Professional Documents
Culture Documents
Yanlış Okumalar - Umberto Eco
Yanlış Okumalar - Umberto Eco
YANLIŞ OKUMALAR
Düzenleme: Rapunzel
İçindekiler
Önsöz
Granita
Parçalar
Sokrates Usulü Soyunma
Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz...
Esquisse d’un nouveau chat
Cennetten Son Haberler
Şey
Bir Po Vadisi Toplumunda Sanayi ve Cinsel Baskı
Son Yakındır
Oğluma Mektup
Alışılmamış Kitap Eleştirileri
L’Histoire d’O
D.H. Lawrence, Lady Chatterley’in Aşkı
Amerika’nın Keşfi
Kendi Sinemanı Kendin Yap
Mike Bongiorno Olgubilimi
Benim Abartı-yorumum
İtalyan yazar Umberto Eco 1932 doğumlu. 1971
yılından bu yana Bologna Üniversitesi’nde göstergebilim
dalında profesör. Edebiyat eleştirisi, tarih ve iletişim
konularında yazılar yazıyor. Gülün Adı ve Foucault
Sarkacı ile ünlenen yazar, bir dönem de İtalyan RAİ
televizyonunda kültür programları yönetmenliği yaptı.
Önsöz
1959’da, yazarlarından birçoğu daha sonra ‘Gruppo
63’ü oluşturacak olan yazın dergisi Il Verri’ye Diario
Minimo başlıklı aylık yazılar yazmaya başladım;
alçakgönüllülük kadar sakıntının da zorladığı bir başlıktı
bu. Ezra Pound ve Çin ideogramları üzerine neo-
avangard ve etkileyici denemeler içeren dilbilimsel
deneylerle dolu bir yayın organına, daha az önemli
konularda, çoğu kez derginin benden daha ateşli öteki
yazarlarını yansılama amacı taşıyan, uçarı düşüncelerle
dolu sayfalarca yazı gönderiyordum. Bunun için de,
daha en başta, bilerek komik ve garip, dolayısıyla da
derginin diğer bölümlerinden daha az saygıdeğer olan
bu yazılardan dolayı okurlardan özür dilemek istedim.
İlk metinleri, yazın türü açısından, hem ben hem de
dostlarım, Roland Barthes’ın Söylenler’ ine
benzetiyorduk. Barthes’in kitabı 1957’de çıkmıştı, ama
ben Diario Minimo’ları yazmaya başladığım sırada
henüz görmemiştim. Yoksa, 1960’ta, striptiz üzerine bir
deneme yazmaya asla kalkışmazdım. Ve sanıyorum
Barthes’i okuduktan sonradır ki, alçakgönüllülükle,
Söylenler biçemini terk ettim ve yavaş yavaş benzek{1}
tarzına döndüm.
Benzeği benimsememin daha derinde bir başka nedeni
vardı: Neo-avangard yapıt, günlük yaşamın ve yazın’ın
dilini tersyüz etme özelliğini içinde taşıyor idiyse, komik
ve groteskin de bu programın bir parçası olması
gerekirdi. Benzek geleneği —Fransa, bu alanda Proust,
Queneau ve Oulipo grubu gibi ünlü uygulayıcılara sahip
olmakla övünebilirdi— İtalyan yazınında genellikle daha
az şanslı olmuştu bugüne kadar.
Il Verri’nin sayfalarında Diario Minimo işte böyle başladı.
Daha sonra, 1963’te dergide yayınlamış olduğum tek
tek yazılar bir ciltte toplandığında, içerikleri, bilinen
anlamıyla bir günce olmasa bile aynı ad verildi kitaba.
Bu kitap birçok basım yaptı, şimdi de İngilizce çevirisine
temel oluyor. Başlığı, sözcüğü sözcüğüne Küçük Günce
diye çevirmek anlamsız olacağı için, ona Yanlış
Okumalar adını vermeyi yeğledim.
Yanılsama, bütün komik yazı türleri gibi, uzamla ve
zamanla ilintilidir, Oidipus ve Antigone’nin trajik öyküleri
bizi çok etkiler, ama klasik Atina hakkında fazla bilgi
sahibi değilsek, Aristophanes’teki anıştırmaların{2} çoğu
bizi şaşırtacaktır. Böyle ünlü örnekler kullandığım için
özür dilerim, ama ne demek istediğimi bunlar
aracılığıyla daha kolay anlatabiliyorum.
Elinizdeki kitabın içindekiler bir seçme de olsa, fazla
‘İtalyan’ olan birkaç parça çıkarılmış da olsa, yabancı
okurlara birkaç sözcüklük bir açıklama yapmak
zorunluluğunu hissediyorum. Bir esprinin açıklanması
onun etkisini çaresiz öldürür; ama -si parva licet
componere magnis- Panurge’ün sözlerinin çoğu, onun
dilinin Sorbonne dili olduğunu açıklayan bir dipnot
koymazsak, anlaşılmaz olarak kalır.
‘Granita’, Nabokov’un Lolita'sının bir yansılaması olma
amacını taşıyordu, bir de kahramanın adının çevirisinin
Umberto Umberto olmasından yararlanıyordu. Tabii
benim yazım, Nabokov’un yansılamasından çok
romanının İtalyanca çevirisinin yansılaması; ama
yazdıklarım, İtalyancadan çevrilmiş bile olsa, hala
okunabilir, sanırım. Yansılama, benim doğduğum bölge
olan Piemonte’nin küçük kasabalarında geçiyor
‘Parçalar’da, açıkça, İtalyan popüler şarkılarından
sözcükler kullandım, İngilizce çeviride bunların yerine
Amerikan karşılıkları kondu. Ama son alıntıda
Shakespeare ve İtalyan şarkıları birbirine karışıyor
(özgün metinde, Shakespeare yerine D’Annunzio’yu
kullanmıştım ben).
Çevirmenim, giriş notunda, Mike Bongiorno’nun, İtalyan
olmayanlarca bilinmemesine karşın, tanıdık bir evrensel
kategoriye girdiğine işaret ediyor; bense onu hala bir
dahi olarak düşünüyorum.
‘Esquisse d'un nouveau cbat’da{3} açık bir biçimde Alain
Robbe-Grillet’ye ve nouveau roman'a{4} gönderme var.
Öteki örneklerde olduğu gibi burada da yansılama bir
övgü amacını taşıyor.
‘Cennetten En Son Haberler’ günün politik jargonu ile
öteki dünyadan haberler veriyor. Onlarca yıl önce
yazıldı, ama sanıyorum Ross Perot ve Pat Buchanan
çağında da anlaşılabilirliğini yitirmedi
Anglo-Sakson insanbilimi klasikleri (Margaret Mead,
Ruth Benedict, Kroeber, vb.), ‘Bir Po Vadisi Toplumunda
Sanayi ve Cinsel Baskı’nın esin kaynakları oldu,
yazının başlığını Malinowski’nin bir yapıtından aldım.
Yazının felsefi bölümleri,_Husserl’den, Binswanger’den,
Heidegger ve başkalarından yapılan (uygun bir biçimde
değiştirilmiş) alıntılarla zenginleştirildi. Porta Ludovica
Paradoksu, İtalya'da, birçok üniversitenin mimarlık
bölümlerinde yerleşik bir çalışma konusu haline
gelmiştir.
Aynı şekilde, Son Yakındır’, Adorno’nun ve Frankfurt
okulunun toplumsal eleştirisinden esinlendir. Bazı
parçalar, o yıllar kendilerini ‘Adornolaşma'ya adamış
olan İtalyan yazarlardan dolaysız alıntılardır. Ondan
önceki parça gibi bu metin de bugün ‘alternatif
insanbilim (bizim gözümüzle başkalarının dünyası değil,
başkalarının gözüyle bizim dünyamız) denilen şey
üzerine bir alıştırmadır. Montesquieu bunu Les Lettres
Persanes’da{5} daha daha önce yapmıştı. Bir süre önce,
bir grup insanbilimci, Fransız yaşam tarzını
gözlemleyebilsinler diye Afrikalı araştırmacıları
Fransa’ya çağırmıştı. Afrikalılar, Fransızların köpeklerini
gezdirme alışkanlığında olduklarını öğrenince çok
şaşmışlardı örneğin.
İnsanın ayda ilk yürüyüşünün televizyonda izlenmesi,
‘Amerika’nın keşfi’ adlı yazıyı getirdi. Özgün metinde
İtalyan sunucularının adları kullanılıyordu; onların yerine
tanıdık Amerikan adları kondu.
‘Benim Abartı-yorumum...’ başlığında, Finnegans Wake
üzerine ünlü bir denemeler toplamının başlığı nerdeyse
harfi harfine aynen kullanılıyor. Onlarca yıl önce
Amerikan üniversitelerinde moda olan bütün eleştiri
biçemlerini (Yeni Eleştiriden simgesel eleştirinin çeşitli
biçemlerine kadar, aynı zamanda Eliot’ın eleştirisine de
birkaç yerde ima ile) akılda tutarak, bu aşırı-yorum
tavırlarını on dokuzuncu yüzyılın en ünlü İtalyan
romanına uyarladım. İngiliz dili okurlarının çoğu
(Nişanlılar diye bir İngilizce çevirisi olmasına karşın) I
Promessi sposi’ye aşina olmayabilirler ama benim
Joyce’vari okumamın, on dokuzuncu yüzyıl başlarından
kalma, biçemi ve anlatı yapısı Joyce’tan çok (örneğin)
Walter Scott’ı akla getiren bir klasiğe uygulandığını
bilmek yeterli olacaktır. Bugün ‘yapı bozucu okuma’da
son birçok çalışmanın, sanki benim yansılamamdan
esinlenmiş gibi olduğunu fark ediyorum. Yansılamanın
yapması gereken budur işte: Aşırıya kaçmaktan hiç
korkmamalıdır. Yerini bulursa, başkalarının daha sonra
gülümsemeden -ve yüzleri kızarmadan-ısrarla, katı bir
ciddiyet içinde yapacakları bir şeyi önceden
canlandırmış olacaktır yalnızca.
Umberto Eco
Granita
Bu elyazması bana Piemonte’de küçük bir kasabanın
yerel hapisane müdürü tarafından verildi. Bu adamın, bu
kağıtları hücresinde bırakmış olan o gizemli mahpus
hakkında bize sağladığı inanılmaz bilgiler, yazarın
kaderini örten karanlık, yolları aşağıdaki sayfaların
yazarınınkiyle çatışan insanlarda görülen o inanılmaz, o
açıklanamaz ağız sıkılığı, bizi elimizdekiyle yetinmek
zorunda bırakıyor; hapisane farelerinin oburluklarından
sonra elyazmasından geriye kalanlarla yetinmeliyiz;
çünkü öyle hissediyoruz ki, okur, bu koşullarda bile bu
Umberto Umberto denen adamın gizemli mahpus ola ki,
mantığa uymasa da, Langhe Bölgesinde bir sürgün olan
Vladimir Nabokov değilse ve elyazması bu maymun
iştahlı ahlak düşkününün öteki yüzünü göstermiyorsa)
olağanüstü öyküsü hakkında bir fikir oluşturabilir
kafasında ve böylece en sonunda bu sayfalardan gizli
bir ders çıkarabilir: Hovarda kılığı altında daha yüksek
bir ahlak yatar.
Granita. Gençliğimin çiçeği, gecelerimin işkencesi. Bir
daha görecek miyim seni? Granita. Granita. Gran-i-ta.
İkincisi ve üçüncüsü, sanki birinciyle çelişir gibi, bir
küçültme belirteci oluşturan üç hece. Gran. ita. Granita,
dilerim, hayalin bir gölgeye, oturduğun yerse bir mezara
dönüşünceye kadar anımsarım seni.
Benim adım Umberto Umberto. O büyük olay
olduğunda, gençliğin başarılarına cesaretle
bırakıyordum kendimi. Beni şimdi görenlere değil de, o
zamanlar tanıyanlara göre, Okurum, bu hücrede,
yorgunluktan ve açlıktan bitkin, yanaklarımı sertleştiren
peygamber sakalının ilk izleriyle... Beni o zaman
tanıyanlara göre, sanırım, yüzünde bir Calabria’lı atanın
Akdeniz kromozomlarından gelen bir melankoli taşıyan,
yetenekli bir delikanlıydım. Karşılaştığım genç kızlar
beni yapayalnız gecelerin dünyevi acılarına götürerek,
yeni tomurcuklanan döl yataklarının bütün şiddetiyle
arzu ederlerdi. Kendim de bambaşka bir tutkunun
korkunç pençesinde olduğum için, pek anımsamam o
kızları; gözlerim, batan günün eğik ışığında, ipek gibi,
belli belirsiz ayva tüyleriyle pırıl pırıl yanaklarım okşayıp
geçerdi yalnızca.
Seviyordum, sevgili Okurum, aziz bostum! Ve sizin
hantal bir düşüncesizlikle yaşlı kadınlar diye
adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın
çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların
damgasını yemiş, seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki
büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik
bıraktığı o yaratıkları, sakalsız varlığımın en derin
labirentinden arzu ediyordum. Birçoklarının, yirmi
beşindeki güçlü Friulan sütçü kızlarının o bilinen
kullanıcılarının şehvet düşkünü kayıtsızlıklarıyla önem
vermediği, unuttuğu bu yaratıkları anlatabilmek için,
sevgili Okur, -yine, girişebileceğim herhangi bir eyleme
engel olan, onu durduran bir bilginin izinsiz geriye
dönüşünün baskısı altında- dikkatle seçmiş olmaktan
korkmadığım bir terim kullanacağım: Kader melekleri.
Ey beni yargılayan sizler (toi, hypocrite lecteur, mon
semblable, moti frèreï){6}' üstü örtülü dünyamızın bu
bataklığında melekçiklere meraklı kurnazlara sunulan
bu erken avı nasıl tanımlayabilirim? Öğle sonu
bahçelerinde, henüz tomurcuklanmaya başlayan
kızların peşinde rezîlce koşuşturan sizlere nasıl
anlatabilirim bunu? Kader melekçiği âşıklarının eski
parkların sıralarında, bazilikaların hoş kokulu
gölgeliklerinde, taşra mezarlıklarının çakıllı yollarında,
pazar duasında, dispanserin köşesinde, yoksullar evinin
kapılarında, kilise alayının şarkıcılar korosunda,
yardımseverler kermeslerinde peşine düşeceği, bir
gölgeden farksız, pısmış, sırıtkan bu av hakkında ne
bilebilirsiniz: Volkanik kırışıklıklardan yol yol olmuş
yüzleri, kataraktlı sulanmış gözleri, dişsiz bir ağzın
keskin çöküntüsüne batmış o kuru dudakların
seyirmesini, kendinden geçip sulanan ağzından
damlayan parıltılı salyayla zaman zaman canlanan o
dudakları, gururla yıpranmış o yamru yumru elleri,
tespih çekerek ağır ağır dua ederken sinirden,
şehvetten titreyen, kışkırtıcı elleri bir an olsun daha
yakından görmek için kurulan yoğun ve -ne yazık-
amansızca iffetli bir aşk tuzağıdır bu.
O ele geçmez avı görünce düşülen derin kederi, bir
anlık dokunuşlarla birdenbire gelip geçen o titremeleri
nasıl canlandırabilirim, Okur-dostum: Kalabalık bir
tramvayda bir dirsek dürtüşü —‘Affedersiniz, bayan,
oturmak ister miydiniz? Ah, iblis dost, hemen oracıkta
çılgın bir Baküs draması oynamayı yeğlerken, nasıl
kabul edebilirsiniz o minnet dolu ıslak bakışları ve
‘Teşekkür ederim, genç adam, çok naziksiniz!’ sözlerini?
— bir mahalle sinemasının öğle sonu tenhalığında iki
sıra arasından geçerken baldırınızın saygıdeğer bir dize
sürtünmesi ya da bir kahraman izci dikkatiyle trafik
ışığında karşıdan karşıya geçmesine yardım ettiğiniz bir
kocakarının iskelet elinin kolunuzu yumuşak fakat
dikkatli tutuşu —aşırı dokunmanın seyrek anları!—
Başıboş gençliğimin inişleri çıkışları başka rastlaşmalar
da sağlıyordu bana. Dediğim gibi, esmer yanaklarım,
nazik bir erkeğin sıkıştırdığı narin bir genç kızınkine
benzer çehremle oldukça çekici bir dış görünüşüm
vardı. Gençlik aşkını bilmiyor değildim, ama çağımın
gereklerini yerine getirerek, geçiş ücreti öder gibi ona
teslim ediyordum kendimi. Bir mayıs akşamım
anımsıyorum şimdi, günbatımından hemen önceydi,
soylu bir ailenin villasının bahçesinde —Varese
Bölgesinde, gölden pek fazla uzakta olmayan, batan
gün ışığında kıpkırmızı bir villaydı bu— on altı yaşında
çaylak bir kızla çalılıkların gölgesinde yatıyordum, bana
karşı duyduğu âşıkane duyguların yarattığı korkudan
fırtınaya yakalanmış gibi tir tir titreyen, yüzü çilli bir kızdı
bu. Tam o anda, ergin hokus-pokusumun o çok arzu
edilen asasını kayıtsız bir edayla ona bağışlıyordum ki,
sevgili Okurum, üst katın penceresinde, pamuklu
çorabını bacağından aşağı öylece sıyırırken neredeyse
iki büklüm olmuş yaşlı, zayıf bir dadının şeklini gördüm!
Giysisinin kaba kumaşını yukarı sıyıran yaşlı ellerin
beceriksiz hareketlerle okşadığı o şiş bacağın nefes
kesen görünümü, bana (benim kösnül gözlerime!) bir
erden kız okşayışının rahatlattığı yabansı, kıskanılası bir
fallus gibi göründü; ve tam o anda, (uzaklığın da
etkisiyle daha da şiddetlenmiş bir kendinden geçişle),
soluk soluğa, biyolojik bir onayın akışıyla patladım, genç
kız (çılgın kurbağacık, nasıl nefret ediyordum senden!)
bunu kendi çaylak büyüsüne bir övgü sanıp hoşlandığını
gösterdi inleyerek.
Ey benim doğru adrese yönlendirilmiş tutkumun kafasız
aracı, o zaman, başka birinin öğününü tattığının ya da
senin o çaylak yıllarının boş gururunun beni sana ateşli,
unutulmaz bir suç ortağı olarak gösterdiğinin farkına
vardın mı acaba? Ertesi gün ailenle birlikte oradan
ayrıldıktan bir hafta sonra ‘Eski{7} dostunuz’ diye bir
kartpostal gönderdin bana. O sıfatı dikkatle kullanırken
hakikati sezmiştin de, ne denli keskin zekâlı olduğunu
mu gösteriyordun bana, yoksa doğru mektup biçemini
hiçe sayan ateşli bir liseli kızın külhanı dili miydi
seninkisi?
Ah, Bu olaydan sonra, seksenlik bir insanın yumuşak
siluetini banyoda bir an görürüm umuduyla her
pencereye nasıl titreyerek baktım! Kaç akşam, bir
ağacın arkasına gizlenerek, gözlerim, dişsiz ağzıyla
yemeğini tatlı tatlı yemeye çalışan bir ninenin perdeye
düşen gölgesine çevrili, yapayalnız tamamladım sefahat
alemimi! Ve figür, ombres chinoıses’lann2{8}
sahteliğinden sıyrılıp, şişkin göğüsleri ve Endülüslü bir
kısrağın güneş yanığı kalçalarıyla çıplak bir balerin
olarak kapı eşiğinde kendini gösterdiğinde, ne korkunç,
ne beklenmedik ve yıkıcı (tiens, donc, le salaud!){9} bir
hayal kırıklığıydı o!
Böylece, aylarca ve yıllarca, tapılası kader
melekçiklerinin peşinde yanlış yollarda, elleri boş
koşturup duruyordum; eminim, daha doğduğum anda,
yaşlı, dişsiz bir ebe —gecenin o saatinde umutsuzca bir
arayış içindeki babam bula bula bir ayağı çukurda bu
kocakarıyı bulmuştu!— beni anamın dölyatağının cıvık
hapisanesinden kurtarıp da yaşamın ışığında o ölümsüz
yüzünü: Bir jeune parque,4{10} gösterdiğinde başlamış
olan bir kovalamacaydı bu.
Ey, şu anda beni okuyan Okur (á la guerre comme á la
guerre),{11} senden bir doğrulama beklemiyorum;
yalnızca, beni zaferime getirmiş olan olayların akışının
nasıl kaçınılmaz olduğunu açıklıyorum sana.
Benim de çağrılı olduğum o akşam toplantısı, genç
mankenlerin ve sivilceli üniversite öğrencilerinin katıldığı
o berbat partilerden biriydi. Uyanmış genç kızların O
dolambaçlı uçarılıkları, dansın fırtınası içinde düğmesi
çözülmüş bluzlarından göğüslerini kayıtsızca sunuşları
iğrendiriyordu beni. Ben tam henüz dokunulmamış
kasıkların bu rezil trafiğinden kaçıp kurtulmayı
düşünüyordum ki ince, tiz bir ses (o baş döndürücü
yüksekliği, gücünü yitireli çok olmuş o ses tellerinin
boğuk çöküşünü, allure supreme de ce cri centenaire’i{12}
anlatabilecek miyim acaba?), kadim bir dişinin ürkek
feryadı topluluğu sessizliğe boğdu. Ve kapının çerçevesi
içinde onu: Doğum şokumun o yıllarca uzaktaki
meleğinin yüzünü, kösnül beyaz lülelerinden çevreye
saçılan o heyecanı; minicik, havı dökülmüş siyah
giysisinin kumaşının dar açılar içine hapsettiği gergin
vücudunu; artık ince ve iğrilmiş çapraz bacaklarını;
saygı telkin eden eteğin eskil iffeti altında beliren,
kırılmaya, incinmeye hazır kalça kemiğinin kırılgan
çizgisini gördüm.
