You are on page 1of 179

Umberto Eco

YANLIŞ OKUMALAR

Düzenleme: Rapunzel
İçindekiler
Önsöz
Granita
Parçalar
Sokrates Usulü Soyunma
Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz...
Esquisse d’un nouveau chat
Cennetten Son Haberler
Şey
Bir Po Vadisi Toplumunda Sanayi ve Cinsel Baskı
Son Yakındır
Oğluma Mektup
Alışılmamış Kitap Eleştirileri
L’Histoire d’O
D.H. Lawrence, Lady Chatterley’in Aşkı
Amerika’nın Keşfi
Kendi Sinemanı Kendin Yap
Mike Bongiorno Olgubilimi
Benim Abartı-yorumum
İtalyan yazar Umberto Eco 1932 doğumlu. 1971
yılından bu yana Bologna Üniversitesi’nde göstergebilim
dalında profesör. Edebiyat eleştirisi, tarih ve iletişim
konularında yazılar yazıyor. Gülün Adı ve Foucault
Sarkacı ile ünlenen yazar, bir dönem de İtalyan RAİ
televizyonunda kültür programları yönetmenliği yaptı.
Önsöz
1959’da, yazarlarından birçoğu daha sonra ‘Gruppo
63’ü oluşturacak olan yazın dergisi Il Verri’ye Diario
Minimo başlıklı aylık yazılar yazmaya başladım;
alçakgönüllülük kadar sakıntının da zorladığı bir başlıktı
bu. Ezra Pound ve Çin ideogramları üzerine neo-
avangard ve etkileyici denemeler içeren dilbilimsel
deneylerle dolu bir yayın organına, daha az önemli
konularda, çoğu kez derginin benden daha ateşli öteki
yazarlarını yansılama amacı taşıyan, uçarı düşüncelerle
dolu sayfalarca yazı gönderiyordum. Bunun için de,
daha en başta, bilerek komik ve garip, dolayısıyla da
derginin diğer bölümlerinden daha az saygıdeğer olan
bu yazılardan dolayı okurlardan özür dilemek istedim.
İlk metinleri, yazın türü açısından, hem ben hem de
dostlarım, Roland Barthes’ın Söylenler’ ine
benzetiyorduk. Barthes’in kitabı 1957’de çıkmıştı, ama
ben Diario Minimo’ları yazmaya başladığım sırada
henüz görmemiştim. Yoksa, 1960’ta, striptiz üzerine bir
deneme yazmaya asla kalkışmazdım. Ve sanıyorum
Barthes’i okuduktan sonradır ki, alçakgönüllülükle,
Söylenler biçemini terk ettim ve yavaş yavaş benzek{1}
tarzına döndüm.
Benzeği benimsememin daha derinde bir başka nedeni
vardı: Neo-avangard yapıt, günlük yaşamın ve yazın’ın
dilini tersyüz etme özelliğini içinde taşıyor idiyse, komik
ve groteskin de bu programın bir parçası olması
gerekirdi. Benzek geleneği —Fransa, bu alanda Proust,
Queneau ve Oulipo grubu gibi ünlü uygulayıcılara sahip
olmakla övünebilirdi— İtalyan yazınında genellikle daha
az şanslı olmuştu bugüne kadar.
Il Verri’nin sayfalarında Diario Minimo işte böyle başladı.
Daha sonra, 1963’te dergide yayınlamış olduğum tek
tek yazılar bir ciltte toplandığında, içerikleri, bilinen
anlamıyla bir günce olmasa bile aynı ad verildi kitaba.
Bu kitap birçok basım yaptı, şimdi de İngilizce çevirisine
temel oluyor. Başlığı, sözcüğü sözcüğüne Küçük Günce
diye çevirmek anlamsız olacağı için, ona Yanlış
Okumalar adını vermeyi yeğledim.
Yanılsama, bütün komik yazı türleri gibi, uzamla ve
zamanla ilintilidir, Oidipus ve Antigone’nin trajik öyküleri
bizi çok etkiler, ama klasik Atina hakkında fazla bilgi
sahibi değilsek, Aristophanes’teki anıştırmaların{2} çoğu
bizi şaşırtacaktır. Böyle ünlü örnekler kullandığım için
özür dilerim, ama ne demek istediğimi bunlar
aracılığıyla daha kolay anlatabiliyorum.
Elinizdeki kitabın içindekiler bir seçme de olsa, fazla
‘İtalyan’ olan birkaç parça çıkarılmış da olsa, yabancı
okurlara birkaç sözcüklük bir açıklama yapmak
zorunluluğunu hissediyorum. Bir esprinin açıklanması
onun etkisini çaresiz öldürür; ama -si parva licet
componere magnis- Panurge’ün sözlerinin çoğu, onun
dilinin Sorbonne dili olduğunu açıklayan bir dipnot
koymazsak, anlaşılmaz olarak kalır.
‘Granita’, Nabokov’un Lolita'sının bir yansılaması olma
amacını taşıyordu, bir de kahramanın adının çevirisinin
Umberto Umberto olmasından yararlanıyordu. Tabii
benim yazım, Nabokov’un yansılamasından çok
romanının İtalyanca çevirisinin yansılaması; ama
yazdıklarım, İtalyancadan çevrilmiş bile olsa, hala
okunabilir, sanırım. Yansılama, benim doğduğum bölge
olan Piemonte’nin küçük kasabalarında geçiyor
‘Parçalar’da, açıkça, İtalyan popüler şarkılarından
sözcükler kullandım, İngilizce çeviride bunların yerine
Amerikan karşılıkları kondu. Ama son alıntıda
Shakespeare ve İtalyan şarkıları birbirine karışıyor
(özgün metinde, Shakespeare yerine D’Annunzio’yu
kullanmıştım ben).
Çevirmenim, giriş notunda, Mike Bongiorno’nun, İtalyan
olmayanlarca bilinmemesine karşın, tanıdık bir evrensel
kategoriye girdiğine işaret ediyor; bense onu hala bir
dahi olarak düşünüyorum.
‘Esquisse d'un nouveau cbat’da{3} açık bir biçimde Alain
Robbe-Grillet’ye ve nouveau roman'a{4} gönderme var.
Öteki örneklerde olduğu gibi burada da yansılama bir
övgü amacını taşıyor.
‘Cennetten En Son Haberler’ günün politik jargonu ile
öteki dünyadan haberler veriyor. Onlarca yıl önce
yazıldı, ama sanıyorum Ross Perot ve Pat Buchanan
çağında da anlaşılabilirliğini yitirmedi
Anglo-Sakson insanbilimi klasikleri (Margaret Mead,
Ruth Benedict, Kroeber, vb.), ‘Bir Po Vadisi Toplumunda
Sanayi ve Cinsel Baskı’nın esin kaynakları oldu,
yazının başlığını Malinowski’nin bir yapıtından aldım.
Yazının felsefi bölümleri,_Husserl’den, Binswanger’den,
Heidegger ve başkalarından yapılan (uygun bir biçimde
değiştirilmiş) alıntılarla zenginleştirildi. Porta Ludovica
Paradoksu, İtalya'da, birçok üniversitenin mimarlık
bölümlerinde yerleşik bir çalışma konusu haline
gelmiştir.
Aynı şekilde, Son Yakındır’, Adorno’nun ve Frankfurt
okulunun toplumsal eleştirisinden esinlendir. Bazı
parçalar, o yıllar kendilerini ‘Adornolaşma'ya adamış
olan İtalyan yazarlardan dolaysız alıntılardır. Ondan
önceki parça gibi bu metin de bugün ‘alternatif
insanbilim (bizim gözümüzle başkalarının dünyası değil,
başkalarının gözüyle bizim dünyamız) denilen şey
üzerine bir alıştırmadır. Montesquieu bunu Les Lettres
Persanes’da{5} daha daha önce yapmıştı. Bir süre önce,
bir grup insanbilimci, Fransız yaşam tarzını
gözlemleyebilsinler diye Afrikalı araştırmacıları
Fransa’ya çağırmıştı. Afrikalılar, Fransızların köpeklerini
gezdirme alışkanlığında olduklarını öğrenince çok
şaşmışlardı örneğin.
İnsanın ayda ilk yürüyüşünün televizyonda izlenmesi,
‘Amerika’nın keşfi’ adlı yazıyı getirdi. Özgün metinde
İtalyan sunucularının adları kullanılıyordu; onların yerine
tanıdık Amerikan adları kondu.
‘Benim Abartı-yorumum...’ başlığında, Finnegans Wake
üzerine ünlü bir denemeler toplamının başlığı nerdeyse
harfi harfine aynen kullanılıyor. Onlarca yıl önce
Amerikan üniversitelerinde moda olan bütün eleştiri
biçemlerini (Yeni Eleştiriden simgesel eleştirinin çeşitli
biçemlerine kadar, aynı zamanda Eliot’ın eleştirisine de
birkaç yerde ima ile) akılda tutarak, bu aşırı-yorum
tavırlarını on dokuzuncu yüzyılın en ünlü İtalyan
romanına uyarladım. İngiliz dili okurlarının çoğu
(Nişanlılar diye bir İngilizce çevirisi olmasına karşın) I
Promessi sposi’ye aşina olmayabilirler ama benim
Joyce’vari okumamın, on dokuzuncu yüzyıl başlarından
kalma, biçemi ve anlatı yapısı Joyce’tan çok (örneğin)
Walter Scott’ı akla getiren bir klasiğe uygulandığını
bilmek yeterli olacaktır. Bugün ‘yapı bozucu okuma’da
son birçok çalışmanın, sanki benim yansılamamdan
esinlenmiş gibi olduğunu fark ediyorum. Yansılamanın
yapması gereken budur işte: Aşırıya kaçmaktan hiç
korkmamalıdır. Yerini bulursa, başkalarının daha sonra
gülümsemeden -ve yüzleri kızarmadan-ısrarla, katı bir
ciddiyet içinde yapacakları bir şeyi önceden
canlandırmış olacaktır yalnızca.
Umberto Eco
Granita
Bu elyazması bana Piemonte’de küçük bir kasabanın
yerel hapisane müdürü tarafından verildi. Bu adamın, bu
kağıtları hücresinde bırakmış olan o gizemli mahpus
hakkında bize sağladığı inanılmaz bilgiler, yazarın
kaderini örten karanlık, yolları aşağıdaki sayfaların
yazarınınkiyle çatışan insanlarda görülen o inanılmaz, o
açıklanamaz ağız sıkılığı, bizi elimizdekiyle yetinmek
zorunda bırakıyor; hapisane farelerinin oburluklarından
sonra elyazmasından geriye kalanlarla yetinmeliyiz;
çünkü öyle hissediyoruz ki, okur, bu koşullarda bile bu
Umberto Umberto denen adamın gizemli mahpus ola ki,
mantığa uymasa da, Langhe Bölgesinde bir sürgün olan
Vladimir Nabokov değilse ve elyazması bu maymun
iştahlı ahlak düşkününün öteki yüzünü göstermiyorsa)
olağanüstü öyküsü hakkında bir fikir oluşturabilir
kafasında ve böylece en sonunda bu sayfalardan gizli
bir ders çıkarabilir: Hovarda kılığı altında daha yüksek
bir ahlak yatar.
Granita. Gençliğimin çiçeği, gecelerimin işkencesi. Bir
daha görecek miyim seni? Granita. Granita. Gran-i-ta.
İkincisi ve üçüncüsü, sanki birinciyle çelişir gibi, bir
küçültme belirteci oluşturan üç hece. Gran. ita. Granita,
dilerim, hayalin bir gölgeye, oturduğun yerse bir mezara
dönüşünceye kadar anımsarım seni.
Benim adım Umberto Umberto. O büyük olay
olduğunda, gençliğin başarılarına cesaretle
bırakıyordum kendimi. Beni şimdi görenlere değil de, o
zamanlar tanıyanlara göre, Okurum, bu hücrede,
yorgunluktan ve açlıktan bitkin, yanaklarımı sertleştiren
peygamber sakalının ilk izleriyle... Beni o zaman
tanıyanlara göre, sanırım, yüzünde bir Calabria’lı atanın
Akdeniz kromozomlarından gelen bir melankoli taşıyan,
yetenekli bir delikanlıydım. Karşılaştığım genç kızlar
beni yapayalnız gecelerin dünyevi acılarına götürerek,
yeni tomurcuklanan döl yataklarının bütün şiddetiyle
arzu ederlerdi. Kendim de bambaşka bir tutkunun
korkunç pençesinde olduğum için, pek anımsamam o
kızları; gözlerim, batan günün eğik ışığında, ipek gibi,
belli belirsiz ayva tüyleriyle pırıl pırıl yanaklarım okşayıp
geçerdi yalnızca.
Seviyordum, sevgili Okurum, aziz bostum! Ve sizin
hantal bir düşüncesizlikle yaşlı kadınlar diye
adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın
çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların
damgasını yemiş, seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki
büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik
bıraktığı o yaratıkları, sakalsız varlığımın en derin
labirentinden arzu ediyordum. Birçoklarının, yirmi
beşindeki güçlü Friulan sütçü kızlarının o bilinen
kullanıcılarının şehvet düşkünü kayıtsızlıklarıyla önem
vermediği, unuttuğu bu yaratıkları anlatabilmek için,
sevgili Okur, -yine, girişebileceğim herhangi bir eyleme
engel olan, onu durduran bir bilginin izinsiz geriye
dönüşünün baskısı altında- dikkatle seçmiş olmaktan
korkmadığım bir terim kullanacağım: Kader melekleri.
Ey beni yargılayan sizler (toi, hypocrite lecteur, mon
semblable, moti frèreï){6}' üstü örtülü dünyamızın bu
bataklığında melekçiklere meraklı kurnazlara sunulan
bu erken avı nasıl tanımlayabilirim? Öğle sonu
bahçelerinde, henüz tomurcuklanmaya başlayan
kızların peşinde rezîlce koşuşturan sizlere nasıl
anlatabilirim bunu? Kader melekçiği âşıklarının eski
parkların sıralarında, bazilikaların hoş kokulu
gölgeliklerinde, taşra mezarlıklarının çakıllı yollarında,
pazar duasında, dispanserin köşesinde, yoksullar evinin
kapılarında, kilise alayının şarkıcılar korosunda,
yardımseverler kermeslerinde peşine düşeceği, bir
gölgeden farksız, pısmış, sırıtkan bu av hakkında ne
bilebilirsiniz: Volkanik kırışıklıklardan yol yol olmuş
yüzleri, kataraktlı sulanmış gözleri, dişsiz bir ağzın
keskin çöküntüsüne batmış o kuru dudakların
seyirmesini, kendinden geçip sulanan ağzından
damlayan parıltılı salyayla zaman zaman canlanan o
dudakları, gururla yıpranmış o yamru yumru elleri,
tespih çekerek ağır ağır dua ederken sinirden,
şehvetten titreyen, kışkırtıcı elleri bir an olsun daha
yakından görmek için kurulan yoğun ve -ne yazık-
amansızca iffetli bir aşk tuzağıdır bu.
O ele geçmez avı görünce düşülen derin kederi, bir
anlık dokunuşlarla birdenbire gelip geçen o titremeleri
nasıl canlandırabilirim, Okur-dostum: Kalabalık bir
tramvayda bir dirsek dürtüşü —‘Affedersiniz, bayan,
oturmak ister miydiniz? Ah, iblis dost, hemen oracıkta
çılgın bir Baküs draması oynamayı yeğlerken, nasıl
kabul edebilirsiniz o minnet dolu ıslak bakışları ve
‘Teşekkür ederim, genç adam, çok naziksiniz!’ sözlerini?
— bir mahalle sinemasının öğle sonu tenhalığında iki
sıra arasından geçerken baldırınızın saygıdeğer bir dize
sürtünmesi ya da bir kahraman izci dikkatiyle trafik
ışığında karşıdan karşıya geçmesine yardım ettiğiniz bir
kocakarının iskelet elinin kolunuzu yumuşak fakat
dikkatli tutuşu —aşırı dokunmanın seyrek anları!—
Başıboş gençliğimin inişleri çıkışları başka rastlaşmalar
da sağlıyordu bana. Dediğim gibi, esmer yanaklarım,
nazik bir erkeğin sıkıştırdığı narin bir genç kızınkine
benzer çehremle oldukça çekici bir dış görünüşüm
vardı. Gençlik aşkını bilmiyor değildim, ama çağımın
gereklerini yerine getirerek, geçiş ücreti öder gibi ona
teslim ediyordum kendimi. Bir mayıs akşamım
anımsıyorum şimdi, günbatımından hemen önceydi,
soylu bir ailenin villasının bahçesinde —Varese
Bölgesinde, gölden pek fazla uzakta olmayan, batan
gün ışığında kıpkırmızı bir villaydı bu— on altı yaşında
çaylak bir kızla çalılıkların gölgesinde yatıyordum, bana
karşı duyduğu âşıkane duyguların yarattığı korkudan
fırtınaya yakalanmış gibi tir tir titreyen, yüzü çilli bir kızdı
bu. Tam o anda, ergin hokus-pokusumun o çok arzu
edilen asasını kayıtsız bir edayla ona bağışlıyordum ki,
sevgili Okurum, üst katın penceresinde, pamuklu
çorabını bacağından aşağı öylece sıyırırken neredeyse
iki büklüm olmuş yaşlı, zayıf bir dadının şeklini gördüm!
Giysisinin kaba kumaşını yukarı sıyıran yaşlı ellerin
beceriksiz hareketlerle okşadığı o şiş bacağın nefes
kesen görünümü, bana (benim kösnül gözlerime!) bir
erden kız okşayışının rahatlattığı yabansı, kıskanılası bir
fallus gibi göründü; ve tam o anda, (uzaklığın da
etkisiyle daha da şiddetlenmiş bir kendinden geçişle),
soluk soluğa, biyolojik bir onayın akışıyla patladım, genç
kız (çılgın kurbağacık, nasıl nefret ediyordum senden!)
bunu kendi çaylak büyüsüne bir övgü sanıp hoşlandığını
gösterdi inleyerek.
Ey benim doğru adrese yönlendirilmiş tutkumun kafasız
aracı, o zaman, başka birinin öğününü tattığının ya da
senin o çaylak yıllarının boş gururunun beni sana ateşli,
unutulmaz bir suç ortağı olarak gösterdiğinin farkına
vardın mı acaba? Ertesi gün ailenle birlikte oradan
ayrıldıktan bir hafta sonra ‘Eski{7} dostunuz’ diye bir
kartpostal gönderdin bana. O sıfatı dikkatle kullanırken
hakikati sezmiştin de, ne denli keskin zekâlı olduğunu
mu gösteriyordun bana, yoksa doğru mektup biçemini
hiçe sayan ateşli bir liseli kızın külhanı dili miydi
seninkisi?
Ah, Bu olaydan sonra, seksenlik bir insanın yumuşak
siluetini banyoda bir an görürüm umuduyla her
pencereye nasıl titreyerek baktım! Kaç akşam, bir
ağacın arkasına gizlenerek, gözlerim, dişsiz ağzıyla
yemeğini tatlı tatlı yemeye çalışan bir ninenin perdeye
düşen gölgesine çevrili, yapayalnız tamamladım sefahat
alemimi! Ve figür, ombres chinoıses’lann2{8}
sahteliğinden sıyrılıp, şişkin göğüsleri ve Endülüslü bir
kısrağın güneş yanığı kalçalarıyla çıplak bir balerin
olarak kapı eşiğinde kendini gösterdiğinde, ne korkunç,
ne beklenmedik ve yıkıcı (tiens, donc, le salaud!){9} bir
hayal kırıklığıydı o!
Böylece, aylarca ve yıllarca, tapılası kader
melekçiklerinin peşinde yanlış yollarda, elleri boş
koşturup duruyordum; eminim, daha doğduğum anda,
yaşlı, dişsiz bir ebe —gecenin o saatinde umutsuzca bir
arayış içindeki babam bula bula bir ayağı çukurda bu
kocakarıyı bulmuştu!— beni anamın dölyatağının cıvık
hapisanesinden kurtarıp da yaşamın ışığında o ölümsüz
yüzünü: Bir jeune parque,4{10} gösterdiğinde başlamış
olan bir kovalamacaydı bu.
Ey, şu anda beni okuyan Okur (á la guerre comme á la
guerre),{11} senden bir doğrulama beklemiyorum;
yalnızca, beni zaferime getirmiş olan olayların akışının
nasıl kaçınılmaz olduğunu açıklıyorum sana.
Benim de çağrılı olduğum o akşam toplantısı, genç
mankenlerin ve sivilceli üniversite öğrencilerinin katıldığı
o berbat partilerden biriydi. Uyanmış genç kızların O
dolambaçlı uçarılıkları, dansın fırtınası içinde düğmesi
çözülmüş bluzlarından göğüslerini kayıtsızca sunuşları
iğrendiriyordu beni. Ben tam henüz dokunulmamış
kasıkların bu rezil trafiğinden kaçıp kurtulmayı
düşünüyordum ki ince, tiz bir ses (o baş döndürücü
yüksekliği, gücünü yitireli çok olmuş o ses tellerinin
boğuk çöküşünü, allure supreme de ce cri centenaire’i{12}
anlatabilecek miyim acaba?), kadim bir dişinin ürkek
feryadı topluluğu sessizliğe boğdu. Ve kapının çerçevesi
içinde onu: Doğum şokumun o yıllarca uzaktaki
meleğinin yüzünü, kösnül beyaz lülelerinden çevreye
saçılan o heyecanı; minicik, havı dökülmüş siyah
giysisinin kumaşının dar açılar içine hapsettiği gergin
vücudunu; artık ince ve iğrilmiş çapraz bacaklarını;
saygı telkin eden eteğin eskil iffeti altında beliren,
kırılmaya, incinmeye hazır kalça kemiğinin kırılgan
çizgisini gördüm.
Ev sahibemiz olan o yavan kız, hoşgörücü bir kibarlık
gösterisinde bulundu. Gözlerini gökyüzüne kaldırırken,
“Bu benim nineciğim…” dedi.
Elyazmasının sağlam bölümü burada bitiyor. Bunun
ardından gelen dağınık satırlardan çıkarılabilecek olan
şeyler öykünün aşağı yukarı şu biçimde devam ettiğini
akla getiriyor: Birkaç gün sonra, Umberto Umberto ev
sahibesinin büyükannesini bisikletinin gidonuna
bindirerek Piemonte’ye kaçırır. Onu önce bir yaşlı
yoksullar evine götürür, aynı gece orada ona sahip olur,
başka şeyler arasında kadının hiç de deneyimsiz
olmadığını öğrenir. Şafak sökerken bahçenin yari
karanlığında sigara içmekteyken, yanına şüpheli
görünüşlü bir genç yaklaşır ve yaşlı kadının gerçekten
büyükannesi olup olmadığını sorar ona. Korkuya
kapılan Umberto Umberto, Granita’yla birlikte yaşlılar
kurumunda ayrılı ve Piomonte yollarında baş döndürücü
bir koşu başlar. Canelli’deki şarap şenliğini, Alba’da
yılda bir yapılan mantar şenliğini ziyaret eder,
Caglîanetto’daki tarihi törene katılır, Nizza
Monferrato’daki hayvan pazarını dolaşır, Ivrea’daki
Sütçü Kızlar Kraliçesi seçimini, Condove’daki koruyucu
aziz onuruna yapılan çuval yarışını izler. Kuzey bölgesi
boyunca yaptığı bu maceralı, çılgın yolculuğun
sonunda, bisikletinin bir suredir motosikletli bir
kahraman izci taralından kurnazca izlendiğim fark eder,
onun bütün tuzaklarından kurtulur. Bir gün, Incisa
Scapaccino’da, Granita’yı bir ayak bakımı uzmanına
götürdüğü sırada, sigara almak için birkaç dakika onu
yalnız bırakır, döndüğündeyse yaşlı kadının yeni
kaçırıcısıyla birlikte giderek kendisini terk ettiğini anlar.
Aylarca derin bir ruh çöküntüsü geçirir, fakat sonunda
yaşlı kadını yeniden bulur, kendisini kandıran adamın
götürdüğü bir güzellik bakımevinde gençleşmiş,
tazeleşmiştir. Yüzünde bir tek kırışık yoktur, saçları
bakırımsı bir renk almıştır, gülüşü göz kamaştırır.
Umberto Umberto bu yıkılış karşısında duyduğu derin
acıma hissi ve çaresizlik altında ezilmiştir. Bir tek söz
etmeksizin bir tüfek satın alır ve alçak herifin peşine
düşer. Genç izciyi, bir kamp yerinde ateş yakmak için iki
odun parçasını birbirine sürterken bulur. Bir, iki, üç kez
ateş eder, her defasında ıskalar, sonunda deri ceket ve
siyah bere giymiş iki papaz onu zararsız hale getirir.
Derhal tutuklanır ve yasadışı ateşli silah taşımaktan ve
av mevsimi dışında avlanmaktan altı ay hapse mahkûm
olur.
1959
Parçalar
IV. Gökadalararası Arkeolojik İncelemeler Kurultayı
Tutanakları, Sirius, 4. Kesim, Matematiksel Yıl 121.
Dünya, Kuzey Kutbu, Prens Joseph Kara Üniversitesi,
Arkeoloji Bölümünden Prof. Anouk Ooma tarafından
okunan bildiri.
Saygıdeğer meslektaşlar,
Kuzeyli bilim adamlarının bir süredir yoğun bir 'araştırma
etkinliğine giriştiğini ve sonuç olarak, eski çağlarda ya
da daha doğrusu Patlamanın bütün yaşam izlerini yok
ettiği, o zamanlar 1980 olarak Bilinen felaket yılından
önce gezegenimizin ılıman ve tropik Bölgelerinde
serpilip gelişmiş olan eski uygarlığın Birçok kalıntısını
gün ışığına çıkardığını emmim bilmiyorsunuzdur.
Herkesin bildiği gibi, ondan sonraki bin yıl boyunca, bu
bölgeler radyoaktivite tarafından öylesine kirlenmiş
olarak kaldı ki, otuz-kırk yıl öncesine kadar keşiflerimiz,
bilim adamlarımızın uzak atalarımızın gerçekleştirdiği
uygarlığın derecesini bütün Gökadaya açıklamayı o
kadar istemelerine karşın, bu tokraklara ancak çok
büyük tehlikelerle karşılaşarak yaklaşabildi. Bir şey,
sonsuza kadar sır olarak kalacaktır bizim için; İnsanlar
bu dayanılmayacak kadar kızın alanlarda nasıl oturabildi
ve çok kısa aydınlık ve karanlık dönemlerin birbirini
izlemesinin zorunlu kıldığı o anlamsız yaşam tarzına
nasıl uydurabildiler kendilerini? Ama yine de eskil
yeryüzü sakinlerinin, bu kör edici aydınlık ve karanlık
vertigosu içinde, etkin biyoritimler kurabildiğini, zengin
ve düzenli bir uygarlık geliştirebildiğini biliyoruz. Yaklaşık
yetmiş yıl önce (tamı tamına söyleyelim, Patlama
sonrası 1745 yılında) dünyasal yaşamın söylencesel en
güney ucu olan Keykjavik’teki gelişmiş üsten Profesör
Amaa A. Kroak’ın önderliğindeki bir keşif grubu bir
zamanlar Fransa olarak bilinen çöle kadar ilerledi.
Orada, bu eşsiz bilim adamı, radyasyonun ve zamanın
ortak etkilerinin bütün fosil kalıntılarını yok ettiğini hiçbir
kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtladı. O zaman,
uzak atalarımız hakkında herhangi bir şey bilme
umudumuz yok gibi görünüyordu. Ondan önce,
P.Ö. 1710 yılında, Profesör Ulak Amjacoa’nın Alfa
Kentaur Vakfının sağladığı cömert destek sayesinde
yürüttüğü keşif, Loch Ness’in radyoaktif sularını iskandil
etmiş ve bugün genellikle eskilerin ilk ‘kriptokitaplığı’
olduğu düşünülen şeyi ele geçirmişti. Üzerinde
BERTRANDUS RUSSELL SUBMERSİT ANNO HOMİNİ
MCMLI sözleri kazılı çinko bir sandık, koca bir beton
blok içine gömülüydü. Bu sandıkta, hepinizin de bildiği
gîbi, Britannica Ansiklopedisi ciltleri vardı; bunlar, yok
olmuş uygarlık hakkında bugünkü tarih bilgimizin büyük
bir bölümünü oluşturan çok zengin bilgiler sağladı bize.
Çok geçmeden öteki bölgelerde (Almanya toprağında,
üzerinde TENEBRA APPROPINQUANTE yazılı
mühürlü bir kasa içinde bulunan kitaplık da içinde)
başka kriptokitaplıklar bulundu. Çok geçmeden apaçık
ortaya çıktı ki, yaklaşan trajediyi eksi dünyalılar
arasında yalnızca kültür adamları sezmişti. Ellerindeki
tek yoldan buna bir çare bulmaya çalışmışlardı: Yani,
uygarlıklarının hazinelerini gelecek kuşaklar için
saklayarak. Karşıtı bütün kanıtlara karşın geçecek
kuşaklar diye bir şeyi önceden görebilmek… ne büyük
bir inançtı bu!
Karşısında heyecan duymamamız olanaksız olan bu
sayfalar sayesinde, seçkin meslektaşlarım, hiç olmazsa
o dünyanın nasıl düşündüğünü, insanların nasıl
davrandığını, sonul dramanın nasıl gözler önüne
serildiğini bilebiliyoruz. Ha, yazılı sözün, yazıldığı dünya
hakkında yetersiz bir tanıklık sağladığının elbette
farkındayım, ama bu değerli yardımdan da yoksun
olsaydık halimiz nice olurdu, bir düşünün! ‘İtalyan
sorunu’, hiçbiri, hepimizin bildiği şu soruya bir kanıt
bulamamış arkeologları ve tarihçileri büyülemiş olan
bilmecenin tipik bir örneğini sunuyor bize: Niçin,
bildiğimiz ve öteki topraklarda bulunan kitapların da
fazlasıyla gösterdiği gibi, eski bir uygarlığın beşiği olan
bu ülkede niçin, diye soruyoruz, herhangi bir
kriptokitaplıktan herhangi bir iz bulunamadı? Bu soruya
yanıt olarak ileri sürülen varsayımların sayısız olduğu
kadar yetersiz de olduğunu biliyorsunuz; fakat
halihazırda bildiğiniz şeyi tekrarlama tehlikesini göze
alarak, bunları sizin için kısaca sıralayacağım:
1) Akdeniz Havzasındaki Patlama adlı kitapta (Baffin,
P.S. 1750) zengin bilgilerle sunulan Aakon-Sturg
Varsayımı. Birtakım termonükleer olaylar İtalyan
kriptokitaplığını yok etti. Bu varsayım sağlam kanıtlarla
desteklenmektedir, çünkü Adriyatik Sahilinden tümel
çatışmayı başlatan ilk güdümlü atom mermileri
ateşlendiğinde, İtalyan yarımadasının en ağır darbeyi
yiyen yer olduğunu biliyoruz.
2) Çok okunan İtalya Diye Bir Yer Var mıydı? (Baren
City, P.S. 1712) adlı kitapta açıklanan Ugum-Noa Noa
Varsayımı. Bu varsayımda, yazar, tümel çatışmadan
önce toplanmış yüksek düzeyli politik konferansların
raporlarını dikkatle inceleyerek, ‘İtalya’nın hiçbir zaman
var olmadığı sonucuna varıyor. Bu varsayım
kriptokitaplıklar sorununu (daha doğrusu onların yokluğu
sorununu) açık bir biçimde çözüyorsa da, ‘İtalyan’
halkının kültürüyle ilgili İngiliz ve Alman dillerinde
sağlanan bir sıra bilgiyle çelişir gibi görünüyor. Öte
yandan, Fransız dilindeki belgeler, Ugum-Noa Noa’nın
bize anımsattığına göre, bu konuyu tamamen atlıyor ve
böylece onun cesur fikrine destek veriyor.
3) Profesör Ixptt Adonis Varsayımı (bkz. İtalya, Altair,
22. Bölüm, Matematiksel Yıl 120). Bu, hiç kuşkusuz
hepsinden daha parlak, ama aynı zamanda en az
kanıtlanmış olan varsayımdır. Patlama sırasında İtalyan
Ulusal Kitaplığının, belirlenemeyen nedenlerden dolayı
son derece karışık bir durumda olduğunu; İtalyan bilim
adamlarının, gelecek için kitaplıklar kurma işiyle
îlgilenmekten çok mevcut kitaplıkları hakkında ciddi
endişe taşıdıklarını, gerçekten de ciltlerce kitabı
barındıran binanın çökmesini önlemek için çok büyük
çabalar göstermek durumunda olduklarını ileri sürüyor.
Bu varsayım, dünyalıları her gün ballı börek atıştırarak,
geyik boynuzundan arplarını tıngırdatarak tembel bir
mutluluk içinde yaşamış insanlar gibi düşünmeye
alışkın, gezegenimizle ilgili her şeyin çevresinde
çabucak bir söylence aylası ören dünyalı olmayan
modern bir gözlemcinin ustalığını sergiliyor. Tersine,
Patlamadan önce eski dünyalıların ulaştığı uygarlığın
ileri derecesi bu tür utanç verici bir savsaklamayı
anlaşılmaz kılıyor; özellikle de, ekvator-berisi öteki
ülkelerin keşfi, kitap saklama konusunda oldukça ileri
tekniklerin varlığını oraya koyduğundan beri.
Böylece başladığımız noktaya dönmüş bulunuyoruz.
Öteki ülkelerin kriptokitaplıkları erken yüzyıllar için
yeterli belgeler sapıyor olsa bile, Patlama öncesi İtalyan
kültürü hep en koyu giz perdesiyle sarılı kalmaktadır.
Doğru, yapılan dikkatli kazılar sırasında şaşırtıcı da olsa
son derece sağlıksız, ilginç bazı belgeler bulunmakta.
Burada Kosamba’nın ortaya çıkardığı küçük bir kağıt
parçasını anacağım. Bu kağıttaki metin, kısa ve özlü
şiirler konusunda İtalyan beğenisini açıkça gösteriyor.
Metni bütünüyle alıyorum buraya: ‘Bu bizim yaşam
yolumuzun ortasında. Kosamba bir Ache ya Eke diye
birinin (Sturg’in işaret ettiği gibi, kalıntının üst kısmı ne
yazık ki yırtılmış, bu yüzden adın tamamı belirsiz)
yazdığı Gülün Adı başlıklı, besbelli bahçecilik üzerine bir
bilimsel tez kitabının kapağını buldu. O dönem İtalyan
biliminin genetikte büyük ilerleme gösterdiğini de
anımsamalıyız; bu bilgiler üzerinde AJAX (ilk Ari
savaşçıya bir gönderme) harfleriyle birlikte BEYAZDAN
DAHA BEYAZ sözlerinden başka bir şeyin yazılı
olmadığı, ırkın geliştirilmesi için bir ilaç içeriyor olması
gereken bir kutu kapağından çıkarabildiğimize göre,
ırkların ıslahı bilim dalında kullanılıyor olsa bile.
Bu değerli belgelere karşın hiç kimse o halkın tinsel
düzeyinin kesin bir tablosunu oluşturabilmiş değil henüz:
Eğer söylememe izin verirseniz, siz seçkin
meslektaşlarım, yalnızca şiirsel sözcükle, bir dünyanın
ve bir tarihsel durumun imgelemci bilinci olarak şiirle
tam olarak dile getirilen bir düzeydir bu.
Kendime, bu denli uzun, ama umarım yararsız olmayan
Bir giriş yapma iznini verdiysem şimdi büyük bir
coşkuyla size bir haber vermek istememdendir. Ben ve
Çıplak Ada Edebiyatı Kraliyet Enstitüsünden değerli
meslektaşım Baaka B.B. Baaka A.S.P.Z., İtalyan
yarımadasının ürkütücü bir bölgesinde, üç bin metre
derinlikte olağanüstü bir buluş yaptık. Definemiz,
Patlamanın yeryüzü kabuğunu korkunç bir biçimde
yukarı kaldırmasıyla bir lav akıntısı tarafından örtülmüş,
şans eseri dünyanın derinliklerine batmıştı. Yırtılmış ve
parçalanmış, birçok bölümleri kayıp, hemen hemen
okunamaz durumda, ama yine de soluk kesici bulgularla
dolu bu küçük kitap görünüş ve boyutları bakımından
fazla gösterişli bir şey değil, kapağında Dünün ve
Bugünün En Çarpıcı Şarkıları diye bir başlık var. Biz
bulunduğu yeri dikkate alarak Quaternulus Pompeianus
adını verdik ona. Aziz meslektaşlarım, hepimiz biliyoruz
ki, ‘şarkı’ sözcüğü, Britannica Ansiklopedisinin de
doğruladığı gibi, eskil on dördüncü yüzyılda belli Şiirsel
kompozisyonları işaret eden bir terim olan İtaIyanca
canzone ya da canzona’yı karşılamaktadır; 'çarpıcı'
“sözcüğünün tıpkı (başka bir yerde bulunan) 'vuruş'
sözcüğü gibi, müziğin matematik ve genetik bilimlerle
paylaştığı bir özellik olan ritimle ilişkili oIması gerektiğini
düşünüyoruz. Ritim, birçok halklar arasında felsefi bir
anlam da kazanmıştı ve artistik yapıların özel bir
niteliğimi işaret etmede kullanılıyordu (bkz. Paris Ulusal
Kriptokitaplıkta bulunmuş olan kitap, M. GHyka, Essai
sur le rhythme, N.R.F., 1938). Bizim Quaternulus’umuz,
böylece, o dönemin en değerli şiirsel
kompozisyonlarının nefis bir antolojisi, akıl gözüne eşsiz
bir güzellik ve tinsellik panoraması açan lirik şiir ve
şarkıların bir özeti olmuş oluyor.
Eskil çağda yirminci yüzyılın şiiri, başka yerlerde olduğu
gibi İtalya’da da, dünyanın yaklaşmakta olan ölümünün
bilincinde bir bulunan şiiriydi. Aynı zamanda bir inanç
şiiriydi. Dünyevi tasalan kınayan bir uzun şiirden olması
gereken bir dize var elimizde —ne yazık ki, okunabilen
tek dize— ‘Maddi bir dünya bu.” Bundan hemen sonra,
doğaya bir yalvarış ya da bereket ilahisinden olduğu
besbelli bir başka parçanın dizeleri çarpıyor bizi:
‘Yağmurda şarkı söylüyorum, işte şarkı söylüyorum
yağmurda, şahane bir duygu bu...’ Bu şarkının bir genç
kızlar korosu tarafından söylendîğmi kolayca hayal
edebilirsiniz: Bu tatlı sözler, bir pervigilium’da ekim
zamanı beyaz tüller îçînde dans eden genç kızlar imgesi
uyandırıyor insanda? Ama bir başka yerde yalnızlığın ve
şaşkın kişiliğin acımasız betimlemesinde olduğu gibi, bir
umutsuzluk duygusu, tehlikeli anın açıkça farkında olma
duygusu buluyoruz; Brîtannica Ansiklopedisinin Luigi
Pirandello hakkında söylediklerine inanılırsa, metni
onun yazdığına inanmaya götürüyor bizi: ‘Kim? Çaldı
benim kalbimi? Kim? Bütün gün düş gördüren bana?
Kim...’ Başka bir canzona (‘Benimkî mayısta, onunki
haziranda. Ne çabuk unuttu beni?) aynı dönemden bazı
İngilizce dizelerin, belirsiz bir ‘en zalim ay’dan s8z eden
şair Thomas Stearns’ün yazdığı James Profrock’ın
şarkısına bir karşılık olduğunu akla getiriyor.
Bu dağlayıcı acı, bazı şiir yorumcularını tarıma ait
şiirlere ya da öğretici şiire sığınmaya mı itti? Örneğin, şu
dizedeki bozulmamış güzelliğe bakın: ‘Mahmur bir göl,
tropikal bir ay...’ Burada su imgesinin tanıdık ve
simgesel bir kullanımını buluyoruz, daha sonra da
doğanın gizemli sonsuzluğu karşısında insanın
zayıflığını ima eden aynı görkemli ve yüce varlığı. Şu
dizelere duyduğum hayranlığı eminim siz de
paylaşırsınız: ‘Haziran bastırıyor her yeri, çayırları,
ovaları; mısırlar bir fil gözü kadar yüksek...’ Görülüyor ki
metin, bereket törenlerinden kaynaklanıyor, bahar
ruhundan, insan kurbanlardan, belki de toprak anaya
sunulan bir genç kızın kalbinden. Bu türlü törenler,
onların zamanında, İngiltere Bölgesinde, bazıları adım
Altın Kase diye okusa da genellikle Altın Dal denilen,
neye gönderme yaptığı belirsiz bir kitapta
çözümlenmişti. (bkz. Axbzz Eowrrsc’in henüz dilimize
çevrilmemiş çalışmasının çeşitli yerleri, ‘Altın Dal mı,
Altın Kase mi? Xpt Agrschh Clwoomai,’ Arcturus, 2.
Bölüm, Matematiksel yıl 120).
Aynı bereket törenlerini ya da Frigyalıların Attis’in ölümü
törenlerini, şöyle başlayan bir başka güzel şarkıyla
bağlamak istiyor insan: ‘St. James Hastanesine gittim,
bebeğimi görmeye, soğuk beyaz bir masaya
yatırılmış...’ Saint James'e yapılan gönderme İspanyol
Santiago’sunu akla getiriyor ve mutlu bir sezgi bizi bunu
ünlü bir hac kentinin adı olarak tanımaya götürdü. O
zaman, bir Liberya şiirinin tamamlanmamış bir
çevirisiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Ne yazık
ki hepimizin de bildiği gibi, İspanyolca hiçbir metin
bulunamamıştır, çünkü Britannica Ansiklopedisinin bize
bildirdiğine öre, Patlamadan yaklaşık yirmi yıl önce bu
ulusun dini yetkilileri özel bir nihil obstat’ı1{13} olmayan
bütün kitapların yakılmasını emretmişti. Fakat, artık
yabancı kitaplarda bulunan kısa alıntılar sayesinde bir
süreden beri Federico Lorca olarak da tanınan,
söylenceye göre, zorla iğfal ettiği yirmi beş kadın
tarafından barbarca öldürülen on dokuz ya da yirminci
yüzyıl söylencesel Katalan ozanı Federico Garcıa’nın
kişiliği hakkında oldukça açık bir fikir oluşturabilmiş
bulunuyoruz. 1966’da bir Alman yazarı (C.K. Dyroff,
Lorca: Ein Beitrag zum Duendegescbichte als
Flamencowissenschaft) Lorca’nm şiirinden ‘ölümde-aşk-
gibi-kök salmış olmanın’ şiiri olarak söz ediyor; bu şiirde
çağın ruhunun, Endülüs gökleri altında cenaze törenine
yakışır bir biçimde yapılmış kadanslar yoluyla kendini
kendine açıkladığı belirtiliyor. Yukarıda anılan metne
son derece uyan bu sözler Quaternulus’ta basılı, ateşli
İberya sıcaklığı taşıyan öteki harika dizeleri aynı yazara
bağlamamıza olanak sağlıyor: ‘Cuando caliente el sol
su esta playa...’ Aziz dostlar, uzayvizyon araçlarının bizi
sürekli kasvetli ve korkunç öykünmeci bir müzik
bombardımanına tuttuğu bugün, saçma sapan sözleri,
şarkı diye haykıran sorumsuzların, çocuklarına anlamsız
şeyleri şarki diye öğrettiği bugün, adı sam belirsiz bir
bando şefinin, endüstriyel saçmalığın en son ürünü,
sarhoş gemicilerin ağzından duyulabilecek açık saçık
dizeleri (‘Kanı, görmek istemem kanı, Ignacio’nun
kumlara dökülmüş kanını) nasıl müzikleştirdiğini
anlatan, ‘Kuzeyli insanın Çöküşü’ adlı çok önemli
denemeyi anımsatma cesaretini göstereceğim. İzin
verin bana, Lorca’nın çağın köyü karanlığından bize
ulaşan o ölümsüz dizelerinin, iki bin yıl önceki bir
dünyalının ahlaki ve entelektüel erdemine tanıklık
ettiğini söyleyeyim. Karşımızda, kültürle şişmiş bir
kafanın dolambaçlı, çapraşık araştırmalarına
dayanmayan, ama içten gelen basit, taptaze ritimleri
kullanan bir şiir var; bizi, böyle bir tansıktan, yaratıcı
doğum sancısının değil bir Tanrı’nın sorumlu olduğunu
düşünmeye götüren bir şiir. Bayanlar ve baylar, büyük
şiir her yerde kendini belli eder; onun biçemi başka
şeyle karıştırılamaz; evrenin birbirine ters uçlarından
bile yankılansa, yakınlıklarını, benzerliklerini ortaya
koyan kadanslar vardır. Böylece, seçkin meslektaşlarım,
iki yıl önce bir Kuzey İtalya kentinin yıkıntıları arasında
bulunmuş bir kağıt parçası üzerindeki bir tek dizeyi, tam
metnini Quaternulus’ta iki sayfa olarak bir araya
getirdiğimi sandığım daha büyük bir şarkının bağlamı
içine yerleştirerek, sonunda bilime yaraşır bir
karşılaştırma yapabildiğimi sevinç ve derin bir coşkuyla
bildiririm size. Anlamca zengin eşsiz bir kompozisyon,
Aleksandrin aylası içinde bir mücevher, biçemi, dili
kusursuz:
Ciao ciao bambina
Get thee to a nunnery
Nunnery, hey nonny!
Come back to Sorrento
As dreams are made on.
Korkarım bu bildiri için bana verilen zaman bitti. Konuyu
daha fazla tartışmak isterdim, ama çok hassas birkaç
dilbilim sorununu çözer çözmez, bu paha biçilmez
buluşumun meyvelerini tercüme edip yayınlayacağıma
inanıyorum. Sonuç olarak, sizleri, kendi değerlerinin yok
oluşunu ağlamadan sızlanmadan dile getirmiş, her
zaman zarif ve güzel bir dünyayı betimleyen elmas
sözleri neşeli bir incelikle söylemiş bu kayıp uygarlığın
imgesiyle baş başa bırakıyorum. Fakat sonun bir
sezgisiyle birlikte, peygamberimsi bir duyarlık da vardı.
Geçmişin dipsiz, gizemli derinliklerinden, Quarternuhıs
Pompeianus’un yıpranmış, silinmiş sayfalarından,
radyasyonun kararttığı bir sayfada tek başına durup
duran bir tek dizede, ileride ne olacağını bildiren bir
önsezi buluruz belki de. Patlamanın tam da arifesinde
şair, dünya nüfusunun yazgısını gördü, kutuplardaki
geniş buz tabakaları üzerinde yeni ve daha ergin bir
uygarlık kurulacak ve yepyeni ve mutlu bir gezegenin
üstün ırkı temelini Eskimo soyundan alacaktı. Şair,
geleceğin yolunun Patlamanın dehşetinden erdeme ve
ilerlemeye doğru gittiğini gördü. Bunu görünce de artık
korku ya da pişmanlık duymadı, böylece şu, bir mezmur
gibi dolaysız dizeyi boşalttı şarkısının içine: ‘Bir
eğlentideysen eğer paltonu ilikle. Kendine iyi bak.’
Yalnızca bir dize; fakat bize, refah içinde ilerleyen Kutup
çocuklarına, acı, güzellik, ölüm ve yeniden doğuş
darboğazından bir inanç ve dayanışma bildirisi gibi
geliyor, atalarımızın güzel ve sevgili yüzlerini bir an için
bu bildiride görüyoruz.
1959
Sokrates Usulü Soyunma
Lily Niagara, siyah ağdan bir örtüye sarılı olarak Crazy
Horse’un ufak sahnesinde göründüğünde zaten
çıplaktır. Çıplaktan da öte bir şey: Üzerinde kopçası
çözülmüş siyah bir sütyen ve bir jartiyer kemeri vardır
yalnızca. Numarasının birinci bölümünde tembel tembel
giyinir ya da çoraplarını bacağına geçirir ve bacaklarının
üzerinden sarkmakta olan bağlara tutturur.
Devinimlerinin ikinci bölümünü, ilk duruma dönüşe
ayırır. Böylece bu kadın giyindi mi soyundu mu
bilemeyen seyirci doğruyu söylemek gerekirse, onun
hiçbir şey yapmadığının farkında değildir, çünkü
yüzündeki ifadenin de incelikle vurguladığı ağır, rahatsız
devinimler onun kararlı profesyonelliğini gösterir ve
bugün eğitim el kitaplarında bile bir kurala bağlanmış
büyük bir geleneği izler; böylece hiçbir şey beklenmedik
değildir, hiçbir şey ayartıcı değildir. Gereğinden fazla,
önceden tahmin edilemeyen bir kurnazlıkla yedekte
tutulan bir kösnüllükle, son saldırı için vahşice eğilip
bükülmelerle bitirdikleri girişte sundukları
masumiyetlerini doğru olarak ölçmeyi bilen öteki büyük
striptiz ustası kadınların (özetle, bir diyalektiğin, Batı
türü soyunmanın ustaları) teknikleriyle
karşılaştırıldığında, Lily Niagara’nın tekniği çoktan
tükenmiş ve katı’dır. Akla yakın bir düşünüşle,
Moravia’nın La noia’sındaki Cecilia’yı akla getirir.
Kefaret öder gibi katlanılan bir hüner çeşnisi katılmış,
kayıtsızlıktan oluşan can sıkıcı bir cinsellik.
Lily Niagara o zaman en üst düzeyde bir striptiz
gösterebilmeyi ister. Hiç Kimseyi Hedef almayan,
kalabalığa, sözverilerde bulunan fakat son anda bunu
geri alan bir baştan çıkarma görünümü sunmaz; daha
çok, son eşîği aşar ve baştan çıkarma sözverısini bile
inkar eder. Bunun için de, geleneksel striptiz, onu
sevenlerde gizemli bir yoksunluk duygusu kışkırtan bir
geri çekilme olduğu hemen anlaşılan bir çiftleşme iması
ise, Lily Niagara’nın striptizi yeni çömezlerinin
küstahlıklarını cezalandırır söz verilen gerçekliğin
sadece bakıp düşünmek için olduğunu, sessiz bir
hareketsizlik içinde yapılması gerektiği için bu
düşünmeden tam olarak yararlanmanın bile
yasaklandığını açıklar onlara. Bununla birlikte Lily
Niagara’nın Bizans sanatı, geleneksel striptizin alışılmış
yapısını ve onun simgesel doğasını korur.
Ancak baştan aşağı kötü şöhretli bazı boite’larda{14}
gösterinin sonunda göstericiyi kendini satmaya ikna
edebilirsiniz. Crazy Horse’ta, fotoğraf satın almak
istemenin uygun bir şey olmadığı size büyük bir incelikle
söylenir. Görülecek olan şey yalnızca bir-iki dakikalığına
sahnenin sihirli alanında belirir. Önde gelen tiyatrolarda
satışta olan yayınların bazılarını zenginleştiren soyunma
üzerine yazılar okursanız, çıplak dansözün mesleğini
genellikle tam bir özen içinde yerine getirdiğini, özel
yaşamında kendini ev içi tutkulara, işine gelip giderken
kendine eşlik eden bir nişanlıya ya da aşılamaz duvarlar
gerisinde sorgusuz sualsiz bağlı olduğu kıskanç bir
kocaya veren biri olduğunu anlarsınız. Bunun ucuz bir
hile olduğu da düşünülmemelidir. Bununla birlikte, cesur
ve daha masum Belle Epoque’ta, yöneticiler,
müşterilerini, primadonnaların genelde olduğu kadar
özelde de açgözlü canavarlar, adam ve servet yiyiciler,
yatak odasında en ağza alınmaz incelikte bir dil
konuşan rahibeler olduklarına inandırmak için neler
neler yapardır.
Ama Belle Epoque o tantanalı, pahalı günahkarlığı
zengin yönetici sınıfa, tiyatronun ve tiyatro sonrasının
önünde eğilmek zorunda olduğu kimselere, nesnelerin
tümel mülkiyetinden, devredilemez parasal
ayrıcalıklarından yararlanan bir sınıfa sergilerdi.
Oldukça uygun ücretlerle ve günün her saatinde hatta
ceketsiz, —giysi kuralı olmadan— hatta gösteri devamlı
olduğu için üst üste iki kez izleyebileceğiniz striptiz, bu
tür striptiz ortalama vatandaşa seslenir. Ve ona dinsel
yoğunlaşma anları sunulurken, teolojisi üstü örtülü
olarak verilir, gizli inandırma biçiminde sunulur ve
engizisyon da gösterilir. Bu teolojinin temeli, inançlı
tapınıcının dişi zenginliğin haz verici maddelerine
hayran olabileceği ama onlardan yararlanamayacağıdır,
çünkü böyle bir kullanım onun elinde değildir. Eğer
isterse, toplumun ona bağışladığı ve yazgının ona
ayırdığı kadınları kullanabilir. Takat Crazy Horse’taki
kurnazca bir uyarı, eve döndüğünde karısını yetersiz
bulursa, onu, yönetimin öğrenciler ve ev kadınları için
örgütlediği davranış ve pandomim kurslarına
yazdırabileceği konusunda uyarır. Böyle kursların
gerçekte olup olmadığı, müşterinin kendi yarısına, yanı
eşine böyle bir öneri götürüp götüremeyeceği kesin
değildir; önemli olan kuşku tohumunun: Striptizi yapan
dişi Kadın ise karısının başka bir şey olduğu, ama eğer
karısı Kadınsa o zaman striptiz yapan dişinin daha
fazla, diyelim Dişi İlke, seks, vecit, günah ya da göz
kamaştırıcılık gibi bir şey olması gerektiği konusunun
kafasına ekilmiş olmasıdır. Her durumda, o kadın,
kendisine, yani seyirciye verilmeyen, yasaklanan şeydir;
gözünden kaçan temel öğedir, yapamadığı vecdîn
hedefidir, içinde hapsedilen zafer duygusudur,
duyguların bütünlüğü ve söylentilerden tanıdığı dünyaya
egemenliktir. Tipik striptiz ilişkisi, kendisinin doyum
olanaklarının eksiksiz görünümünü sunmuş olan kadının
kesinlikle tüketim için olmasını gerektirir. Concert
Mayol’da dağıtılmış olan bir kitapçık, her şeye karşın
açıklayıcı bir giriş bölümü içeriyor. Kabaca diyor ki, spot
ışıkları altında, kendini sinirli ve arzulu seyircilerin
dimdik bakışlarına sunarken, çıplak kadının zaferi,
onların o anda kendisini kendi bildik öğünleriyle
karşılaştırdıklarını ustaca biliyor olmasından geliyordur;
yani, zaferinde ötekilerin aşağılanması vardır, oysa
seyredenlerin aldığı zevk, temelde törenin özü olarak
hissedilen, acısı duyulan ve kabul edilen kendi
aşağılanmalarından ibarettir.
Ruhbilimsel yönden konuşursak, striptiz ilişkisi
sadomazoşisttir, toplumsal olarak bu sadomazoşizm,
gerçekleştirilen eğitsel tören için esastır. Striptiz,
sinirliliği arayan ve kabul eden seyirciye, üretim
araçlarını elinde tutmadığını bilinçdışı olarak öğretir.
Ama toplumsal yönden inkar edilmez bir kast
hiyerarşisini (ya da dilerseniz, sınıf diyelim) ortaya
koyuyorsa, metafiziksel olarak strpitiz seyirciyi,
kullanımında olan hazları tam da doğaları gereği
kendisinin sahip olamayacağı hazlarla karşılaştırmaya
götürür: Kendi gerçekliğini idealle, kendi kadınlarını
Kadınlıkla, kendi cinsel yaşantısını Cinsellikle, sahip
olduğu çıplakları hiçbir zaman bilemeyeceği hiper
Afrodit Çıplaklığıyla. Sonra mağaraya geri dönmek ve
duvardaki gölgelerle, kendisine bağışlananlarla
yetinmek zorundadır. Böylece bilinçdışı bir
çözümlemeyle, Stiriptiz, Platoncu durumu toplumsal
baskı gerçekliğine ve öteki-yöne geri döndürür.
Politik yaşamın kumanda düğmelerinin kendi elinde
olmayışı, yaşantılarının, kalıbını değiştiremeyeceği biri
idealar ülkesince onaylanmış olmasının da desteğiyle,
striptiz seyircisi, konumunu var olan düzende değişmez
ve katı bir öğe olarak saptayan katartik törenden sonra,
sakin her günkü sorumluluklarına dönebilir; Crazy
Horse’tan daha az soru yerler (yetkinliğin son aşaması,
Zen keşişlerinin manastırı) orada gördüğü şeylerin
imgelerini yanında götürmesine; insanlık durumunu,
adanışının ve yalnılığının akla getireceği günahkar
uygulamalarla avutmasına izin verecektir.
1960
Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz...
Okuma Raporları
Anonim, İncil
Bu metnin ilk birkaç yüz sayfasını gerçekten de soluk
soluğa okuduğumu söylemeliyim. Olaylar yerli yerinde,
günümüz okurunun iyi bir öyküden bekleyeceği her şey
var. Seks (zina, livata, ensest ilişkiler de içinde bol
miktarda), aynı zamanda cinayet, savaş, kıyımlar ve
benzer şeyler.
Olanların suçunu meleklerin üzerine atan travestileriyle
Sodom ve Comore bölümü Rabelais’ye yaraşır
güzellikte; Nuh öyküleri katkısız Jules Verne; Mısır’dan
kaçış beni büyük bir film yapın diye bağırıyor... Diğer bir
deyişle, çok iyi kurgulanmış, bol bol düğümleri olan,
özgünlüklerle dolu, dinsel saygıya yeterince yer veren,
asla trajediye kaçmayan gerçek bir olay yapıt.
Ama okumayı sürdürdükçe, bunun gerçekte çeşitli
yazarları içinde toplayan, birçok —haddinden fazla—
şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları,
anlamsız feryat ve figanı olan bir antoloji olduğunu fark
ettim.
Sonuç olarak, hilkat garibesi bir seçmeler kitabı. Herkes
için bir şeyler içerir gibi görünüyor, ama sonunda bütün
ilgiyi yitiriyor. Bütün bu çeşitli yazarlardan telif haklarının
alınması da epey baş ağrıtacaktır; tabii editör bu işi
yüklenirse sorun yok. Yeri gelmişken, yazarın adı metnin
hiçbir yerinde, hatta içindekiler bölümünde bile
geçmiyor. Kimliğini gizli tutmak için özel bir neden mi
var?
Yalnızca ilk beş bölümün yayın haklarını almaya
çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok, ayrıca,
daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba, örneğin, Kızıl Deniz
Haydutları olabilir mi?

