You are on page 1of 12

Kitap Özeti: The Feminist Lie

3 Ocak 2021 tarihinde gönderildi

F
eminizm hiçbir zaman eşitlik ile ilgili değildi. Kitabın alt başlığı bu ve oldukça isabetli bir seçim. İçinde
bulunduğumuz medeniyet yıkıma doğru hızla ilerliyor. Feminizm bu yıkımı hızlandıran nedenlerden
yalnızca biri ama toplumun temel taşlarından birini hedef aldığı için oldukça tehlikeli olanlardan biri.
Benzeri bir çok din gibi —evet, feminizm de tam olarak bir dindir; bir dünya görüşüdür; bir yaşama biçimidir—
feminizm de seküler ve liberal modern dünyanın meydana getirdiği ortamda, yani sorumlulukların reddedildiği
sürekli daha fazla hak istenilen, bireyi her türlü değerin üstünde gören ve dolayısıyla bireyin her seçimini saygı
hak eden bir seçim olarak dayatan bir ortamda —ve sadece bu veya benzeri bir ortamda— var olabilecek dinlerden
biri. Büyük olasılıkla çöküşe kadar var olmaya da devam edecek. Çünkü Mesih’in yeryüzündeki krallığının
kurulabilmesi için insanların kafalarının hemen her konuda karışık olması, doğru yanlış algılarının alt-üst
edilmesi gerekiyor.

Bu kitap Bob Lewis isimli yüksek olasılıkla sahte isim kullanan bir yazar
tarafından yazılmış kısa ve öz bir kitap. Kitap on bölümden oluşuyor. Yazar her
bölümde feministlerin sık sık başvurduğu yalanlardan birini inceliyor ve
örneklendiriyor. Bunlar henüz ülkemizde diğer ülkelerde olduğu kadar yaygın
olmasa da feministlerin öne sürdükleri yalanlar kürenin her yerinde aynı olduğu
için okunması gereken bir kitap.

Ne yazık ki kutsal kitapları ile ilişkisini neredeyse tamamen kesmiş olan


müslümanlar için feminizm ve diğer liberal ideolojiler “kitaplılar sizi dininizden
döndürmek isterler” ayeti kapsamına girmediğinden olsa gerek “gusul abdest“i
ile ilgili ince ayrıntılar dikkat çektiği kadar dikkat çekmiyor. Oysa, “gusul abdesti”
alırken “iğne ucu kadar” bir yeriniz kuru kalsa yüksek olasılıkla toplumunuz yok
olmaz, fakat toplumunuzun temel taşlarını hedef alan düşünce sistemlerini yeteri
kadar uzun süre ihmal ederseniz yeryüzünden silinebilirsiniz. Eğer kafanızı en
çok okunan bilmem kaç tane kitap listesinden kaldırabildiyseniz, Protokoller’de bu ve benzeri düşüncelerinin
işaretleri geçtiğini de bilirsiniz. Dahası, feminizm hareketinin tarihini araştırırsanız karşınıza ne kadar çok belli
bir etnik soya bağlı isim çıkacağına şaşırabilirsiniz.

Günümüzde kimi yerlerde Kuran’ın feminist bir kitap olduğuna ilişkin ifadelere rastlamak mümkün. “Herkesin
doğrusu kendine“, “uzlaşmamız gereken hiçbir konu yoktur“, “kimse nasıl yaşayacağıma karışamaz”
cümleleriyle özetlenebilecek bir hayat görüşüyle hareket eden bireyci düşüncenin, Kuran’ın feminist yorumunu
öne sürdüğünde şaşırmamak fakat bununla güzel yolla mücadele edebilmek için hazır olmak gerek. Bu kitap bunu
yapabilme konusunda bize yardımcı olabilecek bir kitap. Aşağıda konuyu merak edenleri kitabı okumaya ikna
etmek için kitabın bazı bölümlerinin özetini vereceğim.

Birinci Bölüm: Feminizm ve Kullandığı Yöntemler


Yazar bu bölüme başlamadan hemen önce “Veri olmadan, yalnızca fikri olan başka bir insansınız” alıntısıyla
başlıyor. Youtube’da denk geldiğim feminist tartışmaları aklıma getirdikçe güzel bir başlangıç olduğunu
düşünüyorum. Yazar, feminizmin hiçbir zaman aileye, topluma ve özelde Batı toplumuna verdiği zarar için
sorgulanmadığını dile getirerek kitaba başlıyor. Feminizm sahiden de budur, erkeğe, kadına, çocuğa, aileye,
topluma zarar vermekten başka hiçbir işe yaramayan iyilikten uzak ve tehlikeli bir hayat görüşüdür. Fakat gelin
görün ki tüm hayat görüşünü Onedio üzerinden kuran, gerçeklerle ilişkisi neredeyse kalmamış genç kesimimiz
için çok önemli bir hareketmiş yanılgısına düşülüyor.

Yazar, daha kitabın ilk sayfalarında diğer kitaplarda çok sık görmediğimiz bir şeyi yapıyor: kullandığı kelimelerin
tanımlarını yapıyor. Bu bölüme başlarken yazar öncelikle propagandanın ve feminizmin temel taşlarından biri
olan gynocentrismin (kadın merkezcilik diyebiliriz) tanımını yaparak başlıyor. Gynocentrism sözlüklerde
“başkalarının zararına da olsa kadınların her zaman öncelikli olması” olarak tanımlanıyor. Yazar bunu Urban
Directory‘den aldığı güzel bir örnekle akılda kalıcı hale getiriyor:


Erkek 1: Kadının hesabını her zaman ödemelisin.

Erkek 2: İyi de, erkek ile kadın eşit değil miydi? Kendi hesabını kendisi ödemesi gerekmez mi?

Erkek 1: Aa, doğru! Benim aptallığım. Kültürümüzdeki kadın merkezcilik (gynocentrism) bazen
mantıklı düşünmeme engel oluyor. Özür dilerim.

Bu tanımlardan sonra yine feminizmin temel taşlarından ikincisi olan misandry (erkek karşıtlığı diyebiliriz)
kelimesinin tanımını yapıyor. Bu kelime tam olarak erkek karşıtlığı ile ilgili şeyleri ifade eden bir kelime.

Tanımlardan sonra yazar, temelde feminizmin evlilik ve aile değerlerine bir isyan olarak ortaya çıktığını
söyleyerek feminizmi çözümlemeye girişiyor. İlk feministlerin evliliği, kadının “kimliğini” kaybetmesi ve köleliğin
bir çeşidi olarak yorumladığından bahsediyor. Feministlerin düşüncelerinde çok bir şey değişmedi. Ağzından
tükürük taşarak tartışan bir feminist ile iki dakikalık bir konuşmanızda bunu görebilirsiniz. Feministlerin bu
düşüncelerin temelinde erkeklere çok fazla hak verildiği düşüncesi yatmaktadır. Yüzeysel bir bakışta bu doğru gibi
gözükse de, dikkatle incelendiğinde bunların karşılığında ağır bedel ödenen, yani ciddi sorumluluklar alınan
haklar olduğu görülebilir.

