You are on page 1of 178

Ç A Ğ LA YA N YAYINEVİ

Şehir Matbaası — İstanbul


1 9 5 4
BOCCACIO

DEKAMERON
Tercüm e eden:
A. KAH R AM AN

ÇAĞLAVAN VAVINEVİ

Ankara Caddesi 48 — İstanbul


M A R T 1954
ÖNSÖZ

Rönesansı hazırlayan başlıca eserlerden ve dünya


edebiyatının en büyük klâsiklerinden b iri olan Deka-
meron dâhi İtalyan edibi G iovanni Boccaccio tarafın­
dan yazılmış, ilk defa 1353 tarihinde, yani İstanbul'un
fethinden tam bir asır önce neşredilmiştir. E n sürükle­
yici ve rahat okunur rom anları b ir araya getiren seri­
mizin işine altı asırlık bir kitap sokmamızın sebebi bu
eserin şaşılacak b ir canlılık muhafaza etmiş bulunm a­
sıdır. D ekam eron bu tazeliğini herşeyden evvel bir
halk kitabı olmasına m edyu ndu r; yazıldığı gündenberi
edebiyat profesörlerini hayran bırakan bu şaheserin
asıl muvaffakiyeti altı asırdır halkı eğlendirm iş ve dü­
şündürm üş, ağızdan ağıza dolaşarak nesilden nesle geç­
miş olmasıdır.
Dekam eron açık saçıklığıyla meşhurdur. Fakat
eserdeki kabalıklar o devrin realitesini veren unsur­
lardır; sahte bir ulviyet kisvesi altında halkı en iğrenç
surette soyan Katolik Kilisesinin İstibdadına karşı
Boccaccio bu kabalıkları amansız birer silâh gibi k u l­
lanm ıştır. Bu sayede Boccaccio en açık sözlü olduğu
sırada bile zarrf ve nükfecf kalm ış, hlçbfrraman baya­
ğılığa kaçmamıştır.
6
Kitabın kuruluşu gayet enteresandır. Yedi güzel
kadın ve üç yakışıklı delikanlı veba salgınından k u r­
tulm ak için şehir dışında bir şatoya sığınırlar ve bura­
da kaldıkları on gün zarfında birbirlerine hikâyeler an­
latarak eğlenirler. «O n g ü n »' demek olan Dekameron
ismi de buradan gelmektedir.
Çağlayan'ın bu kitabında Dekam eron’un yüz hikâ­
yesinden yirm isini bulacaksınız. Tercüm e serbesttir ve
modern ölçülerde hareketlilik tem ini maksadıyla bazı
kısaltmalar yap ılm ıştır; fakat hikâyelerin bütünlüğü­
nü ve mânâsını bozacak herhangi b ir müdahalede bu­
lunulm uş değildir.
D ekam eron’u masal dinler gibi biraz çocuklaşarak
okumak lâzım dır. Bunu yaparsanız hem eğlenceli bir­
kaç saat geçirir, hem de böyle basit kalıpların içinde
bukadar kıym etli bir öz bulmanın sevincini duyarsınız.

ÇAĞLAYAN Y A Y IN E V İ
GİRİŞ

Doğuştan merhametli ve hassas olduğunuza


hiç şüphe etmediğim siz sevimli kadın okuyucu­
larımı bu kitabın başlangıçta kederlendireceği­
ni düşünmedim zannedilmesin. Ne çare ki feci
hatırası hâlâ yürekleri sızlatan müthiş veba sal­
gınına temas etmedikçe esere başlamanın im­
kânı bulunamadı. Kitabımı sonuna kadar üzücü
bahislerden bahsediyor sanıp elinizden atıver-
meyin. Mümkün mertebe kısaltmağa çalıştığım
mukaddemenin hemen arkasından üzgün ruh­
larınızı zevkle, neşeyle saracak eğlenceli mace­
raların geleceğini vadediyorum.
Meşum veba salgını İtalya’nın en güzel şeh­
ri Floraıısa’ya 1348 yılı ilkbaharında musallat ol­
du. İlletin Şarkta başgösterdiği, her tarafa ya­
yılarak yüz binlerce insanın canına kıydığı bir­
kaç senedenberi biliniyordu. Nihayet denizleri
aşıp Garp ülkesine de sıçrayınca ferasetli ida­
recilerimiz halkı felâketten kurtarmak için lü­
zumlu tedbirleri aldılar. Şehir her çeşit pislik­
ten temizlendi, hastalık şüphesi altında olanların
surlardan içeri girmeleri yasak edildi, kiliseler­
de yanık dualar okunup kalabalık âyinler tertip­
lendi. Fakat bunların hiçbiri fayda vermedi. Yü­
ce Tanrının biz günahkâr kullarını cezalandır­
mak için gönderdiği bu korkunç belâ süratle ya­
yıldı. ilk kurbanlarını yere serdi.
Şarkta burun kanamasıyla başlayan âfet bu­
rada şeklini değiştirmişti. Evvelâ kasıklarda ve
koltuk altlarında şişler pehdahlanıyordu. önce
yumurta kadar olan vc halk tarafından kısaca
8
«ur» diye anılan bu şişler büyüyüp vücudün
başka taraflarına yayılınca hastayı hiçbir ilâcın
ölümden kurtaramadığı anlaşıldı. Bazıları ur çı­
karmadan da ölüyorlardı. Bunlann kollarında,
bacak aralarında siyaha yakm morumsu lekeler
görülüyordu. Hattâ leke bile dökmeden gülüp
oynarken düşüp ölenlere de rastlandığı için en
namlı doktorlar şaşkına dönmüş, tıp ilminin sal­
gına karşı tamamiyle âciz kaldığı meydana çık­
mıştı.
Hastalık, yakaladıklarını en geç üç gün için­
de alıp götürüyordu. Sirayeti için uzun boylu te­
maslara da hacet yoktu. Vebalıların kullandıkla­
rı herhangi bir eşyaya yahut âlete dokunmak kâ­
fi geliyordu. Tehlike yalnız insanları değil hay­
vanları da sarmıştı. Ben bir gün vebadan ölmüş
bir insanın pılıpırtısına iki domuzun yaklaştığım
gördüm. Hayvanlar bunları evvelâ kokladılar,
sonra âdetleri olduğu üzere dişleriyle didikledi­
ler. Arası beş dakika geçmeden ikisinin de ze­
hirlenmiş gibi düşüp öldüklerine hayret ve deh­
şetle şahit oldum.
Yürekleri kaplayan ölüm korkusu gitgide
herkesin yaratılışına göre bir başka tecelli gös­
terdi. Kibar takımının bir kısmı küçük guruplar
halinde birer kenara saklandılar, dünyadan âde­
ta el etek çektiler. Bunlar abur cubur yememek,
diğer insanlarla kabil olduğu kadar az temas et­
mek suretiyle salgından kurtulacaklarına inan­
mışlardı. Aralarında hastalıktan, ölümden, umu­
miyetle kederli şeylerden bahsolunması yasaktı.
Halbuki bir başka kısım, hiçbirşey düşün­
meden kendilerini hayati» gidişine kapıp koyu-
vermişlerdi. Heryere girip çıkıyorlar, ellerine
ne geçerse yiyip içiyorlardı. Sahiplerinin terk*
ettiği konaklar, köşkler bunlar tarafından birer
9
ahlâksızlık yuvası haline getirilmiş, bir saat son­
ra birdenbire düşün ölmek ihtimali hepsini in­
sanlıktan çıkarıp kuduz hayvanlara benzetmişti.
Şehrin nizam ve asayişini temin eden vazifeliler
yanyarıya can verdiği, sağ kalanlar da birer ta­
rafa savuştuğu için ortada rezalete mâni olacak
iıiçbir kuvvet yoktu. Ozamana kadar gerek mad­
dî ve gerekse manevî kayıtlarla baskı altında tu­
tulan ihtiraslar, zaaflar, hayâsızlıklar gemi azıya
almışlardı.
Bu iki kısmın arasında bocalayan bir üçün­
cü zümre daha vardı ki bazan birinciler, bazan
da İkinciler gibi hareket ediyor, kenara çekil­
mişlerin hakikatlere göz yuman garip uyuşuklu­
ğundan usanınca rezaleti gökyüzüne çıkarmış
çılgınların arasına karışıyordu. Böylelerine, çü­
rümüş insan eti kokusundan kurtulmak için lâ*
vantalı mendilleri yahut keskin kokulu çiçekleri
burunlarına tutarak cesetlerle dolu meydanlar­
da serseriyane dolaşırken rastlamak mümkün­
dü.
Halka bir aralık şehirden kaçıp ölümden
kurtulmayı denemek fikri de gelmedi değil. Kıy­
metli eşyalarla dolu evlerini, en iyi dostlarını,
hattâ yakın akrabalarını yüzüstü bırakarak Flo-
ransa’nın civarındaki malikânelerine göç eden­
ler görüldü. Fakat Allahın gazabından bu su­
retle yakayı sıyırmanın imkânsızlığı da az vakit­
te anlaşıldı. Veba bu firarilerden birçoğunu giz­
lenmeğe çalıştıkları yerlerde yakalayıp hakladı.
Can kaygusuna düşen, ölüm korkusuyla
bunalan insanlar İçtimaî hayatın zarurî kıldığı
son vecibeleri de unutmuşlardı. Komşuluk, dost­
luk, hattâ akrabalık bağları, nezaket, merha­
met ve yardımlaşma gibi faziletler az vakitte
bütün değerlerini kaybettiler. Âna babalar ev­
10
lâtlarını, çocuklar ana babalarını, kardeşler kar­
deşleri, karı kocalar birbirlerini arayıp sormaz
oldular.
Kırıla kaça artık hizmetçi ve uşak da bulu­
namıyordu. Dünya üzerinde yapyalnız kalan en
namuslu, en utangaç genç kadınlar hastalık şüp­
hesi karşısında «uşak» diye daha dün sokaktan
tutup getirdikleri ne idiği belirsiz serseri herif­
lerin önünde çırılçıplak soyunmak, en mahrem
yerlerini bunlara göstermek zorunda kaldılar
ki, bunlardan nasılsa ölmeyip kurtulanlar ara­
sında sonraları görülen akıl almaz hayasızlıklar
bu feci günlerin yadigârıdır denebilir.
Melun veba, aslâ terkedilemez zannolunan
bazı mukaddes vazifeleri de insanlara çok geç­
meden unutturmuştu. Artık debdebeli cenaze
alayları görülmüyor, vaktiyle ölü evlerinde işi­
tilmesi âdet hükmüne girmiş türlü makamdan
matem feryatları duyulmuyordu. Daha beteri,
herkesin kendi başına bir mezara sahip olması
hakkı da ortadan kalkmıştı. Geniş ve derin çu­
kurlar kazılıyor, bunlara yüzlerce ceset atılıyor­
du. Hattâ yeni gelecekler düşünülerek bu müş­
terek mezarların üstü günlerce yalınkat bırakıl­
makta, hendekler tepeleme doluncaya kadar
açık tutulmaktaydı.
Bu kabil âfetlerin orta halli ve fakir halkı
daha çok kırdığı malûmdur. Bunların on binler-
cesi birden ölüyor, veba birçok evlerde kapı ka-
pamacasına bütün bir aileyi bitiriyordu. Tesadü­
fen sağ kalanlar ölenlerin cesetlerini sabaha
karşı sokaklara bırakıverdikleri için kenar ma­
hallelere leş kokusundan büsbütün girilemez ol­
muştu.
Hulâsa, «Salgının başladığı Mart ayı ile
Temmuz sonu arasında, Floransa şehrinde can
11
verenler yüz bin kişiyi buldu,» dersem vaziyetin
fecaatini anlatmak için başka söze hacet kalmaz
sanırım.

