You are on page 1of 250

Ekonomistlerle

Sohbetler

Doç.Dr.Aysel GÜNDOĞDU

1
A. Mahfi EĞİLMEZ, Dr.

Ali AĞAOĞLU

Arda TUNCA

Atilla YEŞİLADA

Bilin NEYAPTI, Doç.Dr.

Emre ALKİN, Prof.Dr.

Erhan ASLANOĞLU, Prof.Dr.

İzzettin ÖNDER, Prof.Dr.

Mehmet Hasan EKEN, Prof.Dr.

Murat SAĞMAN

Özlem Derici ŞENGÜL

Sabri Burak ARZOVA, Prof.Dr.

Sadi UZUNOĞLU, Prof.Dr.

Selva DEMİRALP, Prof.Dr.

Şant MANUKYAN

Zahide Onaran AYYILDIZ, Doç.Dr.

2
Editör Hakkında

Doç. Dr. Aysel GÜNDOĞDU, 1985 yılında doğdu. İlköğretim ve liseyi İzmir ’de bitirdi. 2007
yılında Marmara Üniversitesi Sermaye Piyasası bölümünde lisans eğitimini tamamladı.
Öğrenciliği esnasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası,
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda staj yaptı. 2007–2010 yılları arasında finans
sektöründe analist olarak çalıştı.

2010 yılında Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü Sermaye Piyasası ve


Borsa bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamlayan Gündoğdu, ardından aynı Enstitüden
Bankacılık Anabilim Dalında doktor unvanını aldı. 2018 yılında finans alanında doçentliğini
alan Gündoğdu, halen İstanbul Medipol Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri
Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Gündoğdu’nun bankacılık ve finans alanında yayınlanmış 16 kitabı, 100’ü aşkın uluslararası


ve ulusal makale ve bildirileri mevcuttur. Aynı zamanda Banka ve Sermaye Piyasası
Araştırmaları Dergisi'nin editörü olan Gündoğdu’nun çalışma alanı finans, yatırım ve
davranışsal ekonomidir.

3
Önsöz

Ekonomi bilimi sayısal analizler ile objektif, psikolojik analizler ile sübjektif bir çalışma
alanıdır. Bunlara ek olarak ekonomi biraz da deneyimlerden yola çıkarak analiz
yapmaya müsait. İşte bu kitap, akademik ve sektörel deneyime sahip ekonomistler ile
Dünya ve Türkiye ekonomisine dair görüşleri ile oluştu. Onların bakış açısı, tarihsel
gelişim içerisindeki gözlem yetenekleri, Dünya’nın ekonomik gidişatından işsizlik ve
orta gelir tuzağın sorununa, yapay zekâ gelişiminden endüstri 4.0 sürecine kadar birçok
soruya cevap verdi. Ekonomistlerin yatırımcılara ve ekonomist adaylarına tavsiyelerinin
de yer aldığı kitapta aklınıza takılan sorulara cevap bulacağınızı düşünüyorum.

Çalışmaya destek veren tüm ekonomistlere değerli vakitlerini ayırdıkları için teşekkürü
bir borç bilirim. Kitap henüz fikir aşamasında iken beni cesaretlendiren ilham kaynağım
sevgili Hocam Dr. Mahfi Eğilmez’e ayrıca teşekkür ederim.

4
Dr. A. Mahfi EĞİLMEZ

Dr. Eğilmez, iktisat ve maliye lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler


Fakültesinde, doktorasını kamu maliyesi alanında Gazi Üniversitesi’nde tamamladı.

Maliye Bakanlığında Maliye Müfettişi, Hazine Müsteşarlığında daire başkanı, genel


müdür yardımcısı, genel müdür, müsteşar yardımcısı ve müsteşar olarak görev yaptı.
Bu görevleri sırasında Dünya Bankası ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın Türkiye
adına guvernörlüğü görevini üstlendi. Hazine Müsteşarı iken kamu kesiminden ayrıldı
ve özel kesime geçti. Çeşitli finans kuruluşlarının yönetim kurulu başkan ve
üyeliklerinde bulundu, Yeni Yüzyıl ve Radikal Gazetelerinde köşe yazıları yazdı,
İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak
dersler verdi, CNBCe ve NTV televizyonlarında düzenli ekonomi yorumları yaptı.

Halen Altınbaş Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.

Eğilmez'in yayımlanmış 18 kitabı ve çeşitli dergilerde yayımlanmış çok sayıda makalesi


bulunuyor.

5
Değerli Hocam, Türkiye’de kitaplarınız ve blog yazılarınızla finansal okuryazarlığı
ilerletmiş bir iktisatçısınız. Sizin objektif, bilimsel düşüncelerinize ihtiyacımız olduğu
bir süreçteyiz. Öncelikle Dünya ekonomisinin geleceği hakkındaki düşünceleriniz
nelerdir?

Dünya ekonomisinin 2008 ortalarından itibaren girdiği küresel krizden çıkma


konusunda oldukça yol almış olmasına karşın henüz tam bir çözüme ulaşamadığı
görülüyor. En hızlı ve tutarlı toparlanmayı sağlamış görünen ABD ekonomisi bile hala
kırılgan ve hassas durumda bulunuyor. Avrupa’dan veya Uzakdoğu’dan kaynaklanacak
bir krizin ABD ekonomisini de etkileyebilecek olması henüz tam ve kalıcı bir
düzelmenin yaşanmadığını ortaya koyuyor.

Avrupa, bütün çabalara karşın kırılganlığı atlatabilmiş durumda değil. O nedenle parasal
gevşemeye devam etme aşamasına geri dönmeye karar verildi. Uzakdoğu’da en ciddi
sorun Çin’de görülüyor. Çin birçok açıdan sorunlu durumda. Neredeyse bütün toplum
birbirine borçlu. Cari fazlaya, düşük dış borç yüküne ve düşük bütçe açığına karşılık
Çin’de borçların toplamı GSYH’nin 2,5 katı dolayında bulunuyor. Bugün için dünyada
ortaya çıkabilecek bir krizin de ilk olarak Çin’den başlayabileceği tahmin ediliyor.
World Economic Forum’un 2019 yılı Ocak ayında Davos toplantıları öncesinde 800
büyük firmanın CEO’su ile yaptığı ankette 2019 yılında küresel sistem için en ciddi
tehdidin resesyon olduğu görüşü ortaya çıktı.

Krizler hiçbir zaman sonsuza dek sürmüyor. Bu kriz de geçecek kuşkusuz.


Geleceğe ilişkin en önemli mesele değişen paradigmaya uygun bir ekonomik modelin
ne kadar sürede ortaya çıkacağı sorusunda yatıyor.
Bazen böyle bir model değişimi tam olarak yeni Her büyük kriz bir
paradigmanın yapısına tam olarak uyamıyor. O paradigma değişimi
sonucunda ortaya çıkıyor.
zaman bir süre sonra yeni bir kriz yaşanması
Ne var ki ekonomik sistem
kaçınılmaz oluyor. Örneğin 1873 Uzun Depresyonu bu değişime hemen ayak
sonrasında değişen ekonomik model (klasik ekonomi uyduramıyor.

modelinden neoklasik modele geçiş) değişen

6
paradigmanın altyapısına uygun bir düzenleme getirememiş ve sistem 1929’da yeni bir
krize girmişti. Bu kez paradigma değişimi sermaye hareketlerinin serbest kalmasıyla
ortaya çıktı. Henüz ekonomik model bu değişime ayak uydurabilen bir çerçeveyi
geliştirebilmiş değil. Önümüzdeki dönem bu meseleyle uğraşılarak geçirilecek gibi
görünüyor.

Hocam bu yeni ekonomik model arayışı içerisinde Türkiye’nin durumunu sormak


istiyorum. Sizce ülkemizi uzun vadede neler bekliyor?

Türkiye ile ilgili olarak gelecek için yapılan tahminlerde görebildiğim kadarıyla belirli
bir dönemin büyüme ortalaması ele alınıp bu ortalama geleceğe uzatılıyor ve tahmin
buna göre yapılıyor. Bence burada anahtar soru Türkiye’nin yapısal reformları yapıp
yapmayacağı sorusudur. Türkiye eğer herkesin adalet karşısında eşit olacağı bir hukuk
reformu, tümüyle bilime dayalı bir eğitim reformu, çağdaş demokrasinin kurum ve
kurallarını yerleştirecek bir siyasal partiler ve Anayasa reformu, kayıt dışılığı denetim
altına alacak ve dolaylı vergilerin ağırlığını azaltacak bir vergi reformu, teşviklerin
doğru kullanılacağı ve cari açığı düşürmeyi sağlayacak bir ekonomi reformu, kamu
giderlerinin denetlenebilirliği ve şeffaflığını sağlayacak bir harcamalar reformunu
yapamazsa 2020 yılında bundan daha iyi bir konumda olamaz. Hatta büyük olasılıkla
daha kötü bir konumda olabilir. Bu reformları yaşama geçirebilirse hızla kalkınır ve
gelişmiş ekonomiler arasına katılabilir.

Hocam Türkiye ile ilgili sorunlardan biri de orta gelir tuzağından çıkamaması.
Bunun sebepleri nelerdir?

Bu sorunun yanıtı da bir önceki soruyla bağlantılı. Türkiye, yapısal reformları


yapamadığı için orta gelir tuzağından çıkamıyor. Türkiye, çok partili yaşama geçtikten
sonra üç kez atılım yaptı. İlki 1950’lerde Demokrat Parti zamanında yapıldı. Tarım
sektöründe makineli üretime geçildi, çiftçi desteklendi ve sonuçta üretim arttı. O
dönemde büyük ölçüde bir tarım ekonomisi olan Türkiye bu atılımlarla hızlı bir büyüme
ivmesi yakaladı. Ne var ki bunu bir sonraki aşamaya, sanayileşmeye taşıyamadı. İkincisi

7
1980’lerde Özal döneminde yapıldı. Türkiye, o zamana kadar uyguladığı ithal ikamesine
dayalı sanayileşme modelini terk ederek ihracata dayalı sanayileşme modeline geçti.
Piyasaların serbestleştirilmesine dayalı bu yeni modelle eksik olan altyapısını
tamamlamaya yöneldi. Bu dönemde ihracat arttı, sanayi ürünleri üretimi arttı. Buna
karşılık sanayide katma değer artırılamadı, yüksek teknolojiye dayalı üretim
geliştirilemedi, marka yaratılamadı. Üçüncü atılım AKP iktidarı sırasında yapıldı. 2001
krizini izleyerek başlayan IMF programı AKP iktidarınca aynen sürdürüldü. Bu
dönemde bankacılık sistemi baştan aşağıya reforme edildi, yeniden yapılandırıldı, kamu
mali disiplinini sağlayacak adımlar atılarak bütçe açıkları düşürüldü, kamu borçlanması
azaltıldı, faizlerde düşüş sağlandı. Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri başlatıldı,
birçok alanda buna uygun düzenlemeler
yapıldı. Ne var ki Türkiye bütün bu Bugün Türkiye’nin içinde
bulunduğu durum kuralları olan ama
adımları 2010’dan itibaren terk etmeye
uygulanmayan bir demokrasi (ahbap
yöneldi ve sistemi eskisine göre çok daha çavuş demokrasisi) ve bir ahbap
demokrasiye uzak bir hale getirdi. çavuş kapitalizmidir. Böyle bir
yapıyla atılım yaparak ekonomiyi
geliştirmek ve orta gelir tuzağından
çıkarmak mümkün
görünmemektedir.
Yapısal reformların gündeme
gelmesinde payınız çok büyük Hocam.
Blog yazılarınızda yer alıyor ama ben bir kez de kitabımız için konuyu toparlamanızı
rica edeceğim. Nedir bu yapısal reformlar?

Türkiye’nin ihtiyacı olan yapısal reformlar üç başlıkta toplanabilir: Siyasal reformlar,


sosyal reformlar, ekonomik reformlar. Bunlardan ilk ikisindeki önemli alt başlıkları
sıralayalım, üçüncüsünün ayrıntılarına girelim.

Türkiye’nin siyasal alanda yapması gereken yapısal reformlar Anayasa değişikliği ile
başlamak durumundadır. Bu değişiklikler yapılırken sistemi, batı ülkeleri düzeyine
çıkarabilmek için demokrasiyi, özgürlüğü, düşünce özgürlüğünü, hoşgörüyü, kişi
haklarının korunmasını, en üst düzeye çıkaracak ve kısıtlamaları savaş hali gibi çok
zorunlu hallerle sınırlı tutacak düzenlemeler yapılması gerekiyor. Anayasa, kuvvetler
ayrımını tam olarak vurgulamalı, yasama, yürütme ve yargı erklerinden birinin ötekine

8
üstünlüğünü önleyecek bir yapıda olmalıdır. Anayasa değişikliğini izlemesi gereken
reform seçim sisteminin ve siyasal partiler sisteminin düzenlenmesi olarak karşımıza
çıkıyor. Seçim sisteminde baraj uygulamasının kaldırılması şart görünüyor. Siyasal
partiler kanununda paralel değişiklikler yapılması, milletvekilliğinin (en fazla iki kez
seçilmek gibi) süre sınırlandırılmasına tabi tutulması, lider egemenliğini ve milletvekili
dokunulmazlıklarını kaldıracak düzenlemelerin yapılması gibi birçok konu bu
çerçevede sayılabilir.

Türkiye’nin bugünkü eğitim sistemini köklü olarak değiştirmesi ve eğitimde tümüyle


bilimin egemen kılınmasından başka çare bulunmuyor. Türkiye ne yazık ki bu alanda
30 – 40 yıl öncesine göre çok daha geriye gitmiş bulunuyor. Eğitim sisteminde 30 – 40
yıl önceki sisteme geri dönsek ve o sistemi günün koşullarına göre revize etsek bu alanda
yapısal reform yapmış sayılabiliriz.

Ağır ve siyasal baskıya açık olarak çalıştığından şikâyet ettiğimiz adalet sistemini
kaliteyi de artıracak biçimde hızlandırmak için hâkim, savcı ve mahkeme sayısını
artırarak daha hızlı sonuç alınacak ve siyasal etkilerden bağımsız kılınacak bir adalet
sistemi kurmak hukuk alanında yapısal reform olarak değerlendirilebilir. Hâkim ve
Savcılar Kurulu tümüyle siyasal iktidar dışında kendi mesleki sınırları çerçevesinde
sistemi, atamaları, terfileri yönetecek hale getirilirse bu alandaki tartışmalar önemli
ölçüde sonlanmış olabilir. Bu iki alanda gerekenler yapılabilirse diğer sosyal reform
konuları bunların ardından yavaş yavaş tamamlanabilir.

Büyümenin ithalâta bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi: Türkiye,


2000’lere kadar bütçe açığını, 2000’ler sonrasında ise cari açığı itici güç olarak
kullanmış ve bu itici güçle büyümüştür. Yani açık vermeden büyüyemeyen bir ekonomi
görünümündedir. Bu görünümden kurtulmak yani açık vermeden büyüyebilmek için iki
yol var: İç tasarrufları artırmak veya üretimin ithalâta dayalı yapısını yerli girdilere
yöneltmek. Her ikisi de zaman alıcı ve biraz can acıtıcı önlemleri gerektirse de tıpkı
deprem önlemi gibi mutlaka yapılması gereken şeylerdir. Eğer bu iki önlem alınıp da
yapısal reform yapılamıyorsa o zaman tek çare büyüme hızını potansiyel büyüme düzeyi
olan yüzde 5’lere düşürmektir. Demek ki bu alanda yapısal reform yapamamanın

9
maliyeti daha yavaş büyümek olacaktır. Bunun maliyeti ise işsizliğin
düşürülememesinden başlayan birçok başka sorun olarak karşımıza çıkacaktır.

Ben bu alanda ‘kısmi ve geçici ithal ikamesi’ yaklaşımını ortaya atmıştım. Bu yaklaşımı
ithal mallarından burada da aynı fiyata üretilebilecek olanları geçici süreyle teşvik
ederek maliyetini düşürmek şeklinde özetleyebilirim. Bunu yapabilmek için öncelikle
sanayi ürünlerinin envanterini çıkararak maliyet, vergi, satış fiyatını sıralamak, sonra
bunları dünya fiyatlarıyla kıyaslamak ve hangilerinde teşvik yapılacağını belirlemek
gerekir. Türkiye’nin teşvik sistemini baştan aşağıya yeniden kurması, cari açığı
düşürmeye yönelik bir teşvik sistemine geçmesi şarttır. Buradaki kritik nokta fiyat
olarak rekabet edemeyeceğimiz ürünleri burada üretmeye kalkışarak kaynak tahsisinin
bozulmasına yol açmamaktır.

Bütçe gelirlerinin konjonktürel etkilerden mümkün olduğunca arındırılması: Bu konuda


atılması gereken ilk adım vergi sisteminin KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilere dayalı
olmaktan çıkarılmasıdır. Vergi sisteminin, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi dolaylı
vergilerle gelir ve kurumlar vergisi gibi dolaysız vergiler arasında dengeli ağırlıkları
içeren bir yapıya dönüştürülmesi gereklidir. Bu değişiklik öncelikle adil bir
vergilemenin yerleştirilebilmesi için gereklidir. Çünkü dolaylı vergiler düşük gelirliden
oransal olarak daha yüksek vergi alınmasına yol açar. Bu dönüşüm ayrıca ithalât artışına
bağımlı vergi geliri artışlarından uzaklaşmamızı sağlayacağı için de önemlidir. Bugünkü
durumda ithalat (dolayısıyla cari açık) arttıkça vergi gelirleri de artmakta, dolayısıyla
bütçe açığı azalmaktadır. Bu ikili arasındaki ters ilişkiyi mümkün olabildiğince kırmak
gerekir. Bu reformun bir başka yararı da kayıt dışılığı önlemesinde ve GSYH
hesaplarının gerçeği göstermesinde görülecektir.

Enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması: Enerjimizi


dışarıdan ithal ettiğimiz için cari açığa olumsuz katkı yapan bu ithalât kalemini azaltıcı
önlemleri almamız gerekiyor. Bu konuda yapılabilecek işler ötekilere göre daha sınırlı
görünüyor. Petrol ve doğal gazımızın olmaması ya da ticari boyuta taşınacak düzeyde
bulunmaması alternatif enerji üretimi kaynaklarına yoğunlaşmamızı gerektiriyor. Bu
alanda güneş ve rüzgâr enerjisi, biyoenerji alanlarında yoğunlaşmanın yanı sıra nükleer

10
enerjiyi de planlarımızın içinde tutmamız ve bu
yolda adımlar atmamız gerekli görünüyor. Cari Tarım sektörü son dönemde
açığımızın çok önemli bir bölümünü enerji ciddi ivme kaybı içinde. Bu
faturası tuttuğu için bu alanda yapılabilecek ivme kaybı köyden kente
küçük düzeltmelerin bile katkısı olacağını neredeyse sürekli hale
düşünüyorum. getiriyor. O nedenle tarım
sektörünü baştan aşağı ele
Merkez Bankası ve diğer bağımsız kurumların
alacak yeni düzenlemelere
gerçek anlamda bağımsız hale getirilmesi için
ihtiyaç var.
yasalarında gerekli güçlendirici düzenlemelerin
yapılması gerekiyor. Bunlara ek olarak bazı
kamu kurumlarına da bağımsızlık verilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bugün
en çok tartışılan konulardan birisi TÜİK tarafından yayınlanan istatistiklerdir. Halkın
başta işsizlik ve enflasyon verileri olmak üzere TÜİK tarafından yayınlanan verilere
güveni yoktur. O nedenle TÜİK’e net bir biçimde bağımsız bir statü tanınması itibar
iadesi anlamında yararlı olacaktır. Vergi Müfettişlerine de bağımsız bir statü verilmesi
çok önemlidir. Vergi incelemelerinin ve bunlara dayanılarak salınan ek vergi ve
cezaların objektif olduğuna halkın inandırılması için bu adımın da gerekli olduğu
kanısındayım.

Hocam, Türkiye ekonomisinden Dünya’ya geri dönelim. Dilerseniz Çin ile


başlayalım. 2000’li yıllara damgasını vuran Çin’in Dünya’nın bu gidişatında yeri
nedir?

Çin’in yükselişi Mao Zedong’un ölümünden sonra yerine geçen Deng Xiaoping ile
1970’lerin sonunda başladı. Deng Xiaoping, yüzlerce yıldır dışa kapalı olan Çin’i dış
dünyaya açma kararı aldı ve bunu hızla uyguladı. Zaman içinde Çin bu açılışla birlikte
yavaş yavaş dünya ile rekabet edebilecek ürünler üretmeye başladı. Bu gelişim giderek
hızlandı ve Çin dünyanın neredeyse üretim merkezi haline geldi. Bu hızlı değişim Çin’in
ihracatında rekor artışlar getirdi ve bu yolla Çin’in ekonomik büyümesi de giderek

11
hızlandı. Küresel krize gelinceye kadar Çin yılda ortalama yüzde 10 büyüme hızına
ulaştı ve gelişmiş ekonomilerle arayı kapatmaya başladı.

Küresel krizle birlikte özellikle Çin’in ihracatının en büyük muhatabı olan ABD ve
Avrupa’nın krize girmesiyle ithalatı düşürmeleri Çin’in ihracatının ve dolayısıyla
büyüme hızının düşmesine yol açtı. Bugün Çin’in ekonomik geleceği konusu oldukça
karışık görünüyor. Çin, bir yandan son derecede yaratıcı, yeni buluşlara açık bir
ekonomi bir yandan da dünya ticaretindeki düşüşten en fazla zedelenen bir yapı içinde
bulunuyor. Bunlara ek olarak ADB Başkanı Trump’ın Çin mallarına karşı başlattığı
ticaret savaşı da Çin’in ihracatını olumsuz şekilde etkiliyor. İç talebin yüksek olmadığı
ülkenin ihracattaki ivme kaybı büyüme ortalamasını yüzde 6’lara kadar düşürüyor. Ki
birçok ülke açısından inanılmayacak kadar iyi sayılacak bu oran Çin açısından oldukça
düşük bir oran olarak kabul ediliyor.

Bütün bunlara karşın Çin’in eski hızında olmasa da güçlü bir biçimde yoluna devam
edeceğini bekliyorum.

Çin’den bahsetmişken ABD’ye değinelim isterseniz. ABD’nin ekonomi politikasını


nasıl buluyorsunuz?

ABD, küresel krizle birlikte genişleyici bir para politikası izledi. Bu politika 1929’da
izlenen genişleyici maliye politikasının para politikası versiyonu olarak kabul edilebilir.
Genişleyici para politikası aslında para basarak ekonomiyi canlandırma yaklaşımının
farklı bir biçimi. Bu uygulama ekonomide başarılı sonuçlar verdi ve ABD ekonomisi
uzun sayılabilecek bir dönemin sonunda krizden çıkma aşamasına ulaştı. Ekonomi,
potansiyel büyüme (yüzde 2,5) oranını ve doğal işsizlik oranını (yüzde 4) yakaladı.
Sistem, enflasyon için de ideal oran olarak belirlenen yüzde 2’lik hedef dolayında
bulunuyor. Buna karşılık sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonucu dünya
ekonomilerinin birbiriyle iç içe girmiş olması dolayısıyla kriz bulaşıcılığı da en üst
düzeye tırmanmış bulunuyor. Dolayısıyla ABD ekonomisinin tek başına toparlanması
önemli olsa da sürdürülebilirlik açısından yeterli görünmüyor.

12
ABD’de politika yapıcılar, özellikle de ABD Merkez Bankası FED, bu durumu dikkate
alarak kendi toparlanmalarının yanında dünyayı da kollayacak bir ekonomi politikasına
yönelmiş bulunuyor. Bu yaklaşımın doğru olduğu düşünüyorum. Çünkü Avrupa, Çin ya
da gelişmekte olan ekonomilerin önemli bir bölümünde ortaya çıkabilecek bir krizin
dünyanın geri kalanını ve dolayısıyla ABD’yi etkilemesi bugün, düne göre çok daha
mümkün.

Bu durumda ABD’nin ve özellikle de FED’in uygulayacağı politikanın bir yıl öncesine


göre daha yumuşak bir faiz ve parasal sıkılaşma çerçevesi içinde gideceğini tahmin
ediyorum. Bu tür bir yaklaşımın da doğru olacağını düşünüyorum.

ABD ve Çin’in öncülük ettiği yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkiler
sizce?

Üretim bin yıllar boyunca asıl olarak emeğe dayalı


Dünya farklı bir yere olarak yürütüldü. Sanayi devriminden sonra yaklaşık
doğru gidiyor. 250 yıldır sermaye ile emeğin birlikte bulunduğu bir
Geleceğin dünyası
bugünün dünyasından çerçeve ortaya çıktı. Gelişmekte olan ekonomilerde
oldukça farklı olacak. emek yoğun, gelişmiş ekonomilerde sermaye yoğun bir
Her şeyden önce
üretim yapılır oldu. Gelişmekte olan ekonomilerde bazı
üretimin yapısı
değişecek. sektörlerdeki üretim de sermaye yoğun bir yapıya geçti.

21’inci yüzyılda bu yapıda da değişiklik olmaya başladı. Emek ve sermayenin yanına


hatta bazen onların yerine yapay zekâ ve robotlar girmeye başladı. Böylece başlıca iki
üretim faktörüyle yürüyen üretimde bir üçüncü faktör ortaya çıktı. Geleceğin
dünyasında yapay zekâ ve robotlar büyük olasılıkla emeğin yerini almaya başlayacak.

Böyle bir dünyada emeğin kaybolması değil yeni bazı mesleklere dönüşmesi söz
konusu. Geleceğin dünyasında üretimle ilgili meslekler iki kategoride toplanacak gibi
görünüyor:

13
(1) Rutin denetimleri, raporlamayı yapacak, sistemin işlemesini sağlayacak meslekler,
(2) Sistemin yönetimini yapacak meslekler. Bunlardan ilki fazla sofistike bir eğitim ve
yüksek kalite istemese de ikinci grup oldukça yüksek kalite isteyen meslekler olacak. O
nedenle eğitimin de buna göre yön değiştirmesi gerekiyor.

Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne olur?

Başta Çin ve Kore olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinin büyük bir atılım içine girmesi
ABD ve Avrupa’da ciddi bir endişe yarattı. Bu endişe teknolojik üstünlüğün
Uzakdoğu’ya kaptırılması endişesiydi. Bu gelişime dur demeye karar veren ilk ülke
Almanya oldu. 2011 yılında yapılan Hannover Fuarında Almanlar, Endüstri 4.0
Projesini ortaya attılar. Bu proje üretimin yeniden örgütlenerek boyut değiştirmesi ve
tümüyle tüketici odaklı bir üretime geçilmesini hedefliyor. Endüstri 4.0’ın en büyük
amacı, birbirleriyle haberleşen, sensörlerle ortamı algılayabilen ve veri analizi yaparak
ihtiyaçları fark edebilen robotların üretimi devralıp; daha kaliteli, daha ucuz, daha hızlı
ve daha az harcama yapan bir üretim gerçekleştirmektir.

Bugün Almanya, ABD, Çin ve Japonya Endüstri 4.0 üzerinde çalışmaktadır.

Endüstri 4.0 konu olduğunda iki tür ülke söz konusu olacak:

(1) Bu sistemin gerektirdiği makineleri, robotları ve onları işletecek olan programları


yapıp hem kendi üretiminde kullanacak ülkeler,

(2) Bu makineleri, robotları yapan, bunların işletim sistemine ilişkin programları yazan
ülkelerden satın alıp kendi üretimlerinde kullanacak olan ülkeler. Türkiye, büyük
olasılıkla ikinci grup ülkeler arasında olacak. Yani bu makine ve robotları yapan
ülkelerden bunları satın alıp üretimde kullanacak ülkeler arasında.

Kuşkusuz burada asıl parayı makineleri ve robotları yapıp satacak olanlar kazanacak.
Yine de bunları satın alıp üretimin yapısını bu yeni sisteme çevirmek şart gibi
görünüyor, çünkü yapısı değişmiş bir üretimde eski sistemle devam etmek hem çok
maliyetli hem de verimsiz olacak.

14
Hocam biz yine yurt içi piyasalara dönecek olursak TCMB’nin aldığı kararları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Merkez Bankası’nın uyguladığı para
politikasının başarısız olduğunu Altında kaldığı etkiler ne olursa
düşünüyorum. Böyle düşünmemin temel olsun dışarıdan bakan bir göz
nedeni bankanın enflasyon hedeflemesi TCMB’nin başarılı olduğu
uygulamasında hedef aldığı enflasyon ile kanısına ulaşamaz.
yılsonlarında ulaşılan gerçek enflasyon
arasında çok ciddi farklar olması. Üstelik bu farklar giderek artıyor. Tek hedefi olan ve
bu hedefi gerçekleştirmek için elinde gibi etkili araçlar bulunan bir kurumun bu amaçla
yakından tutarlı olmayan sonuçlara ulaşılmış olması durumunda başarılı olarak
değerlendirilmesi mümkün değil. Bununla birlikte Merkez Bankası’nın bu hedefe
ulaşmak için uyguladığı politika araçlarını bağımsız biçimde kullanması ve onu
desteklemesi gereken diğer araçlar arasında tutarlılık bulunması gibi konularda tümüyle
destek görüyor olmadığını da eleştiri yaparken dikkate almak gerekiyor. Bir başka
ifadeyle TCMB büyük olasılıkla kendi seçmediği bir enflasyon hedefine bağımsız
biçimde uygulayamadığı araçlarla ulaşmaya çalışan bir kurum görünümü sergiliyor.

Faiz ve enflasyon arasındaki ilişki çok karıştırılan bir konu. Faiz-enflasyon ilişkisini
bir iktisatçı gözüyle sizden dinleyebilir miyiz?

Faiz – enflasyon ilişkisi tipik bir neden – sonuç ilişkisidir. Zaman içinde bu ikili birlikte
hareket ettiği için neden – sonuç ilişkisi karışır. Bu ikilinin gidişini ortadan bir yerden
kesip baktığımızda hangisinin neden hangisinin sonuç olduğunu karıştırabiliriz. Bu
durumda ilişkinin başladığı noktaya dönüp olayı oradan izlemek bizi yanlış yargılara
varmaktan kurtarır.

Türkiye’de son dönemde yaşanan enflasyonun temelinde talep enflasyonundan çok daha
ağırlıklı olarak maliyet enflasyonu yatıyor. Ne var ki buradaki maliyet, ücret, faiz, gelir
çekişmesi gibi olaylardan değil yükselen kurlardan kaynaklanıyor. Türkiye’de üretimde

15
ciddi bir ithal girdi ağırlığı olduğu için kurdaki artışlar ithal girdilerin pahalanmasına o
da üretimin pahalanmasına yol açıyor ve üretici bu maliyet artışını ister istemez satış
fiyatına yansıtıyor. Bu fiyat artışlarının sürekliliği enflasyon olgusunu yaratıyor.
Türkiye bunu önleyebilmek için döviz girişini artırarak kuru düşürmeye çabalıyor. Bunu
yapmak için de faizi artırmak zorunda kalıyor. Yani Türkiye’de yapılan şey aslında
enflasyonu düşürmek için faizi artırmak değil, enflasyonun da artmasına yol açan kur
yükselişini denetlemek için yapılan faiz artırımı. Dolayısıyla ilişki şöyle oluşuyor:

Kur yükseliyor – Enflasyon yükseliyor – Faiz yükseliyor.

Türkiye’nin AB ile ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz Hocam?

Türkiye’nin Avrupa Birliğinde olması gerektiğini


düşünüyorum. Bunun ekonomik olduğu kadar Türkiye’nin Avrupa Birliği ile
siyasal nedenleri de var. Her şeyden önce uzun bir ortak geçmişi ve
Türkiye, Osmanlı’dan beri yaklaşık 200 yıldır gümrük birliği var. Bunlardan
Avrupalı olmak gibi bir hedefe yönelmiş bir ülke. vazgeçip en baştan yeni bir
Bu idealine ulaşmak için Avrupa Birliğinde ortaklık arayışına girmek pek
olmalı. Öte yandan Türkiye’nin ihracat ve rasyonel bir yaklaşım gibi
ithalatında, turizm gelir ve giderlerinde Avrupa görünmüyor.
Birliği üyesi ülkeler en üst sıralarda yer alıyor.
Bir başka ifadeyle Türkiye’nin ekonomik
ilişkilerinde Avrupa Birliği üyesi ülkelerin çok büyük üstünlüğü var. Türkiye bu
ülkelerle olan ticaretinde başabaş duruma oldukça yakın. Buna karşılık örneğin Şangay
İşbirliği Örgütü üyeleriyle olan dış ticaret ilişkilerinde büyük açıklar veriyor. Bu
durumda rasyonel olanı Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yola devam etmesidir.

16
Ekonomimizde işsizlik çok büyük bir sorun. İşsizliğin önüne geçmemiz için sizce neler
yapılabilir?
Türkiye’de işsizliği arttıran iki konu var. İlki sürdürülebilir büyümenin sağlanamaması
ve dolayısıyla yeni istihdam olanaklarının yaratılamaması sonucunda artan işgücüne
yeterli istihdam alanları açılamaması. İkincisi de ihtiyaca uygun eğitim yerine düşük
kalitede yüksek öğretime ağırlık verilmesi.

Sürdürülebilir büyümenin sağlanması için yatırım ve üretim ortamının düzgün olması


gerekiyor. Bunun da yolu daha önce değindiğimiz yapısal reformlardan geçiyor.
Örneğin hukukun üstünlüğünün, adil bir vergilemenin tesis edilemediği bir ülkede
yatırım arzusu da gelişmiyor.

Eğitim sorunu da yapısal bir değişim ihtiyacını ortaya koyuyor. Özel kesimin aradığı
nitelikte kalifiye personel yetiştiren okullar yerine sürekli genel eğitim veren lise ve
yüksek okulların açılması işsizlik sorununun büyümesine yol açıyor. Bunu önlemek için
kaliteli meslek liseleri açılması gerekiyor.

Son dönemlerde piyasalar çok hareketli. Yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz


tavsiyeler nelerdir?
Sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla girilen küresel sistemde piyasalar eskisine
oranla çok daha oynak ve değişken bir hal aldı. Üstelik ilgisiz görünen bir yerde
çıkabilecek bir krizin hemen piyasalar aracılığıyla yayılması da olasılıklar içine girdi.
Böyle bir ortamda yatırım yapmak oldukça riskli bir durum. O nedenle yatırım
yapmadan önce girilecek piyasayı, koşullarını, çerçevesini, dünyadaki durumunu çok
iyi analiz edip karar vermek gerekiyor. Bunu yaparken riskleri mümkün mertebe
önceden belirleyip yatırımı koruyacak önlemleri almak çok önemli. Tıpkı kur riskini
hedge etmek gibi diğer riskleri de benzer önlemlerle sigortalamak gerekiyor. Bu tür
adılar kuşkusuz kazancın düşmesine yol açacak adımlar ama yatırımın tümünü
kaybetmek yerine baştan bu kayıplarla işe başlamak çok daha sağlıklı.

17
Hocam sizin kitaplarınızı okumuş binlerce iktisat, işletme öğrencisi ve mezunu var.
Bu genç arkadaşlar için tavsiyeleriniz nelerdir? İyi bir ekonomist nasıl olmalı?

Bir kişinin ben iktisatçıyım demesi için analiz yapmayı bilmesi gerekir. Analiz
dediğimiz şey maddi ya da düşünsel bir konuyu parçalarına ayırıp o parçaları
tanımlayarak ve o parçalar arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak sonuca gitmek demektir.
Bu, belki her meslekte tam anlamıyla uzman olmak için gerekli bir niteliktir ama bir
kişinin gerçek anlamda iktisatçı olabilmesi bu yeteneğinin gelişmiş olup olmamasına
bağlıdır. İktisatçı, analiz yeteneğini kullanarak tahmin de yapabilmelidir.

İktisatçı olmak için ekonomi bilimini çalışmış olmak ve analiz yeteneğini geliştirmiş
olmak yetse bile usta iktisatçı olmak için başka şeyler de gerekir. Keynes’in usta iktisatçı
tanımı bu alanda yol gösterici olabilir: “Usta bir iktisatçı…bir dereceye kadar
matematikçi, tarihçi, devlet adamı ve filozof olmalı…Geçmişin ışığında, geleceği
amaçlayarak bugünü çalışmalı. İnsan doğasının hiçbir parçasını, dikkatinin dışına
atmamalı…Bir sanatçı kadar soğuk ve dürüst, buna karşılık bazen bir siyasetçi kadar
dünyaya yakın olmalıdır.”

Bir iktisatçının bunlara ek olarak psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, muhasebe ve hatta
hukuk da bilmesi gerektiği kanısındayım. Beklentilerin sonuçları belirlediği bir çağda
yaşıyoruz. Eskiden beklentilerin ekonomik yaşamda bu kadar etkili olduğu
düşünülmezdi. İletişimin gelişmesiyle birlikte beklentiler ön plana çıkmaya başladı.
Böyle bir ortamda psikoloji ve sosyoloji bilgisi giderek önem kazanıyor. Öte yandan
özellikle ekonomi politikası, içinde bulunulan siyasal sistemin bir parçası olmaya devam
ediyor. Bu durumda siyaset bilimiyle ilgilenmek, analiz sonuçlarına göre siyasetin
olumlu ya da olumsuz katkılarını irdeleyebilmek açısından önemlidir. Muhasebe bilgisi,
gerek milli gelir hesaplarında gerekse mikroekonomide firma analizinde sayısız yararlar
sağlayacak bir bilgi kümesi. Hukuk bilgisi ise içinde bulunulan çerçeveyi tanımak ve
önerileri ona göre yapmak açısından önemli. 'Tarih tekerrürden ibarettir' diye bir söz
vardır. Çok doğru bir sözdür. Gerçekten de geçmişte yaşanmış olan birçok şey bazen
aynen bazen biraz değişiklikle tekrar edip durmaktadır. Tarih bilen bir iktisatçı, geçmişte
yaşanmış ve yeniden tekrarlanan olaylardan dersler çıkarabilir. Yakın geçmişte
yaşanmış bir finansal krizi incelemek buna benzer bir krizin tekrarını önlemek için bize

18
birçok ipucu verir. Matematik, bir yandan ekonominin giderek matematik ağırlıklı bir
ifade dili kullanmaya başlaması nedeniyle ama ondan daha çok analiz yeteneğini
geliştirmesi dolayısıyla öğrenilmesi gereken bir bilim dalıdır.

Marx’ın yazdıklarını okumak size piyasada pek yarar sağlamaz. Marx’ı bilerek para
kazanma olasılığı, tamircilik ya da kuaförlük öğrenerek para kazanma olasılığından çok
daha düşüktür. Ama Marx’ı bilmeden, onun ekonomi bilimine ve sosyolojiye katkılarını
öğrenmeden doğru bir ekonomik analiz yapmak kolay değildir. Eğer psikolog ya da
psikiyatrist değilseniz Freud’u ve izleyicilerini okuyarak o yoldan para kazanamazsınız.
Ama eğer psikoloji öğrenmemişseniz ekonomide çok önemli bir yer tutan beklentileri
anlayıp yorumlamanız kolay olmaz. Bir psikiyatristin ekonomi öğrenmesi onun
entelektüel kapasitesini artırır ama mesleğinde fazla işe yaramaz. Buna karşılık bir
iktisatçının psikoloji öğrenmesi onun beklentileri, insan davranışlarını gözlemleyip
analiz etmesini ve bunu ekonomiye uygulamasını sağlar ve mesleğinde çok işine
yarar.

İyi iktisatçı olmanın koşullarından birisi de


Gerçek anlamda iktisatçı olmak objektif olabilmektir. Fizik bilimlerle
zor bir iştir. Çok fazla okumayı, uğraşanların bu konuda ciddi bir üstünlüğü
araştırmayı, başka birçok alanla
ilgilenmeyi gerektirir. Onun için vardır. Çünkü fizik bilimler insan ve toplum
on binlerce ekonomi bölümü davranışlarından pek etkilenmez. Buna
mezunu olduğu halde çok az
karşılık sosyal bilimler ve dolayısıyla
sayıda iktisatçı vardır.
ekonomi, insan ve toplum davranışlarının
tam ortasında yer alır. Özellikle siyasetle
ekonomi politikası zaman zaman iç içe geçer. İktisatçının, kendi siyasal düşüncesini bir
yana bırakıp ekonomik olayı siyasetten soyutlayarak analiz edebilmesi gerekir. Ne var
ki bu, özellikle ekonomi politikası alanında öyle söylendiği kadar kolay değildir. İnsan,
bir ekonomik olayı analiz ederken ister istemez siyasal düşüncesinin etkisi altında
kalabilir.

19
Ali AĞAOĞLU

Boğaziçi Üniversitesi İşletme bölümünden 1986 yılında mezun oldu. Anadolu KrediKartları
A.Ş.’de bölüm yöneticiliği ve sonrasında Standard Chartered Bank’ın İstanbul, Westdeutsche
Landesbank’ın İstanbul ve Moskova şubelerinin Hazine Bölümü’lerinde görev aldı.

1998-2002 yıllarında Egebank ve “Birleşik Sümerbank” Hazine bölüm yöneticiliği; TMSF


bünyesinde bankalardaki mevduatların devredilmesi, sorunlu kredilerin çözümlenmesi
konularında danışmanlık yaptı.

Bir yandan ARAMS’ta yönetici ortak olarak görev alan Ağaoğlu, değişik kurumların finansal
piyasalardaki risklerinin yönetilmesi konularında danışmanlık yaptı. Halen Socar Türkiye’nin
Hazine Koordinatörlüğünü yürütürken, 2016 yılından bu yana da Socar Azerbaycan
Başkanı’nın Sermaye Piyasaları konusunda Başdanışmanlığını da yürütüyor.

2009-2013 Fortune Türkiye Genel Yayın Yönetmenliği, 2010-2013 arası CBNB-e ve 2014-2018
yıllarında BloombergHT’de finansal piyasaları yorumlayan Ağaoğlu, 2004-2018 yılları
arasında Vatan Gazetesi’nde ve 2013-2018 yıllarında Fortune dergisinde, 2019 yılının
başından bu yana da Milliyet gazetesinde finansal piyasalardaki gelişmelerle ilgili köşe
yazarlığının yanı sıra 2007 yılından bu yana da Kültür Üniversitesi’nde finansal piyasalar
üzerine İktisat Bölümünde ders vermektedir.

Evli ve bir kız çocuğu babasıdır.

20
Ali Bey, finans sektöründe uzun yıllardır çalışıyorsunuz. Tüm deneyimleriniz ve
gözlemleriniz doğrultusunda Dünya ekonomisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

II. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan uluslarüstü (Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya
Bankası, WTO v.b.) kurumların son 50-60 yılda önemli görevleri yerine getirdiğini,
ancak bunların yavaş yavaş “kullanım sürelerinin” sonuna geldiği düşünülmeye
başlandı. Trump’ın adımları bu konuda son ipuçları gibi... 2008 küresel kriz sonrasında
politikacıların özellikle küresel gelir dağılımının bozulması konusunda yapısal önlemler
almak yerine; ekonomilerin ‘normalmiş gibi faaliyetlerine devam etmeleri’ için
sorumluluğu Merkez Bankalarına “yıkmalarının” önümüzdeki dönemde olumsuz
etkilerini yaşayacağız. Merkez Bankalarının da bu sorumluluğu neden bu denli
“gönüllü” üstlendiklerini anlamakta zorlanmakla birlikte, yaratılan borç sarmalının bir
sonraki küresel krizin sorumlusu olacağına inancım her geçen gün daha da artmaya
başladı.

Küresel para sistemini sarsabilecek böylesi bir krize karşı elde çok da fazla silah
olduğunu da düşünmüyorum. Birçoğu 2008 krizinde kullanıldı ve Japonya’nın 1990’lı
yılların başından bu yana yaşadığına benzer sıkıntıların diğer ülkelere de sirayet
edebileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Yaşlanan nüfusu ve markalarıyla
Japonya aslında iyi bir laboratuvar. Ancak bu deneyim yakından incelenmediği gibi;
aynı şeyler denenerek, sorunların temeline inmeksizin, her seferinde farklı sonuçlar
alınabileceğine olan inancın da boşa çıkacağını düşünüyorum.

Finansal çerçeve temelli bu yorumlara karşın; teknoloji alanında çok ciddi değişimlerin
arifesindeyiz. Hatta bazılarını yaşamaya başladık bile. İş yapış biçimlerimizde temel
değişiklikler olacak. Bu değişimler; internet 4.0 veya ‘nesnelerin interneti (IoT)’ ile
üretim modellerinden başlayacak. Bir yandan “ışıksız fabrikalarda” vardiya nedir
bilmeyen robotların hâkim olduğu seri üretim modelleri gelişirken, diğer yandan 3D
yazıcılar ile “butik üretim” öne çıkacak. Herkes garajında ihtiyaç duyduğu basit alet
edevatı belki de ihtiyaç duyduğu ara mamulleri üretecek.

Ardından fabrikasyon organ üretimi gelecek. Bu sayede “eskiyen organlarımız”


vücudumuza uyumlu olarak 3D yazıcılarda üretilebilecek. Bunlar çok da uzun olmayan
bir gelecekte bizleri bekliyor. Beyin-bilgisayar bağlantısı sağlanacak ve “biobotlar”
21
günlük hayatımıza, üretime girecek. Geleneksel tarım yerini “Kapalı alanda dikey
tarıma – Indoor vertical farming”e bırakacak. Bir dönümlük alanda on dönümlük verim
elde edilirken, yapay ve her bitkinin ihtiyacına göre ayarlanan özel ışık ve kimyasallarla,
ilaçlamaya ihtiyaç kalmayacak denli sağlıklı sebzeler yetiştirilebilecek.

Bunlarla rekabet edecek teknolojileri geliştirebilenler geleceğin refah toplumları


olurken, bunların kullanıcıları hayli yüksek bedeller ödemek zorunda kalacak, ya da
sağlıksız bir ortamda yaşıyor olacaklar.

Tüm endüstrilerde müthiş bir dijital dönüşüm gerçekleşiyor. Akıllı ve sürücüsüz


arabalar çok yakında hayatımıza girecek. Artık şoförlük diye bir meslek kalmayacağı
gibi; park yerlerine de ihtiyaç kalmayacak, yerlerine yeşil parklar yapılacak. Hatta araba
mülkiyeti kavramı dahi ortadan kalkacak. Kasko, sigorta sistemi ortadan kalkacak. Size
çok uzak bir gelecekten söz ediyormuşum gibi gelebilir. Hiç de değil! Size sadece ilk
iPhone’un Haziran 2007’de, IBAN’ın Eylül 2005’te hayatımıza girdiğini hatırlatmakla
yetinmek istiyorum.

Teknolojideki bu değişim ‘yeni ekonomi’de yepyeni alanlar oluşturuyor. Amazon kasa


ve kasiyerin olmadığı mağazası ile alışveriş alışkanlıklarımızı kökten değiştirmeyi
hedefliyor. Malların otomatik yüklendiği bir sistem ile raflarda her zaman talebe uygun
miktarda malın bulunduğu; aldığınız malın bedelinin, kapıdan çıkarken mobil cihazınıza
bağlı kredi kartınızdan otomatik düşüldüğü bir mağazadan bahsediyoruz. Mağaza
“farelerinin” de sonu geliyor!

Blockchain; yepyeni açılımları beraberinde


getirecek. Cryptoparaların ilk denemeleri çok da Gelişmiş bir Blockchain
başarılı ol(a)masa da “küresel borçlanma krizi” altyapısı, “ulus devlet”
ortaya çıkacak olur ise Cryptoparalara nur yağabilir. sistemini dahi
değiştirebilecek kadar
önemli bir çığır
açacağına inanıyorum.

22
Yapay zekâ ve robotlar Dünyayı nasıl etkileyecek?

Dijital dünyadaki değişimler, istihdam piyasalarını da doğrudan etkileyecek. Kas


gücüne ihtiyaç azaldıkça, kalifiye olmayan işgücüne olan ihtiyaç da azalacak. Gelir
dağılımının gitgide bozulduğu dünyada, özellikle mavi yakaların işsizliği (beyaz yakalar
da bir süre bu kervana katılacaklardır!) yepyeni sosyal problemlerin doğmasına neden
olabilecek. Bunun önüne geçebilmek adına “Evrensel Mutlak Gelir” tartışmaları
gündemi daha fazla meşgul edecek.

İstihdam piyasasındaki geçiş bir süredir mavi yakalardan, robotlara doğru değişmeye
başladı. Zira algoritmalar, yapay zekâ ve robotlar; insanların duygusal tepkilerinin
hiçbirinin olmadığı bir ortamda; insandan çok daha az maliyetle işlemleri yürütecektir.
Bu nedenle; tıpkı işçilerin sosyal güvenlik primleri gibi, robotlar için de devletlere
düzenli bir “prim/vergi” ödenmesi, bir anlamda robotların da “gelir vergisi” ödemesi
önerileri tartışılıyor.

Her ne kadar her zaman insanın yaratıcı gücüne ihtiyaç olacaksa da insanlar, artık emek
piyasasından yavaş yavaş çekilmek zorunda kalacağa benziyor. Asıl sorun da burada
başlayacak. Bunca işsiz kişi nasıl meşgul tutulacak, onlara nasıl bir meşgale yaratılacak.
Dijital oyunlar bunlara bir alternatif sunacaksa, bu sektör çok daha fazla gelişecek,
genişleyecek demektir. Bu da insanların önemli kısmının sanal bir dünyaya kayması
anlamına gelecek. Nasıl bir toplumsal ve demografik yapıya doğru evrileceğimizi
gerçekten merak ediyorum.

Bu sürecin bugünden yarına olmasını beklemek çok da doğru olmayabilir. Kaldı ki


sanayi devrimine benzer şekilde dijital devrimde de yeni iş kolları gündeme gelecek,
bambaşka yetenekler öne çıkabilecek. Bunun bir kısmını da zaman gösterecek.

Ali Bey, Dünya ekonomisine geri dönelim. Çin’in geleceği hakkında düşünceleriniz
nelerdir?

Çin’deki değişim özel mülkiyete alan açılması ile başladı ve hızlı büyüme yurt dışında
sermaye biriktirmiş olan Çin diasporasının ülkeye yatırım için dönmesi ile başladı.
Aslına bakarsanız bu süreç Deng Xiaoping’in 1980’lerin sonlarındaki açılımları ile
başladı. Baz etkisinden dolayı büyüme çok hızlı oldu.

23
Son 10 yıla bakıldığında Çin’deki büyüme de ağırlıklı olarak inşaat ve altyapı ile
sağlandı. Ancak Japonya’nın II.Dünya savaşından sonra ABD’nin teknolojisini taklit
ederek kazandığı deneyim ve teknoloji geliştirme kabiliyetini, sonrasında G.Kore ve son
olarak da Çin uygulamaya başladı. Taklit ile öğrendiklerini şimdi teknoloji geliştirerek
devam ettiriyorlar.

Dünyanın ikinci büyük ekonomisi kaçınılmaz bir şekilde çok ciddi hammaddeye ihtiyacı
var. Bu amaçla Afrika başta olmak üzere ulaşabildikleri ve kontrol edebildikleri
bölgelere ciddi yatırımlar yaparak öncelikle hammadde arz güvenliklerini sağladılar.
Ardından Güney Çin denizindeki Spratley Islands denilen; Çin, Tayland, Malezya ve
Filipinler arasında kıta sahanlığı tartışmalarının yaşandığı; sığ sularda suni adalar inşa
ederek ticaret yollarını da güvenlik altına alma yoluna gittiler.

Son 10 yılı aşan sürede çift hanede büyüyen Çin’in artık bu hızı sürdürmesi zorlaşmaya
başladı. Bundaki ‘baz etkisini’ de unutmamak gerekiyor. Çin ekonomisi yavaşladıkça;
tıpkı Fed veya ECB gibi PBoC da parasal genişlemeler, vergi ve zorunlu karşılık
indirimleri ile kredi genişlemesine destek olmaya çabalıyor. Aslına bakarsanız Çin
ekonomi yönetiminin atmış olduğu adımlar kendi ülkeleri adına oldukça isabetli
adımlar. Fakat bu durum, bölgede Çin’in rakibi olan ve Çin kadar geniş kaynaklara sahip
olmayan ülkeler için zorlukları daha da artırıyor.