Ev sahibemiz olan o yavan kız, hoşgörücü bir kibarlık
gösterisinde bulundu. Gözlerini gökyüzüne kaldırırken,
“Bu benim nineciğim…” dedi.
Elyazmasının sağlam bölümü burada bitiyor. Bunun
ardından gelen dağınık satırlardan çıkarılabilecek olan
şeyler öykünün aşağı yukarı şu biçimde devam ettiğini
akla getiriyor: Birkaç gün sonra, Umberto Umberto ev
sahibesinin büyükannesini bisikletinin gidonuna
bindirerek Piemonte’ye kaçırır. Onu önce bir yaşlı
yoksullar evine götürür, aynı gece orada ona sahip olur,
başka şeyler arasında kadının hiç de deneyimsiz
olmadığını öğrenir. Şafak sökerken bahçenin yari
karanlığında sigara içmekteyken, yanına şüpheli
görünüşlü bir genç yaklaşır ve yaşlı kadının gerçekten
büyükannesi olup olmadığını sorar ona. Korkuya
kapılan Umberto Umberto, Granita’yla birlikte yaşlılar
kurumunda ayrılı ve Piomonte yollarında baş döndürücü
bir koşu başlar. Canelli’deki şarap şenliğini, Alba’da
yılda bir yapılan mantar şenliğini ziyaret eder,
Caglîanetto’daki tarihi törene katılır, Nizza
Monferrato’daki hayvan pazarını dolaşır, Ivrea’daki
Sütçü Kızlar Kraliçesi seçimini, Condove’daki koruyucu
aziz onuruna yapılan çuval yarışını izler. Kuzey bölgesi
boyunca yaptığı bu maceralı, çılgın yolculuğun
sonunda, bisikletinin bir suredir motosikletli bir
kahraman izci taralından kurnazca izlendiğim fark eder,
onun bütün tuzaklarından kurtulur. Bir gün, Incisa
Scapaccino’da, Granita’yı bir ayak bakımı uzmanına
götürdüğü sırada, sigara almak için birkaç dakika onu
yalnız bırakır, döndüğündeyse yaşlı kadının yeni
kaçırıcısıyla birlikte giderek kendisini terk ettiğini anlar.
Aylarca derin bir ruh çöküntüsü geçirir, fakat sonunda
yaşlı kadını yeniden bulur, kendisini kandıran adamın
götürdüğü bir güzellik bakımevinde gençleşmiş,
tazeleşmiştir. Yüzünde bir tek kırışık yoktur, saçları
bakırımsı bir renk almıştır, gülüşü göz kamaştırır.
Umberto Umberto bu yıkılış karşısında duyduğu derin
acıma hissi ve çaresizlik altında ezilmiştir. Bir tek söz
etmeksizin bir tüfek satın alır ve alçak herifin peşine
düşer. Genç izciyi, bir kamp yerinde ateş yakmak için iki
odun parçasını birbirine sürterken bulur. Bir, iki, üç kez
ateş eder, her defasında ıskalar, sonunda deri ceket ve
siyah bere giymiş iki papaz onu zararsız hale getirir.
Derhal tutuklanır ve yasadışı ateşli silah taşımaktan ve
av mevsimi dışında avlanmaktan altı ay hapse mahkûm
olur.
1959
Parçalar
IV. Gökadalararası Arkeolojik İncelemeler Kurultayı
Tutanakları, Sirius, 4. Kesim, Matematiksel Yıl 121.
Dünya, Kuzey Kutbu, Prens Joseph Kara Üniversitesi,
Arkeoloji Bölümünden Prof. Anouk Ooma tarafından
okunan bildiri.
Saygıdeğer meslektaşlar,
Kuzeyli bilim adamlarının bir süredir yoğun bir 'araştırma
etkinliğine giriştiğini ve sonuç olarak, eski çağlarda ya
da daha doğrusu Patlamanın bütün yaşam izlerini yok
ettiği, o zamanlar 1980 olarak Bilinen felaket yılından
önce gezegenimizin ılıman ve tropik Bölgelerinde
serpilip gelişmiş olan eski uygarlığın Birçok kalıntısını
gün ışığına çıkardığını emmim bilmiyorsunuzdur.
Herkesin bildiği gibi, ondan sonraki bin yıl boyunca, bu
bölgeler radyoaktivite tarafından öylesine kirlenmiş
olarak kaldı ki, otuz-kırk yıl öncesine kadar keşiflerimiz,
bilim adamlarımızın uzak atalarımızın gerçekleştirdiği
uygarlığın derecesini bütün Gökadaya açıklamayı o
kadar istemelerine karşın, bu tokraklara ancak çok
büyük tehlikelerle karşılaşarak yaklaşabildi. Bir şey,
sonsuza kadar sır olarak kalacaktır bizim için; İnsanlar
bu dayanılmayacak kadar kızın alanlarda nasıl oturabildi
ve çok kısa aydınlık ve karanlık dönemlerin birbirini
izlemesinin zorunlu kıldığı o anlamsız yaşam tarzına
nasıl uydurabildiler kendilerini? Ama yine de eskil
yeryüzü sakinlerinin, bu kör edici aydınlık ve karanlık
vertigosu içinde, etkin biyoritimler kurabildiğini, zengin
ve düzenli bir uygarlık geliştirebildiğini biliyoruz. Yaklaşık
yetmiş yıl önce (tamı tamına söyleyelim, Patlama
sonrası 1745 yılında) dünyasal yaşamın söylencesel en
güney ucu olan Keykjavik’teki gelişmiş üsten Profesör
Amaa A. Kroak’ın önderliğindeki bir keşif grubu bir
zamanlar Fransa olarak bilinen çöle kadar ilerledi.
Orada, bu eşsiz bilim adamı, radyasyonun ve zamanın
ortak etkilerinin bütün fosil kalıntılarını yok ettiğini hiçbir
kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtladı. O zaman,
uzak atalarımız hakkında herhangi bir şey bilme
umudumuz yok gibi görünüyordu. Ondan önce,
P.Ö. 1710 yılında, Profesör Ulak Amjacoa’nın Alfa
Kentaur Vakfının sağladığı cömert destek sayesinde
yürüttüğü keşif, Loch Ness’in radyoaktif sularını iskandil
etmiş ve bugün genellikle eskilerin ilk ‘kriptokitaplığı’
olduğu düşünülen şeyi ele geçirmişti. Üzerinde
BERTRANDUS RUSSELL SUBMERSİT ANNO HOMİNİ
MCMLI sözleri kazılı çinko bir sandık, koca bir beton
blok içine gömülüydü. Bu sandıkta, hepinizin de bildiği
gîbi, Britannica Ansiklopedisi ciltleri vardı; bunlar, yok
olmuş uygarlık hakkında bugünkü tarih bilgimizin büyük
bir bölümünü oluşturan çok zengin bilgiler sağladı bize.
Çok geçmeden öteki bölgelerde (Almanya toprağında,
üzerinde TENEBRA APPROPINQUANTE yazılı
mühürlü bir kasa içinde bulunan kitaplık da içinde)
başka kriptokitaplıklar bulundu. Çok geçmeden apaçık
ortaya çıktı ki, yaklaşan trajediyi eksi dünyalılar
arasında yalnızca kültür adamları sezmişti. Ellerindeki
tek yoldan buna bir çare bulmaya çalışmışlardı: Yani,
uygarlıklarının hazinelerini gelecek kuşaklar için
saklayarak. Karşıtı bütün kanıtlara karşın geçecek
kuşaklar diye bir şeyi önceden görebilmek… ne büyük
bir inançtı bu!
Karşısında heyecan duymamamız olanaksız olan bu
sayfalar sayesinde, seçkin meslektaşlarım, hiç olmazsa
o dünyanın nasıl düşündüğünü, insanların nasıl
davrandığını, sonul dramanın nasıl gözler önüne
serildiğini bilebiliyoruz. Ha, yazılı sözün, yazıldığı dünya
hakkında yetersiz bir tanıklık sağladığının elbette
farkındayım, ama bu değerli yardımdan da yoksun
olsaydık halimiz nice olurdu, bir düşünün! ‘İtalyan
sorunu’, hiçbiri, hepimizin bildiği şu soruya bir kanıt
bulamamış arkeologları ve tarihçileri büyülemiş olan
bilmecenin tipik bir örneğini sunuyor bize: Niçin,
bildiğimiz ve öteki topraklarda bulunan kitapların da
fazlasıyla gösterdiği gibi, eski bir uygarlığın beşiği olan
bu ülkede niçin, diye soruyoruz, herhangi bir
kriptokitaplıktan herhangi bir iz bulunamadı? Bu soruya
yanıt olarak ileri sürülen varsayımların sayısız olduğu
kadar yetersiz de olduğunu biliyorsunuz; fakat
halihazırda bildiğiniz şeyi tekrarlama tehlikesini göze
alarak, bunları sizin için kısaca sıralayacağım:
1) Akdeniz Havzasındaki Patlama adlı kitapta (Baffin,
P.S. 1750) zengin bilgilerle sunulan Aakon-Sturg
Varsayımı. Birtakım termonükleer olaylar İtalyan
kriptokitaplığını yok etti. Bu varsayım sağlam kanıtlarla
desteklenmektedir, çünkü Adriyatik Sahilinden tümel
çatışmayı başlatan ilk güdümlü atom mermileri
ateşlendiğinde, İtalyan yarımadasının en ağır darbeyi
yiyen yer olduğunu biliyoruz.
2) Çok okunan İtalya Diye Bir Yer Var mıydı? (Baren
City, P.S. 1712) adlı kitapta açıklanan Ugum-Noa Noa
Varsayımı. Bu varsayımda, yazar, tümel çatışmadan
önce toplanmış yüksek düzeyli politik konferansların
raporlarını dikkatle inceleyerek, ‘İtalya’nın hiçbir zaman
var olmadığı sonucuna varıyor. Bu varsayım
kriptokitaplıklar sorununu (daha doğrusu onların yokluğu
sorununu) açık bir biçimde çözüyorsa da, ‘İtalyan’
halkının kültürüyle ilgili İngiliz ve Alman dillerinde
sağlanan bir sıra bilgiyle çelişir gibi görünüyor. Öte
yandan, Fransız dilindeki belgeler, Ugum-Noa Noa’nın
bize anımsattığına göre, bu konuyu tamamen atlıyor ve
böylece onun cesur fikrine destek veriyor.
3) Profesör Ixptt Adonis Varsayımı (bkz. İtalya, Altair,
22. Bölüm, Matematiksel Yıl 120). Bu, hiç kuşkusuz
hepsinden daha parlak, ama aynı zamanda en az
kanıtlanmış olan varsayımdır. Patlama sırasında İtalyan
Ulusal Kitaplığının, belirlenemeyen nedenlerden dolayı
son derece karışık bir durumda olduğunu; İtalyan bilim
adamlarının, gelecek için kitaplıklar kurma işiyle
îlgilenmekten çok mevcut kitaplıkları hakkında ciddi
endişe taşıdıklarını, gerçekten de ciltlerce kitabı
barındıran binanın çökmesini önlemek için çok büyük
çabalar göstermek durumunda olduklarını ileri sürüyor.
Bu varsayım, dünyalıları her gün ballı börek atıştırarak,
geyik boynuzundan arplarını tıngırdatarak tembel bir
mutluluk içinde yaşamış insanlar gibi düşünmeye
alışkın, gezegenimizle ilgili her şeyin çevresinde
çabucak bir söylence aylası ören dünyalı olmayan
modern bir gözlemcinin ustalığını sergiliyor. Tersine,
Patlamadan önce eski dünyalıların ulaştığı uygarlığın
ileri derecesi bu tür utanç verici bir savsaklamayı
anlaşılmaz kılıyor; özellikle de, ekvator-berisi öteki
ülkelerin keşfi, kitap saklama konusunda oldukça ileri
tekniklerin varlığını oraya koyduğundan beri.
Böylece başladığımız noktaya dönmüş bulunuyoruz.
Öteki ülkelerin kriptokitaplıkları erken yüzyıllar için
yeterli belgeler sapıyor olsa bile, Patlama öncesi İtalyan
kültürü hep en koyu giz perdesiyle sarılı kalmaktadır.
Doğru, yapılan dikkatli kazılar sırasında şaşırtıcı da olsa
son derece sağlıksız, ilginç bazı belgeler bulunmakta.
Burada Kosamba’nın ortaya çıkardığı küçük bir kağıt
parçasını anacağım. Bu kağıttaki metin, kısa ve özlü
şiirler konusunda İtalyan beğenisini açıkça gösteriyor.
Metni bütünüyle alıyorum buraya: ‘Bu bizim yaşam
yolumuzun ortasında. Kosamba bir Ache ya Eke diye
birinin (Sturg’in işaret ettiği gibi, kalıntının üst kısmı ne
yazık ki yırtılmış, bu yüzden adın tamamı belirsiz)
yazdığı Gülün Adı başlıklı, besbelli bahçecilik üzerine bir
bilimsel tez kitabının kapağını buldu. O dönem İtalyan
biliminin genetikte büyük ilerleme gösterdiğini de
anımsamalıyız; bu bilgiler üzerinde AJAX (ilk Ari
savaşçıya bir gönderme) harfleriyle birlikte BEYAZDAN
DAHA BEYAZ sözlerinden başka bir şeyin yazılı
olmadığı, ırkın geliştirilmesi için bir ilaç içeriyor olması
gereken bir kutu kapağından çıkarabildiğimize göre,
ırkların ıslahı bilim dalında kullanılıyor olsa bile.
Bu değerli belgelere karşın hiç kimse o halkın tinsel
düzeyinin kesin bir tablosunu oluşturabilmiş değil henüz:
Eğer söylememe izin verirseniz, siz seçkin
meslektaşlarım, yalnızca şiirsel sözcükle, bir dünyanın
ve bir tarihsel durumun imgelemci bilinci olarak şiirle
tam olarak dile getirilen bir düzeydir bu.
Kendime, bu denli uzun, ama umarım yararsız olmayan
Bir giriş yapma iznini verdiysem şimdi büyük bir
coşkuyla size bir haber vermek istememdendir. Ben ve
Çıplak Ada Edebiyatı Kraliyet Enstitüsünden değerli
meslektaşım Baaka B.B. Baaka A.S.P.Z., İtalyan
yarımadasının ürkütücü bir bölgesinde, üç bin metre
derinlikte olağanüstü bir buluş yaptık. Definemiz,
Patlamanın yeryüzü kabuğunu korkunç bir biçimde
yukarı kaldırmasıyla bir lav akıntısı tarafından örtülmüş,
şans eseri dünyanın derinliklerine batmıştı. Yırtılmış ve
parçalanmış, birçok bölümleri kayıp, hemen hemen
okunamaz durumda, ama yine de soluk kesici bulgularla
dolu bu küçük kitap görünüş ve boyutları bakımından
fazla gösterişli bir şey değil, kapağında Dünün ve
Bugünün En Çarpıcı Şarkıları diye bir başlık var. Biz
bulunduğu yeri dikkate alarak Quaternulus Pompeianus
adını verdik ona. Aziz meslektaşlarım, hepimiz biliyoruz
ki, ‘şarkı’ sözcüğü, Britannica Ansiklopedisinin de
doğruladığı gibi, eskil on dördüncü yüzyılda belli Şiirsel
kompozisyonları işaret eden bir terim olan İtaIyanca
canzone ya da canzona’yı karşılamaktadır; 'çarpıcı'
“sözcüğünün tıpkı (başka bir yerde bulunan) 'vuruş'
sözcüğü gibi, müziğin matematik ve genetik bilimlerle
paylaştığı bir özellik olan ritimle ilişkili oIması gerektiğini
düşünüyoruz. Ritim, birçok halklar arasında felsefi bir
anlam da kazanmıştı ve artistik yapıların özel bir
niteliğimi işaret etmede kullanılıyordu (bkz. Paris Ulusal
Kriptokitaplıkta bulunmuş olan kitap, M. GHyka, Essai
sur le rhythme, N.R.F., 1938). Bizim Quaternulus’umuz,
böylece, o dönemin en değerli şiirsel
kompozisyonlarının nefis bir antolojisi, akıl gözüne eşsiz
bir güzellik ve tinsellik panoraması açan lirik şiir ve
şarkıların bir özeti olmuş oluyor.
Eskil çağda yirminci yüzyılın şiiri, başka yerlerde olduğu
gibi İtalya’da da, dünyanın yaklaşmakta olan ölümünün
bilincinde bir bulunan şiiriydi. Aynı zamanda bir inanç
şiiriydi. Dünyevi tasalan kınayan bir uzun şiirden olması
gereken bir dize var elimizde —ne yazık ki, okunabilen
tek dize— ‘Maddi bir dünya bu.” Bundan hemen sonra,
doğaya bir yalvarış ya da bereket ilahisinden olduğu
besbelli bir başka parçanın dizeleri çarpıyor bizi:
‘Yağmurda şarkı söylüyorum, işte şarkı söylüyorum
yağmurda, şahane bir duygu bu...’ Bu şarkının bir genç
kızlar korosu tarafından söylendîğmi kolayca hayal
edebilirsiniz: Bu tatlı sözler, bir pervigilium’da ekim
zamanı beyaz tüller îçînde dans eden genç kızlar imgesi
uyandırıyor insanda? Ama bir başka yerde yalnızlığın ve
şaşkın kişiliğin acımasız betimlemesinde olduğu gibi, bir
umutsuzluk duygusu, tehlikeli anın açıkça farkında olma
duygusu buluyoruz; Brîtannica Ansiklopedisinin Luigi
Pirandello hakkında söylediklerine inanılırsa, metni
onun yazdığına inanmaya götürüyor bizi: ‘Kim? Çaldı
benim kalbimi? Kim? Bütün gün düş gördüren bana?
Kim...’ Başka bir canzona (‘Benimkî mayısta, onunki
haziranda. Ne çabuk unuttu beni?) aynı dönemden bazı
İngilizce dizelerin, belirsiz bir ‘en zalim ay’dan s8z eden
şair Thomas Stearns’ün yazdığı James Profrock’ın
şarkısına bir karşılık olduğunu akla getiriyor.
Bu dağlayıcı acı, bazı şiir yorumcularını tarıma ait
şiirlere ya da öğretici şiire sığınmaya mı itti? Örneğin, şu
dizedeki bozulmamış güzelliğe bakın: ‘Mahmur bir göl,
tropikal bir ay...’ Burada su imgesinin tanıdık ve
simgesel bir kullanımını buluyoruz, daha sonra da
doğanın gizemli sonsuzluğu karşısında insanın
zayıflığını ima eden aynı görkemli ve yüce varlığı. Şu
dizelere duyduğum hayranlığı eminim siz de
paylaşırsınız: ‘Haziran bastırıyor her yeri, çayırları,
ovaları; mısırlar bir fil gözü kadar yüksek...’ Görülüyor ki
metin, bereket törenlerinden kaynaklanıyor, bahar
ruhundan, insan kurbanlardan, belki de toprak anaya
sunulan bir genç kızın kalbinden. Bu türlü törenler,
onların zamanında, İngiltere Bölgesinde, bazıları adım
Altın Kase diye okusa da genellikle Altın Dal denilen,
neye gönderme yaptığı belirsiz bir kitapta
çözümlenmişti. (bkz. Axbzz Eowrrsc’in henüz dilimize
çevrilmemiş çalışmasının çeşitli yerleri, ‘Altın Dal mı,
Altın Kase mi? Xpt Agrschh Clwoomai,’ Arcturus, 2.
Bölüm, Matematiksel yıl 120).
Aynı bereket törenlerini ya da Frigyalıların Attis’in ölümü
törenlerini, şöyle başlayan bir başka güzel şarkıyla
bağlamak istiyor insan: ‘St. James Hastanesine gittim,
bebeğimi görmeye, soğuk beyaz bir masaya
yatırılmış...’ Saint James'e yapılan gönderme İspanyol
Santiago’sunu akla getiriyor ve mutlu bir sezgi bizi bunu
ünlü bir hac kentinin adı olarak tanımaya götürdü. O
zaman, bir Liberya şiirinin tamamlanmamış bir
çevirisiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Ne yazık
ki hepimizin de bildiği gibi, İspanyolca hiçbir metin
bulunamamıştır, çünkü Britannica Ansiklopedisinin bize
bildirdiğine öre, Patlamadan yaklaşık yirmi yıl önce bu
ulusun dini yetkilileri özel bir nihil obstat’ı1{13} olmayan
bütün kitapların yakılmasını emretmişti. Fakat, artık
yabancı kitaplarda bulunan kısa alıntılar sayesinde bir
süreden beri Federico Lorca olarak da tanınan,
söylenceye göre, zorla iğfal ettiği yirmi beş kadın
tarafından barbarca öldürülen on dokuz ya da yirminci
yüzyıl söylencesel Katalan ozanı Federico Garcıa’nın
kişiliği hakkında oldukça açık bir fikir oluşturabilmiş
bulunuyoruz. 1966’da bir Alman yazarı (C.K. Dyroff,
Lorca: Ein Beitrag zum Duendegescbichte als
Flamencowissenschaft) Lorca’nm şiirinden ‘ölümde-aşk-
gibi-kök salmış olmanın’ şiiri olarak söz ediyor; bu şiirde
çağın ruhunun, Endülüs gökleri altında cenaze törenine
yakışır bir biçimde yapılmış kadanslar yoluyla kendini
kendine açıkladığı belirtiliyor. Yukarıda anılan metne
son derece uyan bu sözler Quaternulus’ta basılı, ateşli
İberya sıcaklığı taşıyan öteki harika dizeleri aynı yazara
bağlamamıza olanak sağlıyor: ‘Cuando caliente el sol
su esta playa...’ Aziz dostlar, uzayvizyon araçlarının bizi
sürekli kasvetli ve korkunç öykünmeci bir müzik
bombardımanına tuttuğu bugün, saçma sapan sözleri,
şarkı diye haykıran sorumsuzların, çocuklarına anlamsız
şeyleri şarki diye öğrettiği bugün, adı sam belirsiz bir
bando şefinin, endüstriyel saçmalığın en son ürünü,
sarhoş gemicilerin ağzından duyulabilecek açık saçık
dizeleri (‘Kanı, görmek istemem kanı, Ignacio’nun
kumlara dökülmüş kanını) nasıl müzikleştirdiğini
anlatan, ‘Kuzeyli insanın Çöküşü’ adlı çok önemli
denemeyi anımsatma cesaretini göstereceğim. İzin
verin bana, Lorca’nın çağın köyü karanlığından bize
ulaşan o ölümsüz dizelerinin, iki bin yıl önceki bir
dünyalının ahlaki ve entelektüel erdemine tanıklık
ettiğini söyleyeyim. Karşımızda, kültürle şişmiş bir
kafanın dolambaçlı, çapraşık araştırmalarına
dayanmayan, ama içten gelen basit, taptaze ritimleri
kullanan bir şiir var; bizi, böyle bir tansıktan, yaratıcı
doğum sancısının değil bir Tanrı’nın sorumlu olduğunu
düşünmeye götüren bir şiir. Bayanlar ve baylar, büyük
şiir her yerde kendini belli eder; onun biçemi başka
şeyle karıştırılamaz; evrenin birbirine ters uçlarından
bile yankılansa, yakınlıklarını, benzerliklerini ortaya
koyan kadanslar vardır. Böylece, seçkin meslektaşlarım,
iki yıl önce bir Kuzey İtalya kentinin yıkıntıları arasında
bulunmuş bir kağıt parçası üzerindeki bir tek dizeyi, tam
metnini Quaternulus’ta iki sayfa olarak bir araya
getirdiğimi sandığım daha büyük bir şarkının bağlamı
içine yerleştirerek, sonunda bilime yaraşır bir
karşılaştırma yapabildiğimi sevinç ve derin bir coşkuyla
bildiririm size. Anlamca zengin eşsiz bir kompozisyon,
Aleksandrin aylası içinde bir mücevher, biçemi, dili
kusursuz:
Ciao ciao bambina
Get thee to a nunnery
Nunnery, hey nonny!