İşte bu sıralarda bir Salı sabahı mukaddes


Santa Mariya Novella kilisesine dua etmek için
yedi tane kibar hanım geldi. Kilisede ibadet
eden başka kimseler bulunmadığından bunlar
duadan sonra bir araya toplandılar. İçinde yüz­
dükleri ürpertici facianın çoktan siyah matem
elbiselerine sardığı bu yedi hanımın en büyüğü
28, en küçüğü 18 yaşındaydı. Hepsi de Floransa-
nm iyi yaşamasını bilen zengin ailelerine men­
suptular. Yedisi de birbirlerinden kültürlü, za­
rif ve zeki olduktan başka Hak Taalânm seyrini
sevap saydığı ender güzellerdendi. Eskidenberi
ahbaptılar. Hattâ içlerinde uzaktan akraba olan­
lar da vardı. (Kitabımın ilerisinde anlattıkları
veya dinledikleri hikâyelerden dolayı yüzleri­
nin kızarmasını istemediğimden asıl adlarını
yazmıyacağım, herbirine uydurma birer isim ta­
kacağım.) 28 yaşında bulunan en büyüklerinden
başlıyorum: bunun adı Pampine olsun. İkincileri
Fiyametta, üçüncüleri Filomen, dördüncüleri
Emili, beşincileri beşincileri Loret, altmcıları
Neyfil, yedincileri ve en körpeleri Eliz.
Hanımlar bir müddet memleketin üstüne
çöken müthiş belâdan bahsettiler. Ölenler anı­
larak gözyaşları döküldü. Nihayet Pampine uza­
yıp giden sükûtu fırsat bilerek söze başladı:
— Aziz dostlarım, dedi, siz de kabul eder­
siniz ki insanlar hiç kimseye zarar vermemek
şartiyle canlarının istediğini yapmak hakkına
sahiptirler. Bu hakların içinde en münakaşa edil­
mezi ise herkesin nefsini tehlikeden koruması­
12
dır. Bu okadar münakaşa edilmez bir haktır ki
kanunlar bazı vaziyetlerde nefsi müdafaa için
adam öldürmeyi bile suç saymıyorlar. Binaena­
leyh burada oturup ağlaşmaktan daha saçma
birşey olamaz. Canlarımızı kurtarmak için der­
hal başımızın çaresine bakmalıyız. Artık bura­
da nefes almanın imkânı kalmadı. Şehri ölüm,
istirap ve hayâsızlık kaplamış. Evlerimiz sevgi­
li ölülerimizin acı hatıralarıyla yaşanmaz hale
geldi.
Diğerleri Pampine’nin bu sözlerini tasdik
ettiler.
Pampine, kendisi de dahil, ellerinde imkân­
lar olduğu halde şehri terketmeyi neden düşün­
mediklerini sordu. Burada oturup korkunç bir
keder içinde ölümü beklemenin hiç kimseye fay­
dası dokunmıyacaktı. Kaldı ki dünya altüst ol­
muş, sokaklara dökülen ahlâksızlardan da kur­
tulmak güçleşmişti. Eğer duyulanlar doğruy­
sa kendilerini Allaha adamış rahibeler bile fır­
sattan istifade ederek manastırlardan dışarı uğ­
ramışlardı. Ortalıkta başı açık dolaşıyorlar, iş­
lemedik günah, yapmadık hayasızlık bırakmıyor­
lardı. Madam Pampine:
— Şu halde biz burada ne duruyoruz? di­
ye devam etti. Canımızı kurtarmak için çareler
araştırmaktan bizi alakoyan nedir? Başkalarım
öldüren affetmez bir âfetin bize dokunmıyaca-
ğım zannetmek çılgınlık değil mi? Eğer siz de
benim gibi düşünüyorsanız gelin bu şehri derhal
terkedelim. Yakın malikânelerimizden birine
çekilelim. Orada zevk ve sefaya dalarak eğlen­
celer içinde hoşça vakit geçirmeyi deneyelim.
Buradaki hastalık ve ölüm manzaralarının yeri­
ni kırların iç açıcı yeşillikleri alsın. Feryatlar
değil, kuş sesleri dinliyelim. Yaklaşan sonba-
ıs
harın tatlı güneşinden, renkli çiçeklerinden, te­
miz havasından isti£ade edelim. Arkamızda ken­
dilerinden mesul olduğumuz yakınlarımızı tehli­
keye maruz bırakıp kaçmış olmadığımıza göre
vicdan azapları da çekmiyeceğiz. Salgın herne-
kadar köylere sirayet ettiyse de oralardaki ölüm
nisbeti içiçe yaşayan şehir halkları arasında gö­
rülen dereceyi bulmamıştı. Benimle mutabıksa­
nız yammıza en lüzumlu eşyalarımızı, eski sa­
dık hizmetçilerimizden sağ kalanları alarak
böyle sâkin bir yere gidelim. Felâketin geçmesi­
ni orada bekleriz. Canımız sıkılırsa yer değiş­
tirmemiz de kabildir. İçinde bulunduğumuz
ümitsizlikten kurtulmanın ben başka yolunu gö­
remiyorum.
Dinleyenler bu teklifi sevinçle kabul etti­
ler. Hattâ derhal hareket ediüyormuş gibi tefer­
ruat üzerinde münakaşaya girişenler bile oldu.
Bu vaziyet karşısında ihtiyatkârlığı ve ge­
niş muhakeme kabiliyetiyle meşhur Filomen:
— Sevgili arkadaşımız Pampine’nin teklifi
mükemmel amma, dedi, harekete geçmeden ev-
vV biraz düşüjjnemlt lâzım. Hepimiz kadınız.
Şimdiye kadar kadınların uzun müddet erkek­
siz yaşayabildikleri görülmemiştir. Topluluğu­
muzu idare edecek, bizi maruz kalacağımız türlü
tehlikelerden kurtaracak erkeklere ihtiyacımız
var. Adımız üstümüzde: zayıf cinse mensubuz.
Yaradılışımızdan kuvvetsiz, kuşkulu ve korka­
ğız. Eğer bizi idare ve icabında himaye edecek
güvenilir erkekler olmazsa aradığımız sükûn ve
neşe devamb olamaz. Kararımızın faydalı bir su­
rette tatbikini istiyorsak evvelâ bu noksana ça­
re aramahyız.
18 yaşındaki küçük Eliz diğerlerinden ön­
ce atıldı:
14
— Elbette erkeksiz olmaz, dedi, eğer erkek­
ler bulunmazsa ne vaktimiz hoş geçer, ne de
kendimizi emniyette hissederiz. Haydi, işe yarar
erkekleri nerede bulabileceğimizi hep beraber
düşünelim. Bir kısmımızın kocaları öldü. Savu­
şup gidenlerin de şu anda nerede bulundukları
bilinmiyor, önümüze çıkan her yabancıyı içimi­
ze alamayız. Çünkü böyle hareket etmek hem
sıhhatimizi korumak bakımından ihtiyata uy­
gun düşmez, hem de huylarını bilmediğimiz, tip­
lerinden hoşlanmadığımız adamlarla bir arada
olmak canımızı sıkar. Umduğumuz zevki ve neş­
eyi elde edemeyiz.
Hanımefendiler ozamana kadar görülüp işi­
tilmemiş böyle bir acaip müşkülü nasü hallede­
ceklerini araştırmağa dalmışlardı ki fevkalâde
bir tesadüf eseri olarak kiliseye üç delikanlı
girdi. Bunlarm en küçüğünün yaşı yirmi beşten
aşağı değildi. Onlar da şehrin diğer sâkinleri gi­
bi felâket içinde yüzdükleri, her an ölüm tehli­
kesine maruz bulundukları halde şıklıklarından,
zarafetlerinden, daha mühimi neşelerinden hiç-
birşey kaybetmemişlerdi. Pamfil, Filostrat ve
Diyone adlarını verdiğimiz bu yakışıklı ve güçlü
kuvvetli delikanlılar zaten kiliseye bu niyetle
değil, güzel ahbaplarından bazılarına rastlamak
ümidiyle girmişlerdi. Nitekim hanımları görün­
ce hürmetle eğilip selâm verdiler. Çünkü yedi
hanımdan bir kısmıyla akraba idiler. Diğerle­
riyle de alâkalan olduğu söyleniyordu.
Pampine:
— İşte karanmızm doğruluğunu tasdik
eden iyi bir tesadüf, diye güldü, aradıklarımız
ayağımıza geldi. Bu üç güzel şövalye herhalde
bizimle yola çıkmağa can atarlar!
Madam Neyfil:
15
— Acele etmeyin, diye cevap verdi, mese­
leyi etraflıca konuşalım. Bu delikanlıların şöh­
reti malûm. Arada başka işler de var. Dediko­
ducuların dillerine düşmeyi siz de elbet iste­
mezsiniz?
— Ben dedikodunun hiçbir çeşidine kulak
asmam. Kendimi suçlu görmediğim müddetçe
isteyen dilediğini söylesin. Allah doğruların yar­
dımcısıdır. Hakikat ise er geç muzaffer olur.
Eğer delikanlılar bizimle beraber gelmeyi kabul
ederlerse Hak Taalâya bu büyük lûtuftan dola­
yı şükretmeliyiz.
Neyfil başta olmak üzere diğer hanımlar bu
fikri de kabul ettiler. Pampine erkeklerin yanı­
na gitti, onlara arkadaşlariyle verdikleri kara­
rı tebliğ etti. Ölüm beldesinden zevk ve eğlen­
celer diyarına yapılacak bu mükemmel seferde
beraber gelmeyi isteyip istemediklerini sordu.
Delikanlılar önce kulaklarına inanamadılar,
neye uğradıklarmı şaşırdılar. Sonra teklifin cid­
dî olduğunu anlayınca üçünün de suratı sevinç­
ten kıpkırmızı kesildi. Derhal hareket etmek
için emre amade bulunduklarını derin reverans­
larla beyan ettiler.
On kişilik gurup ertesi sabah yola çıkmayı
kararlaştırdı. Hanımlar yanlarına dört hizmet­
çi, beyler de birer uşak alacaklardı. îlk merhale
şehirden iki fersah mesafedeydi. Ev sahibesi
oradaki hizmetçilerine ertesi gün on altı kişilik
bir kafileyle geleceğini bildiren bir mektup yaz­
dı. Bu mektup hemen gönderildi.
U
t*
Şato küçük bir tepenin üzerinde, bakımlı
bir korunun ortasındaydı. Burası ana yollara
16
uzakça olduğundan salgının felâket ve sefaleti­
ni pek görmemişe benziyordu.
Floransa’yı sabahleyin terkeden kafile ye­
şillikler arasından geçen gölgeli yollardan şato­
ya çıktı. Asma kapıdan girilen iç bahçe de fev­
kalâdeydi. Kıymetli resimler ve antika halılarla
süslü salonlara, zevkle döşenmiş yatak odaları­
na hiç diyecek yoktu.
Binanın etrafını çeviren terasadan bütün
ova, şahane bir tablo gibi, göz alabildiğine sey­
redilebilirdi. Çiçeklerle dolu bahçe ayrıca hey­
kellerle süslenmişti. Çeşmelerden billûr gibi su­
lar akıyor, havuzlarda türlü balıklar yüzüyordu.
Mahzenlerdeki şarapların en müşkülpesentleri
memnun edecek kadar çeşitli ve nefis oldukları
da bilindiğinden küçük kafile hemen neşelendi.
Her tarafı bol mevsim çiçekleriyle doldu­
rulmuş salonda toplamldığı zaman delikanlıla­
rın en genci Diyone söz istedi:
— Muhterem hanımlar, dedi, böyle bir cen­
nete sayenizde girdiğimizi hiçbirzaraan unutmı-
yacağız. Sizi pek bilmem ama, aylardanberi de­
vam eden istirapları, korkulan ben şehrin ka­
pısında bıraktım. Gülüp eğlenmekten, türkü
çağırıp dansetmekten başka birşey istemiyorum.
Eğer böyle hareket etmek vakarımıza dokun­
mazsa bana arkadaş olursunuz. Şayet somurtup
oturacaksak bu cennete yazık! Derhal Floransa-
ya dönelim, istirap çekmeğe orada devam ede­
lim.
Pampine bu şakacı nutku aynı eda ile ce­
vaplandırdı:
— Çok doğru söylediniz, Senyör Diyone!
Gördüğümüz faciaları, yaşadığımız kâbuslu dev­
ri unutalım. Gülüp eğlenelim, Fakat bunun da
bir âdâbı, bir nizamı olmalıdır. Yoksa en tatlı
17
zevkler bile çok sürmez, sıkıcı bir hale gelir.
Mademki felâketten uzaklaşmak fikrini ortaya
ilk defa ben attım, vaktimizin hoşça geçmesi için
tutulması lâzımgelen yolu da ben göstereyim.
İçimizden birini kendimize reis seçelim. Reisin
vazifesi eğlenceleri hazırlamak, zevk ve neşe­
mizin devamlılığını temin etmek olsun. Fakat
bukadar masum bir maksatla seçilmiş de olsa
zamanla başımıza bir musibet kesilmemesi ve
diğer arkadaşların hasedini uyandırmaması için
reisin her gün.değişmesini de teklif ediyorum.
İlk reis şimdi hepimizin reyleriyle seçilir. Hü­
küm sürmesi yarın akşama kadar devam eder.
Yarın akşam duadan sonra salâhiyetlerini içi­
mizden birine bırakır. Reisler gündelik eğlen­
celeri kendi meşreplerine göre hazırlamakta
serbesttirler.
Bu sözler üzerine dokuz arkadaş Pampine-
yi reis seçtiklerini söylediler.
Âhû gibi ince ve hareketli olan Filomen bah­
çeye koştu, biraz sonra elinde bir defne çelen-
giyle döndü. Bunu alkışlar arasında Pampine-
nin başına koydular. Böylece iktidar tacını da
giymiş olan güzel kadın elini şahane bir azamet­
le kaldırıp herkesi susturdu. Minimini devleti­
nin ilk tâyinlerini ilân etti. Uşaklardan birini
kâhya yaptı, diğer bir uşağı ona yardımcı verdi.
Üçüncü uşak erkeklerin oda hizmetlerine ba­
kacaktı. Kadın hizmetçiler de kabiliyetlerine gö­
re vazifeler aldılar.
Bundan sonra kraliçe, devletinin ilk yasa­
ğım koydu:
— Kederli şeylerden bahsetmek yasak! Bu­
rada üzüntülü hiçbir mevzu açılmıyacak, hiç kim­
se somurtmıyacak.
Dekameron — 2
18
Sonra:
— Hanımlar, efendiler! dedi, öğle yemeği­
ne kadar serbestsiniz.
Arkadaşlar bahçeye çıktılar. İkişer üçer
kişilik guruplara ayrılarak yüksek ağaçlarm
gölgelediği çimenliklerde koşuştular, şarkılar
söylediler, kuytularda kolkola gezintiler yaptı­
lar.
Öğle yemeğinde aşçı bütün ustalığını mey­
dana koymuştu. Servis de takdir edilecek kadaı
mükemmeldi. Nefis şaraplar herkesin neşesini
bir kat daha arttırdı.
Yemekten sonra Kraliçe hazretleri çalgı
çalınıp dansedilmesini emretti. Diyone eline bir
lâvta, Fiyametta bir viyola aldılar. Danstan son­
ra öğle uykusuna yatmak için herkes çiçeklerle
süslenmiş yatak odalarına çekildiler.'
Kraliçe uyanma emri verdiği zaman ikin­
di olmuş, serinlik başlamıştı. Bahçede ağaçla­
rın altına masalar, koltuklar hazılanmış, serinle­
tici içkilerle beraber dama ve satranç takımları
da getirtilmişti
Pampine:
— İsteyen oyun oynayabilir ama, dedi, ben­
ce bu kabil oyunlardan ancak bir tek kişi zevk
alıyor, o da kazanan oyuncu. Yenilen oyuncu ile
seyredenlerin aynı zevki duyacaklarını zannet­
mem. Benim bir başka teklifim var: herbirimiz
birer hikâye anlatalım. Fikrimi kabul ederseniz
derhal başlarız. Bunu eğlenceli bulmayanlar
istediklerini yapmakta, serbesttirler.
Bu teklife hiç kimse itiraz etmediği için
Kraliçe devam etti:
— Hikâyeleri seçmekte de herkes serbest
olsun. Yalnız bir şartla: anlatacağımız hikâyele­
19
ri seçerken eğlendirici olmalarına dikkat ede­
lim.
Sağ tarafında oturan Senyör Pamfil’e dön­
dü, tatlı bir gülümsemeyle ilk hikâyeye lütfen
başlamasını söyledi. Delikanlı bu emir üzerine
aşağıda okuyucağmız hikâyeyi anlattı.
Vaktiyle Paris şehrinde Jano dö Sevinyi
adında meşhur bir kumaş tüccarı yaşıyordu.
Zengin ve dürüst bir adam olan Mösyö Jano’nun
dürüstlük ve zenginlikte kendisinden hiç te
geri kalmıyan Abraham isminde bir Yahudi dos­
tu vardı.
Mösyö Jano dostunun meziyetlerinin gös­
terişten ibaret olmadığına iyice kanaat getirdik­
ten sonra onun niçin Yahudiliği bırakıp Hiristi-
yanlığı kabul etmediğini ciddiyetle düşünmeğe
başladı. Kanaatince Abraham dinini değiştirdi­
ği takdirde öteki dünyada da hakkettiği saade­
te kavuşacaktı. Arkadaşının böyle bir bahtiyar­
lıktan mahrum kalmasına gönlü razı olmadığın­
dan nihayet meseleyi kendisine açmağa karar
verdi. Bir münasip sırada, iyi hazırlanmış bir
mukaddemeyle söze girişti. Dostunu müteessir
etmemeğe çalışarak fikrini izah etti. Abraham,
Hiristiyan dostunun herzaman iyiliğini istediği­
ni bildiğinden bu teklifi fena karşılamadı, aynı
hüsnüniyetle Musevîliği hak dini bellediğini,
böyle doğup böyle yaşadığından gene bu ina­
nışla can vermek istediğini söyledi.
Ne çare ki Jano gayet doğru düşündüğüne,
din değiştirtmek suretiyle arkadaşına büyük
bir iyilikte bulunacağına bir kere inanmıştı. Ar­
tık her fırsatta bu mevzuu açıyor, ancak ıpgh-
m mutlaka satmayı aklına koymuş bir tüccar­
da görülebilen eşsiz bir cerbezeyle İsrar ediyor-
21
du. Nihayet -buna siz isterseniz «Hiristiyanhğın
mucizesi», isterseniz «arkadaşına karşı duydu­
ğu büyük saygı» sebep oldu deyiniz- çok din­
dar olan Abraham’da bir yumuşama görüldü.
Teklifle ciddî surette alâkadar oldu ve günler­
den bir gün: ,
— Kardeşim Jano, dedi, görüyorum ki Hi-
ristiyanlığı kabul edersem aynı zamanda seni
de mesut edeceğim. Düşündüm taşındım. Tekli­
fini bir şartla kabule karar verdim. Önce Ro-
ma’ya gideceğim. «Allahın yeryüzündeki mutlak
vekili» dediğin Papa’yı görmeğe çalışacağım,
nasıl yaşıyor, ne yapıyor öğreneceğim. Bundan
başka Papa Hazretlerinin ^biraderleri sayılan
kardinallerin sürdükleri hayat hakkında da fik­
rim olmalı. Eğer orada görüp öğreneceklerim
senin bukadar methettiğin Hiristiyanlık inanış­
larına uygunsa, yani sizin dinin bizim dinden
faydalı olduğuna inanırsam, sana söz veriyorum
derhal Hiristiyan olacağım. Eğer orada olup bi­
tenler senin fikirlerini tasdik etmezse günah
benden gider.
Bu sözler Jano’yu sevindirecek yerde fena
halde telâşlandırdı. Dostuna birşey belli etmek is-
medi ama saptığı çıkmazdan nasıl kurtulacağını
kara kara düşünmeğe başladı. «Eyvah,» diyor­
du, «bütün gayretlerim heba oldu! Eğer Abra­
ham Roma’ya gider de mukaddes pederimiz Pa­
pa Hazretlerinin ve onun aziz biraderlerinin sür­
mekte oldukları hayatı görürse Hiristiyanlığı
dünyada kabul etmez.» Derhal söze girişti:
— Sevgili kardeşim, dedi, bukadar masra­
fa ne hacet? Buradan Roma’ya gitmek sana ka­
ça patlar bir düşünsene? Kaldı ki senin gibi
zengin bir adamın denizde olsun, karada olsun
seyahate çıkması çılgınlıktır. Denizi Cezayir kor­
22
sanlarının, karayı SicilyalI haydutların tuttuğu­
nu niçijı aklına getirmiyorsun? Seni ikna ede­
cek delillerin en âlâsını burada bulamaz mıyız?
Eğer seni ben ikna edemedimse, eğer içinde bi­
raz şüphe kaldıysa Paris’teki din ulemasına baş
vuralım. Onların bütün sualleri seni inandıra­
cak şekilde cevaplandıracaklarına emin ol. Ha­
yır, hayır! Böyle bir seyahate benim yüzümden
çıkmana hiçbirzaman müsaade edemem. Başına
bir felâket gelirse vicdan azabından ölürüm.
Roma’da ne işin var? -Jano arkadaşının başını
«olmaz» mânasına inatçı inatçı salladığım gö­
rünce hiç olmazsa vakit kazanmak için sözü de­
ğiştirdi:- Sakın yanlış anlama kardeşim, dedi,
Roma’ya gitmeyi mutlaka lüzumlu görüyorsan
buna da bir diyeceğim yok. Fırsat gözleyelim.
Mevcut tehlikeleri asgarîye indirecek tedbirle­
rimizi alalım. Sana namusum üzerine söz ve­
riyorum, seninle beraber geleceğim. Allahın
yeryüzündeki vekilini görmek benim boynuma
da borç.
Fakat bu parlak sözler Abraham’ın bir ku­
lağından girdi, öteki kulağından çıktı:
— Azizim Jano, dedi, doğru düşündüğün,
gayet haklı olduğun meydanda. Münasebetsiz­
lik ettiğimin farkındayım. Ne çare ki kararım
karar. Eğer Hiristiyan olmamı sahiden istiyor­
san Roma’ya gitmeme müsaade et. Ya Roma’ya
gideceğim, yahut ta Yahudi kalacağım.
Jano dostunu bu kararından döndürmenin
imkânsızlığım anlayınca:
— Sen bilirsin, dedi, git bakalım, yolun açık
olsun. '
Hiç te budala bir adam olmıyan dostuna
Roma seyahatinden sonra artık Hiristiyanhk lâ­
fım. açamıyacağı muhakkaktı. Buna çok üzüldü.
23
Yahudiyi mukaddes beldeye doğru selâmetler­
ken yüreği keder ve pişmanlıkla dolup taşı­
yordu.
Abraham Roma’ya salimen vasıl oldu. Ro-
ma’daki Yahudiler Paris’li dindaşlarını lâyık ol­
duğu şekilde karşılayıp ağırladılar. Seyahatinin
hakikî sebebini kimseye söylemeyen Abraham
ilk günden itibaren Papa Hazretlerinin, kardi­
nallerin ve diğer rahiplerin nasıl yaşadıklarını
tetkike girişti. Hiç kimse hiçbirşey saklamağa
lüzum görmediğinden hakikati az zamanda şüp­
heye yer bırakmıyacak şekilde öğrendi.
Allahın yeryüzündeki vekili muhterem pe­
der Papa Hazretleri ve kardinaller başta olmak
üzere diğer bilûmuriı papazlar ve rahipler gü­
nah, sefahat, ahlâksızlık ve şehvet içinde yüzü­
yorlardı. Hepsi de utanmayı unutmuşlar, vic­
danlarını çoktan boğup öldürmüşlerdi. İşleri
güçleri yalan, madrabazlık ve zevk düşkünlüğü
idi. Normal kadın münasebetleri artık kendile­
rini tatmin edemediğinden türlü sapıklıklara
alışmışlardı. Rüşvet, iltimas, zina ayıp birşey
olmaktan çıkmış, ibadet haline gelmişti. En mu­
kaddes vazifeler, en İlâhî hizmetler para mu­
kabilinde Papalık sarayının dişi - erkek gözde­
leri tarafından bedeli mukabilinde satılıyordu.
Burada Allahın her günü rüşvet ve cinayetle
başlıyor, oburluk ve ayyaşlıkla devam edip en
azgın ve hayâsız şehvet oyunlariyle nihayet bulu­
yordu. Allah, din, namus, hâsılı herşey parayla
alınıp satılır hale gelmişti. Hepsinin belli, bir
bedeli, belli bir satıcısı vardı. Para hırsı öylesi­
ne azmıştı ki ceplerin doldurulması için kulla­
nılan en şeni vasıtalar bile yadırganmıyordu.
Hiristiyanlığın şerefi, Hiristiyan kanı Roma’nın
sokaklarında çirkef gibi akıyordu. İşlenen ci-
24
riayetler, irtikâp edilen akıl durdurucu ahlâksız­
lıklar için iki tane mukaddes mazeret Uydurul­
muştu: «Dinin yayılması», «Dinin kuvvetlendi­
rilmesi.»
Herkes tarafından bilindiği için ayrıca taf­
silâtına girmek istemediğim bu umumî rezalet
karşısında Abraham Roma’da daha fazla otur­
manın faydasızlığmı anlıyarak Paris’e döndü.
Jano, dostunun geldiğini haber alınca hiç­
bir ümit kalmadığını tahmin ettiği halde evine
koştu. Kucaklaşıp öpüştüler. Abraham, Hiristi-
yan arkadaşının merak ve üzüntüsünü daha faz­
la uzatmak istemedi:
— Seyahatimin neticesini elbette öğrenmek
istersin, dedi. Allah hepsinin belâsını versin!
Roma’da mukaddes denilen hiçbirşey kalmamış.
İman, merhamet, doğruluk, kısacası insanlık
namına hiçbirşey yok. Oradakiler şehvete, obur­
luğa, hırsa, kibre ve cinayete gırtlaklarına ka­
dar gömülmüşler. Hiçbir rezalet, hiçbir hayâsız­
lık unutulmamış. Orası Allahın beldesi değil,
şeytanın hüküm yürüttüğü bir batakhane! Ah­
ret adamları öyle bir yol tutturmuşlar ki bunu
herhangi bir tüccar tutsa bir haftada Karun ka­
dar zengin olur. Bu seyahatten şunu anladım:
Vazifeleri Hiristiyan dinini tanıtmak, yayıp kuv­
vetlendirmek olması lâzımgelen herifler var
gayretleriyle bu dini yıkmağa, daraltıp zayıflat­
mağa, hattâ dünya üzerinden silip kaldırmağa
çalışıyorlar. Bukadar korkunç, bukadar hayasız
bir yıkma ve mahvetme gayretine asırlarca da­
yanan bir dinin başka mucizeye ihtiyacı olamaz.
Hiristiyanlığın Musevîlikten çok daha kuvvetli,
çok daha derin, çok daha doğru olduğuna Ro-
ma’yı gördükten sonra iman . ettim ve din de-
25
ğiştirıueğe karar verdim. Haydi kiliseye gide­
lim, beni vaftiz ettir.
Jano, hiç ummadığı bu karar karşısında
okadar şaşırdı ki sevinmeğe bile vakit bulama­
dı, aklını başına toplar toplamaz arkadaşını en
yakın kiliseye götürüp vaftiz ettirdi. Adı Jan’a
çevrilen yeni Hiristiyan ve sabık Yahudi Abra­
ham bundan sonra işin arkasını bırakmadı. Hi-
ristiyanhğın girdisini çıktısını büyük din âlim­
lerinden iyi öğrendi. Ölünceye kadar, Papaları
ve kardinalleri misal tutarak dini bütün bir Hi-
ıistiyana yaraşır şekilde yaşadı.
II
Marki Azzo dö Ferrare’nin yaşadığı sıralar­
da, Röno Asti adında bir tüccar alışveriş için
Bolonya’ya gitti. İşlerini kolayca bitirdi. Uşa­
ğıyla beraber geri dönerken yolda üç süvariye
rastladı. Yollar emniyetli olmadığı için o zaman­
ların yolcuları gözlerinin tuttuğu adamlarla be­
raber seyahat etmeyi ihtiyata daha uygun bu­
luyorlardı. Bizim tüccar da bu üç süvarinin yanı­
na işte bu sebeple takıldı. Halbuki herifler haki­
katte ipten kazıktan kurtulmuş, gayet tehlikeli
soygunculardı. Netekim lâf arasında Röno’nun
tüccar olduğunu öğrenince ilk fırsatta kendisini
soymağa karar verdiler.
Akşama doğru bir boğaza yaklaşırlarken
haydutlardan biri tüccara sordu:
— Herkesin her hususta denenmiş duaları
vardır. Meselâ siz yolculuğa hangi duayı okuyup
çıkarsınız?
— Doğrusu ben dinle diyanetle fazla meş­
gul olan bir adam sayılmam. Bu sebeple de pek
az dua bilirim. Ezberimde yalnız Peter Noster’le
AVa Mariya duaları vardır. Seyahatte iken yat­
tığım hanlardan sabahleyin yola çıkacağım sı-
ıfcda bu dualan okur, Aziz Jülyen’in ruhuna
gönderirim. Aziz Jülyen beni gündüz yolculuğu­
nun her türlü tehlikelerinden koruduğu gibi
akşamları ortalık kararırken mutlaka emniyet­
li bir hana, bir misafirhaneye, yahut bir kasa­
baya yetiştirir.
27
— Emin misiniz? İyice denediniz mi?
— Evet. Sabahları herhangi bir sebepten
dualarımı okumazsam başıma muhakkak tatsız
bir iş gelmiştir. Bunu da denemişim.
— Peki, bu sabah duaları okuyup Aziz
Jülyen’in ruhuna yolladınız mı?
— Tabiî. Netekim size rastlayışım da Aziz
Jülyen’in işidir.
Tüccarın bu sözlerine karşı haydutlar bı­
yık altından gülümsediler, kendilerine mahsus
bazı işaretlerle işlerini boğaza girer girmez bi­
tirmeyi kararlaştırdılar. Çünkü boğazdan son­
ra Gigliyelmö kasabasına birkaç fersahlık yol
kalıyordu. Karanlık basmak üzereydi. Hava çok
soğuk ve karlı olduğundan görünürde kimse­
ler de yoktu.
Boğazın tam ortasına geldikleri zaman hay­
dutlar hep birden ve apansız"tüccara hücum edip
bîçareyi atından aşağı aldılar. Röno’nun uşağı
korkak bir herifti. Vaziyeti görünce efendisi­
nin imdadına koşup haydutlarla gücü yettiği
kadar boğuşacağına, atını mahmuzlayıp savuştu.
Haydutlar aman zaman vermeden tüccarı
soydular, don gömlek bıraktılar. Altından atını
aldıktan başka ayaklarından kunduralarını da
çıkarttılar.
— Haydi bakalım, Aziz Jülyen’e bizden se­
lâm söyle! diyerek savuşup gittiler.
Boğazın alaca karanlığında, lâpa lâpa yağ­
mağa başlayan karın altında yalınayak, başıka-
bak kalan tüccar ne yapacağım şaşırdı. Bir va­
kit feryad etti, imdat istedi. Fakat geçen muha­
rebede buraları harp meydanı olduğundan her-
şey yanmış yıkılmış, civarda canlı mahlûk, sığı­
nacak bir yer kalmamıştı. Donup öleceğini an­
layan. Röno can havliyle var kuvvetini bacak­
28
larına verdi, Gigliyelmo kasabasına doğru yü­
rümeğe başladı.
Kasabaya bir fersahlık mesafe kalınca ge­
ce bastırmıştı. Röno ortalık karardıktan sonra
kale kapılarının açılmayacağını hatırlayınca
dehşete kapıldı. Sağa sola koşmağa, sanki bir
faydası varmış gibi feryad etmeğe, saçını başı­
nı yolmağa başladı. Deli gibi koşup çırpınırken
kasabanın dışında küçük bir tepenin üzerinde
hafif bir ışık gördü. Son bir ümitle o tarafa doğ­
ru seğirtti.
Burası köşktü. Röno kılığından kıyafetin­
den utanarak kapıyı çalmağa cesaret edemedi.
Çalsa da bu haldeki bir yabancıyı hiç kimsenin
içeri almayacağını biliyordu. Köşkün etrafını do­
laşarak bir yer aradı. Arka tarafta bir ot yığını
görünce âdeta sevindi. Bunun içine girdi, vü-
cudü sırsıklam olduğundan bir taraftan dişleri
takır takır birbirlerine vururken bir taraftan
da hüngür hüngür ağlamağa ve arada sırada da
Aziz Jülyen’e de yüksek sesle küfretmeğe baş­
ladı.
Röno’nun kapısını çalmağa cesaret edeme­
diği bu tenha köşkte gayet körpe, gayet güzel
ve oldukça aşifte bir dul kadın oturuyordu. Ka­
le dışında, böyle tenha bir evde oturmak cesa­
retini de oraların kudretli senyörü Marki Azzo
dö Ferrare’nin metresi olmasından alıyordu.
Marki kadına fena tutulmuştu. Teftiş bahane­
siyle sık sık Gigliyelmo kasabasına geliyor, el
ayak çekildikten sonra sevgilisinin yanında ge­
celiyordu.. Netekim bu gece de geleceğini bil­
dirmişti.
Genç dul, asil sevgilisi için herzamanki ha­
zırlıkları tamamlamakla meşguldü. Mükellef
29
bir sofra hazırlatmış, en iyi şaraplan çıkartmış,
ayrıca hamamı da yaktırmıştı.
Lâkin fena bir tesadüf oldu. Gayet mühim
bir mektup alan Marki acele hareket etmek zo­
runda kaldı. Sevgilisine bir haberci göndererek
özür diledi. Bu işe son derece canı sıkılan genç
kadın sinirlerini yatıştırmak için hamamda yı­
kanmayı düşünmüştü. Eğer bu fikri derhal tat­
bik edip hamama girmeseydi hikâyemiz de baş­
ka türlü bitecekti.
Daha doğrusu Aziz Jülyen tüccarın küfür­
lerini nihayet işitmiş, bunca senedir kendisine
güvenen bir Hiristiyanı sefil ve perişan bırak­
mayı şanına lâyık görmemişti. Himaye ettiği
tüccarın sesini hamamda yıkanan kadına duyur­
du. Kadın duvarın ötesindeki gürültüyü merak
etti. Bu havada, böyle tenha bir yerde duydu­
ğu sesleri merak etmemek zaten imkânsızdı.
Derhal hizmetçisini çağırdı:
— Baksana, dedi, bizim duvarın dibinde
bir acaip gürültü var. Birisi mi ağlıyor? Yoksa
titriyor mu? Bu havada neyin nesi?
Hizmetçi kadın üst kat pencerelerinden bi­
rini açıp uzandı. Birşey farkedemeyince ses­
lendi. Kim olduğunu, burada' ne aradığını sor­
du. Tüccar meraklı bir kadın sesi duyunca ümit­
lenmiş, ot yığınından dışarı uğramıştı. Titreme­
sine hâkim olmağa çalışarak adını, işini, başın­
dan geçenleri kısaca anlattı, kendisine merha­
met etmelerini, yoksa burada donup öleceğini
söyledi.
Hizmetçi kadın da bütün kadınlar gibi hay­
dut hikâyelerine meraklıydı. Kocaman bir tüc­
carın böyle insafsızca soyularak don gömlek bı­
rakılmasına çok üzüldü. Hanımına koşup vazi­
yeti bire bin katarak nakletti. Körpe dul mer­
30
hum kocasının sağlığında bile merhametiyle
meşhurdu.
— Haydi içeri al, doğruca buraya getir. Ya­
rı donmuş adamları ancak hamam kurtarır, se­
vaptır, dedi.
Röno’yu içeri aldılar, derhal hamama sok­
tular. Bu suretle aklı çabucak başına geldi. Ha­
nımın merhum kocasından kalan çamaşırları
da giyince kendisini büsbütün topladı. Bîçare­
nin evvelâ körpe dula, sonra Aziz Jülyen’e, da­
ha sonra da Hak Taalâya nekadar şükrettiğini
burada uzun boylu anlatmağa lüzum görmüyo­
ruz.
Röno hamamdan çıkınca hizmetçi kadın ha­
nıma koşmuş, yıkanıp temiz çamaşırlar giydik­
ten sonra bîçarenin adama döndüğünü, pek ya­
kışıklı, pek güçlü kuvvetli göründüğünü müjde­
lemişti. Hem de serseri filân olmadığına kalıbını
basıyordu.
' Bu sözler üzerine körpe dul fikrini değiş­
tirdi. Himayesine aldığı adamı mutfağa gönder­
mekten vazgeçti. Ocaktaki ateşi kuvvetlendirme­
lerini emrettikten sonra:
— Şu halde en münasibi misafirimizi bura­
ya salona almaktır, dedi. Talihine mükellef bir
de sofra var, yemeği beraber yeriz.
Röno salona girince kibarlığını meydana
koyan derin bir reveransla hanımı selâmladı.
Bu arada alıcı gözüyle körpe dulu tetkik etmiş,
pek de beğenmişti. Hanım da işten anlar takı­
mından olduğundan hizmetçinin yanılmadığını
görüp sevindi. Misafirini Marki için hazırlan­
mış sofraya buyur etti.
Marki’nin habercisi, bir adamın at çatlatır-
casma kasabaya yetiştiğini, kale kapıları kapan­
madan içeri daldığını, efendisini haydutların
31
nasıl soyduğunu ilk rastladıklarına yana yakıla
anlattığını zaten hanıma haber vermişti. Körpe
dul bu hikâyenin tüccarın anlattıklarına tıpatıp
uyduğunu görünce büsbütün emniyet duydu.
Başka türlü bir gönül ferahlığı ile bu uzun boy­
lu, geniş omuzlu, şirin erkeğe gülümsedi, ken­
di eliyle şarap doldurup uzattı. Marki’yi bekler­
ken sırtında tatlı ürpermeler gezinmiş, kendisi­
ni ihtiraslı bir aşk gecesine hazırlamıştı. Bu se­
beple Röno’ya gittikçe kanı kaynadı. Bu gece
yaşlı Marki’nin yerine böyle genç, böyle güzel
bir erkeğin gelmesinde elbette bir hikmet var­
dı. Feleğin takdirine karşı gelmek düpedüz ser­
semlik olacaktı. Bunları düşünen körpe dul, bir
kere de hizmetçi karıyla konuşmağa, yanılıp
yanılmadığını sormağa karar vererek dışarı çık­
tı. Hizmetçi karı gün görmüş, usul bilir hizmet­
çilerdendi. Hangi hususta olursa olsun hanımı­
nın kendisine neden danıştığını, nasıl bir nasi­
hat istediğini sezmekle öğünürdü. Bu suretle
müşavereden hayır doğdu. Hanım rahat bir yü­
rekle salona döndü. Bu sefer tüccarın yanına
oturdu:
— Niçin böyle çekingen davranıyorsunuz?
dedi. Hızsızlara bir kat elbise, birkaç altın, bir
at kaptırdınız diye kıyamete kadar somurtacak
mısınız? Benimle tanışmanız size zararlarınızı
unutturmadı mı yoksa? Şöyle gülün efendim, bi­
raz neşelenin! Burasını kendi eviniz saymazsa­
nız gücenirim. Hem bu çamaşırlarla bana rah­
metli kocamı hatırlatıyorsunuz. Sizi ondan ayır-
dedemiyorum. Sanki ölmemiş te seyahatten dön­
müş. Ben de aylardanberi duyduğum hasretle
kollarımı boynuna dolayacağım da öpeceğim.
Hattâ başka bir mâna vermiyeceğinize emin ol­
sam «Acaba rüya mı, hakikat mı?» diyerek de­
32
nemeye bile kalkardım.
Bu sözler ve hanımın gözlerindeki malûm
parıltı, bu işlerin hiç te acemisi olmayan tücca­
ra misafirlik vecibelerini hatırlattı. Derhal kol­
larını açarak:
— Size hayatımı borçluyum, diye bağırdı,
size minnettarım! En küçük arzunuz benim için
en mukaddes bir emir sayılır. Madem ki istiyor­
sunuz, ben hazırım. .
Bundan sonra fazla söze hacet kalmadı. İh­
tirasla tutuşan kadın kendini tüccarın kucağına
attı. Erkeğe aşkla sarılarak bin kere öptü, bin
kere öpüldü. Sonra kalkıp yatak odasına geçti­
ler ve hiç vakit kaybetmediler. Burada güneş
doğuncaya kadar bütün arzularını tatmin ettiler.
Gün doğarken körpe dul, tüccarı uyandır­
dı. Sırtına iyi kötü bir elbise uydurarak yavaş­
ça -dışarı çıkardı.
Röno memleketine dönmek üzere atına at­
layıp kasabadan ayrılırken kendisine ihsan edi­
len bütün nimetler için Aziz Jülyen’e şükretti.
III
Vaktiyle Lunigiana Manastırında yaşayan
keşişler arasında genç bir rahip vardı. Dualar
ve oruçlarla gençlik ateşi bir türlü sönmeyen
bu zorlu delikanlı bir gün öğle zamanı diğer ke­
şişler uyurken gezmeğe çıktı. Kilisenin civarın­
da tek başına dolaşırken tenha bir köşede çok
güzel bir kıza rastladı. Muhtemelen köylülerden
birinin kızı olan bu dilber, kırlarda çiçek toplu­
yordu. Genç rahif> bu kızı görür görez hayvanı
arzularla sarsıldı.
Yanına sokulup lâf attı; öyle iyi dil döktü
ki çok geçmeden kızın gönlü oldu. Kimseye gö­
rünmemeğe çalışarak birlikte gidip rahibin ma­
nastırdaki hücresine kapandılar. Arzuyla gözü
kararan delikanlı her türlü ihtiyatı elden bı­
raktığı için sevişmeleri biraz fazla şiddetli olu­
yordu. Tam bu sırada Başpapaz uykudan uyan­
dı, koridordan geçerken o hücreden gelen ses­
leri duyunca kapının önünde durup dinledi Ve
içeride bir kadın bulunduğunu anladı. Evvelâ
kapıyı açtırmağı düşündü ama sonra vazgeçti,
kendi hücresine dönüp genç rahibin çıkmasını
beklemeğe başladı.
Delikanlı kızdan aldığı zevke dalmış bulun­
makla beraber, koridordaki ayak seslerini du­
yar gibi olmuş ve hemen fırlayıp kapının tahta­
sındaki bir çatlaktan bakarak Başpapazı gör­
müştü. Odasına kız getirdiğini Başpapazın anla-
Dekameron — 3
34
mış olması genç keşişi fena halde telâşlandırdı,
zira bu yüzden şiddetli bir cezaya çarpılacağı­
na şüphe yoktu. Fakat korkusunu kıza belli et­
medi ve bu işin içinden nasıl sıyrılacağım dü­
şünmeğe başladı. Nihayet aklına bir çare geldi.
Kıza:
— Bana bak, dedi, seni kimseye gösterme­
den buradan çıkarmak için bir yol aramağa gi­
diyorum. Ben dönünceye kadar hiç gürültü et­
meden burada otur.
Çıkıp doğru Başpapazın odasına gitti, ona
da şöyle bir yalan uydurdu:
— Efendim, sabahleyin kestiğim odunla­
rın hepsini taşıyamadım. Müsaade ederseniz or­
mana gideyim de getireyim.
Suçunun meydana çıktığından genç rahi­
bin haberdar bulunduğunu anlamayan Başpa­
paz, ‘Daha iyi, o yokken vaziyeti rahat rahat tet­
kik ederim,’ mülâhazasıyla delikanlıya hemen
izin verdi. O gidince oturup düşündü. Şimdi
ne yapmalıydı? Bütün keşişleri toplayıp suçlu­
nun kapısını açsa nasıl olurdu? Ozaman arka­
daşları cezalandırılınca keşişler homurdanmak
hakkından da mahrum kalırdı. Ama aklına baş­
ka birşey geldi: ya hücredeki kadın kibarlardan
birinin karısı veya kızıysa? Ozaman rezalet ola­
caktı! En iyisi önce gidip kızı bir görmekti. Böy­
le düşünerek kalktı, usul usul yürüyüp genç ra­
hibin hücresine girdi ve kapıyı kilitledi.
Kızcağız Başpapazı görünce aklı başından
gitti; rezil olacağını düşünerek başladı ağlama­
ğa. Başpapaz Efendi de onun tazeliğini ve gü­
zelliğini görünce bütün ihtiyarlığına rağmen
etinde ılık ürpermeler hissetti. Hemen kendi
kendine şöyle bir muhakeme yürüttü:
35
— Canım, hazır karşıma böyle bir fırsat
çıkmış, şimdi bu nimeti tepeceğim de ne ola­
cak? Allahın günü sabahtan akşama kadar
anamdan emdiğim süt burnumdan geliyor; ya­
şıyor muyum, sürünüyor muyum farkında deği­
lim. Kız âdeta güzel, burada bulunduğundan da
kimsenin haberi yok. Eğer kızın gönlünü ede­
bileceksem, bunu yapmamak düpedüz enayilik
olur. Kimsenin ruhu duymıyacak. Gizli kalabi­
len bir günah yarı yarıya affedilmiş sayılır. Bir
daha böyle fırsat ele geçmez. Allahın başkala­
rına yolladığı nimetlerden faydalanmağı bilmek
en büyük akıllılıktır.
Bu suretle işi tatlıya bağlayınca hemen kı­
za sokuldu, teskin edici sözler söyledi ve ağla­
maması için yalvardı. Lâfı ağzında bir hayli ge­
veledikten sonra nihayet sadede geldi.
Kızcağız nazlanacak halde değildi; hemen
razı oluverdi. Başpapaz onu epeyce zaman öpüp
sevdikten sonra genç rahibin yatağına uzandı.
Mevkiinin ağır mesuliyetini hatırlamış ve kör­
pecik kızı bukadar büyük by: sikletin altında ez­
meğe kıyamamış olacak ki, yattığı yerden kalk­
madı, kızı üstüne çekti. Uzun uzun seviştiler.
Bu arada genç keşiş ormana filân gitmeyip
koridorun bir ucunda gizlenmiş ve Başpapazın
hücreye tek başına girdiğini görmüştü. Hemen
neşesi yerine geldi. Hele kapının kilitlendiğini
duyunca ağzı kulaklarına vardı. Koşup gözünü
kapıdaki çatlağa dayadı ve içeride olup biten­
leri bütün teferrüatiyle gördü.
Başpapaz kızdan usanınca kalkıp kendi
odasına gitti. Biraz sonra genç keşiş de oraya
. geldi. Onun ormandan döndüğünü sanan Başpa­
pazın niyeti bozuktu: suçunu yüzüne vuracak,
azarlayacak ve hapsettirecekti. Böylece ilerisi
36
için kız da kendisine kalmış olacaktı. Bu düşün­
ceyle kaşlarını çattı, bağırıp çağırdı ve zindan
cezası vereceğini söyledi. Fakat kılı kıpırdama­
yan delikanlı hemen şu cevabı yapıştırdı:
— Muhterem efendim, biliyorsunuz ki ben
Hiristiyanlığın bu mezhebine yeni girdim. He­
nüz bütün usullerinize, âdetlerinize âşinâ deği­
lim. Hak yolunda nefsimizi alçaltmak için oruç
filân gibi bir takım zorlukların altına girmek
lâzımgeldiğini biliyordum ama, ayrıca kadınla­
rın altında ezilmek icabettiğinden doğrusu ha­
berim yoktu. Fakat artık öğrendim. Bu sefer­
lik kusurumu bağışlarsanız sizden gördüklerimi
ilerde aynen tatbik edeceğimden emin olabilir­
siniz. .
Vaziyetin zorluğunu anlayacak kadar akıl­
lı olan Başpapaz delikanlının üstüne varmadı,
kimseye birşey söylememesi şartıyla affetti. Kı-
,zı da manastırdan gizlice kaçırdı. Fakat sonra­
ları bu dilberi sık sık odasına getirdiğini tahmin
edersek pek yanılmış olmayız.
IV
Vaktiyle Toskan eyaletinde küçük bir kasa­
banın kenarındaki tenha bir evde bir papaz
oturuyordu. O devir papazlarının ekserisi gibi
zevkine, bilhassa behimî arzularına düşkün
bir adam olduğu halde, bu işleri son derece so­
ğukkanlı ve kurnazca idare ettiğinden seneler-
denberi foyası meydana çıkmamıştı. Bu sebeble
herkes kendisini ermiş sayıyor, saygı gösteri­
yordu.
Papazın Feronde adında bir komşusu var­
dı. Zengin bir köylü olan Feronde biraz aptal­
ca olduğundan papaza büsbütün inanıyor, sa­
dakayı bolca veriyordu. Günlerden bir gün pa­
paz efendi komşusunun evine uğradı. Gayet
körpe, gayet güzel bir genç kadınla karşılaşın­
ca şaşırdı. Ozamana kadar dostunun karısıyla
meşgul olmadığına son derece canı sıkılarak ken­
dine: «Bu ne garip iş?» dedi, «böyle aptal bir he­
rif bu nadide maldan ne anlar?» Halbuki papaz
efendi yanılıyordu. Feronde pek zeki bir adam
sayılmazsa da karısıyla yatmasını ve bilhassa
onu başıboş bırakmamasını gayet iyi beceren­
lerdendi. Hattâ kıskançlığı civarda meşhurdu
ve ağzının tadını bilen papazın bukadar güzel
bir kadını ozamana kadar görmemesi de bu
kıskançlıktan ileri gelmişti. Komşusunun bu
hali muhterem din adamının hiç de hoşuna git­
medi. Maamafih ümidini hemen-keserek kade­
re boyun eğen insanlardan olmadığı için bu işe
38
bir çare aramağa başladı. Feronde gibi mânâsız
yere kıskançlık eden kocaları, gene bu kıskanç­
lık hislerinden tutup yere çalmanın mümkün
olduğunu çok denemişti. Evvelâ ahlâkın bozul­
duğundan dem vurarak zinanın büyük cezasın­
dan bahsetti. Dünyada en nefret ettiği şeyin
komşu karısını baştan çıkarmak olduğuna Fe-
ronde’yi nihayet inandırdı. Papazın ermişliğine
eskidenberi imân etmiş bulunan zengin çiftçi
nihayet karısını sakınmaz oldu. Artık beraberce
papaza misafir geliyorlar, evinin bakımlı büyük
bahçesinde dolaşıyorlardı. Papaz efendi bu ziya­