Çin’in önümüzdeki yıllarda başını ağrıtacak bir


başka sorun da sistemde yer alan “sorunlu
krediler” ve “gölge bankacılık” konuları olacak. 5G başta olmak üzere Çin’in

Burada birikmiş olan tutarın Çin’in meşhur 3.1 dijital dünyanın en önemli

trilyon dolar (2015’te 3.9 trilyon dolara çıkmıştı) oyuncularından biri olma

uluslararası rezervlerinin de üzerine çıkmış iddiası özellikle siber

olması. Ekonomiyi büyüterek sorunlu kredilerin dünyadaki rekabeti çok daha

toplam içindeki payını azaltabilirsiniz ancak sert hale getirecek.

benim tahmin ettiğim gibi 2020-2030 döneminde


yüzde 5’lerin de altına gerilemesini beklediğim
Çin’in büyüme hızı, sorunlu kredilerin halı altına süpürülmesini zorlaştıracaktır.

24
Diğer tarafta da ABD var. Onlarca yıldır Dünyanın süper gücü diye nitelendirilen bir
ülke. Sizce ABD’nin ekonomi politikası nasıl?

Dünyanın en yüksek miktardaki borçlu ülkesi olması (GSMH’ya oranla daha yüksek
borçlu ülkeler var!) hasebiyle devasa bir tahvil pazarına sahip olan ABD’nin küresel faiz
hadlerini belirleme gücü, uzun bir süre daha devam edecek. ABD doların rezerv para
olma özelliğini uzunca bir süre daha devam ettirmesinin ardında yatan da son derece
likit ve dev tahvil piyasası. ABD’nin son zamanlarda gündeme getirdiği ticaret savaşları;
bir anlamda ABD’nin dünyanın en büyük açık pazarı olma fikrinden, korumacılığa
kayışı anlamına geliyor. Korumacılığın yükselişi dünya ticaretine çok da olumlu etki
yapacağını düşünmüyorum.

Ancak üretim alışkanlıklarını; en azından geleneksel sektörlerde kaybetmiş; daha çok


hizmet sektörüne kaymış olan ABD ekonomisinin yeniden sanayi üretimi kültürüne
dönmesi hayli zor. İçeride yapılacak üretimin, Çin’den veya uzak doğudan alınan mal
ve hizmetlere oranla daha pahalı olması, bir süre sonra harcanabilir geliri düşen hane
halkının itirazlarını yüksek sesle dile getirmesine neden olacaktır.

Tüm bunlara karşın 2040-2050 yılında petrolün akaryakıt olarak kullanımının


(Petrokimya tarafındaki kullanımdaki artış sürecektir!) sonuna gelineceği bir dünyada
ABD’nin; toprak altındaki kayaç petrolü ve kayaç gazını çıkarma konusunda hızlı
adımlar atarak, ileride beş para etmeyecek bir ürünü bugünden nakte çevirmeye
çalıştığını düşünüyorum. 1970 yılından bu yana süren petrol ihracat yasağını 2017 yılı
itibariyle kaldırmasıyla ABD, önümüzdeki yıllarda dünyanın önde gelen petrol
ihracatçılarının bir haline getirecektir. Bu durum dünya petrol piyasasındaki dengeleri
temelinden sarsan bir “oyun değiştirici” olmaya başladı ve bu konudaki rekabet daha da
sertleşeceğe benziyor.

ABD’nin NATO müttefiki AB ile bir ticaret savaşına girmesi, küresel olarak ticarette
bir durgunluğa yol açmasa da 2008 krizi öncesi hızla büyüyen dünya ticaretini
daraltabilecektir.

25
Bize Türkiye’nin 2050 için resmini çizer misiniz?

Geleneksel, emek yoğun sektörlerden sanayiye geçişimiz sancılı ve uzun sürdü. Tam
anlamıyla sanayileşmiş bir ülke de sayılamayız. Sermaye birikimimizin yeterli olmadığı
bir ekonomik yapıya ek olarak 2008 küresel kriz ile küresel krizi aşmak için yaratılan
“bedava para” dönemini de maalesef doğru kullanamadık, ıskaladık. Özellikle cari
açığımızın en önemli kısmını oluşturan enerjide dışa bağımlılığımızı azaltacak hamleleri
yapmakta çok geç kaldık. “Bedava para” döneminin sağladığı imkânları ne yazık ki
ağırlıklı olarak inşaat sektörüne yatırdık. Yapmış olduğumuz inşaatları söküp, dünyanın
başka bir yerine taşıyamayacağımızdan dolayı da önemli bir “stok” problemi ile karşı
karşıya kaldık.

Hızlı büyüme sevdası ile yapılan bu tercih ne yazık ki “kalkınmaya” da dönüştürebilmiş


değil. 2008-2018 arasındaki “bedava para dönemini” har vurup harman savuran,
hoyratça kullanan Türkiye için önümüzdeki 10 yıllık dönem oldukça kritik olacak. Bir
yandan 1950’lerden beri ait olduğu Batı-NATO bloğunda kalmaya devam edecek mi,
yoksa yüzünü daha fazla Ortadoğu’ya ve Doğu’ya mı dönecek? Doğu yani Çin’in etki
alanı konusunda yeterince deneyimimiz yok, Osmanlının son döneminden bu yana
Batı’ya dönük yüzümüz ile Doğu’nun kültürel değerlerine uyum sağlamamız hayli zor
olacaktır. Kaldı ki Batı için stratejik önemimiz belki var ancak Doğu için bunu söylemek
oldukça zor.

Bilime, teknolojiye dayalı bir eğitim ve


İslam coğrafyasına sıkışıp kalan bir
sanayi modeline geç(e)mediğimiz takdirde
politika uygulamaya devam edersek,
küresel ve teknolojik gelişmeleri konvansiyonel ürünlerle 2050 yılına
ıskalama ihtimalimiz hızla bugünkü Türkiye olarak ulaşmamız hayli
yükselecektir.
zor olacak.

Son derece temel değişimleri yapmamız şart. Temel olarak 2050 yılına yol alırken
bölgesel işbirliğini geliştirecek adımları, bölgemizde ticaret ve etki alanımızı
geliştirecek adımları atmak zorundayız. Bunları da düşmanca tutum veya askeri
yaklaşımlar yerine insani ve karşılıklı faydayı sağlayacak “ortak akıl” ile geliştirmemiz

26
daha doğru bir tercih olacaktır. Özellikle bölgemizdeki teknoloji merkezi konumundaki
İsrail’in teknoloji ve tarım alanındaki başarılarından dersler çıkarıp, geleceğin
Türkiye’sini bilimsel temellere dayalı, pozitif düşüncenin hâkim kılındığı bir ülke
yapmalıyız. Aksi takdirde yine Yuval Hariri’nin tanımıyla geniş bir “gereksizler” benim
deyimimle “çapulcular” kesimi ile başbaşa kalabiliriz. Bu da Türkiye’nin bölgedeki
etkinliğinin azalması, G-20 ülkelerinden biri olma özelliğini kaybetmesi anlamına
gelebilir.

Uzun vadede geleceğimizi konuşmak ümit veriyor. Ama bugüne ve yakın geçmişe
baktığımızda Türkiye orta gelir tuzağından çıkamıyor. Sizce bu durumun
sebepleri nelerdir?

2002 yılında Güney Kore’yi ziyarete gitmiştim. 1998 krizi öncesinde ülke ekonomisinin
ana sektörleri 7 büyük aile arasında iş bölümü ya da planlı ekonomi olarak bölünmüş
durumdaydı. Kriz sonrasında 4,5 aile kalmış, diğerleri krize yenik düşmüştü. Gerek kriz
öncesinde gerekse de kriz sonrasında Güney Kore’nin temel stratejisi gelecek beş yıldan
sonraki 10 yıl için öncelikli üç ana sektörü belirlemek olmuş. Bu sektörleri belirledikten
sonra eğitim sistemini, bu sektörlerin ihtiyaçlarına göre şekillendirmişler. İlgili 10 yıl
başladığında belirlenen sektörlerin iş gücü eğitilmiş, teşviklerle desteklenen bu üç sektör
de dünya ile rekabete hazır hale gelmiş oluyorlardı. Bu arada 2002 yılında herhangi bir
üniversiteden mezun olmanın ilk koşulu İngilizce sınavlarından başarılı olmak, iyi
derecede İngilizce bilmek idi. İngilizce sınavından geçemiyorsanız, okulunuzdan da
mezun olamıyordunuz!

2012 yılında yolum yine Seul’e düştü. Bir önceki seyahatimde tanıştığım Koreli
dostumu da görme fırsatım oldu. Öncelikli üç sektör belirleme yine devam ediyordu.
2030’a kadar olan dönemdeki üç ana sektör olarak elektronik, Bio-benzer ilaç sektörü
ve Uzayı hedef olarak seçmişlerdi. Siz bu satırları okuduğunuzda uzayda Güney Kore
uyduları dolaşmaya başlamış bile olabilir.

Eğitim ile ilgili bu sefer duyduğum daha da fazla ilgimi çekti: Artık üniversiteye
girmenin ilk koşulu İngilizce bilmekti! Eğitimi bu denli iyi planlayan, Samsung gibi bir
dünya markasını (Samsung’un 1982 yılında kurulduğunu ve ilk ürünlerinin transistörlü
radyo ve merdaneli çamaşır makinası olduğunu 2002’deki Samsung müzesini
27
ziyaretimde öğrenmiştim!) çıkarmış olan, gemicilik inşa sektöründe dünyanın önde
gelen (30 yıl önceki tercihli sektörlerden birisi) ülkelerinden biri olmayı başaran Güney
Kore’nin hikayesi hepimizin malumu. Eğitim ve kaynakların doğru kullanımı
konusunda bizim için örnek bir ülke.

Biz ise birçok şeyi ıskaladığımız gibi 15 yılda 30 değişik eğitim modeli ile eğitime onca
para harcamamıza rağmen Pisa testlerinde gerilerdeyiz. Ne eğitimde ne de sektörel
dağılımlarda kaynak-teşvik mekanizmalarımızı doğru kurmadığımızdan dolayı orta
gelir tuzağında patinaj yapmaktan kolay kolay kurtulamayacağız. Tarımda havza modeli
ile ülkenin beslenmesi için gereken tarımsal üretim desenini planlama konusunda bazı
adımlar atıldı, projeler hazırlandı. Uygulamaya geçemeden gıda enflasyonunu ‘patlattık’
ve kontrol etmekte zorluk çekiyoruz. Orta-uzun vadeli planlar yapmak yerine sıkıntı
hasıl olduğunda her seferinde ithalat ile sıkıntıları aşmaya çalışıyoruz. Bu da üreticilerin
şevkini önemli ölçüde kırıyor, sıkıntıları büyütüyor.

Diğer yandan sanayi üretimi tarafında teknoloji ağırlıklı üretim ve ihracat yerine,
geleneksel emek yoğun sektörlerde ısrar ediyoruz. Belki de en önemli sebebi; yaratıcı
beyinlerin yetişmesi için uygun ortamı hazırlamıyoruz. “Burası müslüman ülke, buradan
mucit çıkmaz” yaklaşımını derhal terk ederek mucitlerin, yaratıcı özgür düşünen
beyinlerin el üstünde tutulduğu, onların kendilerini rahat hissedecekleri bir ortamı
yaratmamız gerekiyor. Bunu kendimize hedef olarak koymadıkça orta gelir tuzağından
çıkmamız neredeyse imkânsız!

Ali Bey, son zamanlarda Türkiye’nin tek kurtuluş reçetesi olarak görülen yapısal
reformlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Yapısal reformlar” lafından herkes farklı şeyler anlıyor! Önce yapısal reformun ne
olduğunda anlaşalım. Bu konuda Mahfi Eğilmez hocamızın bir sözünden yola çıkmak
istiyorum. “Atatürk reformları birer yapısal reformdur!” diyor üstadımız. Katılıyorum.
Saltanatın kaldırılması, alfabeyi değiştirmek, kadınlara oy kullanma hakkını birçok Batı
ülkesinden önce vermek, Cumhuriyetin ilanı, soyadı kanunu, laiklik, soyadı kanunu,
medeni kanunun kabulü... Bunları biz Atatürk’ün devrimleri olarak anıyoruz, yapısal
reformlar değiller de nedir bunlar?

28
Dijitalleşmenin, yapay zekanın, algoritmaların, kuantum bilgisayarların, uzayda bir
asteroide uydu indirilebilecek denli ileri gidilmiş bir çağı yakalamak için temel
değişiklikleri yakalayacak, daha doğrusu var olan yapıyı yeni çağa uyduracak reformlar
yapılması gerekiyor. Belki her ülkenin bunu yapması gerekiyor. Ancak kimin nereden
başlayacağı, ülkeden ülkeye değişiyor. Bizim ülkemiz için benim adıma yapısal reform
olarak anılabilecekler;

• Eğitim reformu: Olmazsa olmazımız! Köy enstitüleri ile çağının ilerisinde


bir modeli yaratmış; enstitünün kurulduğu bölgenin ihtiyaç duyduğu başta
tarım, hayvancılık, balıkçılık teknikleri eğitimlerinin yanı sıra batı değerleri
ve laik olarak yetiştirilen öğretmenlerin çok daha geniş halk kesimlerini
eğitebildiği bir modeli yaratmış bir ülke olarak; yeni çağa uygun bir modeli
oluşturmamız gerekiyor. Bunun temeline de bilimsel ve pozitif düşünceyi
yerleştirip; sorgulayan, düşünen, dijital “oyuncakları” sadece kullanan değil,
onları “yaratabilecek” donanıma sahip bireyler yetiştirmemiz elzem. Onları
sadece fen ve matematik alanında değil, hayattan zevk alan, sanat ve çevre
bilinci ile de donatmamız şart.

Okul öncesi eğitimden itibaren yabancı dil eğitimine ağırlık verelim. Her
çocuğumuz en az bir yabancı dil bilsin. Üstelik bu dil illâ İngilizce olmak
zorunda değil. Türkiye’nin ekonomik ilgi alanına giren ülkeler başta olma
üzere Çin ve diğer Uzak Doğu dillerini ve İspanyolcayı da buna dahil edelim.

• Yargı reformu: Bu konuda ahkam kesebilecek denli hukuk bildiğimi


söylemem mümkün değil. Ancak adil bir insan olarak, mahkemelerine
güvendiğim bir ülkede yaşamak istiyorum.

Hep verdiğim bir örnek vardır: İnşaat sektöründe, yabancı bir inşaat firması
Türkiye’ye gelecek. Diğer Türk şirketleri gibi şehir içinde var olan bir arazide,
belediyenin inşaat planlarına uygun olarak inşaat ruhsatını alacak. İnşaatını
tamamıyla kayıtlı, belgeli yapacak. Yapmış olduğu konutları satacak. Elde
ettiği kârını da vergisini ödedikten sonra yurt dışına gönderebilecek. Ve tüm

29
bunları yaparken de tek bir kuruş rüşvet/bağış vermeyecek! Sizce bu
ülkemizde mümkün mü?

• Vergi reformu: Ülkede toplanan vergilerin üçte ikisi dolaylı vergi! Doğrudan
verilen gelir vergilerinin de en önemli kısmı ücretlilerin peşin kesilen
vergilerinden oluşuyor. İthalat vergileri de diğer önemli kalemi oluşturuyor.
Kurumlar vergisi ise yıllardır toplam vergilerin yüzde 10’u civarında
seyrediyor. Öncelikle vergi tabanını tüm vatandaşları kapsayacak şekilde
genişletecek bir reforma ihtiyacımız var. Teknoloji artık buna imkân veriyor.
Yeter ki isteyelim. Sonrasında tahsil edilebilir vergi oranları belirleyelim.
Tahsilatları doğru ve zamanında yapalım.

Bu alt yapıyı kurduktan sonra da müthiş bir ahlaki erozyona neden olan “vergi
aflarının” bir daha yapılamayacağını bir anayasa maddesi haline getirelim!
Düzenli vergi ödeyenlerin kendilerini “enayi” hissetmedikleri bir düzeni
kuralım, koruyalım. Bunun gerçek anlamda ülkesini seven, ülkesine bağlı
insanların bir yaşam biçimi olduğu fikrini küçüklükten itibaren herkesin
kafasına yerleştirelim.

• Özgür yaşamın mümkün kılınması: Yaratıcı beyinler, ancak özgür


ortamlarda yeni şeyler yaratabilirler. Bu teknoloji alanında olabileceği gibi,
sanat, bilim, sanayi, üretim hatta tarım alanında olabilir. Eğitim sisteminde ne
kadar özgür düşünceyi öne çıkarırsak; ortak yaşamda bireyler birbirlerinin
“özgürlük alanlarına” ne kadar saygı gösterirse yaratıcılığı, huzurlu bir ortamı
oluşturmak mümkün olabilecek. Bu konuda devletin de “devleti koruma”
güdüsünden “vatandaşı olan bireyi koruyup, kollama” aşamasına geçmesi, bu
konuda içsel bir devrim yapması gerekecek. Buna internet yasakları gibi
konuları da eklemek mümkün!

• Geniş Bant ve Ulaşım: İnternet artık bir ihtiyaçtan çok “hak” olarak
tanınmaya başladı. Bilginin liberalleşmesi, internet sayesinde küresel bilginin
hemen tüm insanlığın hizmetine sunulmuş olması büyük bir devrim oldu.

30
Ancak bu bilgiye ulaşmak için teknolojik altyapının da uygun, hızlı ve ucuz
olması gerekir. Bunun için geniş bant yayın yapacak, bunu da ucuz sağlayacak
bir altyapının oluşturulması ülke içinde üretilecek fikir, hizmet ve ürünleri
artıracak, ölçek ekonomisi daha rahat yakalanabilecek.
Peki bunları yarattık, bir yerden diğerine taşıyıp, aktarabilecek miyiz? Fikirler
için yine iyi ve özgür bir internet alt yapısına, mal ve hizmetler için de sağlam
bir ulaşım altyapısına ihtiyacımız var. Duble yollar ile bunun bir kısmını
başardık diyebiliriz. Ancak demiryolları ile hem çok daha ucuz hem de çok
daha büyük hacimlerde bu aktarımı sağlayabiliriz. Şehirlerimizin iç ulaşım
altyapısı da artık bir reformu gerektirecek noktaya geldi. Umarım sürücüsüz
otomobillerle bu reforma biraz daha hızlı yaklaşabiliriz.
• Kadınların iş gücüne katılımı: Bu bir reform olamaz! Kadınların eşitliğinin
mutlaka sağlanması gerek. Türk kadınının ekonomiye katılımı çok şeyi
değiştirecektir.

Yurtiçi piyasalar hakkında görüşlerinizi merak ediyorum. TCMB’nin aldığı kararları


nasıl değerlendiriyorsunuz?

Piyasaları yönetmek bir “sanattır” derim hep. Merkez Bankaları piyasaların önünde
olması beklenir. Her ne kadar Fed başta olmak üzere birçok Merkez Bankası’nın ön-
aktif olmaktansa, takipçi olduklarına dair yaygın bir eleştiri varsa da bizim gibi gelişen
ülkelerde Merkez Bankaları daha fazla yönlendirici politikalar izleyebiliyorlar.
Enflasyon hedeflemesi politikasını yıllardır izleyen TCMB’nin bugüne kadarki
performansı ne yazık ki “sınıfta kalmış” durumda. Tutturabildiği bir enflasyon hedefi
son 10 yılda ol(a)madı. İkisi aşağıdan, diğerleri yukarıdan saptı!

Başçı döneminde uygulanan ve ne olduğu pek de anlaşılamayan “beş faizli politika”


yerini yeni dönemde “üç faizli politikaya” bıraksa da bunun tam anlamıyla bir
sadeleştirme olduğunu söylemek kolay değil. Merkez Bankalarının net söylemleri
olmalı ve bunları de mümkünse “tek faizle” anlatmalılar. Ancak bizim Merkez
Bankamızın üçlü politikası en azından eskiye oranla daha anlaşılabilir.

31
Diğer yandan Merkez Bankası’nın özellikle
2018 yılında izlediği politikalar net mesajlar Piyasaları yönetmek bir sanat
vermeyi tam olarak başaramadığı gibi, maruz işidir. Merkez Bankası
kaldığı “dış etkiler” de bu politikaların sağlıklı yönetimindekilerin de iyi bir
oluşmasına engel oldu. Ön-aktif davranması “sanatkâr” olması beklenir.
gerektiği yerde duraksayan, duraksaması Sanatkâr olamıyorlarsa da en
gerektiği yerde gereğinden fazla tepki gösteren azından iyi bir “zanaatkâr”
politikalar ne yazık ki faydadan çok zarar olmaları beklenir.
getirmişe benziyor.

Merkez’in kararlarını konuşmuşken faiz-enflasyon ilişkisi yorumlar mısınız? Her ne


kadar iktisatta bu ilişkinin tarifi tek olsa da ekonomistlerden açıklamasını dinlemek
daha önemli bir hal alıyor.

Bu tartışmayı uzun süre yaşadık. Faiz mi enflasyonun sebebi, enflasyon mu faizin


sebebi? Anlamsız bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Zira enflasyonu yaratan; arz
yönlü etkiler ise, buna faizle müdahale etmeniz çok da anlamlı sonuçlar vermeyecektir.
Petrol fiyatlarının 60 dolardan 160 dolara çıktığı bir ortamda, ya da dünyadaki genel bir
kuraklık nedeniyle hububat fiyatlarındaki anormal bir artışı, faizi ne kadar artırsanız da
arz yönlü enflasyonu kontrol edemeyeceğinizden dolayı enflasyonun sebebi faizdir
diyemeyiz.

Diğer yandan talep yönünden gelen bir baskı ile artan enflasyon için de bunun sebebi
tam olarak arz kaynaklı diyemeyiz. Üretici, alıcının yüksek fiyat ödemeye razı olduğu
bir ortamı kaçırmak ister mi? Faizlerin düşük; borç almanın kolay, dolayısıyla tüketimin
“teşvik edildiği” talep kaynaklı bir enflasyonun kontrol altına alınması için
borçlanmanın zorlaştırılması, yani faizlerin yükseltilmesi de enflasyonun sebebi olamaz.
Talebin güçlü olduğu bir ortamda faizleri daha da düşürdüğünüzü düşünün. Sonuç sizce
ne olur? Herkes tüketime yönelir, kimse tasarruf etmez!. Üretici ne yapar? Tabii ki
piyasanın kaldırabileceği, malını satmakta zorlanacağı noktaya kadar fiyatını yükseltir.
Alın size talep kaynaklı enflasyon.

32
Ekonomi çok hassa dengeler üzerine kuruludur. Yönetirken bir sanatçı hassasiyeti ile
davranmanız gerekir. Bu hassasiyeti göstermezseniz; bir yeri yapayım derken, birçok
yeri bozma ihtimaliniz hayli yüksektir. Bu üretimden, istihdama, kişi başına milli
gelirden, seçimlere kadar birçok şeyi etkileyen bir organizmayı; bir cerrah ustalığı, bir
sanatçı hassasiyeti ile yönetmeniz, yönlendirmeniz gerekir.

Sizce Türkiye, ekonomik ilişkilerde yüzünü nereye dönmeli? Batı mı Doğu mu?

1950’li, 60’lı yıllardan bu yana Türkiye’nin ekonomik entegrasyonu Batı dünyası ile
olagelmiş durumda. İhracatımızın yüzde 50’den fazlasını AB bölgesine yapıyoruz. Dış
borçlanmamızın dörtte üçünden fazlasını Batı’dan sağlıyoruz. Hal böyle olunca Batı
bloğu içinde kalmamızın orta uzun vadede faydaları ortada. Son dönemlerde Rusya veya
Şangay Beşlisi ile yakınlaşma tartışılıyor. Bahsedilen ülkelerin Türkiye’ye
sağlayabilecekleri politik ve ekonomik desteklerin sınırlı olacağını, işbirliğinden çok da
önemli faydalar elde edebileceğimizi tahmin etmiyorum. Kaynak ve Pazar olarak Çin’i
ayrı tutsak bile hem coğrafi hem de “politik uzaklık” nedeniyle kısa ve orta vadede bizim
için önemli bir partner olabileceğini düşünmüyorum. Hele ki Çin’in “Bir yol, Bir kuşak”
projesinin bizi Çin’e bağlayacağı düşüncesiyle, bizim tarafımızdan sempati ile
karşılanmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Bizi Çin’e bağlamaktansa, Çin’i bize
bağlayacak bu projenin Türkiye ve ekonomik ilgi bölgesindeki pazara daha kolay ulaşım
sağlaması açısından; bizden çok Çin’e daha fazla fayda sağlayacağını düşünüyorum.

Ancak bu demek değildir ki Doğu ile de ilgilenmeyelim. Geçmişte politik ve askeri


olarak Batı ile bağlarımızı güçlü tutarken, Doğu’yu ihmal ettiğimiz ortada. Hindistan
başta olmak üzere bize yakın doğu, Afrika Türkiye’nin ekonomik ilgi alanına girmeye
başladı. Bu ilginin önümüzdeki yıllarda artarak devam etmesi hem pazar hem de fon
kaynaklarının çeşitlendirilmesi açısından önemli ve kıymetli olacaktır.

33
Endüstri 4.0 ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Y2K1’i hatırlar mısınız? 1999 yılından 2000 yılına geçerken, bilgisayarların tarihleri
‘sapıtacak’ ve tüm sistemler darmadağınık olacak diye müthiş projeler yapıldı, ciddi
paralar harcandı. Dünya çapında üç-beş bilgisayar dışında çok da önemli bir sorun
çıkmadı. Ha, bunların büyük bir kısmı alınmış önlemlerden dolayı olabilir ancak o
dönemde estirilen fırtınalar çok büyük idi. Bugünlerde dillere pelesenk olmuş Ekonomi
4.0’ı buna benzetmek hatalı olur. Değişim kaçınılmaz ve yukarıda da belirttiğim üzere
“ışıksız fabrikalar” Endüstri 4.0’ın eseri olacak.

Ancak bu tek başına yeterli değil. Türkiye için fikri ve altyapı değişimi gerekiyor.
İnsansız fabrikalar fikrine ne kadar hazırız? Diğer yandan bir fabrikanın tek başına
endüstri 4.0’a geçmesi yeterli değil. O fabrikanın tedarikçilerinin de benzer altyapıya
sahip olması gerekir. Tıpkı Japonların “Yalın Üretim Modelinde” (Just-in-time) olduğu
gibi... Sağlıklı, güvenilir, kesintisiz bir internet altyapınız olmadan bunun başarmanız
neredeyse imkânsız.

Kaldı ki endüstri 4.0’ı “ithal” de edemezsiniz. Evet, bazı model ve teknolojiyi ithal
edebilirsiniz. Ancak bu üretim modeli sürekli iyileştirme, yapay zekanın öğrenmesine
imkân tanıyan ve kendini sürekli yenileyen bir yapı. Bir kez ithal edip de duramazsınız.
Aksi takdirde rakipleriniz sizden her zaman bir veya birkaç adım önde olacaklardır. Bu
nedenle kendi Endüstri 4.0’ımızı yaratabilecek eğitilmiş elemana ve bunları da doğru
değerlendirecek sermayedarlara ihtiyaç var. Bu şartlar bir araya geldiğinde ancak başarı
yakalanabilir. Çok geç kalmadan bu konuda Güney Kore modeline benzer bir eğitim ve
“kültür değişimine” doğru yol almamız gerekir.

Türkiye’nin önemli makro ekonomik sorunlardan biri de işsizlik. Özellikle genç


işsizlik çok yüksek. Sizce İşsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İşsizliğin önüne geçebilmenin ilk koşulunun demografik yapıyı kontrol etmekten


geçtiğine inanıyorum. Son yıllarda Suriye’den gelen “konuklarımız” artık kalıcı hale
gelmiş görünüyorlar. Bunun yarattığı etkileri bir yana bırakacak olursak, demografik

1
2000 yılı problemi (Y2K problemi, milenyum hatası, Y2K hatası ya da sadece Y2K diye de bilinir) 1 Ocak 2000
yılından sonra eski bilgisayar ve yazılımlarında görülen ve tarih ve zamanla ilgili işlemlerde hatalı sonuçlara yol
açan bir yazılım hatasıdır (Wikipedia).

34
koşulların düzenlenmesi nüfusun ülke sathına yayacak bir değişimin şart olduğunu
düşünüyorum. Büyük kentlerin cazibe merkezi olmasına yavaş yavaş son verirken,
Anadolu’da farklı çekim merkezlerinin yaratılmasının daha doğru olacağına
inanıyorum. Marmara bölgesindeki nüfus konsantrasyonunun, Anadolu’nun farklı
bölgelerinde kalması veya buralara yönelmelerini teşvik edecek düzenlemeler
yapılmalı.

Teşvik demişken... Her hükümet döneminde, her seçim döneminde yeni, yepyeni
teşvikler açıklanıyor. Milyarlarca lira teşvik veriliyor, dağıtılıyor. Ancak bu teşviklerin
hangilerinin başarılı, hangilerinin başarısız olduğunun ölçüldüğüne hiç tanık olmadım.
Başarılı olanların neden başarılı olduklarını dahi ölç(e)mediğimizden, bir sonraki teşvik
döneminde hangi teşviklerin, nasıl verilmesinin daha doğru olacağını hiç bilemiyoruz.
Bunları ölçüp değerlendiremediğimizden dolayı da özellikle istihdam teşviklerinin
sürdürülebilir “iş gücüne” ne kadar katkısı olduğunu da bilemiyoruz. Kısa vadeli bir
istihdam artışı, sonrasında daha da büyük işsiz kitleleri yaratıyoruz diye düşünüyorum.

İşsizliğin önüne geçemeyiz belki ama azaltabiliriz. Özellikle de genç işsizliği. Bunun
için herkesin üniversite mezunu olmasını gerektirmeyen, sanayinin ihtiyaç duyduğu
teknik ara elemanların yetiştirileceği bir eğitim dönüşümü ile işe başlanabilir.

Devamında yatırım ortamının iyileştirilmesi, yaratıcı fikirlerin yeşermesini ve


girişimciliğin kutsandığı bir ortamı hazırlayarak yeni iş alanlarının, yeni istihdamın
önünün açılmasına olanak sağlayabiliriz. Biz yatırım ortamını iyileştirir, internet ve
teknolojik altyapıyı iyileştirir, uygar yaşam koşullarını oluşturursak yatırım
kendiliğinden gelecektir. Girişimciliğin yeşerdiği yerde de istihdam artacaktır.

Ali Bey, Finansal piyasalarda yaşadığımız çalkantılı ortamda yatırımcılara piyasalar


için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Yatırımcı dendiğinde benim aklıma ilk aşamada sermaye piyasalarına yatırım yapanlar
geliyor. Onlar için ilk tavsiyem, önce finansal okur-az da olsa-yazar olmaları konusunda
kendilerini yetiştirmeleri. Bilanço okumayı, yatırım yapacakları sektörleri incelemeyi,

35
dünyayı takip edecek kadar İngilizce bilmeyi ön şartlar olarak görüyorum. Teknik analiz
bilgisini de yanlarına alırlarsa başarılı olmaları, para kazanmaları ihtimalleri artacaktır.

Kısa vadeli alım-satım yerine, doğru seçilmiş yatırım araçlarında kendi risk tercihlerine
göre görece uzun vadeli yatırımcı olmalarını öneririm. Bu arada uzun vadeli yatırımdan
kastım herhangi bir seviyeden bütün paralarını belli bir portföye yatırmaları değil,
istikrarlı bir şekilde küçük tasarruflarını sürekli yatırıma dönüştürmeleri. Yatırım
yaptıkları portföyden elde ettikleri faiz ve temettü gelirlerini de yine yatırımlarına
eklemeleri yönünde olacaktır.

İşin bir de sanayi, üretim, hizmet alanına yapılan “doğrudan” yatırım kısmı var. Bu
konuda da Yahudilerin sevdiğim bir sözü vardır: “Çıraklığını yapmadığın işi, yapma!”
İçinden gelmediğiniz, mutfağını bilmediğiniz bir işe niyetlenmeyin. İyi bildiğiniz bir
sektör dahi olsa, yatırım yapacağınız sektörün gerek Türkiye gerekse de dünyadaki
yerini, öngörülebilir bir gelecekte ne yöne doğru gelişeceğini mutlaka iyi araştırmanız
gerekir. Mutlaka iyi bir finans, riskten korunma (Hedging), muhasebe ve vergi bilgisine
sahip olmanız veya bu konuda iyi eleman ya da danışmanlarla çalışmanız gerekir. İşini,
mesleğini çok iyi yapan kişiler/şirketler bile kötü finans yönetiminden veya finansal
risklerini iyi yönet(e)mediklerinden batabiliyorlar.

Yenilikleri mutlaka yakından takip edin, sektörel uluslararası yayınları takip edin ve
fuarlara katılın. Dünyayı yakından izlemediğiniz takdirde, mutlaka sizden önde
birilerinin olduğunu fark edemeyebilirsiniz.

Size göre iyi bir ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

Okullarda verilen ekonomi eğitiminin,


ekonominin ta kendisi olduğunu sakın İyi bir ekonomist, Thomas Piketty’nin
düşünmeyin. Ekonomi yaşayan bir 21 Yüzyılda Kapital kitabıyla, Beşiktaş
“organizma” ve sürekli gelişiyor, semt pazarını birleştirebilen kişidir.

değişiyor. Eskiden bankaya yatırılan


mevduatlar krediye dönüşür diye öğretiliyordu bize. Artık Modern Parasal Teori
(MMT); bankaların verdikleri kredi ile para ve dolayısıyla mevduat yarattığını bunun da

36
yeni kredi genişlemesi yarattığını söylüyor. Nitekim 2008’den sonra FED’in ve diğer
büyük Merkez Bankalarının yaptığı da aslında buydu.

Çok farklı görüşteki ekonomistleri takip edin, sadece kendi görüşünüze yakın olanları
değil! Başkalarının tecrübelerinden ve bilgi birikimlerinden faydalanın. Elini taşın altına
koymuş ve biraz da eli yanmış olanları özellikle bulup, çıkarın, okuyun. Mutlaka
ekonominin yanı sıra sosyoloji, antropoloji, pazarlama, davranışsal finans alanlarını da
okuma, araştırma evreninize dahil edin. Tek disiplinli eğitimler ve insanlar artık modern
dünyada kendilerine yer bulmakta zorlanacaklar. Hele ki bu teknolojik dünyadaki hızlı
değişim ortamında.

Bana göre iyi bir ekonomist yaşanmış bitmiş olayların makro-mikro analizini geçmişe
bakarak yapandan çok, geçmişten gelen verilerle bugünün pazar koşullarını hızlı
birleştirebilen, çapraz analiz yapabilendir. Bir başka deyişle Thomas Piketty’nin 21
Yüzyılda Kapital kitabıyla, Beşiktaş semt pazarını birleştirebilendir...

37
ARDA TUNCA

Arda Tunca, 1992 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Aynı
üniversitede Para ve Bankacılık üzerine yüksek lisansını Dışlama Etkisi başlıklı teziyle
tamamladı. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistan olarak
görev yapmaya başladı ve 2 iki yıl akademik çalışmalar yapmak üzere ABD'de bulundu.
1996-1998 arasında AIESEC bursiyeri olarak çok uluslu bir Amerikan firmasında pazar
araştırmaları yapmak üzere göreve başladı. Türkiye’ye döndükten sonra, 1998’de
kariyerini finans alanında başlattı. O yıldan itibaren, bankacılık sektörü ve reel sektörde
çeşitli kuruluşlarda, farklı kademelerde muhasebe, finans ve bütçe fonksiyonlarında yer
aldı. Üstlendiği sorumluluklar, özellikle muhasebe, işletme sermayesi ve risk yönetimi,
proje finansmanı, uluslararası ticaret finansmanı, finansal yapılanma ve şirket
transformasyonu, değişim yönetimi ve finansal planlama alanlarında odaklandı.

38
Arda Bey, uzun yıllardır finans sektöründesiniz. Deneyimleriniz çerçevesinde Dünya
ekonomisinin gidişatını nasıl ifade edersiniz?

Dünya ekonomisini son büyük globalleşme hareketinin başladığı 1980’lerin sonundan


itibaren analiz etmemiz gerekiyor. Bugünü ve geleceği daha iyi analiz etmek için bu
tarihsel süreci gözden geçirmenin çok büyük bir önemi olduğunu düşünmekteyim.
Kabaca, bir çeyrek asır diyebileceğimiz bir süre önce, tüm dünyanın serbest piyasa
ekonomisini benimsediği bir evreye geçildi. Francis Fukuyama, “The End of History
and the Last Man” adlı bir kitap yazarak, artık insanlığın serbest piyasa ekonomisine
dayalı bir sistem üzerinde mutabık kaldığını ve bu sistemin hiçbir şekilde
değişmeyeceğini ortaya attı. Kitabının başlığında “tarihin sonu” gibi bir ifade kullandı.
Ardından, uluslararası ticaretin büyüdüğü ve iktisadın marjinalite kavramının güçlü bir
şekilde devreye girdiği bir dönem başladı. Zira, Demir Perde’nin çökmesiyle beraber
yepyeni ülke piyasaları uluslararası ekonomiye entegre olma çabasına girdi ve bu
nedenle o ülkelerde çok sayıda sektörün geliştirilmesi gerekliliği ortaya çıktı. Çünkü,
Demir Perde ülkelerinin her sektörün tedarik zincirlerinde katma değer üretebilecek alt
sektörleri ve bu sektörlerin gelişimine olanak sağlayacak finansal piyasaları yoktu. Reel
ve finansal sektörlerin geliştirilmeye başlamasıyla beraber doyum noktasına gelmiş ve
marjinal getirinin yeni açılmakta olan piyasalara göre düşük kaldığı gelişmiş
ekonomilerden yeni piyasalara bir yatırım akımı oluştu.

Yeni ülke piyasaları yeni bir ekonomik düzene geçerken, marjinal getirilerin de gelişmiş
ülke yatırımcıları için cazip olduğu bir ekonomik dünya ortaya çıktı. Çin’in yükselişiyle
ilgili potansiyel, 1990’larda yazılan pek çok kitaba konu oldu. Rusya ve Doğu Avrupa
ülkeleri de globalleşen dünyanın önemli aktörleri oldular. Doğu Avrupa, AB ve Euro
Bölgesi çerçevesinde ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konu başlığı halini aldı. Doğu
Avrupa ülkeleri, AB’nin içine entegre olmaya çalışırken, AB yapısının bir alt
katmanında yer alan Euro Bölgesi, önce küreselleşmenin önemli bir sonucu olarak
algılandı, sonra da yapısal sorunlarıyla gündeme gelmeye başladı. Kısaca, uluslararası
politika ve uluslararası ilişkiler daha fazla küresel ticareti destekleyen bir anlayışla
yönetildi. Bu prensiple sorunu olan bir anlayış ya da düşünce akımı gündemde önemli
bir yer tutmuyordu. Ancak, sürecin dönüm noktası 2008 krizi oldu.

39
Globalleşme sürecinde, ekonomi yönetimiyle ilgili olarak ihmal edilen bazı çok önemli
prensipler 2008 krizinin hazırlayıcısı oldu. 2008 krizi, 1929 Buhranı sonrasındaki en
büyük kriz olma özelliği ile Büyük Depresyon olarak adlandırıldı. Büyük Depresyon,
globalleşme sürecinin yavaşlamasına ve hatta ardından korumacılık eğilimlerinin ortaya
çıkmasına neden oldu. İhmal edilen en temel konu, deregülasyon kavramı altında
piyasalardaki gelişmeleri ölçümlemenin zorlaşması oldu. Globalleşme sürecinde,
finansal mühendislik kavramı altında çok sayıda karmaşık finansal ürün ortaya çıkmaya
başladı. Bu ürünlerin finansal kurumların mali verilerinde yer almaması ve gölge
bankacılık adı verilen bir sistemin ortaya çıkması finansal mühendislik kaynaklı
ürünlerin yarattığı piyasa risklerinin yeteri kadar ölçümlenememesi ile sonuçlandı. Oysa
risk unsurlarını azaltan ekonomi ve finans politikaları üretebilmek için ölçümlenebilir
değişkenlere ihtiyaç vardır.

Globalleşmenin ihmal ettiği bir diğer konu, global ekonomik karar alma
mekanizmalarına ilişkin kurumsal mimari idi. Globalleşme süreci öncesi kurulmuş olan
pek çok uluslararası kuruluş globalleşmenin getirdiği yeniliklere ve global bakış
açılarına ilişkin ortak karar alma mekanizmalarını devreye sokamadılar. Euro
Bölgesinin de temel sorunu bu oldu. Tek para politikası ama Euro kullanan ülke sayısı
kadar maliye politikası ile bu parasal alanı sağlıklı olarak yönetmek mümkün olamadı.
Yönetsel açıdan asimetriler ve dengesizlikler içeren kurumsal karar mekanizmalarıyla
global ekonomiyi yönetebilmek mümkün değildi.

Büyük Depresyonun kaynağı gelişmiş ülkeler idi. Gelişmiş ülkelerin birbiriyle göreceli
olarak daha entegre olmuş finansal piyasaları, bu ülkeler arasında krizin bulaşıcılık
etkisini güçlü kıldı. Gelişmekte olan ülkelerin gelişmişlere göre daha az etkilendiği bu
kriz, küresel milli gelir üretiminde gelişmekte olan ülkelere doğru bir ağırlık merkezi
kayması yarattı. Gelişmekte olan ülkelerin satın alma gücü dikkate alınarak yapılan
hesaplamalarda küresel gelir üretimindeki payları Asya Krizi’nin yaşandığı dönemde
%49 iken, bugün %59’a ulaşmış durumda.

Globalleşme, yeni ortaya çıkan piyasalarda yeni sermaye sınıfları, büyüyen orta gelir
sınıfı yaratırken, ABD’de ise bozulan bir gelir dağılımı yarattı. Euro Bölgesi, krizin
yarattığı etkilerle para alanını ayakta tutmaya çalışırken, globalleşme sürecine

40
1990’lardaki desteğini veremedi. Sonuç itibarıyla, sürecin en önemli iki aktörünün
sürece desteği zayıfladı ve hatta gelir adaletsizliğinin yarattığı memnuniyetsizlikle
iktidara gelen Donald Trump, küresel ticarette ülkesinin uğradığı bazı haksızlıklarda
haklı dahi olsa, uzlaşmacı olmayan tutumuyla korumacılık eğilimlerinin ortaya
çıkmasına neden oldu. Bu noktada,
globalleşme sadece ABD ile mi oluyor ki
ABD’nin önemi, her şeyden
ABD’nin tavrı bu kadar önemseniyor gibi
önce Amerikan Doları’nın en
yorumlar da okumaktayız. Ancak,
güçlü rezerv para statüsünde
globalleşmenin tetiklendiği noktanın ABD
olması gibi teknik bir nedenden
olduğu ve uzun yıllar ABD’nin önderliğinde
kaynaklanmaktadır.
geliştiğini unutmamak gerekir. Bu olgu
ideolojik açıdan hoşnutluk ya da
hoşnutsuzlukla karşılansa da ABD’nin desteğini çektiği bir global dünyada boşluğun
nasıl doldurulacağı önemlidir.

Dünya ekonomisinin bugün geldiği noktada dikkat çekilmesi gereken çok önemli bir
başlık bulunuyor: “yüksek borçluluk”. The Bank for International Settlements (BIS)
tarafından yapılan çalışmalara göre, küresel borçluluk, 2017 sonu itibarıyla dünya
ülkelerinin gayrisafi yurt içi hâsıla toplamlarının %217’si seviyesinde idi. Bu oran,
2007’de yapılan hesaplamaların %20 oranında üzerinde. Sadece gelişmekte olan
ülkelere baktığımızda ise %50 oranında üzerinde. Yani, küresel çaplı borçluluk artışı
adeta bir hastalık halini almış durumda.

Küresel ekonominin bugün geldiği noktada, küreselleşme eğilimlerinin zayıfladığını


görmekteyiz. Kürselleşmenin başını çeken ABD’nin uluslararası ticaret hacminin
gayrisafi milli hasılaya oranı 2011 yılından bu yana düzenli olarak düşmektedir.
Küreselleşmenin hem bir sonucu, hem de destekleyici bir unsuru olarak görülen
teknoloji firmalarının özellikle ABD’de sermaye yoğunlaşmasına neden olduğunu ve
rekabeti azaltıcı etkiler yarattığını izlemekteyiz. Benzer bir durum Avrupa için de söz
konusudur.

Küresel ekonomi, ilerleyen yıllarda teknolojik gelişmelerin daha fazla şekil verdiği bir
evrede olacaktır. Bu durum, küreselleşme olgusunu 20. yüzyılın başlarında olduğu gibi

41
neredeyse tamamen yok olma noktasına getirmeyecektir. Ancak, uluslararası ilişkilerin
bugünkü durumunun temelinde sosyal tercihlerin de önemli rolü olduğunu
düşündüğümüzde, önümüzdeki on yıllarda sosyal olguların da teknolojiyle beraber
giderek artan oranda ekonomik gelişmelere şekil vereceğini düşünüyorum. Kritik soru
bence şu: Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramı çerçevesinde kapitalizm nasıl
evirilecek? Cevap, sayısız kitaba konu olacaktır.

Çin’in Dünya ekonomisindeki geleceği için ne düşünüyorsunuz? Dengeleri değiştiren


kritik önemde bir ülke malum…

Sözünü ettiğimiz ülke, tarih boyunca büyük öneme sahip olmuş bir ülke. Adam Smith,
Ulusların Zenginliği’nde Çin’den özellikle söz ediyor. Çin’in tarımsal zenginliklerine
atıfta bulunuyor. Ancak, Adam Smith’in dönemine ilişkin olarak merkantalist fikirlerin
etkilerini de mutlaka göz önünde bulundurmak gerekiyor. Tarımsal zenginlikleri bu
kadar yüksek seviyede olan Çin, Adam Smith’ten yaklaşık 200 yıl kadar sonra Mao
Zedong’un 1958-62 yılları arasında uyguladığı İleriye Doğru Büyük Sıçrama (Great Lep
Foward) programı milyonlarca insanın açlıktan ölümüne neden oluyor. Tarih boyunca
önemli ve sert politik mücadelelere sürekli sahne olmuş ve 19. ve 20. yüzyılları olumsuz
ekonomik koşullarda geçirmiş bir Çin var karşımızda. Bu kötü geçen uzun süreç, 1978
yılında Reform ve Dışa Açılma (Gaige Kaifang) adı verilen reformlara götürüyor ülkeyi.
Çin’in son 10 yıldaki yükselişinin temellerinde her ne kadar soğuk savaşın bitmesiyle
başlayan süreç var gibi gözükse de Çin’in bugünkü gelişimini iyi anlamak için 1978
yılına mutlaka dönmek gerekiyor.

1978’de hangi kararlar alındı da 1978-2018 arasında Dünya’nın yıllık ortalama büyüme
oranı %2,0 iken, Çin’inki %9,5 oldu? 1978 yılında dünyanın ürettiği toplam milli gelir
rakamı içinde Çin’in payı %1,8 iken, 2018’de %18,2’ye yükseldi. Bu verilerle beraber
Çin’de 740 milyon insan fakirlikten çıktı ve orta gelir sınıfına dâhil oldu.

Çin, 1978 yılında piyasa prensiplerini ortaya koydu. O yıllarda, henüz Perestroika ve
Glasnost yoktu. Önce, kolektif tarım politikasından çıkıldı. Ardından, serbest
girişimciliğin önü açıldı. 1990’lara gelindiğinde, özelleştirmeler ve fiyat kontrollerinin,
korumacı politikaların ortadan kaldırıldığı bir dönem geldi. Deng Xiaoping ve Jiang
Zemin, bu reformlara sahip çıkan liderler oldular.
42
İlk sorunun içinde, marjinalite kavramının önemine vurgu yapmıştım. Yani, serbest
piyasa ekonomisine ilk geçişte atılan her bir adımın sonuçlarının piyasa ekonomisinin
ileri aşamalarında elde edilecek sonuçlara göre göreceli olarak çok daha yüksek olduğu
bir dönem yaşandı. Yine ilk sorunun cevabında belirttiğim üzere, küreselleşmenin
yönetilmesinde yapılan felsefi hatalar ve yönetsel asimetri, küresel ekonomi için özel
önemi olan ülkelerin “ortak hareket edebilme” yeteneklerini zayıflattı. Bir yandan “önce
Amerika”, diğer “yandan önce Çin” diyen ve aralarında ticaret savaşlarına girmiş
dünyanın en büyük 2 ekonomisi.

Bugün, toplam endüstriyel üretimin ancak


Çin ekonomisi, önemli atılımlar %52’si özel sektör tarafından
yaptı ama halen modern bir gerçekleştiriliyor. 1978 yılının reformları
ekonomi niteliğine kavuştuğunu başlarken özel sektörün payının sıfır olduğu
söyleyemeyiz. düşünülürse, önemli bir yol kat edildiği
düşünülebilir. Özel sektörün yıllık gayrı safi
milli hasıla üretimindeki payı 2/3 düzeyinde. Ayrıca, üretilen her yeni 10 işin 8’i özel
sektör kaynaklı. Ancak, Çin’in büyüme oranı 2007’deki seviyesinin yarısına düşmüş
durumda ve bu gelişmeyi bertaraf etmek için kamu kesimi yatırımlarında artış söz
konusu. Çin, son birkaç yılda kabaca yıllık %7’lik büyüme seviyesinden %6’lık
seviyeye doğru geriledi. Mevcut büyümenin verim artışı kaynaklı olma özelliği
zayıflıyor. Sermaye, verimli alanlar yerine politik motivasyonla yönlendirilmiş alanlara
kayma gösteriyor. Ülkede, her önemli atılımın mimarı kamu kesimi olarak görülüyor.
Özel sektör ise, kamu kesiminin yaptıklarının ancak “tamamlayıcı bir unsuru” olarak
algılanıyor. Ekonominin yönetim felsefesine ilişkin temel unsurlarda dahi birbiriyle
yakınlığı olmayan görüşlerin sürekli çekişme halinde olması faklı fikirlerin yarattığı
zenginlik yerine ilerlemenin önüne geçiyor. “Çekişme” ifadesini özellikle kullanıyorum.
Zira, tartışmalar demokratik bir zeminde, ülkenin faydasına olacak projelere
dönüştürülmesi niyetiyle değil, sürekli yönetimi ele geçirip kendi fikirlerini hâkim
kılmak amacıyla gündemde yer buluyor. Politik ahlak zayıf ve kleptokrasi yaygın.

1978’den bu yana reform sürecine girmiş bir ülkenin ekonomi yönetimine ilişkin temel
noktalarda bazı kararları vermiş olması gerekiyor. Xi yönetimi, 2012 yılında karma

43
sahiplik modeliyle şirketlerin özel ve kamu tarafından sahip olunabileceği bir modele
yöneldi. Bu planın adını da reform koydular. Süreç, bugün tersine çalışmış durumda.
Plan, kamu şirketlerinin özel şirketleri satın almaya yöneldiği bir sürece evirildi. Oysa
Çin, Baidu, Alibaba ve Tencent gibi şirketleri yaratabilmiş bir özel sektöre sahip.

Yukarıda dile getirdiğim yapı içinde, Çin’in yüksek borçluluğu önemli bir başlık.
Borçluluk, hane halkının kullanılabilir gelirinin %110’una gelmiş durumda. Diğer
önemli bir başlık da kötü regüle edilmiş ve bu nedenle de kontrolü neredeyse mümkün
olmayan büyük bir gölge bankacılık sistemi.

Çin’in geleceği ile ilgili en önemli riskler, düşen büyüme performansı nedeniyle
kurumlar vergisinin düşürülmesiyle kamu açıklarında olumsuzluk ortaya çıkması ve
gölge bankacılık sistemi üzerinde zaten zayıf olan kontrol mekanizmalarının daha da
zayıflatılmasıdır.

Diğer yanda açık ara farkla dünyanın en büyük ekonomisi ABD var. ABD’nin
ekonomi politikasını sizce nasıl?

ABD ekonomisinin maliye politikası tarafında Cumhuriyetçilerin genişleyici,


Demokratların ekonominin gerekliliklerine göre dengeleyici politikaları arasında sürekli
gidip gelen bir yapısı var. Demokrat Clinton döneminde bütçe fazlası veren ABD,
Cumhuriyetçi Bush döneminde bu fazlayı tüketecek eğilimlere girdi. Demokrat Obama
döneminde, bütçeyi zorlayan küresel askeri müdahalelerden uzaklaşan ve ülke içinde
sağlıkla ilgili politikalara ağırlık veren bir politika anlayışı benimsendi. Trump
döneminde ise, vergi indirimleri ile yeniden genişleyici bir maliye politikasına yöneldi.
Bu politikanın ABD’yi getirdiği nokta, gayrisafi milli hasılaya oranı %6’ya yaklaşan bir
bütçe açığı ile karşı karşıya kalmış olmaktır. Böyle bir açık ya savaş ya da resesyondan
çıkış dönemlerinde görülebilecek bir seviyeyi ifade etmektedir.

