncesini irdelerken Türk felsefesi deyimiyle
Batı felsefesine bağlanmanın, dolayısıyla İslam felsefesi kapsa­
mından çıkmanın ortaya çıkardığı durumun bilincinde olmak ge­
rekir. İslam felsefesi deyimi ortaçağlara bağlı zaman sınırlarıyla
düşünülmeyecekse 20. yüzyıl başına kadar Türk felsefesi kavra­
mı içindedir. Burada söz edilen Osmanlı Devleti'nin siyasi belir­
leyiciliği dolayısıyla İstanbul'un bu felsefenin kültür merkezi ol­
masıdır. Diğer taraftan 20. yüzyılın başlarına kadar gelen bu bi­
rikimin içinde ilk ve ortaçağ itibarıyla Batı ve doğal olarak bütün
İslam dünyası varken Türk felsefesini 20. yüzyılla, daha doğru­
su Cumhuriyet'le başlatmak ve bunu modern felsefeyle, Batı fel­
sefesinin bir koluyla bütünleştirmeye çalışmak felsefi düşünce
dünyamızı daraltmak anlamına gelir diye düşünebiliriz.
Halbuki Türk felsefesinde Ön Türk uygarlığından başlayarak
bugünkü Batı felsefesiyle İslam felsefesinin birikiminin bir arada
olduğunu unutmamak gerekir. Böylece bu, Türk felsefesiyle fel­
sefe tarihi birikimi açısından neredeyse bütün dünyanın felsefe
birikimini zemin olarak kullanan bir felsefe etkinliği gerçekleştir­
mek manasına gelecektir. Ancak Türkiye'nin il. Dünya Paylaşım
Savaşı, NATO'ya, Avrupa Konseyi'ne üye olmak durumu gibi
uluslararası şartlar dolayısıyla gelişen nedenlerle İslam dünyası­
nın merkezliğinden çekilmesi akademik çalışmalara da yansımış
görünüyor. Günümüzde Batılı akademik çalışmalarda Türki­
ye'deki düşünce etkinlikleri İslam düşüncesi içinde değerlendi­
rilmez olmuştur.
Beri yandan bakınca Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin yap­
tığı İslam felsefesi çalışmalarında da benzer bir yaklaşım görü­
lür. Bu çalışmaların işaret edilmesi gereken en önemli özelliği İs-

98
lam felsefesinin klasik çağlarına dair değerlendirmelerinde orta­
ya çıkıyor. M. M. Şerifin yönetiminde hazırlanmış olan İslam
Düşüncesi Tarihi adlı eserde İslam dünyasındaki düşünce et­
kinliklerine başlamadan önce İslam öncesi Hint, Çin İran, Arap,
Süryani ve Yunan düşüncelerine yer verilirken İslam öncesi
Türk felsefi düşüncesi, Ön Türk uygarlığı, Hun Türkleri, Gök­
türkler, Bilge Kagan'ın Orhun Yazıtları yer almıyor. İslam düşün­
cesini Arap ve Arapça merkezli bir oluşum olarak kabul eden
bu ve benzeri yaklaşımlarm karşısına benzer bir ırkçı veya kül­
türel ı rk,.:ılıkla çıkmanın Batı dünyasında felsefi düşünceyi Yu­
nanla özdeşleştirmekten farklı bir yanı olmasa gerektir.
Türk felsefesinde felsefi düşüncenin kökleri bakımından
Türk kültürünün şekillendiği tüm ortamların olabildiğince izlen­
mesi gereklidir. Ancak Türkiye'de İslam öncesi kültürel unsurla­
rın felsefi açıdan ele alınmamış ve alınmıyor oluşu büyük bir ek­
sikliktir. İslam öncesi döneme yönelik felsefi ilgilerin başta Türk­
çe üzerinden yürütülmesi, Türkçenin felsefi kabiliyetini ortaya
koyacak ve sonrasında felsefi kavrayışımızda Türk felsefe adlan­
dırmasını daha özgün hale getirecektir.
Felsefe, anlatmak istediğini ancak kendinden anlayanlara
açar, insandan derinleşmeyi ister, söylenenleri, ileri sürülen fi­
kirleri yorumlayıp değerlendirebilecek nitelikte ve düzeyde do­
nanımlı insanlara hitap eder. Belki de bu tür insanların fazla ol­
maması felsefeyi kitle için, sıradan insanlar için anlaşılmaz hale
getirir. Hele İslam felsefesi din ve dinler tarihi açısından kişinin
bilgili olmasını öngörür denebilir.
Mısır'ın fethinden sonra Yavuz'un lstanbul'a getirdiği ulema­
nın tamamı, tutucu, akılcılıktan uzak Eşari etkisindeki kimseler­
di. Bu tutuculuk Osmanlı İmparatorluğu'nun başkentinde yayıl­
mış ve pozitif ilimler yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. O devrin
çok önemli bir ilim yuvası olan Ali Kuşcu'nun İstanbul'da, Gala­
tasaray'ın altında, Tophane'deki uzay gözlemevi 1580'de bir fet­
vayla yıkılmıştır.

99
IV. Murat döneminde (1623-1640) Galata Kulesi'nden Üskü­
dar Dogancılar'a kadar uçmuş olan Hezarfen Ahmet Çelebi ule­
manın etkisiyle Cezayir'e sürülmüştür.

Rasathane: Şalıinşalıname adlı eserden minyatür (İstanbul Üniversitesi


Kütüphanesi kayıt no: 1404, fol. 57a, 989/ 1581). Devrin önemli ilim yuvası
Ali Kuşçu 'nun uzay gözlemevi-rasatlıanesi 1580'de fetvayla yıkılmıştır.

100
Aynı dönemde ilk roket uçuşunu gerçekleştiren Hasan Çele­
bi gene ulemanın baskısı sonucu yargılanmış ve Kırım'a sürül­
müştür. III. Sultan Ahmet Han ( 1703-1730) döneminde ilk deni­
zaltı Osmanlı'da inşa edilmiş fakat gelişmesi engellenmiştir.
Eşariliğin veya Eşari felsefesinin bağnaz tutucu etkisi sadece
bilim alanında değil toplumsal alanda da olumsuzluklar yarat­
mıştır. Eşari inancının etkisiyle Yavuz Sultan Selim zamanında
"Kızılbaşların katli vaciptir" mealinde fetva verilmesi ve Anado­
lu'daki Türk Alevilere karşı gösterilen acımasız tutum herhalde
araştırma konusu olmalıdır. Çünkü bu katı tutumu mantık çerçe­
vesinde açıklayan bir bulgu yoktur. Osmanlının Hıristiyanlara,
Yahudilere gösterdiği dini hoşgörüyü Alevilere göstermemesi,
nedeni ne kadar siyasi olursa olsun, bugünkü evrensel değerle­
re göre büyük bir yanlış ve talihsizliktir.
Osmanlının çöküş dönemlerinde ve sonrasında Eşari felsefe­
si ve tutuculuğu sonucu, geniş halk kitleleri yüce dinimiz İsla­
mın faziletlerini öğrenmek için kutsal kitabımız Kuran'ı okuyup
anlamaya çalışmadan kulaktan dolma sözlerle dini kendilerine
göre yorumlamıştır diyenler çoktur, İlahiyatçı Prof. Dr Yaşar Nu­
ri Öztürk gibi.
Türklerin Müslüman olmasıyla Türk düşünce sistemi şüphe­
siz dini bir görünüm kazanmıştır. Bu İslami şekillenmeyle "üm­
met" düşünme özellikleri görülmeye başlamıştır denebilir. Bir
ilahiyatçı olan Prof. Dr. Hanifi Özcan'a göre, "böylece, Türk dü­
şüncesi İslamiyet'le nitelendirilmeden önceki geniş açısını ve ki­
şiliğini belli ölçüde kaybetmiş ve öyle görünüyor ki, bu durum
ta günümüze kadar sürüp gelen bir kültürel kimlik bunalımına
ve kimlik arayışına sebep olmuştur." 101
Bugün Türkiye'de yaşanan gerici-ilerici ikilemi ne yazık ki in­
sanlarımızın hala yeterince evrensel akılcı düzeyde eğitileme-

101 Özcan, Prol. Dr. Hanili, ilk Müslüman Türk Devletlerinde "Düşünce", Türkler,
cilt 5, s. 464, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.

1 01
mesinden kaynaklanıyor diye dü­
şünebiliriz. " Eğitim şart!" diyenle­
re katılmamak mümkün değil.
Türkiye'de 2008 Haziran'ında ya­
pılan bir araştırmada okuma yaz­
ma bilmeyen veya ilkokul terk ya
da ilkokul bitirmiş kadınlarda tür­
ban takma oranı %89 olarak verili­
yor. Aynı araştırmada üniversite
mezunu kadınların ise %89'unun
türban takmadığı bildiriliyordu.
Bugün bu kadar teknik olanaklara
rağmen, hala kadın nüfusun
Sultan il. Osman Han.
%20'sinin okuma yazma bilmeme­
si acaba bir toplum mühendisliği
hesabı mı diye insan düşünmek zorunda kalıyor.
Osmanlı felsefi düşüncesinde tehafüt geleneği, Gazali'nin,
kendinden önce yaşamış İslam filozoflarının Allah-insan- varlık
ilişkisi konusunda akıl ve vahyin rolüne dair ileri sürdükleri fi­
kir ve kullandıkları yöntemleri eleştirmek için yazdığı ünlü Te­
hô.fütü '/-Felô.sife adındaki eseriyle başlayan, İbni Rüşd'ün Tehô.­
fütü 't- Tehô.füt kitabıyla devam eden tartışmanın bir uzantısıdır.
Bu tartışmanın esası, Allah, insan ve varlık arasındaki ilişki me­
selesinde, gerçegi aklın mı yoksa vahyin mi belirleyecegidir. Fa­
rabi 'nin akılcılıgı 151 Tde hilafetin Osmanlıya geçmesi ve Arap
ulemanın o tarihten sonra İstanbul'a gelmesiyle 16. yüzyılın son-
!arından sonra giderek silinmiştir denebilir.
Bu görüş farklılıkları günümüzde de devrimci-muhafazakar
veya ilerici-gerici çekişmesi şeklinde sürmektedir. Başlangıç
noktası olarak belki il. Osman Han'ın yenilikçi hareketlere baş­
lamak istemesi üzerine 1622'de çıkan isyanda katledilmesi veri­
lebilir.
Fuat Köprülü'ye göre " İslam dünyasının gelecegi üzerinde
büyük ve devamlı bir tesir yapmış olan Türklerin tarihini bilme-

1 02
den İslam tarihini anlamak mümkün olamayacagı nasıl tabii ise,
İslam tarihi çerçevesi içine sokmadan, orta zaman Türk tarihini
anlamanın mümkün olamayacagı da o kadar tabiidir." 102 Bu ne­
denle Türk felsefi düşüncesini iyi değerlendirebilmek için sade­
ce felsefeci olmak değil, daha önce de değindiğim gibi aynı za­
manda belki Türkolog ve İslamolog olmak gerekir denebilir.
"Bugünkü Türkleri değerlendiren Batılı araştırmacılar bugün ya­
şayan Türkleri İslam'ın şekillendirdiğini ileri sürmektedirler." 103
İslam felsefesi okuryazar Müslümanlar içinde geçmişte derin
bir konu olmuştur. İslam felsefesi Avrupa'ya da etki etmiştir.
Pascal'daki mistik tasavvufi fikirler İslam felsefesinin etkisiyle
yazılmıştır. Dante'de, İspanyol bilim adamı Miguel Asin Palaci­
os'ta, İslamı tetkik etmiş Yahudi asıllı İspanyol düşünürlerinde
Gazali'nin etkisinin gözüktüğü söylenir. Katalonyalı Dominiken
rahip Raimon, Gazali'yi araştırmış, ondan alıntılar yapmıştır.
Mehmet İzzet'e göre Gazali'nin gerek Saint Thomas gerek Alber­
tus vasıtasıyla Leibnitz üzerine etkileri bulunduğu şüphesizdir.
Akılcı felsefenin kabul görmemesi ve Türk dünyasında bir
tür felsefesizleşme göze çarparken Alevilik ve ona bağlı tarikat­
lar, bazılarına göre ileri bir akım olarak Anadolu'da görülmekte­
dir. Belki de Aleviliğin geçmiş tarih ve felsefesi nedeniyle Os­
manlı zamanında, 17.-19. yüzyıllarda Aleviler Mevlevilik, Halve­
tilik gibi tarikatlara yakın olmuşlardır. Bazı Alevi grupları ise bu
tür yakınlaşmalara karşı çıkmıştır. Osmanlının egemen ideoloji­
si Alevilik üstüne baskıcı bir zorlamada bulunmuştur.
2010 yılında "AİHM, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir
Alevi vatandaşın açtığı davada nüfus cüzdanından din ibaresi­
nin kaldırılması gerektiğine karar veriyordu.
AİHM, Türkiye'de nüfus cüzdanlarında din ibaresinin yer al­
masının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin din ve vicdan öz-

102 Fuat Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi, Diy. İş. Bşk. Yay. S. 13, Ankara, 1963.
103 E. Yon Keyserling, Analyse Spectral de L'uerope, s. 1 84 , Plon, Paris, 1965.

103
gürlüğüyle ilgili 9. maddesine aykırı olduğuna hükmetti. Sinan I.
adlı vatandaşın 2008'de yaptığı başvuruyu karara bağlayan mah­
keme, din ya da inancı ifşa etme özgürlüğünün olumsuz bir yö­
nü olduğunu, kişinin din inancını açıklamak zorunda olmadığını
belirtiyordu." 104
Bundan sonra ne olacak? Türk hükümetinin karara üç ay
içinde itiraz etme ve AİHM'nin 17 yargıçlı büyük dairesine gö­
türmek için başvuruda bulunma hakkı var. Ankara bu hakkını
kullanmazsa karar kesinleşecek ve içtihat haline gelecek. Bu da
Türkiye'nin nüfus cüzdanlarındaki din hanesini kaldırmasını ve­
ya alternatif çözümler üretmesini gerektirecek.
Aleviliğin, ona bağlı veya yakın dini görüşlerin ve tarikatların
ve Aleviliğe karşı olan dini faaliyetlerin Türk felsefi düşüncesine
katkıları veya engellemeleri bu konularda yetkin ve tarafsız bi­
lim adamları tarafından araştırılmalıdır.
İslam düşünürleri aklın ve bilimin önceliğini kuramlaştırır­
ken, ortaçağ Avrupa düşünürleri "inanç ve bilginin uyumu" için
uğraşmıştı.
Türkiye'de Avrupa'da olduğu gibi bir "Aydınlanma" yaşan­
madığı için, bu akımlar veya çekişmeler, bırakın felsefi düşünce­
yi etkilemeyi, siyasi iktidar mücadelesi ve devletin kaynakları­
nın kullanılmasında bile önem kazanmaktadır denebilir.
Batı'nın felsefesi ve felsefi düşüncesi bizi ancak 19. yüzyılda
etkilemeye başlamıştır. Günümüzde aydın (!) geçinenlerin ve
felsefecilerin çoğu yüzünü Batı'ya çevirmiştir. Türk felsefi dü­
şüncesine büyük etkisi olan İslam felsefesi ülkemizde günümüz
felsefecileri tarafından yeterince incelenmemiştir. İslam felsefe­
sinin geniş Avrasya coğrafyasındaki Türklere etkisi üniversitele­
rimiz tarafından ayrıntılı olarak akademik çerçevede incelenme­
li ve halka tanıtılmalıdır.

1 04 Vatan gazetesi, s. 5, 3 Şubat 20 10.

1 04
OSMANLl'DA Ci HAN HAKi MiYETi DÜŞÜNCESi
"Cihan hakimiyeti mefkuresi" veya "Kızıl Elma" yani dünya­
ya egemen olma düşüncesi, Osmanlı felsefesinde veya Osmanlı
siyasi felsefesinde önemli yer tutar.
Osmanlı Devleti'nin siyaset felsefesinde İslamiyet öncesi
Türklerde, yani Hunlarda ve diğerlerinde olduğu gibi bir cihan
hakimiyeti düşüncesi devlet felsefesinin temelinde vardı.
Üç kıtada zamanının en büyük imparatorluğunu kuran, fakat
asla sömürgeci olmayan Osmanlı, siyasi istikrarı, toplumsal ada­
leti ve kurduğu devlet yapısının sağlamlığı sayesinde değişik ır­
ka mensup toplumlar ve değişik din ve mezheplerden olan te­
baası arasında uyum tesis etmişti. Osmanlı "nizam-ı alem" şuur
ve iradesiyle, çok becerikli idari yapısı, çok yüksek askeri tekni­
ğe dayalı kuvvetli ordusuyla, fakat aynı zamanda hukuk düzeni,
yani adaletiyle diğer büyük devletlerden ayrılan bir görünüm
arz ediyordu. Esasen bu duruş Selçuklu döneminde de aynı
Türk töresini yansıtıyordu. Osmanlının bu adaletli devlet yapısı
ve hümanist veya liberal diyebileceğimiz, insanlara yönelik şef­
katli ve hoşgörülü tavrı nedeniyle değişik din ve mezheplerden
insanlar ve kitleler çoğu zaman kendi arzularıyla Osmanlı idare­
sine yaklaşıyordu.
Bu siyasi felsefeden dolayı özellikle kuruluş devrinde Bi­
zans'tan baskı ve zulüm gören birçok Hıristiyan kavim, daha
sonra da Katolik baskısından kurtulmak isteyen Ortodoks, Kal­
vanist, Protestan birçok millet mensubu Osmanlı Devleti'ne sı­
ğınmıştır.
Aynı devlet felsefesiyle İslamiyet öncesi veya İslamiyetin ye­
ni yayıldığı dönemlerde Hindistan'ın bazı kısımlarını ele geçir­
miş olan Türklerin orada dokuz asır kalmalarına karşılık, zama­
nının en yüksek teknolojik askeri olanaklarına sahip olan İngiliz­
ler Hindistan'da ancak bir yüzyıl tutunabilmiştir.
Tanzimat ile başlayan ve giderek ağırlaşan manevi değerle­
rin sarsılışı Osmanlının Türk geleneği yerine topluma uymayan

1 05
Batı geleneklerine yönelmesiyle olmuştur denebilir. "Kızıl Elma,
Türk milletinin tarihi ülkülerini temsil eden bir kavramdır. Kızıl
Elma sabit ve belirli bir şey veya yer değildir. Soyut bir ülkü
kavramıdır. Her dönemin kültürü, gerilim gücüne göre onu isim­
lendirir, somut bir hedefle belirler ve anlamlandırır. Ona hiçbir
zaman ulaşılamaz. Kültürün Kızıl Elma hasreti yahut hırsı, her
seferinde ülküsünü yenileyerek toplumu ileri sevk eder. Türk
milletinin yükseliş dönemlerinde 'Kızıl Elma' 'Cihan Hakimiye­
ti Ülküsü' olarak algılanmışbr." 105 Türk tarihinde Hunlardan iti­
baren bir dünya devleti, bir imparatorluk olma ve yeryüzüne
düzen verme ülküsü hep görülmektedir. Tarihçilere göre Türk
hakanları, "güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız" söylemiyle
bu ülküyü dile getirirmiş.
İstanbul'un alınmasından önce Ayasofya Kilisesi'nin önün­
de, elinde altın küre tutan İmparator Justinianus heykeli dolayı­
sıyla bu kent Kızıl Elma diye anılmıştı.
Türklerin Müslüman oluşundan sonra İslamdaki fetih ve ga­
za ruhu Türklerin Kızıl Elma düşüncesini tekrar ateşlemiştir.
19. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu çöker­
ken Türkçü aydınlar bu kavramı yeniden kullanarak bir heye­
can getirmeye çalışmıştır. Ziya Gökalp bu adı taşıyan 1913'te
yazdığı şiirinde, yeryüzündeki bütün Türklerin birleşmesi ve
taklitten uzak bir ulusal kültürün geliştirilmesi ülküsünü, daha
sonraları da ekonomik kalkınmayı "Kızıl Elma" diye tanımladı.
Onun şiir ve yazılarında Kızıl Elma "Türk birliğini" simgeleyen
bir ülküdür. Bugün de bu fikirlerin ortaya atıldığı 1980'lerden
sonra 1984'te birdenbire bugüne kadar Türkiye'nin enerjisini
yönlendirmeye mecbur kaldığı ve otuz beş yıldır süren terör or­
taya çıkmıştır.
Ömer Seyfettin'in 1917'de Kızıl Elma'yı bir hikayesinde ele
aldığını görüyoruz. Yazarın bu hikayesinin kahramanı Kanuni

105 Köseoğlu, Nevzat, Kızılelma. Türkler, s. 857. Ankara, 2002.

106
Sultan Süleyman Han, Kızıl Elma'yı "Hakkın beni gönderdigi
yer" diye tanımlıyordu. Türklerin felsefi düşüncesinde "Kızıl El­
ma" Türklerin birbirlerine kenetlenmesi, bir güç oluşturma ça­
bası olarak karşımıza çıkıyor.
"Elinde altın küre tutan ve Sultan Osman Gazi'den, Sultan il­
i. Murat'a kadar, on iki Osmanlı sultanının seri olarak hazırlan­
mış minyatür tekniğindeki portreleri vardır." 1 06 Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi'nde bulunan ve 1. Ahmet Albümü adıyla ta­
nınan bir albümün içerisinde yer alan bu portrelerin sanatçısı
bilinmemektedir.
Bir tanesinin resmini sundugumuz sultan portrelerinde sultan­
ların ellerinde bulunan altın kürenin, "Kızıl Elma" yani "Cihan ha­
kimiyeti mefkuresi" olduğunu belirtınek gerekir. Bu siyasi felsefe
baglamında imparatorluğun idari yapısı ve ordunun önemi öne
çıkmaktadır. Ancak Osmanlı hiçbir zaman sömürücü veya sömür­
geci, emperyalist olmamıştır. Bilakis gittiği yere su mimarisinden
medreseye, adalete kadar dönemin medeniyetini götürmüştür.
"Kavram, etimolojik açıdan araştırıldıgında, 'Kızıl' kelimesi­
nin Türkmen lehçesinde ve Azerbaycan Türkçesinde de 'altın'
anlamında kullanıldıgı anlaşılmıştır. Gerekli sözlük taramalarını
yapan ve 'Kızıl' kelimesinin Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen
lehçesindeki 'altın' anlamına geldigini bildiren Yrd. Doç. Dr. Ya­
şar Çoruhlu'dur." 1 0 7, 1 08
"Türk mitolojisinde elma agacı, dünyanın ortasındaki jambu
agacıdır. Bu elmaya sahip olmak için Türkler de dahil olmak
üzere, dünyanın dört bir tarafından hükümdarlar gelirler. Elma­
ya sahip olan hükümdarlar dünyaya sahip olacaklardır." 1 09
Türkler arasında altın küre veya kızıl elma, çok eskiden beri,

106 Mahir, Dr. Banu, Elinde Altın Küre (Kızıl Elma) Tutan Osmanlı Sultan Portrele­
ri, Uluslararası 4. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri, Atatürk Kültür Merkezi Baş­
kanlığı Yayınları, Ankara, 2000 .
1 07 Talat Tekin v.d., Türkmence-Türkçe Sözlük, Ankara 1995, s. 269.
1 08 Seyfettin Altaylı, Azerbaycan Türkçesi Sözlüğü 1, İstanbul, 1994, s. 25 1 .
109 O. Ş. Gökyay, "Kızıl Elma Üzerine", Tarih ve Toplum, sayı 25, s. IO, Ocak 1 986.

107
destan ve söylence-
!ere dayanan kadim . W:,
Türk tarihinde, Türk
felsefi düşüncesinde
dünya hakimiyetini
simgelemektedir.
"Kızıl elma eski­
den Türklerde mu­
kaddes ağaç sayılır­
dı. Üç dört bin yıl ön­
ce kızıl elma ağacına
bayramlar düzenle­
nirdi. Kızıl elma kav­
ramını oluşturan ob­
jelerden ilk akla ge­
len elma ağacı veya
ağaç objesidir. Bu­
nun daha soyut gö­
rüntüsü 'hayat ağa­
cı'dır. Kızıl elmadan Kanuni Sultan Süleyman Han
hareketle ikinci obje (elinde kızıl elmayla).

kızıl top 'altıntop' ol-


malıdır. Hayat ağacı kavramı başta Sümerler olmak üzere, Maya­
lar, Hintliler ve eski Mısır'da vardı. Asur Babil metinlerinde
'ölümsüzlük bitkisi' olarak yer almaktaydı." 1 10 Osmanlı İznik ve
Kütahya çinilerinde de "hayat ağacı" sık işlenen bir desendir.
Osmanlı padişahlarının, tahtlarının üzerine ve Divan-ı Hüma­
yun'a asılan küreler de hükümdarlık ve cihan hakimiyeti ala­
metleridir.
Kızıl Elma'nın oluşturduğu felsefe tüm Türk tarih felsefesin­
de veya felsefe tarihinde görülmekte ve izlenmektedir denebilir.

1 10 Gültepe, Necati, Kızılelma'nın izinde, s.7 1 ve 7S.79, Elif Kitabevi, İstanbul,


2007.

1 08
"Osmanlı dünyasında ilk kez Sultan il. Beyazıt ( 1481-1512)
dönemine ait olan bir belgede rastlanan 'kızıl elma' teriminin,
Osmanlıda 17. yüzyılda çok yaygın olarak kullanıldığı bilinmek­
tedir." 1 1 1 , 1 12
Görüldüğü gibi Türkler arasında binlerce yıl geriye giden "Kı­
zıl Elma" kavramı bugün pek bilinmiyor. 1 8. yüzyıldan sonra ya­
pılan padişah resimlerinde kızıl elmaya pek rastlanmıyor.
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve eski Cumhuriyet aşsavcı­
sı Prof. Dr. Nurullah Aydın Türkiye için Milli Güvenlik Strateji­
si adlı kitabı yazarken "Kızıl Elma" öneren bir aydın olarak orta­
ya çıkıyor. Türklerin Küresel Güç Doktrini adlı kitabı oldukça
ilginçtir ve bir yerde yeni bir "cihan hakimiyeti mefkuresinden"
söz etmektedir. Sonuç olarak her büyük devletin olduğu gibi bi­
zim de bir ülkümüz olmalı diye düşünebiliriz, eğer devletin ve
devleti yönetenlerin, büyük devlet olma iddiası varsa. Siyaset
felsefesi açısından oldukça önemli bu olguya birkaç cümleyle
değinmeyi uygun bulduk.
Türkler eğer kendi kültürlerine, kendilerine döner, birleşir
ve Türk töresine sahip çıkarlarsa Kızıl Elma'ya ulaşabilecekler­
dir, denebilir.

OSMAN LICI LI K, ISLAMCI LI K, TÜRKÇÜLÜ K


Osmanlıya karşı Sırpların, Bulgarların ayaklanması, Mora'da,
Girit'teki Avrupa destekli Yunan ayaklanmaları ve milliyetçilik
akımları, Osmanlı'da felsefi düşüncede, daha doğrusu siyaset fel­
sefesi alanında aydınların ve düşünürlerin yeni akımlara yönel-

111 TM Arşivi, E. 1018. Yayımlayan Selahattin Tansel, Sultan il. Bayezıd"m Siyasi
Hayatı, s. 4 ve devamı, İstanbul. 1966.
1 12 Tarihi-i Peçevi, cilt 1, İstanbul. 1281 ( 1864).

109
mesine neden oldu. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük 19.
yüzyılda bu ayaklanmalara ve toprak kayıplarına karşı ortaya atı­
lan ve yeni bir siyaset felsefesi oluşturmaya çalışan akımlardır.
19. yüzyılda İmparatorluğu bir arada tutabilmek için geliştiri­
len "Osmanlıcılık" fikri özellikle Hıristiyan tebaanın Sırpların, Yu­
nanlıların, Bulgarların Osmanlı'dan ayrılmasıyla sona ermiştir.
Bundan sonra "İslamcılık" bir çare olarak öne çıkmıştır. İs­
lamcılık Osmanlının siyaset felsefesinin odağına yerleştirilmeye
çalışılmıştır. Burada belki birkaç cümleyle din ve felsefeye veya
din felsefesine değinmek gerekebilir. "Dinin ve felsefenin farklı
alanlar haline gelmesinden sonra da dinler, dünyayı, varlığı ve
insanı açıklamaya devam etmiştir. Yani din felsefi özünden tü­
müyle kopmamıştır. Dinler, bunu kutsal kitapların emir ve ya­
saklarına, dogmalarına, dinin vahiylerine dayanarak yaparlar.
Oysa felsefe, varlığı akla ve aklın yasalarına göre kavramlarla
açıklamak ister. Din, insanda bulunan mutlak bir güce inanma
ihtiyacına dayanır. İnanç, aklın denetiminin dışında duyulan bir
derin duyguyu ifade eder. Din felsefesinin temel soruları, 'Tan­
rının varlığına ilişkin sorular', 'evrenin yaratılışına ilişkin soru­
lar', 'vahyin imkanına ilişkin sorular'dır." 1 13
Siyaset için siyaset felsefesinde din hep kullanılmıştır. Yukarı­
da felsefecilerden din ve felsefe konusunda verdiğimiz alıntıdan
da anlaşılacağı gibi dinin siyaset felsefesi için kullanılması pek
mümkün degil. Günümüzde de din birçok ülkede siyaset için kul­
lanılıyor. Ancak İslam dininin Osmanlının bir arada kalması için
bir etken olamayacağı kısa zamanda görülmüştür. Batıda Arna­
vutların ayaklanması ve Orta Dogu'da Arapların özellikle 1. Dün­
ya Paylaşım Harbi'nde İngilizlerle birlik olup Osmanlıyı arkasın­
dan vurması "İslamcılık" akımını ortadan kaldırmıştır.
Osmanlı kurucu unsur olan Türke dönmüş ve "Türkçülük"
hareketi Misak-ı Milli sınırlarıyla, işgale uğrayan ülkenin Kurtu-

I 13 Tunalı, Prof. Dr. İsmail, Felsefeye Giriş, s. 27, s. 1 86, Altın Kitaplar, İstanbul ,
2009.

110
luş Savaşı sonucu cumhuriyete gitmesiyle yeni bir siyaset felse­
fesinin başlayacağı bir döneme girmiştir.
Bir önceki bölümde değindigim gibi, şair ve edebiyatçı olan
Namık Kemal, Osmanlının son döneminde Osmanlıcılık, Türkçü­
lük, İslamcılık akımlarından Türkçülük akımının önemli ve etkin
düşünürlerinden biridir.
Namık Kemal'in oglu Ali Ekrem Bey'in Edebiyat Fakülte­
si'nde öğrencisi olan Hüseyin Nihal Atsız, Namık Kemal'in milli­
yetçiliği ve Türkçülügü konusunda bir kitabında şöyle demekte­
dir: "Şu kesinlikle bilinmeli ki, Namık Kemal yurdumuza herke­
sin 'Memalik-i Osmaniyye' dediği bir sırada 'Türkistan' diyordu.
Milletimiz için birçok yerde 'Türkler' deyimini kullanmıştı. Bun­
lar onun şuurlu bir milliyetçi olduğunu göstermez mi ? " 1 14

FELSEFi TÜRKÇÜ LÜ K

Osmanlı İmparatorluğu'nu bir arada tutmaya çalışan akımlar­


dan Osmanlıcılık, Hıristiyan tebaanın ayaklanması sonucu, İs­
lamcılık ise Arapların ayaklanmasıyla son bulmuştur. İmparator­
luğun asli kurucu unsuru Türklere dayanan Türkçülük bir felse­
fi düşünce olarak bu siyasi gelişmeler sonucu ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de, Osmanlı döneminde başlamış olsa da, Türklerin
ülkesinde veya Türk dünyasında yapılan bir felsefe olması Türk­
çülük akımına önem kazandırır. Türk felsefesi Türkiye için bir
varlık, Türk kültürü ve Türkçülük için önemli bir etkinlik ve yay­
gınlık kazandırabilir diye düşünülebilir.
Türk düşünürleri Türkçe düşünüp, Türkçe yazdıgı için, Türk

114 Atsız, Hüseyin Nihal, Türk Tarihinde Meseleler, s. 158- 159, Baysan Yayın, lstan­
bul, 1992.

111
felsefesi biz istesek de istemesek de Türkçülük akımına bir ya­
kınlık içindedir denebilir.
Çağdaş Türk felsefecisi ve düşünürü Nermi Uygur'a göre,
"Türk felsefesi deyince Türklere özgü, Türklüğe yakışan, Türk­
lerce gerçekleştirilen, Türk görüşünü yansıtan bir felsefe söz ko­
nusudur. Öyleyse bu felsefenin değeri Türklüğünden gelecektir;
bu değerin ölçeğinin Türklükte bulunmasından daha doğal bir
şey olamaz. Türk felsefesi, Türk sözcüğünün bütün türevleriyle
Türk'e özgü, Türkçe gerçekleştirilmiş olan felsefedir; Türk'e ya­
kışsa da yakışmasa da, Türk görüşünü yansıttığı savunulsa da
savunulmasa da Türk'ün malıdır." 1 15
Türk felsefi düşüncesi Türkçülüğün ilgi alanı içinde veya
Türkçülük Türk felsefi düşünce yaşamının içinde görülebilir
dersek olayın doğallığını yansıtmış olabiliriz.
Türkçülük hareketinin başlangıç tarihiyle ilgili değişik araştır­
macılar değişik tarihler vermektedir. Felsefi düşünce açısından
belki de Bilge Kağan'ın 732 yılında diktirdiği Orhun Anıtları'nda,
Türk milletiyle ilgili sözleri Türkçülük hareketinin başlangıcı ola­
bilir. Kaşgarlı Mahmut'un şiirleri ve yazıları ve 11. yüzyılda Yu­
suf Has Hacib'in çok önemli eseri olan Kutadgu Bilig'in Türklük
şuurunda çok önemli yeri olduğu söylenebilir.
19. yüzyılda Balkan milletleri ve sonrasında Arapların Os­
manlıya ihaneti, Türk milliyetçiliği hareketinin gelişmesine ve
Türkçülüğe dönüşmesine neden oldu denebilir. Namık Kemal
ve Şinasi'den itibaren edebiyatçılarımız Türk milliyetçiliğin etki­
siyle ağdalı Osmanlıcayı bırakarak yalın Türkçeye yönelmiştir.
Ahmet Refik Paşa Lehçe-i Osmanf adlı çok önemli bir lügat yaz­
mış ve dünyada tek bir Türk dili olduğunu, bunun değişik lehçe­
leri bulunduğunu kaydetmiştir. Ahmet Refik Paşa, milli Türk ta­
rihini tanıtmak için Ebulgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türkf adlı
yapıtını 19. asır yalın Türkçesiyle yayımlamıştır. 1882'de İstan-

1 1 5 Uygur, Mermi, Türk Felsefesinin Boyutları, s. 80, YKY, lstanbul, 2002.

1 12
bul'da Özbekler Tekkesi şeyhi olan Süleyman Efendi çok önem­
li bir yapıt olan Çağatay Sözlüğü'nü yayımlamıştır. 19. yüzyılda
Türk tarihini yazıp okullarda okunmasını sağlayan Süleyman
Paşa milli Türk şuurunun doğmasında önemli rol oynamıştır.
Türk felsefesi veya Türk felsefi düşüncesi açısından Türkçe,
Türkler ve Türkiye açısından Türkçülük ister istemez bir olgu
oluşturur ve önemlidir.
Türkçülük tartışması veya daha doğrusu Türklük konusunda
Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan'ın çok önemli değerlendirmelerine
yer vermek isterim. Prof. Türkkan'a göre, "Türklük kafatası ölç­
mekle belirlenemez. Eğer bir toplumun içindeki fertlerden, kişi­
lerden söz ediyorsak, ' Ben Türküm' demesi, fakat bunu inana­
rak söylemesi, aranacak bir kıstastır. Tek ölçüdür. Kafasının 'do­
likosefal' olması, anadilinin Türkçe olmaması, Hıristiyan veya
Musevi dininden olması, Türkiye'nin dışında yaşıyor olması
Türklük aidiyetini değiştirmez. Tekrar ediyorum, takiyye yap­
madan 'ait olma duygusu' yeterlidir. Ama mesele burada bitmi­
yor. Bir tek kıstas, hatta iki üç tanesi bile bir toplumun milliyeti­
ni tayine yetmez. Şimdi bir toplumun çoğunluğu hem Türkçe ko­
nuşuyorsa, hem dini İslamsa, hem Türkiye-Azerbaycan-Avras­
ya-Orta Asya topraklarında yaşıyorsa, hem tarihi Türk tarihine
bağlanıyorsa, çoğunluğun vücut yapısı beyaz-buğday benizli,
kafası yuvarlak, orta boylu, siyah-kahve renkli saçlı, göz kapak­
lan kah hafif çekik, kah düz, göz rengi ela kahverengi ise, bütün
bu özellikleri taşıyan tek bir millet vardır. O da Türklerdir. " 1 16
Osmanlının son dönemlerinde 19. yüzyılda Osmanlı toplu­
munun bunalımianna çözüm bulmak için Frenkleşme, İslamcı­
lık, Türkçülük, Yeni Osmanlıcılık gibi fikirler ortaya atılmıştır.
"Yeni Osmanlıların renkli simalarından olan Namık Kemal Os­
manlıcılık fikrini Batılılaşmaya karşı savunurken aynı zamanda

1 16 Türkkan, Reha Oğuz, Türkçülük ve Kafatasçılık Tarbşmaları, Türk Yurdu, An­


kara, cilt 27, sayı 243, s. 3 1-32, Kasım 2007.

113
bu konularda hiç bilgisi olmayan toplumda, Türklerin kafalarına
vatan millet gibi konuları sokarak daha sonraki milliyetçi geliş­
meler için yönlendirici rol oynamıştır." 1 17
"Yeni Osmanlılar, özellikle Namık Kemal ve Ali Süavi İslam­
cıların olduğu kadar, belki onlardan daha fazla milliyetçilerin,
Türkçülerin öncüleri sayılırlar." 1 18
Türk tarihinde hiçbir zaman kafatasçı bir ırkçılık yoktur. Yu­
karıda da değindiğimiz gibi, Türkçülük kendi kendine ortaya çık­
mamıştır. Çöküş döneminde Osmanlı İmparatorlugu'nu bir ara­
da tutabilmek için öne sürülen Osmanlıcılık, İslamcılık fikri dü­
şünceleri tutmayınca, toprak kayıpları sonucu devletin asli un­
suru olan Türkler Osmanlının yegane desteği durumuna geldiği
için Türkçülük, bir yerde mecburen oluşan bir felsefi düşünce­
dir denebilir. Namık Kemal de sevgiyle hem vatanını hem de di­
nini müdafaa etmeye çalışmıştır. Türkistan dediği Osmanlı top­
rağını korurken, Türkçülüğü kafatasçı değil vatan sevgisi dolu­
dur. İslamı müdafaa ederken gene sevgi doludur. Namık Ke­
mal'in 19. yüzyılda milli ve manevi değerlerimize sahip çıkış tar­
zı, 21. yüzyılda bize örnek olmalıdır diye düşünebiliriz.

Ziya Gökalp
Ziya Gökalp önemli bir düşünür ve Türkçülük akımının ön­
derlerindendir. "Ziya Gökalp'ın yaşadığı yıllar, Osmanlı Devle­
ti'nin çöküş yılları ve Türkiye Cumhuriyet'inin kuruluşu arasın­
daki, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Milli Mücadeleye kar­
şılık gelen en çalkantılı dönemlerdi. Bu bakımdan Ziya Gö­
kalp'ın sosyolojiye olan ilgisi ülkenin o günkü meselelerin altın­
da yatan gerçek sebepleri anlamak ve çözüm yolları geliştirme
endişesinden kaynaklanıyordu. O sosyal bilimlerin ve sosyolo-

1 17 Oba, Ali Engin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, s. 187, İmge Kitabevi, Ankara,
1995.
1 18 Kara, İsmail, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 22, İz Yayınları, İstanbul, 1994.

1 14
jinin o günkü yaklaşım ve biriki­
mini ülkenin tarihi, sosyal, kültü­
rel ve ekonomik yapı ve şartları­
na göre yeniden yorumlamaya
çalıştı." ı 19
Ziya Gökalp'in felsefe konusun­
daki düşünceleri ilginçtir: "Felse­
fe maddi ihtiyaçların zorlamadığı
ve mecbur etmediği menfaatsiz,
karşılıksız bir düşünüştür. Bir mil­
let savaşlardan kurtulmadıkça ve
iktisadi bir refaha ulaşmadıkça,
içinde muakale yapacak fertler
yetişmez. Çünkü muakale düşün­
Ziya Gökalp. mek için düşünmektir. Halbuki
bin türlü derdi olan bir millet, hat­
ta yemek ve içmek için düşünmeye mecburdur. Düşünmek için
düşünmek ancak bu gereksinimlerden kurtulmuş olana nasip
olabilir. Türkler şimdiye kadar böyle bir huzur ve istirahata ula­
şamadıkları için, içlerinde yaşamını muakaleye vakfedebilecek
az adam yetişebildi. Bunlarda düşünüş yollarını bilemediklerin­
den ekseriyetle dervişlik ve kalenderlik çıkmazlarına saptı-
lar." 120
Ziya Gökalp ekonomik refaha ermiş toplumlarda düşünürle­
rin daha kolay çıkacağını ima etmektedir. Gerçekten de şu anda
bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde felsefe eğitimi görmüş çok
değerli insanlar Ziya Gökalp düzeyine gelememiştir. Ekonomik
refaha ermiş toplumlarda düşünürlerin daha kolay çıkacağını
varsayabiliriz. Düşünürler geliştirdikleri fikirlerle toplumlara ön­
derlik eder ve onları yönlendirirler.

1 1 9 Sağlam, Doç. Dr. Serdar, Türk Sosyolojisinin Kurucusu Ziya Gökalp, Bilim ve
Ütopya, sayı 172, s. 10-2 1 , Ekim 2008.
120 Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları s. 185-186, 5. baskı, İstanbul 2004.

115
Onun Türkçülüğün Esasları adlı eseri Türkçülüğün ve milli
şuurun gelişmesinde olduğu kadar Türk felsefi düşüncesinde de
çok önemli yer tutar.
2011 yılı itibarıyla, felsefi düşüncesiyle topluma katkıda bulu­
nacak fikir adamları yerine, ülkemizde kısır çekişmelerle didi­
şen kalemşorlar medyada ön planda görülüyor.

Yusuf Akçura
Türkçülük akımında önemli
yer tutan Tatar Türklerinden Yu­
suf Akçura'nın 1904 yılında yaz­
dığı " Üç Tarz-ı Siyaset " adlı uzun
makale dönemin düşünce yaşa­
mında etkiler yaratmıştır. Bu ma­
kalede Osmanlı Devleti'nin takip
etmesi olası üç siyaset tarzını ay­
rıntılı olarak ele alıp tanıtmış, de­
ğerlendirmiş ve uygulanabilirlik
olasılıklarını araştırmıştır. Bu üç
tarz-ı siyaset Osmanlıcılık, İslam­
cılık ve Türkçülüktür. Yusuf Akçura.
Yusuf Akçura'ya göre Osman­
lının kötü gidişini imparatorlukta bulunan Müslümanlar "kader"
olarak yorumlamaktadır. " Kadere iman etmek, İslam'ın esasla­
rından biri ise de Akçura'ya göre kader meselesi, gerek İslami­
yet'te, gerek ondan önce veya sonra ortaya çıkan felsefe ve dü­
şünce akımlarında kesin olarak halledilmiş bir mesele degil­
dir." 12 1 Osmanlıcılık Sırp ve Bulgar ayaklanmalarıyla, İslamcılık
akımı ise Arapların ve Arnavutların ayaklanmasıyla son bulmuş
ve Türkçülük ön plana çıkmak zorunda kalmıştır. Cumhuriyet

12 1 Duymaz, Doç. Dr. Recep, Üç Tarz-ı Siyaset ve Düşünce Akımları, s. 32, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2004.

116
gelişen şartlar altında mecburen imparatorluğun kurucusu olan
Türk unsuru ve kültürü üzerinde eski Osmanlı paşaları ve Türk
halkı tarafından Batı emperyalizmine karşı kurulmuştur.
Rıza Nur'un söz ettiği gibi Avrupa'ya giden Osmanlı zamanın­
daki Türkler, oradan kozmopolit olarak gelirlerdi. Ancak Os­
manlıya karşı Balkan ve Arap milliyetçiliğinin gelişmesinden
sonra Avrupa'ya giden Türkler, Türkçü olarak geri dönmektey­
di. Rıza Nur'un bu görüşü bugün için de kısmen geçerlidir. Os­
manlıdaki felsefe eğitimi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte­
si'nde Ahmet Şuayip ve Ziya Gökalp'le önem kazanır. Ali Şir Ne­
vai'nin Türkçülüğüyle 1 7. yüzyılda Vari Mehmet Efendi Türk
milliyetçiliği, 1 9. yüzyılda Veled Çelebi'nin Türkçülüğü farklıdır
denebilir. Ziya Gökalp, Gaspıralı İsmail Bey, Hüseyin Namık Or­
kun, Nihal Atsız, Yusuf Akçura, Alparslan Türkeş, Prof. Dr. Reha
Oğuz Türkkan, Cengiz Aytmatov, Prof. Dr. Turan Yazgan, Türk­
leri, Türk kültür ve sanatını, Türk ülkesini seven Türkçülerin ba­
şında geliyor denebilir. Türkçülükle ilgili felsefi açıdan günü­
müzde ne gibi gelişmeler vardır? Gaspıralı İsmail Bey'in öngör­
düğü dilde, fikirde, işte birlik acaba günümüzde ne düzeyde?
Özgürlüğüne kavuşmuş olan diğer Türk topluluklarında Türkçü­
lük düşüncesi ne düzeyde? En yaygın lehçe olan İstanbul Türk­
çesi bütün Türk topluluklarında ne derecede kullanılıyor? Türk
dünyası Türkçülüğe nasıl bakıyor? Türkçülük Türk toplulukları­
nı Türk birliğine götüreceği için mi Orta Asya ve Türkiye'nin ye­
raltı zenginliklerine göz diken dış güçlerce aşağılanıyor? Gele­
cekte Türkçülük ne düzeyde olacak? Önemini yitirecek mi? Ge­
lecekte Türkçülük uzay çağının bilgi birikimi ve teknik gelişimi­
ni kavrayan, Türk kültür ve kimliğini ve Türk dünyasını tanıyan
ve kucaklayan yetkin ve yetenekli Türklerin başını çekeceği bir
Türkçülük olmalıdır. Türkçü, Türk töresiyle evrensel bilim ve
ilimi kaynaştırabilecek düzeyde olmalıdır. Türkçülüğün hedefi
"çağdaş Türk"ü yetiştirmek olmalıdır. Türkçülük uzay çağına
yönelen çağdaş dünyayla uyumlu Türklüktür. "Evrensel hukuk,

117
bireysel ve toplumsal haklar ve gerçek demokrasi değerlerine
uyumlu ilerici, bir Türkçülük Türk dünyasını muasır medeniyet­
lerin üzerine çıkaracaktır. " Çağdaş, evrensel dünyada çalışma­
dan sadece hamasi nutuklar, boş vaatler ve dinin siyasete alet
edilmesiyle mutlu bir geleceğe koşulamaz. Gerici bir topluma
dönüşüp geri kalınır. Türkçüler, yani Türkiye'yi, Türk sanat ve
kültürünü, Türk dünyasını sevenler dış güçler ve içteki işbirlik­
çilerine karşı başarılı olmak zorundadır. Çünkü yenilgi esaret
demektir, aynı bugün Çin işgalindeki Doğu Türkistan gibi. 2009
yılı yazında Çinlilerin il. Dünya Paylaşım Savaşı'ndan beri işgal
ettikleri Uygur Türklerinin vatanı Doğu Türkistan'da Uygur
Türklerine esaret altındaki kendi vatanlarında yaptıkları son me­
zalimi, özgürlüğe değer veren milletler hiç unutmamalıdır. Tür­
kistan veya coğrafi adıyla Orta Asya'daki özgürlüğüne yeni ka­
vuşmuş Türk devletleri de ibretle Doğu Türkistan'da ezilen Uy­
gur Türklerini ve Kerkük'te Türkmen adı takılan Türkleri unut­
mamalıdır. Gerçekleri görebilmek, çalışmak, öğrenmek, oku­
mak, çalışmak ve çok çalışmak lazım ...

FREN KLEŞME VEYA BATI LI LAŞMA YAN I LG ISI N I


YARATAN FELSEFE N EYD İ?
Osmanlı veya Türkiye 19. yüzyıldan itibaren "Batılılaşma",
" Frenkleşme" çabasına girdiği günlerden bu güne "Aydınlan­
ma"yı gerçek anlamda yaşamamasının sıkıntılarını çekmektedir.
Osmanlının bu Frenkleşme çabasmda bir siyasi felsefesi var
mıydı? Osmanlı yaşam felsefesini gerçekten değiştirmek mi isti­
yordu? Frenkleşme yanılgısını yaratan felsefe neydi? Yoksa ger­
çek bir siyaset felsefesi yok muydu? O dönemin düşünürleri, ay­
dmlan ne düşünüyordu? Osmanlı, Türk-İslam kimli�ini bırakıp
Frenk kimliğine mi bürünmek istiyordu?