Çok basit ve göz önünde bulunan örnekler bulunabilir. Örneğin kadınlar askere gitmek zorunda değildir. Savaş
zamanı düşmanla çarpışmak zorunda değildir. Çalışmak zorunda değildir. Kadının çalışmamak diye bir hakkı
vardır, erkeğin yoktur. Kadının ayrıca çalışmak hakkı da vardır. Erkeğin seçeneği yoktur. Kadınlar finansal olarak
tamamen kocalarına bağlı olabilirler. Erkeğin finansal olarak karısına bağlı olması utanç kaynağı olarak görülür.
Kadınlar ağır işlerde çalışmak zorunda değildir. Mimar olabilirler ama tuğlaları taşıyan işçi olmama seçenekleri
daima vardır.

Yazar bu bölümde günümüzde unutturulmaya çalışan bir noktaya değiniyor ve hakların sorumluluklara karşılık
olarak verildiğini söylüyor. Bunu neden söylüyor? Çünkü feminizm ortaya çıktığı zaman, kadınlara, erkeklere
verilen haklar verilmediği için yakınılıyordu. Feministlerin bu tespitleri doğru fakat eksiktir. Çünkü kadınlar o
haklara sahip olan erkeklerin aldığı sorumlulukların hiçbirini almıyorlardı. Yani bir sorumluluk almadan hakka
sahip olmak istiyorlardı.
Yukarıda hakkını vermek için tanım yapmaya dikkat edişini övdüğüm yazar ne yazık ki daha ilk bölümden beni
hayal kırıklığına uğrattı. İlk bölümün ortalarında şöyle bir cümle kuruyor: “(…) tarihin hiçbir yerinde İslam’ın
dışında baskıcı ve erkek egemen bir düzen olduğuna ilişkin bir veri elimizde yoktur.“1 Bu cümleyi okuduktan
sonra gözlerim “İslam nedir?” sorusuna bir cevap aradı fakat kitabın hiçbir yerinde yok. Yazarın kafasında bir
İslam tanımı var fakat bunu okuyucuyla paylaşmıyor. Bu sonuçlara nasıl ulaştığından bahsetmiyor böylece İslam’ı
karalamak için bir kötü niyete sahip olduğunu ortaya çıkarıyor. Fakat saptamasının bir kısmında haklılık payı var.
Hiçbir zaman tamamen erkeğin kadına veya kadının erkeğe haksızlığı üzerine bir medeniyet kurulamaz. Bu
Allah’ın yasalarına da aykırıdır. Feministler bu yasaya aykırı bir medeniyetin kurulduğuna inanmamızı istiyorlar.

Yazar, feministlerin kullanıdığı propaganda yöntemlerini örneklemeye Entryism‘den başlıyor. Entryism kabaca
bir grubun üyelerini etkileyerek kendi fikirlerinizi içlerinde yaymak anlamında kullanılan bir kelime. Yazar bu
tekniği kullanan feministlere örnek olarak Anita Sarkeesian isimli yalancı kadını örnek veriyor. Video oyunları
yorumcusu olan bu kadın, video oyunlarının çoğunun seksist olduğunu iddia ediyor. Bu kadın, ömrü boyunca bir
oyunsever olduğunu iddia eden bir kadın. Fakat 2011 yılında meydana çıkan bir videosunda, video oyunlarını
aslında hiç sevmediğini, feminist düşüncelerini yaymak için bu işe giriştiğini itiraf etmişti. Yalancının mumu
yatsıya kadar yandı fakat zehirlenen beyinler çoktan zehirlendi. Yazar bu yalancının yaptığını Entryism‘e bir
örnek olarak veriyor. Benimsemese bile, kendi sapkın fikirlerini yaymak için bir topluluğun arasına sızmaya
çalışıyor. Eğer Kuran’ı anlayarak okumaya çalışıyorsanız bu şekilde müslümanların aralarına sızmaya çalışan
kişilere karşı uyarıldığınızı da biliyor olmalısınız.

Devamında feministlerin (elbette sadece onların değil, herhangi bir tartışmada da bu yöntemler kullanılıyor)
köşeye sıkıştıklarında sık sık başvurdukları birtakım yöntemlere değiniyor. Feministlerle tartıştığınızda henüz
ortada olduğu iddia edilen sorunun nedenine ulaşamadan susturulmaya çalışılırsınız. Çünkü feminizmin derdi
sorun çözmek değildir. O nedenle sorunların gerçek nedenleri ve bu sorunlara çözümler aranmaz. Bu yapılırken
kullanılan yöntemlerden ilki saptırma yöntemi. Saptırma tartışmalarda eğer devam edilirse tüm yalanın açığa
çıkacağının hissedildiği durumlarda sık sık yapılır. Feminizm de yüzeysel bakıldığında doğru görülen onlarca
yalanla ayakta durmaya çalıştığı için sık sık saptırmaya başvurur. Yazar buna örnek olarak erkek düşmanı şeyler
söyleyen bir feministi örnek gösterdiğinizde diğer feministlerin bu söylemleri eleştirmek veya reddetmek yerine
“ama o gerçekten bir feminist değil” veya “tüm feministler böyle değil ki” demelerini örnek gösteriyor. Oysa
buradaki sorun kişinin erkek düşmanı şeyler söylüyor olması. O gerçek bir feminist mi değil mi bunu soran
olmadı.

Bir diğer yöntem ise kişisel saldırı ve aşağılama. Bu ikisi genelde tartışmada elinizde başka bir argüman
kalmadığında sık sık başvurulan yöntemlerdendir. Bu duruma geldiğinizde karşınızdaki kişinin düşüncesini
savunmak için elinde bir argüman kalmadığını düşünebilirsiniz. Kalmadığı için, ve yenilgiyi de kabullenemediği
için bu defa size saldırmaya başlar. Feministlerin tartışmalardaki argümanları o kadar sığdır ki, tartışmanın bu
aşağılama ve kişisel saldırı aşamasına geçmesi çoğu zaman yalnızca birkaç dakika sürer.