Para politikası tarafında ise, küresel yükümlülükleri olan bir ABD var karşımızda.
Özellikle 2008 krizi sonrasında, Amerikan merkez bankası FED’in her yeni politika
hamlesi dikkatle izlendi. Fed, ABD’nin ekonomik çıkarlarını gözetirken, küresel
ekonominin de çıkarlarını gözetmek zorunda kaldı. Çünkü, 2008 sonrasında ortaya
çıkan küresel ekonomik gelişmeler, yeni dengeleri küresel boyutta kurmayı gerekli kıldı.

44
ABD, içerideki büyüme, enflasyon ve işsizlik dengelerini uluslararası ticaretin FED’in
kararlarıyla ne ölçüde etkileneceğini de hesaba katarak kurmak zorundaydı. Bu süreci
ABD, çok başarılı bir şekilde yönetti. Dünya ekonomisinin büyük ölçekli gelir üretme
noktalarını ABD, Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve gelişmekte olan ülkeler olarak
sınıflayacak olursak, 2008 krizi sonrasından en başarılı şekilde çıkan ülkenin ABD
olduğunu söyleyebiliriz.

ABD, sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturmuş durumda. 2009’dan 2018 sonuna
kadar yıllık bazda aralıksız olarak büyüyen bir ABD ekonomisi var. Fakat tarihsel süreç
analiz edildiğinde, ABD’nin daha ne kadarlık süre için büyümeye devam edeceği
istatistikî bir merak konusu. Ayrıca, FED’in 2008 krizi sonrası uyguladığı sıfır faiz
politikası (ZIRP) ve parasal genişleme (QE) sürecinden çıkıp 2018’de 4 kez faiz
artırımına gitmiş olması, faiz artırımlarının bundan sonraki seyri hakkında spekülasyon
yapılmasına yol açıyor. Büyüme performansı olumlu ve FED’in fiyat istikrarını sağlama
misyonun yanında 1977’de üzerine aldığı başka bir sorumluluk daha var: işgücü
piyasası. FED’in sıfır faiz politikasına karşı enflasyonun yükselme yönünde tepki
vermesi uzunca bir zaman almıştı. Şimdi, FED’in hedeflediği seviyelerde seyrediyor.
Ayrıca, işsizlik düzeyi de son derece düşük seviyelere gerilemiş durumda. Hatta tarihi
düşük seviyelerinde seyrediyor. Fed için uzunca bir süre faiz politikasını belirlemekte
en zorlayıcı alan ücretler genel düzeyi olmuştu. İşsizlik oranında önemli düşüşler
kaydedilmesine rağmen, ücretler genel düzeyinde beklenen yükselişler kaydedilemedi.
Ücretlerdeki bu inelastik durum, ABD ekonomisinin verimliliği ve işgücü piyasası
esneklikleri konularında sonuçları çok zor alınan araştırmaların yapılmasına neden oldu.

Görüldü ki, ABD ekonomisi 1990’lardaki verimliliğini kaybetmiş ve aynı zamanda


işgücü piyasasında yapısal değişimler yaşanmış. Yani, tam zamanlı işlerden yarı
zamanlı işlere ve kalıcı işlerden geçici işlere doğru önemli kaymalar baş göstermiş.
Verimlilik düşüşü ve işgücü piyasasında görülen yapısal değişikliğin sonucu olarak Fed,
para politikasına yeniden şekil vereceği noktayı belirlemekte zorlandı. Bu nedenle,
büyüme, işsizlik ve ücretlerin geldiği düzeyler faiz artırımlarına olanak tanıyınca,
dünyanın da ekonomik gelişmelerini dikkate alarak faiz artırımlarına başladı.

45
ABD’nin bundan sonraki ekonomi politikaları temel olarak şu başlıklardan etkileniyor
olacak:

• 2018 yılında düşürülen vergilerin büyümeye yaptığı etkilerin zayıflamasıyla


ortaya çıkan büyüme performansı.
• Çin ile ticaret savaşları ve Çin’de zaten var olan bir yavaşlama süreci.
• Gelişmekte olan ülkelerin FED’in faiz artırımlarıyla karşılaşacakları borçluluk
artışıyla düşmesi beklenen büyüme oranları.
• Euro Bölgesi’nin performansı.

FED, faiz politikasında yaptığı değişikliklerin küresel ekonomi üzerindeki etkilerini


birkaç temel kanal üzerinden izliyor: diğer ülkelerin döviz kurları, ticaret hacimleri ve
finansal piyasalar. Matteo Iacoviello ve Gaston Navarro’nun ortaklaşa yazdığı bir
makale tarihsel açıdan tüm bu etkilere dair önemli bulgular ortaya koyuyor.

ABD ekonomisi, tarihinin bu en uzun büyüme patikasında iken ve küresel


olumsuzlukları da artırıcı yönde politikalar izleyecek olursa, kendi ekonomisini
resesyona sokacak adımlar atmış olacak.

ABD’nin öncülük ettiği değişik bir döneme giriyor dünya. Yapay zekâ ve robotları
konuşuyoruz son yıllarda. Bu gelişmeler sizce dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

Robotların rolünün giderek arttığı bir dünyada insanlık günlük hayatını daha kolay
yönetecekmiş gibi bir algı var. Fakat karanlık fabrikalardan, insansız üretimden söz
edilen bir dünyanın ekonomi açısından ürkütücü yönleri söz konusu. Bu konuda daha
teknik nitelikli görüşlerimi endüstri 4.0 ile ilgili soruda, aşağıda ortaya koyuyorum ama
bu başlık altında daha sosyal noktalara vurgu yapmak isterim. Konunun talep boyutu,
satın alma gücü boyutu önemli. Ekonomide talebi, arkasında satın alma gücü olan
tüketim arzusu olarak tanımlarız. Yani, satın alma gücü yoksa bir mal ya da hizmeti
satın almak ekonomide talep olarak tanımlanamaz. Şimdi, insanların üretimde bu kadar
devre dışı kaldığı ya da kalacağı düşünülen bir dünyada tüketimi kim yapacak? Sermaye,
ürettiği ürünleri satacağı yeterli kitleyi bulamazsa kim için üretim yapılacak? Ekonomi
insan için var olan bir mekanizma olmaktan çıkarsa, kapitalizm nasıl bir evreye girer?
Kapitalizmin yaşayacağı büyük bir tıkanma, bir zaman sonra bir sistem değişikliği

46
konusunu gündeme getirecek küresel boyutlu sosyal dalgalanmaları beraberinde
getirebilir mi? Burada soruları soruyorum ve tarihten bir örnek vermek istiyorum ve
daha teknik ekonomik yorumlarımı endüstri 4.0 başlığına bırakmak istiyorum.

Charles Booth adlı bir iş adamı, 19. yüzyılın sonlarında Londra’da işçi sınıfının
ekonomik ve sosyal koşulları üzerine bir çalışma yapar. Çalışmanın ortaya koyduğu
sonuçları değerlendirerek işçi sınıfının alım gücünü düzeltecek bir sosyal kredi
mekanizmasının hayata geçirilmesi gerektiği fikrini ortaya atar. Fikrin temelinde,
kapitalist sistem içinde üretilen ürünleri satın alabilecek bir tüketici kesiminin
oluşamadığı tespiti bulunmaktadır.

Tarihten yola çıkarak, Charles Booth adlı iş adamının ortaya attığı fikri düşünürsek,
mevcut ya da boyutları büyüyeceği düşünülen problemin yeni olmadığını görüyoruz.
Fakat yine aşağıdaki endüstri 4.0 ile ilgili başlıkta ele aldığım üzere, teknolojik
değişimlerin sürati baş döndürücü bir hal aldı. Teknolojiye dayalı ürünlerin raf ömrü
neredeyse saat bazında değerlendirilir hale geldi.

Unutmayalım ki milli gelir, tüketim, yatırım ve kamu harcamalarından oluşuyor. Bu


harcama gruplarının her biri birbiriyle etkileşimde. Tüketimin ağır yara aldığı bir
ekonomide yapılacak yatırım ve kamu harcamaları nereye kadar bir ekonomiyi ayakta
tutmaya yetebilir?

Robotların insanı süratle devre dışı bırakmaya başladığı bir dünyada iki önemli kişiye
atıfta bulunmak istiyorum: “Small is Beautiful” adlı eseriyle E. F. Schumacher ve
“yaratıcı yıkım” kavramıyla J. A. Schumpeter.

Genellikle uzun vadeli tahmin yapmak zordur ama ana hatlarıyla Türkiye’nin 2050
için resmini çizer misiniz?

2050, düşünüldüğü ya da algılandığı kadar uzak bir zaman değil. Sadece 31 sene kaldı.
Toplumların, ülkelerin yaşamında çok kısa sayılacak bir süre bu. 2050 dediğimiz zaman,
Türkiye’nin ekonomik verilerinin niceliksel boyutuyla değil, niteliksel boyutuyla
ilgilenmek zorundayız. Eğer ki, Türkiye’nin dünyadaki konumunu değiştirecek,
kendisine eşik atlatacak gelişmeleri konuşacaksak – ki 2050 için bunları konuşmalıyız

47
– verilerin arkasındaki niteliklere odaklanmalıyız. 31 yıl önce yıl 1988 idi. O yıldan bu
yana Türkiye’de çok şey değişti ama dünyada da değişti. Türkiye’nin ekonomik olarak
başka bir güç haline geldiğini söylemek mümkün mü? Biz herkesten farklı olarak ne
yaptık? Gelirimiz arttı, globalleşen bir dünyada nüfusumuzun önemli bir bölümünün
ekonomik aktivitedeki katılımı arttı. Ancak, biz sanayileşmeyi sanayileşme sürecini
tamamlamadan terk ettik. Tarım ve hayvancılığı kaybettik. Büyük ölçüde dışa bağımlı
bir ekonomi yarattık. Fakat çok yüksek büyüme kaydettiğimiz ve gelir artışı
sağladığımız yıllar oldu. Büyüdük ama gelişmedik. Teknoloji yaratan bir ülke olamadık.

Eğitim, uzun yıllar yatırım yaptığınız insan


sermayesinin meyvelerini çok geç verdiği Geçmiş 31 yıla baktığımızda,
bir alan. Yeni bir nesil yaratıyorsunuz ve o gelecek 31 yıla niteliksel olarak
uzanacak alanlara bakmak
nesilden size eşik atlatmasını gerekiyor. Bunun da temelinde
bekliyorsunuz, istiyorsunuz. Gelecek 31 eğitim var. Niteliği ancak eğitimle
artırabilirsiniz.
yılda bunu başarabilecek miyiz? Bu soruya
ben yanıt vermiyorum ve cevabı düşünmesi
için okuyucuya bırakıyorum. Tarihe odaklanıp bazı sorularla düşünmeye sevk etmek
istiyorum okuyucuyu.

Dünyanın gelişmiş olarak düşünülen ülkeleri 100 sene önce de niteliksel


derecelendirmede bugünle hemen hemen aynı konumda mıydı? Örneğin, İngiltere,
Fransa, Almanya. Peki, Brezilya, Arjantin, Çin hangi konumdaydı? Rakamlar değişti.
Niceliksel değişim çok büyük ama niteliksel olarak sıralamada 2 ya da 3 basamak yer
değişikliklerinin ötesine geçen kaç ülke var? Üstelik, 2-3 sıralık yer değişikliği de çok
önemlidir. İstisnalar var elbette. Fakat nitelik olarak bakınca, konum açısından çok
önemli yer/sıralama değişiklikleri var mı?

Arda Bey, Türkiye’nin çıkamadığı orta gelir tuzağından kurtulmanın yolları nelerdir?

Türkiye’nin orta gelir tuzağına düşmüş olmasının temel nedeni, inovasyon


yapamamasıdır, ekonomik yapısını dönüştürememesidir. Türkiye, sanayileşme sürecini
tamamlamadan bu süreçten çıkmıştır. Bu nedenle de tanımı ve kategorizasyonu zor bir
ekonomidir. Orta gelir tuzağı ile ilgili sorunun bir sonraki yapısal reformlara ilişkin
soruyla beraber cevaplandırılması yerinde olur. Zira her iki konu da birbiriyle doğrudan
48
ilişkili. Orta gelir tuzağından çıkmak, mevcut ekonomik yapınızda artık tıkandığınızı ve
bu yapıyla daha müreffeh bir toplum yaratamayacağınızı anlatıyor. Bu tuzaktan
kurtulmak hiç kolay değil. Dünya Bankası’nın bir çalışmasına göre, 1960’ta orta gelir
düzeyinde bulunan 101 ülkenin sadece 13 tanesi 2008 itibarıyla yüksek gelir grubuna
çıkmayı başarabilmiş.

Dünya genelinde, orta gelir düzeyinde yer alan nüfus özellikle Çin ve Hindistan’ın
yüksek büyüme hızları nedeniyle son 2-3 tane 10’ar yıllık dönemlerde çok büyük artışlar
kaydetti. Yapılan ampirik çalışmalar gösteriyor ki, kişi başına milli gelirdeki büyüme,
kişi başına milli gelirin $10.000-$15.000 aralığına ulaştığı seviyelerde önemli ölçüde
zayıflıyor. Çünkü önceki hızlı büyüme döneminin kaynakları yeni bir atılıma izin
vermiyor. Örneğin, hızlı büyümenin ilk aşamalarında, niteliksiz işgücünün büyümeye
etkisi güçlü olabiliyorken, kişi başına $10.000-$15.000 aralığına geldiğinizde,
ekonomik büyüme, ekonomiyi yönetenlerden başka şeyler talep etmeye başlıyor.
Büyüme diyor ki, “benim daha iyi performans göstermemi istiyorsanız, beni
güçlendirecek noktalara yatırım yapınız”. O aşamada, kişi başına gelirde bir sıçrama
yapabilmek için artık niteliksiz işgücünü yeni alanlara transfer edemiyorsunuz. Çünkü
katma değeri yükseltmeniz gereken bir aşamadasınız artık.

Kişi başına $10.000-$15.000’lık gelir aralığından kurtulabilmek için ekonominin


dönüşmesi, yapısal bir evrim yaşaması gerekiyor. Bunun için de planlama yapmak ve
kişi başına gelir henüz örneğin $7.000 aşamasındayken ekonominin $10.000-$15.000
aralığı sonrası için talep edeceği esnek işgücünü yaratmak zorundasınız. İnsan
kaynağına ve eğitime yatırım olacak ki ekonomiyi yapısal olarak dönüştürecek niteliksel
kaynaklar yaratılmış olsun.

Bu noktada, eğitim planlaması ile ilgili anlatmak istediğim x sayıda bilgisayar


mühendisi, y sayıda doktor, z sayıda hukukçu yetiştirmek değil kastım. Dünya genelinde
rekabetin nerede olacağını yıllar önceden öngöremeyebilirsiniz. Önemli olan, nitelikli
işgücünü artırmak ve bu işgücünün kendi eğitim alanlarına yakın iş kollarında ara
eğitimlerle çalışabilmesine olanak sağlayacak esnek eğitim programlarını geliştirmek.
Sanırım, Türkiye bu yapıdan, planlamadan, eğitim kurumlarıyla kamu kesimi ve özel
sektörün iş birliklerinden çok uzakta. Herkes çalışıyor ve hem de çok çalışıyor ama

49
koordine olamamaktan dolayı verimsiz çalışıyor. Verimsiz çalışmayla orta gelir
tuzağına takılmış bir Türkiye’nin bu eşiği aşabilmesi mümkün değil.

Düşük gelirden orta gelir grubuna yükseldikten sonra ve yüksek gelir grubuna çıkışta,
insan kaynağının teknolojik yenilenmeleri göğüsleyebilecek niteliğe ulaşması lazım. Bu
da yetmiyor. Yönetsel açıdan da farklı yapılanmalar gerekiyor. Orta gelir grubunda yer
almak, düşük ücretli niteliksiz işgücü ile çalışan yerli endüstriler ile ülkenin artan satın
alma gücünden faydalanmaya gelen yüksek gelirli ve nitelikli işgücüne dayalı yenilikçi
yabancı endüstrilerin arasında kalmış olmak demek. Ülkeye sınıf atlatmak için nitelikli
işgücü, teknoloji transferi ve farklı yönetsel yetenekler katmak gerekiyor.

Katma değer yaratmak için buluş yapmak da gerekmiyor. Toplumda, katma değer
kavramından söz edildiği anda buluş yapılması gerektiği anlaşılıyor ama gerçekçi olmak
lazım. Türkiye, bugünkü yapısıyla buluş yapamaz. Araştırma ve geliştirmenin iki temel
yönü vardır: buluş yapmak ve/veya uygulamak. Önce iyi uygulayıcı olalım, sonra buluşa
sıra gelir belki. Buluş yapmak hiç kolay değil ve toplumsal ve kurumsal hafızada büyük
bir birikim oluşması gerekiyor. Araştırma ve geliştirmenin uygulama yönünü dahi iyi
kullanabilmek için yine aynı şeylere ihtiyaç var: eğitim, teknoloji, yeniden tanımlanmış
yönetsel yetenekler.

Orta gelir tuzağı ile ilgili son olarak şunu da söylemek gerekiyor: orta gelir tuzağından
kurtulmak serbest piyasa ekonomisinin tek başına yapacağı bir iş değil. Hükümetlerin
liderliğinde endüstriyel bazlı mikro seviyeden makro seviyeye çıkan geliştirmelerin
yapılması şart. Transformasyonun doğru sıra ile gerçekleştirilmesi, aşamaları geçmenin
çok önemli bir şartı olarak karşımıza çıkıyor. Doğru sıralama ile geçişin
gerçekleşmemesi, aşırı ölçüde sanayileşmeye ya da sanayileşmede yeterli olgunluğa
gelinemeden sanayileşmeden çıkılması (immature deindustralization) ile dahi
sonuçlanabilir. Yukarıda dile getirdiğim transformasyonu firma düzeyinde
gerçekleştirebilmek, hayata geçirebilmek mümkün olabilir mi? Tarih, gereken örnekleri
veriyor.

50
Sizce yapısal reformlar neler olmalıdır? Hangi alanlarda bu reformlara öncelikle
ihtiyaç var?

Yapısal bir dönüşüme şahit olmadığım için üzerinde fikir yürütebileceğim değişkenler
setine sahip değilim. Fakat orta gelir tuzağına ilişkin verdiğim cevaplar çerçevesinde
yapılması gerekenleri sıralayabilirim. Orta gelir tuzağı ve yapısal reform konuları
birbiriyle bir bütün ve birbirinden ayırmak mümkün değil.

Türkiye, öncelikle hükümetini, üniversitelerini, sektörel kuruluşlarını sektör bazında bir


araya getirmek zorunda. Makro düzeyde uluslararası mukayeseli üstünlüklerimizin
neler olduğunu hemen hemen biliyoruz. Fakat bunları sektör bazlı ortaya koymamız
gerekiyor. Her sektör kendi tedarik zincirlerini masaya yatırarak hangi hammaddeyi ve
aramalı iç piyasadan ya da yabancı ülkeden alıyor olduğunu analiz etmeli. Önemli olan,
ithal edilen ürünlerin üretiminin Türkiye’de nasıl gerçekleştirileceğini tespit etmek. Söz
konusu üretim için yeterli hammadde, insan ve teknolojik kaynaklara sahip olunup
olunmadığı belirlenmeli. Tespit aşaması çok zor değil aslında. Ancak, tespitten sonra
hangi aşamalarla hangi sürelerde hangi hedeflere ulaşılacağı çok önemli. Bunlar, ancak
çeşitli meslek gruplarından profesyonellerin hükümet yetkilileriyle, sektör
kuruluşlarıyla, girişimcilerle beraber çalışmasıyla mümkün olabilir. Seminer,
sempozyum, inovasyon günleri, v.s. etkinliklerle yol alınamaz. Proje tarzına uygun
olarak çalışılması gerekiyor.

Yapısal dönüşümde, hükümetin gerekli yasaların yapılması için hukuki alt yapıyı
hazırlayacak liderliği yapması gerekiyor. Girişimcilerin gereken sermayeyi belirli
teşviklerle harekete geçirmesi sürecin en kritik noktalarından birini oluşturuyor. Bir
işletmenin doğru üretim, doğru teknoloji kullanımı ve yönetim yapabilmesi için de
doğru insan kaynağına ihtiyaç var. Yine aynı noktaya varıyoruz kısaca: eğitim,
teknoloji, yeniden tanımlanmış yönetsel yetenekler.

Umarım, bir gün Türkiye bu atılımları yapar. O zaman, orta gelir tuzağından da çıkılır,
bu kadar yoğun cari açık ve döviz kuru konuşmaktan da kurtulur. Fakat, Dünya
Bankası’nın çalışmasını burada da hatırlamakta fayda var: 1960’ta orta gelir düzeyinde
bulunan 101 ülkenin sadece 13 tanesi 2008 itibarıyla yüksek gelir grubuna çıkmayı
başarabilmiş. Yol, uzun ve sabır isteyen bir yol.
51
TCMB’nin ülke ekonomisi için izlediği politikaları doğru buluyor musunuz?

TCMB’nin misyonu, parasal istikrarın sağlanması. Yani, TCMB’nin temel görevi


enflasyonu kontrol altında tutmak. TCMB, enflasyonu kontrol altında tutmak için
enflasyon hedeflemesi yapıyor, ancak hedefe yaklaşamıyor. Para politikasında
zamanlama çok önemli bir unsur. Doğru politika aracını doğru zamanda
kullanabilmenin hem teknik hem de sanatsal yönü var. Fakat, TCMB’nin doğru
zamanlama ile hareket ettiğine tanıklık edemiyoruz. Zamanlama hataları, parasal
aktarım mekanizmaları adı verilen ekonomik değişkenler zincirinde yer alan
değişkenlerin hedeflenen seviyelere ulaşmasını engelliyor. Burada, TCMB’nin
sorumluluğu sadece enflasyon ile ilgili elbette ama unutulmamalı ki, para politikası çok
sayıda reel değişkeni etkiliyor.

TCMB’nin bugün gördüğüm zamanlama hatalarıyla dolu politikalar uygulama


noktasına gelmesinin en bariz örneği 2014 yılında görüldü. 21 Ocak 2014’te TCMB’nin
bir Para Politikası Kurulu toplantısı gerçekleşti. O toplantı öncesinde TCMB, piyasaya
bir gecede $3,9 milyar sürmüş ve yükselen kuru düşürememişti. 21 Ocak 2014
toplantısıyla faizi %7.75'ten %12'ye çıkarmak zorunda kalmıştı. Yine kurlarda yüksek
oynaklık yaşanan 2018 yılı içinde de düşük puanlı faiz artırımı yapmak yerine, Eylül
2018’de 6.25 puanlık bir faiz artırımı ile faiz oranını %24 seviyesine taşımak zorunda
kalmıştı.

Basit bir örnek verecek olursak, kalp krizine ilk


dakikalarda müdahale edilmesi önemlidir. Bir merkez bankasının doğru
Gecikmeyle gelen yüksek dozlu müdahalenin faiz kararı kadar, bu kararı
“doğru zamanda" alması da
anlamı yoktur. Zamanlama, faizi yükseltirken önemlidir.
de indirirken de çok önemlidir.

TCMB, sürekli yaptığı zamanlama hataları nedeniyle dışa bağımlılığı yüksek olan
üretim ve reel sektör sermaye yapısının kur üzerinden yüksek miktarlı hasar almasına
neden oluyor. Yönetmekle sorumlu olduğu Türk Lirası’na yönelik politika araçlarını
kullanmak yerine, döviz arzını artırıcı olan ama temel olmayan politika araçlarıyla kuru
kontrol altına almaya çalışıp başarılı olamayınca, çok gecikmeli olarak yüksek oranlı
faiz artırımları yapmak zorunda kalıyor. Bu defa, kur üzerinden ağır maliyetlerle karşı
52
karşıya kalan özel sektör, ikinci evrede ağır bir finansman yüküyle de karşı karşıya
kalıyor. Türkiye, son yıllarda, çeşitli dönemler itibarıyla bu kısır döngünün içine giriyor.
Sonuçta, TCMB ne enflasyonu kontrol altına alabiliyor ne de piyasalara (finansal ve
reel) öngörülebilirlik unsurlarını artırıcı karar alma kolaylıkları sunuyor. Dolayısıyla,
parasal aktarım mekanizmaları da makro ya da mikro ekonomik değişkenleri olumlu
yönde etkileyecek bir sürece giremiyor.

TCMB’nin artık sürekli hale gelen zamanlama hataları, ekonominin önünü tıkayan bir
hal almış durumda. Yapısal dönüşümü ve orta gelir tuzağından çıkışı da
konuşamadığımız bir ortamda, uzun vadeli yatırımların yapılmadığı ve gelecekteki
büyümenin kalitesine katkı sunacak bir alt yapının hazırlanamadığı bir süreci yaşatmaya
çalışıyor Türkiye. Dolayısıyla, bankacılık sektörünün reel kesimi neredeyse sadece
işletme sermayesi finansmanı anlamında beslediği, uzun vadeli proje finansmanı
koşullarının konuşulmadığı bir ortamdayız. TCMB’nin bu yanlışları ne zaman ve nasıl
düzelteceğine dair maalesef öngörülebilir bir tarihte bir fikrimiz yok.

Kafa karışıklığı yaratan, yumurta-tavuk ilişkisine benzetilen faiz-enflasyon ilişkisini


bir de sizden dinleyelim…

Faiz-enflasyon ilişkisi kamuoyunda zaman zaman gündeme geldiği için ayrı bir başlık
altında tartışılması gereken bir konu halini aldı. Oysa bu ilişkinin mantığı çok net. Faiz
oranının düşürülmesi, hane halklarının ve firmaların borçlanarak harcama yapmalarına
olanak tanıyor. Harcamaların artması, talep kaynaklı fiyat atışlarının oranını yükseltiyor.
Piyasada arz edilen mal ve hizmetlere talebin artması, arzın taleple aynı oranda
artamaması durumunda fiyat artış oranında yükseliş olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim
arzdaki artış, genel olarak talepteki artış kadar esnek cevap veremiyor talep artışına.
Dolayısıyla, enflasyonda yükseliş gündeme geliyor. Yani faiz oranını düşürdüğünüzde,
harcamaları tetikleyen bir borçlanma yaratmış oluyorsunuz. Faiz oranı artınca da
borçlanma imkânı daraldığı için harcama artışı söz konusu olmuyor. Tam tersine,
borçlanma azalıyor ve tasarruf sahipleri yükselen faiz oranlarından faydalanmak
amacıyla harcamalarını erteleme ve tasarruflarını mevduat hesaplarında
değerlendirmeye özendiriliyorlar. Bu nedenle, artan faiz oranı talep kaynaklı
enflasyonun önüne geçiyor.

53
Konuyu firma cephesinden irdeleyecek olursak, akla şöyle bir soru gelebilir: firmalar,
finansman giderlerini fiyatlarına yansıtmıyorlar mı? Dolayısıyla, artan faiz oranı
nedeniyle enflasyonda hızlanma olmaz mı? Firmalar elbette finansal giderlerini satış
fiyatlarına yansıtmak suretiyle enflasyon artışına sebep olabilirler. Ancak, piyasadaki
talep elastikiyeti koşullarına göre finansman maliyetlerini satış fiyatlarına yansıtmakta
son derece sınırlı olanaklara sahipler, çünkü satışta rekabet söz konusu. Ayrıca, artan
faiz oranları nedeniyle üretim yapmak için yaptıkları borçlanmalar düşüyor. Zira
yükselen faiz ortamında, tüketicilerin de borçlanma yoluyla talep artışı yaratmalarının
önü kesildiği için firmaların da işletme sermayesini finanse etmek, diğer bir ifadeyle
borçlanmak ve harcama yapmak yönündeki ihtiyaçları azalıyor. Sonuç itibarıyla,
borçlanma maliyetlerinin tüketim ve üretim cephelerinde yarattığı harcama azaltıcı ya
da artırıcı etkiler bir firmanın finansman maliyetlerini fiyatlarına yansıtmasının yanında
çok daha güçlü. Bu nedenle, genel ekonomi kuralı şunu söylüyor: enflasyonu düşürmek
için faiz oranını artırmak gerekiyor. Tercih büyümeden yana ise ve bir ülkenin arz
esnekliği yüksek olduğu için enflasyonist eğilimlerin talep artışıyla çok güçlenmeyeceği
düşünülüyorsa, faiz oranını düşürmekte çok daha serbest hareket etme şansınız var
demektir.

İşletme sermayesi ve tüketimin borçlanma ile finanse edilmediği bir dünyada faiz-
enflasyon ilişkisi dile getirdiğim şekilde kurulamazdı. Fakat tarih boyunca ekonomi
borç alanlar ve verenler arasındaki finansman dengeleri ile çalışıyor.

Sizce Türkiye yüzünü nereye dönsün? Batı’ya devam mı yoksa yeni birliktelikler
gerekir mi?

Türkiye’nin mutlaka Avrupa Birliği (AB) içinde yer alması gerektiğini düşünüyorum
ama böyle bir gelişmenin gerçekleşmeyeceğini görebiliyorum. Bunun hem Türkiye hem
de AB adına çok sayıda olumsuzlukla dolu tarihsel bir süreci var. Bu süreçten bir AB
üyeliği çıkamaz. Türkiye’nin coğrafi olarak AB dışında bir birliğe yakınlığı da yok.
Ayrıca, yanlış kurgulanmış bir Euro Bölgesi ve genişlemede çok acele etmiş bir AB’nin
kendi içinde yaşadığı sorunlar nedeniyle, Türkiye gibi büyük bir ülkeyi içine entegre
edebilmesi de mümkün değil. Dolayısıyla, AB kapısı kapalı.

54
Her ne kadar zaman zaman birbirleriyle yakınlaşsalar da Rusya ve Çin gibi ülkelerin
sürdürülebilir bir birlik oluşturabilmeleri pek mümkün gözükmüyor. Bu nedenle,
Avrupa dışındaki alternatifler de yok gibi. Türkiye, bir birlik içinde yer alabilecek bir
konumda değil. Ayrıca, dünyada da bu
yönde yeni gelişmeler söz konusu değil. Türkiye, bir birlik içinde olmaya
İşbirliklerinden çok ayrışmaların, ticaret çalışmak yerine kendi ekonomisini
reforme edip çok sayıda ülke ile bire
savaşlarının, korumacılık eğilimlerinin bir ticari ilişkilerini sıkılaştırmak
güçlendiği bir dönemde dünya. Bu ortamda, durumunda. Mevcut dönem bunu
gerektiriyor.
içine dâhil olunacak bir birlik göremiyorum.

Son yıllarda Endüstri 4.0 ile ilgili gelişmeler, beklentiler artmaya başladı. Sizin
düşünceniz nedir?

Endüstri 4.0, üretimin her aşamasında, tedarik zincirlerinde, bilgi ve iletişim


teknolojilerinin üretimin aşamalarını entegre eden bir yapıya dönüşmesini ifade ediyor.
Konu, 1965 tarihli Moore yasasına kadar uzanıyor. Gordon Moore, Intel firmasının
kurucularından biri olarak çiplerin içinde yer alan transistörlerin her 2 yılda bir 2’ye
katlanan bir güçle teknolojik gelişmeyi yaratacağını dile getirdi. Dijitalizasyonun
gideceği boyutu anlattı. Nitekim Moore’un dile getirdiği gelişmelerle yeni bir endüstri
devrimini tanımlayacak noktaya geldi insanlık. Öğrenen, birbirleriyle iletişimde olan
makinelerin ortaya koyduğu teknoloji ile yeni bir üretim şekli ortaya çıktı. Gelişen
teknolojiler insan yaşamına katkı sunan, yaşam kalitesinin düzeyini artıran gelişmeleri
beraberinde getirdi.

Endüstri 4.0, iş modellerini, üretim teknolojilerini, işletme organizasyonlarını,


organizasyonlardaki rol tanımlamalarını, yeni işlerin ortaya çıkma ya da bazı işlerin yok
olma aşamalarını çok önemli boyutta etkileyen bir süreci ifade ediyor. Süreç, uzun
zamandır çalışıyor ve aslında hiç de yeni bir gelişmeden söz etmiyoruz ama sürecin
kavramsal tanımlaması Henning Kagermann, Wolf Dieter Lukas ve Wolfgang Wahlster
tarafından 2011’de Almanya’da yapıldı.

55
Bu süreçte en çok üzerinde durulan konu, teknolojinin insan faktörünü elemine etmesi
oldu. Doğrusu, endüstri 4.0’ın istihdam konusunda ne gibi sonuçlar doğuracağını bazı
istatistikî çalışmaların sonuçlarını okuyarak görebiliyoruz. Her işin makineler tarafından
ele geçirilme olasılığını değerlendiren çalışmalar var. Buna göre, rutin ve düşük nitelikli
işlerin makineler tarafından yapılabilmesi olasılığı çok yüksek düzeylerde. Bunun
anlamı şu: üst düzeyde nitelik ve yaratıcılık isteyen işlerin makinelere devredilmesi
olasılığı daha düşük. Ayrıca, endüstri 4.0 ile beraber ortaya yeni işler de çıkmakta ve
çıkmaya devam edecek. Özellikle veri güvenliği ve veri analizi ile ilgili konularda çok
sayıda iş sahası açılmakta. Dolayısıyla, endüstri 4.0 ile işgücünden beklenen niteliksel
değişimi gözlemleyebiliyoruz. Yapılan bazı çalışmalar, teknolojinin ilerleyişinin
yaratıcılık gerektiren işleri de zaman içinde elemine edeceğini söylüyor. Henüz bu
noktada değil dünya, ya da yaygınlaşmış olarak bu noktada değil ama öyle gözüküyor
ki bir gün buraya da gidecek.

Endüstri 4.0 ile beraber üretim yapılarında büyük değişimler yaşanırken firmalar için
zaman içinde maliyet avantajları da ortaya çıkıyor. Makinelerin üretimin her aşamasında
gerçekleştirdiği ölçümlemeler ve bu ölçümlemelerin sonuçlarını diğer makinelere
aktararak veri transferi gerçekleştirmesiyle zaman kayıplarının azalması ve üretim
firelerinin önemli boyutta düşürülmesi söz konusu olabiliyor. Yukarıda da belirttiğim
üzere, ortaya çıkan ürünlerin insan yaşamına sunduğu katkı da çok büyük. Ancak, işin
istihdam boyutunda geleceği görmekte zorlanıyorum ki, bu noktada gelişmiş ülkeler ve
gelişmekte olan ve az gelişmiş ülke ayrımının nasıl şekilleneceğini merak ediyorum.

Öncelikle, endüstri 4.0 ile büyük kitleler işsiz kalacaksa ve ekonomilerde satın alma
gücü önemli ölçüde zayıflayacaksa, insan faktörünün bazı çalışmalarda öngörüldüğü
ölçüde yok edildiği bir ekonomik düzenin sürdürülebilirliği olamaz. Geliri olmayan
büyük kitleler satın alma gücüne sahip olamayacaksa, talep yetersizliği söz konusu
olacak demektir ki böylesi bir durumun sosyal boyutlarını da düşündüğümüzde, başka
bir ekonomik düzene geçişi bile konuşmak zorunda kalabiliriz bir gün.

Endüstri 4.0’ı en üst düzeyde kullanan ülkeler daha çok gelişmiş olanlar olacaktır.
Endüstri 4.0’ın beraberinde getirdiği teknolojik değişimleri yönetenlere “iyi taklitçiler”
eklenecektir. Bunlar, yeni teknolojileri kendilerine süratli adapte edebilen gelişmekte

56
olan ülkeler olacaktır. Bu noktada, eğitim düzeyi ister istemez ön plana çıkıyor. Madem
ki belli bir süre için yüksek düzeyde nitelik isteyen işler daha çok rağbet görecek ve
rutine dayalı işler yok olacak, “iyi taklitçi” olmak için de iyi eğitime ihtiyaç var.
Uluslararası alanda rekabet edebilmek için endüstri 4.0’ın getirdiği maliyet
avantajlarından mutlaka faydalanılması gerekecektir. Bunun için de, nitelikli eğitim ile
gerekli işgücünü üretimde devreye sokmak zorundasınız.

Türkiye, teknoloji üreten, yaratan bir ülke olmadığı için “iyi taklitçiler” kategorisinde
yer almak durumunda. O en üst kategoriye çıkmak hiç kolay değil. Çok ama çok uzun
uğraşlar sonucu onlarca yıl ve hatta yüzyıllık süreçlerde belki atlayabiliyorsunuz üst
eşiklere. Bu nedenle, Türkiye’nin yaratıcı konumunda olması olası gözükmüyor ama
eğitimde nitelik üzerine yatırım yaparak uluslararası rekabette söz sahibi olması
gerekiyor.

İşsizlik ülkemizde büyük bir problem…Sizce işsizliğin önüne geçmemiz için neler
yapmak gerekir?

Bu sorunun cevabı eskiden çok netti: büyümek gerekir. Artık bu cevap geçerliliğini
yitirdi. Sadece büyüme ile işsizliğin önüne geçilemiyor. Elbette ki büyümenin çok
önemli katkısı güçlü bir şekilde halen yerinde duruyor ama özellikle uluslararası
rekabetin her dışa açık ekonomide giderek ağırlığını daha fazla hissettirdiği ekonomik
koşullarda nitelik artışı kaynaklı ekonomik büyümenin işsizliği düşürmede çok daha
etkin olmaya başladığı ortaya çıktı. Bunun için, pek çok gelişmiş ülkede dahi devlet ve
özel sektör kapitalist sistemin öngördüğü gibi birbirlerinden uzaklaşmak değil, belli
konularda yoğun işbirliği yapmak
durumunda oldular. Nitelik arttırıcı
Ne tek başına özel kesim ne de tek
planlamalarda özel kesim devletle beraber başına devletin bir anlamı var
gitmek zorunda. Planlama yapmak, işsizliğin önüne geçecek önlemlerin
alınmasında. İstihdam yaratan
mukayeseli üstünlükleri ortaya koymak ve büyüme için sadece büyümek yeterli
ona göre ilerlemek gerekiyor. Vizyon değil artık.
yaratmak için bu işbirlikleri şart.

57
Finansal piyasaları iyi bilen bir ekonomist olarak yatırımcılara piyasalar için
vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Yatırımcılar, her zaman içinde bulunulan konjonktüre göre hareket etmek


durumundalar. Burada, ancak işin prensiplerinden söz edilebilir. Riski yayarak yatırım
yapmak gerekiyor. Riskin nasıl yayılabileceği konusunda karar vermek de kolay değil.
Gündemi iyi takip etmek ve konunun uzmanlarına başvurmak gerekiyor. Uzmanı da
doğru seçmek önemli. Bunu nasıl yapmak mümkün? Bilemiyorum. Benim en zayıf
olduğum alan bu aslında. Finansal okuryazarlık kavramı çok konuşulur oldu son
dönemlerde. Temel ekonomi konularına hakim olmadan finansal okuryazarlık nasıl
mümkün olur bilemiyorum. Yine temel bir prensip şu: en iyi fiyatla bir varlığı satın
almak ve en iyi fiyatla satmak ancak bir
tesadüf olabilir. Bu olası “en iyi”
Finans piyasaları “oyun oynama
seviyeleri yakalamak hiç kolay değil.
yeri” değil, yatırım yapma yeridir.
Yatırım da zaten böyle fazla spekülatif
meraklarla yapılırsa, bunun adı yatırım
değil kumar olur.

Üniversitelerdeki iktisat, işletme öğrencileri ve ekonomist adayı yeni mezunlar finans


sektöründe sizin gibi değerli uzmanların görüşlerine önem veriyor. Onlara ne
söylemek istersiniz?

Soruya soru ile karşılık vermek isterim. Her ekonomi okuyan öğrenci bir ekonomist
adayı mı? Diş hekimliği bitirip diş tedavisi yapabiliyorsunuz, inşaat mühendisliği bitirip
inşaat yapabiliyorsunuz ama ekonomi okuyunca ekonomist olmuyorsunuz. Ekonomi
okuduktan sonra, ekonomist olmak için başka evrelerden geçmeniz gerekiyor. Bunu,
ekonominin diğer dallardan daha zor olduğunu iddia ederek söylemiyorum. Ekonomi
okumanın böyle bir özelliği olduğunu vurgulamak için dile getiriyorum ekonomi
okumanın bu yönünü. Ekonomiye yakın bir daldan da örnek verelim. Örneğin, ekonomi
okumayıp, sadece muhasebeye odaklanmış iki yıllık bir eğitim alınca muhasebeci
oluyorsunuz ve hemen mesleği icra edecek noktaya gelebiliyorsunuz. Fakat ekonominin
böyle bir özelliği yok. Öğrencilerin bu noktanın bilincinde olması gerekiyor profesyonel
yaşamla ilgili beklentilerini oluştururken.

58
Bugün, iktisadi ve idari bilimler okuyan öğrencilerin maalesef geleceğin gözde
meslekleri arasında yerleri yok. Yalnız, uluslararası ilişkileri diğer iktisadi ve idari
bilimler dallarından ayrı tutmak lazım. Maliye, çalışma ekonomisi, ekonometri, işletme
gibi dallarda eğitim almak yerine ekonomi okumak çok daha mantıklı duruyor. Çünkü
ekonomi, hepsini kapsıyor. Profesyonel yaşamın içinde, ekonomi eğitiminin öğrettiği
bu alt dallara yönelmek mümkün. Neden 4 yıllık bir eğitimin son 4 yılında özellikle
çalışma ekonomisi alanına yönelsin bir öğrenci? Profesyonel yaşamın içinde bu alana
rahatlıkla yönelebilir.

Mutlaka ekonomist olmak gibi bir niyeti olan bir öğrencinin “ekonomist” unvanıyla
çalışacağı bir alana yönelmesi gerekiyor. Bunun dışındaki çalışma alanları, ekonomist
olarak çalışmaya izin vermiyor.

Ekonomist olan bir kişinin sürekli diğer mesleklerin üyelerinden farklı olarak
yapacakları bir şey yok aslında. Maalesef ki ekonomist olmak, tahmin yapmanın tüm
zorluklarını içinde barındıran bir iş. Ekonomi, sadece ekonomi değil. Bilimsel tasnifte,
sosyoloji var üzerinde. Psikoloji, matematik, politika, uluslararası ilişkiler gibi çok farklı
alanlarla sürekli iletişim halinde ve tahmin edilmesi imkânsız gelişmelerle bütün
öngörülerin yerle bir olabildiği bir zemin söz konusu. Ekonomi, sürekli olarak bir
bilinmezlik tünelinde ilerlenen, tahminlerin sonuçları üzerine hep varsayımlarla
yaklaşılan ve kesinlik arz eden sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymakta çok zorlanan
bir dal. Bu nedenle, çok okumayı, her şeyden haberdar olmayı ve dolayısıyla inatçı bir
takipçiliği gerektiren bir iş. Sürekli olarak, “acaba atladığım bir nokta kaldı mı”
sorusunu sürekli sorduran ve insanı fazlasıyla şüpheci hale getiren bir profesyonel
yaşam sunuyor ekonomist olmak. Böyle bir hayat, eğlenceli de gelebilir. Ben, işin bu
yanından hep keyif aldım ama bu kadar varsayımsal konuşmayı gerektiren bir alanda,
ekonomist olmayanlara bazı kavramları anlatmakta hep çok zorlandım. Profesyonel
yaşamda, bu kadar bilinmezliğin getirdiği bir ortamda kararlar almak zorunda olmak,
bazı riskleri de beraberinde getiriyor.

59
ATİLLA YEŞİLADA

Orta ve lise öğrenimini Avusturya Lisesi’nde tamamladıktan sonra ekonomi ve işletme


dalında üniversite diplomasını ABD’nin Illinois Eyaleti’ndeki Eastern Illinois
Üniversitesi’nden aldı. Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara Kampüsü’nde ekonomi
dalında üst lisans yaptıktan sonra, New York Eyaleti; Troy, Rensselaer Polytechnic
Institute’da Finansal Ekonomi dalında doktora yaptı. Eş zamanlı olarak The Jerome
Levy Economics Institute’da bir sene araştırma görevlisi olarak çalıştı ve çeşitli bilimsel
dergilerde makaleleri yayınlandı. 1990 yılında Global Menkul Değerler A.Ş.’de
araştırma müdürü olarak kariyerine başladı. 2001 yılına kadar Global, Eczacıbaşı
Menkul Değerler ve Ege Yatırım gibi başka aracı kurumlarda da araştırmadan sorumlu
genel müdür yardımcısı olarak görev yaptı. Bu süre zarfında 1997 yılında Avrupa’da
yılın en iyi Araştırmacıları Ödülü dahil kendisi ve ekibi yirmiden fazla uluslararası
araştırma ödülüne layık görüldü.
2001-2011 yılları arasında CNBC-e, Habertürk, Business Channel ve CemTV’de
ekonomi ve haber analiz programlarını sundu. Referans, Radikal, Yeniyüzyıl, Para,
Arena gibi çeşitli gazete ve dergilerde ekonomi ve finans dallarında köşe makaleleri
yazdı. 2001 yılından bu yana Dr Murat Üçer ile birlikte Gelişmekte olan 20 ülkede
faaliyet gösteren ve araştırma ürünlerini dünyaca ünlü çokuluslu şirket ve fon
yöneticilerine pazarlayan NewYork merkezli Global Source Partners’ın Türkiye
danışmanı oldu. İstanbul Analytics markası altında ise 30’dan fazla yerli kuruma
Türkiye ekonomisi, siyaset, piyasalar ve küresel görünüm hakkında özgün, tarafsız ve
tahmine yönelik stratejik raporlar ve danışmanlık hizmetleri sunmaktadır. Yeşilada,
Türkiye ve çeşitli ülkelerdeki makroekonomi, finans, bankacılık ve siyasi gelişmelerle
ile ilgili konferanslarda konuşmacı olarak yer almaktadır. Ayrıca, İngilizce haber sitesi
www.istanbulanalytics.com ve Türkçe finans ve ekonomi sitesi www.paraanaliz.com‘un
da baş editörüdür.

60
Atilla Bey, özellikle Dünya piyasaları hakkındaki yorumlarınız takipçilerinizin
dikkatini çekiyor. Dünya ekonomisinin gidişatını anlatabilir misiniz?

Dünya ekonomisi 2009 Büyük Finansal Krizi henüz yeni atlattı. Bu krizden geriye
kalan iki miras, yani başta İtalya olmak üzere birçok Euro-bölgesi (EB) bankalarının
çözüme kavuşturulmayan batık kredileri ve gelişmekte olan ülkelerde (GOÜ, Piyasalar
= GOP) dövizle borçlanma furyası not edilmeli ve gelecekte bizi bekleyen en büyük
riskler olarak takip edilmeli.

Fakat, konjonktürel olarak dünya ekonomisi oldukça güçlü bir seyir sürdürüyor. Bu
kitap yazılırken, yani 2019 başında, tüm Gelişmiş Ülkeler ve Çin’de gözlenen
yavaşlamanın yeni bir resesyon hatta zincirleme finansal krizlere yol açacağı kehanetleri
yönünde yeterli kanıt bulamıyorum. Bu duraksama büyük ölçüde Ticaret Savaşları ve
Brexit’in ürettiği dev belirsizliklerden kaynaklanıyor. İkincil bir neden olarak, geçmiş
yavaşlamaların tersine, Beijing bu kez ekonomiyi teşvik edici adımlarda temkinli, çünkü
yeni bir kredi ve kurumsal borç-emlak balonu istemiyor.

Brexit sosyal bir muamma ve bir süre daha İngiltere-AB ekonomilerini frenleyebilir.
Fakat, Trump ve Xi’nin kendi ekonomilerinin menfaati açısından barış imzalamaları ve
Çin’in rahatlayıp yeniden yıllık %6-6.5’lu bir büyüme patikasına oturması en olası
senaryom. Bu senaryoda, OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların öngörülerine
katılarak 2020 sonuna kadar %3’ün biraz üstünde, yani dünyanın optimal kapasitesi
civarında bir büyüme beklerim. Enflasyon ve faizler yükselecek, fakat globalleşme,
teknolojik evrim ve geriye-dönük beklentiler yüzünden geçmiş döngülere nazaran daha
düşük bir zirve yapacak.

Daha uzun vadede yaşanacakları GOÜ’de yapısal ve demokratik reformlar, Gelişmiş


Ülkeler’de ise yeni teknoloji adını verdiğim Yapay Zekâ, Sanayi 4.0 ve Nesnelerin
Interneti’nin 5-10 yıl içinde yaşlanan işgücünü hızla kaime ederek küresel büyümeye
yapacağı katkı belirler. Bu bahiste umutluyum, yeni teknolojini orta vadede toplam
girdi verimliliğine gözle görülür ivme kazandıracağını düşünüyorum. Ama GOÜ’in bir
borç krizi ya da uzun soluklu ekonomik bunalımla yüz yüze gelmeden andığım
reformları başlatacağını hiç sanmıyorum.

61
Dünya ekonomisi içerisinde Çin’in özel bir yeri var. Siz bu ülkeyi nasıl
değerlendiriyorsunuz?

Bir hükümetin başarısını büyüme değil, kalkınma ile ölçerim. Bu bağlamda, Dörtler
Çetesi sonrasında oluşturulan 10 yılda bir değişen lider sistemi tarihi ve küresel ölçekte
başarı hikayesi yazıp, 100 milyonlarca Çin’liyi sefaletten kurtardı. Çin’in dünya
ekonomisi ve siyasetinde hak ettiği yeri alacağından şüphe etmem.

Terazinin öteki yanında ise sabit sermaye yatırımı, KİT’ler ve ucuz ihracata dayalı bir
büyüme modeli var ki tıkandı. Çin’in ihracat başarısı büyük ölçüde kendine mahsus,
fakat DTÖ kurallarını hiçe sayarak, teknoloji gasp edip çalarak da inkişafını
hızlandırdığını kabullenmek lazım. Artık bu oyuna Trump “dur” dedi. Ek olarak plansız
bir sanayi kapasitesi inşa etmenin ürettiği borç yükü de taşınmaz hale geldi, çünkü
üretilen mallara talep yok. Ama en kötüsü, Xi Jinping Putin’den örnek alarak Çin’in en
azından Politbüro içinde konsensüse dayalı kolektif yönetim ve temkinli olarak
demokratik hakların vatandaşa teslimi modelini terk etti. Çin’in yeni yönetim ideolojisi
altında eski başarısını sürdürmesi imkânsız.

Önümüzdeki yıllarda kademeli, fakat vatandaşı rahatsız edecek bir yavaşlama


gözlenecek. Çin, yalnız ABD değil, tüm Gelişmiş Ülkeler tarafından adil rekabet
kuralları ve asgari demokrasi koşullarına uymaya zorlanacak. Bu koşulları yerine
getirememesi için neden yok, fakat anlayış ve modelin değişmesi zaman alır. Bu
değişim süresince ekonomi sürekli bir yavaşlamaya şahit olacak.

Çin’in ABD, AB, hatta Hindistan’ı geçerek


dünyanın bir numaralı ekonomik ve politik Sadece denetimli serbest
gücü alacağı senaryoları hayali. Bunları piyasa mekanizması ve
demokratik işbirliğine
kuranlar SSCB’nin çöküşünden ve tüm
dayalı modeller uzun
meydan okuma ve tuzaklara rağmen AB’nin soluklu başarı elde ediyor.
başarısından ders almamışlar.

62
Atilla Bey, uzun yıllar ABD’de yaşadınız. Ülkeyi iyi bilen biri olarak ekonomisini nasıl
yorumlarsınız?

ABD’de kronik cari açık, yaşlanan nüfusun SGK’na yüklediği maliyet ve düşük
verimlilik gibi sorunlar var. Bunları aşacak bir reform hamlesi şart.

ABD’de ekonomik reform yolu Obama’dan bu yana Kongre ve başkanlığın iki zıt parti
elinde tutulması ve Cumhuriyetçi Parti’nin gittikçe toplumun en tutucu ve reaksiyoner
kesimlerinin eline geçmesiyle kapandı. Trump başkanlığı bu tutucu ve reaksiyoner
kesimin demokrasiye karşı darbesidir. Trump yalnız ekonomide değil, siyasette de
Amerika’yı Amerika yapan tüm değerleri yıkan bir buldozer. Amerika çok güçlü ve
tarihsel olarak sınanmış kurumsal yapısı ve demokratik refleksi sayesinde bu popülist
karşı dalgayı göğüsler ve geri iter.

Bu kapışma sonuçlanıncaya kadar, ABD’yi Fed ve özel sektörün itici gücü idare edecek.
Ancak Trump ve Cumhuriyetçilerin önce Tea Party şimdi “Önce Amerikacı’lar” olarak
örgütlenen kesim siyasetten tasfiye edilmeden, ABD’den reform veya dünyaya olumlu
katkı yapacak bir adım beklemiyorum.

ABD’nin öncülük ettiği yapay zekâ ve robot teknolojisi dünya ekonomisini nasıl
etkileyecek?

