You are on page 1of 12

Kâdî Abdülcebbâr’da Allah Teâlâ’yı Bilme ve Taklidî man

Knowing Allah and Imitative Faith According to Qadi 'Abd Al-Jabbar

Sefa BARDAKÇI•

Özet
man üzerine birçok ara tırma ve makaleler yazılmı tır. Bunların her birinin farklı yönlerden ele
alındı ını bilmekteyiz. Taklit incelenirken imana temas edilmi , iman incelenirken taklide yer verilmi , nazar ve
istidlâl incelenirken imanın nazar ve istidlâle olan ihtiyacı gündeme gelmi tir.
Bu makalede, imanda taklidin geçerli olup olmadı ı, Mu’tezile mezhebinin ileri gelen
temsilcilerinden Kâdî Abdülcebbâr’ın getirdi i yorumlar çerçevesinden incelemeye çalı ılmaktadır. Bununla
birlikte Mâtürîdî kelam okulundan en-Nesefî ve E ’arî okulundan el-Bâkıllanî’nin konu ile ilgili görü lerine
mukayese amacıyla ba vurulmu tur. Kâdî Abdülcebbâr, imanın sahih ve geçerli olması için ki ide Allah
bilgisini art ko maktadır. O, taklidin din açısından son derece ve mukallidin imanının geçerli olmadı ını ileri
sürmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kâdî Abdülcebbâr, man, Mukallit, Allah bilgisi, Taklit, Mu’tezile.
Abstract
There are many research projects and articles on faith. We know that each of them can be discussed
from different aspects. When studying imitation, the faith is dealt with and vice versa. While studying view and
deduction, the necessity of both for the faith come up.
This article discusses the reasons hampering the imitation in faith. In this topic, the comments of
Qadi 'Abd al-Jabbar, who is considered among leading figures of Mutazilah, on imitators’ faith have been dealt
with. Additionally, some comparisons have been done between his views and Nasafi’s from Maturidi School
and Baqillani’s from Ash’ari School. This study includes wide explanations on Abd al-Jabbar’s rejection of
imitator’s faith because of his condition of knowledge of Allah for the real faith.
Key Words: Qadi '
Abd al-Jabbar, faith, imitator, knowledge of Allah, imitation, Mutazilah

Kâdî Abdülcebbâr’da Allah’ın Bilinmesi, Nazar ve Taklit


Allah Teâlâ’nın Bilinmesinde Nazarın Önemi
Kâdî Abdülcebbâr’a (415/1025) göre Allah Teâlâ’nın insana vâcip kıldı ı ilk ey, Allah Teâlâ’yı
bilmeye götüren dü ünmedir. Zira Allah Teâlâ, zorunlu (ıztırârî) bilgi veya mü ahede yoluyla de il,
tefekkür ve akıl yoluyla bilinir.1 Neden nazarla Allah Teâlâ’nın bilinmesinin vacip oldu u konusuna
gelince, Allah Teâlâ’yı bilmemekten dolayı insan, O’na isyan etmi olur, sonunda da helâki hak eder. Ona
göre, vâcibin ifası için iki durum vardır: Muhayyer olan vâcipler ve zorunlu olan vâcipler. Allah’ın
bilinmesinin vacipli i, terk edilebilen muhayyer olan vâciplerden de ildir. Zira Allah’ı bilmenin
makamına hiçbir ey geçemez. Bu sebeple Allah Teâlâ’yı bilmeyi terk eden ki i zem olunur.2
Kâdî Abdülcebbâr’dan anla ılan odur ki insanın masiyetten uzakla ıp iyilik yapması için Allah
Teâlâ’yı bilmesi gerekir. Nazarın din içerisindeki di er vaciplerden daha mühim olması ve taklitten
kurtulmak için öncelikle nazar bilgisine sahip olmak gereklili i, ister söz ister fiil olsun amellerin ancak
Allah Teâlâ bilindikten sonra bir anlamının olmasından dolayıdır. Buna göre insanın kim için namaz
kıldı ını bilmeden namaz kılmasının hiç de anlamı yoktur.


Dr.
1
Kâdî Abdülcebbâr, Ahmed, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 39; Allah’ı bilmenin delillerin den birincisi hudüs delilidir. Kısaca
âlemdeki cisimler cüzlerden olu maktadır, bu cüzlerin taksimi mümkündür, fakat bir yerde bu hal durmakta devam etmemektedir,
i te o cevherdir. Her cevhere hareket sükun gibi haller arız olmaktadır, buna da araz denilmektedir. Arazlar de i ken oldukları
için hâdistirler. Cevherler arazlardan ayrılamıyorsa cevherler de hâdis demektir. Cisimler hâdis o halde âlem hâdisitir. Buradan
hareketle bir muhdisin olması gereklidir o da Allah’tır. Muhammed A BDUH -Tarık A BDULHAL M , El-Mu’teziltü, Daru’l-
Erkam, 1987, s. 16.
2
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 43.
104

Kâdî Abdülcebbâr’a göre Allah’ı bilmek için delillerle dü ünmek gerekir. Deliller dört unsurdan
te ekkül etmektedir: Kitap, sünnet, icma’ ve kıyas (akıl).3 Allah’ı bilmek ancak aklın hüccetiyle yapılan
dü ünme ile sa lanaca ından delillerden dördüncü madde di erlerinin önünde yer alır. Ona göre,
dü ünme olmadı ında kitap, sünnet4 ve icmânın do rulu una ula ılmaz, o halde nazar ve istidlâl öncelikli
olmalıdır. nsanın dü ünme yoluyla Allah’ı bilmeye ula ması esas oldu una göre hangi deliller daha
yakındır? Hangi delillerden hareket edildi inde etkilidir? Ula ımı kolay delil hangisi? Bu soruların cevabı
olarak Kâdî Abdülcebbâr insanın kendisi ve mü âhede etti i di er cisimler vasıtasıyla marifetullah
dedi imiz Allah Teâlâ’yı bilmede dü ünme imkânının varlı ını kabul eder. O, insanın kendi nefsinin,
Allah’ı bilmeye ula manın delili olmasını, insanın kendisini en üst düzeyde tamamlanmı bulmasıyla izah
eder.5 Çünkü daha önceleri ne insanın kendisi ve ne de ba kası bu kemal seviyesindeydi. nsan nutfe
halindeyken nasıl olur da en mükemmel seviyeye kendi kendini yükseltir? Buradan anla ılıyor ki dü ünen
bir kimse kendisi gibi insan olmayan bir varlı ın kendisini bu duruma uygun hale getirdi ini anlar, i te O
da Allah’tır.
Ona göre, insanın kendinden ba kasının Allah için delil olması konusunda ise cisimlerin hareket,
sükûn, bütün ve parça özellikleri vardır, bu özellikler hâdislere aittir, hâdislerin de kadîm olmadı ı
bilindi ine göre bunların bir muhdisi olmalıdır, o muhdis de Allah Teâlâ’dır. Arazlarla istidlâl getirmek
istenildi inde önce arazların varlı ını ispat etmek, sonra arazların hâdis oldu unu bilmek, sonra da
arazların bize benzemeyen bir muhdisinin yani fâilinin olması gerekti ini bilmek gerekir ki o da Allah’
tır.6 Mukallit ilerde açıklanaca ı üzere bu dü ünce tarzından uzak kimse oldu una göre taklidin Kâdî
Abdülcebbâr’ca me ruiyeti yoktur.
Mukayese yapmak gerekirse Mâtürîdî âlim Ebu’l-Muîn en-Nesefî (508/1115) mukallit bir
ki inin, imanın rüknü ve hakikati olan tasdiki yerine getirdi ini, bununla birlikte taklit yoluyla delillerden
yoksun kaldı ı ve deliller esnasındaki me akkate katlanmadı ı için sadece sevaptan mahrum oldu unu,
imandan mahrum kalmadı ını belirtmektedir. Nesefî, “(Ey Muhammed!) Onlar (iman etmek için) ancak
kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi
gözlüyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazısı geldi i gün, daha önce iman etmemi veya imanında bir hayır
kazanmamı olan bir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez. De ki: “Siz bekleyin. üphesiz biz de
bekliyoruz”7 ayetinden hareketle azap anında âhidin gâibe delâleti yoluyla ilim hâsıl olmadı ından iman
geçersiz olmu tur, görü ünü savunmamaktadır. O, marifetin bulunmamasından dolayı imanın geçersiz
oldu u tarzında dü ünmez. Nesefî’ye göre Kâdî Abdülcebbâr’da oldu u gibi istidlâlden yoksun olan
imanın sevaptan da yoksun olaca ı muhakkaktır, ama bu, imandan da yoksundur anlamında de ildir.8
Yukarıdaki ayette, imanlarından fayda bulamayanlar, azabı görünce iman ettikleri için
kötülenmektedirler. Hayatta iken taklit yoluyla iman edenlerde böyle bir hal olmadı ından ayette
kötülenenler ile mukallitleri aynı kabul etmek Nesefî’ye göre mümkün de ildir. en-Nesefî’nin görü leri,
mukallidin imanı konusunda Kâdî Abdülcebbâr’ın nerede durdu unun bilinmesi için iyi bir örnektir.
Kâdî Abdülcebbâr, ki inin, hudûs deliliyle marifetullaha ula arak vâcibi ifa etti ini
dü ünmektedir. O, insanın Allah bilgisine ula masını Mu’tezile’ye ait dinin asıllarını bilmesine
ba lamaktadır. Dinin asıllarını bilip uygulamasına göre ki i hakkında ahkâmı derecelendirmektedir.
Mukallidin durumu da aynı derecelendirmeye tâbidir.