Homeros, Odysseia
Şahsen, sevdim bu kitabı. Heyecanlı, serüvenlerle dolu
iyi bir gemici masalı. Hem karı koca bağlılığı hem de
yasak aşk çılgınlıkları olmak üzere yeterince aşk ilişkisi
içeriyor (Kalypso büyük bir karakter, gerçek bir
yamyam); genç kız Nausika’nın öyküsünde Lolita’ya
benzer bir yan bile var, buralarda yazar bazı şeyleri açık
açık söylemiyor, ama yine de kışkırtıcı. Büyük dramatik
anlar, tek gözlü bir dev, yamyamlar, hatta bazı
uyuşturucular, ama bildiğim kadarıyla lotus, narkotik
büronun listesinde bulunmadığı için yasadışı hiçbir şey
yok. Bitiş sahnesi, western geleneğinin en iyisi:
Sallanan güçlü yumruklar ve o yay germe olayı çok
başarılı gerilim sağlıyor.
Ne söyleyebilirim? Merakla okunuyor, tamam, yazarın
ilk kitabına benzemiyor, çok durağandı o, mekan
birliğiyle bozmuştu aklını ve can sıkacak derecede fazla
olay vardı. Okur üçüncü çarpışmaya ve onuncu dövüşe
geldiğinde ne söylenmek istendiğini anlamış oluyordu.
Akhilleus-Patroklos öyküsü, o kadar da gizlenmemiş
eşcinsellik damarıyla başımızı nasıl derde sokmuştu
Boston yetkilileriyle, anımsıyor musunuz? Ama bu ikinci
kitap tamamen farklı bir şey: Su gibi okunuyor. Daha
sakin bir tonda yazılmış, epey düşünülüp taşınılmış
yazılırken, ama fazla zihin yorucu değil. Sonra kurgusu,
geriye dönüşlerin kullanılışı, öykü içinde öyküler... Tek
sözcükle, bu Homeros tam aradığımız adam. Akıllı.
Belki de çok akıllı... Acaba diyorum, tamamı gerçekten
onun eseri mi? Tabii, bir yazar deneyimle geliştirebilir
kendini, biliyorum (üçüncü kitabı belki de bir olay
olacak), ama beni rahatsız eden şey —sonunda
olumsuz oy vermeye götüren şey— telif Hakları
sorununun doğurabileceği karmaşadır. Konuyu William
Morris’teki bir arkadaşa açtım ve kötü sesler aldım.
Önce, yazarı bulmak olası değil, onu tanıyan kimseler
metinde yapılacak değişiklikleri onunla tartışmamın
daima çok zor bir şey olduğunu söylüyor, çünkü
tamamen körmüş, metni izleyemezmiş; hatta metni
bütünüyle tanıdığı bile söylenemezmiş. Akıldan
yazdırıyormuş, ne yazmış olduğundan hiçbir zaman
kesinlikle emin değilmiş, yazan kişinin bazı şeyler
eklediğini de söyledi. Şimdi gerçekten kitabı o mu yazdı,
yoksa yalnızca imzasını mı attı?
Büyük bir sorun değil bu, elbet. Yayımcılık bir sanat
haline dönüştü artık, birçok kitap editörün odasında
kotarılıyor ya da birçok kişi tarafından yazılıyor da
(Mommy Dearest gibi), yine en çok satan kitap olup
çıkıyor. Ama bu ikinci kitap... çok fazla belirsizlikleri var.
Michael telif haklarının Homeros'a ait olmadığım
söylüyor, Aiolia’lı bazı ozanlara da Ödeme yapmak
zorunda kalınacak, çünkü bazı parçalar onlardan
alınma.
Sakız Adasında çalışan bir kitapçı temsilcisi, hakların,
kitabın gerçek yazarları olan yerel rapsodlara ait
olduğunu söylüyor; ama bunların o adanın yazarlar
loncasının etkin üyeleri olup olmadıkları kesin değil, öte
yandan, İzmir’de bir PR’cı,1{15} hakların yalnızca
Homeros’a ait olduğunu söylüyor, ne var ki o da ölmüş,
bu yüzden de bütün telif haklarını almak bu kente
düşüyor. Fakat İzmir böyle Bir iddiada bulunan tek kent
değil. Homeros’un ölüp ölmediğini, öldüyse ne zaman
öldüğünü saptamak olanaksız olduğuna göre, yazarın
ölümünden elli yıl sonra yayımlanan yapıtlarla ilgili 43
yasasına başvuramayız demektir. Bu noktada, Callinus
adlı bir herif onaya çıkıyor ve bütün hakların kendisinde
olduğunu söylemekle Kalmıyor, Odysseia ile birlikte
Thebai’liler, Epigoni ve Kıbrıs Şarkıları kitaplarını da
satın almamız gerektiğinde diretiyor. Bunların bir metelik
etmemesi bir yana, birtakım uzmanlar bunların Homeros
tarafından yazılmadığını da düşünüyor. O zaman nasıl
pazarlarız bunları biz? Bu insanlar büyük paralardan
söz ediyor şimdi ve Bizi nereye kadar iteceklerini
gözlüyorlar. Samothrake’li Aristarkhos’tan bir önsöz
yazmasını istedim; nüfuzlu biri, aynı zamanda iyi bir
yazar, bir de onun işi düzeltebileceğini düşündüm. Ama
o da neyin otantik olduğunu, neyin olmadığını kitabın
ana bölümünde belirtmek istiyor; eleştirel bir metinde ve
sıfır satışta karar kıldık sonunda. En iyisi, işi, kitabı
ancak yirmi yılda çıkarabilecek, üzerine birkaç yüz
dolarlık fiyat koyacak bir üniversite yayının bırakmak, o
zaman da birkaç kitaplık satın alabilecektir onu.
Karar: Bu işe atılırsak, sonu gelmez yasal zorluklara
sokarız kendimizi, kitap toplatılır, hem de daha sonra
tezgah altı satan o seks kitapları gibi değil. Bu toplatılır
ve unutulur gider. Belki bundan yirmi yıl sonra Oxford,
Dünya Klasikleri için satın alacaktır onu, ama bu arada
siz paranızı yatırmış olacaksınız buna ve kim bilir ne
kadar bekleyeceksiniz geriye almak için.
Gerçekten üzgünüm, çünkü kitap fena değil. Ama biz
yayıncıyız, dedektif değil. Bu yüzden vazgeçin derim.

Alighieri, Dante, İlahi Komedya


Alighieri sizin tipik Sunday yazarı. (Günlük yaşamda
eczacılar loncasının etkin bir üyesi.) Buna karşın, eseri
yadsınamaz bir teknik sağlamlık ve önemli bir öyküleme
sezgisi gösteriyor. Floransa lehçesinde yazılmış olan
kitap, yaklaşık yüz manzum bölümden Oluşuyor, çoğu
ilginç ve okunabilir şeyler. Ben özellikle astronomi
tanımlamaları ve bazı özlü, kışkırtıcı teolojik bilgileri
sevdim. Kitabın üçüncü bölümü en güzel yeri ve en
geniş ilgiyi çekecektir; herkesin ilgisini çekecek, sıradan
okuru ilgilendiren konuları içeriyor: Kişinin ruhunun
günahlardan arınması, Tanrının içe doğması, Kutsal
Meryem’e dualar. Ama birinci bolüm, çapraşık ve dünya
zevklerine düşkün: Ucuz erotizm, şiddet ve apaçık
edepsizlik pasajlarıyla dolu. Büyük bir sorun bu: Jacopo
da Varagine’in Golden Legend’ı bir yana, okurun, ahlak
üzerine yazılmış bir sürü kitap ve risalede öteki dünya
üzerine yazılmış olanlara gerçekten de hiçbir şey
katmayan bu ilk ‘ilahi’den ötesine nasıl geçeceğini
bilemiyorum.
Ama en büyük sorun, yazarın kendi yerel lehçesini
seçmiş olması (hiç kuşkusuz, aklı bir karış havada bir
avangard fikir esinlendirmiş bunu ona). Hepimiz
biliyoruz ki, günümüz Latincesinin bir kol aşısına
gereksinimi var —bunda direnen yalnızca ufak edebiyat
klikleri değil. Ama her şeye karşın, dilin kuralları için
olmasa bile halkın anlama yeteneğinin de bir sınırı var.
Sicilyalı şairler denenlerin başına gelenleri hepimizi
biliyoruz: Yayıncıları kitapları bisikletle bir sürü dükkana
dağıttı, ama yapıtlar yine de kaldırıma düştü.
Ayrıca, Floransa lehçesinde uzun bir şiir basarsak,
Milano lehçesinde bir tane, Padua lehçesinde bir tane
daha basmak zorunda kalırız, yoksa pazardaki yerimizi
yitiririz. Küçük yayınevlerinin, masal kitabı vb... şeyler
basanların yapacağı şeydir bu. Şahsen şiire karşı
değilim, ama şiir okurlarının hala en çok tuttuğu şeyler,
hece vezniyle yazılmış şiirlerdir ve normal bir okurun bu
ardı arkası gelmeyen üç dizeli kıtaları hoş
karşılayacağından kuşkuluyum, hele bir de Bolognalıysa
ya da Venedikliyse. Bunun için de, akla yatkın fiyatları
olan gerçekten popüler bir dizi kitap çıkarsak daha iyi
olurdu: Gildas’ın ya da Aosta’lı Anselm’inkiler gibi
örneğin. El yapımı kağıda basılı numaralanmış yayınları
da küçük avangard dergilere bırakalım. ‘For there neid
faere, naenig uuirthit...’ Postmodernlerin dil salatası.
Tasso, Torquato, Kurtarılmış Kudüs
‘Modern’ bir şövalye destanı olarak fena değil. İncelikle
yazılmış, olay kurgusu oldukça yeni: Şairler ne
zamandır Breton ya da Karolenj biçemine öykünmüyor
artık. Ama itiraf edelim ki, öykü Haçlılarla ve Kudüs’ün
alınışıyla ilgili, dinsel bir konu. Böyle bir kitabın genç
“öfkeliler” kuşağına satacağını umabiliriz. “Our Sunday
Visitor”da. Orada bile, birazcık fazla kösnül olan bazı
erotik sahnelerin kabul göreceği konusunda kuşkularım
var. Sonuçta, yazarın kitabı yeniden gözden geçirmesi
ve rahibelerin bile okuyacağı bir şekle sokması
koşuluyla oyum “evet” olur. Bunu yazarın kendisine
söyledim, böyle bir yeniden yazma fikrine karşı çıkmadı.

Diderot, Denis, Les bijoux indiscrets{16}


ve La Moine{17}
İtiraf etmeliyim ki, bu iki elyazmasının paketini henüz
açmadım, ama sanıyorum ki, bir kitap okuyusu neyin
zaman harcamaya değer, neyinse değmez olduğunu
anında hissetmelidir. Bu Diderot’u tanıyorum ben;
ansiklopediler yapar (bir zamanlar bizde de düzeltmen
olarak çalışmıştı), bir de Tanrı bilir kaç cilt tutacak, belki
de asla gün ışığına çıkamayacak zavallı bir girişimin
içinde. Kendisine bir saat düzeneğinin resimlerini ya da
bir goblen duvar halısının desenlerini çizecek teknik
ressamlar arayıp duruyor etrafta, yayıncısını iflasa
sürükleyeceğinden hiç kuşkum yok. Adam uyuşuğun
biri, roman alanında hoşa gidecek bir şey yazabileceğini
hiç sanmıyorum, özellikle bizim, içinde Restif de la
Bretonne gibi tadı tuzu yerinde, ağız sulandırıcı şeyler
olan serilerimiz gibi. Atalarımızın dediği gibi, çizmeyi
aşmamalı insan.
Sade, D .A . François, Justine
Elyazması, bu hafta bakmak zorunda olduğum koca bir
yıginın içindeydi, doğrusu baştan aşağı okumadım.
Farklı yerlerinden rastgele üç kere açtım, sizin de
bildiğiniz gibi, bu işte uzman biri için yeterli bu.
İlk açışımda, doğa felsefesi üzerine sayfalarca sözcük
yağmuru altında kaldım: Hayatta kalma savaşımının
zalimliği üzerine, bitkilerin üremesi, hayvan türlerinin
dönemleri üzerine konu dışı bir takım sözler. İkinci kez,
haz kavramı, duyular ve imgelem üzerine en azından on
beş sayfa… Üçüncü kez, dünyanın çeşitli ülkelerinde
erkeklerle kadınlar arasında boyun eğme sorunu
üzerine yirmi sayfa... Bu kadarı yeter sanırım. Bir felsefe
yapıtı aramıyoruz biz Günümüz alıcısı seks ve daha çok
seks istiyor. Her şekil ve biçimde. İzlememiz gereken
çizgi Les Amours du Chevalier de Faublas’tır.
Entelektüel şeyleri Indiana’ya bırakalım.
Cervantes, Miguel, Don Quixote
Kitap —en azından okunabilir kısmı— şövalye düşleri
peşinde dünyayı dolaşan bir İspanyol beyiyle onun
uşağının öyküsünü anlatıyor. Don Quixote denilen bu
adam biraz kaçık (karakter eksiksiz işlenmiş, Cervantes
ise bir masalın nasıl örüleceğini biliyor). Uşak
işlenmemiş bir sağduyuya sahip saftoriğin biri
efendisinin fantezilerine iğneler batırdıkça onunla
özdeşleşiyor. Bazı İyi dramatik düğümlere ve birtakım
eğlendirici ve özlü sahnelere sahip olan öykü için bu
kadar söz yeter. Benim itirazım kitaba olan kişisel
yanıtıma dayanmıyor.
Bizim başarılı ucuz serimiz “Yaşamın Olguları”nda,
Amadis of Gaul, The Legend of the Graal, The
Romance of Tristan, The Lay of the Little Bird, The Tale
of Troy ve Erec and Enid gibi kitaplar yayımladık ve çok
iyi sonuçlar aldık. O umut verici genç Barberino’nun The
Kings of France’ını da alabiliriz bunların içine ve bana
sorarsanız yılın, hatta ayın kitabı olacaktır o, çünkü
onda sıradan kimseleri çekecek çok şey var. Şimdi, bu
Cervantes’i basarsak, aslında ne kadar değerli olursa
olsun, ortaya çıkaracağımız kitap bütün o romanların
deli saçması şeyler olduğunu göstereceği için bütün bir
listeyi altüst edecektir. Evet, anlatım özgürlüğü, politik
doğruluk hakkındaki bütün o şeyleri ve elimizdeki şeyi
de biliyorum, ama bize ekmek veren eli de ısıranlayız.
Ayrıca, bu kitap bir atımlık barut gibi geliyor bana. Yazar
hapisten yeni çıkmış, kötü durumda, şimdi tam
anımsamıyorum kolunu mu, bacağını mı ne kesmişler,
ama başka bir şey yazmaya da hevesli değil. Korkarım
ki, ne pahasına olursa olsun yeni bir şey ortaya
koymakta acele edersek, şu ana kadar popüler, ahlaki
ve (dürüst olalım) kazançlı olduğunu kanıtlamış olan bir
yayın programını tehlikeye atabiliriz. Ben hayır diyorum.

Manzoni, Alessandro, I Promessi sposi{18}


Baskı sayılarıyla ilgili rakamlara inanılacak olursa,
bugünlerde büyük roman modası var. Öte yandan
roman var, romancık var. Doyle’un Beyaz Şirket’ini ya
da Henty’nin Pike ve Dyke’ını satın almış olsaydık, ucuz
baskı serimize ne koyacağımızı bilirdik. Bunlar halkın
okuduğu ve bundan iki yüz yıl sonra da okuyacağı
kitaplar, çünkü doğrudan kalbe sesleniyorlar, basit ve
çekici bir dille yazılmış şeyler, bölgesel köklerini
gizlemeye çalışmıyorlar, feodal huzursuzluk ve Aşağı
Ülkelerin özgürlüğü gibi konulan ele alıyorlar. Manzonî
ise, tersine, romanını kötü bir dönüm noktası olan on
yedinci yüzyılla başlatıyor. Ayrıca, ne balık, ne tavuk
olan bir tür Milano-Floransa dili icat ederek çok kuşkulu
bir dilbilimsel deneye girişiyor. Yaratıcı yazarlık
kursunun genç öğrencilerine bir örnek olarak
sunamazdım onu kuşkusuz. Ama daha da kötüsü var.
Gerçek şu ki, yazarımız sıradan bir öykü kuruyor: Bazı
yerel derebeylerinin işbirliğiyle evlenmeleri önlenen
yoksul bir nişanlı çiftin masalı. Sonunda evleniyorlar ve
herkes mutlu oluyor. Okurun altı yüz sayfayı hazmetmek
zorunda olduğunu düşünürsek biraz zayıf kalıyor bu
son. Bundan başka, Manzoni, Tanrı üzerine görünüşte
tatlı dilli bir vaaz veriyorsa da, gerçekte bir yığın
kötümserlik boca ediyor üstümüze (tam adıyla
söylersek, kendisi bir Jansenist'tir). Yazarın ucuz felsefi
nutuklar çekmesi ya da daha kötüsü, yarı Latince bir
diyalog arasına iki on yedinci yüzyıl bildirisi koyarak ve
okurun çok sevdiği olumlu kahramanlara pek de uygun
olmayan bir sözde halk ağzı konuşma ekleyerek bir
dilbilimsel kolaj yapabilmesi için boyuna kesilen bir
anlatı değil, oldukça farklı bir şey, daha hamasi öyküler
isteyen bugünün okuruna insani zayıflık ve ulusal
başarısızlık üzerine en iç karartıcı düşünceler iletiyor.
Hewlett’in Orman Aşıkları gibi akıcı, tatlı küçük kitabını
yeni bitirmiştim ki, bu I Promessi sposi’yi büyük çaba
harcayarak okudum. Yazarın sadede gelmesinin kaç
sayfa alacağını görmek için birinci sayfaya dönmek
zorunda kalıyorsunuz. Eh, sonuç da belli: Herkeste
anlatı yeteneği yoktur, iyi İtalyanca yazmak ise daha az
kimseye özgür bir şey.
Yine de, kitap tamamen değersiz değil. Ama uyarırım
sizi: İlk baskıyı satmak çok uzun süre alacaktır.

Proust, Marcel, A la vecherche


du temps perdu{19}
Hiç kuşkusuz bir dizi roman bu, belki çok uzun, ama
karton kapaklı bir dizi olarak satabilirdi.
Ama bu haliyle olanaksız. Ciddi bir düzeltme
gerektiriyor. Örneğin, noktalamanın yeniden yapılması
zorunlu. Cümleler üzerinde çok fazla uğraşılmış; bazıları
bütün bir sayfa tutuyor. Her cümleyi en fazla iki ya da üç
satıra indirerek, paragrafları bölerek, daha sık satır başı
yaparak, sıkı bir yayınevi içi çalışmasıyla kitap
inanılmaz derecede düzeltilebilirdi.
Eğer yazar buna razı olmazsa, o zaman unutun gitsin.
Bu haliyle kitap çok, çok —ne demeli?— çok tıknefes.

Kant, Immanuel, Pratik Aklın


Eleştirisi
Susan’dan şuna bir bakmasını rica ettim, Barthes’tan
sonra bu Kant’ı çevirmenin hiçbir anlamı olmadığını
söyledi bana. Buna karşın, ben kendim bir göz attım
kitaba. Ahlak üzerine oldukça kısa bir kitap bizim felsefe
dizisine çok uygun düşebilir, hatta bazı üniversitelerce
ders kitabı olarak da kabul edilebilirdi. Ama Alman
yayıncı eğer bu kitabı alırsak, yazarın yalnızca bundan
önceki kitabını —en azından iki ciltlik kocaman bir şey—
değil şu anda üzerinde çalışmakta olduğu kitabı da —
sanat ya da yargı üzerine, hangisi pek emin değilim—
almış sayılacağımızı söylüyor. Bütün bu üç kitap aşağı
yukarı aynı başlığı taşıyor, bu yüzden bir kutu içinde
satılmak zorunda (ve de hiçbir okurun kaldıramayacağı
bir fiyata); yoksa kitapçıda kitap seçenler bunlan
birbirine karıştırır ve “Ben buna bakmıştım,” diye
düşünebilir. O Dominiken’in Summa’sını anımsıyor
musunuz? Çevirmeye başlamış, daha sonra da
bütçemizi aştığı için, yayın haklarını Sheed and Ward’a
aktarmak zorunda kalmıştık.
Bir başka sorun daha var. Alman firma bana bu Kant
denen adamın daha az önemli öteki eserlerini de
yayımlamak zorunda olduğumuzu söyledi, astronomi
üzerine şeyler içeren koca bir yığın. Evvelsi gün,
yalnızca bir tek kitap yapabilir miyiz diye öğrenmek için
doğrudan yazarın kendisine, Koenigsberg’e telefon
etmeye çalıştım, temizlikçi kadın efendisinin dışarı
çıktığını, saat beş ile altı arasında aramamamı, çünkü o
saatte yürüyüşe çıktığını, yine üç ile dört arasında
aramamamı, çünkü şekerleme saati olduğunu söyledi.
Böyle bir adamla iş yapmanın karşısında olduğumu
söylemek isterim: Kitapları depomuzda dağlar gibi yığılır
sonunda.

Kafka, Franz, Dava


Küçük, güzel bir kitap. Hitchcock izleri taşıyan,
heyecanlı bir şey Sondaki cinayet, örneğin. Alıcısı
olabilirdi.
Fakat besbelli, yazar ağır sansürlü bir düzende
yazmakta yoksa bütün o belli belirsiz göndermeler,
insanlara ve yerlere ad vermeme hilesi niye? Ve
kahraman, mahkemede niçin sorgulanıyor? Eğer bu
noktaları aydınlatır, olayın yeri ve zamanını daha somut
hale getirirsek (olaylar olmalı, olaylar, olaylar, olaylar), o
zaman eylem daha kolay izlenebilir ve gerilim sağlanmış
olur.
Bu genç yazarlar “Bay falan filan, filan şehirde” diyeceği
yerde “bir adam” demekle “şiirse” olduklarım sanıyorlar.
Gerçek yazma sanatı, gazetecinin eski beş sorusunu
akılda tutmak zorundadır: Kim?' Ne? Ne zaman?
Nerede? Niçin? Kitabı özgürce yeniden ele alabilirsek,
satın alın derim. Yoksa, hayır.