Yazarın bahsettiği bir başka yöntem ise yeniden çerçeveleme ve yanlış karşılaştırmalar. Yazar buna örnek olarak
erkeklerin haklarının konuşulduğu bir sırada, feministin konuyu bir anda erkeklerin ayrıcalığa sahip olmalarına
çekmesini veriyor. Esasen tartışmanın konusu erkeklerin hakları olmasına rağmen, feminist konuyu buradan alıp
erkeklere verilen ayrıcalıklar olarak farklı bir çerçeve içerisine alıyor. Bir diğer örnek olarak feministlerin tecavüz
iftirasını reddeden erkeklerden, tecavüzü savunan insanlar olarak bahsetmelerini örnek gösteriyor.
Bir diğer yöntem olan yanlış karşılaştırmanın kullanımı ise örneğin eşit haklara inanan insanların aynı zamanda
feminist olduklarını söylediklerinde ortaya çıkıyor. Oysa burada gözden kaçan şey feministlerin eşitliği değil,
kadın üstünlükçülüğünü savunuyor olmaları. Dolayısıyla bu karşılaştırma hiçbir anlam ifade etmeyen bir hileden
başka bir şey olmuyor.

Yazar bu bölümde son olarak feministlerin topluluk önünde kaçamak dövüşmelerini eleştiriyor. Bu yöntemde
tartışmanın olduğu topluluğun içerisinde gizli feministler yer alıyor. Bu yöntemin sık sık kullanıldığını Youtube
videolarından doğrulayabilirsiniz. Tabi eğer o videoları ve oradaki ikiyüzlülüğü izlemeyi mideniz kaldırabiliyorsa.

Dikkat ederseniz burada kullanılan yöntemlerin hepsinin bir ortak hedefi var. O da karşı tarafı susturmak. Çünkü
konuşursa feminizmin tüm yalanları meydana çıkacak. Bu nedenle feminist kaçak dövüşmek zorunda. Baktı ki
bunlar olmuyor, bu defa da iki göz yaşı döker, hele bir de topluluk önündeyse yine haklı çıkıp hayatına devam
eder.

İkinci Bölüm: Feministlerin Yok Saydığı Tarih


Yazar bu bölümde, medyada bas bas bağırılan feminist tarihin yalan oluşunu gözler önüne seriyor. Feministlerin
çoğu bütün bir dünya tarihini erkeğin kadını ezmesi ve bunun sonucu olarak kadının kendi potansiyelini eğitim,
ekonomik ve akademik kariyer alanında kullanamaması olarak görürler. Bu durumdan kurtuluşun kıvılcımını ise
feminizmin parlattığını savlarlar. Gözmezden geldikleri ilk nokta şudur: dünya üzerinde kötülüğe dayalı hiçbir
sistem kalıcı olamaz. Bu, evrenin işlediği yasaya aykırıdır. Yani, feministlerin savladığı gibi tarihimiz erkeklerin
kadınları ezmesi üzerine kurulu olsaydı, bu sistem onlarca defa yıkılmış olurdu. Yalnızca bu yasaya aykırı olma
durumu bile bu savlananların bir yalan olduğunu kanıtlamaya yetse de yazar başka örnekler de veriyor.

Getirdiği diğer örnekler arasında Antik Mısır zamanındaki Kleopatra —ki, bu Kleopatra’lardan aslında yedi tane
var—, Hatşepsut, Nefertiti, Sobekneferu gibi kadın yöneticiler var. Yine Avrupa’da yüksek mevkilere gelmiş diğer
kadınlardan da örnekler veriyor.

Bunun dışında kadınların erkekler tarafından baskılandığı için çeşitli alanlarda gelişemediği konusunda 1594
doğumlu Julianna Morell örneğini veriyor. 4 yaşında Yunanca, İbranice ve Latince çalışan, 14 yaşında hukuk
üzerine doktora derecesi elde eden Morell, erkeklerin baskısı altında tüm bunları nasıl yapmıştır diye soruyor.
Sorunun cevabı olarak da Morell’ın da tüm başarılı insanlar gibi sıkı çalıştığını belirtiyor. Sonrasında yine tarihte
yaşamış ve çeşitli başarılar elde etmiş diğer kadınlardan söz ediyor.

Bu örneklerden sonra erken dönem feministlerin ırkçı oluşlarına ve bunların o dönemlerdeki öjenik hareketiyle
ilgisine değiniyor. Konu mankeni olarak Margaret Sanger’ı seçiyor ve konuyu onun aile planlaması, doğum
kontrolü, kürtaj, zencilerin ve fakirlerin yok edilmesi gerektiği konusundaki fikirlerine getiriyor. Ve bunların
“feminizm eşitliği hedefliyor” yalanıyla ne kadar uyumlu olduğunu soruyor.

Bundan sonraki birkaç sayfayı Gloria Steinem ve Merkezi Haberalma Kuruluşu ilişkisine ayırıyor. Sanger ve
Steinem örneği üzerinden bu ikisinin isimlerinin bilinmesinin ancak kendilerine destek veren çeşitli kişi ve
kuruluşlar sayesinde olduğunu belirtiyor.

Yukarıda bahsettiğim yasa göz önünde bulundurulursa bu konuyu bu kadar uzun yazarak birkaç sayfayı boşa
harcadığını düşünüyorum.
Üçüncü Bölüm: Ataerkillik ve Erkek Ayrıcalığı
Yazar bu bölüme de önce ataerkilliğin (patriachy) tanımını yaparak başlıyor. Fakat birinci bölümde yaptığı
hatanın bir benzerini ne yazık ki burada da yapıyor. Yine nesnel kanıtlara bakılırsa, tarihte tamamen ataerkillik
üzerine kurulmuş büyük veya tanınmış bir medeniyet yoktur diyor. Fakat İslam ülkelerini yine istisna tutuyor. Bu
bölümde de ısrarla İslam’ın tanımını yapmıyor. Sözde İslam ülkelerindeki durumun gerçekte neyden
kaynaklandığını sorgulamıyor. Kullandığı her terim için farklı sözlüklerden tanımlar örnek gösteren yazar, konu
İslam’a gelince kör kesiliyor.

Bu bölüm feministler tarafından sürekli dile getirilen erkeklerin ayrıcalıklara sahip olduğu zırvasını örneklerle ve
verilerle çürütüyor. Daha doğrusu, yazar erkeklerin sahip oldukları birtakım haklara havadan sahip olmadıklarını
gösteriyor. Bunlar için bedel ödülüyorlar. Fakat bu ödenen bedel gözden kaçırılıyor.