3
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 88.
4
Âlemin yaratıcısı oldu unu kabul etmeyenler risaleti de reddetmi lerdir. Çünkü elçi gönderen olmadan elçinin olması muhaldir.
Bardakcı, Sefa, Ebu’l-Muîn en-Nesefî’de Allah- nsan li kisi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamı
Doktora Tezi, Konya 2004, s. 161.
5
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-Hamse, Tah: Faysal Bedir Avn, Kuveyt, 1998, s. 66.
6
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 92.
7
En’am 6/158.
8
Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, C. 1, s. 26.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
105

Mükellefin Bilmesi Gerekli Dinin Asılları


Mutezile mezhebinde dinin asılları, tevhid, adalet, va’d-vaîd, el-menzile beyne’l-menzileteyn,
emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münkerdir.9 Bu asıllar dinin dairesidir. Bunlara muhalefet etmek büyük
hatadır, hatta niceleri bu dinî asıllar sebebiyle kâfir ve fâsık olurlar. Bu esaslara göz atmakta yarar vardır.
1. Tevhid: Tevhid, Allah Teâlâ ezelden birdir, ikincisi yoktur eklindedir.10 Tevhid ilmi ise,
Allah Teâlâ’nın mahlûkattan hiçbirine denk olmadı ının ve sıfatlarıyla yalnız ve tek oldu unun
bilinmesidir. Bu âlemi meydana getirenin varlı ını, ezelde mevcut olup ebedi olarak mevcut olaca ını
bilmektir. O’nun fenâ bulması diye bir ey yoktur. O’nun âciz olması da imkânsızdır. O, ezel ve ebedde
her eyi bilir. O’na cehâlet ârız olmaz. Yine O, olmu u, olanı ve olacak olanı nasıl olacaksa o ekilde
bilir. O ezel ve ebedde diridir, ölüm O’na ârız olmaz. Yine O, i iten ve görendir, i itmek ve görmek için
alet ve organa muhtaç de ildir. Allah Teâlâ hiçbir eye asla muhtaç de ildir. Asla cisimlere benzemez.
O’nun inme, çıkma, nakil, de i me, bütünle me, ekil ve aza gibi sonradan olanlara ait niteliklere asla
ihtiyacı yoktur.11 O, hareket, sükûn, tat, renk, koku gibi arazlara da benzemez. Kıdemde bir ve evvelde
O’nun ikincisi yoktur. O’nun dı ındaki her varlık, mutlak anlamda muhtaçtır. Bunların hepsini bilmek
demek Kâdî Abdülcebbâr’a göre tevhîdi bilmek demektir.
Söz konusu aklî delilleri Mâtürîdî (333/944), ki inin, itikadını Hz. Peygambere dayandırması,
âlemin hudûsü konusunda yaratıcı varlı ı ve O’nun birli ini aklî delille bilmesi eklinde açıklamaktadır.
mam E ’arî (324/935) ise, kalbî tasdîkle birlikte hasımlarla mücadeleye güç yetirmesi ve üpheleri
bertaraf etmesini yeterli görmektedir.12 Kâdî Abdülcebbâr bu sınırı daha geni tutmaktadır.13 E ’arî olan
Bakıllanî (403/1013) de mükellefin ilk görevinin marifetullah oldu unu belirtmektedir.14 Görüldü ü üzere
Allah bilgisinin gereklili i konusunda ortak alan olu maktadır. Bununla birlikte marifetullah bilgisine
sahip olmayanların imanının geçerlili i konusunda farklılıklar gözükmektedir.
Kâdî Abdülcebbâr’a göre Allah hakkında ilk bilinecek O’nun kâdir olu udur. Sebebiyse fiilin,
fâilin varlı ını; fâilin varlı ı da fâilin kudretinin varlı ını ispat eder olmasıdır.15 Mukallit ise bu tür
istidlâlden mahrumdur. Abdülcebbâr’a göre mukallidi bu konu içinde incelemek bile zâittir.
Ebu Hanife (150/767), Ebu’l-Hasen el-E ’arî ve Mâtürîdî imanın tasdîk oldu u görü ünde
olduklarından tasdîke sahip olanın mü’min oldu unu kabul etmi ler, Allah Teâlâ’yı nazar ve istidlâl
yoluyla bilme artını getirmemi lerdir.16 Bununla beraber mam Mâtürîdî’nin nazara temayüllü oldu u
ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir.17
Kâdî Abdülcebbâr’a göre tevhidi Allah’tan nefyeden kâfir olur.18 nsanın iman sahibi olmasında
bu özellikleri nazar ve istidlâli gereklidir. Fakat mukallitle ilgili Kâdî Abdülcebbâr’da do rudan nazar ve
istidlâl yapmamaktan dolayı kâfir olur diye bir hükme rastlanılmamaktadır.
2. Adâlet: Kâdî Abdülcebbâr’da kavram olarak adâlet, Allah’ın bütün fiillerinin güzel oldu unu
kabul edip kötü eylerden O’nu tenzih etmektir. Kâdî Abdülcebbâr, insanın fiillerinden olan zülüm ve
di er her türlü kötünün Allah’ın yarattı ı eylerden olmadı ını bilmek gerekti ini belirtir. Kim Allah’a

9
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 122.
10
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-Hamse, s. 67; Nesefî, Ebu’l-Muîn Nesefî, Bahru’l-Kelâm Fi Akâidi Ehli’l- slam ( slam
nançları ve Mezhepler Arasındaki Görü Farkları), Ter: Cemil Akpınar, Rabıta Yayınevi, Konya 1977, s. 33.
11
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-Hamse, s. 68; en-Ne ar, Ali Sami, Ne ’etü’l-Fikri’l-Felsefî Fi’l- slam, Daru’l-Maarif, 9. Baskı,
Kahire, 1988, C. 1, s. 422.
12
Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, s. 29. E ’arî, nakli hakem kabul etmekle birlikte taklit konusunda Mutezile’ye yakla mı , fakat
Mutezile ise aklı erî hükümlerde hakem olarak tanımı tır. Taftazanî, Ebu’l-Vefa, Kelam lminin Belliba lı Meseleleri, s. 175;
bu yakla ım E ’arî’nin Mutezile etkisinde kaldı ı anlamında de ildir. Güne , Kamil, ‘E ’arî’de Mukallidin Îmânı’, Marife
Dergisi, 7. Yıl, S. 2, Güz 2007, s. 22.
13
Mutezile mezhebi do ası itibariyle, tarihte aklî ekollerden sayılmı tır. Kelâm bahislerinde aklı hakem kılmı lardır. Dü ünce
bakımından hür olup taklîdin etkisinde kalmamı lardır. Taftazanî, Ebu’l-Vefa, Kelam lminin Belli Ba lı Meseleleri ( lmu’l-
Kelâm ve Ba’du Mü kilâtihi), Ter: erafeddin Gölcük, Kayıhan Yay., stanbul, 1980, s. 54.
14
Bakıllânî, Kadı Ebubekir, el- nsaf, Tah: Muhammed Zahid b. el-hasen el-Kevserî, el-Mektebetü’l-Ezheriyyetü li’t-Türas, 2000, s.
13.
15
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 151.
16
Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, C. 1, s. 25.
17
Tunç, Cihat, Sistematik Kelâm, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 1994, s. 75.
18
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 125.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
106