Come back to Sorrento
As dreams are made on.
Korkarım bu bildiri için bana verilen zaman bitti. Konuyu
daha fazla tartışmak isterdim, ama çok hassas birkaç
dilbilim sorununu çözer çözmez, bu paha biçilmez
buluşumun meyvelerini tercüme edip yayınlayacağıma
inanıyorum. Sonuç olarak, sizleri, kendi değerlerinin yok
oluşunu ağlamadan sızlanmadan dile getirmiş, her
zaman zarif ve güzel bir dünyayı betimleyen elmas
sözleri neşeli bir incelikle söylemiş bu kayıp uygarlığın
imgesiyle baş başa bırakıyorum. Fakat sonun bir
sezgisiyle birlikte, peygamberimsi bir duyarlık da vardı.
Geçmişin dipsiz, gizemli derinliklerinden, Quarternuhıs
Pompeianus’un yıpranmış, silinmiş sayfalarından,
radyasyonun kararttığı bir sayfada tek başına durup
duran bir tek dizede, ileride ne olacağını bildiren bir
önsezi buluruz belki de. Patlamanın tam da arifesinde
şair, dünya nüfusunun yazgısını gördü, kutuplardaki
geniş buz tabakaları üzerinde yeni ve daha ergin bir
uygarlık kurulacak ve yepyeni ve mutlu bir gezegenin
üstün ırkı temelini Eskimo soyundan alacaktı. Şair,
geleceğin yolunun Patlamanın dehşetinden erdeme ve
ilerlemeye doğru gittiğini gördü. Bunu görünce de artık
korku ya da pişmanlık duymadı, böylece şu, bir mezmur
gibi dolaysız dizeyi boşalttı şarkısının içine: ‘Bir
eğlentideysen eğer paltonu ilikle. Kendine iyi bak.’
Yalnızca bir dize; fakat bize, refah içinde ilerleyen Kutup
çocuklarına, acı, güzellik, ölüm ve yeniden doğuş
darboğazından bir inanç ve dayanışma bildirisi gibi
geliyor, atalarımızın güzel ve sevgili yüzlerini bir an için
bu bildiride görüyoruz.
1959
Sokrates Usulü Soyunma
Lily Niagara, siyah ağdan bir örtüye sarılı olarak Crazy
Horse’un ufak sahnesinde göründüğünde zaten
çıplaktır. Çıplaktan da öte bir şey: Üzerinde kopçası
çözülmüş siyah bir sütyen ve bir jartiyer kemeri vardır
yalnızca. Numarasının birinci bölümünde tembel tembel
giyinir ya da çoraplarını bacağına geçirir ve bacaklarının
üzerinden sarkmakta olan bağlara tutturur.
Devinimlerinin ikinci bölümünü, ilk duruma dönüşe
ayırır. Böylece bu kadın giyindi mi soyundu mu
bilemeyen seyirci doğruyu söylemek gerekirse, onun
hiçbir şey yapmadığının farkında değildir, çünkü
yüzündeki ifadenin de incelikle vurguladığı ağır, rahatsız
devinimler onun kararlı profesyonelliğini gösterir ve
bugün eğitim el kitaplarında bile bir kurala bağlanmış
büyük bir geleneği izler; böylece hiçbir şey beklenmedik
değildir, hiçbir şey ayartıcı değildir. Gereğinden fazla,
önceden tahmin edilemeyen bir kurnazlıkla yedekte
tutulan bir kösnüllükle, son saldırı için vahşice eğilip
bükülmelerle bitirdikleri girişte sundukları
masumiyetlerini doğru olarak ölçmeyi bilen öteki büyük
striptiz ustası kadınların (özetle, bir diyalektiğin, Batı
türü soyunmanın ustaları) teknikleriyle
karşılaştırıldığında, Lily Niagara’nın tekniği çoktan
tükenmiş ve katı’dır. Akla yakın bir düşünüşle,
Moravia’nın La noia’sındaki Cecilia’yı akla getirir.
Kefaret öder gibi katlanılan bir hüner çeşnisi katılmış,
kayıtsızlıktan oluşan can sıkıcı bir cinsellik.
Lily Niagara o zaman en üst düzeyde bir striptiz
gösterebilmeyi ister. Hiç Kimseyi Hedef almayan,
kalabalığa, sözverilerde bulunan fakat son anda bunu
geri alan bir baştan çıkarma görünümü sunmaz; daha
çok, son eşîği aşar ve baştan çıkarma sözverısini bile
inkar eder. Bunun için de, geleneksel striptiz, onu
sevenlerde gizemli bir yoksunluk duygusu kışkırtan bir
geri çekilme olduğu hemen anlaşılan bir çiftleşme iması
ise, Lily Niagara’nın striptizi yeni çömezlerinin
küstahlıklarını cezalandırır söz verilen gerçekliğin
sadece bakıp düşünmek için olduğunu, sessiz bir
hareketsizlik içinde yapılması gerektiği için bu
düşünmeden tam olarak yararlanmanın bile
yasaklandığını açıklar onlara. Bununla birlikte Lily
Niagara’nın Bizans sanatı, geleneksel striptizin alışılmış
yapısını ve onun simgesel doğasını korur.
Ancak baştan aşağı kötü şöhretli bazı boite’larda{14}
gösterinin sonunda göstericiyi kendini satmaya ikna
edebilirsiniz. Crazy Horse’ta, fotoğraf satın almak
istemenin uygun bir şey olmadığı size büyük bir incelikle
söylenir. Görülecek olan şey yalnızca bir-iki dakikalığına
sahnenin sihirli alanında belirir. Önde gelen tiyatrolarda
satışta olan yayınların bazılarını zenginleştiren soyunma
üzerine yazılar okursanız, çıplak dansözün mesleğini
genellikle tam bir özen içinde yerine getirdiğini, özel
yaşamında kendini ev içi tutkulara, işine gelip giderken
kendine eşlik eden bir nişanlıya ya da aşılamaz duvarlar
gerisinde sorgusuz sualsiz bağlı olduğu kıskanç bir
kocaya veren biri olduğunu anlarsınız. Bunun ucuz bir
hile olduğu da düşünülmemelidir. Bununla birlikte, cesur
ve daha masum Belle Epoque’ta, yöneticiler,
müşterilerini, primadonnaların genelde olduğu kadar
özelde de açgözlü canavarlar, adam ve servet yiyiciler,
yatak odasında en ağza alınmaz incelikte bir dil
konuşan rahibeler olduklarına inandırmak için neler
neler yapardır.
Ama Belle Epoque o tantanalı, pahalı günahkarlığı
zengin yönetici sınıfa, tiyatronun ve tiyatro sonrasının
önünde eğilmek zorunda olduğu kimselere, nesnelerin
tümel mülkiyetinden, devredilemez parasal
ayrıcalıklarından yararlanan bir sınıfa sergilerdi.
Oldukça uygun ücretlerle ve günün her saatinde hatta
ceketsiz, —giysi kuralı olmadan— hatta gösteri devamlı
olduğu için üst üste iki kez izleyebileceğiniz striptiz, bu
tür striptiz ortalama vatandaşa seslenir. Ve ona dinsel
yoğunlaşma anları sunulurken, teolojisi üstü örtülü
olarak verilir, gizli inandırma biçiminde sunulur ve
engizisyon da gösterilir. Bu teolojinin temeli, inançlı
tapınıcının dişi zenginliğin haz verici maddelerine
hayran olabileceği ama onlardan yararlanamayacağıdır,
çünkü böyle bir kullanım onun elinde değildir. Eğer
isterse, toplumun ona bağışladığı ve yazgının ona
ayırdığı kadınları kullanabilir. Takat Crazy Horse’taki
kurnazca bir uyarı, eve döndüğünde karısını yetersiz
bulursa, onu, yönetimin öğrenciler ve ev kadınları için
örgütlediği davranış ve pandomim kurslarına
yazdırabileceği konusunda uyarır. Böyle kursların
gerçekte olup olmadığı, müşterinin kendi yarısına, yanı
eşine böyle bir öneri götürüp götüremeyeceği kesin
değildir; önemli olan kuşku tohumunun: Striptizi yapan
dişi Kadın ise karısının başka bir şey olduğu, ama eğer
karısı Kadınsa o zaman striptiz yapan dişinin daha
fazla, diyelim Dişi İlke, seks, vecit, günah ya da göz
kamaştırıcılık gibi bir şey olması gerektiği konusunun
kafasına ekilmiş olmasıdır. Her durumda, o kadın,
kendisine, yani seyirciye verilmeyen, yasaklanan şeydir;
gözünden kaçan temel öğedir, yapamadığı vecdîn
hedefidir, içinde hapsedilen zafer duygusudur,
duyguların bütünlüğü ve söylentilerden tanıdığı dünyaya
egemenliktir. Tipik striptiz ilişkisi, kendisinin doyum
olanaklarının eksiksiz görünümünü sunmuş olan kadının
kesinlikle tüketim için olmasını gerektirir. Concert
Mayol’da dağıtılmış olan bir kitapçık, her şeye karşın
açıklayıcı bir giriş bölümü içeriyor. Kabaca diyor ki, spot
ışıkları altında, kendini sinirli ve arzulu seyircilerin
dimdik bakışlarına sunarken, çıplak kadının zaferi,
onların o anda kendisini kendi bildik öğünleriyle
karşılaştırdıklarını ustaca biliyor olmasından geliyordur;
yani, zaferinde ötekilerin aşağılanması vardır, oysa
seyredenlerin aldığı zevk, temelde törenin özü olarak
hissedilen, acısı duyulan ve kabul edilen kendi
aşağılanmalarından ibarettir.
Ruhbilimsel yönden konuşursak, striptiz ilişkisi
sadomazoşisttir, toplumsal olarak bu sadomazoşizm,
gerçekleştirilen eğitsel tören için esastır. Striptiz,
sinirliliği arayan ve kabul eden seyirciye, üretim
araçlarını elinde tutmadığını bilinçdışı olarak öğretir.
Ama toplumsal yönden inkar edilmez bir kast
hiyerarşisini (ya da dilerseniz, sınıf diyelim) ortaya
koyuyorsa, metafiziksel olarak strpitiz seyirciyi,
kullanımında olan hazları tam da doğaları gereği
kendisinin sahip olamayacağı hazlarla karşılaştırmaya
götürür: Kendi gerçekliğini idealle, kendi kadınlarını
Kadınlıkla, kendi cinsel yaşantısını Cinsellikle, sahip
olduğu çıplakları hiçbir zaman bilemeyeceği hiper
Afrodit Çıplaklığıyla. Sonra mağaraya geri dönmek ve
duvardaki gölgelerle, kendisine bağışlananlarla
yetinmek zorundadır. Böylece bilinçdışı bir
çözümlemeyle, Stiriptiz, Platoncu durumu toplumsal
baskı gerçekliğine ve öteki-yöne geri döndürür.
Politik yaşamın kumanda düğmelerinin kendi elinde
olmayışı, yaşantılarının, kalıbını değiştiremeyeceği biri
idealar ülkesince onaylanmış olmasının da desteğiyle,
striptiz seyircisi, konumunu var olan düzende değişmez
ve katı bir öğe olarak saptayan katartik törenden sonra,
sakin her günkü sorumluluklarına dönebilir; Crazy
Horse’tan daha az soru yerler (yetkinliğin son aşaması,
Zen keşişlerinin manastırı) orada gördüğü şeylerin
imgelerini yanında götürmesine; insanlık durumunu,
adanışının ve yalnılığının akla getireceği günahkar
uygulamalarla avutmasına izin verecektir.
1960
Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz...
Okuma Raporları
Anonim, İncil
Bu metnin ilk birkaç yüz sayfasını gerçekten de soluk
soluğa okuduğumu söylemeliyim. Olaylar yerli yerinde,
günümüz okurunun iyi bir öyküden bekleyeceği her şey
var. Seks (zina, livata, ensest ilişkiler de içinde bol
miktarda), aynı zamanda cinayet, savaş, kıyımlar ve
benzer şeyler.
Olanların suçunu meleklerin üzerine atan travestileriyle
Sodom ve Comore bölümü Rabelais’ye yaraşır
güzellikte; Nuh öyküleri katkısız Jules Verne; Mısır’dan
kaçış beni büyük bir film yapın diye bağırıyor... Diğer bir
deyişle, çok iyi kurgulanmış, bol bol düğümleri olan,
özgünlüklerle dolu, dinsel saygıya yeterince yer veren,
asla trajediye kaçmayan gerçek bir olay yapıt.
Ama okumayı sürdürdükçe, bunun gerçekte çeşitli
yazarları içinde toplayan, birçok —haddinden fazla—
şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları,
anlamsız feryat ve figanı olan bir antoloji olduğunu fark
ettim.
Sonuç olarak, hilkat garibesi bir seçmeler kitabı. Herkes
için bir şeyler içerir gibi görünüyor, ama sonunda bütün
ilgiyi yitiriyor. Bütün bu çeşitli yazarlardan telif haklarının
alınması da epey baş ağrıtacaktır; tabii editör bu işi
yüklenirse sorun yok. Yeri gelmişken, yazarın adı metnin
hiçbir yerinde, hatta içindekiler bölümünde bile
geçmiyor. Kimliğini gizli tutmak için özel bir neden mi
var?
Yalnızca ilk beş bölümün yayın haklarını almaya
çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok, ayrıca,
daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba, örneğin, Kızıl Deniz
Haydutları olabilir mi?
Homeros, Odysseia
Şahsen, sevdim bu kitabı. Heyecanlı, serüvenlerle dolu
iyi bir gemici masalı. Hem karı koca bağlılığı hem de
yasak aşk çılgınlıkları olmak üzere yeterince aşk ilişkisi
içeriyor (Kalypso büyük bir karakter, gerçek bir
yamyam); genç kız Nausika’nın öyküsünde Lolita’ya
benzer bir yan bile var, buralarda yazar bazı şeyleri açık
açık söylemiyor, ama yine de kışkırtıcı. Büyük dramatik
anlar, tek gözlü bir dev, yamyamlar, hatta bazı
uyuşturucular, ama bildiğim kadarıyla lotus, narkotik
büronun listesinde bulunmadığı için yasadışı hiçbir şey
yok. Bitiş sahnesi, western geleneğinin en iyisi:
Sallanan güçlü yumruklar ve o yay germe olayı çok
başarılı gerilim sağlıyor.
Ne söyleyebilirim? Merakla okunuyor, tamam, yazarın
ilk kitabına benzemiyor, çok durağandı o, mekan
birliğiyle bozmuştu aklını ve can sıkacak derecede fazla
olay vardı. Okur üçüncü çarpışmaya ve onuncu dövüşe
geldiğinde ne söylenmek istendiğini anlamış oluyordu.
Akhilleus-Patroklos öyküsü, o kadar da gizlenmemiş
eşcinsellik damarıyla başımızı nasıl derde sokmuştu
Boston yetkilileriyle, anımsıyor musunuz? Ama bu ikinci
kitap tamamen farklı bir şey: Su gibi okunuyor. Daha
sakin bir tonda yazılmış, epey düşünülüp taşınılmış
yazılırken, ama fazla zihin yorucu değil. Sonra kurgusu,
geriye dönüşlerin kullanılışı, öykü içinde öyküler... Tek
sözcükle, bu Homeros tam aradığımız adam. Akıllı.
Belki de çok akıllı... Acaba diyorum, tamamı gerçekten
onun eseri mi? Tabii, bir yazar deneyimle geliştirebilir
kendini, biliyorum (üçüncü kitabı belki de bir olay
olacak), ama beni rahatsız eden şey —sonunda
olumsuz oy vermeye götüren şey— telif Hakları
sorununun doğurabileceği karmaşadır. Konuyu William
Morris’teki bir arkadaşa açtım ve kötü sesler aldım.
Önce, yazarı bulmak olası değil, onu tanıyan kimseler
metinde yapılacak değişiklikleri onunla tartışmamın
daima çok zor bir şey olduğunu söylüyor, çünkü
tamamen körmüş, metni izleyemezmiş; hatta metni
bütünüyle tanıdığı bile söylenemezmiş. Akıldan
yazdırıyormuş, ne yazmış olduğundan hiçbir zaman
kesinlikle emin değilmiş, yazan kişinin bazı şeyler
eklediğini de söyledi. Şimdi gerçekten kitabı o mu yazdı,
yoksa yalnızca imzasını mı attı?
Büyük bir sorun değil bu, elbet. Yayımcılık bir sanat
haline dönüştü artık, birçok kitap editörün odasında
kotarılıyor ya da birçok kişi tarafından yazılıyor da
(Mommy Dearest gibi), yine en çok satan kitap olup
çıkıyor. Ama bu ikinci kitap... çok fazla belirsizlikleri var.
Michael telif haklarının Homeros'a ait olmadığım
söylüyor, Aiolia’lı bazı ozanlara da Ödeme yapmak
zorunda kalınacak, çünkü bazı parçalar onlardan
alınma.
Sakız Adasında çalışan bir kitapçı temsilcisi, hakların,
kitabın gerçek yazarları olan yerel rapsodlara ait
olduğunu söylüyor; ama bunların o adanın yazarlar
loncasının etkin üyeleri olup olmadıkları kesin değil, öte
yandan, İzmir’de bir PR’cı,1{15} hakların yalnızca
Homeros’a ait olduğunu söylüyor, ne var ki o da ölmüş,
bu yüzden de bütün telif haklarını almak bu kente
düşüyor. Fakat İzmir böyle Bir iddiada bulunan tek kent
değil. Homeros’un ölüp ölmediğini, öldüyse ne zaman
öldüğünü saptamak olanaksız olduğuna göre, yazarın
ölümünden elli yıl sonra yayımlanan yapıtlarla ilgili 43
yasasına başvuramayız demektir. Bu noktada, Callinus
adlı bir herif onaya çıkıyor ve bütün hakların kendisinde
olduğunu söylemekle Kalmıyor, Odysseia ile birlikte
Thebai’liler, Epigoni ve Kıbrıs Şarkıları kitaplarını da
satın almamız gerektiğinde diretiyor. Bunların bir metelik
etmemesi bir yana, birtakım uzmanlar bunların Homeros
tarafından yazılmadığını da düşünüyor. O zaman nasıl
pazarlarız bunları biz? Bu insanlar büyük paralardan
söz ediyor şimdi ve Bizi nereye kadar iteceklerini
gözlüyorlar. Samothrake’li Aristarkhos’tan bir önsöz
yazmasını istedim; nüfuzlu biri, aynı zamanda iyi bir
yazar, bir de onun işi düzeltebileceğini düşündüm. Ama
o da neyin otantik olduğunu, neyin olmadığını kitabın
ana bölümünde belirtmek istiyor; eleştirel bir metinde ve
sıfır satışta karar kıldık sonunda. En iyisi, işi, kitabı
ancak yirmi yılda çıkarabilecek, üzerine birkaç yüz
dolarlık fiyat koyacak bir üniversite yayının bırakmak, o
zaman da birkaç kitaplık satın alabilecektir onu.
Karar: Bu işe atılırsak, sonu gelmez yasal zorluklara
sokarız kendimizi, kitap toplatılır, hem de daha sonra
tezgah altı satan o seks kitapları gibi değil. Bu toplatılır
ve unutulur gider. Belki bundan yirmi yıl sonra Oxford,
Dünya Klasikleri için satın alacaktır onu, ama bu arada
siz paranızı yatırmış olacaksınız buna ve kim bilir ne
kadar bekleyeceksiniz geriye almak için.
Gerçekten üzgünüm, çünkü kitap fena değil. Ama biz
yayıncıyız, dedektif değil. Bu yüzden vazgeçin derim.