retler sırasında İncilden başka hiçbir mevzua
temas etmiyor, Allahtan peygamberden, ibadet­
ten, ahiretten anlatıp dünya ile bir ilgisi kal­
madığını böylece meydana koyuyordu.
Aylar geçti. İki taraf biribirine daha çok
alıştı. İtimad sarsılmaz bir hale geldi. Feronde-
nin karısı günah çıkarmak için artık başka bir
papaza gitmenin doğru olmıyacağını samimiyet­
le söylediği zaman kocası da buna hiç şaş­
madı.
Pzrpaz efendi, kendine teslim olan bu saf
kadını bütün günahlardan temizlemek için kü­
çük yaşından başlayarak sorguya çekti. Bu su­
retle kadının hayatındaki belli başlı hatalar ev­
velâ affedildi. Sonra sıra gündelik hayata gel­
di. Papazın beklediği de zaten buydu, ilk mü­
him suali şöylece sordu:
— Kocanızla tamamiyle anlaşabiliyor mu­
sunuz?
Genç kadın kederle içini çekti:
— Maalesef, diye cevap verdi, bu tabiatta
bir adamla anlaşmak nekadar zor. Aptallıkları,
münasebetsizlikleri yüzünden nekadar sıkıntı
39
çektiğimi size anlatamam. Hep söylenir, bağı­
rıp çağırır, küçücük ve değersiz şeylerden kav­
ga çıkarır. Hele kıskançlığını ne yapalım? Or­
tada hiçbirşey yokken bir mesele tutturuyor.
Ö.yle aptalca şeyler söylüyor ki insan ne cevap
vereceğini şaşırıyor. Rica ederim aziz peder,
bana bir yol gösterin. Kocamı kıskançlık deni­
len bu müthiş illetin pençesinden nasıl kurtar­
malı? Kendisine de, bana da yazık oluyor. Ben
de hırçınlaşıp günaha giriyorum.
İşittiği sözler papaz efendinin yüreğini
ümid ve sevinçle doldurdu. Aptal koca mânâsız
kıskançlıklariyle karısını günah işlemeğe âdeta
zorluyordu.
— Kızını, dedi, sizin gibi güzel ve hassas
bir kadının, kocasından böyle münasebetsiz
muameleler görmesini Allah da istemez. Akılsız
ve kaba adamlarla geçinmek müşküldür. Kıs­
kançlığın bazı erkekleri nasıl kudurttuğunu, on­
lara nasıl haksız işler yaptırdığını bilirim. Ma-
amafih bu vaziyet karşısında size de bir takım
vazifeler düşüyor. Bunların en başında koca­
nızı kıskançlık denen illetten kurtarmak, onu
tamamiyle tedaviye çalışmak gelir. Bunu oka-
dar zor bir iş de saymayın. Ben de size yardım
edeceğim, elbirliğiyle pekâlâ muvaffak oluruz.
Biz mukaddes vazifemizi ifa ederken böyle iş­
lere çok rastladık. Birçok da tecrübe geçirdik.
Sizden buna karşılık istediğim şey emanet ede­
ceğim sırrı kimseye açmıyacağınıza dair bana
namusunuz üzerine söz vermenizden ibaret.
— Ben sır tutmasını bilirim muhterem pe­
der, söyliyeceğinizi icabında hayatım pahasına
da olsa saklıyacağım. Bu derdin devasını bildi­
rin... İtimadınıza lâyık bir kadın olduğumu gö­
receksiniz.
40
— Pekâlâ kızım! Bu derdin ilâcı: kocanı­
zın göke çıkarak bir müddet ârâfda dolaşması­
dır.
— Ne diyorsunuz aziz pederim, insanların
ölmeden evvel ârâfa çıkmaları mümkün mü?
— Elbette mümkün değil! Bu sebeple ko­
canız evvelâ muvakkaten ölecek. Ârâfa çıkacak.
Orada kıskançlık denilen belâdan kurtuluncaya
kadar kalacak. Sonra duamız berekâtıyla tek­
rar canlanıp derdinden tamamiyle temizlenmiş
olarak aramıza dönecek.
— İyi ama... Yani kocam öldükten sonra
demek istedim... Kocam ölünce ben dul kalaca­
ğım... Bir isteyen olursa yeniden evlenebilir mi­
yim?
— Hayır kızım! Malûm ya, kocanız mu­
vakkaten ölüyor. Kaldı ki dönüşte sizin tekrar
evlendiğinizi duyar duymaz tedavi için sarfedi-
len bunca emekler boşa gider. Yeniden kıs­
kançlık belâsına saplanır.
— Haklısınız pederim. Fakat kocamın mu­
vakkat ölümü pek uzun sürmemeli. Ben yalnız
başıma ne yaparım, değil mi?
— Doğru... Siz bu cihetleri hiç merak et­
meyin. Göreceksiniz, herşey nasıl yoluna gire­
cek... Çok mesud olacaksınız.
— Öyleyse emirlerinizi bekliyorum pede­
rim, bana düşen vazifeyi yerine getirmeğe ha­
zırım.
— Aferin! Fakat kocanız kıskançlık illetin­
den kurtulursa bana ne vereceksiniz? Bunu da
peşinen konuşalım da...
— Ne isterseniz... Gücümün yettiği her-
şeyi isteyin. Ama düşünüyorum da, benim gi­
bi biçare bir kadın, sizin gibi evliya mertebesi­
41
ne ulaşmış bir din adamına ne verebilir?
— Dinleyin de söyliyeyim: ben size bir hiz­
mette bulunuyorum, bu sayede siz gürültülü,
üzücü bir hayattan kurtulup sükûnete, saadete
kavuşacaksınız. Ben de sizi gördüğüm günden-
beri bütün huzurumu, sükûnumu kaybettim.
Kalbime hükmedemez oldum. Sizden kendi sa­
adetinize karşılık beni de mesud etmenizi isti-
yeceğim!
— Peki, sizi nasıl mesud edebilirim? Huzu­
runuzu, sükûnunuzu neden kaybettiğinizi anlı-
yamadım. Sizi mesud etmemek imkânları bende
yok ki...
— Bilâkis... Benim felâketim size âşık ol­
maktan geliyor. Siz de beni biraz severseniz bü­
tün kederlerim dağılacak. Ben de saadete erişe­
ceğim... Eğer buna razı olmazsanız beni hiçbir
kuvvet ölümden kurtaramıyacak. Bunu hisse­
diyorum.
— Bunlar nasıl sözler pederim? Ben ki si­
zi bir aziz, bir melek saydım. Derdimi döktüm.
Kendisine günah çıkartmak için başvuran bir
namuslu kadına bir papaz böyle şeyler teklif
eder mi?
— Yanılıyorsunuz kızım! Azizlik, meleklik
ruhtadır. Ben sizden ruha ait birşey istemiyo­
rum. Ete ait birşey rica ediyorum. Etimizin de
ruhumuz gibi kendisine mahsus ihtiyaçları var.
Bu ihtiyaçlar tatmin edilmedikçe ruhun ulviye­
tini ve temizliğini muhafaza edemeyiz. Obur­
luk denilen günah sadece çok yemek yemekle
işlenmez. Bunu düşünmek de insanı boylu bo­
yunca günaha sokar. Diğer maddî günahlarımız
da öyledir yavrum. Aklımızdan nekadar çok
geçerlerse okadar çok günahkâr oluruz. Siz asıl
42
buna şaşmayın, benim gibi bütün ömrünü Al­
lahın cemâline tapmakla geçirmiş bir din ada­
mını güzelliğinizin nasıl olup da böyle günaha
soktuğuna hayret edin. Bütün bunlar Allahtan...
Öyle takdir buyurmuş. Sizi bukadar güzel, beni
bukadar zayıf ve iradesiz yaratan hep o değil
mi? Güzelliğinizle nekadar öğünseniz yeridir.
Çünkü böyle emsalsiz derecede güzel olmasay­
dınız ben gözlerimi Hak Taalâdan çevirip size
nasıl bakabilirdim? Aziz de, melek de olsam iş­
te görüyorsunuz ki nihayet insanım! Eğer ira­
demi kullanarak size bunları söylemeseydim el­
bette büyük bir sevaba nâil olurdum. Fakat ar­
tık sevabı, günahı düşünecek halde değilim.
Harikulâde güzelliğinizin büyüsüne tutuldum.
Ruhumu size kaptırdım. Bana merhamet edin.
Merhamet etmek sevaptır. Razı olursanız ben
ikimizin günahını da omuzlarıma alacağım. Ko­
canız ârâfa çıkınca yalnızlığınızın kederli günle­
rinizi ben neşelendireceğim. Çirkin ve yaşlı bir
adam sayılmam! Allah sizin önünüze günahsız
bir zevk devri açıyor. Bundan istifade edin. Şu­
nu da söyliyeyim ki bu anda kasabamızda sizin
yerinizde olmaya can atan yüzlerce güzel kadın
vardır. Ben kendimi Allaha vermeden evvel zen­
gin bir insandım. Sizin gibi güzel bir kadım
süsliyecek kıymetli mücevherler, çekmecemde
hoşhoşuna duruyor. Bunları da size hediye ede­
ceğim. Beni reddetmek suretiyle neleri kaybe­
deceğinizi bir kere düşünün sevgilim, bir ke­
re düşünün de, insafa gelin...
Genç kadın gözlerini yere eğerek daldı.
Okadar şaşırmıştı ki, birdenbire «Hayır, olmaz
diyemiyordu. «Peki» demeğe de alışık değildi.
Muhterem rahib efendi sevgilisinin şaşkınlı­
ğından istifade etmek için tekrar , söze girişti.
43
Bütün günahları yüklendiği için kadının hâlâ
neden tereddüt ettiğini anlayamadığından başla­
yarak okadar dil döktü, okadar mantıklı sözler
söyledi Jn genç kadın nihayet bir şartla razı ol­
du. Ne olacaksa kocası ârâfa gittikten sonra
olacak...
Rahip efendi hemen koşup bir kıymettar
yüzük getirdi, kadının parmağına taktı. Yarın,
yahud öbür gün kocasını buraya mutlaka gön­
dermesini söyliyerek salıverdi.
Feronde, rahip efendiyi görmeğe geldiği
zaman melûn herif herşeyi hazırlamıştı. Zaten
plânını yaparken vaktiyle bir eczacıdan aldığı
beyaz bir toza güvenmişti. Bu toz gayet kuvvet­
li bir uyku ilâcıydı. Nekadar verilirse yutan
okadar müddet uyurdu. Bunu rahip kaç kere
denemişti. Uyku ilâcından münasip mikdarını
şaraba karıştırdı, Feronde’ye içirdi. Adamcağız
bir müddet sonra ölü gibi yere serildi. Rahip
Efendinin feryadı üzerine etraftan koşuştular.
Karısına ve akrabalarına haber verdiler. Her­
kes Feronde’yi ölü zannetti. Ağlaşanlar oldu«ve
nihayet kan tutması ihtimaline karşı gömmek-
tense şimdilik bir mahzene kapatmayı münasip
gördüler.
Rahip gece vakti mahzene gitti. Feronde-
nin üstündeki elbiseleri çıkardı, bunların yeri­
ne bir papaz elbisesi giydirdi. Ertesi gün genç
dulu ziyaret etti. Konu komşunun yanında te­
selliye çalıştı. Sonra bir kenara çekerek vaadini
hatırlattı ve parmağındaki bir başka yüzüğü bir
iki kere ışıldattı. Kadın bu yüzüğün kendisine
hediye edildiğinden çok daha kıymetli olduğu­
nu anlayınca karanlık bastırır bastırmaz gelme­
sini papazın kulağına fısıldadı.
44
Gece buluştular. Genç kadın şu anda gök­
yüzünde Allahın ârafında dolaşan kocasını hiç
aramadı. Zira güçlü kuvvetli papaz değme koca­
ları aratmıyacak kadar işin ehliydi. Papaz Efen­
di bir taraftan sevgilisini memnun ederken di­
ğer taraftan Feronde’nin elbiselerini giyerek
karanlıkta kasabayı dolaşıyor, bazı komşulara
uzaktan uzağa görünüyordu. Bu suretle müthiş
bir hortlak dedikodusu alıp yürümüştü. Genç
duldan saklıyorlardı ama, gözleriyle görenler
Feronde’nin hortladığına yemin ediyorlardı.
Papaz Efendi üç geceyi sevgilisiyle aynı
yatakta geçirdi. Biçare Feronde dördüncü günü
kendisine gelebilmişti. Gözünü açıp etrafına bak­
tı. Bulunduğu mahzeni tanıyamadı. İçeriye yü­
zünü bir bezle sarmış kara cübbeli birinin gir­
diğini görünce korkuyla sordu:
— Ben neredeyim?
Kara cübbeli korkunç bir sesle cevap verdi:
— Ârâfdasın.
— Şu halde öldüm demek!
— Elbette öldün!
Adamcağız karısını düşünerek ağlamağa
başladı. Dışarı çıkan kara cübbeli bir müddet
sonra yiyecek ve içecek getirdi. Feronde hay­
retle sordu:
— Ahrette yemek içmek var mı?
— Tabiî var. Allahın emriyle yeyip içeriz.
Bu yemekleri size karınız yolladı. Daha doğrusu
duadan sonra fakirlere dağıtılmak üzere kilise­
ye gönderdi. ’
— Ah sevgili karıcığım! İyi kalbli sevgi­
lim...
Kara cübbeli herif, yemek yemesini bekle­
dikten sonra eline bir kırbaç alarak biçareyi döğ-
meğe başladı, sebebini sorunca da:
45
— Allahın emri, dedi, sen dünyada kannı
haksız olarak kıskanırmışsın. Bunun cezası ola­
rak günde iki övün sopa yiyeceksin. Şayed tek­
rar dünyaya dönersen kasabanın en namuslu
kadını olan zevceni kimseden kıskanmamayı
öğren!
— Aman! Tekrardan dünyaya dönmek de
mi var?
— Allah neye kadir değil ki, şaşkın!
Kırbaç insafsız insafsız inmeğe devam etti.
Feronde’nin aklına bu aralık gayet mühim bir­
şey geldi. îki feryad arasında sordu:
— Biz şimdi dünyadan nekadar uzakta bu­
lunuyoruz?
— Bunu senin aklın almaz. Biz dünyanın
artık dışındayız...
Akrabaları ve komşuları hortladı zannet­
tikleri Feronde’nin cesedini aramağa cesaret
edemediler. Rahibin bunu kimseye belli etme­
den gömdüğüne inanmayı daha uygun buldular.
Biçare adam tam 11 ay o mahzende melûn pa­
pazın türlü işkencelerine maruz kaldı.
Onuncu ayın ortalarında genç kadın gebe
kaldığını farkederek sevgilisine haber verdi.
Bu haber üzerine Feronde’yi âraftan dünya
yüzüne indirmekten başka çare kalmıyordu.
Rahip o gece mahzene gitti. Sesini değişti­
ren bir boru ile bağırmağa başladı:
— Ey Feronde! Allahın emri var. Tekrar di­
rilip dünyaya iniyorsun! Hak Taalânın izniyle
bir çocuğun olacak. Adını Benua koyacaksın. Y e­
niden yaşamağa başlamanı namuslu karının ve
aziz rahiplerin dualarına borçlu olduğunu unut­
ma!
46
Bu müjdeyi işiten Feronde:
— Allah neye kadir değil! diye can havliy­
le bir nâra savurdu ki mahzen inim inim inledi.
Rahip bir koca bardakla şarap uzattı. Biça­
re adam bunu içer içmez yeniden kendisini kay­
betti. Bu seferki uyku ilâcı ancak dört, beş saat­
likti. Rahip bu müddet içinde eski Elbiselerini
Feronde’ye giydirmişti.
On aydanberi ölmüş bulunan, bir taraftan
ârafta yaşayıp diğer taraftan kasabayı hortlak
masalıyla birbirine katan Feronde, o gecenin sa­
bahı tamamiyle dirildi. Öğleye doğru akimı ba­
şına toplayınca kapatıldığı mahzenden feryada
başladı. Duyanlar yetişip zavallıyı muvakkat
mezarından çıkardılar.
Gürültüye yetişen Rahip Efendi, ahaliyi
teskin etmeğe çâlışıyor:
— Rabbin hikmeti canım! diyordu, Neye
kadir değil ki kurban olduğum...
Feronde, bir kere öldüğüne, ârafta yaşadı­
ğına okadar inanmıştı ki, gerek karısı ve
gerekse Rahip Efendi hakkında orada duy­
duklarına artık imân etti. Bunların duaları sa­
yesinde tekrar dirildiğine emin olduğundan her
ikisine de minnetle bağlandı.
Fakat kasaba halkı, öteki dünyaya gidip
gelen bu hemşerilerine bir müddet ısınamadı­
lar. Tenhada rastlayınca istavroz çıkarıp kaçış­
tılar. Feronde fırsat elverdikçe herkese Ahiret-
ten haberler verdi, Orada rastladığı ölü akra­
balarına dair birçok şeyler anlattı. Her sözüne
inandıkları için gittikçe komşularını ve akra­
balarını budala bulmağa başladı. Hikâye anlat­
mak mecburiyeti de kendisini günden güne ko­
nuşmasını bilir bir adam haline getiriyordu.
47
Karısı kasabanın en mesud kadını olmuş­
tu. Çocuğunu yedi ayda doğurmasına hiç kim­
se şaşmadı. Oğlanın adını Allahın emri üzerine
Benua koydular. Feronde karısını kıskandığı
için Ahiret papazından yediği dayağı hiç unuta­
madığından artık kıskançlık göstermiyordu. Bu
da genç kadının aziz papazla kolayca buluşup
zevk içinde yaşamasını kolaylaştırdı.
V
Cennete gitmek isteyen insanlardan bir­
çoğunun bunu elde etmeğe çalışırken anahtarı­
nı hiç de farkına varmadan başkalarına verdik­
leri görülmüştür. Hikâyemiz işte bunu ispata
çalışacak:
Vak’a pek eski sayılmaz. Tanıyanlar belki
de hâlâ yaşıyorlar. Bir vakitler Sen Brankazyo
civarında Pucciya di Rimeri adında oldukça zen­
gin bir zat vardı. Mösyö Rineri işi tıkırında git­
tiğinden, bir de karısı ve hizmetkârından başka
kimsesi bulunmadığından gece gündüz çalışmak
zorunda değildi. Bu sebeple boş zamanlarını di­
ne, diyanete, dua okuyup ibadet etmeğe vermiş­
ti. Fakat esaslı surette tahsil görmediği için
ezberindeki birkaç duayı tekrarlamak, kiliseye
gidip dua dinlemek zorunda kalması, kendisini
pek te tatmin etmiyor, ibadeti arttırıp sevaba
gark olmanın çarelerini araştırıyordu. Mösyö
Rimeri’nin karısı İzabella yirmi sekiz, otuz yaş­
larında gayet güzel, gayet sevimli bir kadındı,
însan onun karşısında dalından yeni koparıl­
mış bir elmanın verdiği ağız sulandıran iştaha-
yı duyardı. Mösyö Rineri’nin oldukça ilerlemiş
yaşı ve ibadet merakı bu zavallı kadıncağızı ar­
tık can sıkmağa başlayan uzun bir pehrize mah­
kûm etmişti. Nezaman uykuya yatıp sinirlerini
yatıştırmak istese, dua ile meşgul kocası anla­
şılmaz mırıltılarla kederli sükûnunu bozuyor, bi­
raz oynaşmak arzuları duysa din büyüklerinin
49
malûm maceralarını tekrar dinlemek zorunda
kalıyordu.
İşte bu anlaşmazlıkların gittikçe arttığı bir
sırada, Mösyö Rineri, tesadüfen Don Feliks adın­
da bir rahiple tanıştı. Uzun boylu, geniş omuz­
lu, yakışıklı bir delikanlı olan Rahip Don Feliks,
mensup bulunduğu tarikatın Paris’te yapılan
gayet mühim bir toplantısından yeni dönmüştü.
Derya gibi ilmi vardı. Bundan başka Mösyö Ri-
neri’nin bütün arzularına, kendisini tedirgin
eden garip şüphelerine sevindirici cevaplar ve­
riyor, hattâ Cenneti elde etmenin yolunu her is­
teyene kolayca göstereceğini söylüyordu. Mösyö
Rimeri bilgili dostuna az zamanda çok ısındı ve
büyük bir itimatla bağlandı. Genç din adamına
evinin kapılarını ardına kadar açtı. Artık hafta­
da bir, iki gün buluşuyorlar, karşılıklı birkaç
kadeh iyi şarap içerek dinî meselelerden konu­
şuyorlardı.
îzabella ilk günlerde sadece kocasını mem­
nun etmek için güler yüz gösterdiği genç ra­
hibe gitgide daha başka türlü bakmağa başla­
mıştı. Bu «başka türlü bakmağa başlamakta» de­
likanlının ateşli bakışlarının da hissesi vardı.
Rahip Don Feliks, İzabella’nın arada sırada
niçin kederle içini çektiğini, neden dalgınlaştı­
ğını, hasılı bu sâkin hayatta neye hasret çekti­
ğini az vakitte anladı. Yaradılışı itibariyle mer­
hametli ve insanlara yardımı seven tiplerden
olduğu için kadıncağızın derdine derman bul­
mağa karar verdi. Mesele biraz müşkülce görü­
nüyordu ama büsbütün imkânsız da sayılamaz­
dı. Evvelâ kadını razı etmenin lüzumunu anla­
yan Rahip Efendi, güzel gözleriyle işe girişti.
Bakışa bakışa nihayet anlaştılar. Okadar ki artık
Dekameron — 4
50
minimini bir fırsat herşeyi halledebilecekti. Ra­
hip Don Feliks, daha da emin olmak için yalnız
kaldıkları birkaç dakikadan istifade ederek his­
lerini İzabella’ya fısıldadı. Genç kadın teklifi se­
vinçle kabul etti ama evinden dışarıda buluşma­
ya yanaşmadı.
— Burada olsun, dedi, bir çaresini bulun,
canım!
«Burada çaresini bulmak» dile kolaydı.
Çünkü Mösyö Rimeri evden hiç çıkmıyor, kilise­
ye gitse karısını da beraber sürüklüyordu.
Genç Rahip, bir taraftan kadını bukadar
kolaylıkla yola getirdiğine memnun, diğer ta­
raftan işin lüzumsuz yere uzamasından mahzun,
kafasını çatlatırcasına çare aramağa başladı. Ra­
hiplerin çoğu kendi menfaatlannı düşündükle­
ri zaman, bilhassa bu menfaat şehevî ihtirasları­
na dayanıyorsa, dahiyane çareleri kolayca bulur­
lar. Netekim Don Feliks de aradığını dini bütün
bir rahibe yaraşacak şekilde bulmakta gecikme­
di ve plânını okadar üstadane kurdu ki sevgili­
sine kocasının hemen hemen gözü önünde sa-
hİD olmasına hiçbir engel kalmadı.
Gene bir gün derinden derine din bahisle­
rine dalmışlardı. Genç Rahip sözü döndüre do-
laştıra tasarladığı mevzua getirdi:
— Görüyorum ki aziz dostum Mösyö Rime­
ri, dedi, bu yalancı dünyada bütün emeliniz Ahi-
reti kazanmak ve hak ettiğiniz Cennete girmek.
Bu arzunuz meşrudur ve takdire şayandır. Fa­
kat hedefinize varabilmek için geçilmesi lâzım-
gelen çetin yolu hiç düşündünüz mü? Lâf ara­
mızda, bu yol esnasında okadar büyük bir bilgi
istemez. Her mümin kolayca öğrenir ve sebat
ettiği takdirde maksadına nâil olur. «Öyle ise
51
neden bize bunu söylemezler» mi diyeceksiniz?
Çünkü kilise, maalesef sizin gibi dindarların
mütemadiyen ödedikleri sadaka ve bahşişlerle
yaşıyor. Eğer bütün iman sahiplerine tutulacak
kısa yolu bildirirse mukaddes imanımızın kale­
leri olan kiliselerin kapanması, dinimizin şöval­
yeleri sayılan Kardinalların, diğer din adamları­
nın geçimlerinin kesilmesi tehlikesi baş göste­
rir. Ben size iyilik etmek suretiyle saklamaya
söz verdiğim büyük sırra ihanet ettiğimin far­
kındayım. Ne çare ki evinizde gördüğüm sıcak
hüsnü kabul beni buna mecbur etti. Cennete
girmenin en kestirme yolunu size öğreteceğim.
Beni ele vermiyeceğinize inanıyorum.
Mösyö Rimeri sevincinden deliye döndü,
dostunun ellerine sarılarak minnettarlığını na­
sıl ifade edeceğini şaşırdığını söyledi ve kafasını
kesseler sırrı kimselere fâş etmiyeceğini yemin­
lerle temin etti.
Rahip Don Feliks:
— Şu halde beni dinleyin sevgili dostum,
dedi, size Cennetin en kısa yolunu göstereceğim.
Bundan böyle ibadetlerinizi tarif edeceğim şe­
kilde yaparsanız Cennetin anahtarını avucunuz­
da bilin. Evvelâ şu Cennete katiyen inanmanızı
isterim, bu ibadet şekline başladığınız anda, şim­
diye kadar gerek bilerek gerek bilmiyerek işle­
diğiniz bütün günahlar ve kabahatlar. top ye­
kûn affa uğrayacaktır. Daha mühimi: bundan
böyle işleyeceğiniz günahları da Hak Taalâ ken­
di iradesiyle takdir buyurmuş sayarak deftere
geçirmiyecektir. Kilisenin yalnız ve yalnız mu­
ayyen bir mertebeye erişmiş din adamlarına
sakladığı bu gizli ibadet şekli evvelâ umumî bir
günah çıkartmakla başlar. Sonra oruca girecek­
52
siniz. Kırk gün sürecek olan bu oruç müddeti
içinde başka kadınlar şurada dursun nikâhlı
karınıza dahi yan bakmıyacaksınız. Daha sonra
evinizde bir oda ayıracaksınız. Bu odanın husu­
siyeti şudur: ibadet sırasında gözleriniz bir an
bile gökyüzünden ayrılmıyacak. Buraya bir ge­
niş ve uzun masa koyacağız. Siz, ayaklarınız ye­
re değecek şekilde bu masaya arka üstü yatıp
kollarınızı iki yana açacaksınız. İbadet gece yarı­
sına doğru başlayıp tan yeri ağarıncaya kadar
devam edecek. Bu müddet zarfında eğer ibade­
te giren bir rahipse Incil’den en uzun bahisleri
ezberden okuyacak. Fakat sizden böyle birşey
elbette istenemez. Siz sabaha kadar üç yüz Pa-
ter, üç yüz de Ava Mariya duası okursunuz. Göz­
lerinizi gökyüzünden ayırmadığınız müddetçe
yerleri ve gökleri Hak Taalânın yarattığını dü­
şünürsünüz. Kollarınızı iki yana açmakla çar­
mıha gerilen îsa Peygamberimizle beraber ya­
şarsınız. Sabah çanları çalmağa başlayınca o ge­
cenin ibadeti bitmiş olur. Ertesi geceye kuvvet
toplamak için derhal yatağınıza girer uyumağa
çalışırsınız. Uykudan kalkınca tekrar elli defa
Pater ve elli defa Ava Mariya okunacaktır, ö ğ ­
leden sonra kiliseye gideceksiniz. Eğer bunu ih­
mal ederseniz gayretlerinizin hepsi boştur. Ge­
ce tekrar gökyüzünü seyir ve Hak Taalâya kal­
ben yaklaşmak ibadeti tekrarlanır. Kırk günün
nihayetinde yüreğinizde öyle İlâhî bir heyecan,
öyle tadına doyulmaz bir vecd duyacaksınız ki
Cenneti kazandığınıza hiç şüpheniz kalmıyacak.
Mösyö Rimeri:
— Size nekadar minnettarım benim aziz dos­
tum bilemezsiniz, diye tekrar Rahibin ellerine
sarıldı, daha şimdiden kendimde bütün bunları
53
usanmadan yapmak kuvveti buluyorum. Allah
sizden razı olsun. Yarınki Pazar gününden itiba­
ren ibadete başlıyacağım.
Mösyö Rimeri sevinçle evine koştu. Karısı­
na olup bitenleri anlattı, İzabella Rahibin mak­
sadını derhal anladığı için gülümsedi. Bu dere­
ce budala bir adamı aldatmak bukadar kolay­
ken nasıl olup da bunca yıl zevklerden mahrum
yasadığına şaştı.
Kocasına:
— Sen bu ibadete başlayınca ben de oruç
tutacağım, dedi, Cenneti hak etmiş bir insana
lâyık bir zevce olmağa çalışmalıyım.
Pazar günü akşamı, Mösyö Rimeri tarif
edildiği üzere ibadetine başladı.
Biçare adam gözlerini gökyüzüne diktikten
on dakika sonra îzabella kapıyı gürültüsüzce
açıp sevgilisini içeri aldı. İbadet sabaha kadar
devam ettiğinden hiçbir tehlike yoktu. Binaen­
aleyh evvelce hazırlanmış olan kahvaltıyı ke­
yifle yediler, sonra sabah çanlarından on beş da­
kika evvel çıkmak üzere yatağa girdiler.
Mösyö Rimeri’nin ibadet için seçtiği oda
karisinin yatak odasından ince bir duvarla ayrıl­
mıştı. Bir gece bütün ihtiyat ölçülerini şaşıran
sevgililer öyle bir gürültü tutturdular ki gözle­
rini gökyüzüne dikmiş olarak kimbilir kaçıncı
Pater duasını okuyan Mösyö -Rimeri karyola
yaylarının çıkardığı muntazam iniltileri biraz
da şaşarak dinledi ve karısının neden böyle sağa
sola döndüğünü merak etti. Nihayet dayanama­
dı, masanın üzerindeki vaziyetini bozmadan
seslendi, acaip gürültünün sebebini sordu.
Yaradılışı, itibariyle lâtifeyi seven ve içinde
bulunduğu hal dolayısıyla son derece mesud olan
54
Izabella hiç istifini bozmadı:
— Elbette uyuyamıyorum, diye cevap verdi,
bütün gün oruçlu olmak kolay değil. Oruçlu
insan uyuyamaz diyen siz değil misiniz?
Hayat arkadaşının ibadet hususunda da
kendisine uyduğuna sevinen adamcağız, yüreği
iftiharla kabararak:
— Ben sana «oruç tutma» demedim mi?
dedi. Anlaşılan oruca dayanamıyorsun!
— Sen işine bak sevgili kocacığım, ben ne
yaptığımı biliyorum. Bu işin erbabı olmadığımı
da hiç kimse iddia edemez.
Maamafih ertesi günden itibaren sevgililer
Cennete gitmeğe yüzde yüz karar vermiş ko­
cayı beyhude yere şüphelendirmemek için bu­
luşma yerini değiştirdiler. îzabella daha uzak
bir odada zevkli saatler geçirdikten sonra ya­
tağına dönüyor, arada sırada yakışıklı sevgili­
sine de şöyle söylüyordu:
— Çileyi kocalar çekiyor, Cennetin zevkini
safasını biz sürüyoruz.
Nihayet îzabella bu zevke okadar alıştı ki
kocasının kırk günlük çileli ibadeti bittikten
sonra sevgilisiyle başka bir yerde buluşmağa ra­
zı oldu. Bu suretle Cennete girmeği ihtiras ha­
linde arzu eden gafil koca, kendisine bunun en
kısa yolunu gösteren büyük dostu Rahip Don
Feliks’i Dünya Cennetinin tadına doyulmaz sa­
adetine kavuşurmuş oldu.
VI
— Evvel zaman içinde Babil’de Beminedab
adında bir sultan ve bu sultanın Alasiyel adında
gayet güzel bir kızı vardı. Kızın güzelliği dil­
den dile dağları denizleri aşmış, dünyanın her
tarafına yayılmıştı. Birkaç sene evvel vuku bu­
lan Arab istilâsında Babil Sultanı Beminedab’a
büyük yardımlarda bulunan Garb Kralı anlatı­
lanların tesirine kapılarak Alasiyel’e kulaktan
âşık oldu, kızı babasından istedi. Sultan Bemi­
nedab gördüğü iyiliğe karşılık bu isteği redde-
ııiedi. Günlerden bir gün sevgili kızını çeyizi,
cariye ve köleleri ve türlü hediyeleriyle bir ge­
miye bindirerek Fas’ta bulunan Garb memleke­
tine doğru yola çıkardı. Her ihtimale karşı ga­
yet iyi silâhlanmış olan gemi rahat bir yolcu­
luktan sonra İskenderiye’ye vasıl oldu. Fakat
oradan hareket edip Sardonya adası hizalarına
gelince çok şiddetli bir fırtınaya tutuldu. Baş­
ta Alasiyel olmak üzere bütün yolcular ümitleri­
ni kestiler. Kaptanın ustalığı, tayfaların feda­
kârlığı sayesinde tekne birçok vartaları atlat­
tı ama fırtınanın şiddetini gittikçe arttırması
neticesinde üçüncü gün ne tarafa doğru sürük­
lendiği artık bilinmez oldu. Nihayet tayfalardan
biri «Kara!» diye bağırdığı zaman hiç kimsede
irade ve soğukkanlılık kalmamıştı. Böyle rüz­
gârın önüne düşmüş idaresi imkânsız bir gemi
ile karaya yaklaşmanın ölüm demek olduğunu
anlayan gemiciler herşeyi unutarak canlarını
56
kurtarmak kaygusuna düştüler. Yolcuları yüz­
üstü bırakıp kendilerini filikalara attılar. Za­
ten dehşete kapılmış olan yolcuları bu hal büs­
bütün deliye çevirdi. Tayfaların kılıçla müda­
faa ettikleri kayıklara deli gibi hücum ettiler.
Birkaçı vurulup öldürüldü. Fakat asıl felâket
ölümden kurtulmak için filikalara saldıranları
bekliyordu. Lüzumundan fazla dolan sandallar
suya indirilir indirilmez kaya parçaları gibi de­
nize gömüldüler.
Bu suretle kumandasız,' tayfasız gemide
erkekler tarafından hayasızca terkedilen Ala-
siyel ile üç cariyesinden başka kimse kalmadı.
Biçare kadınlar her an ölümü bekleyip durur­
larken direkleri kırılmış, teknesi yer yer çatla­
mış bulunan gemi Majorka Adasının kumsalla­
rından birisine doğru sürüklendi ve karaya
oturdu. Fırtına gemiyi yumuşak kumluğa öyle
şiddetle saplamıştı ki sabaha kadar dalgalar ta­
rafından dövülen tekne parçalanmadığı gibi
devrilmedi de...
Sabah olurken rüzgâr düştü, deniz sâkin-
leşti. Güneş doğduğu zaman Prenses Alasiyel
kapıldığı dehşetten ve bu dehşetin verdiği ya­
rı baygınlıktan ayılmıştı. Evvelâ cariyelerini ad­
larıyla çağırarak imdat istedi, sonra muhafız
kumandanına, seslendi. Cevap alamayınca olup
bitenleri .hatırlamağa .çalıştı. Gece karanlığında
kudurmuş denizin üzerinde cereyan eden fa*
ciat akUha ıgelince/'gayret edip . .düştüğü yerden
kalktı.-. Srkekl.er .‘ tarafın.ç^n; terk, .edilmiş c.§n-,
yejer •hifer . tarafa, «erilip . bayılmışlardı. Bunları
ayıltmak-hiç de İfiQİ&y. 'olmadı, İkisi sinir buhran­
ları geçiriyor, ağlayıp çırpınıyorlardı. Üçüncü-
sünu- işerdeniz, tutması yarı.ölü bir hale, getir­
mişti.
57
Kadınlar öğleye doğru kendilerini toplaya­
bilmişlerdi ki o civardaki çiftliklerinden birisini
teftişten dönen Perikon do Visalgo ismindeki
bir asilzade kumsaldaki gemi enkazını gördü.
Yanındaki hizmetkârlardan birisini yollayıp
içinde yardıma muhtaç kimse bulunup bulun­
madığını anlamak istedi.
Hizmetkâr gemiye çıktığı zaman Prensesle
cariyeleri kıçüstünde korkudan titreşiyorlardı.
Kadınlar bu yabancı diyarda başlarına gelecek
felâketlere okadar dalmışlar, okadar korkmuş­
lardı ki hizmetkârın sözlerine kulak asmadan
hep beraber ağlaşmağa, yalvarmağa, kendileri­
ne fenalık etmemesini ricaya başladılar. Hizmet­
kâr bunlardan hiçbirşey öğrenemiyeceğine ka­
naat getirdikten sonra efendisinin yanma dön­
dü, gördüklerini anlattı.
Perikan do Visalgo, kadınların korkutul­
madan karaya çıkarılmasını, eşyalarından işe
yarar halde bulunanların da zayi edilmeden be­
raber getirilmesini emretti. Kazazedeler yakın­
daki şatoya nakledildiler. Perikon, kadınların
elbiselerini görünce alelâde insanlar karşısın­
da bulunmadığını anladı. Yüzünün sarılığına,
kıyafetinin perişanlığına rağmen Alasiyel’in
güzelliği de gözünden kaçmadı. Bu güzellik bka-
dâr .kâi-şi durulmaz, bir. kudret taşıyordu ki .de-
likanli:'«Eğer bu:k£tdtn evli değilse oramla he­
men- evlenirim, şayed evli ise;kendim i gene.de
sevdirmeğe çalışırım. Metresim »lu r,» diye • dü-.
şiindüv
fiT$a§-'güri ;geçin£e 'Alaayel- kendisini top­
lamış,-’ ^zeHiği-eskisinden daha: parlak bir ha-
le-_^fim§Ö’r'¥akışifcK' -ve'-g^çlü kuvvetli bir de­
likanlı- olan"Perikon,' kadın’ -işlerinde tecrübeli
58
bir erkek sayılıyordu. Evvelâ belli belirsiz, son­
ra tamamiyle açılarak aşkını ilân etti, kim oldu­
ğunu, nereden gelip nereye gittiğini, evliyse
kocasının adını sordu. Alasiyel cariyelerini çok
sıkı tenbihlemişti. Hiçbiri bu suallere cevap ver­
miyordu. Bütün ustaca hücumları netice ver­
meyince Perikon’un duyduğu arzu ve ihtiras
yüz misli arttı.
Alasiyel Hiristiyanların eline düştüğünü
hemen anlamış, mümkün olduğu kadar zaman
kazanmağa, kurtulma fırsatı yüz gösterince
müstakbel kocası Garb Kralına bâkire olarak
kavuşmağa karar vermişti. Cariyeler de hanım­
larını sonuna kadar müdafaa edeceklerine ye­
min ettiler.
Perikon, türlü ihtimamların, yalvarmala­
rın fayda vermediğini görünce inatçı sevgilisi­
ne cebren malik olmadan evvel başka bir usulü
de denemeği düşündü. Alasiyel’in dini haram
saydığı için genç kız ömründe şarap içmemiş,
bir çeşit şerbet diye sofraya getirtilen bu kır­
mızı şurubu pek sevdiğini de saklamamıştı. Pe­
rikon şarabın aşk ve ihtiras ilahesi Venüs’ün
büyük yardımcılarından olduğunu biliyordu,
isteklerine karşı duran bu harikulâde güzel ka­
dını'şarapla sarhoş ederek yola getirmeği ta­
sarladı. Önce cinsî arzularından vazgeçtiğini
söyledi. Bunu isbat edip genç kıza emniyet ver­
mek için yalvarmaları kesti. Üç, dört gün son­
ra da bir büyük ziyafet tertip etti. Ziyafette
Alasiyel’e verilecek içkiyi daha o günden ha­
zırlatmıştı. Muhtelif sert şarapların karışmasın­
dan meydana gelen bu karışık içkiye değme ay­
yaş dayanamazdı. Hiçbirşeyden şüphelenmiyen
genç kız, herzamankinden daha tath bulduğu
59
bu şarabı bardak bardak içti. Az zamanda sar­
hoş oldu. Okadar ki daima bir şerefli prenses
gurur ve temkinini muhafaza eden Alasiyel da­
yanamadı, dansa kalktı, memleketinin, Major-
kalılara çok garip gelen oyunlarını oynadı. Pe-
rikon zafere yaklaştığını görerek sevincinden
kabına sığmıyor, kızın kadehini mütemadiyen
doldurtuyordu. Vakit geceyarısına yaklaştığı
zaman Alasiyel iyiden iyiye sarhoş olmuştu. Ev
sahibi, güzel misafirini yatak odasına bizzat gö­
türdü. Genç kız, içtiği şarapların tesiriyle hiç
bir hicab duymadan delikanlının önünde so­
yundu, yatağa girdi. Aylardanberi bu sırayı bek­
leyen Perikon fırsatı kaçıracak adamlardan de­
ğildi. Derhal ışıkları söndürüp genç kızı takip
etti. Vücudünü kollarının bütün kuvvetiyle sar­
dı, her tarafını öpüp kokladı ve Alasiyel bütün
mukavemet imkânlarını kaybettiğinden kendisi­
ni bu dayanılmaz okşamalara teslim etti. Pren­
ses, aylardanberi budalalık ettiğini anlıyarak de­
likanlıya sımsıkı sarıldı ve o geceden sonra Ala-
siyel’i aşka razı etmek için şarap içirtmeğe ha­
cet kalmadı. Hattâ bunun için sözlere de artık
ihtiyaç yoktu. Zira İspanyolcayı henüz öğren­
miş bulunan genç kadın ilk işarette sevgilisinin
kucağına atılıyordu.
Ne çare ki Allah Alasiyel’in alnına birçok
maceralar yazmıştı, Garb Kralının müstakbel ka­
rısı ye Majorka’da bir asilzadenin metresi ol­
makla iş bitmiyecekti Âşıklar dünyanın en
mesud balayım hiçbirşeyden şüphelenmeden
yaşayıp dururlarken aralarına beklenmeyen bir
gölge düştü. Bu gölge Perikon’un yirmi beş ya­
şında, gayet, güzel bir delikanlı olan küçük kar-
deşiydi...Mavi gözlü,' pembe yanaklı bir erkek
60
güzeli olan Maroto, ağbeysinin oburca istifade
ettiği bu emsalsiz Şark güzelliği karşısında bü­
tün iradesini ve şuurunu kaybetti. Alasiyel’e
tehlikesiz yollardan malik olamıyacağını kesti­
rince dünyanın en büyük cinayetini işlemek
kararını verdi. Perikon’un şatosuna yakın kü­
çük bir limanda Cenova’lı iki kardeşe ait bir
gemi bulunuyor, yükünü almış olan gemi hare­
ket için münasip hava bekliyordu. Maroto gemi
sahiplerine müracaat ederek bir kadınla bera­
ber seyahata çıkacaklarını, kendilerini Tunus’a
götürmelerini rica etti. Pazarlıkta uyuştular.
Hareket sabahının gecesi Maroto bütün hazır­
lıklarını tamamlayarak ağbeysinin şatosuna mi­
safir geldi. Geceyarısı, herkes uyuduktan sonra
kapıyı açıp önce beraber getirdiği silâhlı adam­
larını içeri aldı. Bunlar metresiyle beraber sız­
mış bulunan Perikon’u öldürdüler. Ellerine ge­
çen paraları, mücevheratı aldılar ve ölümle teh­
dit ederek Alasiyel’i gürültüsüz, patırtısız şa­
todan çıkardılar. Maroto neye uğradığını şaşı­
rarak bir teviye ağlayan genç kadını Ceneviz
gemisine attı. Sabah rüzgâriyle şişen yelkenler
tekneyi açıklara doğru uçururken kardeş kati­
li âşık hayatının en mesud anlarını yaşıyordu.
Alasiyel ağlamanın ölen sevgiliyi diriltemiyece-
ğini yeni âşıkının daha kuvvetli kollarında, da­
ha ateşli öpüşlerinde çabucak anladı ve kederi­
ni kolayca unuttu. Fakat Alasiyel harikulâde
güzel bir kadındı ve b’ütün harikulâde güzel ka­
dınlar gibi her ah yeni dertlere, yeni macera­
lara maruz bulunuyordü. Yeni aşkınin ihtira-
siyle güzelliği: bir kat daha artmış olah' bu em­
salsiz kadını erkeklerin ilk bakışta arzu etmele­
rinden daha tabii birşey de olamazdı. Netekim
geminin sahibi volan genç Cenevız’li - kardeşler
61
birkaç gün içinde Maroto’yu kardeş katili ya­
pan ihtirasa kapıldılar. İlk düşünceleri kadın­
dan gizlice istifade etmek, âşıkına birşey sez-
dirmemekti. Fakat gayet kıskanç bir adam olan
Maroto sevgilisini bir an bile yalnız bırakmıyor­
du. Bu vaziyet karşısında Ceneviz’liler çaresiz
kaldılar, geminin pupayelken gittiği bir gün,
denizi seyreden delikanlıyı, arkasından iterek
denize attılar. '
Alasiyel bu facia karşısında gene derin bir
kedere kapıldı. Fakat yeni vak’alar uzun müd­
det kederlenmesine meydan vermedi. İki kar­
deş genç kadını kolayca teselli etmişlerdi ama
kolayca bölüşemediler. Aralarında kavga çoktı.
İş münakaşadan yumruklaşmaya döküldü. Ni­
hayet kılıçlarını çekerek birbirlerine hücum
ettiler. Biri öldü, öteki tehlikeli surette yara­
landı. Eğer bu yaralı da ölürse genç kadın bir
gemi dolusu tayfaya kalacağını anlayarak ne
yapacağını şaşırmıştı. Bu belâdan kurtulsa bi­
le ölen kardeşlerin akrabaları intikam almak
istiyeceklerdi. Bereket versin yaralı ölmedi de
işler büsbütün karışmadı. Delikanlı sevgilisini
ilk uğradıkları limana çıkardı. Bir hana yerleş­
tiler. Lâkin kadının güzelliği az vakitte bütün
şehir halkı tarafından farkedildi. Dilden dile
söylenmeğe başladı. O sıralarda Moreo Prensi
şehirde bulunuyordu. İşittiklerini merak eden
Prens, Alasiyel’i görür görmez âşık oldu. Ka­
dını ele geçirmek çarelerini araştırmağa gi­
rişmişti. Tüccarın dostları bunu duyunca ar­
kadaşlarını felâketten kurtarmak için genç ka­
dını Prense bırakmasını söylediler. Delikanlı
başka çıkar yol kalmadığını anlıyarak buna ra­
zı oldu. Prens Alasiyel’i güzel bir şatoya yerleş­
tirdi. Kibar tavırlarından asil bir aileye men­
m
sup bulunduğunu anlayarak kadına âdi bir
metres muamelesi yapmadı, meşru karısı imiş
gibi hürmet gösterdi.
Çektiği bunca istiraptan sonra bu yeni ha­
yat Alasiyel’i hakikaten mesud etmişti. Kısa
zamanda kendisini toplamış, körpe güzelliği ge­
ne can yakıcı hale gelmiş, neşelenmişti. Artık
bütün şehir Prensin harikulâde metresinden
bahsediyor, herkes güzelliğini bire bin katarak
anlatıyordu. Bu sebeple Prensin akrabaları olan
Atina Dükü genç kadının şöhretini işitti, gör­
mek hevesine kapıldı. Kalabalık bir maiyetiyle
Prensi ziyarete geldi. Lâf arasında Alasiyel’in
söylendiği kadar güzel olup olmadığını sordu.
Prens:
— Daha bile fazla, dedi, inanmazsanız göz­
lerinizle görün de bakın!
Beraberce genç kadının dairesine gittiler.
Alasiyel onları çok nazik ve neşeli karşıladı.
İki taraf birbirinin lisanını anlayamadığı halde
Dük bu görülmemiş güzelliği yaradılışın eşsiz
bir mucizesi saydı. Genç kadın okadar güzeldi
ki insan onun etten kemikten olduğuna inana-
mıyordu. Hasılı Dük de Alasiyel’e deli gibi âşık
oldu. Daha oradan çıkmadan nasıl edip te Pren­
sin elinden alacağını düşünmeğe başladı. Karar
verdiği herşeyi mutlağa yaptığıyla meşhur oldu­
ğu için artık geceleri uyku uyuyamaz hale gel­
mişti. Vaziyeti tekrar tekrar gözden geçirdi.
Bütün zorluk Prensin güzel metresini gayet sı­
kı hapsetmesinden doğuyordu. Nihayet kaleyi
içerden zaptetmek usulüne müracaattan başka
çare kalmadığına kanaat getiren Dük, Prensin
en emniyetli adamı Kiyüriyoki isimli uşağı el­
de etti. Bu uşak bir gece kapıyı açıp Dükü ve
68
adamlarını içeri alacaktı. Dük bütün hazırlıkla­
rını tamamladı. Karanlık bir gecede şatonun ka­
pısına geldiler, içeri girdiler. Hava çok sıcak ol­
duğu için Prens sırtında sadece bir gömlek ol­
duğu halde pencereden denizi seyrediyordu.
Dükün adamları gürültü etmeden yaklaştılar,
üstüne saldırdılar. Önce hançerleyip sonra ce­
sedini pencereden aşağı attılar. Daha sonra iha­
netinin mükâfatını bekleyen uşağı kementle
boğup onu da efendisinin arkasından yuvarla­
dılar.
Bu işler görülürken Dük de güzel Alasi-
yel’in yattığı odaya girmişti. Elindeki şamdanı
uyuyan kadına tuttu. İpek geceliği içinde buka­
dar harikulade görünen genç kadın çıplakken
kimbilir kaç misli güzelleşiyordu. Dük dayanma­
dı. İşlediği cinayetten dolayı zerre kadar azab
duymadan soyundu, kadının koynuna girdi. Ala­
siyel uykusu arasında Dükü, Prens zannetti.
Şamdan söndürülmüş olduğundan sevişme ara­
sında yanıldığını anlayamadı. Dük, cânî olmak
pahasına elde ettiği hâzinenin değerini böyle-
ce deneyip umduğundan fazla memnun kalın­
ca adamlarını çağırdı. Bunlar bağırmasma mey­
dan vermeden genç kadını dışarıya sürükleyip
hazırlanmış bulunan atlardan birisine bindirdi­
ler, Atina’ya doğru yola çıktılar.
Dük evji olduğu için metresini şehre epey­
ce uzak mesafedeki sayfiye köşklerinden biri­
sine kapattı.