zulüm ve sefeh izafe ederse o adâlet sözünden dı arı çıkar. Allah Teâlâ, kâfire kudret vermeden iman
sorumlulu u teklif etmez. O, kuluna gücünün yetmedi ini yüklemez. Allah Teâlâ tarafından olmaksızın,
kâfirin küfrü tamamen kendi iradesiyledir. Allah masiyetleri dilemez, irade etmez, seçmez ve razı olmaz.
Tam tersine O, onları kerih görür. Ancak Allah Teâlâ itaatten razı olur, diler, seçer ve onu sever.
Babalarının günahları sebebiyle mü rik çocuklarına Allah azap etmez. Çünkü ayete göre “herkes ancak
kesb etti ini alır.”19 Ba kasının günahından dolayı kimse azaba u ratılmaz. Bu, kötülüktür, Allah ise
kötülükten beridir.20 Allah’ın hükmünde fayda dı ında hastalandırmak ve hastalı ı uzun sürdürmek câiz
olmaz. Kim O’na zulmü câiz kılarsa mantıksızlık nispet etmi demektir. Allah, insanlara uysunlar diye
hakkı gösterdi, kaçınsınlar diye de batılı gösterdi. Helak olan ancak beyyine ile helak olur. nsandaki
nimetler hep Allah’tandır. “Sizinle her ne nimet varsa Allah’tandır”21 ayeti de ona i aret etmektedir.
Bunların hepsini bildi i zaman adâlet artını yerine getiren ki i Kadî Abdulcabbar’a göre âlim olur.
Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren nazar ve istidlâl bu konuları da içermektedir. E er ki i, Allah’a
zulüm, çirkin ve kötü eyleri izafe ederse kâfir olur.22
3. Va’d ve vaîd: Taklit konusunda Kâdî Abdülcebbâr’ın titiz davrandı ı bir husus da va’d-vaid
konusudur. Allah’ın itaat eden kimseye sevap; isyan eden kimseye de azap verdi i hususu kullar
tarafından bilinmek zorundadır. Bu konunun da taklidi olarak bilinmesi ona göre kabullenilemez. Va’d ve
Vaîd kesinlikle gerçekle ecektir, zira Allah Teâlâ katında söz de i mez. O’nun kendi va’d ve vaîdine
muhalefet etmesi dü ünülemez. Kâdî Abdülcebbâr’a göre, Allah’ın vaîdinden dönmesi mümkün de ildir,
bu konuda Mürcie kesin bir yanılgı içerisindedir. Zira Allah’ın haber verdi i eyde yalan olamaz.23
Bundan dolayı Allah’ın açık tehdidine maruz kalmı birisi için bu tehdidin ortadan kalması anlamına
gelen efaatten söz edilemez.
Kâdî Abdülcebbâr’a göre, Allah, va’d ve vaîdine muhalefet eder, demek küfrü gerektirir. Fakat
Allah’ın açıktan beyan etmedi i va’d ve vaîdler konusunda ise insan hatalı sayılır.24
4. el-Menzile Beyne’l-menzile: Büyük günah i leyen kimse, mümin birisi gibi de ildir, çünkü
bu kimse lanetli ve kendisinden uzak durulması istenen kimse durumundadır; fakat kendisiyle izdivaç
yapılmayan Müslüman mezarlı ına gömülmeyen bir kâfir gibi de de ildir. Haricilerde büyük günah
i leyen kâfirdir; Mürcie’de mümindir. Kâdî Abdülcebbâr’a göre ise böyle bir ki i, her ikisinin hilafına el-
menzile beyne’l-menzileteyndedir; ne mümin ne kâfir konumunda, ikisinin arasında bir yerdedir.
Kâdî Abdülcebbâr, sahib-i kebirenin puta tapıcılarla aynı olarak kâfir gibi görülmesini yanlı
görür, çünkü Peygamber ve ashabında onları kâfir gören bir anlayı a rastlanılmamı tır, der. Sahib-i
kebireye müminlere yapılan tazim ve saygıyı göstermek gerek, ama fasık demek gerekir diyenlerin
görü ünü de Kâdî Abdülcebbâr kabul etmemektedir. Hatta ne kâfir ne mümin kabul edip sadece mü’min
ismini mecaz olarak veren kimseleri bile hatalı saymaktadır.25
5.Emri Bi’l-maruf: yili i emretmek iki konudadır: Birincisi, farzları emretmek, ikincisi,
nafileleri emretmektir. Münkerin ise hepsinden nehyetmek vâciptir. Çünkü münkerin hepsi kötüdür.
Kâdî Abdülcebbâr’a göre emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerin Allah’ın emri oldu unu kabul
etmeyen kâfir olur. Fakat artlar olu madı ından dolayı ondan uzak kalan hatalıdır.26 Bu görevi,
yöneticilerin varlı ı artına ba layan kimse de hatalı hükmündedir.
Mükellefin bunlardan ancak tevhît ve adâlet olanı bilmesi vâciptir. Di erleri âlimlerin yoludur.27
O halde tevhît ve adâlet maddelerinin ümûlündeki Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren nazar ve istidlâl her

19
En’am, 6 /164.
20
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-Hamse, s. 69.
21
Nahl 16/53.
22
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 125.
23
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-Hamse, s. 70.
24
Mutezile’ye göre büyük günah i leyen ebedî cehennemdedir. Bu sebeple insan Allah Teâlâ’nın vad ve vaîdini imdiden bilerek
tutumunu belirlemelidir. Gölcük, erafeddin, Kelam Tarihi, Ki iler Görü ler Eserler, Esra Yay., Konya 1992, s. 47.
25
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 126.
26
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 126.
27
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 123 ve 127.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
107

mükellefi ilgilendirmektedir. Fakat bunun sınırı da be usulün giri inde beyan edildi i gibi kâfir, fasık,
hatalı eklinde tayin edilmektedir.
Kâdî Abdülcebbâr ve Mutezile ileri gelen mensuplarının tercüme i inde yo unlu u veya gayri
Müslimlerle temaslarından dolayı olsa gerek, onlar, taklide art koydukları tasdik için ‘emin olma’
maddesiyle ki i üphelerden uzak kalma ve hasımla tartı mada ma lup kalmama halini öngörmektedirler.
Hâlbuki Nesefi’nin ‘haberi sadık, ki inin ondan habersiz olmasıyla ilim olmaktan dü mez’28 dedi i gibi
gayri Müslim’le tartı masında ki i, tartı mayı sürdüremese de hakikat zayi olmayacaktır, zira ki i
tartı mayı sürdüremese de tasdikini kaybetmemi tir.
Lügatte Nazar
Dü ünme ile ilgili nazar kelimesinin anlamında “Devenin nasıl yaratıldı ını dü ünmüyorlar
mı?”29 âyetindeki nazar kelimesi tefekkür anlamında kullanılmı tır. Nazar kelimesinin kalb yoluyla
tefekkür, bahs, teemmül, tedebbür, rü’yet gibi anlamları da vardır. Nazar, dünya ve din i lerinde dü ünme
olarak iki ekilde gerçekle ir. Din i lerindeki nazar iki ekilde olabilir. Birincisi üphelerin halli için,
ikincisi de bilgiye ula mak için deliller hakkında dü ünmek. te burada kast olunan nazar da budur.
nsanda temelde meydana gelen zarûrî bilgi iki kısımdır: Tekâmül etmi akıl içinde sayılan bilgi
ve tekâmül etmi akıl içinde sayılmayan bilgi; Zeyd’i önceden görme bilgisi gibi. Bu bilgi mü âhede
edildi inde ispat edilen ve edilmeyen diye iki ekilde ortaya çıkar. Tekâmül etmi akıldaki bilgi ise
habere istinat eden ve haber dı ında bir eye istinat eden diye iki ekilde tezahür eder. Habere istinat
etmeyen zât bilgisidir ki, mevcut veya madumdan müte ekkildir. Mevcûdun ise, kadîm veya muhdes
olması muhtemeldir, Allah Teâlâ’nın zâtı kadîm olmakla mevcuttur. Habere istinat eden bilgi, fiilin
fâiliyle ilgili bilgi, buradan hareketle husun, kubuh gibi fiilin hükümlerini bilmeye ula ılır. Mü âhede ise,
duyularla idrak etmektir, özellikle görme için kullanılır.30 Allah dünyada teklifin bekasından dolayı
zaruret yoluyla bilinmez. nsanların zaruret31 yollu do rudan Allah’ı ö renmi olması dünyada konulan
iyilerin ve kötülerin imtihan edilmesi ilkesine ters dü mektedir. Kâdî Abdülcebbâr, Allah Teâlâ âhirette
zarurete binâen bilinir diyenlere, hayır zaruretle bilinen ancak zaruretle bilinir, delâletle bilinen de
delâletle bilinir, diye kar ılık vermektedir. Ayrıca dünyada zaruretle bilenler vardır onlar peygamberler,
salihler ve evliyalardır, der. Sonuçta Kâdî Abdülcebbâr, Allah bilgisinin zaruri de il iktisabîi yani nazar
ve istidlâlle elde edilen bilgi oldu u hükmüne varır.32 Mutezile’den Abbad b. Süleyman’a göre ise,
Allah’ı bilmeyenin bütün fiilleri küfürdür, der.33 Abbad’a benzer olarak, Ebu’l-Huzeyl el-Allaf (235/850),
taat, ancak Allah Teâlâ’yı bilip O’na tekarrub amacıyla yapıldı ında caizdir, bunun harici sahih de ildir34
der. Bu tanımlarla mukallidin imanının Mutezile katında caiz görülmesi imkânı kalmamaktadır.
Allah’ı bilmek zaruri yolla de ilse, Mâtürîdî’nin de dedi i gibi,35 O’nu bilmek nazar ve istidlâl
yoluyladır denilir. Fakat Mâtürîdî’nin, bilgisizli in tekzip anlamına geldi ini kabul etmemesi, onu Kâdî
Abdülcebbâr’dan ayırmaktadır.36 Çünkü bilginin zıddı cehalet, tasdikin zıddı ise tekziptir. Bu sebeple
taklide taraftar olmamakla birlikte Mâtürîdî, bilgisizli in küfre de sebep olmadı ının i aretini
vermektedir.