Bölüme feminizmin esas hedefinin aile ve evlilik olduğunu hatırlatarak başlıyor. Feministlerin aileye karşı olan
tavırlarını örneklemek için tanınmış bazı feministlerden alıntılar yapıyor. Öncelikle tanınmış feminist Linda
Gordon’dan alıntı yapıyor. Bu kötülük sever kadın “hiçbir kadın çocuğuna karşı olan özel sorumlulukları
yüzünden karşısına çıkacak fırsatları kaçırmamalıdır” diyerek içinde aileye karşı büyüttüğü nefretin ne
boyutlarda olduğuna ilişkin bir fikir veriyor. Bir başka feminist ve aile düşmanı olan Vivian Gornick ise “ev
kadınlığı yasadışı bir meslektir” diyerek para karşılığı olmayan her şeyin değersiz olduğunu içten içe aşılıyor. Bir
diğer feminist olan ve zamanında Betty Friedan (Yahudi) tarafından kurulmuş NOW’dan2 “yeterince radikal
olmadığı” gerekçesiyle ayrılarak The Feminists grubunda yer alan Sheila Cronon diyor ki: “Evlilik kadınlar için
kölelik oluşturduğundan, kadın hareketinin bu kuruma saldırmaya odaklanması gerektiği açıktır. Kadınlar için
özgürlük, evliliğin kaldırılması olmadan kazanılamaz.“3 Bu tür söylemler hiçbir zaman şaşmaz. Çünkü feminizm
düzelticilik hedefli bir hak arayışı değildir, çok daha büyük bir tasarının ayaklarından yalnızca biridir. Bu tasarının
bu küçük ayağı, sağlıklı toplum oluşturabilmemizi engellemeyi hedeflemektedir. Bu nedenle erkek ve kadının
birbirine rakip hatta düşman olmasını öğretip durmaktadır.

Bu alıntıları yaptıktan sonra feminizmin aile kurumu ile ilgili görüşlerinin topluma getirdiği sonuçları
örneklemeye başlıyor. Bu bölüm oldukça önemli. Çünkü birkaç on sene önce kitapta sözü edilen toplumun geçtiği
yoldan şimdi bizim toplumumuz geçiyor. Bu nedenle böyle devam ettiğimiz sürece benzer sonuçları alacağımızı
kestirmek zor değil. Öyle ki şu an TÜİK istatistiklerine göz atarsanız sözünü edeceğimiz sonuçların bizde de
oluşmaya başladığını görebilirsiniz.

Evlilik Kurumunun Yıkımı ve Suç Artışındaki Koşutluk

Yazar öncelikle 2015 yılında yapılan bir araştırmaya dayanarak Amerikada eşler arasında yaşanan boşanma
olaylarında boşanmaların %69 oranla kadınlar tarafından başlatıldığını, boşanma oranının ise %46 düzeylerinde
olduğunu hatırlatarak başlıyor. Yıllardır yapılan feminist propagandanın bunda büyük etkisi olduğu şüphesiz.
Sonrasında yazar boşanmanın toplum üzerindeki etkilerine geliyor. 1995 yılında, yani 26 yıl önce Amerikada
yapılan bir araştırmada4, Sosyoloji ve Kriminoloji verilerine dayanarak Amerikadaki suç patlamasının temel
sebebinin aile kurumunun yıkılmakta oluşu gösteriliyor. Raporda bunu destekleyen ilginç verilere yer veriyor.
Birkaç örnek vereyim:

Geçen otuz yılda, şiddet içeren suçların artışı ile babaları tarafından terk edilmiş ailelerin artışında paralellik
var.
Yüksek suç oranına sahip mahallelerde yüksek oranda babasız kalmış aileler var.
Tek ebeveyn ile yaşayan çocukların sayısında %10’luk bir artış, çocuk suçlarının %17 artmasına sebep oluyor.

Bunlara karşıt olarak bir de sağlıklı denebilecek bir ortamla ilgili birkaç veriye örnek veriyor:

Dini uygulamaların yaygın olduğu mahallelerde suç oranları düşük.


Evlilik gerçekleştiren eski suçluların, evlendikten sonra suç işledikleri bir hayat tarzını gittikçe terk ettikleri
görülüyor.
Annenin çocuğuna karşı olan güçlü sevgisi, çocuğun suça yönelmesi konusunda ciddi bir duvar oluşturuyor.
Babanın otoritesi ve çocuğun büyütülmesi sırasındaki katılımı da çocuğun suça yönelmesini engelliyor.

Bu örneklerin bir kısmını ben kendi hayatımda gözlemleyebiliyorum. Öyle sanıyorum ki, çevrenize biraz bunları
doğrulamak için bakarsanız benzer sonuçları siz de gözlemleyebilirsiniz. Bu araştırma, aile kurumunu yıkan
toplumların çeşitli şekillerde yok oluşa doğru gittiğinin açık bir işareti. Kuran’ın uyarısını hatırlayın: “Kendi
ellerinizle yaptıklarınız, belki vazgeçersiniz diye size tattırılacak” demiyor muydu? Bu ayetin canlı örneklerinden
birini bu araştırmada göremiyor olmak için gerçeklere kör olmak gerekir. Sonuç olarak feministlerin aile
kurumuna karşı duydukları nefret, evliliğe bakış açıları doğrudan toplumun yok olmasına sebep olacak sonuçlar
doğuruyor. Bunlara tanık olan ve Allah’ın hoşnutluğunu ümit eden birinin feminist olmasına imkan yok. İyilik
kovalayan birinin feminizm dinine girmemesi gerekiyor.

Ne yazık ki burada yazılanlar kütüğün konuşmasını din adı altında anlatan insanları etkilemiyor. Toplumun yok
oluşunun belgeleri gözümüzün içine sokulurcasına meydana çıkıyor ama bütçesi birçok devlet kurumunu geçmiş
olan Diyanet veya toplumumuzun geleceği olan çocuklarımızın nasıl yetişeceğine karar veren Milli Eğitim
Bakanlığı bunlara hiç ilgi duymuyor. Sanki bunlar toplumumuzun diri olmasıyla hiç ilgisi olmayan şeylermiş gibi
üzerinden atlanıp geçiliyor. Belki ben yanılıyorumdur, okul kitaplarına bakmayı bırakalı yıllar oldu. İlk, orta ve
lise eğitimi kitaplarında feminizm eleştirisi diye bir bölüm var mı?

Dördüncü Bölüm: Ücret Farkı Yalanı


Bu bölümde feministlerin kadın ve erkekler arasındaki ücret farkı ile ilgili yalanını Kennedy’nin 1963 Eşit Ücret
Yasası’nı örnek göstererek çürütüyor. Bu olay zaten yıllar önce çözüldü diyor. Devamında Eşit İstihdam Fırsatı
Komisyonu’nun yetenek, çaba, sorumluluk, çalışma koşulları tanımlarını veriyor. Bu tanımlara göre bir kadının
bir erkekle aynı iş başlığına sahip olmasına rağmen daha az/çok ücret almasının veya tam tersi bir durumun olası
olduğunu gösteriyor. Çünkü ücreti yalnızca iş başlığı değil, yukarıda sayılan diğer etkenler de etkiliyor.