4. Kilise ve Sanayi
(Tarihsel-sosyoekonomik Bir Yorum Önerisi)
İtalyan yarımadası bugün, yerlilerin bir “bölge savaşımı”
diye adlandıracağı şeye tanık oluyor. Toplumsal ve
politik sahne, yarımadanın topraklarının ve insanlarının
denetimini tartışan aynı derecede güçlü iki iktidarın:
Sanayi ve Kilisenin egemenliğindedir. Kilise, alanda
kayda geçmiş bilgilere göre, seküler ve dünyevi bir
iktidardır, gözünü dünyayı yönetmeye, her gün daha çok
mal mülk edinmeye, politik yetke kaynaklarını kontrol
etmeye dikmiştir; oysa Sanayi, ruhları kazanmaya,
gizemciliği ve zabitliği yaymaya eğilimli tinsel bir güçtür.
İtalyan yarımadasında bulunuşumuz süresince Kilisenin
bazı tipik belirtilerine tanık olduk (açıkça ekinoks
ayinleriyle bağlantılı): “alaylar” ya da “gerilemeler”,
utanmaz, sıkılmaz geçit törenlerini ve muhafız
takımlarını, polis saflarını, ordu generallerini ve hava
kuvvetleri albaylarını da içine alan askeri güçler bunlar.
Bir başka sefer, düpedüz askeri gösterilere,
resmigeçitlere tanık olduk: Tepeden tırnağa silahlı
birlikler, Kilisenin ordudan istediği simgesel bağlılık
yeminini etmeye gelmişti. Silahlı, üniformalı gücün bu
dünyevi gösterisi Sanayinin sunduğu görünümden
bütünüyle farklıdır.
Kilisenin gerçek inananları, mekanik aletlerin doğal
çevrenin her gün biraz daha katılaşmasına ve gayri-
insani hale gelmesine katkıda bulunduğu kasvetli,
manastıra benzer yerlerde yaşıyor. Bu tür tarikat evleri,
düzenin ve bakışımın buyruklarına göre inşa edilirken
bile, bir tür zahit ciddiyeti taşır, çünkü tarikat aileleri
çoğunlukla şaşılacak derecede geniş toprakları
kaplayan komplekslerde küçük inziva hücrelerinde
yaşarlar. Günahkarlık ruhu bütün cemaati, özellikle de
varlıklı olmalarına karşın neredeyse tam bir yoksulluk
içinde yaşayan önderleri sarmışrır (bunların, nedamet
amaçlarıyla halk önünde açıklanmış gelirlerinin
büyüklüğünü kişisel olarak saptayabildim). Önderler,
“yönetim kurulu toplantıları” denen uzun, zahit
sohbetlerinde sık sık bir araya gelirler, bu toplantılarda,
yüzleri çökük, gözleri oruçtan içeri kaçmış külrengi
giysiler içinde insanlar saatlerce oturur ve kutsal
yaratışın devam eden bir tür yinelenmesi olarak
nesnelerin “üretilmesi” gibi cemiyetin gizemsel amacıyla
ilişkili cismanilikten sıyrılmış sorunları tartışırlar.
Bu insanlar her türlü zenginlik simgesini küçümser
görünürler, olur da bir mücevher ya da kürk geçerse
ellerine, kendi papaz hücrelerine bitişik dehlizlerde
rahibe olarak çalışan genç kızlara hediye ederek hemen
kurtulurlar bunlardan. (Bu genç kızlar Tibet rahiplerinin
dua silindirlerini döndürüşüne benzer kutsal bir eylemi
ciddiyetle yerine getirirler, çünkü ardı arası kesilmeksizin
tanrılara gizli dualar ve “üretici” zahitliğe vaizler üreten
bir aletin tuşlarına basarlar durmadan.) Üretim mistiğinin
de sert bir teolojik temeli vardır. Bir “erdemlerin
dolaşımı” öğretisi kurabildik yeniden, bu yolla rahipler
sınıfının bir üyesinin erdemli bir eylemi, bir başkası
tarafından tinsel olarak kullanılabilir. Bazı tapınaklarda
dinsel vecit halinin çılgınlıkları sırasında, rahip kalabalığı
insanı etkileyen bir gerilim ve isterik vecit kreşendosu
içinde, başkalarına hediye olarak vermek üzere asıl
değerlerini küçülterek, kendi “erdem”lerini terk etmek
için acele ederken bu “erdemler”in ya da “bağlar”ın
devamlı olarak geçişine tanık olursunuz.
Araştırmacı için, Milano köyünde egemenliği kazanmış
olan gücün Sanayi olduğu açık bir şeydir. Bunun sonucu
olarak, halk yukarıda belirttiğimiz şaşırmaya ek olarak
devamlı bir mistik coşku içinde yaşar ve rahiplerin
kararlarına boyun eğiş sergiler. Dolayısıyla büyülü bir
uzam varsayımı metafiziksel bir veri değil de, tersine,
dinsel ‘güçlerin Milanolu inananları bütün dünyevi
değerlerden kopmuş bir durumda tutmak için buldukları
bir araç olabilir. Bu yüzden de geçiş ayinleri yeni bir
anlam kazanır, tıpkı hayal kırıklığı pedagojisinin, pazar
yamyamlığının ve şamanların denize kaçışlarının
olduğu gibi. (Kutsal drama ortak bir sahte tavır gibi
görünür: Her oyuncu aynı zamanda bilinçli ve
umarsızdır, çözümün kaçışta değil de mistik üretim
gücüne tümüyle ve aşkla teslim olmada yattığına
gönülden inanmıştır.) Fakat Sanayiyi, yerlileri ve
topraklan huzur içinde yöneten bir güç olarak düşünmek
yanlış olurdu. Birçok ve çeşitli olaya (Dobu ne yazık ki
mitolojik bir yorumunu veriyor bunların) sahne olan
İtalyan yarımadası, barbar halkların, güneyden gelen
göç kalabalığının istilasına devamlı açık bir toprağı
temsil çimektedir: Bunlar köylere akar ve onun fiziksel
yapısını değiştirerek, varoşlarında kamp yaparak, kamu
binalarını işgal ederek ve bütün yönetim eylemlerini
durdurarak oturulmaz duruma getirir buraları. Yabancı
sürülerinin bu baskısı ve Kilisenin yerlilerin kafasını
(simgesini pin-pon ayinsel oyununda ve seçim yarışında
—yarı felçli yaşlı kadınların bile rol aldığı zayıflatıcı bir
kanlı spordur bu— bulan) yanlış anlatılmış modernite
düşleriyle saptırma çabalarının bozucu etkisi karşısında
Sanayi, eski ilkel uygarlığın korunmasında son siper
olarak kalmaktadır. Böyle bir korumanın olumlu bir şey
olup olmadığım yargılamak antropoloğa düşen bir şey
değildir; o yalnızca, içinde hücrelerine ve toplu
yemekhanelerine (studia ya da officia studiorum)
kapatılmış, istiladan, perişanlıktan ve velveleden
korunmuş ve sığındıkları yerin sakin, gayri-insani düzeni
içinde düzinelerle keşişin gelecek toplumlar için
kusursuz yasalar hazırladığı beyaz manastırlar dikmeyi
amaç olarak almış olan Sanayinin işlevini kayda
almalıdır. Bunlar sessiz, sakin, mahcup insanlardır,
kamusal eylem arenasında, ancak neo-kapitalizmin
uşakları (onların gizemsel konuşmalarına özgü
anlaşılmaz bir deyimdir bu) dünyasında yaşayanları
suçlayarak anlaşılması güç ve yalvaçça cihatlar
vazetmek için görünürler. Fakat bu nutukları verir
vermez dindarane bir hava içinde yeniden kendi içlerine,
umutlarını rengi kaçmış parşömenleri üzerine
kaydetmeye çekilirler! Kendilerini ve köyü yöneten tinsel
güç tarafından korunan bu insanlar, bilim adamı için, bu
rahatsız edici ve yaban sırrı anlamanın tek
anahtarıdırlar.
1962
Son Yakındır
“Heraklit, kitabı Artemis tapınağına emanet etti, bazıları
da onun kitaba ancak onu okuyabilenlerin
yaklaşabilmesi için bilerek kapalı bir dille ve kendisini
kara kalabalığın nefretine uğratacak hiç de hafif
olmayan bir tonda yazdığını söylüyor.” Heraklit’in kendisi
ise: “Niye beni şuraya buraya çekiştirip duruyorsunuz
kara cahiller? Sizin için yazmadım ben, beni
anlayabilenler için yazdım. Bir insan benim için yüz bin
insan değerindedir; güruhsa, hiç,”{28} demiştir.
Ama Heraklit yok artık, kitabıysa incelemeler ve
dipnotlar yazarak ona yaklaşmak isteyen bilgin
maymunların önünde apaçık duruyor. Çömezleri ondan
çok daha fazla şey biliyor. Bu da, Herakleitos’un kara
kalabalık tarafından yenilgiye uğratıldığı, daha da
üzücüsü, bugün kitle-insanının zaferine tanık
olduğumuz «ulamına gelir. Ruhunuz henüz tamamen
kuramamışsa, yapacağınız tek şey sıradan bir günde
agoradan geçmektir ve daha önce acıdan
boğulmazsanız (bu değerli duyguyu duyabilecek kim
kaldı ki bugün?) ya da toplumsal mimesise yenilip kent
meydanında gezinerek felsefe yapan en son kişinin
çevresini sarmış keyif ehillerine katılmazsanız, bir
zamanlar Yunanistan halkı olan kişileri görebilirsiniz:
Kokular ve bağırtı çağırtı içinde hep bir arada sevinç
çığlıkları atan, sürüsünü güden Attikalı köylüyle, Pontos
Eukseinos’lu{29} tonbalığı tüccarlarıyla, Pireli balıkçılarla,
emperoi ile ve bağıra çağıra satış yapan kapeloi
kalabalığıyla, —komedi yazarlarımızın bazen
sıralamaktan keyif duydukları gibi— sucuk, sosis, yün,
meyve, domuz eti, kuş, peynir, tatlı, baharat, ishal ilacı,
tütsü ve kokulu sakız, kuştüyü, incir, sarımsak, kümes
hayvanları, kitap, kutsal şerit, iğne ve kömür satıcılarıyla
karışan artık kusursuz, kendini beğenmiş otomatlar. Ve
onların ortasında, dolaşan kamu denetçilerini, hepsi de
küçük küçük dükkânlar, terzi tezgahları önünde
toplanmış para bozucuları, ağırlık ve ölçü kontrolörlerini,
şiir kopyalayanları, çelenk satıcılarını göreceksiniz; ut ve
parfüm imalatçılarını, sünger ve deniz salyangozu satan
çerçileri, köle tüccarlarını ve hermai yakınında
mallarının çığırtkanlığım yapanları, incik boncuk, ekmek,
bakliyat satan kadınları ve ayakkabı tamircilerini ve
muhabbet tellallarını da görebilirsiniz.
Böylece ucuz zevkleri olan, karşılıklı konuşmaya
filistence düşkünlüğü, Lyceum’un ve Peripatos’un ona
sevecenlikle sunduğu felsefi özürden ve salyangoz gibi
içine kapandığı gürültüden mutluluğu, bir din düzeyine
yükselttiği “oyalanışı” ile kibirli kitle insanının, demokrat
Atina yurttaşının portresini çizebilirsiniz kendinize.
Alkibiades’in yönetimindeki hamam böceği şeklinde yeni
model savaş arabasının çevresine yığılmış ya da ter
içinde bağıra çağıra bir yerlerden gelen haberciye doğru
koşan kalabalığı görebilirsiniz. Çünkü kitle insanın
başlıca özelliği bilme aşkıdır, bilgiye düşkünlüğüdür.
Aklın, herhangi bir kimsenin emrine verilemeyecek
derecede değerli bir hazine olduğunu bilen Heraklit’in
gösterdiği kısıtlamanın aksine, bugünlerde Aristoteles,
diye biri, “bütün insanların doğal olarak bilgi istediklerini”
açıklıyor ve bunun kanıtının da “herhangi bir kazanç
hırsından bağımsız, sırf öyle olduğu için sevdikleri
duygulardan, özellikle de görsel duygulardan aldıkları
zevk”{30} olduğunu söylüyor.
Bu hiçbir şeyi ayırt etmeyen anlama arzusu, bu bilgi
açlığı tanımlamasından sonra kitle insanının bu olumsuz
antropolojisine eklenecek ne olabilir ki; onun gerçek
oranların değiştirildiği ve yontuların ancak aşağıdan
bakanlara doğal görünecek bir şekilde yontulduğu bir
yerde, sütun başlıklarını ve alınlıkları kullanışıyla açıkça
doğruladığı bir gereksinimi açıkça ve zevkle ve aynı
zamanda uzaktan (telebakışla yani) görmek için bütün
bunlar yetmez mi! Yontucular kitle insanının tembelliğini
yeterince doyurmuyor mu, paket görüşler apaçık olan
şeyi yorumlama sorumluluğundan yeterince kurtarmıyor
mu onu!{31}
Bizim Montalides son zamanlarda boşuna kınamaya
çalışıyor bu bilgi açlığım: “Giderek daha da kalınlaşan
bir bilgi ve uzaktan gönderilen görüşler örtüsünün,
üzerinde yaşadığımız dünyayı sardığı” da göz önünde
tutulursa, yerküremizin diski, “yoğunluğu boyuna
genişlemekte olan bir psikizm{32} boşluğu” içinde
kapatılmış gibi görünüyor. Bu yaygın kara cahillik Atinalı
kitle insanı üzerinde herhangi bir etki yapmıyor artık;
olamazdı da zaten, çünkü okul günlerinden beri onu
eğitenlerin; çağdaş şairlerin kitaplarıyla onu bozmakta,
baştan makta ikirciklenmeden, ilgi duyduğu tek şey “bilgi
vermek” idi; biz de, konformist kalabalığın hâlâ hayran
olduğu eski dost Platon tarafından öyle (ama kibirli
burnu havada bir ikiyüzlülükle) uyarılmamış mıydık:
“Öğretmenlerimiz, kendilerinden nasıl isteniyorsa öyle
yaparlar. Ve delikanlı onun harflerini öğrenip de ne
yazıldığını anlamaya başlayınca... büyük şairlerin
yapıtlarını okunmak ve zorla ezberlenmek üzere
karşısında, sırasının üzerinde bulur… böylece gençlik,
onlara öykünerek, onlar gibi olmayı arzu eder.”{33}
Yapacak bir şey var mı? Kültür sanayii aklın sesini
dinlemeyecek kadar mutludur kendi başarılarından
(ama yine de modası geçmiş bir şey değil midir bu?); bu
yüzden de, otuzlarına geldiklerinde geceleyin hermai’nin
boynunu vurmak için —yakınımız bir genç entelektüelin
yaptığı gibi— ortalıkta dolaşan öğrencilerin gelişimine
tanıklık etmek zorunda kalacağız. Böyle öğretmenlere
böyle çömez! Kitle insanı üretimi meyve vermeye
başlıyor.
Fakat o zaman, sessiz yalnızlığın hazlarım reddederek,
onun olma ve başkalarıyla kalma gereksinimini
kuramsallaştırmadık mı? Demokrasi denen şeyin özü
budur, ilk buyruğu da şu galiba: Başkaları nasıl
yapıyorsa sen de öyle yap ve çoğunluğun yasasına
boyun eğ. Kendisini seçecek yeteri sayıda insan
toplaması koşuluyla, herkes resmi bir görevi elinde
tutmaya layıktır. Çünkü kitle insanı mantığı doğuştan
şansa bağlı olduğu için, daha az önemli görevler şansa
güvenir. Kentler gerçekten de, olabildiğince eşit ve
benzeşik öğelerden kurulmuş olmalıdır: Özellikle orta
sınıfta bulunan bir durumdur bu... Phocylides bu isteği
şöyle dile getirir: “En iyi durum orta olandır, benim
kentte işgal etmek istediğim yer de burasıdır.”{34}
Aristoteles’in görüşü böyledir, Ortegaygassetolar, “Son
yüzyılın ikinci yarısından beri Avrupa’da yaşam göze
çarpar biçimde dışlaştırılmış... gizli ya da tek başına,
kamuya, kalabalığa, başkalarına kapalı özel yaşam
giderek daha güçleşmiştir... Sokağın sesi yükselmiştir”
diye suçlayarak ona, vox clamantis ın deserto, boşuna
yanıt vermeye çalıştılar. Agoranın sesi yükselmiştir
diyebilirdik, ama agora kitle insanı ideolojisidir, onun her
zaman istediği ve layık olduğu şeydir. Ancak Platon’un
orada gezinmesi ve yandaşlarıyla konuşması doğrudur:
Onun krallığıdır orası ve kitle insanı yalnız yaşayamaz,
çünkü olan biten her şeyi bilmeli ve her yerde ondan söz
etmelidir.
Bugünlerdeyse her şeyi bilebilir. Termopylae’de ne
olduğunu görüyorsunuz. Bir habercinin haberi
getirişinden ve birinin onu basitleştirerek ve bir reklam
sloganına indirgeyerek —Oklarımızdan güneş
görünmez olacak. Daha iyi! Gölgede savaşırız biz de—
paketlemeyi düşündüğünden yalnızca bir gün sonra, her
sözü yankılama hastası Herodot bu zorbaya, yüz kulaklı
kalabalığa olan görevini yerine getirmiştir.
Böylece bugünün hevesli muhabirlerinden başka bir şey
olmayan sözümona tarihçiler, tam da ait oldukları
yerdeymiş gibi görünüyor. Perikles’in etkili halkla ilişkiler
adamı Herodot, Pers savaşlarından daha iyi bir şey
bulamaz yazacak. (Bir başka deyişle, kusursuz ve basit
bir gazete haberi. Şimdilerde, ne gördüğü ne de işittiği
şeyleri masal boyutuna bürüyerek yazabilmek için
gerekli şiirsel açıklığa sahip bir Homeros’tan
bekleyemezdik bunu.) Herodot üç-dört İyonya sözcük
işareti okumasın, her şeyi bildiğini ileri sürer. Her şey
üzerine konuşur o. Ve bu da yetmezmiş gibi,
Amphipolis’in düşmesi gibi utanç verici bir yenilgiden
sonra (önleyememiştir bunu, hem silah hem de yönetim
yenilgisidir bu) Peloponez’deki kötü serüvenlerini unutan
ve savaşta olanları olduğu gibi anlatmaya razı bir
vakanüvis olarak yeni bir kişilik yaratmış olan
Thukidides’ten daha tantanalı ve yavan birini yaratırdı.
Böylece skandal gazeteciliğinin en derin çukurlarını
taramış mı olduk sonunda? Hayır, çünkü ondan sonra,
bir çamaşır listesinden tarihsel bir belge çıkarabilme
sanatının ustası Ksenephon geldi; basit bir göz
hastalığına feryat figan gözyaşı döken Ksenephon.
(Kültür sanayiinin özelliği onun kabalığıdır, kaba ama
çarpıcı ayrıntı üzennde ısraridir. Bir nehir mi geçildi?
Nehri geçen “göbeğine kadar ıslanmıştır.” İnsanlar
kokmuş yiyecek mi yer? “Geriden akacak”tır onlar.){35}
Ama Thukidides’te bundan daha fazlası vardır; onda
yazınsal şeyler yazma, modayı izleyebilenlere kültür
sanayiinin sağladığı yazın ödüllerine aday olma sıradan
arzusunu buluruz. Thukidides yeni romana öykünerek
yazısını doğalcı süslemelerle süslemekten çekinmez:
“Vücudun yüzeyi ne dokununca aşırı bir sıcaklık, ne de
bakınca solgunluk ortaya koyuyordu; kırmızımsı,
kurşuni, küçük küçük yaralarla, berelerle örtülüydü...”{36}
Konu? Atina’da veba.
Böylece, insani boyutu nesnel styleme’e indirgediği için,
çağcıl muhabirlik ve avangardlar yeni yazınımızda ağır
basıyor. Ufacık bir zekâ pırıltısı olan biri için, genç
yazarların dilinin anlaşılmazlığından yakınan
Bobtowerida’ların sıkıntısına verilecek tek yanıt şu
olmalıdır: Anlayacak bir şey yok, ayrıca kitle insanı da
başka türlüsünü istemiyor. Attika insanının sönmesi, yok
olması artık tamamdır.
Ama Batı’da bir çöküş varsa, kitle insanı bunun
kendisini rahatsız etmesine izin vermez. Bütün olası
dünyaların en iyisinde yaşamıyor mu o? Perikles’in,
halinden hoşnut, ateşli bir Atinalı kalabalığa verdiği
nutku bir daha okuyun: Statü diyalektiğinin neşeli bir
iyimserlikle yüceltildiği meritokratik{37} bir toplumda
yaşıyoruz (“Eğer bir insan kente yararlı ise, ne yoksulluk
ne de belirsiz bir toplumsal konum ona engel
olmayacaktır”), dolayısıyla, ayrım ölçütü, aristolarınki{38}
kesinlikle buydu, en iyinin, bir düzeye indirici çılgınlık
denizine daldırılmasıdır. Atinalı insan şimdi kalabalıkta
bir sima, konformist davranışa köle beyaz pelerinli bir
işçi olarak yaşamaktan mutludur (“Yasadışına
düşmekten inanılmaz derecede korku duyarız bizler:
Yönetimde birbirini izleyen, yasalara, özellikle de
yasaları izlemeyenlere karşı genel bir aşağılama
uyandıran yasalara aşırı bağlı olanlara boyun eğeriz.”)