Kısa vadede, çok vahim sonuçları olacak bir teknolojik devrim yaşıyoruz. Göçmen
sorunu yanında teknolojinin hızla orta yaşlı beyaz erkeklerin işlerini elinden alması
Trump, Macaristan’da Orban, Brexit ve Almanya-Fransa-Avusturya’da aşır sağcı
güçlerin yükselişinde en önemli faktörler.

Teknolojik değişim her zaman uzun vadede ikame ettiğinden daha fazla emek talebi
yaratır, aşırı milliyetçi popülizm ve anti-globalleşmenin de hiçbir sorunu çözmediği
görülecek. Daha Ricardo’dan bu yana göreceli rekabet kuralını biliyoruz. Tedarik
zincirini dünyaya yaymak, yalnız sermaye sahibini değil, tüketiciyi (emek sınıfı) de
zenginleştiriyor. İçe kapanmak, tarife duvarları fakirleşme ve sanayiyi kaybetme
sıkıntılarına çözüm değil.

Demokrasi ve kapitalizmi bir arada korumanın tek yolu, vatandaşlık hakkı olarak
herkese makul bir maaş bağlanması ve sosyal güvenlik ağlarının yeniden genişletilmesi.
63
Yeni teknolojinin ürettiği karların vergilendirilmesine de karşı değilim. Ancak bu
vergiler işini kaybedenler yararına ve gençlerin yeni teknolojiyle birlikte çalışmasını
sağlayacak beceriler edinmesine sarf edilmeli.

Yapay zekâ ya da robotların insanların yerine geçeceği, ya da ayaklanıp insanlığı yok


edeceği türünden senaryolar bilim-kurgudur. İnsanlık henüz “beni kim yarattı”, “ruh
nedir”, zekâ, bilinç ve ruh arasındaki bağlantı gibi çok temel sorulara cevap vermeden,
yapay zeka ve robotlara anlam yüklüyor. Sonuçta, bu dünyada yaşayan herkesi daha
zengin, mutlu ve verimli kılacak bir devrimin ortasındayız. Ama her devrimde olduğu
gibi, kaybedenler çok. Bunları yeni sisteme adapte edecek bir gelir transferi sistemini
geliştirmek de kamunun görevi.

Ekonomik değerlendirmeleriniz çerçevesinde Türkiye’nin 2050 için resmini çizer


misiniz?

Türkiye rahatlıkla Güney Kore ve Tayvan statüsüne yükselecek doğal, coğrafi ve insan
gücü zenginliğine sahip. Ama, ortada iki büyük engel var ki, bunlar çözülmeden
kalkınmak imansız. Hatta bu iki sorun çözülmezse, Türkiye’nin Orta Gelir Tuzağı’ndan
Düşük Gelir Bataklığı’na geri döneceğini size temin ederim.

Birincisi etnik-dini polarizasyon. Laik-


TÜRKİYE’NİN KALKINMASI İÇİN
İslamcı, Kürt-Türk ve Sünni-Alevi
İKİ SORUNUNU ÇÖZMESİ
ayrımlarını dostça ve tüm grupların eşit GEREKİR: ETNİK- DİNİ
muamele gördüğü bir çerçevede çözmek POLARİZASYON, EKSİK
zorundayız. Kürt ve Alevi meselesi DEMOKRASİ
özelinde, nüfusun %15-20’ni ayrımcılığa
tabii tutan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaparak asimile etmeye çalışan bir çoğunluk
ve devlet anlayışıyla kalkınma sağlanamaz, çünkü o %15-20’nin beceri ve sermayesi
ekonomik dolaşıma-birikime girmez.

İkinci mesele ise eksik demokrasi. Ne AKP ne de vatandaşın çoğunluğu tüm kurum ve
kurallarıyla demokrasi tesis edilmeden Türkiye’nin yüksek teknoloji toplumuna terfi
edemeyeceğini, kaliteli insan gücü barındıramayacağını, beyin ve servet göçünü

64
engelleyemeyeceğini, dışardan teknoloji ve sabit sermaye yatırımı cezbedemeyeceğini
çözemedi.

Ekonomik kalkınma ve insan hakları, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı birbirinden


bağımsız meseleler gibi ele alınması çok garip. Halbuki, ikincisi sağlanmadan birincisi
başarılamıyor. Bunu ispat edenler arasında Daron Acemoğlu gibi Nobel’e aday bir T.C.
vatandaşı ekonomistin olması ve onu kendi özyurdunda kimsenin tanıyıp, “gel bakalım,
sen ne anlatıyorsun? Bize de söyle” dememesi daha da ironiktir. Herkes “Why nations
fail?2”i muhakkak okumalı.

Atilla Bey sizce Türkiye neden orta gelir tuzağından çıkamıyor?

İlk olarak, Türkiye’nin 2009-2017 arasındaki hızlı büyümesi AKP’nin yönetim başarısı
yanında üç geçici unsura bağlıydı:

• FED başta büyük merkez bankalarının QE politikaları küresel finansal koşulları


tarihsel ölçekte gevşeterek Türkiye ve Çin başta bütün GOÜ’in çok rahat ve ucuz
dış finansmana erişmesini sağladı. Türkiye bu finansmanı inşaat, mega-projeler
ve lüks tüketime gömdü, büyüdü ama borcu ödeyecek katma değerli ihracat, AR-
GE ve verimlilik atılımını yapamadı.
• TÜIK’nin GSMH revizyonlarını gerçekçi bulmayan ekonomist meslektaşlarıma
katılıyorum. Elektrik tüketimi gibi ekonominin olmazsa-olmaz bir girdisine
bakarsanız, büyüme oranları çok daha düşük. Bence, büyüme Gezi protestoları
ve hain darbe girişimi arasında bir yerde tükenmişti zaten.
• Türkiye Garanti Fonu zaten 2016 hain darbe girişimiyle biten Türkiye büyüme
hikayesini canlandırmak yapılan son hamleydi. Ekonomiye doping verdi, ama
bedeli çok ağır oldu. Özel bankalar Hazine garantili kredileri verdiler ve
piyasadan çekildiler. Türkiye çok büyük bir kredi şoku yaşıyor. Bu darbeden
kolay toparlanamaz, çünkü o kredilerin ödenmesini sağlayacak ciro yok, tüketici
de aşırı borçlu ve yarına güveni kalmadı.

Özetle, yol 2016’da bitmişti, belki de 2013’de. Ama halk ve politika yapıcıların yeni bir
yaklaşım ve ekonomik model gerektiğini görmeleri 2018’i buldu. Bu modelin temel

2
Daron Acemoğlu’nun ünlü kitabı “Ulusların Düşüşü”

65
öğesi demokrasinin kurum ve kurallarına geri dönüş olmalı. Ancak o sayede iç-dış sabit
sermaye yatırımları ve girişimci ruh canlanır. Hükümet bu gerçeği kavradı mı, ancak
31 Mart yerel seçimlerinde sonra göreceğiz. Ben umutluyum.

Yeni model milli ve yerli ekonomi olamaz. Bunu Trump ABD’de deniyor, bizden çok
daha zengin imkanlarına rağmen, sonuç elde edemiyor. Bence tarım ve tarıma dayalı
sanayi, yüksek katma değerli turizm, lojistik ve bölgesel enerji merkezi olma üzerine
kurulu yeni bir model çok daha yararlı olacak. Aşamalı olarak zenginleşecek ekonomide
iç pazar büyümesi sayesinde küresel arenada yeni teknoloji ve rekabet edebileceğimiz
sanayilerde ölçek kazanırız.

Bu model ve onu besleyecek demokratik düzene geçmeden Orta Gelir Tuzağından


çıkamayız.

Türkiye’nin düzlüğe çıkması için yapısal reformların hayata geçirilmesi konusunda


uzmanlar hemfikir. Sizin yapısal reformlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Sarkozy-Merkel ikilisinin Kıbrıs Rum Kesimi’nin arkasına saklanarak AB yolunu bize


kapatmasından bu yana hiçbir yapısal reform hayata geçirmedi. Yapısal reform kılıfıyla
halka satılan aslında Derviş reformların iptali ve gittikçe ihtiyarileşen, yani kuralsızlaşan
bir tek adam rejimine geçişti.

Türkiye’de ilk reform zihinlerde oluşmalı. Karar verme mekanizmasında ademi


merkeziyetçilik şart. Yani, güç Saray’dan Kabine ve TBMM, yargıya, belediyelere,
STÖ’ne ve bağımsız denetim kurullarına aktarılmalı.

Eğitimde değerler ve beceriler önceliği


En önemlisi ve zoru eğitim arasında karar veremiyoruz. AKP’nin
reformu. Kaliteli bir işgücü Sünni-Türk vatandaş yetiştirme önceliği,
yetiştirmeden, yeni çağı
yakalayamayız. açık fikirli, girişimci ve inovasyon yapacak
bir nesille çelişkili.

66
Hukukun üstünlüğü sağlanmadan Türkiye sermaye birikimi yapamaz (adalet mülkün
temelidir), dışarıdan teknoloji ve uzun vadeli sermaye cezbedemez. Devlet kafası
kızdığında paranıza ve malınıza el koyacaksa, niye yatırım yapacaksınız ki?

Bunun dışında vergi reformu şart. Mükellefi ahlaksızlığa sürükleyen bu sonsuz aflar
zincirine artık son verilmeli. Gelir kompozisyonu dolaylı vergilerden doğrudan
vergilere kaymalı.

Ülke ekonomisinin yönetiminde önemli bir kurum olan TCMB’nin aldığı kararları
nasıl değerlendiriyorsunuz?

TCMB herhangi bir cümlenin objesi olarak kullanılmamalı. Erdem Başçı’dan bu yana
TCMB’nin kararlarını Saray alıyor. Bu gerçeği görüp fakat inkâr eden ekonomistlerle
dolu bir ülkede yaşıyoruz. Para politikasını Saray’ın yapması, kararlara inanmayan bir
TCMB’nin yetkisiz memur gibi icraya zorlanması yüzünden enflasyon beklentileri
kontrolden çıktı, enflasyon katılaştı. TCMB’nin itibarını yeniden kazanması için asgari
şart Erdoğan ve Berat Albayrak’ın TCMB hakkında her türlü yorumdan kaçınması ve
bu “araç özgürlüğü” denen kavramdan vazgeçilmesidir. Ancak yatırımcı ve halk
TCMB’nin tek görevinin enflasyonu %5’e düşürmek olduğuna ikna edildiğinde ve
TCMB ve bu hedefe 1-2 yıl gibi somut bir vadede erişmek için her türlü fedakarlığı
yapacağını ispat edince Türkiye kronik enflasyon ve kur oynaklığı badiresini aşabilir.

Atilla bey, bu soruyu sormak bana zor geliyor. Ancak okuyucuların ikna olması için
faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?

Bu soruya cevap vermeyi ekonomist kimliğime hakaret olarak görüyorum. Ben


Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü ispat etmek zorunda değilim. Tersini iddia
edenler ispat etsin. Yüksek faizin her yerde ve her zaman nedeni yüksek enflasyondur.
Nokta.

Türkiye’nin AB ile yolculuğu hakkında ne düşünüyorsunuz?

AB’den başka çıkar yol yok. Rusya-Çin-İran ekseninin Türkiye’ye ne kazandıracağı


sorusuna cevap veren oldu mu? Turist, yatırım ve banka kredisi AB’den geliyor.
İhracatımızın yarısı AB’ye. Daha önemlisi, AB kurallarına uyum Türkiye’de hem
siyasal hem de ekonomik reformun en kolay ve etkin çaresi. Türkiye’nin en acil
67
ekonomik sorunları Kopenhag Kriterleri’ne uyum ve Gümrük Birliği antlaşmasının
yenilenmesi ve hizmetler ve tarıma genişletilmesi olmalıdır. Vize serbestisi de rekabet
eşitliği açısından hayati önem taşıyor. Daha sonra da Kamu İhale Yasası’nın AB
normlarına uydurulmasıyla kamu kaynaklarının israfı önlenebilir. Bunların
yapılamamasının temel nedeni de Ankara’nın ihtiyati yönetim tarzından fedakârlık
etmeye yanaşmamasıdır.

Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne olur?

Türkiye bir KOBİ cenneti. Ölçek ekonomisi ve finansal birikimden yoksun KOBİ’ler
sanayi 4.0’den bu aşamada yararlanamaz. ISO-500 ise borç batağında, AR-GE’ye
ayıracak kaynağı veya niyeti yok. İşgücü Sanayi 4.0’la çalışmaya hazır değil. Türkiye
şu anda daha Sanayi 2.0’ı ancak tamamlıyor. Eğer tüm toplum bu konuda işbirliği yapıp
hızla geleceğe hazırlanmazsak, Türkiye dış pazarlardan dışlanacak ve gittikçe şiddeti
yükselen bir işsizlik problemi ile yüzleşecek. Çünkü, ihraç ettiğimiz her şeyi başka
ülkelerin robotları 10 yıl içinde bizden çok daha ucuza mal edecek duruma gelecek.

Atilla Bey, sizce işsizliğin önüne nasıl geçeriz?

Eğitimde reform şart. Lise veya üniversiteden çıkan ortalama genç yeni teknolojilerin
gerektirdiği beceriye sahip değil.

Özel sektör sabit sermaye yatırımlarının hızlandırılması ikinci koşul. Bunu da emlak-
dışı yabancı doğrudan sermaye akımlarının
GSYİH’nın %3-4’ne yükseltmeden
Her şeyden önce, gençlerin
gerçekleştiremeyiz. Sermaye birikimi yok ki,
umudun kıran, anketlere göre
sabit sermaye yatırımı olsun. Hep aynı noktaya %30’nu yurtdışında yaşamayı
geliyoruz. Türkiye’de hukukun üstünlüğü tesis istemeye zorlayan bu ezberci
ve baskıcı eğitim zihniyeti
edilmeden yabancı sermaye gelmiyor. Tüm
kırılmalı.
yabancı sermaye Batı’dan gelirken, sürekli Batı
aleyhtarlığı ve gerginlikler sermaye birikimi ve
teknoloji transferinin önündeki en önemli engeller. Türkiye AB’de pratik yabancı lisan
becerileri en düşük 3 ülke arasında. Turizm, ihracat ve teknolojiyle yaşmak isteyen bir
ülkede gençlere yeterli dil eğitimi verilmemesini anlamak imkânsız.

68
Sizin görüşlerinize değer veren binlerce takipçiniz var. Okuyucularımıza da piyasalar
için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Bireysel yatırımcı diye bir kavram yok. Amatör her zaman kaybetmeye mahkûm. Bu
tecrübeyle sahip. Banker skandallarından, Borsa ve acı FOREX tecrübesine kadar
“yatırım yapıp hızla köşeyi dönmek hayali” bu ülkeye çok servet kaybettirdi.
Türkiye’de en karlı yatırım BES ve otoBes. Devletin bu konudaki çabalarını
destekliyorum. Bu konuda faaliyet gösteren kurumların da uzun soluklu bir eğitim ve
tanıtım kampanyası ile tasarruf sahibini bilinçlendirmesi ve piyasada dolaşan kara
propagandaya son vermesi gerekir. Bir ülke uzun vadeli düşünen kurumsal yatırımcı
olmadan kalkınamaz. Bireysel yatırımcı kültürü ve bireyin kendi çabaları ile piyasanın
ortak aklını alt edeceği mitolojisi muhakkak kırılmalı.

Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size göre iyi bir
ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

Bence yabancı dili en azından literatürü takip edecek kadar bilmeyen öğrencilerin
başarılı olması çok zor. Türkiye’de çıkan akademik yayınların miktarı ve kalitesi sınırlı.
İkincisi, artık ekonomi diye özgün bir branştan söz etmek zor. Sosyoloji, siyaset bilim,
istatistik, finans ve insan psikolojisinin iç içe geçtiği bir eğitim düzeni şart. Ekonomi
güya insan davranışlarını inceliyor, ama ne toplumu ne insan beynini ne de topluma yön
veren siyaset mekanizmasını anlamaya gayret ediyor. Öğrenci bu at gözlüklerini
çıkartıp, ekonomik problemlere cevabın teorilerde değil sosyoloji, psikoloji veya siyasi
reformlarda yattığını görebilmeli. En azından cevabın diğer branşların bilgelik arşivinde
saklı olabileceğini göz önünde bulundurmalı.

69
DOÇ.DR. BİLİN NEYAPTI

Bilin Neyaptı, lisans öğrenimini O.D.T.Ü.’de ve doktorasını University of Maryland (College


Park, MD, U.S.A.)’ da Ekonomi alanında tamamladı. 1989-1997 yılları arasında Dünya
Bankası’nda (Washington D.C.) Makroekonomik Araştırma, Geçiş Ülkeleri ve Sahara-altı
ülkeler bölümlerinde ve OECD’de danışmanlık görevlerinde bulundu.

1997 yılından beri İ.D. Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak araştırmalarını yürüten
Bilin Neyaptı’nın uluslararası dergilerde yayınlanmış çalışmaları merkez bankası bağımsızlığı,
mali yerelleşme, kurumsal evrim ve finansal ve mali kurumların makroekonomi ile etkileşimi
gibi konular üzerine yoğunlaşmıştır. Macroeconomic Institutions and Development (EE)
başlıklı kitabın da yazarı olan Bilin Neyaptı, heykel ve resim ile de uğraşmaktadır.

70
Hocam öncelikle dünya ekonomisi ile ilgili görüşlerinizi merak ediyorum. Sizce
Dünya nereye gidiyor?

Bir ekonomist için bu soru, neredeyse bir fizikçiye evrenin evrimini, bir filozofa varoluş
sebebimizi sormak kadar geniş. İnsan denen varlık, kendisi ve çevresinin fiziksel
kısıtlarını zekâsı sayesinde, teknolojiler geliştirerek aştığından beri, üretim ve ticaret
öngörülemez boyutlara ulaştı. İlk insanın açlığını tatmin etmek ve yaşama tutunabilmek
amacıyla doğanın sunduğu kaynaklar için girdiği paylaşım savaşları ise teknolojik
gelişmelerin sağladığı bolluğa rağmen süregeldi. Paylaşım savaşları hem uluslararası
hem de ulusların kendi içlerinde farklı derecelerde insanların yaşam kalitelerini derinden
etkilemeye devam ederken, 21. yüzyılda dünyada açlıkla baş etmeye çalışan insan sayısı
ise tüm insanlığı utandırması gereken kadar çok.

Dinler ve siyasi ideolojiler ulusların siyasi ve toplumsal yapılarını yüzyıllar boyunca


derinden etkilerken, üretim ve paylaşım politikaları da ideolojiler ve kurumların
birbirleriyle etkileşimine bağlı olarak evrildi ve ulusların iktisadi gelişmelerinde
belirleyici oldu. Dünya tarihindeki siyasi, iktisadi ve finansal krizler, ulusların kalkınma
için gerekli ideal kurumlara dair bazı genel geçer kriterler geliştirmelerine yol açmış da
olsa, bu kurumların uygulanmaya konması ve sürdürülebilir kalkınma 21. yüzyıl
itibarıyla pek az ülkede gerçekleşebilmiş görünmekte. Teknolojinin nimetleriyle
bollaşan üretim, piyasalara erişimi olan halkın, denetimsiz finansal yapılar sayesinde,
borçlandırılarak tüketimiyle beslenirken, dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’u 2017
itibarıyla dünya varlıklarının yüzde sekseninden fazlasına sahip hale geldi.3

Özellikle Büyük Resesyon’la açığa çıkan finansal açgözlülük, sürdürülemez büyüme


politikaları ve dünya çapında gitgide artan varlık eşitsizliği, liberal kapitalist düzenin
sorunlarını açıkça dışa vurmuş durumda. İfade haklarına çoğu ülkeye göre hala daha
hâkim Avrupa halklarının gitgide artan protestolarında da ifade edilen bu sürdürülemez

3
2017 itibarıyla en zengin yüzde 10’luk nüfusun gelirden aldığı pay Avruda’da ortalama olarak yüzde 37 iken, bu
oran Orta-Doğu ülkelerinde ortalama olarak yüzde 61 (World Inequality Report, 2018). Refah dağılımı açısından
ise, dünyanın en zengin yüzde 1’lik nüfusunun varlığı toplamın yüzde 30’undan fazla; Oxfam’a göre en zengin
yüzde 10’luk kesimin payı yüzde 82 olarak tahmin ediliyor.

71
düzen, İkinci Dünya Savaşı sonrası
siyasetini tanımlayan küresel güç Çin’in artan iktisadi ağırlığı
odaklarının yarattığı kutuplaşmadan farklı sayesinde diğer ülkeler için de bir
bir uluslararası dengenin de bu yüzyılda siyasi ve kültürel alternatif oluşturma
oluşacağına işaret ediyor. Bu yeni potansiyeli göz ardı edilmemeli.
dengede, Çin’in son 30 yıldır büyüme
performansının ve dünyanın ikinci en
büyük ülkesi haline gelişinin önemi yadsınamaz.

Bu yüzyılın siyasi liderleri, teknolojik ilerlemelerle elele giden işsizlik ve eşitsizlik


nedeniyle artan toplumsal protestoların yaygınlaşması yüzünden, bu sorunların temelini
oluşturan kurumsal zaaflarla baş etmek zorunda kalacaktır. Bilimsel eğitim ve sağlık
hizmetlerinin kamu malı olarak sunulup sosyal mobilitenin sağlandığı -- bunun yanı sıra,
toplumsal bütünlüğe büyük katkı sağlayan sanatsal faaliyetlere değer veren -- ülkeler,
bu yaratıcı yıkım sürecini en az maliyetle atlatırken, eğitim kurumlarını siyasete alet
eden ülkelerinse yenilenecek dünya düzeninde etkinliğini kaybedeceği açıktır.

Çin’in durumunu nasıl değerlendirirsiniz Hocam?

İktisat giriş derslerinin anlattığı konulardan biri, kamu malı kavramıdır; bu tür malların
erişimine engel yoktur ve aynı anda herkes tarafından aynı miktarda tüketilebilir.
Eğitimin kamu malı olması, toplumda mobilitenin, beşerî ve sosyal sermayenin birikimi
açısından temel öneme sahiptir. Özellikle toplumsal yapısı hetorejen ve nüfusu çok olan
ülkelerde siyasi ve iktisadi istikrar için gerekli beşerî ve sosyal sermayeyi sağlamanın
en önemli ayağı eğitim ve sanattır.

Çin’in son 30 yılda ortalama yaklaşık yüzde 10 büyümesinin ardındaki temel


sebeplerden biri, bir kamu malı olarak temel bilimsel eğitime ve üretim planlamasına
verilen önemdir. Yurt dışına gönderilen öğrencilerin, bir devlet politikası olarak
özellikle mühendislik bilimlerine yönlendirilmesi ve bu öğrencilerin yüksek geri dönüş
oranı, Çin’i giderek teknolojiyi taklit eden bir gelişmekte olan ülkeden, hızla inovasyon
yapmaya yönelen büyük bir ekonomi haline getirmiştir. Bu süreçte, kasaba-köy
seviyesinde kurulan ve desteklenen iktisadi girişimlerin yerel kalkınmada ve

72
sürdürülebilir büyümede rolü büyüktür; bu girişimlerin desteklenmesi kırsal ve şehir
arasında artan refah farkını azaltıp sosyal sermaye birikimine ve toplumsal istikrara da
katkıda bulunmuştur. 4

Milyarlık nüfusuna rağmen toplumsal istikrarı ve yüksek büyüme oranları yakalamayı


başaran Çin örneği, devletin kamu malı üretmedeki rolünün ve planlamanın, özellikle
gelişmekte olan ülkeler için öneminin altını çizmektedir. Globalleşmeye özellikle
sermaye hareketleri açısından temkinli yaklaşan Çin, liberal ekonomi politikalarının
borçlanma yoluyla dışa bağımlı kıldığı ve istikrarsız büyüme performansıyla orta gelir
tuzağına hapsettiği çoğu gelişmekte olan ülkeden ayrışmaktadır. Ancak, katma değer
üretiminde artışlar gerçekleştirerek 2000’ler boyunca cari fazla veren Çin’in bu
performansı, yerelde artan gelir dağılım bozuklukları göz önüne alındığında orta vadede
sürdürülebilir olmaktan uzak görünmekte. Özellikle Büyük Durgunluk sonrası ABD ve
dünya ekonomisinin korumacı politikalara odaklanışı, yeterli düzeyde iç talep
yaratamamış olan Çin’de büyüme potansiyelinin gelecek 10 yılda düşeceğine işaret
etmekte. Gelir dağılım bozukluğunun düzelmesi durumunda ise, Çin’in büyüme
potansiyelinin iç talep artışı yoluyla sürdürülebilir olması beklenebilir.

Özellikle kırsalda gelişme ve girişimciliğin desteklenmesi ve bilimsel eğitimin kamu


malı olarak ülke sathında sağlanması (1986’dan beri minimum 9 yıl eğitim zorunluluğu)
Çin’in örnek alınacak politikaları olduğu gibi, bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin de
kuruluşundaki temel kalkınma politikalardır. Ne yazık ki Türkiye, 1960’lardan itibaren
yerelin desteklenmesinde ve 1980’lerden itibaren de eğitimin hızla özelleşmesiyle
sosyal sermaye birikiminde durakladığı gibi, liberalleşme politikalarında gerekli
temkini de göstermeyerek katma-değer üretimi ve büyüme performansı açısından da
Çin’den ayrışmakta.

4
Konu hakkında geniş literatürden bir örnek için bakınız: “Township and Village Enterprises” (2016) by Hong-yi
Chen, Oxford University Press.

73
Çin’in sürtüşmede olduğu ABD ne durumda peki?

ABD ekonomisi, esnek işgücü piyasaları, katma değeri yüksek üretim ve finansal
gelişme nedeniyle düşük işsizlik, istikrarlı büyüme ve düşük enflasyon performansını
sürdürdü. Hızla artan refaha rağmen, 2010’larda %15’e yaklaşan yoksulluk oranlarında
1970’lerden bu yana belirgin bir düzeliş yaşanmaması5 ise, refah dağılımında artan
bozukluğun göstergesi. Gelir ve refah bölüşümündeki bu çarpıklık, 1980’lerden bu yana
liberal ekonomik politikaların dünya çapında yaygınlaşması ve reel sektör büyümesinin
çok üstünde artan finansal sermayenin bir sonucu. Finans sektörünün örgütleme
kapasitesi ve siyaset üzerinde etkin lobileri nedeniyle kamu ve finans sektöründe adil
bölüşüme ve dolayısıyla toplumsal kalkınmaya dair kurumsal düzenlemelerin geri
planda kalışı, bu trendin düzelmesinin ancak gelecek finansal krizler ve etnik
farklılıkların yol açabileceği sosyal patlamalarla mümkün olabileceğine işaret ediyor.

Trump’ın korumacı ekonomi politikaları, kanımca, ancak sosyal mobiliteyi artıracak


eğitim ve diğer sosyal politikalar ile beslenerek yoksulluk ve gelir eşitsizliğini belirgin
biçimde azalacak politika uzun vadede istikrarlı büyümeye yol açabilir. Yoksa, artan
sosyo-ekonomik eşitsizliklerin yol açması gayet mümkün görünen toplumsal sorunlar
ekonomik istikrar için de artan bir tehdit haline gelecektir.

Dünyada yavaşlayan büyüme ve refah eşitsizlikleri nedeniyle durum diğer gelişmiş


ülkelerde de çok da farklı değildir. Merkezi Avrupa’da sosyal devlet politikaları daha
etkin de olsa, 21 yüzyıl itibarıyla liberal ekonominin çıkmazlarının bu ülkelerin alt ve
orta gruplarını da derinden etkilemesi, sisteme itirazların en çok ve en hızlı bu ülkelerde
yükselmesine sebep olurken, sistem süreçlerinin belki de buradan tüm dünyaya
yayılacak olması tahmin edilebilir. Bu yerel ve uluslararası konjonktürde, ABD’nin
değişmekte olduğu açık olan yeni jeopolitik dengeler içinde orta vadede yine de baskın
kalması mümkün görünmekte.

5
“Poverty Estimates, Trends and Analysis”, U.S.Department of Health and Human Services.

74
Uzun vadede, ne reel sektörden büyük hızla artan finans sektörünün ne de adil olmayan
bölüşümün ülkelerin kendi içinde ya da uluslararası düzeyde sürdürülmesi mümkün
değil. Bu nedenle, ulusal ve uluslararası politikaların büyüme ve refah artışı hedeflerini
adil bölüşüm ve sosyal sermayeyi önceleyen politikalarla destekleyen bir kurumsal
paradigma değişikliği ile biçimlenmesi gerekmektedir.

Hocam sizce yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

Üretimde robot kullanımı yaygınlaşmakta; 2015 itibarıyla endüstriyel üretimde


kullanılan robotların işgücüne oranı Avrupa ve ABD’de binde 2,5 düzeyinde.6 Robot
üretimi ve kullanımının iki ana etkisinden söz edilebilir. Bunlardan ilki ve en çok kaygı
uyandıranı, robot üretiminde azalan maliyetler ve robotun üretkenlik açısından çalışan
işgücüne üstün olduğu varsayımı altında işsizliğin artacağı iken, ikincisi artan gelirin
kullanımına bağlı olarak, yeni iş alanları yaratabileceği.7

Doğal ya da yapısal işsizlik oranları (enflasyonu artırmayan işsizlik oranı: NAIRU)


1970’lerden beri, 2000’lerin başındaki parasal genişleme dönemi dışında, artış gösterdi.
Yeni ekonomi diye adlandırılan bilgisayar devrimi ve imalat sanayiin teknoloji yoğun
sektörlere dönüşümü, bu artış eğiliminin başlangıcı. 1990’lar sonrası çoğu ülkede para
politikası kurumları reformlarıyla enflasyon kontrol altına alınırken, ABD-dışındaki
ülkelerin hemen hepsinde gitgide artan hatta kemikleşen (hysterisis) yapısal işsizlik
eğilimi nedeniyle Phillips eğrisinin oldukça yatay bir hale geldiği gözlenmekte. 8

Yakın gelecekte, hizmet sektöründe ve yaratıcılık ve özgünlük gerektirmeyen tekdüze


işlerde, işgücünün robotlarla ikamesi olasılığının artması ve yaygınlaşması, üretimde
analitik düşünce ve yaratıcılık gerektiren işgücüne talebin de artmasını beraberinde
getirebilir. Bunlara ek olarak, idealde ve daha uzun vadede, otomasyonun yol
açabileceği refah kazanımlarının daha fazla sanatsal ve beşerî faaliyetlere kanalize
edilmesi yoluyla refah düzeyinin toplum sathında artırılması potansiyeli de
düşünülebilir. Ancak, bu son seçeneğin fiziki sermayenin tekelleştiği mevcut kurumsal

6
International Federation of Robotics (IFR) verisi.
7
Bkzç Acemoğlıu ve Restrepo (2017), NBER Working Paper 22252.
8
Rusticelli (OECD Journal 2014).

75
yapı içinde gerçekleşmesinin olası olmayışı, toplumsal refahı daha da
dengesizleştirebilecek robotik teknolojilerinin üretim ve kullanımına dair uluslararası
kurumsal düzenlemelere önem kazandırmaktadır. Aksi halde, tüm inovasyonlar gibi
Endüstri 4.0 ve türevleri de patent sahibi şirketlere ticaret üstünlük sağlarken, gelişmekte
olan ülkelerin borçluluğunu artırması sonucunu doğuracaktır. Ülkelerin, otomasyonla
elde edeceği refah kazanımları ile birlikte ortaya çıkacak yaratıcı yıkım sürecinin
maliyetini azaltmak amacıyla adil bölüşümü ve toplumsal refahı sağlayacak maliye ve
gelir politikaları geliştirmeleri zorunlu görünmektedir.

Hocam isterseniz Türkiye üzerine konuşalım artık. Bir iktisatçıya bunu sormaktan
çekiniyorum ama bizim için Türkiye’nin 2050 yılı resmini çizer misiniz?

Türkiye’nin geçen yüzyılı, maalesef kalkınma yolunda çok tökezlemiş bir ülke olarak
son derece zengin derslerle doludur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü takiben
halkın büyük fedakarlıkları ile hâkim olunan topraklar, gelecek umudu yüksek bir
ulusun vatanı haline geldi. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden 20 yıllık dönemde,
ulusun tarihinde açılan bu yepyeni sayfa büyük sosyal ve iktisadi gelişmelere sahne
olmuşken, ülke yönetimi 1950’lerden itibaren, dünyadaki jeopolitik ve iktisadi
konjonktürün etkisinde, sıklıkla siyasi, toplumsal ve iktisadi zaaflara uğramıştır. Bu
politik zaaflar, Türkiye’nin potansiyel gelişimine on yıllarca sekte vurarak ulaşabileceği
refah düzeyinden geri kalmasına sebep olmuştur.

2001 krizi ile Türkiye yeni bir döneme girdi. Bu dönem, geçen yarım yüzyılın biriken
iktisadi sorunlarının üstesinden gelinmesi için bir fırsat penceresiydi ve IMF desteğiyle
uygulanmaya konan makroekonomi ve yönetişim reformları uluslararası takdir gördü.
Ancak, her büyük reform dönemi gibi, bu dönemin de kazananı ve kaybedeni vardı;
kaybeden, ilk aşamada, Türkiye’nin o dönem en güçlü ve güvenilir kurumu olan silahlı
kuvvetleri, kazananı ise 2002’den bu yana iktidarını perçinlemek için, anayasa dahil, her
kurumu neredeyse bitmez tükenmez sayıda hukuksal düzenlemelerle yeniden
yapılandıran AKP oldu.

Bu hukuksal düzenlemelerin siyasi etkilerini bir yana bırakarak, sadece iktisadi yönüne
odaklanarak yapılabilecek en somut saptamalar, önümüzdeki 30 yılda varılabilecek
noktayı tanımlamak için önemli. Öncelikle, ‘Yeni Türkiye’ denilen ve ülkenin yakın
76
tarihinden ve Cumhuriyet ilkelerinden koparılma projesi, iktisadi ve toplumsal olarak
çok zayıf temellere oturmakta. Bunun sebebi, ülkenin topyekün bu değişimi
desteklememesi gerçeği bir yana, ülke nüfusunun en az yarısının bu değişime karşı
duruşunun iktidar tarafından önemsenmeyişi ve ‘bertaraf’ edilmeye çalışılması. Bu, ülke
kalkınması için gerekli toplumsal birlikteliğe ve sosyal sermayeye sekte vuran çok
önemli bir dönem özelliği. İkinci olarak, iktidarın gücünü sağlamlaştırmak için
başvurduğu iki temel yöntemin sürdürülemez oluşu ve uzun vadede sadece zafiyet
doğuracak olması. Bu iki yöntemin ilki, ekonominin motoru olarak seçmiş olduğu
iktisadi sektörün inşaat oluşu, ikincisi ise eğitimin iman ve biat, ya da inanç ve iktidara
hizmet, kavramları etrafında tasarlanması. İnşaatın ileriye dönük iş imkanları yaratma
yönünden kısır bir sektör oluşunun yansıra, bilimsel eğitimin kamu malı olmaktan
gitgide çıkarılarak, kalitesindeki farklılaşmanın da sosyal mobiliteye zarar verişi,
Türkiye’yi potansiyel kalkınma patikasından uzaklaştıran politikalar.

Uluslararası ekonomik ilişkilerde liberal kurallara uyarken, ulusal ekonomide rekabet


kurallarının sıklıkla ihlali ve rasyonel bir kalkınma politikasının olmayışı sonucu gitgide
artan refah bozuklukları, üretim kapasitesinde ve halkın alım gücünde daralma ve
hanehalkı borçluluğu, ülke ekonomisinin yurtdışı etkilere çok daha fazla duyarlı
olmasına yol açtı. Bunun sonucu olarak, tahminimce iktidarın önümüzdeki birkaç yılda
en büyük icraatı, yerli üretici iflas ederken tüm üretim araçlarının ve yerli varlıkların
yabancı şirketlere satılışına aracı bulunmak olacaktır. Bu durumda, ülke geleceğinin
bağımsız politikalarla şekillenmesi mümkün olmayacaktır.

Bu manzara karşısında, kurumsal yapının


hukuk, eğitim ve sosyal mobilite Kaliteli bilimsel eğitimin bir an
alanlarında yeniden düzenlenerek önce bir kamu malı olarak ülke
sathında ücretsiz olarak sağlanması
toplumsal refahı öncelemekte geç kalınan yeniden geleceğine umutla bakan bir
her gün, ne yazık ki hızla evrilen toplum olmamız için en önemli ve
acil adımlar olarak görünmekte.
teknolojik ilerlemelerin getireceği
Katma değer üreterek maddi ve
refahtan payını alamayan, katma değer kültürel değerlerimize hâkim
üretemeyen, tüketemeyen, yurttaşlık olabilmenin tek yolu budur.

bağları zayıflayan ve birbiriyle

77
anlaşamayan mutsuz bir topluluk olma olasılığının büyüklüğüne işaret etmekte. Bu
süreçte tarım ve hayvancılığın devlet teşvikleri ile tekrar canlandırılması, bununla
birlikte köylerin ve köy okullarının öneminin tekrar anlaşılması da ülkenin bağımsızlığı
ve gelişimi için büyük bir gerekliliktir.

Son yıllarda İktisatçıların Türkiye ekonomisi üzerinde durduğu bir konu var: “Orta
gelir tuzağı”. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz hocam?

Yurttaşlık hissi zayıflatılan eğitim sisteminde, başkalarından farklı ve üstün olma


hırsıyla yetişmiş insanların ve ileriyi görme becerisi gelişmemiş bireylerin güçlü çıkar
gruplarının organize amaçlarına alet edilmesi bir cevap, ama yetersiz. Siyasetin
toplumun refahını gözetmek yerine rant kazanma hedefine odaklanışına olanak verecek
kurumsal zafiyetten kurtulmak genellikle krizlerle mümkün. Türkiye, siyasi ve iktisadi
krizlerden fazlaca nasibini almış bir ülke de olsa, orta gelir tuzağından çıkmak için
gerekli silkinişi henüz gerçekleşebilmiş değil.

2001 krizini takip eden kurumsal reformlardan bazıları, özellikle enflasyonun


düşmesinde önemli rol oynayan merkez bankası bağımsızlığının tesisi, enflasyon
hedeflemesine geçiş, banka denetleme ve düzenlemenin kuramsallaşması,
makroekonomik istikrar ve iktisadi gelişme için önemli adımlardı ve Türkiye’nin orta
gelir tuzağından çıkışı için de büyük bir fırsat penceresi sunmuştu. Bu çerçeve içinde,
fiziksel sermaye yatırımlarının dinamik ve eğitimli bir kesime iş imkanları yaratması ve
katma değer üretiminin teşvik edilmesi yerine, ülke kaynakları kısa dönem büyümeyi
en kolay yaratacak inşaat sektörü etrafında, iktidara çıkar bağlarıyla bağlı yeni ve güçlü
bir kesim yaratmak için kullanıldı.

Dünya ekonomilerindeki genişleme trendinin Büyük Resesyon ile dönüşümünü takiben,


bu politikaların sürdürülemezliği anlaşılmış da olsa, iktidar çıktığı yoldan dönemeyecek
kadar ülkeyi kalkınma dinamiklerinden uzak bir noktaya götürmüş durumdadır. Bu
fırsat penceresinin siyaseti ve toplumu dönüştürme planlarına alet edilişi, Türkiye’nin
21. yüzyıldaki gelişme potansiyelini önemli ölçüde geriletmiştir. Eğitimin çağın
gereklerine ve sosyal mobiliteye izin vermeyen bir kalıba sokulması ve sosyal
sermayenin yıpratılması, ülkenin sadece kısa değil, uzun vadeli kapasitesine zarar
vererek vatandaşları maalesef orta gelir tuzağına en az bir nesil daha hapsetmiştir.
78
Hocam, son yaşadığımız ekonomik şoklar sonucunda yapısal reformlar çokça
konuşuluyor. Yapısal reformlar bir ülkeyi nasıl etkiler?

Yapısal reformlar, uzun-dönem


kalkınma hedeflerine ulaşabilmek için Genel olarak yapısal reform, ülke
ekonomisinin sürdürülebilir
demokratik ülkelerde seçimle değişen
kalkınma patikasına geçebilmesi
hükümetlerin kısa vadeli olmaya meyilli için gerekli düzenlemeleri içerir.
politikalarının manevra alanlarını
kısıtlama amacıyla geliştirilen kurumsal yapılardır. Örneğin, bağımsız yargı, rekabet
kanunu, merkez bankası bağımsızlığı, finansal denetim ve gözetim mekanizmaları ve
mali kurallar, hükümet politikalarının siyasi amaçlarla kaynak dağıtımına engel olmayı
ve uzun vade refahını hedefleyen kurumlardır.

Ancak, tecrübeler göstermektedir ki, uzun vadeli toplumsal refahı hedefleyen kurumsal
yapıların hayata geçirilmesi güç dengelerinin eşit dağılmadığı ve iyi bir otoriter yapının
da olmadığı bir durumda ancak toplumun genelinin büyük zarara uğradığı krizlerle
mümkün olabiliyor. İdealde ise, uzun vadeyi gözeten ve sürdürülebilir kalkınmayı
hedefleyen kurumsal yapıların toplumun bütünü ya da çoğunluğu tarafından talep
edilebilmesi ve siyasetin de bunları hayata geçirmesi için toplumda ortak değerlerin,
yurttaşlık hissinin yüksek ve refah dağılımının da adil olması gereklidir. Bu özelliklere
sahip bir toplumda sosyal sermaye artar ve toplumun çoğunluğunun refahı için karar
alma mekanizmaları sağlıklı işler. Bunun için en önemli yapısal reform ise bilimsel ve
felsefi eğitimin kamu malı olarak toplumun tümüne erişmesidir.

Sizce TCMB başarılı mı?

Bu soruya yanıtım geniş bir kurumsal çerçeveden değerlendirme şeklinde olacak.


Özellikle 1980’lerden bu yana, merkez bankası bağımsızlığı (MBB) ve enflasyon
hedeflemesi (EH) siyasi kazanç amaçlı kısa vadeli parasal genişleme ve paranın
değerindeki dalgalanmaları ve mali baskınlığı engelleme amacıyla geliştirilen ve çok
sayıda ülke tarafından benimsenen, kurumsal mekanizmalar olarak görülmekte. Bu
mekanizmalar sayesinde, 2002’den beri dünyada enflasyon oranları, Türkiye’yi de
içerecek şekilde, ciddi biçimde düşürüldü.

79
Ancak, çok sayıda çalışmada da belirtildiği üzere9, MBB ve EH bir ülkede ne düşük ve
istikrarlı enflasyon oranları, ne de sağlıklı bir makroekonomik yapı için yeterli değildir.
Özellikle Büyük Resesyon’un da ortaya çıkardığı gibi, MBB ve para politikalarının
etkinliği için diğer önemli koşul, finans sektöründe makro-ihtiyari politikaların temel
alınması. Temel olarak, bu kurumsal düzenlemelerin hepsi inanılır politikalar
uygulayarak enflasyon beklentileri kontrol etmek amacını güder. Ancak, özellikle 2007
sonrası iktidarın çok sayıda eleştirisi ve genişlemeci politika baskısının, TCMB’nin
bağımsız politikalar yoluyla makroekonomik istikrarı sağlamadaki önemli rolüne tehdit
oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.

2002 reformlarıyla finansal denetim ve


gözetimin kurumsallaşmış olduğu Bu bağlamda, MBB’nın pratikte
Türkiye’de, artan özel sektör fiyat ve parasal istikrarı sağlamadaki
rolü, EH’deki başarısızlık ve
borçluluğunun makro-ihtiyari politikalara enflasyon istatistiklerinin de
tehdit oluşturacağı olasılığı artmaktadır. tartışılır hale geldiği mevcut
çerçevede tartışılır hale gelmiştir.
Ayrıca, 2002 sonrasında yapılan çok sayıda
hukuksal düzenleme ve özellikle de
2018’de Yeni Ekonomi Programı adı altında öne sürülen ve biçimlenen kurumsal
yapılar, MBB, EH ve diğer makroekonomik kurumlar için büyük belirsizlikler
oluşturmuş ve iktisadi beklentileri de olumsuz yönde etkilemiştir.

Anlamakta zorluk çekilen faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız? Sanki bir kısır
döngü gibi, sizce de öyle mi hocam?

Faiz, paranın fiyatı, enflasyon ise genel fiyatlardaki artış hızıdır. Enflasyon, bir değiş
tokuş aracı, muhasebe birimi ve finansal varlık olarak paranın değerini ve alım gücünü
düşürür. Girdi maliyetlerindeki artış ya da arzı aşan talep artışı, ya da ikisinin birden
gerçekleşmesi, enflasyonun temel sebepleridir.

2008 küresel krizi sonrası azalan sermaye girişi ve inşaat sektörüne akıtılan kaynaklar
nedeniyle üretim kapasitesinde yaşanan daralmanın kırılganlaştırdığı Türkiye

9 Konuüzerindeki çok sayıda çalışmanın bir özeti için, bkz. “Inflation and Central Bank Independence: A Meta-
Regression Analysis” (2010), Klomp and de Haan, Journal of Economic Surveys 24.

80
ekonomisinde enflasyon, 2017’den bu yana hızlanan bir artış eğilimine girdi. Üretim
sektöründe dışa bağımlılık, artan özel sektör dış borçları ve bu konjonktürde oluşan
belirsizliğin yol açtığı spekülatif ve manipülatif hareketler sonucu 2018 itibarıyla
%20’yi aşan enflasyon, 2000’lerin başında Türkiye’nin önemli bir makroekonomik
kazanımı olarak görülen kronik enflasyonu düşürme başarısını geriye döndürmüş oldu.

Bu çerçevede, iktidarın sık sık merkez bankası politika faizlerini enflasyondan düşük
ilan etmesi yönündeki ısrarlarının gerçekleşmesi durumu bankalar için likidite ve
kredibilite sorununa yol açar; faizin enflasyondan çok daha hızlı artışı ise ekonomik
daralmayı körükleyecektir. Bankaların tasarrufların reel sektör yatırımlarına
dönüşebilmesindeki önemli rolü göz önüne alındığında, temelde fiyat istikrarını gözeten
bir merkez bankası makroekonomik çerçevede gözlenen enflasyon eğilimini politika
faizine yansıtmak durumundadır. Nominal kontratlarda ileriye dönük beklentilerin de
içerilmesi nedeniyle, özellikle beklenti yönetiminde başarılı olamayan bir merkez
bankasının politika faizi ile piyasa faizleri arasındaki farkın açılması ise doğal olacaktır.

Yukarıdakiler ışığında piyasada nominal faiz oranı, gözlenen enflasyonun üzerinde, kur
ve beklenen diğer tüm riskleri de içerecek şekilde ve bankaların operasyon maliyetleri
için pozitif bir reel faiz kazanması gerekliliği de göz önüne alınarak belirlenir. Yani,
üretim, talep, dış dengeler ve bunlara dair beklentiler ile belirlenen enflasyon olgusu
üzerinde bağımsız bir merkez bankasının rolü, ancak beklentileri ve bankaların fonlama
maliyetlerini etkilemek yoluyla olabilir. Belirlenen enflasyon hedefinin beklentilerle
uyumsuzlaşması durumunda ise enflasyon hedeflemesi etkinliğini kaybeder.

Kısacası, faizler enflasyonun sonucudur. Ancak, uzun vadeli reel yatırımların


gerçekleşmediği yüksek enflasyon dönemlerinde spekülatif yatırımların körüklediği faiz
artışları ve monetizasyon olgusu ise, Türkiye’nin geçmişte yaşamış olduğu faiz-
enflasyon kısır döngüsüne de yol açabilir.

Türkiye, sizce yakın ve uzak gelecekte hangi ülkeler ile işbirliğinde olmalı?
Bölgesel iktisadi işbirlikleri, işlem maliyetlerinin azaltılması açısından en doğal ve
rasyonel işbirlikleri olarak görülür. İktisadi işbirlikleri, jeopolitik çıkarlar çerçevesinde
de tamamlayıcı unsurlar olarak değerlendirilebilir. Ancak, Türkiye gibi büyük bir
gelişmekte olan ülke için kalkınmanın önemli bir şartının da üretimde çeşitlilik olduğu
81
göz önüne alınırsa, ülkenin farklı ve özellikle de katma değeri yüksek üretim alanlarına
yönelmesini engelleme potansiyelini haiz anlaşmalardan uzak durması gereklidir.

Bu bağlamda, Avrupa ile tarihsel olarak güçlü ilişkilerimizi veri alarak, enerji kaynakları
açısından tamamlayıcılığı olan Orta Doğu ülkeleri, Rusya ve yükselen piyasalara erişim
açısından da özellikle tek-kuşak-tek-yol projesi ile Uzak-Doğu ticaretinde işlem
maliyetlerini büyük ölçüde azaltacak Çin ile işbirliğinin de Türkiye için büyük önem arz
ettiğini de belirtmek gerekli.

Endüstri 4.0 ülkemize fayda sağlar mı?

Türkiye, 2000’lerin başındaki potansiyel olarak bu süreçte aktif rol alabilecek bir ülke
iken telif haklarının alınma sürecindeki problemler; ihale sürecindeki keyfilikler
nedeniyle kaynak dağılımındaki verimsizlikler; yönetimleri siyasileşen üniversiteler ve
tüm bu süreçte kendine bir gelecek göremediği için artarak yurtdışı kurumlarda
çalışmayı tercih eden eğitimli işgücü nedeniyle, Endüstri 4.0’ün getireceği refah
kazanımlarından pay alamayacaktır görüşündeyim. Ancak bu dönüşümün yol açacağı
işsizlik artışı, Türkiye’yi bu süreçten uzak tutan yapısal zafiyetleri ortadan kaldıracak
reformların kaçınılmazlığa yol açacaktır.

Hocam, işsizlik en önemli ekonomik sorunlarımızdan. Sizce işsizliğin önüne


geçmemiz için neler yapılabilir?

Sosyal mobiliteyi ve yaratıcı düşünceyi gerçekleştirmeye katkıda bulunacak bir eğitim


modeli, kişilerin yaşam ideallerini toplumda sadece küçük kesimlerin değil genelinin
geleceği ile bağdaştırabilmesini sağlayabilecek temel bir faktördür. Bu idealin, refahın
kişisel ve toplum düzeyinde artışı olduğu düşünülürse, çocuklarının kendi hayatlarından
daha kötü şartlarda olmasına izin vermeyecek bilince ulaşmış ailelerde nüfus artış
hızının tahmin edilen iktisadi büyüme hızından fazla olması beklenmez. Böyle bir
toplumda yapısal işsizliğin artması olasılığı da düşecektir.

82
Refahın adil paylaşımı ise gelişen
teknolojilere ayak uyduracak O halde, uzun vadeli dengeli
kurumsal düzenlemelerin hayata büyümeyi sağlamak için bilimsel
düşünceyi ve felsefi eğitimi
geçirilmesi için toplumsal konsensüsü
önceleyen, sosyal mobiliteyi
sağlamak için gereklidir. Böyle bir hedefleyen bir eğitim modelinin
sistemde, insanlığın refahını kamu malı olarak sağlanması, uzun
vadede yapısal işsizliğin azalması
geliştirmeye odaklı araştırma ve
için son derece önemlidir.
geliştirme faaliyetlerinin kamu
tarafından teşvik edilmesinin yanı
sıra, teknolojik gelişmelerin tekelleşmeye yol açmasını engellemenin ve kamu-malına
dönüşümünün kurumsal altyapısının sağlanması da iş alanları yaratmak, ya da yok
edilen işlerin telafisinin finansmanını sağlamak, açısından önemlidir. İşsizliği azaltacak
diğer her tür önlem toplumsal refaha katkıda etkin olmadığı gibi uzun dönemli de
olmayacaktır.

Hocam, yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz tavsiyeler var mı?

Spekülatif yatırımlardan elde edilecek kazançların sürdürülebilirliği açısından, son on


yıl örneğinden de görüleceği üzere, bu yüzyıl öncekinden ayrışacaktır düşüncesindeyim.
Kanımca 21. yüzyılda tüm dünyada, özellikle kontrolsüz büyüyen finansal varlıklar, bu
varlıkların sahiplerini de kapsayacak şekilde krizlere yol açmaya devam edecektir.
Döviz cinsinden varlıkların akıbeti ise, yavaş da olsa değiştiği açık olan dünya dengeleri
ile orantılı olacaktır.

Bu çerçevede bu yüzyılın, reel yatırımlarla


desteklenmeyen finansal büyümenin Benim yatırımcıya tavsiyem,
önünü alacak kurumsal düzenlemelerin finansa değil, üretim ve sanata
yaygınlaşacağı bir yüzyıl olmasını tahmin yönelmeleri.
ediyorum. Böyle bir gelecekte, sanat
eserlerinin yükselen bir şekilde yatırım ve spekülatif bir kazanç alanı yaratmaya aday
olacağını öngörüyorum.

