Professional Documents
Culture Documents
Her neyse işte. Aralık ayı filandı, o rezil tepede hava, cadı
karı memesi gibi soğuktu. Üstümde çift taraflı giyilebilen
paltom vardı, eldiven filan da yoktu tabii. Bir hafta önce
birileri odamdan devetüyü paltomu, cebindeki içi kürklü
eldivenlerimle birlikte yürütmüştü. Pencey’de ortalık
hırsızdan geçilmezdi. Milletin çoğu acayip zengin ailelerden
geliyordu, ama okul yine de böyle arakçılarla doluydu. Bir
okul ne kadar pahalıysa, orada o kadar çok hırsız olur –şaka
etmiyorum. Her neyse, o manyak topun yanında kıçım dona
dona dikiliyor ve maça bakıyordum. Yalnız, maçı pek
izlemiyordum. Orada öyle takılmamın nedeni; kendimce bir
çeşit veda duygusu yaşamaya çalışmamdı. Birçok okuldan,
birçok yerden ayrıldım, ayrıldığımı anlayamadım. Bundan
nefret ediyorum. Ayrılışlarım acıklı, hatta kötü olabilir, ama
bir yerden artık ayrılıyorsam bunu anlamak istiyorum. Bunu
anlamadığınız zaman kendinizi daha kötü hissediyorsunuz.
"E... şey... hayatın bir oyun filan olduğu gibi şeyler. Yani,
küplere filan binmedi. Durmadan, hayatın bir oyun olduğunu
söyledi. Biliyorsunuz."
"Şey, yani bir iki kez göz attım tabii," dedim ona. Onu
incitmek istemiyordum. Tarih diye deli olurdu.
"New York'tan."
"Kaça?"
"Bir papele."
"Yok."
"Çıktığım kız."
"Evet."
"Tamam."
"Ne demek –ne olmuş? Sana, lanet bir oda veya ev gibi
bir şey anlatılacak demedim mi?"
"Zor tabii."
"Söyledim."
"Ed Banky’nin."
"Yaptın mı?"
"Kızın adı Jane mi, June mu, onu bile bilmiyorsun, lanet
geri zekâlı."
"Evet."
"Evet."
"Hey, Ackley!"
"Hey, Ackley!"
"Evet," dedim.
Pencey mi? Eh, fena değil. Pek öyle cennet sayılmaz, ama
öteki okullar kadar iyidir. Öğretmenlerin çoğu da saygın
insanlar."
"Nasıl yani?"
"Hayır, bilmiyordum."
"Hayır, anlatmadı."
"Yok, ahbap."
"Kimsin?"
"Evet, yani."
"İyi, sağol. Benden selam söyle ona," dedi. "Çok kıyak bir
çocuk. Şimdi n'apıyor?" Birden felaket arkadaş canlısı olmaya
başlamıştı.
"I-ıh."
"Hey! N'oluyor?"
"Bir şey yok. Bir şey olmuyor. Çok güzel dans ediyorsun,
dedim. "Daha dörde giden bir kız kardeşim var. Sen onun
kadar iyisin. Kız kardeşim gelmiş geçmiş bütün dansçılardan
daha iyidir."
"Ne?" dedi.
"Sizler nerelisiniz? Canın istemiyorsa yanıt verme.
Kendini zorlama."
"Ne?" dedi.
Aklıma bir şey daha geldi. Bir kez, film seyrederken, Jane
öyle bir şey yaptı ki, mahvoldum. Dünya haberlerini filan
geçiyorlardı, birdenbire ensekökümde bir el hissettim, Jane’in
eliydi. Çok gülünç geldi bu bana. Yani, daha çok gençti,
birinin böyle ensesini tutan çoğu kızlara bir baksanız yirmi
beş, otuz yaşlarında olurlar ve bunu ya kocalarına ya da
çocuklarına yaparlar; arada bir, ben de küçük kız kardeşim
Phoebe'ye yaparım bunu, sözgelimi. Ama bunu size çok genç
bir kız yaptığında, öyle bir hoş oluyorsunuz ki,
mahvoluyorsunuz.
"Hayır, ama-"
"İyidir. Hollywood’da."
"Asansörcüyü mü diyorsunuz?"
"Evet," dedi.