118
Sultan il. Mahmut Han, 3
Mart 1829'da yenileşme ha­
reketlerinin başında yeni bir
kıyafet kanunu getirdi. Sarık
ve cübbeyi ancak ilmiye sı­
nıfı giyecekti. Bu yenilikten
ötürü halk Sultan il. Mahmut
Han'a "gavur padişah" ismi­
ni takmıştır.
13 Ocak 1830'da Rusya Bü­
yükelçiliği'nden kaptanıder­
ya olarak İstanbul'a gelen
Damat Müşir Halil Rıfat Pa­
şa'nın "Avrupa'ya benze­
mezsek, Asya'ya çekilme­
mizden başka çare yoktur"
Sultan i l . Mahmut Han.
demesi sonucu, yeniliklere
hız verilmeye çalışılmıştır.
Gazeteler çoğalmış, halkın anlayacağı dille yazmaya önem veril­
miş, Batı musikisi, piyano, bando, tiyatro, opera Batı müziği or-
kestrası, operet gibi şekilci yenilikler gelmiştir.
"Batı dışı toplumların sadece modernleştikleri, ama modern
olamadıkları, yani ancak modernitenin kurumsal alt yapısıyla,
yani modernizasyon eklemlenebildikleridir. Batılı olmayan top­
lumların, hangi adlarla adlandırılmış olursa olsun, yaşadıkları ya
da maruz kaldıkları 'modern' pratikler, tarihsel olarak asla 'çağ­
daş' pratikler olamamıştır. Batılılaşma bu halde zaten, bir 'telafi
edici' ideoloji ve 'tarihsel gecikmişliğin' bir aracı olarak kendisi­
ni kurmuştur. Türk batılılaşması, Osmanlı olarak kalmayı, Türk
olarak kalmayı, Müslüman olarak kalmayı talep etmiştir. " 122

1 22 Çi/ldeın, Ahmet, Batı lılaşma, Modernite ve Modernizasyon, içinde: Modern


Türkiye'de Siyasi Düşünce, cilt 3,Modernleşıne ve Batıcılık, s. 68--69, İletişim Ya­
yınları, 4. baskı, İstan bul, 2007.

1 19
Batılılaşma, Batıcılık ve modernleşme kavramlarında Batı
medeniyetinde akılcılığın özellikle Aydınlanma döneminden iti­
baren felsefi düşüncenin merkez kavram olduğunu vurgulama­
mız gerekir.
Osmanlıcadaki Arapça ve Farsça kelimelerin ayıklanması,
Türkçenin ilerlemesi için 18 Temmuz 1851'de gerekli Türkçe ki­
tapların çoğaltılmasına çalışmak üzere Darülmaarif binasında
Encümen-i Daniş kurulmuştur. Fransız Akademisi'nden ilham
alınarak kurulmuş olan Encümen-i Daniş, Osmanlı Devleti'nde
kurulmuş ilk ilim topluluğuydu. İlk üyeleri arasında Sadrazam
Mustafa Reşit Paşa, Yusuf Kamil Paşa, Arif Hikmet Bey, Sami Pa­
şa, İsmail Paşa, Nazır Molla Efendi gibi isimler vardı. Encümen-i
Daniş günümüzde de devam etmektedir. Encümen-i Daniş'e
benzer bir düşünce grubu olan Çınardibi Grubu siyasetçilerden,
eski milletvekili, eski bakan, ilim adamı, diplomat, emekli komu­
tan, siyaset bilimci, emekli genelkurmay başkanları, üniversite
hocaları ve akademisyenlerden oluşan; dünya, Türkiye ekono­
misi ve siyaset felsefesiyle ilgilenen bir düşünce grubudur. Top­
lantılarına Encümen-i Daniş'i kuran Mustafa Reşit Paşa'nın bo­
ğazdaki Sahil Sarayı'nda devem etmektedirler. Bu muhteşem bi­
na geçmişte Damat Ferit Paşa'ya satılmış. İçindeki 30 bin kitap
ve nadide eşyalarla bina Ocak 1925'te tekrar satılmıştır. Günü­
müzde bu grubun, toplumu etkileyen hiçbir yayını, basına yan­
sıyan bir görüşü yoktur. Üniversite bünyesinde hiçbir ilmi çalış­
ması veya televizyonda bir açıklaması yoktur. Sadece kendi ara­
larında sohbet babında yemekli buluşmalarda bir araya gelirler.
Şüphesiz çok deneyimli olan bu kişilerin topluma hiçbir faydası
olmayan buluşmaları, bu sohbetlerinde felsefi görüşlere yer ve
değer verseler de havanda su dövmekten ileri gitmez denebilir.
Amerika ve Avrupa'daki felsefi düşünceye etkili olan düşünce
gruplarıyla karşılaştırılamazlar, çünkü topluma hiçbir etki ve
faydaları yoktur. Zaten bir konuda bir fikir birliğine varmak gibi
bir hedefleri de yoktur. Bu değerli kişiler fikir ve bilgilerini, de­
neyimlerini yayımlama önerilerine sıcak bakmamışlardır. Ge-

1 20
rekçe olarak aktif siyasete bulaşmak istemediklerini öne sür­
müşlerdir. Bazılarının ekonomi, kültür ve siyaset konularında
yayımlanmış kitapları vardır.
Halbuki "akil adam" denebilecek bu tür kişilerin felsefi dü­
şüncenin ve toplumun gelişmesi için fikir üreten bağımsız dü­
şünürler olabilmesi ve topluma yapıcı katkılarda bulunması,
toplumsal öneriler getirmesi Batı'daki düşünce gruplarından
beklenir.
Cumhuriyet sonrası yeniliklerde de yanılgı kısmen şekilcili­
ğin önde gelmesinden olmuştur denebilir. Akılcılık düşünce
düzeyinde gelişememiş ve bilim halka gerektiği şekilde ulaşa­
mamıştır. Türkiye, Sultan ili. Selim Han, Sultan Abdülmecit
Han, Sultan il. Mahmut Han'ın çabaları sonrasında Atatürk'ün
reformlarıyla akılcılığa ve bilime yöneldiyse de bugün hala
akılcılık ve bilimcilik bakımından evrensel düzeye ulaşama­
mıştır. Türkiye'de bugün çekilen siyasi açmazların yarattığı sı­
kıntının, siyasi tıkanmaların altında bu sorunların yattığını ileri
sürebiliriz.
Son asırlar insanlığın büyük bir kısmı için medeniyet bakı­
mından büyük değişmeler asrı oldu. 19. yüzyılın başından beri
Türkiye için de bu böyle olmuştur. Fransız sosyologu G. Bout­
houl'un dediği gibi "ister en geniş ve aşırı şekil altında, 'autoco­
lonisation', yani kendiliğinden sömürgeleşme, isterse çoğu dü­
şünürlerin kabul ettikleri gibi 'colonisation', yani sömürgeleştir­
me neticesi olsun muhakkak olan bir şey varsa, o da Batılılaşma
hareketinin, Türk düşüncesine modern ve rasyonel bir karakter
ve görünüş verdiğidir. Türkiye 'de Çağdaşlaşma adlı eserinde
Niyazi Berkes ve daha birçok düşünür, Batılılaşma hareketinin
Türk düşüncesini son asırlarda nasıl cezbettiğini, değiştirdiğini
ve 'demokrasi', 'sosyalizm', 'pozitivizm', 'laisizm' gibi birçok Av­
rupai fikir akımları tarafından nasıl etkilendiğini göstermiş bu­
lunmaktadır. Gerçekten Türkçülük, Osmanlıcılık ve İslamcılık gi­
bi yerli fikir akımları, çağdaş Türk düşüncesinde, çeşitli anlam-

121
!arını bugün daha iyi kavradıgımız "terakki", yani gelişme fikir
ve emeline dayanır." 123
1824 Viyana Kongresi'nde Batı Avrupa ülkeleri siyasi ve top­
lumsal düzeni kurmak ve dünya sorunlarını kendilerince düze­
ne sokmak için "Kutsal İttifak"ı kurdular. Bir yandan da Hegel,
Darwin, Comte, Engels, K. Marx, Durkheim gibi düşünürler Av­
rupa'yı ve dünyayı etkiliyordu. Yeni idealler ve ümitler vardı.
Fakat Avrupa tekrar defalarca birbirine girdi. Barış içinde yaşa­
ma zorunlulugu ve düşüncesiyle il. Harp'ten sonra oluşan Ortak
Pazar, Avrupa Birligi'ne dönüştü. Fakat 2008'de Amerika'daki
banka krizi sonrasında, özellikle 2009'un ilk aylarında Sar­
kozy'nin Fransa'yı bu krizden karlı çıkarma çabaları için yaptıgı
girişimler AB ortakları arasında, yani Avrupalılar arasında ulu­
sal devletlerin tekrar birbirine dirsek göstererek çekişmeye baş­
ladıgı izlenimini veriyor denebilir. Kriz derinleşir; Macaristan,
İzlanda, Romanya, Yunanistan gibi ödeme sıkıntısı içine giren
AB ülkeleri çogalırsa acaba Avrupa'da paylaşım kavgası nerede
biter, Fransa ile Almanya arasındaki eski düşmanlıklar tekrar su
yüzüne çıkar mı?
Frenkleşme ve aydınlanma sorunlarını 2008 yılında Truva
Yayınları'ndan çıkan, bu sorunlarla ilgilenen herkese okumasını
önerecegim Türkiye AB Medeniyetler Çatışması 1 24 adlı kita­
bımda ayrıntılı olarak vermiştim. Tanzimat sonrası yenilikçi ha­
reketin bir "Frenkleşme" yani "Batılılaşma" şekline dönüşmesi
büyük bir yanılgıdır.
Bu yanılgıdan kurtulmanın yolu, kendi degerlerimizin kökle­
rini arayarak, onları bulup, üstüne evrensel degerler çerçeve­
sinde yeni yapılar inşa ederek gerçekleşebilir. Kendimize dö­
nüp, kendimizi bulmakla olur. Bu fikri birçok kitabımda kamu-

123 Degirınencioglu, Prof. Dr. M. Coşkun, Mehmet İzzet ve Ulusalcı Sosyal Felsefe­
si, s. 90 Kültür Bakanlıgı Yayınları, Ankara, 2002.
1 24 Poroy, A.Akif, Türkiye AB Medeniyetler Çatışması, Truva Yayınları, İstanbul,
2008.

122
oyuna sundum. Ancak ne destek gördüm ne de birkaç kişi dışın­
da bu düşüncede olan aydınlara rastladım. Herhalde kendi de­
ğerlerimizle evrensel değerleri bir türlü bir araya getiremiyoruz.
Şair Mehmet Akif'in aşağıdaki mısraları bu yanılgıyı ve "kendine
dönüşü" çok güzel açıklıyordu:

"Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için


Kendi mahiyet-i ruhiyeniz olsun kılavuz.
Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz... "

Ancak Akif'in sesine kulak veren pek olmamış veya Akif ken­
dini iyi anlatamamış. Aynı yanılgıyı ve kendine dönüşün, yani
Türk töresine dönüşün kaçınılmaz gerekliliğini anlatacak başka
Akifler çıkacaktır. Değişik konularda yüzlerce konferans ver­
dim, söyleşiler yaptım. Siz ne anlatırsanız anlatın veya ne yazar­
sanız yazın, insanlar kendi algılama düzeylerine göre, anlatılan
ve söylenenin bir kısmını algılayabilmekte ve o oranda sizi an­
layabilmektedir. Bu nedenlerle her şeyden önce insanımızın
eğitim ve düşünce düzeyini yükseltmemiz gerekir.
Aydınlanma yani akılcılığa yönelme çabaları, Cumhuriyet'in
ilk yıllarında Atatürk'ün akılcı ve ilimci yaklaşımıyla yeni bir atı­
lım olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak Cumhuriyet'in başlangıcında da Atatürk gelişme ola­
rak muasır medeniyetleri işaret ederken, "dönemin Adalet Ba­
kanı Mahmut Esat Bozkurt: 'Türk ihtilalinin kararı, Batı medeni­
yetini kayıtsız şartsız kendine mal etmek, benimsemektir. Bu ka­
rar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar,
demirle ateşle yok edilmeye mahkümdurlar" l 25 diyordu. Ka­
nımca bu tür "Batılılaşma" heveslisi olmak Tanzimat'taki Frenk­
leşme yanılgısının benzeri bir büyük yanılgıydı. Bu ne demekti?

1 25 Aydın, Nurullah, Türkiye 'nin Milli Güvenlik Stratejisi, s. 34 1, Kum Saati Yayın­
ları, İstanbul, 2008.

1 23
Yani Türkiye binlerce yıllık Türk töresi ve İslam üzerine kurulu
kimliğini kendi isteğiyle bırakıp, antik Grek, Roma ve Hıristiyan
değerleri üzerine kurulmuş Avrupa kimliğini mi alacaktı? Tarih­
sel, dinsel ve toplumsal olarak mümkün olmayacak böyle bir
kimlik değişimini halka sunmanın anlamsız olduğunu halk tüm
seçimlerde ortaya koymuştur. Ancak bu durumun anlamsızlığı­
nı anlayacak ve anlatacak düşünürler ve siyasiler bulunmadığı
için Türkiye siyasi açmazlara mahküm edilmektedir. Bu olguyu
"aydın" olması gerekenler de anlayamamış ve değerlendireme­
mişlerdir. Aydın olması gerekenler ise sadece biraz "mürekkep
yalamış" kişiler olarak kalmış, topluma faydalı olamamışlardır.
Bu değerlendirmeleri algılayamayanlar, bir bakıma gerçeği göre­
meyenler Tanzimat'tan beri, ülkenin felsefi düşüncedeki açma­
zını, yanılgısını değerlendirebilecek kültür ve tarihi bilgiden
yoksun görünüyorlar.
Halk kitleleri ise seçim sonuçlarına bakılırsa, Batılılaşmayı
kabul etmemiştir denebilir.
Yazgı Kimlik ile Tasan Kimlik Arasında Türkiye 'n in Avru­
palılaşması başlıklı çalışmasında siyaset felsefecisi akrabadan
Prof. Dr. Ali V. Turhan bu konuyu çok ustaca irdelemiştir. Ali
Turhan'a göre, denilebilir ki, "yeni Türkiye'nin ortaya çıkışı Av­
rupalı olmayan bir ülkenin Avrupalılaşmak için ilk istençli çaba­
sıdır ve bu haliyle özel bir önem kazanmaktadır. Türkiye'nin
Avrupalılaşması, Avrupa Tini'nin sadece Avrupalının malı olma­
dığının, evrensel insanlığı kucakladığının kanıtıdır. Avrupalılaş­
manın evrensel önemi Avrupalıları, Avrupalı olmayanların Av­
rupalılaşması ve Avrupa'nın dönüşümü hakkında daha derinle­
mesine düşünmeye ve böylece Avrupa Birliği'nin -bambaşka
bir anlayış ile- geleceğine katkıda bulunmaya sevk etmelidir.
Çünkü Avrupalı olmayanlar hakkında düşünmek Avrupa için
yararlıdır, Remi Brague'ın da anımsattığı gibi, unuttuklarını onla­
ra anımsatır: Avrupa, sürekli bir kendi kendini Avrupalılaştırma
hareketinden başka bir şey değildir ve Avrupa'yı Avrupa olarak
kuran Avrupalılaşmadır. Avrupa'nın asıl dönüşümünün gerçek-

124
leştiği yer burasıdır. Avrupalılaşmanın içindeki evrenselleşme
yükü, sadece Avrupalıların malı olursa gücünden ve inandırıcı­
lığından çok şey yitirir." 126
Son yıllarda AB ilişkileri çerçevesinde Türkiye'ye karşı kab­
laşan, sertleşen bir Avrupa nedeniyle, hele 2008 Eylül'ü ekono­
mik krizinden sonra, Avrupa'nın entelektüel çevrelerinde bile
201 1 yılı itibarıyla Türkiye'nin Avrupa'ya yaklaşma çabası karşı­
lık bulamayacaktır diye düşünebiliriz. 2009'da Obama İstanbul'a
geldiğinde Türkiye'nin AB'ye girmesi gerektiğini söylese de,
AB'den bu konuda olumsuz tepkiler anında geliyordu.
Varsayalım biz Türk İslam kimliğimizi bırakıp Avrupalı olma­
ya karar verdik, acaba Avrupa bizi kabul edecek midir? AB ha­
yaliyle verilen tavizler sonucu tarımı ve sanayi üretimi gerile­
yen, gümrük birliği sonucu ithalatlarla Avrupa'nın sömürgesi
durumuna düşen Türkiye'de, tüm Avrupalı liderler defalarca
"Türkiye'yi AB'ye almayacaklarını" ifade ettikleri halde, biz bu
gerçeği acaba neden anlamıyoruz? Bu soruya cevap olarak bir
gazeteci şöyle diyordu: "Türk milleti; ekonomik sorunlarla bo­
ğuşması nedeniyle gerçeklerden uzak tutulmakta, bilgilendiril­
memekte, geleceği ile ilgili alınan kararlardan habersiz bırakıl­
maktadır." 127
Ruslar Hıristiyan olduğu ve Avrupa topraklarında yaşadıkla­
rı halde, Avrupa onları da çarlık döneminden beri dışlamakta­
dır. Artık düşünürlerin, aydınların ve siyasetçilerin akılcı olup,
bu gerçekdışı ve gülünç Bablılaşma saplanbsından ve yanılgısın­
dan kurtulması gerekir. 200 yıldır süren Bablılaşma çabası bü­
yük bir yanılgıdır.
"Bablılaşmacı görüşün Türk toplumunun çogu sorunlarını
yanlış yansıttığını, yetersizliğini kabul etmek zorundayız. Türk
toplumunun sosyoekonomik yapısını tarihsel plandaki yaşanmış-

126 Turhan, Prof. Dr. Ali. V., Fenomenolojik Bir Sorun Olarak Avrupa'nın Dönüşü­
mü, Dost Yayınevi, İstanbul, 2007.
127 Birand, M.A., Türkiye'nin Büyük Avrupa Kavgası, Doğan Kitap, İstanbul, 2005.

125
lığını dikkate almayan girişimler toplumu ve içindeki insanları
çarpıtmaktan başka bir işe yaramamıştır. Burjuvası olmayan bir
toplumda burjuva dünya görüşünü uygulamaya çalışmakla ne
bir burjuva sınıfı yaratılabilmiş ne de burjuva dünya görüşü -bü­
tün boyutlarıyla- yerleştirilebilmiştir. Toplum kendine yabancı­
laştırılmış, iktisadi yapısında zorla ortaya çıkarılan çarpıklıklara
uygun, ama tarihsel ve sosyal gelişimine yabancı bir ideolojinin
arkasından gitmeye mahkum edilmiştir. 2010 Eylül'ünde referan­
dumda çıkan "evet" Avrupa'ya "hayır" anlamına geliyor şeklinde
de yorumlanabilir. Türkiye'nin ve insanının gerçeklerine hiç
ama hiç uymayan bir ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuksal dü­
zeni ona zorla kabul ettirmeye uğraşmak, günümüzdeki bütün tu­
tarsızlıkların nedenidir. 12 Haziran 2011 seçiminde hükümetin
%50'den fazla oy alması, AB yerine Ortadoğu'ya yönelen hükü­
metin bu politikasını halkın onayladığı anlamına mı geliyordu?
"Batılılaşma, iktisadi plandaki sömürünün üstünü örtmeye
yarayan bir şaldır aslında. Ne var ki, yeni ortaya çıkan bu bilim­
sel gerçekler, düşünce dünyamızda kolay kolay kabul edilme­
mekte, tepkiyle karşılanmaktadır." 1 28
"Biz Avrupalı olalım mı? AB'ye girelim mi? Bizi alacaklar
mı?", diye ne yapacağımızı bilemezken, "AB'nin Lizbon Antlaş­
ması gerçek bir Avrupa Birliği oluşturmanın, yani ABD gibi bir
birliği oluşturmanın pek gerçekçi olmadığını ortaya koydu dene­
bilir. " 1 29 2008 Mayıs'ında Gürcistan'ın Güney Osetya'ya saldırısı­
na Rusya'nın şiddetli tepkisi karşısında AB'nin siyasi ve askeri
bir varlık gösterememesi ve Rusya'nın "tek kutuplu dönem bit­
miştir, tek kutbun karşısında artık Rusya bulunmaktadır" şeklin­
deki meydan okuması, dünyadaki dengeleri değiştirmiş ve Tür­
kiye'nin önemini artırmıştır. Tabii bunu anlayabilirsek!

128 Tanilli, Server, Uygarlık Tarihi, s. 442443, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2006.
1 29 Poroy, Dr. Mehmet Akif, Avrupa Birliği Hukukunda Lizbon Antlaşmasının Ge­
tirdigi Yapısal Degişiklikler ve Genişleme Sürecine Etkisi, doktora tezi, Marma­
ra Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 201 1.

1 26
Rusya'nın bu askeri tepkisi ve 2008 sonunda ABD'de baş gös­
teren banka krizi ve sonucunda 2009'da dünyayı saran ekono­
mik kriz küreselleşmeyi, yani ABD'ye bağımlı tek kutuplu dün­
yayı bitirmiştir denebilir.
Rusya da Türkiye gibi, yukarıda değindiğim şekilde tüm tari­
hinde Avrupa'dan dışlanmıştır. Bu iki ülkenin eşitlik ve dostluk
çerçevesinde ticaretini ve ilişkilerini artırması ve Avrupa'ya kar­
şı duyduğu "Batılılaşma" kompleksinden kurtulabilmesi, her iki
ülke halkının refahını sağlayacaktır diye düşünebiliriz.
Türkiye artık kendi gücünün farkına varmalıdır. Türkiye eş­
siz jeopolitik özelliklerini kullanmasını bilmeli, Türk gelenek ve
görenekleri, binlerce yıllık "Türk töresi" yani adalet, eşitlik, hoş­
görü ve faydalılık ilkeleriyle, evrensel demokrasi, teknoloji, ev­
rensel hukuk, ilim, bilim ve insan hakları kavramlarının içini
doldurarak birleştirmesini becerebilirse, kısa zamanda ilerleye­
rek bir dünya devleti haline gelebilecektir. Törelerimize uyma­
yan taklitçilik sadece bir yanılgıdır.

127
111. BÖLÜM

AKI LCI LI K VE AYDI N LAN MAYA YÖN ELM E


Her ne kadar İbni Sina'nın "akılcılığından" Türk felsefi dü­
şüncesinde sıkça söz edilirse de, "Aydınlanma"ya yönelme Av­
rupa'dan başlar. Avrupa'nın "Aydınlanma"ya gelmeden önce
Sokrates öncesi felsefecilerden Xenophanes'ten Thales'e, klasik
Helen döneminde Sokrates, Platon, Aristoteles'ten Roma döne­
minde Cicero, Seneca, skolastik dönemde Pierre Abelard'tan
Aquinli Thomas'a Rönesans düşünürleri üzerinden uzun bir
yoldan geçtiğini belirtmeliyiz.
Kadim Hindistan'ın Vedleri ve Budizmi, Çin'in Konfüçyüs öğ­
retisi, Tao, Tantra kadim Uzak Doğu'dan yansıyan aydınlanma
öğretileridir.
Aristoteles'te edilgen olan "bireysel akıl", İbni Sina'da "et­
ken, asıl biçim, kavrayışın etki biçimi" olan genel akla "insansa­
lın tekil olmayan başına" dönüşür. Böylece İbni Sina, aklı salt
bilgiye yetenekli akıl olmaktan çıkarıp, aynı zamanda "bilgi bi­
çimlendirici" akla dönüştürerek, Aristoteles'i aşmış olur; çünkü
"aklın insansal bütünlüğü veya birliği düşüncesi, "köleleri konu­
şan araç", "Yunan olmayanları köle" olarak gören Aristoteles'te
henüz yoktur.

1 29
1- 19. yüzyılın başında Hegel bir başka çözüm yolu gösteriyor­
du. Akıl alanını genişletmek, daha kapsayıcı bir mantığın ya­
ni diyalektigin yardımıyla akılcılığı yeniden canlandırmak...
"Diyalektik terimi yeni degildir. Henüz geleneksel mantık
kurulmazdan önce, Eflatun diyalektigi "eytişim, tartışma
ve konuşma sanatı" olarak anlıyordu." 130
2- "Epikuros ve Lukretius, Rabelais ve Montaigne, Descartes
ve Diderot, Voltaire ve Ansiklopediciler, Marx ve Darwin
gibi akılcılar her çagda hep hor görülmüş ve iftiraya ugra­
mışlardır. Özgür düşünceyi her şeyin üstünde tuttukların­
dan ötürü hep bozgunculuk ve ahlaksızlıkla suçlandırıl­
mışlardır. Sanki erdem yalnız bilgisizlikle (o kutsal bilgisiz­
likte!), ahlak ise yalnız alıklıkta bulunurmuş gibi!" l 3 1
3- Dünyayı anlama yolunda kişioglunun gösterdigi b u çaba­
ya çizilen her sınır, gerçegi ararken daha derine ve ileriye
gitmesini önleyen her yasak, bizi çözülmez sırlara ve öz­
gür eleştirinin yerini alacak akıl dışı inançlara baglanmaya
çagıran, bilimi dogmalar önünde egilmeye zorlayan her
hareket, insanların kurtuluşunu tarih boyunca köstekle­
mekten başka bir şeye yaramamıştır. Akılcılığın, akla ve
bilime yaslanan çabaların cesaretini kırıcı hiçbir sınır ve
yasağı tanımaması bundandır.

İslam düşünürleri aklın ve bilimin önceliğini kuramlaştırır­


ken, ortaçag Avrupa düşünürleri "inanç ve bilginin uyumu" için
ugraşmıştır.
Düşünür "Bloch'un dile getirmeye çalıştığı bagdaşımcı, insan­
cıl ve eşitlikçi egilim, Anadolu'da özellikle Babai hareketi ve baş­
kaldırısıyla belirginleşmeye başlamış, Yunus Emre'nin kişiligin-

130 Rene Maublanc, Marcel Cachin, Sosyalizmin Işığında Felsefe, Bilim ve Din, s.
20. Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2009.
131 Rene Maublanc, Marcel Cachin, Sosyalizmin lşığında Felsefe, Bilim ve Din, s.
70, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2009.

1 30
de önemli temsilcisini ve düşünürünü bulmuş, Mustafa ve Tor­
lak Kemal'in katkılarıyla savaşımcı bir nitelik kazanmıştır." 132
Yukarıda da degindigimiz gibi, böylece İbni Sina, aklı salt bil­
giye yetenekli akıl olmaktan çıkarıp, aynı zamanda "bilgi biçim­
lendirici" akla dönüştürerek, Aristoteles'i aşmıştır.
Bloch gibi bazı Batılı düşünürlere göre İslam muhafazakarlı­
gı "dinden bilime geçişi" cesaretlendiren düşünürlerinden öç al­
mıştır. Bu çerçevede, örnegin, İbni Sina'nın Felsefi Ansiklope­
di'si Bagdat halifesinin buyruğuyla yakılmıştır. Üstelik daha son­
ra ortaya çıkan nüshaları da aynı yazgıdan kurtulamamıştır.
Bloch'un anlatımına göre, özgün metnin tümü degil, sadece
"parçacıkları" bugüne ulaşmıştır.
İbni Rüşd'ün yapıtları, daha bu filozof yaşarken 1 196'da ya­
kılmış, "hem bu filozofun felsefesinin hem de Yunan felsefesinin
ögrenimi yasaklanmıştır". Bu filozofun memleketi olan Kordo­
ba'nın halifesi, "Tanrı, cehennem ateşini 'hakikat salt akılla bu­
lunabilir' diyenler için öngörmüştür" diye fetva vermiştir. Des­
tructio philosophorum adlı yapıtıyla "dönek ve mistikçi" El Ga­
zali'nin İbni Sina'ya ve felsefeye karşı başlattığı karşı saldırıların
anılan düşünürlerin kovuşturmaya ugratılmasında, yapıtlarının
yakılmasında ve sürgüne yollanmasında ve bunların dogal bir
sonucu olan dini muhafazakarlıgın başlamasında payı olmuştur.
Dogu felsefesi Batı'da, doğa bilimleri özellikle Galile davasın­
dan sonra İtalya'da tehlike olarak görülmüştür.
Bloch, "doğuda tarikatların 'İslam'ın hakiki felsefi hareketini'
oluşturamadıklarını, İslam kültürü içerisinde hakiki felsefeyi İb­
ni Sina ve İbni Rüşd'ün geliştirdiğini" yazar. Alman filozofa gö­
re, dini muhafazakarlık "akla karşı duyduğu kin ve öfkesini bu
iki düşünürün yapıtlarında gidermiştir ve böylece ışıgı da sön­
dürmüştür." 133

132 Bloch, Ernst, "Aristotelesçi Sol": Düşünsel Geçişimler ve Çokseslilik ve Kültür


Çevresi, Felsefe Logos, Diyalektik ve Yöntem, s. 199 Fesatoder Yayınları, İstan­
bul, 1-2, 2008.
133 Bloch, Ernst, Avicenna Und Die Aristotelisch Linke, 25.

131
Aydınlanma geleneği içinde doğan Friedrich Nietzsche "Ay­
dınlanma"nın akla verdiği güveni sorgulayan, dünyaya özne
nesne bakma biçimindeki Kantçı ve Descartes'çı spekülasyona
karşı sadece nesneyi öznenin üzerinde bir etki olarak gören bir
anlayış ortaya koyar.
Nietzsche yorumunda, dünyanın verili bir anlama ya da he­
defe sahip olmadığını, insanın bu kaotik yapıda sonsuz döngü­
lerle ve kendini gerçekleştirecek güç istenciyle donanımlı oldu­
ğunu söyler.
Nietzsche üst-insan fikriyle, insani dibe çekilişin üstesinden
gelerek yüceleşen bir kişilik hayali kurgular. Onun özel bir insan
türünü tasarlayan üst-insan fikri, Martin Heidegger ve Jean-Paul
Sartre gibi varoluşçu filozoflar üzerinde olağanüstü etkiler bırak­
mıştır.
Akılcılık ve aydınlanmaya yönelmeyle çağdaşlık ve modern­
lik kavramları ülkemizde oldukça karmaşık gözüküyor.
"Türkçede çağdaşlaşma, batılılaşma, sanayileşme terimleri­
ne eş manada kullanılan modernleşme, batılı toplumların dışın­
da kalan diğer toplumların, batılı toplumların sağladıkları geliş­
mişlik düzeyini model alarak girdikleri değişim sürecini tanımla­
mak için, yine batılı toplumbilimciler tarafından oluşturulmuş
bir kavramdır. Modernleşme ile Avrupa da uzun yıllar boyunca
ve iç dinamiklerin etkisiyle siyasal, toplumsal kültürel ve ekono­
mik gelişmelere dayalı olarak, kendiliğinden oluşan bir değişim
süreci ve bunun sonrasında oluşan yeni toplumsal hayat ve ör­
gütlenme biçimleri tanımlanır. Burada eskiye karşı çıkılarak, on­
dan uzaklaşma ve yeni olana yönelme anlayışı hakimdir." 134
"Latincede moda 'tam şimdi, bugüne ait' anlamına gelmekte­
dir. " 1 35
"Modernleşme fikrinin temelinde yer alan ve Rönesans'a ka-

134 Kongar, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kita­
bevi, İstanbul, 2004.
135 Türköne, Mümtazer, Siyaset, s. 484, Lotus Yayınevi, Ankara, 2003.

132
dar götürülebilecek bir özellik olan sekülerleşme skolastiğin bir
eleştirisi ve dinsel önceliğin, bilimin ve aklın yol göstericiliğine
devredilmesidir. Arbk din, toplumun temelinde baş öge olarak
yer almayacaktır. Sekülerleşmeyle beraber toplumsal yaşamın
temellerinin yalnızca bilimsel temeller olabileceği kabul edilme­
ye başlanmıştır. Laikleşmiş modern toplumun başlıca iki özelli­
ği, çoğulculuk ve bireyciliktir. Çoğulculuk toplumun değişik halk
kesimlerinden oluşmasına ve bunların uyum içerisinde aynı
haklara sahip vatandaşlar olarak yaşamasına dayanır. Bireyci­
likle ise kişi, kendi yaşamından sorumlu ve kendi yaşamını yön­
lendiricidir. Bireyin özgür ve bilinçli olması kendi yaşam biçimi­
ni tayin hakkını sağladığı gibi başkalarının da hakkına saygıyı ge­
rektirmektedir. İnsanı merkeze alan bireycilik, insan hak ve öz­
gürlüklerini temel amaç olarak görmektedir. Laik toplum düzeni
temeline dayalı olarak inanç, düşünce ve ifade hürriyetine yer
veren modern demokratik düzenler, her inanış ve düşüncenin
örgütlenmesine imkan vermektedir."ı 36
" Modernleşme, ekonomiyi, siyaseti, inanç sistemlerini, kül­
türü kısaca toplumun tamamını kapsayan toplumsal bir süreç­
tir. " 137
Bunun yansımasını İstanbul'da görebiliyoruz. Türkiye'de ör­
neğin İstanbul'a her yıl, yanlış toplumsal politikalar sonucu, 400
bin kişi göç etmektedir. Her yıl birçok modern bina inşa edili­
yor. Ev aletlerine, konforlu yaşama önem veriliyor. Ancak gö­
rüntüdeki bu modernitenin insanların beyinlerine pek yansıma­
dığı izlenimi doğmaktadır.

136 lbrahim Kafesoglu-Mehmet Saray, Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Temeller, lstan­


bul, 2002.
137 Arslan, Ali, "Türkiye'de Modernleşme Sürecinde Atatürk Ve Türk Ordusu",
Atatürkçü Bakış, sayı 3, s. 59, Uludağ Üniversitesi Yayını, Bursa, 2004.

133
BATl'DA AYDINLANMA VE ÇAĞDAŞ FELSEFE
Aydınlanma dönemi çağdaş felsefenin temelini oluşturabile­
ceğini ileri sürebileceğimi� Rönesans felsefesiyle başlar denebi­
lir. Aynı dönemde bizde, Osmanlı'da ilim ve bilimde ve felsefe­
de geriye dönüş veya geriye gitme, Farabi'nin akılcılığından
uzaklaşma başlarken Avrupa'da akılcılığa yönelmeyi izliyoruz.
Rönesans felsefesiyle gizemciliğe, teolojik ve skolastik düşünce­
ye bir karşı çıkış görülür. Bu dönemden sonra düşünmeye
önem veriş eleştirisel düşünce, otorite ve geleneğe karşı başkal­
dırı söz konusudur. Avrupa'da kiliseyle devlet arasındaki çatış­
ma devletin ağırlık kazanmasıyla kendini belli eder. Aydınlanma
düşüncesi kendisinden sonra gelecek dört temel devrime yol
açacaktır. Bunlardan ilki bilimsel devrimdir. Bilimsel devrimi
ise Newton adında bir fizikçi başlatmıştır. Newton fiziği tabiat
olaylarının neden-sonuç ilişkilerine oturtarak, bunları belirli ka­
nunlara bağlamış, bu da tabiattaki değişimleri tanrının iradesine
dayandıran Hıristiyan teolojisini temelden sarsmıştır. Bilimsel
devrimle, Tanrı ve melekleri tarafından yönetilen bir doğadan,
kendini düzenleyen bir doğa anlayışına gelinmiştir.
Kant "ne bilebiliriz? Ne yapmalıyız? Neye inanabiliriz?" diye
soruyor. Modern felsefenin kurucusu diyebileceğimiz Rene
Descartes, "felsefe bize her konuda gerçeklik çerçevesinde fikir
yürütmemizi öğretiyor" diyor.
Aydınlanmanın yol açtığı bir diğer devrim ise siyasal devrim­
dir. Siyasal devrimle birlikte, demokrasi akla uygun tek yönetim
biçimi olarak belirecektir. Buradan itibaren demokrasi modern
devletin en temel unsuru olacaktır. Burada önemli olan iktidarın
temelidir. Bu temel ise sadece halka dayanmakta ve akla uygun
olmaktadır.
Aynı dönemde Osmanlı'da ise 151 Tde Mısır'ın fethi sonra­
sında Kahire ve Mekke'den payitaht İstanbul'a gelen Arap ule­
mayla birlikte Osmanlı'da Farabi ve İbni Sina'nın akılcığı yerine,
Molla Fenari'nin mantıkçı felsefesi yerine Batı'daki kilise türü

1 34
muhafazakar tutucu görüşler felsefe dünyamıza hakim olmuş­
tur.
Avrupa'da kilisenin insanlar üzerindeki otoritesi zayıflarken
ve insanlar birey olma yoluna girerken bağımsız düşünce felse­
fede yer etmeye başlamıştır.
Bu değişim içinde yeni akımlar, metafizik düşünceler yerine
evreni dünyanın gizemini anlamak için gözlemler ve onların so­
nuçları üzerinde mantıksal bir felsefeye yöneldiler.
Çağdaş felsefenin temeli veya ruhu şüphesiz Aydınlanma dö­
nemiyle başlamıştır denebilir. Bu bağlamda yeniçağ tarihi diye­
ceğimiz dönemde mutlak otoriteye karşı eleştirisel bir düşünce­
nin yükseldiğini görüyoruz. Özgürlük istemleri bu düşünce ve
felsefi uyanışın Aydınlanma'ya giden temeli olarak görülebilir.
Demokratik düşünce tarzı ve o yönde kurumsal eğilimler,
hak eşitliği, sosyal adalet, bireycilik ruhu bu dönemden itibaren
önem kazanır denebilir. Çağdaş felsefenin bilgi kaynağında akıl­
cı düşünceyi görüyoruz. Vahiy veya otorite yerine bilgiye daya­
nan akılcılık söz konusudur. Bugün bizim toplumumuza baktığı­
mızda 21. yüzyıl başında toplumun bireylerinin birçoğunun iç­
güdüsel ve mistik bir tutum içinde, bilgi ve akılcılık dışında ka­
rarlara vardığını görüyoruz. Eylül 2010'da ülkemizde gerçekleş­
tirilen referandum öncesi değişik TV kanallarında yapılan söyle­
şiler çok ilginçti. Canlı yayında bireylerin verdiği cevaplar; evet
veya hayır yönünde, hiçbir mantık ve menfaat çerçevesinde ol­
madan 500 yıl öncesinin Avrupalısı gibi hislere, içgüdülere da­
yanan mantık ve akıl dışı cevaplar felsefi düşünce açısından he­
pimizi düşündürmelidir. Yani akıldan, bilgiden fazla sezgiyle in­
sanların karar verdiklerini izliyoruz.
Kuşkuculuk ve gizemcilik görgücülük veya akılcılık alanları­
na kaynak olmuştur. Bilim reformcularının başında gelenlerden
Francis Bacon skolastik felsefeye, antik otoriteye Aristoteles ve
antik Grek felsefesine karşıdır.
"Çağdaş felsefe, bilgi kazanımı konusunda insan zihninin gü-

135
cüne olan inanç ile başlar; şimdi bu konuda yalnızca şu sorular
çözüm beklemektedir: Bilgi hangi yöntemle elde edilebilir ve
onun sınırları nereye kadar uzanmaktadır?" l 38
20. yüzyılın diğer önemll bir felsefi akımı varoluşçuluktur.
Varoluşçuluğun anlamı teknik felsefeye olan katkılarında değil,
çağdaş kültürün egemen ruhu için bir söylem niteliğinde olma­
sında yatmaktadır. Varoluşçuluk için tüm insanları hiçliğe indir­
geyen bir nihilizm yani "hiççilik" felsefesi de denebilir. Diğer bir
açıdan bakarsak varoluşçu felsefe günümüzün kültürel buhranı­
na bir tür yanıt niteliği taşımaktadır da denebilir.
Heidegger varoluşçuluğun da temel sorunu insanın yaşam
ve varlıkta yoğunlaşmış olarak, onun zaman içinde ve tarihte
gösterdiği karakterini göz önünde bulunduran varlık sorunudur
der. Jean Paul Sartre, Heidegger'in öğrencisi olarak Alman varo­
luşçuluğunun etkisi altında kalmıştır. Sartre'a göre varoluşçuluk
uyumlu bir Tanrıtanımazlık konumunun tüm sonuçlarını ortaya
koyma çabasıdır.
Çağdaş felsefenin en önemli gelişimlerinden biri gerçekçili­
ğin 20. yüzyılda yeniden dirilmesidir. Bilindiği gibi modern felse­
fenin başlangıcında gerçekçilik, idealizm, görgücülük ve ussalcı­
lık görüşlerine karşı bir geleneğe oturamamışbr. Kant'ın eleştirel
idealizmine Hegel ve Bradley'in mutlak idealizmine Almanların
yeni Kantçıları karşı çıkmışlardı.
Santayana'nın bilgi kuramı kuşkuculuk, sezgicilik ve eleştirel
gerçekçiliğin bileşimidir. Onun kuşkuculuğu radikaldir ve Des­
cartes'ın kuşkuculuğundan daha da fazladır.
Günümüzde bilimin gelişmesi felsefenin gelişiminde etkili ol­
muştur. Bu etki iki yöne doğru gitmiştir. Bir tarafta gerçekçilerin
bilimsel kavram ve kuramları fiziksel nesnelerin varlığını ortaya
koymaya çalışan gerçekçi bir bilgi kuramı ile doğalcı metafiziği
birleştiren bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Beri yanda olgucu

138 Thilly Frank, Çagdaş Felsefe, izdüşüm Yayınları, s. 2 17, İstanbul, 2007.

1 36
ve görüngübilimciler bilimsel kavram ve kuramların gelenekler
olduğu konusunda diretmektedir. Metafiziğe karşı kuşkuludur­
lar.
Çağdaş felsefenin gerçekçi olmayan eğilimleri çok sayıda
farklı öğreti şekillerini temsil eder. Bunların tümü bilim ve felse­
fenin gerçekçi iddialarını reddetmede uyum içindedir. Fakat öte
yanda bilimsel ve felsefi kavram ve kuramların mantıksal ve bil­
gi kuramsal durumları konusunda farklı görüşe sahiptirler.
Çağdaşlaşmanın en önemli olgusu özgürlüktür denebilir. Öz­
gürlük, bilindiği gibi hukuk ilkeleri çerçevesinde, bir başkasının
istediği gibi yaşamasına engel olmayacak şekilde, kişinin istedi­
ği gibi yaşamasıdır.
Osmanlı toplumunda kişisel özgürlüklerin o dönemin Avru­
pa'sının çok gerisinde olduğunu herhalde herkes kabul edecek­
tir. Günümüzde, 2011'de Libya, Mısır, Tunus gibi Müslüman Or­
tadoğu ülkelerinde halkın hükümetlere karşı ayaklanmasının ze­
mininde, bazıları tarafından basında ileri sürülen iddialar yanın­
da, şüphesiz insanların kişisel özgürlüklerinin çağdaş dünyaya
göre çok fazla kısıtlanmış olması vardır. Bu konuda petrol, yani
enerji sömürüsü etkenini unutmamak gerek. Maturidi, Gazali
karşıt düşüncelerinin, 16. yüzyıl sonrasındaki Osmanlı dönemin­
de, gerici-ilerici veya çağdaşlaşma-taassup çatışması halinde
sürdüğünü izleyebiliyoruz.
Osmanlıdaki veya Türk toplumundaki çağdaşlaşma ve taas­
sup çatışmasını ve bütün evrelerini anlatan birçok yayın bulu­
nuyor.
Son yıllarda süregelen laiklik ve 163. madde tartışmasına ya­
zar Çulcu kitabında tarihten bir boyut getiriyor. Osmanlı İmpa­
ratorluğu'nu kemiren iç karışıklıklara neden olan çağdaşlaşma
ve taassup çatışmasıdır denebilir. "Batı'da üstün teknoloji, ya­
şam biçiminin oluşturduğu 'tüketim-üretim' dengesini yakalama
zorunluluğunun doğal sonucuydu. Osmanlıların İslami yaşam
tarzı ile Batı yaşam tarzı çelişiyordu. 18. ve 19. yüzyılda Osman-

1 37
lılar yaşam biçimi bakımından özgür degildi. İttihat ve Terakki
kadroları sadece siyasal baskılara değil, dinsel yasaklara karşı
da direniyordu. Zaten ülkenin tamamı 'IV1emalik-i Osmaniye' ya­
ni Osmanlı soyunun malı değil miydi? Sağlık, egitim, seyahat,
sosyal güvenlik gibi temel hizmetlere de gerek yoktu." 139
Halbuki 1850'lerde Almanya'da Hindenburg yukarıda degin­
diğimiz sosyal devlet yapısını işler hale getirmiştir. İngiltere,
Fransa gibi diğer sömürgeci sanayi ülkeleri bir taraftan dünyayı
sömürürken diğer taraftan kendi sanayi işçisine birtakım sosyal
haklar vermiştir.
Çağdaş dünyaya yön veren hızlı degişiklikler birçok sorun
getirdiği gibi, örneğin çevre sorunu, nükleer kazalar veya nükle­
er tehdit, sosyokültürel, ekonomik ve siyasi değişimler gibi, bi­
reyleşirken insanların yalnızlaşması bugün insanın cevaplandı­
ramadığı birçok soruyu da ortaya koymuştur. Yenilikler öyle
hızlı ve hareketli olmaktadır ki, felsefi düşünce bu değişiklikleri
önceden kestirememektedir. Buradan da, hatta bazı düşünürle­
rin de müdafaa ettiği "felsefenin tükenmesi", "felsefenin sonu­
nun gelmesi" gibi tutarsız fikirler yaratılmıştır. Teknolojik uygar­
lığın gelişmesi eski toplumsal ideallere yeniden bakılmasını, ye­
ni insani değerlerin ve dünya görüşünün aranmasını gündeme
getirmektedir denebilir. Felsefi düşünce karşısında yeni açılım­
lar, onu daha hareketli ve daha hızlı değişken olmaya sevk et­
mektedir. Çağdaş felsefe artık "ebedi hakikati" bulma iddiasında
değildir ve günümüzde daha pragmatik karakter almıştır. Bu açı­
dan bakmaya çalışırsak, felsefe insana kendi yaşamını anlamayı,
dünyada kendi yerini bulmayı ve gerçek işlevi olan "düşünme­
yi" öğretir.
Çağdaş zaman milli felsefeler için de yeni sorunlar yaratıyor.
Küreselleşmenin değişik medeniyetleri hızla birbirine yakınlaş­
tırması, bununla beraber milli medeniyetleri tehdit altına alma-

1 39 Çulcu, Murat, Osmanlı'da Çağdaşlaşma-Taassup Çatışması, cilt il, s. 50, Kastaş


Yayınları, İstanbul, 1990.

138
sı binyıllardan süzülüp gelen Türk medeniyetini korumak, dili,
edebiyatı, tarihi, felsefesi, halk sanatıyla dünyaya tanıtmak ge­
rekliliğini ortaya koyar. Bu açıdan "Türkler felsefe yaratmamış­
lar" mitini boşa çıkarmak için, bir taraftan Türk dünyası felsefe­
si tarihinin araştırılması ve bu felsefenin dünya medeniyetine
katkısının yüzeye çıkarılması; diğer taraftan ise, çağdaş milli fel­
sefi düşüncenin yönlerinin belirlenmesi ve milli felsefe yaratıl­
ması Türk dünyası felsefecilerinin karşısında duran önemli gö­
revlerdir.
Felsefenin analitik görevi kuşkusuz sürüp gidecektir. Felsefe
için felsefi kavramların ve felsefi anlamların açıklanması çözüm­
lenmesi görevi de sürüp gidecektir. Batı'da felsefenin gelişmesi
bireyin haklarının korunmasını sağlayan gerçek demokratik bir
ortam ortaya koymuştur denebilir. En azından kendileri için...

CU M H U RiYET

Akılcılık ve aydınlanmaya yönelme Türkiye'de gerçek an­


lamda cumhuriyetle başlamıştır denebilir. Frenkleşme yani Os­
manlının Batılılaşma çabalan tutmamıştır. 1. Dünya Paylaşım
Harbi sırasında İslam halifesi olan padişahın "cihat" çağrısına,
Osmanlı tebaası olan ve asırlardır sulh içinde Türklerle eşit hak­
ları paylaşarak yaşayan Müslüman Araplar kulak asmamış, aksi­
ne İngilizlerle birleşerek Türkleri arkadan vurmuşlardır. Bu iha­
net Cumhuriyet devrimlerinin, laikliğin ve akılcılığın önünü aç­
mıştır. İmparatorluğun Türk unsurları dışındaki bölgeleri kay­
betmesi, beş milyon Türkün Balkanlar'dan Anadolu'ya göç et­
me sorunu, on binlerce Türkün ölmesi, bütün bu kayıplar ülke­
nin ümmetçiliği terk edip ulusal bir çerçevede yeniden dirilme­
sine, cumhuriyetle çağdaşlaşmaya ve sonucunda aydınlanmaya
yönelmesine neden olmuştur denebilir.

139
Aynı şekilde Padişah Vahdettin'in İstanbul'dan işgalci düş­
man İngiliz savaş gemisine binerek gitmesi, kaçması veya başka
bir deyişle götürülmesi halkın cumhuriyeti kolay kabul etmesi­
ni sağlamıştır.
Bu gelişmeler Türkiye'de felsefi düşünce alanında da yenilik­
lere, ablımlara neden olmuştur. " Ne olursa olsun Bab düşünür­
leri şu noktada birleşiyorlar ki, düşüncenin, vicdanın ve kale­
min bağımsız olması, ilmin ilerlemesi için gereklidir. Ve sosyal
ilerlemeyi sağlayacak tek vasıta ilimdir." 140 Felsefi düşüncenin
gelişmesi, düşünür ve yazarların gelişmiş yeni düşünceleri top­
luma aktarabilmeleri ancak özgürlük ortamında olabilir.
"Çağdaş insan kendisi için istediği tüm şeylerin herkesin de
hakkı olduğunu bilir. Hukukun üstünlüğüne, eşitliğe, laikliğe, so­
rumluluk taşımaya, çalışarak üretime kablmaya öncelik tanır. İn­
san onurunun en büyük değer olduğuna inanarak varlığını sür­
dürür ve bu ilkelerle donanmış insanlarla el ele vererek çağdaş
bir topluma ulaşmayı hedefler. Bu bağlamdan olarak çağdaşlık bi­
limin ve uzmanlığın yol göstericiliğini, planlamayı, birbirini sabır­
la dinlemeyi, başkalarının görüş ve düşüncelerine sabır göster­
meyi, birlikte üretmeye ve paylaşmaya yatkınlığı, yaratıcı yapıcı,
soran değil çözüm üretici ve sonuca ulaşmak için eylemli, sabır­
la emek veren insanları ve onlardan oluşan toplumu anlabr." 141
Avrupa'da "Aydınlanma" 18. yüzyılda başlıyordu. Hatta bu
gelişimin temelleri 15. yüzyıldır da diyebiliriz. Çünkü Avrupa'da
din felsefesinin ağırlıklı olduğu eğitim yerini aklın, akılcılığın ha­
kim olduğu ilime dayalı bilimsel eğitime ta 15. yüzyılda yöneli­
yordu. 1784'te filozof Immanuel Kant'a sorulan bir soru ve ceva­
bı ilginçtir: "Şimdi aydınlanmış, aydınlık bir dönemde mi yaşıyo­
ruz?" Kant'ın cevabı şöyleydi: "Hayır, aydınlanmakta olan bir

140 Dr. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s, 203, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1970.
141 Saylan, Türkan: Cumhuriyet'in Bireyi Olmak, Cumhuriyet Kitapları, s.284, lstan­
bul, 2003.