*
**

Prensin adamları ertesi gün şatonun kum­


salında efendilerinin ve sadık uşağının cinayet
64
izleri taşıyan cesedlerini bulunca memleket bir­
birine girdi. İlk soruşturma ve tetkikat, cinaye­
tin Dük tarafından işlendiğini meydana koydu.
Ölen Prensin yerine memleketin idaresini
eline alan kardeşi derhal kuvvetlerini topladı,
öc almak için Atina’nın üstüne yürüdü.
Bu haberi alan Dük de boş oturmamış, o
da ordusunu hazırlamıştı. Bundan başka dostla­
rını ve akrabalarını da imdadına çağırdı. İmda­
da gelenlerin içinde Bizans İmparatorunun
genç oğlu Kostantin ile onun yeğeni Emanuel
de vardı. Bunlar Dükün asıl karısının öz yeğen­
leri idiler.
Yardımcılar Atina’ya yetişince Dük’ün ka­
rısı Düşes yeğenleri gizlice yanına çağırdı. Me­
selenin içyüzünü, Harbin asıl sebebini ağlayarak
anlattı. Dük, yabancı bir kadın yüzünden misafir
olduğu evin sahibini alçakça öldürmüş, kadını
buraya getirip kendisine de -hakaret etmişti.
Eğer mutlaka birisine yardım etmek istiyorlar­
sa bunu Dük’e değil kendisine yapmalıydılar.
Bizanslı Prensler hâdiseyi daha evvel de kısa­
ca duymuşlardı. Kederli yeğenlerini teselli et­
tiler, çare bulmağa söz verdiler. Sonra Dük’e
gidip şu meşhur yabancı güzeli mümkünse gör­
mek istediklerini söylediler.
Yeni metresine karşı duyduğu ihtirasla ak­
lını kaybetmiş olan Dük, Prensi felâkete sürük­
leyen vak’anın aynen cereyan etm.eğe başladı­
ğını farkedemedi. Kendisini kurtarmaya gelen
Bizanslı Prenslere metresinin oturduğu köşkün
bahçesinde mükellef bir ziyafet çekti.
Alasiyel görünür görünmez Bizanslı Prens­
lerin nefesleri kesildi. Hele Kostantin ne yapa­
cağını, ne söyleyeceğini şaşırdı. Ziyafetin sonu­
na kadar gözlerini genç kadından bir an bile
06
ayıramadı ve kadına baktıkça, bunun uğruna
her cinayetin kolayca işlenebileceğinden biç
Şüphesi kalmadı. Dük’e hak verdi. Dük’e hak
Verdi ama bu hak kendi yapacağı işi de mazur
gösterecek garip bir hakti. Netekim ordular kar­
şılaşıp çarpışma başlayınca Konstantin maiyeti­
ne küçük bir müfreze alıp şehre döndü. Dil-
şes’in yardımiyle bir küçük gemi hazırlattı. Ala-
siyel’in oturduğu köşkü basıp cebren gemiye gö­
türdü. Derhal denize açıldı.
Alasiyel hayatındaki maceraların bitmedi­
ğini, bilâkis herzaman yeniden başladığını gö­
rerek kederlenmiş, ağlıyordu. Koııstantin genç
kadının yanına oturdu. Ona diller döktü, yemin­
ler etti. Bizans, İmparatorunun oğlu olduğunu,
ilerde İmparatorluğa yükseleceğini söyledi.
Okşadı, öptü, nihayet yüzünü güldürdü. Fakat
yaptığı işi babasının beğenmiyeceğini bildiğin­
den İstanbul’a gitmeği göze alamamıştı. Gemi­
yi Sakız Adasına çevirdi. Bu adaya yerleştiler.
Bu arada Alasiyel yeni sevgilisine de alışmış,
tekrar neşeleıımişti. '
Günler aşk ve zevk içinde geçip dururken
Bizans İmparatoriyle herzaman harp halinde
bulunan Fenike Kralı Asbek tesadüfen Sa­
kız’ın karşı sahiline, yani İzmir şehrine gelmişti.
İmparatorun oğlunun Atina’dan bir dünya gü­
zeli kadın kaçırdığını, adaya yerleşip safasına
baktığını duydu. Derhal birkaç gemi donatıp
Sakız’a saldırttı. Fenikeliler adayı bir gece saba­
ha karşı apansız bastılar. Karşı durmağa kalkan­
ları kâmilen kılıçtan geçirdiler. Kadınlan esir
edip döndüler. Alasiyel’in güzelliğini anlatanlar
yalan söylememişler, mübalâğa yapmamışlardı.
Fenike Kral) binlerce kadının arasından onu
IMtorıtM*» — t
66
hemen tanıdı. Hürmetle yanına aldı. Aradan bir
ay geçmemişti ki genç kadının cazibesine tutu­
larak nikâhlarının kıyılmasını emretti. Gene sa­
adet günleri başlamıştı. Gene sevgililer dünya­
nın en bahtiyar insanları gibi ömür sürüyor­
lardı.
Lâkin felâket haberi Bizans İmparatoruna
yetişmekte gecikmedi. Oğlunun öldürüldüğünü
duyan baba deliye döndü. Zaten Fenike Kralı­
na beraberce saldırmak için Kapadosya Kralı
ile müzakere halinde idiler. Galip gelindiği
takdirde ganimeti bölüşmek meselesinde mu­
tabık kalamıyorlardı. Bizans İmparatoru, mütte­
fikinin dilediklerini toptan kabul ederek işi
hızlandırdı. İki taraf da aynı zamanda Fenike
Kralına çullandılar.
Fenike Kralı Asbek memleketinin düş­
man taarruzuna uğradığını duyar duymaz dav­
randı. Yeni karısını sadık bir adamiyle İzmir’de
bırakarak ordusuyla hareket etti. Maksadı ev­
velâ Kapadosya Kralını tepelemekti. Fakat um­
duğu neticeyi alamadı. İlk çarpışmada kuvvetle­
ri dağıldı. Kendisi muharebe meydanında öldü.
Bu kara haber İzmir’e geldiği zaman Ala­
siyel Kralın sadık adamı Antiyaküs ile çok­
tan sevişmeğe başladığı için pek fazla müteessir
olmadı. Antiyaküs bundan evvelki sevgilileri
kadar asil değilse de Babil dilini gayet iyi konu­
şuyordu. Bu hususiyet senelerdir ana dilini ko­
nuşmaktan mahrum kalan genç kadının çok ho­
şuna gitmişti.
Düşman ordusunun İzmir’e yaklaştığı du­
yulunca, sevgililer yükte hafif, pahada ağır ne
buldularsa alıp Rodos Adasına kaçtılar.
Bir müddet sonra Antiyaküs hastalandı.
67
öleceğini anlayınca biricik aziz dostu Kıbrıs’lı
bir tüccarı yanına çağırdı. Servetinin idaresiyle
Alasiyel’in himayesini ona vasiyet etti. Bütün
gayretler, tedaviler Antiyaküs’ü ölümden kurta­
ramadı. Genç kadın, sevgililerinin en şefkatlisi
olan Antiyaküs’ün cenazesini merasimle kaldırt-
tı. Kıbrıs’lı tüccar da oradaki işleri tasfiye ede­
rek lıerşeyi paraya çevirdi. Kendisi memleketi
olan Kıbrıs Adasına gitmek zorundaydı. Alasi-
yel’e dilerse beraber gelmesini teklif etti. Genç
kadın Rodos’ta hiç kimsesi olmadığından bu
teklifi ister istemez kabul etti. Fakat deniz yol­
ları türlü tehlikelerle dolu olduğu gibi bu teh­
likeleri göze alarak gidip gelen gemiler de pek
emniyetli sayılmazdı. Tüccar bunları anlattıktan
sonra:
— En iyisi karı - koca imişiz gibi davran­
maktır, dedi, ancak bu suretle kimsesiz bir ka­
dın olarak şunun bunun ihtirasını daha az alev­
lendirirsiniz.
Nihayet yola çıktılar ve çıkar çıkmaz uy­
durdukları yalanın ikisini de müşkül vaziyete
düşürdüğünü anladılar. Son dakikada fazla yol­
cu gelmiş, karı - kocanın kamaralarını birleştir­
mek lüzumu hasıl olmuştu. Bu suretle beraber
yatmaktan başka çare kalmadı. Aynı yatağa gi­
rince valnız Antiyaküs değil, dünya ve kâinat
unutuldu. Karı - kocalığın bütün icaplarını ye­
rine getirdiler. Bundan da pek hoşlandılar. Kıb­
rıs’ta Baffo şehrine yerleştikleri zaman gemide­
ki usulü değiştirmek lüzumunu da hiç duyma­
dılar.
Aradan birkaç ay geçmişti ki bir gün Ala­
siyel evin penceresinden sokağı seyrederken
çok tanıdık bir yüz gördü. Bunun kim olduğunu
hatırlamağa çakşırken adam da tesadüfen başını
m
kaldırıp pencereye baktı. Bakar bakmaz da
aklı başından gitti. Akbnın başından gitme­
si yalnız genç kadının emsalsiz güzelliğinden
ileri gelmemiş, adam ilk bakışta Babil Sultanı
Beminedab’ın biricik kızını, çoktan ölmüş zan­
nedilen Alasiyel’i tanımıştı. Hiç tereddüt etme­
den evin kapısını çaldı. Genç kadına kim oldu­
ğunu sordu. Cevap vermek istemediğini anla­
yınca kendi adını söyleyerek babasının sara­
yında senelerce hizmet ettiğini, büyük iyilikler
gördüğünü, Sultanın ölmüş zannettiği kızmı ha­
yatta görünce pek sevineceğini söyledi. Ala­
siyel de nihayet Goriyüs adındaki bu yaşlı zatı
hatırlamıştı. Tüccar seyahatte olduğu için Go-
riyüs’ü misafir etmekten çekinmedi. Goriyüs’ün
de başından birçok maceralar geçmiş, sonunda
buraya yerleşmişti.
Alasiyel başından geçenleri hiçbirşeyi sak­
lamadan Goriyüs’e hikâye ederek, olup biten­
lerden sonra babasının yanına dönmesinin mü­
nasip düşüp düşmiyeceğini sordu.
— Eğer evvelâ siz münasip görürseniz ben
de bunun çarelerini araştırmağa başlıyacağım,
dedi, icabederse sizden yardım da istiyeceğim.
Tecrübeli adam genç kadının anlattıkları­
na çok üzüldü. Bir müddet düşündükten sonra:
— Sultanım, dedi, madem ki bütün felâ­
ketlere rağmen babanızın kim olduğunu hiçbir
zaman, hiç kimseye söylemediniz, şu halde,
yurdunuza alnı açık dönebilirsiniz. Hattâ nişan­
lınız Garb Kraliyle de evlenebilirsiniz. Elverir
ki senelerin şerefinize lâyık bir surette geçtiği­
ne dair İnandır bir hikâye uyduralım.
Başbaşa verip bu hikâyeyi başından sonu­
na kadar hazırladılar. Sonra artık, tüccarın gel-
69
m»sini bile beklemeden İskenderiye’ye giden
ilk gemiye bindiler.
Uzunca bir yolculuktan sonra Alasiyel ba­
basına kavuştu. Babil Sultanı Beminedab kızını
bağrına bastı, sevinç gözyaşları döktü. Heyecan*
lar biraz yatışınca başından geçenleri öğren­
mek istedi. Genç kadın Goriyüs’le beraber ha­
zırladıkları uydurma hikâyeyi şöyle anlattı:
— Sevgili babacığım! Sizden ayrıldıktan 20
gün sonra Sicilya Adası önlerinde bir fırtınaya
yakalandık. Rüzgâr bizi İspanya sahillerine doğ­
ru sürükledi. Nihayet karaya oturduk. Ben ya■
n baygmdım. Köylüler gemi enkazını yağma et­
meğe geldikleri zaman ayıldım. Teknede üç ca-
riyemle benden başka hiç kimse kalmamıştı.
Köylüler beni cariyelerimden ayırdılar. Götü­
rüp bir kadınlar manastırına teslim ettiler.
Orada çok iyi muamele gördüm. Beni tarikate
almak istediler. Razı olmuş gibi davrandım. Ae-
lınu öğrenmeğe çok uğraştılar. Kendilerine da­
ima Kıbrıs’lı olduğumu ve kazaya uğrayan bir
gemi ile İspanya sahillerine düştüğümü söyle­
dim. Nihayet buna inandılar. Geçenlerde Baş Ra­
hibenin iki akrabası kendisini görmeğe gelmiş­
lerdi. Bunların dönüşte Kıbrıs’a uğrayacakları
öğrenilince Baş Rahibe:
— Memleketine dönmek İster misin? diye
sordu.
Ağlıyarak ayaklarına kapandım. Beni ak­
rabaları olan karı - kocanın yanına katarak yo­
la çıkardı. Maksadım bir kere Kıbrıs’a ulaşıp
oradan da buraya gelmek çarelerini araştırmak­
tı. İyi bir tesadüfle Goriyüs’le karşılaştık. Son­
rası malûm... Anlatmağa değmez...
Goriyüs de bu yalanı tasdik »dip Baş Rafci-
70
benin akrabalariyie bizzat görüştüğünü söyle­
yince mesele kalmadı.
Sultan, bu sadık adama birçok paralar ih­
san etti. Sonra macerayı hikâye eden uzun bir
mektup yazılarak Garb Sultanı vaziyetten ha­
berdar edildi. Evlenmek niyetini değiştirmemiş­
se kuvvetli bir donanma göndererek nişanlısı­
nı aldırması bildirildi.
Ozamana kadar kaybolan nişanlısının der­
dinden gözlerine uyku girmemiş olan Garb Kra­
lı müjdeyi alır almaz kocaman bir donanmayı
yola çıkardı.
Böylece en az sekiz kişinin yatağından ve
kucağından geçmiş olan güzel Alasiyel, kendi­
sini Allaha adamış bir manastır bâkiresi sâfi-
yeti ile müstakbel haşmetlû ve şevketlû kocası­
nı mesud etmek için bir daha gemiye bindi.
VII
İtalya’nın en eski ve en güzel şehirlerinden
birisi olan Napoli’de Rikardo Minitolo isminde
çok zengin ve çok asil bir genç vardı. Rikardo
Napoli’nin en güzel kadınlarından birisiyle evli
bulunduğu halde, gene evli bir kadın olan Ka-
tello’ya gönül vermişti. Gittikçe şiddetlenen,
mantık tanımaz hale gelen bu aşka, ne çare ki,
aylar geçtiği halde hiçbir çare bulamıyor, Ka-
tella bütün vaadlere, bütün yalvarmalara ko­
casını çok sevdiğini söylemekle mukabele edi­
yordu. Delikanlı gitgide iştahtan kesildi, keyfi
kaçtı, somurtkan, huysuz bir adam haline geldi.
Artık eskisi gibi uyku da uyuyamıyor, bir sinir
buhranı sırasında kendisini öldürmekten korku­
yordu. Nihayet vaziyetin böyle sürüp gidemiye-
ceğini nasılsa kestirerek sözden daha tesirli bir
başka vasıtaya müracaat kararını verdi. Bu ka­
rarın tatbikatta esasını hile teşkil edecekti ve
hilenin istenen neticeyi verebilmesi için de
inatçı kadının kocasına karşı duyduğu büyük
kıskançlıktan istifade olunacaktı.
Rikardo plânını bütün teferrüatiyle hazır­
ladıktan sonra hareketlerini birdenbire değiş­
tirdi. Artık eskisi gibi sabahtan akşama kadar
kadının evi önünde dolaşmıyor, geceleri balko­
nunun altında gitarasını çalarak yanık türküler
çağırmıyordu. Beraber bulundukları ahbap ev­
lerinde Katello’yu gölge gibi takibetmekten,
her fırsatta merhamet etmesini yalvarmaktan
72
vazgeçmişti. Hattâ daha İleri giderek «çok n u
âşık usandırır» kaidesince kadından tamamiyle
soğuduğunu, gönlünü bîr başkasına, şüphesif
daha güzel ve daha merhametli bir başka kadı­
na verdiğini etrafa yaydı.
Evvelâ bu rivayetlerine inanmıyan genç
kadın, Rikardo’nun karşısında somurtmağa bi­
raz devam ettiyse de, sonra, dedikodulara
kendisi de inandı. Bu belâdan kurtulduğuna se­
vinerek delikanlıya diğer hanımlar gibi güler-
yüz göstermeğe başladı.
Rikardo’nun istediği de zaten bundan iba­
retti.
Bir gün kadınlı erkekli bir kır gezintisi ter­
tiplenmişti. Bu gezintiye Rikardo ve Katello da
davetliydiler. Bir su başında gölgelere oturarak
yemekler yendi, oyunlar oynandı. Neticede her­
kes kafadan, sırdaşı ve gönül arkadaşiyle bir
tarafa dağıldı. Bu sırayı gözleyen delikanlı der­
hal imânsız sevgilisine yanaştı:
— Size gayet mahrem bir iki sözüm var
muhterem hanımefendi, dedi, muhterem koca­
nızı yakından alâkalandırdığı için dinlemek lût-
funu elbet esirgemezsiniz!
Katello gayet kıskanç olduğundan kocasına
ait her meseleyi şiddetle merak ediyordu. Ri­
kardo merakla ve heyecanla kırpışan güzel si­
yah gözlere dimdik bakarak:
— Hanımefendi, diye söze başladı, evvelâ
sizden şunu rica edeceğim: söyliycceklerime
gözlerinizle görmeden sakın inanmayın ve gö­
ne gözlerinizle görüp emin olmadan hiç kimse­
ye birşey söylemeyin,
— Neymiş canım? Ne var?
— Keeuuz maalesef size ihanet ediyor he-
78
mmafendi, hem de yabana bir kadınla değil be­
nim t a r ı m l a .
— Sizin karınızla m ı?
— Evet! Bunu biraz geç haber aldım. Ge­
ne peşinen arzedeyim ki sizi vaktiyle olduğu
gibi büyük ve ihtiraslı bir aşkla sevmekte de­
vam etseydim bunları söylemeği göze alamaz­
dım. Bugün şahsınıza sadece derin bir hür­
metle bağlı bulunuyorum ve bu sebeple açıktan
açığa konuşabiliyorum. Kocanız galiba bir va­
kitler sizi çok sevmiş olmamın öcünü almak is­
tedi. Buuun en kestirme yolunu da karımı baş­
tan çıkarmakta buldu. Yazdığı ateşli mektupla­
rı görseniz, işin şakaya tahammülü kalmadığım
anlardınız. Bereket versin karım da en az sizin
kadar namuslu... Herşeyi bana günügününe söy­
lüyor. İşte bu sayededir ki uğradığınız ihaneti si­
ze gözlerinizle gösterebilmek fırsatına malik ol­
dum. Kocanız türlü yalvarmalarla karımı ya-
nn öğleden sonra sevdalıların buluşma yeri
olarak kullandıkları lüks hamamlardan birisi­
ne davet ediyor. Ben karıma razı olacakmış
gibi davranmasını tenbih ettiğim için kocanız
böyle bir davete cüret buldu. Cevabı karımla
beraber hazırladık. Karım böyle bir yere elbet­
te gidecek değildir. Kocanız ilâ taraf için de her
türlü görünmek tehlikesini ortadan kaldırmak
düşüncesiyle buluşmaya maskeli gelinmesini
teklif etmiş. Hattâ maskeler, hamam müstahde­
mini tarafından tanınmamak üzere orada da
çıkanlmıyacakmış. îşte size kocanızı suçüstü ya­
kalamak imkânını veren de bu maskeli olmak
şartıdır. İsterseniz yarın öğleden sonra adresi­
ni vereceğim hamama, yüzünüze bir maske ta­
karak gidin. İhanet delillerinde bir çürüklük
balaanaauu arzu baruranaoız biraz da
74
adekâr davranın... Sonunda inkâra, tevile me­
cali kalmasın!
Katello daha şimdiden titremeğe başlamış­
tı. Güzel gözleri öfke ve nefretten yıldırımlar
saçıyordu. Delikanlıya teşekkür ettikten sonra
ertesi gün öğleden sonra bulunma yerine gi­
dip o haine unutulmıyacak bir ders vereceğine
yemin etti.
Rikardo ertesi sabah hamama koştu. Bura­
sını işleten kadının avucuna dolu bir kese koy­
d a insafsız bir sevgiliye oyun oynıyacağından
bahsederek yardımını istedi.
Hamamın hususî odalarından birini hazır­
ladılar, perdelerini sıkıca örterek aydınlığı
mümkün mertebe azalttılar. Yatağın çarşaflan
filân değiştirildi.
Katello, gece sabaha kadar uyumamış hep
kocasını tetkik etmişti. Tesadüf bu ya, kocası da
o akşam eve biraz somurtkan geldi, birşeye ca­
nının sıkıldığını söyliyerek karisiyle oynaşmak
istemedi. Bütün bunlara bin türlü mânalar ve­
ren genç kadının öfkesi arttıkça arttı.
Ertesi gün öğle yemeğinden sonra âşıkıyla
buluşmaya giden bir kadın gibi süslendi. Hama­
ma yaklaşınca arabayı savdı. Yüzüne maskesi­
ni heyecanla taktı. Kendisini karşılayan kadına,
kocasının adını söyledi:
— Burada mı? diye sordu.
— Burada! Beklediği güzel hanımefendi
siz misiniz?
— Benim!
— Öyle ise buyurun!
Katello, loş odaya girdi. Yüzüne siyah bir
maske takmış olan Rikardo ayağa kalkarak:
— Sevgilim, dedi, geldiğinize nekadar se­
vindim, nekadar...
75
Katello dişlerini sıkarak kocasının (!) boy­
nunu öpmesine ses çıkarmadı. Rikardo vakit
kaybetmeden genç kadını yatağa götürdü. Ka­
tello kocasiyle yatmadığından bir an bile şüphe­
lenmediği için ve bilhassa ihanetini inkâr edil­
mez bir surette tesbit edebilmek gayretiyle hiç
karşı durmadı. Pek zevk duymadığı halde bir
zaman tahammül etti. Fakat kocasının aşırı he­
yecanının nihayet kendisine de sirayet etmek
üzere olduğunu anlayınca:
— Yeter artık! diye bağırdı, elverir al­
çak... Ben ki tam sekiz senedir seni hayatımdan
fazla sevdim. Sen bu müddet içinde beni bir kere
bile bugünkü gibi sevmedin... Sen alçağın biri­
sin... Hâlâ beni tanıyamadın mı? Ben Katello-
yum, kalbsiz! İhanet etmeğe utanmadığın ka­
rın! Bugün anladım! Kuvvetini, maharetini baş­
kalarına sakladığın için bana karşı daima soğuk
davranıyordun değil mi? Seni herkese rezil ede­
ceğim! Başına öyle şeyler getireceğim ki... Çek
elini! Bana dokunma! Şehrimizin en sevimli, en
yakışıklı delikanlısı Rikardo’ya aylarca neden
mukavemet etmişim budala gibi... Haber yolla­
yacağım... Sen görürsün... ödeşeceğiz bundan
böyle... ödeşeceğiz...
Rikardo bir aralık kendisini tanıtmadan ka­
dını yollamağı düşündü. Sonra bu öfkeyle eve
giderse rezaletin gökyüzüne çıkacağını, koca­
siyle vuruşmak tehlikesinin bile yüz gösterece­
ğini hesapladı. Göğsü öfkeyle titreyen güzel
kadına ihtirasla sarılarak:
— Canım, kendini üzme, diye yalvardı, ben
kocan değilim! Rikardo’yum! Aşkımla, yeminle­
rimle elde edemiyeceğim hâzineyi hiyleyle el­
de etmekten başka çare bulamadım.
76
Genç kadın dehşete kapılarak yataktan fır­
lamak istedi. Fakat delikanlı bırakmadı:
— Beni dinle meleğim, dedi, batırmak,
çırpınmak faydasız! Bir kere olanlar oldu. Geç­
mişi geriye çevirmeğe hiç kimsenin kudreti yet­
mez! Hattâ senin eşsiz güzelliğinin kudreti bi­
le... Seni lekelemek istemem. Tuzağı ispat ede­
mezsin. Etsen de duyanların yüzde doksam
buna inanmaz. ‘Foyasının meydana çıkacağım
anlayınca kurnaz kadınlar hep böyle yapar!’ di­
yerek senin buraya isteyerek geldiğini anlatır
dururlar. İnsanların fenalığa daha çok inandık­
larını hatırla. Sonra kocanla vuruşuruz.
Ya o beni öldürür, yahut ben onu öldürürüm.
Kan, hiçbirzaman hiçbirşeyi temizlemediği hal­
de, sana ölünceye kadar çekeceğin bir vicdan
azabı bırakabilir. Bu şekilde aldatılan ilk kadın
sen olmadığın gibi son kadın da sen olacak de­
ğilsin. Yemin ederim ki seni lekelemeyi bir an
bile düşünmedim. Seni deli gibi seviyorum sev­
gilim, bunu sen de demincek pekâlâ anladın.
Katello bir müddet ağladı, bir müddet so­
murttu ama sonunda delikanlının söylediklerine
hak verdi. Zaten bir kere olan da olmuştu:
— Rikardo, dedi, alçaklık ettiniz. Sizden
nefret ediyorum. Fakat sizin kadar ben de ka­
bahatliyim. Çünkü beni buraya duyduğum mâ­
nâsız kıskançlık getirdi. Artık bırakın da gide­
yim. İstediğinizi yaptınız. Rica ederim beni bı­
rakın!
Rikardo, genç kadım böyle kederli gönder­
mek istemedi. Türlü diller döktü, şaklabanlıklar
yaptı, önce hazırlanmış kahvaltı ve birkaç ka­
deh şarap ta imdadına geldiği için neticede K*>
teUe’yn yatıştırmağa muvaffak eldtt,
77
Genç kadın, Işılanın sevgisini kocasınınkini
den çok daha ateşli, çok daha tatlı bulduğu için
fazla İsrar etmedi. Barıştılar.
V III
Imola’da Berto della Massa isminde ahlâk­
sız bir adam vardı. Okadar fena tanınmıştı ki
doğru söylediği zaman bile kimse ona inanmı­
yordu. Artık Imola’da barınamıyacağını anla­
yınca, her türlü kötülük ve fenalığın beşiği olan
Venedik’e taşındı. Orada papaz kılığına girerek
Imola’lı Rahip Alberto ismini aldı. Sözde vak­
tini tövbe ve istiğfarla geçiren dindar bir pa­
paz gibi yaşamağa başladı. Şarap içmiyor, et
yemiyor, daima dua ve ibadetle meşgul oluyor-
du^
Bir hırsız, bir dolandırıcı ve bir katilken
sanki mübarek biri oluvermişti. Bahusus kilise­
de vaaz ederken gözyaşları dökmesi, pehrizkâr
bir hayat sürmesi Venedik’lileri öyle kandır­
mıştı ki, kısa zamanda herkes vasiyetini yerine
getirmeğe onu vazifelendiriyor, parasını ona
emanet ediyordu. Erkek ve kadın halkın ekse­
riyeti günah çıkarmak için ona gelmeğe başla­
mıştı. Hasılı herif kurtken çoban kesilmiş, na­
mı Sen Fransua’nın şöhretini bastırmıştı.
Bir gün, bir tüccarın karısı olan güzel Li-
zetta da günah çıkartmak için bu mübarek ra­
hibi görmeğe geldi. Güzelliği kadar aptallığı da
meşhur olan Lizetta, sahte rahibin önünde diz
çökerek ona günahlarını saymağa başladı. Bir
aralık rahip Alberto ona:
— Âşıkmız var mı? diye sordu. Genç kadın
öfke ile:
79
— Bu nasıl sual? dedi, benim namuslu bir
kadm olduğumu görünce anlamanız lâzımdı.
Ben istediğim kadar âşık bulabilirim ama güzel*
liğimi âşıklar için değil, Allahın Cenneti için
muhafaza ediyorum!
Rahip Alberto, bu sözlere inanmış görün­
dü. Genç kadına kendini beğenmenin makul bir-
şey olmadığını söyliyerek nasihatlerde bulun­
du. Allahın indinde güzelle çirkinin farklı ol­
madığını söyledi ve genç kadının günahlarını
çıkardı.
Birkaç gün sonra emniyet ettiği bir arka­
daşını yanma alarak kocası seyahatte bulunan
genç kadının evine gitti, onu bir köşeye çeke­
rek önünde diz çöktü ve:
— Madam, geçen Pazar güzelliğinizi inci­
tecek sözler söylediğim için beni affedin! diye
yalvardı. O gece bu sözler yüzünden Hak Taalâ
beni öyle bir cezalandırdı ki bugüne kadar ya­
taktan kalkamadım. .
Saf kadm:
— Nasıl ceza? diye hayretle sordu.
Alberto:
— Anlatacağım, dedi. Herzamanki gibi o
gece de duamı okurken birden etrafım büyük
bir ışıkla aydınlandı. Bunun ne olduğunu görmek
için başımı çevirmeğe vakit kalmadan genç ve
güzel biri peyda oldu. Elinde bir sopa vardı.
Beni cübbemden yakaladığı gibi yere yatırdı ve
bir temiz dövdü. Bu cezanın sebebini sorduğum
zaman da bana şunları söyledi:
— Siz Madonna Liza’nın İlâhî güzelliğini
küçümsemek küstahlığında bulundunuz! O be­
nim, Allahtan sonra, herşeyden fazla sevdiğim
bir insandır.
80
— Siz kimsiniz? diye sordum.
— «Ben Cebrail Aleyhülselâmım!* demesin
mi?
Kendimi affettirmek için pek çok yalvar­
dım. Nihayet:
— Seni bir şartla affederim, dedi, tik fır­
satta gidip ondan af dileyeceksin. Seni affetme­
dikçe elimden kurtulamazsın. Her gece bu da­
yağı yersin...
Bundan başka daha da mühim şeyler söyle-
•di ama, onları affınıza nail olmadıkça size bile
anlatamam.
Aptal kadın bütün bunlara inandı ve guru­
rundan koltuklan kabararak:
— Size güzelliğimin İlâhî olduğunu söyle­
miştim pederim, dedi, Çektiğiniz istirap beni
müteessir etti. Sizi canı gönülden affediyorum.
Şimdi Meleğin ne söylediğini tekrarlar mısınız?
Rahip:
— Madem ki beni affettiniz söyliyeceğim,
dedi. Yalnız rica ederim bundan kimseye bah­
setmeyin... Çünkü herşeyi mahvedersiniz. Mu­
hakkak olan birşey varsa o da dünyanın en şe­
refli, en temiz kadını olduğunuzdur. Cebrail
Aleyyülselâm, sizi okadar çok seviyormuş ki
bazı geceler sizi ziyarete gelmek istiyormuş,
yalnız korkarsınız diye sakınıyormuş. Bazı ak­
şamlar gelip bir müddet yanınızda kalacağını
size söylememi rica etti. Yalnız bir ruh olduğu
için fânilerle ünsiyet edemiyeceğinden hatırı­
nız için insan kılığına gireceğini söyledi. Ne za­
man ve ne şekilde size görünmesini arzu ettiği­
nizi soruyor. Böyle ilâhl bir mazhariyete erişti­
ğiniz için daha şimdiden kendinizi dünyasın
en bahtiyar kadını addedebilirsiniz.