28
Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, C. 1, s. 38.
29
Ga iye 88/17.
30
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 51.
31
Akıl ilim elde etme araçlarındandır. Aklın bilgi sahibi olması bedihi bilgilerden dolayı bilmesi zaruri bilgidir. Çalı arak kazanılan
bilgiler ise istidlâlidir. Yani istidlâli bilgi kesbidir. Nesefi, Ebu’l-Muîn, Kitabü’t-Temhid li Kavaidi’t-Tevhîd, (tah.: Ceybullah
Hasan Ahmed), Daru’t-Tıbaati’l-Muhammediyye, Ezher, 1986, s. 121.
32
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 52.
33
E ’arî, Makâlât, s. 304.
34
Ba dadî, Abdulkahir, Kitabü’l-Milel ve’n-Nihal, Tah: Elbir Nasrî Nadir, Daru’l-Me rik, Beyrut, 1987, s. 90.
35
Matûrîdî, Ebu Mansur, Kitabü’t-Tevhîd (Kitabü’t-Tevhîd Tercümesi), (çev.: Bekir Topalo lu), SAM Yay., Ankara 2002, s.
174.
36
Matûrîdî, Ebu Mansur, Kitabü’t-Tevhîd, s. 496.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
108

Lügatte ve Istılahta Taklit


Lügatte kılıcı ku anma ve i i üzerine alma37, birisinin birinin bo azına halka takması, kurbanlık
hayvanın bilinmesi için boynuna su kabı kulpu takılarak ni anlamak,38 valilerin görev (boynuna takması)
üstlenmesi,39 dinde taklit40 ve “tekallede: giydi” anlamında kullanılmaktadır.41
Taklid, bir insanın, delili hakkında dü ünme ve akıl etmeden ba kasının söz ve davranı ına tâbi
olmaktır. Lügat anlamından hareket edildi inde sanki tâbi olan ba kasının söz ve davranı ını boynuna
takmı gibi olmaktadır.42 Sahabeye tâbi olmak, ekil olarak taklit sayılır, yine de bu ekil taklit, itikadı
câzimden (tam inanç) kabul edilir. Bu ekilde yorumlanması yazı ve naklin çok geli mi olmamasına
ba lamak uygundur. Günümüzün geli mi artlarında bile bir haberin ula madı ı anda o haber gelene
kadar bilinen bilgi üzere hareket edilmesi gibi slam’dan söz edildi inde Kur’an’ın herkesin elinde
bulunmayı ı, hâfızların her yerde hazır olmayı ı sebebiyle sahabeyi taklid, Kur’an’ın veya Peygamberin
haberini tabiûnun taklid ile kabullenmesi eklinde görülmelidir.
Bu durum gibi, Yahudî ve Hıristiyanların, kitaplarında bilgiler yazılı olmadı ından seleflerinin
davranı ı eklinde nesilden nesle teslim aldıkları eyi devam ettirme taklidi vardır.43
Kelâm ilminde taklit, bir insanın, delili hakkında dü ünme ve akıl etmeden ba kasının söz ve
davranı ına tâbi olmak, bu fiili i leyen kimseye mukallit denilmektedir. Mukallit onun söz ve fiilini kendi
malı kılmı ve sorumlulu unu üzerine almı tır.44 Mukallit aklî ve naklî delile ihtiyaç duymaz.45
Allah’ın Taklidî Olarak Bilinmesi
Allah, taklit yoluyla bilinir mi? Kâdî Abdülcebbâr’a göre, taklit ba kasının sözünü ondan hüccet
ve delil istemeksizin kabul etmek demektir. Hatta ona göre taklit, boynuna taktı ı gerdanlık gibi
ba kasının sözünü gerdanlık edinmektir. Dolayısıyla Ebu’l-Muîn Nesefî’nin de katıldı ı gibi46 ilim
olmayan bu tarzı, ilim edinme yolu edinmek câiz kılınamaz. Allah’ın bilinmesi konusunda ifade edildi i
gibi ilim kitap-sünnet, mü âhede, nazar, istidlâl yollarından biriyle elde edilir. Taklitte ise bunlardan her
hangi biri bulunmamaktadır. Bu sebeple Kâdî Abdülcebbâr da taklidi ilim edinme yollarından
saymamı tır.47
mam E ’arî, Kâdî Abdülcebbâr gibi nazar ve ara tırmanın insanlar tarafından a a ılanmasını
uygun görmemektedir. Ço u kimse nazar ve ara tırmadan kaçarak taklide yönelmektedir diyen E ’arî
onların Kelâm ilmindeki hareket, sükûn, cisim, araz, renkler, yönler, cüz ve Allah Teâlâ’nın sıfatlarını
dalalet olarak gördüklerini belirtmektedir.48 Bu haliyle E arî, Kâdî Abdülcebbâr’a yakla maktadır. Fakat
o, Kâdî Abdülcebbâr gibi nazar ve istidlali terk eden kimseye ‘mümin de il’ ifadesini kullanmıyor. E ’arî,
nazar ve istidlâli kullanmayan kimseyi mümin saymakla Matürîdîlere yakla maktadır.49
Mukallidin imanı konusunda Mürcie iki görü ta ımaktadır: Birincisi, nazar olmaksızın iman
sahibi olanın imanı yoktur. kinci fırka ise nazarsız tevhîde imanın iman oldu u görü ündedir.50