83
Literatüre önemli katkıları olan bir iktisat hocası olarak bu alandaki öğrencilere
söyleyecekleriniz nelerdir?

İnsanların birbirleriyle, toplumla ve içinde bulundukları iktisadi, kurumsal ve siyasi


sistem ile ilişkilerine; kişilerin ve kurumların karar alma mekanizmaları ve bunların
birbirleri ile etkileşimlerine ilgi duymak iyi bir iktisatçı olmak için temel özellikler.
İktisadi düşünce tarihi, paradigma
değişikliklerine, konjonktüre göre İktisadın konusu olan karmaşık

geçerliliği ve önemi değişen teorilere sahne yapıları ve bunlarla etkileşimlerin

olagelmiş. Dolayısıyla, dünyadaki sosyal ve modellenmesi, iktisat biliminde

siyasi gelişmelerin yakın takibi, bireylerin temel araç olarak matematiğin de

karmaşık davranış saiklerinin önemine işaret etmekte.

modellenmesine ilham veren temel


olgulardır.

Her alanda olduğu gibi, iyi bir iktisatçı olmak, yukarıda betimlemeye çalıştığım çok
geniş alanda bilgi üretimine katkıda bulunabilmek için emek harcamayı gerektiriyor. Bu
emek, maalesef mevcut eğitim sisteminin büyük zafiyeti olarak ortaya çıkan, önüne
konanı anlamaya çalışmak (daha da fenası, ezberlemek) asla değil, çok okumak ve
müfredatta belirlenen kaynakların da ötesine geçmeyi bir sorumluluk olarak
içselleştirmekle beslenerek katma değere dönüşebiliyor. İyi bir üniversite öğrencisi
ezberi asla düşünmemeli, asla ‘hocam, kitap mecburi mi?’ sorusunu sormamalı, bulduğu
her kaynağı kullanabilmeli. Güncel iktisadi olayları medyadan takip etmeli; sınıf
arkadaşlarıyla (ve hocalarıyla, ofis saatlerinde) bu konularda tartışabilmeli; merak ettiği
konularda, TCMB ve TÜİK gibi temel istatistiklerin yayınlandığı sitelere (ve
diğerlerine) ara ara girip kendini aydınlatmaya çalışmalı. İnternet erişiminin elverdiği
sonsuz imkanları, bilimsel makaleleri de teknik donanımı elverdiği ölçüde takip etmek
için kullanmalı. Benim her iktisat öğrencisine tavsiyem, anlaşılan konuların önlerinde
açacağı ufuklardan ve bunların tetikleyeceği yeni soruların heyecanından kendilerini
mahrum bırakmamak için gereken emeği harcamaktan kaçınmamaları. Zira önümüzdeki
yüzyılda, iktisadi kurumların ve politika paradigmalarının köklü değişimlere uğraması
olası görünmektedir.

84
PROF. DR. EMRE ALKİN

Prof. Dr. Emre Alkin; Saint Michel Fransız Lisesi'ni 1987 ve İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi’ni de 1991'de bitirdikten sonra, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi’nde lisansüstü
eğitimini tamamladı. 1996 yılında Doktorasını yine aynı Üniversite'de tamamlayarak ve
1997'de “doçent”; 2002 yılında ise “profesör” unvanını aldı.
1999-2003 yılları arasında İMKB Başkan Danışmanlığı, 2000 yılında TİM Genel Sekreterliği,
Vergi Konseyi Üyeliği görevini yürüten Prof. Dr. Emre Alkin; Çukurova Holding, Doğan
Holding, Anadolu Holding ve Altınbaş Holding’de görev yaptı. Çeşitli gazetelerde ekonomi
köşe yazarlığı, TV8, SKYTÜRK, A HABER, CNNTURK, TRTHABER gibi televizyon
kanallarında ekonomi yorumculuğu yapan Prof. Dr. Emre Alkin, Dünya Gazetesi’nde
“Paylaşmasak Olmazdı” isimli sayfasıyla içimizdeki kahramanlara yer vermektedir.
Şu an Altınbaş Üniversitesi Rektör Yardımcısı olan Alkin, İzmir’in spor kulüplerinden Göztepe
Sportif A.Ş.’de Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Futbol Federasyonu Genel Sekreterliği de
yapmıştır. Temmuz 2017’den beri de Galatasaray Sportif A.Ş. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi
olarak görev yapmaktadır. Alkin, “Uzlaşmazlık Çözümü” konusunda şirketler ve kamu
arasında ulusal ve uluslararası çalışmalara katılmaktadır. Ödeme Sistemleri, Mobil
Teknolojiler, Finans ve Mali Konular ile ilgili uluslararası şirketlerde görev yapmaktadır.
Prof. Dr. Emre Alkin’in; “Risk Management”, “Finansal Aracılığın Evrimi”, “Bankalarda
Risk Yönetimine Giriş”, Yalın Alpay’la birlikte kaleme aldığı “Dünden Bugüne Gaziantep”,
“Her Şey Ekonomi Değil”, "Paylaşmasak Olmazdı, “Fikret Mualla’nın Sanatı” ve 2017
yılının en iyi iş kitabı seçilen “Olaylarla Türkiye Ekonomisi” isimli, biri İngilizce olmak üzere
sekiz kitabı bulunmaktadır. Ayrıca insan ilişkilerinin dünden bugüne evrimi üzerine
yazdığı “Seve Seve Aldattım” isimli kitabı da bu yıl çok satan kitaplar arasında yer almıştır.
2018 Eylül ayında çıkan "Mükemmeli Arayan Kadın" isimli ilk romanı ile de büyük ses
getirmiştir.
Prof. Dr. Emre ALKİN, iki çocuk babası olup, Türkçe, İngilizce ve Fransızca konferanslar
vermektedir.

85
Hocam Dünya ekonomisini yakından takip eden bir akademisyen ve ekonomist olarak
süregelen gidişat hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.

Dünya ekonomisi kırılgan bir süreçte diyebilirim. Başta ABD olmak üzere, Çin ve
Almanya’da büyüme oldukça hassas dengeler üzerinde devam ediyor. Diğer taraftan
Milli Gelir konusunda başı çeken ülkelerin borçluluk konusunda da en ön sıralarda
olduğu gözden kaçmıyor. Özellikle G7 ülkelerinin bu şekilde devam etmesi halinde
2050 yılında kamu borcu/milli gelir oranlarının %441 olacağı göz önüne alındığında,
çözüm yolunun bir “kaos” ya da “savaş”tan geçtiğini iddia edenlerin sayısı her geçen
gün artıyor. Ekonomik problemlerin çözümünün artık ekonomide aranmıyor maalesef.
Adalet, insan hakları ve eğitim konusunda çıtayı daha yukarı koymak tüm problemlerin
çözümü. Ancak güncel siyasetin tarzı buna müsaade etmiyor.

Yine de temelden bakıldığında gelişen ülkelerin büyüme performansının geride


bıraktığımız 50 yıla göre, gelecek 50 yılda çok daha kuvvetli olacağını görebiliyoruz.
Endonezya’nın 2050 yılında Dünya’nın 4. büyük milli gelirine sahip olacağı, Meksika
ve Brezilya’nın aynı tarihlerde İngiltere ve Fransa’yı geride bırakacağı öngörülüyor.
Türkiye’nin satın alma gücü paritesine
göre 2050 yılında Milli Gelirde 14. Sırada Maalesef gelişen ülkelerde zihniyet
devrimi yapılamadığı için Milli
olacağı da bir başka beklenti. Elbette
Gelir büyüklüğüne rağmen
bugün yaşadığımız sorunların yerini başka kalkınmışlıkta geri kalacaklarını da
sorunlar alacak gelecekte. Buna rağmen görüyorum.
büyüme potansiyelinin değişeceğini
düşünmüyorum.

86
Hocam peki Çin’in son zamanlardaki durumunu nasıl değerlendirirsiniz?

Çin devlet başkanının Anayasal değişiklik yaparak “ömür boyu başkanlık” imkanını
yarattıktan sonra, bu zamana kadar
Ancak Çin’in “dünya liderliği” devam ettirilen “milyarlarca ürünü
konusunda iddialı yorumlar ucuza sat” politikasından tamamen
yapamıyorum. Popüler kültür, sanat, vazgeçildiğini görüyoruz. Bu paradigma
spor ve diğer sosyal aktivitelerde değişikliğine şu ana kadar sadece Çin
ABD ve AB’nin ezici üstünlüğü var. değil, dünyanın geri kalanı da ayak
Sonuçta kimse “keşke sabah Çinli uyduramadı. İkinci Dünya Savaşından
gibi uyansam” demiyor. Herkes önce Çin’in yaşadığı ciddi deflasyon-
Batı’yı örnek alıyor. O şekilde enflasyon sürecinin nüfus büyüklüğüne
yaşamak istiyor. dayalı ekonomi politikalardan
kaynaklandığını unutmayan yöneticiler,
marka-tasarım-inovasyon-yüksek teknoloji üretimi temelli bir büyüme modelini ortaya
koydular. Bu durum ABD’yi korkuttu diyebilirim.

ABD, ne yapıyor, nereye gidiyor?

ABD, 1871 yılından beri Dünyanın en büyük Milli Gelirine sahip. Sadece ekonomik
büyüklükte değil, bilim ve teknoloji, uzay çalışmaları, spor, sanat, müzik ve diğer sosyal
dallarda liderlik yapan bir ülke. Bunu da kuruluşundan bu yana göçmenlerin getirdiği
bilgi ve görgüyle başarıyor. Adalet, hak ve özgürlükler ve eğitim alanlarında yarattığı
yüksek kalite sayesinde bugün demokratik dünyanın lideri ve “haydut ülkelerin”
korkulu rüyası. Ancak Obama ile başlayan ve Trump ile devam eden süreçte ABD
Devleti, elindeki gücü doğru şekilde kullanmadı. Dünya ithalatının 3’te 1’ini
gerçekleştiren bu ülkeye mal satmak birçok ülke için ciddi gelir getiren bir uğraş. Ancak
ABD yavaş yavaş Petrol tedarikinden başlayarak giderek “ithal ikameci” bir modele
doğru yürümeye başladı. Bu durum ne dünya ne de ABD için olumlu bir gelişme değil.
Amerikan şirketlerinin önemli bir kısmının yurt dışı faaliyetleri var ve yurt dışında
ürettikleri malların önemli bir kısmını yine ABD’ye satıyorlar.

Diğer taraftan ABD dünyanın en borçlu ülkesi. Dünya’daki toplam borcun %30’undan
fazlasını ABD yapmış gözüküyor. Halbuki toplam gelirden aldığı pay %24. Dolayısıyla
87
bu borcun sürdürülebilir olmaktan giderek uzaklaştığı, ABD Devletinin de radikal
çözüm arayışlarında olduğu gözüküyor. Ancak bu arayışın yan etkileri maalesef kan ve
göz yaşı oluyor. Orta Doğu, Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerine yaptığı
müdahaleler güven değil güvensizlik yaratıyor.

Bugün ABD en az Suudi Arabistan kadar petrol üretiyor ve bu gelişme dünyadaki


dengeleri değiştirdi diyebilirim. Petrol Fiyatları üzerinde ciddi bir baskı kuran ABD
yönetiminin teknolojiden çok savunma sanayi ürünleri ihraç etmeye doğru evrilen
politikaları, sivil teknolojiler konusunda ABD’nin 1990’lardan beri elinde tuttuğu
liderliği kaybettirecek gibi gözüküyor.

Gelecek yıllarda yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

Bu meseleyi ajandalarında öncelikli hale getirmiş olan ülkeler çok büyük avantaj elde
edecekler. “Bu kadar kişi işsiz mi kalsın” diyerek konvansiyonel kalmakta ısrar edenler
ise ciddi şekilde gerileyecekler. Çok değil 2020 yılında 50 Milyar “nesne” birbirini
görmeye ve konuşmaya başlayacak. Bu bilgi ortadayken dönüşmekte inat eden ülkelerin
ve şirketlerin Dünya üzerinde çözüm değil problem yaratan taraflar olacağını
söyleyebilirim. Artık üretmekten çok, üretmekten önceki ve sonraki faaliyetlerin fiyata
etki ettiğini görüyoruz. Marka, tasarım, inovasyon, teknoloji, dijitalleşme, eğitim, satış,
pazarlama, reklam gibi faaliyetleri doğru şekilde gerçekleştirmeyenlerin küresel başarı
elde edemeyeceği, bir süre sonra da ne kadar gümrük duvarlarıyla korunursa
korunsunlar, tüketiciler tarafından tercih edilmeyeceklerini söyleyebilirim. Sanayi 4.0
‘dan Sanayi 5.0’a geçiş ve 5G teknolojileriyle beraber bu sürecin öngörülenden daha
hızlı ve sert yaşanacağını öngörmek mümkün. Bu teknolojilere çabuk adapte olan
ülkelerin Milli Gelirlerini tahminlerden %15-25 arası daha fazla artırmalarının mümkün
olduğu birçok analist tarafından ifade ediliyor. Bu gelişen ülkelerin gelişmiş ülkelerle
kalkınmışlık farkını kapatmak için önemli bir fırsat. Elbette bu fırsatın farkında olmak
ve kullanmak gerekiyor.

Hocam, tüm bilgi birikiminiz ile Türkiye’nin 2050 için resmini çizer misiniz?

OECD, Dünya Bankası ve IMF verilerine göre Türkiye eldeki ekonomik modelle 2030
yılında G-20, yani en büyük 20 ekonomi içinde kalacağı matematiksel olarak

88
kanıtlanmış durumda. Türkiye’nin hemen altında Suudi Arabistan, üzerinde de İspanya
olacak. Ancak gelecekte, Endonezya, Meksika, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Çin'in
sıralamada Türkiye’nin epeyce üzerinde olacağı anlaşılıyor.
Bir başka önemli beklentiyi de paylaşayım. İlginçtir, Nijerya'nın 2030'da ilk 20 ülkenin
arasına Hollanda’nın üzerinde 19. sırada girmesi bekleniyor. Hatta Nijerya ise aynı
hesaplamalara göre 2050 yılında 9. sırada olacak.
PWC tarafından hazırlanan bir rapora göre, 2050 yılında Dünyanın en büyük
ekonomileri şu şekilde sıralanacak:
ÜLKE Milli Gelir (Trilyon Dolar)
Çin 59,4
Hindistan 42,2
ABD 41,3
Endonezya 12,2
Brezilya 9,1
Meksika 8.0
Japonya 7.9
Rusya 7,5
Nijerya 7,3
Almanya 6,3

Bu tablodan da anlaşılacağı gibi, Endonezya,


Meksika ve Nijerya’nın önümüzdeki dönemde Eldeki ekonomik model ile
2050 yılında da ilk 10 ülkenin
ekonomik büyüme ve katma değer açısından
içinde olmak matematiksel
Türkiye’den daha hızlı gelişme ihtimali olduğu olarak imkân dahilinde
görülüyor. Türkiye’nin 2050 yılında gözükmüyor.

uluslararası kuruluşlar tarafından tahmin edilen


Milli Geliri 5.2 Trilyon Dolar civarında. Buna göre yine G-20 ülkeleri içinde kalma
ihtimali yüksek gözüküyor. Hatta G-20'ye dahil olacağımız konusunda kuşkular da
var. Mutlaka bir başka ekonomik büyüme modeli ile yola devam etmek gerektiği
ortada. Yüksek teknoloji- katma değer-marka-tasarım-inovasyon üzerinde yükselen bir
omurgayı tasarlamak gerekir.

89
Özetle, eğitimin en önemli saç ayaklarından bir olduğu bir büyüme modeli ortaya
koyabilirsek, vaat etmekten daha çok "icra ederek" ortaya çıkarsak Türkiye'nin algısını
ve sıralamasını hak ettiği seviyeye çıkarabileceğimizi düşünüyorum.
Hocam, son 10-15 yılda büyüdük ama bir noktada sıkıştık kaldık. Türkiye, neden orta
gelir tuzağından çıkamıyor?

Çünkü Türkiye’de eşitlik “vasatlık”


seviyesinde sağlanmaya çalışılıyor. Kalkınma olmadan orta gelir
Siyaset elde bulunanı eşit şekilde seviyesinden çıkmak zor.
dağıtırmış gibi yapıyor ancak elde
bulunanın hakkaniyetle eşit şekilde paylaştırılması, elde fazla bir şey olmayınca
“vasatlık” yaratıyor. Halbuki önce yapısal reformlardan başlayarak, yaşam kalitesini en
üst seviyeye çıkararak eşitliği bu şekilde sağlarsak, orta gelir seviyesinden çıkmak daha
kolay hale gelir. Milli Geliri büyüterek değil, adaleti-özgürlükleri-eğitimi en üstten en
alta kadar eşit şekilde yaydığımızda kalkınmaya başlarız. Şu ana kadar ortaya konan
yaklaşımlar, “vasatlıkta” bile eşitlik yaratamamıştır.

Hal böyle olunca elbette büyüme modeli de inşaat gibi kalkınmaya katkı verdiği
tartışmalı olan sektörler üzerine kuruluyor. “Ne yapayım bu kadar işsiz mi kalsın?”
diyerek 10 yıl sonra var olmayacak üretimlere teşvik vermek veya ithalat vergisiyle
korumaya çalışmak benzer şekilde “vasatlık” sonucu ortaya çıkan davranış biçimleri.

Bundan çıkış ise Mustafa Kemal Atatürk’ün “şahsi menfaatleri toplum menfaatlerinin
önüne çıkarmayın” tavsiyesine uymakla gerçekleşebilir. Bence herkes bunu bir
düşünmeli.

Hocam yapısal reformların gerekliliğinden sürekli bahseden bir ekonomistsiniz. Bir


kez de burada nedenlerini paylaşabilir misiniz?

Yukarıda da belirtiğim gibi, meselemiz büyüme değil. Geride bıraktığımız dönemde


yüksek büyümeler gördük ama dünya sıralamasında bir arpa boyu yol gidemedik.
Demek ki, mesele büyümek değil kalkınmak.
Mahfi Eğilmez Hoca’nın sık sık dile getirdiği ve benim de Anadolu’daki sohbetlerimde
“olmazsa olmaz” şekilde tarif ettiğim, fakat Türk Siyasetinin sürekli olarak burun

90
kıvırdığı “yapısal reformlar”, bizi kestirmeden değil ama emin adımlarla kalkınmaya
doğru götürecek. Sadece bunu yapacak irade lazım.
Aynı fikirde olmadığım birçok uzmanın da yazılarını okuyorum. Çünkü kıymetli
fikirleri dile getiriyorlar. Fakat “bu da geçer” ya da “her şey çok güzel olacak” tadında
yazmalarının yanında, reformların tarzı konusunda da onlarla pek anlaşamıyoruz. Ben
“adalet-eğitim-özgürlükler” diyorum, onlar ise daha çok eğitim ve ekonomi üzerinde
duruyorlar. Demek ki adalet ve özgürlükler tarafında fazla sıkıntı olmadığını
düşünüyorlar. Ben sürekli olarak “en üst seviyeye hep birlikte çıkmak” diyorum. Onlar
ise “tabana yaymak” diyerek eldekini eşit şekilde dağıtmanın altını çiziyorlar. Açıkçası
kendisini en eğitimli sayanın bile kendisinden şüphe etmesi gerektiği, ülkenin önde
gelen iş insanlarının bile marka yaratamadığı bir ülkede, “vasatlığı” eşit şekilde
paylaşmakla nereye varacağız bilemiyorum.
Mahfi Eğilmez Hoca’nın sosyal medyada paylaştığı reçeteler bizlere en azından “hala
ümit var” dedirtiyor. “Türkiye’nin siyasal alanda yapması gereken yapısal
reformlar Anayasa değişikliği ile başlamak durumundadır” diye söze başlayan Mahfi
Hoca, yakın zamanda yapılan Anayasa değişikliklerinin amaca hizmet etmediğinin altını
çizmiş bulunuyor.
“Anayasa, kuvvetler ayrımını tam olarak vurgulamalı, yasama, yürütme ve yargı
erklerinden birinin ötekine üstünlüğünü önleyecek bir yapıda olmalıdır. Anayasa
değişikliğini izlemesi gereken reform seçim sisteminin ve siyasal partiler sisteminin
düzenlenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Seçim sisteminde baraj uygulamasının
kaldırılması şart görünüyor. Siyasal partiler kanununda paralel değişiklikler yapılması,
milletvekilliğinin (en fazla iki kez seçilmek gibi) süre sınırlandırılmasına tabi tutulması,
lider egemenliğini ve milletvekili dokunulmazlıklarını kaldıracak düzenlemelerin
yapılması gibi birçok konu bu çerçevede sayılabilir.” Çalışmada, Anayasa ve temel
yasalar ile ilgili reformlar bu şekilde özetlenmiş.

Sosyal Reformlar başlığı altında ise eğitim öncelikli olarak ele alınmış. “Eğitim
sisteminde 30 – 40 yıl önceki sisteme geri dönsek ve o sistemi günün koşullarına göre
revize etsek bu alanda yapısal reform yapmış sayılabiliriz” diyen Mahfi Hoca hemen

91
peşinden adalet reformunu tarif etmiş: “Siyasal etkilerden bağımsız kılınacak bir adalet
sistemi kurmak”.

Bunlar sağlandıktan sonra, anladığım kadarıyla iş kolaylaşıyor. Akabinde ekonomik


reformlar için gerekli zemin sağlanabiliyor. Aynı çalışma içinde, ekonomik reformlar
şu başlıklarla sıralanmış:
- Büyümenin ithalata bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi

- Bütçe gelirlerinin konjonktürel etkilerden mümkün olduğunca arındırılması

- Sosyal güvenlik ve sağlık reformu

- Enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması

- Sektörel reformlar

- Kurumsal reformlar

Bunları yapmak elbette kolay değil. Bugüne kadar hiçbir iktidar seçim barajını, siyasi
partiler kanununu, birlikler-odalar-
borsalar gibi kanaat kuruluşları ile
Önce adalet-eğitim-özgürlükler
eğitimin devlete bağımlılığını tarafında, hatta Atatürk’ün başlattığı
değiştirmek için herhangi bir adım reformların felsefesi dahilinde
Türkiye’ye yakışan adımları atmak
atmadı. Bundan sonra atılacağına dair gerekiyor. Batı ülkelerinde bile
umudum fazla yok. Yine de tam eksik olanları tam olarak yapmak
yerine “onlarda bile yok, biz niye
anlamıyla "imkânsız" demiyorum. Çünkü
yapalım” diyerek muasır medeniyet
Mahfi Hoca öyle bir reçete yazmış ki, bu seviyesine yaklaşamayız.
işe iradesini koyacak herhangi bir iktidar
için sadece uygulama işi kalıyor.

92
Hocam TCMB’yi başarılı buluyor musunuz?

Merkez Bankası’nın en büyük yanlışlığı kendi kanununa “fiyat istikrarı” şeklinde


yazdırmasıydı. Kontrolünde olmayan gelişmeler için sorumluluk kabul etmiş oldu ve bu
sebeple enflasyon hedeflemesinde sürekli başarısız oluyor. “Finansal İstikrar” şeklinde
bir görevi kabul edip, kanuna bu şekilde yazmış olsaydı belki de bu sıkıntılar
çekilmeyecekti. Bugünkü TCMB yönetiminin eldekilerle en iyisini yapmaya çalışan,
siyasal baskılarla piyasalardan gelen baskılar arasında denge kurmaya çalışan bir
görüntü arz ettiğini söyleyebilirim. Ancak genç bir yönetim olduklarından dolayı şunu
geç anladılar: “Herkesi memnun etmeye çalışırsan kimseyi memnun edemezsin”.
Dolayısıyla alınan kararlarda ve atılan adımlarda en başlarda bu saik göze çarpıyordu.
Şimdi ise tecrübe kazandılar ve şartlar doğrultusunda en doğrusunu yapmaya
çalışıyorlar. Bir önceki yönetim Merkez Bankası tarihinin en kötü yönetimiydi
diyebilirim. Dolayısıyla bugünkü yönetim soğukkanlı davranırsa başarılı yönetimler
arasına girmeyi başaracaktır.

Faiz ve enflasyon ilişkisi karıştırılan bir konu. Bu ilişkiyi yorumlar mısınız?

Birbirlerinin mütemmim cüzüdür desem yanlış olmaz. Ancak, “faiz enflasyon yaratır”
diye iddiada bulunanlara da şunu hatırlatmak isterim. “Madem öyle, o zaman yüksek
faizin sebebi nedir?”. Cevabı ben vereyim, kamuda israf ve büyük harcamalar,
kontrolsüz büyüme ve neticesinde meydana gelen sert kur yükselişleri, vs. Faizi
düşürünce enflasyonun düşmesi belki bir ihtimaldir ama enflasyon düşmeden faizlerin
düşmesi beklenemez. Yine de ülke riskini düşürecek adımlar atılmadan faizlerin kalıcı
olarak düşmesini bekleyemeyiz. Elbette enflasyon bu risklerin başında gelir.
Dolayısıyla, enflasyon ve faiz arasında doğrudan bir ilişki vardır diyebiliriz. Ancak
işleyiş siyasi retorikle anlatılamayacak kadar teknik ve bir o kadar da karmaşıktır.

Türkiye, bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?

Türkiye’nin Doğu’da veya Batı’da ekonomik işbirliklerine girmesi için menfaatinin


nerede olduğuna bakması gerekiyor. Doğuya doğru ciddi bir dış ticaret açığı verdiği,
komşularıyla ve Avrupa’yla da kuvvetli ve kazançlı ilişkiler içinde olduğu gözüküyor.
Türkiye’nin Çin ve Hindistan’a verdiği dış ticaret açığını kapatması eldeki şartlarla

93
mümkün gözükmüyor. Yani bu ülkelere mal veya hizmet satarak dış ticaretimizi
dengelememiz mümkün değil. Dolayısıyla dış ticaret diplomasisi açısından kendisine
güç ve kazanç sağlayan birliktelikler gerekiyor Türkiye’ye. Gümrük Birliği penceresinin
her ne kadar dar geldiği söylense de Türkiye’ye ciddi kazançlar sağladığı da ortada.
Ancak AB’nin diğer ülkelere yaptığı ikili anlaşmalara Türkiye’nin dahil edilme süreci
sancılı şekilde devam ediyor. Bu sıkıntının çözülmesi Türkiye’yi başka ya da ilerde
problem yaşayacağı birlikteliklere sürüklenmesini engelleyecektir diye düşünüyorum.

Sanayi 4.0 ne demek? Bu dönemden Türkiye nasıl etkilenir?

Oldukça yanlış tarif edilen bir süreç Sanayi 4.0, maalesef fabrikaya robot koymakla bir
tutuluyor. Halbuki bu değil. Sanayi 4.0, üretilen mal ve hizmetlerin tüketici tarafında
yarattığı tepkileri ve düşünceleri yapay zekanın marifetiyle toplayıp dijital bir omurga
sayesinde üretilen yere getirip, söz konusu bilgilerin doğru şekilde süzülerek işlenmesi
neticesinde de tüketicilerin sürekli memnuniyetini sağlayacak üretimin
gerçekleştirilmesidir. Hatta, bu bilgilerin sürekli akışkanlığını sağlayarak, tüketicilerin
gelecekte neler isteyebileceğini tahmin ederek pilot ürünler üzerinde çalışmaya
başlamaktır. Robotlar tamamen mavi yakalıların yerine geçince de Sanayi 5.0
tamamlanmış olacak. Bunun içinde 5G teknolojilerinin payı olacak elbette.

Türkiye’nin bu bahsedilen işi yapması için 11 milyon kilometre uzunluğunda fiberoptik


kabloya ihtiyacı var. Bu satırları yazarken Türkiye’de fiberoptik kablo uzunluğunun
500.000 km civarında olduğunu söyleyeyim. Bahsettiğim 11 Milyon km’lik yatırımın
bedeli Osman Gazi Köprüsünün 3’te 1’i kadar. Buradan ne anlıyoruz? Türkiye’nin
yatırım ve harcama önceliklerinin tespitinde gerçekçi olmamız gerektiğini.
“Çanakkale’de inşa edilmekte olan köprü mü, yoksa %99.99 kesintisizlik sağlayacak bir
dijital altyapı mı?” diye sorulduğunda, çoğunluğun verdiği cevap Türkiye’nin de Sanayi
4.0’daki kaderini belirliyor diyebilirim. Siyaset kurumu öncelikleri vatandaşların
tercihlerine göre belirliyor bunu unutmayalım.

Hocam işsizlik büyük bir sorun…İşsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İşsizliğin %9’dan aşağıya düşmesi için gereken adımlar belli. Ancak yukarıda
bahsettiğimiz “yüksek teknolojili gelecekte” Türkiye’deki emeğin eğitim seviyesi ile

94
ilgili ciddi problemlerin çıkacağı gözüküyor. Mavi yakalıya daha az ihtiyaç duyan
kurumların sayısı artarken, bazı mesleklerin ve iş kollarının yok olacağı da bir başka
gerçek ve problem. İnşaat sayesinde emeğin massedilmesi, bugün kayıt dışı istihdam ve
yüksek işsizlik sorunu yarattı. Dolayısıyla
eğitim faaliyetini “ömür boyu” şeklinde Tarımdan sanayiye doğru insan
emeğine daha az ihtiyaç duyulacak
kurgulamak, “öğretme” işini de herkes
bir döneme doğru hızla yol alırken,
için meslek faaliyeti haline getirmek “istihdam kampanyaları” gibi
gerekiyor. Tecrübelerin aktarılması ve metotlarla işsizliği düşürmek
mümkün değil.
geleceğin tasarlanması için tecrübelerin
mutlaka değere çevrilmesi elzem. Bilgiye
para ödemekten kaçınan bir toplumda elbette bu kolay bir iş değil. Eğitim sisteminin
acilen gelecekteki ihtiyaçlara göre kurgulanması sağlanmazsa, Türkiye’nin işsizlik
platosunun %9-9.5 arasında kalacağı ve sadece geçici olarak buradan aşağı
düşebileceğini düşünüyorum.

Hocam piyasada gelişmeler oldukça bireyler ve şirketler size sürekli şimdi ne olacak
sorusunu yöneltiyorlar. Yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Her şeyden önce piyasalar her zaman yeni fırsatlar sunar. Bunu unutmayalım.
Profesyonellere vereceğim bir tavsiye yok. Onlar işlerini gayet iyi biliyorlar. Sadece
kendilerinden ricam, sağa sola insanları yanlış yönlendirecek fikirler vermesinler. Bunu
bazen bilerek bazen de ikna güçlerinin farkında olmadan yapıyorlar. Özellikle sermaye
piyasalarında yatırım yapan piyasa aktörleri için bunu söylüyorum.

Diğer taraftan, yatırımcıların ellerindeki tüm sermaye ile yatırım yapmalarını doğru
bulmuyorum. “Yükseldiği zaman satacak malın, düştüğü zaman alacak kadar paran
olsun” demişler. Yatırımcı sermayesini ya da birikimini büyütmek için çalışan kişidir.
Dolayısıyla parasının tamamıyla yaptığı yatırımlarda esnekliğini kaybedecektir.
Böylece ilk tavsiyemi yapmış oldum.

Diğer tavsiyelerim, sabır ve basirettir. İyi analiz edilmiş ve dinlenmiş zihinle alınan
kararları sonradan piyasalardaki gelişmelere bakarak değiştirmek nasıl yanlış ise,
şartların temelden değiştiğini görüp kararı değiştirmemek de o kadar yanlıştır.

95
Son olarak, bir enstrümanın performansı ile
piyasa gerçekleri ya da parametreler Kurlar düşüyorsa, borcu ve
uyuşmuyorsa, mutlaka tersine hareket etmekte ödemesi olanların her
zaman döviz düştükçe azar
fayda bulunmaktadır. Örneğin, bu şartlar altında azar pozisyon almaları
Türkiye’de döviz kurlarının yükselmesi, düşmesi mantıklı bir davranış
olacaktır.
ihtimalinden fazladır.

Uzun yıllar iktisat dersleri vermiş bir akademisyen olarak ekonomist adayı öğrencilere
verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Mutlaka iktisadın temel öğretilerini iyi kavramak zorundasınız. Yıllar geçse de geri
dönüp okumanızı ve hafızanızı tazelemekte fayda var. Bundan başka yabancı yayınları
takip etmek gerekiyor. Tabii, kaynak gösterilerek yazılmış olan eserlerin büyük önemi
var.

Kestirmeci ya da “bu budur” şeklindeki yaklaşımlara rağbet etmeyin. Ekonomi bir


alternatifler bilimdir. Bazen çözüm teknik değil psikolojiktir. Ekonomi insan
davranışlarıyla iç içedir, bu sebeple iyi bir ekonomist sosyal bilimlerin diğer
alanlarındaki gelişmelerle da ilgilenmek zorundadır. Hatta işletmeciliği de merakla takip
etmelidir.

Çözüm bazen, en umulmadık yerde ve anda gelebilir. Bunu yakalamak için spor, müzik
ve sanat gibi alanlarla ilgili olmak gerekir. Bu alanlar takım çalışması kültürü
kazandırdığı gibi, eldeki az sayıda enstrümanla bile binlerce değişik çözüm
üretilebileceğini gösterebilmektedir. Nihayetinde ekonomist, işin felsefesinden
uzaklaşmamalıdır. Sebep- sonuç ilişkileri her zaman dikkate alınmalı ve rasyonellik
elden bırakılmamalıdır.
Şunu hiç unutmayın: Ekonomist
Meslektaşların eserlerini takip etmek de
falcı değil, ekonomik problemler için
önemlidir. Bir kişinin yaşam tarzı ya da
senaryolar ve çözümler üreten,
yaklaşımlarına bakarak yazdıklarını
öneren kişidir.
okumayı reddetmeyin sakın. Bazen
başkalarının doğruları kadar yanlışlarından
da çözüm üretebilirsiniz.

96
PROF.DR. ERHAN ASLANOĞLU

1964 Ankara doğumludur. 1982 yılında Ankara Deneme Lisesinden mezun olduktan sonra
ODTÜ Ekonomi Bölümünü kazanmış ve 1987 yılında mezun olmuştur. Aynı bölümde 1988
yılında başladığı yüksek lisans çalışmasını 1990 yılında tamamlamıştır. 1988-1991 yıllarında
Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmıştır. 1991 yılında
Avrupa Topluluğu’ndan kazandığı Jean Monnet bursu ile gittiği İngiltere’nin Reading
Üniversitesinden, ekonomi alanında bir yüksek lisans derecesi daha elde etmiştir.

Türkiye’ye döndükten sonra, 1993 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat bölümüne
araştırma görevlisi olarak girmiş, aynı bölümde doktora çalışmalarına da başlamıştır. Doktora
çalışmasını 1997 yılı başında tamamlamıştır. 2004 yılında Doçent, 2011 yılında Prof. ünvanı
alan Aslanoğlu Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümünden 2015 yılında ayrılmış, aynı
yıl Piri Reis Üniversitesi Ekonomi ve Finans bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaya
başlamıştır. Makroekonomi, Türkiye ve Dünya Ekonomisi temel ilgi alanlarını oluşturmaktadır.
Bu konularda yayımlanmış bir kitabı, kitap bölümleri, çok sayıda makalesi ve tebliğleri
bulunmaktadır. Genel Ekonomi, Makroekonomik Göstergelerin Yorumlanması, Türkiye ve
Dünya Ekonomisi; Göstergeler ve Gelişmeler üzerine seminer ve eğitimler vermektedir.

97
Hocam, dünya ekonomisinin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dünya ekonomisi 2009 küresel krizinden sonra çok büyük oranda tekrar büyüme
eğilimine girdi. Fakat bu büyüme kriz öncesi döneme göre daha yavaş oldu. Büyümenin
arkasındaki en büyük neden de devletlerin uyguladığı para ve maliye politikaları oldu.
Örneğin ABD’de FED faizleri 3 ayda yaklaşık 4 puan düşürdü. Obama 2009 yılında
göreve başladığında 780 milyar dolarlık ilave bir bütçe ile ekonomiyi destekledi. Çin
550 milyar dolarlık, Japonya 220 milyar dolarlık paketler açıkladı. Türkiye dahil birçok
ülke faizleri olabildiğince indirdi, para tabanları, bir başka ifade ile likidite anormal bir
artış gösterdi. Örneğin, dört büyük merkez bankasının (ABD, Euro Bölgesi, İngiltere ve
Çin) aktif büyüklüğü 2008-2018 döneminde 6 trilyon dolardan 20 trilyon dolara çıktı.
Bu gelişmelerin iki önemli sonucu oldu. Birincisi, gelişmiş ülkelerin kamu borç stoku
çok büyük artış gösterdi. İkincisi, artan likidite finans sektörü aracılığıyla büyük bir
kredi genişlemesine neden oldu.

Bugün küresel borç stoku yaklaşık 250 trilyon dolar civarında. Bu rakam yaklaşık 10 yıl
önce 130 trilyon dolardı. Nerdeyse iki katına çıktı. 10 yıl önce Dünya GSYİH’sı 70
trilyon dolardı, şimdi 80 trilyon dolar. Yani üretim yüzde 15 kadar artarken borç stoku
yüzde 100 kadar artmış durumda. İçinde bulunduğumuz dönemde küresel ekonomi ciddi
bir borç sorunu ile karşı karşıya görünüyor. 2018 yılının başından itibaren ABD hariç
küresel ekonomideki yavaşlama finans sektöründe risk iştahını azaltmaya başladı.
Ekonomideki yavaşlamanın bankacılık sektörü için kredi risklerini artırma ihtimali
yükseliyor. 250 trilyon dolarlık küresel borç stokunun yaklaşık 30 trilyon dolarının Çin
ekonomisine ait olduğu düşünülürse, özellikle Çin ekonomisindeki yavaşlamanın risk
iştahına olumsuz yansıması daha yüksek oluyor.

Önümüzdeki dönemde büyümedeki yavaşlamanın devam etmesi, en büyük küresel


risklerden birisi görünüyor. Diğer taraftan, çok büyük bütçe açıkları ve karşılıksız para
basmaya rağmen küresel ekonomide enflasyon ortaya çıkmadı. Bunun arkasında, birçok
neden var görünüyor. Bunlardan birincisi, küresel ekonomide genel anlamda çıktı açığı
sorunu olması. Yani potansiyel üretimin talebi geçmesidir. Bu durumda firmalar zam
yapmaya çok cesaret edemiyor. Talep yetersizliğinin bir nedeni biraz önce bahsettiğimiz
yüksek borçluluk. Özellikle ekonominin yavaşladığı dönemlerde tasarruf eğilimi

98
artıyor. Demografik olarak Batı dünyasında yaşlanan nüfus da talep baskısının başka bir
nedeni görünüyor. Diğer taraftan başta Çin olmak üzere dünyaya ihraç edilen ürünlerin
getirdiği rekabetçi fiyat baskısı da fiyatları aşağı çekiyor. Son olarak, teknolojik
gelişmelerin maliyet enflasyonunu düşürmesi de bir başka unsur olarak karşımıza
çıkıyor.

Faizlere baskı oluşturmaması nedeniyle enflasyonun artmaması pozitif bir gelişme.


Faizlerin çok hızlı artmaması hem yönetilebilir büyüme açısından hem de bono tahvil
fiyatlarının çok sert düşmemesi açısından önemli. 2009 krizi sonrası bol likidite
döneminde başta gelişmiş ülkeler olmak üzere küresel olarak faiz oranları tarihsel en
düşük seviyelerine gerilemişti. Finansal kurumlar da çok düşük faizden çok yüksek fiyat
ile bono ve tahvilleri bilançolarına
aldılar. Hatta bu likidite bolluğunda riski Hem enflasyonun arttığı hem
yüksek şirket tahvilleri de finansal büyümenin yavaşladığı ortamlar
içinde bulunduğumuz dünya
kurumların aktiflerine katıldı. Faizlerde konjonktüründe finansal kurumların
yaşanacak hızlı yükselişlerin ikincil sağlığı üzerinde büyük bir risk
oluşturuyor.
piyasada tahvil fiyatlarını aşağı çekerek
finansal kurumlara zarar verme riski
bulunuyor. Mevcut durumda büyümedeki yavaşlamanın getirdiği riskler artarken faiz
riskini ortaya çıkaracak bir enflasyon ufukta çok görünmüyor.

Çin’in Dünya ekonomisindeki geleceği hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Aslında Çin Ekonomisinin yükselişini 90‘lı yılların ikinci yarısına kadar götürebiliriz.
Çin yakınsama “convergence”
Çin bugün dünyanın en büyük dediğimiz kişi başına gelirini gelişmiş
ekonomisi olmanın ötesinde bir ülke ortalamalarına yaklaştırma
süper güç olma mücadelesi veriyor.
Uzaya gitmekten askeri konusunda şu ana kadar muazzam bir
harcamalarını arttırmaya kadar başarı elde etmiş bir konumda. Üretim
bunun birçok sinyalini görmek
anlamında sıfır denilebilecek bir
mümkün.
noktadan bugün satın alma gücü
paritesine göre dünyanın en büyük
ekonomisi noktasına gelmiş bir ülkeyi konuşuyoruz.

99
2001 Yılı Aralık ayı Dünya Ekonomi tarihi için önemlidir. Bu tarihte, Çin Dünya Ticaret
örgütüne üye oldu. Bu üyelik Çin’in ucuz işgücüne dayalı ürünlerini dünyanın her yerine
çok daha rahat ve rekabet gücü yüksek bir şekilde satabilmesine olanak sağladı. Bunun
sonucu olarak da ne Almanya’da ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde kimse
kolay kolay fiyat arttıramadı. 2000 sonrası küresel ekonomide enflasyonun
gerilemesinde önemli bir faktör Çin etkisi diyebileceğimiz bu ucuz ürünlerin getirdiği
rekabet gücü oldu. Türkiye Ekonomisinde de 1970 sonrası 30 yıl süren enflasyon 2000
sonrası hızla inişe geçti. Çin’in yarattığı bu küresel rekabetin diğer unsurlarla beraber
bu düşüşte önemli bir paya sahip olduğunu düşünüyoruz.

Çin bu gelişimini, ekonomisini zaman içinde yavaş yavaş açarak fakat merkeziyetçi
yönetimini daha da güçlendirerek sağladı. Önümüzdeki dönemde bu iki unsurun
birlikteliğini nasıl sürdürebileceği önemli bir soru işaret olarak duruyor. Çin açısından
bu sürecin yönetimine ilişkin iki önemli nokta daha bulunuyor. Bunlardan birincisi,
Çin’in bu büyüme sürecinde çok ciddi bir kredi genişlemesi ile karşılaşmış olmasıdır.
1990 yılların ortasında yaklaşık 3,6 trilyon dolar GSYİH’sı olan Çin’in kredi stoku 1,2
trilyon dolardı. Bugün Çin ekonomisi yaklaşık 12 trilyon dolarlık üretim hacmine sahip
buna karşın toplam borç stoku 30 trilyon dolar. Bundan 20 yıl önce Çin yüzde 10’lar
üzerinde büyüyordu, kredi riski diye bir risk algısı yoktu. Bugün Çin çok daha büyük
kredi hacmine sahip fakat büyüme oranı yüzde 6’lara gerilemiş durumda. Büyümedeki
her yavaşlama sorunlu kredi riski nedeniyle Çin’de bir finansal kriz yaşanıp yaşanmama
riskini finansal piyasaların gündemine getiriyor. Ticaret savaşları bunu daha da
derinleştiriyor. Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşının Çin ekonomisinin büyümesini
daha da yavaşlatacağı ve kredi risklerini arttıracağından korkuluyor.

Sonuç olarak, Çin’in yükselişi küresel ekonomi, siyaset ve uluslararası ilişkiler


anlamında önemli değişimleri getirecek gibi görünüyor. Çin’in ABD ile girdiği
hegemonya mücadelesinde yanına Rusya, Hindistan ve Brezilya’yı da alarak BRIC
ülkeleri şeklinde bir güç oluşturma çabaları da devam edecek gibi görünüyor.

Hocam, ABD’nin ekonomi politikasını değerlendirir misiniz?

ABD yaklaşık 20 trilyon dolarlık GSYİH değeri ile dünyanın en büyük ekonomisine
sahip. Sadece en büyük ekonomi değil aynı zamanda bir süper güç konumunda da.
100
Dolayısıyla, uyguladığı politikalar da temelde bunu koruma yönünde oluyor. Bu gücü
koruyabilmenin ana yöntemlerinden birisi ABD dolarının rezerv para olarak kalmaya
devam etmesidir. Bunun en büyük nedeni ABD’nin dünyanın en büyük ekonomisine
sahip olması, teknolojik üstünlüğünü koruyabilmesi ve oldukça açık bir ekonomiye
sahip olmasıdır. Bunun yanında, ABD başta emtia fiyatları olmak üzere uluslararası
ticarete konu olan ürünlerin dolar bazında fiyatlanması için ve fiyatlanmaya devam
etmesi için siyasi ve diplomatik her türlü kanalı kullanmaya devam etmektedir.
Son dönemde Trump’ın başkanlığı ile ABD’nin ticaret savaşlarına yöneldiğini görmeye
başladık. Başlangıçta tüm dünyaya karşı olsa bile bu savaş ABD – Çin ticaret savaşına
dönmüş durumda. Bu savaşın arkasındaki en önemli nedenler, ABD’nin en büyük
ekonomiye sahip olma özelliğini kaybetme riski görmesi, yarattığı teknolojilerin rahat
kopyalanabilmesi nedeniyle, teknolojik üstünlüğünü kaybetme riskini algılaması ve bazı
ülkelerin dış ticarette ABD doları dışında alternatifler kullanma girişiminin artması
olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer taraftan ABD Merkez Bankası FED’in sadece ABD’nin değil, dünyanın merkez
bankası gibi politika üretmesi de bu politikanın bir parçası olarak alınabilir. Fed’in
politika kararlarında atacağı adımda sadece ABD’yi değil, başta gelişmekte olan ülkeler
olmak üzere tüm dünyayı gözettiğini izlemek mümkündür.

Genel olarak Trump’ın ABD’nin ekonomi politikalarında ağırlığı gittikçe artıyor.


Trump siyasi hedeflerine ulaşmaya çalışırken ekonomiyi ya da ekonomik tehditleri de
önemli bir araç olarak kullanmaya başladı. Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ticaret
savaşının arkasında çok daha büyük bir hegemonya savaşı var görünüyor. İran’a karşı
ekonomik yaptırımlar ön plana çıkıyor. Kendi ülkesinde Meksika sınırına duvar örme
girişiminde hükümeti kapatarak yine bir ekonomik tehdit oluşturdu. Fakat Trump’ın
başarısında ekonominin gidişatı çok önemli rol oynuyor. 2020 Kasım ayında yapılacak
seçimlerde ikinci kez seçilebilmesi için ekonominin güçlü büyümeye ve düşük işsizliğe
devam etmesi çok önemli olacak. Bu nedenle seçimlere kadar Trump’ın ne ABD
ekonomisini ne de dünya ekonomisini riske atacak adımlardan kaçınacağını tahmin
ediyoruz. Başta Çin olmak üzere dünya ekonomisinde yaşanacak ekonomik bir krizin
bumerang gibi ABD ekonomisine dönme riski Trump’ın uyguladığı politikalarda belli

101
bir noktanın ötesine geçmeme, kriz yaratma riskinden kaçınma ihtimalini güçlü
görüyoruz.

Son olarak, Trump’ın 2018 başında uygulamaya koyduğu vergi indirimlerinin de çok
tartışmalı bir politika olduğu düşüncesindeyiz. Öncelikle ekonominin çok iyi büyüdüğü
bir dönemde vergi indirimi yoluyla maliye politikası uygulamak açıklanması çok kolay
olmayan bir politikadır. Eşanlı olarak ülkenin cari açığı yüksek gerekçesiyle ticaret
savaşlarını başlatmakta kendi içinde çelişkili görünmektedir. Bir ülkenin cari açığı kamu
ve özel tasarrufların toplamıdır. ABD’de vergi indirimleri olurken harcamalar aynı hızda
arttığı için bütçe açığı 1 trilyon sınırına dayanmış durumda ve aynı hızda artması
bekleniyor. Yani kamı tasarrufu azalıyor. Aynı zamanda vergi indirimleri ve büyümeyle
gelen hisse senetlerindeki artış hem tüketicinin harcanabilir gelirini hem de servet
etkisiyle tüketimini arttırdığı için özel tasarrufları da azaltıyor. Sonuç da cari açık
kaçınılmaz olarak artıyor. Trump’ın ticaret savaşıyla cari açığı azaltmaya çalışması bir
paradoks oluşturuyor. Cari açığı arttıran nedeni desteklerken semptomu ortadan
kaldırmaya çalışmak bir paradoks yaratmak kadar sorunu daha da arttırıyor. Hızla artan
ikiz açığa doğru giden ABD’de artan riskler, FED’in politika faizi yüzde 2,5
seviyelerine gelmiş olmasına rağmen doların daha güçlenmesinin önüne büyük bir engel
çıkarıyor.
Hocam sizce yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

İçinde bulunduğumuz dönemde yaşadığımız teknolojik değişimi ifade eden Sanayi


Devrimi 4.0 hatta 5.0 gibi çok güzel tanımlamalar var. Yaşanan bu teknolojik devrime
“BRAIN” devrimi diyenler de var. Brain İngilizce beyin demek. Hayatımızı çok
etkileyen ve etkilemeye devam edecek şu sektörlerin baş harflerinden oluşturulmuş;
Biotechology (Biyoteknoloji), Robotics (Robotlar), Artifial Intelligence (Yapay Zekâ)
ve Nonotechonology (Nanoteknoloji).

Etkileri çok fazla alana yayılacak gibi görünüyor. Verimlilik artışı bunun en somut
örneklerinden birisi. Üretim maliyetlerini çok ciddi düşüren gelişmeler yaşanıyor. Çin’li
işçilere ucuz işgücü derken ondan çok daha ucuz ve verimli bir işgücünün devreye
girdiğini görüyoruz. Robotlar ile gerçekleşen bu çok daha ucuz işgücünün en somut

102
sonuçlarından birisi yarattığı rekabet ile fiyatları baskılaması oldu. Küresel anlamda son
15 yılda enflasyon baskı altında. Onca likidite artışı, düşük faiz ve bütçe açıklarına
rağmen küresel anlamda enflasyonun artamadığı bir dünyada yaşıyoruz. Enflasyonu
baskılayan en önemli unsurlardan birisi bu teknolojik gelişmeler oldu. Önümüzdeki
dönemde bu baskıya devam edecek gibi görünüyor.

Yapay zekâ ve robot teknolojisinin hemen hemen her sektöre farklı yansımaları
olacaktır. Örneğin, finansal piyasalarda algoritmalar çok daha yoğun kullanıma girdi.
Saniyelerden bile düşük aralıklarla, duygulardan arınmış ve sezgilerden yoksun hareket
eden bu algoritmaların finansal piyasalarda volatiliteyi ve tek yönlü hareketi çok ciddi
arttırdığı gözleniyor.

Yapay zekâ ve robotların yaratmaya başladığı ve muhtemelen artarak devam ettireceği


bir etki işsizlik üzerine olacak. Özellikle vasıfsız işgücü üzerinde baskı daha fazla
olacak. Temel gelir ödemesi, toplumsal hissedarlık, negatif vergiler ya da kısmi zamanlı
çalışma gibi işgücü piyasasında önemli değişiklikler yaşanacak gibi görünüyor.

Ekonomik değerlendirmeleriniz çerçevesinde Türkiye’nin 2050 için resmini çizer


misiniz?

Türkiye Ekonomisi de aynı Çin gibi “yakınsama” hikayesi (kişi başına gelirini gelişmiş
ülke seviyelerine yakınlaştırma) olan bir ülke. Arada sorunlu dönemler yaşansa bile
zaman içerisinde bu yakınsamanın devam edeceğini düşünüyorum. 2060 civarı
Türkiye’nin nüfus olarak 100 milyona yaklaşacağı bir dönem olacak. 2050’ye kadar
büyük oranda genç ve artan nüfusuyla dinamik yapısını korumaya aday bir ülke
konumunda. Sorunların ağırlaşması genelde çözümü de yakınlaştırıyor. Örneğin, 1994-
2000 yılları arasında yaşananlar başta bankacılık ve kamu sektörü olmak üzere önemli
bir reform sürecini başlattı. Önümüzdeki dönemde de reel sektör ve üretim yapısı
konusunda önemli bir değişim sürecinin başlayacağını düşünüyorum.