Atinalı insan şimdi bir boş zaman sınıfının temsilcisi
olarak mutluluk içinde yaşıyor. (“Gündüzki yorucu
çalışmamızdan sonra kendimizi tazelemek için, bütün yıl
boyunca devam eden eski geleneksel oyunlar ve
şenlikler gibi ruhumuzu oyalayıcı birçok şey
bulmuşuzdur, günlük zevklerin bütün dertleri dağıttığı
her türlü konforla donatılmış evlerde yaşarız”) Başka bir
deyişle, Atinalı insan refah içinde bir devletin, zengin bir
toplumun sakinidir. (“Her türden mal akar kentimize,
bunun için de yalnızca bu ülkenin bütün meyvelerinden
ve ürünlerinden değil, aynı zevk ve kolaylıkla diğer
ülkelerin meyve ve ürünlerinden de, sanki
kendimizinmiş gibi, yararlanabiliriz.”){39}
Atina köyünde yaşamaktan mutlu bu kitle insanını
akılsız, kibirli tembelliğinden koparabilir miyiz? Hayır,
çünkü onu Perikles’in sözünü ettiği aynı oyunlar orada
tutmaktadır. Olympia’ya sürü halinde giden ve orada,
sanki kendi ruhları tehlikedeymiş gibi, son meta’yı
tartışan kalabalıkları düşünün; ya da şimdi yılları
numaralamaya yarayan Olimpiyat oyunlarını! Yaşamın
ölçüsü, sanki cirit atmada galip gelen birinin başarıları
ya da birinin belli bir yolu on kez koşmasıymış gibi.
Pentatlonun sonucu arete{40} ölçüsüdür. Birileri bir şairi
bu tür “kahramanlar” için şiirler yazmakla görevlendirir,
bunların aldığı çelenk kentin şanım şöhretini artırır.
Perikles’in söylevi gerçekten de her şeyin güzel olduğu
bir uygarlık fikrini vermekte bize. Kendi insanlığınızı
reddetmeniz koşuluyla tabii. Montalides’in uyardığı gibi,
“evrensel insan topluluğu hücresel kümelerin bir kümesi,
içinde her bireyin aklına göre değil de üretkenlik
olasılıklarına ya da bütünsel düzleşme kalıbına daha
çok ya da daha az uyuşuna göre sokulduğu ve
kataloglandığı bir delikli mercan yığını olacaktır.”
Firavunların yalnızlığına ve yalıtılmışlığına kaybolmuş
bir cennet gibi bakarız biz, ama Atinalı insan ona karşı
bir özlem duymaz, çünkü onun tadını hiç tatmamıştır;
Olympia’nın kale duvarları üzerinde kendi melankoli
vahyini hazırlıksız olarak kutlar. Ne olursa olsun, karar,
kendisinden beklenen bir şey değildir. Kültür sanayi, ona
Delphoi Pythia’sının hemen hemen elektronik
bükülmelerini sağlamıştır artık, sara kasılmalarında
gelecek eylem için tavsiyeler verir ona. Bile isteye
anlaşılmaz hale sokulmuş bütün cümle parçalarında, dil,
korku içindeki demokrat kalabalıkların tüketimi için
geriye çekilmiştir.
Geçmişte, kültürden, kurtarıcı bir sözcük sunması
istenirdi; bugün kurtuluş bir sözcük oyununa
indirgenmiştir. Atinalı insana bir açık tartışma büyüsü
yapılmıştır, sanki her sorunu tartışmak ve genel bir
anlayışa ulaşmak gerekliymiş gibi. Fakat sofistlik,
hakikati kamusal uydaşıma indirgemiştir, açık
tartışmaysa bu konuşmacı kitlesi için son sığınak gibi
görünmektedir.
Tartışmaya o çirkin koşuştan hemen önceki karşılıklı
konuşmayı zekice yeniden üreten Bloomide’ların acı
yansımalarının altını çizebiliriz ancak. “Hey, bir yuvarlak
masa hakikat tartışması için agoraya gelir misin yarın?”
“Hayır, ama Gorgias’a neden sormuyorsun? Bir Helen
övgüsü için de ideal bir kişi olurdu o. Protagoras’a da
sorabilirsin, onun her şeyin ölçüsü olarak insanı alan
kuramı son moda bir şey, biliyor musun?” Ama
Bloomide’ların tartışmaya karşı ilgilerinin bir eşi daha
duyulmamıştır; polemikçiler tembel, yozlaşmış bir alıcı
kitle karşısında yapılan ateşli ağız dalaşının gerisinde
yatan zararlı ideolojiyi boş yere çürütmeye çalışır.
Buna karşılık kültür sanayii, Atinalı kitle insanına, eğer
tartışma onu doyurmaz ise, daha dolaysız, sulandırılmış
bir akıl sunacaktır, hem de onun zevkinin istediği gibi
çekici bir özet halinde. Bu sanatın ustası da, eski
felsefenin en sert, en ters hakikatlerini en sindirilebilir
şekilde, diyaloglarla sunmada gerçekten yeteneği olan
yukarıda adından söz ettiğimiz Platon’dur. Platon, kitle
kültürünün istekleri önünde eğilerek, kavramları hoş ve
yüzeysel örneklere döndürmekten hiç tedirgin olmaz
(beyaz at ile siyah at, mağaradaki gölgeler, vb.). “Bunun
için de derinde olan şey (Heraklit’in aydınlatmamaya
dikkat ettiği şey) yüzeye, en aylak dinleyicinin anlayış
düzeyine yükseltilir. Son rezillik: Platon, o yüce Bir ve
Çok sorununu, bir demirci dükkânının içine çekilen
(hiçbiri “gürültü”lü bir mekânın dışında düşünemez!)
insanların karşılıklı konuşması için bir konu olarak
kullanmaktan çekinmez, oysa para ödüllü bilgi
yarışması programlarının insanı bağlayıcı bütün
büyüsüne sahip olan, sorunu askıda bırakma ve dokuz
varsayım ilkesini zekice kullanarak tartışmayı çekici hale
getirmeye dikkat eder. Didişimcilik ve Doğurtma (bunlar,
en yeni terimler kullanarak kendi boşluklarını
gizlemekten hoşlanan muhabirlerin verdiği adlardır) hâlâ
bildik bir işleve sahiptir: Atinalı insan anlamak için bir
çaba göstermek istemez; kültür sanayii uzmanları, ona
zekasının aslında önceden hazırlanmış bir anlayış
kazandığı yanılsamasını verecektir. Oyun, pekala hak
ettiği ölüm cezasını müthiş bir reklam kampanyasına
çevirmeyi bile başarmış olan bizim şu azgın Socrates’in
sihirli (ama kabul etmeliyiz ki, ustaca) hileleriyle başlar.
Socrates, sonuna kadar kültür sanayiinin sadık bir
hizmetkârı olarak kalacak, ilaç firmalarına şöyle
sloganlar bulacaktır: “Baldıran size iyi gelir.” Ya da
“Nedir bu çocukları kandırma üzerine söylenenler?
Neden söz ettiğinizi bilmiyorum. Agorada geçen yorucu
bir günden sonra bana gerekli olan tek şey bir bardak
güzel baldırandır!”
Gülünçlü oyunun sonu: Asklepios’a bir horoz, sonul
ikiyüzlülük. “Medya insanlıktan, hakiki diyalogdan uzak
ne kadar çok görünüm sunarsa, o kadar çok sahte bir
özel konuşma ve neşeli bir içtenlik havası kazanır; gizli
bir kurala uyan programlarını gözlemleyerek görebiliriz
bunu (eğer ruhum dayanırsa buna): İnsanı, kendisine
hiç çekici gelmeyen estetik, ekonomi ya da ahlak gibi
şeylerle ilgilendirin,” derken bilge Zollaphontes’i kabul
etmek zorundayız. Felsefi diyalog bahanesi altında,
açık, edepsizce cinsel sezinletmelerle kabalaştırılmış
neşeli perhiz bozma görünümüne tanık olduğumuz
Sokratik-Platonik Symposium potpurisi için daha iyi bir
tanım bulunabilir mi? Aynı şekilde Phaidros’ta, bir adam
sevgilisine bakarken (çünkü son aşama, kaçınılmaz bir
biçimde bir dikizciler uygarlığıdır) şunları okuruz: “Tere
batar, olağan dışı bir sıcaklık sarar onu;{41} böylece
gözlerinden onun içine inerken bir güzellik seli, yeni bir
sıcaklık yayılıyor... Her şey şişer, kabarır, her şey
kökünden yukarı doğru büyür ve büyüme bütün ruhun
altına uzanır... ve kanat şişmeye başlar.”{42} İnceden
inceye gizlenmiş açık saçıklık: Son hediyedir bu, felsefe
diye satılan kitle-erotiği. Socrates ile Alkibiades
arasındaki ilişkiye gelince, yaşamöyküsüdür bu; kültür
sanayii estetik eleştiriden ayrı tutar onları.
Bir sanayi olamayacak kadar “doğal” olan seks,
Aspasia’nın bize söylediği gibi, yine de ticarileşmiştir.
Ticaret ve politika: Seks sistemle bütünleşmiştir.
Phryne’nin jesti, satın alınamaz yargıçlara inancın bile
pek temelli olmadığını anımsatır bize acı acı. İnsan
ruhunun bu çelişkilerine ve talihsizliklerine hazır bir
yanıtı vardır kültür sanayinin: Bu tür skandallar
yararlıdır, tragedya yazarları için hammadde sağlar. Bu
süreç Atinalı insanın sonul vahiysel uçurumunu,
düzeltilmesi olanaksız yozlaşma yolunu doğrular.
Atinalıların güpegündüz amfiteatrdaki basamaklı uzun
sıralarda yerlerini aldıklarını, her türlü insanilikken
sıyrılmış maskeli zavallı oyuncuların —çünkü bunlar
yüzlerini maskelerin acayip yalanları arkasına
gizlemişlerdir, yüksek ayakkabıları ve şişkin giysileri
kendilerine ait olmayan bir büyüklüğü taklit ediyordur—
canlandırdığı olaylara aptalca ve şaşkın ifadelerle
katıldıklarını görürsünüz. Herkesin arsız dikkati
karşısında, hiçbir duygu ayrıntısı, hiçbir tutku değişmesi
göstermeyen hayaletler gibi, insan ruhunun en korkunç
gizleri üzerine tartışma sunarlar size: Kin, anababa
katilliği, akraba ilişkileri. Geçmişte kalabalığın
gözlerinden gözlenecek olan şeyler şimdi genel
eğlencenin kaynağı olmuştur. Burada da seyircinin yine
kitle kültürünün buyruklarına uygun olarak eğlendirilmesi
gerekir, bu da bir duyguyu sezgi yoluyla doyurmaya
değil, aksine tüketiciye hazır bir biçimde sunmaya
zorunlu kılar sizi. Böylece düşüne taşına düzenlenmiş
bir şiddetle size saldıran, şiirsel bir hüzün anlatımı değil,
basmakalıp bir acı formülü olacaktır: “Heyhat, heyhat,
heyhat, Ototoi, totoi!” Fakat sanatlarını kiraya veren ve
arkonun keyfine göre kabul edeceği ya da reddedeceği
bir ürün ortaya koymak zorunda olduklarını bilen
yazarlardan başka ne beklenebilirdi ki? Bugünlerde
paraca destek olmanın verimli yurttaşlara düştüğü
herkesin bildiği bir şey, dolayısıyla kültür sanayii daha
dolaysız yasallık bulamazdı. Sizi destekleyen kimseye
onun sizden istediği şeyi sunarsınız, onun sizden ne
istediği ise ağırlık ve nicelikle ölçülür. Çok iyi bilirsiniz ki,
bir oyununuzun sahnelenmesini istiyorsanız, onu tek
başına öneremezsiniz. Hayır, satir dramalı tam bir dörtlü
drama sunmak zorundasınızdır. Dolayısıyla, isteğe
dayalı yaratış, formülüne göre makine yapısı şiir vardır.
Şairse, yapıtının sahneye konulduğunu görmek
istiyorsa, aynı zamanda besteci ve koreograf ve dansçı
olmak, koroyu flütün edepsizce zırıltısına bacaklarını
utanç verici bir biçimde sallatmak zorundadır. Eski
ditiramp yazarı bugün bir Atinalı Broadway yapımcısına
dönüşmüştür; sonunda başardığı çile, muhabbet
tellalının çilesidir.
Bu gerilemenin seyrini çzümleyecek miyiz? Kitle
insanının doğal olarak taptığı Aiskhylos’la başIadı.
Aiskhylos, en son haber başlıklarından yapıyordu şiiri:
Salamis Savaşını al örneğin. Şiir için ne güzel gereç!
Yazarın, teknolojik ayrıntılarını, bizim yorgun
duyarlıklarımızı artık şaşırtmayan bir hazla saydığı bir
askeri-sanayi başarısı. “Hep birlikte yüksek sesle denizi
döven kürekler”, “tunçtan pruva”larıyla tekneler, “dar
boğazda sıkışmış sıra sıra gemilerin burunları”,
çarpınca sıra sıra bütün kürekleri çatır çatır kıran “tunç
yanaklı” gemiler, Yunan gemilerinin Persleri çevirirken
onların çevresinde yaptığı manevralar, bütün bunlar,
mekanik ayrıntıları öne çıkaran ağdalı ve kibirli bir
biçemle, numaralanmış dizelere düngelik konuşmadan
ufak ufak parçalar sokma tutkusuyla, bir elkitabına
yaraşır terminolojiyle ve eğer hâlâ bir ayrım yapma
duyumuz kalmışsa, yüzümüzü kızartacak bir ikinci elden
biçemle verilir.{43} Zollaphontes’in de dediği gibi, “Sınai
kitlenin karakteri burada eksiksiz yakalanır: İsteri ve
kasvet arasında kararsız sallanır. Baal savaşçıları
arasında duyguya yer yoktur.” Duygu mu? Bir görkem
ve ölüm sahnesini betimlemek zorunda kaldığında, neye
başvuru? Sözlüğe, kasap argosuna. “Onlar, ağa
tutulmuş orkinos balığı gibi, kırık küreklerle, gemi
enkazından ele geçirdikleri parçalarla, inlemeler,
ağlamalar içinde denizde yüzen adamlara vuruyor,
bellerini kırıyordu, bütün deniz dumanlar içindeydi...”{44}
Kültür sanayii, umutsuz bir refaire Doeblin sur nature
çabası içinde, bir eşyaya, bir zanaatçı aletine, bir
mekanizmaya, bir tersane terminolojisine döndürülmüş
bir dili sokuşturur bize.
Fakat Aiskhylos’İa en aşağı düzeye indiğimizi
sanmayın. Rezalet daha derine iniyor. Nihayet,
kalabalıklar için toptan üretilmiş zoraki uyurgezerliğin
kusursuz örneğini Sophokles’te buluruz. Sophokles,
Aiskhylos’un dinsel nevrozlarını reddettiği, Euripides’in
zarif boulevardier{45} kuşkuculuğundan uzaklaştığı halde
eserlerindeki ılımlılık uygulaması ahlaki uzlaşmanın
simyası haline gelir. Her şeye uyan durumları çıkarır
atar, böylece gerçek amaç diye bir şey kalmaz.
Antigone'yi alın örneğin. Hepsi var burada. Kendini,
barbarca öldürülmüş kardeşine adayan bir kız. Kötü ve
duygusuz bir tiran. Ölüm pahasına bile dokunulmaz
ilkeler, Tiranın oğlu Haemon, kızın acı yazgısı yüzünden
kendini öldüren bir erkek. Onu mezara kadar izleyen
Haemon'un anası. Kendi anlamsız filistenliğinin neden
olduğu bütün bu ölümlerden şaşkın Kreon. Sabun
köpüğü ucuz melodramlar, Atina kültür sanayii
sayesinde doruk noktasına, cehennemin dibine ulaştı.
Ve sanki bu yetemezmiş gibi, eserlerini ahlaki
yorumlarla kapatır Sophokles! İlk stasimonda teknolojik
verimliliğin yüceltildiğini görürüz: “Dünyada olağanüstü
çok şey vardır, ama hiçbiri insandan daha güzel değil...
Yıllar yılı genç atlarının peşinde, sabanını sürerek,
toprağın altını üstüne getirerek Yeryüzünü, o yüce gücü
aşındırır... Vahşi hayvan sürülerini, deniz yaratıklarını
kendi elleriyle ördüğü ağlarla tuzağa düşürür,
yakalar...”{46} Böylece üretenlik etiğine, aptalca makine
övgüsüne, proleter dehaya anıştırmaya ulaşırız.
Zollaphontes edebiyatla sanayi arasındaki ilişkiden söz
ederken şu alaycı gözlemde bulunur: “Teknoloji
sayesinde, artık canavarları öldürebilen dehanın bu
zaferinden mutluluk duymalı, bu zaferin insan için iyiye
kullanılacağını ummalıyız.” Kitle kültürü ideolojisi
böyledir. Bunun üstadı olan Sophokles ise “oyundaki
aktör sayısını arttırmaktan korkmaz... ikiye, üçe çıkarır,
sahneye dekor ekler{47} çünkü, açıkça görülüyor ki,
ısmarlama coşkuları zorla kabul ettirebilmesi için klasik
sahne yetmemektedir artık ona. Çok geçmeden
dördüncü bir konuşmacının, tamamen dilsiz birinin
oyuna sokulduğunu göreceğiz, o zaman tragedya son
adımını da atmış olacak: En attendant Godot’ların{48}
avangard tiyatro kurallarına kölecesine bağlı kalarak
tümden ifade edilemezliği başaran, gebeyken ikinci kez
gebe kalma komedisidir bu.
Eurıpides için her şey hazırdır artık. Kitlelerin sevgisini
kazanacak kadar masum ve köktencidir o, Alkestis’te
tragedyanın gücünden geriye kalanı da ortadan kaldıran
Admetos ve Hercules inatçı plaisanterie’lerinden{49} de
görüleceği gibi, dramayı pochade’lara{50} indirgeyebilir.
Medea’ya gelince, burada kitle kültürü, kana susamış bir
isteriğin kişisel nevrozlarıyla ve Freud’cu
çözümlemedeki aşırı kan toplanmasıyla bizi
eğlendirerek, nasıl Tennessee Williams des pauvres{51}
olunacağının kusursuz bir örneğini vererek baş oyununu
icra eder. Tam dozu almışsınızdır: Ağlamamak, dehşet
ve acıma duymamak nasıl mümkün olabilir?
Çünkü tragedyanın istediği de budur. Dehşet ve acıma
duymalı ve bunu emirle, belli ima sözcükleriyle
yapmalısınız. Aristoteles’in, bu eşsiz gizli ikna ustasının
bu konu üzerinde ne söyleyeceğini okuyun bir. Bütün
reçete şu: Seyirciyi kendine hem hayran edecek hem de
acıtacak niteliklere sahip bir baş oyuncu alın; korkunç
ve acıklı şeyler getirin bunun başına, uygun miktarda
ani terslikler, itiraflar, felaketler serpin üzerine; iyice
karıştırın, kaynayıncaya kadar ateşte tutun ve voila,
katarsis denen şeyi pişirmiş oldunuz, seyircinin saçlarını
yolduğunu, korku ve sevecenlikle figan ettiğini yüksek
sesle yardım istediğini göreceksiniz. Bu ayrıntılardan
tüyleriniz mi ürperiyor? Hepsi yazılıdır bunların; çağdaş
uygarlığın bu Choryphee'sinin{52} metinlerini okuyun.
Kültür sanayii, yalan değilse bile saf tinsel tembelliğin
amacına yardım edeceğine inanmış olarak, bu metinleri
elden ele dolaştıracaktır.
İdeoloji mi? Eğer böyle bir şey varsa: Verileni alın ve
inandırıcı kanıtlamanın bir aracı olarak kullanın. Bu
Aristoteles'in yazdığı, adı kötüye çıkmış en son elkitabı
Retorik, bir pazarlama ilmihalinden, neyin çekici olduğu,
neyin olmadığı, neye inanıldığı, neyin reddedildiğiyle
ilgili güdüsel bir araştırmadan daha az bir şey değildir.
Dostlarınızın eylemlerini yöneten akıl dışı uyaranları
biliyorsunuz artık, der, dolayısıyla da dostlarınız sizin
insafınıza kalmıştır. Düğmelerine basın, sizindir artık
onlar. Bu kitapla ilgili olarak Zollaphontes şunları ileri
sürüyor: “Kamunun doğal eğilimlerini yansıtmayan, fakat
uyaranlara düşüncesizce tepki yasalarına göre renkleri
abartarak, satılabilirlik konusunda ne derece etkili
olabildiğini hesaplayan bir yalanla karşı karşıyayız.” Etki
mi? Delectatio morosa ya da bir başka deyişle
önsevişme, her ayıbın dövüldüğü demirci ocağı.
Fantezi, düşleme. Tragedya, barbar bir toplumun
gölgelerinden beliren bir canavara bir tapınak
yükselterek, son derece görülür toplumsal onay
damgası vurur buna.
Fakat zavallı Boeotia’lı kurbanın yalnızca oyun günü,
devlet amfiteatrında dolandırıldığı izlenimini vermek
istemem. Aristoteles’in kendisi, Politika adlı kitabında (8.
Kitap) müzikten ve “onun mizacımız üzerindeki
etkisi”nden söz ediyor. Ruhu canlandırıcı taklitler olarak
şarkıların kurallarını inceleyin, “coşkuların nasıl
harekete getirileceğini” öğreneceksiniz, Frigya tarzının
orgiastik davranışa, Dorik tarzınsa “erkekliğe”
götürdüğünü göreceksiniz. Başka şey eklemeye gerek
var mıi? Korai’nin, bugünlerdeki adıyla teenager’ların
coşkusal yönden nasıl yönlendirileceğini gösteren bir
ders kitabı var elinizde. Zoraki uyurgezerlik ütopik bir
düş değil artık, bir gerçeklik. Büyük Adornös buna
şiddetle karşı çıkıyorsa da bugünlerde her yerde flüt
çalınıyor. Aristoteles'in popülerleştirmesi sayesinde
müzik ustalığı müzik ustalığı herkesin kulağında şimdi,
okulda çocuklara bile öğretiliyor. Göz açıp kapayıncaya
kadar Tyrtaeos’un bir şarkısı herhangi bir kimsenin
banyoda ya da Illısio’un kıyılarında ıslıkla çalacağı bir
hava olacaktır. Müzik ve tragedya gerçek yüzlerini
gösteriyor artık bize: Coşkuları bir yönetme,
yönlendirme yolu; kalabalıklar da bu mazoşizm rolünü
hoş karşılıyor ve sevinçle kabul ediyor.