Genç kadm, sâfiyetle, Cebrail'in kendisi
ni sevdiğine memnun olduğunu söyledi. Çünkü
o da resimlerine baka baka onu sevmişti. Kili*
seye her gidişinde Cebrail namına mutlaka bir
mum yakması da bu sevgiden ileri geliyordu.
Ziyaretini memnuniyetle beklediğini, gelir gel*
mez kimseye görünmemesi için odasına alacağı­
nı söyledi. Artık bundan sonra da kendisini
onun hizmetine vakfediyordu. Korkudan yüre­
ğini hoplatmamak şartiyle istediği kıyafette ge­
lebilirdi.
Rahip:
— Madam, dedi, arzularınızı Meleğe aynen
bildireceğim. Yalnız benim de sizden bir ricam
vardır. Yanınıza benim kıyafetimde gelmesini
ondan isteyiniz. Çünkü- bu takdirde Cebrail
Aleyhisselâm benim kalıbıma gireceğinden ru­
hum sizin sayenizde serbest kalacak, göklerde
dolaşarak İlâhî saadete erişecektir.
Genç kadın:
— Memnuniyetle kabul ediyorum, dedi, be­
nim yüzümden yediğiniz dayakların mükâfatı
olur...
Rahip:
— Şu halde bu gece kapınızı açık bırak­
mağı unutmayın! dedi. İnsan suretinde gelece­
ğinden kapalı kapılardan giremez.
Rahip Alberto gittikten sonra genç kadın
sabırsızlıkla Cebrail’i beklemeğe başladı. Artık
her saat ona bir asır kadar uzun geliyordu.
Diğer taraftan sahte Rahip, Cebrail olarak
geçireceği geceyi düşünerek sofraya oturmuş,
şarap ve kebapla kuvvetlerini takviye etmeğe
girişmişti. Sonra tebdili kıyafetle genç kadının
evine gitti Eve girince beraberinde getirmiş ol»
W m w ih — #
82
duğu kanatlı melek elbiselerini giydi ve sonra
yukarı yatak odasına çıktı. Genç kadın beyazlar
içindeki bu hayali görünce hemen diz çöktü. Me­
lek onu takdis ederek yerden kaldırdı ve ona ya­
tağı gösterdi; genç kadın derhal bu emre itaat
etti. Melek te arkasından gitti. Alberto, yakışık­
lı bir erkekti. Lizetta da taze ve nazik bir kadın
olduğundan Meleğin kanatlarını kullanmasına
lüzum kalmadı; «İlâhî» vecde eriştiler.
Melek ancak sabaha karşı bu güzel kadın­
dan ayrılabilmişti. Lizetta yemeğini yer yemez
hizmetçisini yanına alarak Rahip Alberto’yu
görmeğe geldi ve ona Cebrail’le aralarında bü­
tün geçenleri anlattı. Meleğin bahşettiği ilâlıî
vecdi de ballandıra ballandıra anlatmağı unut­
madı.
Rahip:
— Madam, dedi, benim de size anlatacak­
larım var. Dün gece size gitmek için yânımdan
ayrılınca ruhum birdenbire serbestleyip uçtu,
güllerle, çeşitli çiçeklerle dolu İlâhî bir bahçeye
girdi. Ben bu anlatılamaz güzellik içinde saba­
ha kadar kaldım.
Rahip ilâhî bahçeler hikâyesini bitirince
evine dönen güzel kadın akşamın olmasını sa­
bırsızlıkla beklemeğe başladı. Çünkü Melek,
bundan sonra onu her gece ziyaret edecekti.
Bir gün Madonna Lizetta bir ahbabiyle ko­
nuşurken, güzellikten söz açıldı. Kendi güzelli­
ğini ahbabının gözünde büyütmek için Lizetta
bir akılsızlık yaparak:
— Benim güzelliğime kimin meftûn oldu­
ğunu bilseydiniz nekadar şaşardınız! dedi.
Arkadaşı merakla sordu:
— Kim Allahaşkınıza?
— Azizem bunu söylememek lâzım ama
83
sizi yabancı saymıyorum. Sır saklıyacağmıza da
eminim. Beni dünyanın en güzel kadını bularak
sonsuz bir aşkla seven Cebrail Aleyhisselâmdır.
Bana bunu kendisi temin etti.
Arkadaşı bu söz üzerine kahkaha ile gül­
memek için kendini zor zaptetti:
— Eğer Cebrail’in bunu söylediği doğru
ise ona inanmak lâzım, dedi. Fakat meleklerin
bu şekilde hareket ettiklerini hiç duymamıştım.
— İşte artık duydunuz! Vallaha uydurmu­
yorum. Kocamdan daha ateşli davranıyor. Ah­
rette de bu gibi zevklerin eksik olmadığını, fa­
kat beni oradakilerin hepsinden güzel bulduğu
için bana âşık olduğunu söylüyor. Kaç kere ge­
ceyi odamda geçirdi..
Arkadaşı söz verdiği halde bu sırrı saklaya-
madı. Kimseye söylememek kaydıyla bir başka
arkadaşına anlattı. Bu suretle iki gün içinde
macera bütün Venedik’e yayıldı.
Lizetta’nın kayınbiraderleri bunu duyun­
ca bu Meleğin kim olduğunu anlamak için ka­
dının evini gözetlemeğe başladılar.
Alberto, meselenin duyulduğunu işitince
metresini azarlamak üzere bir akşam tekrar
geldi. Odaya girip kanatlarıyla elbisesini çıkar­
dığı sırada onlar da kapıya dayandılar. Alberto
bunu görünce, büyük kanala açılan bir kapağı
kaldırıp kendini sulara bıraktı, yüzmek bildi-?
ğinden sağ salim öbür kıyıya çıktı. İlerde gözü­
ne bir kulübe ilişti ve doğruca oraya gitti. Kulü­
bede oturan saf adama bu saatte, bu kıyafette
oraya gelişinin sebebini izah eden bir yalan
uyduruverdi. Adamcağız acıdı. Kendisi şehre
inmek mecburiyetinde olduğundan ona yatağı­
nı verdi ve dönünceye kadar orada yatıp uyu­
84
masını söyledi. Sonra kapıyı dışından kilitleye­
rek işini görmeğe gitti
Lizetta’nm akrabaları odaya girince Me­
leğin kanatlarım bırakıp kaçmış olduğunu gör­
düler. Kadını iyice azarladılar. Dünyanm en ab­
laksız ve budala inşam olduğunu söylediler.
Meleğin elbiselerini alıp çıktılar.
O sırada Alberto’nun kulübesine sığındığı
adam nehrin öbür kıyısına geçmişti. Herkesin
sahte Cebrail’den bahsettiğini işitti. Zampara­
nın Lizetta’nm odasında yakalandığını, hayatım
kurtarmak için kendini nehire attığını ve izi­
nin bu suretle kaybolduğunu öğrenince, evine
sığınan herifin kim olduğunu anladı. Eve gelin­
ce 500 altın ödemediği takdirde Lizetta’nın ak­
rabalarına haber vereceğini söyleyerek Alber­
to’yu tehdit etti. Sahte papaz parayı vermek­
ten başka çare bulamadı. Kadının akrabalarının
çırılçıplak birisini aradıklarını söyledi ve kendi­
sini bu belâdan kurtarmayı da şart koştu. Adam
biraz düşündükten sonra:
— Bakın ne yaparız, dedi, bugün San Mar-
ko meydanına bazı maskaralar getirilecek...
Muhtelif acaip kıyafetlere sokulmuş soytarılar.
Halk bunların oyunlarını seyre toplanacak. Se­
nin vücudüne bal sürerim. Sonra şuradaki kuş
tüylerinin üzerine yatar yuvarlanırsın. Yüzüne
maske gibi birşey geçiririz. Boynuna bir zincir
bağlar, ucunu elime alırım. Vaktiyle de bu bay­
ramda böyle bir iş yapmıştım.
, Alberto, mutlak bir ölümden kurtulmanın
başka çaresini göremeyince razı oldu. Adamın
dediklerini birbir yaptı. Herif öte yandan her
yana tellâllar çıkarmış: «Cebrail AleyhisselAmı
görmek isteyen Sen Marko meydanına gelsin)»
diye b&iutouşti
İS
Tüylere batmış sahte papazı boynundaki
zincirden çekerek, arada sırada kıçına sopa ile
vurarak meydana getirdi. Bir direğe bağladıktan
sonra, toplanan kalabalığı kâfi görerek Alberto-
nun yüzündeki maskeyi çekip aldı:
1 — İşte Venedik’tiler, diye bağırdı, bunca
zamandır halkı soyan, kadınlarımızı din yoluyla
bastan çıkaran sahte Rahip, sahte Cebrail Al­
berto!
Ozamana kadar herkesin ermiş saydığı pa­
pazı bu halde görenler büyük bir öfkeye kapıl­
dılar. Ellerine geçen çürük meyvaları, hayvan
ve insan pisliklerini, hasılı mide bulandıran her-
şeyi herifin suratına atmağa başladılar. Hattâ
daha ileri giderek parçalayacaklardı ki vaziye­
ti haber alan papazlar koştular, kiliseyi rezil
eden bu ahlâksız maskarayı halkın gazabından
kurtardılar. Alberto kilise kanunları mucibince
muhakeme edilip hapse atıldı. Ömrünün sonuna
kadar zindanda kaldı.
IX
İtalya’nın küçük şehirlerinden birinde ya­
kın zamanlara kadar Lisiyo do Valbone adında
bir asilzade yaşıyordu. Bu asilzadenin Katerina
isminde gayet güzel bir kızı vardı. Asilzade ile
karısı, başka evlâtları olmadığı için kızlarını çok
seviyorlar, bir an bile gözlerinden ayırmak is­
temiyorlardı. Bütün ümitleri, bu kızı İtalya’nın
en meşhur ailelerinden birinin oğluyla evlen­
dirmek, bu suretle rahatını temin etmekti. Ga­
yet şımarık büyümüş olan Katerina günlerden
bir gün asil ve zengin ailelerden birinin biricik
oğlu Rikardo ile tanıştı. Kızı görür görmez sev­
miş olan delikanlı eve devama başladı. İki genç
bakışıp iç çekerek bir müddet arkadaşlık etti­
ler. Nihayet kolladığı fırsatı ele geçiren Rikar­
do, tenhada yakaladığı Katerina’ya kendisini
deli gibi sevdiğini söyledi. Bu hususta anlatacak
birçok şeyleri biriktiğinden bahsederek müna­
sip bir yerde buluşmayı teklif etti.
— Rica ederim Katerina, yanlış anlama, de­
di, maksadım gayet samimîdir.
Genç kız delikanlının samimiyetinden asla
şüphelenmediğini söyledi.
— Fakat, dedi, evden yalnız başıma çıka­
mam. Beni her zaman göz hapsinde tuttuklarım
biliyorsun. Tenha bir yerde buluşup seni din­
lemeyi ben de isterdim. Çaresini bul. Bana dü­
şen işi becerebilirsem yaparım.
Rikardo biraz düşündükten sonra:
87
— Sıcakların arttığından bahsederek yata»
ğını terasa çıkaramaz mısın? diye sordu.
— Ne olacak?
— Eğer terasta yatmağa başlarsan, ben
duvardan aşıp yanına gelirim.
— Bizim bahçe duvarları okadar yüksektir
ki...
— Sen orasını bana bırak!
Ayak sesleri duyulunca acele öpüşüp bir-
birbirlerinden uzaklaştılar.
Ertesi gün Katerina annesine yalvarmağa
başladı. Mayıs sonuna yaklaşmışlardı. Sıcaklar­
dan şikâyet ederek uyuyamadığını ileri sürdü.
Eğer bir mahzur yoksa yatağını terasa çıkarmak
istediğini söyledi.
Annesi buna biraz şaştı:
— Geceleri bana okadar sıcak gelmiyor,
dedi, henüz serin...
— Size göre öyledir ama anneciğim, bana
göre değil. Malûm ya gençler sıcaktan daha ça­
buk müteessir olur. Terasta yatmama müsaade
edin... Yatma zamanı karyolamı oraya çıkarı­
rım. Geceleri bülbül seslerini dinleyerek temiz
havada serin serin uyurum.
— Bir kere de babana danışalım da yav­
rum!
Babası bu teklifi ciddiye almadı.
— O yaştaki kızlara bülbül sesi iyi gelmez,
diye alay etti, hele Ağustos böcekleri ötmeye
başlasın da düşünürüz!
Fakat Katerina terasta yatıp bülbül dinle­
meği bir kere aklına koymuştu. Okadar rica et­
ti, öyle kederlendi ki annesiyle babası nihayet
bu masum arzuya boyun eğmek zorunda kaldı­
lar. Genç kızın cibinliği, karyolası terasa ta­
şındı.
m
Terasta yatmak müsaadesini alınca Kate*
rina aralarında kararlaştırdıkları bir işaretle
Rikardo’yu haberdar edecekti. Günlerdenberi
evin etrafında dolaşan delikanlı beklediği işa­
reti görür görmez sevincinden deliye döndü. Ha­
zırlığı zaten yapmıştı. Gece ilerleyip el ayak çe­
kilince ip merdivenin kancalarını duvarın üs­
tüne taktı, yukarı çıktı. Aynı yoldan bahçeye .
inerek sevgilisinin yanına geldi.
Katerina da uyumamıştı. Heyecan içinde
bekliyordu. Delikanlının hazırladığı sözler ça-«
bucak bitti. Sevişmek dünyanın bütün güzel
ve tatlı sözlerinden daha zevkli olduğu için sev­
gililer hiç vakit kaybetmediler. Sabaha kadar
o derece yorgun düştüler ki gün ağarmadan ay­
rılmaları lâzımgelirken uyuyakaldılar.
Her zaman erken uyanan baba, kızının o
geceyi terasta geçirdiğini hatırladı. «Bakalım şu
maskara bülbül sesiyle. hakikaten rahat uyu­
muş mu?» diyerek gürültü etmeden karyolaya
yaklaştı. Cibinliği araladı. Gördüğü manzara
karşısında aklı başından gitti, dili tutuldu. Kı­
zının yanında bir delikanlı yatıyordu.
Baba, yataktaki erkeğin çok asil bir aileye
mensup bulunan Rikardo olduğunu tanıyınca
gürültü koparmanın icabetmiyeceğini kestire-
bildi. Gene ayaklarının ucuna basarak eve dön­
dü. Uyuyan karışım dürterek:
— Kan kalk! diye homurdandı, ' kalk da
kızının sesini dinlemek istediği bülbül nasıl bir
bülbülmüş gör!
Uyku sersemliğiyle zıplayıp oturan karısı:
— Ne bülbülü? diye sordu.
— Ne bülbülü olacak! Kızın bir bülbül ya­
kalamış ki...
— Yakalamış mı? Sahi mi söylüyorsun?
69
— Hem nasıll Gürültü etmezssn sözlerinle
görürsün!
Kadın da ihtiyatla terasaya çıktı. Yakala­
nan bülbülü gözleriyle gördü. Geri döndü.
— Nedir bu başımıza gelenler! diye ağla­
mağa başladı.
Kocası:
— Ağlamak hiçbirşeyi halletmez, diye çı­
kıştı, bir kere olan oldu. Sen şunlan uyandır
da, oğlana kızı derhal nikâh etmesini söyle...
Eğer razı gelmezse kendisini ölmüş bilsin! Ka­
fese kendiliğinden giren bülbüllerin cezası ölün­
ceye kadar o kafesten çıkmamaktır. Çapkına
anlat ki gösterdiğimiz emniyeti fena kullandı.
Kendisine evinin kapılarını açan bir asilzade­
nin namusunu lekelemeye yeltendi. Eğer namu­
suma sürdüğü lekeyi temizlemezse onu köpek
gibi gebertirim.
Kadın kocasının sözlerini müstakbel dama­
dına tekrarladı. Delikanlı başka çâre kalmadı­
ğını görünce kızı nikâhlamayı kabul etti.
Büyük bir düğünle evlendiler. Katerina
yazın en sıcak gecelerinde bile artık karyolasını
terasa taşımak arzusu göstermiyordu. Çünkü
artık sevgili bülbülü yambaşında ötüyordu,
hem de gece gündüz.
X
Vaktiyle Floransa’da Federigo adında, ki­
barlığı ve kahramanlığı bütün emsallerinden
üstün bir genç vardı. Şehrin namlı güzellerin­
den Giyovanna’ya gönlünü kaptırıncaya kadar
gayet makûl ve ciddî yaşamış olan delikanlı bu
sevdaya tutulur tutulmaz âdeta delirdi. Artık
gecelerini sevdiği kadının evi önünde yanık
aşk serenadları okumakla geçiriyor, sevgilisini
görebilmek için pahalı toplantılar tertib edip
kıymetli hediyeler yollayarak babadan kalan
servetini su gibi harcıyordu. Ne çare ki Giyovan-
na güzel olduğu kadar da namusluydu. Bütün
yalvarmalar, fedakârlıklar fayda vermedi. Genç
kadın bedbaht sevgilisini bahtiyar etmeğe ya­
naşmadı.
Federigo, dostlarının verdikleri nasihatlar-
dan hiçbirine kulak asamadan servetini sarfet-
mekte devam ettiği için nihayet Floransa’da ba­
rınamaz hale geldi.
Aradan seneler geçti. Bir gün Giyovanna -
nın kocası hastalanıp öldü. Vasiyetnamesini aç­
tılar. Adam bütün servetini biricik oğluna bı­
rakmıştı. Eğer oğlu vâris bırakmadan ölürse
ozaman miras annesine kalacaktı.
Giyovanna, devrin âdetine uyarak diğer dul
kalan kadınlar gibi şehri terketti. Köylerden bi­
rindeki köşküne çekilerek mateme girdi. Bu
köşk kendisini seven Federigo’nun küçük arazisi­
ne yakmdı. On dört, on beş yaşındaki oğlu d -
91
varda gezip dolaşırken Federigo ile tanıştı. Bir­
birlerinden çok hazzettiler. Beraber avlanmağa
başladılar. Çocuk yeni dostunun doğanım av
esnasında seyre doyamıyor, kuşun maharetine,
cesaretine ve sür’atine hayran kalıyordu. Bir
aralık bu fakir asilzadeye para teklif ederek
doğanı satın almayı düşündüyse de, adamcağı­
zın kuşu nekadar sevdiğini bildiği için buna
cesaret edemedi.
Günlerden bir gün çocuk hastalandı. Dok­
torlar ümitlerini kestiler. Badbaht anneye:
— Tıbban yapılacak bir iş kalmadı, dediler,
eğer bu dünyada çok arzuladığı birşey varsa,
bunu temin edebilirseniz belki manevî bir ya­
şama hamlesiyle hastalığı yener.
Giyovanna, biricik evlâdını kurtarabilmek
için canını vermeğe hazırdı. Çocuğa yalvarmağa
başladı. Çok fazla arzuladığı birşey olup olmadı­
ğını hiç durmadan soruyordu. Nihayet çocuk da­
yanamadı:
— Annecim, dedi, komşularımızdan bir fa­
kir asilzade var. Adı Federigo... Yarı aç, yan
tok yaşıyor. Doğanının yakaladığı avlarla geçi­
niyor. Ben işte bu doğanı şiddetle arzulamıştım.
Giyovanna eski sevgilisinin adını duyun­
ca, bu tesadüfe hayret etmekten kendisini ala­
madı. Federigo’nun kendisi yüzünden mahvol­
duğunu, nihayet bir tenha yere çekilerek sevgi­
li doğanının getirdiği avlarla kıt kanaat yaşa­
dığını evvelce duymuştu. Bu vaziyet karşısında
kendisi için perişan olmuş bir adamdan son ümi­
dini, son geçim vasıtasını istemeğe nasıl cesaret
edeceğini düşündü. Bunun imkânsız birşey ol­
duğu meydandaydı. Mesele yalnız bir geçim va­
sıtası meselesi de değildi. Federigo doğanım
çok seviyordu. Bunu bilmeyen yoktu.
n
îşte bu suretle anne kalbi ile insanlık hlca°
bı, genç kadının ruhunda boğuşmaya başladı*
lar. Nihayet anne kalbi galib geldi. Ne pahasına
olursa olsun doğanı elde edip oğlunu kurtarma­
ğa çalışacaktı. Nekadar hayasızca, nekadar gad­
darca bir istek sayılırsa sayılsın bunu mutlaka
denemeliydi! Hakaret görmeği bile göze alarak
oğluna:
— Hiç meraklanma yavrum, dedi, sana is­
tediğin doğanı birazdan mutlaka getireceğim!
Bir arkadaşını yanına alarak Federigo’nun
harap kulübesine gitti.
İki kadın kapıya geldikleri zaman bedbaht
âşık bahçede sebzeleri çapalamakla meşguldü.
Hâlâ sevdiği kadını karşısında görünce sevin­
cinden deliye döndü. Hemen koşup karşıladı.
Derin bir hürmetle selâmlıyarak emirlerine
âmâde bulunduğunu söyledi.
Genç kadın, ziyaret sebebini birdenbire aç­
mağa cesaret edemediği için kederini ve heye­
canını saklamağa uğraşarak gülümsemeğe~ ça­
lıştı.
— Şöyle bir uğradık, dedi, kendimizi sa­
na yemeğe davet ettik. Benim için evvelce yap­
tığın hudutsuz fedakârlıkların hep aklımda...
Kendini benim aşkım uğruna mahvettiğini bili­
yorum.
Federigo büyük bir yürek asaletiyle:
— Bana hiçbir zaman zarar vermediniz
efendim, dedi, siz ve hâtıranız beni her zaman
mesud ettiniz. Lütfen içeri buyurun. Bugün ha­
yatımın en bahtiyar günlerinden birisidir.
Kadınlar eve girdiler. Burada mutlak bir
sefalet ve fakirlik hüküm sürmekteydi. Federi­
go, misafirlerinden kendilerini yalnız bırakaca­
98
ğı için özür dileyerek dışarı çıktı. İkram edecek
birşeyî bulunmadığı gibi, harcayacak parası,
borç alacak dostu da yoktu. Telâşla ne yapaca­
ğım düşünürken gözüne tünekteki sevgili do­
ğanı ilişti. Zerre kadar tereddüt etmeden genç
hayvanı yakaladı, boğazım kopardı, tüylerini yol­
duktan sonra tencereyi ateşe koyup misafirle*
rinin yanına döndü.
Yemekten sonra Giyovanna ne olursa o t
sun diyerek ziyaretinin asıl sebebini açtı.
— Beni kalbsizlikle de itham etseniz, diye
söze başladı, içinde bulunduğum şartlan öğre­
nince belki hak verirsiniz. Buraya gelmemizin
asıl sebebi... Bilmem ki nasıl anlatayım... Ben
buraya sizden sevgili doğanınızı istemeğe gel­
dim. Sizin de tanıdığınız oğlum ölüm halinde
yatıyor. 1
Genç kadm gözyaşlan dökerek doktorla­
rın söylediklerini hikâye etti.
— Oğlumun hayatı belki de bu âlicenaplı­
ğınıza bağlı, dedi, sizden bu büyük lûtfu esir­
gememenizi diz çökerek rica ediyorum.
Federigo büyük bir kedere kapılarak:
— Ben kaderin yeni bir oyununa maruz
kaldım, diye cevap verdi, size her zaman haya­
tımı vermeğe hazır olduğum halde, bu emrini­
zi maalesef yerine getiremiyeceğim. Çünkü do­
ğanı hediye etmeme artık imkân yok. Yemeğe
geldiğinizi söylemiştiniz. Size yedirecek hiçbir-
şeyim yoktu. Doğanı kesmek zorunda kaldım.
Yediğiniz et, onun etiydi. Doğanı size yedirmek
için keserken onu hakikaten en değerli bir yer­
de kullandığıma inanmıştım, ömrümün sonu­
na kadar bunu düşünmenin zevki bana yete­
cekti. Halbuki şimdi yanıldığımı anlıyorum. Ta­
lih gene hana yâr olmadı. A ztik hayatımın so>
94
»una kadar biricik arzunuzu yerine getireme­
diğim için azap çekeceğim.
Giyovanna, oğlunu düşünerek çok üzüldü
ama kendisine yapılan bu paha biçilmez feda­
kârlığı takdir etmekten de kendisini alamadı.
Hasta çocuk birkaç gün sonra öldü. Genç
kadın büyük istirabiyle aylarca başbaşa kaldı.
Nihayet kardeşleri böyle yapayalnız yaşamanın
imkânsızlığını anlatarak birisiyle evlenmesini
söylediler.
İşte ozaman Giyovanna, eski sevgilisini,
kendisi için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen
Federigo’yu düşündü:
— Bu dünyada yalnız bir kişi ile evlenebi­
lirim, dedi, o da Federigo’dur.
— Ne diyorsun? Sen şaşırdın mı? O herif
meteliksizin biri.
— Biliyorum. Fakat kalbsiz bir zenginle ev-
lenmektense, kibarlığını ve fedakârlık hisleri­
ni kaybetmemiş bir fakiri almayı tercih ederim.
Neticede Giyovanna hiçbir karşılık bekle­
meden kendisini seven erkeği bahtiyar etmek
suretiyle kendi bahtiyarlığını da kazanmış oldu.
XI
Bir zamanlar Peruz şehrinde Piyer adında
çok zengin bir adam yaşıyordu. Güzel kadınlar­
dan ziyade çocuklarla düşüp kalkmayı se­
ven bu herif hakkında dedikodular almış yü­
rümüş, nihayet bütün muhitini sararak kendi­
sini müşkül vaziyete düşürmüştü. Piyer bu va­
ziyetten kurtulmak; rivayetlerin biraz önüne
geçmek için evlenmeyi düşündü. Gayet uslu,
gayet utangaç görünen bir genç kız bulup
onunla evlendi. Uzun boylu, güçlü kuvvetli ve
pek güzel olan kız, böyle anormal bir adamın
muhitime gösteriş yapmaktan ibaret arzusuna
evlilik hayatında boyun eğeceklerden değildi.
Kalıplı kıyafetli kocasının kocalık vazife­
sini pek gönülsüz ifa etmesi, bu vazifeden kaç­
mağa çalışması ilk günlerde yeni geline biraz
garip göründü. Sonra bu hali güzelliğine ve
körpeliğine hakaret sayarak fena halde öfke­
lendi. Bir zaman şikâyet etti, huysuzlandı. Herif
oralı olmayınca aile yuvasında şiddetli kavgalar
başladı. Nihayet genç kadın mütemadiyen sinir­
lenmenin güzelliğini bozmaktan başka bir ne­
tice vermiyeceğini anladı. Duyduğu bazı mü­
him lâflardan da işi kısmen öğrenmişti. Bu ah­
lâksız adama mükemmel bir ders vermek ve lâ­
yık olduğu şekilde cezalandırmak çarelerini a r a ş ­
tırdı. Kendi kendine şöyle düşündü: «Mademki
bu herif benimle evlenmenin kendisine yüklet­
tiği vazifeleri ifadan kaçıyor, beni bu genç
96
yaşımda yalnızlığa ve mahrumiyete mahkûm
ediyor, ben de onun benden esirgediğini baş­
kalarında aramakla haksızlık etmiş olmam! Ben
kendisiyle tam bir erkek diye evlendim, diğer
bütün erkeklerin hoşlandıkları birşeyden hoş­
lanmıyorsa kabahat benim olamaz. Benim
kadın olduğumu biliyordu. Eğer benim cin­
simi sevmiyorsa niçin evlenmeğe kalktı? Ha­
yır, hayır! Beni böyle alçakça aldattığından do­
layı kendisinden intikam alacağım. Eğer dün­
ya zevklerinden elimi, eteğimi çekmek niye­
tinde olsaydım, yaşlanınca beni kim beğenir?
Ozaman «intikam !> diye yansam da bir çare
bulamam. Son pişmanlık fayda vermez. Bir ka­
dının fenalık etmesine kocası sebep oluyorsa
günah ta kocanın boynunadır. Kaldı ki benim
sadakatten ayrılışım sadece evlenme ka­
nunlarını ihlâl eden bir keyfiyet, halbuki ko­
camın tuttuğu yol aynı zamanda tabiat kanunla­
rını da bozuyor.»
Genç kadın bu düşüncelerin son derece
haklı olduğuna kanaat getirdikten sonra ka­
rarın derhal tatbikine geçti. Bu işte kendisine
kimin yardım edebileceğini tasarlamağa başla­
dı ve aklına birdenbire Sofu Ana geldi. Sofu
Ana gece gündüz kiliselerden çıkmaz, elinden
teşbih düşmez, ağzında dua, yüreğinde türlü
habaset bulunan korkunç mürallerden biriydi.
Genç kadının derdini iyice dinleyip mühim bir
fenalığa âlet olacağını anlayınca kocakarının
sevinçten aklı oynadı. Ağzından saadet köpük­
leri saçarak:
' — Benim aslan kızım, akıllı yavrum, diye
söze girişti, ne güzel, ne doğru düşünmüşsün!
Sonra dirini düğersin ama zırnık faydası olmaz.
Elinde fırsat varken istifadeyi bil! Akili; Ur ka-
97
din ihtiyarlık sıralarında hiçbir pişmanlık kırın­
tısı bırakmaz. Nereden mi biliyorum? Kendim­
den meleğim! Pek körpeyken kaçırdığım bir iki
fırsat var ki hâlâ yanarım. Lâkin ne faydası var.
Kız kısmisi 11 yaşında değil, 12 yaşında akılla­
nabiliyor. Biz erkeklere benzemeyiz iki gözüm,
erkekler en ihtiyar yaşlarında bile körpe ka­
dınlardan istifade ederler. Halbuki bir müddet
sonra bizim yüzümüze bakan bulunmaz. Ma­
dem ki kocan sana karşı kalpazanlık etti, sen
de ona karşı hiç durmadan ihanet etmelisin.
Karı - koca ancak böyle yaparlarsa ödeşirler.
Biz biçare kadınlar birçok kayıtlarla bağlıyız.
Bu fâni dünyada zevk, eğlence çoktur ama bir
kadın her istediğini yapamaz. Sözü niçin uzat­
malı güzelim. İşte sana kocaman bir şehir... Bu
şehirde gönlünün çektiği delikanlıyı bana gös­
ter, gerisine karışma! Ben bu işin ehliyim! Da­
hası var: ben bu işi on para almadan pir aşkı
na yaparım. Senin bana ödeyeceğin biricik üc­
ret, lâyık olduğun saadete erdiğin zaman beni
hatırlamandır. Ozaman ben de ruhan unuttu­
ğum saadete erişirim.
Kocasına ihanete karar vermiş olan genç
kadın bu suçu bir tek erkekle sürgit işlemek
niyetinde olmadığını söyledi. Kocakarı, çeşit
meraklısı bir kadınla karşılaştığını anlar anla­
maz paçaları sıvadı, ertesi günden itibaren karı­
sını ihmal eden ahlâksız herifin evine delikanlı­
lar götürmeğe başladı.
Genç kadın ihtiyarlıkta pişman olmamak
için bir gününü bile boş geçirmek istemiyor,
maceradan maceraya atılıyordu.
Günlerden bir gün gafil koca bir ahbabına
davetli olduğunu söyledi. Gidip yemek yiyecek,
Dekam eron — 7
98
hemen geri dönecekti. Kadın bukadarcık müd­
deti yalnız başına beklemenin dahi budalalık
olacağını düşündüğünden aralarında kararlaştı­
rılmış bir işaretle kocakarıya haber uçurdu.
Cadaloz da bu sefer hanıma Peruz şehrinin en
yakışıklı delikanlısını getirdi.
Kadınla yeni sevgilisi birkaç kadeh içmek
için kahvaltı masasına yeni oturmuşlardı ki ka­
pı çalındı. Kocanın beklenmedik bir sırada ge­
ri döndüğü anlaşıldı.
Kadının aklı başından gitti. Hovardasını
derhal bitişik odaya geçirip orada duran bir ta­
vuk kafesinin altına soktu, kafesin üstüne de bir
un çuvalı örtüp kapıyı açtı.
— Neden çabuk döndünüz? diye şaşmış gö­
ründü, yemekleri hiç çiğnemeden mi yuttunuz?
— Yemek filân yenmedi.
— Neden?
— Başımıza gelenleri hiç sorma! Karı - koca
bir de ben sofraya oturduk. Tam birinci lokma­
ları ağzımıza götüreceğimiz sırada şiddetli bir
aksırık duyulmaz mı? Evvelâ aldırmadık. Aksı­
rıklar devam edince kocanın aklı başına geldi.
Meğer karısı sokak kapısını derhal açmamış,
adamcağızı biraz bekletmiş. «Bu aksırıklar ne­
yin nesi?» diye bağırmağa başladı. Kadın fena
halde telâşlandı. «Birşey değil canım!» dedi.
«Tahta kurtlarını öldürmek için kükürt yak­
mıştım. Onun kokusu kalmış olmalı, hizmetçi
aksırıyor galiba!»
Kadın bunları söylerken aksırık devam et­
tiğinden kocası bitişik odanın kapısını açtı. Ak­
sırıkların dolaptan geldiğini anlayarak buraya
bakınca ne görsün? Herifin biri durmadan ak­
sırmıyor mu? Meğer kadın zamparasını biz ge­
lince dolaba saklamış. Dolapta da kükürt du­
99
manı kaldığından zamparayı aksırık yakalamış.
İhanete uğrayan koca namus hırsızını temizle­
mek için bir bıçak bulmağa gidince kadın kaç­
tı. Fakat zampara aksırık nöbeti sebebiyle bir
yere savuşamadı. Baktım ki kan dökülecek,
feryada başladım. Komşular yetiştiler, dostumu
yakaladılar, elini kana bulaştırmasına meydan
vermediler. İşte bundan dolayı ziyafete aç git­
tim, aç geldim.
Genç kadın, meslekdaşlarından birinin ba­
şına gelenlere çok üzüldü. Nekadar basit hâdi­
seler iyi giden tatlı işlere zehir katıyordu. Bu­
na talihsizlik demezler de ne derler? Bir taraf­
tan böyle düşünürken, diğer taraftan kendi ha­
line şükrederek mahsustan üzülmüş göründü:
— Ne ayıp şey! diye söze başladı, evli bir
kadın kocasının namusunu bukadar hayasızca
nasıl lekeler. Ben de kendisini dünyanın en şe­
refli kadınlardan birisi sanırdım. Hem de ben­
den on yaş büyük bir kadın! Artık ihtiyar sayı­
lır. Bize doğru yolu gösterip nümune olacağına,
ne edepsizlikler yapıyor! Lânet olsun! Kadın­
ların yüz karası imiş! Evli bir kadın kocasına
ihaneti nasıl düşünebilir? Namuslu bir kadın
bir yabancıya kendisini nasıl teslim edebilir?
Allah hepimizi böylelerinin şerrinden korusun.
Böylelerine asla merhamet etmemeli! Bunları
tekmil öldürmeli! Bunları meydanlarda öylesi­
ne yakmalı ki, külleri bile kalmamalı.
Kadın bunları peşpeşine söylerken hovar­
dasını kapattığı sepetten en kısa zamanda kur­
tarmanın çarelerini de düşünüyordu. Nihayet
dünyadan usanmış, yaşamaktan ümidini kesmiş
gibi yemekten bile vazgeçerek derhal yatmala­
rını teklif etti. Fakat ziyafetten aç dönen koca
karnını doyurmaktan başka birşey istemiyordu.
100
Karısının teklifine kulak asmadan kiler
olarak kullanılan bitişik odaya geçti. Yiyecek
birşeyler ararken kafesin altına saklanmış zam­
paranın dışarıda kalan eline bütün ağırlığıyla
bastı.
Delikanlı can acısıyla öyle bir feryat kopar­
dı ki, o esnada midesinden başka birşey düşün­
meyen koca ürkerek tavana kadar sıçradı. Son­
ra kafesi kaldırıp hovardayı meydana çıkardı.
Yakasına sarıldı. Burada ne aradığını sordu.
Delikanlı hayatının tehlikeye girdiğini görünce
hakikati olduğu gibi anlatmaktan başka çare
bulamadı. Bu esnada kadın içeride baygınlıklar
geçiriyor, savuşmayı bile akıl edemiyordu.
Ziyafetten aç dönen koca, biraz düşündük­
ten sonra zamparayı karısının yanına götürdü.
— ■ Demin arkadaşımın karısına ağzına ge­
leni söyledin, dedi, verilecek cezayı da «meydan­
larda yakmalı!» diyerek kendin tâyin ettin! Sen
de bitişik odada bir zampara saklamış olduğun
bir sırada bukadar büyük bir öfke numarasına
ne lüzum vardı? Suç işleyenleri, asıl suçluların
masumlardan daha gaddarca mahkûm ettikleri
demek doğruymuş. Bunu herhalde kendi suç­
larını saklamak gayretiyle böyle yapıyorlar.
Karı milleti değil misiniz, Allah hepinizi kahret­
sin!
Genç kadın bu sözlerden kocasının ken­
disine azarlamaktan başka bir ceza vermek ni­
yetinde olmadığını anladığı için biraz rahatla­
dı. Aynı zamanda herifin böyle bir delikanlıyı,
böyle garip bir vesileyle de olsa elinde tutmak­
tan hoşlandığı hissediliyordu. Cesaretlenerek:
— Kadın milletini Allah kahretsin diyor­
sun, dedi, bu sözde samimî olduğunu biliyorum.
İşte bu samimiyet bana kızmak hakkını sen­
101
den alıyor. Dostun zamparasıyla yakaladığı ka­
rısına öfkelenmekte haklıdır. Çünkü kocalık va­
zifesini yaptığı halde ihanet gördü. Sana gelin­
ce, sen böyle bir vazifen olduğunu aylardanbe-
ri hatırlamak lüzumunu bile duymadın. Beni
aç bırakmıyorsun, çıplak bırakmıyorsun ama,
bir genç kadın için, eğer kocasından sevgi gör­
müyorsa, bunların hiçbir mânası kalmaz. Be­
nimle aylardanberi yatmadın! Kadınlar herşe-
ye katlanırlar, çıplak gezmeğe, hattâ dayak ye­
meğe de... Fakat yalnız birşeye dayanamazlar.
Kocalarının ihmaline... Beni iyi dinle Piyer, söy-
liyeceklerim gayet ciddîdir: ben gayet normal
bir kadınım. Bu sebeple senin benden esirgedi­
ğini başkalarında arıyorüm. Allahına şükret ki
serserilerle, rezillerle yatıp kalkmadım. Böyle
sevimli delikanlıyı seçtim.
Piyer biraz düşündü. Karısında ayıpladığı
öfke numarasını şimdi kendisi tutturursa bun­
da hiçbir kârı olmıyacaktı. Bir taraftan da aç­
lıktan ölüyordu. Delikanlının elinin hâlâ titredi­
ğini hissederek buna da ayrıca acıdı:
— Hele bir sofraya oturalım da, müdafa­
anızı enine boyuna tetkik ederiz sevgilim, dedi,
şöyle üç kişi bir karnımızı doyuralım. Görüyo­
rum ki bu çocuk da bu uğursuz gecede hâlâ ye­
mek yememiş...
— Elbette yemedi., Sen kapıyı yıkacak gibi
çalmağa başladığın zaman biz ilk şarap kadeh­
lerini ağzımıza henüz götürüyorduk.
— Gördün mü? Haydi bize güzel bir sofra
hazırla! Karnımızı iyice doyuralım da haklı şi­
kâyetlerini en münasip şekilde ortadan kaldıra­
cak çareleri beraber araştıralım.
X II
Vaktiyle Floransa’da Helena adında gayet
güzel, gayet zengin bir dul kadın yaşıyordu.
Güzelliğiyle ve zekâsiyle mağrur bir kadın olan
Helena yaşamaktan zevk almasını iyi bilenler­
dendi. Tekrar evlenmektense ‘ gönlünün çekti­
ği delikanlılarla vakit geçirmeği tercih ediyor­
du. Bunun için de işinin erbabı yaşlı bir kadın
olan hizmetçisiyle anlaşmıştı. Hikâyemizin baş­
ladığı sırada Helena yeni bir delikanlı bul­
muştu. Sevgilisinin her halinden son dere­
ce memnundu. Böylece yaşayıp gidiyordu ki
gene Floransa’nın asil ve zengin ailelerinden
birisine mensup Renye adında bir delikanlı Pa­
ris’te Sorbon Üniversitesinde yapmakta olduğu
tahsilini bitirerek memleketine döndü. Renye
ecnebi memleketlere gösteriş için gitmemişti.
Üniversite tahsilini de bir tek ilim şubesinde
hiçbir işe yaramıyan derin bilgi sahibi olmak
için istememişti. Maksadı, hayatı ve insanları
tahlil edebilmek kabiliyetini elde etmekti. Bu­
nu da pekâlâ başarıp gelmişti. Bu meziyetleri
az zamanda dikkati çekti. Memleketinde lâyık
olduğu hürmet ve itibarı görmeğe başladı ve
istikbali parlak genç âlimlerden sayılır oldu.
Günlerden bir gün, bu genç âlim bir top­
lantıya davet edildi. Orada Helena’yı görüp ta­
nıdı ve ilk dakikada bu güzel ve neşeli*’ kadına
deli gibi âşık oldu. Genç dulun sırtından hiç
çıkarmak istemediği siyah matem elbisesi ca­
103
zibesini yüz kat arttırdığı için görüp te âşık
olmamak zaten imkânsızdı. Genç âlim derin
hülyalara daldı. Bu harikulâde güzelliği bu si­
yah kumaşlardan tamamiyle kurtarıp bağrına
basmanın ne tatlı olacağını düşündü.
Genç dul, erkeklerin bakışlarındaki mâna­
ları anlıyamıyacak kadar tecrübesiz olmadığın­
dan âlim delikanlı üzerindeki tesiri derhal sez­
di. Kendini ilme verdiği söylenen bu avanak
delikanlı ile biraz eğlenmekte hiçbir mahzur
görmedi. Bir iki usta ve cilveli bakış genç âli­
min aklını tarumar etmeğe elverdi.
Delikanlı o günden sonra ilmi, felsefeyi bir
tarafa bırakarak kadının peşine düştü. Evinin
etrafında dolaşmağa, karşılaştıkça yüzüne aşkla
bakmağa başladı. Kadın da büsbütün lâkayt ol­
madığını meydana koyacak şekilde hareket edi­
yordu. Nihayet delikanlı sevgilisinin hizmetçisi­
ne biraz bahşiş verdikten sonra hanıma karşı
duyduğu büyük aşkı anlatarak yardımını rica
etti.
Hizmetçi zaten bu kabiPişlere eskidenberi
karışmıştı. Hemen koştu meseleyi hanıma taf-
silâtiyle hikâye etti. Genç âlimi bu suretle baş­
tan çıkardığı için güzelliğiyle bir kat daha ki­
birlenen genç dul:
— Demek bizim uğrumuzda ilmi irfanı mı
teketmiş? dedi, terkettiklerinin öyle pek te de­
ğerli şeyler olmadığını bu aptala öğretelim. Bir
kere çok hoşuma giden şimdiki sevgilimi böy­
le bir adam için dünyada bırakamam! Seninle
tekrar konuşmak isterse şöyle dersin. Bana kar­
şı gösterdiği sevgiden gurur ve iftihar duydum.
Ben de kendisine lâkayt değilim! Fakat arzula­
rını yerine getirirsem şerefsiz bir kadın olu­
104
rum. Böyle şanlı şöhretli bir âlim şerefsiz bir
kadına uzun zaman tahammül edemez. En iyisi
ikimiz de aşkımızı kirletmeden uzaktan uzağa
sevişelim!
Hizmetçi kadın bu sözleri genç âlime ay­
nen nakletti. Renye hemen reddedilmemeye,
hele «ben de lâkayt değilim» sözüne lüzu­
mundan fazla ehemmiyet verdi. Ümitlere ka­
pıldı. O günden sonra namuslu sevgilisine
ateşli aşk mektupları yağdırmağa başladı. Ara­
da kıymetli hediyeler de gönderiyordu. Haf­
talar geçiyor, genç dul mektupları ve hediyeleri
kabul ediyor, fakat bir türlü insafa gelmiyordu.
Bu arada sevgilisi, genç âlimin metresi et­
rafında fazla dolaşmasından şüphelendi. Kıs­
kançlık alâmetleri göstermeğe başladı. Kadın,
delikanlıya beyhude şüphelendiğini anlatmak
için bir plân hazırladı. Bu plânı iki sevgili otu­
rup beraber gözden geçirdiler. Nihayet pek mü­
nasip görüp Renye’ye hizmetçisi vasıtasıyla ha­
ber yolladılar. Bu habere göre kadın nihayet in­
safa gelmiş oluyordu. Pek ziyade yaklaşmış
olan Noel gecesi buluşmayı kabul etmişti. Genç
âlim, gizlice bahçeye girip bekliyecekti. Kadın
da ilk fırsatta yanına inmeğe söz veriyordu.
Noel gecesi hizmetçi genç âlimi evin bah­
çesine aldı ve bekleme bu suretle korkunç bir
işkence halinde başlamış oldu.
Zavallı âlim soğuk gecede karların üzerin­
de bekleyip dururken yukarıda insafsız kadın
sevgilisiyle yemek yiyor, sevişiyor, bukadar
meşhur bir âlimin kendi uğruna katlandığı fe­
dakârlığı aşkının delili olarak tekrar tekrar
delikanlıya hatırlatıyordu.
Gece ilerledikçe soğuk arttı, dayanılmaz ha­
105
le geldi. Genç âlim sevgilisine kavuşunca bü­
tün çektiklerini unutacağını düşünmese buka-
dar da dayanamazdı.
Yukarıdakiler arada bir perdeyi yavaşça
aralayıp aşağıda artık bir kardan adama benze­
miş olan biçareyi seyredip gülüşüyorlardı.
Sonra ümitsizliğe kapılıp gitmesine de mâ­
ni olmak için bir başka oyun düşündüler. Hiz­
metçiyi yolladılar. Hizmetçi kadın:
— Muhterem efendim, dedi, fena bir tesa­
düf eseri olarak hanımın kardeşi çıkageldi. No­
el gecesi olduğundan defedemedik. Hanım çok
müteessir. Biraz daha sabretmenizi rica ediyor.
Kardeşi yemekten sonra çıkıp gidecek...
Genç âlim icabederse sabaha kadar bekli-
yeceğini söyleyince, sevgililer hiç merhamet
duymadan yattılar. Geceyarısına doğru kadın:
— Haydi bakalım, dedi, budala donup kas­
katı kesildi mi?
Gene pencereden baktılar. Biçare âlim,
donmamak için avlunun bembeyaz karları üze­
rinde hiç görülmemiş figürlerle garip bir dan­
sa başlamıştı. Koşup zıplıyor, buna rağmen diş­
lerinin takırtısı yukarıdan bile duyuluyordu.
Âlimin dansını bir müddet seyrettikten
sonra zavallıya verdikleri azabı gene de kâfi
görmediler. Kadın:
— Aşağıya inelim, dedi, kendisiyle bizzat
konuşayım da tadı çıksın. Sen de, seni nekadar
sevdiğimi bu suretle öğrenmiş ol!
İkisi beraber kapının arkasına geldiler.
Kadm sesini alçaltarak kardeşinin pek müna­
sebetsiz bir sırada geldiğine üzüldüğünü söyle­
di. Genç âlim kendisini içeri almasını, yoksa
donacağını, kardeşinin gitmesini içerde bekie-
106
meşinin daha iyi olacağını söyledi, çok yalvar­
dı. Gaddar kadın:
— İmkânsız! Kapı gıcırdıyor! Biraz daha
sabredin! diye cevap verdi; hani beni seviyor­
dunuz? Aşkımdan tutuşup yanıyordunuz! So­
ğuktan donmak ta nereden çıktı?
Nihayet tan yeri ağarırken hizmetçi, ha­
nımın kardeşinin gitmekten vazgeçtiği haberi­
ni getirdi. Genç âlim yarı donmuş bir halde evi­
ne zor yetişti. Doktorlar kendisini ölümden zor
kurtardılar. Aylarca hasta yattı. Nihayet ayağa
kalktığı zaman genç dula karşı duyduğu büyük
aşkın yerini, kendisine oynanan oyunu öğren­
diği için aynı büyüklükte müthiş bir kin almıştı.
Kadına hiçbirşey belli etmemeğe çalışarak
intikam fırsatını gözlemeğe başladı. Bu fırsat
ta çok geçmeden göründü.
Genç dul, uğrunda bukadar gaddarlık etti­
ği sevgilisi tarafından gene gaddarca terkedil­
mişti. Başka bir kadının kendisine tercih edil­
mesi kadını deliye döndürdü. Gururu yaralan­
mış, haysiyeti mahvolmuştu. Gece gündüz ağ­
lıyor, kendisini âdeta helâk ediyordu. Hizmetçi
kadın bu hale bir çare bulmak gayretiyle arada
sırada evin önünden geçmekte devam eden genç
âlimi hatırladı. Hanımının pek bedbaht oldu­
ğundan söz açtı. Noel gecesindenberi vaziyeti
tamamiyle öğrenmiş olan delikanlı bir taraftan
intikam fırsatını kendisine verdiğinden dolayı
Allaha hamdederken diğer taraftan da sevgili­
sine hiçbirşey belli etmeden eski aşkının eski
kuvvetiyle devam ettiğine dair yeminler etti.
Sevgilisinin derdine çare bulmak için mümkün
olanı ve olmayanı yapmağa hazır olduğunu bil­
dirdi. Lâf arasında Paris’te tahsil ederken dün­
yanın en meşhur büyücülerinden türlü büyü­
107
ler öğrendiğini, icabederse bunlardan birisini
-ne derece günah olursa olsun- yapmaktan çe-
kinmiyeceğini söyledi.
Hizmetçi kadın bunları hanıma birer birer
anlattı. Neticede başka çare göremediklerinden
kadının bir kere genç âlimle buluşmasına karar
verdiler. İlk buluşmada delikanlı söze başladı:
— Gayet büyük bir vebal altına gireceğimi
biliyorum. Fakat size karşı duyduğum büyük
aşk uğruna göze alamıyacağım günah yoktur.
Ben sizi ölesiye sevdiğim için hain sevgilinizin
arkasından nasıl azap çektiğinizi kolayca tah­
min ediyorum. Onu size ayaklarınıza kapanıp
af dilemek için getirtmeğe muktedirim. Yalnız
buna siz de yardım edeceksiniz!
Kadm okadar perişan bir haldeydi ki zer­
re kadar şüphelenmedi:
— Herşeyi yapmağa hazırım, dedi. Cehen­
neme gitmeğe bile razıyım!
— Şu halde beni dinleyin. Ben sevdiğiniz
insanı temsil eden bir resmi bir pirinç levhaya
hâkedeceğim. Siz ayın on yedisinde bu levhayı
elinize alarak bir tenha su başına gideceksiniz.