Joyce, James, Finnegans Wake{20}


Büro yöneticisine, okunmak üzere kitap gönderirken
daha dikkatli olmasını söyleyin lütfen. Bir İngiliz dili
okuruyum ben, tutup bir başka dilde, kahrolası bir dilde
yazılmış bir kitap gönderiyorsunuz. Ayrı bir zarfta geriye
gönderiyorum onıı.
1972
Esquisse d’un nouveau chat{21}
Odanın köşesinden masaya on adım yürüyün. Masadan
arka duvara, beş adım. Masanın karşısında açık bir kapı
var. Kapıdan sizin köşeye, altı adım. Bakışlarınız odayı
karşı köşeye doğru diyagonal olarak çaprazlarken,
ileriye doğru bakarsanız, başınız odaya dönük, kıvrık
kuyruğunuz her iki duvarın köşe oluşturduğu yere
sürtünür durumda çömeldiğinizde, o zaman altı adım
önünüzde, gözünüz hizasında, yarığın içinde
beyazlaşan bir sıra ince çizgiyle kazınmış parlak, koyu
kahverengi, silindirimsi bir şekil göreceksiniz. Yerden
yaklaşık beş santim yukarıda soyulmuş bir yüzey, azami
çapı altı santim belirsiz bir çokgene yönelerek düzensiz
bir çember şeklinde yayılıyor. Yine beyazımsı, ama ince
çizgilerdekinden daha donuk beyaz bir de tabam var,
sanki toz, uzun zamandan beri, günleri, ayları, yılları ya
da bin yılları aşan bir sureyle yerleşmiş oraya.
Soyulmuş yüzeyin üzerinde, izlerin daha da
belirginleştirdiği parlak kahverengi silindir yükseliyor,
yerden yüz yirmi santim yüksekliğinde bir kenarortaya
kadar, dikdörtgen görünüşlü bir başka şekil biniyor
üstüne, ama sizin köşeden karşı köşeye kadar uzanan
köşegen boyunca bu nesneyi gören gözünüz, onu bir
paralelkenar olarak görüyor. Şimdiyse, görüş alanınızı
uzatınca, birbiriyle bakışımlı olarak yer almış, hepsi
birinciye göre bakışımlı üç tane başka silindirimsi cisim
fark ediyorsunuz, öyle ki, bir başka paralelkenarın üç
tepesi gibi görünüyorlar, bu yüzden de eğer bunlar
yerden yüz yirmi santim yukarıdaki iri dikdörtgen
nesneyi destekliyorsa, siz öyle olduğunu sanıyorsunuz,
belki de karenin dört köşesinde yer almış da olabilirler.
Gözünüz dikdörtgen şeklin üzerinde ne durduğunu
kesin olarak görmüyor. Ondan, size doğru kırmızımsı bir
kitle fırlıyor, enlemesine beyazımsı bir maddeyle çevrili.
Kırmızımsı kitle, çeşitli noktalarda kırmızı benekleri olan
kırışık, sarı bir kağıt parçası üzerinde duruyor, sanki
kitle yaşam salgısının bir kısmını o kaba sarı yüzey
üzerinde bırakmış canlı bir şeymiş gibi.
Gözbebeğinizin önünde, badem şeklindeki göz küresini
korumak için aşağı doğru inen kaşınızın ipliksi ve
birbirine karışık kıllarını ve daha ileride, sanki
perspektiften, görülür görülmez titreyen uzun sakalları
devamlı olarak gören siz, şimdi aniden ve eğik olarak
burnunuzun altında kırmızı, kırışık, hareketli bir yüzey
görüyorsunuz, dikdörtgenin üzerinde duran kitlenin
kırmızısından daha parlak kırmızı.
Şimdi, iri kırmızı kitlenin çekiciliğine kapılmış,
sakallarınızı yalıyorsunuz; bakışınızla hareketlenmiş
kırmızımsı kitle yaşamsal sıvı damlalarını buruşmuş sarı
kağıt parçası üzerine damlatıyor şimdi; siz ve kırmızımsı
kitle karşılıklı bir çekim içine katılıyorsunuz. İkiyüzlü
olmanızın bir yararı yok: Bir kez daha dikiyorsunuz
gözünüzü masanın üzerindeki ete.
Eti ele geçirmenizi sağlayacak bir sıçrama yapmak
üzeresiniz şimdi. Sıçrama merkezinizden masanın
yüzeyine olan ara altı adım; ama bakışlarınızı yine
masanın ayağına çevirirseniz, onun yanında boru
şeklinde iki ayrı yüzey göreceksiniz, onlar da kahverengi
ama katı görünümde, daha değişken. Masa da, et de
olmayan bütünleyici bir şeyin varlığını fark ediyorsunuz
artık. Bu şeyin altında, yer düzeyinde bir çift belli belirsiz
oval, kahverengi şekil çarpıyor gözünüze, üst yüzeyi,
dudakları yine kahverengi bir iplerle birbirine bağlanmış
geniş bir yarıkla çentilmiş. Artık tanıyorsunuz o adamı.
Masanın yanında, etin yanında. Sıçramıyorsunuz.
Daha önce bir kez daha bu durumda olup olmadığınızı,
masanın karşısındaki duvarı süsleyen büyük resimde
buna benzer bir sahneye tanık olup olmadığınızı
soruyorsunuz kendi kendinize. Resim köşede bir
çocuğun durduğu kalabalık bir meyhaneyi gösteriyor;
ortada bir masa var, üzerinde büyük bir parça et,
masanın yanında ayakta, her yanı sarkan bol bir
pantolon ve kahverengi ayakkabılar giymiş bir asker
figürü görünüyor. Uzak köşede sıçramaya hazırlanan bir
kedi görülebiliyor. Resme daha yakından bakarsanız,
kedinin gözbebeklerinde Hemen hemen boş bir oda
imgesi fark edebilirsiniz, odanın ortasında silindir
bacakları olan bir masa duruyor. Üstünde sarı renkte
kaba, yer yer etin kanıyla lekelenmiş bir kasap kağıdının
üzerinde büyük bir parça et var. Masanın yanında kimse
yok.
Birden, resimdeki kedinin gözbebeğinde açık yansıması
görünen kedi ete doğru bir sıçrama hareketi yapıyor;
fakat aynı zamanda resimdeki masanın yanında duran
adam kediye doğru atak yapıyor ve siz şimdi kaçan
kedinin resimdeki kedinin gözbebeklerinde yansıyan
kedi mi, yoksa resimdeki kedi mi olduğunu
bilmiyorsunuz. Belki sizsiniz, sıçramayı yaptıktan sonra
kaptığınız et ağzınızda kaçmaktasınız. Sizi kovalayansa
meyhanenin, resimdeki kedinin tam karşısındaki
köşesinde duran çocuktur.
Sizin gözlerinizden masaya kadar beş adım var;
masadan uzak duvara, altı adım; duvardan kapıya sekiz
adım. Masanın üzerinde hala dokunulmamış duran iri
kırmızımsı et kitlesi görülemiyor. Resimdeki masanın
üzerinde et hala görülüyor, fakat masanın yanında şimdi
gevşek, sarkık pantolonlu iki adam görüyorsunuz.
Resimdeki kedinin karşısındaki köşede çocuk
görülemiyor artık. Resimdeki kedinin gözbebeğindeki
yansımada, masadan beş adım ötede köşedeki kediyi
artık göremiyorsunuz. Gerçeklik değil bu.
Bu anıyı silmek için umutsuzca bir silgi arardınız.
Kuyruğunuz, sırtınızın gerisinde buluşan iki duvarın
oluşturduğu doksan derecelik açıya karşı şapşal şapşal
sürükleniyor. Sizi, dünyayı bu nesnel tarzda görmeye
iten şeyin kedice durumunuz mu, yoksa kendinizi içinde
bulduğunuz bu labirentin, bir de masanın yanındaki
adamın labirentinin, her zamanki uzamınız mı olduğunu
soruyorsunuz kendinize. Yoksa her ikiniz, sırf yazınsal
bir alıştırma olsun diye her ikinizi de bu gerilime sokan,
üzerinizdeki gözdeki imgeden başka bir şey değil
misiniz? Durum böyleyse, doğru bir şey değil. Tanığı
olduğunuz şeyleri, size tanık olmuş olan şeyleri ve sizin
olduğunuz şeyleri birleştirmenizi sağlayacak bir ilişki
olması gerekirdi. İçinde kendinizi hareketsiz gördüğünüz
şeylerin, hem sizin görüldüğünüz şeylerle hem de
gördüğünüz şeylerle anlaşılmaz bir bağı olması gerekir.
Eğer adam resme doğru bir atak yaptı da çocuğu
dişleriyle yakaladıysa, o zaman siz onu resmin içine,
meyhanenin kapısının ötesine ve beyaz kar
taneciklerinin —önce yana doğru, sonra giderek düz ve
gözlerinize daha yakın, ipliksi, fırlayan şeyler, sizin
önünde titreşen ufak lekeler— uçuştuğu yola kadar
kovaladınız. Bunlar sizin sakallarınız. Eğer adam eti
aldıysa, eğer sıçramayı siz yaptıysanız, eğer et
masanın üzerinde idiyse ve çocuk kar tanecikleri
arasına kaçtıysa, sizin gövdeye indireceğiniz ve sizin
onu görmediğiniz masanın üzerinde duran eti kim aldı?
Fakat siz bir kedisiniz belki de ve bu durumda bir nesne
olarak kalıyorsunuz. Bunu değiştiremiyorsunuz.
Durumun değişmesini istiyorsunuz, fakat kendinizde bir
değişmeyi kastediyorsunuz. Sizin evreninizdir bu.
Düşünmekte olduğunuz şey, hakkında hiçbir şey
bilmediğiniz, Onların da sizin hakkınızda hiçbir şey
bilmediği insani bir evrendir. Yine de bu düşünce baştan
çıkarıyor sizi.
Buyurganı siz olan olası bir yeni roman düşlüyorsunuz,
fakat bunu daha ileri götürmeye cesaret edemiyorsunuz,
çünkü labirentinizin rahat umulmazlığına apaçıklığın
korkunç düzensizliğini sokmak zorunda kalacaksınız.
Bir kedinin öyküsünü düşünüyorsunuz, başına bu kadar
çok, böyle korkunç şeyler geleceğini hiç kimsenin
ummadığı —aslında böyle şeyler gören— doğuştan
soylu, saygıdeğer bir kedi. Bu kedi çeşitli değişimlere ve
şaşırtıcı şeylere uğruyor, beklenmedik işlere giriyor
(kendi anasıyla yatmış ya da iri kırmızı bir et parçasını
kapmak için kendi babasını öldürmüştür) ve bu gibi işler
çoğalırken, oyuna tanıklık eden seyirci kediler korku ve
dehşet hissediyorlar; olayların mantıksal gelişimi ani bir
felaketle, her türlü gerilimin bittiği bir doruğa
tırmanıncaya kadar, bundan sonra kediler kendini
gösteriyor ve onların coşkularını yönlendirmiş olan siz
bir arınma, bir katarsis duyuyorsunuz.
Artık biliyorsunuz, böyle bir çözüm sizi odanın, etin ve
belki de adamın ve çocuğun sahibi kılabilirdi. İnkar
etmeyin: Gelecekteki bir kedi yerine bu çizgiyle marazi
olarak çiziliyorsunuz. Ama daha sonra bir avangard
üyesi yaftası yapıştırılacak size. Bu öyküyü hiçbir
zaman yazamayacağınızı biliyorsunuz. Onu hayal bile
etmediniz, bir et parçasını seyrederken düşünmüş
olabileceğinizi hiç kimseye anlatmadınız. Bu odanın
köşesinde hiçbir zaman yere çömelmediniz.
Şimdi kedi, duvarların doksan derecelik bir açı
oluşturacak biçimde birleştiği odanın köşesinde. Onun
bıyıklarının ucundan masaya beş adım var.
1961
Cennetten Son Haberler
Aşağıdaki bölümler, cansız bedeni Ararat Dağı’nın
bayırlarında bulunmuş olan gezeteci John Smith’in not
defterinden alındı. Smith’in çalıştığı gazete onun özel bir
görevle Küçük Asya’ya gönderildiğini doğruluyor, ama
bu görevin niteliğini açıklamayı reddediyor. Ararat,
Ermenistan sınırında olduğu için bu medya yasağını
uluslararası bir olaya neden olmamak için Dışişleri
Bakanlığı koymuş olabilir. Smith’in vücudunda bazı ciddi
yanıklar dışında hiçbir yara görünmüyor, onu bulmuş
olan çobanın sözleriyle “sanki bir yıldırım çarpmış
gibiydi.” Fakat Erzurum Meteoroloji İstasyonunun bize
bildirdiğine göre son altı aydır bölgede herhangi bir
fırtına, hatta şiddetli yağmur filan görülmemiş. Bu metin
not defterinin başka hiçbir yerinde adı geçmeyen belirsiz
bir kaynaktan Smith’e bir takım şeyler söylendiğini
açıkça gösteriyor.
Yağmur! Bu lanet hükümetin işi! Görüyor musunuz?
Yukarıdaki şu bulutu. Boyuna damlıyor. Ama bir
yakınmaya kalkın. Bu çevrede onlardan yüzden fazlası
olmalı. O görülesi irilikteki sirrüsleri oralara yerleştirmek
için bir servet harcıyorlar. Halkla ilişkiler, diyorlar.
Buralarda her şey ne güzel olacakken, dökülüyor. Bak,
sana bunları söylüyorum, ama adımı verme: Bela
istemiyorum. Ayrıca, merdivenin en aşağıdaki
basamağıyım ben. İki bin yıldır buradayım, ama o bir
yığın Hıristiyan Şehitle geldim ve bize köpek muamelesi
yapıyorlar. Sizin hakkınız değil, diyorlar, aslanlara
teşekkür edin siz. Ne demek istediğimi anlıyorsun?
Kutsal Masumlar dışında gerçekten de yığının temeliyiz
biz. Ama şimdi sana söylediklerimi on bin kere on bin
kişiden duyabilirsin, belki de daha fazla, çünkü
hoşnutsuzluk her yere yayılmış durumda. Bunun için,
yaz, bir yere not et.
Dökülüyor, diyorum. Bu koskoca bürokrasi, ama hiçbir
şey katı, sağlam değil. Hikaye de bu.
Ve O bilmiyor. Bir tek şey bile. Her şey Daha Yüksek
Kademelerce yürütülüyor; onların sözleri yasa, hçbir
şeyi paylaşmamıza izin vermiyorlar. Makine dönüp
duruyor yalnızca.
Bir şey bilmek ister misin? Bugün bile, on Müslüman
öldürmüş olan biri hemen girebilir oraya: İlk Haçlı
seterine kadar giden bir kural bu, kimse de karşı çıkmak
için kılını kıpırdatmıyor Bunun için de her gün yirmi-otuz
paraşüt birliği askeri yürüyüşle geliyor da, kimse
parmağını oynatmıyor. Sana söylüyorum. Hala
Albigense’lerin ortadan kaldırılması için bir büro var.
Orada neler olduğuna dair hiçbir bilgi yok, ama bütün o
başlıklı kağıtlarıyla ve özel çıkarlarıyla, o var.
Bu konuda bir şeyler yapmaya kalk. Dominyonlar —
korkunç bir hizip bunlar hiç kimsenin kapıdan içeri bir
adım atmasına izin vermez. Büyük ya da küçük, herkes
aynı davranışı istiyor. İblis’e eski saygınlığını
kazandırma girişimi üzerine çıkan şamatayı düşün.
Yeterince kolay, öyle düşünmüyor musun? Aşağıya bir
haberleşme kanalı açıyorsun ve koskoca kötülük sorunu
çözülüyor. Aslında, genç kralların peşinde koştuğu da
bu, ama görüyorsun nasıl susturulmuşlar. Ya
Koruyucular? Bu konuda bir şeyler okudun mu? Çok
aşağıda, insanlara çok yakın bir yerdeydiler; onları
anlıyorlardı ve doğallıkla onların tarafını tutuyorlardı. Eh,
Koruyuculardan bazıları arkadaşlıkta fazla ileri gitmiş
olabilir; sınıf dayanışması, çok doğal bir şey. Öyleyse?
Görevlerinden alındılar ve yeniden Primum Mobile’in{22}
Kazan Dairesine atandılar. Ve Ona bir şey söylenip
söylenmediğini hiç kimse bilmiyor —tekrar ediyorum, hiç
kimse!. Kararlar, tezkereler çıkararak istediklerini
yapıyorlar ve hiçbir şey kımıldamıyor yerinden. Bir milim
bile.
Batlamyus reformunu kabul etmelerinin kaç yüzyıl
aldığını düşün. Batlamyus öldüğünde, Pisagor
reformunu bile henüz onaylamamışlardı, Yeryüzünün
tepsi gibi düz olduğunu ve uçurumun kenarlarının
hemen Cebelitarık Boğazının kenarındaki kayalıklarda
başladığını ileri süren barbar modeli savunuyorlardı.
Başka bir şey daha ister misin? Dante buraya
geldiğinde, Batlamyus’la ilişkiyi pek kesmemişlerdi
daha, hala bir Küreler Bakanlığı Müziği2{23} vardı; her
gezegen güneş çevresinde dönerken skalada farklı bir
ses çıkarsaydı, o zaman hep birlikte klavyede bir kedi
dolaşıyor gibi olurdu, bir şamata yani. Deyimimi
bağışlayın. Cehennem gürültüsü demek istemiştim.
Bir başka şey. Şunu bir dinleyin hele: Galileo
Saggiatore’yi yayınladığında, burada hala Pisagor’un
Karşıt dünyasını suçlayan bir kitapçık dolaşıyordu elden
ele. Ama O, Karşıtdünya öyküsünü hiç duymadı, bunu
tamamen güvenilir bir kaynaktan biliyorum. Bütün
Ortaçağlar boyunca hep bilisiz tutuldu O; Seraphim
Çetesi Paris’teki Teoloji Fakültesiyle işbirliği halindeydi,
tüm sorunun sorumluluğunu üzerlerine almışlardı.
Eski Cennet günlerinde farklı bir varlıktı O.
Görülebilecek bir şeymiş, dediklerine göre! Kişisel
olarak görünür, Adem ve Havva’yı ziyarete gelirmiş,
sesini bir işitmeliymişsin! Ondan da öncesi? O,
tamamen kendi elleriyle kendinin yaptığı bir şeymiş.
Peki o yedıncı gün dinlenme konusu? Hah Dosyalama
işini yaptığı zamandır o.
Fakat o zaman bile, evet, o zaman bile... Onun Kaosa el
atması için nelerden geçmesi gerekmişti! Raphael ile
öteki on ya da on iki kodaman vardı, karşı çıkıyorlardı; o
zaman parsellenmiş olan Kaosu kalıt edinmişlerdi.
Başkaldıranları geriye püskürtmelerinin ödülüydü bu...
Bunun için de güç kullanması gerekmişti. Onun! Onu
görmeliydin! Suların üzerinde hareket edişi, falan: Eski
bir kovboy filminde imdada yetişen atlı gibi. Onu görmüş
olan hiç kimse unutmadı bunu. Ah o eski güzel günler.
Başkaldıranlar mı? Eh, bu işler nasıl olur bilirsin. Şimdi
Resmi Tarih var, bunun için de bir tek anlatı var,
Koro’nunki, ama aslını sorarsan… İblis’i erken doğmuş
bir faşiste, bir kripto-komüniste döndürdüler. Olsa olsa
bir sosyal demokrattı o. Reform hakkında fikirleri olan
bir entelektüel, hepsi bu, hani o ihtilallerde hep
öldürülen türden. Gerçekte İblis ne istiyordu? Daha
geniş bir temsil ve Kaosun daha adil bir bölüşümü. Peki
zamanında Kaosu bölmüş olan kimse O değil miydi?
Görüyorsun nasıl gidiyor işler, sonunda kendine geliyor,
ama doğrudan Ona hiçbir şey söylenmemeli.
Aydınlanmış, ha evet, öyledir O, mutlaka; ama her
şeyden önce paternalist.
Öte yandan temsil daha çok uzaklarda henüz ve orada
kalacak. Değişiklik isterdi sanırım O. Ama Daha Yüksek
Sınıflar, onlar fısıldıyor onun kulağına. Şu Göreceliğe ne
olduğuna bir bak. Bir karar çıkarmak bundan daha mı
belalı olurdu? Kristalin’de yapılmış olan uzay-zaman
gözlemlerinin, Merkür Göğünde yapılanlardan farklı
olduğunu biliyor O. Ne demek istediğimi anlıyor musun?
O elbette biliyor. Evreni O yaptı, tamam mı? Ama bunu
söylemeye çalış. Seni doğrudan Primum Mobil Kazan
Dairesine gönderirler. Başka çıkış yolu yok: Evreni ve
kavisli uzayı genişletmeyi kabul edince Cennetin
bölümlerini lağvetmek ve Primum Mobile’in yerine
devamlı ve ayrıntılı bir güç kaynağı koymak zorunda
kalacaktır. O zaman da bütün görevler ve memuriyetler
gereksiz olacaktır: Venüs Göğü Egemenlikleri, Semavi
Koruma Merkezi Göksel Hiyerarşisi, Cennetin Merkezi
Yönetim Görevlileri, Primum Mobile’in Melekler Kurumu,
Mistik Gül Muhafızları! Ne demek istediğimi anlıyorsun?
Eski örgütlenme kaldırılıyor ve merkeze bağlı olmayan
yeni bir personel çizelgesi kurulmak zorunda. Makamı
olmayan on büyük Başmelek: Olacak olan bu. Başka
bir deyişle, hiçbir şey olmayacak.
Primum Mobüe’ın kontrol odasına bir uğra da,
E=mc2’den söz etmeye kalk. Sabotajdan mahkemeye
veririler seni. Kazan Dairesi yöneticilerinin hala,
Buridan’ın yönetiminde ve Saksonyalı Albert’in yazdığı
Zor Kuramı ve Uygulaması adlı bir ders kitabıyla ve Vis
Movendiye Kullanışlı Kılavuz’la eğitim gördüklerinin
farkında mısın?
Karışıklıkların ortaya çıktığı yer burası işte. Daha dün
Gezegenler İnisiyatifi Bürosu, Kuğu Bulutsusunun
yakınında bir sistem kurdu. Duymalıydın onları.
Episiklusun dengelenmesi diye bir şeyden söz
ediyorlardı. Bin yıl anımsayacakları bir nova patlaması.
Bütün bölge radyoaktif hale gelecek. O zaman bunun
sorumlusu kim diye bulmaya çalış sen. Bir kazaydı,
derler. Ama bir kaza Şans demektir, biliyorsun, Şans ise
Kadim İnsanın İktidarı üzerine düşmüş gölge demektir.
Bunlar pek öyle önemsiz şeyler değil ve O Biliyor bunu.
Böyle şeylere karşı tetikte. Birleşik Yedi Cennete, Şans
istatistiği yıkıcı kuramı üzerine kişisel olarak bir not
yazdı.
Ne yapılabilir diye mi soruyorsun? Kökten bir yeniden
örgütlenmeyle ve genişleyen yeni bir yapıyla her şey
düzelebilir. Genişliyor, genişliyorsun ve güzel bir günde
yeniden Cehennemle birleşiyorsun. Dediklerine göre
bütün istedikleri de buymuş. Uyum, göksel uyum, her
şeyi kucaklayan aşk. Duymalısın ne dediklerini. Ama
hepsi laf, yalnızca konuşuyorlar. Jüpiter konuşmasında
Cebrail, Önce Cennet politikamızdan söz etti. Daha
yakından bakarsan, büzülen evren anlamına gelir bu.
Cebrail! Ne garip biri! Elinden gelse, sınırsız bir Dünya
ilan ederdi, Cehennem gibi. Dünyaya hiçbir zaman
katlanamadı. Annuciation{24} törenini yönetti, ama tören
boyunca dişleri sıkılıydı hep. Reddedemedi. Daha sonra
o kız hakkında etrafta neler söylediğini bir bilseydin...
Ona göre, Oğul çok fazla soldaymış. Anlıyor musun ne
dediğimi? Ve Pentecost{25} yüzünden Ruhülkudüs’ü
hiçbir zaman affetmedi. O on İki herif çok açıkgözmüş,
öyle diyor, tek eksikleri dinsel toplantılarda anlaşılmaz
bir dille konuşma yeteneğiymiş!
Zor bir adam ve bir demagog. Musa’yla işbirliği içinde.
Cebrail’e göre yaratışın amacı seçkin kişileri Mısır’ın
köleliğinden kurtarmaktı. Bunu yaptık artık, diyor, tamam
öyleyse. Şirketi kapatalım, başka bir işe yaramaz. Eğer
Oğul olmasaydı, Cebrail yapardı bunu şimdiye kadar.
Şöyle diyebilirsin: Eh, biz de Oğulu destekleyelim,
zamanı gelince harekete geçecektir. Ama tehlikeli bu.
Yaşlı Adam sanıldığından daha zekidir ve asla unutmaz
O. Meleklerin bir kez daha cennetten atılması fikri
burada herkesi korkutur. Bir de Hayalet var, nereye
eğilse orada eser, dendiğine göre, bunun için de onun
ne yanda olduğunu asla bilemezsin. Belki zamanı
gelince çekilecek, ama o zaman biz nerede olacağız?
Oğul da... bak sana diyeyim. Sol kanattan o, doğruya
doğru. Konuşmalarına bakarsan herkes solda. Ama —
diyelim— belirsizlik ilkesini kabul eder miydi? İstersen,
bir elektronun pozisyonunu, enerjisini, hatta doğum
yılını tayin edebilirsin! Beni izle yalnız! Başkaları için
bunun o kadar kolay olduğunu bilmiyor mu? Ama ona
göre, entelektüellerin palavrası bu: “Cennetin bugünkü
durumu,” dedi bu yıl Noel bildirisinde, “Krallığın gelenek
saygısını korumakla birlikte geleceğe doğru çekincesiz
ilerlemesini sağlayacak en iyi örgütlenme planını temsil
etmekte!” Anlıyor musun?
Bütün bunlar saçma gelebilir sana. Dünya kendi bildiği
gibi gidiyor, yine de; bu tipler kendi aralarında
tartışıyorlar, ama bir başkası işin içine girer korkusuyla
Dünyaya parmağının ucuyla dokunamıyor. Oysa bizim
için hayat memat meselesi. Koloni gezegenler üzerinde
yaşayanlar gerçekten de Krallıktan atıldılar. Atılımsalar,
işkencelerden geçmek, cennetlerden birine yurttaşlık
için başvurmak zorundalar. Sonra, boş ver. Bilirsin:
Bütün gün bir halkada dans ediyorsun, aldığın tek haber
Kutsal Görüşten. Evet, bütün evrende genişleyen şey.
Koro’nun görülmek istediği, Başmelek Birliğinin Kutsal
Görüş diye geçinmek istediği, gördükleri yalnızca bu!
Gerisi sis. Sana ne diyorum, çocuk davranışı
gösteriyorlar bize.
Ve O hiçbir şey bilmiyor bu konuda. Kendisinin
düşündüğünü sanıyor, bu yüzden de her şeyin güzel
olduğuna inanıyor. Bu yüzden Aristoteles modeline
dokunmayacaklar; İlk Neden, mutlak aşkıncılık
öyküsüyle yaltaklanıyorlar ona ve her şeyi gizliyorlar
Ondan.
Bak dinle, bir tür panteist herifin biri değilim ben.
Gerçekten de değilim. Yıkıcının biri olduğumu sanmanı
ya da kıskanç olduğumu düşünmeni istemem. Bir
düzenin gerekli olduğunda hepimiz hemfikiriz, Onunsa
bu düzeni yönetmeye her türlü hakkı var. Yine de, bazı
şeyleri kabul etmek zorunda. Zaman değişiyor, öyle
değil mi?
Sana diyeyim, bu böyle gitmez. Huzursuzluk çok fazla.
Halk hareket halinde. Kaynama noktasına geldik artık.
Bir on bin yıl daha geçsin. Göreceksin.
1961
Şey
“Evet, Profesör?” diye sordu General, sesinde bir
sabırsızlık edasıyla.
“Evet ne?” dedi Profesör Ka. Açıkça zaman kazanmaya
çalışıyordu.
“Burada beş yıldır çalışıyorsunuz, hiç kimse rahatsız
etmedi sizi. Size olan inancımızı gösterdik. Ama sonuna
kadar yalnızca sözünüze güvenemeyiz. Kendi
gözlerimizle görme zamanı geldi artık.”
Generalin sesinde tehdit edici bir sivrilik vardı.
Ka, bıkkınca gülümsedi: “En zayıf anımda
yakalıyorsunuz beni General,” dedi. “Ben biraz daha
beklemek istiyordum, ama siz beni hesap vermeye
çağırıyorsunuz. Bir şey yaptım...” Sesi neredeyse bir
fısıltıya dönüştü. “Büyük bir şey. Ve Güneş aşkına,
insanlar tanımalı onu!”
Generali mağaraya götürmek istermiş gibi bir hareket
yaptı eliyle. Arka tarafa, duvardaki dar bir delikten giren
ince bir ışığın aydınlattığı bir yere doğru götürdü onu.
Burada raf gibi düz bir çıkıntı üzerindeki şeyi gösterdi
ona Ka.
Badem şeklinde, düz denebilecek bir nesneydi bu,
yüzeyi koca bir elmas gibi çok yönlüydü. yalnız ovaldi ve
üzerinde metal parıltıları vardı.
“Güzel,” dedi General, şaşkın şaşkın. “Bir taş bu.”
Profesörün çalı gibi sert kaşlarının altındaki mavi
gözlerinde şeytani bir parlama vardı. “Evet,” dedi, “bir
taş. Ama diğer taşlar arasında öylece yatmaya
bırakılacak bir taş değil bu. Yakalanmayı bekliyor.”
“Neyi?” “Yakalanmayı, General. Bu taş insanoğlunun ne
zamandır düşlediği gücü, bir milyon insan gücü
Enerjinin gizini içeriyor. Bakın...”
Elinin ayasını yuvarlaklaştırarak parmaklarını büktü ve
taşın üzerine yerleştirerek kavradı onu, sonra elini
kaldırdı, eliyle birlikte taşı da. Taş ele yapışıktı, en kalın
kısmı ayaya ve parmaklara yapışmıştı, ucu ise,
Profesörün bileğini hareket ettirişine bağlı olarak bir
toprağı, bir Generali gösteriyordu. Profesör kolunu
şiddetle savurdu ve taşın ucu uzayda bir eğri çizdi.
Profesör kolunu yukarı aşağı hareket ettirdi ve taşın ucu
raf şeklindeki gevrek kayayla buluştu. O zaman tansık
oluştu: Uç kayaya çarptı, içine girdi, yüzeyini bozdu,
yonttu onu. Profesör bu hareketi tekrar tekrar yapınca,
taşın ucu kayayı deldi ve önce bir oluk yaptı içinde,
sonra bir delik, en sonda da bir çukur; onu zedelemiş,
parçalamış ve unufak etmişti.
General nefesini tutmuş, gözleri dört açılmış
seyrediyordu olanları. “Olay bu!” diye mırıldandı
yutkunarak.
Profesör, yüzünde bir zafer ifadesiyle, “Daha bu bir şey
değil,” dedi. “Tabii, kayaya yalnızca elinizle
dokunsaydınız bir şey olmazdı. Şimdi bakın!” Bir
köşeden iri, kaba, sert, delinmez bir hindistancevizi aldı
ve Generale uzattı.
“Haydi,” dedi Profesör. “İki elinizi kullanın. Kırın onu.”
“Şaka mı ediyorsun, Ka,” dedi General titreyen bir sesle.
“Bunun olanaksız olduğunu pekala biliyorsun. Hiçbirimiz
yapamaz... Ancak bir dinozor yapabilir, ayağının bir
vurucuyla, hindistancevizinin etini yalnızca dinozorlar
yer, sütünü onlar içer...”
“Eh, şimdi siz de yapabilirsiniz.” Profesörün sesi
heyecanlıydı. “Bakın!”
Hindistancevizini aldı ve kaya çıkıntısının üzerine, yeni
açılmış oyuğun içine koydu, sonra da ters ucundan taşı
yakaladı, şimdi sivri ucundan tutuyordu. Kolunu gözle
görülür bir çaba göstermeksizin hızla salladı ve taşın
kalın tabanı hindistancevizine çarptı, paramparça etti
onu. Sıvı çıkıntının üzerine aktı, kopmuş parçalar
oluğun üzerinde kaldı, içindeki beyaz, serin, lezzetli et
görünüyordu. General bu parçalardan birini kaptı ve
açgözlülükle ağzına soktu. Bir taşa, Bîr Ka’ya, bir Biraz
önce hindistancevizi olan şeye bakıyordu, konuşma
yeteneğini yitirmiş gibiydi.
“Güneş aşkına, Ka! Olağanüstü bir şey bu. Senin bu
şeyle, gücünü yüz misli arttırır insan. Bir dinozorla eşit
koşullarla karşılaşabilir artık. Kayanın ve ağaçların
efendisi olur, fazladan bir kol kazanır... hayır, yüz kol, bir
kollar ordusu! Nereden buldun Bunu?”
Ka kendini beğenmiş Bir edayla gülümsedi. “Bulmadım.
Yaptım.”
“Yaptın mı? Ne demek istiyorsun?”
“Daha önce böyle bir şey yoktu demek istiyorum.”
“Çıldırmışsın sen, Ka,” dedi General, titreyerek. “Gökten
düşmüş olmalı. Güneşin bir elçisi getirmiş olmalı onu
buraya, göklerden bir ruh... Olmayan bir şeyi nasıl
yapabilir insan?”
“Olabilir,” diye yanıtladı Ka sakin sakin. “Bir taşı alırsın,
istediğin şekli verinceye kadar bir başka taşa çarparsın.
Ona elinle kavrayabileceğin bir şekil verebilirsin. Ve
elinde böyle bir taş olduktan sonra daha başkalarını da
yapabilirsin, daha büyüklerini, daha keskinlerini. Bunu
ben yaptım, General.”
General tere batmıştı. “Herkese söylemeliyiz bunu, Ka!
Bütün aşiret bilmeli bunu. Adamlarımız yenilmez olacak.
Anlıyor musun? Bir ayıya meydan okuyabiliriz artık.
Ayının pençeleri var, bizimse bu şeyimiz. O bizi parça
parça etmeden biz onu parça parça ederiz.
Sersemletiriz onu, öldürebiliriz. Bir yılanı öldürebiliriz, bir
kaplumbağayı ezebiliriz, hatta, hatta… Ulu Güneş… bir
insanı bile… öldürebiliriz.”
General durdu birden, bu fikir yıldırım çarpmışa
döndürdü onu. Sonra, gözlerinde zalim bir parıltı,
konuşmasını sürdürdü: “Bu yolla, Ka, Koammm
Aşiretine saldırabiliriz. Onlar bizden kalabalık ve daha
güçlü, ama şimdi onları egemenliğimiz altına alırız. Son
adamına kadar yok ederiz onları! Ka, Ka!” General
omuzlarından yakalamıştı Profesörü. “Zafer bizimdir!”
Ama Ka ciddiydi, temkinliydi. Konuşmak istemiyor
gibiydi, “işte bunun için size göstermek istemiyordum
bunu. Korkunç bir keşif yaptığımın farkındayım. Dünyayı
değiştirecek bir şey. Biliyorum. Korkutucu bir güç
kaynağı keşfettim. Böylesi görülmemiştir yeryüzünde.
Başkalarının bunu bilmesini istemeyişim bundan. Böyle
bir silahla savaş bir intihar olacaktır, General. Koammm
Aşireti bunun nasıl yapılacağını çabucak öğrenecektir
ve gelecek savaşta kazanan diye kimse olmayacaktır.
Bu şeyi bir barış ve ilerleme aleti olarak düşünmüştüm
ben, ama şimdi ne kadar tehlikeli olduğunu anlıyorum.
Yok edeceğim onu.”
General kendinden geçmişti. “Aklım yitirmişsin sen, Ka!
Buna hakkın yok. Siz bilim adamları, siz budala
korkaklar! Beş yıldır buraya kapatılmış durumdasın da
ondan dünyanın neye döndüğünü bilmiyorsun.
Uygarlığın bir dönüm noktasında olduğunu bilmiyorsun.
Koammm Aşireti kazanırsa, barışın, özgürlüğün ve
neşenin sonu olacaktır bu insan ırkı için. Bu Şeye sahip
olmak gibi kutsal bir görevimiz var bizim! Onu mutlaka
kullanacağız demek değildir bu, Ka. Herkes ona sahip
olduğumuzu bildiği sürece. Yalnızca, düşmanlarımızın
önünde bir gösteri yaparız. Sonra da kullanılışı bir
kurala bağlanır. Kimse Bize saldırmaya cesaret
edemez. Bu arada onu çukurlar kazmakta, yeni
mağaralar yapmakta, meyveleri kırmakta, toprağı
düzeltmede kullanırız. Ama bir silah olarak,
kullanmamız değil, yalnızca ona sahip olmamız yeter. O
bir caydırıcıdır, Ka. O Koammm barbarlarını yıllarca
kıstırılmış durumda tutar.”
“Hayır, hayır,” diye yanıtladı Ka. “Yok edilmeli o.”
“Yufka yürekli liberalin birisin sen, Ka, aynı zamanda bir
budala!” General sinirden mosmor kesilmişti. “Onlara
çalışıyorsun sen. Bir Koammm sempatizanısın, bütün
entelektüeller gibi, geçen gün bir insanlar birliği
öğütleyen ozan gibi. Güneşe inanmıyorsun sen!”
Ka titriyordu. Başını eğmişti, çalı gibi kaşları altında
kısık ve hüzünlüydü gözleri. “Buraya geleceğimizi
biliyordum. Bir Koammm’cı değilim ben, siz de bilirsiniz
bunu. Ama Güneşin Beşinci Kuralına uygun olarak
kendi kendimi suçlamayı reddediyorum: Ruhların
öfkesini başıma yağdırabilir bu. Siz istediğinizi
düşünebilirsiniz, ama bu şey bu mağaradan dışarı
çıkamaz!”
“Evet, çıkar, hem de hemen, aşiretimizin şanı şerefi için,
uygarlığın ve refahın uğruna ve de barışın,” diye
bağırıyordu General. Sağ eliyle şeyi yakaladı ve Ka’dan
gördüğü gibi, sertçe, öfkeyle, kinle Profesörün başına
indirdi.
Ka’nın kafatası bu darbeyle yarıldı, oluk gibi kan geldi
ağzından. Bir inilti bile çıkaramadan yere yığıldı,
çevresindeki kayalar kızıla boyandı.
General elinde tuttuğu alete bakıyordu şaşkın şaşkın.
Sonra gülümsedi, bir zafer gülüşüydü bu, zalim ve
acımasız.
“Sıradaki?” dedi.
Büyük ağacın çevresine çömelmiş hareketsiz insanlar
çemberi sessiz sessiz düşünüyordu. Baa, ozan,
konuşması sırasında çıplak bedeninden boşanan terleri
sildi. Sonra, Şefin, altında oturmuş, lezzetli olduğu
besbelli kalın bir kökü yediği ağaca döndü.
“Ey güçlü Szdaa,” dedi alçakgönüllülükle, Sanırım
hikayem hoşunuza gitti.”
Szdaa sıkılmışlığını bir el hareketiyle gösterdi. “Sız
gençleri anlamıyorum. Belki de yaşlanıyorum ben.
Büyük bir hayal gücün var senin, oğul, lamı cimi yok
bunun. Ama bilimkurgudan hoşlanmıyorum... Tarihi
romanları yeğlerim.” Parşömen gibi derili bir ihtiyara
yanına yaklaşmasını işaret etti. “Yaşlı Kgrucuk,” dedi
Şef. “Yeni şarkılar ustası olmayabilirsin, ama yine de
tadı tuzu olan öyküler söylemeyi bilirsin sen. Sıra
sende.”
“Evet, güçlii Szdaa,” dedi Kgrıı. “Şimdi size bir aşk,
ihtiras ve ölüm öyküsü anlatacağım. Geçen yüzyıla
kadar uzanan bir öykü, adı Primat’ın Gizi ya da Yitik
Halkanın Esrarı.”
1961
Bir Po Vadisi Toplumunda Sanayi ve
Cinsel Baskı
Aşağıdaki çalışma kendisine araştırma alanı olarak,
İtalyan yarımadasının kuzey ucunda Akdeniz Grubunun
protektorası olan Milano kenti yerleşim yerini alıyor.
Milano, Melanezya Takımadalarının yaklaşık 45° kuzey
ve Kuzey Buz Denizindeki Nansen Takımadalarının 35°
güneyinde yer alıyor. Bu nedenle uygarlaşmış dünyanın
aşağı yukarı ortasında bulunuyor; ama Eskimolarca
oldukça kolay ulaşılır olsa bile, yerleşik etnik araştırma
alanının yine de dışında kalıyor. Milano üzerine çalışma
yapmamı ilk olarak önerdikleri için Bahriye Adaları
Antropoloji Enstitüsünden Profesör Korao Paliau’ya
teşekkür etmeliyim. Bu alandaki çalışmamı ise,
giderlerimi karşılayacak ve gerekli donanımı satın
almama yetecek yirmi dört bin köpek diş’lik bir seyahat
bağışında bulunmuş olan Tasmanya Aborigine Fonunun
cömertliği sayesinde yürütebildim. Manus Adasından
Bay ve Bayan Pokanaou, bir zamanlar huzur içindeki
takımadalarımızın bazı alanlarını ne yazık ki oturulmaz
hale getirmiş olan denizhıyarı avcılarının ve copra{26}
tüccarlarının her zamanki gürültüsünden uzak, direkler
üstünde bir evi kullanımıma vermeselerdi, gözlemlerimi
gerekli rahatlık içinde yazamazdım. Posta gemisini
karşılamak ve Samoa Belge Merkezînden düzenli
olarak istediğim —taşıma gücümü aşan— koca koca
sandıklar dolusu belgeyi ayaklı eve getirmek için pua
çelenkleri yapma işine her zaman severek ara veren
karım Aloa’nın sevgi dolu yardımı olmasaydı, dizgi
düzeltmelerimi yapamaz, kaynakça notlarımı
düzenleyemezdim.
Batı halklarının gündelik yaşamını ve gelenek
alışkanlıklarını araştıranlar, yıllarca, gerçek bir kavrayış
olasılığını fiilen önlemiş olan önsel bir kuram tarafından
yanlış yönlendirilmiştir. Batılı halkları, sırf makineye
taptıkları ve doğayla doğrudan herhangi bir ilişkiden
hala yoksun oldukları için üzerinde konuşmaya değer
bulmama, atalarımızın renksiz halklar, özellikle de
Avrupalılar üzerine yaptıkları yanlış varsayımların ilk ve
başta gelen bir örneğidir. Bilim adamları bir Anglo-
Sakson toplumun davranışını incelerken, bütün
uygarlıklarda benzer kültürel çevrimler oluştuğu gibi
hatalı bir tarihselci inanca dayanarak, örneğin, erken bir
aşamayla uğraştıklarını, topluluğun daha sonraki
gelişiminde bir topluluk üyesinin, diyelim bir
Glasgowlunun bir Melanezyalıya çok benzer bir
davranış göstereceğin; düşünüyorlardı. Bu nedenle,
“kültür modeli” kavramını ortaya atmış ve parlak
sonuçlar elde etmiş olan Profesör Poa Kilipak’ın
önyargıdan uzak çalışmalarına çok şey borçluyuz. Bir
Parisli, örgensel bir bütünün parçası olan ve çok farklı
olsa da bizimki kadar geçerli olan belli bir kültür
oluşturan bir örnekler ve alışkanlıklar yasasına göre
yaşar. Bu yeni kavrayış, renksiz insanın nesnel
antropolojik ve batı uygarlığının anlaşılması için bir yol
açmıştır. Çünkü —ve kinik bir görececi olmakla
suçlanabilirim ben burada— bizim kendi uygarlık
tarzımıza uymasa bile, aslında karşımızda bir uygarlık
vardır sonuçta. (Çıplak ayakla bir palmiye ağacına
tırmanarak hindistancevizi toplamak, jet uçaklarıyla
seyahat edip plastik bir torbadan kızarmış patates yiyen
ilkelinkine üstün bir davranış biçimi değildir mutlaka.)
Bununla birlikte, yeni antropolojinin yöntemlerini ciddi
yanlış yorumlamalara da yol açabilir, özellikle de
araştırmacı, üzerinde araştırma yaptığı “model”i otantik
bir kültür olarak tanıdığı için, çalışmasını doğrudan o
kültürün sakinlerince üretilmiş tarihsel belgelere
dayandırıp bunlardan o toplumun özelliklerini çıkarmaya
kalktığında.