140
dönemde yaşıyoruz." Acaba Kant bugün Türkiye'ye gelse ve ay­
nı soruyu sorsalar, bizim için ne der? Cumhuriyetin ilk yılları ile
21. yüzyılın başı olan yaşadığımız günlerin Türkiye'sini aydın­
lanma açısından karşılaştırsa acaba ne der? Okuyucu bu soru­
nun cevabını herhalde Kant'tan daha iyi değerlendirecek ko­
numdadır diye düşünebiliriz.
Daha 19. yüzyılda Avrupa'ya giden Osmanlı aydınları "Ay­
dınlanma"yı tanıdıkça onun ilerici, çekici güzelliğine kapılıyor­
du. Aydınlanma felsefesi ancak bunu anlayabilen az sayıdaki
Türk tarafından kabulleniliyordu. Ancak Osmanlı'da Aydınlan­
ma felsefesinin yeşereceği bir ortam olmadığı için bu felsefi dü­
şünceye kapılan az sayıdaki Türk aydını "Jön Türk" olarak ad­
landırılıp toplum tarafından bir şekilde dışlanıyordu denebilir.
Çünkü "Aydınlanma" felsefesi Avrupa'da sınıfsal bir temele, sa­
nayi burjuvasına dayanıyordu.
Bugün Türkiye'de gerçek anlamda bir aydınlanmanın ger­
çekleşememesinin nedeni, ekonomik altyapının oluşamaması,
gerçek anlamda okuryazar bir burjuva sınıfının, geniş bir orta sı­
nıfın oluşmaması, yani gerçek bir ortam olamamasıdır. Halkın
geri kalmışlığı söz konusuyken, Aydınlanma felsefesinin Cum­
huriyet devrimleriyle iyi niyetle de olsa yukarıdan gelmesi so­
nucu, geniş ve cahil halk kitleleri Aydınlanma felsefesi çerçeve­
sindeki gelişmeleri hazmedememiştir diye düşünebiliriz.
Aydınlanmaya giden yolda ekonomik ve toplumsal olarak or­
ta sınıfın çoğalması gerektiği ileri sürülmektedir. Cumhuriyetten
sonra sayısı biraz artan, orta direk de denen orta sınıf Özal'dan
sonra ekonomik değişim içinde görülmüştür. 2011'e gelindiğin­
de, son yıllarda orta sınıfın eridiği, zenginle fakir sayısının arttığı,
sosyal adaletin giderek halk kitleleri için bozulduğu görülüyor.
Unutulmamalı ki Cumhuriyet kurulduğunda bugünkü harfler
kabul edilmeden önce halkın ancak % 10'u okuma yazma biliyor­
du. Yani cahillik gerçekten yaygındı. Bugün ise 70 küsur milyon­
luk Türkiye'nin kadın nüfusunun %20'si ne yazık ki hala okuma

1 41
yazma bilmiyor. Diğer bir deyişle, günümüz Türkiye'sinde 5 mil­
yon kadın cahil konumunda bırakılmış. Şu felsefe bu felsefeden
söz ederken kadınların bu kadar geri bıraktırılmış olması, toplu­
mu yöneten gelmiş geçmiş tüm siyasiler açısından utanılacak
bir durumdur. Demokrasi tekerlemesi haline gelmiş bir söyleme
göre, "her toplum layık olduğu siyasi sistem, hükümet ve de­
mokrasiyle idare edilir" deniyor. Herhalde bilenler ve söyleyen­
ler bu düşünceyle bir felsefeyi yansıtıyorlar diye düşünebilir
miyiz acaba? Ne dersiniz?
Cumhuriyetle beraber oluşan yeni düşünce sisteminde Ke­
malist laikliğin mantığını yazar Bülent Tanör şu şekilde ifade edi­
yor: "Kemalist stratejinin mantığı üç unsurda kendini belli eder;
Devleti laikleştirmek ve toplumu dünyasallaştırmak, yani sekü­
larize etmek, devletin dinsel alanı denetlemesini sağlamak. Do­
layısıyla, bu stratejinin esası dini bireysel inanç düzeyine indir­
meye dayalıydı. Din, yalnız siyasal alanda degil, toplumsal ya­
şamda da bir iddia, bir etki sahibi olmamalıydı." 142
Cumhuriyetin felsefesini anlamak veya cumhuriyete nasıl ge­
lindiğini kavramak için verilen Kurtuluş Savaşı mücadelesini öğ­
renebileceğimiz en önemli yapıt şüphesiz Nutuk'tur. Yakın tari­
himizi ve cumhuriyetin felsefi düşünce yapısını anlayabilmek
için herkesin mutlaka Nutuk'u yani Söylev'i okuması gerekir.
Gerçeklerin olduğu gibi birinci ağızdan anlatıldığı çok önemli bir
belge ve yapıttır.
Cumhuriyet devrimleri içinde yapılan kanunlar içinde eği­
timle ilgili olan "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" çok önemli idi. Dev­
rimci, ilerici bir felsefe getiriyordu.
Hilafetten sonra bir değişim olan cumhuriyet şartlar gereği
mi bu tür bir düzenlemeye gitmişti, yoksa Tanör'ün yukarıda
yaptığı değerlendirmede belirtildiği gibi arkasında katı bir siyasi
felsefe mi vardı?

142 Tanör, Bülent, Türk Sistemi Siyasal İslam Karşısında; Server Taııilli, Türkiye'de
Aydınlanma Hareketi (adlı kitap içinde) s. 63, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2006.

1 42
Cumhuriyet kurulduğunda yukarıda da değindiğim gibi, hal­
kın sadece % 10'u okuma yazma biliyordu. Kurtuluş Savaşı son­
rası yeni kurulacak devletin yapısı konusunda bir referandum
yapılsaydı, acaba halk nasıl bir karar alırdı? Sadece % lO'u okur­
yazar olan bir toplumun acaba böyle bir karar verebilecek kapa­
sitesi var mıydı?
Cumhuriyetle beraber eğitim seferberliği başlatılmış, "Halk
Evleri" açılmıştır. Tabii ki bazı kesimlerdeki yenilikçi çabalarla
Türkiye, çağdaş düşünce ve felsefeyi yakalamaya uğraşıyordu.
Bu bağlamda 1928 Ocak'ında Ülken ve Servet Berkin'in kurduğu
Türk Felsefe Derneği'ni görüyoruz. Çağdaş düzeyde felsefe bö­
lümünün 1936'da üniversitede kurulduğunu biliyoruz. 1933'te
başlayan üniversite reformu ve o yıllarda Hitler'in faşist rejimin­
den kaçan dünyaca ünlü çok sayıda bilim adamının Türkiye'ye
gelmesi Türk felsefi düşüncesini etkilemiştir. "Adcılığı, olgucu,
pozitivist temellere dayandırarak bilgi kuramı açısından ele alan
Alman felsefecisi Ernst von Aster ve kendisinden önce bu yolla
Türkiye'ye gelen Walter Kranz ile Husserl'in fenomenolojik yön­
temini inceleyen ve 'Yeni Ontoloji' akımının kurucusu olan Ni­
colai Hartmann'ın Türk üniversitelerinde felsefe geleneğinin
yerleşmesinde önemli katkıları olmuştur." 1 43
Cumhuriyet kurulduktan sonra çıkan ilk felsefe dergisi
1927'de yayımlanan Felsefe ve İçtimaiyat Mecmuası'dır. Kuru­
cuları Mehmet Servet ile Hilmi Ziya'dır. Cumhuriyet sonrası
Türk felsefesi gelişirken, Anadolu felsefesi çizgisinde Sabahattin
Eyüboğlu, Azra Erhat, Cevat Şakir ortaya çıktı, onlarla hümanist
düşünce yayıldı. Macit Gökberk, Halil Vehbi, Mazhar Şevket,
Nusret Hızır, Haydar Rıfat, Ziyaeddin Fahri, Nermi Uygur, Taki­
yettin Mengüşoğlu, Bedia Akarsu, Hüseyin Batuhan, Önay Sö­
zer, Cemil Meriç, Erol Güngör, Teoman Durali, İsmail Tunalı,

143 Günay, Mustafa, Cumhuriyet Döneminde Felsefe Tarihçiliği, s.34, 39, T.C. Kül­
tür Bakanlığı Yayınları No 3034, Ankara, 2005 .

143
Necla Arat, Mazhar Şevket, Suut Kemal, Afşar Timuçin, Orhan
Hançerlioğlu, Selahattin Hilav, Bedrettin Cömert yeni akımları
tanıttılar. Demokrasi döneminde Marksist felsefenin bütün kla­
sikleri tercüme edildi, Varoluşçuluk, yeni pozitivizm, yeni He­
gelcilik, yeni Kantçılık ve postmodernizmin düşünürlerinin
eserleri Türkçeye kazandırıldı. Son yıllarda Ankara'da kurulan
Liberal Düşünce Topluluğu liberal felsefenin temsilcilerini Tür­
kiye'ye tanıtma çabasına girdi.
Cumhuriyetle başlayan eğitim ve aydınlanma seferberliği so­
nucu köylüyü de eğitmek için Köy Enstitüleri kurulmuştur.
Akılcılığı yeniden Türk toplumuna kazandıran Mustafa Ke­
mal Atatürk 20. yüzyılda Türkiye'yi kuran ve yönlendiren bir as­
ker ve devlet adamı olma niteliğinin dışında şüphesiz geçen as­
rın en büyük Türk düşünürüdür.
Atatürk hakkında binlerce kitap ve yazı olduğundan, burada
kısaca bazı önemli felsefi noktalara değinmekle yetineceğim.
Türk felsefi düşünce dünyasını kökünden değiştirmiştir. Bugün
Batı'dan, Doğu'dan ve diğer yönlerden fikirlerine yapılan saldı­
rıların nedeni şüphesiz bu yeni felsefi düşüncedir.
Atatürk'ün en önemli özelliği Türkiye'ye "akılcılığı ve bilim­
ciliği" getirmesidir. Atatürk'e en büyük zarar verenler "Atam
sen kalk ben yatanı" türünde söylemlerle onu ve neler yapmak
istediğini halka anlatamayanlardır. O belki de Farabi'den sonra,
yüzyıllar sonra akılcılığı ve Sultan il. Abdülhamit Han'dan sonra
bilimi gerçek anlamda ülkemize getirmiştir denebilir. Bu çok
önemlidir. Günümüzde her bakımdan ilerlemiş ve dünyada söz
sahibi ülkelerin "akılcılık ve bilim" yoluyla geliştiklerini görüyo­
ruz. Bireysel özgürlüklerin kimse tarafından rahatsız edilmeden
yaşandığı, parasal yaşam düzeyinin çok yüksek olduğu, demok­
rasi ve hukukun üstünlüğü kavramlarının gerçekleşebildiği ül­
keler akılcılık ve bilime değer ve önem veren ülkelerdir.
Atatürk'ü anlamak, akılcılık ve bilimle gelişmeye yönelmek­
tir. Artık bu gerçeği kavrayıp, "vatan, millet, Sakarya" edebiya­
tından ve arkasından hiçbir girişimin yapılmadığı hamasi nutuk-

1 44
!ar atmaktan kurtulmalıyız. Çünkü bazı yazarların iddialarına gö­
re akılcılık ve bilimin önemini halk kitleleri anlayamayınca, din
sömürüsü yapan kasaba siyasetçileri halkı, kolay oy alabilmek
için, karanlığa, hurafeye, cahilliğe ve Cahiliye Devri'ne çekmeye
çalışmaktadır.
Cumhuriyeti kuranların, düşman orduları tarafından işgal
edilmiş Türkiyemizi ne şartlar altında, nasıl kurtardıklarını hepi­
miz biliyoruz. Bu yolda kaybettiğimiz binlerce şehidimizi ve ga­
zilerimizi hepiniz inşallah unutmamışsınızdır.
Türkiye'nin çağdaş ülkeler düzeyine gelmesi için Atatürk'ün
cumhuriyeti kurduktan sonra yaptıklarını da hepimiz biliyoruz.
Burada fazla bir şey ilave etmeye gerek yok diye düşünebiliriz.
Fakat Atatürk'ün yazdığı Nutuk'u l 44 herkesin okumasını önere­
biliriz. Belki birçoğumuzun vakti yoktur fakat bu eserin cumhu­
riyetin felsefesini yansıttığı söylenebilir.
Türkiye'ye hiç gelmemiş olan ABD'li Prof. Arnold Ludwig,
King of the Moiıntain adlı kitabında, 20. yüzyılda tüm dünyada
ülke yönetmiş Abdülhamit'ten, Mao'dan Roosevelt'e, De Gaul­
le'den Nehru'ya, Churchill'den Hitler'e, Mussolini'den Mande­
la'ya, Stalin'den Nasır'a ve Arafat'a, 2 bin kadar lider hakkında­
ki 18 yıllık araştırmasının sonucunda, 377 adet belli başlı devlet
adamı tespit etmiş ve onlara 200 kadar değişik kıstasa göre,
l'den 3 l 'e kadar puan vermiş. PGS (Political Greatness Scale)
olarak tanımladığı bu sıralamada, örneğin, en çok Roosevelt ve
Mao 30'ar puan almışken, Nehru 25, Churchill 22, Golda Meir 12,
Fide! Castro 23, Lenin 28, Humeyni 23, Kennedy 15 puan al­
mış. 145
Bir lider, 31 puanla ve "visionary", yani ileri görüşlü, vizyon
sahibi sıfatıyla, 20. yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük devlet ada­
mı unvanına hakkıyla layık görülmüş. O da Mustafa Kemal Ata-

144 Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938.


145 Ludwig, M. Arnold, King of the Mountain, The Nature of Political Leadership,
University Press of Kentucky, 2002.

1 45
türk! Ne yazık ki, ne basınımız ne halkımız ve özellikle yeni ne­
siller bu müthiş önemli gerçegin farkında.
Bizim millet sanki bazen uyuma illetine yakalanıyor diye dü­
şünenler var. Uyutulmamızı artık olagan karşılıyoruz. Fakat
uyursak suç bizde olur. Orhun Anıtları boşuna dikilmemiş. Tari­
hin derinliklerinde de uyutulmuş ve uyumuşuz. Orhun Kitabe­
leri'ni de okumamızda uyanabilmemiz için fayda var diye düşü­
nebiliriz.
Bakınız Kemal Atatürk'ün bizler, yani millet hakkında düşün­
dükleri çok açık: "Biz dogrudan dogruya milliyetperveriz. Türk
milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanagı Türk topluluğudur. Bu
toplulugun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o top­
luluga dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. Biz esasen
milli mevcudiyetin temelini milli şuurda ve milli birlikte görmek­
teyiz. Türk milliyetçiligi içtimai heyetinin hususi seciyesini, baş­
lı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır." 146
Şimdi okuyucuya sormak istiyorum: Atatürk öldükten sonra
Türkiye'nin vizyon dedikleri "ülküsü" yani bir siyasi felsefesi ol­
du mu? Veya olmasına müsaade ediliyor mu? Yoksa siyasetçile­
rin aklına geliyor mu? Siyaset sanki rant paylaşımı şeklinde algı­
lanıyor diyenlere ne demeli?
il. Dünya Paylaşım Harbi'nde Milli Şef ve Cumhurbaşkanı İs­
met İnönü ve hükümetleri tenkit edilirken, üzerinde en çok du­
rulan önemli olaylardan birisi de, adına "Turancılık" veya
"Türkçülük-Turancılık olayı" denilen düşünce akımı. Türkçüler­
den edebiyat ögretmeni Nihal Atsız'ın Başbakan Şükrü Saracog­
lu'na yazdıgı iki açık mektup sonucu, mektuplarda kendisine ko­
münistlik suçlamasıyla "vatan hainligi" isnadında bulunan Saba­
hattin Ali'nin Atsız aleyhine dava açmasıyla "Atsız-Sabahattin
Ali yargılaması" denilen olaylar zinciri yaşanmış, bunlar bazıla­
rı tarafından "İnönü ve hükümetlerinin kendi insanlarına zul­
mü" olarak degerlendirilmiştir.

146 Türkdoğan, Prof. Dr. Orhan, Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, s. 505.

1 46
"İşin ilginç yönü Türkçülük-Turancılığın başlangıçta, Alman­
lar galip gelecekler, bundan faydalanarak Türk Birliği'ni kuralım
gerekçesiyle devlet adamları tarafından da gizli-açık teşvik edil­
mesi olmuş, 1944'ün başında Almanya yenilip, Sovyet Rus­
ya'nın galibiyeti iyice ortaya çıkınca, bu sefer de 'Rusya'ya ya­
ranmak' için denilerek Türkçü-Turancıların yargılanarak ceza­
landırılmaları cihetine gidilmiştir." 147 Düşünce akımlarının dış
siyasi gündeme göre yönlendiği söylenebilir.
Türkiye'de felsefeyle ilgili çalışmalarda yakın zamanda dik­
kat çeken diğer önemli bir kuruluş 1974'te faaliyete geçen Türki­
ye Felsefe Kurumu'dur.
Cumhuriyetin felsefesinde yatan en önemli unsurları şöyle
sıralayabiliriz: Cumhuriyetle beraber devleti laikleştirmek, top­
lumu ümmetten millete dönüştürmek, yani toplumu dünyasal­
laştırmak, seküler bir hale getirilerek devletin dinsel alanı denet­
lemesini sağlamak. Bu şekilde dini bireysel inanç düzeyine in­
dirmeye çalışmak. Bunu Fransız ihtilalinden sonra kilisenin ge­
tirildiği konumla kıyaslayabiliriz. Daha açıkça söylemeye kalkar­
sak, dinin vicdani, kişisel bir inanç olgusu olması, toplumsal ya­
şamda etki sahibi olmamasının öngörülmesi denebilir. Akıl ve
akılcılık ön plandadır. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı ku­
rulmuştur. Bu kurum Sünnilerin dini gereksinimlerine cevap
vermeye çalışırken, Aleviler bu devlet örgütünde kendilerine
yer bulamamışlardır denebilir. Bu sıkıntı günümüze. kadar gel­
miştir.
Akılcılıktan, aydınlanmadan söz ederken geçmişte felsefi dü­
şünceyi şekillendiren dini akımlara kısaca değinmek gerekebilir.
"Bir Türk felsefesi var mıdır?" sorusu cumhuriyetin kuruldu­
ğu yıllarda da irdelenen bir konu oluyordu. Eğitimci, düşünür
ve yazar İsmail Hakkı Baltacıoğlu bu konuda 1943'te yayımladı-

147 Süleyman Kocabaş, Türkçülük-Turancılık Olayı, s. 9, Vatan Yayınları, Kayseri,


2008.

147
Hilmi Ziya Ülken. Macit Gökberk. Nermi Uygur.

ğı bir kitabında şöyle diyor: "Feylesofların felsefesi vardır, hal­


kın felsefesi vardır. Bunlar ayrı şeylerdir. Filozofların felsefi sis­
temleri vardır, halkın felsefi zihniyeti vardır. Filozof felsefesini
akılla şuurla yapar. Halkın felsefesi halk eserlerinde yaygın bir
haldedir. Filozofsuz millet vardır, fakat felsefesiz millet yoktur.
Filozofun eseri felsefi bir sistemdir. Halk felsefesinin eseri felse­
fi efsanelerdir. Türk halk felsefesi de Türk efsanelerinde gizlidir.
Efsaneler, masallar, atasözleri, Nasrettin Hoca fıkraları, Bektaşi
hikayeleri, menkıbeler, kahramanlık mevzuları... İşte Türk felse­
fesinin saklı olduğu hazineler bunlardır." 1 48 M. Emin Erişirgil
1958'de Ankara'da yayımladığı Neden Filozof Yok? adlı eserin­
de, "Türkiye'de Batı taklitçiliğinden ve nakilciliğinden kurtulma­
dıkça filozof yetişmez" diyordu. Kanımca bu çok önemli ve ay­
dın geçinenlerin çoğunun bir türlü anlayamadığı bir saptamadır.
Cumhuriyetin ilk felsefeci kuşağı Hilmi Ziya Ülken, Mehmet
Emin Erişirgil, Mehmet İzzet gibi isimlerden oluşur. Hilmi Ziya
Ülken'in etkisi düşünceleri, ilmi yayınları ve çok önemli kitapla­
rıyla 21. yüzyıla kadar gelmiştir denebilir. İkinci kuşakta Macit
Gökberk, Suut Kemal Yetkin, Takiyettin Mengüşoğlu gibi isimle­
ri zikredebiliriz. Nusret Hızır, Vehbi Eralp, Nermi Uygur, Niyazi
Berkes, Necla Arat diğer önemli düşünürlerdir.

1 48 Baltacıoğlu, İ. Hakkı, Türke Doğru, Yeni Adam Yayın, 1 . Kitap, s. 1 5 1 , l stanbul,


1943.

1 48
Bugün Türkiye'de üniversitelerde felsefe bölümünü bitiren­
lerin sayısı yılda elli kişiyi geçmiyor. Bunların %80'i liselere öğ­
retmen oluyor. Cumhuriyetten sonra felsefe konusunda yazılan
beş yüz civarındaki kitabın dört yüzü tercüme. Acaba günümüz­
de felsefeyle uğraşanların, yani felsefe eğitimi almış olanların fel­
sefe anlayışı nedir? Neden nüfusumuza oranla felsefeyle ilgili
yeterli kitap yazılmaz?
Halk, devlet felsefeyle ilgileniyor mu veya ilgilenmiyor mu?
Felsefi düşünce, felsefe alanında yaratıcılık olduğuna göre top­
lum düşünür yetiştiremiyor mu? Yoksa toptancılık, kabzımallık,
ticaret para getirdiği için bütün düşünürler paraya yönelip felse­
fi düşünceyle ilgilenmiyor mu? Aristoteles, Farabi, Descartes,
Mevlana, Kant nasıl düşünür olabilmişti!
Beri yanda günümüz Türk felsefe yazarlarının yazıları yaban­
cı dillerde, Bab'da yayımlanıyor. Umarız özgün yazılarını önce
Türkçe yayımlarlar. Türkçenin dünyada en çok konuşulan be­
şinci dil olduğunu herhalde her zaman hatırlamalıyız.
Yeri geldiği için Nermi Uygur'un Türkçe ve felsefeyle ilgili
saptamalarına kısaca değinmek isterim: "Felsefe olarak felsefe,
özü gereği, dille, dilde kendini dışa vurur. Buna göre 'Türk felse­
fesi' Türkçe, Türkçe ile Türkçede kendini gösteren felsefedir.
Çağdaş bir bütünlük bilinciyle donatılmış olan çağdaş Türki­
ye'nin, felsefe alanındaki ürünlerini Türkçe'de yansıtması kadar
doğal bir şey düşünülemez. Türk felsefesinin, Türkçe felsefe ol­
ması kadar kendiliğinden anlaşılan bir şey olamaz. Felsefe an­
cak böylece Türkiye için bir varlık, Türk kültürü için bir etkinlik
ve yaygınlık kazanabilir. Türk felsefesini 'değerli' kılan ölçek ve­
ya ölçekler, belirgin bir şekilde ortaya çıkmalıdır. Buysa hiç ko­
lay bir uğraş değildir." 149 "Nermi Uygur, Husserl'de başkasının
'beni' üzerinde çalışmış, özellikle dil ve kültür felsefeleri üzerin­
de fikir üretmiştir. Türkçe'nin felsefe yapmaya Almanca'dan da-

149 Uygur, Mermi, Türk Felsefesinin Boyutları , s. 78-79, YKY, İstanbul, 2002.

1 49
ha müsait olduğunu ileri sürmüştür. Türkçe'nin felsefe yapmaya
müsait olması konusunda felsefi tahliller yapan, benzer dil araş­
tırmaları yapan bir başka felsefecimiz de Ömer Naci Soy­
kan'dır." 150
Günümüzdeki ve daha sonra gelecek düşünürlerimiz özgün
düşünceleri, yeni ürünleriyle Türk felsefi düşüncesine şüphesiz
katkıda bulunacaklardır.
Türkiye'nin gelecegi, düşünürlerin etkisi kadar, siyasete atı­
lan, devlet yönetimine soyunanların daha bilgili, donanımlı, kül­
türlü, tarihini bilen, düşünür nitelikli, en azından Aristoteles'i,
Farabi'yi okuyup, anlayıp, hazmetmiş yetenekte olmasına baglı­
dır diye düşünüyorum. Ne yazık ki son dönemlerde, Sultan il.
Abdülhamit Han ve Atatürk'ten sonra, bir düşünür niteliğinde,
felsefi derinligi olan ve ileri görüşlü bir önderin gelmemesi ülke­
miz için talihsizliktir.
Günümüzde Türkiye'de felsefi düşünce ne durumdadır? Yet­
miş beş milyonluk bir ülkede acaba düşünürün fazla çıkmama­
sı toplumun yapısına mı bağlıdır? Bir açıdan bakınca çok hoşgö­
rülü, sevecen bir toplum gibi gözükürken, diger açıdan bakınca
toplumda ve ailede gerçek demokrasi anlayışının tam yerleşme­
diği, aile içinde ve sokakta şiddetin çogaldığı, siyasi anlamda
karşı fikirlere tahammülsüzlügün arttığı görünümü var.
Felsefi düşüncenin ve düşünürün gelişip ortaya çıkması için
gerekli özgürlük ortamı yok mu? Kanunlarımıza bakınca bu dü­
şünce ortamı var gibi görünüyor. Ancak topluma dönüp baktığı­
nızda ne aile içinde ne sivil toplum örgütlerinde ne siyasi parti­
lerde ne de toplumun genelinde evrensel düşünce özgürlügü il­
kelerine uyan bir özgürlük ortamı tam anlamıyla var. Evrensel
özgürlükleri ve düşünce özgürlüğünü toplum olarak sanki pek
hazmedemiyoruz.

150 Bolay, S. Hayri, Felsefe Dünyasında Gezintiler. s. 26, Nobel Yayııı , İstanbul, 2006.

150
LAi KLi K SOR U N M U ?
Cumhuriyetin çağdaş felsefesinin temel ilkelerinden biri ge­
lişmiş ülkelerde olduğu gibi laikliktir.
Laiklik Türkiye Cumhuriyeti'nin özelliklerinden biri olarak
1923'ten beri biliniyor. Ancak son yıllarda bazı devlet adamları
tarafından laiklik ve irtica konularında yapılan uyarılar, laikliğin
veya cumhuriyetin laik anlayışının, sanki bir sorun gibi ortada
durduğu izlenimini veriyor.
Özellikle 1950 seçimlerinden sonra, siyasi partilerin dini söy­
lemlerle oy toplamaya soyunması laiklik ve irtica konularını sık­
ça gündeme getirmiştir diyenler çıkıyordu. Acaba bu görüş doğ­
ru muydu?
Anayasa bağlamında bu konuyla ilgili bazı bakış açıları şöy­
le sıralanabilir.
1- Laikliğin birinci unsuru, din ve vicdan hürriyetidir.
Anayasa aynen şöyle diyor: "Herkes vicdan, dini inanç ve
kanaat hürriyetine sahiptir." (Madde 24, fıkra 1 ve 2.)
2- Laikliğin ikinci unsuru, resmi bir devlet dininin bulunma­
masıdır.
Laik devlette din, bir kişisel vicdan sorunudur. Devletin res­
mi bir dini olmamasının sonucu olarak anayasamızda şu açık
hüküm yer almıştır. "Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katıl­
maya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini
inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz."
(1982 Anayasası, madde 24, fıkra 3; 196 1 Anayasası, madde 19,
fıkra 3.)
3- Laikliğin üçüncü unsuru, devletin din ve mezhepleri ne
olursa olsun yurttaşlara eşit işlem yapmasıdır.
Laikliğin bu unsuru da anayasada açıkça yer almıştır: "Her­
kes din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin
kanun önünde eşittir". (Madde 1 0, fıkra 1.)
4- Laikliğin dördüncü ve çok önemli bir unsuru, devlet yöne­
timinin din kurallarına göre değil, toplum ihtiyaçlarına, akla, bi-

1 51
lime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesidir, dinle devletin
ayrılmasıdır.
Anayasa bu noktada aynen şöyle diyor:
"Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel
düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siya­
si veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suret­
le olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sa­
yılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" (Madde
24, fıkra 5.)
5- Laikliğin beşinci unsuru olarak, eğitimin laik, akılcı ve çağ­
daş esaslara göre düzenlenmesini sayabiliriz. "Tevhid-i Tedri­
sat" (öğretim birliği) ilkesi laikliğin ayrılmaz bir parçasıdır.
Öğretim birliği, 1961 ve 1982 anayasalarında, Atatürk'ün eser­
lerini ve ilkelerini ayakta tutmak için mutlaka uyulması ve ko­
runması gereken temel yasalar arasında gösterilmiştir. Bu haya­
ti konuda taviz verilmemelidir denmektedir.
Anayasanın 42. maddesindeki şu hüküm de laiklikle doğru­
dan ilgilidir: "Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin
gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve
öğretim yerleri açılamaz."
Toplumun felsefi düşüncesinin yansıdığı veya yansıması ge­
reken anayasayla ilgili günümüzde de yeni öneriler ortaya atıl­
makta ve çekişmeler sürmektedir. Şüphesiz bir darbe anayasası
olan 1982 Anayasası'nın "evrensel hukuk" değerleri çerçevesin­
de toplumun gelişme ve mutluluğunu sağlayacak bir şekle so­
kulması gerekir diyenler çoğalıyor.
Nisan 2007'de, o zamanki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Se­
zer, Harp Akademisi'nde yaptığı veda konuşmasında irtica teh­
likesinden söz ederken, laiklik konusunda veya laiklik anlayışın­
da ülkemizde bir sorun olduğunu ileri sürüyordu.
Cumhurbaşkanı Sezer'in veda konuşmasından bu konuda
bir kaç cümle:
"Kuruluşundan bu yana cumhuriyetimizi sinsi bir gölge gibi

152
izlemiş olan gerici tehdit, bugün ulaşmış olduğu boyutlarla kay­
gıya neden olmaktadır. Türkiye'nin laik düzenini ve cumhuriye­
tin çağdaş kazanımlarını hedef alan etkinlikler gerginlikleri arbr­
maktadır. Cumhuriyetin anayasada belirtildiği gibi sonsuza ka­
dar korunması ve kollanması devletin hak ve görevidir.
Cumhuriyetin temel değerlerine ve anayasal ilkelere inan­
mayanların, aydınlanmayı içine sindiremeyenlerin, ülkenin ge­
leceğine ilişkin kötü niyet taşıyanların laik, demokratik Türkiye
Cumhuriyeti'ne ve kurumlarına yönelik saldırıları, ulusumuzu
ve devletimizi yolundan geri döndüremeyecektir.
Türkiye'nin siyasal rejimi, cumhuriyet kurulduğundan beri,
hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşı­
ya kalmadı. Laik cumhuriyetin temel değerleri ilk kez açıkça tar­
bşma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı
amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir.
Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi
için öncelikle siyasal rejiminin 'laik cumhuriyetten', 'demokra­
tik cumhuriyet' adı altında, 'ılımlı İslam cumhuriyetine' dönüş­
türülmesini öngörmektedir. Ilımlı İslamın çok kısa sürede radi­
kal İslama dönüşmesi kaçınılmazdır."
Sezer birilerini vatandaşa şikayet eder gibi konuşuyordu.
Devletin başı aklında bir şeyler var gibi sanki üstü kapalı bir şey­
ler söylemeye mi çalışıyordu? Bir sorun vardıysa, kendince ser­
zenişte bulunacağına devletin en üst noktasındaki kişi, yani
cumhurbaşkanı olarak neden cumhuriyet başsavcısını göreve
çağırmıyordu? Böyle bir davranışta bulunmadığına göre, önem­
li bir değişim veya sorun yok muydu? Cumhurbaşkanı bu şekil­
de konuşurken, ertesi günü başbakan, Sezer'in konuşmasında
söz ettiği sorunların hiçbirinin ülkemizde bulunmadığını ifade
ediyordu. Tabii ki vatandaşın aklı biraz daha karışıyordu. Konu­
nun siyasi algılanışını siyasetçilere bırakıp, laikliğe genel kav­
ramsal açıdan bakalım.
Laiklik sözlük anlamı açısından "Latince 'laicus' sözcüğünden

1 53
gelmekte ve dünya işlerini din işlerinden, dini otoriteden ayrı
olarak ele alma anlamına gelmektedir." 151 Bugünkü hukuki anla­
mıyla laiklik, devlet ile din işlerinin ayrılığı ve devletin vicdan ve
din hürriyetinin gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Türki­
ye'deki laikliğin diğer bir şekilde ifadesi ise devletin Allah ile kul
arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine karışmaması ya­
ni akıl ile imanın yetki alanlarının birbirinden ayrılmasıdır.
Düşünür Niyazi Berkes'e göre, "laik toplumun kimi özellikle­
rini de şöyle özetleyebiliriz: a) Yanılgısız ve kutsal bir üst otori­
te yokluğu; b) Toplum kurullarının ve değerlerinin bölüşümlü
ve otonom olması; c) Özel kişi için davranma ve karar verme öz­
gürlüğü, yararlık ölçülerine uygun ölçülerin benimsenmesi; d)
Gelenek kavramı karşıtı olarak değişme kavramının üstünlü­
ğü." 152
Bugün Türkiye'de yaşanan laiklik sorununu anlayabilmemiz
için, Türk toplumunun bu konuya bakışını, toplumun bu konu­
daki evrimini tarihsel boyutlar açısından değerlendirmemiz ge­
rekir.
Bugün dünya üzerinde yaşayan birçok Müslüman ülkeye
baktığımızda, Türkiye ve diğer Türk cumhuriyetlerinin Arap ül­
kelerine kıyasla daha hoşgörülü bir laiklik sistemi içinde yaşa­
dıklarını saptarız. Bu durumun sadece kanunlarla ilgili olmayıp,
İslamiyet öncesi zamanlarda yaşamış Türk topluluklarının Türk
töresi geleneğinden de kaynaklandığı ileri sürülebilir.
Laiklik kavramı, yani din işleriyle devlet işlerinin ayrı tutul­
ması, yani başkalarının din ve inancına saygı gösterilmesi konu­
su tarihimizin ilk devirlerinden itibaren Türk insanının düşünce
sisteminde görülüyor. Bunu biz, Türk insanının hayata bakış ve­
ya yaşam felsefesi olarak gördüğümüz; insanımızın iktisadi, top­
lumsal ve siyasi görüşlerini aksettiren Türk töresinin işleyişinde
saptıyoruz. Tarihimizin İslam öncesi ilk kaynaklarından biri

15 1 Türk Ansiklopedisi. cilt Xll, s. 454-455. Meydan Larousse, cilt Vll, s. 776-778.
152 Berkes, Niyazi, Teokrasi ve Laiklik, Adam Yayınları, İstanbul, 1997.

1 54
olan Orhun Abideleri'nden ve İslama girdiğimiz ilk asırlarda ya­
zılan Kutadgu Bilig'de geniş bir şekilde açıklanan "Türk Töresi
şu dört ana ögeye dayanmakta idi: Könilik (Adalet), Tüzlük
(Eşitlik), Uzluk (İyilik-faydalılık) ve Kişilik (İnsanlık ve hoşgö­
rü)." 1 53
"Asya Hun İmparatoru Mete ve Batı Hun İmparatoru Attila gi­
bi büyük Türk imparatorları da, törenin ana kurallarına uymuş­
lardır. Kitaplara yazılmayan, halkın hafızasında ve toplumsal
bünyesinde yaşamış olan Türk Töresi, fethedilen ülkelerdeki
yöresel kanunlara dokunmamış ve büyük bir hoşgörü ve esnek­
lik göstererek bu toplumlarda huzurun sağlanmasını temin et­
miştir. Türk Töresinin bu şekilde uygulanışına da hükümdarlar
ve ileri gelen devlet adamları büyük dikkat göstermişlerdir. Bu
sebepten, Türk Töresi, dini kurallara üstün bir kanun ve hayat
şartlarına uygun bir teşkilat sistemi olarak görülmüştür"I54
"Türkler, kendi 'Gök Tanrı' dinine benzerliğin yanı sıra Türk
Töresi'nin kurallarına çok benzediği için İslam'ı diğer milletler­
den daha çok severek kabul etmişler, onu yaymak ve müdafaa
etmek için herkesten çok fedakarlıkta bulunmuşlardır." 1 55
Selçuklu Devleti'nin ilk hükümdarı olan Tuğrul Bey (1040-
1063), Abbasi ordularını 1055 tarihinde yenerek, halifeliği de uh­
delerinde bulunduran bu hanedanın başkanı Kaim bi-Emrillah'ı
bir nevi himayesine almıştı. Bir müddet sonra halifenin damadı
da olan Tuğrul Bey, bütün İslam dünyasını da idaresi altına top­
lamıştı. Bunun üzerine halife, damadı Tuğrul Bey'e "devlet işle­
rinin yanı sıra dini işleri de birlikte yürütmenin dogru olacagını"
söylemiştir. Bu söz üzerine Tuğrul Bey, "efendim siz halifemiz
olarak kalın ve bütün Müslümanların dini lideri olun. Bu kulu-

1 53 Kalesoglu, İ., Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Tarih Enstitüsü Dergi­
si. s. 15. İstanbul, 1970.
1 54 Togan. Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 1 15, İstanbul, 198 1.
15 5 Saray, Prol. Dr. Mehmet, Türklerde Dini ve Kültürel Hoşgörü, Atatürk ve La­
iklik. Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2002.

1 55
nuz da dünya işlerini, yani devlet idaresini yürütsün" diyerek,
din işleriyle devlet işlerinin ayrı yürütülmesi gerektiğini söyle­
miştir. Tuğrul Bey'in bu cevabı üzerine Halife Kaim bi-Emrillah,
Müslümanların dünya işlerini başarıyla yürüttüğü için kendisi­
ne pek çok unvan verdiği Tuğrul Bey'e 28 Ocak 1056'da yapılan
bir merasimle, "Allahın kendisine tevdi ettiği bütün ülkelerin
idaresini ona (Tuğrul Bey'e) devrettiğini resmen bildirerek" Sel­
çuklu sultanını "dünya hükümdarı" ilan etmiş ve İslam camiası­
nın sadece dini reisi olarak köşesine çekilmiştir. 156
Böylece Türkler, eski geleneklerinde olduğu gibi, din ve dün­
ya işlerini ayırarak İslam alemine bir tür "laiklik" anlayışı getiri­
yorlardı.
Bugünkü durumu anlamamız için tarihe dönüp, belki de bir­
çoğumuzun unuttuğu Türklerin din ve devlet anlayışıyla ilgili ör­
nekler vermenin uygun olacağını düşünebiliriz. Bunlardan da
anlaşıldığı gibi, Türkiye İslam ülkeleri arasında çağdaş değişim­
ler açısından İslam dininin durumuyla ilgili özellikler gösteren
bir ülkedir.
Toplumsal açıdan baktığımızda laiklik, sadece din ve devlet
arası ilişki sorunu değil, toplumun kutsal ve kutsal olmayan de­
ğerleri arasındaki ilişkiler sorunudur. Bu nokta son yıllarda ba­
zı siyasiler tarafından kolay oy kazanmak için olabildiğince kul­
lanılmıştır diye iddia edenler vardır. Laikliğin bugün laik ve an­
ti-laik görünüm içinde bir sorun gibi karşımızda durmasının ne­
denini daha çok dini siyasete alet eden kimselerin söylemlerin­
de arayabiliriz diyenler vardır.
Türk toplumu daha önce de derinlemesine üstünde durduğu­
muz Farabi'nin akılcı felsefesinden uzaklaşarak, özellikle
151Tden sonra hilafetin Osmanlıya geçişiyle, bazılarına göre di­
ni değerlerin toplumun değer yargılarına hakim olması sonucu,
kültürel anlamda da dini ilkelere göre biçimlenmeye başlamıştır.

156 Köymen, M.A., Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 40, İstanbul, 1976.

156
Bazı görüşlere göre, şeriat sayılan hukukun kendisi de hiçbir
zaman bir sivil, yani medeni hukuk veya bir kamu hukuku biçi­
minde yasallaşmamıştır. Şeriat kuralları, İslamın doğuşundan
hayli zaman sonra yaşamış büyük hukuk adamlarının, o zaman­
ki deyimle, fakihlerin yapıtlarında çağın hukuk düşünce kuralla­
rınca dinsel hak ve ödevlerin ülküselleştirilmiş modelleri olarak
kalmıştır.
Gerçekteki uygulamalarda geçerli olan hukuk, çağdaş deği­
şikliklere uğrayan devlet hukukudur. Şeriat ise özel hukukun,
daha doğru bir ifadeyle medeni hukuk ve aile hukukunun yap­
tırım aracı olma görevini üstlenmiştir. Müslüman kişi, aile yaşa­
mından ekonomik eylemlerine değin bütün yaşamında şeriatın
gereklerine göre yaşadığı inancını beslerdi.
Osmanlı padişahları halifelik unvan ve yetkilerini Üzerlerin­
de bulundurmalarına rağmen, kendilerini sadece devletin ve
milletin iradesiyle vazifeli addetmiş ve hiçbir zaman dini mese­
lelerde resen karar vermemiştir. "Dini meselelerde karar ver­
mek gerektiğinde mutlaka meşihat makamının salahiyetli şahsı
şeyhülislama danışmak mecburiyetini duymuşlardır." 157
Eğer, Osmanlı Devleti teokratik bir devlet olsaydı, onun ba­
şında bulunan hükümdarlar da devlet ve halkın gereksinimleri­
ni karşılamak için ayrı kanunlar çıkarma gereğini duymaz ve di­
ni hükümlerle yetinirlerdi.
Bugün nedense bu önemli nokta aydınlar tarafından da hiç
gündeme getirilmiyor. Bu durum belki de tarihimizin gerçekleri­
ni insanların ve aydınların bilmemesinden kaynaklanmaktadır
diye düşünebiliriz. Sanki Osmanlı Devleti, yanlış bir değerlen­
dirmeyle tamamen bir Emevi Devleti gibi dini kurallarla yöneti­
len bir ülke gibi algılanıyor ve yansıtılıyor.
18. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti'nin önderleri kendi
sistemlerinin yetersiz yanları bulunduğunu ciddi olarak anla-

157 Uzun Çarşılı, i. H., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, s. 1 75, Ankara, 1965.

1 57
makla kalmıyor, başka bir uygarlıktan, başka bir dinden olan
düşmanlarının üstün başarılarının yararlanılması gereken yön­
leri bulundugunu anlamaya başlıyordu. Yani kökleşmiş teamül
ve gelenek dışındaki dünyada yeni ve yararlı yanlar oldugu bi­
linci uyanmaya başlıyordu.
Bu bilincin ilk vurgulanışını 1717'de Esat Mehmet Efendi'nin
yazdıgı Vakayiname'de buluruz.
1720'de Osmanlı, "Yirmi Sekiz" Mehmet Çelebi'yi özel elçi
olarak Fransa'ya göndermiştir. Devlet kendisine diplomatik
ödevler dışında, özel olarak Fransız uygarlıgını ve yenilikleri in­
celeme, dolaşıp görme, tanıma ödevini vermişti. Ayrıca elçimiz­
den bu yeniliklerin Türkiye'de uygulanabilecek yanlarını sapta­
ması isteniyordu.
Bu tarihimiz açısından çok önemli yeni bir açılımdı. Yirmi Se­
kiz Mehmet Çelebi burada gördüklerini ve Türkiye için faydalı
olabilecekleri Sefaretname adlı eserinde toplamıştır.
Bu yenilikler çerçevesinde kısa bir süre sonra Türkiye'ye
matbaa gelecektir. İbrahim Müteferrika padişahın emriyle ve
şeyhülislamın fetvasıyla yalnız din dışı yazıları yayımlama koşu­
luyla basımevi açma izni almıştır.
Bu çok önemlidir. Çünkü bu şekilde din alanının dışında baş­
ka bilim ve düşünce alanlarının bulundugu kabul ediliyordu.
Yani bir yerde 16. yüzyılda terk edilen Farabi'nin akılcı ve man­
tık güden felsefesi, dinle ilimin ayrılması söz konusu oluyordu.
Diger bir deyişle, laik düşünce düzenine bir adım atılıyordu.
Batı'da laikligin gelişmesi, kiliseyle devletin birbirinden ayrıl­
ması, orada da pek kolay olmamıştı. 13. yüzyılda St. Thomas'ın
getirdigi kilise ile dünyevi felsefenin ayrılması felsefe alanında
başlamışsa da, kilise devlet çatışması Avrupa'da çok çetin ol­
muş ve 1789 Fransız İhtilali ile kilise yenik düşmüştür. Bunun
sonucunda başta Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinde ger­
çek anlamda laiklik dönemi başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu 'nun Kuruluşu kitabını yazan H.A.
Gibbons, Osmanlı hoşgörüsünü şöyle anlatıyor: "Osmanlıların

158
hoşgörüleri ister siyaset, ister iyi niyet, isterse kayıtsızlık netice­
sinde meydana gelmiş olsun; şu gerçege itiraz edilemez: Osman­
lılar, yeni zaman içinde devletlerini kurarken, dini hürriyet ilke­
lerini temel taşı olmak üzere koymuş ilk millettir. Avrupa'da ardı
arkası kesilmeyen engizisyon işkenceleri lekesini taşıyan asırlar
esnasında, Türkiye'de Hıristiyan ve Müslümanlar Osmanlı Türk­
lerinin idaresi altında ahenk ve huzur içinde yaşıyorlardı". 158
Tanzimat Fermanı'nın yayımlanmasından sonra, o güne ka­
dar mutlak bir hükümdar konumunda olan Sultan il. Mahmut
Han'ın şöyle dedigi rivayet edilir: " Bundan sonra sultanlıgın
halk için korku kaynagı olmasına degil, onların yararının kayna­
gı olmasını dilerim." Şüphesiz Sultan il. Mahmut Han'ın Türki­
ye'yi çagdaşlaştırmak, modernleştirmek isteyen devlet adamla­
rının başında geldigi söylenebilir. Onun dönemiyle beraber fel­
sefi düşüncede Batı etkisinin arttıgı söylenebilir.
Bütün reformların Avrupa'da oluşması, halkın tabandan ge­
len hareketleriyle gerçekleşmiştir. Türkiye'de ise Osmanlı döne­
mi dahil modernleşme, çagdaşlaşma çabaları hep devletin ba­
şındakiler tarafından yönlendirilmiştir. Halk ise, ülkemizde ister
Osmanlı dönemi olsun ister cumhuriyetin başlangıcında veya is­
terse günümüzde olsun, belki de çagdaşlaşma ve dünyanın yön­
lendirici ülkelerindeki yenilikler ve yeni akımları yeterince algı­
layamadıgı için veya yeterince bu gelişmeleri izleyemedigi için,
geri konumda kalmıştır.
Geleneksel Türk töresindeki laiklik anlayışından sonra Batı
anlamındaki laiklik anlayışı Türkiye'de il. Mahmut Han zamanın­
da başlar diyebiliriz. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra laiklik alanında
atılan adımlar arasında 1 Kasım 1922'de saltanatın lağvedilmesi,
29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesi ve 3 Mart
1924'te hilafetin kaldırılması önemlidir. Türkiye'de yapılan bu
degişmelerle çagdaş bir siyasi devlet düzeni kurulmuş sayılır.

158 Gibbons, H.A., Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu, çeviren R. Hulusi, s. 1 12,


İstanbul, 1928.

159
"Türkiye'de laik devrim ilkesi 1924'te Tevhid-i Tedrisat (öğ­
retimin birleştirilmesi) yasası; şeriat mahkemelerini kaldırma
yasası; 1925'te tekke, zaviye ve türbeleri kapatma yasası, şapka
yasası; 1926'da medeni yasa ve borçlar yasası; 1928'de Latin al­
fabesi kabulü ve 1934'te soyadı yasası çıkarılmasıyla toplumda
kök salmış denilebilir." 159
Laiklik, Türkiye'de tekke, zaviye, dergah vb. kapatırken, mis­
yoner yuvalarını da elimine etmiş ve yabancı okulların sayısını
bugünkü düzeye indirmiştir.
"Laiklik, Türkiye'de açık veya gizli Hıristiyanlık propaganda­
sı yapılmasını da engellemişti. Genç Cumhuriyet Devleti,
192O'lerde bu inanılmaz atılımı, kültür devrimini gerçekleştirme­
miş olsaydı, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, bugün Anado­
lu'da %99'luk bir Müslüman kitleden söz edilemeyecekti." 160
Avrupa'ya baktığımızda veya Avrupa Birliği ülkelerinden
baktığımızda laikliğin veya dinin başka bir boyutunu ve önemi­
ni görüyoruz. Bugün birçok kaynaktan öğrenebildiğiniz gibi Av­
rupalı liderler ülkelerinde her ne kadar laik bir sistem içinde ol­
salar da, Türkiye-AB ilişkilerinde, Hıristiyan kültürünü ön plana
çıkartarak, bir tür dine dayalı Avrupa milliyetçiliği sergilemekte­
dirler. Bu olguyu bizim algılamamız, kavrayıp anlayarak değer­
lendirmemiz gerekir.
Aynı şekilde Yunanistan-Türkiye ilişkilerine baktığımızda Yu­
nan kilisesi ve din adamları Yunan milliyetçiliğini yüceltmiş ve
desteklemiştir. Türkiye'de ise Osmanlının çöküş döneminde or­
taya çıkan akımlar içinde İslamcılık ve Türkçülük neredeyse ay­
n birer cephe oluşturma durumundaydı. Halbuki İslam dini
Türk kimliğinin bir parçasıdır. Bugün laiklik bağlamında Türki­
ye'de gördüğümüz en önemli sorunların başında İslamcılık ve­
ya dinciliğin sanki Türklüğe karşı bir cephe şeklinde algılanma­
sı ve/veya yansıtılmaya çalışılması geliyor.

159 Koro, M. Bedrettin, Laiklik Türk Teriminin Temel İlkesi, 1. Uluslararası Türkolo­
ji Kongresi Bildirileri, s. 185-187. Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2001.
160 Altında!, Aytunç, Laiklik, s . 220, Alfa Yayıncılık, İstanbul, 2004.