Gençlerimiz gizli inandırıcıların kürsülerinden eğitiliyor,
spor salonlarında koyun sürüsüne dönüştürülüyor. Ergin
yaşa geldiklerinde, kamuoyu denen aynı bilim, erdem,
duygu ve gerçek yeteneği bir maskeye dönüştürerek,
cemiyet yaşamında nasıl davranacaklarını öğretecek
onlara. Hipokrat’ın söyleyeceklermı işitin: “İyi beslenmiş
ve sağlıklı görünmek doktorlar için olağanüstü bir
tanıklıktır; insanlar kendi bedenine özel dikkat
harcamayan kişinin başkalarının bedeniyle
ilgilenemeyeceğine inanır... Bir doktor bir hastanın
odasına girerken, nasıl oturduğuna, nasıl davrandığına
dikkat etmelidir; giyim kuşamı iyi, görünüşü huzurlu
olmalıdır...”{53} Yalan, bir maske oluyor; maske kişilik
oluyor. Çok uzak olmayan gelecekte bir gün, insanın en
derindeki varlığını tanımlamak için geriye kalan tek
terim, en yüzeysel görünümü gösteren maske, persona
olacak.
Kendi görünümüne aşık olan kitle insanı ancak gerçek
gibi görünen şeyden haz duyabilecek, ancak taklitten
hoşlanacaktır,{54} yani olmayanın parodisinden. Bunu,
(yaptığı üzüm resimlerine kuşların üşüşüp gagaladığı
tasvircilerin en çok övüldüğü) resim yapmaya, bugün
gerçek gibi görünen çıplak vücutlar ya da ağaç
gövdelerine tırmanan, ayaktakımının ağzı açık
hayranlıkla dile getirdiği gibi, bir tek konuşma yeteneği
olmayan kertenkeleler yapmada son derece yetenekli
yontuculuğa karşı duyulan büyük arzuda görürsünüz.
Kırmızı figürlü vazolarda, geleneksel profilden görünüş,
sanki yaratıcı bakışın gördüğü nesnenin tamamını
şiirsel anıştırma yoluyla anımsatmaya yetmemiş gibi,
cepheden görülen biçimler sunmaya başladılar.
Ama artistik üretim artık sınai zorunluluğun ağır
boyunduruğunu taşıyor ve kurnaz kitle insanı bu
zorunluluğu seçeneğe dönüştürdü kurnazca. Sanat,
bilimin yasalarına boyun eğiyor: Tapınakların sütunları
arasında kurulmuş altın oranlar görüyorsunuz artık,
mimar, bir denetçi coşkusuyla selamlıyor bunları; ve
Polycletus, kusursuz, sanayileşmiş yontuculuk için bir
“yasa” veriyor size, çünkü acı bir biçimde belirtildiği gibi,
onun Dorypboros’u bir yapıt değil, bir poetika’dır, taşa
kazınmış bir tezdir, mekanik kuralın somut bir örneğidir
artık.{55} Sanat ve sanayi birbirine ayak uydurmuş
durumda şimdi; çevrim tamamlandı; sibernetik
yontuculuk kapıya dayandı. Erginlenmenin son aşaması
sürü çözümüdür. Yurttaşlık haklarını kazanmış gençler
alay talimlerinde sıraya dizilmişler. Babaya sağlıklı
başkaldırmanın yerini gruba teslimiyet almış, genç buna
karşı kendini savunamaz artık. Eşitlikçilik, yaşlı ile genç
arasındaki her farkın altım oyuyor. Socrates ile
Alkibiades öyküsü de bunu doğruluyor. Böyle bir
düzleşme karşısında kişisel duygular deyimi
kötürümleşir. Böylece günümüzün Atinalı insan modeli
ölüme ve ölüm ötesine kadar değişmeden kalacaktır.
Coşku imalatı, gündelik yaşamı kapladığı için, son nefes
üzerinde etkili olmaya zorlanacaktır. Siz değil fakat
profesyonel ağlayıcı kadınlar, artık sizin
beceremeyeceğiniz bir acı taklidi yapacaklar; ölene
gelince, atılan büyük adım, yaşarken sımsıkı yapıştığı
küçük sefil zevklerden onu vazgeçirmeye yetmeyecektir.
Ağzına madeni bir para (Charon için bir gümüş sikke{56})
ve Cerberus{57} için bir çörek koyacaksınız. Zenginler için
tuvalet eşyaları, silah ve gerdanlıklar da ekleyeceksiniz.
Ve farklılık tanımayan aynı kitle Aristophanes’in ucuz
pornografisinden haz almaya koşan seyirci kitlesini
oluşturacaktır. Socrates-öncesi filozofların bizi pek
kuşkulandıramadığı Aşk ile Nefret arasındaki gizemli
bağ onları sıkıyor şimdi. Bilgiye gelince, her türlüsü
geçici bir öğrenmeye indirgenmiştir artık; Öklid bütün
matematiksel zekayı uydaşımlı ve kanıtlanamaz bir
önerme içinde eritmeye razı olmuşken, Pisagor
teoremini ezberlemek yetiyor (her Boeotia’lı, üçgenlerle
yapılan bu sıkıcı küçük hileyi bilir). Çok geçmeden,
okullar üzerlerine düşen görevi yaptığı için, herkes
okumayı, toplama çıkarma yapmayı bilecek ve daha
fazlasını istemeyecektir, belki oy hakkının kadınlara ve
ülkeye yerleşmiş yabancılara da verilmesi dışında. Buna
karşı durmaya değer mi? Kabaran kabalık dalgasına
karşı çıkma gücünü kim toplayabilir?
Yakında herkes her şeyi bilmek isteyecek. Euripides
daha şimdiden Elevsis dini ayinlerini ortak bilgi haline
getirmeye çalışıyor. Aynı şekilde, demokratik anayasa
herkese zamamni abakusa, alfaya, betaya, harcayacak
kadar boş zaman verdiğine göre, gizeme yer ayırmaya
ne gerek gerek var ki? Muhabirler, Mezopotamyalı bir
zanaatkarın su dolabı dedikleri bir şey icat ettiğini
söylüyor bize: Yalnızca bir nehrin akışı yardımıyla kendi
gücüyle dönüyor ve bir değirmen taşını hareket
ettiriyormuş. Böylece daha önceleri değirmenin
döndürülmesinden yükümlü kölenin yazı kalemine ve
cilalı tabletlere ayıracağı boş zamanı olacakmış. Fakat
uzak bir Doğu ülkesinden bir bahçıvanın buna benzer
bir aletle karşı karşıya geldiğinde söylediğine göre:
“Ustam bir zamanlar bana dedi ki, makineyi kullanan kişi
makineleşir, işinde bir makine olan kişide bir makine
kalbi vardır... Buluşunuzu görmedim, bilmiyorum, ama
onu kullanmaktan utanç duyardım.” Zollaphontes bu
özlü öyküyü verirken soruyor: “Bir işçi nasıl olur da
kutsallığı arzu eder?” Fakat kitle insanı kutsallığı arzu
etmiyor; onun simgesi, Ksenephon’un bize betimlediği
büyük hayvandır: Delirmiş bir maymun gibi “Thalatta,
thalatta!” diye bağırarak yerde kıvranan, kendi
susuzluğunun kölesi bir hayvan. Aristoteles’in daha aklı
başında anlarından birinde ileri sürdüğü gibi, doğanın
“özgür insanların bedenini kölelerinkinden ayrı
yarattığını” ve “insanların, doğal adalete uygun olarak,
köle ya da özgür olduğunu”{58} unutacak mıyız yoksa?
Kitle kültürünün özgür insanı da kapsamaya çalışarak
bir köle ırkına verdiği uğraşlardan, bir avuç kişi de olsak,
paçayı kurtarabilecek miyiz yine de? O zaman özgür
insanın başvuracağı tek kendi köşesine, eğer gücü
varsa tendi zilletine, kendi acısına çekilmektir. Yoksa
kültür sanayii, kölelere bile derslerini verir bir gün ve tin
aristokrasisinin son temelinin de altım oyar.
1963
Oğluma Mektup
Sevgili Stefano,
Noel yaklaşıyor, çok geçmeden kent merkezindeki
büyük mağazalar —oğulları için alıyormuş gibi yaparak
— çok sevdikleri elektrikli trenleri, kukla tiyatrosunu,
yayı ve oklarıyla birlikte hedef tahtasını ve aile pin-pon
setlerini kendileri için satın alacakları bu anı sevinçle
beklemiş, her yılki ikiyüzlü cömertlik senaryolarım
oynayan babalarla dolup taşacak. Ama ben yine de
onları gözlemekle yetineceğim, çünkü bu yıl benim
sıram henüz gelmedi, sen çok küçüksün daha,
Montessori-onaylı bebek oyuncakları da büyük bir zevk
vermiyor bana, belki de, imalatçı etiketi bütünüyle
yutulamayacağına değgin garanti verse de bunları
ağzıma sokmaktan hoşlanmadığım için. Hayır,
beklemem gerekiyor, iki yıl, üç ya da dört yıl. O zaman,
benim sıram da gelecek; anne; egemenliğindeki eğitim
aşaması geçecek, tüylü oyuncak ayı yönetimi son
bulacak ve kapanacak ve babalık yetkesinin tatlı ve
dokunulmaz şiddetiyle senin yurttaş bilincini kalıba
dökmeye başlayabileceğim an gelmiş olacak. O zaman,
Stefano...
O zaman armağanların silahlar olacak. Çifte namlulu
tüfekler. Kesintisiz ateş eden silahlar. Hafif makineli
tüfekler. Toplar. Bazukalar. Süvari kılıçları. Bütün savaş
giysileriyle kurşun, askerler ordusu. Açılıp kapanan
köprüleriyle şatolar. Kuşatılacak kaleler. Kazamatlar,
barut depoları, destroyerler, jetler. Makineli tüfekler,
hançerler, rövelverler. Colt’lar ve Winchester’lar. Eski
Fransız tüfekleri, 91’ler, Garand’lar, mermiler,
arkebüzler, külverinler, sapanlar, arbaletler, kurşun top
mermileri, katapultlar, meşaleler, el bombaları,
mancınıklar, kılıçlar, kargılar, kale duvarlarını yıkmakta
kullanılan kalın kütükler, bakalı kargılar ve borda
kancaları. Tıpkı Kaptan Flint’inki gibi (Long John Silver
ve Ben Gun’ın anılarına) sekiz riyallik dolarlar ve Don
Barrejo’nun çok sevdiği türden kamalar ve bir defada üç
pistolu safdışı edecek ve Montelimar Markisini yere
devirecek Toledo palaları ya da Baron de Sigognac’ın
Isabelle’ini elinden almak isteyen gaddarı kılıçtan
geçirdiği Napoliten hileleri. Ve savaş baltaları,
partizanlar, miserikord kamaları, hançerler, ciritler,
palalar, küçük oklar, John Carradine’in elektrikli
sandalyede idam edilirken tuttuğu, kimse anımsamasa
bile çok kötü bir talihtir bu, kılıç bastonlar da olacak.
Carmaux ve Van Stillerdin benzini uçuracak korsan
kılıçları ve hiçbir Sir James Brook’ın görmediği cinsten
(görmüş olsaydı, Portekizliler karşısında teslim
olmayacağı) üzeri kakma ile süslemeli pistollar; gün
Clignancourt’ta yavaş yavaş batarken Sir William’ın
çömezinin, kendi öz anası yaşlı paragöz Fipart’ı
öldürmüş olan katil Zampa’yı öldürdüğü türden üçgen
ağızlı hançerler; ve bakır rengi sakalları kurşun bir
tarakla devamlı tarandığı için kendisini daha da
büyüleyici gösteren Beaufort Dükü Mazarin’in çelengini
sevinçle bekleyerek ata binip uzaklaştığı sırasa
gardiyan La Ramee’nin ağzına sokulanlara benzer
peres d’angoisse’lar;{59} ve betel çiğnemekten dişleri
kıpkırmızı olmuş adamların ateşleyeceği, ağızları çivi
dolu tüfekler; parlak giysili Arapların saldırılarında
kullanılacak, kundakları sedeften tabancalar;
Nottingham şerifini kıskançlıktan mosmor edecek
şimşek hızında oklar; Minnehaha’da ya da (iki dilli
olduğunuza göre) Winnetou’da bulunabileceklere
benzer kafatası derisi yüzmek için bıçaklar. Kibar bir
hırsızın işini yapabilmesi için gerekli, frakın altında yelek
cebine sokulu küçük, yassı bir pistol ya da cep çöktüren
veya Michael Shayne’in koltuk altını dolduran ağır bir
Luger. Jesse James’e ve Wild Bill Hickok’a layık av
tüfekleri ya da ağızdan dolma Sambigliong. Kısacası,
silahlar. Çok sayıda silah. Bunlar, oğlum, bütün
Noellerinin anımsanacak şeyleri olacak.
Bayım, şaşkınım —diyecek bazıları— siz, bir nükleer
silahsızlanma komitesi üyesi ve barış hareketi
destekleyicisi; başkentteki yürüyüşlere katılmış ve ara
sıra bir Aldermaston mistiği beslemiş olan siz.
Kendimle çelişiyor muyum? Eh, kendimle çelişiyorum
(Walt Whitman’m diyeceği gibi).
Bir sabah, bir dostumun oğluna bir armağan almaya söz
verdiğim bir sabah, Frankfurt’ta büyük bir mağazaya
girdim ve güzel bir rövelver istedim. Herkes şaşkın
şaşkın baktı yüzüme: Biz savaş oyuncakları
bulundurmuyoruz, bayım. Kanınızı dondurmaya yeter
bir yanıt. Rezil olmuştum, çıktım oradan ve kaldırımdan
geçmekte olan iki Bundeswehr adamıyla burun buruna
geldim. Gerçeğe geri dönmüştüm. Hiç kimsenin benimle
alay etmesine izin veremezdim. Bundan böyle yalnızca
kişisel deneyime güvenecektim, pedagogların canı
cehennemeydi.
Benim çocukluğum hep değilse bile çoğunlukla kavgacı
geçmişti. Çalılıkların arasında son dakikada
doğaçlamadan çaldığım kamışçıklar kullanırdım; park
etmiş arabaların gerisine çömelir, otomatik tüfeğimi
ateşlerdim; süngü takıp saldırırdım. Çok kartlı savaşlar
beni çekiyordu. Evdeyse oyuncak askerlerim vardı. Sinir
bozucu stratejilere, haftalarca süren operasyonlara,
uzun tüylü oyuncak ayımla kız kardeşimin oyuncak
bebeklerinin kalıntılarını bile seferber ettiğim uzun
kampanyalara katılırdı ordular. Paralı askerlerden
çeteler kurar, az sayıda fakat sadık taraftarlarıma beni
“Piazza Cenova terörü” (Şimdi Piazza Matteotti) diye
çağırırdım. Daha güçlü bir başka birlikle karıştırmak için
bir grup Kara Aslan’ı dağıtır, daha sonra da bunlara
felaket bir hükümet bildirisi yayınlardım. Monferrato
Bölgesine yerleşince zorla Yol Çetesine alındım ve
kıçıma yüz tekme ve tavuk kümesinde üç saat
hapislikten oluşan bir erginlenme törenine sokuldum.
Nizza Deresi Çetesine karşı savaştık korkunç pis,
dehşet saçan bir çeteydi bu. İlk keresinde çok korktum
ve kaçtım; ikincisinde, dudağımın üzerine bir taş yedim,
şimdi hâlâ dilimle hissedebildiğim ufak bir düğüm var
orada. (Sonra gerçek savaş başladı. Partizanlar Sten
makineli tüfeklerini iki saniyeliğine tutmamıza izin
veriyorlardı ve biz alınlarının ortasında bir delikle yerde
ölü yatan arkadaşlarımızı görüyorduk. Fakat o zamana
kadar erginleşiyorduk, on sekiz yaşındaki gençleri aşk
yaparken yakalamak için Belbo Nehrinin kıyıları
boyunca dolaşıyorduk, bunun dışında, delikanlılığın
gizemli bunalımlarının pençesinde, tenin bütün
hazlarından vazgeçmiştik.)
Bu savaş oyunları sarhoşluğu, tüfeğe elini sürmeksizin,
kışladaki uzun saatlerini ortaçağ felsefesini ciddi ciddi
incelemeye adayarak on sekiz ay askerlik hizmeti
yapmayı başarabilen bir adam ortaya çıkardı. Birçok
günahı olan, ama silahları sevmek ve savaşçı değerlerin
kutsallığına ve etkinliğine inanmak gibi çirkin bir suçu
hiçbir zaman işlememiş olan bir insan. Bir orduyu,
ancak askerleri Vajont felaketinden sonra barışçı ve
soylu sivil bir amaç uğruna bataklıkta zorla ilerlerken
gördüğünde takdir eden bir adam. Savaşlara Kesinlikle
inanmayan, savaşların haksız ve lanetli olduğuna,
insanın bir çatışmaya sürüklendiğinde istemeye
istemeye, çabuk biteceğini umarak ve bir onur sorunu
olduğu ve bundan kaçamayacağı için her şeyi tehlikeye
atarak dövüştüğüne inanan bir adam. Ve sanıyorum ki,
benim savaştan derin, sistemli aydınca ve belgelere
dayanan nefretimi, çocukluk günlerimdeki sağlıklı,
masum, platonik olarak oynadığım kanlı oyunlara
borçluyum, tıpkı bir kovboy filminden (şiddetli bir
kavgadan sonra, hani meyhanenin balkonu çöker,
masalar ve büyük ayna kırılır, birisi piyano çalana ateş
eder ve dökme cam pencere paramparça aşağı iner ya,
o türden) sinemadan daha temiz, daha sevecen,
rahatlamış, yanınızdan sizi itip kakarak geçenlere
gülümsemeye, yuvasından düşmüş bir serçeyi
kurtarmaya hazır çıkışınız gibi; tragedyanın gözlerimizin
önünde kan kırmızı bir bayrak sallamasını ve içimizi
kutsal Epsom tuzlarıyla temizlemesini isterken
Aristoteles’in de iyice farkında olduğu gibi.
O zaman Eichmann’ın çocukluğu gelir aklıma.
Meccano{60} parçalarını inceler ve kitapçıktaki talimatı
görev aşkıyla bir bir uygularken yüzündeki o ölüm
muhasebecisi ifadesiyle yüzüstü yere uzanmış; kimya
setinin parlak kutusunu da açmak istiyor sabırsızca;
Küçük Marangoz’un minicik aletlerini, eli genişliğindeki
planyayı, yirmi santimlik testereyi bir kontrplak parçası
üzerine sererken sadistçe bir haz duyuyor. Minyatür
vinçler kuran çocuklara bakın! Bu küçük matematikçiler,
soğuk ve çarpıtılmış zihinlerinde, olgunluk yıllarını
güdüleyecek iğrenç karmaşaları baskı altında tutuyorlar.
Oyuncak treninin düğmelerini çalıştıran her bir küçük
canavarda ölüm kamplarının gelecekteki bir müdürü
yatıyor! O sinik oyuncak sanayinin onlar için imal ettiği,
gerçekten açılan bagajı, aşağı yukarı indirilebilen
pencere camlarıyla aslının kusursuz örnekleri o kibrit
kutusu büyüklüğündeki arabalara düşkünlerse, dikkat
edin —korkunç! Elektronik bir ordunun her türlü
duygudan yoksun, bir atom savaşının kırmızı
düğmesine soğukkanlılıkla basacak olan gelecekteki
komutanları için korkunç bir eğlence!
Onları şimdiden tanıyabilirsiniz. Büyük arsa
spekülatörleri, karakışta kiracısını evi boşaltmaya
zorlayan gecekondu ağalandır bunlar; o rezil monopol
oyununda, mülk alıp satma düşüncesine alışırken, hisse
senedi portföyleriyle acımasızca uğraşırken kişiliklerini
ortaya çıkarmaktadırlar. Analarının sütünden kazanma
tadını almış ve bingo kartlarıyla ticareti öğrenmiş,
bugünün Grandet babalandır onlar. Lego bloklarında
eğitilmiş ölüm bürokratları, tinsel ölümleri küçük
postanenin lastik damgaları ve terazileriyle başlamış
bürokrasi zombileridir bunlar.
Peki yarın? Sanayileşmiş Noellerin, konuşan, şarkı
söyleyen ve yürüyen Amerikan bebekleri, tükenmez pili
sayesinde zıplayan, dans eden Japon robotları,
düzenekleri her zaman bir giz olarak kalacak radyoyla
kontrol edilen otomobiller ürettiği bir çocukluktan ne
çıkacak ortaya?..
Stefano, oğlum benim, sana tüfekler vereceğim? Çünkü
tüfek bir oyun değildir. Bir oyun esinidir o. Onunla bir
durum, bir dizi ilişki, bir olaylar diyalektiği bulmak
zorunda kalacaksın. Bomm diye bağırmak zorunda
kalacaksın ve oyunun ancak senin ona verdiğin bir
değer taşıdığını, bundan başka bir değeri olmadığım
keşfedeceksin. Düşmanları yok ettiğini hayal ederken,
can sıkıcı uygarlığın, seni boyuna, şirket psikologlarının
verdiği Rorschach testlerine1{61} giren bir sınır hastasına
döndürmedikçe asla söndürmeyeceği bir atasal dürtüyü
doyuruyor olacaksın. Fakat düşmanları öldürmenin bir
oyun uydaşımı, başka bir sürü oyun gibi bir oyun
olduğunu anlayacak ve böylece bunun bir dış gerçeklik
olduğunu öğrenecek ve oynarken oyunun sınırlarının
farkına varacaksın. Öfkenin ve basılamanın üstesinden
geleceksin, o zaman ne ölümü ne de yok etmeyi
düşülen başka bildirileri almaya hazır olacaksın.
Gerçekten de, ölümün ve yok etmenin sana hep düşlem
öğeleri olarak görülmesi önemlidir, tıpkı hepimizin
mutlaka, ama eninde sonunda Alsaslılar için akıl dışı bir
kin beslemeksizin nefret ettiği Kırmızı Başlıklı Kız
öyküsündeki kurt gibi.