Bu bölümde Çalışma Bakanlığı’nın ücret farkı üzerine yaptığı bir çalışmaya yapılan atıf aslında tüm konunun
özeti: “(ücret farkı) neredeyse tamamen erkek ve kadın çalışanların kendilerinin yaptıkları seçimlerin
sonucudur.“

Altıncı Bölüm: Aile İçi Şiddet Putu Kırılıyor


Bu bölümde yazarın, şiddetin çoğunlukla erkekler tarafından kadınlara uygulandığı varsayımıyla ilgili güzel bir
aktarması var. 2007’de yapılan bir araştırmanın5 sonuçları ilginç. Bu araştırmanın daha giriş bölümünde önceki
yapılan araştırmalardan ve sonuçlarından bahsedilirken eşlere uygulanan şiddetlerde kadın ve erkeklerin şiddeti
başlatma konusunda aşağı yukarı aynı orana sahip olduklarının belirtilmesi önemli. Bunun dışında araştırmanın
sonuçlarına bakınca ilginç sonuçlar elde edilmiş:


Şiddet içeren ilişkilerin yaklaşık yarısı(%49,7), karşılıklı olarak şiddet içeren ilişkiler olarak
nitelendirildi. Kadınlar, erkeklerden çok daha fazla oranda karşılıklı olandan çok karşılıksız olan
şiddet içeren ilişki yaşadıklarını bildirdi.

Diğer bir deyişle, kadınların, erkeklerle karşılıklı şiddet içeren bir ilişki içinde olması, erkeklerin kadınlarla
karşılıklı şiddet içeren bir ilişki içinde olmasından daha olasıdır. Daha ilginç olan sonuç ise şu:


Karşılıklı olmayan şiddet içeren ilişkiler arasında, hem kadınlar (%67,7) hem de erkekler (%74,9)
tarafından bildirildiği üzere, vakaların çoğunda (%70,7) kadınların şiddeti uygulayan taraf
olduğu bildirilmiştir.

Medya aracılığıyla ezberletilenlere ters bir sonuç, değil mi? Diğer bir araştırma bu sonucun şaşırtıcı olmadığına
ilişkin bir veri daha sunuyor. Bu araştırmaya göre eşcinsel ilişki yaşayan kadınların ilişki yaşadıkları kişi
tarafından şiddete uğrama oranları %35,4 iken, karşı cinsle ilişki yaşayan kadınların bu konudaki oranı %20,4.
Yani eşcinsel kadınlar, karşı cins ile ilişki yaşayan kadınlara göre daha fazla şiddet görüyorlar.

Sonuçlar açık değil mi? Kadınlar ilişkilerinde erkeklerin olduğundan daha saldırganlar. Peki o zaman neden
erkekler sürekli olarak tek saldırgan taraf olarak gösteriliyor? Nedeni basit, feminist düşünce erkeklerle olan
savaşında, erkeklerin saldırgan taraf olduğu zokasını gözü önünde olanı göremeyen kitlelere yedirdi de o yüzden.

Ülkemizde bu konuyla ilgili durumun ne olduğunu merak edenler şuradaki yazıyı okuyabilirler. Yazıya ve yazıda
paylaşılan istatistiklere göre ülkemizde de aile içerisinde hem erkek hem de kadın şiddet görüyor. Sürekli olarak
yalnızca kadına uygulanan şiddeti göze sokan medyaya duyurulur.

Sekizinci Bölüm: Feminizm Kadınlara Zarar Veriyor


Daha önce de söylenildiği gibi feminizmin yok etmeyi hedeflediği iki esas hedefi aile ve evlilik kurumlarıdır.
Hedeflediği yıkımı gerçekleştiriyor oluşunun seslerini eğer kulaklarınızı gerçeklere tıkamıyorsanız ülkemizde de
duyabilirsiniz. Feministlerin görmedikleri, daha doğrusu tepedekilerin görüp de bile isteye görmezden geldikleri
bir gerçek var. O da şu ki yapılan şeylerin her zaman bir karşılığı olmaktadır. Ellerinizle yaptıklarınızın sonucu
hem yakında hem de uzakta olan bir yaşamda kesinlikle karşınıza çıkartılır. Bu şekilde düşündüğünüzde özgürlük
tanrılarını (veya bankerleri, güç sahiplerini?) memnun etmek hedefiyle feministlerin toplumda yaymaya çalışığı
şeyler en başta kadınların kendilerine zarar veriyor.

Feministlerin kocalarıyla mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşam süren kadınları ikna etmek için kadınları
kandıracakları sahte bir havuca ihtiyaçları vardı. Yazara göre feministler, havuç olarak kadınlara istediği insanla
yatmanın verdiği anlık zevki gösterdiler. Bunun doğal sonucu öncelikli olarak evlilik dışı hamile kalmalar olarak
ortaya çıktı. Fakat çözüm elbette hazırdı. Erdemli ve temiz olmaya çalışmaktansa, sorumluluk bilinci ile hareket
etmektense, yani Allah’ın kadınlardan korumasını istediği şeyi korumaktansa doğum kontrol hapları kullanılacak
veya istenildiğinde kürtaj yaptırılacaktı. Nasıl olsa kimseye karşı bir sorumluluğunuz yok.
Böylesine aptalca bir dünya görüşü bir süre sonra kadınların sürtük olarak nitelendirilmesine dönüşünce
(ilginçtir, ülkemizde yapılan feminist yürüyüşlerdeki pankartlara bakarsanız, kendilerine sürtük demeyi onurlu (!)
saydıklarını görebilirsiniz), feministler kelimeleri yerlerinden kaydırıp bu olayı sık sık başvurdukları cinsiyetçi bir
söylem meselesine dönüştürdü. Bunun sonucunda da cinsel devrim (sexual revolution) veya cinsel özgürleşme
(sexual liberation) denilen hareket doğdu. Bu hareket özellikle kadınları evlilik dışı cinsel ilişkiye girmeye
yönelten bozguncu bir harekettir. Fakat ne yazık ki başarılı oldu ve günümüzde de devam ediyor. Eğer mideniz
kaldırıyorsa wikipedia sayfasından bu hareketin detaylarını okuyabilirsiniz.

Peki evlilik dışı cinsel ilişkilerin yaygınlaşması ne demektir? Kadına ve sonucunda bir parçası olduğu topluma
verdiği zarar nedir? Bir toplululuğun diriliği için, bireyleri için neyi ifade eder? Yazar bu hareketin evlilik dışı
cinsel ilişkiyi arttırdığını hatırlattıktan sonra bu sonuçlara odaklanıyor. Öncelikle doğum kontrolünü ele alıyor ve
doğum kontrol hapları kullanmanın kilo almayı tetiklediğini dile getirerek başlıyor. Bununla ilgili yapılan birkaç
araştırmayı kanıt olarak gösteriyor.