Türkiye Ekonomisinin reel sektöründe yapısal bir değişim ve dönüşüme ihtiyaç


bulunuyor. 2050 yılına doğru Türkiye’nin bu dönüşümü başarmış olmasını bekliyorum.
103
Gerek nüfus olarak gerek üretim hacmi olarak Türkiye’nin G-20 ülkeleri arasında daha
üst sıralara yükselme potansiyeli de
bulunuyor.
Küresel ısınmanın artması ile
2050’lı yıllarda Türkiye – AB ortaklığının Ortadoğu ve Afrika’dan kuzeye ve
çok daha artacağını tahmin ediyoruz. Bu batıya büyük bir göç olma ihtimalini
süreçte Türkiye’nin iyi yönetmesi gereken unutmamak gerekiyor. Türkiye hem
önemli konulardan birisi göç hareketleri göç alan hem göç yolları üzerinde
olacaktır. olan bir ülke olarak hazırlıklı olmak
zorundadır.
Türkiye, neden orta gelir tuzağından
çıkamıyor?

Türkiye ekonomisinin 10,000 USD civarında gelire takılması ve orta gelir tuzağından
çıkamamasının en önemli nedeninin dezenflasyon sürecinin tamamlanamaması
olduğunu düşünüyorum. 2000’li yılların başında hızla düşen enflasyon faizleri de
düşürerek hem tüketim hem yatırım artışıyla hızlı bir büyüme ve kişi başına gelirde
artışa neden olmuştu. AB müzakerelerinin hızlı devam etmesi de yatırım artışının
arkasında önemli bir faktördü.

Enflasyondaki düşüşün durmasıyla beraber kişi başına gelir artışı da durmaya başladı.
Türkiye ekonomisinde enflasyonun en önemli nedeni kur artışları görünüyor. Kur artışı
enflasyonu, enflasyon faizi arttırıyor, artan faizler yatırımları ve büyümeyi aşağı çekerek
farklı risklere yol açıyor. Bu nedenle, orta gelir tuzağından çıkışın ana hareket
noktasının döviz kurlarına baskı yapan dış açık, daha kapsamlısı cari işlemler açığın
azaltılması, mümkünse fazlaya dönüştürülmesi olduğunu düşünüyorum. Cari işlemler
açığı temelde iki yolla düşüyor. Birincisi, ekonomi yavaşladığında ithalat düşüşü ile açık
azalıyor hatta fazlaya dönüşüyor. Bu aslında dengelenme dediğimiz durumu ifade
ediyor. İkincisi, ihracat ve başta turizm olmak üzere hizmet gelirlerinin arttırılması ile
başarılabilecek olan cari açık düşüşü. Bu çerçevede, ihracatın arttırılabilmesi için
mevcut menzilin çok daha ötesine gidilmesi ve ürün kompozisyonunun yüksek
teknolojili ürünler lehine döndürülmesi gerekiyor. İhracatta bu tür bir sıçramanın
stratejik bir plan yardımıyla, teşvik sisteminin ciddi bir reformuyla ve kamu –özel
işbirliğine dayalı yeni bir model yardımı ile gerçekleşebileceğine inanıyorum. Türkiye
104
cari işlemler açığını kapatabilir, kur baskısını azaltırsa önce enflasyonu sonra faizleri
hızla düşürerek büyümeyi hızlandırabilir ve orta gelir tuzağından kurtulabilir.

Son zamanlarda yapısal reformlar gündemde. Yapısal reformlar hakkındaki


düşünceleriniz nelerdir?

İçinde insan davranışlarını içeren ekonomilerin işleyişi çok ciddi dinamik bir yapıya
sahip bulunuyor. Bu dinamizm, her ekonominin belli aralıklarla yapısal uyumunu da
gerektiriyor. Ekonomilerin sağlıklı işleyebilmesi temelde üç dengeyi sağlamasına
bağlıdır. Bunlar, tasarruf – yatırım dengesi, dış denge ve kamu dengesidir. Özellikle
tasarrufların yatırımları geçtiği, ithalatın ihracattan fazla olduğu, kamunun bütçe açığı
verdiği ve bu açıkların arttığı bir ortamda makroekonomik istikrarsızlığın artma ihtimali
ve ekonomik krizler dahil önemli sorunlara yol açma potansiyeli yüksektir.

Bu çerçevede, ekonomik anlamda yapısal reformları varsa bu açıkları kapatmaya


yönelik önlem ve politikalar olarak tanımlayabiliriz. Örneğin, Türkiye Ekonomisi
açısından ele alacak olursak, özellikle tasarruf açığı ve bununla ilintili olarak dış ticaret
açığının azaltılmasına yönelik önemli bir yapısal reform ihtiyacı olduğunu
söyleyebiliriz. Tasarrufları arttırma yönünde önemli reformlar gerçekleştirilebilir.
Finansal piyasaların derinleştirilmesinden, yastık altındaki tasarrufların sisteme
getirilmesine, günlük hayatımızdaki küçük de olsa enerji tasarrufuna kadar birçok adım
atılabilir. Diğer taraftan, dış açığı azaltmak, mümkünse artıya geçirmek için orta gelir
tuzağı sorusunda tartışıldığı gibi yüksek teknolojili ürünlerin ihracattaki payını
arttırmaya yönelik kapsamlı bir stratejik bir planın oluşturulması önemli bir yapısal
değişim anlamına gelecektir.

Yapısal reformları sadece ülkenin


ekonomik yapısına yönelik olarak da Kurumsallaşmayı, şeffaflığı ve
hukuk sistemini uluslararası en
düşünmemek gerekiyor. Bir ülkenin
yüksek standarda yükseltmek için
yerli ve yabancı yatırımcı için yatırım atılan her adım önemli bir yapısal
yapılabilir özelliklerinin artması, bir reform niteliğindedir.
risklerini azaltması yapısal anlamda
pozitif yönde bir gelişmeyi ifade eder. Yatırımcı, öngörülebilirlik, şeffaflık ve kendisini

105
güvende hissetmek ister. Kurumsallaşmanın olduğu ve hukukun iyi oturduğu bir sistem,
yatırımcının beklentilerini büyük oranda karşılayan ve risklerin azaldığı bir sistemdir.

Türkiye’de yukarıda bahsedilenler dahil birçok alanda yapısal adımlar atılmaktadır.


Bununla birlikte, ülkemizin mevcut sorunları, çok daha fazla yapılması gereken
olduğuna da işaret etmektedir. Önümüzdeki dönemde reformların bir bütünlük ve
stratejik planlar çerçevesinde yapılması başarı şansını arttıracaktır.

Hocam, TCMB’nin aldığı kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?

TCMB’nin son dönemde aldığı kararları genel olarak olumlu değerlendiriyorum.


Merkez bankalarının temel görevi fiyat istikrarıdır. Enflasyonun temelde iki nedeni
bulunmaktadır; Talep ve Maliyet enflasyonu. Uzun süredir ve özellikle içinde
bulunduğumuz dönemde Türkiye’de enflasyonun temel nedeni maliyet enflasyonudur.
Maliye enflasyonunun ana nedeni de ithalata yüksek oranda bağlı olan ekonominin
sonucu olan döviz kurlarındaki artıştır. Bu nedenle, TL’nin istikrarını korumaya yönelik
bir para politikasının doğru bir politika olduğuna inanıyoruz. Bu çerçevede, TCMB’nin
2018 Ağustos döneminde yaşanan sert dalgalanmanın ardından politika faizini bir
miktar beklentilerin de üzerinde 650 baz puan arttırarak 24’e yükseltmesi doğru bir
hamle olmuştur. Bu hamle TL’nin fiyatını yükseltmek demektir. O dönemden bugüne
kadar (2019 -1Ç) TCMB Para Tabanını da istikrarlı bir şekilde azaltmaktadır. Bunun
anlamı, likiditeyi azaltmak, paranın miktarını düşürmektir. TCMB sadece paranın
fiyatını arttırmamış, miktarını da azaltmıştır.

TCMB’nin TL istikrarını korumak açısından üzerine düşeni yaptığını düşünüyorum.


TL’nin istikrarı açısından para politikasının duruşu önemlidir fakat tek faktör değildir.
Büyümeden cari işlemler dengesine, bütçe dengesinden ülkenin risk algısına kadar
birçok faktör döviz kurları üzerinde etkili olmaktadır. Fakat, para politikasının söz
konusu faktörler arasında TL’nin istikrarı konusunda en önemli faktör olduğunu
unutmamak lazım. Para politikası etkinliğini 18 aya kadar süren bir süreçte
gösterebilmektedir. Son dönemde, TCMB’nin para politikasında aldığı pozisyon sonrası
kararlı duruşunu sürdürmesi TL’nin istikrarı konusunda önemli bir kalkan

106
oluşturmuştur. Orta vadede TL’nin istikrarını gözetmek ve görece sıkı para politikası
uygulamak para politikasının başarısı açısından önemli olmaya devam edecektir.
Faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?

Ekonomiye siyah beyazdan ziyade gri alanların daha çok olduğu ve bu gri alanların
olasılık dağılımının hesaplandığı bir bilim dalı diyebilirim. Faiz – Enflasyon ilişkisinde
de benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. Faiz temelde iki bilgi içerir; Beklenen
yıllık enflasyon ve risk pirimi. Bu çerçevede bahsettiğim toplam da nominal faizdir.
Risk pirimi dediğimiz ise aslında reel faizdir. Dolayısıyla, beklenen enflasyonun artması
nominal faizi arttırır. Risk algısını yükselten gelişmeler de nominal faizleri yükseltir.
Diğer taraftan, nominal faizlerdeki artış kredi maliyetinin artması demektir. Kredi
maliyetinin artması da üretim maliyetinde bir artış anlamına geldiği için faizlerdeki artış
dönüp dolaşıp enflasyonu tetiklemektedir.

Dolayısıyla, enflasyon ve faiz arasında iki yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Ekonomide
modelleme yaparken teorik ve sayısal olarak daha güçlü olan ilişki temel alınır. Bu
çerçevede hem teorik olarak hem de küresel ekonomide tarihsel olarak yaşanmış
deneyimler enflasyondan faize geçişin daha güçlü olduğuna işaret etmektedir.

Türkiye’nin bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?

Türkiye coğrafi konumu, genç nüfusu, dinamizmi ile her zaman dünyanın önde gelen
ve yakından izlenen ekonomilerinden birisi olmaya devam edecektir. Ekonomik
birliktelik için coğrafi yakınlık çok büyük önem taşımakla birlikte mutlaka olması
gereken bir durum da değildir. Kısa bir süre önce AB ile Japonya’nın bir gümrük birliği
oluşturması da buna bir örnektir. Bununla birlikte gerek iletişim gerek ulaşım açısından
coğrafi yakınlık en önemli unsur olmaya devam edecektir.

Sorunları olmakla birlikte dünya genelinde en başarılı ekonomik birliktelik modelinin


Avrupa Birliği olduğu söylenebilir. Bu birliktelikte en büyük engelin mevcut yapısıyla
tek para kullanmak olduğunu düşünüyorum. Robert Mundell optimal döviz bölgeleri
teorisinde bir bölgede tek para kullanımı için o bölgenin yeterince homojen olması ve
işgücü ile sermayenin serbestçe dolaşması gerektiğini söyler. 50’den fazla eyalet ile tek
para kullanan ABD bu şartları sağlarken, AB’nin bu şartları tam sağlayamadığını

107
görmekteyiz. AB içinde Euro bölgesi 19 ülkeden oluşmaktadır. Bu çerçevede,
Mundell’in teorisine baktığımızda Euro bölgesinin bu şartları sağlamada çok yeterli
olmadığını görüyoruz. Kuzey ve Güney Avrupa ülkelerine baktığımızda çok homojen
bir yapı olmadığını, örneğin 2009 krizi sonrası kuzey ülkelerinin oldukça az
etkilendiğini, buna karşın güney ülkelerinin ciddi bir kriz ile karşılaştığını izledik.
İkincisi, Euro bölgesinde işgücü ve sermayenin serbestçe hareket etmesi konusunda
teorik olarak bir sorun bulunmamakta. Sermaye zaten hareket ediyor. İşgücü ise güçlü
bir hareketlilik içinde değil. Eğer öyle olsaydı İspanya’da işsizlik yüzde 16
civarındayken Almanya’da yüzde 4 olmazdı. İspanyolların Almanya’ya iş aramaya
gitmesini Almanların da İspanyollara buyurun gelin demesini beklerdik. Her ikisinde de
işsizliğin ortalama yüzde 10 civarında olması gerekirdi. Fakat pratikte böyle olmadığını
görüyoruz. İspanyolların çoğu Almanya’ya ya da başka bir Avrupa ülkesine iş aramaya
gitmek yerine ülkesinde işsizlik maaşı ile geçinmeyi tercih ediyor. Bunun kültürel,
sosyolojik, politik birçok nedeni olabilir fakat sonuç çok değişmiyor. Bu durumda, Euro
bölgesinin Merkez Bankası olan Avrupa Merkez Bankasının ne yapmasını beklersiniz?
Eğer para politikasını işsizlik oranı yüzde 16’larda olan İspanya ya da benzer durumda
olan diğer Akdeniz ülkeleri için uygulasa faiz oranlarını daha da indirmesi, likiditeyi
çok daha güçlü vermesi beklenir. Diğer taraftan, Almanya ya da benzer kuzey ülkeleri
için para politikasını daha çok Fed gibi uygulaması, çoktan faiz oranlarını arttırması ve
likiditeyi azaltması beklenirdi.

Özetle, homojen olmayan ve işgücünün serbestçe dolaşmadığı bir yapıda tek bir merkez
bankasının herkese uygun bir para politikası oluşturması çok zor, hatta uygulanan bir
politika diğeri için sorun da yaratabiliyor. Bu nedenle zamanlamasını kestirmek güç
olsa da başta İtalya olmak üzere Euro’dan ayrılacak ülkeler olacağıdır. Eğer
gerçekleşirse bu süreç başlangıçta elbette zor ve sıkıntılı olacaktır. Fakat bir kere
gerçekleştiğinde, örneğin İtalya çıktığında çok muhtemelen değersiz bir liret ile
çıkacaktır. İtalya’nın satabileceği konfeksiyondan otomobile, kozmetikten turizme
birçok ürünü bulunuyor. İtalyan ekonomisi son 15 yıldır Japonya’dan bile yavaş
büyüyor. Değersiz bir liret ile rekabet gücünü arttıran 2 trilyon doların üzerinde
GSYİH’ya sahip olan İtalya büyüme hızını arttırsa diğer ülkeler için de lokomotif

108
olacaktır. Euro bölgesinde olan diğer bazı AB üyesi ülkeler de benzer bir etki
yaratabilirler.

Bu anlamda daha homojen olan ve işgücü ile sermayenin daha rahat dolaştığı daha
çekirdek bir Euro Bölgesi kalabilir. Başlangıçta AB için sorun olan bu durum daha sonra
dinamizmini kazanmış bir AB’ye dönebilir. AB’nin sonunda başladığı yere yani güçlü
bir gümrük birliğine dayanan bir yapıya dönecektir. AB 1957 yılında kurulmuştu ve
temelde gümrük birliğine dayanan bir ekonomik birliktelikti. Zamanla hedefler ABD
gibi tek bir ülke gibi olmaya yöneldi. Fakat yapısal faktörlerin buna çok izin
veremediğini görüyoruz. Zamanla AB’nin uluslararası hukuk ve çevre gibi standartları
koruyan güçlü bir gümrük birliği oluşumuna döneceğini tahmin ediyoruz. Buna bir de
güvenlik şemsiyesi eklenecektir. Muhtemelen NATO’nun yerine yeni bir güvenlik
teşkilatı oluşturulabilir. AB’nin böyle bir yönde olacağı şeklinde. Eğer bu tahmin
doğruysa AB-Türkiye ilişkileri de daha iyi bir hal alacaktır. Temelde gümrük birliğine
dayanan ve güvenlik şemsiyesi de isteyen bir AB için Türkiye çok daha istenen bir ortak
olacaktır. Aslında gerek Gümrük Birliği gerek NATO çerçevesinde bu birlik zaten
bulunmaktadır. Yeni AB ile Türkiye ilişkilerinin çok daha güçlü olacağını
düşünüyorum.

Türkiye gerek coğrafyası gerek kültürü


olarak doğu ile de iyi bir işbirliği kurma Eğer Türkiye bir ekonomik birlikte
olacaksa işin doğası gereği bu AB
potansiyelindedir. Çin’in önderlik ettiği
olmalıdır ve olacaktır diye
İpek Yolu projesinin nihai hedeflerinden düşünüyoruz.
birisi AB’dir. Bu çerçevede Türkiye
önemli bir üretim ve lojistik merkezi olabilir.

Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne olur?

1700’lerin sonuna doğru dokuma tezgâhları gibi mekanik üretim tesislerinin devreye
girmesi ile yaşanan sürece 1. Sanayi Devrimi diyoruz. 1800’lerin sonunda iş bölümüne
dayalı ve enerji kaynağı olarak üretim sürecine elektriğin dahil olduğu üretim sürecine
2. Sanayi Devrimi diyoruz. 20 yüzyılda üretim sürecine elektronik ve bilgi
teknolojilerinin girmesi ile 3. Sanayi Devrimi yaşandı. İçinde bulunduğumuz dönemde
üretim süreci nesnelerin interneti, hizmetlerin interneti ve siber-fiziksel sistemlerin
109
entegre olarak çalışmasıyla devreye girmektedir. Akıllı fabrikalar ve akıllı dağıtım
sistemleri gerçek zamanlı bir etkileşim içinde üretim ve dağıtımı gerçekleştirmeye
yönelmektedir.

Özetle Endüstri 4.0’ın hayatımızda çok önemli değişikliklere yol açabilecek adım adım
gerçekliğe giden bir süreç. Türkiye, Yeni Ekonomi Programının Değişim ayağını iyi
planlayabilir ve yönetebilirse yüksek teknolojili ürünlere geçişini Endüstri 4.0
çerçevesinde daha fazla gerçekleştirebilir. AB ile Gümrük Birliği sürecinin
iyileştirilmesi özellikle Çin’in İpek Yolu projesinde Türkiye’yi hem üretim hem de
lojistik anlamda bir üs haline getirebilir. Türkiye Endüstri 4.0’ın uygulandığı ve sürece
katkı sağlayan bir ülke konumuna gelebilir. Türkiye’nin Endüstri 4.0 sürecindeki rolü
büyük oranda dışarıya bağımlı üretim sürecini azaltmaya yönelik yapısal reform sürecini
gerçekleştirme ve yönetme başarısına bağlı olacaktır.

İşsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İşsizliğin en büyük ilaçlarından birisi sürdürülebilir hızlı büyümedir. Genç nüfusu ve


aldığı göçü de dikkate aldığımızda mevcut durumda Türkiye’nin işsizliği düşürebilmesi
için yüzde 6 ve üzerinde büyümesi gerekiyor.

Diğer taraftan, Türkiye Ekonomisinde önemli bir yapısal işsizlik sorunu bulunuyor.
Yani bazı durumlarda yapacak iş var, çalışacak eleman bulunamıyor. Diğer bazı
durumlarda ise yapacak eleman ve fikir var, gerekli sermaye bulunamıyor. Bu
çerçevede iki konunun öne çıktığını düşünüyoruz, birisi eğitim sistemi, diğeri ise
sermaye piyasalarının gelişimi. Eğitim sisteminin ilköğretimden üniversiteye önemli bir
reform ihtiyacı bulunuyor. Temel eğitimin ezbere dayanmayan, yaratıcı güce önem
veren bir yapıda oluşturulması, ortaöğretimde meslek yönlendirmesinin başlaması ve
meslek lisesi eğitiminin geliştirilmesi, yükseköğretimde ise sayının azaltılması, niteliğe
önem verilmesi öne çıkıyor. Araştırma üniversitelerinin artması, yüksek teknolojili
üretime katkı sağlayan üniversite –sanayi işbirliğinin kurulması, yüksek teknoloji
geliştirebilen ve uygulayabilen işgücünün yaratılması büyük önem taşıyor. Günümüzde
teknolojik gelişme birçok sektörde işgücünün yerine geçmeye aday. Bu çerçevede ya
teknoloji üretebilen ya da teknolojinin ele geçiremeyeceği alanlarda eleman yetiştiren
ülkeler işsizlik sorunuyla daha kolay başa çıkabilir görünüyor. Teknolojinin ele
110
geçiremeyeceği işleri yaratmak açısından meslek liseleri çok önemli rol oynayabilir.
Örneğin iyi bir aşçı ya da kuaför dünyanın her yerinde iş bulabilir ve iyi para kazanabilir
çünkü bu ve benzeri alanları teknolojinin ele geçirmesi çok kolay olmayacaktır. Bu
çerçevede meslek lisesi eğitiminin yapısal anlamda değişime uğraması çok önemli
olacaktır diye düşünüyorum.

Bir de turizm ve tarım sektör olarak Türkiye’nin iyi değerlendirmesi gereken sektörel
alanlardır. Turizm dünyanın üçüncü büyük ihracatçı sektörü ve Türkiye’de ve Dünya‘da
en çok turist çeken ülkeler arasında ilk 10’da. Bu potansiyeli çok daha arttırma
kapasitesine sahip. Ciddi bir istihdam potansiyeli taşıyor. Tarım ise gelecekte küresel
ısınma ile beraber daha da önemli olacak. İnsan kaynağına ihtiyaç duyan organik tarım
çok daha ön plana çıkacak. Bu çerçevede, Türkiye tarımdaki gizli işsizliği açığa
çıkarmak yerine organik tarıma yönelerek işsizliği yok edebilir hatta yeni istihdam da
yaratabilir.

Yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Ekonomi ve finans piyasaları ister istemez çoğumuzun ilgilendiği bir alan. Ekonomi ve
finans bizi sürekli karar verme sürecinde bırakan ve gelecek hakkında fikir sahibi
olmamızı gerektiren bir alan. Geleceği kesin olarak tahmin etmek mümkün değil. Eldeki
verilerle senaryolardan ve bunların olasılık dağılımından söz edebiliyoruz. Olasılığı en
güçlü kabul edilen senaryo temel senaryo oluyor ve kararlar buna göre veriliyor.

Gerek yazılı ve görsel medya gerek doğrudan iletişim yoluyla çok sayıda veri ve bilgiyle
karşı karşıyayız. Bu bilgi ve veri akışında kendimiz açısından doğru ya da temel
senaryoyu oluşturabilmek için finansal okur yazarlığa sahip olmak son derece önemli.
Bu nedenle profesyonel olmayan yatırımcıların bir şekilde temel finansal okur yazarlığa
sahip olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.

111
Verinin beklenenden az ya da çok
olmasına göre bono –tahvil, döviz ya da Piyasalar beklentileri satın alır.
Beklenti anketleri birçok veri için
hisse senedi piyasalarında ne tür tepkiler
piyasa beklentilerini ortaya koyar.
olacağını finansal okur yazarlık bize Gerçekleşen veri beklenenden farklı
öğretiyor. Bu çerçevede, yatırımcı için ise piyasa tepki verir.

veriler ve politik/ jeopolitik gelişmeler


hakkında beklentileri iyi bilmek son derece önemli. Bunları biliyorsak veriler
açıklandığında ve politik / jeopolitik gelişmeler olduğunda piyasanın yönünü daha iyi
tahmin edebilir ve yatırım kararlarımızda daha iyi bir noktaya ulaşabiliriz.

Bir de yatırımcıların her zaman kazanmak üzerine değil bazen kaybetmemek üzerine de
stratejiler geliştirmesi gerekiyor. Özellikle deflasyonist (negatif enflasyon) baskılarının
olduğu dönemlerde faizler çok düşük olduğu için hisse senetlerinden konuta kadar
birçok varlık fiyatında balonlar oluşabilir. Enflasyon ve faizler arttığında ise bu balonlar
patlayarak yatırımcıları büyük zararlara uğratabilir. Bu nedenle getirinin düşük olduğu
dönemlerde yüksek kazanç sağlama hırsı bizi büyük kayıplara da götürebilir. Yatırımcı
için bazen kazanmak değil kaybetmemeye çalışmak da önemli bir strateji olabilir.

Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size göre iyi bir
ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

Ekonomist adayı öğrencilere ilk söylemek istediğim teoriye iyi hâkim olmalarıdır. Teori
soyuttur ve sıkıcı gelebilir ama günceli doğru yorumlayabilmek için bu soyutlamayı iyi
yapabilmek gerekiyor. Model kurabilmek iyi bir matematik ve istatistik bilgisi
gerektirir. Grafikleri iyi kullanmak soyutu somuta indirgeyebilmek için iyi bir araçtır.
Bu bilgilerle, deneyimle kazandığımız sezgilerimizi de kullanarak bir ekonomist olarak
en doğru yoruma ulaşabiliriz. Matematik ve İstatistik ile beraber temel dersler,
mikroekonomi, makroekonomi, para, uluslararası iktisat gibi konulara çok iyi hâkim
olmamız gerekiyor. Bundan 20 yıl öncesine göre iyi bir ekonomistin iyi bir finans
bilgisine, muhasebe bilgisine sahip olması da çok daha önemli oldu.

Doğru model kurabilmek ve daha çok doğru sezgilere sahip olabilmek için tarih,
sosyoloji, psikoloji, felsefe ve siyaset bilgimizin olması son derece önemlidir. Bu

112
nedenle özellikle lisans eğitiminde ekonomiyi çoklu bir disiplin çerçevesinde düşünmek
ve olabildiğince farklı sosyal bilim alanlarında dersler almak çok faydalı olacaktır.

Sonuç olarak, iyi bir ekonomistin farklı disiplinleri içeren güçlü bir teorik bilgiye sahip
olması bu bilgilerini somuta indirgeyebilmesi açısından son derece önemlidir. Özellikle
ikinci sınıftan sonra staj yapmak, mümkünse stajın birisinin firma ya da finansal
kurumların araştırma birimlerinde olması son derece faydalı olur. En az bir yabancı dili
iyi bilmek (öncelikle İngilizce) ve dünyayı takip edebilmek, günceli doğru
yorumlayabilmek için kesinlikle gerekmektedir. 1950’li yılların başında makroekonomi
kitapları için 5-7 bölüm yeterli
Ekonomi dinamik bir alan. İyi bir olabiliyordu. Bugün 25-30 bölüme
ekonomistin yeni konuları kitaplara
çıktı. Önümüzdeki 20 yılda
girmeden yakalaması gerekiyor.
muhtemelen 35-40 bölüme çıkacak.

113
PROF.DR. İZZETTİN ÖNDER

Prof. Dr. İzzettin Önder, 1940 Erzurum doğumlu olup, ilk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da
tamamlamıştır. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girmiş ve 1963 yılında
İşletme-Maliye Bölümünden mezun olmuştur. Aynı üniversitede doktora çalışmasına başlamış
ve “Kapital Kazançlarının Niteliği ve Vergi Rejimi” başlıklı tezi ile 1967 yılında doktor
olmuştur. Doktora sonrasında 1967-1968 ders döneminde İngiltere’de York Üniversitesi’nde
bir yıllık araştırma, 1974-75 ders döneminde ise Japonya’da Seijo Üniversitesinde bir yıllık
araştırma faaliyetlerinde bulunmuştur. Ayrıca, kısa süreli olarak 1968 yılında ABD’de çeşitli
üniversitelerde de araştırmalarda bulunmuştur. Türkçe ve İngilizce olarak yerli ve yabancı
akademik dergilerde yayınları vardır. Maliye Teorisi ve Maliye Politikası konularında kitap ve
katkı olarak telif eserleri bulunmaktadır. 2008 yılında yaştan dolayı İstanbul Üniversitesi’nden
emekli olduktan sonra halen Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde ve Boğaziçi
Üniversitesi Ekonomi Bölümünde dersler vermektedir.

114
Hocam, dünya ekonomisi şuan nasıl bir durumda sizce?

Sistem olarak kapitalizme bakış, dünya sistemini açıklayabilir. Ülkeler itibariyle doğal
farklılıklar olmakla beraber, kapitalizmin genel işleyiş kuralları ve görüntüsü yaygındır.
Bu bakış açısından yaklaşım yaptığımızda, çevre-merkez ilişkisinin ikili bir görüntü
kazanmakta olduğu görülmektedir. Şöyle
ki, kapitalizmin sistemik dinamiği gereği,
Günümüzde Dünya ekonomisi,
birinci aşamada çevreyi sömürerek kapitalizmin tüm yerküreye
varsıllıkları merkeze toplar; ikinci yayılmış hâkimiyetinin
görüntüsüdür.
aşamada da bizzat merkezde yükselen
uluslararası nitelikli firmalar kendi
çevresini gerek çalışma yaşamı koşullarında gerekse müşteri koşullarında sömürerek
yoksullaştırır. Böylece merkez ülkelerin ulusal gelirleri yavaş da olsa yükselirken hem
çevre ülkeleri ile ara açılır hem de bizzat gelişmiş ülke içinde gelir dağılımı hızla
bozulur.

1970’lerden başlayan kâr oranlarının gerilemesi gelişmiş merkezlerden başlayarak


ülkeleri krize sürüklerken, FED’in milyar dolarları saçması sonucunda, 2008 krizi 1929
krizinden daha sığ fakat yaygın olarak seyretmekte ve giderek büyüme oranlarının
düşmesi sonucunda kronik işsizliğe çare üretmekten uzaklaşmış bulunmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde yaşanan teknolojik süreç sermayenin organik bileşiminin emek
aleyhine değişimine yol açarak, işsizliğin de ciddi bir sosyal çevre olarak ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Kâr oranlarının gerilemesi ve teknolojik işsizlik karşısında
faiz politikaları da likidite tuzağı nedeniyle ekonomik canlanmayı sağlamaktan uzaktır.
Bu koşullarda ilerleyen kapitalizm geçmişten çok daha derin şekilde doğayı sömürerek
küresel ısınmaya ve iklim değişikliklerine yol açmakta ve tüm ülkelere yoğun küresel
maliyetler yüklemektedir.

Çevre sorunlarına çare olur umudu ile Kyoto Anlaşması’ndan başlayarak girişilen bir
dizi atılım, aralarındaki rekabet nedeniyle gelişmiş ülkelerden rağbet görmemiştir. Son
aşamada yapılan Paris toplantısından da etkili bir sonuç alınamadan toplantı dağılmıştır.
İlgililerin açıklamalarına göre, ısının 1,5 derece yükselmesi bazı bitki ve canlı türlerinin
yok olmasına ve bazı alanların sularla kaplanmasına neden olacaktır. Bu kesin ve

115
ürkütücü ikaza rağmen, ülkelerden ciddi adım işareti henüz alınamamaktadır. Tüm
olumsuz gelişmeler ve çaresizliklere rağmen bir alternatif düşünülmemesi doğanın ve
onun bir parçası olan insanlık için şanssızlık olsa gerek!

Hocam, Çin’in olağanüstü yükselişini yorumlar mısınız?

Çin’in son yıllardaki olağanüstü yükselişini salt kapitalizme açılışı ile yorumlamak fazla
olası gözükmemektedir. Bir kere, niteliği tartışılabilir olmakla beraber, komünist
dönemlerin ülkede belli bir maddi ve beşerî altyapı oluşturduğu ortadadır. İnsanların
disiplinli çalışma ruhuna sahip olmaları ve aşırı yoğun nüfus içinden çok sayıda nitelikli
eleman çıkarmanın sağladığı avantaj hızlı büyümede önemli etken olmuştur. Emeğin
disiplinli olması yanında yine nüfus sayısına bağlı olarak ücretlerin dünya ortalamasının
altında olması da hem ulusal sanayinin lehine olmuş hem de yoğun dış sermaye çekmede
ciddi rol oynamıştır.

Hal böyle olunca, disiplinli ve görece ucuz emek gücü yabancı yatırımı çekmede
fevkalade başarılı olmuştur. Diğer bir faktör de Çin’in dünya kapitalizminin gözbebeği
olmasındaki rolü itibariyle küresel kapitalist güçlerin, özellikle de Rusya hakimiyetine
karşı ABD’nin mücadele ve hâkimiyet alanı oluşturmasındadır. Tüm dış bakış ve
etkileşimler yanında diğer bir faktör de kuşkusuz, Çin’in Mao döneminden başlayarak
yaşadığı Kültür Devrimi ve muazzam dönüşümdür. Kültür Devrimi eski kültüre karşı
yenileşme ve yeni kültürü savundu. Mao’dan sonra 1977-1978 Hua etkisi de Çin’in
dönüşümünde önemli rol oynamıştır. 1978-1980 aralığında tartışmalı olmakla beraber,
özgürlüklerin genişletilmesi, Sovyetler ve Vietnam ile yapılan anlaşmalar, 1978 yılında
Japonya açılımı ve 1978-79 döneminde ABD’ye yönelik açılım Çin’e teknolojinin girişi
ve yatırım-girişim ruhunun sızmasına yol açmıştır. Bu girişimlerin doğal uzantısı olarak
1978-182 döneminde yapılan kırsal reform ve ekonomik yeniden yapılanma programları
Çin’in hamlelerinde önemli rol oynamıştır.

Tüm bu hamleler içinde bir de 1989 yılının Mayıs-Haziran döneminde yaşanan ve gerek
Çin’de gerek Batı dünyasında dehşetle izlenen Tianenmen trajedisi ekonomik serbesti
oluşumu yönünde siyaset üzerinde daha bağlayıcı rol oynayarak, Çin’in istikrara daha
açık olarak kapitalizme ve büyümeye daha rahat açılmasını sağlamıştır. Deng yönetimi
ve siyasetinin Çin üzerindeki farklı etkileri hala tartışılır olmakla beraber, bugün Çin
116
halkının geçmişe göre daha konforlu bir yaşam sürdüğü yadsınamaz gerçekliktir. Mao
döneminde sonra siyasi açıdan hayli çalkantılı döneme sahip olan Çin’in hızlı
gelişiminde geçmişin birikimi olduğu kadar, stratejik konumu da fevkalade etkili
olmuştur. Kuzey komşusu Rusya’ya karşı ABD hâkimiyeti altında kalan Çin yoğun
ABD yatırımı almıştır. Yabancı yatırımların kâr transferine kısıt koyan Çin, buna
rağmen ilgi odağı olmaya devam etmiştir, zira emek gücünün iş yaşamı ve mali
açılardan fevkalade avantajlı olması dış kaynak açısından Çin’i cazip konuma
sokmuştur. Cari fazla vererek dolara büyük yatırım yapan Çin’in, finansal sermayeye
ihtiyacının olmaması da ekonomik krizlerden sakınan reel yatırımlar için ülkeyi cazip
konuma sokmuştur. Yabancı sermaye ile de beslenen yatırımlar dünya pazarlarına ucuz
fiyatla girmiş ve birçok alanda hâkim olmuştur. Elektronik ve teknoloji yoğun ürünlerin
de Çin ihracatında ağırlıklı olarak yer alması dış dünyayı rekabet açısından
endişelendirirken, bizzat Çin’i de teknolojiye girme açısından kamçılamıştır. Bu
durumun telafisi amacıyla yerli teknoloji gelişimine yönelen Çin, gelecekte hâkim
konuma ulaşmaya aday görülmektedir.

Uzun süre yüzde on üzerinde bir hızla büyüyen Çin’in son kriz ertesinde büyüme hızı
yüzde onun altına düşmüştür. Nüfusu ve hızla büyüyen ekonomisi ile dünya
kaynaklarını zorlayarak enerji ve doğal kaynak maliyetini yükseltmesi ve küresel
ısınmada büyük paya sahip olması nedeniyle, küresel kaynaklarının ve refahın paylaşımı
açılarından, Çin tüm ülkelerin korkulu rüyası konumundadır.

ABD’nin gidişatı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

ABD, giderek gücünü kaybetmekle beraber, hâlâ kapitalist dünyanın gücü konumundaki
ekonomiye sahiptir. Kapitalizmin genel konumu ve durumu, doğal olarak, ABD’yi de
etkilemekte ve kısmen sarsmaktadır da. Referans para olarak kabul edilen dolar ABD
Merkez Bankası’nın (FED) ciddi denetimi ve yönetimindedir. Dolar alanı olarak bilinen
sahada uluslararası işlemlerde olduğu kadar, çoğu ülkede para ikamesi şeklinde de dolar
geçerli para birimidir. Bundan dolayı doların değerinin hassas ayarı salt ABD için değil,
dolar alanındaki tüm ülkeler için yaşamsal önemi haizdir. Doların referans para olması,
ulusal gelirine oranla çok büyük cari açığı olan ABD’nin ithalatında sıkıntı
yaşanmaması sonucunu doğurmaktadır. Bu açıdan da doların üzerindeki faizin hassas

117
ayarı önemlidir. Nitekim 2008 krizi ertesinde milyarları yerküreye saçan FED, doların
uluslararası piyasada değerini koruyabilmek için şimdilerde de ABD’deki istihdam
düzeyine bakarak, tedricen faiz yükseltmesi yolu ile piyasadan dolar çekmeye
çalışmaktadır. Ne var ki, dolar üzerindeki faiz yükselişi ağır borçlu ekonomileri de ağır
yükler altına koyarak bizzat ABD’ye de maliyet yıkabileceği endişesi FED üzerinde
baskı oluşturmaktadır. Küresel ekonomi olarak verimlilik açılarından ABD en üst
sıralardadır. Fakat küreselleşme ile çevreye yayılan reel sermaye ya da uzantıları ülkede
hem işsizlik oluşumunda hem de vergi açısından ABD üzerinde yük oluşturmaktadır.
Bundan dolayı dışa açılan sermaye unsurlarının iç ekonomiye geri dönmesi için bazı
çareler düşünülmektedir.

ABD ekonomisi salt ekonomi olarak değil, dünya siyasetinde de artık eskisi gibi rol
kurucu olmasa bile, rolde etkili olabilecek bir güçtür. ABD’nin eski gücünü
kaybetmesinin ana sebebi, birden çok cephenin açılmış olması, Rusya’nın da bir
kapitalist-emperyalist devlet olarak devreye girmesi ve Çin’in gerek ekonomi gerek
askeri olarak ABD’yi sıkıştırmasıdır. Tabii, bu arada Kuzey Kore’yi de ihmal etmemek
gerekir. Bunlara rağmen teke tek ABD hâlâ hepsinden üstün olmakla beraber, bir arada
ele alındığında güç kaybının yaşandığı ortadadır. Küreselleşme akımında hemen tüm
gelişmiş ülkeler dışa saçtıkları sermaye nedeni ile ciddi güç kaybına uğramış
bulunmaktadır. Bu akımdan ABD de payını alarak, tüm yerküreye hâkim olan
ulusalcılık ve ülkeye çağırma-dönme dönemini yaşamaktadır. Fakat ABD’yi bu akımda
diğer gelişmiş ülkelerden ayıran özellik, ABD’nin diğerlerine oranla çok daha baskın
küresel hâkimiyet gücüne sahip olmasıdır.

Farklı ülkelerde ABD yatırımları bir anlamda ABD kaleleri olarak görülmekte ve
algılanmaktadır. Sermaye silahla korunduğundan, ABD’nin vazgeçemeyeceği bölgesel
hâkimiyet, dış yatırımların ülkeye dönmemelerindeki önemli etkendir. Örneğin,
Ortadoğu üzerindeki hâkimiyet savaşı şimdilik çatışma şeklinde silahlı yürütülüyor
olmakla beraber, İsrail sorunu da dâhil olarak, kısmi sükûnet sağlandığında, özellikle de
savaş tahribatının giderilmesinde silahlı kuvvetlerin yerini sermaye alıyor olacaktır.

118
Son yıllarda yapay zekâ ve robotlar çokça konuşuluyor. Sizce bu gelişmeler ne gibi
sonuçlar yaratır?

Yapay zekâ meselesini herkesin konuşabileceği kadar hafif bir konu olarak
görmüyorum. Bu konu üzerinde konuşabilme erkine sahip olanların, ileri bilgisayar
teknolojisi ve nöroloji alanlarının kesişme noktalarında ihtisas sahibi olması gerekir.
Zira insanoğlunun düşünme, karar verme ve daha da önemlisi, hiçbir programlama
olmadan karşılaşılan yeni bir durumda orijinal karar verebilme meselesi çok girift
konulardır. Ne denli yoğun olursa olsun programlama ile yürütülen süreçlere zekâ
demek, sanırım fazla doğru değildir, insan zekasına hakarettir. Bu nedenle bu konu
benim alanım dışındadır.

Robot meselesine gelince, bu konunun abartılı olarak gündemi işgal ettiğini


düşünüyorum. Bir kere, çok eskilerde tarla sürümünde kullanılan pulluktan traktöre
geçiş de bugünkülere göre çok basit ve kaba robotlaşmadır. O zaman, robot çok girift
teknoloji ve bilgisayar programlaması ile yönetilen ve bir insan benzeri davranış
kalıpları sergileyen makinedir. Programlama düzeyine bağlı olarak robotlar gelecekte
bir insanın yapabileceği hemen her işi yapabilir, komut alabilir, gereği şekilde aynen bir
sekreter gibi sahibini ikaz edebilir, not alabilir ve emri yerine getirebilir makineler
olarak düşünülebilir. Daha doğrusu, robotları bugünkünden daha girift bilgisayarlar
olarak düşünebiliriz. Bu aşamada doğal olarak canlı insan için iş olanakları kısıtlanır,
emek piyasası daralır. Bu durum salt bir insanın yapabileceği her işi robotun yapıyor
olacağından değil de yapılacak işlerde de azalma ve hafiflemeden de kaynaklanıyor
olabilir. Bu durum harika bir dünyayı koyar önümüze. İnsanlar da Lafargue’ın dediği
gibi tembellik hakkını kullanarak, tatil yapar, tiyatro yapar, kültür faaliyetlerine yönelir
vb.

Tabi bu durumda iki sorun aynı anda karşımıza çıkar. Emekçiler için çalışma, iş bulma
dolayısıyla gelir dağılımı sorunu, patronlar için ise piyasa, yani ürünlerin satışı sorunu.
Ne ilginçtir ki, kapitalizm bunu da çözmeye çalışıyor; “Vatandaş Aylığı” adı altında
devletin herkese seyyanen belirli ödeme yapması fikri geliştirilip yaygınlaştırılmaya
çalışılmaktadır. İlk bakışta makul ve sorunu çözebilecek program olarak görülen öneri,
sorunu çözse dahi demokratik ve insan haklarına saygılı olarak görülemez. Şöyle ki,

119
robotları sermaye malı olarak düşündüğümüzde kapitalizmde bunların mülkiyeti
gündeme gelecektir. Kapitalist sistemde söz konusu sermayenin, yani robotun mülkiyeti
sermaye sahiplerine ait olacaktır. Sermaye sahipleri robotlarla kazanacağı paralardan
devlete ödedikleri vergilerden devlet vatandaş aylığı ödeyecektir. Sorun çözülebilir
olarak görülmekle beraber, burada iki ciddi konu karşımıza çıkmaktadır. Bir ekonomide
sermayeye sahip olan kesim, vergi veriyor durumda da olsa, aynı anda kamu
otoritelerine mesaj-talimat da aktarır. Sermaye sahiplerinden alınan vergilerle işsizlere
ve tüm topluma ödeme yapan devlet, ödeme alanların değil, güçlü sermaye sahiplerinin
emri ve denetiminde olur. İkincisi, devletten ödeme alan vatandaş fark etmese dahi,
aslında güçlü sermaye sahiplerinin himmetine girmiş olur. Bu durum ise demokratik ve
insan haklarına saygılı bir toplum fertlerinin benimseyeceği durum olamaz.

Robotları reddetmek söz konusu değildir, fakat bu denli emeğe hiç ihtiyaç yaratmayan,
grev yapmayan güçlü robot (emek gücü), yani emeğin yerine geçirilmiş olan sermayeye
dokusu kesinlikle özel kesim mülkiyetinde olamaz, olmamalıdır. Robotlar kamusal
mülkiyet altında planlanan tip ve miktarda üretim yaparak, yapılan üretim topluma
insanların ihtiyaç durumuna göre dağıtılmalıdır. Zira ancak böylesi bir oluşumda
robotlar dünyamızı cennete çevirir, aksi halde insanlar robot misali esir konumuna düşer
ki, bu durum bir insan için gerçek robottan daha aşağı bir mevkidir.

Türkiye’nin 2050 yılındaki resmini çizer misiniz?

Bugünden 2050’ye yaklaşık 30 yıllık bir süre var ki, bu süre oldukça uzun sayılır.
Ancak, ekonomiler gibi gelişmeleri açısından bir yandan sosyal birikime diğer yandan
da ekonomik ve teknik altyapıya ihtiyaç duyan örgütlenmeler için bu süre gereği kadar
uzun değildir. Salt güçlü nesil yetiştirmek için bile kısa olan süre, bir ülke için fazla bir
şey ifade etmez. Ancak, gelişmiş ülkelerin ulaştıkları teknolojik aşama, yararlanmasını
bilen gelişmekte olan ekonomiler için önemli olanak sağlar, fakat bu süreçte de
yararlanmanın içselleştirilerek ekonomiye mal edilmesi ve salt teknik olarak
kullanmanın ötesinde, üretime sokulacak teknolojiye dönüştürülmesi yetişmiş eleman
ve sosyal yapıyı gerekli kılar. Aksi halde, aktarılmış teknikler ekonomide
içselleştirilmeden aktarım olarak kalır ve zamanla demode olur.

120
Türkiye, düşük orta gelir düzeyine gelene dek 51
yıl geçirmiştir. Fert başına gelirin uluslararası Türkiye, “orta gelir tuzağı”
ölçüt olarak kabul edilen ortalama 11 750 dolar içindedir ve ne hazindir ki, şu
olabilmesi için yıllık ortalama kalkınma hızının anda bu kapanda patinaj yapan
% 4,5 – 5 aralığından geri düşmemesi gereklidir. bir yapı sergilemektedir.
Oysa Türkiye yıllık ortalama %2,5 dolayındaki
büyüme hızı ile 2010 yılına kadar üst orta gelir düzeyine gelene dek ve o aşamada
geçirilen yıl sayısı 15’i bulmuştur. Bu sıkıntıların temel sebeplerine döndüğümüzde
tasarruf ve yatırım düzeyi, AR-GE’ ye yatırım yetersizliği, ihracatta teknolojik ürünlerin
yetersizliği ve doğal olarak eğitim gibi konular öne çıkmaktadır. 2000 yılından bakarsak,
gelişmiş ülkelerin AR-GE harcamaları ulusal gelirin içinde %2,5 – 3,5 oranında yer
oluştururken, bu oran Türkiye’de ancak %0,5 düzeyinin biraz üzerine çıkabilmiş, %1
düzeyine dahi gelebilmiş değildir. Üretim sektörüne bakarsak, imalat sanayi katma
değeri 2000 yıllarda %20’lerde iken, giderek düşmüş ve 2010’lara doğru %20’nin altına
gerilemiştir. Sanayi sektörü katma değeri ise, aynı dönemde, %30’ lardan %25 düzeyine
gerilemiştir. Her alandaki gerileme, dünya konjonktürü ile de ilgili olabilmekle beraber,
Türkiye’ye özgü alt-yapı ve plansızlığın da yansımasıdır. Aynı durum yüksek teknolojili
ürün ihracatının toplam ihracat içindeki payında da görülmektedir. Bu konuda da en
gerilerden gelen Türkiye, Singapur, Malezya, Tayland gibi ülkelerin gerisinde olmakla
yetinmeyip, 2000’lerden 2010’lara gelişte %4,5’lardan %2,5’lara gerilemiştir. Zaman
olarak otuz yıl uzun görülebilir, fakat ekonomi-siyaset zaman olarak süre yeterli
görülemez, hele de Ortadoğu gibi dünyanın en netameli bölgesinde ve dünyadaki güç
kavgaları ve çalkantılı konjonktür içinde oldukça sarsılan Türkiye’nin var olan politik
ve anlayış havası ile önümüzde zor süreçlerin olduğu anlaşılmaktadır. Kalkınma
faaliyeti irade ve planlama yanında, sosyal ve teknik donanım alanlarında güçlü yatırım,
bunun için de yüksek tasarruf gerektirir.

Türkiye, orta gelir tuzağından uzun yıllardır çıkamıyor. Buradan çıkabilmek nasıl
mümkün olur Hocam?

Orta gelir tuzağı kendi başına ve dışsal faktörlere bağlı gerçek bir kapan olmayıp,
ekonominin iç dinamiklerinden kaynaklanan ve ekonominin hamle yapmasını

121
engelleyen koşullardır. Ne var ki, bu durum, zaman içinde oluşmuş verimsiz ve kısa
sürede değiştirilmesi olanaksız iç koşullar ile yine zaman içinde kurulmuş sosyal ve
ekonomik altyapı ve siyaset ile bire bir ilintilidir. Bu faktörlere bağlı olarak, ekonomiler
istisnai koşullar dışında anı sıçrama yapamaz, ancak zaman içinde gelişme gösterir. Söz
konusu yapılanmalar uzun sürede oluştuğu gibi, maalesef dönüştürülmeleri de uzun süre
alır, hatta nüfus artışına ve ekonominin içe kapalılığına bağlı olarak gelişmiş ülkelerdeki
oluşumlarından da daha uzun süre alabilir. Her şeyden önce kaliteli ve yetenekli insan
varlığı ve bu varlıkla birleşecek teknoloji donanımlı sermaye yapısı olmazsa olmaz
koşullardır.

Salt sermaye yapısı ile işleri götürmek olası değildir, zira ileri teknoloji donanımlı
sermaye yüksek donanımlı emek gücü gerektirir. İşin ilginç yanı da şudur ki, ileri
teknoloji bazı koşullarda ithal edilebilir olmakla beraber, yüksek nitelikli insan gücü için
aynı iddia ileri sürülemez. O zaman karşımıza eğitim ve özellikle de teknoloji için
gerekli olan temel bilimler eğitimi çıkmaktadır. Fen alanında matematik, fizik ve kimya,
sosyal alanda da felsefe önemli alanlar olarak karşımıza çıkar. Gençlerimizi ve özellikle
de piyasa taleplerini dikkate aldığımızda eğitimde yöneldiğimiz alanlar orta gelir
tuzağını kısa sürede yenebilecek nitelikte gözükmüyor. Bu konuda başka bir sebep de
ileri Batı ülkelerinden devraldığımız tüketim alışkanlığıdır.

Batı ekonomileri kendi doyum aşamasında çevresel ekonomileri tüketime savurarak


piyasa yaratmaya çalışır. Bu etki gençlerimiz ve tüm toplum üzerinde salt eğitimde
değil, tasarruf oranında da önemli derecede etkili olmaktadır. Bir yandan nüfus artışı,
diğer yandan tüketime yöneliş tasarruf oranının olması gereken %18-22 aralığından
maalesef %13-15 aralığına düşürmüş, hatta zaman zaman daha da gerilere çekmiştir.
Tasarruf açığı ile birleşen tüketim yükselişi cari açık üzerinde de etkili olmuştur.
Türkiye’nin önemli enerji açığının da olması cari açığı büyük boyutlara taşımaktadır.
1980’lerden beri ekonominin narkozu olarak devreye sokulan “sıcak para” kısa sürede
cari açığa sahte çare oluştururken, uzun sürede açığı ve ülke borçluluğunu
yükseltmektedir.

122
Komünizmin gerilemesi ve tüm
Her şeyden önce, Türkiye yerkürenin kapitalist rekabetin çatışma
ekonomisi planlı ve sistematik
alanına dönüşmesi ve kapitalist küresel
olarak bir hedefe yönelik değil,
anlık siyasetlere bağlı olarak kuruluşlar arası rekabetin en önemli
yürütülmektedir. silahının teknoloji olması, bu alana
gelişmekte olan ülkelerin girişini
zorlaştırmaktadır. Dış sermaye ülkeye teknoloji getirebilir, fakat uygulamada çoğu
durumda kendi teknik eleman ve mühendislerini kullanıyor olması teknolojinin ulusal
sanayiye aktarılmasını ve emilmesini engellemektedir. Yapılması gerekenler
bulunmakla beraber, bir yandan burjuvazinin yabancı sermayeye bağımlı olması, diğer
yandan da siyasetin merkez güçlerin etkisi altında kalabilmesi durumu
güçleştirmektedir.

Yapısal reformlar hakkında ne düşünüyorsunuz Hocam? Sizce olmazsa olmaz mıdır?