1. Dobulu (Dobu) Dr. Dobu’nun Varsayımı


Bu “tarih yazımı yanılsaması”nın tipik bir örneği, aslında,
Dobulu (Dobu) Dr. Dobu’nun 1910’da yayımladığı
İtalyan Köyleri ve “Risorgimento” Tapımı adlı kitapta,
Milano köyünden gelmektedir bize. Tanınmış bilim
adamı bu kitapta yerlilerin, yazmış olduğu belgelerden
yarımadanın tarihini yeniden kurmaya çalışmaktadır.
Dr. Dobu’nun görüşüne göre, geçen yüzyıl boyunca
yarımada, çevredeki bütün köyleri bir tek yönetim
altında toplama amacına yönelik şiddetli çarpışmalara
sahne olmuştu. Bazı topluluklar bu amaç uğruna
savaşıyor, diğerleriyse birleşmeye aynı şiddetle karşı
çıkıyorlardı. Dr. Dobu ilkinkileri devrimci ya da
“risorgimento”cu{27} (bu dönemde yaygın olan, kesinlikle
Şaman bir yeniden doğma tapıma gönderme yapan bir
yerel lehçe terimi olabilir bu), sonrakileriyse gerici diye
adlandırıyor.
Dr. Dobu, bilimsel kesinlikten çok süslü yazınsal
niteliğiyle öne çıkan son derece bireysel biçemiyle,
durumu şöyle betimliyor:
Bütün yanmada üzerinde Risorgimentocu bir alev
yanıyordu, ama gericiler, yurtseverleri ve bütün
yurttaşları Avusturyalıların topukları altında ezilir
durumda tutmaya kararlı, pusuya yatmışlardı. Şurası
kesin: İtalyan devletlerinin hepsi birleşmeye yakınlık
duymuyordu; fakat, Napoli krallığı, özgürlük meşalesini
ayakta tutanlardan biri, birincisiydi. Aslında, belgelere
göre Nunziatella asker, akademisini kuran iki Sicilya
Krallığı. Morelli, Silvati, Pîsacane ve De Sanctis gibi
ateşli yurtseverler bu akademinin salonlarında
eğitilmişlerdi. Aydın monark böylece İtalyan yeniden
doğuşunun arkasındaki baş kişiydi; ama gizli bir fesatçı
karanlıkta fesat ağlarım örüyordu: Zamanın tarihlerinde
adı seyrek olarak geçen, o da ancak örgütlediği ama
nasıl olduğu bilinmez Kep zamanında ortaya çıkarılan
ve zamanında engellenen asılsız suikastları anlatırken
geçen Mazzini’ydi bu; Mazzini’nin namussuzca
kışkırttığı en iyi ve en cesur yurtseverler Avusturyalı
zorbanın ellerine düşmüş ve ya hapse atılmış ya da
öldürülmüştü. Risorgimentonun bir diğer büyük düşmanı
Silvio Pellico idi. PelIico’nun bir Avusturya
hapishanesindeki hapsi sırasında yazdığı anılarını
okumuş en sıradan okur bile, bu kitabın İtalya’nın
birleşmesi için bir çarpışmadan daha fazla şeye mal
olduğu gibi açık bir izlenim edinir. Kurnaz anlatıcı bir
Moravia hapishanesinin sevimli bir tablosunu çizer:
Burası, büyük insani sorunların sevimli gardiyanlarla
tartışıldığı, hapishanenin platonik olarak da olsa genç
hanımlarla flört ettiği, haşaratın evcil hayvanlara
dönüştüğü namuslu bir dinlenme yeridir. Mahpus,
Avusturyalı cerrahların üstün tekniğinden öyle etkilenir
ki, kol bacak kesmeyi hoş karşılar, kolu bacağı kesilen
kişi, çiçekler sunarak ödüllendirir bu ustalığı. Pellico bu
küçücük kitabında İtalyan yurtseverin ince, kurnaz ve en
cesaret kırıcı bir imgesini verir: Onu şiddet ve dövüşe o
denli yabancı, sonunda herhangi bir tutkuya o denli
kapalı, o denli korkak ve sofu biri olarak gösterir ki,
gayretli gençlerden oluşan lejyonlar bu sayfaları
okusaydı, ulusal yeniden doğuş için savaştan mutlaka
vazgeçerdi. (Tıpkı Kuzey Amerika topraklarında Tom
Amcanın Kulübesi adlı küçük kitabın, siyah köleleri
budala, saf ve tek başlarına bir iş yapamaz insanlar
olarak göstererek onların saygınlıkları üzerine kuşku
düşürüşü gibi; bu kitabın, Güney eyaletlerinde böylesine
aşağı bir ırka karşı düşm
Görünüşte ulusal birleşme sorunlarıyla ilgisiz olan
Sardinya Krallığı kendini yalnız bir durumda buldu.
Piemonte Ordusunun, yerel bir ayaklanma sırasında
Milano’ya müdahale ettiği biliniyor, ama durumu öyle bir
karıştırmış ki bu, ayaklanmanın başarısızlığa
uğramasına neden olmuş, kenti ve başkaldıranları
işgalci Avusturya güçlerine terk etmiş. Başbakan Cavour
öteki ülkelerin çıkarlarına hizmet etmeye daha büyük bir
ilgi duyuyordu; önce, amaçlarına Piemonte’nin kesinlikle
kayıtsız olduğu bir savaşta Ruslara karşı Fransızlara
yardım etti, sonra yabancı monarklara Piemonte’li soylu
kadınların cinsel lütuflarını sağlamak için büyük çabalar
gösterdi. İtalya’yı birleştirmek için İki Sicilya
Krallığınınkinden öte gerçek bir çaba gösterildiği
kanıtlanmamıştır. Bazı metinlere göre, Piemonte’yi
onlara karşı Uruguaylı bir maceraperesti serbest
bırakmaya iten şey, onların yeniden doğuşa sarsılmaz
bağlılıklarıydı.
Bütün bu dolapların sonuçta bir tek amacı vardı: Askeri
düzeyde olmasa bile inandırma ve felsefe yoluyla birlik
doğrultusunda iki Sicilya’dan bile fazla, durmadan
çalışmakta olan İtalyan gücünü engellemek. Sözü Papa
Devletlerine getirmek istiyorum. Papa Devletleri, inançlı
ve aydın insanların emeğini sömürerek İtalya’yı bir tek
hükümet altında toplamak için yorulmadan çalışıyordu.
Zor ve ateşli bir savaşımdı bu, bu arada Papalık hileye,
tuzağa bile başvurmuştu, örneğin kendine güçlü bir ordu
sağlamak için Piemonteli birlikleri Roma’ya göndermek
gibi. Bu uzun ve amansız savaşım ancak yüz yıl sonra
kesin bir sonuca ulaşabildi. 18 Nisan 1948’de tüm
yarımada, işareti Haç olan Papalık partisine oy vermek
için sürü halinde sandık başına koştu.
Şimdi, araştırmacı bugünün Milano’suna yaklaştığında
Dr. Dobu’nun gülünç tarih yazımının gözümüzde
canlandıracağı barbarca, ama politik bakımdan
karmaşık durumdan ne görebilir? Heyhat,
araştırmacının gördüğü şey, iki varsayım arasında bir
seçim yapmaktan başka bir olasılık bırakmıyor ona. Bir,
son elli yılda, Dr. Dobu’nun tanımladığı politik yapının
bütün izlerinin silindiği, geriye doğru bazı olaylar oldu;
ya da iki, herhangi bir kültürel etkileşmeye kapalı ve ilkel
topluluklar arasında çok yaygın olan coşkulu toplumsal
akışkanlığa yargılı Milano toplumu, halkının garip
biçimde sömürgeci ve doğuştan edilgen yapısından
dolayı İtalyan yarımadasını etkileyen büyük
gelişmelerden payını almadı.
2. La Pensée Sauvage
(Alan Araştırması Üzerine Bir Rapor)
Milanolu yerlinin tipik günü basit güneş ritimlerine
uygundur. Erkenden uyanır ve bu halka özgü görevleri
yapmaya koyulur: Plantasyonlarda çelik toplamak, metal
parçalar yetiştirmek, plastik maddeleri tabaklamak, iç
bölgelerin sakinleriyle kimyasal gübre takası yapmak,
transistor ekmek, motosikletleri otlatmaya çıkarmak,
alfaromeolar üretmek... vb. Fakat işini sevmez bu yerli
ve işe başlama zamanım ertelemek için elinden gelen
her şeyi yapar. Ne gariptir ki köy başkanı bu konuda ona
yardım eder gibidir: Örneğin, geleneksel ulaşım
yöntemlerim ortadan kaldırır, ilkel tramvay rayla- rını
kazar, katır yollan boyunca geniş sarı çizgiler çekerek
(apaçık bir tabu güçle) trafiği altüst eder ve en uygunsuz
yerlerde derin çukurlar açar, birçok yerli kaybolur
bunların içinde, belki de yerel tanrılara kurban edilir. Köy
başkanlarının bu davranışını psikolojik olarak açıklamak
güçtür, ama ulaşımın törensel yok edilişi hiç kuşkusuz
yeniden doğuş ayinleriyle ilişkilidir (açıkça, bir sürü
sakinin dünyanın karnına doğru itilerek yapılan bu insan
kurbanı, daha güçlü, daha dinç bireyler üretmek için
ekilen tohum gibi düşünülmektedir). Fakat nüfusun buna
tepkisi açıkça sinirsel bir sendromdur, başkanların
davranışı kolektif çılgınlığın gerçek bir örneğini ortaya
koyar: “Tünel tapımı”. Düzenli aralarla topluluk içinde bir
dedikodu yayılır ve yerliler bir gün yer altında insanları
olağanüstü bir hızla köyün herhangi bir yerine taşıyacak
çok büyük araçların çalışacağı gibi sözde-mistik bir
inanca kapılır. Benim takımın ciddi ve bilgili bir üyesi
olan Dr. Muapach, dedikodunun herhangi bir gerçek
olaydan ortaya çıkıp çıkmadığını sordu bir gün kendi
kendine ve o oyuklara indi, fakat bu varsayımını uzaktan
da olsa doğrulayacak herhangi bir şeyi bulamadı.
Bir sabah töreni, başkanların, nüfusu bir belirsizlik
durumunda tutmanın ne kadar önemli olduğuna nasıl
inandıklarını gösteriyor. Her sabah kabile üyeleri, köy
reislerinin şafaktan hemen sonra insanlara dağıtmış
olduğu dinsel bildiriyi okur, ama kağıdın üzerinde Tl
Coriere della sera gibi —ki yerel lehçede akşam kuryesi
anlamına gelir— garip bir ad vardır. Bildirinin dinsel
niteliği, ulaştırılan şeyin baştan aşağı soyut olması ve
gerçeklikle hiçbir ilgisinin bulunmayışıyla daha da
belirgindir, ama bazen, bizim de doğrulayabileceğimiz
gibi, apaçık bir uygunluk bulunur, öyle ki, yerliye içinde
yaşadığını sandığı bir tür karşıt gerçeklik ya da ideal
gerçeklik verilir, bir canlı basım ormanında olduğu gibi:
Kısacası, çok simgesel ve arma gibi bir dünya.
Hep bu şaşkınlık durumunda tutulan yerli devamlı bir
gerilim içinde yaşar, reisler ancak ortak şenlikler
sırasında bundan kurtulmasına izin verir: Bütün nüfus
çok büyük, oval yapılara sokulur, hiç kesilmeyen
korkunç gürültüler gelir bu yapılardan.
Bu yapılardan birine girmeye çalıştık, ama
başaramadık; yerliler, satılmakta olduğunu öğrendiğimiz
bazı simgesel bildiriler üretmemizi isteyerek, ilkel fakat
zekice bir ustalıkla bizi dışarıda tuttular. Bununla birlikte
bizden istenen toplam, o kadar yüksek sayıda köpek
dişiydi ki, bunu ödemiş olsaydık araştırmamızı kesmek
durumunda kalacaktık. Böylelikle töreni dışarıdan
izlemek zorunda kalınca, yüksek ve isterik çığlıklara
dayanarak ilk varsayımımızı oluşturduk: İçeride orgiastik
dinsel törenler yapılıyordu. Fakat zaman geçince
korkunç gerçek apaçık ortaya çıktı. Bu kapalı törenlerde
yerliler başkanın rızasıyla kendilerini yamyamlığa
adıyorlar, başka kabilelerden elde edilmiş insanları
yiyorlardı. Mideyle ilgili böyle bir alışveriş haberi, aslında
insanların günlük haber bülteni gibi okuyabildiği her
zamanki sabah bildirilerinde yerlilere iletilmekteydi.
Koyu tenli yabancıların, ama aynı zamanda bazı Kuzey
ırklarından olanların ve büyük miktarlarda İspanyol
Amerikalıların en yüksek fiyata satıldığı bu bültenden
otaya çıkmaktaydı. Öğrendiklerimizi bir araya
gelinliğimizde anladık ki, kurbanlar, sokaklarda açıkça
ilan edilen karmaşık formüllere göre çok büyük ortak
eylemlerde gövdeye indiriliyordu; bu ilanlarda bazı
simyasal sayılara benzemeyen reçeteler salık
verilmekteydi: Örneğin “3’e 2” ya da “4’e sıfır” ya da
“2’ye 1” gibi. Bununla birlikte yamyamlık yalnızca dinsel
bir uygulama değil, fakat, yerlilerin insan eti satın
almada harcamak üzere ayırdığı büyük miktarda
paraların da gösterdiği gibi, bütün nüfusun alışkanlık
edindiği yaygın bir kötü huydu.
Yine de, bu sabah ziyafetleri, daha varlıklı bazı
gruplarda açıkça gerçek bir nefret doğurmaktadır, öyle
ki nüfusun daha büyük bölümü ortak yemekhanelere
yönelirken, bu uygulamaya karşı çıkanlar kargaşa içinde
itişip kakışarak, araçlarıyla birbirini ezerek, kanlı
dalaşmalarda yaşamlarını yitirerek köyden çıkan yollar
boyunca kaçışmakta umutsuzluk içinde. Sanki, bir tür
Baküs perileri çılgınlığına yakalanmış gibi, denize giden
yolu kendilerinin tek kurtuluşları olarak görüyorlardı,
çünkü bu kanlı çıkış sırasında en fazla yinelenen sözcük
kayık karşılığı yerel bir terimdir.
Yerlilerin entelektüel düzeylerinin düşüklüğünü,
Milano’nun deniz kıyısında olmadığından açıkça
habersiz olmaları da gösteriyor; bellek kapsamları o
kadar dar ki, her pazar sabahı aynı telaş içindeki kaçışa
katlanıyorlar, ama aynı akşam yine itiş kakış kente
giriyor, ertesi günkü kör serüvenlerini unutmaya hazır,
kulübelerine sığınıyorlar.
Bu yüzden, gerçekte doğuştan başlayarak, genç yerli
öyle eğitilmektedir ki, şaşkınlık ve belirsizlik onun her
eylemini ele veriyor. Bu bakımdan “geçiş ayinleri”
belirleyicidir. Bu törenler yerin altında, gençlerin,
engelleyici bir tabu özelliği taşıyan cinsel yaşama
erginlendikleri odalarda yapılır. Onların kabile dansları
bu bağlamda özellikle öğreticidir. Genç erkek ve genç
kız yüz yüze durur, kalçalarını sallarlar, kollan dik açı
şeklinde bükülmüş, önce bir adım öne, sonra bir adım
arkaya atarlar ve bedenlerinin hiçbir noktada birbirine
değmemesine dikkat ederler. Bu danslara katılanlar
hem birbirine tam bir ilgisizlik sergilerler, hem de
karşılıklı bir kopukluk içinde hareket ederler. Aslında,
dansçılardan biri bilinen cinsel eylem pozisyonunu
almak için eğilip de ritmik görünümünü taklit edince,
ötekisi açık bir korku içinde geriye çekilir, zaman zaman
eşinden kurtulmak için yerlere kadar eğilir. Dansçılardan
biri sonunda ötekine ulaşıp da birleşme tam
olabilecekken, eş birden uzaklaşır, aradaki mesafeyi
yeniden koyar. Ama danstaki bu açık cinsel içerik
yokluğu (tümel perhiz ideallerine dayanan otantik bir
erginlenme törenidir bu), edebe aykırı bazı ayrıntılarla
karmaşıklaşır. Erkek dansçı, normal olarak,
seyredenlerin çığlıkları arasında, çıplak organını
sergileyip bir çember biçiminde sallayacağına (Manus
Adasında ya da başka bir yerde bizim gençlerden birinin
yapacağı gibi), titizlikle gizler onu (bu uygulamanın en
ukala gözlemci için bile ne kadar itici olduğunu
okuyucunun imgelemine bırakıyorum). Aynı şekilde, dişi
dansçı göğüslerinin görünmesine asla izin vermez,
onları gizlemek yoluyla en derin doyum yoksunluğuna
yol açabilecek arzuları kışkırtmaktan başka bir şey
yapmaz.
Fakat doyum yoksunluğu, yaşlıların topluluklarında işler
gibi görünen eğitim ilişkisinin bir ideolojik parkasıdır; bu
toplantılar, temel doğal ahlaki değerlere bir tür dönüşün
kutlandığı bir başka kapalı alanda yapılır: Bir kadın
dansçı ortaya çıkar, iştah açıcı giysiler giymiştir üzerine,
sonra bacaklarını göstere göstere ağır ağır çıkarır
bunları, öyle ki seyirci katartik çözülme devam ediyor
izlenimine sürüklenir. İdeal olarak, dansçı uygun bir
çıplaklığa geldiğinde sonuçlanması gerekir bunun.
Gerçekte —anladığımıza göre, reislerin kesin emirleri
altında kadın sonunda bazı temel giysileri çıkarmadan
kalır ya da birden mağarayı basan karanlığın içinde
kaybolurken onları da çıkarıyor gibi yapar. Böylece
yerliler bu yerlerden kösnüllükleri hala ayakta olarak
çıkarlar.
Ama bu araştırmacının temel sorusu şudur: Şaşırma ve
doyum yoksunluğu, gerçekte bilerek, önceden verilmiş
kararla mı programlanmaktadır, yoksa bu durumlar da,
kısmen başkanların ve din adamlarının kararını
etkileyen daha derindeki bir şey, Milano habitatının
doğasında yatan bir şey tarafından mı yaratılmaktadır?
Rahatsız edici bir soru bu, çünkü bu sonuncu durumda
yerlileri egemenliği altında tutan büyü zihniyetinin derin
kaynağına rastlıyor, bu ilkel sürüde ruhun karanlık
gecesinin kaynağındaki anlaşılması güç Analarla
karşılaşıyoruz.

3. Porta Ludovica Paradoksu


(Bir Topografya Olayı Üzerine Bir Deneme)
Öteki bilim adamları, bu yerlilerin aynı zamanda özelliği
olan şaşırma, edilgenlik ve bir kültür kazanma edimine
karşı direnci açıklamak için, başlangıçta budunbilimsel
düzeyde Profesör Poa Kilipak’ın önerdiği varsayımı
benimsediler. Bayan Kilipak bunu şu terimle
formülleştiriyordu: Milanolu yerli ön, arka, sol ve sağ
yönlerin geçerli olmadığı ve sonuçta her türlü
yönelmenin olanaksız olduğu bir “büyülü alan”da
yaşadığı için bir şaşırma durumundadır. Dolayısıyla
belirli bir amacı olan bir çaba olamaz, yerlideki çeşitli
beyinsel işlevlerin körelmesi ve şu ana kadar atalardan
gelme bir edilgenlik durumunda yaşaması buradan
gelmektedir. Yerlinin anlayışına göre (ya da aslında
büyü kategorilerini olumlu onaylama lehinde olan bilim
adamlarına göre) Milano’nun üzerinde durduğu yer
kaypaktır, herhangi bir yön bulmayı önlemekte ve bireyi
devamlı olarak değişen koordinatların merkezine
yerleştirmektedir. Dolayısıyla, bir mikrobunki gibi
yerleşme yeri olarak belirli bir süre için bir çiklet topağını
(mikrop için bir “tarihsel süre”, jeolojik bir çağ) seçen bir
topografik alandır, çiklet bu süre içinde makroskopik
boyutlarda bir varlık tarafından çiğnenir.
“Milano uzamı”, Porta Ludovica Paradoksu (Belirsiz
Nirengi Üzerine Bir Çalışma) adlı yapıtında Profesör
Moa tarafından olağanüstü güzellikte betimlenmiştir.
Moa’nm ileri sürdüğüne göre, ister Marki Adalarının
uygar sakinleri isterse Avrupalı yabanlar olsun, bütün
bireyler uzam içinde nirengiler yoluyla yerine getirilen
“oryantasyon programları”na göre hareket eder. Bu
nirengiler parametrik modeller olarak kareyi, üçgeni ve
çemberi alan Öklitçi bir düzlem geometrisinin
varsayımına dayanmaktadır. Örneğin, Hotel Plaza’ya
Washington Square’den düz bir çizgi boyunca bir X
noktasına kadar, Beşinci Avenüyü izleyerek ulaşmaya
alışkın olan New Yorklu bir yabanıl bilir ki, uygun
nirengiyle “kare şeklinde bir sapak” yoluyla aynı noktaya
ulaşabilir. Başka bir deyişle, karenin kenarları olan Batı
Sekizinci Cadde-Amerikalar Avenüsü-Central Park
Güneyi (doksan derecelik bir açı)-Grand Army Plaza-X
noktasını (Plaza Oteline ana giriş) izleyebilir.
Aynı şekilde, Etoile-Place de la Bastille yolunu izlemiş
olan bir Parisli yerli bir kirişi kat ederken çembere iki
noktada dokunduğunu bilir, ama Etoile’e Place de la
Bastille’den de ulaşabilirdi: Bvd. Richard Lenoir-Place
de la République-Boulevards Saint Martin-Saint Dénis
Bonne Nouvelle-de la Poissonière-Montmartre-
Haussfnann ve nihayet Avenue Friedland kavisinde
çemberi İzleyerek Etoile’e.
Porta Ludovica Paradoksu başlı başma bir başka
sorundur. İşte Profesör Moa’nm bu konuda söyledikleri:
Soyutlamaları kavrayabilecek bir zeka düzeyine ulaşmış
bir Milanolu yerli varsayacağız. Kendi habitatı ile ilgili en
basit hipotezi şöyle formülleştiriyor: Milano’nun yuvarlak,
sarmal bir yapısı var. Tabii, hiçbir Milanolu böyle etkin
bir zeka düzeyine ulaşamazdı, çünkü içinde yaşadığı
topografik uzam onun herhangi bir kalıcı örnek
tasarlamasını önler. Daha çok, (yukarıda söylediğimiz)
bizim varsayımsal Milanolumuz Milano’yu aşağı yukarı
Jackson Pollock’ın bir tablosunun yüzeyi gibi hayal eder.
O zaman, deneğin geçmişte şöyle bir deneyim geçirmiş
olduğunu varsayın (aynı zamanda böyle bir deneyimden
geçtiği için onu anımsayabileceğini ve ondan bir örnek
çıkarabileceğini de varsayalım): Via Mazzini-Corso Italia
arasındaki düz hat boyunca Piazza Duomo’dan Porta
Ludovica’ya ulaşabileceğini öğrenmişti. Daha sonra Via
Torino-Carrobbio-Via Correnti-Corso di Porta Genova
arasındaki düz hat boyunca Piazza Duomo’dan Piaza
General Cantore’ye ulaşabileceğini öğrenmişti. İki düz
hattın, tam ortasında Piazza Duomo’nun bulunduğu bir
çemberin yarıçaplarını temsil ettiği sonucuna vararak,
çemberin Viale D’Annunzio-Porta Ticinese-Via
Giangalezzo yayı boyunca Piazza Generale Cantore-
Porta Ludovica bağlantısını kullanma cesaretini gösterir.
Girişimi başarıyla taçlanır. Böyle olunca, bu kez içinde
hareket ettiği uzam sabit ve değişmezmiş gibi, akılsızca
genel bir kural koyar ve daha ileri bir işe girişir: Piazza
Duomo- Via Torino-Via Correnti-Via San Vincenzo-Via
Solari-Piazza Napoli hattını keşfetmiş olduğu için, bunu
aynı dairenin bir başka yarıçapı olarak yorumlar ve
Porta Napoli ile Porta Ludovica’yı bu çemberin bir yayı
ile birleştirebileceğini sanır. Üçüncü yarıçapın ilk ikiden
daha uzun olduğunu bilir, bu yüzdende Piazza
Napoli’nin bulunduğu çemberin Porta Ludovica’yı içine
alan çemberin ötesinde olduğunu bilir. Dolayısıyla,
merkeze doğru dönerek bu yeni yay üzerinde belli bir
noktada yolunu değiştirir. Çember yayı boyunca Via
Troya, Viale Cassala, Viale Liguria, Via Tibaldi, Viale
Toscana, Via Isonzo (merkeze doğru hafif bir dönüş),
Viale Umbria, Viale Piceno, Via dei Mille ve Via
Abruzzi’ye yola çıkar. Piazzale Loreto’ya varınca tekrar
merkeze döner (yoksa, sonunda Monza’ya varacağını
bilir) ve Viale Brianza, Viale Lunigiana, Vaile Marche ve
Via Jenner’i izler, Via Caracciolo, Piazza Firenze, Viale
Teodorico ve Piazzale Lotto boyunca yolunu düzelterek
tekrar merkeze döner. Bu noktada, sarmalın içteki
kangallarına hala ulaşamadığı korkusuyla Via Mıgliara,
Via Murillo, Via Ranzoni, Via Bezzi ve Via Misurata
boyunca tekrar merkeze döner. Bu noktada, Milano
halkasını tamamlamış olduğu için kendini yeniden
Piazza Napoli’de bulur. Deneyler gösteriyor ki, denek
bundan sonra yön belirleme yeteneğini tamamen
yitirmektedir. Çemberin görünen yayını küçülterek gidiş
yolunu merkeze doğru ne kadar ayarlarsa ayarlasın,
kendini asla Porta Ludovica’da değil de Porta
Ticinese’de, Piazza Medaglia d’Oro’da bulacaktır.
Bu da Piazza Napoli’den nirengi alan Milano
uzamındaki herhangi bir kimse için Porta Ludovica diye
bir yerin var olmadığı varsayımına yol açar. Gerçekten
de, herhangi bir yönden yapılacak bir girişim kaçınılmaz
bir biçimde boşa çıkacaktır. Olabilirse, Milano uzamı gibi
bir öncel kavramdan bağımsız her türlü yön bulma
çabası gösterilmelidir. Gerçekte, deneğin üç adım sola
atar daha sonra üç adım ilerlersem, sonra üç adım sağa
gidersem, sonuçta, çıktığım noktadan başlayan düz hat
üzerinde “üç adım ileride olurum” gibi doğal Öklitçi
göndermelere geriye kaymaktan kendini alması
olanaksız olurdu. Bir kural olarak, denek bu tür bir
hesaplamadan sonra kendini hemen her zaman her
olası hedefin geometrik bağı olduğu gösterilebilecek
olan Monforte Bölgesinde bulur. Milano uzamı lastik bir
şerit gibi gerilir ve kasılır, kasılmaları deneğin o uzam
içinde yaptığı devinimlerin etkisindedir, bu nedenle onun
ilerlerken bunların hesaba katabilmesi olanaksızdır.
Bütün bilim adamlarının bildiği gibi, Moa daha sonra
Porta Ludovica’yı başlangıç noktası alarak Monforte
Bölgesini tanımanın olanaksız olduğu varsayımım
ortaya atarak ikinci Porta Ludovica Paradoksunu
açımlama girişiminde bulundu (böylece bütün olası
hedeflerin geometrik bağı olarak Monforte Bölgesi
önermesine bir ayrıksılığı kanıtladı). Fakat onun
araştırmasının başarılı olup olmadığı bilinmiyor, çünkü
Moa ortadan kayboldu ve vücudu hiçbir zaman
bulunamadı. Yerliler arasında, onun hiçbir yerde
durmayan ruhunun yıllar yılı Piazza Napoli çevresinde
dolaştığına dair bir söylence vardır; bir kez oraya
ulaşınca bir daha terk edememiş orasını. Eğer olanlar
gerçekten buysa, Moa, Porta Ludovica Paradoksunun
değiştirilemezliğini açımlamış olmak gibi bir üstünlüğe
sahiptir. Bununla birlikte daha korku verici bir olasılık da,
Moa’nın ruhunun, Monforte Bölgesinde Piazza
Tricolore’de gömülü yatmakta olan vücudunu boş yere
Piazza Napoli’de arıyor olmasıdır.
Filozoflar Moa’nın topografik varsayımını doğallıkla
doyurucu bulmadılar, o zamandan beri de Milano’nun
uzamsal belirsizliğini kendine özgü bir varoluşsal tabana
dayamaya çalışmaktadırlar.
Yine de, Moa’nın topografik çalışmaları Amirallik
Adalarında bir uzman olan Karl Opomat’ın
Mailandanalyse’i için bir esin kaynağı öldü: Opomat,
kültür aşılama seminerleri için bir grup “kolonili” Almanın
bu bölgelere kabul edildiği dönemde bu tür bir
araştırmada eğitim görmüştü.
Milano-durumunda-oluş —diye yazıyor Opomat—
tatmin edilebilirliğin sahte dünyasında Porta Ludovica-
çevresinde-bir oluşa eşdeğerdir. Milano'da oluşun
kapsadığı şey, öncelikle, bir gönderme dizgesidir; Porta
Ludovica’ya yaklaşma olanağı vermede, hazırlayıcı
durumunkine gönderme yapan şeydir. Göndermesi belli
anlayışınkinde olan, Porta Ludovica’ya tatmin
edilebilirliğe uygun olma tarzında yaklaşım olanağı
vermeninkiyle aynı şeydir; Milano’da-olma-
görüngüsüdür bu. Fakat genel olarak Milano’nun
Milanoluğunda (Mailandischkeit von Mailand
überhaupt), Milano’da-oluş Endişe (Sorge) olarak
açıklığa kavuşturulmalıdır, endişelenme ise, Porta
Ludovica-çevresinde oluşun ancak Monforte
çevresinde-bir oluş olabileceği tarzda da olsa geçiciliğin
üç ekstazına göre Porta Ludovica hakkında endişe
duyma olarak.
Opomat’ın trajik görüşü daha sonraki çalışmalarda
yumuşatılacaktır (bkz. “açığa vurmama” olarak Piazza
Napoli kavramı), ama bunlar bile tam olarak
kuşkuculuktan kurtulmuş değildir.
Öte yandan, bir başka düşünürün, yayımlanmamış el
yazılarında uzamsal Milanolu durumun “akıntı”sına
sokulmuş birinde şaşırma durumunun göz kamaştırıcı
bir çözümlemesini bulduğumuz, son zamanlarda vefat
etmiş olan Manoi Cholai’nin zeki görüngübilimi, Moa’nın
aydınlattığı geçici duruma daha yakın düşmektedir.
Onun [Milano’nun] şimdiki varlık durumu hala meydana
geliş ve dağılış kaynağındadır (Urquellen ve
Verquellen), hem öyle bir tarzda ki, dağılış devamlı bir
değişime eşittir, gerçek şimdi (Urpräsent), artık
oluşmayan şimdi, bir henüz-olmuş-olana dönüşür, ama
yeni bir -oluşan şimdi (Monforte Bölgesi) buna eklenir,
hem kaynak hem de genişlemedir bu, buna da şimdi
oluşan kaynağın yeni bir şekli eklenir ve böyle uzar
gider. Milano’da karşılıklı bir uzaklaşma olayı vardır
(Auseinandersein), noktaların zaman içinde birbirinden
uzaklaşması anlamında bir ardıllıktır (Nacheinander)
aynı zamanda. Porta Ludovica’dan Piazza Napoli’ye
harekette, sürme (Behalten) ve ilerleme (des
Zukommendes) ufku kadar, hem şimdi hem de çeşitli
henüz’ler (Gewesenheiten) bir arada bulunur. Burada
her şeyden önce alıkoyucu değişime nazaran maksatlı
içermeye rastlarız. Kaynak-noktadan (Porta Ludovica)
daha geç bir henüz-olmuş-olan’m farkındalığı, henüz-
şimdi’nin ya da her henüz-şimdi’nin bir farkındalık
aşamasının güçlendirdiği daha geç bir olmuş-
henüzlüğün farkındalığı yayılır, bu demek hep geriye
kaçıcı bir -nın, -nın dizisi vardır elimizde. Alıkoyucu
zamansal akış kendi içinde devamlı bir halihazırda-
geçmiş’le tanımlanır, burada halihazırda-geçmiş, kendi
tekil aşamaları içinde, bir geçenin halihazırda-geçmişi
olarak ya da bir ortalama ya da orta bir geçen olarak
tanımlanır.
Bu çözümlemelerin karmaşıklığının, etkileyici de olsalar,
bizi Moa’nın daha önce saptamış olduğu yerden daha
öteye götürmedği açıktır. Milanolu yerlinin zihinsel
geriliği, sinir merkezleri üzerindeki uzamsal durumun
belirsizliğinin yarattığı (geceleyin kentin daha iç
sarmallarındaki yollarda başıboş dolaşan yerli
kadınlarda yalnızca Östaki borularından değil aynı
zamanda Fallop borularından da söz etmek isteyen bazı
geleneksel biyolojik olguculuk temsilcilerine göre)
doğrudan içkulağı etkileyen bir zihin karışıklığına
bağlıdır.
Yine de, biz hem felsefi açıklamayı hem de bilimsel-
matematiksel açıklamayı çürütme ve bunun yerine,
yürütmekte olduğumuz somut antropolojik araştırmayı
hala içine alan bir tarihsel görüşe dönme cesaretini
gösteriyoruz (bkz. Ek, SS.671-1346)
Geçit ayinlerinin ve tapınma eylemlerinin ilkel yapısı,
sömürgesel edilgenlik, dural toplum gelişme
yeteneksizliği, yalnızca bir yerin uzamsal yapısı
üzerinde kılı kırk yaran çalışmalarla açıklanamaz;
bunların aynı zamanda derindeki ekonomik ve
toplumsal etmenler ışığında görülmeleri gerekir.
Şimdi, yarımadanın şimdiki durumunu bin yıl kadar
gerilere uzanan yerlilerin tarih yazılarında anlatılanlarla
karşılaştırırken, en uygunu bu olduğuna inanarak
aşağıdaki açıklamayı en azından tarihsel bir varsayım
olarak ileri sürmeyi göze almanın uygun düşeceğini
düşünüyoruz.