160
Yunanistan örneginden, dini Yunan milliyetçiligiyle birleşti­
ren Yunan din adamlarından ders almamız gerekir. Çünkü Türk­
ler Anadolu'da tutunabilmek için Türk ve İslam kimligine bir
arada sarılmak zorundadır. Yunanistan'a benzer şekilde Türki­
ye'de de din adamları Türk milliyetçiligini desteklemelidir. Çün­
kü Türk kimliğinin bir parçası olan İslamı Batılı ülkeler Türkle­
rin egemenligine karşı kullanmak için ugraşıyor. En az iki yüz
yıldır, misyonerlik ve dini bölücülük faaliyetleri sürüyor. Bu ça­
balar sonucu ne yazık ki Türkiye Balkanlar'ı ve Batı Trakya'yı
kaybetti. Doguda bugün hala başımızı agrıtan Ermeni ayaklan­
maları yabancı misyonerler tarafından başlatılmıştır.
Laikligin inanç hürriyetine karşı olmadıgını, bilakis herkesin
kendi inancını istedigi şekilde uygulayabileceginin kanunlarla
güvence altına alındığını anlamamız gerekiyor. Laiklikle ilgili
Türkiye'de son yıllarda pek çok kitap ve yazı yazıldı. Bu konu­
da taraf olarak degil, fakat gerçekçi açıdan bakarak irdelemek
topluma fayda saglayacaktır.
Laiklik sorununda yukarıda da degindigimiz gibi en önemli
nokta belki de halkın bir kısmının ortaçag düşüncesinde kalma­
sıdır. Bazıları laikligi, dinsizlik gibi algılıyor. Bunun da nedeni
koşullanmış düşünüş sisteminin günümüze kadar gelmiş olma­
sıdır.
Halbuki Osmanlı idarecileri yeniliklere yönelirken 19. yüz­
yılda imparatorlugun dayandıgı din hukuku ve gaza zihniyeti
yerine, Batı'daki ekonomik degerlerin ve ilmin öne çıktıgı ileri­
ci ve yenilikçi düşünce şekline geçmek gerektigini anlamışlar­
dır. Halkın geniş kitleleri, degişen ekonomik şartları ve uygarlık
degerlerini, ne 19. yüzyılda ne de bugün degerlendirecek du­
rumdaydı.
il. Mahmut Han'ın veya Atatürk'ün gerçekleştirmek istedigi
çagdaşlaşma ve yenilikçi düzene direnen ve bunlara karşı sava­
şan gerici güçler, halkın geniş kitlelerini etkilemiştir. Bugün de
cahil kesimleri etkiliyorlar. Sözde ilerici güçler ise genelde kök-

161
süz, kendi kültürünü tanımayan kimseler olarak, yeterince ay­
dınlanmamış, yarı cahil aydınlar olarak evrensel degerlere ulaş­
mada başarısız kalmıştır.
Sultan il. Mahmut Han'ın başlattığı girişimlerin sonucunda la­
iklik, Atatürk tarafından Cumhuriyet'in anayasasıyla çagdaş ya­
şama oturtulmuştur. Laiklik kesinlikle din karşısında olan bir
kavram degildir. Ne yazık ki, yukarıda da degindigimiz gibi, ba­
zı kimselerin dini siyasete karıştırması ve bunu fırsat bilen ya­
bancı odakların laiklik aleyhine faaliyetleri ülkemizde hala kısır
çekişmelere neden oluyor. Bazı görüşlere göre, Türkiye'yi böl­
mek isteyen dış güçler Cumhuriyet'in laiklik ilkesini alet ederek
toplumda karşıt gruplar yaratma çabasındadır. Bu nedenle laik­
lik kavramını ilmi ve hukuksal çerçevesinde anlayıp, geniş halk
kitlelerine gerçekçi olarak anlatmak gerekir.
12. yüzyıldan sonra Avrupa üniversitelerinde akılcı felsefe­
nin önderi Farabi ve ögrencisi İbni Sina'nın kitaplarını okuyarak
yetişen Batılı bilginler Rönesans', ve Reform'u gerçekleştirdiler.
Bu felsefeler ışıgında bilgi yayılmış ve bugünkü uygarlık adım
adım oluşmuştur. Bizde ise 15. yüzyıldan itibaren Farabi'nin
akılcı ögretileri yerine koyu cehalet yerleşmiştir. Günümüzde
aydınlanmadan yoksun, yeterli tarih ve kültür birikimi olmayan,
günü kurtarmaya çalışan siyasetçiler elinde, gerçek demokrasi
anlayışının yerleşemedigi toplumumuzda birçok olgu gibi laiklik
de bir sorun olarak karşımızda duruyor.

TÜRK FELSEFi DÜŞÜNCESi VE TÜRKOLOJi


Türklerin felsefi düşünce dünyasına bakarken, Türklügü in­
celeyen Türkolojiye kısa da olsa deginmemiz gerekir. Osmanlı­
nın çöküş döneminde ortaya atılan Osmanlıcılık, İslamcılık ve
Türkçülük gibi düşünce akımlarından sonra Türkoloji yavaş ya-

1 62
vaş önem kazanmaya başlamıştı. Son yıllarda Türkiye'de milli­
yetçiligin, içerden ve dışardan yapılan saldırılara karşı bir sa­
vunma tepkisi olarak yükselişe geçtigini görüyoruz. Türkoloji
bu gelişme sonucunda ve Orta Asya'da, yani Batı Türkistan'da,
Sovyet işgalinde bulunan Türk devletlerinin, Kazakistan, Kırgı­
zistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Azerbaycan'ın
1990'1ı yıllarda özgürlügüne kavuşmasından sonra daha da
önem kazandı. Avrasya'daki 300 milyona yakın Türk nüfusu ve
dünyada en çok konuşulan beşinci dil olan Türkçeyi konuşan
Türkleri inceleyen Türkoloji, Türk felsefi düşüncesiyle de önem
kazanır. Dolayısıyla bu konuya yer vermeyi bu baglamda uygun
görebiliriz. En azından genel kültürümüzün irdelenmesi açısın­
dan önemli bir konudur.
Türkoloji kısaca "Türklük" ilmidir denebilir. Türkoloji Türk
tarihi, Türk dili, Türk etnografyası, Türk antropolojisiyle ugraşır.
Türkoloji araştırmaları sonuçları Türk halkına ulaştıgında Türk
halkı kendi milli ve kültürel degerlerini daha iyi tanıyacaktır.
Türklerle ilgili en eski bilgiler eski Çin, Roma ve Dogu Roma
kaynaklarıdır. "Türklerle ilgili verdikleri bilgilerle Ammainus
Marcellinus (iV. yüzyıl), Priskos (ölm. 472), Sidonius Apollinaris
(V. yüzyıl), Menandros Protektor (Vl. yüzyıl) adlı yazarlar 'Türk­
lük' biliminin öncüleri sayılabilirler. " 16 1 Dipnotta verdigimiz
Prof. Hasan Eren'in bu kitabında Türklük hakkında yabancı ya­
zarların yazdıgı yüzlerce eserin- ayrıntılı kaynakları bulunuyor.
İlgi duyanların yabancı kaynaklara ulaşması için çok önemli bir
eser oldugunu belirtmek isterim.
Türk felsefesinde Türk sözcügüyle Türkiye, Avrasya'daki ge­
niş Türk dünyası ve Türkçe merkezli bir degerlendirme kastedi­
liyor. Türk felsefesi dendigi zaman sadece Türkiye sınırları için­
de kalamayız. 21. yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti'nin merkezi An-

16 1 Eren, Prol. Dr. Hasan, Türklük Bilimi Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayını, sayı
705, s. 2 1, Ankara, 1998.

163
kara ise de Türk dilinin merkezi şüphesiz İstanbul'dur. Çünkü
İstanbul lehçesi en yaygın Türkçe lehçesidir ve Türkçe felsefi
düşünce eserlerinin çogu İstanbul'da yayımlanmıştır. Bununla
beraber Türkçe felsefi düşünce ürünlerinin ortaya çıktığı coğraf­
ya Avrasya'ya yayılmış genişliktedir: İstanbul, Ankara, Konya,
Erzurum, İzmir, Diyarbakır, Edirne, Bursa, Kazan, Buhara, Taş­
kent, Semerkant, Bahçesaray, Orenburg, Bakü, Almatı, Lefkoşa,
Astana, Bişkek, Duşanbe, Kahire, İskenderiye, Şam, Bağdat, Teb­
riz, Paris, Londra, Münih, Berlin, Cenevre, New York, Moskova,
Sofya, Selanik, Kosova, Priştine...
Türk felsefesi deyişindeki Türk kelimesinin vurgusunu her­
hangi bir ideolojinin emrine vermeksizin 2 1. yüzyıl Türkiye
Türkçesini ve bu dilde yetişenlerin bu dildeki felsefi ürünlerini
kapsayacak şekilde anlamak mümkündür. Ancak bugün Türk
felsefesi kavramını kültürel dilsel merkezli anlamakla beraber
felsefi ürünler ve felsefeciler olarak genişletme, tarih ve coğraf­
yaya yayma imkanımız şimdilerde daha kolaydır. Siyasi ve tek­
nolojik gelişmeler bunu sağlayacak elverişliliktedir.
Türk felsefesi etkinliğini Türkçenin doğu kolundaki dil ve dü­
şünce ürünleriyle zenginleştirmek mümkündür. Türk felsefi dü­
şüncesini, ancak geniş Avrasya topraklarındaki Türkleri tanıyıp
anlayarak kavrayabiliriz. Kökümüz, özümüz, dilimiz, dinimiz,
mutfağımızdan müzik aletlerine kadar kültürümüzün aynı kök­
ten geldiği geniş Türkistan coğrafyasında yaşayan bütün Türk
topluluklarını, yani Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Ka­
zakistan, Kırgızistan, Dogu Türkistan, Yakutistan ve diğer Türk
topluluklarının felsefi düşüncelerini tanıyıp değerlendirmeliyiz.
Ancak Türkiye'deki felsefe etkinliği 1839'dan, Tanzimat'tan beri
süregelen "Batılılaşma yanılgısı" ile yönünü tamamen Batıya çe­
virmiş görünüyor.
Türk felsefe yaşamının bir diğer sorunu, Rahmi Karakuş gibi
bazı felsefecilere göre, 11., 12. yüzyıllarda ortaya çıkan bir yak­
laşımın felsefeye kültür içinde verdiği dini değerdir. Karakuş'a
göre, "İslam dünyası 'philo-sophia/philosophos'u bazen felasi-

164
fe/feylosof şeklinde bazen de hikmet/hakim şeklinde anlayarak
kullanmıştır. Sophia ile hikmet anlam olarak birbirinin yerine
kullanılabilir gözükürken kendini daha mütevazı bir seviyede
düşünen 'philosophia' ile Kuran'ın hikmetinin birbirinin yerine
kullanılması dinle felsefeyi eşit konumu getirmiştir. Bunu des­
tekleyen felsefe/filozof ve din/peygamber mukayeseleri, özellik­
le Farabi, İbni Sina ve Gazali sonrasında İbni Rüşd ile felsefe-din
mücadelesi halini almıştır. Gazali ile özdeşleştirilmiş ünlü felse­
fe karşıtlığı, zamanla kalıcılaşmış ve 'felasife' veya 'feylosof' kü­
für ya da en azından hafifmeşrep, kalender anlamına gelir ol­
muştur. O, sloganlaşmış şekliyle küfürle iştigal etmedir, zındık­
lıktır ve dinin aleyhine çalışan bir etkinliktir. Özellikle kelam ve
tasavvuf çevrelerinde hakim olan bu yaklaşım toplumun ortak
zihniyeti gibidir. Burada Tanzimat'a gelinceye kadar felsefe ile il­
gilenilmediği ve felsefenin Gazali sonrasında ortadan kalktığı gi­
bi indirgemeci bir görüşü savunmak elbette söz konusu değildir.
Yunan tarzı felsefe veya Meşşailik veya Aristoculuk olarak ad­
landırılan bu akımın dışında tasavvuf içinde yürütülen felsefe­
nin henüz işlendiği sorgulandığı söylenemez." (Rahmi Karakuş,
"Türk Felsefesinin İmkanı Üzerine", 2010, makale.)
Türk felsefesinin önünde duran sorunlardan biri genel ola­
rak felsefenin de sorunu olan felsefi düşüncenin kökleri mesele­
sidir. Özellikle 19. ve 20. yüzyıllar boyunca hararetle savunulan
ana tez felsefenin bir Yunan medeniyeti eseri olduğu şeklinden­
dir. 18. yüzyıl kaynaklı bu anlayışı Z. Direk, R. Bernasconi'ye da­
yanarak şöyle özetliyor: "Eski Yunanlıların felsefeyi Mısırlılar­
dan öğrendikleri görüşü, Warburton'un 1738 tarihinde dediği gi­
bi, 'Antik Çağ'la ilgili bilinen en sağlam olguydu.'
Yunan felsefesinin özerkliğini ilk savunan Dietrich Tiede­
mann'ın 'Geist der spekulativen Philosophie von Thales bis Soc­
rates' 1791 yılında yayınlandı ve bu eserin ardından, Wilhelm
Tenneman'ın on bir ciltlik Geschichte der Philosophie adlı felse­
fe tarihi piyasaya çıktı." 162 Tenneman, Tiedemann'ın projesini

1 65
tüm Batı tarihine yaymaktaydı. Felsefe tarihinin yeniden yazıldı­
ğı bu an, Avrupalıların diğer kültürleri inşa ettiği andır denebilir.
Türkoloji tarihine göz attığımızda, Türkoloji araştırmaları Av­
rupa'dan Çin'e misyonerlik için dini propaganda yapmaya gi­
den Avrupalılar tarafından başlatılmıştır denebilir. Türkoloji ye­
rine "Türklük bilimi" sözcüklerini de kullanabiliriz. Türk felsefe­
sini anlamaya çalışırken yabancıların yaptığı Türkoloji çalışma­
ları hakkında biraz bilgi vermek uygun olur. Türkoloji hakkında
bilgi sahibi olmadan Türk felsefi düşüncesi hakkında fikir yürüt­
meye kalkmak abes olur denebilir.
Avrupalı misyonerler Çin'de faaliyet gösterebilmek için Çin­
ce öğrenmiş ve Çin kaynaklarındaki Türklerle ilgili bilgileri de
Batı'ya yansıtmışlardır. " 1625 yılında Paris'te doğmuş olan Bart­
helmy d'Herbelot Çin'e misyoner olarak gitmiş, Bibliothegue
Orientale isimli çok önemli bir kitap yazmıştır. Bu yapıtın altıncı
cildinde Türkler hakkında Çin kaynaklarının verdiği bilgileri
derlemiştir.
Bugün de Türkiye'de Çin kaynaklarından faydalanarak Türk­
çe'ye yeni tercümeler yapılmaktadır." 163
Tulon'da l 718'de doğan Amiot isimli bir rahip, Çin'de uzun
yıllar kalarak çok değerli kitaplar yazmıştır. Türkoloji açısından
önemli olan Tatar-Mancu-Fransızca sözlüğü yayımlamıştır.
172 1 yılında Fransa'da doğan Josephe de Guignes 1745'te
Fransa'da kral kütüphanesine tercüman olmuştur. Paris'te 1756-
1758 yılları arasında beş cilt olarak yayımladığı Hunların, Türk­
lerin, Moğolların, Tatarların Tarihi164 adlı eseri bugüne kadar
yazılmış genel Türk tarihi kitaplarının başında gelir. Bu eser Hü­
seyin Cahit Yalçın tarafından bazı yerleri çıkarılarak dilimize

162 Tiedemann, Dietrich, Geist der spekulativen Philosophie von Thales bis Sokra­
tes, 1791.
163 Togan, i., Kara,G., Baysal, C.: Çin Kaynaklarında Türkler, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 2006
164 Josephe de Guinges, Histoire Generale des Huns, des Turcs, des Mongoles et
Autres Tartares Occidenteaux, Paris, 1758.

166
çevrilmiştir. " Hüseyin Namık Orkun'a göre, işte bu önemli eser
Türkolojinin temeli sayılmalıdır." 165

0BPA3ll,bl

HAPOAHOH JlliTEPATYPI:ıl
TIOPI{CKHX'1 TIJIEMEH'1,
ııtffBJ'lUl\xrh Bfh IOil.füOft OHBIIPH H A3YHPAPGKOi\ �rEnR,
00:&Pillbl

B. B. Pa,ZVIOBLIM'L.

'IActL 1 :

IIOA!lı\P'll'lln AJ\TAn: ıınTAllUEBl,, TEA BYTOB'lı, 'IBPIIOBl,JX'I, il .41168·


Afil{CKIIX'lı T/1'1:Al'l,1 IITOPUBB'Iı ll C!lllHllEB'I>.

....
PROBEN
DER YOLKSLI'ITERATUR

TüRKlSCHEN STA:M:ME SÜD-SIBIBIENS,


...,,
O?;fılAMH'St.T lJ N D ÜlllU\SJ!:'l'Z1'

Dr. W. Rıuilotf.
J. Theih
DIF. D!ALEC'l'E DES EıGENTL!C.BEN ALTAI : DER ALTAlBB, l'ELEUTEN,
LEBXD·TJ,.l'ARJ!N , SCJIOREN UllD SOJONBN,

CI\HKTIIBTEPEYP!1ı , 1866.
Ul'OA.At;TCA y ,CQ)HIUCC: ı o ıırroın, İI U U S J' A T O P C l'- O fi A t< .lAEı:İıt IH'I H i l, :
A. 633JhOU, .,. C. n. E. r. UTl!llıı..ıop<l>", n c. n. .li.
il, f,1.,)'BOU, ... C. IJ. ıı. H. l\'ııı!lteu, •.,, PMri.
Errcpu n }{owK., ..,,. C. n :s. 3KıııJtffAl!BdD,& " KoKı,, aı, T ıı4 .ıvrl
11,,.,ırr. 1 1 ' · 70 -.: <m . cep.

Yabancı Türkologların başında gelen Dr. Radloff'un Güney Sibirya'da yaşayan


Türklerin halk edebiyatıyla ilgili 1866'da St. Petersburg'da basılmış, kadim
Türk felsefi düşüncesini tanımamız açısından önemli kitabının kapağı.

165 Orkun, Hüseyin Namık, Türkçülüğün Tarihi, s. 29, Berkalp Kitabevi, 1944, lstanbul.

167
YABANCI TÜ RKOLOGLAR
Türkoloji tarihinde araştırmaları, ilmi kişiliği ve eserleriyle
Dr. Wilhelm Radloff 19. yüzyılda yabancı Türkologların en
önemlilerindendir.
1820'de yayımlanan Tatar Dilleri Hakkında Araştırmalar ad­
lı eseriyle, l 788'de Paris'te doğmuş olan Abel Remusat çok
önemli bir yapıt ortaya koymuştur. Türkolojiyle ilgilenen ve
önemli eserler vermiş olanlardan biri de l 783'te Berlin'de doğ­
muş olan Klaproth isimli araştırmacıdır. Yaptığı yayınlarla Türko­
loji sahasında Almanya'da isim sahibi olan Klaproth, Rus Çarı
Aleksander'ın bir daveti üzerine bütün Sibirya'yı gezmiş; Tum­
guzlar, Başkırtlar, Yakutlar, Kırgızlar gibi birçok kavmin içinde
dolaşarak Türk boylarının yaşam ve tarihleri hakkında çok
önemli bilgiler toplamıştır. Yirmi ay süren bu önemli gezisinden
sonra, Kafkasya'da da incelemelerde bulunmuştur. Bu eserlerin
bazıları 1826'da Paris'te yayımlanan Asya 'n ın Tarihi Tablosu,
1822'de Berlin'de yayımlanan Uygur Lisan ve Menşei Hakkında
Konuşmalar, 1828'de Paris'te yayımlanan Asya Hakkında Muh­
tıralar, 1829'da Paris'te yayımlanan Asia Ployglotta'dır.
1799-1873 yılları arasında Fransa'da yaşamış olan Stanislas
Julien isimli araştırıcı Göktürkler hakkında Çin kaynaklarındaki
bilgileri tercüme etmiştir. Gene bir Fransız olan Edouard Cha­
vannes, Göktürkler hakkında çok önemli eserler yayımlamıştır.
Aynı yıllarda De Groot isimli araştırmacı Doğu Hunları hakkında
Çin kaynaklarından çok önemli bilgileri Almancaya tercüme et­
miştir. Bütün bu önemli çalışmalar geçmiş Türk felsefi düşünce­
sini Batı'ya yansıtmıştır. Ancak felsefi düşüncemizi tanımamızı
sağlayacak bu önemli eserler tercüme edilerek bize yansıma­
mıştır. Bunların Türkçeye kazandırılması herhalde üniversitele­
rin görevidir.
Türkolojiye katkıda bulunan en önemli eserlerden biri Strah­
lenberg'in kitabıdır. Strahlenberg 8 Temmuz l 709'da yapılan
Poltava muharebesine katılmış İsviçreli bir subaydır. Asıl adı

1 68
Talbert'tir. Harpte Ruslara esir düşünce on seneden fazla bir za­
man Rusya'da dolaşmış, eski Türk kitabelerini bulmuş, Ebül Ga­
zi Bahadır Han'ın meşhur Şecere-i Türki'sini elde etmiş ve bü­
tün bu birikimiyle l 730'da Das Nord und Östliche Teil von Eu­
ropa und Asia adlı meşhur eserini neşretmiştir. İşte bu eser As­
ya kavimleri hakkında son derece önemli bilgiler verdiği gibi,
Türklerin vücuda getirmiş olduğu kitabeleri de ilk defa olarak
ilim dünyasına sunmaktaydı.
1822 yılında Spassky adlı araştırmacı Yenisey Kitabeleri hak­
kında bilgiler veren yayınlar yapmıştır. 1842 yılında Kopen­
hag'da doğan Wilhem Thomsen, Orhun Kitabeleri'nin Türkçe ol­
duğunu keşfetmiş ve Türk tarihinin 7. yüzyıldan kalma en eski
yazılı belgelerini Fransızcaya tercüme ederek Helsinki'de ya­
yımlamıştır.
2008 sonlarında Moğolistan Milli Üniversitesi Türkoloji Bölü­
mü Başkanı Prof. Dr. Tsendiin Battulga Türkoloji dalında önem­
li çalışmaları olduğundan ve 40 öğrencinin eğitim gördüğünden
söz ediyordu. Bu çok önemli bir gelişme. Çünkü Atatürk Üniver­
sitesi Türkoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Osman Mert'in belirttiği
gibi, eski Türklerin yaşamış olduğu Moğolistan coğrafyasında
Türklere ait binlerce küçüklü büyüklü tarihi eser, kurgan, onlar­
ca yazıt, heykel yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bir kısmı da
yok olmuş. Bu eserlerin korunması Türkiye ve Türk dünyasın­
da tanıtılması, üniversitelerin görevi olan akademik çalışmalarla
o dönemin felsefi düşüncesinin ayrıntılarına ulaşarak, dijital or­
tama aktarılması, gelecek nesillere aktarılması gerekir. Bütün
Türki cumhuriyetlerde, Moğolistan'da ve Türkiye'de bu konuda
yetişecek arkeologların da çalışacağı, lisansüstü eğitim veren
Türkoloji araştırma enstitülerine gereksinim var. Bu şekilde
özellikle Ön Türk uygarlığı döneminin felsefi düşüncesini daha
iyi anlayacağız.
Geçmişe baktığımızda Türkoloji tarihini veya Türk tarihinin
eski bölümlerini hep Avrupalıların araştırdığını görüyoruz. Aca-

169
ba neden Türk tarihiyle ilgili o asırlarda bir Türk araştırmacı çık­
madı? Belki de Türkler tarihi yaparken tarihle ilgilenmeye pek
önem vermedi diye kendimizi avutabiliriz. Ancak kültürün çok
önemli bir ögesi olan tarih, bugün doğru veya yanlış bir şekilde
birçok ülke tarafından siyasi ortamda kullanılıyor. Bu nedenle
tarihimizi çok iyi bilmeliyiz. Gayemiz zaten burada tarih dersi
vermek değil, Türk felsefi düşüncesini irdelerken, bu önemli ko­
nulara okuyucunun dikkatini çekmektir.
Türkiye'de Türkoloji ilminin, Osmanlının yıkılmaya yüz tut­
tuğu, milliyetçilik hareketlerinin başladığı sırada, yeni bir felsefi
düşünce hareketi olan Türkçülük akımıyla önem kazandığını gö­
rüyoruz.

Prof. Stanford Shaw


Türk felsefi düşüncesine ve Türk kültürüne Türklerden fazla
hizmet eden yabancılara olan vefa borcumuzdan dolayı birkaç
satırla onlardan söz etmeliyiz.
Prof. Stanford Shaw'un Türkiye'de tanınması, eşi Prof. Ezel
Kural hanımla birlikte yazdığı iki ciltlik Osmanlı İmparatorluğu
ve Modern Türkiye adlı kitabıyla oldu.
Profesör Shaw'un büyük eserlerinden ikincisi İmparatorluk­
tan Cumhuriyete: Türk Kurtuluş Savaşı'dır . 1 66 Eser "belgesel in­
celeme" niteliğindedir, İngilizcedir, toplam altı cilttir ve Türk Ta­
rih Kurumu tarafından yayımlanmıştır. Mutlaka dil bilen tarihçi­
ler tarafından Türkçeye çevrilmelidir.
Türkiye'de bu kadar "Atatürk kurumu" vardır, üniversiteler­
de devrim tarihi kürsüleri vardır, henüz böyle bir milli mücade­
le tarihi, Yusuf Hikmet Bayur'un 12 ciltlik Türk İnkılabı Tari­
hi l 67 dışında yazılamamıştır!

166 Shaw, J. Stanford, From Empire to Republic, vol. 1-VI, Türk Tarih Kurumu, An­
kara, 2000.
167 Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, cilt 1-12, 3. baskı, Atatürk Kültür Dil
ve Tarih Yüksek Kurumu Yayını, Ankara, 199 1.

170
Türkiye'deki akademik hayatını öğrencilere ve arşivlere ada­
yan Prof. Shaw'un son büyük eseri Birinci Dünya Savaşı 'nda
Türkiye olacaktı. Dört veya beş cilt halinde planladığı eserin sa­
dece birinci cildini tamamlayıp Türk Tarih Kurumu'na verdi,
baskısı tamamlandı, indeks çalışmaları yapılıyor, yakında çıka­
cak. Diger ciltleri yazmaya ömrü vefa etmedi.
Büyük tarihçinin Türkiye Bilimler Akademisi'nde 3 Mayıs
2002'de verdigi "Bir Düşüncenin Gerçekleşmesi: Osmanlı Tarihi
Çalışmaları" adlı konferans akademi tarafından küçük bir kitap
olarak yayımlandı. Bilime, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine
adanmış bir ömrün hikayesi. ..
Üniversite ögrenciligi yıllarında Osmanlı tarihine nasıl ilgi
duydugunu anlatırken Arııold Toynbee'nin bir dosyasından
bahsediyor. " l . Dünya Savaşı'nda Türklere karşı yaptıklarından
çok pişmanlık duyan Toynbee'nin" sonradan yazdıkları onu, bi­
zim felaket yıllarımızı incelemeye götürüyor: Birinci Dünya Sa­
vaşı...
"Yazdıkları yüzünden, Los Angeles'ta üniversite hocasıyken,
Ermeniler evine bombalı saldırı düzenlediler. Ama o korkarak
veya menfaat umarak akademik kanaatini degiştirmedi." 168
Türk dostu tarihçi Prof. Dr. Stanford Jay Shaw, 2006 yılında o
zamanki Başbakan Yardımcısının da katıldıgı törenin ardından
son yolculuguna ugurlandı.
Osmanlı tarihi alanında yaptıgı çalışmalarla tanınan Shaw,
1970'li yıllarda "Ermeni soykırımı yoktur" sözleri üzerine Erme­
niler tarafından tehdit edilip evi kundaklanınca Türkiye'ye gel­
mişti.
Türkiye Bilimler Akademisi Şeref Üyeligi'ne seçilen Shaw,
Türk ve Türkiye tarihine katkılarından dolayı Türk Tarih Kuru­
mu tarafından "Hizmet Madalyası ve Beratı"yla da onurlandırıl­
mıştı.

168 Akyol, Taha, Prof. Stanford Shaw, Milliyet, 19. 12.2006.

171
Shaw'un kendisini Türklere çok yakın hissettiğini, bunda Do­
ğu Avrupalı Yahudi bir aileden gelmesinin payı olduğunu vurgu­
layan tarihçi Prof. İlber Ortaylı şu bilgileri veriyordu:
"Shaw, 1 950 başlarında daha henüz bizim Osmanlı arşivleri­
ne çok az Türk arşivci girerken, gelen ilk Amerikalıdır. Niye gel­
diğini bilmiyorduk, öğrendik ki, onun çok derin bir Türk dostlu­
ğu var. Ciddi bir adamdı. Mısır arşivlerine de ilk o girdi ve 'Os­
manlı idaresi'nde Mısır'ı yazdı.
Unutamayacağımız birisi" l 69

Ord. Prof. Dr. An na Masala


Günümüzün Türkologları arasında en önemlilerinden biri
İtalyan ve İspanyol bir aileden gelen Roma Üniversitesi Türk Di­
li ve Edebiyatı öğretim üyelerinden Ord. Prof. Dr. Anna Masa­
la'dır.
Türk kültürüne birçok Türkten çok daha fazla hizmet etmiş
bu saygıdeğer ilim insanlarını hepimizin tanıması gerekir.
Bu arada 13. yüzyıldan günümüze Türk şiirinden Almancaya
yaptığı çevirilerle Türk kültür ve edebiyatını Almanlara tanıtan
Prof. Dr. Annemarie Schimmel'den söz etmeden geçemeyece­
ğiz. Bu değerli akademisyenleri el üstünde tutmamız gerekir.
Çünkü bizim felsefi düşüncemizin dünyaya tanıtılması ve yayıl­
ması için çalışmışlardır.
2001 yılında kendisiyle bir röportaj yapılan Profesör Anna
Masala, kırk yıldan beri Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Ve­
li'nin manevi hocaları olduğunu söylüyordu. "Yunus Emre'ye
alçak gönüllülüğü, tasavvuf şiirine sevgimi, Hacı Bektaş'a da
Anadolu insanına sevgimi borçluyum, Türkiye'den uzak oldu­
ğum zaman, gurbet ellere düştüğüm zaman hiç yalnız değilim.
Hatta Hacı Bayram Veli'nin, Eşrefoğlu Rumi'nin, Hasan De­
de'nin, Abdal Musa'nın, Ahmet Yesevi'nin, İstanbul'un bütün

169 Fırat, Gülay, Prof. Dr. Stanford Jay Shaw, Milliyet, 19. 12.2006.

1 72
evliyalarının, Anadolu'daki dedelerin aydınlık yüzlerini görü­
yor, kalbimde hissediyorum" diyordu.
"Mehmetçik" demenin "Türkiye" demek olduğunu anlatan
Masala, Mehmetçik sözcüğünün Türk milletinin sembolü oldu­
ğunu kaydediyor.
Acaba entel geçinen aydınlarımızın kaç tanesi Anna hocanın
söz ettiği Türk düşünürlerini tanıyordur veya kaç eserini oku­
muşlardır!
Profesör Anna Masala'nın eserlerinden bazıları: Yunus Emre
(2 cilt), Oğuz Kaan Destanı, Şiirlerden Seçmeler, Türkiye ye Aşk
Mektuplarım. Prof. Masala İstanbul Üniversitesi Fahri Diploması,
Konya Turizm Derneği Tasavvuf Ödülü, TÜTAV Armağanı ve
1997'de aldığı Türk Dışişleri Bakanlığı Altın Madalyası sahibidir.
Türk insanını ve Türk kültürünü gerçekten tanıma olanağı bu­
lan yabancıların Türk dostu olduğunu görüyoruz. Baskın bir kül­
tür olan Türk kültürü sevgi, hoşgörü ve dostluk doludur. Türk fel­
sefi düşüncesinde yüzyıllardır bunu görüyoruz. Evrensel kültürü
zenginleştirecek olan Türk kültürünü önce kendimiz iyi tanımalı,
sonra da yabancılara tanıtmaya çalışmalıyız. Bütün ufak çabalar
dahi bize mutluluğumuzu artıracak şekilde geri dönecektir.
Batı'dan ve Doğu'dan Türk kültürüne yapılan saldırıların ço­
ğaldığı günümüzde, Türk kültürüne hizmet eden, Türk felsefi dü­
şüncesini tanıtan yabancıları el üstünde tutmalıyız.

D Ü NYADA FELSEFEN i N DEĞiŞi M i


Günümüzde etrafımızda birçok değişikliğin olduğunu izliyo­
ruz. Bazılarının ileri sürdüğü gibi bilgi kirliliği, medyanın kendi­
ne göre veya kime hizmet ediyorsa ona göre siyasi, ekonomik,
kültürel yönlendirmesi sonucu dünyada genel olarak bir akıl tu­
tulması mı var? Felsefi düşüncemizde bir değişim var mı? Şüp-

1 73
hesiz dünyanın önemli kültürlerinde felsefi düşüncede değişim­
ler, gelişmeler oluyor. Biz bu gelişmelerin neresindeyiz? Bizde­
ki gelişmeler nasıl?
Felsefi düşüncedeki değişimler küreselleşmeyi hedefleyen
büyük dünya sermayesinin ekonomik dayatmalarıyla şekillen­
dirilmeye çalışılıyor. İnsanlar tüketim çılgınlığına yöneltilirken,
depolitize ediliyor. Yeni toplumsal yapılanma sürerken yeni
dünya düzeninin aristokrasisi artık uluslararası büyük sermaye
şirketlerinin "ceoları"ndan oluşuyor denebilir.
Anti-entellektüellik çok yaygınlaşırken, internet ve internet
satışlarının müşterisi ve tüketicisi olan eşit (!) veya diğer bir de­
yişle tekdüze insanlar çoğalıyor. Gerçek entelektüellerin yerine
son yirmi yılda görülen yarı cahil entel danteller (!) bile silini­
yor. Düşünürler bu ortamda yetişebilir mi? Düşünüre bu deği­
şimler çerçevesinde gerek var mı? Bu düzende artık parıldayan,
yüksek yetenekli devlet başkanlarına gereksinim duyuluyor
mu? Batı'da Kennedy, Adenauer, DeGaulle gibi devlet adamları­
na gereksinim yok.
Bu düşünce çerçevesinde Türkiye'ye bakarsak, Türkiye'nin
petrol enerji kaynağı ülkeler gibi birinci sömürü hattında olmadı­
ğını görebiliyoruz. Ülkemizde küreselleşme çerçevesinde birey­
lerin tüketime özendirilmesi ve borçlandırılması sonucu köleleş­
tiği bir gerçek. Ayrıca ülkenin zenginlikleri döviz ve para oyunla­
rıyla, örneğin borsa yoluyla boşaltılıyor. Toplumsal ve parasal
kaotik eşik dünyada henüz aşılmadı denebilir. Belki aşılması için
düşünürlere gereksinim olabilir. Yoksa felsefeyle ilgili bu kitabı
boşuna yazıyor olacağız. Olumlu bakarsak bu kitap yeniden en­
telektüel düzeyde yetkin insanlara özet bir kaynak olabilir.
Günümüzde Wittgenstein doğal olarak en çok ilgiyi hak eden
filozoflardan biridir. Çünkü bütün bir 20. yüzyıl felsefesinin sey­
rini değiştiren, felsefeye "tartışılacak" yeni bir ufuk çizen kişidir.
Onun felsefesi, çağdaşlarından ve kendinden önceki filozoflar­
dan birçok yönden farklılık gösterir. Hayatı boyunca somut ola­
rak üzerinde çalıştığı ve ortaya koyduğu Tractatus ve Philosop-

1 74
hical Investigations adlı eserleriyle iki farklı perspektif etrafın­
da devasa felsefi tartışmalara ve günümüz felsefesinin gündemi­
ni oluşturacak yaklaşımlara aracı olmuştur.
Bizde düşünmeye çalışanlar neler düşünüyor? Bir değişim
söz konusu mu? Dünyada neler oluyor? Felsefeciler, düşünürler
dünyanın gidişatında bir rol oynayabiliyor mu?
Bu sorulara cevap verebilecek Dünya Sorunları Karşısında
Felsefe başlıklı 21. Dünya Felsefe Kongresi Ağustos 2010'da İs­
tanbul'da yapılmıştı. Felsefi düşüncede felsefeciler ne gibi yeni
düşünceler sunacaktı?
Bu kongrede felsefecilerden beklenen, dünya sorunları kar­
şısında hangi bilgilere dayanarak, hangi açıklamaları getirdikleri
ve bir çözüm yöntemleri varsa, bu sorunlara nasıl bir çözüm
arayışı içinde oldukları, bir birey olarak bu sorunlara tavırları
ve bu sorunlar karşısında hangi tür tavırların doğru olduğuna
dair düşüncelerini sergilemeleriydi. .
Bu felsefe kongresine, 83 ülkeden 600 kadar felsefeci katıl­
mıştı. Oturumlarda, "Felsefenin rolü: Aydınlanma, postmodern
düşünce ve diğer perspektifler", "Bilim ve teknolojideki yeni ge­
lişmelerde karşılaşılan etik ve felsefi sorunlar", "Globalleşme ve
kültürel kimlik, insan hakları, devlet ve uluslararası düzen" baş­
lıklarında fikirler ortaya atıldı, tartışmalar düzenlendi.
Sempozyumlar ise "Eşitsizlik, yoksulluk ve gelişme: Felsefi pers­
pektifler", "Şiddet, savaş ve barış", "Demokrasi ve geleceği:
Yurttaşlık ve sivil toplum", "İnsan hakları: Kavramlar, problem­
ler ve beklentiler", "Türkiye'de felsefe" başlıklarını taşıyordu.
Oturumlarda, postmodern çağda siyasal eylem, insan hakları,
yabancı düşmanlığı ve öteki sorunu gibi başlıklar da tartışılmış.
Fakat çözüm ne? Çözümü günümüzde felsefeciler ortaya ko­
yabilir mi? Yoksa güç günümüzde sadece siyasilerin elinde mi?
"Eşitsizlik, yoksulluk, şiddet, savaş" bugün içinde bulunduğu­
muz dünyanın olgularıdır. İzleyen bazı felsefecilere göre bu ol­
guları ele alan oturumlarda bunları ortaya çıkaran nedenler ve

175
önlenmesi için yapılması gerekenler konusunda dilek ve temen­
ninin ötesinde gerçekten doğru olanın, olması gerekenin, izlen­
mesi gereken yönelim ve tavrın ortak iradeye dönüştürülmesi
yolunda ne bir eğilim ne de bir çaba vardı.
Yani felsefeciler bir değişim, bir yenilik peşinde değiller. Bel­
ki günümüzde geldiğimiz düzeyde felsefi düşüncede ortaya ko­
nacak bir düşünce yok.
Genel olarak kongreyi izleyenlerde, felsefecilerden hem bir
açıklama hem de bir tavır koyma beklentisi vardı. "Eşitsizlik,
yoksulluk, şiddet, savaş" diye belirlenen ana konularda açıkla­
ma şeklinde hiçbir ortak bildirge çıkamamış.
Kültürel çoğulculuğun bir iletişim sorunu olduğunu ve iyi ile­
tişimle iyi toplumsal sistem kurulurmuş gibi, iletişimle hayata
geçecek etik ilkelerin, kültürel çoğulcu toplumun ilkeleri olabi­
leceğini savundular.
"Demokrasi deyince genel ve kamusal bir iletişimin kurum­
sal olarak güvence veren biçimlerini anlayacağız, bu iletişim in­
sanların, sonsuz genişletilmiş kullanım güçlerinin nesnel koşul­
larında nasıl yaşayabilecekleri ve nasıl yaşamak istemesiyle ilgi­
lenmektedir" şeklindeki yaklaşımıyla demokrasiden yalnızca
söz hakkını anladığını söylemiş oluyordu.
Belki de felsefeciler bir araya gelince siyasetçilerden daha
okumuş ve mantıklı olacakları varsayımıyla onlardan insanla­
rın, daha doğrusu insanlığın sorunlarına çözüm bulmaları bekle­
niyor.
Hepimizin bildiği gibi Kant, "hiçbir devlet, başka bir devletin
anayasasına ya da hükümetine zor kullanarak karışmamalıdır"
dedi diye savaşlar engellenmedi. Savaşın kaynağı çıkarların kar­
şıtlığıdır. Yürürlükte olan ilkeler, toplumsal güçlerin birbirlerine
karşı pratikteki güçlerinin konumunu gösterir. Güçlenen kesim­
ler yeni ilkeler ortaya koyarlar. Bu bakımdan ilkelerin kendi ba­
şına bir gücü varmış gibi, ilkelere değer atfetmek yerine, bir ilke­
nin ardındaki gücün somut niteliğine bakmak gerekir. Kongrede
dile getirilen "Birleşmiş Milletler örgütünün daha fonksiyonel ol-

176
ması ve ABD'nin gücünü sınırlaması" beklentisi de sanki hayal
edilen bir gücün olaylara müdahale etmesi şeklinde tasarlana­
rak kurgulanması gibiymiş. Halbuki gerçek daha değişik; BM gü­
cü, dünyadaki emperyalist güç blokları üzerine kurulmuş bir
denge şeklinde bir görünüm veriyor denebilir. Gerçek varlığının
ötesinde BM organizasyonuna ilkesel bir değer atfetmek bir çö­
züm üretmek değil, yine egemen güç unsurlarına el açmak anla­
mına geliyor. Bunu Kantçı anlamda savunuyorum demekle de
bir çözüm arayışına girilmiş olmuyor.
Şu anda dünyada siyasi sistemin tek meşru savunması, de­
mokrasi ve özgürlük iddiasında olmak denebilir. Demokrasi
kavramını ortadan kaldıramazlar, ama birçok ülkede içini boşal­
tıyorlar. Şimdilerde dünyanın birçok yerinde özgürlükler kısıtla­
nıyor.
Türkiye'den birçok felsefeci kongreye davet edilmemiş ol­
maktan şikayetçiydi, birçok tebliğin kongreye alınmamış olması
da günümüzde felsefenin bile ne kadar zor olduğunu veya felse­
fenin zorlandığını gösteriyordu.
Olması gereken dünya ile olan dünya arasındaki çelişki var ol­
dukça, insanlığın arayışı herhalde sürecektir. "Onaylamadığınız,
meşru bulmadığınız bir dünyada var olmaktan daha gerilimli, da­
ha çelişkili ne olabilir?" diye soran izleyiciler vardı şüphesiz.
Eşitliğin olmadığı bir dünyada adaleti arayamayız. Daha in­
sanca yaşamaya özenilen, bu yönde değişmesi gereken bir dün­
yayla karşı karşıyayız ve ne değişmesi gereken bir dünyada ol­
duğumuz ne de nasıl değiştireceğimize dair bir aydınlanma ya­
şanmış bu kongrede.
Son elli yılda Türkiye'de yayımlanmış felsefe kitaplarının ço­
ğu Batı felsefesiyle ilgili. Tasavvuf felsefesi, İslam felsefesi hak­
kında neler biliyoruz? Son yıllarda ortaya çıkan ezoterik çağ an­
layışıyla aydınlanmadan uzaklaşan "New Age" denen felsefi
akım dünyada nereye yerleşiyor, bize nasıl yansıyor? Postmo­
dernizmin getirdiği düşünce yansıması ve sonrasındaki gelişme-

1 77
!er dünyaya nasıl yansıyordu? Postmodernizmin toplumumuza
yansıması felsefe açısından ne düzeydedir?
"Zeitgeist" denen, her ne kadar Almanca sözcüklerden oluş­
sa da Amerika'dan kaynaklanan "zamanın ruhu" bir kurgu mu­
dur? Yoksa Yeni Dünya'nın çöküşünü öteleyen dar çerçeveli bir
olgu mudur? Felsefi düşünce veya felsefe dünyada nereye gidi­
yor? Bilgi çokluğu veya bilgi kirliliği içinde milyonlar hatta mil­
yarlarca insan ne olup bittiğini anlayamıyor. Son yılların felsefi
(!) düşünce akımları bizi, bizim düşünürleri ne ölçüde etkiliyor?
Çağımızın akademik güvenliği olmayan İnternet ortamı ve tü­
ketim çılgınlığı düşünmeye zaman bırakıyor mu? Nereden gelip
nereye nasıl gittiğimizi düşünebilen var mı?
Mayıs 201 1'de felsefi düşünceyle çıkışları olan İngiliz fizikçi
Stephen Hawking "felsefe öldü" diyordu. Hawking'e göre, "geç­
mişte felsefeciler bilimi yaratmamıza, bilinen sınırlarını zorlama­
mıza yardımcı olurlardı, şimdi bu bayrak bilimcilere geçti, felse­
fecilerden yardım alamıyoruz; çünkü felsefe öldü."
İnsan var oldukça ve düşünebildikçe felsefe ölmez. Belki şu
günlerde yeni bir felsefi atılımın görünmemesi Hawking'i böyle
bir yoruma sevk ediyordu.

178
iV. BÖLÜM

DÜŞÜ N Ü RSÜZ YAKI N G EÇM iŞ


1950'lerden bugüne kadar geçen döneme yakın geçmiş der­
sek ve de bu dönemde Türkiye'yi yönlendirecek veya Türk fel­
sefi düşünce dünyasını Farabi gibi etkileyen büyük bir düşünür
çıkmadı diye, bu döneme "düşünürsüz yakın geçmiş" dersek,
acaba birçok değerli felsefeciye ve düşünmeye çalışan düşünü­
re haksızlık mı etmiş oluruz?
Belki de beklentilerimiz çok fazla oldugu için böyle bir değer­
lendirmeyle yanlışlık mı yapıyoruz? Felsefeyi veya felsefi konu­
ları düşünecek vakit var mı? Düşünmek istiyor muyuz? Düşüne­
rek ne hedefliyoruz? Düşünerek neye varacağız? Gerek var mı?
Ünlü düşünür Friedrich Nietzsche 1872'de yazdığı bir yazı­
sında şöyle diyor: " Kendi tehlikesinin bilincine varan bir halk,
'dehayı' yaratır." Bu cümleyi göz önünde bulundurarak kitaplar
yazabiliriz. Acaba Cengiz Han, Napolyon, Atatürk bu şekilde mi
ortaya çıktılar? Düşünürler, filozoflar da bu şekilde mi ortaya çı­
kıyor? Afrika'nın yüzyıllardır sömürülme nedeni halkın tehlike­
nin bilincine varamaması mı? Türkiye'de yakın geçmişte önem­
li bir düşünür veya devlet adamının çıkmamasının nedeni ne?
Her şey yolunda gidiyor da, kimsenin sıkıntısı yok da, o neden-

1 79
le mi önemli bir düşünüre veya devlet adamına gereksinim yok?
Veya Nietzsche'ye inanırsak herhangi bir sorun yok mu? Veya
onun söz ettiği bir tehlike mi yok? Yoksa halkta bilinç mi yok?
Yoksa belki de Nietzsche mi yanılıyor?
1950 bazılarına göre Türkiye'nin ilerlemesinde bir dönüm
noktası, bazılarına göre ise çağdaşlaşma yönünde giden ülke
için bir kırılma noktası.
Felsefecilere göre felsefe ancak özgürlük ortamında gelişir.
Zaman zaman beceriksiz siyasetçilerin dövüşmeleri sonucu ül­
keyi darbelere götürüp özgürlüklerimizin kısıtlanmasına yol aç­
tılarsa da, genelde 1950'den bu yana giderek özgürleştiğimizi dü­
şünüyoruz veya öyle sanıyoruz. Özgürlük ortamı düşünürlerin
düşüncelerini filizlendirdiğine göre Türk felsefi düşüncesinin de
ilerlediğini mi düşünmeliyiz? Şüphesiz bazı gelişmeler oluyor.
1958'de Irak'ta Başkan Kasım hükümetinin Türkmen denen
Türklere karşı giriştiği katliama Menderes hükümeti seyirci kal­
mıştı veya seyirci kalmak zorunda kalmıştı.
20 10 yılında Gazze'deki Filistinlilere Türkiye'de gösterilen il­
gi ve desteği acaba Yunanistan'ın Batı Trakya bölgesindeki
Türklere, Karabağ'da Ermeni işgalindeki Azerbaycan Türkleri­
ne, Kuzey Irak'taki Türkmen denen Türklere, Çin işgalindeki Uy­
gur Türklerine neden gösteremiyoruz? Ezilen Türklere neden
destek yok? Bugün halen süren, Kıbrıs Türklerine, Azerbaycan
Türklerine uygulanan ambargolara "bölge gücü" olduğu ileri sü­
rülen Türkiye neden karşı çıkmıyor veya çıkamıyor?
1960'lı yıllarda Kıbrıs'ta Rumların Türklere karşı giriştiği kat­
liamlar ise Türkiye'de infial yaratmıştı. Yunanlıların Batı Trak­
ya'da Türklere uyguladığı baskılar ve Rumların Kıbrıs'taki Türk­
lere 1974 yılında yaptığı son katliam, Türkiye'yi, Kıbrıs Cumhu­
riyeti'nin kuruluş anlaşmaları çerçevesinde garantör ülke ola­
rak, Kıbrıslı Türkleri katliamdan kurtarmak için Kıbrıs'a barış
harekatı yapmak zorunda bırakmıştı.
NATO ülkeleri arasında ilk defa bir anlaşmazlık oluyor, iki
NATO ülkesi, Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya geliyordu.