37
bn Side, Ali b. smail b. Side, el-Muhkemü ve’l-Muhitu’l-Azami, Tah: Abdüssettar Ahmed Ferrâc, Mahedü’l-Mahtutati’l-
Camiati’d-Düveli’l-Arabiyye, 1958, C. 6, s. 192.
38
Halil b. Ahmed, Ebu Abdurrahman, Kitabü’-Ayn, Tah: Mehdî Mahzumî- brahim es-Samarâî, trsz., C. V, s. 117; Ebu’l-Hüseyin
(390/), Ahmed b. Faris b. Zekeriyya, Mucemu’l-Mekayisi’l-Lu a, Abdüsselâm Muhammed Harun, Daru’l-Fikir, 1989, C 5, s. 19.
39
Butrus, Kitabü’l-Muhîti’l-Muhît, s. 1749.
40
Cevherî (393), smâil b. Hammad, es-Sıhah, Tah: Ahmed Abdulgafur Atar, Daru’l- lim, Beyrut, 1984, C. 2, s. 527.
41
Zebidî, Muhammed Murtaza el-Hüseynî, Tâcü’l-Arûs, Tah: Abdüssettar Ahmed Ferrac, Turasü’l-Arabî, Kuveyt, 1981, C. 7, s.
68.
42
Cürcani, Allame Ali b. Muhammed, Tarifat, Mektebetü Lübnan, Beyrut, 1985, s. 28.
43
Butrus, el-Büstânî, Kitabü’l-Muhîti’l-Muhît, Üniversite of Toronto, 1867, s. 1750
44
GÜNE , Kâmil, ‘E ’arî’de Mukallidin manı’, Marife Dergisi, Yıl 7, S. 2, Güz 2007, s. 8.
45
YÜCEDO RU , Tevfik, ‘Mukallidin Îmânı’, Uluda Üniversitesi lahiyat Fakültesi Dergisi, C. 14, S. 1, 2005, s. 23.
46
Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, s. 23.
47
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 61.
48
E ’arî, ebu’l- Hasen, Risâletü fi stihsani’l-Havz fi lmi’l-Kelâm, (tah.: Ri art Yusuf), Meclisü Dairati’l-Maarif, Haydarabat, h.
1344, s. 88.
49
Ka ıkçızade, Ali Rıza, mdadü’l-Müslimîn Fi Beyani Akaidi’l-Müslimîn, Sebat Matbaası, Konya, s. 35.
50
E ’arî, Makalât, s. 207.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
109

Sâbûnî’ye göre Ehli Sünnet mukallidin imanını sahih görür. man esaslarına itikat etmi olan kimse
bunları delilsiz ikrar etmi tir. Ona göre Mutezile, mukallidin imanını kabul etmemi , onun mümin
olmadı ını belirtmi tir. Sabûnî, E ’ari’nin, mukallidin mümin oldu u görü ünü nakleder; ona göre
mukallit maksadına ula mı tır, zira amaç hidâyete ula maktır. Bu kimse delilsiz Mekke yoluna girip
sonunda delille oraya varan kimsenin haline varır. Mukallidin imanında ümmetin icmâ’ı vardır. Bu
icmâ’ya muhalefet etmek bidattir.51
Halîmî ise daha ba ka yakla arak Kelâm ilminin Müslümanlar arasında geli mesine yol açacak
tarzda Allah dü manlarına kar ı hazırlıklı olmak maksadıyla kelamı te vik ediyor. Bazı ilk dönem
âlimleri Hz. Peygamberin mucizesiyle yetiniyorlardı. O dönemde Kelamla u ra anlar, bunun makul
olmadı ını iddia ederek Allah’ı nazar ve istidlâl yoluyla ispat ediyorlardı.52
Mezhep Sahiplerini Taklid
Mukallidin ilim sahibi olmaması sebebiyle Kâdî Abdülcebbâr nazarında mezhep seçme yolunda
bile ba arısız oldu una hüküm olunur.
Mukallit, mezhep sahiplerinin hepsini taklit edecek birikime sahip de ildir. Mezheplerin hepsini
taklit ise zıtların hepsini birle tirmeye sebebiyet verece inden uygulamada sorun çıkaracaktır, o halde
caiz olamaz.
Ayrıca mukallit, mezheplerden birini tercih edecek bir irade erginli ine de sahip de ildir, çünkü
kendisinde meziyet ve ihtisas yoklu u sebebiyle onlardan tümünü bırakıp sadece birini taklit edemez. O
halde Allah Teâlâ’yı bilme gücüne kendi nefsinde ula amayan kimsenin bir inanç mezhebini taklidi
uygun de ildir.
Kâdî Abdülcebbâr’ın de erlendirmesiyle Mezhepleri bu sebeplerle taklit etme diye bir ey
olamayaca ına göre geriye sadece nazar ve istidlâl yoluyla Allah bilgisine ula mak zorunlulu u
kalmaktadır.53
Züht ve Fakîrâne Ya am Taklit Nedeni midir?
Mukallit, taklit için meziyeti olan birisine yönelmektedir. Kendince veya toplumun kanaat
sahiplerince öhret bulmu olan kimseleri ara tırıyor. Seçti i kimsenin görü , inanı ve uygulamalarını
kabul edip hayata geçiriyor.
Kâdî Abdülcebbâr, zühdün ve fakirâne ya amanın hak göstergesi olmadı ını belirtmektedir. Ona
göre züht ve fakirâne ya ama eklini benimsene durumu, taklid edilmeye sebep olmu olsaydı
Hıristiyanlardan ruhbanca ya ayan nice züht sahibi ve ruhban hayatı ya ayan kimseler var ki onlar taklit
edilmeye layık olurlardı. Gerçekte onlar, zahitçe ve fakirâne ya amalarına ra men batıl yoldadırlar.
Ba ka bir açıdan ele alındı ında bu, ne kadar zâhit ve âbid insan varsa mukallit onların hepsini
taklit edebilir anlamına gelir. Ne var ki hakikatte, bu insanların hepsi taklit edilmeye layık de ildir.
Çünkü bu insanlarda birbirine zıt inanı lar mevcuttur. Sonuçta karar ve seçim imkânsızlı ı do ar.
Mukallit, meziyet veya ihtisası olmaması hasebiyle onlardan birini taklit etmeyebilir. Bu durumda da yine
sadece nazar ve istidlâle ba vurmaktan ba ka çıkar yol olmaz.54
Ço unluk ve Azınlı ın Taklitte Yeri
Ço unluk kavramının insanların inanç, ekonomi, siyaset, moda gibi konularda baskın olma
amaçlı kullanıldı ı tarihî bir gerçektir. Hz. Peygamber mü riklerle slam’ın ilk yıllarında bu hali
ya amı tır. nsanlardan azı temsil edenler kendilerine kar ı ço unlu u elinde bulunduranları taklide
yönelirler.

51
Pezdevî, Usûlü’d-Dîn (Ehli Sünnet Ahlâkı), (çev. erafettin Gölcük), Kayıhan Yay., stanbul, 1980, s. 219.
52
Beyhakî (458), Ebu Bekr Ahmed b. Huseyin, El-Cami li üabi’l- mân, Tah: Abdulali Abdulhamid, Mektebetü’r-Rü d, Riyad,
2003, s. 182.
53
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 61.
54
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 61.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
110