“Yapısal Reform” sözcüğü, kapitalist sistemde çevresel koşullarda patinaj yapan


ekonomi yönetimindeki aksaklıkların meşrulaştırılması için savunmacı cepheden
siyasilerin, korumacı ve suçlayıcı cepheden ise burjuvazinin sığındığı, gerçeklik payı
fazla olmayan sloganın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Nitekim salt ifade
kullanılmakta, fakat içeriği çoğu zaman boş bırakılmaktadır. Siyasiler “yapılacak”
söylemiyle, burjuvazi ve diğer bazı çevreler ise “yapılması gerekir” söylemi ile kendi
hatalarını perdeleyip siyasileri suçlayarak zaman kazanmaktalar. Bahane iki tarafı da
kurtardığı içindir ki, yüzeysel görüntüde anlaştıkları gibi, şikâyet ettikleri konu üzerinde
bir türlü bir araya gelemiyorlar. Gelemezler de… Çünkü birincisi bu konuda
sayılabilecek çok net kalemler yoktur; ikincisi de vergi reformu, şeffaf ekonomi, adil ve
hızlı yargılama, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, ileriye görüş sağlayacak istikrarlı
ekonomi politikası, komşularla olumlu ilişkiler gibi önlem ya da stratejiler kâh siyasi
kadronun, kâh burjuvazinin, hatta kâh halkın genel çıkarı açılarından çatışmalıdır.
Örneğin, vergi reformu ya da vergi affı çıkarılmamasını hangi kesim destekler, hangi
kesim karşı çıkar? Peki, kayıt dışılığın önlenmesi geniş kitlelerde, hatta burjuva
kesiminde taraftar bulur mu? Ya da Merkez Bankası’nın bağımsızlığı siyasi çevrenin

123
işine gelir mi? Ya da yandaş yaratmayan bir yatırım politikasını hangi çevre neden
destekler ki?

Kısacası, farklı çıkar çevrelerinin çıkarlarının uzlaştırılabileceği genel müşterek bulmak


çok zordur. Örneğin, plana uymak, vaktiyle “halkım plan değil, pilav istiyor” sloganını
ileri süren, ya da halktan oy almanın demokrasinin tek koşulu olduğu görüşü ile hiçbir
kural tanımadan daima ve siyasi endişelerle kendi kuralları ile davranmaya çalışan bir
siyasi yapının işine gelir mi? Hatta kendi kararı ile işleri yönetmeye çalışan bir siyasi
yapıya yamanmak yerine, objektif ve rekabetçi bir ortam yaratmak burjuvazinin, hiç
değilse bazı kesimlerinin işine gelir mi, yoksa siyasiye yanaşarak iş koparmak mı daha
elverişli koşul olarak görülür? Bu iş sadece Türkiye’de değil, çoğu gelişmiş
ekonomilerde de bu şekilde yürütülmektedir. ABD’de hemen tüm büyük bakanlıklara
büyük holding CEO’larının geldiği ve hükümet gücü ile ulusal ve uluslararası alanda iş
kotardığı bilinen bir gerçektir. Kaldı ki, yapısal reform tanımlansa ve uygulansa dahi,
asıl altyapıyı yetişmiş insan gücü ve teknoloji donanımlı maddi sermaye unsuru
oluşturur.

Yapısal reform söylemini, sermayenin rekabet koşullarında, önünü görecek şekilde


çalışmasını sağlayacak koşulların oluşturulması olarak tanımlar, genel ekonomi
çerçevesinde çizersek siyasi erkin de işi kolaylaşır. Hal böyle ise, soruyu, “yapısal
reformdan ne anlaşılıyor” şeklinde değil de “rekabetçi ekonomi kurallarının niçin
işletilemediği” şeklinde sormak gerekir. Ancak, meseleyi tamamen dışlamadan,
iktisadın çok bilinen kuralı ile denebilir ki, hiçbir yeni yatırıma gereksinme duymadan,
daha olumlu sonuç alınabilmesi için yeni düzenleme yararlı olabiliyorsa, bu tür
uygulamalara geçilebilir, geçilmelidir.

Hocam, TCMB’yi başarılı buluyor musunuz?

TCMB’nın aldığı bir dizi kararlarda, kuşkusuz, her iktisatçının katıldığı ve karşı çıktığı
noktalar vardır. TCMB’nın kimi zaman yalpalı davrandığı, son büyük faiz
yükseltmesinde olduğu gibi, kimi zaman da cesur kararlara imza attığı görüldü.
Banka’nın uyguladığı “faiz koridoru” politikası da bankalarla işlemde günlük emisyonu
ayarlamada ve faizi denetlemede oldukça başarılı olduğu bilinmektedir. Bunun
karşısında, özellikle son dönemlerde TCMB’nin uygulamaları ile yüksek faiz arasında
124
yakın ilişki kuran siyasi çevrelerin faiz politikasına oldukça sert müdahalesi doğal olarak
bankanın elini kısmış ve maalesef son
faiz yükseltmesi öncesindeki olumsuzluk Özerkliği tartışmalı olan ve bir
yandan faiz haddini ve fiyat genel
yaşanmıştır. Kaldı ki, siyasi çevrenin
seviyesini denetlemek, diğer yandan
müdahalesi olmadan da döviz kuru, faiz yüksek cari açığa çare aramak
haddi ve fiyatların denetimi gibi durumunda olan TCMB zor
durumdadır.
birbiriyle çelişkili görevlerin optimal
düzeyde yürütülmesinin zorluğunu kabul
etmek durumundayız.

Ani kur yükselişlerinde TCMB’nin kimi zaman sakin kalması, zaman içinde arbitraj
yaparak haksız kazanç sağlama çabasında olanların beklentisine karşılık vermemesi
olumludur. Kur yükselişlerini dengelemek yanında dış borç ödemelerinde de son
başvuru kaynağı olarak görev gören TCMB ekonominin içinden geçtiği kriz ortamında,
bazı ihtirazı kayıtlarla, başarılı görülebilir. Döviz kuru ile faiz haddi arasındaki ilişkiyi
siyasilere anlatmada güçlük çeken TCMB yöneticileri, tüm ekonomik ve siyasi baskı ve
güçlüklere rağmen durumu oldukça iyi yönetti denebilir. Banka’nın aksadığı önemli bir
konu temel ekonomik verilerde ileriye yönelik tahminlerde yanılıyor olmasıdır. Ancak,
bu tür yanılmalara Bütçe tahminlerinde ve Orta Vadeli Plan tahminlerinde de sık sık
rastlanmaktadır. Zira küresel ekonomilerin bu denli sarsıntılı olduğu ve ekonomileri
şoklara açık hale getiren finansal işlemlerin bu denli yüksek olduğu durumlarda
tahminlerin sıkça “revize” edilmesi fazla anormal görülemez.

Faiz ve enflasyon ilişkisi genellikle kafaları karıştırıyor. Sizin yorumunuz nedir


Hocam?

Faiz – enflasyon ilişkisi arz yanlı enflâsyon ile talep yanlı enflâsyon arasındaki ilişkiye
ve farka benzer. Farklı dürtülerden kaynaklanan enflasyonlar biri diğerinden ayrı olarak
seyretmez, bir aşamadan sonra bir diğerini tetikleyerek ayağa kaldırır. Bu basit süreci
akılda tutarak, enflasyonun türü hakkında varsayımla, faiz-enflasyon ilişkisini
irdelemek gerekiyor. Şöyle ki, faiz bir bakımdan paranın zaman maliyeti, bir bakımdan
da üretime giren maliyettir. Faizi, paranın zaman maliyeti olarak ele alırsak, yüksek faiz
haddi insanları, gelirleri ile de kısıtlı olarak, tasarrufa yöneltebilir. Tasarrufa yöneliş

125
enflâsyonu frenleyebilir. Bu model tüketim için borçlanmak durumundaki insanlar için
geçerli değildir. Bu aşamada enflâsyonun yatırımlar üzerindeki etkisini de dikkate
aldığımızda, yüksek faiz yatırımları frenleyebileceğinden kısa sürede enflasyon
baskılanır, fakat uzun dönemde piyasada arz azalarak, enflâsyon tetiklenebilir.

Karşılıklı etkilerin yönleri farklı olmakla beraber, oluşacak sonuç etkilerin göreli
ağırlığına göre ortaya çıkar. Yüksek faizin talebi kısarak enflâsyonu frenlemesi kısa
süreli, arzı kısarak oluşturacak enflasyonist etkisi ise uzun süreli neticelerdir.
Türkiye’nin durumu karmaşıktır. Baskılı faiz maliyet kısıcı etkisi ile yatırımları
güçlendirebilir, fakat yatırımlardaki ithal girdisine bağlı olarak, bu kez de maliyetler
yükselir ve maliyet enflasyonu ortaya çıkabilir. Bunun tersinden bakarsak, yüksek faiz
kuru baskılarken yatırım maliyetlerini girdi açısından olumlu etkiler, fakat sermayenin
alternatif değerini yükselterek üretimden uzaklaştırabilir.

Faiz haddi sermayenin maliyet fiyatı olduğuna göre, faiz haddi kur ilişkisi öne çıkarken,
devlet sermaye yatırımına ayni ya da kredi şeklinde nakdi yardım vererek yüksek faiz
maliyetini dengeleyebilir. Bu analiz faiz ile yatırımlar arasında ters yönlü ilişki olduğu
genel kurala dayalıdır. Günümüzde çoğu Batı ekonomilerinde görüldüğü gibi, faiz sıfır
düzeyinde de olsa yatırımın yapılamayabilir, böylece faiz ile yatırım arasındaki ilişki
kopar. Likidite tuzağı adı verilen bu durumda yatırım karşısında faiz işlevsizleşir.
Görülüyor ki, enflasyon faiz ilişkisi, çok sayıda faktörün çok yönlü hareketlerine ve
karşılıklı etkileşimlerine bağlı olarak çok girifttir. Ancak genel olarak şu söylenebilir ki,
gelişmekte olan ekonomilerde sermaye kıt olduğundan sermayenin fiyatı olarak görülen
faiz genelde yüksek olur.

Diğer yandan, kronik cari açık yaşayan ekonomilerde de açığın finansmanı amacıyla
faiz haddi genellikle yüksek düzeyde tutulur. FED de doların küresel hareketlerini
denetlemede çok sayıda veri üzerinden olası etkileri göz önünde bulundurarak nihai
kararını veriyor. Faiz haddi, zaman ve koşullara göre etkisi değişmekle birlikte, tüm
modern devletlerin araçları arasındadır.

126
Türkiye, bir ekonomik birlikte olur ise bu hangisi olmalıdır?

Ekonomik birlik teorisine göre, birliklerin etkili olabilmesi için üretim alanı itibariyle
birbirini tamamlayıcı ekonomilerden oluşması yeğlenir. Ancak, ekonomik düzey
itibariyle birbirinden farklı ekonomilerin bir araya gelmesinde geri ekonomi için
sakıncalar vardır. Şöyle ki, birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olmakla beraber, ekonomik
düzeyleri itibariyle büyük farklara sahip olan ekonomilerin bir araya gelmesinde
genelde insan kaynakları ve maddi zenginlikler görece zengin bölgeye kayarak,
ekonomiler arasındaki uçurum daha da derinleşir. Türkiye’nin Ortak Pazar Anlaşması
(Ankara Anlaşması) ve sonraları Ekonomik Birlikle müzakereleri ve kısmi ilişkileri
ekonomik düzey farkı ve başka nedenlerle maalesef olumlu gelişememiştir.

Gümrük Anlaşması’nın 12 ve 22 yıllık sürelerde öngörülen önlemler alınamamıştır.


Diğer seçenek olarak da Çin ve Orta Asya ekonomileri düşünülebilir. Diğer taraftan
Kafkasya ve Avrasya bölgeleri de gündemde tutulabilir. Türkiye’nin gözü daha çok
güney komşularımıza sarkmış vaziyettedir. Arap-İslam birliği benzeri bir proje
kafalarda olabilir. Böyle bir proje Türkiye’de müthiş bir kültür değişimine yol
açabilmekle beraber, petrol paralarıyla önemli yatırımlar düşünülüyor olabilir. Belki de,
iç siyaset açısından ekonomik sorunlar zengin petrol ülkesi paraları ile biraz
hafifletilinceye kadar, söz konusu alanların kültür etkisi ile sosyal baskılama yaratarak
zaman kazanmak düşünülüyor olabilir. Günümüz koşullarında serbest ticaret ve dolaşım
hakkının yaygınlığı geçmişte olduğu üzere karşılıklı çıkara yönelik özel anlaşma ya da
birleşmeleri o denli zorunlu kılmamaktadır. İngiltere’nin AB karşısındaki kararı,
nüfusunun çoğunluğunu kapsamasa bile, bu konuda önemli ipucu vermektedir.

Önemli olan birliklere girmek ya da


Günümüz koşullarında artık birlikler
anlaşmalardan çok, ekonominin
önemini yitirmekte, örneğin AB
teknoloji kapasitesini yükselterek, giderek güçlenen sorunlarla karşı
ihracata yönelik kalkınma stratejisini karşıya gelmektedir. Bunun nedeni
birliklerin siyasi anlamda tek bir
güçlü temeller üzerinde kurmaktır. merkeze ve tek para birimine bağlı
Farklı ülkelerin aynı para birimine olmasıdır.
bağlı olması genelde güçsüzler
aleyhine çalışır. AB’de Yunanistan ve İspanya para birliğinden ciddi hasar gördüler.

127
Zira para birliği bağlılığı ülkelerin özgür para politikasına geçmesini ve gerekli
koşullarda önlem almasını engeller. Analojik olarak Türkiye’nin yaşadığı 2001 kriz de
para biriminin belirli aralıklarla devalüe edilebilme koşulu ile güçlü bir ülkenin parasına,
ABD dolarına bağlı olmasından kaynaklanmıştır.

Endüstri 4.0 Türkiye için ne ifade ediyor?

Endüstri 4,0 aşaması, önceki aşamalardan ileri ve yüksek teknolojik düzeyi yansıtan bir
aşamadır. Diğer bir deyişle, endüstri 4,0 aşamasında üretim el emeğinden, hatta zihinsel
planlamadan çok öte, bilgisayar tasarımlı ve denetimli kontrollü üretim aşamasını ifade
eder. Doğal olarak bu aşamada üretim hem daha standart hem daha düzgün ve daha hızlı
ve yanlışsız yapılabilmektedir. İşin üretim aşaması böyledir. Fakat bu sistemin, giderek
robot sistemine yönelmesi şimdiki ve giderek artan şekilde gelecekteki işsizliğe ciddi
tehdit oluşturur.

Şu hâlde, bir yandan hızlı, düzgün ve hatasız üretim, dolayısıyla güçlü kazanç, diğer
yandan da yaygın işsizlik iki ciddi konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanayi 4,0 dış
ticaretin geliştirilmesinde hem hatasız üretim hem de miktar olarak önemli olabilir.
Robotlar konusunda mülkiyet biçiminin gündeme gelmesi, olumlu bir ekonomik sürecin
olumlu sosyal süreçle sürdürülmesinin sağlanması amacı ile ilgilidir. Aynı durum
burada da söz konusudur. Giderek yaygınlaşabilecek teknolojik işsizlik, verimsiz sektör
olan hizmet sektörünü besleyecektir.

Tüm dünyada gidişat hizmet sektörüne


yönelik olmakla beraber, Türkiye gibi Sanayi 4,0 ve robotlar
konuşulurken, kesinlikle aleyhte
gelişmekte olan ekonomilerde sanayi ve
olmadan, fakat mülkiyet biçimini de
üretime öncelik vermek kalkınma gündemde yukarı sıralarda tutmak
çabaları açısından kaçınılmazdır. kaçınılmaz görülmelidir.

Hizmet üretimi meta üretimini aşırı


şekilde geçerse ulusal gelir hesapları yapay olarak yüksek görülebilir, fakat halkın
fiziksel tatmini düşük düzeyde kalır.

128
İşsizlik sorunumuz giderek artıyor. İşsizlikle mücadele nasıl olmalıdır Hocam?

İşsizlik, veri gelir miktarından tasarruf


payının kısılması ve eğitimin zorlaşması Türkiye’de işsizlik iki parçalıdır. Bir
gibi koşullar yarattığından bu koşullarda bölüm işsizlik yapısaldır ve uzun
dönemde ele alınabilecek konudur.
kalkınmak zordur. Çünkü kalkınma için
Bir bölüm işsizlik ise kısmen
teknolojiye girmek gerekir, fakat teknoloji konjonktürel, kısmen teknolojik
istihdam yaratan bir alan değildir. Hal olup, kısa ve orta dönemde
tartışılması gereken bir konudur.
böyle olunca, çatışmalı hedefleri
uyumlaştırmak için ekonomiyi de aynen
işsizlik konusunda olduğu gibi iki parçalı düşünmek gerekir. Birincisi, yoğun teknik
eleman ve yetenekli emek gücü oluşturarak teknolojik alanlara girmek ve ihraç edilebilir
nitelikli ürün üretmek kaçınılmazdır. Fakat işsizliği massedebilecek sektörlerden de
uzak durmamak gerekir. Bu arada, ülkemizde ihmal edilen tarım çok önemlidir.

Tarım kesimi hem toplumun gıda ihtiyacı hem de sanayinin girdi ihtiyacı için önemlidir,
aynı zamanda da işsizliğin fayda yaratan alanda istihdamı için önemlidir. Tarım
genellikle makine kullanmakla beraber, detay ve hassas alanlarda emek istihdam eder.
Bu sahalarda istihdam edilen emek, gizli işsiz olarak görülemez, çünkü topluma katma
değer üretir.

Türkiye’nin sökülen Ortadoğu nüfusundan yoğun göç alması işsizliği kamçılamıştır. Bu


durum geçici olarak ifade edilmekte, hatta çoğunlukla öyle görülmekle beraber, alınan
göçün önemli bölümünün ülkede kalacağı gibi bir manzara söz konusudur. Üstelik göç
eden gençlerinin eğitimi ve topluma yararlı hale getirilmesi için bir çalışma olmakla
beraber, bu konuda büyük bir gayret görülmemektedir. Çoğunlukla bu kişiler, içinde
bulundukları durum nedeniyle çok düşük ücretlere kaçak olarak çalışmak zorunda
kalmaktadır. Kaçak göçmen işçilik ülke emek gücüne ciddi balta vurmakla kalmamakta,
genellikle sanayinin yapılanmasına da olumsuz yönde tesiri olabilmektedir. Şöyle ki,
ucuz emek makineleşmeyi erteleyebileceğinden firmaların teknoloji kullanma
yönündeki girişimi âtıl kalabilir.

Emek istihdamında diğer bir alan da gerekli olmadıkça, makine yerine emek istihdamına
yönelmektir. Türkiye gibi kalkınma aşamasındaki ülkelerin her alanda ileri sanayi
129
ülkelerindeki teknolojik donanıma girmesine gerek yoktur. Fayda maliyet ya da
alternatif maliyet ölçüt kullanılarak makine yerine emek kullanılabilir. İhracata yönelik
ve gerekli alanda ileri teknolojiye geçmek tüm alanlarda aynı mantıkla hareket etmeyi
gerektirmez. Sonucun çok farklı olmadığı koşullarda emek makineyi ikame edilebilir.

İktisat okuyan ve mezun binlerce genç var. Onlara iyi bir iktisatçı olmaları için hangi
tavsiyelerde bulunursunuz?

İktisat salt teknik olmayıp, sosyal yönü ile sosyoloji ve tarih, insani yönü ile de psikoloji
ve şimdilerde de nöroloji ile ilgilidir. Tüm bunların üzerindeki şemsiye ise felsefe ve
doktrindir. İktisat, önce bir beşerî bilimdir. Teknik yöntemler ancak bunu tamamlayacak
şekilde devreye girmelidir. Bu bağlamda bazı tavsiyelerim şunlardır:

• İktisatta ekoller önemlidir, ana-akım yanında sol akım, Marksizm fevkalade


önemlidir. Marksizm ve yöntemi anlaşılmadan ana –akım iktisat ekolünüm,
krizler konusunda olduğu üzere toplumsal manevraları anlaşılamaz.
• Bilgi edinimde ve öğretimde insan ve insanın mutluluğu hedef alınmalıdır. Genel
toplum ortalamayı gösterir.
• Yabancı dil mutlaka gereklidir. Özellikle de yüksek lisans öğrencileri için
yabancı dil olmazsa olmaz koşuldur.
• Her alanda olduğu gibi iktisatta da yöntem çok önemlidir.
• Akademik dil, jargon, ıstılah önemlidir, bunların anlaşılması ve kullanılması da
insani olmalıdır.
• Üstatların eserleri ile mutlaka tanışıklık oluşturulmalı, önce güvenilir yorumlarla
başlanıp, sonraki aşamada orijinal metinlere ulaşılmalıdır.
• Günlük hayattaki olayların iktisadi yorumuna çalışılmalı, gazetelerdeki iktisat
sayfaları takip edilmelidir.
• Ülkenin mevzuatı bilinip, olabildiğince iktisat alanındaki yenilikler izlenmeli.
• Toplumsal süreçleri anlayabilmek için ve kültür geliştirmek için sanatsal
faaliyetler izlenmelidir.

130
PROF.DR. MEHMET HASAN EKEN

Mardin-Derik 1965 doğumlu olan Eken 1987 yılında İktisat Lisansı (Anadolu Üniversitesi),
1992 yılında Finans alanında yüksek lisans (The University of Exeter, İngiltere) diplomalarını
alarak 1999 yılında Bankacılık Doktora (Marmara Üniversitesi) çalışmalarını tamamladı.
2007 yılında Muhasebe Finans Anabilim Dalında Doçent unvanını aldıktan sonra 2013 yılında
profesörlüğe yükseltildi.
Kariyerine bankacılık sektöründe 1992 yılında, 1416 sayılı yasayla burslu öğrencisi olduğu
Etibank’ta başlayan Eken, Kasım 2000’de Fon Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Üyeliğine
atandı. Yazar Fon Bankalarının (13 adet) satış, birleştirme ve tasfiye sürecinde çalışmalarda
bulunduktan sonra Yapı Kredi Bankasında Haziran 2002 – Nisan 2003 tarihleri arasında
yönetim kurulu üyeliği yaptı. 2000-2004 yılları arasında 8 Yatırım ve Portföy Yönetimi
Şirketinde Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Romanya’da kurulu Romanian International Bank
şirketinde Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği görevlerinde bulundu.
Türkiye Bankalar Birliği, 1994 yılı bankacılık yarışması ikincilik ödülü sahibi olan Eken’in
Türkiye’de yayımlanmış bilimsel kitapları, ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış çok
sayıda makalelerinin yanı sıra beş edebi eseri de bulunmaktadır. 2008 yılından beri
Maliye/Finans Yazıları Dergisi’nin baş editörlüğünü yürüten yazar derginin bilimsel
endekslerde taranmasının sağlanması süreçlerini başarıyla yürütmüştür. Farklı bilimsel
dergilerde çok sayıda bilim kurulu üyeliği, danışma kurulu üyeliklerinin yanı sıra çok sayıda
makale için hakemlik görevlerinde de bulunmuştur.
Asya Muhasebe Akademisyenleri Derneği adına 2009 yılında düzenlediği uluslararası
kongrenin yanı sıra çok sayıda bilimsel kongrenin bilim kurulunda da görevler almıştır.
Merkezi Endonezya’da ve Genel Sekreterliği Amerika Birleşik Devletleri’nde olan Asya
Muhasebe Akademisyenleri Derneği’nin Başkanlığına bir yıl süreyle 2009 yılında seçilen Eken
aynı zamanda Fenerbahçe Spor Kulübü kongre üyesi, Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar
Vakfı (TEMAR) Mütevelli Heyet Üyeliği görevlerini de yürütmektedir.
Halen Kırklareli Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu, Bankacılık ve Finans Bölümü
öğretim üyesi ve Yüksekokul Müdürü olarak görev yapan yazar, evli ve bir çocuk babasıdır.

131
Hocam, Dünya ekonomisinin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ekonomiyi üretim (arz), bölüşüm (sosyal devlet) ve tüketim (talep) olacak şekilde üç
yönlü olarak ele almak istiyorum.

İlk olarak üretim kısmını ele alırsak teknolojik gelişmelerle üretimde verimlilik sürekli
artmaktadır. 2050 yılına doğru teknolojide görülmesi muhtemel gelişmeleri şimdiden
hayal etmek çok zor. Ancak hayal etmenin bile zor olduğu teknolojik gelişmelerle mal
ve hizmet üretiminde giderek daha az emek yoğun hatta belki de emeğin olmadığı bir
üretim sürecine ulaşabiliriz. Bu gelişmelerden hiçbir sektör; ne sağlık, ne güvenlik, ne
eğlence ve ne de başka bir sektör, muaf olmayabilecektir.

Varılacak bu noktadan hareketle bölüşüm kısmına geçmek istiyorum. Emeğin sıfır katkı
sağlayacağı bir üretim sisteminde hane halkının ya da bireylerin üretimden nasıl pay
alacakları sorunu ortaya çıkabilecektir. Bu sorunun bir çözüm yolu sermaye piyasaları
aracılığıyla mülkiyet hakkının geniş bir tabana yayılması ve böylece üretimden geniş bir
kesimin pay alması sağlanabilir. Bu olmazsa, yani mülkiyet hakkı sınırlı sayıda bir
kesimin elinde yoğunlaşırsa, o zaman bir diğer yol olarak servetin yani satın alma
gücünün vakıflar yoluyla toplumun yararına kullanılarak ortaya çıkabilecektir.
Günümüzde Jack Ma, Warren Buffet gibi izledikleri yol tam da bu yoldur. Jack Ma’nın
dediği gibi yüz milyonlarca dolar kadar servetiniz olduğunda artık o sizin değil,
toplumundur. Yani servetin bağışlarla dağıtılması durumu kaçınılmaz olacaktır. Bu da
olmazsa ne olur? Bu soruya verilecek başka bir çözüm önerisi şu aşamada aklıma
gelmemekle beraber anılan iki çözümden biri
mutlaka zaruri olarak uygulanacaktır. Son olarak artan insan nüfusu ve

Burada üçüncü kısım olan tüketime gelişen sağlık sektörü ile artan

geldiğimizde döngüyü tamamlamış oluruz. yaşama süresi insanoğlu için

Mülkiyet hakkı hisse senetleri yoluyla geniş gereken gıdanın aynı hızda

bir tabana yayılmış olması üretilen neredeyse artmamasına bağlı olarak gıda

bütün mal ve hizmetin tüketimini fiyatlarında artışlar olacağı ve

sağlayabilecektir. Bu durumda sorun olmaz ve gıda sektörünün önem

sistem işlemeye devam eder. Ancak mülkiyet kazanacağı beklenmelidir.

sınırlı sayıda sermayedarın elinde


132
yoğunlaştığında üretilen mal ve hizmeti satın alma gücünün topluma verilmesi lazımdır.
Bu vakıflar yoluyla olursa sorun kalmaz. Ancak yapılmazsa o zaman ekonominin
çökmesi ve sistemin yürümemesi bir ekonomik kıyameti de beraberinde getirecektir.

Dünyanın bu gidişatında Çin’in son 10 yıldaki yükselişini nasıl değerlendirirsiniz?

Üretim, bölüşüm ve tüketim bağlamında Çin’in durumunu ele alırsak aşağıdaki gibi bir
analiz ortaya konulabilecektir.

Çin komünist (veya komünizme yakın) bir toplum yapısıyla kapitalizmin hegemonyası
altındaki Dünya ekonomisine eklemlenme sürecini tamamlamış gözüküyor. Kapitalist
sistemin üretim ilişkileri olduğu gibi Çin’de en sert şekilde uygulanmıştır. Çin kapitalist
zihniyetle üretip, komünist zihniyetle bölüşümü tercih etmiştir. Diğer bir deyişle, Çin’de
üretim sürecine dahil olan emeğin geçmişte üretimden aldığı pay Dünya standartlarına
göre en alt düzeyde yer almıştır. Yani Çin sahip olduğu büyük nüfusuyla kapitalist
Dünya’ya ucuz emek arz ederek üretimin kendi sınırları içerisine kaymasını sağlamıştır.
Öte yandan bu üretimden kendi tüketimi için oldukça sınırlı miktarda kullanmış olan
Çin üretiminin çoğunu ihraç etmiştir.

Çin esas olarak büyümesini buna borçlu olmakla beraber, kalkınma perspektifinden
Çin’e bir kere daha bakıldığında yaşam kalitesinde, eğitim, sağlık gibi hizmetlerde
önemli gelişmeler sağlanmıştır. Kalkınmayla beraber son yıllarda Çin’de emeğin
üretimden aldığı payda artmalar gözlenmiştir. Bu da Çin’de daha fazla tüketim olarak
karşımıza çıkmıştır. Bu gelişme üretimle beraber önemli çevre sorunlarına yol açmıştır.
Bunun devam etmesi Çin’in ucuz emek niteliğini yitirmesine yol açacaktır. Mevcut
üretim ucuz emek kaynağına sahip ülkelere yönelecektir.

Ancak, 2050’ye doğru emeğin üretimdeki payının giderek azalmasına rağmen, mevcut
yapısıyla Çin, teknolojik yatırımlarıyla üretim gücünü muhafaza edebilecektir.
Kapitalist sistemle üretip, komünist sistemle paylaşan Çin 2050 yılında teknolojik
üstünlük elde ederse üretimi muhafaza edebileceği gibi bölüşüm konusunda da bir sorun
yaşamayacaktır. Ancak artan tüketim nedeniyle çok önemli çevre sorunlarıyla
karşılaşmaya devam edecek ve ekonomik gücünün önemli bir kısmını bu sorunun
çözümüne yönlendirebilecektir. Örneğin diğer bütün ülkeler gibi teknoloji yoğun üretim

133
sürecine girecek olan Çin, kolektif tüketim yapısıyla
2050 yılında insanlık ve herhangi bir talep sorunu yaşamayacaktır. Ancak
uluslararası ekonomik artan nüfus ve artan iç talep Çin’in giderek içe dönük
yapı ilginç gelişmelerle bir ekonomiye dönüşmesine neden olabilecektir.
karşılaşabilecektir. Hatta Çin giderek ithalatını arttırarak Dünya
ekonomisinin talep yönünden çekici lokomotifi
olabilecektir.

Hocam sizce ABD ekonomisi nereye gidiyor?

Amerika Birleşik Devletleri kapitalist üretim sisteminin çıktılarının bölüşümü üzerinde


müdahalenin olmadığı ve bölüşümün serbestçe (tabii ki hukuka uygun) ve en yalın
haliyle uygulandığı bir ülkedir. Yani devletin gelir dağılımına müdahalesinin olmadığı
ülkelerin başında gelmektedir. Ancak, üretim ve tüketim alanlarında Amerika’da da
devletin müdahaleleri bulunmaktadır. Başta bankacılık, ulaşım, iletişim ve çevre
konularında olmak üzere neredeyse bütün üretim faaliyetlerinde devletin liderlik ederek
hazırladığı düzenlemeler bulunmaktadır. Bu düzenlemeler devleti de yükümlülük altına
sokmaktadır. Bu yükümlülük tüketiciye ya da hane halkına olan bir yükümlülükten
ziyade üreticiye yönelik bir yükümlülük olarak ortaya çıkmaktadır. Yani Amerika’da
üretimi korumak bir devlet politikası şeklinde tezahür etmektedir. Ancak bunun
sürdürülebilir olmadığı yaşanan krizlerle defalarca ispatlanmıştır.

Ekonominin krize girdiği zamanlarda sisteme yapılan devlet müdahaleleri de bu nedenle


ortaya çıkmaktadır. Tek yanlı bir korumacılık (kapitalist üretim sisteminin korunması)
her zaman işe yaramamaktadır. Örneğin 2008 krizinde olduğu gibi, krizin bertaraf
edilmesi ancak tüketicinin kurtarılması planlarıyla mümkün olmuştur. “Helikopter para”
yöntemiyle halka para dağıtılması ve böylece suni bir talep yaratılması bu kurtarma
politikalarının en uç noktası olarak hafızalara kazınmıştır. Hatta 2008 krizi sonrası
dönemin başkanı Obama tarafından sağlık sisteminin reformlarla yeniden düzenlenmesi
gereği ortaya konmuştur. Bu da aslında bir tür helikopter para politikasıdır. Şöyle ki
bireylerin sağlık harcamalarının sübvanse edilmesiyle elde edilecek bireysel tasarruf
tüketime yönelerek ekonominin ihtiyaç duyacağı talep yaratılmış olacaktır.

134
Ancak krizin etkisinin geçmesiyle ve başkanın değişmesiyle beraber sağlık reformu iptal
edilmesi yoluna gidilmiş, yani bireylerin sübvanse edilmesine son verilerek, buradan
sağlanan devlet tasarrufuyla yeniden üretimin (burada ilaç sektörünün) desteklenmesi
yoluyla fiyatların düşürülmesi cihetine gidilmiştir.

Toparlarsak, Amerika’da üretim, bölüşüm ve tüketim faaliyetleri kapitalist sistemin


(üretimin sübvanse edildiği serbest piyasa ekonomisi) devamı şeklinde olacaktır.
Kaçınılmaz ekonomi krizlerine müdahalede ise geçmişte olduğu gibi tüketicinin
desteklenmesi (geçici sübvansiyonlar ve bireylere parasal yardım şeklinde) yoluna
gidilecektir.

Üretim, bölüşüm ve tüketim sistemi bir kenara bırakıldığında Amerika’nın sahip olduğu
ekonomik ve askeri gücünü koruması kuvvetle muhtemeldir. Amerika yaptığı ve
yapacağı teknolojik yatırım ve icatlarla Dünya’nın teknolojik gelişiminin lokomotifi
olmaya devam edecektir.

Yapay zekâ ve robotların dünya ekonomisinde köklü bir değişime neden olacağı ifade
ediliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Üretim için gereken emeğin yapay zekâ ve robotlarla sağlanması günümüzde de önemli
bir konudur. Zaman geçtikçe insan emeği yerine daha fazla yapay zekâ ve robot
kullanılması kaçınılmaz olarak önemini ve yerini korumaktadır. Yapay zekâ ve robot
kullanılması 2050 yılına vardığımızda belki de bütünüyle insan emeğini ikame eder hale
gelebilecektir. Peki, bunun iktisadi etkileri nasıl olacaktır? Bu soruya da gene üretim,
gelir dağılımı ve tüketim ekseninden ve ilaveten çevrecilik perspektifinden yaklaşarak
aşağıdaki şekilde bir cevap geliştirilebilecektir.

Kapitalist üretim sisteminde temel amaç kar ya da piyasa değeri maksimizasyonudur.


Bunun için gereken yegâne şey ise üretimden azami payın sermaye sahibine
aktarılmasıdır. Ancak bu durumun sürdürülemez olduğu aşikardır. Zira üretilen mal ve
hizmet insanlar tarafından bütünüyle tüketilmedikçe (talep eksik olduğu sürece) krizler
ortaya çıkacaktır. Çözümler de talebin sübvansiyonlarla arttırılması şeklinde gelişmiştir.

Esas olarak yapay zekâ ve robotlar (ki bunlar da sermayenin bir parçasıdır) insan
emeğini bütünüyle ikame ettiğinde insanoğlunun üretimden aldığı pay sıfırlanmış

135
olacaktır. Peki, bu durumda üretilen mal ve hizmetler kime satılacak? Diğer bir deyişle
talep nasıl yaratılacaktır?

Malum Dünya gezegeni canlıların yaşaması için eşsiz bir ekosistemdir. Kapitalist üretim
ve tüketim yöntemiyle yaşam için gereken Dünya kaynakları gelecekte tükenme
noktasına gelebilecektir. Bu nedenle bilim insanları insanoğlunun yaşamını
sürdürebileceği başka gezegenler aramaktadırlar. Burada bu konuya farklı bir bakış açısı
getireceğim. Şöyle ki yapay zekâ ve robotların üretime dahil olmaları için üretim için
yaşam kaynağı olan Dünya gezegenine ihtiyaç bulunmamaktadır. Yapay zekâ ve
robotlar pekâlâ Ay veya Mars yüzeyinde de üretimde kullanılabileceklerdir. Bu nedenle
2050 senesine doğru bilim ve teknolojinin imkanları ölçüsünde Dünya’nın yaşam için
zorunlu olan kaynaklarını tüketmektense yapay zekâ ve robotlarla Ay ve Mars’ın
kaynakları kullanılarak Dünya’nın ekosistemini bozan üretim buralara kaydırılabilir.
Bakış açısı buraya ve araştırma olanakları da bu fikre göre dizayn edilirse Dünya sadece
insanların yaşadığı ekosistem niteliğini korurken, yapay zekâ ve robotlar da Ay ve
Mars’ta insanoğlu için çalışabileceklerdir. Bu ütopik gelebilir. Ancak insanoğlunun
başka bir gezegene taşınması fikrine nazaran daha makul ve kabul edilebilir bir fikirdir.

Hocam sizce 2050 yılında Türkiye’nin durumu nasıl olur?

Üretim, bölüşüm ve tüketim konusunda Türkiye’nin oturmuş (bütün kesimlerin


çoğunluğu tarafından benimsenen) bir stratejisi bulunmamaktadır. Aynı şekilde 2050
yılında nerede olacağı konusunda da hazırlanmış bir stratejik plan ya da hedefi
bulunmamaktadır. Bu çerçevede aslında Türkiye’nin nerede olacağını kestirmek zordur.

Şuna kesinlikle katılıyorum. Gelecekte ülkelerin konumları sahip oldukları teknolojiye


göre belirlenecektir. Türkiye teknolojik gelişmeleri geriden takip eden bir ülkedir.
Maalesef teknolojik icatlar Türkiye kaynaklı olmadığı gibi gelecekte de bu teknolojik
açığın kapanması zor görünmektedir. Bu nedenle Türkiye göreceli olarak avantajlı
olduğu sektörlerde yatırımlarını arttırmalı. Bunlar birbirini tamamlayan tarım ve
turizmdir.

Türkiye Kuzey Mezopotamya, Çukurova, Konya Ovası, Trakya ovaları gibi geniş tarım
arazilerine sahip bir ülkedir. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanlar tarafından

136
yaşamak için gereken gıdaya ve enerjiye dönüşüp tüketilemeyecektir. Bu nedenle
Türkiye sahip olduğu doğa ve insan gücünü teknolojik gelişmeler ve yetişmiş insan
gücüyle birleştirerek tarım ve tarıma dayalı endüstri alanında bölgesinin ve Avrupa’nın
bir numarası olmaya çalışmalı.

Bu kapsamda, su kaynakları ve toprak kalitesi korunmalı. Her ikisi de kirlilikten


arındırılmalı. Tarım alanında ve tarıma dayalı endüstri alanında teknolojik ve çevreci
yatırımlarını arttırarak gelecekte büyük bir tarım gücüne dönüşümünü sağlamalı.

Elbette burada söylemeye çalıştığımdan Türkiye’nin diğer bütün sektörlere sırtını


dönmeli şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı. Enerji, güvenlik, sağlık, eğitim ve dijital
teknolojiye yatırımlar yapılarak onlardan da faydalanılmalı. Ancak itici güç olarak tarım
ve tarıma dayalı sektör beraberce ekonominin lokomotifi olarak en ön sıraya konulmalı.

Turizm konusunda Türkiye kadar avantajlı başka bir ülke yoktur. Medeniyetin beşiği
olan Mezopotamya ve onun etrafında gelişen antik dünyanın kalıntıları yeni turizm
yatırımlarıyla insanlığın turistik hizmetine sunulması temiz ve çevreci ekonominin
gelişmesine büyük katkı sağlayacaktır.

Orta gelir grubunda sıkıştık kaldık. Neden buradan çıkamıyoruz Hocam?

Müthiş bir soru. Bu soruyu cevaplamak hem kolay ve hem de zor. Ben önce reformlarla
izah edilebilecek kolay olan cevap ile başlamak istiyorum.

Türkiye orta gelir tuzağından kurtulmak istiyorsa tereddüt etmeden yapılması gereken
reformları hızlıca yapmalı. Nedir bu reformlar?

Birincisi hukuki reformlardır. Hukuki reformlar öyle düzenlenmeli ki Türkiye’de


yatırım yapmak isteyen yatırımcılar sermayelerinin devletin hukuki güvencesi altında
olduğundan en ufak bir şüpheye dahi kapılmamalıdırlar. Bu iki aşamalı bir reform
paketidir. İlk olarak evrensel yatırım, finans, ticaret ve sanayi hukuku Türkiye’de
kanunlar ve yönetmeliklerle mevzuata konulmalıdır. Bunu yapmak zor değil.

İkinci adım ise bu hukuki mevzuatın uygulanmasını kapsamalıdır. Bu ise işin zor olan
kısmıdır. Düzenlemeler uygulanırken yatırımcıların ırk, dil, din ve iktidara
yakınlıklarına bakılmaksızın herkese eşit uygulanması sağlanmalıdır. İlaveten iktidara

137
sahip olanların her türlü yolsuzluktan uzak durması ve yolsuzluğa bulaşanlara da
mevzuatta tanımlanan cezaların verilmesinden kaçınılmamalıdır.

Zor olan cevaba gelince hem düzenlemelerin yapılması ve hem de bu düzenlemelerin


uygulamaya konulması büyük bir efor gerektirecektir. Şöyle ki büyüme ve kalkınma
yukarıda verilen kolay cevap ile sağlanamaz. Belki büyüme kısmı kısmen sağlansa da
kalkınma kısmı eksik kalacaktır. Bu nedenle işe anayasal reform ile başlayarak, eğitim,
sağlık, barınma, emek piyasası ve siyasal reformların bir bütün olarak yapılması
sağlanmalıdır. Bunun için, tabiri caizse Amerika’nın yeniden keşfine gerek yoktur.
Günümüz gelişmiş ülkelerin sistemleri incelenerek Türkiye’ye adapte edilmelidir.

Elbette bu kolay olmayacaktır. Ancak demokratik ülkelerin sistemlerinin Türkiye’de


halkın hizmetine sunulması, yolsuzlukların üzerine sarsılmaz bir iradeyle gidilmesi,
halkın refahını yükseltmeye başladığında halkın desteği de büyüyecek ve artık bir yaşam
tarzına dönüşecektir.

Elverişli bir demokratik ortamın yokluğu sadece ve sadece yolsuzlukların artmasına ve


servetin sürekli olarak el değiştirmesine neden olacaktır.

Türkiye’de ve diğer gelişen ülkelerde yapılan reformlar sadece ve sadece gelişmiş


ülkelerin kontrolünde olan Dünya Bankası ve İMF nezaretinde yapılmaktadır.
Neredeyse hiçbir gelişen ülke inisiyatif alarak, kendi çabalarıyla reform çalışmalarında
bulunmamaktadır. Bu bir sorundur. Şöyle ki, bütünüyle Dünya Bankası ve İMF
nezaretinde yapılan reformlar çoğunlukla reform yapılan ülkelerden ziyade o ülkelere
yatırım yapmak isteyen sermaye sahiplerinin istek ve taleplerini dikkate almaktadır. Bu
da reform yapılan ülkeleri çoğunlukla yabancı sermayeye dayalı büyümeye ve
dolayısıyla finansal krizlere karşı kırılgan hale getirmektedir.

Türkiye’de, Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan reformlar ise sadece ülke


menfaatleri ve çıkarları göz önüne alınarak başlatılıp sürdürülmüştür. Cumhuriyet’in
ilanı sonrası süreçte görülen hızlı büyüme ve kalkınma reformların bu doğrultuda
yapılmasının yarar ve faydalarını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu kapsamda başta Türkiye olmak üzere gelişen ülkelerin reformlara bakışının


değişmesinde yarar vardır. Dünya Bankası ve İMF nezaretinde reform yapmaktansa

138
Cumhuriyetin ilanı sonrası Türkiye’de yapılan reformlar için yürütülen süreci takip
etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Şöyle ki bir ülkenin ve ülke halkının refahı için
gereken reformların yapılması kapsamında dışarıdan bir desteğe ihtiyaç yoktur. Ülke
siyasetçilerinin bu iradeyi ortaya koymaları yeterlidir.

Bir ülke ancak bu şekilde yapılan reformlarla manipüle edilmeden gelişmesini ve


kalkınmasını sağlayabilecektir. Aksi taktirde sürekli olarak politik açıdan dejenere,
ekonomik açıdan yanlış yönlendirilmiş ve finansal açıdan da kırılgan bir yapıya sahip
olacaktır. Böyle ülkelerde ne demokrasinin gelişmesini ne de yeni yapılacak reformlarla
bu sorunların düzelmesi beklenebilir.

Her ülke için tek tip reform paketi genel hatlarıyla kabul edilebilir. Ancak detaylar
ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebilir. Dolayısıyla büyüme ve kalkınma için gereken
reformlara başlandığı zaman reform için gereken iradenin içeride gelişmiş olmalı ve bu
reformlar ülke ve ülke halkının menfaatleri dikkate alınarak yapılmalıdır. Aksi taktirde
ülke reform sarmalı içerisinde yıllarca boşa kürek çekecektir.

TCMB’nin aldığı kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu soruyu münferit karar alma bazında cevaplamayacağım. Kısa bir analizden sonra
olması gerekeni izah etmeye çalışacağım. Merkez bankalarını özel kılan en önemli
özellik para basma yetkisine sahip olmalarıdır. Para bir ekonomide değişim aracı olarak
kullanılan bir emtiadır, bir maldır. Bu malı üreten kurum ise merkez bankalarıdır.
Elbette bu yetkiyi merkez bankalarına devreden ise devlet otoritesidir.

Şu sorunun cevabını arayarak başlık sorusunu cevaplamakta fayda vardır. Üretilen bir
ürünün halk tarafından, piyasa tarafından ve dış alem tarafından benimsenmesi için
gerekli olan faktörler nelerdir? Birçok faktörle beraber kalite, değer, fayda vs. faktörler
hepimizin aklına gelenlerin başında yer almaktadır.

Bu ürünün kalitesinin garanti edilmesi ise bu ürünün üretildiği tesisin sahiplerinin ve


yönetim yetkisinin devredildiği idarecilerinin sorumluluğundadır. Sahipler yönetim
yetkisini devrettikten sonra bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmadığını ürünün kalite,
değer ve kabul edilme derecesine bakarak denetim görevini yerine getirir.

139
Performansından memnun kaldığı yönetim ile devam ederken performansından
memnun kalmadığı yönetimi ise genel kurulda değiştirebilmektedir.

Merkez bankalarının sahipleri ülke halklarıdır. Ülke halkları ülke yönetimine


ilişkin yetkilerini siyasilere devrederken, siyasiler merkez bankalarının yönetimini
belirleme yetkisini de elde etmektedirler. Yani halklar ile merkez bankaları
arasındaki ilişkiler siyasiler aracılığıyla yürütülmektedir.

Siyasiler merkez bankalarının ürünleri olan parayı yönetirken müdahale etmeliler mi?
Yoksa yönetime karışmayıp performans ile mi ilgilenmeliler? Denetim yetkilerini genel
kurulda mı yerine getirmeliler? Bu sorunun cevabı günümüzdeki genel kabule göre
siyasi otoritenin merkez bankalarına müdahale etmemeleri yönündedir. Yani merkez
bankaları görevini yaparken özerk olmalı ancak yönetimin belirlenmesi ise siyasi otorite
tarafından gerçekleştirilmesi yönündedir.

Ancak özellikle bazı gelişen ülkelerde siyasi otoriteler merkez bankalarını sonsuz bir
para kaynağı olarak görmekte ve siyasi gücünü kullanarak merkez bankalarının amaç
bağımsızlığından tutun operasyonel bağımsızlığına kadar tüm bağımsızlığını
kısıtlamakta ve onları kendi harcamalarının finans aracı olarak kullanmaktadırlar.

Türkiye’de merkez bankası özerktir ve amacı da fiyat istikrarını korumak olarak


belirlenmiştir. Merkez bankasının aldığı kararların bu amacı gerçekleştirmeye dönük
olması ve zamanında alınması gerekir. Türkiye’de merkez bankasının bu konuda aldığı
kararlarla ilgili olarak zamanlamada yavaş kaldığı ve kararlılığında da ürkek
kalabilmektedir. Burada yapılması gereken merkez bankasının dönem sonundaki
performansına (paranın kalitesi, değeri ve iç ve dış alem tarafından kabul edilmesi)
bakmak ve ona göre mevcut yönetimle devam ya da tamam şeklinde karar almak
olmalıdır.

140
Faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?

Öncelikle faiz bir sonuç ve enflasyon bir sebeptir. İktisat teorisi bunu böyle ortaya
koymakta ve akademilerde de böyle öğretilmektedir.

Bunu ifade ettikten sonra enflasyon ve faiz kavramlarını tanımlamakta fayda vardır.
Enflasyon fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak yükselmesidir. Diğer bir deyişle
paranın sürekli olarak değer yitirmesi sürecidir. Önceki maddelerde kabaca paranın
merkez bankalarının ürünü olduğu ve merkez bankaları tarafından piyasalara sürüldüğü
ifade edilmişti. Paranın kullanım bedeli (kabaca kirası) ise faizdir.

Bu durumda faiz (enflasyon-faiz ilişkisine dair temel iktisat teorilerinden olan Fisher
Hipotezini doğru kabul ettiğimizde) sadece enflasyonun değil ilave olarak paranın
kirasının da bir sonucu olacaktır. Bu kira ise portföy teorisinde risk primi olarak ifade
edilmektedir. Hal böyleyken faiz herkes için aynı seviyede olmayacaktır. Zira enflasyon
herkes için aynı iken herkesin risk primi farklı olduğundan faiz de kişiden kişiye,
kurumdan kuruma ve ülkeden ülkeye farklılık gösterecektir.

Buradan hareketle faizi neyin belirlediği konusu biraz karmaşık hale gelmektedir. Şöyle
ki enflasyon paranın ait olduğu ülkede ekonomi yönetiminde uygulanan iktisadi
politikaların (para politikası, maliye politikası ve yatırım politikaları vs.)
yetersizliğinden ya da yanlışlığından kaynaklandığı söylenebilir. Elbette dış alemden
kaynaklanan başka faktörlerde vardır. Ancak esas olarak iç faktörler önem arz
etmektedir. Yani faizin ana dayanağını oluşturan enflasyon esas olarak hükümetlerin
başarısı (düşük enflasyon) ya da başarısızlıklarının (yüksek enflasyon) bir sonucu olarak
ortaya çıkmaktadır.

Öte yandan risk primini belirleyen risk kavramı iki ana faktörden oluşmaktadır.
Bunlardan ilki olan piyasa riski (politika, ekonomi vs. faktörlerden kaynaklanmaktadır)
kişilerin ve kurumların ve hatta ülkelerin (ülkeler kısmen piyasa riskini etkileyebilirler)
kontrolü dışındadır. Geriye kalan şahsi risk (unique risk) ise esas olarak kişi, kurum ya
da ülkelerin mali durumlarına göre belirlenmektedir.

Bu durumda faizi düşürmenin yolu ehil bir hükümet tarafından uygulanan başarılı bir
maliye politikasından, ehil bir merkez bankası tarafından uygulanan başarılı bir para

141
politikasından ve ehil şahıslar tarafından yönetilen üretim kurumlarının mali tablolarının
sağlamlığından geçmektedir. Bunlar beraberce sağlanamadığında yapısal bozukluk
nedeniyle enflasyon ve faiz yüksek kalmaya devam edecektir.

Yükselen faiz oranları kaynak maliyetini


yükselteceğinden, üretim maliyeti artabilecek, Başarılı iktisat politikalarıyla
artan üretim maliyeti ürün fiyatlarının önlemler alınmadığı sürece
enflasyon sarmalından çıkmak
yükselmesine neden olacağından bu sefer bir imkansızdır.
sonuç olarak başka bir enflasyon türü olan
maliyet enflasyonu ortaya çıkabilecektir.

Türkiye’nin bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?

Her ne kadar soru ekonomik birliğe katılım diye sorulmuşsa da bu birliktelikler politik
birliğe ulaşmadıkça sürdürülemez bir hale gelmektedir. Ancak, bu ifadeye rağmen
ekonomi ile başlayan birliklerden sadece Avrupa Birliği politik birliğe doğru hızla
ilerlemektedir. İngiltere’nin AB’den çıkma yönünde irade (her ne kadar ikircikli olsa
da) ortaya koymuş olması nedeniyle bu politik birliğin devamına ilişkin şüpheleri de
ortaya koymuştur. Böyle bir ortamda Türkiye hangi birliğe girmeli konusu 2050
yılındaki bilinmezlik de göz önüne alındığında ortaya cevaplanması zor bir soru
çıkmaktadır.

Türkiye, 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması’ndan bu yana Avrupa Birliği’nin


kapısında beklemektedir. Zaman zaman yakınlaşmalar olsa da her iki taraf da tereddütlü
bir şekilde süreci yürütmekte ve karşılıklı güvensizlik ortadan kalkmış değildir.

Öte yandan Türkiye zaman zaman ekonomik ve askeri anlaşmaları farklı ülkelerle
imzalamış olsa bile bunlar da realitede akım kalmışlardır. Türki Cumhuriyetlerle de
olası bir iktisadi birlik farklı gerekçelerle realiteden uzak gözükmektedir.

Bu tespitlerden sonra 2050 yılına doğru Dünya nasıl bir görünüme sahip olacak sorusu
bence Türkiye’nin nasıl bir aksiyon alması gerektiği sorusuna da cevap olabilecektir.