4. Kilise ve Sanayi
(Tarihsel-sosyoekonomik Bir Yorum Önerisi)
İtalyan yarımadası bugün, yerlilerin bir “bölge savaşımı”
diye adlandıracağı şeye tanık oluyor. Toplumsal ve
politik sahne, yarımadanın topraklarının ve insanlarının
denetimini tartışan aynı derecede güçlü iki iktidarın:
Sanayi ve Kilisenin egemenliğindedir. Kilise, alanda
kayda geçmiş bilgilere göre, seküler ve dünyevi bir
iktidardır, gözünü dünyayı yönetmeye, her gün daha çok
mal mülk edinmeye, politik yetke kaynaklarını kontrol
etmeye dikmiştir; oysa Sanayi, ruhları kazanmaya,
gizemciliği ve zabitliği yaymaya eğilimli tinsel bir güçtür.
İtalyan yarımadasında bulunuşumuz süresince Kilisenin
bazı tipik belirtilerine tanık olduk (açıkça ekinoks
ayinleriyle bağlantılı): “alaylar” ya da “gerilemeler”,
utanmaz, sıkılmaz geçit törenlerini ve muhafız
takımlarını, polis saflarını, ordu generallerini ve hava
kuvvetleri albaylarını da içine alan askeri güçler bunlar.
Bir başka sefer, düpedüz askeri gösterilere,
resmigeçitlere tanık olduk: Tepeden tırnağa silahlı
birlikler, Kilisenin ordudan istediği simgesel bağlılık
yeminini etmeye gelmişti. Silahlı, üniformalı gücün bu
dünyevi gösterisi Sanayinin sunduğu görünümden
bütünüyle farklıdır.
Kilisenin gerçek inananları, mekanik aletlerin doğal
çevrenin her gün biraz daha katılaşmasına ve gayri-
insani hale gelmesine katkıda bulunduğu kasvetli,
manastıra benzer yerlerde yaşıyor. Bu tür tarikat evleri,
düzenin ve bakışımın buyruklarına göre inşa edilirken
bile, bir tür zahit ciddiyeti taşır, çünkü tarikat aileleri
çoğunlukla şaşılacak derecede geniş toprakları
kaplayan komplekslerde küçük inziva hücrelerinde
yaşarlar. Günahkarlık ruhu bütün cemaati, özellikle de
varlıklı olmalarına karşın neredeyse tam bir yoksulluk
içinde yaşayan önderleri sarmışrır (bunların, nedamet
amaçlarıyla halk önünde açıklanmış gelirlerinin
büyüklüğünü kişisel olarak saptayabildim). Önderler,
“yönetim kurulu toplantıları” denen uzun, zahit
sohbetlerinde sık sık bir araya gelirler, bu toplantılarda,
yüzleri çökük, gözleri oruçtan içeri kaçmış külrengi
giysiler içinde insanlar saatlerce oturur ve kutsal
yaratışın devam eden bir tür yinelenmesi olarak
nesnelerin “üretilmesi” gibi cemiyetin gizemsel amacıyla
ilişkili cismanilikten sıyrılmış sorunları tartışırlar.
Bu insanlar her türlü zenginlik simgesini küçümser
görünürler, olur da bir mücevher ya da kürk geçerse
ellerine, kendi papaz hücrelerine bitişik dehlizlerde
rahibe olarak çalışan genç kızlara hediye ederek hemen
kurtulurlar bunlardan. (Bu genç kızlar Tibet rahiplerinin
dua silindirlerini döndürüşüne benzer kutsal bir eylemi
ciddiyetle yerine getirirler, çünkü ardı arası kesilmeksizin
tanrılara gizli dualar ve “üretici” zahitliğe vaizler üreten
bir aletin tuşlarına basarlar durmadan.) Üretim mistiğinin
de sert bir teolojik temeli vardır. Bir “erdemlerin
dolaşımı” öğretisi kurabildik yeniden, bu yolla rahipler
sınıfının bir üyesinin erdemli bir eylemi, bir başkası
tarafından tinsel olarak kullanılabilir. Bazı tapınaklarda
dinsel vecit halinin çılgınlıkları sırasında, rahip kalabalığı
insanı etkileyen bir gerilim ve isterik vecit kreşendosu
içinde, başkalarına hediye olarak vermek üzere asıl
değerlerini küçülterek, kendi “erdem”lerini terk etmek
için acele ederken bu “erdemler”in ya da “bağlar”ın
devamlı olarak geçişine tanık olursunuz.
Araştırmacı için, Milano köyünde egemenliği kazanmış
olan gücün Sanayi olduğu açık bir şeydir. Bunun sonucu
olarak, halk yukarıda belirttiğimiz şaşırmaya ek olarak
devamlı bir mistik coşku içinde yaşar ve rahiplerin
kararlarına boyun eğiş sergiler. Dolayısıyla büyülü bir
uzam varsayımı metafiziksel bir veri değil de, tersine,
dinsel ‘güçlerin Milanolu inananları bütün dünyevi
değerlerden kopmuş bir durumda tutmak için buldukları
bir araç olabilir. Bu yüzden de geçiş ayinleri yeni bir
anlam kazanır, tıpkı hayal kırıklığı pedagojisinin, pazar
yamyamlığının ve şamanların denize kaçışlarının
olduğu gibi. (Kutsal drama ortak bir sahte tavır gibi
görünür: Her oyuncu aynı zamanda bilinçli ve
umarsızdır, çözümün kaçışta değil de mistik üretim
gücüne tümüyle ve aşkla teslim olmada yattığına
gönülden inanmıştır.) Fakat Sanayiyi, yerlileri ve
topraklan huzur içinde yöneten bir güç olarak düşünmek
yanlış olurdu. Birçok ve çeşitli olaya (Dobu ne yazık ki
mitolojik bir yorumunu veriyor bunların) sahne olan
İtalyan yarımadası, barbar halkların, güneyden gelen
göç kalabalığının istilasına devamlı açık bir toprağı
temsil çimektedir: Bunlar köylere akar ve onun fiziksel
yapısını değiştirerek, varoşlarında kamp yaparak, kamu
binalarını işgal ederek ve bütün yönetim eylemlerini
durdurarak oturulmaz duruma getirir buraları. Yabancı
sürülerinin bu baskısı ve Kilisenin yerlilerin kafasını
(simgesini pin-pon ayinsel oyununda ve seçim yarışında
—yarı felçli yaşlı kadınların bile rol aldığı zayıflatıcı bir
kanlı spordur bu— bulan) yanlış anlatılmış modernite
düşleriyle saptırma çabalarının bozucu etkisi karşısında
Sanayi, eski ilkel uygarlığın korunmasında son siper
olarak kalmaktadır. Böyle bir korumanın olumlu bir şey
olup olmadığım yargılamak antropoloğa düşen bir şey
değildir; o yalnızca, içinde hücrelerine ve toplu
yemekhanelerine (studia ya da officia studiorum)
kapatılmış, istiladan, perişanlıktan ve velveleden
korunmuş ve sığındıkları yerin sakin, gayri-insani düzeni
içinde düzinelerle keşişin gelecek toplumlar için
kusursuz yasalar hazırladığı beyaz manastırlar dikmeyi
amaç olarak almış olan Sanayinin işlevini kayda
almalıdır. Bunlar sessiz, sakin, mahcup insanlardır,
kamusal eylem arenasında, ancak neo-kapitalizmin
uşakları (onların gizemsel konuşmalarına özgü
anlaşılmaz bir deyimdir bu) dünyasında yaşayanları
suçlayarak anlaşılması güç ve yalvaçça cihatlar
vazetmek için görünürler. Fakat bu nutukları verir
vermez dindarane bir hava içinde yeniden kendi içlerine,
umutlarını rengi kaçmış parşömenleri üzerine
kaydetmeye çekilirler! Kendilerini ve köyü yöneten tinsel
güç tarafından korunan bu insanlar, bilim adamı için, bu
rahatsız edici ve yaban sırrı anlamanın tek
anahtarıdırlar.
1962
Son Yakındır
“Heraklit, kitabı Artemis tapınağına emanet etti, bazıları
da onun kitaba ancak onu okuyabilenlerin
yaklaşabilmesi için bilerek kapalı bir dille ve kendisini
kara kalabalığın nefretine uğratacak hiç de hafif
olmayan bir tonda yazdığını söylüyor.” Heraklit’in kendisi
ise: “Niye beni şuraya buraya çekiştirip duruyorsunuz
kara cahiller? Sizin için yazmadım ben, beni
anlayabilenler için yazdım. Bir insan benim için yüz bin
insan değerindedir; güruhsa, hiç,”{28} demiştir.
Ama Heraklit yok artık, kitabıysa incelemeler ve
dipnotlar yazarak ona yaklaşmak isteyen bilgin
maymunların önünde apaçık duruyor. Çömezleri ondan
çok daha fazla şey biliyor. Bu da, Herakleitos’un kara
kalabalık tarafından yenilgiye uğratıldığı, daha da
üzücüsü, bugün kitle-insanının zaferine tanık
olduğumuz «ulamına gelir. Ruhunuz henüz tamamen
kuramamışsa, yapacağınız tek şey sıradan bir günde
agoradan geçmektir ve daha önce acıdan
boğulmazsanız (bu değerli duyguyu duyabilecek kim
kaldı ki bugün?) ya da toplumsal mimesise yenilip kent
meydanında gezinerek felsefe yapan en son kişinin
çevresini sarmış keyif ehillerine katılmazsanız, bir
zamanlar Yunanistan halkı olan kişileri görebilirsiniz:
Kokular ve bağırtı çağırtı içinde hep bir arada sevinç
çığlıkları atan, sürüsünü güden Attikalı köylüyle, Pontos
Eukseinos’lu{29} tonbalığı tüccarlarıyla, Pireli balıkçılarla,
emperoi ile ve bağıra çağıra satış yapan kapeloi
kalabalığıyla, —komedi yazarlarımızın bazen
sıralamaktan keyif duydukları gibi— sucuk, sosis, yün,
meyve, domuz eti, kuş, peynir, tatlı, baharat, ishal ilacı,
tütsü ve kokulu sakız, kuştüyü, incir, sarımsak, kümes
hayvanları, kitap, kutsal şerit, iğne ve kömür satıcılarıyla
karışan artık kusursuz, kendini beğenmiş otomatlar. Ve
onların ortasında, dolaşan kamu denetçilerini, hepsi de
küçük küçük dükkânlar, terzi tezgahları önünde
toplanmış para bozucuları, ağırlık ve ölçü kontrolörlerini,
şiir kopyalayanları, çelenk satıcılarını göreceksiniz; ut ve
parfüm imalatçılarını, sünger ve deniz salyangozu satan
çerçileri, köle tüccarlarını ve hermai yakınında
mallarının çığırtkanlığım yapanları, incik boncuk, ekmek,
bakliyat satan kadınları ve ayakkabı tamircilerini ve
muhabbet tellallarını da görebilirsiniz.
Böylece ucuz zevkleri olan, karşılıklı konuşmaya
filistence düşkünlüğü, Lyceum’un ve Peripatos’un ona
sevecenlikle sunduğu felsefi özürden ve salyangoz gibi
içine kapandığı gürültüden mutluluğu, bir din düzeyine
yükselttiği “oyalanışı” ile kibirli kitle insanının, demokrat
Atina yurttaşının portresini çizebilirsiniz kendinize.
Alkibiades’in yönetimindeki hamam böceği şeklinde yeni
model savaş arabasının çevresine yığılmış ya da ter
içinde bağıra çağıra bir yerlerden gelen haberciye doğru
koşan kalabalığı görebilirsiniz. Çünkü kitle insanın
başlıca özelliği bilme aşkıdır, bilgiye düşkünlüğüdür.
Aklın, herhangi bir kimsenin emrine verilemeyecek
derecede değerli bir hazine olduğunu bilen Heraklit’in
gösterdiği kısıtlamanın aksine, bugünlerde Aristoteles,
diye biri, “bütün insanların doğal olarak bilgi istediklerini”
açıklıyor ve bunun kanıtının da “herhangi bir kazanç
hırsından bağımsız, sırf öyle olduğu için sevdikleri
duygulardan, özellikle de görsel duygulardan aldıkları
zevk”{30} olduğunu söylüyor.
Bu hiçbir şeyi ayırt etmeyen anlama arzusu, bu bilgi
açlığı tanımlamasından sonra kitle insanının bu olumsuz
antropolojisine eklenecek ne olabilir ki; onun gerçek
oranların değiştirildiği ve yontuların ancak aşağıdan
bakanlara doğal görünecek bir şekilde yontulduğu bir
yerde, sütun başlıklarını ve alınlıkları kullanışıyla açıkça
doğruladığı bir gereksinimi açıkça ve zevkle ve aynı
zamanda uzaktan (telebakışla yani) görmek için bütün
bunlar yetmez mi! Yontucular kitle insanının tembelliğini
yeterince doyurmuyor mu, paket görüşler apaçık olan
şeyi yorumlama sorumluluğundan yeterince kurtarmıyor
mu onu!{31}
Bizim Montalides son zamanlarda boşuna kınamaya
çalışıyor bu bilgi açlığım: “Giderek daha da kalınlaşan
bir bilgi ve uzaktan gönderilen görüşler örtüsünün,
üzerinde yaşadığımız dünyayı sardığı” da göz önünde
tutulursa, yerküremizin diski, “yoğunluğu boyuna
genişlemekte olan bir psikizm{32} boşluğu” içinde
kapatılmış gibi görünüyor. Bu yaygın kara cahillik Atinalı
kitle insanı üzerinde herhangi bir etki yapmıyor artık;
olamazdı da zaten, çünkü okul günlerinden beri onu
eğitenlerin; çağdaş şairlerin kitaplarıyla onu bozmakta,
baştan makta ikirciklenmeden, ilgi duyduğu tek şey “bilgi
vermek” idi; biz de, konformist kalabalığın hâlâ hayran
olduğu eski dost Platon tarafından öyle (ama kibirli
burnu havada bir ikiyüzlülükle) uyarılmamış mıydık:
“Öğretmenlerimiz, kendilerinden nasıl isteniyorsa öyle
yaparlar. Ve delikanlı onun harflerini öğrenip de ne
yazıldığını anlamaya başlayınca... büyük şairlerin
yapıtlarını okunmak ve zorla ezberlenmek üzere
karşısında, sırasının üzerinde bulur… böylece gençlik,
onlara öykünerek, onlar gibi olmayı arzu eder.”{33}
Yapacak bir şey var mı? Kültür sanayii aklın sesini
dinlemeyecek kadar mutludur kendi başarılarından
(ama yine de modası geçmiş bir şey değil midir bu?); bu
yüzden de, otuzlarına geldiklerinde geceleyin hermai’nin
boynunu vurmak için —yakınımız bir genç entelektüelin
yaptığı gibi— ortalıkta dolaşan öğrencilerin gelişimine
tanıklık etmek zorunda kalacağız. Böyle öğretmenlere
böyle çömez! Kitle insanı üretimi meyve vermeye
başlıyor.
Fakat o zaman, sessiz yalnızlığın hazlarım reddederek,
onun olma ve başkalarıyla kalma gereksinimini
kuramsallaştırmadık mı? Demokrasi denen şeyin özü
budur, ilk buyruğu da şu galiba: Başkaları nasıl
yapıyorsa sen de öyle yap ve çoğunluğun yasasına
boyun eğ. Kendisini seçecek yeteri sayıda insan
toplaması koşuluyla, herkes resmi bir görevi elinde
tutmaya layıktır. Çünkü kitle insanı mantığı doğuştan
şansa bağlı olduğu için, daha az önemli görevler şansa
güvenir. Kentler gerçekten de, olabildiğince eşit ve
benzeşik öğelerden kurulmuş olmalıdır: Özellikle orta
sınıfta bulunan bir durumdur bu... Phocylides bu isteği
şöyle dile getirir: “En iyi durum orta olandır, benim
kentte işgal etmek istediğim yer de burasıdır.”{34}
Aristoteles’in görüşü böyledir, Ortegaygassetolar, “Son
yüzyılın ikinci yarısından beri Avrupa’da yaşam göze
çarpar biçimde dışlaştırılmış... gizli ya da tek başına,
kamuya, kalabalığa, başkalarına kapalı özel yaşam
giderek daha güçleşmiştir... Sokağın sesi yükselmiştir”
diye suçlayarak ona, vox clamantis ın deserto, boşuna
yanıt vermeye çalıştılar. Agoranın sesi yükselmiştir
diyebilirdik, ama agora kitle insanı ideolojisidir, onun her
zaman istediği ve layık olduğu şeydir. Ancak Platon’un
orada gezinmesi ve yandaşlarıyla konuşması doğrudur:
Onun krallığıdır orası ve kitle insanı yalnız yaşayamaz,
çünkü olan biten her şeyi bilmeli ve her yerde ondan söz
etmelidir.
Bugünlerdeyse her şeyi bilebilir. Termopylae’de ne
olduğunu görüyorsunuz. Bir habercinin haberi
getirişinden ve birinin onu basitleştirerek ve bir reklam
sloganına indirgeyerek —Oklarımızdan güneş
görünmez olacak. Daha iyi! Gölgede savaşırız biz de—
paketlemeyi düşündüğünden yalnızca bir gün sonra, her
sözü yankılama hastası Herodot bu zorbaya, yüz kulaklı
kalabalığa olan görevini yerine getirmiştir.
Böylece bugünün hevesli muhabirlerinden başka bir şey
olmayan sözümona tarihçiler, tam da ait oldukları
yerdeymiş gibi görünüyor. Perikles’in etkili halkla ilişkiler
adamı Herodot, Pers savaşlarından daha iyi bir şey
bulamaz yazacak. (Bir başka deyişle, kusursuz ve basit
bir gazete haberi. Şimdilerde, ne gördüğü ne de işittiği
şeyleri masal boyutuna bürüyerek yazabilmek için
gerekli şiirsel açıklığa sahip bir Homeros’tan
bekleyemezdik bunu.) Herodot üç-dört İyonya sözcük
işareti okumasın, her şeyi bildiğini ileri sürer. Her şey
üzerine konuşur o. Ve bu da yetmezmiş gibi,
Amphipolis’in düşmesi gibi utanç verici bir yenilgiden
sonra (önleyememiştir bunu, hem silah hem de yönetim
yenilgisidir bu) Peloponez’deki kötü serüvenlerini unutan
ve savaşta olanları olduğu gibi anlatmaya razı bir
vakanüvis olarak yeni bir kişilik yaratmış olan
Thukidides’ten daha tantanalı ve yavan birini yaratırdı.
Böylece skandal gazeteciliğinin en derin çukurlarını
taramış mı olduk sonunda? Hayır, çünkü ondan sonra,
bir çamaşır listesinden tarihsel bir belge çıkarabilme
sanatının ustası Ksenephon geldi; basit bir göz
hastalığına feryat figan gözyaşı döken Ksenephon.
(Kültür sanayiinin özelliği onun kabalığıdır, kaba ama
çarpıcı ayrıntı üzennde ısraridir. Bir nehir mi geçildi?
Nehri geçen “göbeğine kadar ıslanmıştır.” İnsanlar
kokmuş yiyecek mi yer? “Geriden akacak”tır onlar.){35}
Ama Thukidides’te bundan daha fazlası vardır; onda
yazınsal şeyler yazma, modayı izleyebilenlere kültür
sanayiinin sağladığı yazın ödüllerine aday olma sıradan
arzusunu buluruz. Thukidides yeni romana öykünerek
yazısını doğalcı süslemelerle süslemekten çekinmez:
“Vücudun yüzeyi ne dokununca aşırı bir sıcaklık, ne de
bakınca solgunluk ortaya koyuyordu; kırmızımsı,
kurşuni, küçük küçük yaralarla, berelerle örtülüydü...”{36}
Konu? Atina’da veba.
Böylece, insani boyutu nesnel styleme’e indirgediği için,
çağcıl muhabirlik ve avangardlar yeni yazınımızda ağır
basıyor. Ufacık bir zekâ pırıltısı olan biri için, genç
yazarların dilinin anlaşılmazlığından yakınan
Bobtowerida’ların sıkıntısına verilecek tek yanıt şu
olmalıdır: Anlayacak bir şey yok, ayrıca kitle insanı da
başka türlüsünü istemiyor. Attika insanının sönmesi, yok
olması artık tamamdır.
Ama Batı’da bir çöküş varsa, kitle insanı bunun
kendisini rahatsız etmesine izin vermez. Bütün olası
dünyaların en iyisinde yaşamıyor mu o? Perikles’in,
halinden hoşnut, ateşli bir Atinalı kalabalığa verdiği
nutku bir daha okuyun: Statü diyalektiğinin neşeli bir
iyimserlikle yüceltildiği meritokratik{37} bir toplumda
yaşıyoruz (“Eğer bir insan kente yararlı ise, ne yoksulluk
ne de belirsiz bir toplumsal konum ona engel
olmayacaktır”), dolayısıyla, ayrım ölçütü, aristolarınki{38}
kesinlikle buydu, en iyinin, bir düzeye indirici çılgınlık
denizine daldırılmasıdır. Atinalı insan şimdi kalabalıkta
bir sima, konformist davranışa köle beyaz pelerinli bir
işçi olarak yaşamaktan mutludur (“Yasadışına
düşmekten inanılmaz derecede korku duyarız bizler:
Yönetimde birbirini izleyen, yasalara, özellikle de
yasaları izlemeyenlere karşı genel bir aşağılama
uyandıran yasalara aşırı bağlı olanlara boyun eğeriz.”)
Atinalı insan şimdi bir boş zaman sınıfının temsilcisi
olarak mutluluk içinde yaşıyor. (“Gündüzki yorucu
çalışmamızdan sonra kendimizi tazelemek için, bütün yıl
boyunca devam eden eski geleneksel oyunlar ve
şenlikler gibi ruhumuzu oyalayıcı birçok şey
bulmuşuzdur, günlük zevklerin bütün dertleri dağıttığı
her türlü konforla donatılmış evlerde yaşarız”) Başka bir
deyişle, Atinalı insan refah içinde bir devletin, zengin bir
toplumun sakinidir. (“Her türden mal akar kentimize,
bunun için de yalnızca bu ülkenin bütün meyvelerinden
ve ürünlerinden değil, aynı zevk ve kolaylıkla diğer
ülkelerin meyve ve ürünlerinden de, sanki
kendimizinmiş gibi, yararlanabiliriz.”){39}
Atina köyünde yaşamaktan mutlu bu kitle insanını
akılsız, kibirli tembelliğinden koparabilir miyiz? Hayır,
çünkü onu Perikles’in sözünü ettiği aynı oyunlar orada
tutmaktadır. Olympia’ya sürü halinde giden ve orada,
sanki kendi ruhları tehlikedeymiş gibi, son meta’yı
tartışan kalabalıkları düşünün; ya da şimdi yılları
numaralamaya yarayan Olimpiyat oyunlarını! Yaşamın
ölçüsü, sanki cirit atmada galip gelen birinin başarıları
ya da birinin belli bir yolu on kez koşmasıymış gibi.
Pentatlonun sonucu arete{40} ölçüsüdür. Birileri bir şairi
bu tür “kahramanlar” için şiirler yazmakla görevlendirir,
bunların aldığı çelenk kentin şanım şöhretini artırır.
Perikles’in söylevi gerçekten de her şeyin güzel olduğu
bir uygarlık fikrini vermekte bize. Kendi insanlığınızı
reddetmeniz koşuluyla tabii. Montalides’in uyardığı gibi,
“evrensel insan topluluğu hücresel kümelerin bir kümesi,
içinde her bireyin aklına göre değil de üretkenlik
olasılıklarına ya da bütünsel düzleşme kalıbına daha
çok ya da daha az uyuşuna göre sokulduğu ve
kataloglandığı bir delikli mercan yığını olacaktır.”
Firavunların yalnızlığına ve yalıtılmışlığına kaybolmuş
bir cennet gibi bakarız biz, ama Atinalı insan ona karşı
bir özlem duymaz, çünkü onun tadını hiç tatmamıştır;
Olympia’nın kale duvarları üzerinde kendi melankoli
vahyini hazırlıksız olarak kutlar. Ne olursa olsun, karar,
kendisinden beklenen bir şey değildir. Kültür sanayi, ona
Delphoi Pythia’sının hemen hemen elektronik
bükülmelerini sağlamıştır artık, sara kasılmalarında
gelecek eylem için tavsiyeler verir ona. Bile isteye
anlaşılmaz hale sokulmuş bütün cümle parçalarında, dil,
korku içindeki demokrat kalabalıkların tüketimi için
geriye çekilmiştir.
Geçmişte, kültürden, kurtarıcı bir sözcük sunması
istenirdi; bugün kurtuluş bir sözcük oyununa
indirgenmiştir. Atinalı insana bir açık tartışma büyüsü
yapılmıştır, sanki her sorunu tartışmak ve genel bir
anlayışa ulaşmak gerekliymiş gibi. Fakat sofistlik,
hakikati kamusal uydaşıma indirgemiştir, açık
tartışmaysa bu konuşmacı kitlesi için son sığınak gibi
görünmektedir.
Tartışmaya o çirkin koşuştan hemen önceki karşılıklı
konuşmayı zekice yeniden üreten Bloomide’ların acı
yansımalarının altını çizebiliriz ancak. “Hey, bir yuvarlak
masa hakikat tartışması için agoraya gelir misin yarın?”
“Hayır, ama Gorgias’a neden sormuyorsun? Bir Helen
övgüsü için de ideal bir kişi olurdu o. Protagoras’a da
sorabilirsin, onun her şeyin ölçüsü olarak insanı alan
kuramı son moda bir şey, biliyor musun?” Ama
Bloomide’ların tartışmaya karşı ilgilerinin bir eşi daha
duyulmamıştır; polemikçiler tembel, yozlaşmış bir alıcı
kitle karşısında yapılan ateşli ağız dalaşının gerisinde
yatan zararlı ideolojiyi boş yere çürütmeye çalışır.
Buna karşılık kültür sanayii, Atinalı kitle insanına, eğer
tartışma onu doyurmaz ise, daha dolaysız, sulandırılmış
bir akıl sunacaktır, hem de onun zevkinin istediği gibi
çekici bir özet halinde. Bu sanatın ustası da, eski
felsefenin en sert, en ters hakikatlerini en sindirilebilir
şekilde, diyaloglarla sunmada gerçekten yeteneği olan
yukarıda adından söz ettiğimiz Platon’dur. Platon, kitle
kültürünün istekleri önünde eğilerek, kavramları hoş ve
yüzeysel örneklere döndürmekten hiç tedirgin olmaz
(beyaz at ile siyah at, mağaradaki gölgeler, vb.). “Bunun
için de derinde olan şey (Heraklit’in aydınlatmamaya
dikkat ettiği şey) yüzeye, en aylak dinleyicinin anlayış
düzeyine yükseltilir. Son rezillik: Platon, o yüce Bir ve
Çok sorununu, bir demirci dükkânının içine çekilen
(hiçbiri “gürültü”lü bir mekânın dışında düşünemez!)
insanların karşılıklı konuşması için bir konu olarak
kullanmaktan çekinmez, oysa para ödüllü bilgi
yarışması programlarının insanı bağlayıcı bütün
büyüsüne sahip olan, sorunu askıda bırakma ve dokuz
varsayım ilkesini zekice kullanarak tartışmayı çekici hale
getirmeye dikkat eder. Didişimcilik ve Doğurtma (bunlar,
en yeni terimler kullanarak kendi boşluklarını
gizlemekten hoşlanan muhabirlerin verdiği adlardır) hâlâ
bildik bir işleve sahiptir: Atinalı insan anlamak için bir
çaba göstermek istemez; kültür sanayii uzmanları, ona
zekasının aslında önceden hazırlanmış bir anlayış
kazandığı yanılsamasını verecektir. Oyun, pekala hak
ettiği ölüm cezasını müthiş bir reklam kampanyasına
çevirmeyi bile başarmış olan bizim şu azgın Socrates’in
sihirli (ama kabul etmeliyiz ki, ustaca) hileleriyle başlar.
Socrates, sonuna kadar kültür sanayiinin sadık bir
hizmetkârı olarak kalacak, ilaç firmalarına şöyle
sloganlar bulacaktır: “Baldıran size iyi gelir.” Ya da
“Nedir bu çocukları kandırma üzerine söylenenler?
Neden söz ettiğinizi bilmiyorum. Agorada geçen yorucu
bir günden sonra bana gerekli olan tek şey bir bardak
güzel baldırandır!”
Gülünçlü oyunun sonu: Asklepios’a bir horoz, sonul
ikiyüzlülük. “Medya insanlıktan, hakiki diyalogdan uzak
ne kadar çok görünüm sunarsa, o kadar çok sahte bir
özel konuşma ve neşeli bir içtenlik havası kazanır; gizli
bir kurala uyan programlarını gözlemleyerek görebiliriz
bunu (eğer ruhum dayanırsa buna): İnsanı, kendisine
hiç çekici gelmeyen estetik, ekonomi ya da ahlak gibi
şeylerle ilgilendirin,” derken bilge Zollaphontes’i kabul
etmek zorundayız. Felsefi diyalog bahanesi altında,
açık, edepsizce cinsel sezinletmelerle kabalaştırılmış
neşeli perhiz bozma görünümüne tanık olduğumuz
Sokratik-Platonik Symposium potpurisi için daha iyi bir
tanım bulunabilir mi? Aynı şekilde Phaidros’ta, bir adam
sevgilisine bakarken (çünkü son aşama, kaçınılmaz bir
biçimde bir dikizciler uygarlığıdır) şunları okuruz: “Tere
batar, olağan dışı bir sıcaklık sarar onu;{41} böylece
gözlerinden onun içine inerken bir güzellik seli, yeni bir
sıcaklık yayılıyor... Her şey şişer, kabarır, her şey
kökünden yukarı doğru büyür ve büyüme bütün ruhun
altına uzanır... ve kanat şişmeye başlar.”{42} İnceden
inceye gizlenmiş açık saçıklık: Son hediyedir bu, felsefe
diye satılan kitle-erotiği. Socrates ile Alkibiades
arasındaki ilişkiye gelince, yaşamöyküsüdür bu; kültür
sanayii estetik eleştiriden ayrı tutar onları.
Bir sanayi olamayacak kadar “doğal” olan seks,
Aspasia’nın bize söylediği gibi, yine de ticarileşmiştir.
Ticaret ve politika: Seks sistemle bütünleşmiştir.
Phryne’nin jesti, satın alınamaz yargıçlara inancın bile
pek temelli olmadığını anımsatır bize acı acı. İnsan
ruhunun bu çelişkilerine ve talihsizliklerine hazır bir
yanıtı vardır kültür sanayinin: Bu tür skandallar
yararlıdır, tragedya yazarları için hammadde sağlar. Bu
süreç Atinalı insanın sonul vahiysel uçurumunu,
düzeltilmesi olanaksız yozlaşma yolunu doğrular.
Atinalıların güpegündüz amfiteatrdaki basamaklı uzun
sıralarda yerlerini aldıklarını, her türlü insanilikken
sıyrılmış maskeli zavallı oyuncuların —çünkü bunlar
yüzlerini maskelerin acayip yalanları arkasına
gizlemişlerdir, yüksek ayakkabıları ve şişkin giysileri
kendilerine ait olmayan bir büyüklüğü taklit ediyordur—
canlandırdığı olaylara aptalca ve şaşkın ifadelerle
katıldıklarını görürsünüz. Herkesin arsız dikkati
karşısında, hiçbir duygu ayrıntısı, hiçbir tutku değişmesi
göstermeyen hayaletler gibi, insan ruhunun en korkunç
gizleri üzerine tartışma sunarlar size: Kin, anababa
katilliği, akraba ilişkileri. Geçmişte kalabalığın
gözlerinden gözlenecek olan şeyler şimdi genel
eğlencenin kaynağı olmuştur. Burada da seyircinin yine
kitle kültürünün buyruklarına uygun olarak eğlendirilmesi
gerekir, bu da bir duyguyu sezgi yoluyla doyurmaya
değil, aksine tüketiciye hazır bir biçimde sunmaya
zorunlu kılar sizi. Böylece düşüne taşına düzenlenmiş
bir şiddetle size saldıran, şiirsel bir hüzün anlatımı değil,
basmakalıp bir acı formülü olacaktır: “Heyhat, heyhat,
heyhat, Ototoi, totoi!” Fakat sanatlarını kiraya veren ve
arkonun keyfine göre kabul edeceği ya da reddedeceği
bir ürün ortaya koymak zorunda olduklarını bilen
yazarlardan başka ne beklenebilirdi ki? Bugünlerde
paraca destek olmanın verimli yurttaşlara düştüğü
herkesin bildiği bir şey, dolayısıyla kültür sanayii daha
dolaysız yasallık bulamazdı. Sizi destekleyen kimseye
onun sizden istediği şeyi sunarsınız, onun sizden ne
istediği ise ağırlık ve nicelikle ölçülür. Çok iyi bilirsiniz ki,
bir oyununuzun sahnelenmesini istiyorsanız, onu tek
başına öneremezsiniz. Hayır, satir dramalı tam bir dörtlü
drama sunmak zorundasınızdır. Dolayısıyla, isteğe
dayalı yaratış, formülüne göre makine yapısı şiir vardır.
Şairse, yapıtının sahneye konulduğunu görmek
istiyorsa, aynı zamanda besteci ve koreograf ve dansçı
olmak, koroyu flütün edepsizce zırıltısına bacaklarını
utanç verici bir biçimde sallatmak zorundadır. Eski
ditiramp yazarı bugün bir Atinalı Broadway yapımcısına
dönüşmüştür; sonunda başardığı çile, muhabbet
tellalının çilesidir.
Bu gerilemenin seyrini çzümleyecek miyiz? Kitle
insanının doğal olarak taptığı Aiskhylos’la başIadı.
Aiskhylos, en son haber başlıklarından yapıyordu şiiri:
Salamis Savaşını al örneğin. Şiir için ne güzel gereç!
Yazarın, teknolojik ayrıntılarını, bizim yorgun
duyarlıklarımızı artık şaşırtmayan bir hazla saydığı bir
askeri-sanayi başarısı. “Hep birlikte yüksek sesle denizi
döven kürekler”, “tunçtan pruva”larıyla tekneler, “dar
boğazda sıkışmış sıra sıra gemilerin burunları”,
çarpınca sıra sıra bütün kürekleri çatır çatır kıran “tunç
yanaklı” gemiler, Yunan gemilerinin Persleri çevirirken
onların çevresinde yaptığı manevralar, bütün bunlar,
mekanik ayrıntıları öne çıkaran ağdalı ve kibirli bir
biçemle, numaralanmış dizelere düngelik konuşmadan
ufak ufak parçalar sokma tutkusuyla, bir elkitabına
yaraşır terminolojiyle ve eğer hâlâ bir ayrım yapma
duyumuz kalmışsa, yüzümüzü kızartacak bir ikinci elden
biçemle verilir.{43} Zollaphontes’in de dediği gibi, “Sınai
kitlenin karakteri burada eksiksiz yakalanır: İsteri ve
kasvet arasında kararsız sallanır. Baal savaşçıları
arasında duyguya yer yoktur.” Duygu mu? Bir görkem
ve ölüm sahnesini betimlemek zorunda kaldığında, neye
başvuru? Sözlüğe, kasap argosuna. “Onlar, ağa
tutulmuş orkinos balığı gibi, kırık küreklerle, gemi
enkazından ele geçirdikleri parçalarla, inlemeler,
ağlamalar içinde denizde yüzen adamlara vuruyor,
bellerini kırıyordu, bütün deniz dumanlar içindeydi...”{44}
Kültür sanayii, umutsuz bir refaire Doeblin sur nature
çabası içinde, bir eşyaya, bir zanaatçı aletine, bir
mekanizmaya, bir tersane terminolojisine döndürülmüş
bir dili sokuşturur bize.
Fakat Aiskhylos’İa en aşağı düzeye indiğimizi
sanmayın. Rezalet daha derine iniyor. Nihayet,
kalabalıklar için toptan üretilmiş zoraki uyurgezerliğin
kusursuz örneğini Sophokles’te buluruz. Sophokles,
Aiskhylos’un dinsel nevrozlarını reddettiği, Euripides’in
zarif boulevardier{45} kuşkuculuğundan uzaklaştığı halde
eserlerindeki ılımlılık uygulaması ahlaki uzlaşmanın
simyası haline gelir. Her şeye uyan durumları çıkarır
atar, böylece gerçek amaç diye bir şey kalmaz.
Antigone'yi alın örneğin. Hepsi var burada. Kendini,
barbarca öldürülmüş kardeşine adayan bir kız. Kötü ve
duygusuz bir tiran. Ölüm pahasına bile dokunulmaz
ilkeler, Tiranın oğlu Haemon, kızın acı yazgısı yüzünden
kendini öldüren bir erkek. Onu mezara kadar izleyen
Haemon'un anası. Kendi anlamsız filistenliğinin neden
olduğu bütün bu ölümlerden şaşkın Kreon. Sabun
köpüğü ucuz melodramlar, Atina kültür sanayii
sayesinde doruk noktasına, cehennemin dibine ulaştı.
Ve sanki bu yetemezmiş gibi, eserlerini ahlaki
yorumlarla kapatır Sophokles! İlk stasimonda teknolojik
verimliliğin yüceltildiğini görürüz: “Dünyada olağanüstü
çok şey vardır, ama hiçbiri insandan daha güzel değil...
Yıllar yılı genç atlarının peşinde, sabanını sürerek,
toprağın altını üstüne getirerek Yeryüzünü, o yüce gücü
aşındırır... Vahşi hayvan sürülerini, deniz yaratıklarını
kendi elleriyle ördüğü ağlarla tuzağa düşürür,
yakalar...”{46} Böylece üretenlik etiğine, aptalca makine
övgüsüne, proleter dehaya anıştırmaya ulaşırız.
Zollaphontes edebiyatla sanayi arasındaki ilişkiden söz
ederken şu alaycı gözlemde bulunur: “Teknoloji
sayesinde, artık canavarları öldürebilen dehanın bu
zaferinden mutluluk duymalı, bu zaferin insan için iyiye
kullanılacağını ummalıyız.” Kitle kültürü ideolojisi
böyledir. Bunun üstadı olan Sophokles ise “oyundaki
aktör sayısını arttırmaktan korkmaz... ikiye, üçe çıkarır,
sahneye dekor ekler{47} çünkü, açıkça görülüyor ki,
ısmarlama coşkuları zorla kabul ettirebilmesi için klasik
sahne yetmemektedir artık ona. Çok geçmeden
dördüncü bir konuşmacının, tamamen dilsiz birinin
oyuna sokulduğunu göreceğiz, o zaman tragedya son
adımını da atmış olacak: En attendant Godot’ların{48}
avangard tiyatro kurallarına kölecesine bağlı kalarak
tümden ifade edilemezliği başaran, gebeyken ikinci kez
gebe kalma komedisidir bu.
Eurıpides için her şey hazırdır artık. Kitlelerin sevgisini
kazanacak kadar masum ve köktencidir o, Alkestis’te
tragedyanın gücünden geriye kalanı da ortadan kaldıran
Admetos ve Hercules inatçı plaisanterie’lerinden{49} de
görüleceği gibi, dramayı pochade’lara{50} indirgeyebilir.
Medea’ya gelince, burada kitle kültürü, kana susamış bir
isteriğin kişisel nevrozlarıyla ve Freud’cu
çözümlemedeki aşırı kan toplanmasıyla bizi
eğlendirerek, nasıl Tennessee Williams des pauvres{51}
olunacağının kusursuz bir örneğini vererek baş oyununu
icra eder. Tam dozu almışsınızdır: Ağlamamak, dehşet
ve acıma duymamak nasıl mümkün olabilir?
Çünkü tragedyanın istediği de budur. Dehşet ve acıma
duymalı ve bunu emirle, belli ima sözcükleriyle
yapmalısınız. Aristoteles’in, bu eşsiz gizli ikna ustasının
bu konu üzerinde ne söyleyeceğini okuyun bir. Bütün
reçete şu: Seyirciyi kendine hem hayran edecek hem de
acıtacak niteliklere sahip bir baş oyuncu alın; korkunç
ve acıklı şeyler getirin bunun başına, uygun miktarda
ani terslikler, itiraflar, felaketler serpin üzerine; iyice
karıştırın, kaynayıncaya kadar ateşte tutun ve voila,
katarsis denen şeyi pişirmiş oldunuz, seyircinin saçlarını
yolduğunu, korku ve sevecenlikle figan ettiğini yüksek
sesle yardım istediğini göreceksiniz. Bu ayrıntılardan
tüyleriniz mi ürperiyor? Hepsi yazılıdır bunların; çağdaş
uygarlığın bu Choryphee'sinin{52} metinlerini okuyun.
Kültür sanayii, yalan değilse bile saf tinsel tembelliğin
amacına yardım edeceğine inanmış olarak, bu metinleri
elden ele dolaştıracaktır.
İdeoloji mi? Eğer böyle bir şey varsa: Verileni alın ve
inandırıcı kanıtlamanın bir aracı olarak kullanın. Bu
Aristoteles'in yazdığı, adı kötüye çıkmış en son elkitabı
Retorik, bir pazarlama ilmihalinden, neyin çekici olduğu,
neyin olmadığı, neye inanıldığı, neyin reddedildiğiyle
ilgili güdüsel bir araştırmadan daha az bir şey değildir.
Dostlarınızın eylemlerini yöneten akıl dışı uyaranları
biliyorsunuz artık, der, dolayısıyla da dostlarınız sizin
insafınıza kalmıştır. Düğmelerine basın, sizindir artık
onlar. Bu kitapla ilgili olarak Zollaphontes şunları ileri
sürüyor: “Kamunun doğal eğilimlerini yansıtmayan, fakat
uyaranlara düşüncesizce tepki yasalarına göre renkleri
abartarak, satılabilirlik konusunda ne derece etkili
olabildiğini hesaplayan bir yalanla karşı karşıyayız.” Etki
mi? Delectatio morosa ya da bir başka deyişle
önsevişme, her ayıbın dövüldüğü demirci ocağı.
Fantezi, düşleme. Tragedya, barbar bir toplumun
gölgelerinden beliren bir canavara bir tapınak
yükselterek, son derece görülür toplumsal onay
damgası vurur buna.
Fakat zavallı Boeotia’lı kurbanın yalnızca oyun günü,
devlet amfiteatrında dolandırıldığı izlenimini vermek
istemem. Aristoteles’in kendisi, Politika adlı kitabında (8.
Kitap) müzikten ve “onun mizacımız üzerindeki
etkisi”nden söz ediyor. Ruhu canlandırıcı taklitler olarak
şarkıların kurallarını inceleyin, “coşkuların nasıl
harekete getirileceğini” öğreneceksiniz, Frigya tarzının
orgiastik davranışa, Dorik tarzınsa “erkekliğe”
götürdüğünü göreceksiniz. Başka şey eklemeye gerek
var mıi? Korai’nin, bugünlerdeki adıyla teenager’ların
coşkusal yönden nasıl yönlendirileceğini gösteren bir
ders kitabı var elinizde. Zoraki uyurgezerlik ütopik bir
düş değil artık, bir gerçeklik. Büyük Adornös buna
şiddetle karşı çıkıyorsa da bugünlerde her yerde flüt
çalınıyor. Aristoteles'in popülerleştirmesi sayesinde
müzik ustalığı müzik ustalığı herkesin kulağında şimdi,
okulda çocuklara bile öğretiliyor. Göz açıp kapayıncaya
kadar Tyrtaeos’un bir şarkısı herhangi bir kimsenin
banyoda ya da Illısio’un kıyılarında ıslıkla çalacağı bir
hava olacaktır. Müzik ve tragedya gerçek yüzlerini
gösteriyor artık bize: Coşkuları bir yönetme,
yönlendirme yolu; kalabalıklar da bu mazoşizm rolünü
hoş karşılıyor ve sevinçle kabul ediyor.
Gençlerimiz gizli inandırıcıların kürsülerinden eğitiliyor,
spor salonlarında koyun sürüsüne dönüştürülüyor. Ergin
yaşa geldiklerinde, kamuoyu denen aynı bilim, erdem,
duygu ve gerçek yeteneği bir maskeye dönüştürerek,
cemiyet yaşamında nasıl davranacaklarını öğretecek
onlara. Hipokrat’ın söyleyeceklermı işitin: “İyi beslenmiş
ve sağlıklı görünmek doktorlar için olağanüstü bir
tanıklıktır; insanlar kendi bedenine özel dikkat
harcamayan kişinin başkalarının bedeniyle
ilgilenemeyeceğine inanır... Bir doktor bir hastanın
odasına girerken, nasıl oturduğuna, nasıl davrandığına
dikkat etmelidir; giyim kuşamı iyi, görünüşü huzurlu
olmalıdır...”{53} Yalan, bir maske oluyor; maske kişilik
oluyor. Çok uzak olmayan gelecekte bir gün, insanın en
derindeki varlığını tanımlamak için geriye kalan tek
terim, en yüzeysel görünümü gösteren maske, persona
olacak.
Kendi görünümüne aşık olan kitle insanı ancak gerçek
gibi görünen şeyden haz duyabilecek, ancak taklitten
hoşlanacaktır,{54} yani olmayanın parodisinden. Bunu,
(yaptığı üzüm resimlerine kuşların üşüşüp gagaladığı
tasvircilerin en çok övüldüğü) resim yapmaya, bugün
gerçek gibi görünen çıplak vücutlar ya da ağaç
gövdelerine tırmanan, ayaktakımının ağzı açık
hayranlıkla dile getirdiği gibi, bir tek konuşma yeteneği
olmayan kertenkeleler yapmada son derece yetenekli
yontuculuğa karşı duyulan büyük arzuda görürsünüz.
Kırmızı figürlü vazolarda, geleneksel profilden görünüş,
sanki yaratıcı bakışın gördüğü nesnenin tamamını
şiirsel anıştırma yoluyla anımsatmaya yetmemiş gibi,
cepheden görülen biçimler sunmaya başladılar.
Ama artistik üretim artık sınai zorunluluğun ağır
boyunduruğunu taşıyor ve kurnaz kitle insanı bu
zorunluluğu seçeneğe dönüştürdü kurnazca. Sanat,
bilimin yasalarına boyun eğiyor: Tapınakların sütunları
arasında kurulmuş altın oranlar görüyorsunuz artık,
mimar, bir denetçi coşkusuyla selamlıyor bunları; ve
Polycletus, kusursuz, sanayileşmiş yontuculuk için bir
“yasa” veriyor size, çünkü acı bir biçimde belirtildiği gibi,
onun Dorypboros’u bir yapıt değil, bir poetika’dır, taşa
kazınmış bir tezdir, mekanik kuralın somut bir örneğidir
artık.{55} Sanat ve sanayi birbirine ayak uydurmuş
durumda şimdi; çevrim tamamlandı; sibernetik
yontuculuk kapıya dayandı. Erginlenmenin son aşaması
sürü çözümüdür. Yurttaşlık haklarını kazanmış gençler
alay talimlerinde sıraya dizilmişler. Babaya sağlıklı
başkaldırmanın yerini gruba teslimiyet almış, genç buna
karşı kendini savunamaz artık. Eşitlikçilik, yaşlı ile genç
arasındaki her farkın altım oyuyor. Socrates ile
Alkibiades öyküsü de bunu doğruluyor. Böyle bir
düzleşme karşısında kişisel duygular deyimi
kötürümleşir. Böylece günümüzün Atinalı insan modeli
ölüme ve ölüm ötesine kadar değişmeden kalacaktır.
Coşku imalatı, gündelik yaşamı kapladığı için, son nefes
üzerinde etkili olmaya zorlanacaktır. Siz değil fakat
profesyonel ağlayıcı kadınlar, artık sizin
beceremeyeceğiniz bir acı taklidi yapacaklar; ölene
gelince, atılan büyük adım, yaşarken sımsıkı yapıştığı
küçük sefil zevklerden onu vazgeçirmeye yetmeyecektir.
Ağzına madeni bir para (Charon için bir gümüş sikke{56})
ve Cerberus{57} için bir çörek koyacaksınız. Zenginler için
tuvalet eşyaları, silah ve gerdanlıklar da ekleyeceksiniz.
Ve farklılık tanımayan aynı kitle Aristophanes’in ucuz
pornografisinden haz almaya koşan seyirci kitlesini
oluşturacaktır. Socrates-öncesi filozofların bizi pek
kuşkulandıramadığı Aşk ile Nefret arasındaki gizemli
bağ onları sıkıyor şimdi. Bilgiye gelince, her türlüsü
geçici bir öğrenmeye indirgenmiştir artık; Öklid bütün
matematiksel zekayı uydaşımlı ve kanıtlanamaz bir
önerme içinde eritmeye razı olmuşken, Pisagor
teoremini ezberlemek yetiyor (her Boeotia’lı, üçgenlerle
yapılan bu sıkıcı küçük hileyi bilir). Çok geçmeden,
okullar üzerlerine düşen görevi yaptığı için, herkes
okumayı, toplama çıkarma yapmayı bilecek ve daha
fazlasını istemeyecektir, belki oy hakkının kadınlara ve
ülkeye yerleşmiş yabancılara da verilmesi dışında. Buna
karşı durmaya değer mi? Kabaran kabalık dalgasına
karşı çıkma gücünü kim toplayabilir?
Yakında herkes her şeyi bilmek isteyecek. Euripides
daha şimdiden Elevsis dini ayinlerini ortak bilgi haline
getirmeye çalışıyor. Aynı şekilde, demokratik anayasa
herkese zamamni abakusa, alfaya, betaya, harcayacak
kadar boş zaman verdiğine göre, gizeme yer ayırmaya
ne gerek gerek var ki? Muhabirler, Mezopotamyalı bir
zanaatkarın su dolabı dedikleri bir şey icat ettiğini
söylüyor bize: Yalnızca bir nehrin akışı yardımıyla kendi
gücüyle dönüyor ve bir değirmen taşını hareket
ettiriyormuş. Böylece daha önceleri değirmenin
döndürülmesinden yükümlü kölenin yazı kalemine ve
cilalı tabletlere ayıracağı boş zamanı olacakmış. Fakat
uzak bir Doğu ülkesinden bir bahçıvanın buna benzer
bir aletle karşı karşıya geldiğinde söylediğine göre:
“Ustam bir zamanlar bana dedi ki, makineyi kullanan kişi
makineleşir, işinde bir makine olan kişide bir makine
kalbi vardır... Buluşunuzu görmedim, bilmiyorum, ama
onu kullanmaktan utanç duyardım.” Zollaphontes bu
özlü öyküyü verirken soruyor: “Bir işçi nasıl olur da
kutsallığı arzu eder?” Fakat kitle insanı kutsallığı arzu
etmiyor; onun simgesi, Ksenephon’un bize betimlediği
büyük hayvandır: Delirmiş bir maymun gibi “Thalatta,
thalatta!” diye bağırarak yerde kıvranan, kendi
susuzluğunun kölesi bir hayvan. Aristoteles’in daha aklı
başında anlarından birinde ileri sürdüğü gibi, doğanın
“özgür insanların bedenini kölelerinkinden ayrı
yarattığını” ve “insanların, doğal adalete uygun olarak,
köle ya da özgür olduğunu”{58} unutacak mıyız yoksa?
Kitle kültürünün özgür insanı da kapsamaya çalışarak
bir köle ırkına verdiği uğraşlardan, bir avuç kişi de olsak,
paçayı kurtarabilecek miyiz yine de? O zaman özgür
insanın başvuracağı tek kendi köşesine, eğer gücü
varsa tendi zilletine, kendi acısına çekilmektir. Yoksa
kültür sanayii, kölelere bile derslerini verir bir gün ve tin
aristokrasisinin son temelinin de altım oyar.
1963
Oğluma Mektup
Sevgili Stefano,
Noel yaklaşıyor, çok geçmeden kent merkezindeki
büyük mağazalar —oğulları için alıyormuş gibi yaparak
— çok sevdikleri elektrikli trenleri, kukla tiyatrosunu,
yayı ve oklarıyla birlikte hedef tahtasını ve aile pin-pon
setlerini kendileri için satın alacakları bu anı sevinçle
beklemiş, her yılki ikiyüzlü cömertlik senaryolarım
oynayan babalarla dolup taşacak. Ama ben yine de
onları gözlemekle yetineceğim, çünkü bu yıl benim
sıram henüz gelmedi, sen çok küçüksün daha,
Montessori-onaylı bebek oyuncakları da büyük bir zevk
vermiyor bana, belki de, imalatçı etiketi bütünüyle
yutulamayacağına değgin garanti verse de bunları
ağzıma sokmaktan hoşlanmadığım için. Hayır,
beklemem gerekiyor, iki yıl, üç ya da dört yıl. O zaman,
benim sıram da gelecek; anne; egemenliğindeki eğitim
aşaması geçecek, tüylü oyuncak ayı yönetimi son
bulacak ve kapanacak ve babalık yetkesinin tatlı ve
dokunulmaz şiddetiyle senin yurttaş bilincini kalıba
dökmeye başlayabileceğim an gelmiş olacak. O zaman,
Stefano...
O zaman armağanların silahlar olacak. Çifte namlulu
tüfekler. Kesintisiz ateş eden silahlar. Hafif makineli
tüfekler. Toplar. Bazukalar. Süvari kılıçları. Bütün savaş
giysileriyle kurşun, askerler ordusu. Açılıp kapanan
köprüleriyle şatolar. Kuşatılacak kaleler. Kazamatlar,
barut depoları, destroyerler, jetler. Makineli tüfekler,
hançerler, rövelverler. Colt’lar ve Winchester’lar. Eski
Fransız tüfekleri, 91’ler, Garand’lar, mermiler,
arkebüzler, külverinler, sapanlar, arbaletler, kurşun top
mermileri, katapultlar, meşaleler, el bombaları,
mancınıklar, kılıçlar, kargılar, kale duvarlarını yıkmakta
kullanılan kalın kütükler, bakalı kargılar ve borda
kancaları. Tıpkı Kaptan Flint’inki gibi (Long John Silver
ve Ben Gun’ın anılarına) sekiz riyallik dolarlar ve Don
Barrejo’nun çok sevdiği türden kamalar ve bir defada üç