Kâdî Abdülcebbâr, insan psikolojisindeki bu tutuma uygun ço unlu un meziyeti var diyerek
onları taklit edenlere ço unlukta ‘hak’ var denilip azınlık ‘batılı’ temsil eder denilemeyece ini söylüyor.
Kâdî, Allah Teâlâ’nın “Allah bahira, sâibe, vasile ve hâm diye bir ey (me ru) kılmamı tır. Fakat kâfirler
yalan yere Allah Teâlâ’ya iftira etmektedirler. Onların ço u akıl etmezler”55 ayetinde ço unlu u zem
etti ini belirtmektedir. Yine ba ka bir âyette “Biz size hakkı getirdik fakat sizin ço unuz haktan
ho lanmıyorsunuz”56 denilerek ço unlu un kötülendi i hallerin varlı ına i aret edilmektedir. Bu
toplulukların taklide konu olmayan topluluklar oldu u a ikârdır. Buna kar ılık az gruplardan Allah
tarafından methedilenler vardır: “Davut, yemin olsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak
istemekle sana haksızlıkta bulunmu tur. Do rusu ortakçıların ço u birbirlerinin haklarına tecavüz
ederler. Yalnız iman edip de iyi i ler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi.’57; “Nuh’la
beraber zaten pek azı iman etmi ti”58; “Ey Davud âilesi ükredin’ Kullarımdan ükreden azdır”59 âyetleri
bunlardandır.
Birisi, Hz. Ali’ye: “Ey Müminlerin emiri! am ehli çok da olsa batıl üzereler; Irak halkı ise az
olsa da hak üzeredir” deyince Hz Ali: “Bak kom um! Sen bu konuda karma a içindesin. ‘Hak’ insanlarla
bilinmez. Yeter ki sen ‘hakkı’ ö ren, ehli az da çok da olsa onu bilirsin; yine sen ‘batılı’ bil, ehli az da
çok da olsa onu bilirsin” dedi.60 Bu örneklerden hareketle Kâdî Abdülcebbâr, hak ne ise o bulunur, bilinir,
sonra ona tâbi olanlar çok mu az mı diye bakılır, görü ündedir. Herhangi bir hale tâbi olanların hakikat mi
de il mi oldu una bakmadan çok mu az mı diye bakıp sonra çok olanların veya az olanların tercihi,
hakikati seçmek olmadı ı gibi onu taklit etme demek de de ildir.
Kâdî Abdülcebbâr, Hazreti peygamberin, ilk zamanlarda hakkı temsil etmekle beraber azınlıkta
oldu unu, hatta bir hadîsinde “ slam garip ba ladı tekrar garip ba layacak” dedi ini aktararak azın hakkı
temsilinin cevazına delil kılmı tır. Yine az da olsa hakkın üstün olmasına örnek olan bir durum Bizans
topraklarındaki Müslümanların azınlık durumunda olmalarına kar ın hakkı temsil etmeleridir.
Müslümanların ço unlu un Bizanslılar olması hasebiyle hak olmasına hükmedip onları taklit etmeleri
elbette gerekmiyordu.61 Çünkü buradaki nirengi noktası Müslümanların azınlık olmaları meselesi de il
onların hak yolda olmalarıdır.
Sonuçta hak, bazen tek kalırken, batıl ço unluk halinde olabiliyor, bu hal taklidi mecbur kılan
hallerden sayılmamaktadır.
Taklit ve cma
Peygamberin ço unlu u te vik eden hâdislerden hareket ederek ço unlu a uymak taklide girer
mi? sorusunun cevabı da önem ta ımaktadır. Kâdî Abdülcebbâr, buna benzer haberlerin sahih hadis
olması halinde onlara tâbi olmanın gereklili ini ifade etmektedir.
Peygamberden (as.) ‘Kahir ekseriyete tâbi olun’ haberi nakledilmektedir. Bu haber gere i, ilk
anda insan aklına gelen ço unlu u taklit etmenin evlâ oldu unu anlamak îcap etti i görü üdür. Bu
konunun az önce zikredilen ço unluk-azınlıkla ilgili ba lıkla beraber de erlendirilmesi gerekmektedir.
Mutezile Peygamberden gelen mütevatir haberi, kesin delil olarak alır.
Kâdî Abdülcebbâr, cevapta bu hadisin do rulu u halinde bunu anlamının ‘ümmet, erî bir
hükümde icma ederse onlara uymak vâcip olur, onlara muhalefet etmek câiz olmaz, eklinde anla ılması
gerekti ini belirtmektedir.62 Ümmetin bir kısmı sevad-ı azamdan de ildir, onlara ittiba olunur mu
sorusuna kendisi cevap vererek ‘hayır’ demekte; o halde sevad-ı azamla kastedilen ço unluk ne olursa

55
Maide 5/103.
56
Zuhruf 43/78.
57
Sad 23/24.
58
Nuh 12/40.
59
Sebe’ 22/13.
60
Kâdî Abdülcebbâr, el-Mu nî, s. 123.
61
Kâdî Abdülcebbâr, el-Mu nî, s. 123.
62
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 62.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
111

olsun kayıtsız artsız bir ço unluk olmayıp er’î bir hükümde âlimlerin icmaıdır, o da taklidin kar ılı ı
de ildir, eklinde görü ünü ortaya koymaktadır.63
Taklidin Kötülükleri
tikadî konularda taklit, günlük hayatın akı ındaki taklidin sonuçlarıyla aynı telakki olunamaz.
Kâdî Abdülcebbâr’ın yukarıda geçen imanın bir menfaat sa ladı ı bu menfaatin da bir gayret ve çaba
gerektirdi i görü ünde oldu u gibi sa lam sahih bir îman ki iyi ahiret mutlulu una götürecektir. Bu
menfaatin tahakkuku taklitle gerçekle ecek kadar basit olamaz. Onun için Kâdî Abdülcebbâr, taklidin
insanı faydadan mahrum edecek yönlerini dile getirmektedir.
Taklidin kötü oldu unun en güzel örneklerinden biri taklit edilenin âlim olup olmaması
ihtimalidir. man ise ihtimale bırakılacak türden bir konu de ildir. tikadı câzim olması gereklidir. Zaten
taklit edilen kimsenin âlim olmaması onun taklit edilmeye uygun olmadı ı anlamına gelir. Taklit edilen
kimsenin âlim olması durumunda yine iki ihtimalle kar ıla ılır. Bu ihtimallerde âlim, kendisi ba ka
birisinden taklidi olarak ö rendi inin âlimidir veya taklitten ba ka bir yolla ö rendi inin âlimidir.
Yukarıda ifade edildi i gibi burada da yeniden iki ihtimalin varlı ı devreye girecektir. Bu âlimin taklidî
olarak ö rendi i ey câiz olmaz. Bu da mukallidin mukallidi diye teselsül olu turup sonsuza kadar
gidece inden anlamsızdır.64 Âlimin bu yol dı ında bir yolla ö renmesi ise iztırârî veya istidlâli bir yolla
ö renmi tir ihtimali kalmaktadır. ztırarî bilgi geçersizdir, çünkü imanda fayda olması hasebiyle nazar ve
istidlâl sonucu iktisap edilen iman olması gerekmektedir. Dünyada iztırârî olarak Allah’a iman, insanın
imtihan edilmesi sırrına aykırıdır. O halde bu da muhaldir. Geriye sadece istidlâli bilgi kalmaktadır.
Gerçekte ancak nazar ve istidlâlî iman, sahibine ahirette fayda sa lar. Di er ihtimallerin ki iye fayda
getirmekten uzak oldu u görülmektedir. Buradan da taklidin ne kadar kötü oldu u anla ılmaktadır.
Taklidin kötülüklerinden di er biri de mukallidin, taklit etti i kimsenin hatalarından ve kötü
cehaletinden emin olmamasıdır. Bunun, iman olu mamasından dolayı en kötü cehalet oldu u dü ünülür.
Herhangi bir insanın itikadını ansa bırakması uygun dü mez, çünkü ansa bırakılan bir inancın
hata ile ba ba a olup olmadı ı konusunda insan emniyette kalmıyor. Taklit de ansa bırakılan îtikât
etmek gibidir. Taklit edilen ey do ru olur veya olmaz.65 Birçok kere ifade edildi i gibi iman (tasdîk) ek
ve üpheyi kabul etmez.
Hz Peygambere Tâbi Olmanın Taklit Olmadı ı Hakkında
Mutezile’nin çetin akılcılı ının sonucu olarak taklide hiç yer vermeyi i kar ısında kar ıtları, ‘siz
acaba Peygambere uyan insanlar hakkında nasıl dü ünüyorsunuz?’ tarzında bir soruyu yöneltmekten
kendilerini alamamaktadır.
Peygamberlere uymak taklide girer mi? sorusunun cevabı da Mutezile’nin cevaptan vareste
kalamayaca ı bir eydir. Kâdî Abdülcebbâr, Peygamber ve haberinin nazardan sonra geldi ini söyleyerek
kendi görü ünde ısrar etmektedir. Peygambere tâbi olmayı ça ıran Mutezile mezhebi mensuplarına, taklit
konusunda Allah Teâlâ’yı nazar ve istidlâl yoluyla bilme artı getirince, Peygamberi taklit etmeyi câiz
görmü de il miydiniz sorusu yönlendirilmi tir. nsanlar bu sorularıyla ‘Peygambere tâbi olmadı ımızı
dile getiriyordunuz, ama imdi bizi ayıpladı ınız eyin içine, “taklit etmeyin” demek suretiyle soktunuz’
demi oluyorlar. Kâdî Abdülcebbâr bu soruya u ekilde cevap verir: ‘Peygambere tâbi olmanın taklit
olmasından Allah’a sı ınırız’. Çünkü ona göre taklit ba kasının sözünü beyine ve hüccet istemeksizin
kabul etmek demektir. Hâlbuki Kâdî Abdülcebbâr Peygamberin sözünü mucizevî ilmin zuhurundan
dolayı kabul etmektedir.66
Avamın Âlimi Taklidinin Caiz Olmaması

63
Kâdî Abdülcebbâr, el-Mu nî, s. 124.
64
Kâdî Abdülcebbâr, el-Mu nî, s. 124.
65
Kâdî Abdülcebbâr, el-Mu nî, s. 124.
66
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 63.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
112