Soyunup levha ile beraber yedi kere suya gi­
rip yıkanacaksınız. Sonra gene çıplak olarak o
civardaki bir ağacın üstüne yahut bir boş bina­
nın damına çıkacaksınız. Orada yüzünüzü ku­
zeye çevirerek size öğreteceğim tılsımlı sözle­
ri yedi kere tekrarlıyacaksınız. Karşınıza beyaz­
lar giymiş iki peri kızı çıkacak. Size arzularını­
zı soracak. Gayet kısa olarak istediğinizi söyli-
yeceksiniz. Fakat delikanlının adını ağzınızdan
kaçırmamağa son derece dikkat etmelisiniz. Kız­
lar gittikten sonra elbiselerinizi bıraktığınız ye­
re dönüp giyinir, evinize dönersiniz. Ertesi gün
gece yarısından evvel sevgiliniz ağlayarak, çır­
108
pınarak size koşacak, ayaklarınıza kapanarak
af dileyecek. Daha mühimi, bir daha hiçbir
kadın için sizi terketmiyecek.
Güzel kadınların mühim bir kısmı gibi bu­
dala olan Helena bu martavallara, derhal inandı.
Daha şimdiden hain sevgilisini tekrar pençesi­
ne geçirmiş gibi sevinerek:
— Söylediklerinizi aynen yapmağa hazı­
rım, dedi, bahsettiğiniz şartları harfi harfine
yerine getirmeğe müsait bir yer biliyorum. Be­
nim Arno’da bir küçük malikânem var. içinden
küçük bir ırmak geçiyor. Temmuz ayında bu­
lunduğumuz için gece vakti yedi defa suya gir­
mek pek de mühim birşey sayılmaz. Sonra ırma­
ğın kenarına eski bir kule bulunuyor. Bunun
tepesine çıkar, öğreteceğiniz duaları okurum.
Kadının malikânesini ve kuleyi gayet iyi bi­
len âlim şöyle cevap verdi:
— Bahsettiğiniz malikâneyi ömrümde gör­
medim. Fakat anlattığınıza bakılırsa tam aradı­
ğımız yer. Levhayı hazırladığım zaman size ha­
ber yollarım. Sevgilinize kavuştuktan sonra be­
ni unutmayacağınızı bir daha vaadedin!
Genç dul, bu hususta nekadar yemin bili­
yorsa peşpeşine sıraladı. Sevinerek evine dön­
dü.
Delikanlı üç gün içinde pirinç levhayı ha­
zırladı. Sonra bir kâğıda mânâsız birkaç kelime
yazdı. Ayın on beşini hesaplıyarak bunları gad­
dar kadına yolladı. Kadın derhal hizmetçisiyle
beraber malikânesine gitmek üzere yola çıktı.
Bunların hareketlerini dikkatle kollayan
genç âlim de oralara yakın bir arkadaşına misa­
fir olmuştu. Ayın on beşinci gecesini merakla
bekledi.
109
Gece yarısına doğru gürültü etmeden ır­
mağın kenarına gitti. Genç dul biraz sonra yal­
nız başına geldi. Derhal soyunup suya girdi. Ye­
di kere yıkandıktan sonra elindeki sihirli lev­
hayı göğsüne bastırarak çıplak vaziyette eski
kuleye tırmanmağa başladı. Tepeye çıkıp ku­
zeye dönerek esrarengiz duayı okumağa başla­
yınca genç âlim evvelce yaptığı hazırlık sayesin­
de eski tahta merdiveni ses çıkarmadan gelip
aldı.
Kadm yukarıda dualarını okuduktan son­
ra peri kızlarını beklemeğe başlamıştı. Saat­
ler geçtiği halde kızlar görünmüyordu, banyo­
dan sonra kulenin tepesinde rüzgâra karşı dur­
mak kadını fena halde üşütüyordu.
Bir aralık aklına bir oyuna düşüp düşmedi­
ği geldi. Genç âlimi Noel gecesi karda kıyamet­
te beklettiğini hatırlayarak: «Acaba benden bu
suretle intikam mı alıyor?» diye düşündü. «İyi
ama bu güzel Temmuz gecesi karlı kış gece­
sine benzer mi? îşte neredeyse sabah olacak!
Eğer intikam almak istediyse bukadar budala­
ca bir intikam ancak genç bir âlimin aklına ge­
lebilir.»
Tan yeri ağarmağa başlayınca kadm daha
fazla beklemekten vazgeçerek kuleden inmek
istedi. Merdiveni göremeyince neye uğradığım
şaşırdı. Dehşete kapılarak yere çöküverdi. Bir
kulenin tepesinde çırılçıplak bulunuşuna ak­
rabaları, dostları, bütün Floronsa kibar âlemi
ne diyecekti? Eğer bunu makûl gösterecek bir­
şey uydurabilse dahi melûn herif hakikati her
tarafta söyleyip gezmeyecek mi? Şimdiye kadar
herkese karşı oynadığı namuslu dul kadm ro­
lüne veda etmek icabediyordu. Artık alm açık
110
gezemiyecek, aşk işlerini yüzlerine gözlerine
bulaştıran bir takım aptal kadınları istediği gi­
bi çekiştiremiyecekti. Mahvolmuştu. Ötesi yok,
bitmişti!
Sabah oldu. Güneş yükseldi. Genç dul çök­
tüğü yerde beklemenin faydasızlığını anlayarak
davrandı. Eğer talihi yaver olursa... Buralara
küçük bir çocuk gelse... Onunla hizmetçisine
haber gönderir. Hizmetçi kadın becerikli oldu­
ğundan belki bir çare bulur... İşte bu ümitle
kuleden aşağıya baktı.
Genç âlim, merdiveni aldıktan sonra bir
ağacın dibine yatmış, rahatça uyumuştu. Güneş
yükselince uyandı. Kadının kuleden aşağıya bak­
tığını görünce yaklaştı:
— Bonjur muhterem Han rnefendi, dedi,
peri kızları geldiler mi efendim.
Bu sözler üzerine Helena’yı öfkeyle karı­
şık bir ağlama nöbeti yakaladı. Fakat bunun bir
işe yaramıyacağını düşünüp kulenin üstüne
yüzükoyun uzandı. Kafasını uzatıp yalvarmağa
başladı:
— Renye, dedi, ben sana kötü bir gece
geçirttimse, sen de işte benden öcünü aldın.
Temmuz ayında bulunduğumuz halde ben çıp­
lak olduğum için vallahi billâhi senin kadar
üşüdüm. Sana oynadığım oyuna pişman oldum.
Bu oyundan sonra sözlerine inand-^ım için ne­
kadar budalalık ettiğimi anlıyarak kendi ken­
dime öfkelendim. Hasılı çok gözyaşı döktüm.
Sana yalvarıyorum. Bana karşı bir zamanlar
duyduğun büyük aşkı hatırlatarak değil, bir
asilzade olduğuna güvenerek... Her çeşit inti­
kamı hakettiğim meydanda... Fakat yiğitlik
sende kalsın! Beni affet! Çektiğim azabı kâfi
111
gör! Namusumu payimal etme diyemiyorum.
Sana bir gece vaadetmiştim. Sözümde durma­
dım. Elbiselerimi ver, beni buradan indir, sen­
den esirgediğim bir tek geceye mukabil sana
yüzlerce aşk ve ihtiras geceleri vaadediyorum.
Beni tuzağa düşürdün. Tuzağa düşmüş âciz bir
kadına karşı elinde bulunan bütün imkânları
sonuna kadar kullanamazsın. Buna asaletin ve
erkekliğin müsaade etmez. Sen bir kartalsın, ben
zayıf bir güvercinim! Bana merhamet et!
— Sevgili Helena, eğer donmak üzere ol­
duğum gece sen bana zerre kadar merhamet et­
miş olsaydın, ben de sana şimdi aynı miktarda
merhamet ederdim. O gece de böyle çırılçıplak
soyunmuştun, kendini âşığına zevkle teslim
ederken bir taraftan da benim aşağıdaki çır­
pınmalarıma, donmamağa çalışmalarıma kulak
veriyordun. Birisine istirap çektirmek duydu­
ğun zevki bir kat daha arttırıyordu. Hattâ bu
da kâfi gelmedi, arada bir beni konuşturmak,
bana yeniden ümit vermek suretiyle gaddarlık­
tan hissettiğin keyfi birkaç misline çıkarmak­
tan da çekinmedin. Ben o gece aynı asilzade, ay­
nı merd erkek değil miydim? Hayır sevgilim!
Beni aldatamazsın. Bulunduğun yerde kalacak­
sın, belki de orada öleceksin. Çünkü senin gibi
sadece zevkine düşkün, merhamet tanımaz ku­
duz dişi köpeklerin hak ettikleri biricik âkibet
böyle rezilâne gebermektir. Ben kartalmışım da
sen güvercinmişsin... Uyduramadın sevgilim,
ben kartal değilim, sen de sadece engerek yıla­
nısın! Seni salıvermek başkalarını da felâkete
sürüklemek olur. İşte buna büsbütün hakkım
yok. Eğer mutlaka aşağı inmek istiyorsan ken­
dini kaldırıp boşluğa niçin atmıyorsun? Ben­
den zerre kadar merhamet bekleme... Vazifem
112
seni oraya çıkarmaktı. İndirmek artık bana ait
değil!
Genç dul çok yalvardı, çok diller döktü.
Her sözün başında vücudünü vaadediyor, bera­
ber geçirecekleri doyulmaz zevk ve ihtiras ge­
celerinden bahsediyordu. Delikanlı bu yalvarış­
lara yalnız bir sözle karşılık verdi:
— Kendini boşluğa at da kurtul!
Lâkin bir müddet sonra genç âlim merha­
mete gelmiş göründü. Kadın ümide kapıldı.
Daha yanık yanık, daha yürekten yalvardı.
Renye:
— Dur bakalım, dedi, elbiselerinin nerede
olduğunu tarif et de gidip alalım! Belki acırım
da seni affederim.
Sonra çekilip gitti. Genç dul ümitlenmişti.
Ağzı heyecan ve telâştan kupkuru, vücudü uy­
kusuzluktan ve Temmuz güneşinin yakıcı ışık­
larından harap yere çöktü. Kulenin üzerinde sı­
ğınacak bir gölge de yoktu. Yıkılmış korkulu­
ğun dibine sokulmağa çalışırken uyuyakaldı.
Fakat daha ziyade baygınlığa benzeyen bu
uyku pek fazla sürmedi. Çıplak vücudünün her
tarafına birden ateş düşmüş gibi acı ile uyan­
dı ve müthiş cehennem azabı da bu andan iti­
baren başlamış oldu. Güneş iyice yükselmiş ku­
lenin tepesindeki avuç içi kadar yeri kızgın sa­
ça çevirmişti. Ne ayaklar dayanıyor, ne de otur­
mak kabil oluyordu. Havada en ufak bir esinti
bile yoktu. Buna mukabil kara sinekler peydah­
lanmalardı. Yüzlercesi aynı zamanda vücudü-
ne konuyorlar, aynı zamanda uçup nazik derisi­
ni biber gibi yakıyorlardı. Kollarını, bacaklarını,
kafasını durmadan sallamak mecburiyetinde
kaldığı için kısa bir müddet sonra tere battı.
113
Yorgunluktan, sıcaktan, sinek ısırmalarının İs­
tırabından nefesi kesildi. Sinekler yetişmiyor-
muş gibi şimdi bir de karıncalar meydana çık­
mıştı. Bunların ısırmalarına dayanmak büsbü­
tün imkânsızdı.
Utanmayı, rezil olmayı unutarak bir müd­
det var kuvvetiyle bağırıp imdat istedi. Ne ça­
re ki mevsim harman zamanı olduğundan köy­
lüler tarlalara gelmiyorlardı.
Arada bir takattan kesilip yere yıkılarak,
arada bir can havliyle kalkıp feryat ederek çır­
pındı. Vücudü ısırıklardan, güneş yakmasından
iğrenç bir hal almıştı. Saçları dağılmış, suratı
ölüm korkusuyla cadı karıya dönmüştü. Hele
susuzluk hepsinden beterdi. Uzakta parlayan ır­
mağa baktıkça deliye dönüyor, kendisini kal­
dırıp boşluğa fırlatması geliyordu.
Renye öğle uykusundan uyandığı zaman
ikindi olmak üzereydi.
— Hele bir bakalım, bizim sevgili ne âlem­
de? diyerek yavaş yavaş kule hizasına yaklaştı.
Kadın düşmanını görünce yeniden ümitlendi.
— Renye, diye kısık bir sesle bağırdı, ben
seni bir gece dondurdum, sen de beni bir Tem­
muz günü, sıcaktan âdeta erittin! Fazladan ben
açım ve susuzum. Yalvarırım sana buraya ka­
dar çık, ben kendi kendimi öldüremiyorum,
eğer namuslu bir erkeksen beni elinle öldür de
bu azap bitsin! öldürmiyeceksen Allah rızası
için bir yudum su ver!
— Ben o gece senden avuçlarımı ısıtacak
ateş istemiştim, vermedin. Sana da şimdi su ve-
rilmiyecektir.
— Alçak! Beni gaddarlıkla itham ediyorsun.
Dekam eron — 8
114
Dünya üzerinde senden daha namussuz, sen­
den daha merhametsiz bir mahlûk mevcut de­
ğildir.
Sonra bir ümitle cevap bekledi. Cellâdında
hiçbir hareket görmeyince iradesinin son bir
hamlesiyle kendisini kulenin ortasına attı. Yere
serildi. Vücudünü ölüme bıraktı.
Akşam serinliği başladığı zaman genç âlim,
kadına verdiği müthiş azabı kâfi görerek elbi­
selerini koltuğunun altına alıp köşke gitti. Hiz­
metçi kadın eşiğe oturmuş, merak ve endişe ile
hanımı bekliyordu.
Genç âlim:
— Nerede Madam? diye sordu.
— Bilmem ki efendim! Gece yatmağa gittiy-
di. Sabahleyin baktım ki, yatak bozulmamış. Hâ­
lâ bekliyorum. Meraktan çatlıyacağım!
— Çatla bakalım! Çatlamadan evvel de be­
ni dinle! Bana oynadığınız oyunu biliyorum.
Sen de hanımın kadar kabahatlisin. Onun ceza­
sını verdim. Senin de sıran gelecek. Şimdilik
şu elbiseleri al. Tepedeki eski kuleye koş, eğer
hâlâ gebermediyse hanımı kurtarmağa çalış.
Hizmetçi karı elbiseleri alarak deli gibi
koşmağa başladı. Kulenin dibine gelince hanı­
mına seslendi. Merdiveni bin zorlukla yerine
dayadı. Yukarı çıktı. İlk bakışta hanımı tanı­
yamadı. Ortada insandan ziyade kıpkırmızı bir
et yığını yatıyordu.
Hizmetçi kadın hanımı müşkilâtla giydir­
di. Genç dul son bir gayretle merdiveni indi.
Çimenlere yarı baygın uzandı. Arkasından hiz-
meçı kadın da inmeğe başlamıştı ki yarı yerde
ayağı kaydı. Elleri kurtuldu, sekiz, on metre­
den aşağı yuvarlandı. Sol bacağının bütün ke­
mikleri kırıldı.
115
Nihayet oradan geçen bir köylü kadınların
perişan halini görerek diğer köylülere haber
verdi. Biçareleri eve taşıdılar.
İki kadın aylarca yatakta kaldı ve Helen
bir daha hiç kimseye gaddarlık etmiyeceğine
söz vererek tamamiyle uslandı.
XIII
Siyene şehrinde Tavena ve Mino adında
iki genç vardı. Halleri vakitleri yerinde olan bu
gençlerin ikisi de evliydi. Komşu oturuyorlar,
birbirlerini çok sevdiklerinden pek sık görüşü­
yorlardı. Bir müddet sonra Mino’nun güzel ka­
rısına göz koyan Tavena arkadaşının evini daha
sık ziyaret etmeğe başladı. Bu ziyaretlerini ko­
canın bulunmadğı sıralara rastgetirdiğinden
kadınla yalnız kalmak fırsatını elde etti, sevgisi­
ni kazandı.
İşler -güzelce devam edip giderken Mino
bazı hareketlerden, sözlerden şüphelendi. Ha­
kikati öğrenmek için bir gün evden çıkmış gibi
yaptı, bir kenara saklandı.
Arkadaşının her zaman o saatlerde dışarı­
da olduğunu bilen Tavena kapıyı çaldı. Kocası­
nın evde olmadığını zanneden genç kadın ta­
rafından sevinçle karşılandı. İki sevgili hiçbir
şeyden şüphelenmediler. Kucaklaşıp uzun uzun
öpüştükten sonra derhal yatak odasına girip
kapıyı içerden kilitlediler.
Vaziyeti gözleriyle gören, şüphesinin ha­
kikat olduğunu anlayan Mino, saklandığı yerde
düşünmeğe başladı. Bu hainleri şimdi zina ha­
linde bastırsa eline ne geçecekti? Rezaleti duy­
mayanlar da duyacak, boynuzlandığını bütün
memleket işitecek. Zevk üzerine kurulmuş bir
ihanetin intikamını zevkli bir şekilde çıkarma­
nın imkânı acaba yok mudur?
117
Miııo düşüncelerini işte bu noktaya topla­
dı. Neticede intikam plânını hazırladı. Başına
yaldızlı belâlar gelmiş olan koca, intikam plâ­
nını hazırlarken Tavena çıkıp gitti. Genç kadın
tekrar yatak odasına dönerek hoyrat âşığının
geride bıraktığı dağınıklığı gidermeğe çalışırken
kocası içeri girdi:
— Kolay gelsin sevgilim, dedi, ne oluyor?
— Hiç! Görmüyor musun, ortalığı topluyo­
rum.
— Ortalıktan başka daha neler topladığını
bilmiyor değilim!
Kadın evvelâ inkâra kalkıştı. Fakat koca­
sının herşeyi gözüyle gördüğünü anlayınca af
dilemekten başka çare kalmadığını sezdi. Der­
hal diz çöküp kendisini affetmesi için yanık ya­
nık yalvarmağa başladı.
Mino:
— Seni bir şartla affederim, dedi, bana her
istediğim hususta sonuna kadar itaat edeceksin.
Söylediklerimi aynen yaparsın.
— Emret! Hazırım!
— Şu halde iyi dinle: yarın Tavena’ya ha­
ber yollayıp çağıracaksın. Benim uzaklara git­
tiğimi söylersin. Soyunur, dökünürsünüz. Ben
tam bu esnada apansız dönmüş olacağım. Sen
hemen zamparanı şu demir sandığa sok, kilitle.
Sonrasını bana bırak! Şukadarını da söyliyeyim
ki kendisine hiçbir zararım dokunmıyacaktır.
Kadın kocasının istediklerini aynen yeri­
ne getirdi. Tavena ile Mino sabahleyin buluş­
muşlardı. Buluşma saati yaklaşınca Tevana aziz
dostuna:
— Bana müsaade kardeşim, dedi, bir ar­
kadaşa yemeğe davetliyim. Allahaısmarladık.
118
— Dur yahu nereye? Henüz yemek vakti­
ne çok var.
— Olsun olsun! Vaktiyle gitmek iyidir. Ay­
rıca mühim bir iş de konuşacağız. Hoşça kal!
Zampara, sevgilisiyle buluşmak üzere ko­
şarak uzaklaştı.
Aldatılan koca yarım saat sonra evine dön­
dü. Kapıyı öfkeli öfkeli çaldı. Kadın aldığı ta­
limat üzerine hovardayı demir sandığa sokup
kilitledi.
Mino daha merdivenlerde bağırmağa baş­
ladı:
— Karnım acıktı hanım! Yemek hazır mı?
— Hazır, hazır! Bir dakika!
— İyi öyleyse... Bak ne düşündüm, bizim
Tavena bugünkü öğle yemeğine bir yere davet­
liymiş. Zavallı karısı evde yalnız. Şuradan ses­
len de gelsin, yemeği bizimle beraber yesin!
Tavena’nın karısı bu daveti memnuniyetle
kabul etti. Süslenmiş olarak gelince Mino ka­
rısını:
— Haydi sen yemeklerle meşgul ol! diye
savdı. '
Arkadaşının güzel karısını elinden tutarak
onu demir sandığın bulunduğu odaya götürdü.
Kapıyı örttü, fazladan dikkatle sürmeledi. Ka­
dın bu hazırlıkları görünce bir tehlike sezinle-
mişti:
_— Ne yapıyorsunuz Mino? diye telâşlandı.
Bu nasıl iş? Tavena’nın en aziz dostu, en ya­
kın arkadaşı olasınız da...
— Beni dmle şekerim! Hem de öfkelenme­
den dinlemelimin! Tavena’yl kardeş gibi sevi­
yordum. Pardon, hâlâ da seviyorum. Dün kendi­
sine karşı beslediğim itimadı nasıl kullandığını
gözlerimle gördüm. Seninle nasıl yatıyorsa be­
119
nim karımla da öyle yatıyor. Aramızdaki eski
dostluk mâni olmasaydı bu ihanetin cezasını ona
hayatiyle ödetirdim. Halbuki «göze göz, dişe
diş» demişler. O benim karımla sevişti, ben de
seninle sevişeceğim. Eğer razı olmazsan kendin
bilirsin. Ozaman böyle vaziyetlerde herkesin
tuttuğu yolu tutmak mecburiyetinde kalırım.
Yani onu gebertirim. Sadakat gösterdiğin adam
ölmüş olacağı için bu sadakat hiçbir işe yara­
maz.
Kadm, Mino’nun bu garip teklifini kendi
karısı evindeyken yaptığını düşünerek sözle­
rine inandı. Gülümsiyerek:
— Sevgili Mino, dedi, görüyorum ki koca­
mın yediği haltın günahını bana ödetecek­
sin. Razıyım ama biraz da beni dinle: kocam
karınla bir olup seni ve beni aldatmış, biz de
şimdi aynı işi yaparak ikisini aldatacağız. Bana
oynadığı oyundan dolayı ben senin karına zer­
re kadar kin tutmuyorum. Onu tamamiyle af­
fettim. Rica ederim o da bana gücenmesin. Bunu
da sen temin et!
— O ciheti hiç merak etme! Ayrıca senin
bu meselede başındanberi suçsuz olduğunu dü­
şünerek bir de küçük hediye vermeği kararlaş­
tırdım. Şu yüzüğü lütfen kabul et.
Mino verdiği karan, içine arkadaşının ka­
patıldığı demir sandığın üstünde tatbik etti
Tavena sandıktan herşeyi duymuş, bilhas­
sa karısının hemen razı olması karşısında küp­
lere binmişti. Eğer arkadaşını öfkelendirmiyece-
ğini, bu öfkeyle başına felâket gelmesi ihtimalini
düşünmese çoktan kıyametleri koparacak, sandı­
ğın içinde çıkarmadık gürültü bırakmıyacaktı.
Bereket versin çaresizlik imdadına yetişti. Ken­
120
di haksızlığını kabul ederek başına gelmekte
olanlara katlandı.
Mino intikamının iyice alındığına kanaat
getirdikten sonra arkadaşının karısını bıraktı.
Kadın kalkınca vâdedilen yüzüğü istedi. Mino
kapıyı açıp seslendi. İçeri giren karısı olup bi­
tenleri bir bakışta anlamıştı.
Mino yeni metresine döndü:
— «Yüzük» demiştiniz değil mi? dedi, lüt­
fen şu sandığı açın. Size vâdettiğim cevahir
içinde...
Anahtarı uzattı, genç kadın demir sandık­
tan kocasını çıkaıdı.
Tavena kadınların utangaç gülümsemeleri
arasında Mino’ya elini uzattı:
— Ödeştik, dedi, ister misin gene dost ola­
lım. Artık birbirimizden çekinecek bir tarafı­
mız da kalmadı.
Bu sözler hepsinin barışmasına kâfi geldi.
Öğle yemeğini hep bir arada iştaha ile yediler.
XIV
Bizim İtalyamızdan Bolonya’ya doktor, avu­
kat, kısacası âlim olmağa giden avanaklar çok­
tur. Mösyö Simone do Villa işte bunlardan bi­
risidir. Bolonya’ya gidip geldi. Zengin olmasay­
dı zaten bir ecnebi memlekete tahsile gidemez­
di. Akıllı olsaydı böyle birşeye lüzum görmezdi.
Hasılı gittiği gibi döndü. Yani parası bol, aklı
kıt! Floransa’nın meşhur caddesi Via del Koko-
meri’de bir ev tuttu. Kapısına yaldızlı bir «Dok­
tor»-levhası astı. Doktorumuzun türlü merakla­
rından birisi de her gördüğü adamın kim oldu­
ğunu mutlaka öğrenmek istemesiydi. Buna ne­
den lüzum görürmüş bilir misiniz?'İlâçları heri­
fin hünerine, ahlâkına göre hazırlarmış da on­
dan...
Son zamanlarda âlim doktor, bütün ilmini,
irfanını iki kişi üzerinde toplamıştı. Bunlar o
civarda oturan iki fakir ressam delikanlıydı.
Doktor bu fakir oğlanların, bütün fıkaralıklarma
rağmen nasıl olup ta neşelerini kaybetmedikle­
rine şaşıyor, bunun sebebini bulmağa çalışıyor­
du. Birisinin adı Bruno, diğerinin adı da Bufal-
mak olan ressamlar hakkında derin tetkikat ve
tahkikat yaptı. Bir yerden gelirleri bulunmadığı­
na iyice kanaat getirdikten sonra hakikî fıka-
ralıkla, sahici zenginliğin, hattâ sahici saadetin
nasıl olup bir arada barınabildiğine akıl erdire-
medi. Nihayet ressamlardan hiç değilse birisiy­
le samimiyeti ilerleterek işin iç yüzünü öğren­
122
meğe karar verdi. Nihayet Bruno ile tanıştı.
Ressam daha ilk günlerde herifin düpedüz
budala olduğunu anladı. Böyle bir budala ile
eğlenmek çok hoşuna gittiğinden Doktorun sa­
mimiyeti ilerletmek gayretini kolaylaştırdı. Kı­
sa zamanda birisi alay edecek bir avanak buldu­
ğuna, öteki de tetkike tâbi tutacağı bir mühim
sanatkârla tanıştığına sevindi.
Doktor Simone, ressamı sık sık yemeğe da­
vet ediyor, nereden, kaç para kazandığını lâf
arasında öğrenmeğe uğraşıyordu. Bir gün niha­
yet dayanamadı. Parasız göründükleri halde bu­
kadar neşeli ve mesud oluşlarının sırrını sor­
du. Delikanlı, bu âlimane budalalık karşısında
bıyık altından gülümsiyerek cevap verdi. De­
di ki:
— Aziz Doktorum! Hayatımızın en büyük
sırrına temas ettiniz. Yerinizde bir başkası ol­
saydı, cevap vermek değil, böyle bir sual sorma­
sına müsaade etmezdim. Esrarımızı hayatınız
pahasına saklıyacağmıza eminim. Bu sebeple
hakikati size anlatacağım: görüyorsunuz ki ar­
kadaşımla beraber keyif ve neşe içinde mesud
yaşıyoruz. Halbuki sanatımızdan kazandığımız
çorbamızın tuzuna yetmez. Sakın bizi bir usulle
hırsızlık, eşkiyalık ediyoruz zannetmeyin. Biz
arada bir «dolaşmağa çıkarız ».
Doktor bu «dolaşmağa çıkmak» sözünden
hiçbirşey anlayamamıştı.
— «Dolaşmağa çıkmak» da ne demek? diye
merakla sordu. Ben bundan hiçbirşey anlama­
dım. Size namusum üzerine söz veriyorum ki
hiç kimseye, hattâ karıma bile birşey söyle­
mem!
123
— İyi ama muhterem Doktorum, öğrenmek
istediğiniz şey bizim canımız, hayatımız. Bu sır
bir kere duyulursa ben de, arkadaşım da hapı
yutarız. Hele ben biterim, mahvolurum. Öte
yandan size karşı duyduğum hürmet sualinizi
cevapsız bırakmağa müsait değil! Ne haltetmeli
bilmem ki... Bir daha yremin edin bakalım, hiç
kimseye, hiçbirşey söylemiyeceğinize dair ye­
minleri bastırın...
Doktor, yemin bırakmadı sıraladı. Netice­
de oğlan büsbütün inanmış gibi:
— Öyleyse dinleyin efendim, dedi, bundan
on iki yıl evvel şehrimize Mişel Leskot adında
gayet meşhur bir falcı gelmişti. Adından da
anlaşılacağı üzere bu falcı aslen îskoçyalıydı.
Burada bir müddet kaldı. Çok işler, çok hüner­
ler gösterdi. Bütün kibar âleminin emniyetini
ve sevgisini kazandı. Memleketine dönerken
Floransa’nm ileri gelen asilzadeleri ne yapacak­
larını şaşırdılar. Zira artık buradaki işler bu
meşhur ve denenmiş falcı olmadan düzelemez
hale gelmişti. Adamın eline, eteğine sarılarak
yalvardılar. O da onları kırmadı. Yerine çömez­
lerinden ikisini bıraktı. Onlara, kendisine bun­
ca yıldır bukadar iyi muamele eden Floransa
asilzadelerinin her türlü hizmetlerini sadıkâne
ifa etmelerini tenbihledi. Çömezler, doğrusu
üstadlarını aratmadılar. Floransa kibar âlemi­
nin zanparalık işlerini düzene koydular. Hiç­
birşey aksamadı. Nihayet şehrimize okadar ısın­
dılar ki buraya temelli yerleşmek kararı ver­
diler. Yerleştikten sonra garip bir teşkilât vü-
cüde getirdiler. Bu teşkilâta girebilmek için
mutlaka asil ve zengin olmağa lüzum yolrtu.
Seciyesi uygun herkes, ister fakir ve serseri ve
ister zengin ve asil olsun teşkilâta alınıyordu.
124
Bu suretle bizim de dahil bulunduğumuz 25 ki­
şilik gizli cemiyet teşekkül etti. Biz, cemiyeti­
mize dahil biraderlerle her ayın gayri muayyen
gecelerinde gizli bir yerde toplanırız. Toplantı­
lar daima geceleyin vuku bulur. Cemiyet âzâsı iç­
timaa gelince iki falcı gelenlere o gece için ne
arzu ettiklerini sorar. İstenen şey nekadar im­
kânsız olursa olsun mutlaka temin olunur, İç­
tima ettiğimiz sarayın mürebbilerini, hizmet
eden uşak ve hizmetçilerin kıyafetlerini ve gü­
zelliklerini, içtimaa gelen arkadaşların zengin
elbiselerini görseniz binbir gece masallarından
birisini yaşıyorum zannedersiniz. İçtimalarımı-
zın en tadına doyulmaz tarafı büyücü üstadla-
rın âzâlara istedikleri güzel kadın ve kızları
dünyanın her tarafından derhal getirtmeleridir.
Biz bu emsalsiz güzelliklerle emsalsiz bir or­
kestranın baygın nâğmelerini dinleyip en na­
dide yemekleri yer, en nefis şarapları içeriz.
Mümkün olsa da bu âlemi gözlerinizle görebil-
seniz. Falcıların, isterse iki bin mesafede bu­
lunsun arzulanan bir genç kadını birkaç sani­
ye içinde nasıl uçurup getirdiklerini müşahede
etseniz. Bu gözler nelere şahit olmadı ki efen­
dim? Bu nâçiz gözlerim Sudan Kraliçesini mi,
Bizans prenseslerini mi, Fenike Kralı Asbek’in
Grandüşesini mi görmediler. Bunların çıp­
lak oyunlarını kaç kere seyrettik. Ziyafetin
sonunda, üsulümüzdür, birer güzel kadın . alıp
halvete çekiliriz. Bu hususî odalar öylesine in­
celik ve zenginlikle döşenmiştir ki orada ta­
dılan zevk insana yüz misli fazla tesir eder.
Namusunuza güvenerek şukadarını ilâve ede­
yim ki arkadaşımla beraber İngiltere ve Fran­
sa Kraliçeleriyle geçirdiğimiz gecelerin ta­
125
dım hâlâ unutamadım. Malûm ya bunlar halen
dünyanın en güzel, en ateşli kadını sayılıyorlar.
İlk buluştuğumuz gece İngiltere Kraliçesi bana,
Fransa Kraliçesi arkadaşıma tutuldu. O gece-
denberi her toplantıda beraberiz. Bizim fakir
sanatkârlar olduğumuzu bildiklerinden arada
sırada cebimize dolgun keseler koyuyorlar. A y­
rıca paraya ihtiyacımız olursa açıkça istiyoruz.
«Bin altın» desek bin altın, «beş bin» desek beş
bin geliyor. İşte biz toplantılarımıza kendi ara­
mızda «dolaşmağa çıkmak» diyoruz. Toplantı
aralarında da arkadaşlar birbirlerine yardım et­
tiklerine göre, neşemizin ve saadetimizin sebe­
bi kolayca anlaşılır. Size nasıl bir sır emanet
ettiğimi şimdi anladınız mı? Sizi nekadar sev­
diğimi, size nekadar itimat ettiğimi? Bize iha­
net etmiyeceğinize, namus yemininizi ayaklar
altına almıyacağınıza katiyen eminim.
Âlim doktor artık dinlemiyordu bile... Bü­
tün bu martavallara inanmış, bu cemiyete ken­
disini nasıl kabul ettireceğini düşünmeğe başla­
mıştı. Bunu genç ressamdan derhal rica etme­
ği tasarladı. Sonra işi kurnazlığa dökerek deli­
kanlıya bir kat daha yakınlık gösterdi, hattâ
icabında büyük yardımlarda bulunduktan son­
ra böyle birşey istemeğe karar verdi. Neşe ve sa­
adet içinde yüzmelerinin sebebini artık iyice
anladığını söyledi ve sonra genç ressamı büs­
bütün göz hapsine aldı. Bunu temin için de sa­
bah akşam yemeğe davet eder oldu. Öyle ki bir­
kaç hafta geçmeden ayrılmaz iki dost haline
geldiler.
Ressam da bu yakınlığın altında kalmak is­
temedi. Üstadın evindeki tablolar resmetti. Ay­
da birkaç gece mahsustan yemeğe gelmiyor, er­
tesi gün malûm toplantıya gittiğini söylüyordu.
126
Her defasında toplantıya yeni sultanlar, yeni
imparatoriçeler, yeni prensesler şeref vermiş
oluyoılardı.
Avanak Doktor nihayet dayanamadı:
— Aziz dostum, diye yalvarmağa başladı,
mensup bulunduğunuz cemiyetten bana bahset­
tiniz edeli uyku uyuyamaz, yemek yiyemez . ol­
dum. Aklım fikrim toplantılarınızda... Geçen
sene uzaktan bir genç kadın görmüştüm. Sarı
saçlı bir âfet! İşte onu rahatça kucaklamak, se­
vip okşamak istiyorum. Ne' olur mümkünse beni
de cemiyetinize alın. Bunun için lâzım gelen her
fedakârlığı yapmağa hazırım. -
Doktor kendisini hayale öylesine kaptır­
mıştı ki cemiyete ayrıca eğlence mevzuları ilâ­
ve edeceğini söylüyor, sesinin gayet güzel ol­
duğundan bahsederek ressamı inandırmak için
şarkılar bile okuyordu. Şarkılardan sonra bü­
tün cemiyet âzâsını bedavadan tedavi edeceğini
vâdetti. Ressam biraz düşündükten sonra ce­
miyete âzâ kabulünün kendi elinde bulunmadı­
ğını ileri sürerek söze başladı. Şayet böyle bir
salâhiyeti olsaydı, bunu elbette dünyadaki en
aziz dostunun, en hürmet ettiği zatın lehine
kullanacaktı. Maamafih vaziyet büsbütün de
ümitsiz sayılamazdı. Anlatacağı şekilde hare­
ket ettiği takdirde cemiyete kabul edileceğin­
den şüphe etmemeliydi. Hele sır saklamasını
bukadar iyi bilen bir âlim doktor...
Doktor:
— Namusum üzerine, diye feryad etti, na­
musum hakkı için...
— Şimdi dinleyin bakalım! Cemiyetin altı
ayda bir seçilen reisiyle iki müşaviri vardır.
Önümüzdeki Noelde yeni seçimlere gidilecek.
Teamül iktizası ressam arkadaşım Büfolmak
127
reis olacak, ben de müşavirliklerden birisine in­
tihap edileceğim. Cemiyete yeni âzâ kabul et­
mek daha ziyade reisin salâhiyeti dahilindedir.
Bu sebeple evvelâ bizim arkadaşla tanışmanız
iyi olur. Birbirinizi seveceğinizden hiç şüphe et­
miyorum. Sırası gelince bu meseleyi kendisine
açarız. Razı olur sanırım. Ben de bütün müşa­
virlik nüfuzumu kullanırım.
Doktor sevinçle hoplamağa, işi olmuş bit­
miş sayarak türküler çağırıp raksetmeğe baş­
ladı.
Genç ressam, ertesi gün arkadaşıyla bera­
ber geldi. Bu sefer yemekleri üçü beraber yi­
yor, artık gece gündüz üçü beraber dolaşıyordu.
Birkaç ay geçince Doktor münasip sıranın gel­
diğine karar verdi. Cemiyet meselesini yeni dos­
tuna açtı. Büfolmak evvelâ şaşırdı, sonra bu­
kadar mühim bir sırrı bir yabancıya fâş etti­
ğinden dolayı arkadaşına fena halde kızdı.
— Dilini kesmeliyim bu gevezenin! diye
kükrüyordu, hâlâ neden suratını dağıtmıyorum
bilmem ki... Muhterem Doktorumuz da olsa,
böyle bir sır fâş edilir mi alçak?
Doktor derhal diz çökerek yalvarmağa baş­
ladı. Okadar yalvardı, okadar gözyaşı döktü ki
nihayet delikanlının haklı öfkesi yatıştı.
— Sizin yerinizde bir başkası olsaydı vazi­
yet vehamete giderdi, dedi, lâkin siz şimdiye ka­
dar tanıdığım insanların en akıllısı, en iyi sır
saklayanısınız. Bu sebeple arzunuzu yerine ge­
tirmek için var kuvvetimle çalışacağım.
Bruno gülmeğe başladı ve arkadaşına:
— Ben sana demedim mi? dedi. İnsan bu
bizim aziz Doktorumuzdan hiçbirşeyi esirgemi­
yor.
— Hakkın varmış. Aramıza katılmakla,
128
muhterem Doktor cemiyetimize şeref verecek­
lerdir.
O günden sonra iki delikanlı budala Dok­
toru heyecanlı bir ümit içinde yaşatmağa baş­
ladılar. Bü devrenin mümkün olduğu kadar
uzayabilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Dok­
tor âdeta deliyp dönmüştü. Cemiyete nail olup
dünya nimetlerinden gönlünün istediği gibi is­
tifade edeceğini düşündükçe uykuları kaçıyor,
ilk gece için bir türlü kadın beğenemiyerek te­
lâşlanıyordu.
Delikanlılar nihayet verdikleri azabı ve
uzattıkları lâtifeyi kâfi görerek iştirak edeceği
ilk toplantının yakın olduğunu Doktora müjde­
lediler.
Büfolmak:
— Şimdi beni iyi dinleyin aziz Doktor, di­
ye söze başladı, kendinizi bir daha yoklamanızı
rica ederim. Sizi bekleyen emsalsiz zevk âlemi­
ne girmek için geçilmesi zarurî olan çetin imti­
hanı göze aldınız mı? İcabettiği yerde, icabetti-
ği cesareti gösterebileceğinize emin misiniz?
Malûm ya, bizim cemiyete iştirakin de kendisi­
ne göre kanunları var.
Doktor, herşeye razı olduğunu, derisinin
yüzülmesine bile rıza göstereceğini söyledi. De­
likanlı:
— Pekâlâ! dedi, Bu gece el ayak çekildik­
ten sonra Sent - Mari Nuvel kilisesinin arkasın­
daki yeni yapılmış mezarlardan birinin üzerine
çıkacaksınız. Az kaldı unutuyordum; elbiseleri­
nizden en şık, en pahalısını giymelisiniz. Meza­
rın üstünde sıkı durun, zira imtihan orada baş-
lıyacaktır. Simsiyah bir hayvan peydahlanacak.
Bu hayvan alelâcaip bir mahlûktur. Hayvana
benzeyen biricik tarafı boynuzları. Kendisine
129
göre ıslıklar çalacak, sizi korkutmak için peren­
deler atacak. Hiç umurlamayın. Korkmadığını­
zı görünce yaklaşır. Ozaman mezarın üstünden
iner, hayvanın sırtına binersiniz. Sırta binme­
nin de usulleri vardır. Şimdi bindiniz değil mi,
kollarınızı göğsünüze kavuşturacaksınız. O sizi
içtima yerine kadar getirir. Eğer bu seyahat es­
nasında korkuya kapılır da dua okumaya kal­
karsanız siz de biz de mahvoluruz. Zinhar dua
okunmıyacak ve asla korku duyulmıyacaktır.
Kendinize güveniyor musunuz?
— Bu ciheti hiç merak etmeyin.
Doktor cesaretine dair fıkralar anlattı. Mev­
sim kış olduğu için ayrıca soğuğa dayanıklı ol­
duğunu da temin etti.
Gece olunca biçare Doktor karısını türlü
yalanlarla atlattı. En şık, en pahalı elbisesini
giymiş olduğu halde, kararlaştırılan yere gidip
mezarlardan birinin üstüne çıktı. Hava inadı­
na soğuktu. Aradan on dakika geçti geçmedi
titremeğe başladı.
Bu esnada pehlivan yapılı bir delikanlı
olan Büfolmak sırtına bir siyah post giymiş,
başına boynuzları bulunan bir siyah maske ge­
çirmişti. Bruno ile mezarlığa geldiler.
Doktorun titremesini bir müddet seyret­
tikten sonra siyah hayvan nâralar atarak, ıs­
lıklar çalarak, hoplaya zıplaya meydana girdi.
Manzara karanlık kış gecesinde hakikaten kor­
kunçtu. Zaten korkak bir adam olan meraklı
Doktorun tüyleri diken diken oldu, dişleri bir­
birlerine vurmağa başladı. Böyle işlere girdiği­
ne çoktan pişman olmuştu. Lâkin şu anda, titre­
yen dizleriyle evine kadar kaçmasına imkân
kalmadığından çaresizlik içinde neticeyi bek-
D ekam eron — 9
130
ledi. Siyah hayvan acaip sıçramalarına niha­
yet verdikten sonra yavaş yavaş mezara yak­
laşmıştı. Sırtını çevirip durdu. Doktor yasak­
lan unutmuş, duaları birbiri peşine sıralamağa
girişmişti. Mezardan inerken her adımda salla­
nıyor, «Medet Yârabbi!» diye inliyordu. Niha­
yet bütün cesaretini topladı. Hayvana binip
kollarını göğsüne kavuşturdu. Siyah hayvan
dört ayağı üzerinde ağır ağır yürümeğe başla­
dığı zaman Doktor Ava Mariya duasını yarıla­
mıştı bile...
Biraz ileride bahçıvanların bostanlarını
gübrelemek için hazırladıkları gübre şurubu çu­
kurları vardı. Herifler bu çukurları şehrin ab-
desthane kuyularından getirdikleri necasetle
doldururlar, üstüne su da ilâve ederek bir müd­
det beklettirdi. Büfolmak bunlardan birisini
daha gündüzden tasarlamıştı. Bu çukurun hi­
zasına gelince biçare Doktoru bir omuz hare­
ketiyle tepesi aşağı atıverdi.
Feryat ederek yuvarlanan ve berbat ko­
kulu bir çamurun içine gömülen Doktor can
havliyle debelendi, göğsüne kadar gelen pisli­
ğin içinde sağa sola saldırdı. Soğuktan ve kor­
kudan eli ayağı tutmadığı için hendeğin kenar­
larından tekrar arkaüstü pisliğe yuvarlanıyor,
avazı çıktığı kadar bağırarak tekrar doğrulu­
yordu.
Ressamlar bir köşede gülmekten kırılıyor­
lardı.
Biçare Doktor, nihayet bu gübre şerbeti
çukurunda debelene debelene can vereceğini
anlayınca var kuvvetini toplayarak son bir gay­
retle kendisini dışarı attı. Düşe kalka, dona tit-
reye eve yetişebildi.
131
Karısı, kapıdan içeri dolan bu müthiş ko­
kuyu duyunca öfkeden kudurdu:
— Zamparalıktan mı bu geliş aslanım! di­
ye avaz avaz haykırmağa başladı, en yeni elbi­
seni giyerek gece vakitleri nerelere gittin ba­
kalım? Ben sana yetmiyor muyum sümsük! Se­
nin gibi on erkeğin hakkından gelebileceğimi
istersen isbat edeyim. Oh olsun! Ne güzel yap­
mışlar da seni lâyık olduğun kokulara bulamış­
lar.
Bu gürültü sabaha kadar sürdü. Sabahleyin
ressamlar Doktorun evine perişan bir halde gel­
diler. Mahsustan berbat bir kılığa girmişlerdi.
Sırtlarında çamurlu yırtık elbiseler vardı.
Fazladan suratları da leke içindeydi.
İkisi birden Doktorun üstüne yürüdüler:
— Senin bize ne garazın vardı, diye bağır­
dılar, kaldıramıyacağm yükün altına neden gir­
din? Haydi kendine acımadın, bize de mi mer­
hamet etmedin? Senin yüzünden eşek gibi da­
yak yedik. Her tarafımız çürük içinde kaldı.
Üstümüz, başımız parçalandı. Üstelik bizi bir
daha toplantılara alacakları da şüpheli.
— Neden? Ben ne yapmışım?
— Daha ne yapacaksın biçare! Dua oku­
muşsun... Mırıl mırıl dualar okumuşsun da ara­
sını hiç kesmemişsin. Daha beteri: karı gibi
korkmuşsun!
Doktor başına gelenleri tekmil unutarak
fena halde telâşlandı. Korkaklığının meydana
çıkmasını eskidenberi istemezdi:
— Kim korkmuş? dedi, vallaha korkma­
dım!
— Sus! Hem de nasıl korkmuşsun! İt gibi
titremişsin... Bu korkaklıkla öyle yerlere gir­
meğe kalkmak ne küstahlık... Bizi mahvettin.,,
132
Doktor, budala olduğundan bu lâflara he­
men inandı. Kızacak yerde delikanlılardan
özür diledi ve korkaklığını şurada burada söy­
lemesinler diye onlara eskisinden daha çok il­
tifat etti. Sofrasından hiç ayırmadı.
XV
Liman şehirlerinde gümrük denilen bir
daire olur. Bu dairenin vazifesi limana getiri­
len eşyaları kontrol etmek, pahasına göre güm­
rük resmi almaktır. Gümrük resmi alınan mal­
lar, sahibi arzu ettiği takdirde gümrükçülerin
göstereceği bir yere ücret mukabilinde depo
edilir. Tüccarlar, müşteri buluncaya kadar ge­
tirdikleri şeyleri burada muhafaza ederler. De­
poların defterleri vardır. Bu defterlere eşyanın
cinsi, miktarı, kıymeti ve sahibinin adı sanı
kaydolunur.
Sicilya’nın en işlek limanlarından birisi
olan Palermo’da da vaziyet aynen böyledir ama
buranın ayrı bir hususiyeti mevcuttur. Biz işte
hikâyemizin başında bu ciheti ehemmiyetle gös­
tereceğiz:
Palermo kadınları umumiyetle güzeldirler.
Fazladan oynaktırlar da... Daha beteri hepsi de
- zanaatları icabı olacak - pek şık giyinirler. Öy­
le ki yabancılar bu insafsız, merhametsiz mah­
lûkları gayet kibar ailelerin gayet namuslu ka­
dınları zanneder. Palermo kadınları da işte bu
zandan istifade etmesini meslek haline getir­
mişler ve yabancılara musallat olmuşlardır. Ka­
naatlerince bunları kaz gibi yolmak daha kolay­
mış.
İşi asıl kolaylaştıran da neymiş bilir misi­
niz, gümrük antrepolarındaki resmî kayıtlar...
134
Bu kayıtlara göre, ağlarına düşürecekleri
kurbanların servetleri hakkında malûmat alan
Palermo güzelleri derhal işe girişiyorlar. Tüc­
carın avanaklığına göre koparabildiklerini ko­
parıyorlar. Anlatılanlara inanmak lâzım gelir­
se Palermo güzellerine bütün servetlerini, hat­
tâ gemilerini kaptıranlar olduğu gibi bu yolda
postu verenler de çok görülmüş.
Hikâyemizi dinlerken bu teferrüata niçin
girdiğimiz anlaşılacaktır.
Günlerden bir gün bu belâlı Palermo lima­
nına bir gemi geldi. Gemide Salobet adında Flo-
ransa’lı bir delikanlı vardı. Şehrimizin çok mü­
him bir ticarethanesinde çalışan bu delikanlı
Palermo’ya beş yüz altın değerinde yünlü ku­
maş getirmişti. Bu kumaşlar Salerno panayırın­
da satıla madiği için ticarethane tarafından bu­
raya gönderilen mallardı.
Delikanlı malları gümrük depolarına yer­
leştirip kayda geçirdikten sonra derhal müşte­
ri bulup satmağa kalkmadı. Biraz eğlenmeği da­
ha münasip gördü. Delikanlının kılığı kıyafe­
ti, kaşı gözü fena değildi. Bu sebeple kendisini
soyup sovana çevirmek vazifesini üstüne alan
Palermo’nun meşhur âşiftelerinden Blanşflör
adındaki güzel ve kibar kadının gösterdiği alâ­
kayı yakışıklığına verdi. Hatunu bir bakışta ya­
kıp kül ettiğine inandı. Böyle kibar bir kadının
iltifatına nail olduğuna okadar kanaat getirmiş­
ti ki bu hususta tahkikat yapmanın kadının şe­
refine leke süreceğini düşündü. Evin önünden
gelip geçerek fırsat kollamağa başladı. Blanşflör
delikanlının fikrini çoktan anlamıştı. Birkaç
gün evinin penceresinden ayrılmadı. Gülümse­
di, iç çekti, ağzında tuttuğu kırmızı gülü oğlan
geçerken mahsustan sokağa düşürdü. Hasılı
135
ateşi körüklemek için bütün lüzumlu numarala­
rı yaptı.
Nihayet araya bu işlerde kullanılması âdet
olan cadı karılardan birisi girdi. G enç1 kadının
yanıp kül olduğundan lâf açarak gizli bir yerde
buluşmağa can attığını söyledi. Acemi çapkı­
na büsbütün emniyet vermek için cebinden
bir kıymetli yüzük çıkardı. Bunu hâtıra olarak
yolladığını ilâve ederek delikanlıya verdi.
Floransa’nın meşhur kumaş ticarethanesi
mümessilinin bu vaziyet karşısında ne hale gel­
diğini tasavvur etmek kolaydır. Delikanlının se­
vinçten gözleri yaşarmış, nefesi tıkanmıştı. Yü­
züğü önce yüzüne gözüne sürdü, sonra üç kere
öpüp parmağına geçirdi. Kendisinin de günler-