Açıkçası toplumsal açıdan açığa çıkacak olan sorunları düşündükçe bu sorun bana biraz ufak gibi geliyor. Kilo
alımı dışında bu hapların aynı zamanda zihinsel /ruhsal sorunlara da yol açabildiği ile ilgili bazı araştırmalar var.
Örneğin bir araştırma doğum kontrol hapı kullanan kadınların, depresyon benzeri rahatsızlık durumlarına çok
daha sık yakalandığını gösteriyor. Çoğunlukla doğum kontrol haplarının kullanımını antidepresan ilaçları
kullanımı izliyor. Bu ilaçların çok acil durumlar hariç insanları düşünemeyen gerizekalılar haline dönüştürdüğünü
veya yan etkileri listesinin Manas Destanı kadar uzun olduğunu bilmeyen kaldı mı? Yazar ayrıca başka bir
araştırmayı dayanak göstererek doğum kontrol hapları kullanan kadınların, hiç kullanmayanlara göre çeşitli
kanser türlerine yakalanma riskini %20-%30 oranında arttırdığını ekliyor. Ayrıntılarına girmeyi gereksiz
buluyorum, dileyen kısa bir araştırma ile bu araştırmaların kendilerine ulaşabilir.

Doğum kontrol haplarından sonra yazar kürtaja değiniyor. Amerika içerisinde kürtajın sağlık açısından bir sorun
çıkarmadığı görüşü daha yaygın olsa da, Amerika dışında durum bambaşka diyor. 2014 yılında yapılan A Meta-
Analysis of the Association Between Induced Abortion and Breast Cancer Among Chinese Females isimli
çalışmaya göre, kürtaj meme kanseri riskini arttırıyor. Üstelik, yapılan kürtaj sayısının artması, kansere
yakalanma riskinin daha da yükselmesiyle sonuçlanıyor. Yazar, 2015’de Amerikada yapılan bazı yayınlarda bu
verilerin doğrulandığından; anne babalara kız çocuklarına bu riski öğretmeleri gerektiğinin anlatıldığından
bahsediyor.

Evlilik dışı cinsel ilişkinin yalnızca kansere yakalanmayı oranını arttırması değil, başka kötü sonuçları da var.
2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre evlilik dışı cinsel ilişki uzun dönemde sağlığa başka zararlar da veriyor.
Araştırmaya göre cinsel birliktelik kurduğunuz insan sayısının artması, cinsel yolla bulaşan hastalıklara
yakalanma olasılığınızı da arttırıyor. Bunlar 2010 yılında açığa çıkmış şeyler değil elbette. Allah’ın değişmez
yasalarına akıllarını kullanarak boyun eğenler benzeri sonuçların doğacağını zaten görebiliyorlar.

Yazar, 1992 yılına bir araştırmayı da örnek göstererek bunların olacağına ilişkin bilimsel kanıtların yirmi yıl önce
de elimizde bulunduğunu hatırlatıyor. Bu araştırmaya göre beşten fazla cinsel birliktelik yaşadığı insan olan bir
kadın, tek insanla cinsel birliktelik yaşayan bir kadına göre sekiz kat daha fazla cinsel yolla bulaşan hastalığa
yakalanıyor. Ayrıca bu araştırma, cinsel yolla bulaşan hastalıkların evlilik dışı cinsel ilişkilerin artması ve ilk cinsel
ilişki yaşının düşmesiyle birlikte yaygınlaştığını göstermesi açısından da önemli. Amerikada 20’li yaşlarının
ortasına gelen insanların beşten fazla cinsel ilişki deneyimi olduğunu düşündüğünüzde bunun getireceği uzun
dönem sonuçlar sanırım gözlerinizde canlanıyordur.
Örneğin 2015 yılında Amerikada yapılan bir araştırmaya göre cinsel yaşam açısından görece küçük bir kesimi
temsil eden 15-25 yaş arası insanların neredeyse üçte ikisinde cinsel yolla bulaşan hastalıklar tespit ediliyor.
Dahası, araştırmaya göre her yıl 20 milyon civarında tespit edilen bu tür hastalıkların yarısı sözü geçen yaş
aralığında görülüyor. Gerçekten çok kötü bir durum. Anne babasızlığın, sağlıklı bir aile hayatından uzak oluşun,
yapayalnızlığın Amerikan gençlerini sürüklediği nokta içler acısı. Eğer filmleri aklınızı kullanarak izliyorsanız,
bunun filmlere de yansıdığını görebilirsiniz.6

Feminizm dini sağolsun, kadına dinginlik bulacağı, anne olma istediğini güvenle giderebileceği bir yuva
kurmaktansa sürekli gerginlik içerisinde ama özgür (!) bir yaşam sürmesi gerektiğini aşılıyor. Bunun etkisinde
kalanlar birbirlerini kovlayan, seven eşler olarak bir birliktelik kurmaktansa, tüm sorumlulukları reddedip bir otel
veya ev odasına girip çıkan özgür bireyler olmayı tercih ediyorlar. Çünkü modernizm ve sekülerlik, ki feminizm de
onların bir alt şubesidir, tam olarak bunu istiyor. Sorumsuz, bencil, kendi çıkarından başka hiçbir şeyi
önemsemeyen; düşünmeyen, affedici olmayan ama özgür olan bireyler!

Bu sorumsuzlaşmanın, ahlaksızlaşmanın bedelini hem kadınlar hem de erkekler bu dünyada yapayalnız kalarak,
sağlık sorunlarıyla, intiharla vb. birçok şeyle; yaşadıkları toplumlar ise dirliklerini yitirerek ödüyorlar. Sonrasında
ise daha başka acılarla ödeyecekler, ödeyeceğiz. Hem erkek, hem de kadın toplumu oluşturan temel iki yapı taşı.
Bunlardan birinin zarar görmesi, ikisine de zarar veriyor. Bu nedenle feminizm erkeklere saldırdığında dolaylı
olarak kadınlara; kadınlara saldırdığında dolaylı olarak erkeklere saldırıyor. Bu kadar yalın gerçeği insanlara
hatırlatmak zorunda kalmış olmamız, gerçekten durumun ciddiyetini gösteriyordur umarım.