1 80
Türklere karşı yapılan caniliği, katliamları görmeyen Avrupa
tarihten gelen Türk düşmanlığı refleksiyle Türkiye'nin genişle­
mesinden, onların deyimiyle "expantion"undan korkarak, karşı
cephe alıyor ve ABD ile birlikte Türkiye'ye ekonomik ve askeri
ambargo koyuyordu.
İşte bu ambargo Türkiye'de sadece ekonomik yaşamda değil,
Türk düşünce dünyasında da değişimlere yol açıyordu. Ambar­
go sonucu ülkede eksik olan ve resmen ithal edilemeyen malla­
rın gelebilmesi için kabadayı denilebilecek bazı kişilerin örgüt­
lendiği ve kaçakçılığın geliştiği bir dönem oluşuyordu. Hükümet­
ler ambargo nedeniyle bu kanun dışı oluşumlara bir dereceye
kadar göz yumuyor veya göz yummak zorunda kalıyordu. So­
nuçta bu kaçakçılık şebekeleri kuvvetlenerek doğumuzdaki bazı
ülkelerden batımızdaki ve batının batısındaki ülkelere yüklü
miktarda keyif verici maddeler ithal (!) ve ihracatı (!) ile çok zen­
ginleşip, kara para ile ülkede nüfus sahibi olmaya başlıyorlar.
Öyle ki bu çetelerden bazı kişilerin devletin ileri gelenleri mi de­
sek, ileri gidenleri mi desek, onlarla beraber gazinolarda, şurada
burada çekilmiş fotoğrafları yayımlanıyordu. Üst konumdaki in­
sanların tipleri süratle değişiyor, bazılarına göre maganda kültü­
rü (!) hızla yayılıyordu. Toplumun değer yargıları, düşünce şek­
li süratle değişime uğruyordu. Okuryazar, düşünen, insan olma­
ya, çağdaş olmaya, medeni olmaya çabalayan insanlar yerine be­
linde silah taşıyan birtakım insanlar beyefendi (!) oluyordu.
Yakın tarihi yazanların kitaplarında bu kişilerin devleti idare
edenler, bürokratlar, milletvekilleri ve bakanlarla ne kadar içli
dışlı olduğu veya basma yansımış mahkeme süreçleri okunabilir.
Bu gelişmeler halkın geniş kitlelerinin çektiği yoksulluk ya­
nında, karaparanm çoğalması, değer yargılarının değişerek "pa­
raya tapanların" çoğalması, fuhşun, yolsuzluk ve rüşvetin artma­
sı ahlak ve kültür erozyonuna neden olmuştur. "Benim memu­
rum işini bilir", "yap numaranı al paranı", "anayasa bir kere de­
linmekle bir şey olmaz", "ben verdim oldu" gibi o günlerden ak-

181
lımızda kalan bazı üst kademelerde bulunanlarca söylenmiş söz­
ler, düşünce dünyamızı derinden yaralamış ve değiştirmiştir.
Bu değişimler çerçevesinde ekmek kavgasında olan halkın
ve ne yazık ki "aydın" olması gerekenlerin ilgisinin odagı ekono­
mik sorunlar oldu. Tabii ki refaha ulaşmak, kalkınmak için eko­
nomi önemlidir. Ancak ülkede genel ilginin bir noktaya çevril­
mesi, toplumun diger gerçeklerinden uzaklaşmaya yol açmıştır
denebilir. Toplum geniş kesimleriyle giderek "paraya tapar" bir
hale dönüştürülmüştür.
12 Mart 1971 müdahalesinden sonra siyasal partiler, yaratı­
lan kamuoyu ile hem sagda hem solda Cumhuriyet'in ilkeleri,
halkçılık, milliyetçilikten sanki kuşku duyar oldular. Devrimci­
lik, yani gelişmeden söz edilemez oldu denebilir. Laiklik ve dev­
letçilik ilkeleri amansız saldırılarla büyük ölçüde hırpalandı. Şe­
hir ve kırsal kesimlerde, zengin fakir arasındaki gelir dagılımı,
adaletsizliği ve toplumsal tabakalar arasında görülen fark derin­
leşti.
Olumlu bir gelişme için çözümler araması gereken sag ve sol
düşünce çatışırken, yıllar sonra açıklandıgı gibi, aynı dış kaynak­
tan parasal olarak beslenerek Batı emperyalizmini ve sömürü
düzenini ülkeye tam olarak oturtacak olan 12 Eylül 1980 askeri
müdahalesine gelindi.
Sag ile sol düşüncenin arasındaki çekişmenin getirdigi veya
ilerici-gerici çekişmesinin yol açtıgı bunca askeri müdahaleden
bir şey öğrenebildik mi? Eğer siyasi partiler gerektigi gibi çalışa­
bilselerdi, demokrasi ve insan haklarını zedeleyen bu askeri
müdahalelere ne gerek vardı? Bugün birtakım kalemşorlar hala
para aldıkları kesim için karşı tarafı suçlar, yargılar konumdalar.
Bırakın felsefi düşünceyi, düşünce düzeyinde bu tür sözde ya­
zarlar ortalıkta oldukça acaba nasıl gelişeceğiz? Bugün 21. yüzyı­
lın başında Türk felsefi düşüncesi ve toplum olarak neredeyiz?
Türkiye'de sag ve sol felsefi düşüncede neler oluyordu? Fel­
sefi yogunlugu olan sag felsefi düşünceden daha önceki bölüm­
lerde söz etmiştim, biraz da sol felsefi düşünceye deginelim.

182
Cumhuriyet'in devletçilik kavramından veya başka odaklar­
dan yeşeren Türk solu Türk felsefi düşünce yaşamında 12 Eylül'e
kadar gelişmiş, ancak askeri müdahale sonucu ortadan kaldırıl­
maya uğraşılmışbr. Aynca sol söylemli siyasi parti ve oluşumlar
sosyal adaleti sağlayamamaları, emekçi, fakir köylü ve dar gelirli­
ye gerçek anlamda bir katkıda bulunamamaları sonucu, felsefi
olarak sahnede görülseler de, tabanlarını her seçimde alamadık­
ları oylarla beraber kaybetmiştir. Aynca son yıllarda halkın mi­
tinglerde talep etmesine rağmen, bitmeyen "solda birleşme" tera­
nesi sürmekte fakat başarıdan uzak görülmektedir. 2010 yılına bir
ay kala Bülent Ecevit'in eşi yeni bir sol parti kuruyordu. Solda bu
girişimle bir kere daha bölünme oluyordu. Bu bölünmeler sosyal
adalete gereksinimi olan insanların sosyal demokrat sol partilere
oy vermesini önleyecektir. 2010 Mayıs'ında Baykal'ın belden aşa­
ğı vurulan bir komplo (!) ile istifası sonucu seçilen yeni CHP Ge­
nel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu şimdiye kadar sergilediği kişili­
ğiyle sosyal adalet isteyenler için, solda birleşme için bir umut
oluyordu. Ancak 12 Haziran 2011 seçim propagandasında Kılıç­
daroğlu, Hakkari mitinginde AB'nin talebi olan "yerel yönetimle­
re özerklik" sözünü verince CHP'nin geleneksel cumhuriyetçi
seçmeninin bir kısmını bu söylemle kaybediyordu.
1980 askeri darbesiyle darbe yiyen sendikalar günümüzde
etkili olamıyor gibi bir izlenim veriyor. Dolayısıyla işçi sınıfı san­
ki siyasal alanda yok denebilir. Bu gelişmeler sonucu sol görüş­
lü düşünürlerin etkinliğinin azaldığı izlenmektedir. Ecevit'in "or­
tanın solu" silindi mi? Sol görüş nedir? Sosyal adaleti sağlamak
mıdır? Halkın hakkını hukukunu korumak mıdır? Sol parti ola­
rak görünmek bu mudur? Yoksa sol denen partiler "sol" kavra­
mıyla, dinsizlikten, despotluğa, hatta antidemokratlığa ve dikta­
törlük hevesliliğine kadar halkın hiç de tasvip etmediği idare şe­
killerini hatırlatır oldukları izlenimini yaratbklan için mi dar bir
ilgi alanında kalıyorlar? 2010 yılı başındaki Tekel işçileri grevi
sendikaları tekrar öne çıkarıyordu.

183
Burjuva veya "orta direk" denen az sayıdaki orta sınıf da
Özal zamanında enflasyonla ortadan kalktı. Günümüzde ülke­
mizde hala sosyal adalet saglanmış degil, zenginler giderek zen­
ginleşirken, fakirler de giderek daha fakirleşiyor.
Siyasal anlamda bir liberalizmden, liberal felsefeden söz et­
mek de pek mümkün degil. Liberal özgürlükten yanadır, her fik­
re saygılıdır. Liberal düşüncede bireyin kişisel özgürlügüne, fi­
kir özgürlügüne, her bireyin özel yaşam şekline hoşgörü vardır.
Bizde ise liberal geçinenlerde liberalizmin hiçbir özelligi yoktur.
Liberalim deyip liberal olmayan görüşlerini neredeyse zorbalık­
la kabul ettirme çabası vardır. Son zamanlarda kendilerine libe­
ral adı veren ve Türkiye'nin aleyhine olan her türlü eylem ve
söylemle ortaya çıkan sözde aydınlar ve yabancıların menfaat­
leri doğrultusunda yazı yazan kalemşorlar ülkenin felsefi düşün­
ce alanında gelişmesine nasıl yardımcı olabilirler diye sorgula­
yanlar var denebilir.
İkinci Cumhuriyet fikrini ortaya atanların gerçek ilerici bir
felsefesi var mı? Bazıları "ikinci cumhuriyet fikrini ikinci ihanet
tartışmaları olarak degerlendiriyor." Böyle bir tartışmada felse­
fi bir açılım beklerken, günümüzdeki siyasi tartışmalardaki dü­
zeysizlik hiçbir felsefi yaklaşım olamayacağına işaret ediyor. Bir
taraf digeri için "zihinsel yaşlılar", "borazan beyleri", "yagdan­
lıklar", "statükocu ulemalar" gibi benzetmeleri layık görürken
diger taraf, "tıfıl yazarlar", "kikirikler", "numaracılar" diye karşı­
lık vermekteler. Bu söylemleri buraya yansıtmaktan kişisel ola­
rak kullanmadıgım sözcükler olduğu için rahatsız oluyorum, an­
cak siyasetle uğraşan fakat siyaset felsefesiyle uzaktan yakından
hiç alakası olmayanların, siyasetle ilgili fikir beyan edenlerin dü­
zeyini anlamak için önemli olabilir.
Acaba sorun "Batılılaşma" sorunu mu? Acaba yabancı bir uy­
garlıgı, yani Batı uygarlığını taklit ederek bir yere gelme çabası
daha önce de degindigim gibi bir yanılgı mıdır? Aydınlanmış bir
bilince sahip olmadıkça herhalde yabancı bir uygarlığın olumlu
tarafları alınamaz. Tanzimat konusunda daha önce degindigim

184
gibi bizim yaptığımız şekilci Batı taklitçiliğinin yanında kimliği­
mizi hesaba katmamamız en büyük yanılgıdır. Çünkü biz istesek
de Türk- İslam kültürü üstüne kurulmuş kimliğimizi atamayız.
Hem ne diye kimliğimizi sözde Batılılaşma uğruna bırakalım! Za­
ten Avrupalı olabilmek için antik Grek, Roma ve Hıristiyan kim­
ligini almamız gerekir. Ancak bu tasarı kimlik bize kesinlikle uy­
mamaktadır.
Bu dönem, zorlamayla da olsa demokrasinin Türkiye'de ge­
ne de geliştiği dönemdir. Demokrasi anlayışının gelişmesi Türki­
ye için önemlidir. Çünkü ülkemizde ne aile içinde ne sivil top­
lum kuruluşlarında ne derneklerde ne de demokrasinin en faz­
la olması gereken siyasi partilerde demokrasinin ne yazık ki he­
nüz olmaması nedeniyle, felsefe bağlamında demokrasiden söz
etmeyi abesle iştigal etmek diye değerlendirilebiliriz. Askeri yö­
netim denetiminde yapılan ve yürürlükte olan siyasi partiler ka­
nunu ne yazık ki darbeci niteliktedir ve parti içi demokrasiye
yer vermemektedir.
Aile içi şiddet, ensest, çocuğa şiddet, örneğin Güneydoğulu­
ların Mardin'de kendi ailelerinden 44 kişiyi öldürdükleri, Ada­
na'da taşralı bir vatandaşın ailesinden 9 kişiyi öldürdüğü ve
benzeri yüzlerce vakanın medyaya yansıdığı bu toplumun bi­
reylerinin demokrasi anlayışı acaba nasıldır? Seçimlerde gıda
ve kömürden çamaşır makinesine kadar yapılan yardımlarla (!)
seyreden bir seçim dönemi sonucu kazanan siyasetçilerin sade­
ce oy çokluğunu göz önünde bulundurduğu bir ülkede hangi de­
mokrasi, hangi siyaset felsefesinden söz edilebilir?
Felsefi düşünce dünyamızda ne etkileyici bir düşünür ne de
etkileyici bir önder şu anda ülkemizde görünüyor. Yine de Türk
halkının son derecede kuvvetli bir sağduyusu veya kendine gö­
re bir felsefesi olduğundan söz edebiliriz.
Yakın geçmişi "düşünürsüz yakın geçmiş" olarak nitelerken
burada evrensel bir filozofun çıkamamasını vurguluyoruz. Yok­
sa şüphesiz çok önemli eserler yaratmış felsefecilerimiz var. Dü-

185
şünmeye çalışan çok sayıda aydınımız var. Fakat düşünmek ve
de hele siyasi felsefeyle düşündüklerini ifade etmek hala pek
kolay değil gibi...
Umarız toplum düşünce düzeyinde gelişir, demokrasi anlayı­
şı ve gerçek demokrasi tam anlamıyla ülkemize gelir. Sonucun­
da özgürlük ortamı, yani insanların her yerde her zaman izlen­
me, haberi olmadan dinlenme korkusu ortadan kalkıp, düşünür­
lerin korkmadan düşünebileceği ve düşünceleriyle topluma ya­
rarlı olacağı ortam içinde ortaya çıkarlar.

POSTMODERN IZM KU RAMCI LARI


Postmodernizm son akımlardan biri olarak sanatta, edebiyat­
ta, hatta siyaset felsefesinde ülkemize girdi denebilir. "Günümüz
Batı'sında en ileri düşünce akımlarını oluşturan postmodernizm
kuramcıları, bilimin de nesnel yaklaşımın evrensel dayanağı ola­
rak tanımlanan aklın da ne denli göreli değerler olduğunu göste­
riyor. Ancak yakından bakıldığında sorunun çok daha karmaşık
olduğu görülür. Aydınlanmacı girişim, 'Aydınlanmacı serüven
olmasaydı postmodernist eleştiri tasarımlanabilir miydi?' soru­
sunu ortaya atar. Postmodernizm aydınlanmanın eleştiri tutku­
sunu doruk noktasına taşımaya çalışır, bu tutkuyu temsilcisinin
kendisine yöneltme zamanının geldiğine inanır." 170
Bazı kimseler, bazılarına göre Türkiye'de postmodernizmin
bu açılımlarını kullanarak akılcılığı yerip, ilahi görüşleri yansıt­
maya çalışmaktadır. Bir tür ortaçağda gördüğümüz Maturidi­
Eşari ikilemindeki, muhafazakar-çağdaş ikilemindeki mutaassıp
görüşü postmodernizm açısından öne çıkarmaya çaba göster-

170 Tanilli , Server, Türkiye'de Aydınlanma Hareketi, s. 71 , 83. Alkım Yaymevi, İs­
tanbul, 2006.

186
mektedirler denebilir. Buradaki sorun postmodernizme gerçek
anlamda ulaşmak için aydınlanmaktan geçmek gerektiği çelişki­
sidir denebilir. Bizde sanki aydınlanma dönemi yaşanmadan
postmodern kuramcılar ortaya çıkmıştır.
Günümüzde Türkiye'de düşünürler neler yansıtmaktadır?
Düşünürden veya aydından önce basından söz edelim. Yazı­
lı ve görsel basın düşünürlerin, kültürün, sanatın, edebiyatın, şi­
irin pek yansıdığı bir ortam olarak görülmüyor. Yazılı basın ve
televizyonun kamuoyunu etkilemekte ne denli öne çıktığını gö­
ren siyasi partiler, taraflı yayın yapılması için basın organları ve
televizyonları paylaşmak için kavga veriyorlar.
Eskiden basındaki birçok yazar inandığı ideoloji uğrunda ya­
zarken, şimdilerde birçok köşe yazarı (!) bir partiden diğerine
giden fırıldak milletvekilleri gibi transfer yapıyor. Boğazda villa­
lar alabilecek kadar büyük ücretler alan bu köşe yazarları veya
televizyoncular fikir dünyamıza, bir an önce köşeyi dönme tela­
şıyla parayı verenin düdüğünü çalarak katkıda (!) bulunuyorlar.
Transferle Fenerbahçe veya Galatasaray'a geçen futbolcular gi­
bi sadece parayı verenler için çalışıyorlar. Birçoğu siyasi görüş­
lerinde 180 derece döndüğüne göre, bunlara dönek diyenlere
acaba hak mı vermeli? Bu dönüş, fikir, felsefi düşünce temelin­
de olmayıp, çoğunda parasal nedenle olmaktadır deniliyor.
Benzer suçlamaları siyasetçilerde de görmekteyiz. Sosyal de­
mokrat bir partide bir türlü milletvekili olamayan, bu yüzden
kendi partisini yerden yere vuranların 180 derece dönerek şir­
ketine ihaleler almak için başka bir partiye girdikleri iddialarını
veya tersi durumları her gün gazetelerde okumaktayız.
Nietzsche'nin düşüncelerinde "postmodernizme" yol açan
en temel özellik, derin bir şüphecilik içermesi ve bu şüphecili­
ğin dil ve anlama yönelik büyük bir saplantıdan doğup şekillen­
mesidir.
" Nietzsche'nin her yazdığı perspektiflidir. O, bir konuyu, be­
lirli açıdan bakılınca nasıl görünüyor, düşüncesiyle ele alır. Çün-

187
kü aradığı hakikat değildir. Zira insanın zaten her hakikat saydı­
ğı yalnızca kendi bakış açısından öyledir; 'mutlak hakikat' diye
bir şey yoktur. Bu sebeple felsefe, hakikat arama işi degildir, ya­
şam sorunlarını çözme işidir. Felsefe bu görevi çeşitli açılardan
yapabilir." 171
Türk felsefi düşüncesi içinde bizim modernleşme çerçeve­
sinde Batı felsefesini anlamamız ve bilmemiz gerekir. Aristote­
les'ten, Eflatun'dan Nietzsche'ye, Wittgenstein'a ve postmodern
ötesi felsefi düşünce akımlarına kadar, Batı felsefesinin felsefeyi
nasıl oluşturduğunu ögrenmemiz ve sorgulamamız gerekir.
Modernleşme bir felsefe dili olmaması sorun haline geldiği
andan itibaren, bazı görüşlere göre, Batı'dan yalnızca tekniği it­
hal etmek ve manevi kültürel degerlerimize her türlü bulaşma­
ya karşı direnmek formülüyle çerçevelenemez. "Batı felsefesini
ithal ettiğimiz anda, Ziya Gökalp'in deyişi ile ' İlim Garp'tan ıstı­
lah İslam'dan' fikri kabul edilse bile, manevi bir buluşma, çift
yönlü bir degişme, kendine yabancılaşma ve melezleşme kaçı­
nılmaz hale gelir." 1 72

DÜŞ Ü N Ü RÜ SORG U LAMA


Düşünürü sorgulamak esasen toplumu sorgulamaktır dene­
bilir. Eger düşünür varsa, onu sorgulamak yerine kutlamak ge­
rekir. Ayrıca düşünürü, yani entelektüel bir beyini sorgulamak
bir yazarın görevi olmamalıdır düşüncesindeyim. Bazılarına gö­
re ise belki herkes düşünürü sorgulayabilir.

171 Erdem, Hüseyin Suphi, Nietzsche Perspektivizm, Anlam ve Yorum, Bilge


Adamlar Yayınevi, Van, 2007.
172 Direk, Zeynep, Felsefede Modernleşmeci Düşünce, Modern Türkiye'de Siyasi
Düşünce, cilt 3, Modernleşme ve Batıcılık, s. 429, İletişim Yayınları, 4. baskı, Is­
tanbul, 2007.

1 88
Düşünürü sorgulama derken, dünya toplumunu, kendi toplu­
mumuzu düşünür üzerinden sorgulama çabasında olunabiline­
ceğini düşünebiliriz. Dünya toplumu nereye gidiyor? Biz nereye
gidiyoruz? Teknolojik gelişme insanın insani ve manevi degerle­
rine ne katıyor? Veya neler götürüyor? Biz sıradan insanlar bu
degişimleri nasıl yaşıyoruz? Nasıl algılıyoruz? Küreselleşme dü­
şünürü nasıl etkiliyor? Bireyi nasıl etkiliyor?
Günümüzde küreselleşme olgusu son yıllarda bagımsızlıgına
önem veren ulus devletlerinin üstüne çökmüş gibi görülüyor.
Farabi ve İbni Sina tarzı dünya çapındaki düşünürler gibi ne ya­
zık ki son bin yılda dünya felsefesini veya siyaset felsefesini et­
kileyecek bir Türk düşünür çıkmadı. Yani Platon ve Locke gibi
iki büyük siyaset filozofu neden çıkartamadık? Günümüzde de­
mokrasi, insan hakları, açık toplum, hukukun üstünlügü gibi
kavramlar siyasetçilerin agzında dolaşırken, acaba toplumlarda
bu kavramların yerleştigi ilerlemeleri görüyor muyuz? Yoksa
ekonomik oyunlarla toplumlar ve ülkeler sömürgeleşerek küre­
selleşme yolunda kurban mı oluyor? 2008 krizine baktıgımızda
bu ekonomik kriz ABD'den çıkmasına ragmen 2010'a geldiğimiz­
de doların avro karşısındaki kuvvetlenişi krizin küresel bir oyun
mu oldugunu bazı düşünmeye çalışanlara düşündürüyordu.
Acaba günümüzün düşünürleri veya Türkiye'deki düşünme­
ye çalışan düşünürler veya felsefeyle ugraşanlar nasıl düşünme­
lidirler? Toplumların mutlulugu için neyi savunmalıdırlar? Küre­
selleşmeci mi olmalıdırlar? Yoksa ulusalcı mı olmalılar? Ulusal­
cı düşünürler milliyetçi mi oluyorlar? Küreselleşmenin ekono­
mik, kültürel ve siyasi etkileri bizde baskı mı oluşturuyor? Yok­
sa bize ekonomik, kültürel ve siyasi anlamda bir zenginlik mi ka­
tıyor?
Bizim düşünürlerimiz neyi savunmalıdırlar? Felsefeci Ahmet
Arslan kafamızdan geçen bu sorulara cevap oluşturabilecek çok
güzel açıklamalarda bulunuyor: "Filozof için dogru olan, filozo­
fun üzerine düşen görev, herhangi bir şeyi savunmak veya ona

1 89
karşı çıkmak degildir. Felsefeyi felsefe yapan şey, filozofun niyet­
leri veya amaçları da degildir; bu niyetler veya amaçları gerçek­
leştirmeye çalışırken kullandığı yöntem, felsefi denilen düşünme
veya akıl yürütme yöntemidir. Bilimsel bir sonucu bilimsel bir
sonuç kılan şeyin bilim adamının bu sonuca varmaya çalışırken
kullandıgı yöntem, bilimsel yöntem olmasına ve bilimsel bir dog­
runun bilimsel bir doğru olduğunun gösterilmesi için bilimsel
dogrulamaya muhtaç olmamıza karşılık felsefede bununla aynı
anlamda felsefi bir 'dogru'dan söz etmek mümkün degildir. Fel­
sefi bir görüşün, sonucun, iddianın veya tezin felsefi olarak 'dog­
ru', yani başarılı, ikna edici diye nitelendirilmesi için bu sonuca
götürücü akıl yürütmenin kendisine bakmamız ve bu akıl yürüt­
menin 'dogru', yani temellendirici yani söz konusu sonuca sag­
lam, inandırıcı bir şekilde götürücü olması gerekir." 173
Dogruyu bulmanın veya dogruyu yapmanın pek kolay olma­
dıgı söylenebilir. Şüphesiz düşünürün gelişebilmesi için özgür­
lük ortamı çok önemlidir. Gerçek özgürlügün evrensel insan
haklarına ve hukukun üstünlügüne önem veren ortamlarda, ya­
ni demokraside oldugu aşikardır. Bu nedenle biraz da demok­
rasiden söz edelim.

DEMOKRASi
Demokrasi sözcügü 2 bin küsur yıl önce, demos (halk) ve
cratos (güç veya idare) sözcüklerinden türetilmiştir. Demokrasi­
nin felsefesi, fazileti ve insana yaraşır yanı hala ülkemizde tam
anlamıyla, Batı Avrupa'daki şekliyle algılanamıyor denebilir.

173 Arslan, Prof Dr.Ahmet, Cumhuriyet Sonrası Türk Felsefe Hayatı İle İlgili Bazı
Gözlem ve Değerlendirmeler, 5. Türk Kültürü Kongresi, cilt 5, s.83-84, Atatürk
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004.

190
Özellikle hala siyasi partilerin içinde bile demokrasi olmaması
demokrasi felsefesi açısından kaygılanılacak bir durumdur.
Çağdaş demokrasi özgür, özerk, eşit bireylerden oluşan, bil­
gilendirilmiş özgür halkın, hukukun egemenliği altında yaşadığı,
sivil toplumun özgürlükçülüğe, çoğulculuğa ve katılımcılığa yas­
lanan değerlere göre biçimlendiği, özgür halk için olan bir yöne­
tim şeklidir.
"Demokrasi bir ülkenin yönetimi için şüphesiz insana yara­
şır en iyi yöntemdir. İnsanlar demokrasi sözcüğünden çok deği­
şik şeyler anlarlar. 1950 yılında Demokrat Parti kurulduğunda
insanlar demokrasiden o kadar habersizdi ki demokratı 'demir
kırat' olarak anlayan çok fazlaydı. Bu nedenle Demokrat Parti
çizgisinde giden partiler, parti imgesi olarak daima 'atı' seçmiş­
lerdir. Türkiye'de demokrasi önce Menderes ile İnönü'nün son­
ra da Demirel ile Ecevit'in çekişmeleriyle sahne almıştır. " 1 74
Demokrasiden söz ederken siyasetin günümüzdeki anlamına
bakacak olursak; "ülke, devlet ve insan yönetimi biçiminde ta­
nımlamak olanaklıdır." 1 75 Öte yandan siyasetin bir bilim ve sa­
nat olarak değerlendirildiğini de görmeliyiz: Siyasetin tanımı ve
konusu hakkında tam bir fikir birliği olmamakla birlikte bazıları­
na göre konusu "devlet"le sınırlidır. Demokrasinin de ne olduğu
hakkında bir fikir birliği yoktur denebilir.
Klasik politika felsefesi diye tanımlanan Platon ve Aristote­
les'in siyaset felsefeleri hakkında Strauss'un şu sözlerine dikkat
çekmekte fayda görüyoruz: "Politik şeylere aydınlanmış yurttaş­
lar, devlet adamının perspektifi içinde bakarlar. Onlar, aydınlan­
mış yurttaşların ve devlet adamlarının açık bir şekilde göreme­
dikleri ve hatta hiç göremedikleri şeyleri, açık bir şekilde görür­
ler. Fakat bunun sebebi, onların aydınlanmış yurttaşlar veya
devlet adamları ile aynı doğrultuda çok daha uzaklara bakmala-

174 Poroy, A.Akil, Uyan Artık Türkiye, s. 247, Say Yayınları, İstanbul, 2007.
175 Kışlalı, Ahmet Taner, Siyaset Bilimi, s. 17, İmge Kitabevi, Ankara, 2005.

191
rından başka bir şey değildir diye düşünebiliriz. Onlar, politik
olaylara dışarıdan, politik yaşamın seyircileri olarak bakmazlar.
Onlar, aydınlanmış yurttaşların ve devlet adamlarının dilini ko­
nuşurlar. Kullandıkları neredeyse tek bir terim bile yoktur ki pa­
zar yerinde bilindik olmasın... Klasik politika felsefesi, küstahla­
rı ezen ve mağdurları esirgeyen hakiki devlet adamının o muaz­
zam esnekliğini yeniden üretip kendi mükemmelliğine yükseltir.
O, kötünün yok edilemeyeceğini ve bundan dolayı da politika­
dan beklentilerimizin ölçülü olması gerektiğini bildiği için her
türlü fanatizmden azadedir. Onu hayatta tutan ruhu, dinginlik
veya yüce bir ağırbaşlılık olarak betimlemek mümkündür." 176
Siyasi olanın amacı Aristoteles'in de ifade ettiği gibi, "yalnız­
ca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşamaya değer iyi bir yaşa­
mı kurmaktı. İyi yaşamak demek mutlu ve soylu yaşamaktı". 1 77
Modern toplumda şiddete dayalı olmayan "katılımcı demok­
rasi"nin aksine, şiddet veya çıkara dayalı bir hareketle karşıla­
şıldığında, geniş halk desteği sağlayan kaba güç ve şiddet, top­
lumsal denetim ve ikna açısından başarılı teknikler gibi görünü­
yor. İktidar, zor, kuvvet, otorite, şiddet: bunlar insanın insan
üzerindeki egemenliğin araçlarından başka bir şeye işaret etme­
yen sözcüklerdir. 20. yüzyıl insanın kendine yabancılaştığı, bir
yığın haline geldiği Arendt'in deyimiyle, "kitle toplumlarının
oluştuğu bir yüzyıl olmuştur. Başka bir deyişle insanların, 'ken­
dileri olarak yaşamayı' tercih edemedikleri bir yüzyıl olmuş­
tur." 1 78
"Demokrasi en yalın ve kısa anlatımıyla; 'halk egemenliği'
demektir. Ne var ki o, gerçek gücünü, erdem sahibi bireylerin
oluşturduğu kamuoyundan alır. Onun içindir ki demokrasi; siya-

176 Strauss, Leo, Politika Felsefesi Nedir?, s. 31, çev. Solmaz Zelyut Hünler, Para­
digma Yayınları, İstanbul, 2000.
177 Agaogulları, M.A., Eski Yunanda Siyaset Felsefesi, s. 239, V Yayınları, Ankara,
1989.
1 78 Arendt, Hannah, Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk, çev. Yakup Co­
şar, s. 181, Ayrıntı Yayınlan, 1 997.

1 92
sal düzen olmaktan da öte, özgün bir dünya görüşü ve belli dü­
zeyin üzerine yükselebilmiş bir yaşam biçimi olarak tam ve açık
biçimde anlatılmalıdır. Demokrasi tarihi: Cahillik, bağnazlık ve
zorbalığın yerine; hukukun üstünlüğü, yaşama sevinci ve aydın­
latıcı bir düşünce yapısını koyabilmek için, 2500 yıldır sürdürü­
len bir savaşım öyküsüdür. Halkları iyi insan ve halk önderleri­
ni üstün kişiler yapabilmenin savaşımıdır." 179
" Demokrasinin bir geleceği var mıdır? Demokrasi gerçekten
de teoride ileri sürdüğü refah düzeyini, yaşam standardını yaka­
lamada insanlığa nihai anlamda yol gösterecek yegane rejim bi­
çimi midir gibi sorular bağlamında demokrasi retoriği günümüz­
de sıklıkla sorgulanmakta, demokrasi anlayışları irdelenmekte­
dir." 180
Hiç kimse demokrasiye karşı değildir. Bununla beraber,
Schumpeter'in işaret ettiği gibi, demokratik bir sürecin -mesela
çoğunluk yönetiminin- sonuçları zorunlu olarak iyi değildir. De­
mokrasinin iktisadi teorisinin gösterdiği gibi, iyi örgütlenmiş
azınlık gruplar şekli bir demokratik sistemi manipüle edebilirler,
istediği şekilde çıkarları doğrultusunda yönlendirilebilir. Çağdaş
demokratik usullerin işleyişi hakkında daha fazla şüpheci olmak
gerekiyor, diye düşünebiliriz. Hele ekonomik kriz dönemlerin­
de demokratik düşünce kolayca silinebilir.
"Çoğu popüler görüşün aksine, 'halkın iradesinde herhangi
bir erdem yoktur. Çok fazla demokratik 'katılma' da seçkinlerin
yönetimi ele geçirmelerine yol açar. Çoğunluğun 'rasyonel bilgi­
sizlik' ve 'kayıtsızlık iyi örgütlenmiş grupların sistemi manipüle
edecekleri anlamına gelmektedir." 181
"20. yüzyılda artık demokrasiden bahsetmek ne tür demok-

179 Anıl, Yaşar, Ş., Antik Çağda Demokrasinin Doğuşu, Kastaş Yayınevi, İstanbul,
2006.
180 Yeke, Yıldız Karagöz, Hannah Arendt: Siyaset ve Demokraside İlksele Dönüş,
Flsefe Lgos - Diyalektik ve Yöntem 2008/ 1-2, s. 27, 15 Nisan 2010.
181 Barry, Narman, Modern Siyaset Teorisi, çev. Yusuf Şahin-Mustafa Erdoğan, İs­
tanbul, Liberte Yayınları, 2004.

193
rasiden bahsetmek anlamına gelmiştir (temsili, sosyalist, feodal,
katılımcı demokrasi... gibi). Ancak Batı dünyası, genelde liberal
ekonomiyi benimsediğinden, liberal demokrasi anlayışını da be­
nimsemiştir." 182
"Arendt modernizmin, siyasal olanın halatlarını kopartarak,
özgürlüğü ve düşünme etkinliğini şiddet araçlarına sahip olan,
insanlığın geleceğini tehdit eden ve ayrıca da özgürlük, adalet,
eşitlik, iktidar gibi siyasal kavramların içini boşaltan ve siyasal
dünyada istediğini yapma erkleri olan küçük bir grubun/grupla­
rın işi haline getirmekte olduğunu düşünmektedir.'' 183
Düşüncelerimizin geçmişle olan bağının kopartılmaması ge­
rektiğini savunan Arendt'e göre düşünme, "bizzat yaşanan de­
neyimlerden doğar ve kendisini yegane kılavuzlar olarak dene­
yime bağlı kalır."
Son yıllarda Türkiye'de demokrasi, laiklik, cumhuriyetçilik
gibi kavramlar sanki birbirinin karşıtı gibi gösterilmeye çalışıldı.
Bazılarına göre ortaya çıkan "azgın demokratlar" demokrasiyi
daha karmaşık hale getirdiler. Bir ülkede parlamento ve bir hü­
kümetin bulunması orada illa demokrasi olduğu anlamına gel­
mez.
Demokrasiden söz edebilmek için iki ayrı grup koşulun var­
lığı gerekir. Bunlar olmazsa olmaz koşullardır. Birinin yokluğu
durumunda o ülkede demokrasi de yoktur.
Birinci grupta şu koşullar gerekir: Seçim, genel oy, eşit oy.
Seçimsiz bir demokrasi düşünülemez. Ama antidemokratik
rejimlerde de seçimler yapılır. Öte yandan, bütün ergin yurttaş­
ların ayrımsız oy kullanması gerekir. Üçüncü koşul ise, son ker­
te önemlidir. Her seçmenin oyunun birbirine eşit olması demek­
tir. Bazı yazarların da belirttiği gibi tarikatların, cemaatlerin,

182 Robert A. Dahl,Robert.A., Demokrasi Üstüne, çev. Betül Kadıoglu, s. 49, 62, An­
kara, Phoenix Yayınları, 200 1.
183 Arendt, Hannah, İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, s. 69, iletişim Ya­
yınları, İstanbul, 2003.

194
şeyhlerin, ağaların bulunduğu bir ülkede eşit oy ilkesi geçersiz­
dir. Çünkü söz gelişi bir toprak ağasının, şeyhin ne kadar müri­
di varsa, o kadar oyu var demektir. Bu, aynı zamanda "milli ira­
de"nin de ortaya çıkmasına engeldir. Kaldı ki Türkiye'deki se­
çim sistemi Doğu ve Güneydoğu illerinden 1 5-20 bin seçmenin
bir milletvekili çıkarmasına karşılık, Batı illerinde bu seçmen sa­
yısının 70-80 bin olmasını hükme bağlamakla eşit oy ilkesini or­
tadan kaldırmıştır. İstanbullunun verdiği I 1 2 bin oy ancak bir
milletvekili çıkarmaktadır. Yalnızca bu durum bile, Türkiye'de
demokrasiden söz edebilme olanağını ortadan kaldırmış bulu­
nuyor. Halbuki T.C. Hazinesi'ne giden verginin neredeyse %30'u
İstanbullular tarafından ödenmektedir. Bu düzenlemeyi yapan­
lar demokrasi düşmanıdır diyenlere ne demeli?
Düşünür Nietzsche seçim ve cehaletle ilgili şöyle diyor: "Ca­
hil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi,
hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını
zanneder. " Zarif manken Aysun Kayacı'nm oy kullanma ve eşit­
lik konusunda televizyonda canlı yayında söyledikleri hala ku­
laklardadır herhalde.
Ülkenin kaynaklarının özel kişilerce kullanımında da ilginç
bilgileri her yerde okuyabiliyorsunuz veya televizyonlarda du­
yuyorsunuz. Örneğin Şırnak'ta kaçak elektrik kullanımı
2009/2010 itibarıyla %71, Urfa'da %72 imiş. Günlük yaşam içinde
hırsızlık yapanların hak hukuk anlayışı, demokrasi anlayışı aca­
ba nasıldır? Elektrik hırsızlığı yapıldığı söylenen bu illerin acaba
ülkeye ekonomik katkısı nedir? En azından yıllık vergi miktarı
nedir?
Demokrasinin teorik kavramlarına dönersek, ikinci grupta,
çoğulcu yapı, iletişim özgürlüğü, insan hakları, bilinçli seçmen
vb. gibi koşullar bulunur. Bu kitabın kurgusu çerçevesinde, bun­
lar üzerinde ayrıca durma olanağı bulunmuyor ama son bir ko­
şul var ki eşit oy ilkesinden çok daha önemlidir. O da "bağımsız­
lık" tır. Bağımsız olmayan bir ülkede seçimler, meclis, hepsi bir

195
aldatmacadır. Çünkü demokrasi halkın kendi özgür iradesiyle
yani milli irade ile kendini yönetmesi olarak tanımlandığına gö­
re, dış güçlerin buyruklarıyla o ülkede yasalar çıkarılıyor, karar­
lar alınıyorsa, kim orada demokrasi olduğunu öne sürebilir.
Bazı ülkelere baktığımızda kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan
kalkmış, cumhurbaşkanının, başkanın veya başbakanın iradesi
her şeyin üstüne çıkmış, dolayısıyla tek kişinin buyruklarıyla
yönetilir duruma düşmüş bir toplumda seçimler olsa da herhal­
de demokrasiden söz edilemez.
Batıda olgunlaşan demokrasi, laiklik, bilim, pozitif hukuk gi­
bi "çağdaş uygarlık değerleri" insanlığın ortak değerleri olarak
algılanmıştır. Anadolu topraklarında yaşanan bir toplumsal-si­
yasal dönüşüm gerçek anlamda bir devrimdir. Bir aydınlanma
sürecidir.
Türkiye'de demokrasinin, ülkeye yerleşmesinde bir süreç
geçirdiği, 1960 askeri müdahalesi, 1971 muhtırası, 19�0 askeri
darbesi, 1 997 Milli Güvenlik Kurulu kararları ve 2007 cumhur­
başkanlığı seçimi öncesi ve sonrasında yaşananlar ve yapılan
Cumhuriyet Mitingleri gibi olaylarla evrim yaşadığı bir gerçektir.
Bu evrim sürecinde, üstten gerçekleştirilen devrimlerin,
halktan gelen cumhuriyete ve devrimlere sahip çıkma talep ve
tepkileriyle birleştiği görülmektedir. Bütün bu gelişmeler de­
mokrasinin yerleşmesi için bir evrim sürecine gereksinim oldu­
ğunu göstermektedir. Bu süreçte demokrasinin kendi hasletleri
olan insan hakları, özgürlük ve çoğulculuk ile kendini yok etme­
sine imkan verilmemesi gerektiğini göstermektedir.
Demokraside en büyük sorun halkın oylarıyla gelip yani de­
mokrasiyi kullanarak demokrasinin yıkılma olayıdır. Aynı Hitler
Almanya'sında uygulandığı gibi. Avrupa demokrasilerinde Hı­
ristiyan olan toplum, laiklik ve demokrasiyi oldukça uzun bir sü­
reç sonunda bağdaştırmıştır. Günümüzde bazı ülkelerde seçim
sonuçları üzerinde elektronik ortamda oynanarak demokrasinin
zedeleneceği iddia edilmektedir.
Laiklik süreci veyahut laiklik kavramı Türkiye'de cumhuri-

196
yetin kurulmasından günümüze tarbşma konusu olmuştur. Laik­
lik dinsizlik olarak anlaşıldığı için toplumun bazı katmanları ta­
rafından karşı çıkılan bir kavram olmuştur. Ancak bir demokra­
side "hukuk devleti anlayışı" ve "laikliği" kaldırınca demokrasi
insan hakları açısından ortadan kalkar bir duruma gelir. Bütün
bu çelişkilere rağmen Türkiye cumhuriyetin getirdiği laik, de­
mokratik ve hukuk devleti anlayışı içinde olan tek Müslüman ül­
kedir. Bu özellikleriyle Türkiye ne Batı'ya ne de Doğu'ya uy­
maktadır. İslam ülkeleriyle Müslüman oluşumuz dolayısıyla kı­
yaslamak Türklerin geleneksel hoşgörü anlayışına uymamakta­
dır. Daha açıkça ifade edilirse Türkiye'deki İslam anlayışıyla
Arap ülkelerindeki İslam anlayışının farklılığı her iki toplumun
İslamiyet öncesindeki inanç sistemleriyle ilgilidir.
Türklerde İslamiyet öncesi Gök Tanrı inancında tek tanrı varken
Araplarda putperestlik vardı.
Geçtiğimiz yıllarda düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri'nde
"ne şeriat ne darbe" şeklindeki pankartlar Batı Avrupa demok­
rasisinin sahiplenildiği görünümünü vermektedir denebilir.
Demokrasi şüphesiz insan için en çağdaş rejimdir. Demokraside
insan hakları ve özgürlükler o ülkenin varlığı, bütünlüğü, güven­
liği önemli ve öncelikli kavramlardır. Bu temel ilkelerden sapma
olduğunda seçimler yapılsa bile demokrasiden söz etmek müm­
kün değildir. Hiçbir Batı Avrupa ülkesinde günümüzde demok­
rasiyi, düzeni ve rejimi değiştirecek bir araç olarak görmezler.
Türkiye'de de demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik, temel öz­
gürlükler yaşadığımız ülkenin çağdaş, temel kavramlarıdır.
Bir ülkede felsefenin gelişmesi için demokrasi ve onun getirdiği
tam özgürlük ortamı çok önemlidir. Felsefe için demokrasi, de­
mokrasi için felsefi düşünce gereklidir.
"Aristo'nun demokrasi konusundaki görüşleri bize fayda sağ­
layacaktır. Altıncı kitapta Aristoteles demokrasilerle oligarşilerin
reformu çarelerini araştırır ve ondan sonra ideal devleti ve eği­
timi ele alır. En kusursuz siyasal devlet erişilemez bir şeydir.

197
Önemli olan, mevcut koşullar altında en iyisini bulmaktır; bu­
nun içindir ki Aristoteles belli başlı hükümet biçimlerinin refor­
mu ve yaşatılması yollarını araştırmakla meşguldür.
Onun zamanında Atina demokrasisinin siyasal olayları, Aris­
toteles gibi tutucu filozoflara bu mekanizmayı açıkça gösterecek
kadar çıplaktı. Aristoteles'e göre, siyasette en önemli etken ege­
menliği elinde tutan sınıfın niteliğidir. Devletin biçimi buna bağ­
lıdır. Türkiye'de de bunu açıkça görebiliyoruz. Böylece Aristo­
teles, yasaların ve hükümet biçimlerinin tasnifi için sağlam bir
temel bulmuş oluyordu." 184
Demokrasi geçmişe baktığımızda kent uygarlığının bir ürünü­
dür. Bu bakımdan demokrasinin eski Greklerin kent devletlerin­
deki siyasal faaliyet ortamında, ilk defa insanların yaşamında rol
oynayacak biçimde doğmuş olması doğaldır.
Fakat Grek demokrasisi köleliğe dayanan dar bir demokrasiy-
di. Hiçbir Grek devletinde özgür yurttaşlar halkın çoğunluğunu
oluşturmuyordu. Acaba bizim ülkemizde durum nasıl? Açlık sını­
rında olup, bir çuval kömür veya yiyecek torbasına oy verenler,
antik çağdan günümüze süregelen köleler midir? Acaba katılımcı
demokraside seçmenin görev ve sorumluluğu açısından, seç­
men olabilmek için, sadece vergi veren, yani ülkeye katkı yapan
ve siyasi değerlendirme yapabilmek için eğitimli, en azından lise
mezunları mı seçmen olabilmelidir? Ülkeye hiçbir katkısı olma­
yan insanların, okuma yazma bile öğrenememiş veya cahil bırak­
tırılmış insanların, ülke yönetimine seçilecek olanları değerlen­
dirme yeteneği var mıdır? Bunların ülkeyi yönlendirmeye hakla­
rı var mıdır? Bu sorular geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde­
ki demokrasi oyununda tartışılabilecek düşünceler mi?
Demokrasinin belki de ülkemizde en sancılı yanı, insanları­
mızda demokrasi anlayışının olmamasıdır. Ne ailede ne iş yerin­
de ne sivil toplum örgütlerinde ne de siyasi partilerde demokra-

184 Poroy, A.Akil, Türkiye-AB Medeniyetler Çatışması, s. 77, Truva Yayınları. 2008.

198
si anlayışı var. Önemli olan seçimlerde çok oy almak, iktidara
gelmek midir? Sonra da her iktidara gelenin kendi kafasındakile­
ri diğerlerine kabul ettirmeye çalışması, hatta zorlaması bir tür
demokrasi anlayışı mıdır?
Demokrasi konusunda değişik çalışmalar yapmış, önergeler
sunmuş olan eski parlamenter Doç. Dr. Türkan Arıkan'ın siyasi
partiler gelir ve giderleri hakkındaki önerilerini sunmak isterim.
"1- Partilere yapılacak nakdi bağışlar doğrudan doğruya ban­
ka hesabına yatırılmalı.
2- Günlük küçük ödemeler dışındaki tüm ödemeler çekle ve­
ya çağdaş benzer yöntemlerle yapılmalı.
3- Partilere devlet yardımı, diğer kaynaklardan sağlanan fon­
ların belli bir yüzdesini aşmamalı. Bağımsız adaylar da belirli ko­
şullarda devlet yardımından yararlanabilmeli.
4- Partilerin seçim kampanyası harcamalarına üst sınır getiril­
meli; harcamalar DİE'nin açıklayacağı enflasyonla ilişkilendiril­
meli partilerin ve adayların, oy vermeleri için seçmenleri getirip
götürmeleri için finansman sağlamaları önlenmeli.
5- Partilerin kaynaklarını lüks harcamalardan arındıran, araş­
tırmaya, parti içi eğitime ve toplumun siyasal kültürünün gelişti­
rilmesine yönlendiren düzenlemeler yapılmalı; bunların plan­
lanmış dağılımı seçimlerde kamuoyuna açıklanmalı.
6- Partilerin hesaplarının yeminli muhasebe uzmanları tara­
fından onanması zorunlu olmalı. Partilerin harcamaları ekono­
mik denetime tabi tutulmalı.
7- Partilerin yıllık hesapları ayrıntılı olarak kamuoyuna açık­
lanmalı. Belirli bir tutarın üzerinde nakdi ya da ayni bağış ya­
panların adları açıklanmalı. Bu açıklamaları yapmayan partilere
devlet yardımı yapılmamalı." 185 Ne yazık ki şeffaflık ülkemizde
siyasette, demokraside bir türlü yerleşemedi.
Şeffaflıkla ilgili olarak yerel yönetimlerden bildiğim tek örne-

1 85 Arıkan, Doç. Dr. Türkan, Siyasette Değişim, Cumhuriyet, 18.7.2001.

199
ği verebilirim. 2010 yılında İstanbul Adalar İlçesi Belediye Baş­
kanı Mustafa Farsakoğlu tüm şahsi gelirini ve mal varlığını Büyü­
kada ve diğer adalardaki 1,Sxl metre boyutlarındaki duyuru lev­
halarıyla ilçe halkına duyurarak tüm yerel yöneticiler için güzel
bir şeffaflık ve demokrasi örneği oluşturuyordu. Umarız yakın
bir zamanda bütün yerel yönetimlerin gelir ve giderlerini gün­
lük olarak bilgisayardan her vatandaş kontrol edebilir hale gelir.
Bu şekilde yerel yöneticiler de yolsuzluk ve şaibe dedikodula­
rından kurtulurlar.
Bugünkü seçim sisteminin halkın seçimini yansıtmadığı ga­
yet açıktır. Halkın %30'unun oyunu alan bir parti, 12 Eylül aske­
ri rejiminin hediyesi (!) olan bu acayip seçim sistemi sonucu tek
başına hükümet kuracak meclis çoğunluğunu elde etmektedir.
Halkın %70'inin seçmediği bir siyasi parti iktidar olabilmektedir.

Gerçek demokrasi için beklentiler:


Gerçek demokrasi için beş temel değişiklik beklentisi var:
1- Siyasi partiler yasasının değişmesi: Eğer gerçek bir demok­
rasi istiyorsak liderlerin iki dudağı arasındaki siyasi parti yapısı­
nın değişmesi gerekiyor. Bugünkü durum şu: Liderleri genel
kongrelerde illerden gelen delegeler seçiyor. Delegeleri o illerin
parti yönetimleri... İllerin parti yönetimlerini de genel merkez
belirliyor. Yani lider kadrosunu halk istese de istemese de seç­
mek zorunda.
Bu durumda liderler il yönetimlerini belirliyor. İl yönetimle­
ri delegeleri seçiyor. O delegeler de yine o lideri seçiyor. Böyle­
ce ne yaparsanız yapın eğer istemezse o lider değişmiyor. Ve ge­
ne o lider milletvekili listelerini yapıyor. Böylece yasama faali­
yeti el kaldırma indirme salonu haline geliyor diyenlere ne de­
nir? Muhalefet de aynı durumda. İşte bu nedenle halkın seçebil­
diği partiler dönemi için, gerçek demokrasi için siyasi partiler
yasasının değişmesi gerekiyor.