pistolu safdışı edecek ve Montelimar Markisini yere
devirecek Toledo palaları ya da Baron de Sigognac’ın
Isabelle’ini elinden almak isteyen gaddarı kılıçtan
geçirdiği Napoliten hileleri. Ve savaş baltaları,
partizanlar, miserikord kamaları, hançerler, ciritler,
palalar, küçük oklar, John Carradine’in elektrikli
sandalyede idam edilirken tuttuğu, kimse anımsamasa
bile çok kötü bir talihtir bu, kılıç bastonlar da olacak.
Carmaux ve Van Stillerdin benzini uçuracak korsan
kılıçları ve hiçbir Sir James Brook’ın görmediği cinsten
(görmüş olsaydı, Portekizliler karşısında teslim
olmayacağı) üzeri kakma ile süslemeli pistollar; gün
Clignancourt’ta yavaş yavaş batarken Sir William’ın
çömezinin, kendi öz anası yaşlı paragöz Fipart’ı
öldürmüş olan katil Zampa’yı öldürdüğü türden üçgen
ağızlı hançerler; ve bakır rengi sakalları kurşun bir
tarakla devamlı tarandığı için kendisini daha da
büyüleyici gösteren Beaufort Dükü Mazarin’in çelengini
sevinçle bekleyerek ata binip uzaklaştığı sırasa
gardiyan La Ramee’nin ağzına sokulanlara benzer
peres d’angoisse’lar;{59} ve betel çiğnemekten dişleri
kıpkırmızı olmuş adamların ateşleyeceği, ağızları çivi
dolu tüfekler; parlak giysili Arapların saldırılarında
kullanılacak, kundakları sedeften tabancalar;
Nottingham şerifini kıskançlıktan mosmor edecek
şimşek hızında oklar; Minnehaha’da ya da (iki dilli
olduğunuza göre) Winnetou’da bulunabileceklere
benzer kafatası derisi yüzmek için bıçaklar. Kibar bir
hırsızın işini yapabilmesi için gerekli, frakın altında yelek
cebine sokulu küçük, yassı bir pistol ya da cep çöktüren
veya Michael Shayne’in koltuk altını dolduran ağır bir
Luger. Jesse James’e ve Wild Bill Hickok’a layık av
tüfekleri ya da ağızdan dolma Sambigliong. Kısacası,
silahlar. Çok sayıda silah. Bunlar, oğlum, bütün
Noellerinin anımsanacak şeyleri olacak.
Bayım, şaşkınım —diyecek bazıları— siz, bir nükleer
silahsızlanma komitesi üyesi ve barış hareketi
destekleyicisi; başkentteki yürüyüşlere katılmış ve ara
sıra bir Aldermaston mistiği beslemiş olan siz.
Kendimle çelişiyor muyum? Eh, kendimle çelişiyorum
(Walt Whitman’m diyeceği gibi).
Bir sabah, bir dostumun oğluna bir armağan almaya söz
verdiğim bir sabah, Frankfurt’ta büyük bir mağazaya
girdim ve güzel bir rövelver istedim. Herkes şaşkın
şaşkın baktı yüzüme: Biz savaş oyuncakları
bulundurmuyoruz, bayım. Kanınızı dondurmaya yeter
bir yanıt. Rezil olmuştum, çıktım oradan ve kaldırımdan
geçmekte olan iki Bundeswehr adamıyla burun buruna
geldim. Gerçeğe geri dönmüştüm. Hiç kimsenin benimle
alay etmesine izin veremezdim. Bundan böyle yalnızca
kişisel deneyime güvenecektim, pedagogların canı
cehennemeydi.
Benim çocukluğum hep değilse bile çoğunlukla kavgacı
geçmişti. Çalılıkların arasında son dakikada
doğaçlamadan çaldığım kamışçıklar kullanırdım; park
etmiş arabaların gerisine çömelir, otomatik tüfeğimi
ateşlerdim; süngü takıp saldırırdım. Çok kartlı savaşlar
beni çekiyordu. Evdeyse oyuncak askerlerim vardı. Sinir
bozucu stratejilere, haftalarca süren operasyonlara,
uzun tüylü oyuncak ayımla kız kardeşimin oyuncak
bebeklerinin kalıntılarını bile seferber ettiğim uzun
kampanyalara katılırdı ordular. Paralı askerlerden
çeteler kurar, az sayıda fakat sadık taraftarlarıma beni
“Piazza Cenova terörü” (Şimdi Piazza Matteotti) diye
çağırırdım. Daha güçlü bir başka birlikle karıştırmak için
bir grup Kara Aslan’ı dağıtır, daha sonra da bunlara
felaket bir hükümet bildirisi yayınlardım. Monferrato
Bölgesine yerleşince zorla Yol Çetesine alındım ve
kıçıma yüz tekme ve tavuk kümesinde üç saat
hapislikten oluşan bir erginlenme törenine sokuldum.
Nizza Deresi Çetesine karşı savaştık korkunç pis,
dehşet saçan bir çeteydi bu. İlk keresinde çok korktum
ve kaçtım; ikincisinde, dudağımın üzerine bir taş yedim,
şimdi hâlâ dilimle hissedebildiğim ufak bir düğüm var
orada. (Sonra gerçek savaş başladı. Partizanlar Sten
makineli tüfeklerini iki saniyeliğine tutmamıza izin
veriyorlardı ve biz alınlarının ortasında bir delikle yerde
ölü yatan arkadaşlarımızı görüyorduk. Fakat o zamana
kadar erginleşiyorduk, on sekiz yaşındaki gençleri aşk
yaparken yakalamak için Belbo Nehrinin kıyıları
boyunca dolaşıyorduk, bunun dışında, delikanlılığın
gizemli bunalımlarının pençesinde, tenin bütün
hazlarından vazgeçmiştik.)
Bu savaş oyunları sarhoşluğu, tüfeğe elini sürmeksizin,
kışladaki uzun saatlerini ortaçağ felsefesini ciddi ciddi
incelemeye adayarak on sekiz ay askerlik hizmeti
yapmayı başarabilen bir adam ortaya çıkardı. Birçok
günahı olan, ama silahları sevmek ve savaşçı değerlerin
kutsallığına ve etkinliğine inanmak gibi çirkin bir suçu
hiçbir zaman işlememiş olan bir insan. Bir orduyu,
ancak askerleri Vajont felaketinden sonra barışçı ve
soylu sivil bir amaç uğruna bataklıkta zorla ilerlerken
gördüğünde takdir eden bir adam. Savaşlara Kesinlikle
inanmayan, savaşların haksız ve lanetli olduğuna,
insanın bir çatışmaya sürüklendiğinde istemeye
istemeye, çabuk biteceğini umarak ve bir onur sorunu
olduğu ve bundan kaçamayacağı için her şeyi tehlikeye
atarak dövüştüğüne inanan bir adam. Ve sanıyorum ki,
benim savaştan derin, sistemli aydınca ve belgelere
dayanan nefretimi, çocukluk günlerimdeki sağlıklı,
masum, platonik olarak oynadığım kanlı oyunlara
borçluyum, tıpkı bir kovboy filminden (şiddetli bir
kavgadan sonra, hani meyhanenin balkonu çöker,
masalar ve büyük ayna kırılır, birisi piyano çalana ateş
eder ve dökme cam pencere paramparça aşağı iner ya,
o türden) sinemadan daha temiz, daha sevecen,
rahatlamış, yanınızdan sizi itip kakarak geçenlere
gülümsemeye, yuvasından düşmüş bir serçeyi
kurtarmaya hazır çıkışınız gibi; tragedyanın gözlerimizin
önünde kan kırmızı bir bayrak sallamasını ve içimizi
kutsal Epsom tuzlarıyla temizlemesini isterken
Aristoteles’in de iyice farkında olduğu gibi.
O zaman Eichmann’ın çocukluğu gelir aklıma.
Meccano{60} parçalarını inceler ve kitapçıktaki talimatı
görev aşkıyla bir bir uygularken yüzündeki o ölüm
muhasebecisi ifadesiyle yüzüstü yere uzanmış; kimya
setinin parlak kutusunu da açmak istiyor sabırsızca;
Küçük Marangoz’un minicik aletlerini, eli genişliğindeki
planyayı, yirmi santimlik testereyi bir kontrplak parçası
üzerine sererken sadistçe bir haz duyuyor. Minyatür
vinçler kuran çocuklara bakın! Bu küçük matematikçiler,
soğuk ve çarpıtılmış zihinlerinde, olgunluk yıllarını
güdüleyecek iğrenç karmaşaları baskı altında tutuyorlar.
Oyuncak treninin düğmelerini çalıştıran her bir küçük
canavarda ölüm kamplarının gelecekteki bir müdürü
yatıyor! O sinik oyuncak sanayinin onlar için imal ettiği,
gerçekten açılan bagajı, aşağı yukarı indirilebilen
pencere camlarıyla aslının kusursuz örnekleri o kibrit
kutusu büyüklüğündeki arabalara düşkünlerse, dikkat
edin —korkunç! Elektronik bir ordunun her türlü
duygudan yoksun, bir atom savaşının kırmızı
düğmesine soğukkanlılıkla basacak olan gelecekteki
komutanları için korkunç bir eğlence!
Onları şimdiden tanıyabilirsiniz. Büyük arsa
spekülatörleri, karakışta kiracısını evi boşaltmaya
zorlayan gecekondu ağalandır bunlar; o rezil monopol
oyununda, mülk alıp satma düşüncesine alışırken, hisse
senedi portföyleriyle acımasızca uğraşırken kişiliklerini
ortaya çıkarmaktadırlar. Analarının sütünden kazanma
tadını almış ve bingo kartlarıyla ticareti öğrenmiş,
bugünün Grandet babalandır onlar. Lego bloklarında
eğitilmiş ölüm bürokratları, tinsel ölümleri küçük
postanenin lastik damgaları ve terazileriyle başlamış
bürokrasi zombileridir bunlar.
Peki yarın? Sanayileşmiş Noellerin, konuşan, şarkı
söyleyen ve yürüyen Amerikan bebekleri, tükenmez pili
sayesinde zıplayan, dans eden Japon robotları,
düzenekleri her zaman bir giz olarak kalacak radyoyla
kontrol edilen otomobiller ürettiği bir çocukluktan ne
çıkacak ortaya?..
Stefano, oğlum benim, sana tüfekler vereceğim? Çünkü
tüfek bir oyun değildir. Bir oyun esinidir o. Onunla bir
durum, bir dizi ilişki, bir olaylar diyalektiği bulmak
zorunda kalacaksın. Bomm diye bağırmak zorunda
kalacaksın ve oyunun ancak senin ona verdiğin bir
değer taşıdığını, bundan başka bir değeri olmadığım
keşfedeceksin. Düşmanları yok ettiğini hayal ederken,
can sıkıcı uygarlığın, seni boyuna, şirket psikologlarının
verdiği Rorschach testlerine1{61} giren bir sınır hastasına
döndürmedikçe asla söndürmeyeceği bir atasal dürtüyü
doyuruyor olacaksın. Fakat düşmanları öldürmenin bir
oyun uydaşımı, başka bir sürü oyun gibi bir oyun
olduğunu anlayacak ve böylece bunun bir dış gerçeklik
olduğunu öğrenecek ve oynarken oyunun sınırlarının
farkına varacaksın. Öfkenin ve basılamanın üstesinden
geleceksin, o zaman ne ölümü ne de yok etmeyi
düşülen başka bildirileri almaya hazır olacaksın.
Gerçekten de, ölümün ve yok etmenin sana hep düşlem
öğeleri olarak görülmesi önemlidir, tıpkı hepimizin
mutlaka, ama eninde sonunda Alsaslılar için akıl dışı bir
kin beslemeksizin nefret ettiği Kırmızı Başlıklı Kız
öyküsündeki kurt gibi.
Ama öykünün tümü bu olmayabilir ve ben senin için
tamamlamayacağım öyküyü. İlk temel içgüdülerin
temizlenmesi oyunu içinde, pars construens’i, değerler
bağlantısını daha sonraya, katarsis sonrasına
erteleyerek, sırf sinirsel bir boşalım için Colt’unu
ateşlemene izin vermeyeceğim. Sen hâlâ koltuğun
arkasına gizlenip ateş ederken sana fikirler vermeye
çalışacağım.
Önce, Kızılderililere değil, Kızılderililerin yaşadıkları
bölgeleri yok eden silah tüccarlarına ve içki satıcılarına
ateş etmeyi öğreteceğim. Güneyli köle sahiplerine,
Lincoln’e destek olsun diye ateş etmeyi öğreteceğim;
zayıf bir ânımda Dr. Livingstone’u, diyelim büyük bir
kazan içinde haşlamayı da öğretebilirim. Lawrance’a
karşı Arapları oynayacağız; eski Romalıları oynuyorsak,
biz Piomonteliler gibi Kelt olan ve yakında kuşkuyla
bakmayı öğreneceğin Julius Caesar’dan çok daha temiz
olan Galyalılardan yana olacağız: Çünkü ölümünden
sonra yurttaşların gezinebileceği bahçeleri bahşiş gibi
bırakarak, demokratik bir topluluğu özgürlüğünden
etmek yanlıştır. O iğrenç General Cluster’a Karşı Oturan
Boğa’nın yanında olacağız. Ve doğallıkla Boxer’lerin
yanında. İstendiğinde bir Cezayirliyi sopadan geçirmeyi
reddedemeyecek kadar görevinin kölesi Juve ile değil
de Fantomas ile birlikte. Ama şaka yapıyorum şimdi:
Tabii, Fantomas’nın kötü bir herif olduğunu öğreteceğim
sana, ama namussuz Barones Orczy’nin suç ortaklığını
yapıp, Scarlet Pimpernel’in bir kahraman olduğunu
söylemeyeceğim. İyi insan Danton ve saf Robespierre’in
başını belaya sokan pis bir Vendee’liydi ve eğer Fransız
ihtilalini oynarsak, Bastille’in alınışına katılacağız.
Bunlar olağanüstü oyunlar olacak. Düşün! Birlikte
oynayacağız bunları. Ha, pasta yememize izin vermek
istiyordun, değil mi? Tamam, M. Santerre, davullar
çalsın! Dünyanın Bütün örgü örücüleri, birleşin ve örgü
şişlerinize ellerinden gelen kötülüğü yaptırın. Bugün
Marie Antionette’in başının uçuruluşu oyununu
oynayacağız!
Sapkın çocuk terbiyesi mi diyorsunuz buna? Ve siz,
doğumundan beri faşist düşmanı bay, çocuğunuzla
tartizanlar oyununu oynadınız mı hiç? Yatağın arkasına
gizlenip de Langhe vadilerindeymiş gibi yaparak,
“Dikkatli ol, sağdan Kara Faşist Tugayı geliyor!” diye
bağırdınız mı? Bir toparlanmadır bu, ateş ediyorlar,
Nazilerin ateşine karşılık verin! Hayır, siz oğlunuza
inşaat blokları verdiniz ve onu Amerikan yerlilerinin
kökünü kurutan dövüşleri göklere çıkaran filmlere
gönderdiniz hizmetçiyle.
İşte böyle, sevgili Stefano, sana tüfekler vereceğim. Ve
gerçeğin hiçbir zaman tamamen bir yanda olmadığı, son
derece karmaşık savaşlar oynamayı öğreteceğim sana.
Gençlik yıllarında bir hayli enerji açığa çıkaracaksın,
fikirlerin biraz karışık olabilir, ama yavaş yavaş bazı
kanılar geliştireceksin. O zaman, büyüdüğünde, bütün
bunların bir peri masalı olduğuna inanacaksın: Kır mızı
Başlıklı Kız, Sinderella, tüfekler, toplar, düello, büyücü
kadın ve yedi cüceler, ordulara karşı ordular. Ama olur
da, büyüdüğünde, çocukça düşlerinin o canavar tipleri
hala sürüyor olursa, büyücüler, cüceler, devler, ordular,
bombalar, zorunlu askerlik hizmeti, belki de peri
masallarına karşı eleştirel bir tavır kazandığın için,
yaşamayı ve gerçekliği eleştirmeyi öğreneceksin.
1964
Alışılmamış Kitap Eleştirileri
İtalya Bankası, Elli Bin Liret,
İtalyan Ulusal Darphanesi, Roma, 1967
İtalya Bankası, Yüz Bin Liret,
İtalyan Ulusal Darphanesi, Roma, 1967
İncelenen iki yapıt, büyük boy kağıda basılmış éditions
numerrotéesi{62} diye tanımlanabilir. Hem sağ hem sol
sayfa basılı olduğundan, ışığa tutulduğunda, öteki
yayıncıların ender olarak başardıkları (o da, ancak
büyük çabayla ve çoğu kez feci ekonomik risklerle) çok
ustalıklı bir işçilik ve teknoloji ürünü olan bir filigranı
ortaya koyuyor.
Üstelik, bu yapıtlar bir koleksiyoncu baskısının bütün
özelliklerini taşısa da, çok büyük sayılarda kopyaları
yapılmaktadır. Öte yandan, bu yayımlama kararı
koleksiyoncuya bir ekonomik yarar sağlamamaktadır,
çünkü fiyat birçok meraklının topladığı cep kitaplarının
varacağı değerin çok üstündedir.
Terslik —yayınların bir yandan pazarı sel gibi basması,
öte yandansa (deyimim mazur görülsün) ancak altın
olarak ağırlığıyla ölçülebilmesi— onların dolaşımını
tuhaf bir duruma sokmaktadır. Amatörler, belki de
belediye kitaplıkları örneğinden esinlenerek, bu yayınları
ele geçirme ve değerlendirme zevkine sahip olabilmek
için, ciddi fedakârlıklar yapmayı göze almak zorundadır,
fakat o zaman da yayın elden ele geçerek dolaşımına
devam etsin diye, yapıtları hemencecik bir başka okura
devretmektedir. Kopyalar kullanım dolayısıyla
kaçınılmaz biçimde bozulmakta, eskimekte, ama bu
aşınıp eskime onların değerini düşürmemektedir. Hatta
denilebilir ki, bu aşınıp eskime, yapıtların değerini daha
da arttırmaktadır, öyle ki onları ele geçirmek isteyenler,
liste fiyatından daha fazlasını ödemeye hazır, çaba ve
güçlerini iki misline çıkarmaktadır.
Bu gerçekler, atılınan risk, ürünün içsel değeriyle haklı
görülebilirse de, bu yayının çok büyük bir onayla
karşılaşan tutkulu doğasını daha da
belirginleştirmektedir.
Aslında, eleştirmen gözden geçirdiği yapıtların gerçek
biçemsel değerini incelemeye başlarken, kimisi onların
geçerliliği hakkında kuşkuların yüzeye çıkmaya
başladığından kuşku duymakta, hatta okur kitlesinin
isteğinin bir yanlış anlamaya mı dayandığı, yoksa
bunları spekülatif amaçların mı esinlediği vehmine
kapılmaktadır. Her şeyden önce, anlatı birçok bakımdan
tutarsızdır. Örneğin, Elli Bin Liret’te filigran sağ sayfada,
simetrik olarak Leonardo da Vinci’nin baş ve omuz
portresinin tam karşısında görünmekte; bu imaj ise
Leonardo’nun Azize Anna’sı{63} ya da Kayalıklar
Meryem’i olarak yorumlanabilir; öte yandan Yüz Bin
Liret’te, filigrandaki sözümona Yunanlı kadınla
Alessandro Manzoni portresi arasında, varsa, nasıl bir
bağlantı bulunduğunu kavramak güçtür. Kadın, belki de,
Manzoni’nin kadın kahramanının yaratılışını nasılsa
daha önceden görebilmiş Appiani gibi eski bir ressam
tarafından neo-klasik biçemde yorumlanmış, yapılmış
ya da kazınmış Lucia’sı mıdır? Yoksa, Lombardiya’lı
yazarla bir evlat ilişkisi olan bir İtalyalı imajı mıdır bu
kadın —o zaman da son derece açık ve skolastik bir
alegoriye düşüyoruz—? Carmagnola yazarının politik
etkinliğinin bir abartılışı ya da ideolojiyi dile indirgeyen
tipik bir avangard hilesi (Manzoni, İtalyan dilinin babası
ve dolayısıyla ulusun, vb., vb. babası, Gruppo 63
biçeminde tehlikeli bir tasım) söz konusu. Anlatının
tutarsızlığı olsa olsa okuru itebilir ve herhalde, gençlerin
beğenisi üzerinde zararlı bir etkisi olacaktır, bu yüzden
en azından onların ve daha az eğitimli sınıfların, kendi
çıkarları adına, bu sayfalardan uzak tutulacağı umudu
içinde olmamız gerekir.
Ama tutarsızlık daha da derinlere gidiyor, ister neo-
klasik isterse burjuva gerçekçi olsun (iki sanatçının
portresi ve sol sayfadaki kır görünümleri en ucuzundan
sosyalist gerçekçiliğin ölçütlerine dayanıyor gibi: Bizim
merkez sol koalisyonun politikalarına teslimiyet mi bu
acaba?), böyle bir titizlenme bağlamında, “Hamiline
Ödenir” gibi insanı tahrik edici tuhaf bir sözün oraya
zorla sokulmasındaki nedeni anlamak güçtür, bir Afrika
safarisi görünümü uyandırıyor insanın kafasında:
Sırtlarına denk denk ticari mal yüklenmiş, zorla
çalıştırılmalarının karşılığı bir şeyi almak üzere kuyruk
oluşturan bir sıra zenci, tam da Rider Haggard ya da
Kipling’den alınma ve buradaki alt metine uymayan bir
sahne.
Fakat içerik düzeyinde bulunan tutarsızlık biçimsel
düzeyde de ortaya çıkıyor. Çevredeki bütün süsleme,
meskalin ülkesine bir Henry Michaux yolculuğunun
görsel güncesi gibi sunulmuş, açıkça psike-delik
sanrılarca esinlenmişken, portrelerdeki gerçekçi tonun
amacı ne ola ki? Girdaplar, sarmallar ve dalgalı
dokusuyla yapıt, sanrısal amacını, aklın gözünü bir
sahte değerler, bir sapık yalanlar evrenine çekme
kararlılığını ortaya koyuyor. Mandala{64} motifinin
takınaklı tekrarlanışı (her sayfada, açıkça Budist
kökenli, merkezden çevreye yayılan en azından dört ya
da beş simetri var) bir boşluk metafiziğini ele veriyor.
Kendi kendisinin katkısız göstergesi olan bir yapıt:
Çağdaş yazın kuramının en son ürünü, bu baskılar da
doğruluyor bunu. Bu sayfaları Mallarme’nin Ziure’inde
olduğu gibi hiç bitmeyecek bir ciltte toplamak isteyen
koleksiyoncular çıkabilir belki. Boşuna çaba, çünkü öteki
göstergelere gönderme yapan gösterge kendi boşluğu
içinde kayboluyor, korkarız bunun gerisinde hiçbir
gerçek değer yok.
Zamanımızın kültürel israfının uç bir örneği. Bu yapıtlar,
okuyucularca, bizim düşüncenize göre, ancak
uğursuzluk belirtisi olan bir beğeni ile kabul görmektedir:
Yenilik hazzı, eskime —bir başka deyişle tüketim—
estetiğini gizliyor. Gözümüzün önündeki
numaralandırılmış kopya yine de, onları birbirinden
ayıran sayı yoluyla ad personam mülkiyet olasılıkları
umudunu veriyor bize. Ki dolandırıcılıktır bu, çünkü
günümüzde aşırı tüketimden duyulan estetik haz çok
geçmeden okuyucunun, devamlı alışverişte tek
kopyanın veremediği garantiyi bulmak istermiş gibi,
daha fazla sayıda kitap, başka basımlar aramasına yol
açacaktır. Göstergeler dünyasında bir gösterge olan bu
yapıtların her biri, bizi şeylerden bir uzaklaştırma yolu
haline geliyor. Onun gerçekçiliği düzmecedir, tıpkı psike-
delik avangardizm’nin daha derindeki yabancılaşmaları
gizlemekten başka bir şeye yaramayışı gibi. Yine de, bu
eleştiri karşılığı bize bedava kopyalar gönderdiği için
yayıncıya minnettarız.
1967
L’Histoire d’O{65}
(Ladies Home Journal için
Bir Eleştiri Taslağı)
Bir kadın, nişanlısıyla geçireceği bir akşama
hazırlanmak için ne kadar zaman harcamalı, nelere
katlanmalıdır? Daha önce bu sütunda bu sorunla birçok
kez ilgilenmiştik, ama bu küçük kitabın, belki de, Pauline
Reage takma adının gerisine gizlenmeyi çekinerek
seçmiş, ünlü bir uluslararası visagiste’in yapıtının
yayımlanmasından sonra bu konuya tekrar dönme
zorunluluğunu duyduk.
Kitabın salık verilebileceğinin bir nedeni, öğretici
elkitaplarının ve kadın magazinlerinin çoğu kez vermeyi
savsakladığı giyim kuşamla ilgili ayrıntılara harcadığı
dikkattir, oysa bu tür ayrıntılar son derece önemlidir. Bu
nedenle okurlarımız, güvenli bir biçimde sıkıştırılmaları
çok fazla dikkat istediği için genellikle ihmal edilen
aksesuarlardan demir halkaların el ve ayak bileklerine
nasıl takılacağı üzerine faydalı ipuçları bulabilir. Maskeli
bir demircinin verdiği garantiye güvenmek büyük bir
hatadır; çünkü herhangi bir güzellik salonunda çok güzel
aletler bulunabilir, ya da bunlar için SADE’a: Kızlığı
Bozma ve Hadım etme Yardımcıları Derneğine{66} telefon
edilebilir, onlar birkaç dakika içinde evinize bir masör
yollayacaktır. Demirin, Özel Erkeğinizin deli olduğu o
çirkin görünüşlü morluklar, kan toplanmaları, bereli el ve
ayak bilekleri meydana getireceğinden emin olmalısınız.
Halkalar, ninelerimizin bekâret kemerlerini
kopçaladıkları sıkılıkta, ne çok gevşek ne çok sıkı
bağlanmalıdır. Gözleri hafif yaşlı, ürkek ceylan
bakışlının yanında o büyülü gergin ve kibirli havayı
yaratacak küçük, hafif bir çimdik... Bay Doğru sizindir
artık!
Labia Majora’nıza altından bir kilit taktıracaksanız, daha
da büyük bir dikkat (sözleştiğiniz kişi gelmeden en az bir
saat önce) kaçınılmazdır. Madam Reage’ın kitabı bu
işlemin birkaç aşamada nasıl kolayca yapılacağını
açıkça gösteriyor. Ne yazık ki, söz konusu parçayı satan
perakendecilerin listesini vermiyor, ama annemizin
tavan arasındaki bavullarını dikkatle ararsanız,
eğlendirici keşiflerde bulunabilirsiniz! Sevmesini bilen
kadın ufak tefek şeyleri yeniden kullanışlı duruma
getirmesini, onları yeni heyecan verici kullanımlara
sokmasını bilecek kadar zekidir.
Ve son bir anımsatma (kitap bu konuda fantastik
tavsiyelerle dolu): Hayal gücünüzü kullanın ve yatak
odanızdaki ucu çivili küçük kırbacınızı kullanarak
bedeninizi her çeşidinden uzun kanlı yaralarla süsleyin.
En iyi kırbaçlar Barcelona’dan gelir, ama son
zamanlarda rakip Hong Kong kırbaçları çok heyecan
vermektedir. (Doğu Almanya’dan gelen taklitlerine de
dikkat edin). Bununla birlikte bu işaretleri yaparken
aşırıya kaçmayın. Kitap, erkeğinizin nasıl daha fazla aşk
işareti ekleyeceğini açıklıyor, özellikle melankolik İngiliz
beylerini en iyi dostları arasında sayıyorsa. Onun
çokuluslu bir şirkette çalıştığını ve çeşitli bağlantıları
olduğunu varsayıyoruz. Yoksa, en iyisi Mme. Reage’ın
tavsiyesini unutmaktır, çünkü onun kitabı her şeyden
önce çok satışlı kitap okurlarına yöneliktir. Eğer siz bu
sınıftan değilseniz (gerçeği kabul edin!) bir başka birinci
sınıf kitabı deneyin, Askerlik Hizmetinden Muaf
Tutulmak için Kabul Edilebilir Hastalıkların ve
Sakatlıkların Resmi Listesi. Okuyucularımız bu kitabı
yayıncısından, Savunma Bakanlığından elde edebilir.
1968
D.H. Lawrence, Lady Chatterley’in Aşkı
Nihayet bir solukluk temiz hava. Eleştirmeninizin,
çağdaş erotika saplantılı kasvetli gökyüzünde
Bethlehem’e bir kuyrukluyıldızın düşüşü gibi masasına
henüz gelmiş olan bu kitaptan söz etmeye başlarken
duyduğu karşı konulmaz his, namuslu, iffetli ve ılımlı bir
coşkudur. Son Marquises d’O’nun işkencesinden
geçmiş Justine’lerin, geciktirmeli cinsel ilişkide en ince
deneyimler yapan Emmanuelle’lerin ve geometrik değiş
tokuşlarla çiftleşen, boyuna çiftleşen çoklu çiftlerin
gökadasında, yalnızca kadınlar için yayımlanan (ama
açıkça yalnızca erkekler tarafından okunan) ve
sadomazoşistik resimli romanlar çağında, bir filmin,
ancak giyimli kuşamlı heteroseksüel bir kadın First
National Bank’ta çalışan kocasıyla mutluluk içinde
evlendiğinde (tuzukurulara davranışlarındaki tamiri
mümkün olmayan çöküşe değgin rahat kaçırıcı bir
imada bulunur böylesi filmler) bir skandal yaratabildiği,
insan cinselliğinin Our Sunday Visitor’ın sayfalarında
aşırı titiz incelemelerin nesnesi haline geldiği ve üreme
amaçlı cinsellik kurultayının artık Kraft-Ebing’in en kötü
betimlemelerinin çok ötesinde psikozlar uyandırdığı bir
çağda —işte, nihayet tertemiz, gıllıgışsız,
büyükannelerimizin eğlenmek için okuduğu türden,
kesinlikle ukalalığa kaçmayan bir aşk hikayesi.
Olay örgüsü basit: Teknoloji çağımızın tüketici
değerlerine uygun yetiştirilmiş (ve buna başkaldıran) bir
soylu kadın, bir avlak bekçisine aşık olur. Doğallıkla,
avlak bekçisi farklı bir geçmişten ve çevreden, henüz
kirlenmemiş, hava kirlenmesi ya da ekolojik mutasyon
diye bir kavram tanımayan (ama cinsel kirlenmeden de
habersiz olmayan) bir dünya cennetinden gelmektedir.
Aşkları saf, bir dizi olağanüstü deneyimle dolu, en ufak
bir cinsel sapıklık izi taşımayan bir aşktır: Bugün
yalnızca, eski kitap satan dükkanların karmakarışık
raflarında kültür sanayiinin, tekdüzelik karşıtlığına
kararsız ve korkakça boyun eğdiği için, yeniden
basmaya cesaret edemediği masalları bir kez daha
keşfetmeye kararlı nostalji fanatiklerinin okuduğu,
modası geçmiş aşk hikayelerinde olduğu gibi, cinsler
arasında doğanın yasalarına titizlikle uyan bir buluşma.
O zaman, işte genç kuşağın okuması gereken bir kitap,
diyeceğiz! Onlara daha temiz, daha alçakgönüllü bir
hayat görüşü oluşturmalarında, henüz saflığı
bozulmamış gerçek duygular beslemelerine ve yeni
biçilmiş ot ya da sıcak ekmek kokusu gibi basit, dürüst
şeylere karşı bir tat geliştirmelerinde yardımcı olacaktır.
Hayal kırıklığına uğramış huzursuz karılara, mutlu
gelinlere ve aile yaşamına yeni bir temel tanım arayan
gezgin kocalara da uygun bir kitap. Hakikati arayan
doyumsuz çiftlere uygun bir kitap. Her türlü fetişist
hazdan uzak, berrak, ciddi sayfaları, daha sağlıklı bir
ilişkiye giden yolu işaret eden, onu canlandıran, onun
baş belası sıkıcılığını, herhangi bir normal kişinin
yeniden kurulmasını isteyeceği temel değerlerle
donatan bir kitap.
Anlatı biçemi ara sıra dekadan özentilerle sakatlanıyor;
yazara, çağdaş toplumu çözümlerken Marshall Mc-
Luhan’ın kuşkulu safsatalarını daha gözü açık bir
biçimde izlemesini salık vereceğiz. Şurada burada sınıf
bilinciyle ilgili bazı kalıntılar ortaya çıkıyor, örneğin, önde
gelen karakterler arasındaki ilişkileri tanımlamada
yazarın sıkıldığı hissediliyor. Erotik sahneleri ele
alışında daha gerçekçi olsa iyi olurdu, bizim çağdaş
beğenimize göre annesinden ya da karısından başka
kadın tanımayan Viktorya çağı pruderi’sine{67} bağlı
görünüyor. Cesaret gösterip eylemleri, durumları ve
bedenin parçalarını adlı adıyla ansaydı, bu tür bir izlekle
daha özgürce uğraşabilirdi.
Yine de, güçlü, büyük idealist soluklu, açık, masum,
kibarca romantik bir kitap bu. Eleştirmenler onu
okullarda okutulması gereken, bugün körpe ve
yaralanmaya açık genç insanlarımıza saldıran çağdaş
erotizmin aşırılıklarına bir panzehir kitap olarak salık
vermekte tereddüt etmeyeceklerdir. Bu kitap, Yaşam,
Doğa ve Seks gibi henüz çürümemiş değerlerin hala var
olduğunun ve kızoğlankız ve güçlü gerçeklikleri içinde
algılanabileceğinin tam zamanında bir anımsatıcısıdır.
1971
Amerika’nın Keşfi
DAN: İyi akşamlar, millet. Bugün, günlerden 11 Ekim
1492, saat öğleden sonra 7, yarın sabah 7'ye kadar
Avrupa’nın ilk thalatanaut’ını{68} yeni bir toprağa, yeni bir
gezegene, izin verilirse şu eğretilemeyi yapayım, birçok
astronomun, coğrafyacının, haritacının ve gezginin
düşlediği Terra Incognita’ya çıkaracak olan Kolomb keşif
seferinin amiral gemisiyle doğrudan bağlantıdayız.
Bazıları bu toprağın Doğudan değil de Batıdan ulaşılan
Hint adaları olduğunu ileri sürüyor; diğerleri bugüne
kadar keşfedilmemiş, tamamen yeni koskoca bir
anakara olduğunu söylüyor. Şu andan başlayarak,
bütün TV ağlarımız ortak bir çaba içinde gece gündüz,
yirmi beş saat yayın yapacaktır. Amiral gemisi Santa
Maria’ya yerleştirilmiş olan telekameraya ve Kanarya
Adalarındaki nakil istasyonumuza, Milano’daki Sforza
TV ’ye, Salamanca ve Wittenberg Üniversitelerine
bağlanmış durumdayız.
Burada stüdyodaki konuğumuz, bu olağanüstü cesaretin
teknik ayrıntılarını açıklayarak devamlı yorumlarda
bulunacak olan, ünlü bilim adamı ve fütürolog Profesör
Leonarda da Vinci’dir. Fakat önce Jim’e kulak verelim.
Evet, Jim?
JIM: Evet, Dan, bildiğiniz gibi, ne yazık ki gerçek karaya
çıkışı göremeyeceğiz. Kameramız, karavelanın gemi
aslanına bağlı, ama anadireğin gözcü yerindeki
antenimiz, gözetleme yerinden kara görününceye ve
yelkenler sarılıncaya kadar çalışamayacak. Üç karavel,
devir açıcı yolculuklarında neredeler şimdi? Söyleyeyim,
bu serüveni, bütün zamanların bu en kahramanca
olayını izlerken, hepimiz soluğumuzu tutuyoruz. Yeni bir
çağın başlangıcı bu, bazı köşe yazarlraı daha şimdiden
Yeni Çağ adını koydular ona. İnsan Ortaçağlardan
çıkıyor ve entelektüel evriminde büyük bir atılım yapıyor.
Açıkça, Cape Canary’deki tayfalar da bizim gibi
hissediyor... Fakat ben, Londra’dan özellikle bu tarihi
yayına katılmak için gelmiş olan Alastair Cook’un
söyleyeceklerini duymak isterdim. Alastair? Beni
duyabiliyor musun?
ALASTAİR: Açık seçik, Jim. Sen beni duyabiliyor
musun?
JIM: Alastair?
ALASTAİR: Evet? Beni duyuyor musun?
JIM: Devam et, Alastair, frekansı yakaladık.
ALASTAİR: Ne diyordum. Evet, seni şahane
duyuyorum. Cape Canary’de gergin bir an bu. Kristof
Kolomb’un üç kadırgasının pozisyonu...
JIM: Özür dilerim, sözünü kesiyorum Alastair. Aslında,
gemilerin kadırga olduklarını sanmıyorum. Bunlar...
ALASTAİR: Ayrılma, Jim... Bana dediklerine göre...
burada kontrol merkezinde öyle bir gürültü var ki. Üç
yüz Carmelite yolculuğun başarısı için hep bir ağızdan
High Masses’i söylüyor... Evet, ımrn, evet... Haklısın,
Jim. Bunlar kadırga değil. Üç direkli yelkenli. ... de
kullanılan tipik bir Akdeniz teknesi.
JIM: Hım, Alastair... yayında “karaveller” sözcüğü nü
duyuyorum şimdi...
ALASTAIR: Ne dedin, Jim? Seni kaybettim... Buradaki
karmaşayı görsen... Ne? Ha, doğru. Dediğim gibi, üç
karavel var, Nina, Pan -hayır Pinta ve Santa
Radegonda...
JIM: Şey, Alastair, basın bunun Santa Maria olduğunu
söylüyor.
ALASTAİR: Haklısın, Jim! Buradaki çocuklardan biri de
aynı şeyi söylüyor. Fakat Santa Maria olup olmadığı
konusunda fikir ayrılığı var... Her neyse, karavel tipik bir
Akdeniz teknesi, bizim teknik bölüm, ölçekli bir model
hazırlamış durumda... Bu arada, üzerimdeki üniforma
İspanyol deniz kuvvetlerinin. Nasıl beğendin mi? Şimdi,
karavel, dediğim gibi...
JIM: Özür dilerim, kesiyorum, Alastair, ama Profesör
Vinci burada stüdyoda bizimle birlikte, itici güç
konusunda belki de o, karavel üzerine bir şeyler
söyleyebilir bize...
LEONARDO: Deman retep taerg a…
JIM: Bir dakika ayrılma, kontrol odası. Profesör Vinci bir
tür şey, nasıl denir, acayip diyebilirsin... Sağdan sofa
konuşuyor, bunun için ampeksi geriye sarman
gerekecek. Hatırlarsan, bu nedenle yirmi saniyelik
gecikme ayarlamıştık, kayıtla yayın arasında. Ampeks
hazır mı? Beni duyabiliyor musun? Sar!
LEONARDO: Büyük bir Peter… adı…
JIM: Özür dilerim Profesör Vinci... Bu bir aile programı,
anlıyorsunuz... Konuya bağlı kalabilirsek...
LEONARDO: Mmm, tabii, özür dilerim. O zaman,
karavel, ventus et vela diye bilinen itici güç sistemini
kullanır, yani rüzgâr ve yelken, Arşimet’in “bir sıvıya
batırılan bir cisim çıkardığı suyun ağırlığına eşit bir
güçle yukarı doğru itilir” ilkesine uygun olarak su
yüzünde kalır. İtme gücünde temel öğe olan yelken,
ana, orta ve flok diye üç bölümde, birbirine bağlıdır.
Civadranın özel bir işlevi vardır, kotra flokuyla tiramola
yelkenini birlikte çalıştırmak; halbuki babafingo ve randa
sereni oryantative anlamda çalışır.
JIM: Thalattokraft hedefine bütün olarak mı varır, yoksa
yörüngesinde belli katlara ayrılır mı?
LEONARDO: Bu soruyu sormana sevindim, Jim.
Thalattokraftı sökmenin genellikle “vur ve boğ” diye
bilinen bir işlemi vardır. Başka bir deyişle, bir gemici
amirale karşı uygunsuz bir biçimde davrandığında,
başına bir darbe yer ve denize atılır. İsyanı kesin olarak
çözme denen andır bu. Santa Maria’da şimdiye kadar
üç vur ve boğ oldu, ki bu da thalattokraftın kontrolünü
elinde tutması için Amiral Kolomb’a verilen bir izindir, el
operasyonu diyebilirsiniz buna —elleri kullanarak, bir
başka deyişle. Bu gibi durumlarda amiral gözünü dört
açmak ve kesinlikle tam zamanında hareket etmek
zorundadır.
JIM: ...yoksa tayfanın kontrolünü elden kaçırır,
anlıyorum. Söyleyin bana profesör, bu kamarotun işlevi
nedir?
LEONARDO: Çok önemli, Jim. Teknik olarak “geri
besleme işlevi” diye bilinir. Buna “boşaltma valfi” dersek
izleyicilerimiz daha iyi bir fikir edineceklerdir sanırım. Bu
sorunu uzun uzun araştırdım, istersen, benim anatomi
çizimlerinden bazılarını izleyicilere gösterebiliriz,
bunlar...
JIM: Çok teşekkürler, profesör, ama korkarım hemen
ayrılmak zorundayız. Salamanca istasyonuyla da bir
bağlantı sağladık. Orada mısın, Willard?
WILLARD: Jim, seni hain. Ben Salamanca’dayım.
Şahane bir yer Salamanca! Seninle konuşma yapacak
beyin takımından birileri var burada yanımda. Gerçekten
de hoş kişiler. Önce, Salamanca Üniversitesi Rektörüne
bir soru sormak istiyorum. Sen ayrılma, Prexy, ha?
Söyler misiniz bize, Doktor, herkesin konuştuğu bu
Amerika tam olarak nedir?
REKTÖR: Anlamsızlık, başka bir şey değil! Saçmalık!
WILLARD: Bir saniye, Prexy. Uzmanlarımız bir sözcük
yazdı... Kar... Anakara.
REKTÖR: Şey, uzmanlarınız adına üzgünüm. Hayır,
hayır... Size temel bir metin getirdim, Batlamyus’un
astronomi kitabı. Bakın, göreceksiniz ki herhangi bir şey
keşfetme şansı pratik olarak sıfır. Amiral Kolomb, öyle
görünüyor ki, buscar el levante vor el ponente
yapacağını sanıyor, yanı Batıyı bulmak için Doğuya
doğru yelken aç, ama onun bu tasarısı kesinlikle
herhangi bir bilimsel temelden yoksun. Çoğu kimse
Dünyanın, Cebelitarık Boğazında son bulduğunun
farkında. Bu sınırın ötesinde bu üç teknenin hayatta
kalması basit bir televizyon efektine bağlı, şeytan işi.
Kolomb vakası, yetkililerin öğrenci olaylarıyla baş
etmedeki zayıflıklarının açık bir sonucudur, bu konuda
Bob Jones Üniversitesi Yayınları için bir kitap
hazırlıyorum. Fakat böyle bir yolculuk mümkün olsa bile
thalattokraftın, melek sıvısı açığı yüzünden, seyrüsefer
menzili yetersiz. Görüyorsun, William, çeşitli danışma
kurullarının bize öğrettiği gibi, sorun, bir toplu iğne
başında kaç meleğin durabileceğini bilmektir. Danışma
kurulu raporlarında pruva direğinin tepesinde duran
meleklerden hiç söz edilmiyor. Korona akımı olabilir bu,
bunun için de şeytani gösteriler bir karaveli, vaat edilen
bir toprağa ya da terra incognita’ya,{69} nasıl derseniz
deyin, yöneltmeye uygun değildir.
WILLARD: Evet, şey, ağır bir konu bu ve ben burada bir
tartışmaya girmek istemiyorum. Uzmanların ne
söyleyeceklerini göreceğiz, bu arada üniversitede
yürüttüğünüz büyük işte size iyi şanslar dileriz. Şimdi
çok önemli bir uzmanı dinleyeceğiz, Portekiz Haritacılar
Kraliyet Cemiyeti Dekanı, sevimli bir bey kendisi. Bize
söyler misiniz Bay Dekan, Kolomb’un gerçekten de Hint
Adalarına baş tuttuğunu sanıyor musunuz?
DEKAN: Zor bir soru bu, Willard ve Kolomb’un büyük
hatası, sorunun özüne dayanarak bir tanım yapacağı
yerde deneysel bir yanıt vermeyi beklemesidir. Gerçek
şu, görüyorsunuz, non sunt multiplicanda entia sine
necessitate, bu da bizi bir tane, yalnızca bir Hindistan
olduğunu kabul etmeye götürür. Bu durumda, Kolomb
doğudan Asya toprağının en batıdaki ucuna, açıkçası,
Ussuri Nehrinin ağzında karaya çıkması gerekir. Bunun
doğru olduğu kanıtlanırsa, o zaman, o toprakların politik
ve coğrafik yönden hiçbir önemi olmadığı düşünülürse,
keşfinin hiçbir ilginç tarafı kalmayacaktır. Ya da Gipango
—sanıyorum siz ona “Japonya” diyorsunuz— Adasının
doğu ucuna ulaşabilirdi, bu durumda da Akdeniz
ekonomisi ciddi bir olumsuz karşı darbe görecektir. Bu
ada halkı, başkalarının mekanik buluşlarının
transistörleştirilmiş taklitlerini üretmekte inatla
uzmanlaştığına göre, denizcilikle uğraşan
cumhuriyetlerin pazarları, kusursuz bir biçimde taklit
edilmiş, hem de çok daha ucuz fiyata, binlerce karavelle
dolacaktır. Doge yetkilileri Porto Marghera'da yeni
tersaneler kurmazlarsa, Venedik Cumhuriyetinin
ekonomisi çökecektir, fakat bu kanalın ve adaların
ekolojik dengesi yönünden felaket sonuçlara yol açardı.
WILLARD: Şimdi bir başka süper konukla, Granada
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı ile birlikteyiz. O, bu
keşfin yasal yönleri hakkında aydınlatacak bizi. Birçok
kimse bu yeni toprakların kimin olacağını merak ediyor.
Bir de Kolomb’un aştığı okyanusun bu parçası, kime ait
olacak.
HUKUK DEKANI: Bu keşfin ortaya çıkardığı uluslararası
hukuk sorunları ciddidir. Her şeyden önce, İspanya ile
Portekiz arasında bir bölme sorunu var ve sanıyorum
etki alanları arasında kuramsal bir sınır çizgisi koymak
için, örneğin Tordesillas’ta bir zirve toplantısı yapılması
önerim bir acelecilik sayılmayacaktır umarım…
ROBIN: Özür dilerim, Willard... Burası, Milano’daki
Sforza TV. Burada stüdyoda bir grup seçkin yargıçla
birlikteyiz ve onlar bu fikre katılmıyorlar. Sorunun
konulduğu bu biçimiyle anlamsız olduğunu söylüyorlar.
Bu hesapla, bir başka önemli deniz gücünü, İngiltere’yi
de dikkate almak zorunda kalırsınız, o zaman da bir gün
yeni toprakların Anglo-Sakson, İspanyol ve Portekiz etki
alanları arasında bölünebileceği bile akla uygun gelir...
Katıksız bilimkurgu, tabii! Şimdi hattı Wittenberg’e
çeviriyorum. Evet, Johnny!
JOHNNY: Burası Wittenberg! Konuğumuz, Wittenberg
Üniversitesinden genç ve çok zeki bir Augustin’ci
dinbilim öğrencisi. Kutsal Ana Kilisesinin beyaz umudu
gözüyle bakılıyor kendisine ve bizim bir sorumuz var
ona. Söyleyin bize, Dr. Luther, bu çıkarmanın insanlık
tarihinde gerçek, kalıcı bir devrimi temsil ettiğini
düşünüyor musunuz?
LUTHER: Şöyle koyayım sorunu: Teknolojik devrimler
tek devrim türü değildir. Daha büyük, daha dramatik,
daha heyecan verici sonuçları olabilecek iç devrimler de
vardır...
JOHNNY: Harika, Doktor... Ama tabii şöyle demek
istemiyorsunuz: Gelecekte iç reformlar, bu büyük
bilimsel olaydan bile büyük dalgalanmalar yaratacak...
LUTHER: İster inan, ister inanma...
JOHNNY: Ha ha, işte falcılık diye buna derim ben. Şaka
yapıyordum, Doc. Size inanmaya hazırım. Benim
parolam: Sıkı İnan, Güçlü Günah işle. Ha ha ha!
LUTHER: Zekice sözler, bunlar. Not alayım.
JIM: Özür dilerim, dostlar. Bir saniye. Radyodan sesler
alıyorum... Kara göründü sanıyorum... Evet, daha açık
duyabiliyorum onları. Bağırıyorlar, “Kara göründü!”
Onları duyabiliyor musun Alastair?
ALASTAIR: Aslında, hayır. Bir saniye, Azorlar’a
bakayım.
JIM: Evet! Kara kesinlikle göründü... Geminin demiri
bırakılıyor... Karaya çıktılar! Bugün, 12 Ekim 1492, insan
Yeni Dünya’ya ilk olarak adım attı. Alastair, ne diyorlar,
neredesin?
ALASTAIR: Şey... son şey, öyle görünüyor ki karaya
çıkma bir ay sonrasına ertelendi, görülen kara Aeolian
Adalarıydı...
JIM: Hayır, hayır, Alastair, açıkça duydum!
DAN: Alo? Evet? Güzel. Öyle görünüyor ki Jim de,
Alastair de haklı. Gemi kesinlikle demir indirdi, Jim’in
dediği gibi, fakat hala terra firma değil bu. San Salvador.
Karibean adalar denizinde ufak bir ada, coğrafyacının
biri de ona Sükûn Denizi demeye karar vermiş. Ama
Amiral gemisinin aslanı üzerine yerleştirilmiş olan
kamera çalışıyor şimdi, işte Kristof Kolomb Katolik
Majestelerinin bayrağını kuma dikmek üzere kumsala
ayak basıyor! Büyük bir görüntü bu, millet. Palmiye
ağaçlarının arasından saçlarına tüyler takmış bir yerli
kalabalığı thalattonatlarımızı karşılamaya geliyor. Yeni
Dünyada insanın söylediği ilk sözleri duymak üzereyiz
şimdi. Grubun önünde yürüyen bir gemici, lostromo
Baciccin Parodi tarafından söyleniyor bu sözler...
PARODİ: Mamma Mia, Kaptan, memelerine bak
şunların!
JIM: Ne dedi, Alastair?
ALASTAİR: Pek iyi duyamadım, ama bizim basın kitinde
kayıtlı olan şey değildi. Mühendislerden biri mutlaka bir
karışma olduğunu söylüyor. Yeni Dünya’da bu çok
oluyor sanki. İşte, işte! Amiral Kolomb konuşmak üzere!
KOLOMB: Bir gemicinin atacağı ufacık bir adım, Katolik
Majestelerinin dev bir adımıdır... Hey, boyunlarına
taktıkları şey nedir onların? Hay Allah, altın bu! Altın!
ASTAIR: Kameranın bize verdiği gerçekten büyük bir
görüntü! Gemiciler sıçraya sıçraya yerlilere doğru
koşuyorlar, insanın Yeni Dünyadaki ilk sıçrayışları
bunlar... Yerlilerin boyunlarından Yem Dünyanın
madenlerinden örnekler topluyorlar, büyük plastik
torbalara dolduruyorlar... Şimdi yerliler de büyük
sıçramalar yapıyorlar, uzaklaşmak için. Görünüşe göre,
yerçekimleri azaldıkça uçup gidecekler, bunun için de
gemiciler iri çivilerle onları yere tutturuyorlar... Şimdi
yerliler düzgün bir biçimde uygarca sıraya sokuldular,
gemicilerse yerel madenlerle dolu ağır torbalarıyla
gemilerinin yolunu tutuyor. Torbalar son derece ağır,
adamlar bunları doldurmak ve taşımak için inanılmaz
çaba harcamak zorunda kaldı...
JIM: Beyaz insanın yükü bu, Alastair!
1968
Kendi Sinemanı Kendin Yap
1993’te, video kameraların ulusal sicil bürolarına bile
nihayet tam olarak kabul edilmesiyle birlikte hem ticari
hem de yeraltı sineması gerçek bir sıkıntıya girdi. Prise
de la parole{70} o zamana kadar film yapımını herkesin
elinin erişeceği bir tekniğe döndürmüştü, herkes, erkek
ya da kadın, kendi filmini seyrediyor, sinema
salonlarından elini ayağım çekiyordu. Aile arabalarının
kontrol panellerine yerleştirilebilecek kasetlerdeki yeni
üretim ve gösterim yöntemleri, avangard sinemanın ilkel
donanımını modası geçmiş duruma düşürmüştü. Kendi
Antonioni’n Kendin Ol biçiminde sayısız elkitabı
yayımlanıyordu. Alıcı bir “öykü kalıbı” satın alıyordu: Bir
öykü iskeletiydi bu, geniş bir seçenekler listesinden
aldığı şeylerle dolduruyordu içini. Bir tek kalıp ve bunun
eşliğinde bir seçenekler paketiyle, bir kişi, örneğin,
15741 Antonioni filmi yapabilirdi. Bu kasetlerden
bazılarıyla birlikte verilen talimatları aşağıya alıyoruz.
Harfler birbirleriyle değiştirilebilir öğeleri gösteriyor.
Örneğin, temel Antonioni kalıbı (“Boş bir alan. Kadın
uzaklaşır”) ‘Bir McDonald’s Labirenti, güneşin parlak
ışığı nedeniyle görüş sınırlı. Adam uzun bir süre elindeki
bir şeyle oynar.” vb.
Antonioni Senaryosu
Boşx biry alanZ. Kadınk yürüyerek uzaklaşırn.
Değişkenler Anahtarı
x Boş. Gözün görebildiği kadar. Güneşin parlak
ışığı nedeniyle görüş alanı sınırlı. Sisli. Tel örgüyle
çevreden ayrılmış. Radyoaktif. Geniş açılı mercekle
çarpıtılmış.
y İki, üç, sonsuz. Çevrili bir. Karmaşık bir.
z Bir ada. Şehir. Süper otoyolda bir yonca yaprağı.
McDonald’s. Metro istasyonu. Petrol alanı. Dünya
Ticaret Merkezi. Boru yığınağı. Yapı iskelesi. Araba
mezarlığı. Pazar günü fabrika alanı. Kapanıştan sonra
sergi. 1 Mayıs günü uzay merkezi. Washington’da
öğrenci protestosu sırasında UCLA kampüsü. JFK
Havaalanı.
k Erkek. Her ikisi de.
n Orada kalır. Uzun süre elinde tuttuğu bir şeyle
oynar. Gitmeye davranır, sonra durur, ikircikli, bir-iki
adım geriler, sonra tekrar yürür. Uzaklaşmaz, ama
kamera alıcısı geriye kaydırılır. Erkek, kadının eşarbına
dokunurken ifadesiz bir yüzle kameraya bakar.