Bu bölümle ilgili olarak devam edersek yazar, 2008 yılında yapılmış In the Age of Promiscuity: Women Have
More Sexual Partners Than Men isimli başka bir araştırmadan bahsediyor. Bu araştırmanın temel sonucu diyor
ki, kadınlar erkeklere göre daha fazla sayıda karşı cinsten insan ile cinsel birliktelik yaşıyorlar. Bu çalışmada söz
edilen sonuçlar kesinlikle söz etmeye değer:

21 yaşlarına geldiklerinde ortalama olarak karşı cinsten dokuz kişi ile cinsel birliktelik kurmuş oluyorlar.
Birliktelik kurdukları insanlara karşı vefasızlar. %50’si birliktelik yaşadıkları insanları aldattıklarını söylüyor.
Bu yüzdelik dilimin yarısı en az iki defa bunu yaptıklarını söylüyor.
Araştırmaya katılanların yarısından çoğu bekaretini kaybettikleri kişiyi sevmediklerini söylüyor.
Araştırmaya katılanlardan 10 kişiden 7’si, bir gecelik ilişkiler yaşadıklarını itiraf ediyor. Bunlardan 5’i, bunu en
az 5 defa yaptıklarını söylüyor.
Dörtte biri para için evleneceğini söylerken, %39’u kariyerinde yükselmek için patronlarıyla cinsel birliktelik
kurabileceklerini söylüyor.
%27’si evli de olsa bir erkekle birliktelik kurabileceğini, %14’ü ise en iyi arkadaşının erkek arkadaşıyla
uyuyabileceğini söylüyor.

Eğer bunların anlamı yoksa, hiçbir şeyin anlamı yoktur… Her ne kadar bu araştırmalar Amerika toplumunu
inceleyerek yapılmış olsa da, çevremde duyduklarım, gördüklerim ve TÜİK istatistiklerine bakarsak ülkemizde de
durumun iyiye gitmediğini söyleyebiliriz diye düşünüyorum.

Evlilik dışı cinsel ilişkinin kötü sonuçları bunlarla da kalmıyor. 2013 yılında Psychology Today‘de yayınlanan iki
araştırmaya göre gecelik cinsel ilişkiler, uyuşturucu, alkol gibi maddelere bağımlılığı arttırıyor; zihinsel /ruhsal
sağlık problemlerini tetikliyor. Alkol ve uyuşturucu benzeri şeylerin, insanların ikili ilişkiler geliştirmesine zarar
verdiği yüzyıllardır bilinen bir gerçek. Aptal olmayanlar kendi çevrelerinden de bunu görüyor olmalılar. Ben kendi
çevremde madde bağımlılığı yüzünden yıkılan iki elin parmağından fazla aile bulabiliyorum ne yazık ki.

2013 yılındaki bir başka araştırma ise evlilik dışı cinsel ilişkinin, toplumda babası olmadan büyüyen kız
çocuklarının artmasına sebep olduğunu gösteriyor. Dahası, babası olmadan büyüyen kız çocukları ihtiyaç
duydukları güven ve onaylanma duygusunu dışarıda cinsel çekiciliklerini kullanarak gidermeye çalışıyorlar. Eh,
bu davranışın getireceği sonuçları söylemeye gerek var mı? O yüzden eğer bu yazıyı okuyan bir anne babaysanız —
ki değilseniz bile olasılıkla ileride olacaksınız— bunları lütfen göz önünde bulundurun. Çocuğunuza, yakınlarınıza
bunları öğretin. Toplumumuzun dirliği, doğrudan bizlerin ahlaklı bireyler olarak birbirimize tutunmamıza bağlı.

Sonuç olarak özetlersek feminizmin cinsel özgürlük adı altında aile ve evlilik kurumuna açtığı savaş sonucunda
insanların sorumluluk almaktan kaçarak günlük cinsel ilişkiler yaşaması toplumun geneline yayılan bir bozukluk
haline geldi. Bunun kısa dönem etkileri özellikle kadının ve erkeğin hem beden hem ruhsal sağlığının bozulması,
madde bağımlılıklarının artması, sağlıklı ikili ilişkiler kurabilmenin gitgide imkansızlaşması, uzun dönem etkileri
ise toplumun çözülmesi sonucunda yıkılması olacaktır.

Onuncu Bölüm: Çözümler


Son bölümde yazar çözüm önerilerini sunuyor. Fakat buna da kötü bir haber vererek başlıyor: Batıdaki devletlerin
tamamı ve bu devletlerin mahkemeleri feminizmin etkisi altında. Eğitim sistemi, sağlık sistemi tamamen onların
kontrolünde. Bizim ülkemiz için durum nedir, tam bilemiyorum.7 Fakat kendi kültürümüzü yitiriyor oluşumuz ve
doğada hiçbir alanın boş kalmayacağını yasasını birlikte düşündüğümde, bu kaybolan kültürün yerine başka bir
kültür geçeceği açık. Arif olana bu işaret yeter sanıyorum. En basitinden geçenlerde çıkan yalnızca kadınlara özel
üniversite haberlerini hatırlayın. Veya her gün okuduğunuz “şiddet” haberlerini. Fakat yakın zamandaki en iyi
örnek için patronları tarafından Beşiktaş’ta şiddete uğrayan üç kişinin haberidir sanıyorum. Olayda hem kadın
hem de erkek çalışanlar şiddet görmelerine rağmen, kimi gazeteler “Meydan Beşiktaş’ta kadın çalışan, mal sahibi
tarafından darbedildi” şeklinde başlık attılar. Oysa o videoda hem kadının hem de iki erkeğin dayak yediği açıkça
gözüküyordu. Fakat feminizm böyledir, insanı gözünün önündeki gerçeğe karşı kör eder. Erkek dayak yerse, bir
haksızlık yoktur. Erkektir, dayak yemek görevidir. Ama kadın dayak yerse, dünya ayağa kalkmalıdır. Çünkü
“kadına şiddete hayır”dır, ama “erkeğe şiddete evet”dir.

İyi haber olarak kimi ülkelerde erkeklerin bu durumun farkına vardığını ve harekete geçtiğini bildiriyor.
Feminizmin etkisi altındaki ülkelerde doğum oranları düşüyor, evlilik oranları düşüyor. Biraz istatistik okumayı
biliyorsanız bu verilere internetten ulaşabilirsiniz. Ülkemizde de neredeyse her iki kişiden birinin ilk beş yıl
içerisinde boşandığını TÜİK verilerinden görebiliyoruz. Bu göstergeler bir toplumun çökmekte olduğunun
göstergeleridir.

Çözüm önerileri ile ilgili olarak kısa dönemde yapılabilecek şeyleri sayıyor. Bunlar arasında ön sıralarda feminist
baskıya direnip her fırsatta feminist yalanları deşifre etmek geliyor. Yazar, bunu yaparken anonim bir şekilde
yapmayı öneriyor. Buna gerekçe olarak feministlerin, kendi karşıtlarına karşı ahlaksız davranışlarını veriyor.