denberi yanıp tutuştuğunu, Madam Blanşflör’ün
emrettiği yerde, emrettiği saatte hazır olacağı­
nı bildirdi.
Kocakarı hazırlıklı gelmişti. Buluşma yeri­
ni delikanlıya tarif etti. Burası Palermo’nun
meşhur hamamlarından birisiydi.
Ertesi gün Salobet heyecan içinde hamama
koştu. Hamamcı karı, hamamının Blanşflör adın­
da bir hanımefendi tarafından bir günlüğüne ki­
ralandığını söyleyince içeri daldı. Biraz sonra
iki hizmetçi kadın geldi. Bunlardan biri bir kuş
tüyü yatak ve temiz örtüler, diğeri büyük bir
sepetin içinde yiyecek ve içecek getirmişti.
Hususî kabinelerden birisine yatağı serdi­
ler. Masaya sofrayı kurdular. Sonra sevdalıla­
rın girip yıkanacağı halvetin her tarafını ko­
kulu sabunlarla temizleyip hazırladılar.
Nihayet Blanşflör Hanımefendi diğer iki
hizmetçi ile çıkageldi. Senelerdenberi hasret­
miş gibi delikanlının boynuna atıldı. Bir müddet
öpüşüp seviştikten sonra içini çekerek:
136
— A k lım ı başıındaıı 'aldın hain! diye söy­
lendi. Ben böyle yerlere gelmeği göze alacak
kadınlardan mıyım? Beni -mahvettin!
Herfıen soyunup hamama girdiler. Hizmet­
çi kadınlar da hanımlarını takip etmişlerdi ama
Blanşflör hayatında sevdiği ilk erkeği hizmetçi­
lere bırakacak kadınlardan değildi. Salobet’i
bizzat yıkamağa oturdu. Kokulu sabunları kö­
pürttü, sonra lâvantalar ilâve etti. Sonra da
genç kadını hizmetçiler yıkadılar. Arkadan ge­
ne kokulu havlular getirildi. Sevgililer bunlara
yumuşacık sarıldı. Terleme faslı bitince bu hav­
lular da alındı. Genç kadınla delikanlı sofraya
oturdular.
Salobet kendisini Cennete girmiş kadar
mesud hissediyor, hizmetçilerin defolup gide­
cekleri zamanı iple çekiyordu. Nihayet hanım
beklenen işareti verdi. Hizmetçiler dışarı çıkınca
delikanlı sevgilisine deli gibi sarıldı. Tam bir
saat ömrünün en büyük saadetini yaşadı. He­
nüz sevgisine tamamiyle doyamamıştı ki güzel
kadın bugünlük bukadar bahtiyarlığı kâfi gö­
rerek hizmetçilerini çağırdı. Delikanlının vü-
cudünü gül ve karanfil sularıyla uğup giydir­
diler.
Salobet ayrılış vaktinin geldiğini görerek
üzülüyordu ki ferasetli sevgilisi:
—■ Canım, dedi, senden hemen ayrılmağa
yüreğim razı olmuyor. B u t u dünyada yapamı-
yacağım. Eğer işin yoksa haydi bize gidelim de
sabaha kadar zevk edelim.
Delikanlı neye uğradığını şaşırdı. Kadının
ayaklarına minnetle kapandı. Kimseye belli et­
meden eve nasıl girebileceğini kararlaştırdılar.
Ortalık iyice karardıktan sonra Salobet aralık
137
bırakılan kapula.ii içeri siküldU, hazırlanmış
sofranın başına kuruldu.
Kadının evi okadar zengin eşyalarla döşen­
mişti ki Floransa’lı delikanlının Palermo’nun en
asil, en zengin kadınlarından birisiyle tanıştı­
ğına hiç şüphesi kalmadı.
Dünyanın en ihtiraslı bir aşk gecesini ya­
şadılar. Blanşflör’ün tutkunluğu saatten saate
artıyordu. Nihayet sevgilisinin han köşelerinde
sürünmesine asla müsaade edemiyeceğini söy­
ledi. Herşeyi göze almıştı. Palermo’da kaldığı
müddetçe buraya gelmesini rica etti. Ayrıca
masraf için elini kesesine attırmıyor, para lâfı
edince gururu zedelendiğinden kederlere gark
oluyordu.
Nihayet Salobet getirdiği malları gayet
iyi fiyata sattı. Paraları kesesine doldurdu. Ar­
tık Floransa’ya dönmek zamanı gelmişti. Genç
kadm derin bir hüzün içinde ömrünün en mes-
ud hâtırası olarak muhafaza edeceği aşk gün­
leri için delikanlıya iki kıymetli vazo hediye
etmek istedi. Fakat Salobat buna asla razı ol­
madı. Zaten tanışmalarındanberi kadının verdi­
ği ufak tefek hediyelerin değeri. 30 altını geç­
mişti.
Bu esnada hizmetçilerden birisi hanımı dı­
şarıya çağırdı. On beş dakika sonra perişan bir
halde içeri giren kadın, kendisini hıçkırarak ye­
re attı. Şaşıran delikanlı bu beklenmeyen kede­
rin sebebini sordu. Bir müddet hıçkırıklardan
başka cevap alamadı. Nihayet kendisini topla­
mağa gayret eden Blanşflör:
— Ah aziz efendim, diye söze başladı, Me-
sina’dan şimdi bir mektup aldım. Ağbeyim bir
felâkete uğramış. Eğer beş on güne kadar ken­
disine 1000 altın bulamazsam kafasını kese­
m
çekler! Vah benim sevgili ağbeycığim! Demek
ki seni bir daha dünya gözüyle görmek bana
nasip olmıyacak... Ben şu anda 1000 altını ne­
reden bulurum. Herşeyimi, yatağıma kadar sat­
mağa hazırım. Lâkin gene de bukadar parayı
bir araya getiremem. Eğer bir ay mühlet olsa
çiftliklerimden birisini mezada çıkarırdım... Za­
vallı ağabsyciğim... Ben artık ötesi yok! Ben
kendimi öldürmeliyim! Ağbeyimin imdadına ko-
şamadıktan sonra bana yaşamak haram olsun!
Kadın okadar candan ve yürekten haykırı­
yor, çırpınarak kendisini öyle harab ediyordu ki
zaten sevda ile gözü kararmış delikanlı sahte­
kârlıktan zerre kadar şüphelenmedi bile...
— Sevgilim, bedbaht sevgilim! diye atıldı,
ben burada neciyim bakalım! Filhakika 1000 al­
tın bulamam ama hiç değilse bunun 500 altını­
nı temin edebilirim. «Olmaz» demeyin! Mutlaka
kabul edeceksiniz. 500 altını alır, üstünü de uy­
durur yollarsınız. Ben beklerim. On beş gün
içinde borcunuzu bana ödersiniz. Aman ne iyi
olmuş ta kumaşları bugün satmışım... Eğer dün
olsaydı cebimde metelik yoktu.
— Dün cebinizde metelik yok muydu? Pa­
ranızın bittiğini bana neden söylemediniz? îşte
"buna da ayrıca üzüldüm. Size fazla birşey vere­
mezdim ama, harçlık etmeniz için hiç olmazsa
yüz elli, iki yüz altın bulurdum. Harçlığınızın
bitip bitmediğini sormağı akıl etmediğim halde
şimdi bu âlicenap yardımınızı nasıl kabul ede­
bilirim.
— Rica ederim, rica ederim... Neler düşü­
nüyorsunuz? Ben de müşkül vaziyette kalsaydım
hiç tereddütsüz size başvururdum.
— Ah benim iyi yürekli sevgilim! Eğer
bana karşı duyduğunuz aşkın samimiyetine
İ39
iııan»ıasaydım bu yardımı kabule asla cesaret,
edemezdim. Bu iyiliğinizi asla unutmıyacağım.
Şimdiye kadar da sizindim ama, bundan sonra
artık sevgiliniz değil cariyenizim. Paranızı ka­
bul ediyorum. Eğer on güne kadar bulup vere­
mezsem herşeyi rehine koyarım.
Delikanlı 500 altını saydı. Karşılığında bir
makbuz istemeği bile aklına getirmedi.
Ağbeysinin kafasını kesilmekten kurtara­
cak parayı bulup göndermek Blanşflör’ün bütün
kederini dağıttığından gene gayet mesud bir
aşk gecesi geçirdiler.
Fakat ertesi günden itibaren vaziyet bir­
denbire değişti. Ozamana kadar her istediği da­
kikada girip çıktığı evin düzenine bir hal oldu.
Artık kapıyı çalınca somurtkan bir hizmetçi
aralıyor, hanımın evde olmadığını söylüyordu.
Delikanlı akşama doğru sevgilisini ancak göre­
bildi. Lâkin bu sevgili de, artık dün geceki sev­
giliye hiç benzemiyordu. Bir somurtkanlık, bir
huzursuzluk... Hasılı işin tadı tuzu belli ki kaç­
mıştı.
Delikanlı 500 altının hatırı için hepsine
katlandı, ses çıkarmadı. Fakat on beş gün geç­
tiği halde paralar geri verilmeyince evvelâ ha­
tırlattı, sonra resmen istedi.
Kibar hanım borcunu ödemeği birkaç za­
man savsakladı. Aradan bir iki hafta geçti. Salo-
bet telâşlanmış ve işi anlamıştı. Elinde makbuz
bulunmadığı gibi parayı verdiğine şahid te yok­
tu. Bu sebeple gürültü çıkarmanın bir işe yara-
mıyacağını kestiriyor, ne yapacağını bilmez bir
halde düşünüp duruyordu.
Nihayet böyle beklemenin hiçbir fayda ver-
miyeceğine aklı yattı. Mensup olduğu ticaret­
hane geri dönhıesi için mektuplar yağdırma-
140
ğn başlamıştı. Malları sallıysa bedelini Paler­
mo bankerlerinden birisine yatırmasını emre­
diyorlardı. Bu vaziyet karşısında Floransa’ya
dönemiyeceğini anlayan delikanlı Blanşflor’le
kavga etmeğe bile lüzum görmeden bir gün
harekete hazır gemilerden birisine atlayıp Na­
poli’ye çıktı. Burada gayet akıllı, gayet kurnaz
olmasıyla meşhur bir akrabası vardı. Doğruca
ona başvurarak nasıl dolandırıldığını anlattı.
Tecrübeli adam bir müddet düşündükten sonra:
— Pek ucuz bir mala pek pahalı bir bedel
ödemişsin, dedi, bu vak’a senin iyi bir tüccar
olamıyacağını gösteriyor. Meraklanma, çaresini
bulacağız.
Hemen akrabalardan biraz para uydurdu­
lar. Salobet bir hafta sonra bir gemiye yirmiye
yakın fıçı yükliyerek tekrar Palermo’ya dön­
dü. Gümrükte fıçıların ağzına kadar zeytinya-
ğıyla dolu olduklarını kaydettirdi. Gümrük res­
mini bir tamam ödedi. Arkadan başka malların
da geleceğini söyliyerek bunları depoya koyup
şehre çıktı.
Blanşflör vak’ası gümrükçüler tarafından
bilindiği için kadına derhal haber uçurulmuş,
sevdalısının 2000 altınlık zenytinyağı getirdi­
ği duyurulmuştu. Arkadan 3000 altın değerin­
de başka mallar beklediği de ilâve edilince ka­
dının aklı başından gitti. Altın yumurta yumurt­
layan bir hayvanı beş yüz altın gibi sefil bir pa­
ra için kestiğini düşündükçe Blanşflör’ün uy­
kuları kaçıyordu.
Delikanlıya derhal haber yolladı. Güleryüz-
le karşıladı. Boynuna sarılıp türlü oyunlar, hü­
nerler gösterdi:
— Borcumu zamanında ödemediğim için
bana kızmadın ya, dedi, kızmadın değil mi?
141
— Kızmak mı? Neye kızaeakmışım? Fil­
hakika biraz üzülm^ö|i dersem yalan olur.
Çünkü ben sizi ölesiye seviyorum, hâlâ da öy­
le seviyorum. Bence 500 altının hiçbir değe­
ri yok. İşte 2000 altınlık mal getirdim. 3000 al­
tınlık bir parti de yolda... Niyetim buraya yer­
leşmek... Münasip bir mekân bulup burada, si­
zin yakınınızda yaşamak. Bence mühim olan aş-
kınızdır sevgilim... Dünyada, benim için bun­
dan daha mühim birşey yok!
— Teşekkür ederim ruhum! Ben de sen­
den ayrı yaşayamam. Buraya yerleşmekle be­
ni dünyanın en mesud kadını haline getiriyor­
sun. Gideceğin sıralarda, sana lâyık olan ya­
kınlığı gösteremedik. Hizmetçiler seni kapıdan
çevirdiler. Ben de sana surat ettim. Fakat çek­
mekte olduğum azabı tasavvur edersen bana
hak verirsin. Sevgili ağbeyciğim oralarda ölüm
tehlikesi altında benden yardım bekliyordu.
Sonra borcumu ödeyemedim. Benim gibi ki­
bar bir kadının ilk rastladığı mürahabeciden
borç alamıyacağını sen bilirsin. O günlerde
kimlere başvurmadım, neler çekmedim. Para­
yı temin ettiğim zaman da sen bana haber ver­
meden gitmiş bulundun. Adres te bırakmamış­
tın. Aklım başıma geldiği için nekadar üzül­
düğümü tarif edemem! İşte borcum olduğu gi­
bi duruyor. Sen gelmeseydin de, ben adresini
ele geçirir geçirmez yollayacaktım.
Kadm böyle diyerek bir kırmızı atlas tor­
ba çıkarıp uzattı.
— Say bakalım! Tamam beş yüz altın mı?
dedi.
Salobet paraları saydı. Tamam olduğunu an­
layınca sevincini gizleyerek hayretle konuştu:
142
— Beni nekadar sevdiğinizi zaten biliyor­
dum. Bundan böyle de müşkül vaziyete düşer­
seniz yardımınıza koşmağa hazır olduğumu unut­
mayın. Hele bir kere Palermo’ya yerleşeyim!
Birbirimizi asıl ozaman daha iyi anlıyacağız.
Tekrar birbirlerine sayrıldılar. Blanşflör ge­
ne eski münisliğini, eski ihtirasını ele aldı. De­
likanlı da bundan mümkün mertebe istifadeye
baktı.
Ayrıca kendisine çektirdiklerini aynı yol­
dan ödetmek kararını da vermişti.
Birkaç gün sonra eve gayet düşünceli dön­
dü. Genç kadın sevgilisinin suratını asılmış gö­
rünce merakla sordu:
— Sana ne oldu canım?
— Ne mi oldu? Mallarımı getirmekte olan
gemiyi Monako korsanları çevirmiş. Bütün ge­
mi için 10000 altın istiyorlar. Benim hisseme
içindeki mallar hesabiyle 1000 altın düşüyor.
Halbuki senden aldığım 500 altını Napoli’ye
gönderip yünlü kumaş ısmarlamıştım. Üzerim­
de on para yok. Gümrükteki yağları satmak
için tüccarlara başvurdum, müşkül vaziyette
kaldığımı sezdiklerinden değerlerinin ancak
yarısını veriyorlar. Floransa’da yahut Napoli’de
olsaydım bukadarcık bir parayı on dakikada bu­
lurdum. Ne yapacağımı, kime başvuracağımı şa­
şırdım. 1000 altını derhal ödemezsem 3 - 4 bin
altın değerindeki mallarımı korsanlar haraç
mezat satacaklar...
Blanşflör keskin zekâsiyle düşünmeğe baş­
ladı. Eğer delikanlıyı bu müşkül vaziyetten
kurtarmazsa budala gibi verdiği 500 altın da
gidecekti.
— Nekadar üzüldüğümü bilemezsin sevgi­
lim, dedi. Maamafih üzülmâk hiçbirşeyi hallet­
143
mez. Bir çare bulmalıyız. Bende bukadar para
olsaydı hiç tereddütsüz verirdim. Geçen sefer
ağbeyim için para ararken çaresizlik içinde bir
mürahabeciye başvurmuştum. İstersen gene ona
gidelim. Faizi biraz fazla istiyor ama ne yapa­
lım? Bir müşkilât daha var: seni tanımadığı
için bukadar mühim bir parayı rehinsiz vermez.
Haydi ben bütün eşyalarımı karşılık göstere­
yim, üst tarafı için gene senin birşeyler temin
etmen lâzım gelecek.
Delikanlı kadının bu iyiliği hangi maksat­
larla yapmakta olduğunu bildiğinden zerre ka­
dar merhamet duymadı. Sevgilisine sarılarak
gösterdiği alâkadan ve göze aldığı fedakârlıktan
dolayı teşekkür etti. Mürahabeci ile görüşme­
sini, kendi eşyalarından ziyade rehin istediği
takdirde gümrük deposundaki malları göstere­
bileceğini anlattı. Fakat bunun için bir şart
vardı: deponun anahtarı, icabında alıcılara nü-
mune göstermek için kendisinde kalacaktı. Ay­
rıca 3000 altınlık malla dolu bir yerin anahta­
rı zaten bir mürahabeciye teslim edilemezdi. Fı­
çıları boşaltması, ya'hut daha düşük kaliteli yağ­
larla değiştirmesi ihtimali mevcuttu.
Kadm bu şartı derhal kabul etti. Çünkü
esasında bu parayı kendisi ödeyecekti.
Böyle işlerde kullandığı terzisini çağırdı.
Lâzımgelen talimatla beraber 1000 altını ona
teslim etti. Sonra terziyi mürahabeci diye
sevgilisiyle tanıştırdı. Lâzımgelen kâğıtlar ha­
zırlandı. Delikanlı gümrükte bekleyen 3000 al­
tınlık yağ fıçılarını karşılık gösterip 1000 altı­
nı aldı.
Ertesi gün hareket eden bir gemiye cebin­
de 1500 altın olduğu halde bindi. Napoli’ye çı­
kar çıkmaz oradaki borçlarını ödedikten başk^
144
Floransa’daki ticarethanenin 500 altınını da der­
hal yolladı.
Blanşflör sevgilisinin ortadan kaybolmasını
evvelâ iş peşinde olduğunu düşünerek pek
umurlamadı. Fakat aradan haftalar geçince te­
lâşlandı. Terzi ile beraber ellerindeki rehin kâ­
ğıtlarıyla gümrük dairesine gittiler. Birçok mu­
amelelerden sonra deponun açılması müsaade­
sini aldılar. Fıçıların ağzına kadar deniz suyu
ile dolu olduğu .görülünce zavallı kadın baygın­
lıklar geçirdi. Gözyaşları döktü ve Floransalı-
larla şaka edilemiyeceğini anladı ama, bu ders
ona cebine attığı 500 altın da hesabedilirse 1500
altına maloldu.
XVI
Hasis Kalandrino’yu ve başından geçeıi
türlü maceraları bilmeyen kalmadığı için ken­
disi hakkında uzun uzadıya izahat vermiyece-
ğim. Kalandrino halalarından birinden 200 altın
miras yemişti. Bu mirası yer yemez de kendisi­
ne bir hal oldu. Aklını arazi satın almağa taktı.
Artık kimi görürse bu kararından bahsediyor,
istikbale ait tasavvurlarını sayıp döküyordu.
Floransa’da kapısını çalmadığı emlâk komisyon­
cusu bırakmamıştı. Hepsi de bu yağlı müşteriyi
evvelâ hürmetle karşılıyorlar, arzularını sorup
10.000 altını varmış gibi konuşan bu adamı sa­
bırla dinliyorlar, iş paraya dayanıp eldeki ser­
vetin 200 altından ibaret olduğunu anlayınca
şaşıp kalıyorlardı.
Okuyucularımız burada, evvelce tanıdıkla­
rı iki şakacı delikanlıya tekrar rastlıyacaklar-
dır: bunlar budala Doktoru gübre kuyusuna atan
ressam arkadaşlar Bruno ile Büfolmak’tan baş­
ka kimse değiller.
Bizim iki şakacı ressamımız, Kalandrino-
nun miras yedikten sonra araziye para yatırıp
gelir sahibi olmak fikrine saplandığını haber
alınca kendisini buldular. Evvelâ bu sevdadan
vazgeçmesini, bukadar para ile arazi almanın,
alınsa da geliriyle yaşamanın imkânsızlığını
anlatmağa çalıştılar.
— Gel etme! Şunu âfiyetle yiyelim. Sen de
Dekameron — 10
146
telâştan kurtul, şehrin emlâk komisyoncuları
da rahat bir nefes alsınlar, dediler.
Herif hiç oralı olmadı. Birgün bu garip mi­
rasyedinin kendilerine bir ziyafet bile çekme­
diğinden şikâyet ediyorlardı ki ressam arka­
daşlarından Nello çıkageldi. Başbaşa verdiler,
Kalandrino’yu yere vuracak müthiş bir plân
hazırladılar.
Ertesi sabah, gene emlâk komisyoncuları­
na taşınan mirasyedimiz evinden çıkarken res­
sam Nello ile karşılaştı. Ressam:
— Bonjur Kalandrino! dedi. Nasılsın?
— İyiyim! Turp gibi. Ne olmuş!
— Hiç! Dur şöyle... Dur canım! Dün gece
sancılandın mı sen?
— Ne sancısı? Hoppala!
— Bilmem! Yüzün bir hoş! Sen iyi değil­
sin kardeş! Suratın berbad!
Kalandrino’nun huyu malûm! Derhal pi­
relendi. Büyük bir telâşa kapılarak sordu:
— Sahi mi berbadım? Aman pek mi fena­
yım?
— Vallaha... Nasıl demeli... Belki de bana
öyle gelmiştir. Haydi selâmetle...
Oğlan köşeyi dönüp yalnız kalınca Kalan­
drino kendisini bir yokladı. Vücudü âdeta...
Dün gece sancılanmadığını da iyi biliyor. Gene
öyle iken yüreğine bir vesvese düştü. Beş, on
adım sonra Büfolmak önüne çıktı. Selâmlaştı­
lar. Bu ressam da ilk söz olarak kendisini iyi
hissedip etmediğini sordu.
Biçare mirasyedi:
— Bilmem ki, diye büsbütün telâşlanarak
cevap verdi, vallaha bilmem... Şimdi Nello’ya
rastladım. O da beni bir tuhaf gördüğünü söy­
ledi. Herhalde bende birşey var.
147
— Doğrusunu ister inisin. Maamafih...
Sen bitmişsin yahu! Sen mahvolmuşsun.
Kalandrino elini nabzına attı. Fena! Faz­
ladan vücudü de cayır cayır yanmağa başlamış­
tı. Aklı ölüm korkusuyla tarumar olarak iki
adım attı atmadı Bruno karşısına dikildi.
— Yahu Kalandrino bu ne surat? diye şaş­
tı, yanlışlıkla zehir-mi yuttun? Perişansın bi­
rader... Bitmişsin sen.
Bruno’nun sesinde öyle bir telâş vardı
ki Kalandrino’nun ölmek üzere olduğuna hiç
şüphesi kalmamıştı.
— Aman dur Bruno! Ben hastalanmışım
öyleyse... Peki şimdi ne haltedelim?
— Sorduğun şeye bak! Doğru eve gider
yatağa girersin. Üstünü sıkıca örtmeden evvel
bir şişeye biraz işe... İdrarı alıp aziz dostumuz
Doktor Simon’a götürelim. Tahlil etsin! Ne çı­
karsa ona göre tedavi çareleri araştıralım. Âh-
bablık batmadı ya kardeşim. Biz ne güne du­
ruyoruz!
Diğer ikisi de gelip yetişmişlerdi. Biçare­
yi iterek, kakıştırarak evine kadar sürüklediler.
Kalandrino içeri girince karısına:
— Ben hastalanmışım! dedi, beni soy yatır,
ölüyorum ötesi yok!
Adamcağız bir şişeyi doldurduktan sonra
Bruno arkadaşlarına:
— Siz burada bekleyin, dedi, ben şunu
Doktora koşturayım. Eğer tehlikeli birşeyse Dok­
toru alır gelirim.
Kalandrino arkasından yarı ölü seslendi:
— Başıma gelenleri iyi anlat! Bir hoş ol­
duğumu söyle... Ben de pek bilmiyorum ya..,.
Fenayım!
148
Bruno eski dostu Doktor Simon’a vaziyeti
anlattı. Doktor şişeyi taşıyan çocuğa:
— Koş haber ver, dedi, sıkı örtsünler. Ben
geliyorum. Ne olduğunu, ne yapacağını bildiri­
rim.
Çocuk felâket haberini yeni yetiştirmişti ki
Doktorla Bruno da göründüler.
Doktor hastaya bir kere baktı, sonra karı­
sını dışarı çıkardı. Karnını bir müddet yokladık­
tan sonra sesini alçaltarak:
— Dinle Kalandrino, dedi, bir büyük felâ­
kete uğramışsın azizim. Gebesin!
Biçare adamın aklı başından gitti. Muhte­
lif notalarda iniltiler koyverdikten sonra karı­
sına beddualar yağdırdı. Kanaatince bütün ka­
bahat ondaydı. Çünkü...
Kalandrino, böyle azgın bir kadının her
isteğini yerine getirmekle hata ettiğinden baş­
ladı, şimdi bu piçkurusunu nasıl doğuracağını
yanık yanık sordu.
Ressamlar gülmelerini nasıl zaptedecekle-
rini şaşırmışlar kıvranıyorlardı. Doktor Si­
mon’a gelince yüzü morarmış, nefesi tıkanmış­
tı. Neredeyse kahkahayı salıverecekti. Nihayet:
— Zavallı dostum, dedi, okadar da telâş
etmeğe lüzum yok. Allaha şükür vaktinde fark-
ettik. Birkaç gün içinde icabına bakar seni kur­
tarırım. Lâkin biraz paradan çıkarsın.
— Para mı? Paranın lâkırdısı mı olur? Mi­
rasa konduğumu duymadınız mı? Arazi alacak­
tım. Almayıveririm. İsterse hepsi gitsin! Tek
ben bu rezaletten kurtulayım da... Aman ya­
rabbi! Nedir bu başıma gelenler! Kadınların
nasıl doğurduğunu gördüm ben! Feryatları gök­
yüzüne çıkıyor. Halbuki onlara göre pek te güç
bir iş olmasa gerek... Ben muhakkak ölürÜM.
149
İş oraya kaldı mı benim ölüp gideceğimden hiç
şüphe etmeyin... Vah bana... Vah bana...
— Düşündüğün şeylere bak! Sana bir uy­
ku ilâcı içireceğim ki bir tek değil ikiz bile do-
ğursan birşey duymayacaksın. Kaldı ki doğur­
mak mevzuubahis bile değil! Çocuğu düşürecek­
sin. Lâkin bundan böyle sen de gözünü aç! Ma­
lûm güreşte sırtının yere gelmemesine dikkat
et! Şimdilik ilâçlar için on altın vereceksin. Ya­
rın sabah ilâcı yollarım. Günde üç defa birer
koca bardak içersin.
— Hay Allah senden razı olsun Doktorcu-
ğum! Ömrüne bereket!
Kalandrino on altını derhal saydı.
Dört kafadar derhal bir meyhaneye gidip
kendilerine mükellef bir ziyafet çektiler. Erte­
si sabah da Doktor ilâcı yolladı. İlâç bittikten
sonra Doktor hastayı yoklamağa geldi. Evirip
çevirdi, uzun uzadıya muayene edip dinledi. Ne­
ticede:
— Çok şükür atlattık, dedi, bugünden iti­
baren işinle gücünle meşgul olabilirsin. Geçti
korkma! Yatakta kalmana hacet yok!
Ogündenberi Kalandrino her tarafta Doktor
Simon’u methediyor, kendisini üç günde müt­
hiş bir hastalıktan nasıl kurtardığını anlata an­
lata bitiremiyor ama hastalığın adını bütün İs­
rarlara rağmen bir türlü söyleyemiyor.
Dört arkadaş Floransa’nın en meşhur hasi­
sine böyle bir oyun oynadıkları için pek mem­
nunlar. Yalnız Kalandrino’nun karısı ogüp
bugündür somurtuyor.
XVII
İşte size Floransa’nın meşhur hasisi Ka-
landrino’nun bir başka macerası:
Floransa’nın büyük zenginlerinden Niko-
la, bir, zamanlar Kamareta’daki geniş arazisine
gayet güzel bir şato yaptırmıştı. Binanın iç tez­
yinatını da Ressam Bruno ile Ressam Büfol-
mak’a verdi. Onlar da işin büyük olduğunu gö­
rerek yanlarına yardımcı olarak Ressam Nello
ile Kalandrino’yu aldılar.
Bu sıralarda şato henüz tamamiyle döşen­
miş değildi. İçinde bekçi olarak bir ihtiyar ka­
dın oturuyordu. Nikola’nın çapkın oğlu işte bu
vaziyetten istifade ederek bazı bazı kadınlar ge­
tiriyor, gizlice eğleniyordu.
Gene bir defasında Nikolet adında gayet
güzel bir kız getirmişti. Nikolet kibar zenginle­
ri kabul eden bir umumî evin çok körpe ve çok
terbiyeli sermayelerindendi. Evi ahlâksızın bi­
ri işletiyor, arzu edenlere kızı böyle birkaç
günlüğüne de kiralıyordu. Nikolet güzel ve kör­
pe olduğu kadar herhangi bir mevzuda konuş­
masını becerecek kadar da bilgiliydi.
İşte bu Nikolet şatoya getirildiği günler­
den bir gün öğleye doğru beyaz geceliği ile av­
luda kuyunun başına inmişti. Ellerini, yüzünü
yıkarken Kalandrino genç kızı uzaktan görüp
hemen yaklaştı. Hürmetle selâmladı. Şato sa­
hibinin oğluyla beraber geldiğini bildiği halde,
bir türlü bırakıp gidemedi. Genç kız, adamca­
151
ğızın gözlerindeki mânayı hemen anlıyarak alay
etmek için konuşmağa başladı. Okadar güzel,
okadar cazip bir kadındı, hele okadar tatlı ba­
kıyor, okadar tatlı konuşuyordu ki, biçare Ka­
landrino kıza derhal âşık oldu. Buraya arkadaş­
larına su getirmek için geldiğini filân hep unut­
muştu.
Şato sahibinin oğlu pencereye çıkıp sevgi­
lisini çağırıncaya kadar havadan sudan konuş­
tular.
Kalandrino arkadaşlarının yanına döndüğü
zaman öyle dalgın bir haldeydi ki Bruno birşey-
lerden şüphelenerek sordu:
— Sana ne oldu kuzum? Üstüne bir aptal­
lık çökmüş.
— Çöktü tabiî... Ben bittim! Bana eğer biri­
si yardım etmezse bu dertten gebermem ihti­
mali bile var.
— Nedir?
— Şurada birader, kuyunun başında bir
âfet gördüm. Dayanılmaz birşey! Böyle güzel
de mi olurmuş hey yarabbi! Mahvoldum öte­
si yok! Daha fenası kız da bana hemen vuruldu.
— Kız mı? Ne kızı budala?
— Bilir miyim? Belki de peri padişahının
kızı.
— Sakın şato sahibinin oğlu Filipo’nun ni­
kâhlı karısı olmasın! Bizi perişan ederler.
— Bilmem! Belki de... Dur biraz! Sahi, oğ­
lan seslendi. Oğlan seslendi de kız bana gülüm­
seyip içeri girdi. Bizi perişan ederlermiş. Umu­
rumda değil! Böyle bir kız uğruna İsa Peygam­
berin bile yakasına sarılırım. Sen ne zannettin!
Vuruldum efendim, kız benim kalbimi çaldı.
Ben lâf dinler miyim?
152
— Dinlersin, hem de vızır vızır! Nasıl din­
lemezmişsin? Kadın benim ahbabım! Eğer bir
yolunu bulursak gider konuşurum. «Bizim Ka­
landrino sana tutulmuş,» derim.
— Neden demiyorsun?
— Büfolmak peşimden ayrılmaz da on­
dan... Nereye gitsem arkamdan gelir.
— Sen o ciheti bana bırak. Ben asıl Nel-
lo’dan çekiniyorum. Malûm ya bizim karının ye­
ğeni olur. Farkına varır da evde söylerse öl­
mek daha iyi!
— Haklısın, aman dikkat!
Bruno Nikolet’in kim olduğunu gayet iyi
biliyordu. Kalandrino’ya mahsustan şato sahi­
binin öz gelini demişti. Yeni âşık, kalbini çalan
âfeti gözetlemek için şatoya doğru gidince ar­
kadaşlarını yanma çağırıp vukuatı kısaca an­
lattı.
Kalandrino içini çekerek geri dönmüştü.
Bruno diğerlerinden gizli imiş gibi yavaşça
sordu:
— Gördün mü?
— Gördüm! Can dayanmaz. Ben artık if-
lâh olmam kardeşim.
— Aldırma, eğer benim tanıdığım kadın­
sa bir kolayını buluruz.
Bruno ellerine sarılan arkadaşını temin et­
tikten sonra şatoya gitti. Şato sahibinin oğlu
Filip’le iyi ahbap oldukları için macerayı hi­
kâye etti. Delikanlı da Kalandrino’nun şöhreti­
ni duymuştu. Hep beraber ateşli âşıka oyun oy­
namayı kararlaştırdılar.
Kalandrino telâş içinde haber bekliyordu.
Bruno:
— Hiç merak etme, diye söze başladı, be­
nim tanıdığım kadın. Lâkin dikkatli olacağız,
153
Kocası müthiş kıskanıyor. Birşey sezerse mah­
voluruz. Şimdi söyle bakalım, tenhada yakalar­
sam senin tarafından neler söyliyeyim?
— Bu da sorulur mu? Yanıyoruz, geberi­
yoruz. Uğruna canımız feda! Yani birşey arzu
ederse hayhay! Anladın mı, hediye filân yani...
— Tamam, doğru! Ben icabına bakarım.
Yemek zamanı ressamlar işi .bıraktılar. Sev­
diği kadını uzaktan görebilsin diye Bruno ar­
kadaşını şatonun avlusuna getirdi. Filip’le sev­
gilisi de oradaydılar. Genç kadın kararlaştırdık­
ları üzere Kalandrino’ya gülümsiyerek bakı­
yor, «kocası» da hiçbirşeyin farkında değil gibi
davranıyordu.
İyice ümitlenen Kalandrino, arkadaşının
kulağına eğildi:
— Nasıl haksız mıymışım? dedi. Kalbini çel­
memiş miyim? Hele ilk fırsatta gitaramı alıp
bir yanık serenad döktüreyim de nasıl yanıp
tutuşuyor gör! Daha sonra kollarıma alayım,
ona aşk ilminin yetmiş çeşit numarasını bel­
leteyim de bak peşimden bir santim ayrılır mı?
Ertesi günden itibaren Kalandrino bir gita­
ra uydurup ortaya çıktı. Her fırsatta türküler
çağırarak aşkını ilân ediyor, işi gücü gözü gör­
müyordu.
Nihayet Bruno vasıtasiyle haberleşmeye
başladılar. Kocasından çekindiğini bahane ede­
rek kadın Kalandrino’yu yanına uğratmıyordu
ama biçarenin aklını* başından alacak haberler
gönderiyordu.
Daha sonra hediye gönderme devrine gir­
diler. Bruno delikanlının verdiklerini alıyor,
karşılığına kendi uydurduğu kıymetsiz öteberi*
leri taşıyordu.
154
Böylece haftalar geçti. Resim işleri sonuna
yaklaştı. Birgün Bruno:
— Ben bu işe içerlemeğe başladım, dedi,
gönlü varsa adaletini göstersin! Razı mı, değil
mi anlıyalım.
— Çok yaşa Bruno, nur ol! Hem de çabuk
cevap vermeli! Bana da yazık yahu! Ben nerede
ise gebereceğim!
Birkaç saat sonra Bruno telâşla geldi:
— Çareyi buldum ama, dedi, sen cesaret
edip becerebilir misin?
— Nedir?
— Kadına büyü yapacağız.
— Fayda verir mi?
— Hiç şüphen olmasın! Yalnız sen bana
bir temiz parşömen kâğıt, bir yarasa kuşu, bir
avuç çereotu, bir de takdis edilmiş mum getir.
Üst tarafına karışma!
Kalandrino tam bir gece sabaha kadar uyu­
madı, civardaki harabelerde yarasa avladı, sa­
baha karşı bir tane ele geçirebildi. Diğer iste­
nenler de büyü malzemesi olarak her tarafta
kıyamet gibi satılıyordu.
Bruno bunları alıp ortadan kayboldu. Bir
müddet sonra elinde bir muska olduğu halde
geldi:
— İşte kardeşim, dedi, muska hazır! Bunu
kadının ensesine süreceksin. Sonra hiç arka­
na bakmağa lüzum görmeden samanlığa giri-
ver. Beş dakika sonra yana yana gelmezse yü­
züme tükür.
Kalandrino birşey düşünecek halde değil­
di. Muskayı kaptı, sevgilisine rastlayabilmek
için şatonun avlusuna doğru koştu.
Maalesef zavallı adamın felâketi evvelden
155
dikkatle hazırlanmış, Nello yeğeni olan karısını
işten haberdar etmişti.
Kadın:
— Seni haydut seni! Seni asılacak katil!
Üstüme gül koklamak öyle mi? Alacağın olsun!
diyerek bir köşede sırasının gelmesini bekli­
yordu.
Diğer taraftan Filip Floransa’ya gideceği­
ni söyliyerek şatodan ayrılmış, o da bir tarafa
gizlenmişti.
Meydanı bu suretle bomboş zanneden Ka­
landrino elinde dağları devirip kaleleri zapte-
decek kudretli muskasıyla insafsız sevgilisini
aramağa çıktı.
Nikolet bu esnada göründü. Sevgilisine
gülümsiyerek yaklaştı. Ozamana kadar yap­
madığı birşeyi yaparak yanında durup biraz
da görüştü, işte bu fırsattan istifade eden Ka­
landrino müthiş muskayı kızın ensesine sür­
dü ve artık arkasına bakmadan samanlığa doğ­
ru yürüdü.
Kalandrino muskaya inanmıştı ama, buka­
dar tesirli olacağını aklına bile getirmemişti.
Samanlığa âdeta kızla beraber girdiler. Nico-
let’in gözleri okadar dönmüştü ki sevdalısının
kendisini toplamasına meydan bırakmadı, biça­
re adamı bir hamlede samanların üstüne de­
virdi, çıkıp göğsüne oturarak elleriyle omuz­
larını bastırdı. Bir taraftan da:
— Ah sevgili Kalandrino! Benim bir ta­
nem! Ruhum! Hayatımın güneşi! Ömrümün sa­
adeti! Kaç zamandır hasretini çektiğimi bilmi­
yor musun? Beni yaktın bitirdin! Şendeki ca­
zibe nasıl şeymiş ki aklımı başımdan aldı. Gi-
taranın Uer teli sanki yüreğime bağlı! Gözle-
156
rime inanamıyorum. Sen misin? Şirndi dokun­
duğum vücut senin mi? '
— Benim ben... Lâkin müsaade et de seni
bir kere öpeyim! Asıl ben ölüyorum yahu!
— Acele etme canımın içi! Bırak ta se­
ni doya doya seyredeyim! Bırak ta güzelliğinin
hasretiyle birer gözyaşı çeşmesi haline gelen
gözlerim...
Bu esnada, bir köşede manzarayı seyreden
Filip, Bruno ve Büfolmak kararlaştırılan işareti
verdiler. Kalandrino’nun karısı:
— Ah bir kere beraber yakalasam... Bir
arada yakalamalıyım ki... diyerek Nello ile be­
raber yaklaşmıştı.
Kız işareti alınca sevgilisinin kendisini öp­
mesine müsaade etti ve işte tam bu anda da kıs­
kanç kadın müthiş bir nâra atarak samanlığa
daldı. Zaten bu sırayı bekleyen Nikolet kendi­
ni kurtarıp köşede saklanmış olanların yanma
kaçtı.
Kalandrino’nun kalkmasına meydan kalma­
dan karısı üzerine çökmüştü. İlk hamlede tır­
naklarıyla suratını baştan başa yırttı, sonra saç­
larına yapıştı:
— Kudurmuş köpek! diye bağırıyordu, âdi
herif! Başıma bunu da mı getirecektin? Sana
ettiğim iyilikler gözüne dizine dursun. Benim
gibi kadm neyine yetmez ki konu komşuya sal­
dırıyorsun. Sefil seni! Haydut! Bir de erkek ge­
çinir! Kalıbına kıyafetine bakan seni adam zan­
neder! Hımbıl! Sana yanmam! Seni erkek zan­
nedip buralara kadar gelen kadına yanarım!
Midesiz kaltak!
Kalandrino karısını göriir görmez âdeta
yüreğine indiğinden kendini müdafaa edecek
eu küçük bir harekette bulunamıyor, büyük bir
157
teslimiyet içinde dayak yiyordu. Nihayet cam
fena halde yanmış olacak ki bir kere davrandı.
Kalkınca karısını susturup.
— Gürültü etme! diye yalvardı, Aiiahaşkı-
na sus! Eğer beni öldürmelerini istemiyorsan
sesini kes, çünkü o kadın ev sahibinin gelini!
Mösyö Filip’in karısı!
— Umurumda değil! Allah beiâsını versin!
Bu esnada Büfolmak ile Bruno araya girdi­
ler. Kalandrino’yu kadının elinden kurtardı­
lar. Meselenin duyulması ihtimalini ileri süre­
rek bir daha buralara uğramamasını tenbih
edip Floransa’ya yolladılar.
Kalandrino bu hâdiseden sonra karısının
dilinden kurtulamadı.
X V III
İtalya’nın İçme sularıyla meşhur dağlık
mıntakalarından birisinde küçük bir kasabada
Diyanora adında gayet güzel, gayet kibar bir
kadın yaşıyordu. Kocasının adı Jilber'dı. O da
karısı gibi kibar, yakışıklı, zengin ve namuslu
bir adamdı. Bunlara komşu yaşayan Ansaldo
adındaki meşhur bir asilzade genç kadına gö­
nül verdi. Aylarca peşinde dolaştı, itimat ettiği
bir kocakarı vasıtasıyla aşkını anlattı, yalvardı.
Genç kadın bu garip âşıka zerre kadar ümit
vermediği halde peşini bırakmaması karşısında
rahatsızlık hissetmeğe başlamıştı. Nihayet bu
tatsız vaziyetten kurtulmak için bir çare dü­
şündü. Âşıkından insan kudretinin üstünde bir­
şey istemeği kararlaştırdı. Bunu yapamadığı
takdirde artık kendisini rahat bırakmasını hak­
lı olarak taleb edecekti.
Diyanora bu kararı derhal yerine getire­
rek Ansaldo’nun yeni yalvarmalarını anlatan
kocakarıyı susturdu:
— Anacığım, dedi, Şövalye Hazretlerinin
bana karşı duyduğu büyük aşka dair çok şey­
ler söylediniz. Kendisine ümit verdiğim takdir­
de dünyanın en bahtiyar kadınlarından olaca­
ğımı tekrarlayıp duruyorsunuz. Vaadlerinin
hiç birisi beni alâkalandırmıyor. Eğer duyduğu
büyük sevgiyi, bu sevgiye lâyık bir kuvvetle is­
pat edebilirse ozaman sözlerine inanacağım.
Kendisini mesud edecek cevabı vereceğim, iste-
159
ğimi yerine getirdiği takdirde hiç merak etme­
sin, aşkına mukabele görecektir.
— Söyleyin kızım, ne yapsın?
— Gayet basit: şimdi kış başlangıcındayız
değil mi? Baron Hazretleri önümüzdeki Ocak
ayında kasabamızın kenarında yeşil çimenler ve
her çeşit çiçeklerle süslü bir bahçe meydana
getirsin! Tıpkı ilkbahardaki bahçelerden biri./.
Eğer bu imkânsız işi başarırsa tekliflerini der­
hal kabul edeceğim. Şayet bunu beceremezse
beyhude vakit kaybetmesin, kendisine bir baş­
ka sevgili bulsun. Bahçeyi istediğim gibi mey­
dana getiremediği halde yine beni rahatsız et­
mekte devam ederse vaziyeti kocama ve akra­
balarıma haber veririm. Onlar nasıl hareket
edeceklerini elbette bilirler.
Kocakarı genç kadının tekliflerini ^ Baron
Ansaldo’ya anlattı. Baron bunun ne mânaya
geldiğini anlıyamıyacak kadar budala değildi.
Kadın bütün ümitleri son defa ortadan kaldır­
mak istemişti. Fakat Baron genç kadını okadar
çok seviyordu ki böyle imkânsız da olsa işe gi­
rişmeden mağlûbiyeti kabul etmek istemedi.
Dünyanın her tarafına haberler göndererek kış
ortasında, dağlık bir mmtakada bir bahar bah­
çesi meydana getirebilecek birisinin bulunup
bulunmadığını araştırdı.
Nihayet namlı büyücülerden birisi işi üstü­
ne almayı kabul etti. Büyük bir ücret üzerinde
mutabık kaldılar. Baron biraz ümitlendi ama
daha ziyade herif sözünü nasıl yerine getirebi­
lecek diye meraklanarak Ocak ayını bekleme­
ğe başladı.
Noel haftası geldi. Her taraf bembeyaz kar­
la örtüldü. Dışarıda çayır, çimen, çiçek değil,
160
çam ağaçlarının dayaııamıyacağı derecede müt­
hiş bir soğuk hüküm sürüyordu.
Kasaba halkı bir sabah gözlerini açınca
hayretlere gark oldular. Karla örtülü kırların
ortasında Cenneti hatırlatan bir bahçe peydah-
lanmıştı. Her tarafı çimenlerle kaplı, her mev­
sime ait çiçeklerle hattâ meyvalarla dolu şa­
hane bir bahçe...
Baron bu mucizeyi görünce sevincinden de­
liye döndü. Derhal çiçeklerden büyük bir bü-
ket yaptırdı, bir büyük sepete taze meyvalar
doldurup insafsız sevgilisine gizlice yolladı ve
bahçeyi görmeğe davet etti. Bunları götüren
kocakarıya, vaadini ve yeminini hatırlatmayı da
unutmadı.
Genç kadın, kendisini seven erkeğin im­
kânsız birşeyi hakikat haline getirdiğini maddî
delilleriyle görünce vaadinden dönmenin müm­
kün olamıyacağını dehşetle anladı. Fakat içi­
ne düştüğü dehşet kış ortasında meydana ge­
len bahçeyi görmek merakından daha kuvvetli
olmamalı ki yanına birkaç arkadaşını alarak
gezmeğe gitti.
Eve döndüğü zaman kendisini verdiği söz­
den hiçbir kuvvetin kurtaramıyacağını daha
iyi anlamıştı.
Kocası karısındaki büyük değişikliği der­
hal farketti. Sebebini sordu. Kadın bir müddet
söylemek istemedi ama neticede doğrusunun ha­
kikati ondan gizlememek olduğunu kabul etti.
Hikâyeyi başından sonuna kadar anlattı.
Jilber karısının namusuna ve samimiyeti­
ne emin olduğundan hiç kızmadı:
— Diyanora, dedi, büyük hata irtikâb et­
tin. Namuslu ve şerefli bir kadın bu gibi ba­
hislere, velev ki bu bahisler senin zannettiğin gi-
161
bi imkânsız şeyler de olsa asla girmemelidir.
En ümitsiz teklifler bile işte görüyorsun ki bir
âşıkı ümitlendirir ve nihayet onu haklı da çıka­
rır. Evvelâ bir başka erkeğin hislerine kulak
vermekle hata ettin... Sonra ona teklifler yap­
makla ikinci hata meydana geldi. Seni verdiğin
sözden kurtarmağa mecburuz. Bunu sadece söz
verdiğin için söylemiyorum. Anşaldo’nun elinde
gayet kudretli bir büyücü var. Bu büyücü saye-
-sinde bize daha büyük fenalıklarda da bulunabi­
lir. Haydi kalk Ansaldo’ya git. Eğer bir başka
yolla verdiğin sözü geri alabilirsen ne âlâ! Ala­
mazsan bir defaya mahsus olmak üzere oıia vü-
cudiinü teslim et! Ama yalnız vücudünü, kalbi­
ni değil! '
Kadın, kocasını ağlayarak dinliyor, fakat
başka çare kalmadığını da anlıyordu. Netekim
ertesi gün basit bir elbise giydi. Yanma bir oda
hizmetçisi ile iki uşak alarak Ansaldo’nun evine
gitti.
Delikanlı sevgilisinin geldiğini haber alın­
c a büyücüyü yanına çağırdı:
— Hazır ol, dedi, kış ortasında bahar bah­
çesi meydana getirmene sebep olan kadım gö­
receksin.
Beraberce Diyanoro’nun beklediği salona
girdiler.
Şövalye:
— Muhterem hanımefendi, diye söze baş­
ladı, sizi nekadar büyük bir aşkla sevdiğimi
bilirsiniz. Bu aşkın verdiği minimini haktan is­
tifade ederek bu saatte evimi şereflendirmeni­
zin sebebini sorabilir miyim?
Kadın bu sözler üzerine kıpkırmızı kesildi.
Kekeliyerek:
D ekam eron — 11
162
—■Buraya ne size karşı yakınlık duyduğum­
dan geldim, ne de verdiğim sözü yerine getir­
mek için... Buraya beni aramızda olup bitenleri
Öğrenen kocam gönderdi. Borcumu ödeyeyim
diye... Biz, ikimiz de borç altında yaşayabile­
cek insanlardan değiliz. Buyurun, işte burada­
yım. Bir defaya mahsus olmak üzere bana ne
isterseniz yapınız!
İlk sözlerle fevkalâde şaşıran Baron An-
saldo’nun şaşkınlığı sonuna doğru büsbütün
arttı. Jilber’in büyük kalpliliği karşısında yüre­
ği pişmanlıkla dolmuştu. Kadına karşı ozamana
kadar duyduğu ihtiras yavaş yavaş yerini neda­
mete ve acımaya bırakıyordu.
— Madem ki muhterem zevciniz verdiğiniz
sözü bukadar ciddîye aldı, dedi, evime gelişinizi
bir kızkardeş ziyareti sayıyorum. Sizden ve ko­
canızdan beni affetmenizi rica ederim. Kendile­
rine derin saygılarımı lütfen bildirin. Şahsım­
da herzaman bir küçük birader ve sadık dost
bulabileceklerini hatırlasınlar.
— Ben de böyle karşılanacağımı ummuş­
tum Baron Hazretleri. Alicenaplığınız ve er­
kekliğiniz hamdolsun beni yalancı çıkarmadı.
Evimizde en derin hürmetle anılacağınıza emin
olabilirsiniz.
Genç kadın sevinç gözyaşları dökerek evi­
ne döndü ve kocasına olup bitenleri anlattı. İki
asilzade bu vak’adan sonra birbirlerine kuvvet­
li dostluk bağlarıyla bağlanmış oldular.
Ansaldo büyücüye vaadettiği parayı ver­
mek isteyince yeni ve beklenilmez bir hâdise
daha meydana geldi. Meseleyi öğrenmiş olan
meşhur büyücü:
— Hayır, para kabul edemem, dedi, kadı­
nın kocasının verilmiş söz üzerindeki sağlamlı­
163
ğım, sizin de aşkınıza nasıl karşı durduğunuzu
gördüm. İkinizin arasında ben ücretle çalışan
basit bir adam olmayı kabul edemem. Paranın,
sizde kaldıkça hayırlı bir elde bulunduğu an­
laşılıyor. Yine yerinde dursun.
X IX