Ama öykünün tümü bu olmayabilir ve ben senin için
tamamlamayacağım öyküyü. İlk temel içgüdülerin
temizlenmesi oyunu içinde, pars construens’i, değerler
bağlantısını daha sonraya, katarsis sonrasına
erteleyerek, sırf sinirsel bir boşalım için Colt’unu
ateşlemene izin vermeyeceğim. Sen hâlâ koltuğun
arkasına gizlenip ateş ederken sana fikirler vermeye
çalışacağım.
Önce, Kızılderililere değil, Kızılderililerin yaşadıkları
bölgeleri yok eden silah tüccarlarına ve içki satıcılarına
ateş etmeyi öğreteceğim. Güneyli köle sahiplerine,
Lincoln’e destek olsun diye ateş etmeyi öğreteceğim;
zayıf bir ânımda Dr. Livingstone’u, diyelim büyük bir
kazan içinde haşlamayı da öğretebilirim. Lawrance’a
karşı Arapları oynayacağız; eski Romalıları oynuyorsak,
biz Piomonteliler gibi Kelt olan ve yakında kuşkuyla
bakmayı öğreneceğin Julius Caesar’dan çok daha temiz
olan Galyalılardan yana olacağız: Çünkü ölümünden
sonra yurttaşların gezinebileceği bahçeleri bahşiş gibi
bırakarak, demokratik bir topluluğu özgürlüğünden
etmek yanlıştır. O iğrenç General Cluster’a Karşı Oturan
Boğa’nın yanında olacağız. Ve doğallıkla Boxer’lerin
yanında. İstendiğinde bir Cezayirliyi sopadan geçirmeyi
reddedemeyecek kadar görevinin kölesi Juve ile değil
de Fantomas ile birlikte. Ama şaka yapıyorum şimdi:
Tabii, Fantomas’nın kötü bir herif olduğunu öğreteceğim
sana, ama namussuz Barones Orczy’nin suç ortaklığını
yapıp, Scarlet Pimpernel’in bir kahraman olduğunu
söylemeyeceğim. İyi insan Danton ve saf Robespierre’in
başını belaya sokan pis bir Vendee’liydi ve eğer Fransız
ihtilalini oynarsak, Bastille’in alınışına katılacağız.
Bunlar olağanüstü oyunlar olacak. Düşün! Birlikte
oynayacağız bunları. Ha, pasta yememize izin vermek
istiyordun, değil mi? Tamam, M. Santerre, davullar
çalsın! Dünyanın Bütün örgü örücüleri, birleşin ve örgü
şişlerinize ellerinden gelen kötülüğü yaptırın. Bugün
Marie Antionette’in başının uçuruluşu oyununu
oynayacağız!
Sapkın çocuk terbiyesi mi diyorsunuz buna? Ve siz,
doğumundan beri faşist düşmanı bay, çocuğunuzla
tartizanlar oyununu oynadınız mı hiç? Yatağın arkasına
gizlenip de Langhe vadilerindeymiş gibi yaparak,
“Dikkatli ol, sağdan Kara Faşist Tugayı geliyor!” diye
bağırdınız mı? Bir toparlanmadır bu, ateş ediyorlar,
Nazilerin ateşine karşılık verin! Hayır, siz oğlunuza
inşaat blokları verdiniz ve onu Amerikan yerlilerinin
kökünü kurutan dövüşleri göklere çıkaran filmlere
gönderdiniz hizmetçiyle.
İşte böyle, sevgili Stefano, sana tüfekler vereceğim. Ve
gerçeğin hiçbir zaman tamamen bir yanda olmadığı, son
derece karmaşık savaşlar oynamayı öğreteceğim sana.
Gençlik yıllarında bir hayli enerji açığa çıkaracaksın,
fikirlerin biraz karışık olabilir, ama yavaş yavaş bazı
kanılar geliştireceksin. O zaman, büyüdüğünde, bütün
bunların bir peri masalı olduğuna inanacaksın: Kır mızı
Başlıklı Kız, Sinderella, tüfekler, toplar, düello, büyücü
kadın ve yedi cüceler, ordulara karşı ordular. Ama olur
da, büyüdüğünde, çocukça düşlerinin o canavar tipleri
hala sürüyor olursa, büyücüler, cüceler, devler, ordular,
bombalar, zorunlu askerlik hizmeti, belki de peri
masallarına karşı eleştirel bir tavır kazandığın için,
yaşamayı ve gerçekliği eleştirmeyi öğreneceksin.
1964
Alışılmamış Kitap Eleştirileri
İtalya Bankası, Elli Bin Liret,
İtalyan Ulusal Darphanesi, Roma, 1967
İtalya Bankası, Yüz Bin Liret,
İtalyan Ulusal Darphanesi, Roma, 1967
İncelenen iki yapıt, büyük boy kağıda basılmış éditions
numerrotéesi{62} diye tanımlanabilir. Hem sağ hem sol
sayfa basılı olduğundan, ışığa tutulduğunda, öteki
yayıncıların ender olarak başardıkları (o da, ancak
büyük çabayla ve çoğu kez feci ekonomik risklerle) çok
ustalıklı bir işçilik ve teknoloji ürünü olan bir filigranı
ortaya koyuyor.
Üstelik, bu yapıtlar bir koleksiyoncu baskısının bütün
özelliklerini taşısa da, çok büyük sayılarda kopyaları
yapılmaktadır. Öte yandan, bu yayımlama kararı
koleksiyoncuya bir ekonomik yarar sağlamamaktadır,
çünkü fiyat birçok meraklının topladığı cep kitaplarının
varacağı değerin çok üstündedir.
Terslik —yayınların bir yandan pazarı sel gibi basması,
öte yandansa (deyimim mazur görülsün) ancak altın
olarak ağırlığıyla ölçülebilmesi— onların dolaşımını
tuhaf bir duruma sokmaktadır. Amatörler, belki de
belediye kitaplıkları örneğinden esinlenerek, bu yayınları
ele geçirme ve değerlendirme zevkine sahip olabilmek
için, ciddi fedakârlıklar yapmayı göze almak zorundadır,
fakat o zaman da yayın elden ele geçerek dolaşımına
devam etsin diye, yapıtları hemencecik bir başka okura
devretmektedir. Kopyalar kullanım dolayısıyla
kaçınılmaz biçimde bozulmakta, eskimekte, ama bu
aşınıp eskime onların değerini düşürmemektedir. Hatta
denilebilir ki, bu aşınıp eskime, yapıtların değerini daha
da arttırmaktadır, öyle ki onları ele geçirmek isteyenler,
liste fiyatından daha fazlasını ödemeye hazır, çaba ve
güçlerini iki misline çıkarmaktadır.
Bu gerçekler, atılınan risk, ürünün içsel değeriyle haklı
görülebilirse de, bu yayının çok büyük bir onayla
karşılaşan tutkulu doğasını daha da
belirginleştirmektedir.
Aslında, eleştirmen gözden geçirdiği yapıtların gerçek
biçemsel değerini incelemeye başlarken, kimisi onların
geçerliliği hakkında kuşkuların yüzeye çıkmaya
başladığından kuşku duymakta, hatta okur kitlesinin
isteğinin bir yanlış anlamaya mı dayandığı, yoksa
bunları spekülatif amaçların mı esinlediği vehmine
kapılmaktadır. Her şeyden önce, anlatı birçok bakımdan
tutarsızdır. Örneğin, Elli Bin Liret’te filigran sağ sayfada,
simetrik olarak Leonardo da Vinci’nin baş ve omuz
portresinin tam karşısında görünmekte; bu imaj ise
Leonardo’nun Azize Anna’sı{63} ya da Kayalıklar
Meryem’i olarak yorumlanabilir; öte yandan Yüz Bin
Liret’te, filigrandaki sözümona Yunanlı kadınla
Alessandro Manzoni portresi arasında, varsa, nasıl bir
bağlantı bulunduğunu kavramak güçtür. Kadın, belki de,
Manzoni’nin kadın kahramanının yaratılışını nasılsa
daha önceden görebilmiş Appiani gibi eski bir ressam
tarafından neo-klasik biçemde yorumlanmış, yapılmış
ya da kazınmış Lucia’sı mıdır? Yoksa, Lombardiya’lı
yazarla bir evlat ilişkisi olan bir İtalyalı imajı mıdır bu
kadın —o zaman da son derece açık ve skolastik bir
alegoriye düşüyoruz—? Carmagnola yazarının politik
etkinliğinin bir abartılışı ya da ideolojiyi dile indirgeyen
tipik bir avangard hilesi (Manzoni, İtalyan dilinin babası
ve dolayısıyla ulusun, vb., vb. babası, Gruppo 63
biçeminde tehlikeli bir tasım) söz konusu. Anlatının
tutarsızlığı olsa olsa okuru itebilir ve herhalde, gençlerin
beğenisi üzerinde zararlı bir etkisi olacaktır, bu yüzden
en azından onların ve daha az eğitimli sınıfların, kendi
çıkarları adına, bu sayfalardan uzak tutulacağı umudu
içinde olmamız gerekir.
Ama tutarsızlık daha da derinlere gidiyor, ister neo-
klasik isterse burjuva gerçekçi olsun (iki sanatçının
portresi ve sol sayfadaki kır görünümleri en ucuzundan
sosyalist gerçekçiliğin ölçütlerine dayanıyor gibi: Bizim
merkez sol koalisyonun politikalarına teslimiyet mi bu
acaba?), böyle bir titizlenme bağlamında, “Hamiline
Ödenir” gibi insanı tahrik edici tuhaf bir sözün oraya
zorla sokulmasındaki nedeni anlamak güçtür, bir Afrika
safarisi görünümü uyandırıyor insanın kafasında:
Sırtlarına denk denk ticari mal yüklenmiş, zorla
çalıştırılmalarının karşılığı bir şeyi almak üzere kuyruk
oluşturan bir sıra zenci, tam da Rider Haggard ya da
Kipling’den alınma ve buradaki alt metine uymayan bir
sahne.
Fakat içerik düzeyinde bulunan tutarsızlık biçimsel
düzeyde de ortaya çıkıyor. Çevredeki bütün süsleme,
meskalin ülkesine bir Henry Michaux yolculuğunun
görsel güncesi gibi sunulmuş, açıkça psike-delik
sanrılarca esinlenmişken, portrelerdeki gerçekçi tonun
amacı ne ola ki? Girdaplar, sarmallar ve dalgalı
dokusuyla yapıt, sanrısal amacını, aklın gözünü bir
sahte değerler, bir sapık yalanlar evrenine çekme
kararlılığını ortaya koyuyor. Mandala{64} motifinin
takınaklı tekrarlanışı (her sayfada, açıkça Budist
kökenli, merkezden çevreye yayılan en azından dört ya
da beş simetri var) bir boşluk metafiziğini ele veriyor.
Kendi kendisinin katkısız göstergesi olan bir yapıt:
Çağdaş yazın kuramının en son ürünü, bu baskılar da
doğruluyor bunu. Bu sayfaları Mallarme’nin Ziure’inde
olduğu gibi hiç bitmeyecek bir ciltte toplamak isteyen
koleksiyoncular çıkabilir belki. Boşuna çaba, çünkü öteki
göstergelere gönderme yapan gösterge kendi boşluğu
içinde kayboluyor, korkarız bunun gerisinde hiçbir
gerçek değer yok.
Zamanımızın kültürel israfının uç bir örneği. Bu yapıtlar,
okuyucularca, bizim düşüncenize göre, ancak
uğursuzluk belirtisi olan bir beğeni ile kabul görmektedir:
Yenilik hazzı, eskime —bir başka deyişle tüketim—
estetiğini gizliyor. Gözümüzün önündeki
numaralandırılmış kopya yine de, onları birbirinden
ayıran sayı yoluyla ad personam mülkiyet olasılıkları
umudunu veriyor bize. Ki dolandırıcılıktır bu, çünkü
günümüzde aşırı tüketimden duyulan estetik haz çok
geçmeden okuyucunun, devamlı alışverişte tek
kopyanın veremediği garantiyi bulmak istermiş gibi,
daha fazla sayıda kitap, başka basımlar aramasına yol
açacaktır. Göstergeler dünyasında bir gösterge olan bu
yapıtların her biri, bizi şeylerden bir uzaklaştırma yolu
haline geliyor. Onun gerçekçiliği düzmecedir, tıpkı psike-
delik avangardizm’nin daha derindeki yabancılaşmaları
gizlemekten başka bir şeye yaramayışı gibi. Yine de, bu
eleştiri karşılığı bize bedava kopyalar gönderdiği için
yayıncıya minnettarız.
1967
L’Histoire d’O{65}
(Ladies Home Journal için
Bir Eleştiri Taslağı)
Bir kadın, nişanlısıyla geçireceği bir akşama
hazırlanmak için ne kadar zaman harcamalı, nelere
katlanmalıdır? Daha önce bu sütunda bu sorunla birçok
kez ilgilenmiştik, ama bu küçük kitabın, belki de, Pauline
Reage takma adının gerisine gizlenmeyi çekinerek
seçmiş, ünlü bir uluslararası visagiste’in yapıtının
yayımlanmasından sonra bu konuya tekrar dönme
zorunluluğunu duyduk.
Kitabın salık verilebileceğinin bir nedeni, öğretici
elkitaplarının ve kadın magazinlerinin çoğu kez vermeyi
savsakladığı giyim kuşamla ilgili ayrıntılara harcadığı
dikkattir, oysa bu tür ayrıntılar son derece önemlidir. Bu
nedenle okurlarımız, güvenli bir biçimde sıkıştırılmaları
çok fazla dikkat istediği için genellikle ihmal edilen
aksesuarlardan demir halkaların el ve ayak bileklerine
nasıl takılacağı üzerine faydalı ipuçları bulabilir. Maskeli
bir demircinin verdiği garantiye güvenmek büyük bir
hatadır; çünkü herhangi bir güzellik salonunda çok güzel
aletler bulunabilir, ya da bunlar için SADE’a: Kızlığı
Bozma ve Hadım etme Yardımcıları Derneğine{66} telefon
edilebilir, onlar birkaç dakika içinde evinize bir masör
yollayacaktır. Demirin, Özel Erkeğinizin deli olduğu o
çirkin görünüşlü morluklar, kan toplanmaları, bereli el ve
ayak bilekleri meydana getireceğinden emin olmalısınız.
Halkalar, ninelerimizin bekâret kemerlerini
kopçaladıkları sıkılıkta, ne çok gevşek ne çok sıkı
bağlanmalıdır. Gözleri hafif yaşlı, ürkek ceylan
bakışlının yanında o büyülü gergin ve kibirli havayı
yaratacak küçük, hafif bir çimdik... Bay Doğru sizindir
artık!
Labia Majora’nıza altından bir kilit taktıracaksanız, daha
da büyük bir dikkat (sözleştiğiniz kişi gelmeden en az bir
saat önce) kaçınılmazdır. Madam Reage’ın kitabı bu
işlemin birkaç aşamada nasıl kolayca yapılacağını
açıkça gösteriyor. Ne yazık ki, söz konusu parçayı satan
perakendecilerin listesini vermiyor, ama annemizin
tavan arasındaki bavullarını dikkatle ararsanız,
eğlendirici keşiflerde bulunabilirsiniz! Sevmesini bilen
kadın ufak tefek şeyleri yeniden kullanışlı duruma
getirmesini, onları yeni heyecan verici kullanımlara
sokmasını bilecek kadar zekidir.
Ve son bir anımsatma (kitap bu konuda fantastik
tavsiyelerle dolu): Hayal gücünüzü kullanın ve yatak
odanızdaki ucu çivili küçük kırbacınızı kullanarak
bedeninizi her çeşidinden uzun kanlı yaralarla süsleyin.
En iyi kırbaçlar Barcelona’dan gelir, ama son
zamanlarda rakip Hong Kong kırbaçları çok heyecan
vermektedir. (Doğu Almanya’dan gelen taklitlerine de
dikkat edin). Bununla birlikte bu işaretleri yaparken
aşırıya kaçmayın. Kitap, erkeğinizin nasıl daha fazla aşk
işareti ekleyeceğini açıklıyor, özellikle melankolik İngiliz
beylerini en iyi dostları arasında sayıyorsa. Onun
çokuluslu bir şirkette çalıştığını ve çeşitli bağlantıları
olduğunu varsayıyoruz. Yoksa, en iyisi Mme. Reage’ın
tavsiyesini unutmaktır, çünkü onun kitabı her şeyden
önce çok satışlı kitap okurlarına yöneliktir. Eğer siz bu
sınıftan değilseniz (gerçeği kabul edin!) bir başka birinci
sınıf kitabı deneyin, Askerlik Hizmetinden Muaf
Tutulmak için Kabul Edilebilir Hastalıkların ve
Sakatlıkların Resmi Listesi. Okuyucularımız bu kitabı
yayıncısından, Savunma Bakanlığından elde edebilir.
1968
D.H. Lawrence, Lady Chatterley’in Aşkı
Nihayet bir solukluk temiz hava. Eleştirmeninizin,
çağdaş erotika saplantılı kasvetli gökyüzünde
Bethlehem’e bir kuyrukluyıldızın düşüşü gibi masasına
henüz gelmiş olan bu kitaptan söz etmeye başlarken
duyduğu karşı konulmaz his, namuslu, iffetli ve ılımlı bir
coşkudur. Son Marquises d’O’nun işkencesinden
geçmiş Justine’lerin, geciktirmeli cinsel ilişkide en ince
deneyimler yapan Emmanuelle’lerin ve geometrik değiş
tokuşlarla çiftleşen, boyuna çiftleşen çoklu çiftlerin
gökadasında, yalnızca kadınlar için yayımlanan (ama
açıkça yalnızca erkekler tarafından okunan) ve
sadomazoşistik resimli romanlar çağında, bir filmin,
ancak giyimli kuşamlı heteroseksüel bir kadın First
National Bank’ta çalışan kocasıyla mutluluk içinde
evlendiğinde (tuzukurulara davranışlarındaki tamiri
mümkün olmayan çöküşe değgin rahat kaçırıcı bir
imada bulunur böylesi filmler) bir skandal yaratabildiği,
insan cinselliğinin Our Sunday Visitor’ın sayfalarında
aşırı titiz incelemelerin nesnesi haline geldiği ve üreme
amaçlı cinsellik kurultayının artık Kraft-Ebing’in en kötü
betimlemelerinin çok ötesinde psikozlar uyandırdığı bir
çağda —işte, nihayet tertemiz, gıllıgışsız,
büyükannelerimizin eğlenmek için okuduğu türden,
kesinlikle ukalalığa kaçmayan bir aşk hikayesi.
Olay örgüsü basit: Teknoloji çağımızın tüketici
değerlerine uygun yetiştirilmiş (ve buna başkaldıran) bir
soylu kadın, bir avlak bekçisine aşık olur. Doğallıkla,
avlak bekçisi farklı bir geçmişten ve çevreden, henüz
kirlenmemiş, hava kirlenmesi ya da ekolojik mutasyon
diye bir kavram tanımayan (ama cinsel kirlenmeden de
habersiz olmayan) bir dünya cennetinden gelmektedir.
Aşkları saf, bir dizi olağanüstü deneyimle dolu, en ufak
bir cinsel sapıklık izi taşımayan bir aşktır: Bugün
yalnızca, eski kitap satan dükkanların karmakarışık
raflarında kültür sanayiinin, tekdüzelik karşıtlığına
kararsız ve korkakça boyun eğdiği için, yeniden
basmaya cesaret edemediği masalları bir kez daha
keşfetmeye kararlı nostalji fanatiklerinin okuduğu,
modası geçmiş aşk hikayelerinde olduğu gibi, cinsler
arasında doğanın yasalarına titizlikle uyan bir buluşma.
O zaman, işte genç kuşağın okuması gereken bir kitap,
diyeceğiz! Onlara daha temiz, daha alçakgönüllü bir
hayat görüşü oluşturmalarında, henüz saflığı
bozulmamış gerçek duygular beslemelerine ve yeni
biçilmiş ot ya da sıcak ekmek kokusu gibi basit, dürüst
şeylere karşı bir tat geliştirmelerinde yardımcı olacaktır.
Hayal kırıklığına uğramış huzursuz karılara, mutlu
gelinlere ve aile yaşamına yeni bir temel tanım arayan
gezgin kocalara da uygun bir kitap. Hakikati arayan
doyumsuz çiftlere uygun bir kitap. Her türlü fetişist
hazdan uzak, berrak, ciddi sayfaları, daha sağlıklı bir
ilişkiye giden yolu işaret eden, onu canlandıran, onun
baş belası sıkıcılığını, herhangi bir normal kişinin
yeniden kurulmasını isteyeceği temel değerlerle
donatan bir kitap.
Anlatı biçemi ara sıra dekadan özentilerle sakatlanıyor;
yazara, çağdaş toplumu çözümlerken Marshall Mc-
Luhan’ın kuşkulu safsatalarını daha gözü açık bir
biçimde izlemesini salık vereceğiz. Şurada burada sınıf
bilinciyle ilgili bazı kalıntılar ortaya çıkıyor, örneğin, önde
gelen karakterler arasındaki ilişkileri tanımlamada
yazarın sıkıldığı hissediliyor. Erotik sahneleri ele
alışında daha gerçekçi olsa iyi olurdu, bizim çağdaş
beğenimize göre annesinden ya da karısından başka
kadın tanımayan Viktorya çağı pruderi’sine{67} bağlı
görünüyor. Cesaret gösterip eylemleri, durumları ve
bedenin parçalarını adlı adıyla ansaydı, bu tür bir izlekle
daha özgürce uğraşabilirdi.