"Aman, ne de gülünç."
Asıl bunu söylemesi çok gülünçtü. Çocuk gibi sözler
ediyordu. Düşünün fahişenin biri kalkmış, size "Sana ne?" ya
da, "Asıl sana derler," diyeceği yerde "Aman, ne de gülünç,"
diyor.
"Ne bileyim? Özel bir konu yok yani. Biraz çene çalmak
istersin diye düşünmüştüm."
"Gündüzleri ne yapıyorsun?"
"Sökül parayı."
"Hayır."
"Hayır."
"Tamam, al."
"Cüzdanıma dokunmayın."
"Tybalt."
"Kızılderililer olan."
"Ne göreceğiz?"
"Evet, öylesin."
"Sen tanımazsın."
"Şanghay'lı."
"Bu çok uzun bir konu. Tanrı aşkına," dedi bizim Luce.
"Onlar seksi hem maddi hem de manevi bir yaşantı olarak
görüyorlar. Eğer benim-"
"Hiç güzel bir şey değil. Sen nesin; çocuk musun. Tanrı
aşkına?"
"Ne?"
"Ağzını bozma."
"Çok sevdiğin."
"Ayakkabıların," dedi.
"Çıkarıyorum. Hadi."
"Ne var?"
"Uyuyamadım."
"Nerde?"
"Sekiz dolar, seksen beş sent. Yok, altmış beş sent. Biraz
harcadım."
"Neden?"
"Neden?"
"Biz her şeyi hallederiz. Sen hemen koş yatağa," dedi Bay
Antolini ve onu öptü. Bayan Antolini bana iyi geceler dedi ve
yatak odasına gitti. Herkesin içinde böyle öpüşüp dururlardı.
"Hayır, bilmiyordum."
"İçimde öyle bir duygu var ki, sanki sen, başına korkunç,
korkunç bir bela sarıyorsun. Ama, doğrusu, bunun ne çeşit bir
bela olduğunu hiç... Beni dinliyor musun?"
"Evet."
"Bu öyle bir bela olabilir ki, otuz yaşına gelince, bir barda
oturur, içeri girenlere bakar ve üniversite takımında futbol
oynamış gibi görünen herkesten nefret edersin. Ama belki de,
"Bu, onunla aramızda bir sırdır," diye konuşan insanlardan
nefret etmeye yetecek kadar eğitim de almış olabilirsin. Ya
da, sonunda bir şirket bürosunda, en yakınındaki sekreter kıza
zarf açacağı fırlatabilirsin. Bilmiyorum. Sözü nereye
getirmeye çalıştığımı anlıyor musun, acaba?"
"Evet, efendim."
"Emin misin?"
"Evet."
"Evet efendim."
Sevgili Phoebe,
Çarşamba gününe kadar bekleyemeyeceğim, herhalde
bugün akşamüstü otostopla batıya doğru yola çıkacağım.
Gelebilirsen, saat on ikiyi çeyrek geçe Sanat Müzesi’nin
kapısında buluşalım, Noel harçlığını sana geri vereceğim.
Fazla harcamadım.
Sevgiler, Holden
"Evet."
"Yoo."
"Aa, bilsen iyi olur. Çok ilginç. Ölülerin yüzlerini gizli bir
kimyasal maddeye batırılmış bezlerle sararlarmış. Bu yolla
ölüler mezarlarda yüzleri çürümeden binlerce yıl
kalabiliyorlarmış. Bu gizli maddeyi Mısırlılardan başka hiç
kimse bilmiyor. Çağdaş bilim adamları bile."
Mumyaların bulunduğu odaya girebilmek için, duvarları
firavun mezarlarından getirilmiş taşlarla döşeli çok dar bir
geçitten geçmek zorundaydınız. Oldukça ürkütücü bir yerdi,
bu iki uyanığın da bu işten pek hoşlanmadıklarını
anlıyordunuz. Felaket sokulmuşlardı bana, hiç konuşmayan
çocuk resmen koluma yapışmıştı. "Hadi, gidelim," dedi
ağabeyine. "Ben zaten görmüştüm. "Hadi, hey." Döndü ve
sıvıştı.
"Hayır."
"Evet."
"Biliyorum."
"Biraz giyebilirsin."