Kâdî Abdülcebbar avamdan olan kimselerin âlimlere danı malarını telkin etmesinden dolayı
kendisine, ‘Bir kimsenin âlim kimseyi taklit edebilece ini siz demediniz mi diye soru sormalarına kar ılık
buna o, ‘bunun taklit de il, danı ma oldu u’ eklinde cevaplandırmı tır.
Kendilerinin bu âyeti kerimeyi bilmeyenlerin bilmediklerini ba kalarına sorup ö renmelerinin
cevazı için delil olarak kabul ettiklerini söylemi tir. öyle ki: “Bilmiyorsanız ehline sorunuz.’67 Ümmet
avamın âlime müracaat etmesinde ittifak etmi , bunu taklit olarak de erlendirmemi tir. Bilakis bu durum,
usûlüddinde caiz olmasa da, füru ve ictihat tarikinde caizdir.68
Cisimlerin Hâdis Olmasından Hareketle Allah’ı Bbilmek
Kâdî Abdülcebbar, bilinen istidlâl ekliyle, birincisi, arazlarla Allah hakkında istidlâl
edilebilece ini, bununla tevhid ve adaletin bilinece ini öne sürmektedir. kincisi arazlardan hareketle
Allah hakkında istidlâl eder Allah’ın kıdemini anlarız. Cisimler kadîm olsa Allah’a benzer, kıdem ise
Allah’ın zatî sıfatıdır. Zâtî sıfattaki benzerlik uygun dü mez, çünkü benzerlik, i tiraki getirir Allah ise
temsilden beridir. O halde cisimler kadîm olamaz. Bir ey kadîm de ilse muhdestir. Çünkü ‘mevcut’ iki
vasıf üzeredir; muhdis de ilse, mutlaka muhdes demektir.69
Kâdî Abdülcebbâr, dinin mükellef üzerine farzlarını üçe taksim eder: Birincisi, iman tasdik ve
nübüvveti kabul; ikincisi, âlimlere vâcip olan içtihat, fetva gibi; üçüncüsü, idarecilere farz olanlar.
Yukarıdaki delil Allah’a ula tıran delil olması sebebiyle icmalen de olsa herkese vâcip olan delildir.
Allah aklın bedihî hükümleriyle zaruri olarak bilinmez olunca ve de havassı selime ile
mü âhede de edilemeyince âyetlerine, varlıklara nazar yoluyla istidlâl gerekir. mana konu olan eylere
bu ekilde iman etmek70vâciptir. Fakat Allah’ın zatı hakkında nazar ve istidlâl câiz de ildir.71
manı, ikrar, bilgi ve amel diye tanımladıkları için Mu' tezîle’ye göre taklidi imanın bir kıymeti
yoktur. Onlar imana kendi akılcı sistemleri gere i, bilgiyi de katmı lardır. Yani insan, dil ile ikrar etmek,
iyi ameller de bulunmak ve aklı ile slâm’ın temel prensipleri olan Allah ve Peygamber fikrine ula mak
suretiyle gerçek imana erer. Yoksa mukallidin imanı sahih de ildir.72
Mu’tezile’nin böyle bir inanca sahip olma sebebini iman tanımlarına ba lı olup Ebu Ali
(303/915) ve Ebu Ha im’e (321/933) göre, nafile dı ında farz taatları eda etmek ve kötülüklerden
uzakla mak, Ebu’l-Huzeyl’e göre farz taat ve nafileleri eda etmek ve kötülüklerden kaçınmak… Bu
tanım, aynı zamanda Kâdî Abdülcebbâr’ın kabul etti i tanımdır.73 Günah i leyenin durumu ise ne
Mürcie’nin dedi i gibi mümin, ne de Haricilerin dedi i gibi kâfirdir. O, sadece fasık yani “el-menzile
beynel menzileteyn”dedir. Ona göre sahib-i kebireyi mümin saymak câiz de ildir.74
Mukallit sahibi kebire i ledi i için acaba mümin de il midir sorusuna Kâdî Abdülcebbâr, mümin
ve müslüman kelimeleri lügat anlamından erî anlama intikal etti inde medh ve tazim, hak eden kimseye
isim olmu tur, aralarındaki fark sadece lâfzîdir, meselâ zekât lügatte artma anlamında ama er’î olarak
maldan belli bir kısmı elden çıkarma anlamında olmu tur75 demektedir. Onun bu ifadesinden anla ılıyor
ki taklitçi günah i lediyse mümin ve müslüman de ildir.76
Yine Kâdî Abdülcebbâr, ‘Sizden bir kısmı kâfir bir kısmı mümin’77 âyetinden hareketle insanların
tasnifini ikiye indirmek uygun dü mez deyip sahibi kebire için ayrıca fasık olması uygunsuz de ildir78
deyip üçüncü bir grubun varlı ını kabullenir. Dolayısıyla mukallidin nazar ve istidlâle uyu tarzına göre

67
Enbiya 17/7.
68
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 63.
69
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 95.
70
Bakıllânî (403), Kadı Ebubekir b. Et-Tayyib, el- nsaf, Tah: Muhammed Zahid el-Kevserî, el-Mektebtü’l-Ezheriyyetü li’t-Türasi,
2000, s. 21.
71
Bakıllânî, s. 27.
72
Gölcük, erafettin- TOPRAK , Süleyman, Kelam, Tekin Kitabevi, 1991, Konya, s. 50.
73
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usuli’l-Hamse, s. 708.
74
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usuli’l-Hamse, s. 702.
75
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usuli’l-Hamse, s. 705.
76
E ’arî, Makalâtü’l- slâmiyyîn, s. 205.
77
Tegâbün 64/2.
78
Kâdî Abdülcebbâr, erhu’l-Usuli’l-Hamse, s. 728.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
113

günahı ekillenir. Usul bilgilerindeki kademeye ba lı ahkâm icra edilir. Bu konuda büyük günah i leyen,
Allah’ın vaîdinden dolayı Mutezile katında ebediyen cehennemdedir. Fakat slam’ı seçen büyük günah
sahibi kâfirler gibi azap edilse de Mutezile Kâdî Abdülcebbâr’a göre kâfirler gibi iddetli azap edilmez.79

Sonuç
Mukallidin imanı konusunu Kâdî Abdülcebbâr ba lık yapmadı ını ifade ediyor. Sebebi ise
bunun caiz olmamasıdır. mandan önce ki inin nazar ve istidlâlde bulunması gerekir. Bulunmazsa iman
etmi olmaz. Ona göre, iman etti ini söyleyen kimsenin nazar ve istidlâlde bulunmayı ında hali, duruma
göre kâfir, fasık veya hatalı konumunda olabilir.
Kâdî Abdülcebbâr nazar ve istidlâlde bulunmayan kimsenin do rudan kâfir oldu unu
söylememektedir. Sadece âyetlere kar ı direnen kimseler için bu görü ü dile getirmektedir. Kâdî
Abdülcebbâr, imam Mâtürîdî ve mam E ’arî, mukallidin nazar ve istidlale sahip olması gerekti inde
müttefiklerdir. Kâdî, mukallidin nazar ve istidlâli olmadı ından imanın olmadı ını, Mâtürîdî, mukallidin
tasdîki gerçekle ti inden mümin oldu unu fakat günahkâr oldu unu; E ’arî ise mukallidin nazar ve
istidlâl yoklu unda onu mümin kabul etse de Mâtürîdî’den daha iddetli bir tarzda nazar ve istidlâl talep
etmektedir. Nesefî, Mâtürîdî görü ün temsilcisi olarak mukallidin imanında tasdik hasıl olmasından
dolayı onun sahih iman oldu unu ama istidlâl bakımından eksik oldu u için sahibinin günahkar oldu unu
ifade etmektedir.
Kâdî, ayetlerin teorik temelini mezhebin ana görü ü haline getirmi tir. Aslında ayetlerden
hareket edildi inde nazar ve istidlâlden feragat imkânsızdır.
Peygamber dönemi örnek getirilerek nazar ve istidlâlin olmadı ı iddialarına kar ılık Kâdî
Abdülcebbâr’ın getirdi i tenkitler a ırıdır. Nazar ve istidlâlin Peygamber dönemindeki biçimini analiz
etmesi onun için daha uygun olurdu.
Peygamber döneminde insanlar âyetleri duyup Peygamberin ya antısındaki samimiyeti görünce
Allah’ı tasdikten imtina etmiyordu. Bu da hem nazar hem istidlâl anlamınaydı. Aynı ekilde bir insan
köyde, da da ve saire de ya ıyor, bir âlim ona din anlatıyor, Peygamberden ve mucizesinden bahsediyor,
bu insan da bu âlimin anlattı ı peygamber haberini o ki inin günlük hayatında kar ıla tı ı mütevatir
habere e tutuyor, ardından tasdîk ediyor. Bunlar slam yurdunun mensubu iseler imanları tasdik yerine
geçer. Çünkü bu ki i yıldırım, im ek, ya mur gibi bir takım tabiî olaylarda Allah’a yöneliyor. Ba ka bir
tanrı yoruma sı ınmıyor. Kendisinde ek ve üphe ve isyan olu mamaktadır. te bu tasdiki Matüridîler ve
E ’arîler kabul ederken Kâdî Abdülcebbâr ve Mutezile kabul etmemektedir.80 Yunan’dan yapılan
tercümelerin etkisiyle Mutezile’nin teorik bir din anlayı ına yöneldi ini söyleyebiliriz.81
Mü terek görü u ki, insan aklı yaratıcının zatının künhünü akıl etmekle dü ünmekle bulmaktan
acizdir. Ancak idrake dayalı olanlarla bu tefekkür sınırlıdır.82
Tartı malardan uzak bir yakla ımla insan tevhît ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlü e
u radı ı takdirde, sorup ö renebilece i bir âlim bulana kadar Allah katında do ru olana inanması gerekir.
Böyle birini arayıp bulmakta gecikmesi do ru olmaz. Bu hususta tereddüt edip beklemesi mazur
görülmez. E er do ru olanı bulur da inanmakta tereddüt ederse kâfir olur.83