Dünyada öyle aptal insanlar vardır ki, alnı


na beyaz bez takıp sırtına siyah entari giyen bir
kadının hem en kadınlıktan çıkacağına ve di­
şilik arzularından sıvrılacağına inanırlar. Bu
kanaatlerine aykırı bir söz söylerseniz tabiata
karşı muazzam ve m eşum bir suç işlemişsiniz
gibi kan başlarına sıçrar. B öyle kim seler k en ­
dileri o rta d a ''ellerin i kollarını sallaya sallaya
gezdikleri ve canlarının istediğini yaptıkları
halde içlerin d e bir sürü tatmin edilm em iş arzu
bulunduğunu unuturlar, bir de işsiz güçsüz
inzivaya çek ilseler can sıkıntısından ne hale
gelecek lerin i düşünm ezler.
Bir takım safdiller de, toprakta çalışan in­
sanların b ü tü n şehevî hislerinin eriyip k aybol­
duğu kanaatindedirler. Sözde kazma kürek,
kötü yiyecek ve fak irlik insanı aptailaştırırmış
ta, öyle ihtiyaçlar h issetm iyecek hale getirir­
miş! Şim di size böyle lâfların d eli saçması o l­
duğunu g ö sterecek bir hikâye anlatacağım.
Bizim oralarda, kırların ortasında, nam us­
larıyla m eşhur ra h ib eleri barındıran bir m anas­
tır vardı. İsmini söylem iyeceğim , zira manastır
hâlâ yerli yerinrje ve için d ek i rahibeler hâlâ
nam uslarıyla m eşhur. B ir vakitler bu m anastır­
da topu topu sekiz rahibe ve b ir Başrahibe ya ­
şıyordu. H epsi de g e n ç kadınlardı. Manastırla­
rının bahçıvanı N uto b ir gün işinden bıktı, ihti­
yar kâhyayla hesap görü p m em leketine döndü.
İ85
..Burada kendisini karşılayan köylü lerd en biri,
Masetto adında yakışıklı ve çelik gibi bir d eli­
kanlı, geldiği yerdek i manastırdan haber so r­
du. N uto şöyle cevap verdi:
— K ocam an, güzel bir b ah çeleri var. B en
orada çalışıyordum . A rada b ir de su çek erdim ,
orm andan odun filân getirirdim . A m a para çok
azdı, ayağıma bir ç ift pabu ç b ile alam ıyordum .
İşin fenası, bütün rah ibeler gayet genç. H epsi
de hınzır mı hınzır, aksi mi aksi! A ğzınla kuş
tutsan yaranm ak kabil değil. H iç unutm am , bir-
güıı bahçede çalışıyordu m . E trafım ı alıverdiler.
Her kafadan bir ses çık ıyordu . Biri, «O çiçe ğ i
şuraya d ik ,» diye em red er, öbü rü , «Bu taşı kal­
d ır,» der. Biri de «O öyle m i tu tu lur?» diye elim ­
den tırm ığı kapmaz mı! Baktım beni paralaya­
caklar, bahçeden zor kaçtım . Sonralara b ö y le
şeyler sık sık olm ağa başladı. Y apam ıyacağım ı
anlayınca kalktım buraya geldim . A yrılırk en ih-,
liyar kâhya yalvardı; «N e olur, b ir m em leketli­
ni buraya yolla ,» dedi. B en de «P ek i» d ed im
ama yollar nuyım hiç! Ö yle yer düşm an başına!
Bunları duyan M asettö’nun eli ayağı k esil­
di. zira aklını başına devşirirse m anastırdaki
rahibeleri rahatça elde ed eb ileceğin i anlam ıştı.
Bu niyetini N uto’ya açm asının enayilik olaca­
ğım da akıl ed eb ild iğ i için şöyle dedi:
— Am an kardeşim , o işi bıraktığına çok
iyi etmişsin. H iç kadınlarla başa çık ılır mı! Ç o­
ğu zaman ne istediklerini ken dileri de bilm ez­
ler, durm adan dırdırlanıp insanı canından bez­
dirirler.
Masetto N uto ile biraz daha çen e çaldıktan
sonra tek başına b ir y ere gidip oturdu, m anas­
tıra bahçıvan olm anın yolların ı d üşü n m eğe b aş­
ladı. H erifin bahsettiği işleri ya pa b ileceğin e
166
emindi ama çok genç ve çok yakışıklı olduğu
için reddedilmesi ihtimali vardı. Uzun uzun dü­
şündükten sonra aklına birşey geldi:
— Manastır uzak bir yerde. Orada beni
kimse tanımaz. Dilsiz taklidi yaparım. Ozaman
pek korkuları kalmaz, iş verirler.
Bu kararla üstüne yırtık pırtık elbiseler
giydi, eline bir balta aldı ve nereye gittiğini
kimseye söylemeden manastırın yolunu tuttu.
Oraya varınca ihtiyar kâhyayı avluda buldu. Dil­
siz numarası yaparak işaretle aç olduğunu, yi­
yecek mukabilinde odun yarmak istediğini an­
lattı.
Kâhya Masetto’nun karnını doyurduktan
sonra kolundan tutup bir odun yığınının önü­
ne götürdü. Nuto bu odunları yaramamıştı, fa­
kat gayet kuvvetli bir delikanlı olan Masette
hepsini birkaç dakikada ufalayıverdi. Daha
sonra kâhyayla dağa gittiler. Dal kesmek, odun­
ları eşeğe yüklemek ve hayvanı gütmek gibi
işleri de gayet iyi becerdiğini gören kâhya Ma-
setto’yu alakoydu. Birkaç gün sonra delikanlıyı
Başrahibe de gördü ve nenin nesi olduğunu kâh­
yaya sordu. Kâhya:
— Hanımcığım, dedi, bu zavallı hem sağır,
hem de dilsiz. Geçenlerde' geldi, yiyecek dilen­
di. Biraz iş gösterdim; tuttuğunu koparıyor
Eğer bahçe işini de becerirse bunu bütün bütün
alakoyalım. Çok yumuşak başlı bir uşak olaca­
ğa benzer. Her sözümüzü dinler herhalde. Üs­
telik sizin genç hanımlarla âsıkdaşlık etmeğe
de kalkmaz.
Başrahibe:
— Hakkın var, dedi. Bahçe işinden anlıyor­
sa gönlünü et te kalsın. Bir çift pabuçla eski bir
167
elbise ver, hergün pohpohla, karnını da iyice
doyur.
O sırada biraz uzaklarında avluyu süpür-
mekte olan Masetto bu konuşulanları duydu ve
büyük bir sevince kapılarak için için şöyle söy­
lendi:
— Siz hele beni şu duvardan içeri bir so­
kun, bahçenizi öyle bir işleyiş işlerim ki ağzı­
nız açık kalır.
Kâhya Masetto’ya işaretle teklifi anlattı.
O da işaretle kabul ettiğini bildirdi. Bu suret­
le manastırın bahçıvanlığına tâyin edilmiş olan
Masetto o günden itibaren bahçede çalışmağa
başladı.
Çok geçmeden rahibeler aralarında onun
bulunmasına alıştılar. İkide birde etrafını alıp
aiay ediyorlar, kendisini sağır zannettikleri için
yanında açık saçık şarkılar söyleyip bildikleri
bütün ayıp kelimeleri sıralıyorlardı.
Herhalde Başrahibe dilsizlerin aynı zaman-
1da hadım olduklarını zannediyordu ki bütün
bunlara pek aldırdığı yoktu. .
Birgün Masetto çok yorulmuş, bahçenin
bir köşesinde dinleniyordu. Manastırdan iki
genç rahibenin çıktığını görünce hemen toprağa
uzanıp gözlerini yumdu. Rahibeler ağır ağır
yaklaşıp başına dikildiler, seyretmeğe başladı­
lar. Bunlardan biri öbüründen daha cesurdu;
bir müddet sonra:
— Bugünlerde aklımı hep birşey kurcalı­
yor, dedi. Kimseye bahsetmiyeceğini bilsem sa­
na da söylerdim, belki hoşuna giderdi.
Öbürü:
— Söyle, söyle! diye atıldı. Kimseye bah­
sedersem iki gözüm kör olsun!
Bunun ürerine birincisi fikrini izah etti:
168
— Bilmem farkında mısın, biz burada bal
gibi mahpusuz. İhtiyar kâhyayla bu dilsizi say­
mazsan yanımıza bir tek erkek bile sokulamı-
yor. Halbuki ben başka kadınlardan duydum,
bir kadının erkek sevgilisi olmadıktan sonra
dünyanın bütün diğer zevkleri nafileymiş. Or­
talıkta başka erkek olmadığına göre şu dilsizle
ahbaplık edelim de o kadınların ne demek iste­
diklerini anlıyalım diyorum. Zaten bu iş için
bu dilsizden iyisini arasak bulamayız, çünkü is­
tese de gevezelik edip başımıza belâ getiremez.
Baksana, aptalın biri. Büyüyüp kocaman olmuş
ama aklı çocuk kalmış. Bundan insana bir kö­
tülük gelmez. Ha, ne dersin?
Öbürü:
. — Aman! dedi. Senin ağzından çıkanı ku­
lağın duymuyor mu? Hepimizin bekâretimizi
İsa’ya adadığımızı unuttun mu?
— Hadi canım sen., de! Dünyada hergün
yüzlerce adak adanır ama bunların tutulması
âdet midir? Adağı biz adadık, başkası tutsun.
Arkadaşı biraz düşündü, sonra:
— İyi ama, dedi, gebe kalırsak ne yaparız?
Birincisi şöyle cevap verdi:
— Sen de amma incesini düşünüyorsun,
kardeş! Başımıza o belâ da gelirse elbet bir ça­
resine bakarız. Ayıp gizlemenin bin türlü yolu
vardır. Elverir ki biz kendimiz boşboğazlık et­
meyelim. '
İkinci rahibe erkek denen mahlûkun ne
biçim bir hayvan olduğunu birincisinden fazla
merak etmeğe başlamıştı.
— Pekâlâ, dedi. Söyle bakalım, bu işi na­
sıl yapacağız?
— Şimdi tam öğle zamanı. Yanılmıyorsam
bütün hemşireler uykuda, yalnız biz ayaktayız.
169
Bahçenin h er tarafına bakalım , kim se yoksaı
ış kolaylaştı dem ektir. H erifi uyandırırız, elin­
den tutup kulübesine götürürüz, olur biter. Bi­
rimiz içerdeyken öbürü n öb etçi kalır. Zavallı,
oyle aptal ki hiç ses çık am ayacağın a em inim .
Ne istersek yapar.
Bütün bunları duyan M asetto rahibelerin
her istediğini yapm ağa hakikaten hazırdı. On­
lar bahçeyi araştırırlarken sabırsızlıktan içi
içine sığm ıyordu. H erk esin uykuda oldu ğu an­
laşılınca birinci ra h ib e M asetto’yu uyandırdı.
Delikanlı hem en fırlayıp kalktı; halinde uyku*
sersem liğinden eser yoktu. G enç kızın kendisi­
ni öpüp okşamasına h iç itiraz etm edi, sade ap­
tal aptal güldü. K u lübeye götü rü lm esine de ses
çıkarm adı ve içe ri girer girm ez h iç davet ,bek-
lem eden nüsafirinin gön lü n ü h oş etti. Kadın
örnek den ecek kadar iyi b ir arkadaş old u ğu için*
pek oyalanm adı, dışarı çıkıp n öb eti devraldı ve
obür rahibeyi içeri gön d erd i. M asetto onun ar­
zusunu da derhal yerin e getirdi. Sonra ra h ib e­
ler b irbirlerin e intihalarım anlattılar: ikisi de-
kendilerine nasilıat veren kadınların haklı ol­
dukları fikrin deydi. O gü n den itibaren fırsat
buldukça dilsizi ziyarete devam ettiler.
Fakat bir gün rahibelerden b iri ö ğ le uyku­
sundan uyanıp h ü cresin in p en ceresin d en bah­
çeye baktı ve olup b iten leri g ö rü n ce h e m e n iki
arkadaşına haber verd i. E vvelâ B aşrahibeye g i­
dip şikâyet etm eği düşü ndü ler, fak at sonra akıl­
larına başka birşey geld i; bu ik in ci plânı tat­
bik ederek arkadaşlarıyla anlaştılar ve on lar
da M asetto’dan istifadeye başladılar. Çok g e ç ­
meden geri kalan ü ç rahibe de vaziyetin farkı­
na vararak kümese katüdılar. '
Sıra Başrahibeye gelm işti. B irgü n bahçe-
170
■de dolaşırken o da Masetto’ya rastladı. Zavallı
delikanlı geceleri öyle yoruluyordu ki gündü­
zün çalışmağa hali kalmıyordu. O gün de bu
yüzden bir kayısı ağacının gölgesinde derin bir
uykuya dalmıştı. Rüzgâr uzun gömleğinin uç­
larını kaldırdığı için yarı çıplak denecek bir
haldeydi. Masetto’ya uzun uzun bakan Başrahi­
be, emrindeki rahibelerin hissettiği arzulara ka­
pıldı; derhal delikanlıyı uyandırıp odasına gö­
türdü ve günlerce dışarı bırakmadı. Bu müddet
zarfında bütün rahibeler bahçıvanın tembelliğin­
den ve bahçenin bakımsızlığından acı acı şi­
kâyet ettiler.
Nihayet Başrahibe Masetto’yu kulübesine
gönderdi ama çok geçmeden tekrar çağırdı. Üs­
telik aslan payı almakta İsrar ediyordu. Zaman­
la iş o hale geldi ki delikanlı ne tarafa koşaca­
ğım şaşırdı. Sonunda baktı ki olacak gibi değil,
bir gece Başrahibenin odasında dilsizlikten isti­
fa ediverdi.
— Hanımcığım, dedi, benim memleketimde
bir söz vardır. «Bir horoz on tavuğa yeter, on
erkek bir kadına yetmez,» derler. Halbuki ben
burada dokuz kadınla uğraşıyorum. Artık halim
kalmadı. Ya beni bırakın gideyim, yahut ta bu
işe bir çare bulun.
Dilsizin bülbül gibi dert yandığını gören
Başrahibe afallamıştı:
— Bu da nesi? diye haykırdı. Hani sen dil­
sizdin?
— Benim dilsizliğim doğuştan değildi. Bir
.hastalık geçirdim de ondan oldu. Bu gece hik-
met-i Huda iyileşiverdim.
Bu yalana inanan Başrahibe, dokuz kadın­
la uğraştığını söylemekle ne kastettiğini sor-
<dtı. Masetto herşeyi olduğu gibi anlattı. Basra-
171
hibe maiyetindeki hanımların hiç te zannettiği
gibi saf .olmadıklarını görünce vaziyeti uzun
uzun düşündü. Masetto’yu göndermek işine gel­
miyordu. Fakat rahibelerle bir anlaşmaya varıp
işi örtbas etmezse manastırın şöhretine halel
getirecek bir rezalet çıkması ihtimali vardı.
Hemen bütün kadınları topladı. O güne ka­
dar gizlenen heı-şey ortaya döküldü, vaziyet
açık açık konuşuldu. Neticede, kendi duaları sa­
yesinde ve manastırı koruyan azizin yüzü suyu
hürmetine dilsiz bahçıvanın dilinin birdenbire
çözüldüğünü ilân etmeğe karar verdiler. Karar
tatbik edildi ve civar halk buna seve seve inan­
dı. Kısa bir zaman sonra da ihtiyar kâhya ölün­
ce Masetto manastırın kâhyası oldu. ■
Kâhyalık haricindeki hizmetlerine gelince,
kadınlar bunları delikanlının takatini aşmıya-
cak nisbetler dahilinde aralarında taksim et­
mişlerdi. Bu hizmetler ortaya birçok minimini
rahip ve rahibelerin çıkmasına sebebiyet ver­
di. Fakat herşey öyle iyi gizleniyordu ki du­
varların dışına hiç sır sızmazdı. Aradan uzun
seneler geçti, Masetto yaşlanmağa başladığım
hissedince biriktirdiği paraları alıp memleketi­
ne döndü.
Böylece. elinde bir tek baltayla yola çıkan
Masetto hem para kazanmış, hem de masrafsız
ve külfetsiz bir sürü evlât edinmiş oldu. İkide
birde de İsa’nın kafasına bir hayli boynuz tak­
tığını söyleyerek öğüniirdü.
X X

Eski zaman içinde Ravenııa şehrinde, iyi


yürekli ve kibar bir genç vardı. Adı N astacio
olan bu delikanlıya babasından büyük bir ser­
vet kalmıştı. Y iyip içip keyfine bakacağına, tut­
tu kızın birin e âşık oldu. A ksi gibi kız da o şeh­
rin en m eşhur ve asil ailelerinden birin e m en­
suptu; okadar ki, N astacio’nun ailesinin mazisi
kızın aristokrat sülâlesinin yanında p ek sönük
kalıyordu. Zavallı delikanlı durm adan kıza ağır
h ediyeler yollu yor, araya adam lar k oyu yor, ya­
nıp yakılıyor, fakat bütün gayretleri zalim ane
bir şoğuklukla, hattâ hakaretle karşılanıyor­
du. G üzelliğine m ağrur olduğu için mi, yoksa
aristokratlık k ibrin den mi, her nedense kız
N astacio’ dan iğ ren ir gibi davranıyordu.
Bu yüzden kapkara k ederlere, yeis u çu ­
rum larına düşen N astacio kendisini öld ü rm e­
ği bile düşünüyor, fakat bunu yapm ağa b ir tü r­
lü eli varm adığı için bu aşktan kurtulacağına,
n efrete n efretle m ukabele ed eceğin e dair ken­
di kendine sık sık tem inat v eriy ord u . Lâkin h ep ­
si boştu. Ümidi azaldıkça aşkı da inadına büyü ­
yüp dayanılm az bir hal alıyordu.
Bu yüzden delikanlının parasını da, kendi­
sini de yeyip bitirdiğini gören akrabaları niha­
yet işe m üdahale ettiler:
— Yahu, sen deli misin? dediler. G örü yor­
sun ki bu işin sonu gelm iyor. Zorlam akta oıâna
yok. Bari bir küçük seyahate çık. B elki gözün­
den ırak olan gön lü n d en de ırak olur, sevdan.
173
durulur, biraz kendine gelirsin.
N astacio evvelâ bu işe hiç yanaşmadı ama,
sonunda dayanam adı, atına atlayıp yola çıktı.
Fakat yine de pek uzağa gidem edi, R avenna’dan.
birkaç fersah ötedeki küçük K iyasi kasabasına
habersizce yerleşti. H er gün o civardaki çan»
orm anlarında tek başına dolaşıyor, sevgilisini
düşünerek hülyalara dalıyordu.
Günün birin de yine b ö y le b ir gezin tiye ç ık ­
mışken orm anın d erin lik lerin d en acı bağırışm a-
lar ve kadın çığlıkları duyar gibi oldu, dehşet­
ten donakaldı. Biraz sonra ağaçların arasından
ender görünür güzellikte b ir kadın fırlayıp k en ­
disine doğru koşm ağa başladı. Uzun saçları d ar­
- madağın olmuş, çırılçıplak vücudü yer y e r çizi­
lip kanamıştı. Zavallı durm adan «M erh am et!»
diye bağırıyor, gözlerin d en yaşlar süzülüyordu.
Bir adım gerisinde de iki tane kocam an, azgın
köpek gördü. Bunlar vahşi hom urtularla kızca­
ğızın önünü kesm eğe çalışıyor, ikide birde atı­
lıp bacaklarını ısırıyorlardı. Daha geride de sim ­
siyah bir ata binmiş ve siyahlar giym iş b ir şö ­
valye geliyordu. Yüzü k eder ve hiddetle kar­
makarışık olan bu adam, elindeki kılıcı kıza
doğru sallıyor, ölüm tehditleri ve k ü fü rler sa­
vuruyordu.
N astacio’ nun şaşkınlığı g e çe r geçm ez k al­
bine m erham et doldu, y erd e gördü ğü b ir kırık
dalı kapıp h em en k öpek lere saldırdı. Onun bu
hareketini gören şövalye:
— Nastacio! d iye seslendi. B ilm ediğin şeye
burnunu sokm a! Bırak bu ıııelûn kadının ceza­
sını vereyim !
N astacio kendi ism ini duyunca hayretle
duraklayıp kara şövalyeye döndü. Onun şaşkın­
lığından istifade eden k öp ek ler kızın kalçaları-
174
m dişleyip yere yıkıverdiler. Fakat birşey yap­
mıyor, başında bekliyorlardı.
Siyahlı süvari atından indi. Nastacio he­
men ona doğru koşup karşısına dikildi:
— Bana bak, dedi, adımı nereden öğrendi­
ğini bilmiyorum. Bildiğim birşey varsa o da ka­
ra zırhlara bürünüp azgın köpekleri önüne kata­
rak domuz avına çıkar gibi çırılçıplak bir ka­
dının peşine düşmenin alçaklık olduğudur. Za­
vallıyı plimden geldiği kadar müdafaa edece­
ğim.
Şövalye şöyle cevap verdi:
— Nastacio. ben de Ravenna'da doğup ya­
şadım. İsmim Guido’dur. Sen daha bacak kadar­
ken ben bu gördüğün kadına âşıktım. Hem öy­
le âşıktım ki, benimkinin yanında senin şimdiki
aşkııı sönük kalır. Fakat sevgilimin kibri ve
merhametsizliği bana yüz vermesine mâni oldu.
Bu acıya dayanamadım, şu elimdeki kılıçla ken­
dimi öldürdüm. Buna pek sevinen ve intiharım­
dan kendine öyünme payı çıkaran sevgilim de
üç dört gün sonra bir kaza neticesinde öldü.
İkimiz de bu günahlarımızdan dolayı cehenne­
me gittik. Bize verilen ceza şu oldu: dünyaya
döneceğiz, kıyamete kadar o kaçacak, ben ko-
vahyacağırp. Sevdiğim kadını her yakalayışım-
da, vaktiyle kendimi öldürmek için kullandığım
kılıçla göğsünü yarıp taş kalbini çıkaracağım ve
şu köpeklere vereceğim. Fakat ölüp kurtulma­
yacak, tekrar kalkacak ve bir daha yakalanın­
caya kadar kaçmağa devam edecek. Her cuma
günü bu saatlerde buradan geçiyoruz. Şimdi
önümden çekil, Allahın emrini yerine getire­
yim.
Tüyleri diken diken olan Nastacio’nun par­
mağını kıpırdatacak hali kalmamıştı. Geri çeki­
175
lip işi oluruna bıraktı. Kadın yere uzanmış, kor­
kudan titreyerek başına gelecekleri bekliyordu.
Şövalye sözünü bitirir bitirmez kudurmuş gibi
kurbanının üstüne saldırdı. Kadın «Merhamet!»
diye bağırarak dizlerinin üstünde doğrulmağa
çalıştı, fakat bacaklarını dişleyen köpekler bı­
rakmadılar. Şövalyenin kılıcı kadının göğsünü
paralayıp sırtından çıktı. Şövalye, gittikçe a*cı-
laşan feryatlar atarak yere yıkılan sevgilisinin
basma çöktü, bir bıçakla karnını baştan başa
yardı, kalbini ve bütün iç uzuvlarını söküp kö­
peklere fırlattı. Hayvanlar bunları iştahla yeyip
bitiriverdiler.
Aynı anda kadın hiçbirşey olmamış gibi ye­
rinden fırladı, peşinde köpeklerle koşarak uzak­
laştı. Şövalye de atına atlayıp dört nala sürdü,
gözden kayboldu. Yalnız kalınca Nastacio uzun
uzun düşündü. Bu feci hâdisenin tesiri üstün­
den geçince, kendisini saadete götürecek bir yol
açıldığını gördü.
Kasabaya döner dönmez Ravenna’ya haber
yolladı:
— Bütün akrabalarıma ve dostlarıma söz
veriyorum ki aşkımdan vazgeçeceğim. Bir tek
şartım var: önümüzdeki cuma günü burada ter­
tiplediğim ziyafete eski sevgilim de dahil olmak
üzere bütün Ravenna kadınlarını getirsinler.
Nastacio’nun akrabaları bu teklifi memnu­
niyetle kabul ettiler ve büyük bir davetli kala­
balığıyla ertesi Cuma günü Kiyasi’ye geldiler.
Nastacio ormanın ortasında mükellef sofralar
hazırlatmıştı.
Yenildi içildi, gülünüp eğlenildi. Fakat tam
kasabaya dönmek üzere kalkarlarken ormandan
gelen feci sesleri duyarak hepsi yerlerine mıh­
landılar. Çok geçmeden çıplak kadın, azgın kö-
176
■pekler ve kara şövalye sökün ettiler. H erkes
yerin d en fırlayıp kızı kurtarm ağa kalktı, fakat
şövalye bir hafta ön ce N astacio’ya söyledikleri­
ni onlara da anlattı ve hepsinin gözünün önünde
yine k öpek lerin yardım ıyla kızı parçaladı. H a­
zır bulunanlardan çoğ u ş ö v a ly e y i,'k ız ı ve ara­
larındaki lıazin m acerayı hatırlam ışlardı; şimdi
önlerinde cereyan eden kanlı hâdiseyi ağlayarak
seyrettiler.
Facianfrı kahramanları uzaklaşıp gözden
kaybolunca oradaki kadınların hepsini, b ir dü­
şünce aldı. İçlerinde en çok telâşlanan da Nas-
ta cio’ nun sevdiği zalim kızdı. K en di yaptıkları­
nı düşündükçe köpeklerin dişlerini kalçaların­
da hisseder gibi oluyordu.
Kasabaya d ö n e r d ön m ez nedim elerinden
birini delikanlıya gön d ererek bir buluşm a gü­
nü, tesbit ettirdi. A radan bir hafta geçm eden
■evlendiler.
O günkü hâdisenin m esul n eticeleri bun ­
d a n ibaret kalm adı. R av en n a ’n ın bütün diğer
k adınları da o tarihten sonra erk ek lere çok da-
?ha insaflı davranm ağa başladılar.

S O N
ZAMANIMIZIN EVLİYA ÇELEBIS

YENİ NOTLARI İLE


ÇAĞLAYAN AİLESİNE
KATILDI

AŞK TAMTAMLARI
YAKINDA
ÇIKIYOR

You might also like