Yine de, güçlü, büyük idealist soluklu, açık, masum,
kibarca romantik bir kitap bu. Eleştirmenler onu
okullarda okutulması gereken, bugün körpe ve
yaralanmaya açık genç insanlarımıza saldıran çağdaş
erotizmin aşırılıklarına bir panzehir kitap olarak salık
vermekte tereddüt etmeyeceklerdir. Bu kitap, Yaşam,
Doğa ve Seks gibi henüz çürümemiş değerlerin hala var
olduğunun ve kızoğlankız ve güçlü gerçeklikleri içinde
algılanabileceğinin tam zamanında bir anımsatıcısıdır.
1971
Amerika’nın Keşfi
DAN: İyi akşamlar, millet. Bugün, günlerden 11 Ekim
1492, saat öğleden sonra 7, yarın sabah 7'ye kadar
Avrupa’nın ilk thalatanaut’ını{68} yeni bir toprağa, yeni bir
gezegene, izin verilirse şu eğretilemeyi yapayım, birçok
astronomun, coğrafyacının, haritacının ve gezginin
düşlediği Terra Incognita’ya çıkaracak olan Kolomb keşif
seferinin amiral gemisiyle doğrudan bağlantıdayız.
Bazıları bu toprağın Doğudan değil de Batıdan ulaşılan
Hint adaları olduğunu ileri sürüyor; diğerleri bugüne
kadar keşfedilmemiş, tamamen yeni koskoca bir
anakara olduğunu söylüyor. Şu andan başlayarak,
bütün TV ağlarımız ortak bir çaba içinde gece gündüz,
yirmi beş saat yayın yapacaktır. Amiral gemisi Santa
Maria’ya yerleştirilmiş olan telekameraya ve Kanarya
Adalarındaki nakil istasyonumuza, Milano’daki Sforza
TV ’ye, Salamanca ve Wittenberg Üniversitelerine
bağlanmış durumdayız.
Burada stüdyodaki konuğumuz, bu olağanüstü cesaretin
teknik ayrıntılarını açıklayarak devamlı yorumlarda
bulunacak olan, ünlü bilim adamı ve fütürolog Profesör
Leonarda da Vinci’dir. Fakat önce Jim’e kulak verelim.
Evet, Jim?
JIM: Evet, Dan, bildiğiniz gibi, ne yazık ki gerçek karaya
çıkışı göremeyeceğiz. Kameramız, karavelanın gemi
aslanına bağlı, ama anadireğin gözcü yerindeki
antenimiz, gözetleme yerinden kara görününceye ve
yelkenler sarılıncaya kadar çalışamayacak. Üç karavel,
devir açıcı yolculuklarında neredeler şimdi? Söyleyeyim,
bu serüveni, bütün zamanların bu en kahramanca
olayını izlerken, hepimiz soluğumuzu tutuyoruz. Yeni bir
çağın başlangıcı bu, bazı köşe yazarlraı daha şimdiden
Yeni Çağ adını koydular ona. İnsan Ortaçağlardan
çıkıyor ve entelektüel evriminde büyük bir atılım yapıyor.
Açıkça, Cape Canary’deki tayfalar da bizim gibi
hissediyor... Fakat ben, Londra’dan özellikle bu tarihi
yayına katılmak için gelmiş olan Alastair Cook’un
söyleyeceklerini duymak isterdim. Alastair? Beni
duyabiliyor musun?
ALASTAİR: Açık seçik, Jim. Sen beni duyabiliyor
musun?
JIM: Alastair?
ALASTAİR: Evet? Beni duyuyor musun?
JIM: Devam et, Alastair, frekansı yakaladık.
ALASTAİR: Ne diyordum. Evet, seni şahane
duyuyorum. Cape Canary’de gergin bir an bu. Kristof
Kolomb’un üç kadırgasının pozisyonu...
JIM: Özür dilerim, sözünü kesiyorum Alastair. Aslında,
gemilerin kadırga olduklarını sanmıyorum. Bunlar...
ALASTAİR: Ayrılma, Jim... Bana dediklerine göre...
burada kontrol merkezinde öyle bir gürültü var ki. Üç
yüz Carmelite yolculuğun başarısı için hep bir ağızdan
High Masses’i söylüyor... Evet, ımrn, evet... Haklısın,
Jim. Bunlar kadırga değil. Üç direkli yelkenli. ... de
kullanılan tipik bir Akdeniz teknesi.
JIM: Hım, Alastair... yayında “karaveller” sözcüğü nü
duyuyorum şimdi...
ALASTAIR: Ne dedin, Jim? Seni kaybettim... Buradaki
karmaşayı görsen... Ne? Ha, doğru. Dediğim gibi, üç
karavel var, Nina, Pan -hayır Pinta ve Santa
Radegonda...
JIM: Şey, Alastair, basın bunun Santa Maria olduğunu
söylüyor.
ALASTAİR: Haklısın, Jim! Buradaki çocuklardan biri de
aynı şeyi söylüyor. Fakat Santa Maria olup olmadığı
konusunda fikir ayrılığı var... Her neyse, karavel tipik bir
Akdeniz teknesi, bizim teknik bölüm, ölçekli bir model
hazırlamış durumda... Bu arada, üzerimdeki üniforma
İspanyol deniz kuvvetlerinin. Nasıl beğendin mi? Şimdi,
karavel, dediğim gibi...
JIM: Özür dilerim, kesiyorum, Alastair, ama Profesör
Vinci burada stüdyoda bizimle birlikte, itici güç
konusunda belki de o, karavel üzerine bir şeyler
söyleyebilir bize...
LEONARDO: Deman retep taerg a…
JIM: Bir dakika ayrılma, kontrol odası. Profesör Vinci bir
tür şey, nasıl denir, acayip diyebilirsin... Sağdan sofa
konuşuyor, bunun için ampeksi geriye sarman
gerekecek. Hatırlarsan, bu nedenle yirmi saniyelik
gecikme ayarlamıştık, kayıtla yayın arasında. Ampeks
hazır mı? Beni duyabiliyor musun? Sar!
LEONARDO: Büyük bir Peter… adı…
JIM: Özür dilerim Profesör Vinci... Bu bir aile programı,
anlıyorsunuz... Konuya bağlı kalabilirsek...
LEONARDO: Mmm, tabii, özür dilerim. O zaman,
karavel, ventus et vela diye bilinen itici güç sistemini
kullanır, yani rüzgâr ve yelken, Arşimet’in “bir sıvıya
batırılan bir cisim çıkardığı suyun ağırlığına eşit bir
güçle yukarı doğru itilir” ilkesine uygun olarak su
yüzünde kalır. İtme gücünde temel öğe olan yelken,
ana, orta ve flok diye üç bölümde, birbirine bağlıdır.
Civadranın özel bir işlevi vardır, kotra flokuyla tiramola
yelkenini birlikte çalıştırmak; halbuki babafingo ve randa
sereni oryantative anlamda çalışır.
JIM: Thalattokraft hedefine bütün olarak mı varır, yoksa
yörüngesinde belli katlara ayrılır mı?
LEONARDO: Bu soruyu sormana sevindim, Jim.
Thalattokraftı sökmenin genellikle “vur ve boğ” diye
bilinen bir işlemi vardır. Başka bir deyişle, bir gemici
amirale karşı uygunsuz bir biçimde davrandığında,
başına bir darbe yer ve denize atılır. İsyanı kesin olarak
çözme denen andır bu. Santa Maria’da şimdiye kadar
üç vur ve boğ oldu, ki bu da thalattokraftın kontrolünü
elinde tutması için Amiral Kolomb’a verilen bir izindir, el
operasyonu diyebilirsiniz buna —elleri kullanarak, bir
başka deyişle. Bu gibi durumlarda amiral gözünü dört
açmak ve kesinlikle tam zamanında hareket etmek
zorundadır.
JIM: ...yoksa tayfanın kontrolünü elden kaçırır,
anlıyorum. Söyleyin bana profesör, bu kamarotun işlevi
nedir?
LEONARDO: Çok önemli, Jim. Teknik olarak “geri
besleme işlevi” diye bilinir. Buna “boşaltma valfi” dersek
izleyicilerimiz daha iyi bir fikir edineceklerdir sanırım. Bu
sorunu uzun uzun araştırdım, istersen, benim anatomi
çizimlerinden bazılarını izleyicilere gösterebiliriz,
bunlar...
JIM: Çok teşekkürler, profesör, ama korkarım hemen
ayrılmak zorundayız. Salamanca istasyonuyla da bir
bağlantı sağladık. Orada mısın, Willard?
WILLARD: Jim, seni hain. Ben Salamanca’dayım.
Şahane bir yer Salamanca! Seninle konuşma yapacak
beyin takımından birileri var burada yanımda. Gerçekten
de hoş kişiler. Önce, Salamanca Üniversitesi Rektörüne
bir soru sormak istiyorum. Sen ayrılma, Prexy, ha?
Söyler misiniz bize, Doktor, herkesin konuştuğu bu
Amerika tam olarak nedir?
REKTÖR: Anlamsızlık, başka bir şey değil! Saçmalık!
WILLARD: Bir saniye, Prexy. Uzmanlarımız bir sözcük
yazdı... Kar... Anakara.
REKTÖR: Şey, uzmanlarınız adına üzgünüm. Hayır,
hayır... Size temel bir metin getirdim, Batlamyus’un
astronomi kitabı. Bakın, göreceksiniz ki herhangi bir şey
keşfetme şansı pratik olarak sıfır. Amiral Kolomb, öyle
görünüyor ki, buscar el levante vor el ponente
yapacağını sanıyor, yanı Batıyı bulmak için Doğuya
doğru yelken aç, ama onun bu tasarısı kesinlikle
herhangi bir bilimsel temelden yoksun. Çoğu kimse
Dünyanın, Cebelitarık Boğazında son bulduğunun
farkında. Bu sınırın ötesinde bu üç teknenin hayatta
kalması basit bir televizyon efektine bağlı, şeytan işi.
Kolomb vakası, yetkililerin öğrenci olaylarıyla baş
etmedeki zayıflıklarının açık bir sonucudur, bu konuda
Bob Jones Üniversitesi Yayınları için bir kitap
hazırlıyorum. Fakat böyle bir yolculuk mümkün olsa bile
thalattokraftın, melek sıvısı açığı yüzünden, seyrüsefer
menzili yetersiz. Görüyorsun, William, çeşitli danışma
kurullarının bize öğrettiği gibi, sorun, bir toplu iğne
başında kaç meleğin durabileceğini bilmektir. Danışma
kurulu raporlarında pruva direğinin tepesinde duran
meleklerden hiç söz edilmiyor. Korona akımı olabilir bu,
bunun için de şeytani gösteriler bir karaveli, vaat edilen
bir toprağa ya da terra incognita’ya,{69} nasıl derseniz
deyin, yöneltmeye uygun değildir.
WILLARD: Evet, şey, ağır bir konu bu ve ben burada bir
tartışmaya girmek istemiyorum. Uzmanların ne
söyleyeceklerini göreceğiz, bu arada üniversitede
yürüttüğünüz büyük işte size iyi şanslar dileriz. Şimdi
çok önemli bir uzmanı dinleyeceğiz, Portekiz Haritacılar
Kraliyet Cemiyeti Dekanı, sevimli bir bey kendisi. Bize
söyler misiniz Bay Dekan, Kolomb’un gerçekten de Hint
Adalarına baş tuttuğunu sanıyor musunuz?
DEKAN: Zor bir soru bu, Willard ve Kolomb’un büyük
hatası, sorunun özüne dayanarak bir tanım yapacağı
yerde deneysel bir yanıt vermeyi beklemesidir. Gerçek
şu, görüyorsunuz, non sunt multiplicanda entia sine
necessitate, bu da bizi bir tane, yalnızca bir Hindistan
olduğunu kabul etmeye götürür. Bu durumda, Kolomb
doğudan Asya toprağının en batıdaki ucuna, açıkçası,
Ussuri Nehrinin ağzında karaya çıkması gerekir. Bunun
doğru olduğu kanıtlanırsa, o zaman, o toprakların politik
ve coğrafik yönden hiçbir önemi olmadığı düşünülürse,
keşfinin hiçbir ilginç tarafı kalmayacaktır. Ya da Gipango
—sanıyorum siz ona “Japonya” diyorsunuz— Adasının
doğu ucuna ulaşabilirdi, bu durumda da Akdeniz
ekonomisi ciddi bir olumsuz karşı darbe görecektir. Bu
ada halkı, başkalarının mekanik buluşlarının
transistörleştirilmiş taklitlerini üretmekte inatla
uzmanlaştığına göre, denizcilikle uğraşan
cumhuriyetlerin pazarları, kusursuz bir biçimde taklit
edilmiş, hem de çok daha ucuz fiyata, binlerce karavelle
dolacaktır. Doge yetkilileri Porto Marghera'da yeni
tersaneler kurmazlarsa, Venedik Cumhuriyetinin
ekonomisi çökecektir, fakat bu kanalın ve adaların
ekolojik dengesi yönünden felaket sonuçlara yol açardı.
WILLARD: Şimdi bir başka süper konukla, Granada
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı ile birlikteyiz. O, bu
keşfin yasal yönleri hakkında aydınlatacak bizi. Birçok
kimse bu yeni toprakların kimin olacağını merak ediyor.
Bir de Kolomb’un aştığı okyanusun bu parçası, kime ait
olacak.
HUKUK DEKANI: Bu keşfin ortaya çıkardığı uluslararası
hukuk sorunları ciddidir. Her şeyden önce, İspanya ile
Portekiz arasında bir bölme sorunu var ve sanıyorum
etki alanları arasında kuramsal bir sınır çizgisi koymak
için, örneğin Tordesillas’ta bir zirve toplantısı yapılması
önerim bir acelecilik sayılmayacaktır umarım…
ROBIN: Özür dilerim, Willard... Burası, Milano’daki
Sforza TV. Burada stüdyoda bir grup seçkin yargıçla
birlikteyiz ve onlar bu fikre katılmıyorlar. Sorunun
konulduğu bu biçimiyle anlamsız olduğunu söylüyorlar.
Bu hesapla, bir başka önemli deniz gücünü, İngiltere’yi
de dikkate almak zorunda kalırsınız, o zaman da bir gün
yeni toprakların Anglo-Sakson, İspanyol ve Portekiz etki
alanları arasında bölünebileceği bile akla uygun gelir...
Katıksız bilimkurgu, tabii! Şimdi hattı Wittenberg’e
çeviriyorum. Evet, Johnny!
JOHNNY: Burası Wittenberg! Konuğumuz, Wittenberg
Üniversitesinden genç ve çok zeki bir Augustin’ci
dinbilim öğrencisi. Kutsal Ana Kilisesinin beyaz umudu
gözüyle bakılıyor kendisine ve bizim bir sorumuz var
ona. Söyleyin bize, Dr. Luther, bu çıkarmanın insanlık
tarihinde gerçek, kalıcı bir devrimi temsil ettiğini
düşünüyor musunuz?
LUTHER: Şöyle koyayım sorunu: Teknolojik devrimler
tek devrim türü değildir. Daha büyük, daha dramatik,
daha heyecan verici sonuçları olabilecek iç devrimler de
vardır...
JOHNNY: Harika, Doktor... Ama tabii şöyle demek
istemiyorsunuz: Gelecekte iç reformlar, bu büyük
bilimsel olaydan bile büyük dalgalanmalar yaratacak...
LUTHER: İster inan, ister inanma...
JOHNNY: Ha ha, işte falcılık diye buna derim ben. Şaka
yapıyordum, Doc. Size inanmaya hazırım. Benim
parolam: Sıkı İnan, Güçlü Günah işle. Ha ha ha!
LUTHER: Zekice sözler, bunlar. Not alayım.
JIM: Özür dilerim, dostlar. Bir saniye. Radyodan sesler
alıyorum... Kara göründü sanıyorum... Evet, daha açık
duyabiliyorum onları. Bağırıyorlar, “Kara göründü!”
Onları duyabiliyor musun Alastair?
ALASTAIR: Aslında, hayır. Bir saniye, Azorlar’a
bakayım.
JIM: Evet! Kara kesinlikle göründü... Geminin demiri
bırakılıyor... Karaya çıktılar! Bugün, 12 Ekim 1492, insan
Yeni Dünya’ya ilk olarak adım attı. Alastair, ne diyorlar,
neredesin?
ALASTAIR: Şey... son şey, öyle görünüyor ki karaya
çıkma bir ay sonrasına ertelendi, görülen kara Aeolian
Adalarıydı...
JIM: Hayır, hayır, Alastair, açıkça duydum!
DAN: Alo? Evet? Güzel. Öyle görünüyor ki Jim de,
Alastair de haklı. Gemi kesinlikle demir indirdi, Jim’in
dediği gibi, fakat hala terra firma değil bu. San Salvador.
Karibean adalar denizinde ufak bir ada, coğrafyacının
biri de ona Sükûn Denizi demeye karar vermiş. Ama
Amiral gemisinin aslanı üzerine yerleştirilmiş olan
kamera çalışıyor şimdi, işte Kristof Kolomb Katolik
Majestelerinin bayrağını kuma dikmek üzere kumsala
ayak basıyor! Büyük bir görüntü bu, millet. Palmiye
ağaçlarının arasından saçlarına tüyler takmış bir yerli
kalabalığı thalattonatlarımızı karşılamaya geliyor. Yeni
Dünyada insanın söylediği ilk sözleri duymak üzereyiz
şimdi. Grubun önünde yürüyen bir gemici, lostromo
Baciccin Parodi tarafından söyleniyor bu sözler...
PARODİ: Mamma Mia, Kaptan, memelerine bak
şunların!
JIM: Ne dedi, Alastair?
ALASTAİR: Pek iyi duyamadım, ama bizim basın kitinde
kayıtlı olan şey değildi. Mühendislerden biri mutlaka bir
karışma olduğunu söylüyor. Yeni Dünya’da bu çok
oluyor sanki. İşte, işte! Amiral Kolomb konuşmak üzere!
KOLOMB: Bir gemicinin atacağı ufacık bir adım, Katolik
Majestelerinin dev bir adımıdır... Hey, boyunlarına
taktıkları şey nedir onların? Hay Allah, altın bu! Altın!
ASTAIR: Kameranın bize verdiği gerçekten büyük bir
görüntü! Gemiciler sıçraya sıçraya yerlilere doğru
koşuyorlar, insanın Yeni Dünyadaki ilk sıçrayışları
bunlar... Yerlilerin boyunlarından Yem Dünyanın
madenlerinden örnekler topluyorlar, büyük plastik
torbalara dolduruyorlar... Şimdi yerliler de büyük
sıçramalar yapıyorlar, uzaklaşmak için. Görünüşe göre,
yerçekimleri azaldıkça uçup gidecekler, bunun için de
gemiciler iri çivilerle onları yere tutturuyorlar... Şimdi
yerliler düzgün bir biçimde uygarca sıraya sokuldular,
gemicilerse yerel madenlerle dolu ağır torbalarıyla
gemilerinin yolunu tutuyor. Torbalar son derece ağır,
adamlar bunları doldurmak ve taşımak için inanılmaz
çaba harcamak zorunda kaldı...
JIM: Beyaz insanın yükü bu, Alastair!
1968
Kendi Sinemanı Kendin Yap
1993’te, video kameraların ulusal sicil bürolarına bile
nihayet tam olarak kabul edilmesiyle birlikte hem ticari
hem de yeraltı sineması gerçek bir sıkıntıya girdi. Prise
de la parole{70} o zamana kadar film yapımını herkesin
elinin erişeceği bir tekniğe döndürmüştü, herkes, erkek
ya da kadın, kendi filmini seyrediyor, sinema
salonlarından elini ayağım çekiyordu. Aile arabalarının
kontrol panellerine yerleştirilebilecek kasetlerdeki yeni
üretim ve gösterim yöntemleri, avangard sinemanın ilkel
donanımını modası geçmiş duruma düşürmüştü. Kendi
Antonioni’n Kendin Ol biçiminde sayısız elkitabı
yayımlanıyordu. Alıcı bir “öykü kalıbı” satın alıyordu: Bir
öykü iskeletiydi bu, geniş bir seçenekler listesinden
aldığı şeylerle dolduruyordu içini. Bir tek kalıp ve bunun
eşliğinde bir seçenekler paketiyle, bir kişi, örneğin,
15741 Antonioni filmi yapabilirdi. Bu kasetlerden
bazılarıyla birlikte verilen talimatları aşağıya alıyoruz.
Harfler birbirleriyle değiştirilebilir öğeleri gösteriyor.
Örneğin, temel Antonioni kalıbı (“Boş bir alan. Kadın
uzaklaşır”) ‘Bir McDonald’s Labirenti, güneşin parlak
ışığı nedeniyle görüş sınırlı. Adam uzun bir süre elindeki
bir şeyle oynar.” vb.
Antonioni Senaryosu
Boşx biry alanZ. Kadınk yürüyerek uzaklaşırn.
Değişkenler Anahtarı
x Boş. Gözün görebildiği kadar. Güneşin parlak
ışığı nedeniyle görüş alanı sınırlı. Sisli. Tel örgüyle
çevreden ayrılmış. Radyoaktif. Geniş açılı mercekle
çarpıtılmış.
y İki, üç, sonsuz. Çevrili bir. Karmaşık bir.
z Bir ada. Şehir. Süper otoyolda bir yonca yaprağı.
McDonald’s. Metro istasyonu. Petrol alanı. Dünya
Ticaret Merkezi. Boru yığınağı. Yapı iskelesi. Araba
mezarlığı. Pazar günü fabrika alanı. Kapanıştan sonra
sergi. 1 Mayıs günü uzay merkezi. Washington’da
öğrenci protestosu sırasında UCLA kampüsü. JFK
Havaalanı.
k Erkek. Her ikisi de.
n Orada kalır. Uzun süre elinde tuttuğu bir şeyle
oynar. Gitmeye davranır, sonra durur, ikircikli, bir-iki
adım geriler, sonra tekrar yürür. Uzaklaşmaz, ama
kamera alıcısı geriye kaydırılır. Erkek, kadının eşarbına
dokunurken ifadesiz bir yüzle kameraya bakar.