200
2- Seçim kanununun değişmesi: % 10'luk ülke barajı kaldırıl­
malıdır. İki turlu dar bölge seçim sistemi getirilerek, parti başka­
nının istediği adayı belirlemesi yerine, daha yetenekli adayların
halk tarafından seçilmesi sağlanmalıdır. Hatta eski "milli bakiye"
sisteminin uygulanarak oyların boşa gitmemesi, daha doğrusu
haksız yere başka partiye gitmesinin önlenmesi gerekir. Her fik­
ri yansıtan küçük partilerin meclise girmesine olanak sağlanma­
lıdır.
3- Dokunulmazlıkların kaldırılması: Kürsü dokunulmazlığı
hariç artık milletvekillerinin dokunulmazlıkları bir an önce kal­
dırılmalıdır. 12 Haziran 2011 seçimleri sonucu 339 milletvekili
yeniden meclise giremedi. Dokunulmazlık zırhına bürünen ve­
killer hakkındaki 783 fezleke nedeniyle, vekillerimiz önümüzde­
ki günlerde yargı önüne çıkacak. Acaba haklarında bu kadar suç
iddiası dosyası olan kişiler ülkemize faydalı olabiliyorlar mıydı?
Oldukça yüksek sayıda dosyanın olması gerçekten demokrasi
açısından düşündürücüdür denebilir. Tabii bürokratların da do­
kunulmazlığı kaldırılmalı. Siyasi partileri kapatma yeniden dü­
zenlenmeli.
4- Senato: Birçok gelişmiş demokrasideki gibi demokrasinin
anında denetlenebilmesi için senatonun yeniden oluşturulması
gerekir.
5- Yargıda bağımsızlık: AB standartlarına göre Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu'na adalet bakanı ve müsteşarı katılma­
malı. Bu kuruldan çıkmaları gerekiyor. Yargıya siyaset bulaşma­
ması için bu gerekli.
Demokrasi ile ilgili teorik bilgiler yanında ülkemizdeki de­
mokrasi gerçeğine de sayılarla değinmekte fayda var. 2010 yılı
aralık ayında İngiltere merkezli The Economist dergisinin dün­
yada demokrasi endeksi araştırmasına göre Türkiye tam demok­
rasi ve kusurlu demokrasiler arasında yer alamadı. Türkiye iki
yıl öncesine oranla iki basamak geriye düşerek Nikaragua ile lis­
tede 89'unculugu paylaştı ve Uganda'nın da bulunduğu karma

201
rejimler grubunda yer aldı. Dünya demokrasi sıralamasında
2010 yılında 1. Norveç, 2. İzlanda, 3. Danimarka, 4. İsveç. De­
mokrasi endeksinde ülkeler sıfırdan ona kadar verilen puanlar­
la sıralanıyor. 5 ayrı kategoride 60 kıstas göz önüne alınıyor.
Türkiye araştırma kıstaslarına göre şu notları aldı. Sivil özgürlük­
ler 4.71, siyasal katılım 3.89, siyasal kültür 5.00 (16 Aralık 2010).
Sivil özgürlüklerde Türkiye 132. sıradaki Kazakistan'ın gerisinde
kalmış durumda görünüyor. Acaba günümüzde ülkemizde "ile­
ri demokrasi" adı verilen olgu nedir? "Yurt içi kaynaklara baktı­
ğımda Aralık 2009'da Avrasya Araştırmaları Merkezi'nin 23 14 ki­
şi ile yaptığı araştırmaya göre halkın yüzde 54.3'ü son 7 yılda de­
mokrasinin gerilediğini savunuyor. Vatandaşların yüzde 60.9'u
hak ihlallerinin arttığını düşünüyor." 186
Beri yanda 20 10 Aralık ayı itibarıyla Türkiye de 9 milyon 574
bin 873 sigortalıdan 3 milyon 925 bin 698'i asgari ücretli olarak
çalışıyor. Yani çalışanların yüzde 4l'i asgari ücretli. Toplumun
önemli bir sivil toplum kuruluşu olan Türk Sanayicileri Ve İşa­
damlan Derneği (TÜSİAD) Başkanı A. D. Yalçındağ vergi kuru­
mu siyasallaşıyor mesajını veriyordu. Verginin Türkiye'nin de­
mokratik saygınlığını zedeleyen bir araca dönüşmesinin hazin
olduğunu ifade ediyordu.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 6 Eylül 2010 günü, refe­
randum öncesinde şöyle diyordu: "Sandık önünüze geldiğinde
gereğini yapmazsanız, zulüm görmeyi hak edersiniz." Elli yıldan
fazla siyasi deneyimi olan Demirel, acaba ne demek istiyordu?
Kendilerini "allame-i cihan" olarak gören, halkı ise aşağı gö­
ren sözde aydınlar Türk kültürünü ve İslam felsefesini tanıma­
dıkları için, seçimlerde halkın tercih ettiği sağ partilerin neden
fazla oy aldığını bir türlü anlayamazlar.
Demokrasi şüphesiz insan için en çağdaş rejimdir. Hiçbir Ba­
tı Avrupa ülkesinde günümüzde demokrasiyi düzeni ve rejimi

186 Yavaşoğlu Salim, Demokrasi Daha Geriledi, Yeniçag, s. 10, ! Aralık 2009.

202
değiştirecek bir araç olarak görmezler. Türkiye'de de demokra­
si, hukukun üstünlüğü, laiklik, temel özgürlükler yaşadığımız ül­
kenin çağdaş temel kavramlarıdır. 12 Haziran 201 1 seçimlerinin
şeffaf sandıkları, seçimin denetimi, seçim sırasında herhangi bir
hadisenin olmaması, halkın olgunlaşması Asya'nın en batısında­
ki, Avrupa'nın en doğusundaki ülkemizde demokrasi için ileriye
dönük iyi sinyaller vermektedir. Bazı kesimlerin halkın seçimi­
ne artık saygılı olması gerektiği gerçeği tekrar tescil ediliyordu.
Umarız demokrasi tam anlamıyla ülkemize gelir ve özgürlük
ortamı düşünürlerin öne çıkacağı bir alan yaratır.

YÜ KSELEN M i LLiYETÇiLiK
Yükselen milliyetçilikten felsefi düşünce dünyamızı son yıl­
larda etkileyen bir akım olarak söz edilebilir.
Değişen dünya koşulları, içeriden ve dışarıdan Türk kimliği­
ne yapılan saldırıların artması ülkemizde milliyetçiliği yükselişe
geçirmiştir. Bu akım Türk felsefi düşünce dünyasında da kendi­
ııi hissettirmiştir. Esasen düşünürlerin, filozofların yazdıklarını
anlamak, söylemek istediklerini takip edip algılayabilmek her­
kes için her zaman pek kolay olmayabilir. Ancak bu düşünürler
içimizden çıktığı için toplumu bir şekilde yansıtıyorlar diye dü­
şünebiliriz. Milliyetçiliğin son yıllarda bazı yazar ve aydınlar ta­
rafından yükselişe geçirilişi, bir tür toplumsal etkileşim sonucu
oldu denebilir. Özellikle dış kaynaklı yönlendirmelerle milletin
bazı unsurlarında suni olarak mikro milliyetçilik yaratmaya çalı­
şılmasına bir tepki olarak milliyetçiliğe ivme kazandırılmıştır de­
nebilir. Felsefi düşüncede hangi konu olursa olsun yeterince ay­
rıntılara girilmezse bütün kavranamaz. Bu nedenle biraz ayrıntı­
ya girmemiz gerekecek.
Milliyetçiliğin teorik yönünün sosyolojik açıdan incelenmesi-

203
ni toplumbilimcilere, siyasal açıdan değerlendirilmesini de siya­
set bilimcilerine bırakarak ülkemizdeki milliyetçiliğin gerçekleri­
ni tarafsız açıdan irdelemek istiyoruz.
Felsefi açıdan milliyetçiliği irdelemeden önce "felsefenin dü­
şünmek demek olduğunun" altını çizelim. Türk felsefesi deyin­
ce acaba ister istemez milliyetçi bir duruştan mı söz edilir? Son
yıllarda düşünce dünyasında milliyetçilikten sık söz edilir olma­
sı, düşünen Türklerin felsefesini millileştirir mi? Türklerin dü­
şündükleri milliyetçi olmasa da Türk felsefesinden söz edilirken
milliyetçilik mi yapılıyor? Düşünürün düşünürken sorgulaması,
hatta belki de fazla sorgulaması geçmişte ve günümüzde değişik
ülkelerde yönetenleri rahatsız etmiştir. Rejimin adına demokra­
si bile dense...
Gelelim milliyetçilik kavramına... Milliyetçilikten söz eder­
ken önce millet kavramına değinmek gerekir. En eski Çin yazılı
kaynakları MÖ l 766'da Türk milletinden söz eder. Yani bundan
4 bin yıl önceden söz ediyoruz. Bu yabancı yazılı kaynağa göre
Türkler 4 bin yıldır bir "millet" olarak yaşamaktadır. 8. yüzyıl
Orhun Anıtları'nda Türkçe yazılı olarak "Türk milletinden" söz
ediliyor. Millet olma tarihi, kültürel, ekonomik ve siyasi bir sü­
reçtir. Kültürel ortak gelenekler ve aidiyet duygusu önemlidir.
Millet olurken her türlü boy, soy, klan, aşiret, bölgecilik, din ve
mezhep aşılarak milli düzeyde kültürel ve manevi bir birlikteli­
ğe ulaşılır. Yazıtlara göre en azından Bilge Kağan devrinden be­
ri, yani 732 yılı Orhun Anıtları'na göre millet olmuşuz. 8. yüzyıl
başındaki bu yazılı kaynaklara baktığımızda hem de milliyetçi
bir millet olmuşuz denebilir.
Önce birkaç satırla milli devletin önemine değinelim. Ulusla­
rarası sistemin mevcut bütün milli devletlerin varlığına ve meş­
ruluğuna saygı esasına dayalı bir zeminde geliştirilmesine özen
gösterilmelidir.
"Milli kültürlerin varlıklarını korumaları ve kendilerini geliş­
tirmeleri için gerekli imkan ve şartlar hazırlanmalıdır.
Demokratikleşme sürecinden geçen ülkeleri istikrarsızlık or-

204
tamına itecek dışarıdan müdahaleleri önlemek için uluslararası
bir anlayış birliğine varılmalıdır.
Başta etnik terör olmak üzere, bütün dünyayı şiddet, kin ve
kana bulayan terör örgütlerine karşı kararlı ve etkili bir ortak ta­
vır geliştirilmelidir. Terör örgütlerini ve faaliyetlerini destekle­
yen ülkeler terörist ülke olarak ilan edilerek, bunları uluslarara­
sı kuruluşlardaki üyelikleri ya da oy hakları askıya alınmalıdır.
Özellikle Ortadoğu'da yaşanan istikrarsızlıkları önlemek üze­
re İslam ülkeleri ve Türk cumhuriyetleri arasında ekonomik ve
siyasi politikaları uyumlaştıracak yapılanmalar desteklenmeli
ve dünya barışına olduğu kadar, bölgesel gelişmeye ve istikrara
da katkıda bulunacak politikalar belirlenmeli ve hayata geçiril­
melidir. " 187
"Türk tarihinde milliyetçilik kavramına ırkçılık anlamı yük­
lendiği hiçbir dönem gösterilemez. İslam öğretilerine sımsıkı
bağlı, tarihten gelen geleneklerini de nesilden nesle aktaran
Türk toplumunda emperyalist, ırkçı, çatışmacı özellikler görül­
mez. " 188
Son yıllarda Türkiye'ye dost bildiğimiz dış ülkelerden siyasi
baskının giderek arttığını görmek, Türk kimliğine yapılan haka­
retler, bir tepki oluşturarak ister istemez Türkiye'de milliyetçilik
akımının kuvvetlenmesine neden olmuştur. Türk milliyetçiliği,
bir bakıma dış güçlerin etkisi, kışkırtması ve nifak sokması sonu­
cu bazı unsurlarda görülen ırkçılığa, mikro milliyetçiliğe karşı
kendini koruma gayesiyle halkın geniş kesimlerinde yükselme­
ye başlamıştır.

187 Karataş, Orhan, Milli Devletin Önemi, Ortadoğu, 18 Nisan 2006.


188 Çolak, İhsan, Milliyetçilik Düşüncesinin Evrimi, Türk Dünyası Tarih Dergisi, sa­
yı 122, s. 4348, Şubat 1997.

205
Türkün, asırlardır Türk
töresine uygun hoşgörü­
süne rağmen, Karamanog­
lu Mehmet Bey zamanın­
da, Türkçeyi 7 Haziran
1275'te resmi dil yapma­
sıyla, tarihte yerini alan
Anadolu Türk milliyetçili­
ği hem bazı unsurları hem
de Batı'yı hep korkutmuş­
tur. Atatürk'ün kurduğu
Türkiye Cumhuriyeti'nin,
Türk ulusuna dayanan ve
Türk eksenli bu devletin
sınırları içinde son 70 yıl­
dır yani 1939'dan beri "
Türk milliyetçiliği en kor­
Karamanoğlu Mehmet Bey.
kulan siyasi duruş olarak
algılanmaktadır, diyenler
vardır. Türk olmayanlar ırkçılık, mikro milliyetçilik yapınca, en­
tel dantel sözde aydınlar alkışlamakta, kimse sesini çıkartma­
maktadır. Ancak Türk kültür ve sanatını sevmek, Türkiye'yi sev­
mek, yani milliyetçilik, bazı çevrelerce affedilemez toplumsal
bir suç gibi yansıtılmaktadır.
Halbuki Türk milletinin binlerce yıllık tarihine baktığımızda,
Türk milletinin milliyetçilik duygusunu çok coşkulu olarak yaşa-
dığını söyleyebiliriz, ancak ırkçılık yoktur.
Bugün ülkemizde bazıları dışarıdan gelen baskılara karşı ko­
runma amacıyla, çevremizdeki eski Osmanlı topraklarında ku­
rulmuş olan, özellikle Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerin geliştiril­
mesi sonucu çevremizde bir güvenlik (!) çemberi oluşturmayı
düşündüler. Onlarla kültürel birlikteliğimizden söz ederken, be­
ri yanda gerçek kültürel birliğimiz olan Türkistan, yani Orta As­
ya Türk cumhuriyetlerine yeterince yakınlaşma içinde olamadı-

206
!ar. Esasen Arap ülkeleriyle dindaşlık dışında kültürel hiçbir ya­
kınlığımız olmadığı herkesin bildiği bir gerçektir.
Bazı siyasetçi ve düşünürler ise bu bağlamda, Sovyetler'in
çöküşüyle yeniden özgürlüğüne kavuşmuş kadim Türkistan top­
raklarındaki kardeşlerimizle; soyumuz, özümüz, dilimiz, kültü­
rümüz, dinimiz ve geleneklerimiz aynı olan Azerbaycan, Özbe­
kistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'la
yakınlaşmanın, Ortak Pazar gibi bir ticari birliğe, hatta siyasi bir
birliğe gitmenin en doğal yapılanma olacağı görüşünü ortaya at­
mışlardır.
Son yıllarda milliyetçilik yanında ulusalcılık kavramı çıkmış­
tır. Kanımca milliyetçiliğin tanımıyla uğraşmak, ona değişik ad­
lar vermek yanlıştır. Milliyetçilik kısaca insanın ülkesini sevme­
sidir. Aşkın tarifi olmadığı gibi, insanın ülkesini sevmesinin deği­
şik tarifleri yoktur ve bu değişik tanımlamaların gerçekte ülkeye
bir kazanım getirmediğini düşünebiliriz. Sol kökenden gelenle­
rin kendilerini ulusalcı olarak tanımladıklarını biliyoruz. Milli gö­
rüş sahibi olarak kendini tanımlayanların ise daha çok ümmetçi
çizgide olduğunu, yani milliyetçi olmadığını izliyoruz. Dolayısıy­
la sıradan vatandaş, işçi, köylü bu kavram kargaşasından bir şey
anlayamamakta, sadece siyasi olarak aldatılmaktadır diye düşü­
nebiliriz.
Yapılan bir araştırmaya göre, toplumun %80'i aşan geniş bir
kesimi Türk olmaktan "gurur" duyarken, kendisini Türk milli­
yetçisi olarak tanımlayanlar %68'i aşıyor. 2002'de AKP'ye oy
verdiğini belirtenlerin de %60.6'sı Müslüman olmayan Türk ola­
bileceğini söylerken, MHP'ye oy verenlerin % 50.4'ü Türkçe bil­
meyenin Türk olabileceğini düşünüyor.
Milliyetçilik, daha doğrusu Türk milliyetçiliği Bilge Kağan'ın
söylemlerinde, Orhun Kitabeleri'nde neredeyse bin beş yüz yıl
geçmişe kadar gitmektedir. Türk milliyetçiliği Fransız İhtilali so­
nucu görülen milliyetçilikten çok başka, hem ulvi hem de "ırkçı
olmayan, kültürel bir milliyetçiliktir" denebilir.

207
Milliyetçilik her şeyden önce vatanseverliktir. Akılcı ve so­
rumlu bir vatanseverliktir. Türklük, Türkiye Cumhuriyeti'ne va­
tandaşlık bağı ve kalpten isteyerek, sadakatle bağlı Türk vatan­
daşları kadar, Türk veya Türk soylu veya Türkçe konuşan yakın
ve uzak Avrasya Türk coğrafyasındaki kardeş ve akrabalarımızı
ifade eder.
Türk milliyetçiliği Türk kültürüne, Türklüğe, Türk vatanları­
na ve insanlığa hizmet eden kucaklayıcı, hoşgörülü bir milliyet­
çiliktir.
Tempo dergisi "Türkiye'de milliyetçilik"le ilgili ilginç bir araş­
tırma yaptırmış. Araştırma, Tempo dergisi için, İstanbul Bilgi Üni­
versitesi ve Infakto Research Workshop tarafından gerçekleştiril­
miş. Araştırmanın yöneticiliğini İstanbul Bilgi Üniversitesi Ulusla­
rarası İlişkiler Bölümü'nden Doç. Dr. Umut Özkırımlı üstlenmiş.
18-28 Şubat 2006 tarihleri arasında yapılan saha araştırması,
Türkiye genelinde 15 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde
yüz yüze görüşme yöntemiyle gerçekleştirilmiş.
Görüşme yapılan kişilerin önemli bir bölümü kendilerini ta­
nımlarken "vatansever" ve "milliyetçi" nitelemelerini birbirin­
den ayrı tutmaya özen gösteriyor.
"Türkiye'de Türk kültürü hakim olmalıdır" diyenlerin %95'i
kendini milliyetçi olarak tanımlarken, % 86.Tsi de vatansever
olarak tanımlıyor. Milliyetçi tanımlamasını seçenlerin %82.4'ü
Türkiye'nin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutacağını söy­
lerken, vatanseverlerin %81.9'u aynı düşünceyi savunuyor. Öte
yandan iki grubun AB karşısındaki tutumları da birbiriyle örtü­
şüyor. Milliyetçilerin %55. 1'i, vatanseverlerin ise %53.8'i AB'nin
ülkemizi bölmek istediğini düşünüyor. Halkın bir felsefesi oldu­
ğu açıkça görülüyor. AB'nin talep ettiği reformların Sevr Antlaş­
ması'ndan farksız olduğuna inananların oranı, inanmayanlardan
daha fazladır. Yine büyük bir çoğunluk, AB üyeliğinin Türki­
ye'nin örf ve adetlerine zarar vereceğinden endişelidir.
Araştırmaya katılanların %58'i AB üyeliğinin "iyi bir şey" ol­
duğu görüşünde. Ve ortaya şöyle ilginç bir genelleme çıkıyor;

208
Sevr Antlaşması'nın koşullarını dayatarak, Türkiye'yi bölmek is­
teyen AB "iyi bir şeydir"!
Bu sonuçlar, AB konusunda hala "kafası karışıkların ülkesi"
oldugumuzu söylüyor. Yanı insanlarımızın AB konusunda yeter­
li ve saglıklı bilgi sahibi olmadıgı ortaya çıkıyor.
Türklügü en iyi tanımlayan ifade olarak, "Türkiye Cumhuri­
yeti vatandaşı olmayı" tercih ediyorlar. Türklük için TC kimligi­
ne sahip olmak, Sünni Müslüman olmaktan daha önemli bulu­
nuyor.
Kendisini Avrupalı olarak tanımlayanların oranı %2.3'le pek
az. Ama Ortadogu'ya ait hisse�enlerin oranı ise %0.8'le "pek az"
dan da az. 189
Fransız Milli Cephesi Başkanı Logen, AB-Türkiye baglamında
şöyle diyordu: "Neden AB bir Hıristiyan kulübü olmasın? Türki­
ye AB'ye alınmayacak. Ama bunu kimse söylemiyor. Türkleri
seviyorum, ama onları Ankara'da seviyorum. Paris duvarları üs­
tünde degil. Türkiye, tarihi, coğrafyası, diniyle Avrupalı degildir.
Türkiye AB'ye giremeyecek kadar büyük bir ülkedir."
Gerçekten de Fransız siyasetçi namuslu ve dürüst bir şekilde
bir türlü anlamak istemedigimiz gerçekleri gözümüze sokuyor­
du. Türkiye ise Mustafa Kemal'den sonra milliyetçi görüş yöne­
time geçemediği için, dövüşüp Çanakkale ve İzmir'de denize,
Sakarya'da nehre döktüğümüz emperyalist sömürgeci Avrupalı­
ların kendi aralarında kurdukları Hıristiyan birligine girmek için
boşu boşuna uğraş verip kendi kendimizi aldatıyoruz. "Bütün
veriler AB'nin halkımızın yaşam felsefesine, Avrupa'nın ahlak
felsefesinin bize uymadığını gösteriyor." 190 Belki yer yer siyasi
gelişmelerden fazla söz ediyoruz gibi gelebilir. Ancak toplumun
felsefi düşünce düzeyindeki gelişimi veya değişimi toplumsal ve
siyasi gelişmelerle şekillenmektedir.

189 Özkırımlı, Doç Dr. Umut, Tempo, 6 Nisan 2006.


190 Poroy, Dr. Akil, Antik Çağdan Günümüze Avrupa'da Cinsellik Tarihi, Dharma
Yayınları, lstanbul, 2010.

209
Avrupalıların işgalinin ardından Kurtuluş Savaşı sonucu or­
taya çıkan ulus devlet veya milli devlet Türkiye Cumhuriyeti'ni
ve milliyetçilik anlayışını "toprak milliyetçiliği" kavramıyla siya­
set bilimci Profesör Mazıcı şöyle tanımlıyor: "Varlığını laikliğe
dayandıran, ulusal egemenlik ve bağımsızlık anlayışı ile yöneti­
len, siyasal ve kültürel sınırları tanımlanmış, ulusal bir dil, eği­
tim ve pazarı olan, ekonominin ulusal alanda oluştuğu, örneğin
kendi merkez bankasının, dışalım ve dışsatım ile gümrük yasa­
larının, para biriminin bulunduğu, kültürün, kimliğin, eğitimin
ulusal kurumlarca şekillendirildiği, karar verme yetkisinin ve
gücünün ulusal aktörlere ait olduğu, siyasal, ekonomik ve kültü­
rel entegrasyonun ulusal düzeyde gerçekleştiği ve böylece ağır­
lıklı olarak ekonomik içerikli bir tanımlamadır." 191
Milliyetçiliğin son yıllarda yükselmesiyle beraber milliyetçi­
likle ilgili yazılı basında ve televizyonlarda tartışmaların da arttı­
ğını izliyoruz. Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji olup olmadığını
tartışmaya açanlar da oluyordu. Diğer bir tanımlamaya göre,
"Türk milliyetçiliği, bu ülkeye bağlılığın her türünü; vatansever­
lik, yurtseverlik, ulusalcılık adlarıyla ifade edilen bağlılık biçim­
lerini veya milli, manevi değerler bütünü olarak milliyet nitelik­
lerine veya sırf fiziksel mekana bağlılık şemsiyesi altında topla­
yan genel bir duygusal aidiyet çerçevesi olarak algılanmalı­
dır." 192
Türk milliyetçiliğine siyaset rüzgarının esişine göre birçok
parti sahip çıkmaktadır. Doğu Perinçek'in başında bulunduğu İş­
çi Partisi geçmişte bazılarına göre Maoist çizgideyken, bugün
özellikle Ermeni sözde soykırım hikayelerine İsviçre'de karşı
koyuşuyla milliyetçi görünüm sergileyerek MHP'nin bile önüne
mi geçmiştir? İnönü zamanında Türkçülüğü nedeniyle tabutluk-

191 Mazıcı, Prof. Dr. Nurşen, Anadolu'da Toprak Milliyetçiliği, Cumhuriyet Strateji,
yıl 4, sayı: 159, s. 10, 16 Temmuz 2007.
192 Köktürk, Milay, Türk Milliyetçiliği ideoloji midir? Türk Yurdu, cilt 27, sayı 243,
s. 1 1-12, Kasım 2007.

210
!arda cefa çeken rahmetli Alparslan Türkeş'in "Dokuz lşık"ta
özetlenen Türk milliyetçiliği görüşleri siyasi platformda "milli­
yetçi" tanımıyla Milliyetçi Hareket Partisi'nin özünde vardır de­
nebilir. Türk milliyetçileri genelde Türkiye'de milliyetçiliği
MHP'nin temsil ettiği görüşündedir. Ancak bazı gelişmeler milli­
yetçilerin aklını karıştırmaktadır veya bazı milliyetçiler durumu
iyi değerlendirememektedir. 1993'te Türk dünyasında Türkeş'in
öncülüğünde dostluk, kardeşlik ve işbirliğini geliştirmek, ileride
bir bütünleşme, daha doğrusu bir birliğe yönelik, kültürel, hu­
kuki, siyasi altyapı oluşturmak amacıyla başlatılan Türk kurul­
tayları 2001 yılına kadar kesintisiz yapılmıştı. Ancak 57. Cumhu­
riyet Hükümeti döneminde, Devlet Bahçeli'nin koalisyon ortağı
olduğu dönemde, kendisine bağlı olan Türk Tanıtım Fonu'ndan
ödenek çıkmaması üzerine Türk Devletleri Kurultayı yapılama­
ma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Hükümette Türk Dünyasın­
dan Sorumlu Devlet Bakanı olan Prof. Dr. A. Çay, Süleyman De­
mirel'i devreye sokup, bazı işadamlarından maddi destek alarak
Türk Kurultayı'nı Kıbrıs'ta düzenlemeye kalkınca, Devlet Bah­
çeli tarafından bakanlık görevinden alındı. Bu gelişmeler, milli­
yetçilerin ve milliyetçi seçmenlerin kafasını karıştırıyordu.
3 Kasım 2002 tarihinde AKP iktidara gelince beş yıl Türk dev­
letlerinin katıldığı kurultay yapılamadı. 2006 yılına kadar Tür­
küm sözcüğünü kullanmayan, Türk yerine Türkiyeli kimliğin­
den söz eden Tayyip Erdoğan, Profesör Çay'ın Türk Dünyası
Kurultayı için önerisine Türk Tanıtma Fonu'ndan kaynak sağla­
yınca, 10. Türk Dünyası Kurultayı 18 Eylül 2006'da Antalya'da
toplanabilmişti. Erdoğan 70 milletvekili ve 7 bakanla kurultaya
katılırken, Ergen_ekon destanındaki gibi, örs üzerindeki demire
çekiç vururken şöyle diyordu: "Neden bir Türkçe konuşan dev­
letler topluluğu oluşturmuyoruz? Bütün kardeş cumhuriyetleri,
gerekli adımları atmaya davet ediyorum."
Bu gelişmeleri izleyen ve gören Türk milliyetçileri ne düşü­
nüyordu? Şimdi kim milliyetçiydi? 12 Haziran 201 1 seçimleri ön-

211
cesinde de başbakan milliyetçi söylemlerle oylarını %50'nin üs­
tüne çıkarıyordu.
MHP Başkanı Devlet Bahçeli, 18 yıldır Erciyes Dağı'nın Tekir
Yaylası'nda yapılan Türk Zafer Kurultayı'nın artık yapılmaması­
na karar vermişti. Türkiye'nin her yerinden ülkücülerin ve mil­
liyetçilerin bir araya geldiği kurultayın, 28 Haziran 2008 tarihli
gazetelere yansıdığına göre iptali ülkücüleri öfkelendiriyordu.
İsminde "milliyetçi" sözcüğü olan bir siyasi parti acaba iddialar­
daki gibi şekil mi değiştiriyordu? Bu sorunun ardından hemen,
siyasi partilerin siyasi bir felsefesi var mı, diye sorabiliriz. Yok­
sa siyasi partiler de o anki başkanının aklına estiği gibi mi yöne­
tiliyor? Siyasi partilerin tüzükleri sadece bir kuruluş formalitesi
midir?
Türk kimliğine ve Türkiye'ye yapılan saldırılar sonucu, 2008,
2009 yıllarında yapılan anketler ve siyaset bilimciler, halkın sal­
dırılara gösterdiği tepki olarak "milliyetçilik yükseliyor" tespitin­
de bulunuyordu. Sadece sağ partiler değil solda olan partiler de
adeta "biz daha milliyetçiyiz" yarışına katılıyordu.
Eski Kültür Bakanı Agah Oktay Güner, "Milliyetçilik Türk mil­
letine ihanete karşı milletin dirilişini temsil ediyor. Türk milletin­
de tekrar uyanan milli şuur dış güçleri telaşlandırıyor, endişe­
lendiriyor" diyordu.
Türk milliyetçisi fedakarlıkla, menfaat beklemeden Türki­
ye'ye hizmet eden, sağlam karakterli, geçmişi temiz, konusunda
uzman, üstün yetenekli, iyi uygulayıcı, iyi bir idareci ve siyase­
te soyunanlar ise iyi bir devlet adamı niteliğinde olmalıdır. Türk
milliyetçiliği, birleştirici mensubiyet şuuruna dayanan bir milli­
yetçiliktir. Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar,
cumhuriyeti kuran halka Türk demiştir. Türkiye halkı, bazıları­
nın etnik kökeni ne olursa olsun, binlerce yıldır bu topraklarda
Türk kültürüyle yoğrulmuştur.
17-19 Kasım 2007 tarihlerinde düzenlenen 11. Türk Devlet ve
Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı'nda Ba­
kü'de Başbakan Erdoğan, Türk birliğinden söz ediyordu. Bu

212
söyleminde acaba ne kadar samimiydi? Yıllar geçmesine rağ­
men bir atılım görülemiyor. Türkiye, bu kurultayda Avrupa Par­
lamentosu'na benzer Türkçe konuşan devletlere ait bir meclisin
kurulmasını öneriyordu.
Türkiye'deki milliyetçilik akımının sorunlarının başında
Türk milliyetçi düşünce sisteminde görüş ayrılıkları ve bölün­
meler olmasıdır. 1910 yılında Gaspıralı İsmail Bey'in Kırım'dan
"Dünya Türklüğü" ile ilgili olarak "dilde-fikirdei-işte birlik" görü­
şü ve daha sonra Ziya Gökalp'in Türkçülüğün Esasları ve son­
ra Dokuz Işık kitapları Türk milliyetçilerinin rehberi olmuştur.
Türkçülüğün ve milliyetçiliğin önemli düşünür ve kalemle­
rinden Nihal Atsız, 1962'de Orkun dergisinde "Milli Kalkınma
Programı"nı 9 madde olarak özetlemişti. "9 lşık"ın temelini Ni­
hal Atsız atmıştır denebilir.
Nihal Atsız'ın 9 maddelik kalkınma programı: "1. Türkçüyüz,
2. Arınmış Türkçeciyiz, 3. Yasacıyız, 4. Toplumcuyuz, 5. Milli Ge­
lenekçiyiz, 6. Demokrasiye taraftarız, 7. Ahlakçıyız, 8. Bilimciyiz,
9. Teknikçiyiz."
Türkeş'in "9 Işık" ilkeleri şöyleydi: "1. Milliyetçilik, 2. Ülkücü­
lük, 3. Ahlakçılık, 4. İlimcilik, 5. Toplumculuk, 6. Köycülük, 7.
Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, 8. Gelişmecilik ve Halkçılık, 9. En­
düstricilik ve Teknikçilik."
Bugün süratle değişen dünya şartlarında Türk milliyetçileri
hamasi nutuklar atmak yerine akılcı olmalı, sistemli bir şekilde
Türk milliyetçiliği, Türk kültürü ve Türk birliği için çalışmalıdır.
Türklerin kurtuluşu Türk birliğinden geçmektedir. Bunu algıla­
mak gerek.
Ziya Gökalp'in dediği gibi:
"Vatan ne Türkiye'dir Türk için, ne Türkistan... Vatan büyük
ve müebbet bir ülkedir: Turan."
Yani "Türk birliği".
Bütün milliyetçiler yani Türkiye'yi ve Türk dünyasını seven­
ler ufak veya büyük fikir ayrılıklarını bir kenara bırakarak siya-

21 3
si anlamda bir araya
gelip birleşmelidir­
ler. Siyasi kurum,
açıkça ifade eder­
sek, bu özelliklere
önem veren siyasi
parti büyümek ve
daha da güçlenmek
için bütün milliyetçi­
lere kapılarını açma­
lıdır. Milliyetçi gö­ En İyi Manken Yarışması Birincisi Tuğçe Güder,
Afrika kökenli Türk, ırkçılığa dayanmayan kültürel
rüşleri savunan gö­ Türk milliyetçiliğine bir örnek.
nüllü kuruluşların
yöneticileri arasındaki görüş farklılıkları eski Türk töresi geregi
hoşgörüyle karşılanmalıdır.
Türk Ocakları, Aydınlar Ocagı, Türk Dünyası Araştırma Vak­
fı, Orkun Dernegi gibi Türkiye ve Türklüge gönül vermiş kuru­
luşların siyasi eleştiri ve önerileri siyasetçilerin görüş açısını ge­
nişletmelidir. Türk kültürünün önemli odakları olan bu ve ben­
zeri kuruluşların çalışmaları yaygınlaştırılmalıdır. Gençler bu
konulara ve dolayısıyla kendi geleceklerine sahip çıkmalıdır.
Daha önce de degindiğimiz gibi, ta Bilge Kagan'ın Orhun Ya­
zıtları'nda söz ettigi "Türk milleti" kavramı Batı'nın sosyolojik
degerlerine uymayan bir millet oluşumunu ortaya çıkarıyor.
Türk milleti ve Türk milliyetçiliginin belki Çin hariç diger millet­
lerin oluşmasından neredeyse bin beş yüz yıl önce şekillendiği­
ni görüyoruz. Ancak, ırkçı ve kafatasçı olmayan, herkesi kucak­
layan Türk milleti ve milliyetçiligine güzel bir örnek olarak zen­
ci kökenli bir Türk olan güzelimiz Tugçe Güder'den söz edebili­
riz. 2005 Best Model of the World, Dünyanın En İyi Mankeni Ya­
rışması'nda Türkiye'yi temsil eden ve birinci olan bu zenci kö­
kenli Türkü seçildigi gün ve sonrasında Türkiye'de herkes alkış­
lamış ve kucaklamıştı. O bu birincilik derecesine sevinirken
Türkiye onunla gurur duyuyordu. Bir Avrupa ülkesinde zenci

214
kökenli birisi bu düzeyde bir yere gelse, nasıl olumsuzluklarla
karşılaşacağını, yıllar boyu yaşanmış burada sayamayacağımız
kadar fazla örnekten dolayı, herkes biliyordur. Her ne kadar bi­
reysel eyleme genelleme olmazsa da bir örnek daha verilebilir.
Almanya'da 2010 Ocak ayında diş tedavisine giden bir Türk gen­
cini Alman diş hekimi adı "Cihat" olduğu için muayene etmeyi
reddediyordu.
Yukarıda değindiğimiz, manken yarışması sonucu ise işte
Türk milletinin, Türk töresinden asırlardır süzülüp gelen hoşgö­
rülü milliyet ve milliyetçilik anlayışına bir örnek . . .
Cumhuriyet'in felsefi düşüncesinin temelinde ırkçı olmayan,
Türk kültürüne dayalı, kökeni ne olursa olsun herkesi kucakla­
yan Atatürk milliyetçiliği yatmaktadır denebilir.
Avrupa'da 2011 yılı itibarıyla yaşanan çeşitli olaylarda ve Av­
rupalı siyasi liderlerin söylemlerinden anladığımız kadarıyla,
ırkçılığın yükseldiğini görmekteyiz.
Türkiye'de de Avrupa'da yaşayan Türklere karşı gelişen ırk­
çılık olaylarına tepki olarak milliyetçi görüşlerin artığı görülüyor.
Bir taraftan yurtdışından Avrupa Birliği uyum yasaları baskı­
sı, bir taraftan da bazı sözde aydınların İkinci Cumhuriyet'ten
söz etmeleri, tepki olarak Türkiye'de milliyetçi akımların kuv­
vetlenmesine neden olmuştur denebilir.
İkinci Cumhuriyet gibi söylemler insanları tedirgin etmiş, bir
taraftan da Cumhuriyet'le beraber yerleşen barışçı Türk milli­
yetçiliği ve onun yaratıcısı Atatürk sanki anlaşılmaz bir duruma
gelmiştir. Avrupa Birliği ülkeleri siyasetçilerinin son yıllarda sü­
rekli olarak Kemalizme ve Atatürk'e yüklendiklerini görmekte­
yiz. Atatürk hurafecilik yerine "akılcılığı" getirmiştir. Akılcılık ev­
rensel bilim ve ilim değerlerine ulaşma çabasıdır. Kısaca "aydın­
lanma"dır denebilir. Batı'nın ülkemizde hep "hurafecileri" des­
teklemesinin nedeni Batılıların, Türkiye'nin aydınlanmaya ulaş­
maması, geri kalması gerektiği siyasetidir. Bunun sonucu "pazar
olmamız" , sömürge olmamız, sömürülmemiz kaçınılmaz olacak-

215
tır. Okuyucu veya toplum 2011'de ülkemizin geldiği noktayı na­
sıl değerlendirmektedir?
Çanakkale'de 250 bin şehit vererek, ülkemizi işgal etmeye ça­
lışan Avrupalılara karşı kazandığımız halde, Mondros Mütareke­
si ile esir duruma düştük. Çanakkale'de savaşıp yendiğimiz Av­
rupalılar Mondros sonrası tek kurşun atmadan payitaht İstan­
bul'u ve ülkeyi işgal ettiler. Halk hiçbir şey yapamadı, sadece
seyretti, çünkü ordu silah bırakmıştı. Aynı günümüzde Yugos­
lavya'nın, lrak'ın işgal edilişini setrettikleri gibi denebilir. Tarih­
ten ibret alamazsanız tarih tekerrür eder!
Türk milletinde Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriye­
ti'ni yaratan kuvvet, fikir, ülkü ve siyaset felsefesi acaba neydi?
Birçok siyaset bilimciye göre Türkiye Cumhuriyeti bir ihtilal, bir
inkılap veya diğer bir deyimle bir devrimdir.
Yeni Türk devletinin oluşum felsefesinde üç önemli temel ol­
gu var. 1. Devletin cumhuriyet oluşu. 2. Osmanlı tebaasının Mi­
sak-ı Milli sınırları içinde kalan halkın Türk milliyetçiliğiyle bir­
leşerek kaynaşması ve Türkiye'yi oluşturması. 3. Devlet ve mil­
let yaşamında akılcı ve bilimsel yöntemlerin hakim kılınması.
Cumhuriyet'in getirdiği yeni millet tarifi laikliği ve halkçılığı da
içermekteydi. Burada milliyetçilik fikir ve duygusu Cumhuriyet
Türkiye'sini yaratan ana fikir ve duygudur.
7. yüzyılda yeniden Türk milletini bir araya getiren ve Orhun
Anıtları'nda "Türk milleti" ifadesini kullanan Bilge Kağan'dan
sonra Atatürk tarihimizin şüphesiz en büyük milliyetçi önderi­
dir. 1938'den sonra Türkiye'yi yönetenlerin hiçbiri onun kadar
Türk varlığına, Türklük ülküsüne ve şuuruna sahip olamadı.
Atatürk "memleketin ve inkılabın içerden ve dışardan gele­
cek tehlikelere karşı masuniyeti, yani korunması için, bütün
milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması
lazımdır" diyordu. Onun zamanında oluşan milli eğitim prog­
ramları, dil ve tarih çalışmaları Türk milliyetçilik hareketleri­
dir. Türk Ocakları ve Halkevleri bu milliyetçilik ruhunu işle­
mek ve yaşatmak için oluşturulmuş kurumlardır. Ona göre

216
Türk olma, öncelikle bir şuur meselesidir. "Ben Türküm " di­
yebilen Türktür.
Türklük şuuruna sahip, çok geniş bir coğrafyanın ve tarihin
eseri olan, Türk kültürüne mensup kişiler, aileler, zümreler top­
lam Türk milletini meydana getirir. Atatürk millete ve milli kül­
türü oluşturan unsurları bütünüyle kuçaklar, kavrar. Milli dil,
milli tarih, ortak geçmiş ve vatan milleti yapan etkenlerdir. Yani
insan topluluğunu millet haline getiren ve millet halinde yaşa­
yan, milli kültür, milli şuur, milli benlik önemlidir. Atatürk'ün
milliyetçiliği , özünde Türk milletine olan sevgisidir, kültüre da­
yalı bir milliyetçiliktir.
Atatürk'ün yarattığı milliyetçilik hareketi kendine has özellik­
ler taşır. Türk milliyetçiliği, siyaset ve siyasi sözlüklerdeki milli­
yet anlayışından farklıdır. Ona göre Türk milliyetçiliği, Türk mil­
letini bütün halinde idrak etme ve sevmedir; Türk milliyetçili­
ğinde başka milletlere karşı, onlar varlığımıza düşman olmadık­
ça, kine yer yoktur. Türk milliyetçiliği kendini beğenmişlikten
uzaktır. Her türlü egoizmi reddeder. Barışçıdır. Atatürk Türk mil­
liyetçiliğiyle yabancı milletlerin milliyetçilikleri arasındaki farkı
şöyle izah eder: " Bize milletperver derler, fakat biz öyle millet­
perverleriz ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hür­
met ve riayet ederiz. Bizim milletperverliğimiz herhalde mağru­
rane bir milliyetçilik değildir . . . "

KÜ RESELLEŞME VE Ki M Li KSiZLEŞME
2 1 . yüzyılın başında bütün dünyada felsefi düşünceyi d e et­
kileyen ekonomik, siyasi ve toplumsal akımların başında küre­
selleşme geliyor. Acaba Türkiye küreselleşmenin ne kadar etki­
sinde kalmıştır? Ekonomik, siyasi ve felsefi alanda küreselleşme
bize neler getirip, neler götürmüştür? Türkiye'de halk küresel-

21 7
!eşmenin felsefesini anlamış mıdır? Ülkemizde düşünürler küre­
selleşme konusunda neler düşünmüştür? Halka neler söylemiş­
lerdir?
Küreselleşme modern sömürgeleşmeyle bağlantılı ve tüke­
tim toplumlarını kimliksizleştirme yönünde uluslararası büyük
sermayenin ve büyük şirketlerin yarattığı bir değişimdir diye de
özetlenebilir. Düşünürler, yazarlar aydınlar (!) küreselleşmeyle
ilgili olarak bize, yani halka neler anlattılar? Küreselleşme poli­
tikaları uydurma mikro milliyetçilikle orta boyut veya üstü ülke­
leri bölüyor, örneğin Yugoslavya. Küreselleşme genel olarak
milletinden, milliyetinden ve dininden soğutulmuş ve soyutlan­
mış, sadece "tüketici niteliği" olan "küresel dünya insanını"
oluşturmaya çalışıyor. Önemli olan küresel sermayeye "tüketi­
ci" kazandırmak.
Yabancı bir sivil toplum örgütünün bir yetkilisi geçtiğimiz yıl­
larda İstanbul'da küreselleşmeyi bizim için sanki olumlu bir ge­
lişim gibi şöyle sunuyordu: "Globalleşmenin, özellikle ekono­
mik globalleşmenin vuku bulduğu hızlı tempo, nefes kesicidir.
Globalleşme, iktisadi açıdan küresel bağlantılar içinde düşünü­
lebilen ve davranabilen kişilere muazzam fırsatlar ve kişisel
operasyonlarda büyüme imkanı sunmaktadır." Sonra olumsuz
yanlarına da değinmeden edemiyordu: "Fakat aynı zamanda,
gittikçe iç içe geçen dünya ekonomisinin, sanayi ve çalışma top­
lumlarının ve bunlara bağlantılı sosyal sistemlerin temellerini
ne denli sarstığını ve küresel sınırsız bir iktisadın ne denli kor­
kunç sosyal sonuçlar getirebileceğini yaşayarak görmekteyiz.
Ve tüm yaşam alanlarının, kültürel ve dini geleneklere itibar et­
meden dizginsiz bir şekilde ekonomileştirilmesinin, gerginlikleri
ve çatışmaları, her türlü köktenciliği ve yeni bir moralizmi bes­
lediğini dikkate almalıyız." 193
Bazı görüşlere göre ise küreselleşme, dünyanın iki yüz kadar

193 Bolz. R .. Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik, sunu,


K.Adenauer Vakfı Yayını , Ankara, 200 1.

21 8
uluslararası şirket tarafından yeniden paylaşımı hesabıymış. Bu­
nun için bugünkü iki yüz devletin bölünerek beş bin şehir dev­
letine dönüştürülmesi gerekiyormuş. Bu projeye iyi bir örnek
olarak Yugoslavya'nın yok edilişini gösterebiliriz. Böl, parçala,
sesini çıkaramayacak ekonomik ve siyasi baskıya direnemeye­
cek küçük pazarlar yarat.
Gerçekte küreselleşme olgusunda öne çıkan aç gözlü büyük
sermayenin yurtsuzlaşmasının önlenemez yükselişiyle milli
olan güçlerin uluslararası savaş meydanını terk etmesi gerektiği
zorlamasıdır da denebilir.
Küreselleşmenin temeli sanayi toplumu Batı'nın sömürgeleri
ve dünyayı sömürmeye çalışmasıyla başlamıştır. " 1 9. yüzyılın
sonları ile 20. yüzyılın başında en önemli sistem sömürgeciliktir.
Diğer sistem ise serbest ticaret sistemidir. Sömürge sistemi hü­
kümetler tarafından, serbest ticaret ise piyasa rekabet kurulları
tarafından yönetilmiştir" 194
Küreselleşme ve sömürgeleşme sorunları içinde gelişme ça­
basındaki Türkiye'de daha değişik görüşler de ortaya atılıyordu.
Bu bağlamda Türkiye'yi Batı'dan koparma pazarlığı Ecevit'in
çok özel belgelerine dayanarak iddia ediliyordu. İddiaya göre,
"Başbakan Yardımcısı Erbakan 1974'te Suudilere petrol ve kre­
di vermezseniz Türkiye'nin Batı'dan kurtarılması mümkün ol­
maz" diyordu. 195 2010'lara gelindiğinde bazı yabancı gazetelerin
"eksen kayması" diye söz ettiği değişim, felsefi düşüncede bir
değişim miydi? Yoksa sadece ekonomik bir değişim miydi?
Türkiye küreselleşme, bir ölçüde kimliksizleşme ve sonuç
olarak sömürgeleşme sürecindeki son noktada, azınlık sorunla­
rıyla boğuşur hale gelmişti. Azınlık meselesi Avrupalı devletle­
rin bugün de en önemli istismar konusudur. Türkiye için daya-

194 Preston, l.E, Windsor, D., The Rules of the Game in lhe Global Economy; Policy
Regimes lor lnternational Business, Kluwer Academic Publishers, Boston, 1992.
1 95 Rıdvan Akar, Can Dündar, Türkiye'yi Batıdan Koparma Pazarlığı, Milliyet, s. 18,
9 Kasım 2006.

219
tılan insan hakları gündeminin başında azınlık hakları geliyor.
Buna yabancılara mülk satışı, azınlık vakıflarının mal edinebil­
mesine ilişkin yasal güvenceler ve benzeri haklar eşlik ediyor.
Azınlık himayesi kisvesi altında ülkelerin kontrol altında tutul­
ması geçtiğimiz yüzyıllarda da dünya politikasında sık rastlanan
bir durumdu.
Küreselleşme tabii ki dışa bağımlılığın kaçınılmaz sonucuy­
du. Söylemlerine göre bu çevrelerden olan TÜSİAD YİK Başka­
nı Mustafa Koç, "siyasette adeta akıl tutulması ile karşı karşıya­
yız diyor" ve şöyle devam ediyordu: "Türkiye'yi küreselleşme­
nin dışına, dini ideolojiyle soslayarak ya da ulusal çıkar söylem­
leriyle cilalayarak sunmak akla sıgmaz." 196 Beri yanda terör ve
açılım olayları sürerken, devlet bölünmez bir bütündür söylem­
leri yankılanırken 7 Ekim 2009 tarihinde kimliksizleşme sürecin­
de ilginç bir örnek yaşanıyordu: İstanbul'un kurtuluşunun 86.
yıldönümü kutlamaları çerçevesinde İstanbul'da tarihi camilere
asılan Türk sözcügünün yer aldıgı mahyaların ışıkları söndürü­
lüyordu. Mahyalarda yer alan ifadelerin sözde demokratik açı­
lım tartışmalarının yaşandıgı bir zamanda iyi olmayacağı gerek­
çe gösterilerek engelleme yoluna gidiliyordu. Süleymaniye Ca­
mii'ne asılan "ne mutlu Türküm diyene", Eyüp Sultan Camii'ne
asılan "önce vatan", Sultanahmet Camii'ne asılan "ordumuza
şükran borçluyuz", Yeni Cami'ye asılan "milli birlik esastır" ya­
zılı ibareler, birkaç gece ışıklandırıldı. Ancak uzun sürmedi.
Mahyaların ışıkları söndürülerek, bu yazılar engellendi. Deği­
şim, kimliksizleşme ve küreselleşme sürüyordu. Kimliksizleşme
degişimiyle ilgili pek çok örnek verilebilir. Bu degişimler herhal­
de Türkiye'de felsefi düşüncedeki degişimleri yansıtıyordu. Bu
degişim bir gelişme miydi?
"Kökenleri 17. ve 18. yüzyıl Aydınlanma döneminin bütün­
cül dünya tasavvuruna kadar giden küreselleşme, hayatın her

196 Tarık Yılmaz, Siyasette Akıl Tutulması Yansıyor, Sabah, s. 8, 9 Haziran 2007.

220
alanına sızarak, anlama ve anlamlandırma problematiginde tek
bilgi üzerinden insanı ve dış dünyayı yeniden kurgulama, kur­
gularken 'öteki' olanı içselleştirme çabasıdır. " 197
Antik Yunan ile güce tapan Roma medeniyetleri ve Hıristi­
yanlık üzerine inşa olmuş Batı medeniyeti, ortaçagda Makya­
vel'in "amaca ulaşmak için her yol meşrudur" ilkesini içselleş­
tirdikten sonra bu ilkeyi aydınlanmacı Darwin'in zayıf olana ya­
şama hakkı tanımayan "dogal seçkinleşme" teorisiyle ve A.
Comte'un pozitivist ve modernist yöntemleriyle pekiştirerek, in­
san toplulukları ve dogal çevre üzerinde rakipsiz bir "kuvvet"
haline geldi. Bu durumun birey için bir gelişme olup olmadıgı­
nın tartışılması gerekir.
Bu "kuvvetin", çagdaş Batı medeniyeti kapsamında ekono­
mik ve teknolojik dışa vurumu kapitalist-sanayi sisteminin mer­
kez üssü olarak ABD ve AB gibi zengin ülkelere ait dev şirketler­
le onların denetimindeki IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Ör­
gütü gibi uluslararası kuruluşlar; askeri boyutu NATO; siyasi ve
kültürel boyutu ise Batı yandaşı bütün hükümetler, üniversite­
ler ve medya kuruluşlarıdır.
Bu degişimlerle ilgili olarak Prof. Feyzullah Eroglu şöyle ya­
zıyor: "Türk kimliginin parçalanması İslamiyet'te kapitalizm ve
Batı karşıtı olan ögelerin temizlenmesi (!) projesidir. Bundan
başka Türk Milleti'nin ve Türkiye'nin çagdaş Batı kapitalizmi he­
defleri dogrultusunda dönüştürülmesi çabalarının sadece bü­
rokratik ve siyasi yöneticilere bırakılmadığı, yine Batılı düşünce
ve yaşam biçimlerinin en etkili taşeronu sayılan aydınlar ile bir
kısım sivil toplum örgütleri aracılıgıyla medya kültür kurumları­
nın da katılımıyla birlikte, toplumun önemli bir kesiminin gü­
dümlendigi veya büyülendigi açıkça bellidir. Çagdaş Batı mede­
niyeti, klasik sömürgecilik projesine, ekonomi temelli liberal-ka-

197 Roland Robertson, Globality, Global Culture and lmages of World Order, Soci­
al Change and Modernity, s. 396-397, ed. Hans Haferkamp & Neil J. Smelser,
Berkeley. University of California Press. 1992.