KAYNAKÇA
Abduh (1323/1905), Muhammed-Abdülhalim, Tarık, Mukaddimetü fi Esbabi’l- htifi’l-Müslimîn ve Tefrîkihim, Daru’l-Erkam,
Kuveyt 1986.
Abduh, Muhammed, Risalet-‘t-Tevhîd, Kahire 2000.

79
E ’arî, Ebu’l-Hasen, Makalatü’l- slâmiyyîn, s. 189.
80
Nesefi, Tebsıratü’l-Edille, c. 1, s. 43.
81
Abduh, Muhammed-Abdülhalim, Tarık, Mukaddimetü fi Esbabi’l- htifi’l-Müslimîn ve Tefrîkihim, Daru’l-Erkam, Kuveyt, 1986, s.
120.
82
Abduh, Muhammed, Risalet-‘t-Tevhîd, Kahire, 2000, s. 52.
83
Ethem Ruhi Fı lalı, Ça ımızda tikadi slam Mezhepleri, Fakülteler Matbaası, stanbul, 1980, s. 37.
Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010
114

Ba dadî (429/1037), Ebu Mansur, Abdulkahir, Kitabü’l-Milel ve’n-Nihal, Tah: Elbir Nasrî Nadir, Daru’l-Me rik, Beyrut 1987.
Bakıllânî (403/1013), Kadı Ebubekir b. Et-Tayyib, el- nsaf, (tah.: Muhammed Zahid el-Kevserî), el-Mektebtü’l-Ezheriyyetü li’t-
Türasi 2000.
BARDAKÇI Sefa, Ebu’l-Muîn en-Nesefî’de Allah- nsan li kisi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamı
Doktara Tezi, Konya 2004.
Beyhakî (458/1066), Ebu Bekr Ahmed b. Huseyin, El-Cami li üabi’l- mân, (tah.: Abdulali Abdulhamid), Mektebetü’r-Rü d,
Riyad 2003.
Butrus, el-Büstânî, Kitabü’l-Muhîti’l-Muhît, University of Toronto, Toronto 1867.
Cürcanî (816/1413), Allame Ali b. Muhammed, et-Tarifat, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1985.
Cevherî (393), smâil b. Hammad, es-Sıhah, Tah: Ahmed Abdulgafur Atar, Daru’l- lim, Beyrut 1984.
Ebu’l-Hüseyin (390/), Ahmed b. Faris b. Zekeriyya, Mucemu Mekayisi’l-Lu a, Abdüsselâm Muhammed Harun, Daru’l-Fikir
1989.
en-Ne ar, Ali Sami, Ne ’etü’l-Fikri’l-Felsefî Fi’l- slam, Daru’l-Maarif, 9. Baskı, Kahire 1977.
E ’arî (324/936), Ebu’l-Hasen Ali b. smâil, Risâletü Fi stihsani’l-Havz Fi lmi’l-Kelâm, Tal: Richard Yusuf Mccarty, Meclisü
Dairati’l-Maarif, Haydarabat 1344.
E ’arî, Ebu’l-Hasen Ali b. smâil, Makalatü’l- slâmiyyîn, (tah: Muhammed Muhyiddîn Abdulhamid, Mektebetü’n-Nehzati’l-
Mısriyye), Kahire 1950.
FI LALI Ethem Ruhi, Ça ımızda tikadi slam Mezhepleri, Fakülteler Matbaası, stanbul 1980.
GÖLCÜK erafeddin, Kelam Tarihi, Ki iler Görü ler Eserler, Esra Yayınları, Konya 1992.
------------------------Gölcük, erafettin- Toprak, Süleyman, Kelam, Tekin Kitabevi, 2. Baskı, Konya 1991.
GÜNE , Kâmil, “E ’arî’de Mukallidin manı”, Marife Dergisi, Yıl 7, S. 2, Güz 2007.
Halil b. Ahmed (175/791), Ebu Abdurrahman, Kitabü’-Ayn, (tah.: Mehdî Mahzumî- brahim es-Samarâî), (?).
bn Side (458/1066), Ali b. smail b. Side, el-Muhkemü ve’l-Muhitu’l-Azam, (tah.: Abdüssettar Ahmed Ferrâc), Mahedü’l-
Mahtutati’l-Camiati’d-Düveli’l-Arabiyye 1958.
Ka ıkçızade, Ali Rıza, mdadü’l-Müslimîn Fi Beyani Akaidi’l-Müslimîn, Sebat Matbaası, Konya (?).
Kâdî Abdülcebbâr (415/1025), el-Mu nî en-Nazarü ve Maarifü, (tah.: brahim Medkür-Taha Hüseyin), (?).
Kâdî Abdülcebbâr, el-Usûlü’l-Hamse, Tah: Faysal Bedir Avn, Kuveyt 1998.
Mâtürîdî (333/944), Ebu Mansur, Kitabü’t-Tevhîd (Kitabü’t-Tevhîd Tercümesi), (çev.: Bekir Topalo lu), SAM Yay., Ankara
2002.
Nesefi (508/1115), Ebu’l-Muîn, Kitabü’t-Temhid li Kavaidi’t-Tevhîd, Tah: Ceybullah Hasan Ahmed, Daru’t-Tıbaati’l-
Muhammediyye, Ezher 1986.
Nesefî, Ebu’l-Muîn Nesefî, Bahru’l-Kelâm Fi Akâidi Ehli’l- slam ( slam nançları ve Mezhepler Arasındaki Görü Farkları),
(çev.: Cemil Akpınar), Rabıta Yayınevi, Konya 1977.
Pezdevî (493/1099), mam Ebu Yusr Muhammed, Usûlü’d-Dîn (Ehli Sünnet Akâidi), (çev.: erafettin Gölcük), Kayıhan Yay.,
stanbul 1980.
Taftazanî, Ebu’l-Vefa, Kelam lminin Belli Ba lı Meseleleri ( lmu’l-Kelâm ve Ba’du Mü kilâtihi), (çev.: erafeddin Gölcük),
Kayıhan Yay., stanbul 1980.
TUNÇ Cihat, Sistematik Kelâm, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 1994.
YÜCEDO RU Tevfik, ‘Mukallidin manı’, Uluda Üniversitesi lahiyat Fakültesi Dergisi, C. 14, Sayı:1, 2005.
Zebidî, Muhammed Murtaza el-Hüseynî, Tâcü’l-Arûs, Tah: Abdüssettar Ahmed Ferrac, Turasü’l-Arabî, Kuveyt, 1981.

Uluslararası Sosyal Ara tırmalar Dergisi


The Journal of International Social Research
Volume 3 / 11 Spring 2010

You might also like