Bunun dışında feminist olduğunu anladığınız kişi ve kuruluşlara hiçbir şekilde yardım etmemeyi, onlara para
kazandırmamayı öneriyor. Öyle ki, eğer iş yeriniz feminist bir iş yeriyse, mümkünse işinizi bile değiştirmeniz
gerektiğini söylüyor.
Son olarak bu konuda benzer düşünen kişilerin bir araya gelip birlik içerisinde hareket etmelerini öneriyor. Bu ve
benzeri şekilde düşünen kişilerin azınlık olmadığını, yalnızca sessiz olduklarını söylüyor. Bu kişilerin bir araya
gelmesiyle tıpkı feministlerin yaptıkları gibi birbirlerini eğitmelerinin, desteklemelerinin, korumalarının mümkün
olacağını hatırlatıyor.

Sonuç Yerine: Bakış Açımızı Genişletelim


Tüm bu yapılanların, yapılmaya çalışanların hedefi nedir? Bunu bilebilmek için çok fazla soru sormamız
gerekiyor. Mesele kadın ve erkeklerin eşitliği mi? Öyle bir eşitlik var mı? Eşitlik olması mı gerekiyor? Eşitlik
nedir? Mesele mutluluğumuz mu? Kadın ve erkeklerin toplumsal hayatta rollerini yer değiştirsek, mutlu mu
olacaklar? Mesele özgürlüğümüz mü? Özgürlük nedir? Her istediğimi hesap vermeden yapabilmem özgürlük
sayılır mı? Tüm yaptırım korkusunun üzerimizden atılması, özgürlük mü olacaktır?

Mesele bunların hiçbiri değil. Bu ve benzeri sorular, bu şekilde sorulmaları durumunda sekiz milyar insanın
oyalanarak bir sonraki güne kendisi için gerçekten önemli olan hiçbir şeyi düşünmeden geçebilmesi için önlerine
koyulan ekseriyeti gereksiz sorulardır.

Mesele iyilik meselesidir. Allah ve iyilik, insanların yalnızca çıkarlarına hizmet etmeleri durumunda ağızlarına
aldıkları iki kelimeye dönüştü ve gerçek anlamları unutuldu. Özgürlük için, eşitlik için, mutluluk için diye bir
şeylerin peşinde sürükleniyoruz. Bu peşinde sürüklendiklerimiz iyilik için mi diye umursamıyoruz. Oysa bize
Allah’a eşkoşmanın en büyük günah olduğu söylenmişti. O zaman neden hesap kitabımızı bunun ışığında
yapmıyoruz? Neden bir değişiklik yapacağımız zaman “Bu iyiliğe hizmet eder mi?” sorusunu esas almıyoruz?

İnsanların bu dünyada ne için yaşadıklarını, neyi hedeflediklerini, yaşamlarının ne işe yaracağını düşünmeleri
gerek. Hayatta bundan daha önemli bir konu mu var? Bunu düşünmeden sorulan ve cevaplanan soruların
hedeflerini doğru vurabilmeleri çok zor görünüyor. Oysa tartışma bu nirengi noktasından çıkarılıp saçma sapan ve
yıkıcı yerlere getiriliyor. Bu bağlamda kadın-erkek konusunda da hareket noktasının iyilik konusu olması
gerektiğini düşünüyorum.

Benim saptayabildiğim kadarıyla Türk toplumu olarak bu nirengi noktasından uzaklaşmış olmamızın en büyük
nedenlerinden biri küreselleşme ve modernleşme zokasını yutmuş olmamız. Şu anda dünyada kurulu olan
medeniyetin bir evrimin sonucunda oluştuğunu, bu evrim sürecinin sonunda yeni bir yaşam biçimi oluştuğu
gerçeğini umursamıyoruz. Bu yaşam biçiminin yaşamaya değer olup olmadığı, bu yaşama biçiminin sonumuzu
getirip getirmeyeceği ile ilgili sorularımız yok gibi gözüküyor. En basitinden çıkıp “yahu modernlik dediğiniz,
Avrupa kültürü ile Hıristiyanlık arasında giren mesafedir. Bize ne bundan?” diyemiyoruz. Kuran’ın toplumları yok
olmakla gözdağı verdiği ayetlere konu olan toplumlar arasına mı giriyoruz diye dertlenen insan sayısı çok az
gözüküyor. Kendini akıntıya bırakmayan belki de bir avuç insan ancak var. Geri kalan herkes akıntıya kapılmanın
verdiği vurdumduymazlık duygusuyla savrulmaya devam ediyor.

İnsanlık tarihinin son bir iki yüzyılı devasa bir deney niteliğinde. Daha önce hiç denemediğimiz şeyleri
deneyimliyoruz. İnanılmaz hızlı değişen bir düzende hayatta kalıyoruz. İnsan ilişkileri hiç olmadığı kadar hızlı bir
şekilde inşa edilip tekrar yıkılıyor. Bunun yaşamımız açısından doğurduğu sonuçlar yeterince önemsenmiyor.
İnsanın tarihini okuduğunuzda hiçbir zaman bu denli hızlı değişimler içerisinde yaşamadığımızı görebilirsiniz.
Şimdi bunun verdiği özgüvenle binlerce yıl içerisinde yerleşmiş yaşama biçimimize bu denli hızlı değişimler
yapmanın sonucunu kim öngörebilir? İnanılmaz derecede artmış olan ruhsal sorunlar size bir şeyler haykırmıyor
mu?

Acaba yaşam amacımıza ters olan bir şeylerin peşinde miyiz? Acaba büyük bir hevesle inşa edip devam
ettirdiğimiz medeniyetimiz, kendi ellerimizle sonumuzu hazırlıyor olmamızın hem nedeni hem de sonucu mu?

Dipnotlar

1. “They use their opposition to this mythical patriarchy as justification for every feminist act, even though
there’s never been any objective evidence that such an oppressive gender-based cabal exists anywhere in
history outside of Islam.” 
2. National Organization for Women 
3. “Since marriage constitutes slavery for women, it is clear that the women’s movement must concentrate on
attacking this institution. Freedom for women cannot be won without the abolition of marriage.” 
4. The Real Root Causes of Violent Crime: The Breakdown of Marriage, Family and Community, Patrick F. Fagan

5. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1854883/ 
6. Güzel bir örnek için şu filme bakılabilir: Kopma (Detachment) 
7. Ülkemizin mahkemelerdeki durum hakkında bilgi edinmek için, bir hakim tarafından yazılmış Erkeğin
İtibarsızlaştırılması kitabını okuyabilirsiniz. 

Bu yazı Kitap İncelemesi kategorisine gönderilmiş ve feminizm, kitap tavsiyeleri, modernlik, sekülerlik ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

WordPress ile güçlendirilmiştir.

You might also like