221
pitalizm ile felsefi kültürel pozitivist-modernist ideolojileri mas­
kelemek suretiyle Batı dışı ülkelerin özellikle yönetici ve aydın
sınıfı ile kent kökenli üst sosyal sınıfları birinci elden etki ve nü­
fuzu altına almış olmaktadır." 198
Cumhuriyet kadrolarının ve Atatürk'ün temel hedefi çagdaş
toplum ve devlet yaratma sorunu oldugu noktasında Dogulu bir
ülkenin nasıl çagdaşlaşacagına dügümlenmiştir. Bu çagdaşlaş­
mada sanılanın aksine siyasal teslimiyet ve kültürel yok oluş söz
konusu degildir. Milli bagımsızlıgın üzerine titreyerek laik bir
Türk kültürü yaratma çabası ve Batı'nın akılcı degerlerinin ka­
bulüyle çagdaşlaşma, bazı noktalarda bünye uyumsuzlukları ya­
ratsa da, günümüz İslam dünyasına bakarak Atatürk Türkiye'si­
nin aldıgı modernleşme mesafesi açıkça görülebilir. Modernleş­
me önde olmak ileriye gitmek, ilerici olmaktır. Ancak Türk mo­
dernleşmesinin hala ana düşünce meselesinin din olması nede­
niyle; hatta günümüz küreselleşme ve Avrupa Birligi tartışmala­
rında İslamın var olan kimligimizin baskın belirleyiciligi altında,
kültürel olarak Dogu meselesi daha çok tartışılacaktır.
"Küreselleşmenin alabildigine dönüştürüldügü bir dünyada
temel sorun küresel dinamikleri göz ardı etmeden çagın gerek­
lerini yerine getirecek dönüşümü gerçekleştirmek ve bunları
milli çıkar ve ülküler dogrultusunda kullanma becerisini göster­
mektir. Belki de bu yolda en büyük zenginligimiz Türk olarak ih­
mal edilmeyecek kadar büyük tarihi mirasımız; en büyük dege­
rimiz ise hala varlıgımızın ve kimligimizin bir şekilde farkında ol­
mamızdır. Problemleştirmemiz gereken modernleşme krizi de,
Dogu-Batı meselesi de aslında çagın gerektirdigi bir Türk olma
ve çagı biçimlendiren lider ülkelerden biri olarak dahil olabilme
meselesi olmalıdır." 199

198 Eroğlu, Feyzullah, Çağdaş Sömürgeciliğin İşbirlikçilik Sarmalı, s. 35-36, Türk


Yurdu, sayı 273, Mayıs 2010.
199 Metin, Celal. Modernleşme, Küreselleşme ve Doğu Batı Meselesini Yeniden Dü­
şünme, Türk Yurdu, s. 54, sayı 249, Mayıs 2008.

222
Küreselleşme küremizin her yerine hakim olamadan, felsefi
düşüncemizi tam olarak kontrol altına alamadan, her yönü anla­
şılamadan, 2008 dünya ekonomik krizi, günümüzde bile bir bu­
çuk milyar insanın temiz su içemediği dünyamızı sarıyor ve tüm
dünyada insanları daha fakirleştiriyordu. Banka krizi olarak baş­
layan dünya ekonomik krizi küreselleşmeyi önlüyor muydu?
20 11 ortalarında ikinci kriz dalgası beklentisi acaba küreselleş­
me dayatmalarının önünü kesebilecek mi? Felsefi düşüncede
beklenmeyen olumsuz değişimler mi olacak? Yoksa birey, daha
insanca yaşabileceği bir değişim içinde mi olacak? Yeni olumlu
bir felsefi akım söz konusu olabilecek mi?

DÜ NYA EKONOM i K KRiZi N i N SiYAS i FELSEFEM İZE


ETKİ LERi
Türkiye AB'de mi, Ortadoğu'da mı, Avrasya'da veya Türkis­
tan'da mı olmalı? Düşünürlerimiz, yazarlarımız, aydınlarımız bu
konularda neler düşünüp tartışıyorlar? Ülkemizde siyaset felse­
fesi olan siyasetçiler bu konularda ne düşünürler? Sadece bir
meslek okulu görünümü veren üniversitelerimizde siyaset felse­
fesiyle ilgili, daha doğrusu geleceğe yönelik siyasi felsefemizin
nasıl olması konusunda akademik çalışmalar ne düzeydedir?
''Tarihte bilinen ilk ekonomik politika Sümerlerin MÖ 2380-
2360 yılları arasında uyguladığı Urukagina reformudur. Giderek
küreselleşen ve daha da şiddetlenen ekonomik krizleri daha iyi
anlayabilmek ve daha etkin önlemler alabilmek için emek, de­
ğer, meta, ücret, fiyat, kar ve sermaye gibi temel kavramların ta­
nımlarını yeniden gözden geçirmek ve böylelikle sermaye biri­
kimi sürecine yeni bir yaklaşım getirmek gerekiyor. Eğer arz faz­
lası başka pazarlara yönlendirilmezse, o piyasada ortaya çıkan
üretim fazlası, tüketim eksikliğine dönüşerek fiyatların düşmesi-

223
ne yol açar. Burada ürün fazlası dış pazara satılamayarak bir re­
alizasyon gerçekleşememiştir. Burada ortaya çıkan durum bir
ekonomik krizdir."200
Eğer akılcı, girişimci ve dinamik olabilirsek dünya ekonomik
krizinin getirdiği yeni fırsatlardan faydalanabiliriz. Dünya ve Av­
rupa'daki bu kriz Türkiye'nin yeni ufuklara yönelebileceği bir si­
yaset felsefesinin önünü açmıştır.
2008 yılında dünya 148. ekonomik krizine girerken 25 trilyon
dolar uçup gidiyordu. Teknoloji bankalar arası işlemlere izin ve­
rene kadar her şey oldukça basitti. Bankalar arasındaki para so­
mut olarak el değiştirmeyince sanallaştı. Elle tutulur değil, bilgi­
sayar ekranlarında yaşayan bir hal aldı. Piyasada aslında var ol­
mayan parayla oynandı. Getirisi yüksek varlıklar kredi bağımlı­
lığı yarattı. Altın karşılığı kaldırılmıştı, mevduat karşılıksız kaldı.
Krizde yaşanan aslında tamamen finansaldı. 27 Haziran 2OO9'da
başbakanın "kriz teğet geçti" sözünü değerlendiren eski Maliye
Bakanı Kemal Unakıtan, "başbakan kendisinden bahsetmiş ola­
bilir" diyordu.
Bu dünya ekonomik krizi sonucu Türkiye yeni bir arayış içi­
ne mi giriyordu? Yoksa değişen dünya siyasi dengelerinde Tür­
kiye kendi siyasi felsefesine göre yol mu çizmektedir? Veya çi­
zebilmektedir? Yoksa gelişmeler Türkiye'yi gözüken üç yoldan
birine mi sürüklemektedir? Şüphesiz Türkiye komşuları, Orta­
doğu, Balkan ve Kafkas ülkeleriyle Rusya, AB ülkeleri, ABD,
Türkistan devletleri ve Afrika'yla ticaretini artırmalı, ilişkilerini
geliştirmelidir. Önümüzde üç yol gözükmekte, AB, Ortadoğu ve
en gerçekçi olması gereken Türk cumhuriyetleriyle bir ticari bir­
lik, bir tür Avrasya Ortak Pazarı!
Acı Gazze olayları sonucu Davos çıkışı, acaba bizim kestire­
mediğimiz ince hesaplar sonucu Türkiye'nin Ortadoğu'ya itek­
lenmesinin bir aşaması mıdır? Tanzimat'tan beri Frenkleşme ve-

:WO Erman, Arif, Küresel Ekonomik Kriz, s.202,206, Truva Yayınları, İstanbul, 2010.

224
ya Avrupalılaşma çabasının bir yanılgı olduğu artık ortada dur­
maktadır denebilir.
"Avrupa Birliği üyeliği Türkiye için bir aldatmaca mıdır, yok­
sa bir yükseliş yolu mudur? Avrupa Birliği ülkelerinin, Avrupa
Parlamentosu ile Türkiye'den istedikleri Türkiye'nin gelişmesi
için midir? Yoksa Avrupa, asırlardır silah gücüyle yıkamadığı
Türkiye'yi ekonomik ve toplumsal olarak yıkmaya mı çalışıyor?
Bu ilişkide 'uyum yasaları' ile Türkiye gelişiyor mu, yoksa bö­
lünmeye doğru mu gidiyor?"20 1 Bu sorular değişik açılardan her
gün televizyonlarda, gazetelerde tartışılıyor.
Felsefi açıdan bakarsak, gerçekten Avrupalılaşmak mı istiyo­
ruz? Yani kendi kimliğimiz yerine, bizim için bir "tasarı kimlik"
olan, Tanzimat tabiriyle, Frenkleşmek mi istiyoruz? Çözüm ola­
rak, son iki yüzyıldır gelişmek için beceremediğimiz, "Türk ru­
hu ve töresiyle evrensel bilimi" birleştirme çabalarının, hangi
yeni ufuklarda, kimlerle beraber, nasıl başarılı olabileceğini dü­
şünebiliriz. Yani Türkistan devletleriyle beraber...
Artık "AB masalı" uykusundan uyanmamız ve Avrupa bo­
yunduruğundan kurtulmamız gerekir. Tabii bu arada yeni bir
tuzak olan Ortadogu batağına saplanmadan! Türkiye'nin dünya
ekonomik krizi sonrası bugünkü siyaset felsefesi nedir? Ne ol­
malıdır? Düşünürlerimizin, siyaset bilimcilerin bu konuda öneri­
leri nedir? Onlara kulak verilmeli mi? Kulak verilecek öneriler
geliyor mu? Muhalefetin yapıcı önerileri var mı?
Hele 2008 dünya ekonomik krizi ve AB'nin 2010 ve 20l l'de
aldığı ekonomik önlemlerden sonra Avrupa sevdası bitmiş gibi
görünüyor. Dünyanın egemen güçleri büyük çabalara rağmen
Türkiye'yi bölememekte, fakat bu çabası bir taraftan sürerken
ülkemizi kontrol altında tutmaya çalışmaktadırlar.
Özgürlük ve insan haklarından bu kadar söz edilen dünya-

20 1 Poroy. A.Akif. Türkiye AB Medeniyetler Çatışması, Truva Yayınları, İstanbul,


2008.

225
mızda özgürlük ve insan hakları sadece güçlü ve zengin ülkele­
rin hakkı gibi görülmektedir denebilir. Seksen yıl Sovyet emper­
yalizminin esiri olan Batı Türkistan topraklarındaki, dilimiz, dini­
miz, soyumuz, kökenimiz ve kültürümüz bir olan Türklerle, ya­
ni Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikis­
tan ve Kazakistan'daki kardeşlerimize yakınlaşmamız, ticareti­
mizi artırmamız, binlerce yıllık kültürel bağımızı kuvvetlendir­
mek istememiz en tabii insan hakkımız diye düşünebiliriz. Doğu
Türkistan'da il. Dünya Savaşı'ndan beri Çin işgali sürüyor.
"Son üç dört yıl AB ülkeleri bu ülkelerle yoğun ticari anlaş­
malar yaparken, diğer emperyalist ülkeler bu bölgedeki büyük
petrol ve doğal gaz kaynaklarına göz dikerken, bizim en azından
insani ve kültürel alanda bile bu kardeş ülkelere yakınlaşmamı­
za engel olmaya çalışıyorlar."202 , 203, 204
Zaten bizde de Türk devletlerinin yakınlaşmasının gerektiği­
ni düşünebilecek ileri görüşlü siyasetçi ve devlet adamı yeterli
sayıda görünmüyor. Ne görsel ne de yazılı basında bu konular
yeterince dillendiriliyor.
Bu siyasi gelişimler sonucu Türkiye bazı yazarlara göre, ya­
bancı güçler tarafından Ortadoğu bataklığına iteklenmek isteni­
yor deniyor. Mümtaz basınımızın çoğu temsilcisi ise yüzeysel
bir üslupla olanları kendince gerçekleri göremeden veya görme­
mesi gerektiği şekilde değerlendiriyor. Ülkemiz şimdiye kadarki
siyasetleriyle hiçbir zaman bir araya gelemeyecekleri ortada
olan Ortadoğu ülkelerinin arasına iteklenmeye çalışılıyor. Türki­
ye'nin AB ile yıllardır oyalanmasından sonra şimdi enerjimizi
Ortadoğu'da tüketmemiz bize şimdilerde biçilen bir kaftan görü­
nümünde.

202 The European Union, 1 1 177/ 1/ 0 7, Rev 1 , Concl 2 , July 2 00 7.


2 03 Karluk, S. Rıdvan, Avrupa Birliğinin Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine Yönelik
Stratejisinin Genel Değerlendirilmesi, Türk Yurdu, sayı 2 57, s. 22-2 7. Ocak 2 009.
2 04 EC, Council ol the EU, Brussels, 20 June 2008, 1 1 0 18/ 08, Concl 2 , İKV Bülteni,
16-22 Haziran 2008.

226
Ta ki Türk halkı, basını, sözde aydınlar hariç gerçek aydınlar,
düşünürler, üniversiteler (günümüzün meslek okulları), sivil
toplum örgütleri ve siyasiler gerçekleri görene kadar! Doğal ola­
nı, Türk Devletleri Ortak Pazarı'dır denebilir.
Ekonomik kriz acaba düşünce dünyamızı nasıl etkilemiştir?
Toplum olarak felsefi düşüncemizde bir değişiklik olmuş mu­
dur? Oldu ise ne yöne olmakta acaba? Düşünürlerimiz bu konu­
da ne düşünüyorlar dersiniz?
TÜİK'in 201 0 yılı ikinci çeyreğinde Türkiye'nin % 10.3 oranın­
da büyüdüğünü belirten açıklaması ekonomistleri tatmin etmi­
yordu. Marmara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Osman Altuğ, "eko­
nomimizin kayıt dışı olduğunu, alacak, borç ve envanterin belli
olmadığı için verilen büyüme rakamının gerçek dışı olduğunu
vurguluyordu." DİSK-AR araştırmasına göre 20 1 0'da işsizlik ora­
nı %20 ve işsiz sayısı dünya ekonomik krizi öncesine göre 454
bin fazla çıkıyordu. Tüketici Dernekleri Federasyonu'nun bildir­
diğine göre 201 0 Eylül'ünde kredi kartlarında ötelenen borç 39.7
milyar TL'ye ulaşmış. Takipteki tüketici sayısı 4 milyon 224 bin
804 kişi. Bunlar düşünce dünyamızda acaba ne gibi değişiklikler
yaratır? Veya neler yaratmıştır?
"Dünya ekonomileri, karşılıklı borçlanarak gidilecek nokta­
nın ötesine geçmiş oldukları halde, son ekonomik bunalımı ya­
ratan finansal şişkinliği yaratan uygulamalar sürmektedir. Geliş­
miş ekonomilerde ortaya çıkan bu sarsıntıları kalıcı olarak gide­
recek kurallar ve düzen henüz kurulamamıştır. ABD'den kay­
naklanıp tüm dünya ekonomilerini sarsan en son ekonomik bu­
nalımı hafif atlatmamızda 2006 ve 2007 yıllarında bütçe ve dış ti­
caret açıklarımızın düşük düzeylere indirilmiş olmalarının bü­
yük payı vardır. Şimdiden önlemler alarak kendimizi ikinci taba­
nı göğüslemeye hazırlamalıyız."205 1 6 Eylül 2010'da benzer gö-

205 Aysan, Prol. Dr. Mustafa, Küresel Bunalım Nereye Gidiyor?, Cumhuriyet, 4 Ey­
lül 20 10.

227
rüşlere yer veren Bakan Ali Babacan, ekonomide mutlaka ted­
bir ve ihtiyat gerektiğini belirtiyordu.
814 milyar dolar tutarında varlığı yöneten 284 katılımcının
yer aldığı BofA Merrill Lynch'in 12 Mayıs 2011 günü açıkladığına
göre dünya ekonomisinde ikinci kriz dalgası AB üzerinden gele­
cek. Belki bu kitap yayımlanana kadar Aristoteles'in, Eflatun'un
ülkesi Yunanistan çökmüş olacak. Yunanistan'ın kendi becerik­
sizliği nedeniyle ürettiği çöküşünün bedelini ödeyecek. 2011 Ha­
ziran'ının son günlerinde AB üyeleri, aşırı kemer sıkma politika­
sıyla neredeyse Yunanistan'ın gırtlağını sıkıyorlardı.
Günümüzde sosyalist düşünce çökmüştür. Batı'nın kapitalist
sömürgeci, çıkarcı yöntemi küreselleşme süreciyle vahşi kapita­
lizme dönmüş ve ABD'deki 2008 banka kriziyle tüm dünyanın
yatırımcılarının paraları yutulmuş ve vahşi kapitalizm iflas et­
miştir. İnsanlığa bir tehdit haline gelen bu yöntemden sıyrılıp,
geleceğimizi şekillendirmeye çalışırken yeni ufuklara yönelir­
ken, felsefi düşüncede binlerce yıllık "Türk töre"sine, yani ada­
let, hoşgörü, eşitlik ve yararlılık ilkelerine sahip çıkmamız hem
kendimize hem de insanlığa yeni bir umut ve ışık olacaktır.

228
V. BÖLÜM

TÜRKiYE VE TÜRK DÜNYASINDA


FELSEFi DÜŞÜNCE
İnsanlar ancak özgürlük ortamında, yani kendilerini özgür
hissettikleri zaman düşünce üretebilirler. Felsefenin doğması,
gelişmesi için, kültür, sanat, edebiyatla donanmış ve dilini iyi
kullanan, düşünmeye çalışan insanların yetişmiş olması gerekir.
Ayrıca toplumsal ve ekonomik yapı felsefeye, felsefeciye veya
düşünen insanlara destek olacak düzeyde olmalıdır.
Bugün arbk Türkiye'de felsefi düşünceyi irdelerken geçmiş­
te Farabi, İbni Sina gibi büyük Türk düşünürlerinin Türkistan,
yani Orta Asya'dan çıktığını görüyoruz. 2008 yılında kaybettiği­
miz Kırgız Türkü yazar ve şair Cengiz Aytmatov'u bütün Türk
dünyasını düşünen ve yansıtan bir düşünür olarak görüyoruz.
Türklerde felsefi düşünce derken sadece Türkiye'yi ele alama­
yız, bütün Türk dünyasının günümüzdeki felsefi düşüncesini
kapsamlı olarak incelemeliyiz. Bu olgu günümüzün felsefecileri­
nin, üniversitelerin, Türk dünyası kültür bakanlıklarının önemli
bir görevidir diye düşünüyorum.
Bu konuda açılımları olan felsefeci Süleyman Hayri Bolay'a
göre, "Türk tarihinden ve Türk dünyasından bahsederken, bu

229
çerçevede Türk düşüncesinin ve Türk düşünce tarihinin de bü­
tünlüğünden mutlaka bahsetmek lazımdır. Bunun için şu sorula­
ra cevap aramak gerekir:
1- Türk düşünce tarihi yazılmış mıdır?
2- Hele bu bütünlük anlayışı içinde ele alınmış mıdır?
3- Ele alındıysa hangi yöntemler kullanılmıştır?
4- Hangi ölçüler dairesinde ele alınmıştır? Türk düşünce tari-
hinin sınırları nelerdir?
5- Boyutları nelerdir?
&- İçeriği nelerdir?
7- Kimler Türk düşüncesi tarihinde yer alacaktır?
8- Bunların ölçüsü ne olmalıdır?
9- Türk düşüncesinin kaynakları nelerdir?
10- Yerli ve yabancı kaynaklar tespit edilmiş midir?
11- Türkçe (eski harfli), Arapça, Farsça kaynaklar üzerinde
ciddi, ilmi çalışmalar yapılmış mıdır?
12- Türk düşüncesinin başlıca kavramları tespit edilmiş midir?
13- Türk Cumhuriyetleri ile şive, alfabe, kavram farkları tes­
pit edilmiş midir? Daha bunlara benzer birçok sorun ortaya atı­
labilir. Mühim olan bunlara müspet ve doyurucu cevaplar vere­
bilmektir. " 206 Bu sorular felsefeciler ve üniversiteler için önem­
li görevler ve çalışmalar gerektiğini ortaya atıyordu.
Bugün Türkiye, Sovyetler'in yıkılmasından sonra Türk dün­
yası devletleri için ve kendi ülkesi içinde yaşayan insanların re­
fahı için Türk dünyasının sorunlarıyla ilgilenmek durumunda­
dır. Ancak Orta Asya'daki yani gerçek adıyla Türkistan toprakla­
rındaki petrol ve doğal gaz gibi zengin tabii kaynaklar Çin, Rus­
ya, ABD ve AB'nin emperyalist girişimlerini bu bölgeye yönlen­
dirmektedir. Türkiye ekonomik ilişkileri kuvvetlendirirken bu
Türk ülkeleriyle ortak Türk kimliğini yeniden tanımlama ve kur­
ma durumundadır. Felsefecilere, düşünürlere önemli görevler
düşmektedir diye düşünebiliriz.

206 Bolay, S. Hayri, Türk Düşüncesinde Gezintiler, s. 1 !, Nobel Yayın, İstanbul 2007.

230
Bu olaylar gelişirken her Türk toplumunun doğal hakkı olan
Türk toplumlarının, yani Kazakistan'dan, Kırgızistan'dan Türki­
ye'ye KKTC'ye kadar Türk toplumlarının refaha ulaşması fikri
ve Türk dünyası felsefesi ve Türk dünyası kültürünün geliştiril­
mesi ve kuvvetlendirilmesi felsefesi acaba nerede kalıyordu?
Bilindiği gibi Türk kimliği çerçevesi içine bütün Türk topluluk­
ları girmektedir. Yani Türkçe konuşan bütün Türk toplulukları,
Kırgızlar, Yakutlar, Kazaklar, Türkmenler, Özbekler, Azerbaycan
Türkleri, Kıbrıs ve Türkiye Türkleri, Balkan Türkleri, Irak Türk­
menleri hepsi üst kimlik olarak "Türk kimliği" içinde görülür.
Aynı Germen kimliği alt grubu olarak Alman, Bavyeralı, Prus­
yalı, Avusturyalı, gibi. Her nedense başka toplumların üst veya
alt kimlik grupları kimseyi fazla ilgilendirmezken Türk kimliği
son yıllarda birdenbire Türkiye içinde bile anlaşılmayan bir şe­
kilde bir atışma konusu olmuştur. Esasında anlaşılmayan bir ko­
nu yoktur. Çünkü "Türk kimliğine yapılan saldırılar doğrudan
Türklüğe yapılan saldırılardır."207
Azerbaycan'da iktidara gelen ve bütüncül bir Türklük anlayı­
şına sahip olan merhum Elçibey, Azerbaycan Devleti anayasa­
sında yer alan "Devletin dili Azerbaycan dilidir" ibaresini değiş­
tirmiş, yerine "Azeri Türkçesi" ibaresini koydurmuştur. "Türkçü
bir siyaset felsefesi olan Elçibey'in İran, Rusya, Ermenistan ve
Batılı ülkelerin ittifakı sonucu iktidardan uzaklaştırılması ve
Haydar Aliyev'in iktidara gelmesinden sonra Elçibey'in anaya­
saya koydurduğu Azeri Türkçesi ibaresi kaldırılmış yerine yeni­
den Sovyet döneminde olduğu gibi Azerbaycan dili ibaresi ko­
nulmuştur."208
Şimdi bu Türk devletlerine "Türkçe konuşan" devletler de­
nilmektedir. Bu devletlerin halkları neden Türkçenin değişik

207 Yeniçeri, Prol. Dr. Özcan, Türk Kimliğine Yönelik Saldırılar, Türk Yurdu, cilt 29,
sayı 261 , s. 9-12, Mayıs 2009.
208 Nesib Nesibli, Azerbaycan'ın Milli Kimlik Sorunu, Azerbaycan Dosyası-Azer­
baycan Özel, cilt 7, sayı 1, s. 147-149.

231
lehçelerini konuşuyorlar? Çünkü Türk oldukları için Türkçe ko­
nuşmaktadırlar. Herhalde Türkçenin değişik lehçelerini akşam
lisan kursunda öğrenmediler! Sovyet işgali sırasında 80 yıl Sov­
yet politikası sonucu boy isimleri öne çıkarıldığı için ne yazık ki
oradaki nüfusun çoğu bireyi Türk olduğunun farkında değil. Ba­
zıları tarafından neredeyse anadilleri olan Türkçeyi sanki akşam
gece kursunda öğrenmişler (!) havası yaratılmaya çalışılıyor. O
bölgeleri işgal eden komünist Rus ve Çinliler ve ayrıca Batılılar
"Türk" sözcüğünden korktuğu, hazzetmediği için onların yöneti­
cileri de Türk demekten çekiniyorlar. Kimliklerini Özbek, Kazak
gibi "boy" isimleriyle ifade etmeye çalışıyorlar. Batı'nın ve Do­
ğu'nun bu siyasetine tek karşı çıkanlar Türkiye Cumhuriyeti'ni
kuran Türklerdir; herhalde Atatürk ve arkadaşları sayesinde...
Türk felsefi düşüncesini anlayabilmek, irdeleyebilmek için
Türklerin tarihine, kültürüne sıkça ayrıntılı olarak değinmemiz
gerekiyor. Tekrar Türk felsefi düşüncesine dönelim. Türk felse­
fesi gelecekte evrensel felsefede ne derecede önemli olacaktır?
Veya Türk felsefesi diğer yabancı felsefi düşüncelerin ne kadar
etkisinde kalmıştır? Veya Türk felsefesi yabancı düşünürleri ne
derecede etkilemiştir? Bu soruların cevapları önemli araştırma
konusu ve kitaplar oluşturacak kapsamdadır. Türk felsefi düşün­
cesi bence önce Türk toplumları arasında nasıl bir etkileşim sağ­
layacaktır diye düşünmeliyiz. Ve de artan iletişim ve haberleş­
me olanakları ve yakınlaşmalar sonucu nasıl bir etkileşim olma­
lı diye düşünmeliyiz. Türk devlet ve toplulukları arasındaki fel­
sefi düşünce etkileşimi nasıl en olumlu düzeyde olur?
Türkistan özellikle Horasan ve Taşkent, Buhara ve Semerkant
gibi kentler, geçmişte Türk felsefi dünyasının çok etkin merkezle­
riydi. Türkiye'de yaşayan Türk düşünürleri ve felsefecileri artık
bütün Avrasya'daki Türk düşünürleri ve Türk felsefi düşüncesiy­
le daha yakından ilgilenerek Türk dünyasının kültürel gelişimine
katkı yapmak durumundadırlar. Bu iletişim kendimize özgü fel­
sefemizin evrenselleşmesi yönünde aşamalar yapılmasını sağla­
yacaktır. Bütün Türk dünyasını kucaklayan Kırgız Türkü Cengiz

232
Aytmatov bu açıdan baktığımızda şair ve yazar olduğu kadar ça­
ğımızın en önemli örnek Türk düşünürlerindendir.

TÜRK DEVLETLERi KÜLTÜREL BiRLiĞi VE


FELSEFi DÜNYASI
Türk felsefi düşüncesini veya Türk felsefesini anlamak için
artık bütün Türk devletlerini kapsayan bir açıdan daha geniş bir
Türk dünyasına bakmak ve onu tanımak zorundayız. Türkiye ve
diğer Türk cumhuriyetlerindeki yazar, düşünür, felsefeci, siya­
setçi, medyayı oluşturan basın mensupları ve televizyoncular
ve de varsa aydınlar bu olguyu algılamalıdır. Yakınlaşmayı ko­
lay beceremesek de gerçek olan Doğu Türkistan'a kadar daya­
nan büyük bir Türk dünyasının oluşudur. Türk devletlerinin fel­
sefe dünyasının temeli diliyle, diniyle, gelenekleriyle ortak Türk
kültürüdür.
Türkiye, komşuları, Orta Asya Türk cumhuriyetleri ve Rusya
ile ticari ve siyasi ilişkilerini artırarak, ayrıca kökümüz, özümüz,
dilimiz, dinimiz aynı olan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile öz­
de aynı olan kültürel bağlarımızı kuvvetlendirerek yeni açılımla­
ra yönelmek durumundadır. Açılım ancak bu yönde olmalıdır.
Açılım bütünleşme için olur, bölünmek için degil.
Türk felsefesi için bu kültürel bağlar çok önemlidir. Bugün
Türkiye'de yaşayan Türkler son araştırmalara2 09 göre 8 bin yıl­
dan beri çeşitli aralıklarla Anadolu'ya2 10, 2 1 1 gelirken sadece Ön

209 Tarcan, Haluk, Ön Türk Uygarlığı-Resmi Tarihin Çöküşü, Töre Yayın, İstanbul,
2 004.
2 10 Brückner, Dr. Edar, Klimaschwankungen und Völkerwanderungen, Almanach
der Keiserlichen Akademie, Wien, 191 2 .
2 1 1 Togan, Prof. Dr. A.Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, cilt 1, Hak Kitabevi,
İstanbul, 1946.

233
Türk uygarlıgının "kaya damgalarını"2 1 2 daha sonra parasını ve
Göktürk ve Uygur alfabesini degil, kadim Türk dünyasının felse­
fesini de getirdi.
Ünlü Amerikalı tarihçi Bernard Lewis'in belirttigine göre,
"Anadolu'nun 7000 yıllık süreden beri yerleşik halkları da Türk
soylu idiler. Türkler, Orta Asya'daki iklim ve yaşama şartlarının
bozulmasıyla dünyanın her tarafına yayılmışlar, gittikleri yerle­
re medeniyet götürmüşler ve yerleşik ahalileri medeniyetleştir­
mişlerdir. Böylece Ön-Asya ve Ege medeniyetleri Orta Asyalı
Brakisefal ırkın rehberligiyle ortaya çıkmıştır. Türkler de onların
atası sayılırdı. Dolayısıyla X. asırda meydana gelen göç, son bir
göç hareketi idi."213 Bu saptama çok önemlidir. Hem de bir ya­
bancı, bir Amerikalı tarihçi tarafından dile getiriliyordu.
Türklerin binlerce yıldır Orta Asya'dan dalgalar halinde Ana­
dolu yarımadasına gelişleriyle ilgili araştırmaları, bilgileri, ayrın­
tılı kitap kaynakları listesini 201 0 yılında yayımlanan Atatürk,
Ön Türk Uygarlığı ve Türk Kültür Kimliği adlı kitabımda sun­
muştum. Bu gerçekleri kavramak zorundayız. Ayrıca Türklerin
binlerce yıl süren Anadolu'ya akışları cengaverlik veya fütuhat
nedeniyle degil , fakat belgelere göre gerçekçi olundugunda Or­
ta Asya'daki bozulan iklim koşulları ve ekonomik nedenlerledir.
Malazgirt sonrası 1 071'den sonra gelen, Müslüman olan
Türkler de Türkistan'da yeni oluşan İslam felsefesinin faziletli
olgularını esasen sekizinci yüzyıldan itibaren bu topraklara taşı­
dılar.
Türkistan, bilindigi gibi Rusların Çarlık döneminde baskılar­
la, işgallerle bölünmüş, daha sonra Sovyet döneminde Türkis­
tan kesin olarak Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan,
Türkmenistan ve Azerbaycan olarak bölünmüştür. Sovyetler'in
çökmesiyle Türklerin yaşadıgı bu Sovyet cumhuriyetleri bagım-

212 Gülensoy, Prof. Dr. Tuncer, Orhun'dan Anadolu'ya Türk Damgaları, Türk Dün­
yası Araştırma Vakfı Yayını, İstanbul, 1989.
213 Lewis, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 342, Ankara, 1970.

234
sızlığını kazandı. Bu kardeş ülkelerin ve Türkiye'nin geçmişinde
ortak bir Türk ulusal felsefi düşünce birliği bulunduğunu ileri
sürebiliriz. Hele o Türk topluluklarını tanıdıkça ulusal geçmişte­
ki ortak Türk felsefesinin hem bugüne hem de yarınlara yeterli
olduğu düşüncesini ortaya atabiliriz.
Ancak yıllarca birbirinden ayrı kalmış ve bölge veya boy adı­
na göre Sovyet döneminde millileştirilmiş (!) bu topluluklar öz­
gürlüğe kavuştuğu 90'lı yıllardan sonra bu bölgeselci suni milli­
yetçiliğe sıkıca sarılmışlardır. Türkçenin değişik lehçelerini,
ağızlarını konuşan bu Türk topluluklarını iyi tanıyanlar, geçmiş­
teki ortak Türk felsefesinin hiçbir zorluk çıkarmadan geliştiril­
meye sanki hazır durumda beklediği düşüncesindedir.
Geçmişteki ortak Türk felsefesi Türkistan kökenli Farabi'si,
İbni Sina'sı ve diğer düşünürleriyle toplumsal ve tarihsel bağla­
rın içine örülmüştür denebilir.
Osmanlı döneminde Türkistan'dan hacca gidenlerin hemen
tümünün önce İstanbul'u Eyüp Sultan'ı ziyaret ettiği bilinir. Gü­
nümüze kadar bu işlevi yerine getiren Üsküdar'daki Özbekler
Tekkesi güzel bir örnektir. Hem Selçuklu hem de Osmanlı sul­
tanları asırlar boyu Türkistan'dan, Horasan'dan alimleri, düşü­
nürleri, şairleri öncesinde Konya sonra da İstanbul'a davet et­
miştir. Bu şekilde hem edebiyat, kültür hem de Türk felsefi dü­
şünce dünyası sürekli bir etkileşim ve alışveriş içinde olmuştur.
Türk dünyasına eğilirken siyasetçilerin siyaset felsefesini ir­
delemek kadar, toplumların düşünürlerinin, sanatçılarının felse­
fesini irdelememiz gerekir.
Günümüzde resim, müzik, heykel, edebiyat, sinema, mimari
dallarında eserler üreten sanatçılarımızın, ressamlarımızın, bes­
tekarlarımızın, senaristlerimizin, mimarlarımızın eserlerini üre­
tirken felsefeleri nedir? Görülen eserler bir yapıt mıdır? Eser
üreten sanatçı mıdır? Eser yapıt değilse yoksa o sanatçı değil sa­
dece zanaatkar mıdır? Geleneksel bir felsefeye mi bağlıdırlar?
Yoksa artık postmodern evrensel bir sanat felsefesi doğrultu-

235
sunda mı yapıtlar oluşturuyorlar? Günümüzde bir şeyler üreten,
çiçek böcek resmi yapanlar veya salt Batı "kopyacılığı" yapan­
larla eski hatları, tezhipleri kopyalayan gelenekselcilerin felse­
feyle veya çağdaş evrensel felsefeyle ilişkisi, yakınlığı nedir?
Veya sanatçı (!) denen, orasını burasını açıp, şarkı söyleme­
ye çalışanların sanat veya felsefe hakkında düşünceleri neler­
dir? Bu kişilerin acaba felsefeye ilgi duyabilecek bir kültür düze­
yi var mıdır? Televizyonların magazin programlarında sanatçı
(!) olarak halka sunulan, abuk sabuk bağırıp çağıran dangul dun­
gul adamların "para" kazanmaktan başka bir düşüncesi, felsefe­
si var mıdır? Bunların bu topluma faydası var mıdır? Felsefi dü­
şünce açısından irdelenince bu gibilerinin ne kadar ezik olduğu
hemen görülür. Umarız bu duruma karşılık felsefeciler ve düşü­
nürler topluma düşüncelerini sunacak ortam bulurlar.
Bugün Türkiye'de felsefeyle, çağdaş evrensel felsefeyle bir
bağı olabilen sanat eserlerine ne sıklıkta rastlıyoruz? Birçoğu­
muzun gördüğü kadarıyla genelde ressamlar edebiyatla, edebi­
yatçılar da resim sanatıyla pek ilgilenmez. Fakat edebiyatçılar
olsun, ressamlar olsun en azından bazıları sadece "satışa yöne­
lik" çalışmalar yapmazlar. Bir yerde kendilerine göre belki de
sanat için sanat yaparlar ve ister istemez belli bir felsefeyi yan­
sıtırlar. Bazı sanatçıların kendi felsefesinden ödün vermediği,
belli bir felsefeyi yapıtlarında yansıtma çabası görülür.
Felsefeyi yansıtırken, felsefeden yararlanırken şüphesiz fel­
sefeyle, dünyayla, yaşamla bir dövüş, bir hesaplaşma içine gi­
rerler. Çağdaş sanatı, geçmiş akımları, kendilerini, diğer sanatçı­
ları, kendi sanatlarını sorgularlar.
Acaba diğer Türk cumhuriyetlerinde durum nasıldır? Şüphe­
siz bizdekine benzer bir şekilde felsefeyle bir iç içelik vardır ve­
ya bazı sanatçılar gene bizdeki gibi yaptıklarıyla sanatçı değil za­
naatkar durumundadır.
Biz 1839'dan, Tanzimat'tan beri Batı kültür ve felsefesi etkisi
altında kalırken, Türkistan'daki Türkler 80 yıl kadar sosyalist,
komünist felsefenin etkisi veya diğer bir deyimle, baskısı altında

236
kaldılar. Onlar 80 yıl komünist rejim baskısı altında ateist bir fel­
sefenin etkisinde kalırken, biz dinsel özgürlük açısından Alevi­
ler hariç, sıkıntı çekmemişiz denebilir.
"30 Ekim 1992'de Türk devletlerinin cumhurbaşkanları An­
kara'da imzaladıkları ortak açıklamada, hükümetler arasında
her alanda iş birliği yapılmasına karar verdiler. Ortak dilimiz,
edebiyatımız ve tarihimizin en kısa zamanda yazılması ve okul­
larda okutulması istenmiştir. Ortak alfabe ile eğitim alanında iş­
birliği, insan haklarına ve laik düşünceye saygılı demokrat bir
toplum yaratma konuları ortak açıklamada yer alıyordu. " 2 1 4
Aynı kökten gelen bizler Batı'ya göç ederek Selçuklu, Os­
manlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yüzyıllar boyu süren büyük
devlet geleneğinden, bu yeni, yeniden özgürlüğüne kavuşan
kardeş cumhuriyetlere bazılarına göre, ne yazık ki yetersiz poli­
tikacılar nedeniyle, devlet deneyimlerimizi, var olduğu kadarıy­
la siyasi felsefemizi yeterli bir şekilde aktaramadık.
Bu ilişki eşitlik prensibi ve karşılıklı sevgi ve saygı çerçevesi
içinde olmalıdır. Unutulmamalıdır ki Azerbaycan'dan Çin'in ba­
tı bölgelerine kadar olan binlerce yıllık Türkistan'ı 19. yüzyılda
Ruslar ve Çinliler Türkleri kandırarak işgal etmişlerdir. 1949'da
Çinliler Uygur Türklerini yani Doğu Türkistan'ı zorla Çin'e kat­
mış, Lenin ve Stalin ise Türkistan'ın diğer bölümünü biz sizin
büyük biraderiniziz, sizlere yardım etmek için geldik sözleriyle
Orta Asya Türklerini yıllarca sömürmüş ve bölmüştür.
Ağustos 2008'de Gürcistan'a Rusların yaptığı yoğun askeri
saldırı, bombardıman ve işgali bütün dünya gördü. Bu saldırıya
en yoğun tepkiyi eski Sovyet ülkelerinden, Rus hegemonyasını
iyi bilen Polonya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya ve Leton­
ya gösteriyordu. Avrupa'nın da asırlardır dışladığı Rusya ile
Türkiye ticaretini artırarak, menfaat birliği sağlamalıdır. Bu şekil-

2 1 4 Saray, Prol. Dr. Meh met, Türkiye ve Yakın Komşuları, Atatürk Araştırma Mer­
kezi, Ankara 2006.

237
de dostlugu ve işbirligini pekiştirerek eskiden gelen kuşkuları
karşılıklı olarak ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.
Orta Asya'daki Türkler bu büyük kardeş (!) Ruslardan yeni
kurtulmuşken ne yazık ki doksanlı yıllardan itibaren onlara
Türkiye tarafından verilen birçok söz tutulmamış, deneyimsiz
ve geçmişi bilmeyen, bir ülküsü olmayan, bir siyaset felsefesi
bulunmayan politikacılarımızın o ülkelerdeki söz ve davranışla­
rı aramızdaki ilişkinin yeterli gelişmesine engel olmuştur. Bu
çok önemli bir noktadır. Bir örnek verecek olursak, bu Türk
devletleri özgürlüklerine kavuştuktan sonra Rus Kiri! alfabesini
bırakarak Latin alfabesine geçmek istemişlerdir. Ancak doksan­
lı yıllarda Türkiye'yi idare edenler bu işin kültürel ve daha son­
ra da ekonomik ve siyasi açıdan ne kadar önemli oldugunu al­
gılayamamışlardır. Bu yüzden de bu devletlerde duyurdukları
Latin alfabeli matbaa sistemi bu vaatlerde durmadıgımız için
kurulamamıştır. Bunun sonucunda sadece Türkmenistan ve
Azerbaycan bizimle aynı Latin alfabesi sistemine geçmiştir. Bu
başarısızlık sonucu ne yazık ki Kazakistan ve Kırgızistan Rus al­
fabesinde kaldıgı gibi Rusçayı resmi dil olarak kullanmaya baş­
lamıştır.
Yukarıda da degindigimiz gibi aynı dil, kök kültür ve dinden
gelen soydaşlarımızla birlik ve beraberlik içinde yaşamak en
azından insan hakları açısından bizlerin de hakkıdır. Tabii günü­
müzde insan hakları çıgırtkanlıgı yapan Batılılar ve yandaşları
bunu bize karşı bölücülük olarak dayatmaktadır. Bütün bunları
görmek gerekir. Bütün bunları bilerek yeni bir siyaset felsefesi
oluşturmalıyız.
Geçmiş ortak kültür ve felsefi düşünce dünyamıza daha çok
egilmeliyiz. Sadece bu gerçekleri gören gerçek aydınlar degil, il­
kögretimden üniversitelere kadar bütün egitim kurumları geç­
miş ortak Türk felsefi dünyasını bütün Türk dünyasında tanıt­
malıdır. Geçmiş Türk felsefesinin neler anlatmaya çalıştıgını, ör­
negin akılcılıgı, neler yapabildigini ve belki de en önemlisi bugü­
ne bize neler katacagını degerlendirmeliyiz. Dışımızdaki dünya-

238
yı algılamaya çalışırken, algılarken kendimizi, felsefi düşüncele­
rimizi daha iyi anlamaya çalışmalıyız.
Türk felsefi düşüncesinde kadim Türk toplulukları zamanın­
dan günümüze her zaman aydınlık düşünme, hoşgörü, faydalı­
lık ve eleştiri görülmüştür. Felsefenin gelişmesi için aydınlık dü­
şünme, hoşgörülü bir anlayış ve eleştirebilen insanların düşün­
celerini yansıttığı bir ortam olmalıdır. Aydın, yani gerçek aydın
insanların gelişmeci, ilerici, evrenseli yakalayan aydın, aydınlık
ve de aydınlanmış düşünceleri, yapıcı eleştiriye açık olmalıdır.
Ancak bu şekilde hoşgörü sağlanabilir diyebiliriz.
Felsefi düşüncede aydın düşüncenin, aydınlığın ne kadar de­
ğerli; karanlığın, bağnazlığın ise ne denli tehlikeli olduğunu onu
yaşamış olanlar bilir. Sağlığın değerini ne yazık ki hasta olunca
anladığımız gibi.
Haçlı Seferleri sırasında Anadolu'da felsefi düşüncenin geliş­
mesini engelleyen etkenlerin var olması gibi, bugün de Türk
dünyasında felsefi düşüncenin gelişmesini engelleyen dış veya
dış kaynaklı etkenler olduğu ileri sürülebilir.
Türkiye çağdaş evrensel değerleri göz önünde bulunduran
bir siyaset felsefesiyle şoven olmadan, akılcı ve gerçekçi siya­
setlerle, yanlış yapmadan Türk cumhuriyetlerine kültürel, eko­
nomik ve siyasi olarak yaklaşmak durumundadır. Bu yakınlaş­
ma arttıkça aynı felsefi düşünceden gelen insanların yakınlaşıp
kaynaşması daha kolay olacakbr. Türkiye siyaset felsefesini ye­
niden belirlemelidir. Çünkü dünyadaki 2009 ve 2010'daki sürat­
li değişimler sonucu Türkiye çok yönlü siyaset yapmak zorun­
dadır.
Türk dünyasında felsefi düşüncede bütünlük sağlayabilmek,
yakınlaşabilmek için önce, özellikle Türk devletleriyle kültürel
ve ticari ilişkilerimizi kesinlikle artırmak için çaba göstermemiz
gerekir. Bu gelişmelerdeki başarılar hem Türkiye'nin hem diğer
Türk devletinin menfaatine olacakbr. Böyle bir gelişim dış odak­
larca oluşturulan ya da kışkırblan etnik sorunları ortadan kaldı-

239
racaktır. Böyle bir başarı kaçınılmaz olarak bir Türk Devletler
Topluluğu'nun kurulmasını sağlayacaktır.
Böylece Avrupa'nın bize sunduğu "federasyon fikri" Türki­
ye'nin bölünmesiyle degil, Türkiye'nin bugünkü haliyle federas­
yonun bir parçası olarak Türk Devletleri Topluluğu ortaya çıka­
caktır. Ancak siyaset felsefesiyle ilgili bu önemli fikirler medya­
da yer bulmamaktadır. Ülkemizdeki onlarca yayın yapan TV ka­
nalı ipe sapa gelmez yayınlara saatlerce yer verirken bu konula­
ra değinmek bizim ünlü enkırmenlerin aklına gelmiyor? Acaba
neden? Yoksa hiç kimsenin aklına gelmiyor mu? Bin yılın fırsatı
olarak karşımıza çıkan bu imkanı değerlendirebilirsek hem ken­
di kültürel kimliğimizi koruyacağız hem de dünya barışına den­
ge ve katkı getirecek kuvvetli bir durumda olacağız.
Geçmiş Türk felsefi düşüncesi ve ortak filozof ve düşünürle­
rimiz Türk kültür birliğinin şüphesiz temelini oluşturacaktır diye
düşünebiliriz. 2009 Eurovision Müzik Yarışması'nda bile komşu­
suna düşmanlık besleyen ülkelerin sanat yarışmasını bir tekno­
lojik harbe dönüştürdüğünü görmek, kişilerin sadece şeklinin
insan şeklinde olduğu bir dünya görünümünde olmasına neden
olanlar, gerçek insanı düşündürüyor doğrusu!
Düşünceye yönelme aydını geliştirdiği gibi felsefi kalkınma­
nın felsefeciler tarafından gerçekleştirileceği veya felsefeciler ta­
rafından yönlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Geçmişteki Türk
felsefi düşünce dünyasından, Batı'daki felsefi akımlara ve bugün
birbirine karşıt olan felsefi düşüncelerden değişik siyasi felsefe­
leri tanıtmak felsefecilerin ödevi olacaktır. Felsefe bilim ve tek­
niği de içermektedir. Felsefe araştırılması gereken, derinliği olan
bir alandır. Türk dünyasında felsefenin geleceğini irdelemek
Türkçe düşünen felsefeci düşünürlerin çabalarıyla ortaya kona­
bilir.
Felsefi alanda ilerlemek veya geçmiş ortak Türk felsefi dü­
şüncesinden faydalanmak için önce ortamın yaratılması gerekir.
2009 Şubat'ına gelindiğinde, 1993 yılında başlatılan Türk ku­
rultaylarının 12'ncisiyle ilgili dosya Türkiye başbakanının önün-

240
de bekliyordu. 2007'de Bakü'deki kurultayda KKTC'de yapılma­
sı teklif edilmişti. Ancak AB'nin olumsuz baskısı ve Rusya etki­
siyle bir karar alınamıyordu. Bütün bu sıraladığımız bilgiler ve
gelişmelerden haberdar olan düşünürler dünyaya daha geniş
açılardan bakabileceklerdir. Bunun sonucu bu geniş kültür bir­
ligi çerçevesinden bakan veya bakabilen düşünürler daha ev­
rensel etkili felsefi düşünceler ortaya koyabileceklerdir.