Jean-Luc Godard Senaryosu


Erkek gelira ve bir rafinerininb patlama sesi duyulurc
Amerikalılard sevişir.c Bazukalıf yamyamlarg demiryolunah
ateş ederler.i Kadın bir tüfektenl çıkan mermilerle delik
deşik olmuşm yere devrilir.n Vincennes’eo çılgın bir
süratlep gelen Cohn-Benditq trene yetişirr ve konuşur.s İki
adamt kadınıu öldürür. O Mao’nunv özdeyişlerini okur.
Montesquieuz Diderot’yaw bir bombax atar. Kendini
öldürür.j Sokakta Le Figarol satar. Kızılderililer gelir.y
Değişkenler Anahtarı
a) Daha önceden oradadır ve Mao’nun özdeyişlerini
okumaktadır. Süper otoyolda, çevresine saçılmış beyin
parçaları ortasında yerde ölü yatmaktadır. Kendini
öldürür. Bir kalabalığa uzun uzun konuşur. Cadde
boyunca koşar. Bir perdeden dışarı sıçrar?
b) Bir anaokulu. Notre Dame. Komünist Parti
Merkez Bürosu. Parlamento. Le Figaro bürosu. Elysée
Sarayı. Paris.
c) Çevreye yayılır. Sıçrar. Küt diye çarpar. Tak-tak-
tak. Mırıltılar.
d) Almanlar. Fransız paraşütçüler. Vietnamlılar.
Araplar. İsrailliler. Polis.
e) Sevişmezler.
f) Yagatan. Le Figaro sayıları.Korsan kılıcı. Hafif
makineli tüfek. Kırmızı boya kutuları .Mavi boya kutuları.
San boya kutuları. Turuncu boya kutuları. Siyah boya
kutuları. Picasso resimleri. Küçük kızıl kitaplar. Resimli
posta kartları.
g) Kızılderililer. Muhasebeciler kalabalığı. Karşıt
komünistler. Çıldırmış kamyon şoförleri.
h) Elysée Sarayına. Nanterre Üniversitesine.
Piazza Navona’da. Bütün yol üzerinde.
i) Taş atarlar. Bombalar. Boş kırmızı, yeşil, mavi,
sarı, siyah boya kutuları. Kaygan bir madde dökerler.
l) Yeni dünya ağacı.
m) Karnında açık bir yarayla. Ağzından sarı
(kırmızı, mavi, siyah) boya kusarak. Voltaire’le
sevişirken.
n) CIA ajanlarınca pencereden atılır. Paraşütçülerin
cinsel saldırısına uğrar. Avustralya yerlilerince öldürülûr.
o) Nanterre. Flins. Bastille Meydanı. Clignancourt.
Venedik.
p) Sallanarak. Çok, çok yavaş. Arka zemin hareket
ederken (geriden gösterim) hareketsiz kalır.
q) Jacques Servan-Schreiber. Jean-PauI Sartre.
Pier Paolo Pasolini. D’Alembert.
r) Treni kaçırır. Bisikletle gider. Paten
ayakkabılarıyla.
s) Gözyaşlarına boğulur. Viva Gııevera diye bağırır.
t) Bir Kızılderili gurubu.
u) Herkesi öldürür. Kimseyi öldürmez.
v) Brecht’ten alıntılar. İnsan Hakları Beyannamesi.
Saint- John Perse. Prens Korzybski. Eluard. Lo Sun.
Charle Péguy. Rosa Luxemburg.
z) Diderot. Sade. Restif de la Bretonne. Pompidou.
w) Daniel Cohn-Bendit. Nixon. Madame de
Sevigné. Voiture. Van Voght. Einstein.
x) Bir domates. Kırmızı (mavi, sarı, siyah) boya.
k) Uzaklaşır. Ötekilerin hepsini öldürür. Zafer
Anıtına bir bomba atar. Bir elektronik beyni havaya
uçurur. Çeşitli boya (sarı, yeşil, mavi, kırmızı, siyah)
kutuları boşaltır yere.
j) Mao’nun özdeyişleri. Bir ta-tze-bao yazar. Pierre
Emmanuel’den dizeler okur. Bir Chaplin filmi seyreder.
y) Paraşütçüler. Almanlar. Açlıktan ölmüş, kılıçlarını
sallayan muhasebeci kalabalığı. Zırhlı arabalar.
Pompidou ile birlikte Pier Paolo Pasolini. Bank Holiday
trafiği. Kapı kapı dolaşıp Ansiklopedi satan Diderot.
Paten tahtaları üzerinde Marksist-Leninist Birlik üyeleri.

Ermanno Olmi Senaryosu


İşsiza bir orman işçisib uzun uzun başı boş dolaştıktanc
sonra doğduğu köyed gelir ve annesinine ölmüşf
olduğunu öğrenir. Ormandag dolaşır, bir serseriyleh
konuşur, serseri ağaçlarıni güzelliğini bilirl, düşünerekm
orada kalırn.
Değinenler Anahtarı
a) İşten bunalmış. Üzgün. Yaşamda hiçbir amacı
olmayan. Hasta. İşinden henüz atılmış. Bir boşluk
duygusuna yenilmiş, inancını yitirmiş? Yeniden imanına
kavuşmuş. Papa John XXIII’ı görmüş düşünde?
b) Şehre yeni gelmiş bir genç adam. Eski bir
partizan. Yorgun, bıkkın bir idareci. Alpli bir asker. Bir
madenci. Bir Kayak öğretmeni.
c) Kısa bir süre. Süper otoyolda bir Mini-Cooper
sürer. Bergamo’dan Brindisi’ye giden bir kamyon
sürmektedir.
d) Erkek kardeşinin bıçkıhanesine. Dağ kulübesine.
Pizzo Gloria’ya. Chamonix’ye. Lago di Carezza’ya.
Piazzale Corvetto’ya ve kuzeninin tütüncü dükkânına.
e) Bir başka yalçını. Nişanlı. Erkek arkadaş. Yöre
papazı.
i) Hasta. Bir orospu olmuş. İmanını yitirmiş. Yeniden
imanına kavuşmuş. Papa John XXIII’ı görmüş düşünde.
Fransa’ya gitmiştir. Bir çığ düşmesinde kaybolur. Her
zamanki gibi alçakgönüllü küçük günlük işler yapmayı
sürdürür.
g) Süper otoyolda. Idroscalo yakınında.
Rogoredo’da. Bembeyaz karlar ortasında. Papa John
XXIII’ın doğum yeri San Giovanni sotto il Monte’de.
Bütünüyle çıldırmış bir reklam ajansının koridorlarında.
h) Eski bir Alpli askerle. Yöre papazıyla. Monsignor
Loris Capovilla ile. Bir dağ kılavuzuyla. Kayak
öğretmeniyle. Baş ormancıyla. Bir sanayi tasarım
stüdyosu yönetmeniyle. Bir işçiyle. İşsiz bir Güneyliyle.
i) Karınların. Çalışma yerinin. Yalnızlığın.
Dostluğun. Sessizliğin.
l) Anlamaz. Anımsar. Yeniden keşfeder. Papa John
XXIII’ın hayali sayesinde öğrenir.
m) Hiçbir şey düşünmeden. Hayatta hiçbir amacı
kalmadığı için artık. Hayatta yeni bir amaç edindiği için.
Papa John XXIII’ı yeni bir novena{71} yaparak. Bir
ormancıya (dağ kılavuzu, serseri, madenci, sucu)
dönüşerek.
n) Bir daha dönmemek üzere oradan ayrılır.

Öfkeli Genç Yönetmenlerin Senaryosu


Çok zenginx bir aileden gelme genç bir çocuk felci
kurbanıy, bahçesi çakıllız bir villada bir tekerlekli
sandalyedek oturmaktadır. Bir mimars ve bir radikalw
olan kuzenindenq nefret etmektedir, kendi annesiylec
misyoner pozisyonundab cinsel ilişkide bulunurv, sonra
çiftlik yöneticisiylef ilk satrança oyunundan sonra
kendini öldürürj.
Değişkenler Anahtarı
x) Oldukça iyi halli. Hastalıklı. Yıkılmış. Boşanmış.
y) Yarı felçli. Kompülsif histerik. Yalın nevrotik. Yeni
kapitalist topluma başkaldıran. Uç yaşında büyükbabası
tarafından cinsel saldırıya uğrayışını bir türlü
unutamayan. Yüzü tikli. Yakışıklı, fakat iktidarsız.
Sarışın ve topal (ve bundan üzüntülü). Deli numarası
yapan. Akıllı numarası yapan. Dinsel bir anlamı olan.
Sırf nevrotik nedenlerle Marksist-Leninist Birlik’e kayıtlı.
z) Ağır bir araç geldiğinde devamlı bir ses çıkarma
koşuluyla başka türlü döşeli bir yol olabilir.
n) Yatta. Bahçekentte. Sanatoryumda. Babanın özel
kliniğinde.
k) Kötürüm. Koltuk değnekli. Tahta bacaklı. Takma
dişli. Ağaçlara yaslanarak ayakta durabiliyor.
s) Şehirci. Yazar. Venedik’i Kurtaralım Başkanı.
Borsacı (başarılı). Sol Kanat politika yazarı.
w) New York Review abonesi. Ilımlı Komünist.
Liberal profesör. Eski partizan lider. WWF Kurulu üyesi.
Theodorakis’in, Garry Wills’in, Jessica Mitford’un dostu.
Berlinguer’in kuzeni. Öğrenci Hareketi eski lideri.
q) Başka bir yakın akraba, arzu edilirse üvey erkek
kardeş, kayınbirader olabilir.
e) Büyükanne, hala, baba, kız kardeş, kardeş kız
torunu, yeğen kız çocuğu, yenge, erkek kardeş.
b) Arkadan. Vajinaya bir dinamit lokumu sokarak.
Bir mısır koçanıyla (radikal mimardan ilgisiz bir Faulkner
alıntısı önce, bkz. s-w). Yalayıcı. Vahşice döverek.
Kadın giysileri giyerek. Babaya (büyükanneye, halaya,
anneye, erkek kardeşe, kuzene) benzer giyinerek.
Faşist yetkili giysileriyle. ABD Denizci üniformasıyla.
Plastik Drakula maskesiyle. SS üniformasıyla. Radikal
giysilerle. Yükselen Akrep giysisiyle. Bir Paco Rabanne
tayyörüyle. Yüksek rütbeli din adamı giysileriyle.
v) Cinsel ilişkide bulunmaya çalışır. İktidarsızlık
gösterir. Cinsel ilişkide bulunmayı düşünür (düş
sekansı). Bisiklet pompasıyla kızlığını bozar.
f) Halayla. Büyükanneyle. Masum küçük kız
kardeşle. Aynada kentlisiyle. Ölü anneyle (düş sekansı).
Kapıya gelen postacıyla. Yaşlı kâhya kadınla. Carmen
Moravia ile. Bir Bellochio kardeşle (tercihe göre).
a) Çin daması. Oyuncak asker. Saklambaç. Elim
sende. İskambil. Yarışan Şeytanlar. Bir Çin oyunu:
Fantan. Bir iskambil oyunu: Snap. Şişe döndürme.
j) Üzerine benzin döker. Uyku hapları yutar. Kendini
öldürmez, ama öldürmeyi düşünür (düş sekansı). Birini
öldürür. Aşk Ne Güzel şarkısını söyleyerek
mastürbasyon yapar. İntihar hattını arar. Postaneyi
havaya uçurur. Aile mezarına işer. Vahşice gülerken
kendisinin bir çocukluk fotoğrafını yakar. “Mirra Norma”
şarkısını söyler.

Luchino Visconti Senaryosu


Hanseatika bir lezbiyen olan Baronesb, Fiat
fabrikalarından işçic olan erkek sevgilisined ihanet eder,
polisee ihbar ederf onu. Adam ölürg, o ise pişman olurh ve
La Scala’nıni şarap mahzenlerinde travestilerinl katıldığı
büyük bir orgiastikm partin verir ve orada kendini
zehirlero.
Değişkenler Anahtarı
a) Münihli. Sicilyalı. Papalık aristokrasisinden.
Pittsburgh’lu.
b) Düşes. Firavunun kızı. Markiz. Dupont hissedarı.
Orta Avrupalı (erkek) besteci.
c) Tremiti Adalarından bir balıkçı. Çelik işçisi. Nehir
gemisinde kumarbaz. Bir Nazi toplama kampında deli
doktor. Firavunun hafif süvarilerinin komutanı. Mareşal
Radezsky’nin emir subayı. Garibaldi’nin teğmeni.
Gondolcu.
d) işi sevgilisine. Kocasına. Ensest ilişkilerde
bulunduğu oğluna. Ensest ilişkilerde bulunduğu kız
kardeşine. Ensest ilişkilerde bulunduğu kendi kızının
aşığına; bir yandan da kızına, onu erkek aşığıyla
aldatarak ihanet eder.
e) Mareşal Radezsky’ye. Firavuna. Tigellinus’a.
Parma Düküne. Salina Prensine. Pomerama SS’inin
Oberdeutscheskriminalinterpolphallus Führerine.
f) Yol hakkında ona yanlış yönler göstererek. Ona
sahte bir gizli mesaj havale ederek. Good Friday gecesi
onu mezarlığa çağırarak. Ona Rigoletto’nun kızının
giysilerini giydirip bir çuvala koyarak. Sevgilisi, Marlene
Dietrich giysileri giymiş Manon şarkısı söylerken,
atalardan kalma şatonun büyük salonunda döşemede
gizli bir kapıyı açarak.
g) Aida’dan bir arya söyler. Malta'ya gidecek bir
büyük balıkçı yelkenlisiyle oradan ayrılır ve bir daha
kendisinden haber alınmaz. Sendikadan izinsiz bir
grevde demir sopalarla dövülür. Homburg Prensi’nin
komutasındaki bir hafif süvari bölüğü tarafından ırzına
geçilir. Varina Vanini ile cinsel temas sırasında hastalık
kapar. Sultan’a köle diye satılır ve Portobello
Sokağındaki bitpazarında Borgia tarafından tekrar
bulunur. Firavun’un kızı tarafından halı olarak kullanılır.
h) Hiç de pişman değildir. Sevinçten çıldırır. Delirir.
Lido’da Balalayka müziğiyle banyo yapmaktadır.
i) Pere-Lachaise. Hitler’in yeraltı sığınağı. Kara
ormanlarda bir şatoda. Fiat Mirafiori fabrikasının 215
numaralı bölümünde. Venedik, Lido’da Hötel des
Bains’de
1) Yoldan çıkmış küçük oğlan çocukların. Alman
eşcinsellerin. Travotore korosunun. Napolyon
askerlerinin giysilerini giymiş lezbiyenlerin. Kardinal
Tisserant ile Garibaldi’nin. Claudio Abbado’nun. Gustav
Mahler’in.
m) Mistik. Dramatik. Barok. İşkenceli. Müstehcen.
Sadomazoşistik.
n) Büyük bir gömme töreni. Şeytan töreni. Bir
Tanrıya şükür Te Deum’u.
o) Bütün çevre danslarına katılır. Bir Yahudi arpında
eski Burgundy şarkıları çalar. Partinin en coşkun anında
soyunur ve ânında soyunur ve aslında bir erkek
olduğunu gösterir, sonra kendini hadım eder. Goblen
halılara sarılmış olarak havasızlıktan ölür. Sıvı mum içer
ve Musee Grevin’e gömülür. Karanlık kehanetlerde
bulunurken bir tornacı tarafından boğazı kesilir.
Mike Bongiorno Olgubilimi
Çevirmenin notu: Mike Bongiorno, İtalyan
televizyonunun doğuşundan beri onun bir yıldızı
olmuştur, daha çok “64.000 Dolarlık Soru” ve
“Çarkıfelek” gibi Amerikan şovlarına dayanan —aslında,
onların birer kopyası— programlarında soru soran kişi
olarak. Ama ona yıldız demek fazla bir fikir vermiyor
insana. Johnny Carson kadar popüler (ama onun kadar
hayat dolu olmayan), Ed Sullivan kadar anonim. Susam
Sokağı’nın Mr. Smiley'sını andıran birini düşünün.
İtalyan televizyonunu hiç görmemiş İngiliz okurları bile
Eco’nun çözümlemesinden bu tipi tanıyacaklardır.
Medyanın baştan çıkardığı adam, benzerleri arasında
en saygı duyulan kişi olur. Halihazırda olduğunun
ötesinde herhangi bir şey olması asla istenmez ondan.
Kendi beğenilerine uymayan herhangi bir şeyi arzu
etmeye asla cesaretlendirilmez. Yine de, narkotikler
arasında ona verilen ödül gündüz düşlerine kaçmaktır,
bu yüzden de sık sık onlarla kendisi arasında gerginlik
yaratacak hedeflerle karşı karşıya kalır. Bununla birlikte
her sorumluluktan bağışlanır o, çünkü hedefler bile bile
onun uzanabileceği mesafenin dışına konur. Gerginlik,
statükoyu değiştirmeyi amaç alan gerçek dönüşümlerle
değil, özdeşleşmeyle çözülür. Kısaca, bir buzdolabı ve
kırk iki ekran TV’si olan bir adam olması istenir ondan:
Olduğu gibi kalması, bir başka deyişle sahip olduğu
nesnelere yalnızca bir buzdolabı ve bir televizyon
eklenmesi istenir. Buna karşılık, ona Kirk Douglas ya da
Süpermen modeli roller önerilir. Öte yandan, medya
tüketicisinin modeli, tüketicinin, o idealle hayalinde
özdeşleşmekten hoşlanmasına karşın hiçbir zaman
olmayı arzu etmediği bir süpermendir; bir kişi olarak
başkasının giysilerini bir an için ayna karşısında
giyebilir, ama bu giysilere sahip olmak gibi en ufak bir
düşünce geçmez kafasından.
Fakat televizyon, tüketiciyi yeni bir konuma getirir.
Televizyon, Süpermen’i özdeşleşilecek bir ideal olarak
önermez: Herhangi bir kimse olmayı önerir.
Televizyonun ideali kesinlikle ortalama kişidir. Tiyatroda,
Juliette Greco sahneye çıkar ve hemen bir mit yaratır ve
bir tapım kurar; Josephine Baker putatapımcı ritüelleri
harekete geçirir ve adını bir döneme verir. TV’de Juliette
Greco’nun büyülü yüzü çeşitli vesilelerle görünür, fakat
mit hiçbir zaman doğmaz; idol değildir o. İdol, onu
anons eden kadındır ve bu tanıtımı yapan kadınlar
arasında en sevileni ve en ünlüsü, ortalama özellikleri
en iyi somutlaştıran olacaktır. Terbiyeli ve iyi bir
görünüm, sınırlı bir cinsel çekicilik, orta bir beğeni, ev
kadınlarına özgü belli bir ifadesizlik.
Şimdi, niceliksel fenomenler alanında ortalama, aslında,
bir orta değeri temsil eder, bunun üstesinden
gelemeyenler içinse aynı zamanda bir amacı gösterir. O
ünlü deyiş’e göre, istatistik, eğer bir adam günde iki
tavuk yiyor, bir başkası hiç yemiyorsa, her birinin günde
bir tavuk yediğini söyleyen bilimdir. Gerçekte, hiç tavuk
yemeyen için günde bir tavuk yeme amacı, onun
gözünü diktiği bir şeydir. Ama niteliksel görüngüler
alanında, ortalamaya indirgeme sıfıra indirgeme
demektir. Bütün tinsel ve entelektüel erdemlere orta
derecede sahip olan birisi kendini hemen en düşük
gelişim düzeyinde bulur. Aristoteles’çi “orta”,
tutkularının, ayırt edici sağduyu erdeminin dengelediği
tutkuların yerine getirilmesinde dengeyi gösterir. Fakat
orta derecede tutkular besleyen ve orta derecede
sağduyu sahibi olan biri zayıf bir insan örneğidir.
Süpermen’in sıradan birine indirgenişinin en çarpıcı
örneği, İtalya’da, Mike Bongiorno figürü ve onun ününün
hikayesidir. Milyonlarca kişi tarafından putlaştırılmış olan
bu adam, başarısını televizyon kamerası önünde
gösterdiği kişinin her eyleminden, her sözünden
dolaysız ve anında bir çekicilikle birlikte (yüksek
derecede sahip olduğu tek erdem olan) mutlak bir
sıradanlıkla ortaya çıkmasına borçludur, bu da hiçbir
yapmacıklı ya da sahte tavır göstermemesiyle
açıklanabilir yalnızca. Kesinlikle ne ise kendini öylece
satıyor gibidir; olduğu durumdaysa, en bilisiz seyircide
bile bir aşağılık duygusu yaratamaz. Gerçekten de,
seyirci kendi sınırlılıklarının ulusal yetke tarafından
yüceltildiğini ve desteklendiğini görür.
Mike Bongiorno’nun olağanüstü gücünü anlamak için
onun davranışı üzerine bir çözümleme yapmak, adının
gerçek insan değil de bir kamu figürü yerine geçtiği,
güvenilir bir “Mike Bongiorno Olgubilimi” gerekir.
Mike Bongiorno, özellikle yakışıklı, atletik, cesur ya da
zeki biri değildir. Biyolojik olarak söylersek, çevreye orta
derecede bir uyumu temsil eder. Yirminin altında genç
kızlarda uyandırdığı isterik sevgi, kısmen, dişi gençte
uyandırdığı annelik duygularına, kısmen de ona verdiği
uysal ve zayıf, kibar ve düşünceli ideal âşık
görünümüne verilebilir.
Milce Bongiorno bilgisiz olmaktan utanmaz, kendini
eğitme gereksinimi duymaz. En göz kamaştırıcı bilgi
alanlarıyla karşı karşıya gelir ve bakir, dokunulmamış
olarak kalır; ötekiler için, duygusuzluğa ve zihinsel
tembelliğe karşı doğal eğilimlerinde bir tesellidir bu.
Yalnızca Bilgi yoksulluğunu değil, aynı zamanda hiçbir
şey öğrenmeme kesin kararlılığını sergileyerek, seyirciyi
korkutmamaya çok dikkat eder.
Öte yandan, Mike Bongiorno, gerçekten bilen kişilere
karşı içten ve ilkel bir hayranlık sergiler. Bununla birlikte,
bunların fiziksel niteliklerinin, inatçı uygulamalarının,
bellek güçlerinin, apaçık, temel yöntembilimlerinin altını
da çizer. Bir insan birçok kitap okuyarak ve bu kitapların
söylediklerini unutmayarak kültürlü olur. Kültürün
eleştirel ve yaratıcı bir işlevi olduğu konusunda Mike
Bongiorno’nun en ufak bir bilgisi yoktur. Ona göre,
kültürün tek ölçütü nicelikseldir. Bu anlamda (kültürlü
olmak için çok kitap okuma zorunluluğu), bu yönde
doğal yetenekleri olmayan insan böyle bir girişimde
bulunmaz, olur biter.
Mike Bongiorno, uzmanlara sınırsız bir güven besler. Bir
profesör, bilgili bir insandır, resmi kültürün bir
temsilcisidir; alanında teknisyendir. Soru ona, onun
yetkesine yönelir.
Fakat gerçek kültür hayranlığı, ancak, kültür yoluyla
para kazanıldığında görülür. Kültür, o zaman, yararlı bir
şey olduğunu kanıtlamış olur. Sıradan insan öğrenmeyi
reddeder, fakat oğlunu okutmaya kararlıdır.
Mike Bongiorno’daki para ve onun değeri kavramı küçük
burjuvacadır: “Yüz bin liret kazanmış bulunuyorsunuz!
Eh, iyi bir para, değil mi?”
Mike Bongiorno böylece yarışmacılara, seyircilerin evde
kendi kendilerine düşünecekleri acımasız şeyleri dile
getirir: “Ayda kazandığın parayı düşünürsen, bütün bu
para mutlu etmeli seni. Daha önce hiç bu kadar parayı
görmüş müydün elinde?”
Mike Bongiorno, çocuklar gibi, insanları kategoriler
halinde düşünür ve onlara hep en bilinen ve adi
kategoriyi kullanarak, komik saygı sözleriyle seslenir:
“Bay Çöpçü”, “Bay Ortakçı”. (Çocuk, “Affedersiniz, Bay
Polis...” der.)
Mike Bongiorno içinde yaşadığı toplumun bütün
efsanelerini kabul eder. Signora Balbiano d’Aramengo
yarışmacı olarak ortaya çıktığında onun elini öper ve o
bir kontes olduğu için (aynen böyle) bunu yaptığını
söyler.
Toplumun efsaneleriyle birlikte toplumun uydaşımlarını
da kabul eder. Önemsiz, sıradan kimselerle birlikteyken
babacan ve gönül indirici, toplumda seçkin kişilerle
birlikteyken saygılıdır. Parayı dağıtırken, içgüdüsel
olarak bunun kazanılmış bir ödülden çok sadaka
olduğunu düşünür, ama açık açık söylemez bunu.
Sınıflar diyalektiğinde yukarı doğru hareketin tek
yolunun (ara sıra, televizyon kılığına da girebilen) Ulu
Tanrı olduğuna inancını belirtir.
Mike Bongiorno basit İtalyanca konuşur. Bundan daha
basiti olamaz. İstek kipini, yantümceleri atar; sözdizimini
neredeyse görünmez hale getirme başarısını gösterir.
Hep öznenin tamamını yineleyerek adıllardan sakınır.
Alışılmışın dışında nokta kullanır. Parantez tehlikesine
hiç girmez, eksiltili deyimler ya da imlemeler kullanmaz.
Kullandığı eğretilemeler artık sıradan sözlüğe girmiş
olanlardır. Dili kesinlikle göndergeseldir, duysalar,
yeniolgucuların hoşuna giderdi. Onu anlamak için
herhangi bir çaba harcamak gerekmez. Herhangi bir
seyirci, kendisinin, eğer istense, Mike Bongiorno’dan
daha konuşkan olabileceğini hisseder.
Mike Bongiorno bir sorunun birden fazla yanıtı
olabileceği fikrini reddeder. Bütün şıklara kuşkuyla
bakar. Nabucco ve Nabuccodonosor ayrı şeylerdir.
Bilgiyle karşılaştığında bir bilgisayar gibi tepki gösterir,
A’nın A’ya eşit olduğuna ve tertium non datur’a. kesin
inançlıdır. Bilinçsiz Aristoteles’çi olarak, tutucu bir
terbiyeci, ataerkçi, gericidir.
Mike Bongiorno’da mizah duygusu diye bir şey yoktur.
Gerçekliği çarpıtabilecek güçte olduğu için değil, ondan
hoşnut olduğu için güler. Paradokstan anlamaz; birisi
onunla konuşurken paradoks kullansa konuştuğu
kimsenin hoş ve garip bir insan olduğunu edercesine
hoşnut bir bakışla onun söylediğini yineler ve başını
sallar. Paradoksun gerisinde bir gerçeğin gizli
olduğundan kuşkulanmayı reddeder, ne olursa olsun,
paradoksu güvenilir bir anlatım taşıyıcısı olarak
düşünemez.
En akla yakın alanlarda bile polemiklerden kaçınır.
Bilinebilen şeylerin acayiplikleri üzerine hiçbir bilgiye
gereksinimi yoktur (yeni bir resim ekolü, anlaşılması güç
bir disiplin... “Söylesene bana, Kübizm hakkında bir sürü
şey duyuyorum. Bu Kübizm denen şey tam olarak
nedir?”). Açıklamayı duyduktan sonra daha derinine
araştırmaya çalışmaz da, tersine, duyarlı, doğru
düşünen bir yurttaş olarak kibarca karşıtlığını bildirir.
Yine de, başkalarının fikrine saygı duyar, herhangi bir
ideolojik nedenle değil, ilgisizlikten.
Bir konu üzerine bütün olası sorulardan herhangi bir
kimsenin ilk aklına gelecek olanını ve seyircilerin çok
bayağı diye hemen karşı çıkacağı soruyu seçer: “Bu
resim ne anlatıyor?” “Düzenli işinden bu kadar farklı bir
hobiyi sana seçtiren nedir?” “Felsefeye neden ilgi
duyuyorsun?”
Basmakalıp şeyleri aşırılıklara kadar götürür.
Rahibelerin yetiştirdiği bir kız, erdemlidir; parlak renkli
çoraplar giyen, atkuyruklu bir kız “hippi”dir. Birincisine,
hoş bir kız olarak, ikincisine benzemek isteyip
istemeyeceğini sorar; sorunun aşağılayıcı olduğu
anımsatıldığındaysa, ikinci kızı teselli edeyim derken
onun fiziksel üstünlüğünü över, manastır okulu ürününü
aşağılar. Bütün bu sersemletici faux pas’ları{72} yaparken
açımlamaya, yoruma kalkmaz, çünkü açımlama bir zekâ
işidir, zekâ ise Bongiorno’ya yabancı bir Vico çevrimidir.
Ona göre, her şeyin bir, yalnızca bir adı vardır; güzel
konuşan bir kişi sahtekârdır. Son çözümlemede, bir faux
pas her zaman istemeyerek gösterilen bir içtenlik
eyleminden kaynaklanır; içtenlik bilerek gösterilmiş ise,
sonuç bir faux pas değil bir meydan okumadır, bir
kışkırtmadır. Faux pas (Eleştirmenlere ve seyircilere
göre, Bongiorno’nun sabık üstadı olduğu), konuşmacı,
düşüncesizlikten yanlışlıkla içtenlik gösterdiğinde ortaya
çıkar. Bir insan ne kadar sıradan ise o kadar hantaldır,
beceriksizdir. Mike Bongiorno, sıradanlar için bir
tesellidir, çünkü faux pas’yı, retorik düzeyine, TV
şirketinin ve onu seyreden ulusun verdiği bir etiket
düzeyine çıkararak yüceltir.
Mike Bongiorno zaferden içtenlikle hoşlanır, çünkü
başarıya saygı gösterir o. Kaybeden tarafla kibarca
ilgilenmez, adam umutsuz bir durumdayken keyif duyar
bundan; yardımcı bir harekette bulunabilir, sonunda
bundan duyduğu doyumu dile getirir ve seyirciyi
duyduğu zevke inandırır; sonra bütün olası
dünyalarınken iyisinin bu oluşundan mutlu, başka
şeylere döner ilgisi. Yaşamın trajik boyutundan
habersizdir o.
Dolayısıyla, Mike Bongiorno, canlı ve muzaffer
örneğiyle, kamuyu sıradanlığın değerli olduğuna
inandırır. Kendini bir put olarak sunmasına karşın
aşağılık komplekslerini kışkırtmaz; kamu da sevgisiyle
öder bunu ona. Hiç kimsenin olmak için uğraşmayacağı
bir idealdir o, çünkü herkes zaten onun düzeyindedir.
Hiçbir din, hiçbir zaman kendi inananına bu kadar
hoşgörülü olmamıştır. Olanla olması gereken arasındaki
gerginlik, onda sıfıra inmiştir. Kendisine tapanlara, “Siz
Tanrısınız, nasılsanız öylece kalın!” der.
1961
Benim Abartı-yorumum{73}
Sanatçı Alessandro Manzoni Olarak
Portresinin Ridekolasyonla
Çoğaltılması Amacıyla
Olgulaştırılması Çevresinde
Eleştirmen, Mr. James Joyce.’un kaleminden çıkmış,
Miss Beach’in yalnızca bu yazın olayına olanak
sağlamak için yeniden canlandırdığı Shakespeare&Co.
tarafından bugün ilk kez basılmış, yılın en önemli kitabı
olarak selamlanacağını sandığım bu küçücük kitap
üzerine konuşmaktan duyduğu doyumu gizleyemez.
Yirmilerin saygıdeğer yayınevini, elbette kendi
yönünden bir özveriye katlanarak, bize yeniden
kazandırdığı için Miss Beach’e gönül borcu duymamız
gerekmekle birlikte, yazarın kendisi hiçbir zaman kesin
metinleştirme yolunu seçmediği halde, Buffalo
Üniversitesinde korunmuş elyazmalarını yıllarca süren
bitmez tükenmez incelemelerden sonra, (Mr. Joyce’ın
Como’da Berlitz School’da Trieste lehçesini öğrettiği
yıllarda yazdığı) bu kitabı düzenleyip ortaya koymayı
başarmış olan Richard Ellmann ve çalışma
arkadaşlarına daha derin bir minnettarlık borçluyuz. Bu
durumun, araştırmacıları, elyazmasının kayıp olduğunu
ya da korkarım birçoğunda olduğu gibi, varlığının
kuşkulu, doğrulaması olanaksız bir şey olduğunu
düşünmek gibi acınası bir hataya nasıl götürdüğünü
anlamak kolaydır.
Bugün bu yapıtı avuçlarımda tutarken, bu türlü
kuşkuların mantıklılığından kuşku duymaktan kendimi
alamıyorum (araştırmacıların dilbilimsel uyarısı övgüye
değer olsa da). Aynı zamanda, Finnegans Wake’i
izleyen —hem de yalnızca zaman anlamında değil— bu
yapıta eleştirel bir yaklaşımda bulunma cesaretimin
bağışlanacağını umuyorum. Duyarlı okur bu cildi
incelerken onun Joyce’çu gelişmede ileri bir noktayı
temsil eniğini fark edebilecektir: Mr. Joyce, ancak
bundan önceki yapıtında dille o büyük deneyime
giriştikten sonra, “giysilerini Liffey’in sularında
yıkadığında”, bu kitabı, I Promessi sposi (Nişanlılar)
yazabilirdi.
Bu kitabın adı anlamlıdır; derinden açımlayıcı
sezinletme yönünden zengin olduğu için eleştirmenin
birazcık yorum eklemesi gerekir.
Finnegans Wake bütün Joyce’çulara gelişimi sırasında
haber verildiği gibi “yazılmakta olan bir yapıt” idiyse, I
Promessı sposi “vaat edilen yapı”tır, Yahudi halkının
(anımsayalım, Leopold Bloom’un halkı) o kadar arzu
ettiği Vaat Edilmiş Topraklar gibi. Fakat bu vaat yerine
getirilmiştir, çünkü bir evlilik, yani Stephen Dedalus’un
gençlik emelleriyle parıltı ve skolastik oran’ın birliği,
olgun yaşın vicosiklometresinin göz kamaştırıcı
dilbilimsel yetenekleriyle lirik biçemin, drama ve epiğin
birliği, geleneğin dilinin ve geleceğin dillerinin birliği
gerçekleşmiştir, dilbilimsel deneyimle, gençlik
yapıtlarının anlatı yapısının birleşmesi gibi.
Böylece bu son yapıtın ışığında, önceki yapıtın doğası
ve işlevi aydınlanmış olur, Tim Finnegan’ın yaslı
uyanıklığı olan Wake gerçekte olduğu haliyle görülür:
Renzo ile Lucia’nın düğün uyanıklığı.
I Promessi sposi, Finnegan’m bittiği yerde, Finnegan’m
üzerinde sona erdiği sıvı öğesi izleğini seçerek başlar:
Nehir akışı. Roman bir su kitlesinin betimlemesiyle ve
ancak bir İrlandalının becerebileceği yansılamacı
şeytanlığıyla; daha önceki yapıtı tamamen taklit ederek
başlar. Aslında, I Promessi sposi nasıl başlıyor? Bir
alıntı yapmama izin verin: “Como Gölünün kesintisiz iki
dağ zincirinin arasında ve aynı dağların çıkıntı ve girinti
yapışı gibi giriş çıkışlar yaparak uzanan bu kolu, bir
nehrin akıcılığını ve şeklini alarak birden daralır: Bir
yanda bir dağlık burun, öte yanda geniş bir kıyı…”
Finnegan’in açılışı da buna benzer. İlk cümlesi,
anlaşılmasını güçleştiren bütün o dilbilimsel belirsizlikleri
atarsak, şöyle devam eder: “Nehrin bu akış yönü, Âdem
ile Havva Kilisesini geçtikten sonra, kumsal sapağından
koyun eğrisine kadar, bizi tekrar daha rahat bir dönüş
yoluna: Howth Şatosu ve çevresine götürür...”
Ama I Promessi sposi’de dil daha da incelmiştir;
sezinletmeler daha ustacadır, daha az göze görülür,
simgecilik daha güçlü ve katkısızdır. H.C. Earwicker’in
düşünün (onunla birlikte Molly Bloom’un gece
monoloğunun da) bittiği geceyarısını terk ederek, Como
Gölü güneyin öğle vaktine doğru döner, fakat bir “dal”
şeklinde, bu da bize hemen, Frazer’ın antropolojik
buluşu sayesinde, “dal”ı, bereket ve yeniden doğuş
törenlerini anımsatır.
Anna Liffey, yeni bir gün ışığında yeniden doğuşunda
(anarahmi imgesinin içine doğru genişleyen) bir göle
dönüşmüştür, artık olgun bir kadın olan Anna Livia,
göğsü ve karnı yerinde bir Demeter imgesi o zaman
yeniden kasılıp bir nehir gibi eski akışını ve şeklini
alabilir, bir başka hikâyeyi başlatarak. “Akışını yeniden
kazanır”, çünkü yeni hikâyeyle birlikte, bir insan hikâyesi
halinde —Finnegan’m bu hikâyenin özeti,
yoğunlaştırılmış şekli olması istenmektedir— örülen
birçok akış ve geriye dönüşler arasında yeni bir gidiş
başlar.
Yapıtın anlatı planı insanı rahatsız edecek derecede
basittir; bir anlamda, {Ulysses’in olay örgüsünün
antistrof’u{74} gibi işler. O kitapta, Leopold Bloom’un
yaşamındaki bir tek günün açık anlatımı, kitap
ilerledikçe, bütün bir kentin ve evrenin tartışılmasına
dönüştürülmüştü. Burada, bütün bir bölgeyi ve bir
imparatorluğu (İspanyol) içine alan bir sıra tarihsel
olayın anlatıldığı, görünüşte karmaşık masal, gerçekte
kahramanın, Renzo Tramaglino’nun yaşamında bir tek
günün olaylarıyla ilgilidir.
Renzo, bir sabah şafak vakti sözlüsü Lucia Mondella ile
evlenme törenine hazırlanırken, köyün papazı Don
Abbondio’dan feodal Lord Don Rodrigo’nun bu evliliğe
karşı çıktığını öğrenir. Renzo ile Lucia papazla bir ağız
dalaşından sonra Fransisken keşiş Fra Cristoforo’nun
yardımıyla köyden kaçarlar. Lucia, Monza’daki bir
manastıra sığınmaya çalışırken, Renzo Milano’ya gider.
Delikanlı orada, o öğleden sonra bir ayaklanmaya
karışır, bu yüzden Bergamo’ya kaçmak zorunda kalır;
Lucia ise Gertrude adlı bir rahibenin çevirdiği dolaplar
sonucu, Adsız olarak bilinen bir başka feodal lord
tarafından kaçırılır. Ama onu kurtarmak için Milano
Kardinali araya girer. Günbatımında Milano’da bir veba
salgını patlak verir, salgında Don Rodrigo, Don
Abbondio ve Padre Cristoforo ölür. Renzo o akşam
aceleyle Bergamo’dan döner ve Lucia’yı sağ salim
bulur, dolayısıyla O gece evlenip birbirlerine
kavuşabilirler. Bizim gördüğümüz kadarıyla bir günün
yirmi dört saatine sığdırılan öykü, bu; ama Joyce
olayları, okurun doğal olmayan ve karmaşık bir
zamansal gelişim izlenimine kapılacağı şekilde birbirine
karıştırarak çapraşıklaştırarak (kendisinin Stuart
Gıibert’e itiraf ettiği gibi) ilk planı gizler.
Ama gelişim gerçekte oldukça basit ve çizgiseldir? Ve
onu bütün katkısızlığıyla algılayabilmek için sözde
entelektüel karışıklıklardan kesip ayıran, her epizodda
ana simgenin, buna uyan uğraşın ve hayvan dünyasına
göndermenin altının çizildiği bir okuma tarzı uygulamak
gerekir.