DÜ NYADA TÜ RK DEVLET VE
TOPLU LU KLARI N DA FELSEFE
"Bir kültürde felsefenin oluşumunda, düşünceler arası akı­
şın, düşüncelerin felsefeye destek verici özellikler taşımasının
önemi vardır."2 15 ODTÜ Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
Başkanı Profesör Ahmet İnam felsefeyle bag kuran farklı düşün­
celeri şöyle sıralıyor: Toplumsal düşünce, siyasal düşünce, ta­
rihsel düşünce, teknolojik düşünce, ekonomik düşünce, bilim­
sel düşünce, edebi düşünce, sanatsal düşünce, folklorik düşün­
ce, dinsel düşünce, günlük yaşam düşüncesi, bilgelik yani hik­
met düşüncesi.
Dünyada Türk devlet ve topluluklarında felsefeyi irdelerken
Türkiye'ye tekrar biraz değinmek uygun olur. Çağdaş Türki­
ye'nin felsefe alanındaki ürünleri nelerdir? Birileri bu soruyu
sorduğumuzu duyunca, çağdaş Türkiye'nin çağdaş felsefesini ir­
delemeden önce Türkiye'nin çağdaşlığını irdelemeli der mi?
Türkiye ne kadar çağdaştır? Çağdaş evrensel değerler ne kadar
toplumumuza gelmiştir veya toplumumuz çağdaş evrensel de-

215 İnam, Prof. Dr. Ahmet, Cumhuriyet Döneminde Türkiye'deki Felsefenin Serü­
veni, V. Türk Kültürü Kongresi, cilt 5, s. 54-55, Atatürk Kültür Merkezi Yayını,
Ankara, 2004.

241
ğerlere nasıl bakmaktadır? Bir ülke çağdaş olduğu oranda çağ­
daş felsefe üretebilir. Yoksa karşıt düşüncelerin, felsefelerin ve
yaşam felsefelerinin olduğu ortamlardan çağdaş felsefe daha ko­
lay mı çıkar? Yoksa çağdaş olmayan ortam ve düşünce sistem­
leri çağdaşlığa izin vermez mi?
Türkiye sanki toplum mühendisliği esiri olmuş gibi bazı siya­
si kısırdöngüler içinde enerjisini harcamakta, imkanlarını ve
kaynaklarını yeterince gerektiği gibi kullanamamakta mıdır?
Türkiye bir türlü dış Türkler ve bağımsız Türk cumhuriyetleri
ile yeterince ilgilenememektedir. Bugün orada yaşayan kardeş­
lerimizin yaşam felsefelerini, dünya görüşlerini, onları yöneten
siyasetçilerin siyaset felsefelerini yeterince tanıdığımız söylene­
mez. Bu ülkelerdeki yönetici kadroların bir kısmı hala Sovyet
döneminin üst düzey bürokratlarıdır.
Türkistan, yani Orta Asya'daki Türk devletleri özgürlüğüne
kavuştuğunda onları ilk önce Türkiye tanımıştır. Ancak Türki­
ye'nin onlarla yakınlaşması, enerji kaynaklarının yoğun bir şe­
kilde bulunduğu bu coğrafyada Türk devletlerinin birleşmesi
emperyalist güçlerin işine gelmemiştir. Dikkat ederseniz ülke­
mizde terör olaylarının yoğunlaşması Türkiye'nin Türkistan
Türk devletleri ile yakınlaşmaya başladığı yıllara rastlar. 2010
Eylül'ünde tekrar gündeme gelen Cumhurbaşkanı Özal'ın vefatı­
nın, Orta Asya'ya yakınlaşma çabaları sırasında bir Orta Asya
gezisi sonrası olması, bugün aklımıza "bu bir rastlantı mı?" soru­
sunu getirmektedir.
Bazı görüşlere göre birdenbire terörün Türkiye'de bu yıllar­
da ortaya çıkması, Türkiye'nin enerjisini bu şekilde harcayarak
diğer Türk devletleriyle yakınlaşmasını önlemiştir. Bugün terö­
rün arkasında hangi dış güçler olduğunu devletin en üst düze­
yindeki yetkililer, örneğin eski Genel Kurmay Başkanı Yaşar Bü­
yükanıt görevdeyken basının önünde açıklamıştır. Bunlar gaze­
telerde açıkça yazılmıştır. Gerçekten de diğer Türk devletleriyle
sıkı temaslarda bulunan Özal'ın birdenbire ölmesinden sonra
Demirel aynı çabayı gösterememiştir. Daha sonra gelen başba-

242
kanlar ve Cumhurbaşkanı Sezer ilişkilerimizi geliştirmemiş veya
geliştirememiştirler. Hele Sezer bir kere bile Orta Asya, yani
Türkistan'a gitmemiş veya gidememiştir.
Türk doğmak veya Türk dünyasının herhangi bir ülkesinden,
yani Türkistan kökenli olmak, kültür emperyalizminin etki şidde­
tini daha da artıracağının göründüğü önümüzdeki yıllarda Türk­
lük, Türk felsefesi için, Türk ülküsü için yeterli olmayacaktır.
Türk devlet ve topluluklarının varlığını sürdürebilmesi için
en önemli olgu değişik politikalar ve nükleer silahtan önce
"Türk kültürü" olacaktır. Türkiye'nin ve diğer Türk devletleri­
nin bir an önce ortak Türk kültür ve tarihini, destanlarından, mi­
tolojisinden Türk halk inançlarına kadar özet şeklinde yazarak,
herkesin anlayacağı bir şekilde yetişen öğrencilerine ve halkına
tanıtması gerekir. Bir an önce ortak bir "Türk alfabesi" oluşturul­
malıdır. İlkokul kitaplarından başlayarak "Türk kültürü" yeni ye­
tişen kuşaklara tanıtılmalıdır. Belki de felsefeyi de içeren "Genel
Türk Kültürü" adlı bir ders konulmalıdır.
Felsefenin gelişebilmesi için önce ortak kültür değerlerinin
bilinmesi ve gelişmesi gerekir. Türkiye önderlik ederek "Türk
Dünyası Türk Kültür Ülküsü Merkezi" oluşturulmalıdır. Türklü­
ğe, Türk kültür ve tarihine, Türk felsefesi ve düşünürlerine ait
geniş bilgi ve birikimleri en iyi şekilde tanıtıp yayarak kültür ve
kimliğine bağlı, bilgili ve iyi eğitimli gençler yetiştirilmelidir. Kır­
gız, Kazak Türkünden, Makedonya'daki Türkü veya Alman­
ya'da yaşayan Türkü bir arada tutacak Türk kültürünü vererek
'Türk üst kimliği" etrafında bütünleşme sağlanmalıdır. Doğal in­
san hakkımız olan bu görüşlerin gerçekleştirilmesi için herkesin
çaba göstermesi ve çalışması gerekir.
Şu satırları okuyan her Türk kültürüne aşık insanımız hemen
kültürümüzü korumamız için gereken mücadeleye başlamalıdır.
Bu bir insanlık borcu olduğu kadar bu bilince ulaşmanız yarın­
ki güvenliğinizi sağlayacaktır. Kültür olmadan felsefe olmaz. Biz
konuları felsefi açıdan irdelerken, Putin dağılan Sovyetler Birli-

243
ği'ni "Avrasya Ekonomik Birliği" adı altında 1 Ocak 2013'e kadar
yeniden toplamak için 2011'de atağa geçiyordu. Bor'un pazarı
bitince bize eşeğimizi Niğde'ye sürmekten başka bir şey kalma­
yacak.
Özetle, Türk dünyasını birleştiren olgunun "Türk kültür kim­
liği". olduğu unutulmamalıdır. Türk kültür kimliği bütün Türk
devletlerinin ortaklaşa yapacakları çalışmalarla tanıtılıp, pekişti­
rilip vurgulanarak, bütün dünyadaki Türklerin bilinçli bir şekil­
de Türk kültürüne, Türk kimliğine ve felsefi düşüncesine sahip
çıkmalarını sağlayacak olanaklar ve felsefe geliştirilmelidir.
Kardeş Türk ülkeleriyle ilgili çok az yayın bulunuyor. Onları
daha iyi tanımaya çalışmalıyız. Bu ülkelere yapılacak turistik
turlara vergi kolaylığı getirilerek turizm şirketlerine avantajlar
sağlanmalıdır. Devlet, Kültür Bakanlığı, üniversiteler ve sivil
toplum kuruluşları bu yönde yapacakları araştırma ve yayınlar­
la çaba göstermelidirler. Bugün ülkemizden dünyanın her yeri­
ne turistik turlar yapılırken acaba Türkistan ülkelerine, yani Or­
ta Asya'ya neden geziler yapılmaz? Türkistan bölgesine turistik
gezi düzenleyen turizm şirketlerine vergi indirimi sağlanmalıdır.
Çok kısa olarak değindiğimiz bu gelişmeler olmadan Türk
dünyasında ortak paydaları olan bir felsefenin gelişmesi pek ko­
lay olmayacak diye düşünüyorum. Ancak Türkistan devletleri
ve Türkiye'nin yakınlaşması ortak düşünürlerimizin gelişmesi,
felsefi eserler yaratması için zemin yaratacaktır. Felsefi gelişme
olabilmesi için önce ortak bir siyasi felsefenin çok ince hesaplar­
la yaratılması gerekir. Düşünürlerin ve filozofların varlığı yetiş­
tikleri toplumların kültürü ve olanakları çerçevesinde oluşur.
Ancak kendi birikimleri doğrultusunda eserler yaratır, fikirler
ortaya atarlar.
Türkiye ve Orta Asya'daki Türk devletleri Kazakistan, Kırgı­
zistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Azerbaycan'ın
önderleri ve halkları kendi varlıklarının güvenliği ve geleceğinin
birbirlerine kenetlenip, güçlerini bir araya getirmekten geçtiğini
algılamalıdırlar. Ortak bir ülkü ve felsefe oluşturmalıdırlar.

244
Anadolu Selçuklu devleti yıkıldıktan sonra oluşan beylikler
hiçbir varlık gösterememiştir. Ancak Osmanlı hepsini birleştir­
dikten sonra bir dünya imparatorluğu haline dönüşmüşlerdir.
Bu hepimiz için çok önemli bir örnektir.
Orta Asya'da yaşayan Türklerin 80 yıl önce hepsi Türkistan­
lı idi ve pasaportlarında milliyet olarak "Türk" yazıyordu.
Diğer bir durum tespiti de çok önemlidir. Şöyle ki, bu 80-90
yıl önce yaratılmış kimlikler ve her zaman oluşabilecek Rus teh­
didi düşüncesiyle Türkiye'den oralara dostça yaklaşan sivil top­
lum örgütlerine veya oralara dostane duygularla giden Türkiye
Türküne bazen şüpheyle bakmayı bir tarafa bırakarak dostça el
uzatmalıdırlar. Türk devletleri hamasi söylemler yerine, gerçek­
çi, karşılıklı menfaatlere dayanan ilişkileri geliştirdiklerinde bir­
birlerinin aynı olduklarını daha iyi anlayacaklardır. Onların da
bizim de belki zamana ihtiyacımız var denebilir. Ancak günümü­
zün bilgi ve uzay çağında artık kaybedecek zaman yok!
Çünkü Orta Asya'daki enerji kaynaklarına sömürgeci ülkele­
rin göz dikmesi bütün bu kardeş ülkeler için tehlike oluşturmak­
tadır. Onların tekrar esareti Türkiye'yi yalnızlığa itecektir.
Halbuki Türk devletlerinin en azından ticari, kültürel ve siya­
si yakınlaşması, Türkiye dahil hepsinin egemenliği için güvence
olacaktır. Bu yönde siyasi felsefenin temeli ivedilikle oluşturul­
malıdır.
Bu sıraladığımız ülkeler içinde Tacikistan'ın nüfusunun her
ne kadar %30'u Türk soylu ise de, Türk kültür dünyası içinde
olması nedeniyle Tacikistan da bu yakınlaşmanın içinde olma­
lıdır. Hatta az sayıda Türk soylunun yaşadığı Moğolistan da ti­
cari açıdan bu yakınlaşmanın içinde olmalıdır diye düşünebili­
riz, tabii eğer kendileri de isterse. Cengiz Han'ın imparatorlu­
ğunun çoğunluğunu Türk boylarının oluşturduğunu ve bizim
için çok önemli olan Orhun Anıtları'nın, eski Türklerin yurdu­
nun bir bölümünün bugünkü Moğolistan topraklarında olduğu­
nu biliyoruz.

245
Geniş Türk dünyasında günümüzdeki felsefi düşünce geliş­
mesini anlayabilmek için Türk dünyasıyla ilgili önce yeterli ge­
nel bilgimiz olması gerektiğini düşündüğümüzden dolayı, kısa
da olsa, biraz ayrıntılı olarak Türk dünyasıyla ilgili en önemli so­
runlara değinme ihtiyacını duyduk.
Söz ettiğimiz Avrupa Ortak Pazarı benzeri, Türkistan Ortak
Pazarı olarak adlandırılacak ticari bir birlik ve yakınlaşma Tür­
kiye ve bütün Türkistan ülkelerini zenginleştirecektir. Aynı dil,
din, köken, gelenek ve kültürden gelen insanların kültürel yakın­
laşması ise ayrıca Türk toplumlarının manevi zenginleşmesini
de sağlayacaktır. Bu da felsefi düşüncenin gelişmesi için gerekli
temeli oluşturacaktır.
2010 Mayıs ayında Bakü'de Azerbaycan ve Türkiye felsefeci­
lerinin katıldığı, "muasır dünyada yeni düşünceye umumi ba­
kış" konulu bir ilmi konferans yapıldı. Toplantıya Azerbaycan
Felsefe ve Sosyal-Siyasi İlimler Birliği, Türkiye'den TİKA mali
destek vermişti.
Türkiye ve Azerbaycan düşünürlerinin 19. yüzyılın sonları
ve 20. asrın başlarında birlikte hareket ettiklerinin, A. Hüseynza­
de, A. Ağaoğlu, M.E. Resulzade ve diğer Türk düşünürlerinin
Türk düşüncesinin gelişmesine, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurul­
masına katkıları olduğunun altını çizmek gerekir. Konferans sı­
rasında Azerbaycanlı Prof. Dr. Selahetdin Halilov konuşmasında
felsefenin milletin özüne hizmet etmesinden ve bu açıdan tüm
Türkçe konuşan devletler arasında ortak bir milli felsefi düşün­
cenin oluşturulmasının gerekliliğinden bahsetti.
İlmi konferansta Türkiye'den gelen felsefecilerden Prof. Dr.
K. Gürsoy'un, İstanbul Üniversitesi'nden Prof. Dr. K. Tuna'nın,
Kırklareli Üniversitesi'nden Prof. Dr. T. Duralı'nın ve Azerbay­
can felsefecilerinden Prof. Dr. S. Halilov'un, felsefe ilimleri dok­
toru K. Bünyadzade'nin, Bakü Devlet Üniversitesi'nden Prof. Dr.
R. Aslanova'nın raporlarında çağdaş felsefi düşüncenin sorunla­
rı, Türk düşünce tarihinin araştırılması, ortak Türk felsefesinin
oluşturulması, ortaokul ve üniversitelerde felsefenin öğretilme-

246
si konuları, Türk Dünyası Felsefe Merkezi'nin yaratılması ve
benzer konular dinlenilmiş ve müzakere edilmiştir. Bu tür kon­
ferans ve toplantıların daha kapsamlı ve sık olarak yapılması ge­
rekir.
Bin yılın fırsatı önümüzde duruyor. Akılcı, ilimci ve ilerici
olup birbirimize sarılmalıyız. Birkaç cümleyle özetlemeye çalıştı­
ğımız bu düşünceler eğer gerçekçi açıdan bakılıp algılanabilirse,
Türk felsefi düşünce alanında bütün Türk dünyasında atılımlar
görülecektir. Binlerce yıllık ortak geçmişimiz, toplumsal ekono­
mik gelişme, dilimiz ve lehçeleri, dinimiz, ortak gelenekler ve de­
ğerler Türk dünyasında felsefenin gelişebilmesi için olumlu ko­
şulları oluşturuyor gibi görünüyor, tabii çok çalışmak kaydıyla.

TÜ RK FELSEFi DÜŞÜNCES i N i N G E LECEĞ i


Türklerde felsefi düşüncenin geleceğini irdelerken önemli
olan nokta geçmişimize bakarken geleceğimizi hedeflerimiz doğ­
rultusunda planlayabilmemizdir. Daha önce de değindiğimiz gi­
bi Türklerde felsefi düşüncenin geçmişine takılıp kalmamak ge­
rekir. Ancak ileriye dönük yeni dünya görüşleri, geleceğe yöne­
lik yeni felsefi düşünce çeşitlilikleri yaratabilmemiz için geçmiş
düşünürlerimizi iyi tanımamız gerekir. Bugün Türkiye'nin coğra­
fi ve kültürel olduğu kadar felsefi düşünce açısından da Doğu ile
Batı arasında olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet sonrası felse­
feyle uğraşanların zamanı daha çok Batı düşünürlerinin tanın­
masıyla geçmiştir denebilir. Günümüzde dini akımların ağırlık
kazanması sonucu İslam felsefesi esintilerinin daha geniş olarak
tartışıldığı görülüyor. Tabii ki sadece Batı'nın düşünürleri değil,
tasavvuf ve İslam felsefesi düşünürleri daha iyi tanınmalıdır.
Beri yanda ise bütün dünyada evrensel değerlerin yayıldığını
izliyoruz. Örneğin insan hakları, hukuk devleti düzeni, demokra-

247
si gibi evrensel kavramların her ülkede aynı şekilde uygulanma­
sı gerekir. Ancak son yılların küreselleşmeci dayatmaları insanla­
rı milliyetinden, dininden sogutmaya çalışmıştır. Sadece "tüketi­
ci" olan küresel bir dünya insanı yaratılmak istenmektedir.
Küreselleşmeden kurtulabilecek insancıl bir evrenselleşme
sonuçta dünyanın her yerindeki bireyin yararına olacaktır. An­
cak örnegin demokrasiden söz edersek, Türkiye'de de seçimler
yapılmakta, ama Batı Avrupa demokrasi anlayışı ne siyasi parti­
lerde ne sivil toplum örgütlerinde ne de toplumun birçok katma­
nında ülkemizde görünmektedir. Bu örnekten çıkarak felsefi dü­
şüncede de günümüzde ülkemizde evrensel görüşlerin tam an­
lamıyla kabul edildiği söylenemez. Umarız ülkemizde felsefi dü­
şüncenin gelecegi evrensel boyutlar çerçevesinde olur. Gele­
cekte Türk felsefi düşüncesinde gelişebilmek için sadece dünya­
nın degişik felsefi düşüncelerini tanımak yetmez. Daha iyi bir ge­
lecek için İslamiyet öncesine kadar giden binlerce yıllık Gök
Tanrı'ya inanan kadim Şamanist Türk topluluklarının felsefi dü­
şüncelerini ve düşünürlerini tanıyıp analiz etmek gerekir. Bu
baglamda geniş Türk dünyasındaki Türk topluluklarının da fel­
sefi düşüncesini tanımamız önemlidir. Herhalde kendi geçmiş
felsefi düşünce sistemlerimizi tanıyabilirsek ve evrensel deger­
leri hazmedebilirsek Türk felsefi düşüncesinin geleceğini inşa
edecek düşünürler yetiştirebiliriz. Bu zahmetli gelişimi tamam­
layamazsak sadece dünyadaki birtakım felsefi düşünceleri taklit
etmekten ileriye gidemeyiz.
Türkiye'de belki de gerçek bir "aydınlanma" yaşamadıgımız
için, toplumun genelde dünya görüşleri ilim, bilim ve akılcılıga
dayanmıyor denebilir. İnsanımız büyük çoğunlukla dünyayı
akılcı olarak degil, kendine dar çerçeve içinde verilmiş inanç ve
degerler açısından bakıp yorumluyor. Bu nedenle duygusalız
ve tepkilerimiz akılcı degil, duygusal oluyor. Olaylara ve dünya­
ya sanki yüzeysel bakıyoruz. Siyasi olaylardan futbol maçına ka­
dar her şeye bu açıdan bakıyoruz.
Dünyayı ve olayları derinlemesine analiz etmeden, genelde

248
olayların nedenlerine inmeden değerlendirmeler yapıyoruz. Bil­
mediğimiz konularda "ben bunu bilmiyorum" diyemiyoruz. Se­
çimde oy vermekten, futboldan, kadın erkek ilişkisine kadar,
akılcılık yerine, sezilerimizle, mantık olmadan, adeta mistik bir
ruh hali içinde değerlendirmeler yapıp, akılcı olmayan bu so­
nuçları karşımızdakine veya topluma neredeyse zorla veya
mümkünse zorbalıkla kabul ettirmeye uğraşıyoruz. Bireyler gibi
siyasilerde de aynı zorlayıcılığı görebiliyoruz. Siyasetçi ve seçi­
lenler halka hizmet etmek yerine vatandaşa sen bunu yap şunu
yapma deme hakkını kendinde görüyor.
Adalet kavramı ise, anayasa düzeninden, hakimlerin Adalet
Bakanlığı etkisinde oluşundan iş yaşamına ve ailedeki yaşam
düzenine, bireyin haklarının gözetilmesi gereğine kadar, evren­
sel konumda değil gibi... Hukukun üstünlüğü olgusu hala tartışı­
lıyor.
Bu çalışmamda ben tarihten çok örnek vermek zorunda kal­
dım. Bunun gayesi insanlarda tarih bilinci yaratmak ve bu şekil­
de, geçmişten ders alarak geleceğe yönelirken, düşünce dünya­
mızda eski yanlışların tekrarlanmaması düşüncesidir. Bu bilinç
olmazsa, bizde olduğu gibi siyasi olaylar, yabancı ülkelerle olan
ilişkilerdeki ayrıntı ve pürüzler unutulur. Aynı iç siyasette siya­
si partilerin yaptığı yanlışları kısa zamanda halkın unutması gibi.
Gidin meclisteki vekillere sorun, acaba kaçı şu anda bir tarih ve­
ya felsefe kitabı okuyordur? Bizde tarih sadece hamasi nutuklar­
la övünmek için kullanılır, ders almak için değil! Etrafınızdakile­
re ve siyasetçilere, yazarlara, felsefecilere sorun, acaba 93 Har­
bi'ni, Batı Trakya'nın elimizden kayıp gidişini veya Musul Ker­
kük meselesini kaç kişi biliyor? Geleceği şekillendirebilmek için
geçmişi bilmemiz gerekir.
Türkiye ilerleyebilmek, dünyayı yöneten ülkeler arasına gi­
rebilmek için kesinlikle çağdaş felsefe, evrensel ilim ve akılcılığı
yakalamak zorundadır. Bu hedefe varabilmek için düşünürlere,
düşünce insanlarına çok gereksinim var.

249
Düşünür Nermi Uygur'a göre, "Türk düşüncesinin ve felsefe­
sinin gelişmesi geçmişteki kendi felsefemizi ve filozoflarımızı iyi
bilmemize ve değerlendirmemize bağlıdır. " 216
Birkaç sayfada değindiğimiz Türk felsefi düşüncesi konusun­
da şüphesiz ciltlerce kitap yazılabilir. Bu esasen felsefecilerimi­
zin, üniversitelerimizin görevidir diye düşünüyorum. Ancak
kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi anlayabilmek
için, bu konuya kısa da olsa değinme zorunluluğunu hissettim.
Kitabın kurgusu bizim felsefi düşüncemizle sınırlandığı hal­
de, günümüzün felsefi düşüncesindeki olumsuzlukları anlatabil­
mek için, ister istemez belki de kafamızdaki kurguya göre çok
fazla ortamın kültürel ve siyasi durumuna değinmek zorunda
kalıyoruz.
Batı toplumları sanayi toplumu olarak, Türkiye'de de sanayi
olmasına rağmen, ülkemizden farklı kültürel değerler ortaya çı­
karmıştır. Türkiye'de son yıllarda Batı gibi kısmen maddi değer­
lere değer veren "paraya tapar" kesimler oluşmuşsa da, genel­
de Türk toplumunda aile, manevi ve insani değerler hala ön
planda görünüyor. Cumhuriyetten sonra Batı'dan gelen akımlar,
örneğin demokrasi oldukça yol almışsa da, ülkemizde demokra­
si anlayışı henüz Batı Avrupa anlamında yerleşmiş denemez.
Son yıllarda bazı toplumsal veriler insanı ürkütüyor. Bunlar­
dan sadece bir tanesine değinelim: "Hırsızlık olgusu". Devleti
soyanları, yolsuzlukları ve büyük soyguncuları bir tarafa bırakır­
sak 2010 başı verilerine göre İstanbul'da yirmi bin abone kaçak
elektrik kullanıyormuş. Güneydoğu Anadolu'da bu daha da faz­
ladır. Verilere göre Şırnak'ta kaçak elektrik kullananların oranı
%71, Mardin'de 'X,72 imiş. Bu yüksek oranlara insan inanmak is­
temiyor. Kaçak elektrik kullanmak acaba hırsızlık mı? Yoksa ga­
riban edebiyatı yapanların sığınacağı bir zorunluluk mu? Bu
yaygın hırsızlık olayına karışanlar acaba seçimlerde neye göre

21 6 Uygur, Mermi, Türk Felsefesinin Boyutları, YKY, İ stanbul, 2002.

250
oy verirler? Veya bu insanların yaşam felsefesi nedir? Veya bu
tür ıslah edilmesi gereken insanların arasından bu toplumun fel­
sefi düşüncesini geliştirecek, katkıda bulunacak bir düşünür çı­
kabilir mi?
Bir tarafta Osmanlı'dan gelen merkeziyetçi sistem anlayışı,
kırsalda ağalık ve aşiret düzeni gerçek anlamda bireyin oluşma­
sına, kadına ve kadın haklarına saygı gösterilmesine giden bir
kültürel ortam yaratmamaktadır. Bu yapı çerçevesinde toplu­
mun genel görüşü veya kararlan akılcı ve bilimci olmaktan
uzaktadır. Bu gerçeği vurgulamadan geçemiyoruz. Umarız ken­
di geleneksel kültürümüzü temelde koruyarak iletişimle küçü­
len dünyamızda insan haklan, kadın haklan ve evrensel hukuk
çerçevesinde evrensel değerleri kazanarak kültürel gelişmemiz­
de, felsefi dünyamızda aşama sağlarız.
Prof. Ümit Özdağ ve Yaşar Kalafat Türk felsefi düşüncesiyle
ilgili Türk cumhuriyetlerinde neler yapılabileceği konusunda il­
ginç pratik öneriler getiriyorlar. Bu konuda çalışma yapabilecek­
lere faydalı olabileceği kanısıyla birkaç satır alıntı yaparak oku­
yucuya sunuyorum: "Bundan sonra ne yapmak lazımdır, neler
yapılabilir? 1) Türkiye temsilcilerinin veya temsilcisinin baş­
kanlığında belli başlı Türk cumhuriyetleri temsilcilerinin iştirak
edecekleri bir üst komisyon kurmalı. Bu komisyonun üye sayı­
sı en fazla 8-10 kişi olabilir. 2) Bu komisyona bağlı cumhuri­
yetin envanterini çıkaracak ve kendi ülkelerindeki çalışmaları
yürütecek alt komisyonlar teşkil edilmelidir. 3) Alt komisyonlar
kendi ülkelerinde; düşünce hayatı bakımından yapılan çalışma­
ların, hangi yazarların düşünür olarak incelenebileceğinin, dü­
şünür kabul edilmenin ölçülerinin, kendi düşünce adamların te­
sirlerinin, kendi düşünce hayatları ile ilgili yerli ve yabancı kay­
naklarının neler olabileceğinin tespiti konusunda çalışmalar
yapmalıdır. 4)Alt komisyonların çalışmaları 3 veya 4 ayda bir
üst komisyona raporlar halinde sunulmalı, bu raporlar kısa za­
manda değerlendirilip, en geç iki sene içinde düşünür olarak in-

251
celenecek kimselerin yazılması için araştırmacılar tespit edilip
siparişler verilmelidir. Yazarlardan en geç bir sene sonunda, dü­
şünür hakkında yazı alınmalıdır. Yazarın yazısını vermesi veya
geciktirmesi halinde ihtiyaç olarak başka yazarlar önceden tes­
pit edilmeli ve böylece daha fazla gecikme önlenmelidir. 5) Türk
dünyası düşünce tarihi 10-15 ciltlik bir ansiklopedi tarzında ta­
sarlanabilir. Yahut kronolojik sıraya ve devirlere göre de yazıla­
bilir. 6)Bu ansiklopedi veya düşünce tarihi, en geç yedi-sekiz yıl­
da tamamlanacak bir şekilde planlanabilir. 7) Türk dünyası dü­
şünce tarihi, Kültür Bakanlıkları, bilim akademileri; Avrasya
Araştırmaları Merkezi, Atatürk Kültür Kurumu gibi kurumlar ta­
rafından desteklenmeli ve mutlaka bir sahibi olmalıdır. 8) Türk
Dünyası Düşünce Tarihi veya Türk Düşüncesi Tarihi, Türkiye
Türkçesi, Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan, Uygur Türkle­
ri, Kazakistan lehçelerinde yayımlanmalı; ama esas Türkiye
Türkçesi olmalıdır. Ayrıca Rusça, İngilizce ve Arapça tercümele­
ri de bu dillerde yayımlanma imkanları araştırmalıdır. 9)Atatürk
Kültür Kurumu'nun ve Kültür Bakanlığı'nın yürüttüğü "Türk
dünyası edebiyatları" isimli bir proje var. Bu proje, şimdi ne saf­
hadadır? Bu gibi çalışmalardan, onların malzemesinden faydala­
nılmalıdır. Fakat edebiyat tarihi ile düşünce tarihi çok farklıdır.
10) Düşünce tarihi yazmanın zorlukları vardır. Bunların birkaçı­
na başta işaret edilmişti. Düşünce tarihi, ifade edildiği gibi, çok
kapsamlı ve muhtevalıdır. Yazarın eserindeki, şairin şiirindeki
fikir iyi tahlil edilmelidir. Fikrin kaynağı, özgünlüğü yani orijinal
olup olmadığı, hangi sorunları çözdüğü, değeri, etkileri, iyi tes­
pit edilmelidir."21 7
Felsefede sorgulamak, sorunları görmek, onları ortaya atmak
önemlidir. Felsefe sorulara cevap vermekten çok ele aldığı dü­
şünceyi eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirir. Türk felsefi dü-

217 Özdağ, Ümit, Y. Kalafat, Türk Dünyasının Bazı Düşünce M eseleleri, içinde ya­
yınlandığı kitap: Türk Düşüncesinde Gezintiler, s. 16- 1 7, S. Hayri Bolay, Nobel
Yayın, Ankara, 2007.

252
şüncesinin değişik dönemlerini ve akımlarını irdelerken biz de
konuları sorgulayarak, soruları ortaya atarak, okuyucunun ken­
disini konuları değerlendirmeye yöneltmeye çabaladık.
Son elli yılda Türkiye'de yayımlanmış felsefe kitaplarının ço­
ğu Batı felsefesiyle ilgili. Son yıllarda ortaya çıkan ezoterik çağ
anlayışı ile aydınlanmadan uzaklaşan, "New Age" denen felsefi
akım bize nasıl yansıyor? Postmodernizmin toplumumuza yan­
sıması felsefe açısından ne düzeydedir?
"Zeitgeist" denen, her ne kadar Almanca sözcüklerden oluş­
sa da Amerika'dan kaynaklanan "zamanın ruhu" bir kurgu mu­
dur? Yoksa Yeni Dünya'nın çöküşünü öteleyen dar çerçeveli bir
olgu mudur? Son yılların bu felsefi (!) düşünce akımları bizi, bi­
zim düşünürleri ne ölçüde etkiliyor?
Sonuç olarak, milli ve manevi değerlerimizi, Türk töresini,
yani adalet, eşitlik, hoşgörü, iyilik ve faydalılık kavramlarını,
akılcı ve evrensel değerlerle, evrensel hukuk ve demokrasi or­
tamı oluşursa ve bilimin ilerici atılımcı verileri ile yoğurabilecek
düşünürler çıkarsa, Türklerin felsefi düşünce dünyasının gele­
ceğini şekillendirecekler, gelişmemize önderlik edeceklerdir.
Tabii ortaya çıkabilir, ortam bulur ve kendilerini anlatabilir­
seler!
Felsefeyle uğraşanlar ve düşünür gibi düşünmeye çalışanlar
eğer Ön Türk uygarlığının felsefi dünyasından Farabi'ye ve di­
ğer Türk düşünürlerine, tasavvuf ve İslam felsefesine kadar hep­
sini tanıyıp anlamaya çalışırlarsa, kendi felsefi düşünce dünya­
mızın üzerine bize uyan felsefeleri geliştirebilirler.
Türk kültürü sanatı ve gelenekleriyle çok eskiye dayanan,
baskın bir kültürdür. Orta Asya'da yani Türkistan'daki Türkler
de 80 yıl Sovyet komünist idaresi altında kalmalarına rağmen
kültürlerini korumuşlardır. "il. Dünya Harbi'nden itibaren kızıl
Çin'in işgaline uğramış ve bugün hala işgal altında ezilen Doğu
Türkistan'daki Uygur Türkleri ise yapılan nükleer denemeler,
inanılmaz işkenceler ve baskılara rağmen direnişlerini sürdür-

253
Avrasya Türk dünyası.

me çabasındadırlar."2 18, 219 Ne yazık ki siyasi nedenlerle ve


Çin'in BM Daimi Üyesi olması ve veto hakkını kullanması sonu­
cu bu insanlık ayıbına dünya ülkeleri ve Türkiye bir çözüm ge­
tirememektedir.
Türkiye'nin geniş kapsamlı düşünerek, Türk kültür felsefesi
ve politikasını noksansız olarak ve de diğer Türk cumhuriyetle­
riyle danışarak ve işbirliği içinde tespit etmesi gerekir. İkinci
adım olarak kültür politikamızla ilgili kapsama boyutu ve uygu­
lamasının nasıl olacağı ayrıntılarıyla planlanan stratejiler belir­
lenmelidir.
Bütün Türk devletlerine ve dünyanın değişik yerlerinde ya­
şayan, Türkiye'den ve diğer Türk devletlerinden gitmiş olan
Türk topluluklarına da ulaşacak bir çalışma yapılmalıdır.
Avrasya'daki yaygın Türk coğrafyasında ortak Türk felsefi
düşüncesinin gelişmesi veya geliştirilebilmesi için önce, Türk

218 Özey, Prof. Dr. Ramazan, Türk Dünyası Coğrafyası, Aktif Yayınları, İstanbul,
2006.
219 Özdağ, Muzaffer, Türk Dünyası ve Doğu Türkistan Jeopolitiği, Doğu Türkistan
Vakfı Yayınları, no 7, İstanbul, 2000.

254
devletlerinin oluşturduğu toplulugun kültürel, ticari ve siyasi ge­
lişimini saglamak gerekir. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'ni yönetenlere ve kardeş Orta Asya Türk cumhuriyetle­
rine özellikle şu çağrılar yapılmalıdır:
"1- Türk Cumhuriyetleri ve toplulukları arasındaki iletişim ve
ilişkilerin kuvvetlendirilmesi amacıyla, her kardeş Türk Cumhu­
riyetinde bir Türk Dünyası Bakanlıgı'nın kurulması.
2- Türk Dünyası Yüksek Konseyi, Türk Dünyası Parlamenter­
ler Birligi için gerekli adımlar atılması.
3- Siyasi partilerin aralarındaki ilişkileri geliştirmeleri ve üst
düzey örgütlenmelere gitmelerine imkan ve zemin hazırlanması.
4- Türk cumhuriyetleri arasında uygulanan vize ve pasaport
uygulamalarına son verilmesi ve en önemlisi gümrük duvarları­
nın kaldırılması, serbest ticaretin desteklenmesi.
5- Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine yönelik bir Türk Dün­
yası Bankası kurulup, ortak para kullanımı için somut adımlar
atılması.
6- Türk dünyası arasındaki hukuki anlaşmazlıkları çözüme ka­
vuşturmak amacıyla bir Türk Dünyası Adalet Divanı kurulması.
7- Türk dünyasındaki okullarda müfredat birliginin saglanma­
sına yönelik bir Türk Dünyası Egitim Teşkilatı'nın oluşturulması.
8- Türk Cumhuriyetleri Bilim ve Kültür Teşkilatı kurulmalıdır.
9- Ortak Türk alfabesi oluşturmak, karşılaştırmalı sözlükler
hazırlamak için Türk Dünyası Dil Kurumu'nun faaliyete geçiril­
mesi. Türk Dünyası'nın bütün unsurlarını kapsayan bir Genel
Türk Tarihi yazılarak, okullarda ders kitabı olarak okutulması.
10- Türk Cumhuriyetleri Kütüphaneler agı ve bilgi iletişim agı
kurulmalıdır.
11- Tırmanışa geçen misyonerligin önüne geçmek ve mezhep
çatışmalarını ortadan kaldırmak için Türkçe dini aydınlanma ça­
lışmaları yapılması.
12- TRT Avrasya kanalının kültürel tanıtıma uygun hale ge­
tirilerek, bütün Türk bölgelerinden program destegi saglanma-

255
sı. Her Türk cumhuriyetine özgü sanat ve kültür programları
yapılmalıdır. Bütün Türk topluluklarının kültür ve sanat eserle­
rinin bütün ülke TV'lerinden halka geniş olarak tanıtılması ge­
rekir.
13- Ortak dil, kültür, sanat ve edebiyat eserlerini teşvik ede­
cek Nobel benzeri Türk Dünyası Hizmet, Edebiyat, Sanat Ödülü
kurumlarının kurulması.
14- Türk cumhuriyetinde bulunan bilim adamlarını tek çatı
altında toplayacak bir "Türk Dünyası Bilimler Akademisi"nin
oluşması için bir an önce üniversitelerimizin harekete geçmesi.
15- Meslek birliklerinin Türk cumhuriyetindeki meslek birlik­
lerini bir araya getirecek Türk Dünyası Meslek Birlikleri'nin ku­
ruluşu için öncülük etmesi.
16- Türk dünyasındaki iletişimi kolaylaştırmak amacıyla bir
Türk Dünyası Haber Ajansı kurulması. Türk Dünyası: Türkiye,
KKTC, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Ta­
cikistan.
17- Türkiye Türkçesi ile diger Türk lehçeleri arasında elektro­
nik tercüme sistemlerinin oluşturulması.
18- Dünyanın neresinde olursa olsun Türkoloji konusunda
mevcut ve kurulmakta olan ve yeni kurulacak veri tabanlarının
birleştirilmesi ve bu konudaki veri tabanının sürekli geliştirilme­
si ve yararlanmaya sunulması saglanmalıdır.
19- Türk dünyasının gelecegi ile ilgili ortak stratejiler belirle­
mek ve çözüm aramak üzere bir Türk Dünyası Stratejik Araştır­
malar Enstitüsü kurulması.
20- Türk cumhuriyetlerinde değişik Meslek Odaları arasında
iletişimin saglanması. Kongrelere agırlık verilmelidir.
21- Meslek odalarının kurulması
22- Türk dünyasında her iki yılda veya dört yılda bir Türk
Dünyası Spor Olimpiyatları düzenlenmesi.
23- Ticari nakliyat ve yolcu ulaşım agının geliştirilmesi
24- Bütün Türk cumhuriyetlerinde her ülkeden sanatçıların
katılacagı Türk Dünyası müzik şölenleri, konserler yapılmalıdır.

256
25- Türk Dünyası Enerji Konseyi kurulmalıdır."220, 221
26- İstanbul Türkçesinin veya en yaygın lehçe olan İstanbul
lehçesinin, "ortak üst Türkçe" iletişimin kolaylaşmasını sağla­
yan, Türk ülkelerine ihraç edilen Türk film ve dizilerine vergi ia­
desi ve teşvik sağlanmalı.
"Bütün bu istekler Türk insaninin, en tabii 'insan hakları' ta­
lebidir. Bu istekler bütün Türk devleti hükümetlerinin öncelikli
görevi olmalıdır." Bu yönde çalışmaları hızlandırmak için, Azer­
baycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Ta­
cikistan ve KKTC'den gelecek yapıcı önerileri desteklemeliyiz.
Yüzünü sadece Batı'ya çevirip, Batı kültürü içinde yetişmiş
düşünürleri, değerli de olsalar, Batı taklitçiliğiyle bize aktarma­
ya çalışmak, Tanzimat'tan beri olduğu gibi havanda su dövmek
olacaktır. Batı'dan çıkmış evrensel değerlere dönüşmüş felsefi
düşünceleri ise kendi kültür ve felsefemize uyarlayarak, yoğura­
rak çağdaş evrensel düşünceleri halkımıza ulaştırabilmeliyiz.

220 Poroy, A.Akil, Türkiye-AB Medeniyetler Çatışması, s. 28 7-289, Truva Yayınları,


İstanbul, 2008.
22 1 Poroy, A.Akil, Türk Dünyasına Acil Kültürel Destek, 1. Uluslararası Büyük Tu­
ran (Türk Dünyası) Kurultayı'na bildiri, Ankara, Ekim 20 1 1 .

257
BiTi Rİ RKEN ...

Felsefi düşüncede Farabi, İbni Sina, Mevlana gibi yüzlerce


yıldır ve günümüzde dünyayı etkileyen düşünürlerin yetiştiği
Türk dünyasında Ön Türk uygarlığından günümüze felsefi dü­
şüncedeki gelişmeleri irdelemeye çalıştık.
Çoğu, bin yıl önce yetişmiş büyük Türk düşünürlerinden gü­
nümüze, Türk felsefi dünyasında değişik dönem ve düşünürlere
değindik.
Günümüzde Türkiye'de ve Türk dünyasındaki felsefi düşün­
ceyle ilgili çalışmaları, felsefe, felsefe tarihi ve yakın zaman dü­
şünürlerini kısaca tanıtmaya çalıştık. Felsefi düşüncemizi irde­
lerken geniş Avrasya coğrafyasındaki büyük Türk dünyasının
tümünün incelenmesi gerektiğini vurguladık.
Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında
felsefi akımlar ve felsefe tarihiyle ilgili çalışmalar ve yayınlar art­
maya başlamışsa da, yayımlanan kitapların çogu 1960 İhtila­
li'nden sonra ve 1990, 2000'li yıllardan sonra Türk okuyucusuna
ulaşmaya başladı denebilir. Bu değerli yayınlarda ahlak felsefe­
si, din felsefesi, salt felsefe, felsefe tarihi alanları işlenirken, bazı
eserlerde de ilkçag, ortaçag, yeniçağ felsefeleri ve düşünürleri
konu edilmiştir.
Bu çalışmamızla biz, bizim binlerce yıldır ürettiğimiz, bize ait

259
Türk felsefi düşüncesini, Türkçe düşünen, Türkçe yazan, Tür­
kün, Türk dünyasının felsefi düşüncesini ve bunu üreten Türk
filozof ve düşünürlerini yansıtmaya uğraştık.
Düşünürlerimizin ne düşündüğünü, felsefesini, bazı karma­
şık düşünceleri yalın bir Türkçeyle, herkesin anlayacağı bir an­
latımla sunma gayreti içinde olduk.
Düşünürlerimiz neler biliyorlardı? Ne düşündüler? Neleri an­
latmaya çalıştılar? Neleri araştırıp, neleri nasıl çözümlediler? Ne
öğretmeye çalıştılar? Ne öğrettiler? Ve de onların derin öğretile­
rinden biz ne anladık? Neler kazandık?
Türk felsefi düşüncesinin gelişebilmesi için geniş bir açıdan
bakarak Ön Türk uygarlığından günümüze Avrasya'daki bütün
gelmiş geçmiş Türk devletlerinin yetiştirdiği Türk düşünürlerini,
tasavvuf ve İslam felsefesini iyi tanımalıyız. Geçmiş birikimler
özümsenmeden geleceğe ulaşılamaz. Türk felsefi düşünce dün­
yasını irdelerken daha çok, pek üzerinde durulmamış konulara
değinmeye çalıştık. Tüm Türk felsefi düşüncesini böyle ufak bir
çalışma içine sığdırma iddiamız olamazdı.
Binlerce yıllık bu birikimi okuyup, anlamaya çalışıp,, anla­
dıkça bizim yetkinliğimizin düzeyi artacak ve yeni açılımlarla
yeni düşünceler üretmemize yardımcı olacaktır.
Umudumuz Türk felsefi düşüncesinin gelecekte daha da ge­
lişebileceği, evrensel insan haklarına, hukukun üstünlüğüne
saygılı, toplumun sürü değil, herkesin birey olabildiği, kadının
aşağılanmadığı ve şiddetten kurtulduğu, aydınlık ve gerçek bir
demokrasi ortamıdır.
Felsefe bir bakıma akılla dünyayı anlamaya çalışmak, hatta
aklı anlamaya çalışmaktır denebilir. İster ilkçağ felsefesi ister
postmodernizm, akıl olmadan hiçbir şey anlaşılmaz. Akla değer
verirken kaçınılmaz olarak akılcılık önem kazanmaktadır. Ancak
Farabi ve Kant'ın da dediği gibi aklımızı kullanmayı bilmeliyiz.
Dr. A.Akif Poroy
İstanbul, 2011
Büyükada - Ada vapuru - Nişantaşı

260
Düşünce kapasitesiyle ilgili ilginç bir ek

Kitabın kurgusu açısından aşağıdaki alıntıları bir ek olarak su­


nup sunmamak açısından çok düşündük. Ancak toplum olarak
kendimizi çok geliştirmemiz gerektigi düşüncesinde olduğum­
dan egitime, sürekli egitime, önem verilmesi gerektiğini düşüne­
rek, pek hoşuma gitmeyen bu örnekleri zaten daha önce inter­
nette yayımlandığı için burada da hatırlatmadan geçemiyoruz.
Toplumun felsefi düşünce düzeyine yakınlık veya uzaklığına
ilişkin bir yazarın internete aktarımlarından alıntılar:
Yeryüzünde insanlar ya sigara içerler ya da içmezler. İçenler,
sigaralarını çakmak ya da kibritle yakarlar. Ve bunların bir kısmı
da kanserden ölür. Ama, dünyada demir çelik haddehanesinde
çalışan hiçbir işçinin, sigarasını yakmak amacıyla 600 tonluk pres
makinesinin arasından emekleyerek geçip 2450 santigrat sıcaklı­
ğındaki fırına ulaşmaya çalışırken can verdigi görülmemiştir.
Nerede görülmüştür? Karabük'te ...

Bütün dünyada haşerat, özellikle sivrisinek vardır, buralarda


da sinek ilacı kullanılır. Ama sivrisinek yutup da midesine kaçan
sinegi öldürmek üzere agzına Shelltox sıkmak suretiyle zehirle­
nip ölen, İstanbul, Sultanbeyli' de...

26 1
Dünyanın her yerinde insanlar berbere gidip tıraş olurlar.
Ama hiçbir berber, rahatlatmak amacıyla müşterinin kafasını sa­
ğa sola kanırtırken adamın boynunu kırıp onu öldürmemiştir.
Nerede öldürmüştür? Erzurum'da...

Dünyanın hiçbir yerinde bankamatikten para çekmek için


düğmeye bastığınızda elektrik çarpmaz ve ölmezsiniz. Bozcaa­
da'da ölürsünüz

Dünyanın hiçbir yerinde, otoyolda giderken radyoda duydu­


gu göbek havası eşliğinde göbek atmak için arabayı sağ şeride
çeken ve az sonra da arkadan gelen arabanın çarpması sonucu
ölen bilinmez. Nerede bilinir? Adapazarı'nda ...

Nüfus sayım günü sokağa çıkma yasağı nedeniyle bomboş


otoyolda (dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur ve ola­
maz) sayım görevlisi bariyerlere çarpıp ölmez. Burada ölür,
Gebze'de.

Dünyanın hiçbir yerinde aynı işyerinde biri gece, biri de gün­


düz vardiyasında çalışmakta olan ve her ikisi de mobilet kulla­
nan bir baba-ogul, birisi işten çıkıp eve gider, öteki evden işe ge­
lirken bir kavşakta karşılaşmaz ve birbirlerine selam vermek
için ellerini kaldırınca çarpışıp her ikisi de ölmezler. Burada
olur, Konya'da ...

Dünyanın hiçbir yerinde gemi mühendisi kazanı kontrol et­


mek için kazana girdiğinde biri gelip kazanın kapağını kapatmaz
ve sonra da gemi yola çıkmaz. Bizde olur, Kocaeli, rnlova­
sı'nda...

Dünyanın hiçbir yerinde bir adam ayakkabısının içine kaçan


taştan kurtulmak için elektrik direğine yaslanıp ayakkabısını çı­
karıp silkelediğinde, yoldan geçen bir başkası onu elektrik çarp-

262
tığını sanmaz ve elektrikle bağlantısını kesmek amacıyla kafası­
na kürekle vurarak onu öldürmez.
Bizde öldürür, Rize'de ...

Düşünce özgürlüğüyle ilgili ek


2011 yılında Türkiye'de internette kullanılmasına izin veril­
mediği iddia edilen veya bu yönde söylentileri dolaşan sözcük­
ler:

3 1, Adrianne, Animal, Hayvan, Baldız, Beat, Büyütücü, Çıp­


lak, Çıtır, Escort, Etek, Fire, Gir! (İngilizcede "kız" demek), Ateş­
li, Frikik, Free, Gey, Gay, Gizli, Got (İngilizce "get" fiilinin geçmiş
zaman ya da geçişli hali), Hatun, Haydar, Hikaye, Home made
(ev yapımı demek), Hot (İngilizcede "sıcak" anlamında geliyor),
İtiraf, Liseli, Nefes, Nubile, Partner, Pic (İngilizcede "Picture"ın -
resim, fotoğraf- kısaltması), Sarışın, Sıcak, Şişman, Teen (İngiliz­
cede 13-19 yaş grubunda genç), Yasak, Yerli, Yetişkin, Xn, XX ...

(Not: Umarım okuyucu ekte sunulanlar dolayısıyla ya­


zana kızmaz ve bunu okuyan ilgililer ve bilgililer, zırva TV
programlarıyla halkı uyutanlar, başlarını iki elleri arasına
alıp, toplumun eğitim ve düşünce düzeyini yükseltmek
için neler yapılması gerektiğini düşünürler veya düşün­
meye çalışırlar.)
---- - - - - -~ -- - - --

263
Umarız özgürlük ve eğitim düzeyinin elverdiği ortamlarda
ülkemizde topluma faydalı nice düşünür yetişir...

264

You might also like