BİRİNCİ BÖLÜM. Şafaktan öğleden sonranın ilk


saatlerine kadar, sabah 6’dan öğleden sonra 2’ye.
Renzo Tramagliııo, Don Abbondio kendisine Don
Rodrigo’nun Lucia’yı istediğini ve düğüne karşı çıktığını
haber verdiğinde, Lucia Mondella ile evlenmek üzeredir.
Renzo madrabaz bir avukata ne yapması gerektiğini
sorar, ama bütün çabaların boş olduğunu anlayınca
Padre Cristoforo’nun yardımıyla Lucia ile kaçar. Lucia
Monza’da bir manastıra sığınır, Renzo ise Milano’ya
gider. Bu bölümün simgesi: Papaz. Uğraş: Dokumacılık.
Hayvan: Cinsel güçsüzlüğün ve hadım etmenin simgesi,
kısırlaştırılmış horoz.
İKİNCİ BÖLÜM. Öğleden sonra 2 ’den 5’e kadar.
Renzo, Milano’da bir ayaklanmaya karışır ve
Bergamo’ya kaçmak zorunda kalır. Lucia, Gertrude’un
suç ortaklığıyla Adsız tarafından kaçırılır. Milano
Kardinali Lucia’yı kurtarır ve bilgin Don Ferrante ve
karısı Donna Prassede’nin gözetimine teslim eder.
Simge: Rahibe. Uğraş: Kitaplık bilimi. Hayvan: Dik
başlılığın (kötülerin) simgesi, katır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM. Günbatımı ve akşam, saat 5’ten
geceyarısına. Milano’da veba salgını başgösterir, Don
Rodrigo, Don Abbondio ve Padre Cristoforo ölür. Renzo
Bergamo’dan Milano’ya döner ve Lucia’yı sağ salim
bulur. Sonunda birbirlerine kavuşurlar ve evlenirler.
Simge: Mezar kazıcı. Uğraş: Hastane yönetimi. Hayvan:
Burada Iıayvan yoktur, çünkü kötülük yenilmiştir.
Hayvanın yerine arındırıcı yağmur vardır, başlangıçtaki
su izleğini akla getirir, bir de Finnegan’daki çamaşırcı
kadınları (Anna Livia Plurabelle epizodu).
Yazarın bu çizgisel planı bütün yönleriyle sunduğunu ve
öykünün gövdesinde kolayca tanınır kıldığını söylersem
okuru yanlış yönlendirmiş olurdum. Gerçekte, bu basit
öykü kendi başına önemsizdir ve romanın seyrinde
maskelenir, gizlenir, bu yüzden de okur olayların çok
daha büyük bir zaman dilimi kapsadığı izlenimi edinir;
fakat bizi olayların Lombardiya düzlüğünde geçtiğine
inandırarak, yer-zaman ilintisinde önemli bir kararsızlık
ve belirsizlik yaratan bu kurgusal yapı karşısında
duyduğum hayranlığı yeterince dile getiremiyorum;
oysa, aslında, yazarın niyetlerini fazla da önemi
olmadan çarpıtmıyorsam, her şey Dublin’de geçiyor.
Gelenek ve bireysel yetenek arasında gelişen sürekli ve
tatlı diyaloglarda —sık sık, Donne’dan Elizabeth
şairlerine, Spenser’a kadar uzanan bir şiir oluyor bunlar
— seçici ve verimli imgelem için ilk kural, sanıyorum, iyi
bir yapıt üretmektir. Geçerli ve zamana dayanıklı bir şey
yazmak şiire gösterilebilecek en büyük saygıdır ve eğer
“faydalı” sözcüğünü kullanıyorsam, insanlığın iyi bir şiir
yapıtının varlığından çıkarabileceği yararı dile getirmek
için daha iyi bir terim bulamadığımdandır bu. İmgelem,
bir şey yaratabileceği önemli bir coşku durumuna
geldiğini anladığı zaman şiire ulaşırız. Daha önceki
denemelerimde bu sorun üzerinde biraz farklı ve daha
yüzeysel bir görüş ileri sürmüş olabilirim, ama bu görüşü
büyük bir dikkatle yeniden gözden geçirdim ve
sanıyorum ki bundan daha az özgül bir şey
söyleyemem. Bu kısa arasöz bizi Mr. Joyce’un kitabı
konusundan saptırmış olabilir; ama eleştirmeni birden
çok durumda haklı olarak şaşkınlığa düşürmüş olan bir
noktayı aydınlığa kavuşturmak için gerekliydi bu (ideal
eleştirmen mutlak bir güvenle tanımlayabileceğim bir
figür değildir, fakat bir eleştirmenin, belli bir şiirsel metin
üzerinde inandırıcı bir eleştirel söylem yürütme
gücünden yoksunsa, ideal olamayacağına inanıyorum).
Şimdi Mr. Joyce’un kitabına dönersek, ayrıca imgenin
basitliğinin ve özerkliğinin yine de bir metnin okura
seslenebilmesi için en iyi yol olduğuna inanıyorum;
okuru, kendi imgesini, okumaya —son çözümlemede,
şiir için ölüm demek olan entelektüalizmin bozduğu—
karmaşık ve yorucu anahtarlar eklemeye
sürükletmemek gerekir.
Olay örgüsünü anlamak için planlı bir çaba göstermek,
bir öyküyü okurken ne olduğunu ve nasıl sonlanacağını
kendi kendine sormak —enfin,{75} bir öğretim üyesinin bir
hikmeti okurken yaptığı gibi kimin yaptığını sormak— bir
romanı okumaktan alman hazzın dörtte üçünü alır ve
sanatı raison d’etre’inin{76} dörtte dördünden yoksun
kılar. Bunun için, eleştirmen olarak, okuru, ilkel okurun
—bu terimle, çağdaş sanayi uygarlığının hızla yok
etmekte olduğu “doğal okur”u kastediyorum— okumada
yapısal antropolojinin en son bulgularına ya da Jung’cı
arketiplere yapılan bütün anıştırmaları, fazla
entelektüelce açıklamalar yüklemeye çalışmaksızın,
anında yakaladığı ve bir karakterle, Kerenyi’ye göre
Kızılderili schelm{77} mistik figürü arasındaki bağları çaba
harcamaksızın anladığı yeni ve farklı bir
kendiliğindenliğe dönmeye ikna edebilirsek, amacımıza
ulaşmış sayarız kendimizi. Böyle bir okur, evde eski bir
aile albümüne göz atarcasına bir basitlikle, sözdizimi
yapısıyla Zohar’a göre evrenin yapısı arasındaki —
hemen algılanabilir— her uygunluğu zevkle izler. Sahte
bilimsel kendini beğenmişliğin kölesi olarak, romanda,
ne pahasına olursa olsun, karşı çıkılan bir evliliğin
öyküsünü görme arzusuyla zihni karışmaz, daha çok,
yapıtın bağ dokusunda şakacıktan tabaka tabaka
dizilmiş Freud’cu alt-anlamların özgürce birleşmesini
bütün açıklığıyla kabul eder.
Bu nedenle, bu romanı, aslında düğün törenlerini
yapmak isteyen, ama kötü bir adamın yollarına koyduğu
engellere takılan bir genç erkekle bir genç kadının
öyküsü olarak açıklamak için yüzlerce sayfa dolduran
karman çorman felsefi yorumlara karşı okuru
uyaracağız. Bu ikinci kez gebe bırakma Hermeneutik
çabasında, yapıtın bütün diyalektiğini, iki karakter
arasındaki ilişkiyi (bayağı ve bayatlamış!) bir erotik
kutupsallık olarak göstererek ve dolayısıyla romanın
kapsamım rezilce karmaşıklaştırarak, cinsel bir temele
indirgeme girişimini görmemek olanaksız. Oysa en az
hazırlıklı okur bile, ancak büyük sanatçının sahip
olabileceği açıklık ve sadelikle, tekstil sanayiine ve ana-
evine, Agnese’in Mutterrecht gerçekliğini dile getiren bir
basso ostinato olarak sürekli varlığına işaret eden tam
bir simgeler serisini kolayca gözlemleyebilir (en masum
okur bile, Renzo ile Lucia’nın çocuklarını yanından
ayırmadan, “yanaklarına, bir süre beyaz bir işaret olarak
kalan öpücükler konduran”, kitabın sonuca ulaşmasında
bu denli büyük bir ağırlık taşıyan bu “anne” figüründe
Bachofen’in açık etkisini fark edecektir!). Don
Abbondio’nun Renzo’yu evlenmekten vazgeçirmek için
simgesel olarak sözünü ettiği “evlenmeye engel
nedenler”, Tylor’ın yorumladığı “sakınma gelenekleri”nin
değişmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Burada
şair onları, papazın akrabalar arasında (“sözlü” olmaları
yönünden akraba) bir ilişkiyi önleme niyetini gizlemede
kullandığı yüzeysel yasal deyimlerin ortaya çıkardığı,
derinde ve hep tekrarlayan arketipsel olasılık olarak
yeniden keşfeder ve siz dolayısıyla “Error, conditıo,
votum, cognatio, erimen, cultus disparıtas, vis, ordo,
ligamen, honestas, si sis affinis...” sözcüklerini
anlamamazlık edemezsiniz.
Buna benzer biçimde, Padre Cristoioro’nun artık
yeniden birleşmiş ve nişanlanmış çiftle vedalaşmasını
karmaşık ve doğaüstü bir aydınlıkla vermek için
harcanmış nehirler dolusu mürekkebe karşın (XXVI.
Bölümün sonu) —“Ah, sevgili peder, tekrar görüşecek
miyiz?” “Yukarıda, inşallah!” —, basit ve gıllıgışsız
okurun Corpus Hermeticum’a ve onun temel emri olan
sicut inferius sic superius’a açık göndermesini
yakalaması —çocukluğunda Trismegistus’un yapıtlarına
göz atmış herkes bilir bunu— ne kadar kolaydır.
Şimdi, okuru uyaran ve ona okumaya özgü bir haz
veren şey, bu imgelerdeki “jest” yakınlığı, akıllı bir
iletişim stratejisine göre açılışı, yayılışı, içten gelen
coşku “kalıbı”dır. Böylece okur, örneğin cinsel birleşme
ve cinsel güçsüzlük kutupları arasında varoluşsal bir
durum olarak bir zıtlığın ortaya çıktığı yumuşak başlı,
ama cesur oyunu izleyebilir. Renzo karakteri aracılığıyla
birleşmeme olarak hadımlaştırma izleğinin nasıl ele
alındığı görülecektir: Avukata götürdüğü kısırlaştırılmış
horozlarla başlar —yorum gerektirmeyecek kadar açık
bir simgedir bu—, sonra delikanlının gölün karşısına
kaçmasıyla (kaçarak, cinsel sözveriden kaçınmış olur,
bunu da Thomas Mann’ın Joseph’ine açık bir gönderme
olan sürgün arketipi yoluyla yapar) ve çok sayıda
açıklayıcı simgenin yoğunlaştığı, Bergamo’ya kaçışıyla
devam eder. Renzo’nun hadımlaştırılmasının karşısına
fallik dağ figürü çıkarılır, Lucia’nın bilinç akışına ve
geceleyin gölü geçerken yaptığı iç monoloğuna hep bu
figür egemendir. Burada suyun varlığıyla dengelenen,
imgelerin bir özgür çağrışımını buluruz, sürgit kendi
üzerine kapanan ve daha sonra insan müdahalesiyle
yeniden açılan bir iz biçimini alır bu: “Gölün mavi
yüzünü yaran o iki küreğin ölçülü vuruşları damlalarla
ortaya çıkıyor, sonra yeniden suya dalıyordu.” İşte,
açıkça cinsel olmasına karşın aynı zamanda apaçık
Bergson’cu terimlerle bir élan vital’i{78} ima eden bir imge,
varlığın ta özünü delip geçerek ruhsal bir durée{79}
olarak, iz olarak gerçekleşir: “Kayığın çizdiği iz, kıçta
yeniden birleşerek, sahilden uzaklaşan buruşuk bir hat
oluşturuyordu.” Şimdi de, süre olarak, ruhsal doku
olarak suyun varlığının olası kıldığı Lucia’nın monoloğu,
belleğe indirgenmiş bir varlığın öğeler deposu nerdeyse
yalnızca dağlar imgesine (Thales) odaklanır: Lucia
onları yitirdiğine yanar, bir Oidipus karmaşasının
tartışma götürür bir belirtisiyle tipik bir bilinçdışı süreçte
babaerkil imgeyle özdeşleştirilir (“aranızda yetişmiş ve
onun aklında en az kendi ailesinden yüzler kadar iz
bırakmış kimselere tanış gelecek, eşit olmayan
doruklar...”). Fallik gerçeklik olarak dağın simgelediği
birlikten yoksun kalınca, —zaman zaman Molly
Bloom’un gece monoloğunun etkileyici gücüne ulaşan,
itiraf edelim, onun kadar önemli olmayan, ama değersiz
de olmayan bir imge yağmuruna yakalanmış— Lucia
“öfkeli ve yorgun” hisseder kendini: “Gürültü patırtı
içindeki kentlerde üzgün ve süzgün ilerlerken, hava ağır
ve cansız geliyordu ona; birbiri ardınca sıralanmış evler,
başka caddelere açılan caddeler soluğunu keser gibi
oluyor.” Nouveau roman’ın en son betimleme
tekniklerinin açık etkisi kadar (birbiri ardınca sıralanan
evler ve başka caddelere katılan caddeler betimlemesi,
L’Emploi du Temp’ın Butor’unun ve Le Labyrinthe’in
Robbe-Grillet’sinin izini apaçık gösteriyor) bu son
imgelerin (Kafka akla gelen ilk adlardan biridir) aşikâr
izlenimci kaynağını herkes görebilir.
Şimdi de Bergamo’ya kaçan Renzo’nun başına
gelenler? Kentin adının içerdiği calembour{80} apaçıktır:
Sözcüğün iki kökü var, biri Germanik (Berg, dağ), öteki
Grek (gamos, evlenme). Gerçekte, Bergamo,
Renzo’nun, onun gerçek simgesiyle simgesel evliliği
özlerken, yitirdiği cinselliğini yerine koymak için yaptığı
son bir girişimi temsil eder; ama böyle yapmakla, cinsel
gücünün simgesini arzu etmekle, çabasını anlaşılması
güç bir eşcinsel çevreye yöneltir yeniden, tam da o
sırada Lucia’nın Monza rahibesiyle kurmakta olduğu
aynı derecede anlaşılmaz dostça ilişkiye açık ve uyumlu
bir antistroftur bu. O kadar uzun süre Trieste’de kalmış
olan Mr. Joyce’un da mona kökünün cinsel anlamından
habersiz olamayacağını unutmamamız gerekir: Dikkat
edelim, bu köke, hem Lucia’nın ilgilendiği monaca’da
(rahibe), hem de monatti’de (Renzo onu orada
bulduğunda Lucia’nın çevresini saran, hastaneden
cesetleri çıkaranlar) bir kez daha rastlıyoruz.
Öyleyse, Mr. Joyce’un burada en basit yollardan, insan
ruhunun en derindeki gizli yerlerine, onun gizli
çelişkilerini ortaya koyarak ve (belirsizliğin utkusunu) çift
eşeyliliğin arketipi her iki baş kahramanında
gerçekleştirerek girmeyi başardığı açıktır. XXXVI.
Bölümde Padre Cristoforo’nun teklifini ya da zekice
imasını (“Eğer Tanrı’nın iki insanı birleştirdiğini
görseydim, bunlar sizler olurdunuz: Şimdi Tanrı’nın sizi
neden ayırmak isteyeceğini anlamıyorum!”) sevinçle
kabul eden Lucia’nın kendisidir; ve Renzo ile
birleştirilmeyi isterken çağdaş biçimde Salmakis mitini
gerçekleştirir; aynı Bölümde Padre Cristoforo’nun
yukarıdaki Hermetik sözleri söylerken hiç kuşkusuz neo-
platonik kutsallığa gönderme yaptığını anımsarsak, bu
mit daha başka imalar kazanır: İki karakterin birleşmesi
kozmik bir birleşme figürü, kabalistik bir Cingulum
Venerıs olur, karakterlerin kişilikten ve onların cinsel
bireysellikleri ilaha yüce bir birlikte bir araya gelir.
Birleşme başarılmıştır, der gibidir yazar, çünkü
anlaşılması kolay neo-platonik terimlere göre her türlü
kirlilik son bulur; gerçekte, saflık, katkısızlık (ilk günahın,
gençlik suçunun yükü Padre Cristoforo’dadır) yerine
geçecek olan Padre Cristoforo’nun ölümü (etimolojik
olarak christos fero, dolayısıyla “kutsanmış olanın
taşıyıcısı”) sağanağa ve dolayısıyla doğurucu ve
kuşatıcı ilke olan suya rastlar, daha yukarıdaki,
Sephirot, Anna Livia Plurabelle’nin birliği. Çevrim
kapanmıştır.
İmgelerin dolaysız anlatısının sunduğunun ötesinde gizli
başka anlamlar aramaya isteksiz olanlar için, kitabın
özü, en azından bir ilk okumadan çıkanlar, bunlardır.
Ama daha dokunulması gereken bir yığın benzerlikler,
uygunluklar var! Ulysses’teki yağmurluklu yabancı
figürünü o kadar güçlü bir biçimde akla getiren Adsızın
varlığını düşünün! Ve (yine Ulysses’te) kitaplık ve Mr.
Magee epizodu ile Don Ferrante’nin kitaplığı arasındaki
koşutluk! Ya da Bloom’un meyhanedeki tartışması ile
Renzo’nun tartışması arasındaki koşutluğu, her ikisi de
“yasaya boyun eğen bir yurttaşın” kurbanları! Ya da
Lucia’nın Adsızın şatosundaki gecesiyle Stephen
Dedalus’un Bella Cohen’ın (Lucia’yı evine alan “yaşlı
kadın”la da uyuşmaktadır bu) genelevindeki gecesi
arasındaki koşutluk!
Bu tür gözlemler bizi I Promessi sposi’den, daha önceki
yapıtlarda tüketilmiş izlek ve imgelerin zekice yeniden
ortaya atan minör bir yapıt olarak söz etmeye götürebilir,
ama bu arka-göndermeleri açıkça isteyen roman,
bundan önceki yapıtların tamamının özeti ve sonucu
olur. O zaman, Joyce’çu ölçütün doruğunu temsil ettiğini
söylememiz mi gerekir onun? Belki de hayır, ama onun
tamamlanışını temsil eder.
Sağduyunun ara sıra garip çılgınlık biçimleri aldığı garip
bir ülkede yaşadığımız için, bu kitabı hepsi birbirinden
saçma bin farklı anahtarla okumaya çalışacaklar
mutlaka olacaktır. Peder Noon S.J., Mr. Joyce’un
bundan önceki yapıtını yorumladığı gibi, hiç kuşkusuz,
bu yapıl için de kendi yorumunu yapacak, bu kitabı da
yine dinsel bir bağlam içine sokma yollarını arayacak,
ola ki (kehanette bulunursak) 1 Promessı sposi'yi bir
Tanrı romanı olarak tanımlamayı deneyecektir.
Daha da kötüsü, bu arketipsel simgeleri, bir sözde
Joyce gerçekçiliğine göndermeler yapan “anlatısal
özellikler” olarak görmeye çalışan sözümona entelektüel
yorumlar da eksik olmayacaktır. Kitaptaki her deyimin,
her imgenin daha simgesel bir gerçekliği dile getirdiği
için “güzel” olduğunu unutarak, dilin zenginliğinden söz
edenlerin çıkacağını da kuvvetle umuyoruz. Fakat
çağdaş şiirde olduğu gibi eleştiride de estetik
çarpıtmaya eğilim her zaman vardır, bunun için de bir
kitabın nasıl okunacağını bilmek güçtür. Bu nedenle,
bizim bu eleştirimizi Ezra Pound’un birkaç yıl önce
Faber & Faber firmasınca basılmış küçük bir şiirin, İlahi
Komedya’nın bazı dizelerini yorumlarken yazdıklarından
bir alıntı yaparak bitiriyoruz; aynı zamanda metinle
doğrudan ve dolaysız bir temasa çıkarılmış bir çağrıdır
bu: “Açıklık, şairin doğal yeteneği değildir, Cavalcanti
gibi bir vortisist’e{81} karşılık Burchiello gibi kültürle
şişirilmiş on akademisyen her zaman bulabiliriz. Bu
demektir ki, tefecilik her zaman bizim aramızda yuva
kurar, ama bizi kurtarabilecek bir phanopoeia açıklığı
her zaman bulunur. O zaman, uygun düşen Çin
ideogramım kullanmak çok daha dolaysız ve anlaşılır
oluyorken —dölce colore d’oriental zaffiro— gibi dört
karmaşık sözcüğü neden kullanalım ki?”
1962
{1}
Benzek: Pastiş. (Çev.)
{2}
Anıştırma: Allusion. (Çev.)
{3}
Bir Yeni Kedi Eskizi. (Çev.)
{4}
Yeni Roman. (Çev.)
{5}
İran Mektupları. (Çev.)
{6}
Ey sen, ikiyüzlü okur, benzerim, kardeşim. (Çev.)
{7}
Metinde ‘your old friend’ sözleri geçiyor, ‘old’ hem
eski, hem de yaşlı anlamına gelen bir sözcük. Eco’nun
bu sözcük oyununu. Türkçede vermek ne yazık ki
olanaksız. (Çev.)
{8}
Gölge oyunu. (Çev.)
{9}
Al sana işte, pis herif! (Çev.)
{10}
Jeune parque: İnsan ömrünün ipliklerini örüp koparan
tanrıçalardan biri. (Çev.)
{11}
Kötü koşullara katlanma gereğini gösteren bir deyim:
“Her şeye katlanmak gerek…” (Çev.)
{12}
Yüz yaşındaki insanın bu çığlığının güzelliği. (Çev.)
{13}
Nihil obstat: Roman Katolik Kilisesinin bir kitabın
incelendiğini ve içinde inanca ve ahlaka karşı hiçbir şey
bulunmadığını gösteren resmi sansür belgesi. (Çev.)
{14}
Boite: (Fr) Gece kulübü. (Çev.)
{15}
Public Relation: Halkla ilişkiler. (Çev.)
{16}
Sır Tutmayan Mücevherler. (Çev.)
{17}
Kadın Keşiş. (Çev.)
{18}
Nişanlılar. (Çev.)
{19}
Yitik Zamanın Peşinde. (Çev.)
{20}
Finnegan’ın Uyanışı. (Çev.)
{21}
Bir Yeni Kedi Eskizi. (Çev.)
{22}
Primum Mobile: Batlamyus astronomi sistemine
Ortaçağlarda eklenmiş dokuzuncu ya da daha sonraki
sıralamada onuncu ve en dıştaki ortak merkezli gök
küresi; sabit yıldızlar ve gezegenler kürelerini yirmi dört
saatlik dönüşlerinde taşıdığı kabul ediliyor. (Çev.)
{23}
Music of the spheres: Pisagorcuların, yıldızların ve
gezegenlerin üzerinde hareket ettiği semavi kürelerin
titreşimlerinin çıkardığını varsaydıkları göklere ait bir
uyum. (Çev.)
{24}
Annonciation: Cebrail’in Meryem’e İsa’nın anası
olacağı haberinin verildiği gün kutlamaları. (Çev.)
{25}
Yahudilerin Bayramı. Pentecost Bayramı sırasında
toplanan havarilere kutsal ruh (Ruhülkudüs) iner.
(Resullerin İşleri 2: 1-14)
{26}
Copra: Kurutulmuş hindistancevizi içi. (Çev.)
{27}
Risorgimento: Yenilenme ve yeniden doğuş zamanı.
(Çev.)
{28}
Diogenes Leartius, Filozofların Yaşamı, IX, 1-17
{29}
Karadeniz’in eski adı. (Çev.)
{30}
Metafizik, 1980a
{31}
Bkz. Platon’un Sofistler’deki soğukkanlı görüşleri,
235-236
{32}
“Ruhsallık” anlamının dışında, “bütün evrene yayılmış
ve bütün canlı varlıklara eşit olarak hayat veren bir sıvı
olduğunu söyleyen bir öğreti’ye gönderme var bu
sözcükte. (Çev.)
{33}
Protagoras XV (Modern Library ed. P.213)
{34}
Politika, IV, 9, 1295b.
{35}
Anabasis, sayısız yerde.
{36}
Peloponez Savaşı, II, 48-54
{37}
Meritokrasi: Yüksek başarı gösterenlerin yönettiği
toplumsal sistem. (Çev.)
{38}
Aristo: Aristokrat. (Çev.)
{39}
Peloponez Savaşı, II, 37-41.
{40}
Arete (Yunanca) Kişiliği oluşturan iyi niteliklerin
toplamı. (Çev.)
{41}
Burada “onu” diye çevirmek zorunda kaldığımız
kişinin eril adılının “him” olduğunu belirtelim. (Çev.)
{42}
Phaidros, 23-30
{43}
Persler, 386-432
{44}
Persler, 386 ve dev.
{45}
Boulevardier: (Fr.) Bulvar tiyatrosu türüne ait. (Çev.)
{46}
Antigone, I, ilk stasimon
{47}
Bkz. Aristoteles, Poetika, IV, 15.
{48}
Godot’yu Beklerken. (Çev.)
{49}
Plaisanterie: Şaka, alay. (Çev.)
{50}
Pochade: Çabucak çırpıştırılmış yapıt. (Çev.)
{51}
Yoksulların Tennessee Williams’ı. (Çev.)
{52}
Choryphee: Bale topluluğunun üstünde fakat solo
dans edenlerin altında olan balerin ya da dansör. (Çev.)
{53}
Corpus Hippocraticum, çeşitli yerlerde.
{54}
Poetika, IV, 55.
{55}
Bkz. Galen, De placitis Hippocrati et Platonis V., Yine
bkz. Pliny, Nat. Hist. XXXIV.
{56}
Charon: Mit. Ölümden sonra ruhları Styx Irmağından
geçiren kayıkçı. (Çev.)
{57}
Cerberus: Cehennemin kapısının bekleyen üç başlı
köpek. (Çev.)
{58}
Poetika, I. Çeşitli yerlerde.
{59}
Poire d’angoisse’dan bozma bir sözcük oyunu.
(Avaler des poives d’angoisse: Ağular yutmak, büyük
kahırlara uğramak). (Çev.)
{60}
Çocuklar için çelik konstrüksiyon seti markası. (Çev.)
{61}
Rorschach testi: (Mürekkep lekesi testi de denir)
Üzerinde türlü renklerde mürekkep lekelerinin
bulunduğu bir dizi karttan oluşan, kişiliğin yapısını ve
uyumunu değerlendirmeye yarayan test. (Çev.)
{62}
Numaralanmış basım. (Çev.)
{63}
Meryem’in annesi. (Çev.)
{64}
Mandala: Evrenin grafik olarak mistik simgesi; bir
kareyi kuşatan bir daire… Üzerinde simetrik olarak
dizilmiş tanrı resimleri… Genellikle Hinduizm ve
Budizm’de meditasyona yardımcı olarak kullanılıyor.
(Çev.)
{65}
O’nun Hikâyesi.
{66}
Society for Assistants in Deflowering and
Emasculating; aynı sözcük ouyu ile SADE sözcüğünü
bulmak Türkçede olanaksızdır. (Çev.)
{67}
Pruderie: (Fr.) Erdemli geçinme, namusluluk taslama.
(Çev.)
{68}
Thalatanaut: Sözlüklerde bulunmayan bir sözcük;
yazar astronaut sözcüğünü anımsatan bir sözcük oyunu
yapıyor sanırım. (Çev.)
{69}
Terra incognita: Bilinmeyen toprak. (Çev.)
{70}
Konuşmanın filme alınması. (Çev.)
{71}
Novena: Dokuz günlük ibadet. (Çev.)
{72}
Faux pas: Pot, çam devirme. (Çev.)
{73}
Sözcük oyunlarıyla, birleştirme yoluyla yeni sözcük
yapımlarıyla dolu bu başlığın İngilizcesi şöyle “My
Exagmination – Round His Factification for Incamination
to Redaplication with Ridecolation of a Portrait of the
Artist as Alessandro Manzoni”. Tam olarak Türkçe
karşılığının bulunması olanaksız bu başlığı ben de
benzetmelere başvurarak yeniden kurmaya çalıştım.
Örneğin, Exageration+Examination birleşmesinden
Abartı-yorum sözcüğünü yaptım. (Çev.)
{74}
Antistrophe: Eski Yunan tiyatrosunda koronun
“strophe”tan sonraki dönüş hareketinde okuduğu
satırlar. (Çev.)
{75}
Enfin: (Fr.) Bununla birlikte, ama, yine de. (Çev.)
{76}
Raison d’etre: (Fr.) Varlık nedeni. (Çev.)
{77}
Schelm: Alçak, sefil. (Çev.)
{78}
Élan vital: Yaşamsal hamle. (Çev.)
{79}
Durée: Süre. (Çev.)
{80}
Calembour: Ündeş, cinas. (Çev.)
{81}
Vorticism: Futurizmin 1920’lerde İngiltere’de ortaya
çıkmış, her türlü sanat formunu doğrudan makineyle ve
modern sanayi uygarlığıyla ilişkilendiren bir dalı. (Çev.)

You might also like