Kapitalist sistemin sürdürülebilirliği sadece ve sadece sürekli büyüme ile mümkündür.


Aksi taktirde krizler ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda ülkelerin siyasi sınırları olmakla
beraber uluslararası şirketler farklı ülkelerdeki yapılanmalarıyla siyasi olarak var olan
142
sınırları ekonomik olarak ortadan kaldırmış bulunmaktadırlar. Dünya ticaretinde sıkıntı
yaratan siyasi ya da gümrük sınırları kapitalist sistemin önündeki en önemli engellerdir.
Bu kapsamda 2050 yılına doğru siyasi sınırlar ya da gümrük sınırlarının ortadan
kaldırılması ya da en azından geçirgenliklerinin arttırılması kapitalist sistemin
sürdürülmesi için kaçınılmaz olacaktır.

Tabii burada şunun altını da çizmek


lazım. Eğer iklim değişikliğine bir Ekonomik bir birliğin içinde yer
almak anlamını yitirecektir. Zira
çözüm bulunamazsa ve iklim
yüksek bir ihtimalle bütün
değişikliğinden etkilenen bölgelerden Dünya’nın tek bir pazara dönüşümü
diğer ülkelere zorunlu göçler yaşanırsa büyük bir olasılıkla büyük ölçüde
tamamlanmış olacaktır.
yukarıda izah ettiğim teori çürümüş
olacaktır.

Ancak, iklim değişikliğine çözüm bulunsun ya da bulunmasın, siyasi bir birliğin içinde
yer edinmek önemini yitirmiş olmayacaktır. Zira 2050 yılına doğru bütün Dünya tek bir
pazara dönüşse dahi ülkelerin bu pastadan daha fazla pay alma çabaları başta güvenlik
olmak üzere, insan hakları, yaşam standartları ve demokratik haklar çerçevesinde
ülkeler arasında derin farklılıklar bulunmaya devam edecektir.

Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne olur?

İşin mühendislik kısmı bir tarafa bırakarak, Endüstri 4.0’ın sadece iktisadi etkileri
üzerinde durmak istiyorum.

Sanayi devrimiyle beraber başlayan sınıf mücadelesi artık değerin paylaşımı üzerine
olmuştur. Üretim sonucu elde edilen kazanç sermaye ve emek arasında bölüşülmektedir.
Sanayi geliştikçe üretimden emeğin aldığı pay azalırken sermayenin payı ise sürekli
artmaktadır.

Buhar gücü ile başlayan birinci sanayi devrimiyle beraber üretimde görülen artıştan
emeğin aldığı pay azalmış, sermayenin aldığı pay ise artmıştır. Ancak işçi sınıfının
sendikalaşmayla güçlenmesi ve sosyal devletin güçlenmesiyle beraber işçi sınıfına
üretimden daha fazla pay verilmeye başlanmıştır. Bu iki faktöre belki de üretilen
ürünlerin satılmasının temini amacıyla nihai tüketici olan ağırlıklı olarak emek

143
sahiplerinden oluşan toplumun alım gücünün yükseltilmesi gereğini de eklemek
mümkündür.

Elektrik gücü ve seri üretim ile başlayan ikinci sanayi devrimi de aynı şekilde emeğin
üretimden aldığı payı azaltırken sermayenin payını ise astronomik düzeylere
ulaştırmıştır. Sosyal devlet anlayışıyla gelir dağılımını düzeltme çabalarına rağmen gelir
dağılımındaki adaletsizlik giderek artmış ve en zengin birkaç kişinin toplam gelirden
aldığı pay giderek yükselmiştir. Kuşkusuz üretilen ürünlerin satılması amacıyla emeğin
payının kısıtlı olarak arttırılması bu defa yeterli talep oluşturmaya yetmemiştir. Bu
nedenle bireysel finansman ile gerçek kişilerin borçlandırılması yoluna gidilerek alım
gücünün belli bir bedel karşılığı tüketicilere aktarılması sağlanmıştır. Başta konut
edinme ile başlayan bu süreç zaman içerisinde tatil kredisi haline bile bürünmüştür.
Diğer bir deyişle reel sektördeki bu gelişmelere finansal sektör de ayak uydurmuştur.
Hatta günümüzde bireyler kredi kartlarıyla önlerindeki neredeyse birkaç yıllık beklenen
gelirlerini de harcamaya özendirilmişlerdir.

Dijitalleşme ile başlayan üçüncü sanayi devriminin sermaye birikimi ve gelir dağılımı
üzerindeki etkileri ise çok daha belirgin olmuştur. Buhar ve elektrik ile başlayan sanayi
devrimleri sermaye birikimini 10-20 yılda sağlarken dijital sanayi devrimi ultra servet
sahiplerini birkaç senede yaratan bir endüstri devrimi olarak öne çıkmıştır. Üstelik bu
servetler ilk iki sanayi devriminin yarattığı klasik sermayedarların servetlerini 10 kat
hatta 100 kat aşan servetler olarak ortaya çıkmıştır.

Bu üç sanayi devrimi birçok ekonomist tarafından öngörüldüğü şekilde kalıcı bir


işsizliğe neden olmamıştır. Geçici işsizlikler oluşsa da gelişen toplumlarda tüketimle
alakalı endüstrilerin (eğitim, finans, turizm, sağlık, güvenlik, eğlence vs.) ortaya
çıkmasına ve istihdamın buralara kaymasına neden olmuştur.

Bu üç sanayi devriminden sonra beklenen 4. Sanayi devrimi ise dijitalleşen üretimin


bütünüyle robotik üretime geçmesi olarak tanımlanmaktadır. Yani bu devrimin
gerçekleşmesiyle üretim bütünüyle robotlar tarafından gerçekleştirileceğinden emeğin
sahibi olan insan bütünüyle üretim sisteminin dışına çıkarılmış olacaktır. Dolayısıyla
emek üretimden pay alamayacak ve bütün katma değer sermayenin olacaktır.

144
Peki, böyle bir toplumda üretilen ürünleri tüketmesi gereken hane halkının ürünlere
yönelik talebi nasıl yaratılacaktır? İlk üç sanayi devrimi sonrasında gelişen tüketime
dayalı sektörlere ilave olarak ne tür sektörler geliştirilebilir ki emeğin istihdamı
sağlansın ve böylece ekonomide gerekli olan talep sürdürülebilir bir hale dönüşsün? Bu
soruların cevabı bulunmadıkça hane halkı için yeterli satın alma gücü yaratılamayacak
ve dolayısıyla sistem iktisadi olarak sürdürülemez hale gelebilecektir.

Mühendislik olarak bunu tartışmak anlamsız. Zira robotik üretim insanoğlundan


kaynaklanan hataları bertaraf edeceğinden verimlilik artışı muazzam ölçülerde
olacaktır. Ancak iktisadi olarak arz sorunu çözülmesine rağmen talep sorunu devasa
boyuta çıkacaktır. Eğer emeğin istihdamına imkân sağlayacak seviyelerde yeni sektörler
bulunup devreye alınmazsa geriye sadece bir yol kalıyor. O yol ise sürdürülebilir talep
için hane halkına satın alma gücü aktarılmasıdır. Bu işlem ya sermayedarlar tarafından
doğrudan ya da vergilendirme yoluyla dolaylı olarak devletler tarafından yapılacaktır.

Hocam, işsizlik büyük bir sorun. Bunun önüne geçmek için neler yapılabilir?

Gelecekte dördüncü sanayi devrimi ile beraber klasik kapitalist üretim sürecinin sona
ereceği açıktır. Bu süreçte ise emeğin yeri yoktur. Yani bu sürecin toplum üzerindeki en
önemli etkilerinden biri işsizlik olacaktır. Ancak eğer istihdam yaratacak yeni sektörler
bulunup ekonomiye kazandırılamazsa o zaman diğer sanayi devrimlerinin aksine bu
dördüncü sanayi devrimi kalıcı bir işsizlik yaratmış olacaktır.

Hatta eğitim, finans, turizm, sağlık ve güvenlik gibi daha çok tüketim ile alakalı olan bu
sektörlerin de Endüstri 4.0 ile ağırlıklı olarak robotik hale gelirse işsizlik daha da kalıcı
bir hal alacaktır. Geriye sadece eğlence sektörü kalıyor. Bütün insanların eğlence
sektöründe istihdamı mümkün olmayacağına göre, emeğin istihdamına imkân verecek
ancak bugün aklımıza gelmeyen yeni sektörler ekonomiye katılabilecektir.

Bunlar neler olabilir? Günümüzde bu soruya cevap vermek oldukça zordur. Ancak ana
hatlarıyla şunu söylemek mümkündür. Bu olası sektörler yığınsal istihdama imkân
vermeyecek sektörler olacaklardır. Bu olası sektörler yüksek ihtimalle sadece çok iyi
eğitim almış insanları istihdam edebilecek sektörler olacaktır. Bu nedenle işsizliğin
önüne geçmek için devlet ön plana çıkacaktır. Özelleştirme furyalarıyla ekonomiden

145
çekilen devletler Endüstri 4.0 ile ekonomide ağırlıklarını arttırmak zorunda
kalacaklardır. Ancak bu ağırlık üretimle değil daha çok hizmetle alakalı olacaktır.

Devletler gerek merkezi yönetim sisteminde ve gerekse yerel yönetimlerde yığınsal


şekilde insanları istihdam edecek kurum ve kuruluşlar oluşturmak zorunda
kalacaklardır. Şüphesiz bu kuruluşlar üretimle alakalı olmayan kuruluşlar olacaklardır.
Mesela düzenleme hizmeti, gözetim ve denetim hizmetleri, vergileme hizmetleri bu
istihdam alanlarında birkaçı olacaktır.

Ayrıca eğitim, sağlık ve güvenlik alanında devletler yığınsal şekilde insanların istihdamı
için çalışacaklardır. Devlet odaklı bu istihdam sisteminin sürdürülebilirliği ancak ve
ancak yüksek oranda vergilemeyle mümkün olabilecektir. Diğer bir deyişle Endüstri 4.0
kapitalist üretim sisteminde emeğin üretimden aldığı pay sıfıra yaklaşırken sermayenin
aldığı pay da %100’e yaklaşacaktır. Ancak devletin yarattığı istihdamı finanse etme
zorunluluğuyla arttıracağı doğrudan vergi oranlarıyla aldığı verginin arttırılmasıyla
sermayenin üretimden aldığı pay uzun vadede sistemin sürdürülebilirliği için olması
gereken düzeye çekilecektir.

Bu durumu sermaye sahipleri kabul edecekler mi? Kanımca bunu bizzat kendileri de
isteyeceklerdir. Aksi taktirde ürettikleri ürünleri kime ve nasıl satacaklar? Bu sorunun
cevabını bulmak zorundalar.

Yatırımcılara piyasalar için neler söylemek istersiniz?

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de piyasalardaki hareketler yatırımcılar için fırsatlar


yaratırlar. Bu fırsatları yakalamak ve değerlendirmek ise istisnasız herkesin hayalidir.
Ancak söylemesi kolay bu fırsat değerlendirme işlemini gerçekleştirmek hiç de kolay
bir süreç değildir. Bu fırsatlar tükenmemekle beraber bu fırsatları sadece sınırlı sayıda
bireysel küçük/büyük yatırımcılar değerlendirebilmektedirler. Başarı ve kazanç için
nasıl bir yol izlemek lazım? Kolay cevaplanabilecek bir soru değil.

Piyasa oldukça geniş bir kavramdır. Gayrimenkul piyasası, emtia piyasası, hisse senedi
piyasası, tahvil piyasası, enerji piyasası, tarım ürünleri piyasası vs. şeklinde tabiri caizse
sayılamayacak kadar çok sayıda piyasa bulunmaktadır. Bu nedenle bütün piyasalar
hakkında uzmanlık düzeyinde bilgi sahibi olmak bireyler için neredeyse imkansızdır.

146
İlave olarak bireylerin yatırım kapasitelerinin farklılığı, borsada ya da borsa dışı
yatırımlar düşünüldüğünde yatırımın kendisi de oldukça riskli ve karmaşık bir süreç
olabilecektir. İşlem olarak en kolay olanı finansal sektörlere yapılan yatırımlardır.
Bunun bilincinde olarak bu kapsamda bireylere ağırlıklı olarak hisse senetlerine yatırım
için aşağıdaki tavsiyelerde bulunabilirim.

1- Öncelikle gelecekte hangi sektörlere yönelik bir talep artışı olacağına bakın. Bu
konuda bolca kitap, makale ve araştırmaları okuyun ve üzerinde düşünün.
2- Bu aşamadan sonra yatırım yapmaya karar verilen sektörü detaylı bir şekilde
analiz etmekte fayda vardır. Sektör borsaya kote firmalar tarafından domine
ediliyorsa o zaman süreç firma seçimine indirgenebilecektir. Değil ise bireyler
için yatırım imkânsız hale gelebilir.
3- Firma seçimi için sektörde bulunan şirketlerin geçmişteki performanslarının yanı
sıra gelecekteki vizyon ve yönetim kadrolarını da incelemekte fayda vardır.
4- Firma ya da hisse senedi belirlendikten sonra yatırım için en uygun zamanı
kollamakta fayda vardır. Zamanlamayı doğru belirlemek için bolca şansa
ihtiyacınız olmakla beraber bunun için Dünya’daki siyasi ve ekonomik
gelişmelere, ülkedeki siyasi ve ekonomik gelişmelere bakmak yatırım
zamanlaması için fikir verebilecektir.
5- Yatırım yapıldıktan sonra bireylerin sabırlı olmalarını şiddetle tavsiye ederim.
Her sabah uyanır uyanmaz hisse senedinin fiyatı kontrol edilirse bireysel
yatırımcının üzerinde bir tür psikolojik baskı oluşabilir. Hele hele beklenen fiyat
hareketleri geciktiğinde yatırımcı hedeflerine ulaşmadan yatırımını sona
erdirebilecektir. Bu aşamada sabırla beklemek çok çok önemlidir.
6- Yatırım yapıldıktan sonra etrafta olan biten dedikodulara kulak asılmamalıdır.
7- Son olarak hedeflenen fiyata ulaşıldığında da hisse senedi derhal satılmalıdır.
8- Bu süreç yönetilemeyecekse bireylere yatırım fonlarına yatırım yapmalarını
öneririm.
9- Benim favori yatırım önerim ise tarla satın alarak yapılacak gayrimenkul
yatırımıdır.

147
Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size göre iyi bir
ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

Öğüt vermeyi, hayatta herkes tarafından yapılan en kolay faaliyetlerden biri olarak
değerlendiririm. Verilen öğütleri dinlemeyi, hatta uymaya çalışmayı ise herkes
tarafından en zor bulunan faaliyetlerden biri olarak değerlendiririm. Başarı
hikayeleriyle göz önüne çıkan insanların başarılarında bence doğru kişilerden aldıkları
tavsiyeler ve bu tavsiyelere uymalarından dolayı elde ettikleri göreceli avantaj olduğunu
düşünüyorum. Başarılı insanların deneyimlerinden faydalanmak kolay değil oldukça zor
bir süreçtir. Bunu başaran hayatta da başarıya uzak olmaz. Bu girizgahım soruyla
alakasız olabilir. Ancak ben soruya ‘başarılı’ ibaresini de ekleyerek cevaplamayı tercih
ettim.

Kanımca iyi ve başarılı bir ekonomist aşağıdaki hususlara dikkat etmelidir.

1- Dünyamız ve hatta evrenimizin insanoğluyla güzel, yaşanılır ve anlamlı


olduğunu hatırlasınlar.
2- İnsanoğlunun mutluluğu ise ancak temiz bir doğa, iyi bir aile ilişkisi, huzurlu ve
sağlıklı bir toplum ve barış içerisinde bir dünyada mümkün olabilecektir.
3- Bu kapsamda ekonomi çalışmalarını, araştırmalarını insanoğlunun bu mutluluğa
erişmesi için yürütmelidirler.
4- Her şeyin ekonomisi vardır. Ailenin, sağlığın, eğitimin, bireylerin, şirketlerin,
üretimin, bölüşümün, yatırımın, devletlerin, siyasetin, güvenliğin, savaşın,
barışın ve aklınıza gelen her türlü faaliyetin ekonomisi vardır. Genel ekonomi
alanında kendilerini geliştiren genç ekonomistler bu ekonomi alanlarından
hangisine kendilerini yakın görüyorlarsa o alanda uzmanlaşmalılar.
5- Seçtikleri bu uzmanlık alanlarında kendilerini yetiştirsinler. Sadece genel
ekonomi ve alanlarındaki ekonomi literatürünü okumakla kalmayıp aynı
zamanda felsefe, sosyoloji, psikoloji alanlarındaki konularıyla ilgili çalışmaları
okusunlar.
6- Yaptıkları araştırmaların nihayetinde bireyleri, aileleri, toplumu ve devleti
etkileyecek ekonomik kararların alınmasında kullanılabileceğini unutmasınlar.
Zira ekonomi araştırmaları ve bunların neden olduğu ekonomik gelişmeler

148
nihayetinde bireylerin boğazından geçen lokmalara kadar etkide
bulunabilmektedir.
7- Elbette teorik çalışmalar için işin felsefesi, sosyolojisi ve psikolojisi önemli
olmakla beraber ampirik çalışmalar için yetersiz kalmaktadırlar. Ampirik
çalışmalar için gerekli olan ekonometri alanında da kendilerini yetiştirmelerini
tavsiye ederim. Kuşkusuz işin felsefesini ve sosyolojisini anlayıp kavradıktan
sonra matematik modellerle yapılan ekonometrik ölçümler araştırmaların
kalitesini yükseltecektir. Aksi taktirde felsefe ve sosyoloji ile desteklenmeyen
ekonometrik çalışmalarda bulunmaları onları anlamsız sayısal yığınlarla karşı
karşıya bırakacaktır.
8- Kuşkusuz yabancı literatürü takip edebilmek için İngiliz dilini çok ileri düzeyde
okuyup, yazabilme ve konuşabilme yeteneklerini geliştirmelidirler.
9- Ekonominin bir denge bilimi olduğunu daima akıllarında tutsunlar. Ekonomide
üretim ya da bölüşümde bozulan bir dengenin yeni bir dengenin oluşma sürecini
başlattığını unutmamalıdırlar. Bu da servetin el değiştirme sürecidir.
10- Son olarak kendileri için mutlu olmanın yollarını arasınlar. Bunun da en kestirme
yolunun dürüstlükten, iyi ahlaktan ve işini iyi yapmaktan geçtiğini unutmasınlar.
Bunu yaparlarsa toplumun genel refah artışına da katkıda bulunmuş olurlar.

149
MURAT SAĞMAN

1972 yılında Paris’te doğmuştur. 1992 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun olmuştur.
Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde Ekonomi ve Finans bölümlerini derece ile bitirmiştir.
Yine Sorbonne Üniversitesi’nde derece ile sonuçlanan Banka ve Finans üzerine Master eğitimi
almıştır. 1998 yılında Türkiye’de Alfa Menkul Değerler Hazine Bölümü’nde çalışmaya
başlamıştır.

2000 yılında ABD’de Nasdaq borsasında Broadway Trading firmasında hisse senetleri
piyasasında Trader olarak görev yapmıştır. 2002 yılında Paris Refco da ABD Piyasaları
Başkanlığı yaptıktan sonra 2004’te Akbank Private Banking’e Yurdışı Piyasaları ve Hisse
Senetleri piyasalarınından sorumlu Yatırım Yöneticisi olarak katılmıştır. Aralık 2005 ve
Ağustos 2011 yılları arasında Finansbank’da Özel Bankacılık Müdürü olarak görev yapmıştır.
2011 ve 2015 yılları arası Notus Portföy Yönetimi Kurucu Ortağı ve Genel Müdürü olmuştur.

2008 ve 2014 arası Galatasaray Üniversitesi’nde dersler vermiştir. 2016’dan beri Bilgi
Üniversitesi’nde ders vermektedir. 2005 yılından beri ise TV programlarında piyasalarla ilgili
yorumlar yapmaktadır. 2011-2016 yılları arasında Bloomberg HT’nin daimi yorumcusu
olmuştur.

Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca bilen Sağman Ege Üniversitesi ve Ekonomize


dergisi tarafından tarafından 2017 yılının En İyi Ekonomisti seçilmiştir.

150
Murat Bey, dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden bir ekonomistsiniz. İsterseniz
Çin ile başlayalım. Çin’in son 10 yıldaki yükselişi hakkındaki düşünceleriniz
nelerdir?

Çin'in ekonomik reform ve dışa açılımının 40. yıl dönümü nedeniyle geçen yıl 2018
yılında başkent Pekin'de bir toplantı düzenlendi. Ülkenin farklı noktalarından
temsilcilerin bir araya geldiği toplantının açılış konuşmasını Çin Devlet Başkanı Şi
Jinping yaptı. Şi, Çin'e özgü sosyalizme sadık kalınarak bu yolda kararlılıkla
ilerleyeceklerini vurgulayarak, "Reform ve dışa açılma, Çin milletinin canlanmasında
dönüm noktasıdır. Yolumuzdan sapmadan, serbest piyasayı teşvik ederken ve
desteklerken devlet ekonomisinin gelişimini de güçlendirmeliyiz" dedi. Şi, dışa
açılmanın Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) büyük yeniden uyanışı olduğunu söyleyerek,
"Reform ve dışa açılma, Çin'e özgü sosyalizm uğruna gerçekleştirilen büyük bir
devrimdir" değerlendirmesinde bulundu. Çin’de son 40 yılda 740 milyon kişiyi
yoksulluktan çıktı. Bu da son dönemde Çin’de bir gelişme olduğunu gösteriyor. Çin’liler
tüketim anlamında istedikleri yere gelmiş değiller. Çin’de tasarruf oranı yüzde 50 gibi
hala çok yüksek (gelişmekte olan ülkeler ortalama oranı yüzde 30). Bugün 1.3 milyar
Çin’li 1 trilyon dolar tüketirken sadece 350 milyon ABD’li 15 trilyon dolar tüketiyor.
Bununla birlikte son yıllarda ülkedeki ve yurt dışındaki Çinli’lerin milli kimlikleri ve
kültürel kimlikleri belirgin şekilde güç kazandı diyebiliriz. Yapılan çalışmalara göre
Çin, 2030 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri'ni geride bırakıp, dünyanın en büyük
ekonomisine sahip ülke olacak. Bugün ABD ekonomisi 20 trilyon USD, Çin ekonomisi
de 13 trilyon USD.

Peki, ABD’nin ekonomi politikasını değerlendirir misiniz?

ABD’nin uzun yıllardır özellikle 1929 büyük buhrandan beri izlediği ekonomi
politikaların temelinde her zaman büyüme hedefi gelir. 1970’li yıllardan gelen yüksek
enflasyon problemini, 1980’li yıllardan Merkez Bankası’nın başına efsane Paul
Volcker’ın gelmesi ile çözmüştür. Volker hem nominal hem reel yüksek faiz şoku ile
enflasyon sorununu çözdükten sonra büyüme hedeflerine yönelmişti. Genellikle
Dünyada Merkez Bankaları’nın tek hedefi her zaman fiyat istikrarıdır. ABD için fiyat

151
istikrarının yanında bir de büyüme hedefi vardır. Trump göreve geldiğinde “Önce
Amerika" dediği yönetim yaklaşımıyla ABD ekonomisini büyütme konusunda Barack
Obama'dan rakamsal olarak daha iyi bir performans ortaya koymuştur. Bununla birlikte
bu hedeflere ulaşmak için tehdit ve tutarsızlıklar içeren mesajları ile küresel ekonomiyi
sıkıntıya sokarak belirsizlikleri de artırdı. ABD son yıllarda küresel büyüme rüzgarını
da arkasına alarak özellikle sanayi, enerji ve finans sektöründeki güçlenmeyle ivme
kazandı. Trump; borsadaki rekor yükselişler, petrol fiyatlarının düşük kalması, tüketici
ve küçük işletmelerin artan harcamaları ve yatırımları ile işsizlikteki düşüşe kadar
yaşanan her olumlu gelişmeden faydalandı. Bundan sonra ABD 2020 seçimlerine kadar
yüksek büyüme ve düşük işsizlik hedefi ile devam edileceği görülüyor. Bu hedeflerin
gerçekleşmesi Trump’un tekrar seçilme ihtimalini güçlendirecek.

Sizce yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

Son 30 yılda internet ve akıllı telefonlar nasıl dünyayı etkilediyse, gelecek 30 yılda da
yapay zekâ ve robotlar dünyaya yön verecek. Gelecek yıllarda bazen mevcut işlerimizi
yapay zekâ ve robotlar gerçekleştirecek. Bunun karşısında duramayız ve buna kesinlikle
hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bununla birlikte gittikçe gelişen ve kendi başına bir
düşünce süreci geçirmeye başlayan robotların bir süre sonra insanların aleyhine kararlar
alabilmesi fikri de birçok kişiyi ürkütüyor. Kendi fikri olan ve öğrenme süreci
sonucunda kendi kararlarını alan robotlar
insanlara karşı nasıl bir tepki gösterecek
tartışması büyürken, yapay zekanın ilk örnekleri İnternet ve dijital dünya yeni
petrol ise yapay zekâ yeni
olan robotların bazı cevapları şimdiden durumun elektriktir.
ciddiyeti hakkında fikir sahibi olmamızı
sağlıyor.

152
Sophia : İnsana en çok benzeyen robot

Ekonomik değerlendirmeleriniz çerçevesinde Türkiye’nin 2050 yılı için resmini çizer


misiniz?

Ekonomik anlamda Türkiye’yi 2050 yılına taşıyacak en önemli konu başlıkları yapısal
reformlar, genç nüfus, eğitim sistemi, üretim, ihracat ve büyüme rakamlarıdır. Büyüme
için mutlaka yapısal reformlarla büyüme potansiyeli arttırıp kişi başı geliri yükseltip
sürdürülebilir büyüme hedefine geçmektir. Siyasette istikrar burada çok önemlidir.
Dünya ticaretinde söz sahibi olmamız gerekmektedir. Üretim, katma değer, ihracat ile
pozitif dış denge önemli noktalardır. Rekabet kur ve turizmin de burada mutlaka
katkıları olacaktır.

PWC hazırladığı güzel bir rapor ile 2050 yılında Türkiye’nin durumu ve beklentilerini
özetlemiş:

153
Kaynak: PWC

Tahmini yıllık reel GSYİH büyüme oranları, 2016-2050

Kaynak: PWC

Türkiye, neden orta gelir tuzağından çıkamıyor?

Bir ekonominin kişi başına gelirde belirli düzeye ulaştıktan sonra orada sıkışıp kalması
haline orta gelir tuzağı denir. Belirli bir noktadan sonra bir ekonomide kişi başına gelirin
arttırılabilmesi için o ekonominin, içinde bulunduğu sisteme uygun atılımları yapması
gerekiyor. Türkiye bu orta gelir tuzağından uzun zamandır çıkamıyor çünkü uzun vadeli
yapısal reformları gerçekleştirmiyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri son yıllarda
yaşadığımız devamlı seçim dönemleri. Seçim daha kısa vadeli olduğu için son dönemde
uzun vadeli planlar bir türlü yapılamadı. Başka bir açıdan bakarsak, Türkiye’de Ar-Ge
harcamalarının milli gelire oranı hala yüzde 1’in altındadır. Yüksek gelir grubundaki
gelişmiş ekonomilerde bu oran yüzde 1.5 ila 3.5 arasında değişiyor. Eğer biz onlar kadar

154
Ar-Ge ve inovasyon yaparsak, mutlaka bizi üst kademeye taşıyacak yüksek teknolojili
ve katma değerli ürünleri üretiriz. Bahsettiğimiz yapısal reformları yapmadan potansiyel
büyümeyi yükseltemeyiz. Potansiyel büyümeyi arttırmadan 10 bin Dolar olan orta gelir
tuzağından çıkmamız çok zor olacak. Son 20 yılda kişi başı gelir olarak 3 bin dolardan
10 bin dolara çıkmamız bir başarı idi fakat uzun zamandır bunun üzerine artık
çıkamamamız da bir başarısızlıktır.

Son yaşadığımız ekonomik şoklardan sonra yapısal reformlar gündemden düşmüyor.


Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Yapısal reform ülkenin iktisadi ve idari yapısında değişiklik yapılması demektir. Başka
bir tanım ile yapısal reform, sistemde ortaya çıkan ya da çıkma ihtimali olan
tıkanıklıkların önüne geçmek için sistemin yapısında yapılanlardır. Mahfi Eğilmez ise
şu şekilde tanımlıyor: “Yapısal reform, bir sistemin daha verimli çalışabilmesi ve
şoklara karşı daha dayanıklı hale getirilebilmesi için o sistemin yeniden
yapılandırılmasıdır.”

Yapısal reformları şu başlıklarda sınıflandırabiliriz:

• Serbest piyasa ekonomisine geçiş


• Hukukun üstünlüğü
• Fırsat eşitliği
• İfade özgürlüğü
• Pragmatizm
• Liyakat temelli yaklaşım
• Barış ve birlik kültürü
• Eğitim
• Vergi

Türkiye için bu başlıkların yanında ekonomik reformlar nedir diye özetlerek:


büyümenin ithalata bağımlı yapıdan kurtarılması, bütçe gelirlerinin konjonktürel
etkilerden mümkün olduğunca arındırılması, sosyal güvenlik ve sağlık reformunun

155
yapılması, enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması ve
sektörel reformların yapılmasıdır.

TCMB’nin aldığı kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) aldığı kararları değerlendirmeden


yetkilerini ve görevlerini bilmemiz gerekir. İlk önce TCMB Türkiye’nin tüm para ve
kur politikalarının düzenlenmesi ve kâğıt para dolaşımının sağlanmasından sorumlu
bağımsız bir kamu finans kuruluşudur. Devlet adına para basma yetkisine sahiptir.
Hazinenin denetiminde bastırılan madeni paralar Merkez Bankası’nın kontrolü altında
piyasaya sürülür. TCMB 11 Haziran 1930 yılında kurulmuştur ve 1211 sayılı Merkez
Bankası Kanunu’na göre özel hukuk kurallarına tabidir. Merkez Bankası’nın
hisselerinin %51’i Hazine’ye, kalan paylar ise ulusal bankalar, yabancı bankalar,
Türkiye’de kurulu ticari kurumlar ve Türk vatandaşı gerçek ve tüzel kişilere aittir.
Merkez Bankası’nın en önemli görevi fiyat istikrarıdır. Başka bir deyişle; TCMB
enflasyonu kontrol altında tutar, finansal istikrarı sağlar, para ve döviz piyasalarını
düzenleyici tedbirler alır, kambiyo rejimini düzenler.

TCMB’nin bu yetkileri ışığında son dönemde aldığı kararları olumlu buluyorum.


2018’de kur yükselirken TCMB çok geç
kalmıştı. Kur yükselirken geç müdahale Faizi indirmek için önce
ettiği için faiz maliyeti de yükselmişti. enflasyonun kalıcı ve ikna edici bir
şekilde düşmesi gerekiyor.
Eğer hedef enflasyonu düşürmek ise, ki Enflasyonun düşmesi de kesinlikle
TCMB’nin ana hedefidir, Merkez zaman alacak.
Bankası’nın mutlaka sabırlı davranması
gerekiyor.

156
Faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?

Enflasyon ve faiz ilişkisi konusu son yıllarda Türkiye de bir gündem yaratıyor. Özellikle
faiz sebep mi sonuç mu ikilemi konuşuluyor. İlişkiyi tanımlamadan önce enflasyon ve
faiz nedir sorusunun cevabını vermemiz gerekir. Enflasyon, basit anlamda fiyat artışı
demektir. Talebin arza karşı fazlalığıdır. Fiyatlar genel seviyesinin sürekli ve hissedilir
artışını ifade eden bir durumdur. Başka bir deyişle, fiyat artışlarından sonra da aynı mal
miktarının satın alınabilmesi için dolaşımdaki para arzının (emisyon) aynı zamanda
artırılmasıdır. Faiz ise basit anlamda kaynak maliyeti, paranın kirasıdır. Faiz oranı
nominal ve reel faiz oranı olmak üzere ikiye ayrılır. Nominal oran bankalar gibi kredi
sağlayıcıların tasarruflar için verdikleri faiz oranıdır. Reel faiz ise ilan edilen nominal
faiz ile enflasyon oranı arasındaki farktır. Bu fark pozitif ya da negatif olabilir. Bunun
adı da pozitif reel faiz veya negatif reel faiz diye adlandırılır.

Para politikasında gerçekçi enflasyon hedeflenmesi ve pozitif reel faizin sürdürülmesi,


ekonomide yer alan her kurum ve bireyin tasarruf ve yatırım açısından rasyonel
davranışlar geliştirebilmesi için önemlidir. Bu nedenle, faizler belirlenirken enflasyon
oranları mutlaka dikkate alınmalıdır. Eğer faiz haddinden daha düşük seviyede tutulursa
enflasyonun yükselmesine iki yönden etkisi olur. Birincisi talebi artırır çünkü düşük faiz
ile yatırım ve tüketim motivasyonu getirir. İkincisi kuru artırır çünkü düşük faiz Türk
Lirasını cazibesini azalttığı için dövize
yönelik bir kaçış oluşturur. Eğer kur Enflasyonu düşürmek için mutlaka
yükselirse kur geçişkenliği yüzünden sıkı para politikası (yüksek reel faiz)
uygulanması gerekmektedir.
ithal malların fiyatları yükseleceği için
maliyet enflasyonu yaratır. Özetle
düşük faiz enflasyon yaratır.

Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne


olur?

Endüstri 4.0, son zamanlarda en çok kullanılan tabirler arasında yer alıyor. Sanayi
devriminin dördüncü kuşağı olarak nitelendirilen Endüstri 4.0 aslında ilk defa
Almanya'da bir fuar esnasında telaffuz edildi. Bilişim teknolojileri ile endüstri

157
faaliyetlerini bir araya getiren Endüstri 4.0'ın ana bileşenlerinden ilki, yeni nesil yazılım
ve donanım, yani bugünün klâsik donanımlarından farklı olarak düşük maliyetli, az yer
kaplayan, az enerji harcayan, az ısı üreten, ancak bir o kadar da yüksek güvenilirlikte
çalışan donanımlar ve bu donanımları çalıştıracak işletim ve yazılım sistemlerinin
kaynak ve bellek kullanımı açısından tutumlu olması hedefidir. İkinci bileşen ise cihaz
tabanlı internet, yeryüzündeki tüm cihazların birbiriyle bilgi ve veri alışverişi için
kullanıldığı, her türlü araç gerece entegre edilmiş, sensör ve işleticilerle donanmış,
İnternet bağlantılı akıllı elektronik sistemlerdir. Endüstri 4.0 stratejisinin gerçekleşmesi
halinde üretim süresi, üretim maliyetleri ve bu üretim için ihtiyaç duyulan enerji miktarı
azalacak, üretim kalitesi ve miktarı artacaktır. Türkiye bu süreçte mümkün olduğu kadar
önemli bir rol oynamaya çalışıyor ve bu doğrultuda çalışmalar yapıyor. Zaten dünya
ticaret piyasalarında yer almak için bu adımların devam edilmesi gerekmektedir.

İşsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İşsizlik oranının yükselmesi toplumumuzu yakından ilgilendirmektedir. İşsizliğin


artması kaynakların ve üretim faktörlerinin tam ve etkin olarak kullanılamaması
nedeniyle ortaya çıktığı kabul edilir. Bilindiği gibi üretim faktörleri sermaye, doğal
kaynaklar, işgücü, girişim sermayesi ve bilgidir. Ayrıca işsizliği etkileyen başka bir
neden de yüksek faizdir. Eğer yüksek faiz varsa yatırım azalır, üretim ve büyüme de
azalır. Eğer büyüme azalırsa o zaman işsizlik de artar. OECD ülkelerinde işsizlik
oranının yüksek kalmasına neden olan önemli başka bir faktör de işsizlik sigortasının
sağladığı imkânlar görülüyor. Daha yüksek işsizlik sigortası ödemeleri, iş arama
dürtüsünü azaltması nedeniyle olumsuz bir etki yaratıyor.

İşsizliği azaltmak için kesinlikle kaliteli ve sürdürülebilir bir büyüme gerekiyor. Üretim,
katma değer yaratan, ihracat odağı ve istikrarı ekonomi politikalarının oluşturduğu bir
yapının desteklemesi gerekir. Teknolojiye de mutlaka ayak uydurmak gerekir. Bununla
birlikte işsizliğin azaltılması için yapılabilecek çalışmalardan birisi de girişimciliğe
önem verilmesi, girişimciliğin kolaylaştırılması, girişimcilere ucuz kredi ve destek
konularında yardımcı olunmasıdır. Girişimciliğin geliştirilmesi ile birlikte istihdam
düzeyi de yükselerek işsizlik oranı azalacaktır.

158
Türkiye'nin ekonomik alanda halledemediği en büyük sorunlardan biri olan ve toplumun
tamamını ilgilendiren işsizlik oranının azaltılması için bu alanda kesinlikle artık uzun
vadeli bir yapısal reformların yapılması gerekiyor.

Yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Yatırımcılar naçizane birkaç tavsiyem olacak:

• Yatırım yapmadan önce mutlaka iyi incelemek, iyi dinlemek ve ona göre karar
vermek gerekir
• Yatırımın hızlı zengin olma aracı olmadığını mutlaka bilmek lazım. Bu yüzden
tercihen uzun dönemli yatırımlara yönelmenin doğru tercih olduğu bir gerçektir.
• Temel yatırım prensipleri ile ilgili kitapların okunması da tavsiye ederim
• Eğer hisse senedi yatırımı yapacaksanız tek bir hisse senedi seçerek yatırım
yapmak risk almak demektir. Riskleri bölerek bir portföy yapmak veya yatırım
fonu almak daha mantıklıdır. Yatırım fonlarında hisse senetleri veya tahvillerin
yer aldığı ve bir yatırım fonu hissesi satın alındığında birden fazla şirkete veya
tahvile yatırım yapmış olursunuz.
• Yatırım yapmadan önce yatırımın vadesini iyi düşünüp riskinizi iyi hesap
etmeniz gerekir
• Eğer hisse senedi alacaksanız yatırım yapmadan önce bu şirketlerin finansal
açıdan sağlıklı ve karlı olup olmadığına, şirketin büyüklüğüne ve finansal gücüne
bakılmalıdır.
• Hangi yatırımı yaparsanız yapın mutlaka bir çıkış stratejinizin olması gerekir.

Size göre iyi bir ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

Ekonomi biliminin güzel tarafı her gün yeni bir şey öğrenmenin fırsatını taşımasıdır.
Çok geniş ve kapsamlı bir bilim dalı. Bununla birlikte ekonominin mekanizmaları da iyi
öğrenmek gerekiyor.

İyi bir ekonomist olmak için vereceğim birkaç naçizane tavsiyeler:

• Mutlaka çok okumak


• Başkalarının fikirlerini dinlemek

159
• Gündemi iyi takip etmek ve yorumlamak
• Geçmişte yaşananları iyi analiz etmek.

Churchill’in dediği gibi “ne kadar çok geriye gidersen o kadar ileriyi görürsün”.

160
ÖZLEM DERİCİ ŞENGÜL

Meslek hayatına Globalsource Partners Türkiye'de Asistan Ekonomist olarak başlayan


Özlem Derici Şengül, Erste Securities İstanbul ve Ata Yatırım'ın ardından, Deniz
Yatırım Menkul Değerler'de Başekonomist olarak çalışmış; şu anda kendi girişimi olan
Spinn Eğitim ve Danışmanlık şirketinde kurumsal şirketler ve STK’lara makroekonomik
danışmanlık ile eğitim hizmetleri vermektedir. Şengül, aynı zamanda ulusal ekonomi
kanallarında profesyonel yorumcu olarak yer almakta; BloombergHT Radyo’nun daimî
yorumcusu olarak her hafta Çarşamba sabahları 7:00’deki İş Başı programına
katılmaktadır. Şu anda İstanbul Bilgi Üniversitesi Finansal Uygulama ve Araştırma
Merkezi’nin Araştırma Direktörlüğü’nü de yürüten Şengül, Bilgi Üniversitesi’nde
yüksek lisans dersleri vermektedir. Özlem Derici Şengül, İstanbul Bilgi Üniversitesi
İktisat bölümünü burslu olarak bitirmiş ve aynı üniversiteden Finansal İktisat master
derecesi almıştır.

161
Dünya ekonomisinin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz? Dün, bugün, yarın…

Dünya ekonomisi, Büyük Buhran’dan sonra tarihindeki en büyük ikinci krizin etkilerini
atlatmak için gevşek para politikasına sarıldı. Amerika başta olmak üzere dünyanın
büyük merkez bankaları ard arda parasal genişleme programları açıkladılar ve uzun
vadeli tahvilleri satın alarak piyasaya likidite enjekte ettiler. 2008 Lehman krizinin
ardından 2010 yılında FED ve diğer Merkez Bankaları tarafından başlatılan parasal
genişleme programları sayesinde piyasaya sağlanan likidite miktarı Mart 2018’de 15,8
milyar dolar ile en yüksek seviyesine çıktı. Krizin üzerinden geçen 10 yıl sürecince
global büyüme önce %5’in üzerine çıktı; ardından %3’ün üzerinde stabilize olarak
ülkelere parasal normalleşmenin yolunu açmıştı. ABD Merkez Bankası FED’den ve
ardından da Avrupa Merkez Bankası’ndan normalleşme yolunda adımlar geldi. Ancak
global büyümedeki kırılganlık parasal genişleme programlarını sonlandırma ve para
politikasında normalleşmenin çok hızlı veya kolay olmayacağını ispat ediyor. Maliye
politikası tarafında ise ABD, Çin, Japonya ve Avrupa’da %100’ün üzerinde borçluluk
oranları para politikasına yardımcı bir maliye politikasının kısa vadede dünyanın
hizmetinde olmayacağını gösteriyor.

162
Kalkınma ve sanayileşme perspektifinden dünya ekonomisini değerlendirdiğimizde
küresel büyümenin öncü güçleri ABD ve Çin ekonomisi olsa da önümüzdeki 50 yıl
perspektifinden teknolojik gelişim, doğal kaynakların giderek daha değerli hale gelmesi,
bilime ve teknolojiye yatırım yapan, aynı zamanda ekonomik dengelerini de sağlam
temeller üzerine inşa eden ülkelerin sıralamada hızlıca üste çıkmalarına neden olacaktır.
Çin teknolojik gelişme anlamında önemli mesafeler kat etse de ekonomik kalkınma
anlamında Hindistan daha büyük mesafe kat etmekte; Güney Kore, Singapur gibi ülkeler
hem teknoloji hem eğitime yaptıkları yatırımlarla önümüzdeki 50 yılın ön önemli
aktörlerinden olacaklarını bugünden göstermekteler. Japonya hem yaşlı nüfusu hem de
ekonomik kırılganlığı nedeniyle geleceğin öncü aktörleri arasında olma konusunda biraz
şüphe uyandırıyor. Avrupa’da ise demografik unsurlar kıtanın geneline yayılmış bir
rekabetçiliği engelliyor ve yaşlanan nüfus önümüzdeki 50 yılın dinamiklerinin ana
belirleyicisi olacak gibi görünüyor.
Teknolojik gelişmenin insana ihtiyacı
ABD ve teknolojik gelişmede öncü
azaltacağı bir sanayi yapısında Almanya
Asya ülkeleri geleceğin ekonomik
öncülüğünde kıtanın kalkınma hızının
kalkınma ve gelişmişlik düzeyi
yeniden hızlandığına şahit olabiliriz
konularında Dünya’nın öncüleri
ancak bunun için ekonomik temellerini
olmaya aday ülkeleri gibi görünüyor.
bugünden sağlamlaştırması şart gibi

163
görünüyor. Almanya, İngiltere, İsviçre ve belki Fransa bankacılık sistemi, sanayi yapısı
ve istihdam yapısı gibi konularda halen öncü rollerini korumakla birlikte bankacılık
sistemi başta olmak üzere önümüzdeki 50 yılda çözülmeyi bekleyen yapısal
kırılganlıkları bünyesinde barındıran ülke sayısı halen çok fazla.

Özlem Hanım, Çin’in son 10 yıldaki yükselişi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Çin’in son 10 yıldaki yükselişinde en önemli etkenler komünizmden çıkan ve yeni


olanaklarla yaşam standardı yükselen neslin yerine yeni neslin yetişmesi, teknolojinin
getirdiği olanaklarla da bağlantılı olarak yeni neslin dünyanın geri kalanından haberdar
olması ve hem hükümetten hem büyüklerinden talepkar olmasıdır. Ek olarak Çin
Başkanı Xi Jinping’in reformist bir yaklaşımla ülkenin gelecek dönem stratejisini
dünyayla entegrasyon ve daha liberal bir Çin olarak belirlemesi de etkili oldu. Ekonomik
açıdan bakıldığında 1990’lardan daha hızlı büyüyen bir Çin ekonomisi ile karşı
karşıyayız diyemeyiz. 1980-2010 yılları arasında ortalama %10 büyüyen Çin
ekonomisinin sonraki 8 yılda ortalama büyümesi %7,6’ya gerilemiş; IMF tahminleri ise
2018-2023 arası için %6 civarında büyüme öngörmektedir. Ancak kaliteli büyümenin
yolunun, atıl kapasite ve verimsiz üretimden daha sürdürülebilir, iç talebin katkısının
yükseldiği daha planlı büyümeye doğru bir geçiş olduğunu görüyoruz. Büyüme oranı
%6’lara da gerilese halen göz alıcı denilebilecek bu performans maliyetsiz değil
maalesef. Çin’in kamu ve özel sektör borcu GSYH’sinin üç katından fazla ve fikri
mülkiyeti koruma ile ilgili zaafları ABD başta olmak üzere pek çok ülkenin Çin’e karşı
korumacılık duvarlarını yükseltme çabalarını beraberinde getiriyor. Dolayısıyla son 10
yılda gördüğümüz yükselişin 50 yıla da hâkim olacak bir kalkınma serüveni olacağını
söylemek için erken. Ancak potansiyelin akılcı bir şekilde yönetilmesi, yaşlanan ve
tasarruf fazlası olan nüfusun refaha kavuşturulması, etkili bir makroekonomik yönetim
Çin’i geleceğin global üretim, dış ticaret ve emtia piyasalarında bir süper güç olarak
konumlanmasını beraberinde getirebilir.

164
ABD’nin ekonomi politikasını değerlendirir misiniz?

ABD, Lehman krizinden sonra uyguladığı ve piyasadaki uzun vadeli tahvilleri satın
almaya dayalı gevşek para politikası ile likiditeyi aktif bir para politikası aracı olarak
kullandı. Bu sayede borçlanma maliyetlerini düşürerek ekonomik büyümeyi %2’nin
üzerine çıkarmayı başaran ABD ekonomisi, 22 Mayıs 2013’te dönemin FED Başkanı
Ben Bernanke’nin varlık alım programında kesintiye gideceğini açıklamasıyla para
politikasında normalleşme yolunda ilk adımı atmış oldu. Fed önce Aralık 2013’te varlık
alım programı çerçevesinde yapılan alımların miktarını aylık 85 milyar dolardan 75
milyar dolara düşürdü, ardından da kademeli bir şekilde alımları azaltarak 2014 yılının
son çeyreğinde alım programını sonlandırdı. Program sonlandığında Lehman krizi
öncesi 800 milyar dolar civarında seyreden Fed bilançosu 4.5 trilyon dolar olmuştu. Bu
kadar büyük miktarda piyasalarda bulunan likiditenin iki yan etkisi vardı. i) orta vadede
enflasyonu tetikleyecek olması, ii) büyük montanlı alımlar nedeniyle uzun vadeli tahvil
piyasasında fiyat oluşumunun sağlıklı bir şekilde yapılamaması. Fed tahvil alım
programını 2014 yılında sonlandırsa da para politikasında normalleşme Aralık 2015’te
FED’in 10 yıl sonra ilk kez faiz arttırımını gerçekleştirmesiyle başladı; 2018’in ilk
çeyreğinde başlayan bilançoyu küçültme hamlesi ile devam etti.
ABD’nin para politikasına genel olarak bakıldığında tahvil alım programlarının efektif
olması ile ilgili tartışmalar sürüyor. Ancak %3’ün üzerine çıkan büyümenin ardından
gelen global büyüme endişeleri ne miktar ne de fiyat bazlı para politikası
normalleşmesinin istenilen hızda gerçekleşemeyeceğini gösteriyor. Ayrıca ABD
Başkanı Trump’ın vergi indirimleri ile ekonomiye sağladığı destek büyümeye yardım
etse de maliye politikasının para politikasına yardım etme gücünü azaltıyor. ABD’de
%100’ün üzerindeki kamu borcu da hareket alanını kısıtlayan önemli bir faktör. Tüm
bunlar önümüzdeki yıllarda da ABD ekonomisinin seyrini belirleyecek en önemli
unsurun para politikası olacağını gösteriyor. ABD ekonomisinin dinamikleri yeni bir
resesyona işaret etmiyor ve para politikası bunu engelleyecek kadar esnek. Ancak
yapısal bir iyileşme, ABD ekonomisinin kalıcı olarak %2 üzeri büyüme patikasına
oturması kısa vadede pek mümkün görünmüyor.

165
Yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

Yapay zekâ ve robotlar işgücünün


üretim faktörleri arasındaki ağırlığını, Yarının dünyasında ekonominin en
büyük sürükleyici gücü Sanayi 4.0’a
üretimin verimliliğini ve dolayısıyla
geçiş ve sonrasındaki ekonomik,
toplumsal düzeni derinden etkileyecek sosyal ve toplumsal yapının tasarımı
gelişmeleri belirleyecek. Teknolojiyi olacak.

yaratma ve uygulamanın yayılma hızı,


ülkelerin adaptasyon sürecini önceki sanayi devrimi evrelerine göre daha hızlı kılıyor.
Bu da akıllı tasarlandığında ve kullanıldığında, dünya ekonomisinde sürdürülebilir
büyümenin geçen yüz yıllara nazaran daha çabuk ve kalıcı şekilde sağlanabileceği
anlamına geliyor. Üretimde yapay zekâ ve robotların kullanımı, ürünlerin daha ucuza ve
kısa sürede üretilmesini, dünyanın dört bir yanına daha hızlı bir şekilde ulaştırılmasını
sağlayarak kalkınmanın daha hızlı bir şekilde gerçekleşmesi ve bölgelerarası farkların
daha hızlı bir şekilde kapanmasını beraberinde getirecek. Bu durum, teknolojiye yatırım
ve katma değerli üretim yapma konusunda öne geçen ülkelerin hızlıca dış ticarette de
öne geçmesini sağlayacaktır.

166
Bu teknolojilerin henüz gelişmiş ülkelerde bile tüm üretim süreçlerine entegre olduğunu
görmediğimizi varsayarsak daha gidilecek çok yolumuz olduğu aşikâr. Ancak gelişimin
hızını anlamak için adını Intel kurucusu Gordon Moore’dan alan Moore Yasası’na
bakmakta fayda var. Moore Yasası’na göre bir anakart veya tümleşik bir devre üzerine
yerleştirilebilecek bileşen sayısı her 2 yılda bir iki katına çıkıyor. Bu sürenin giderek
azaldığını iddia edenler de var ancak bunun anlamı bilgisayar almaya karar verdikten
sonra 2 yıl beklerseniz iki kat daha güçlü bir bilgisayar alabilirsiniz. Tabii ki bunun
varabileceği bir son nokta var ancak hızı anlamak ve ekonomik yansımasını analiz
edebilmek açısından iki kat daha güçlü bir ürün üretmenin aynı maliyetle ve belki daha
düşük maliyetle gerçekleştirilebileceği gerçeğini göz önünde bulundurursak, teknolojik
gelişmenin ne denli hızlı yayılabileceğini ve ekonomik büyümeye ne denli hızlı sirayet
edebileceğini aklımızda canlandırabiliriz.

Ekonomik değerlendirmeleriniz çerçevesinde Türkiye’nin 2050 için resmini çizer


misiniz?
Türkiye’nin önümüzdeki beş senesinin bile resmini çizmek zorken 2050 yılına dair bir
çıkarımda bulunmak oldukça güç. Ancak teknolojik gelişimin hızı, değişimden
kaçmanın imkansızlığı, Sanayi 4.0 değişiminin otomotiv gibi teknoloji yoğun
sektörlerde adapte olma hızı, Türkiye’nin nispeten genç ve dinamik nüfus yapısı
önümüzdeki on yıllarda Türkiye’nin gelişmiş ülkeler seviyesine gelmesi için önkoşulları
sağlayabileceğini düşündürüyor. Her dönem olduğu gibi gelecekte de doğru
makroekonomik ve uluslararası politika, gelişmişliğin ve kalkınmışlığın ana
belirleyicisi olacak. Ancak Türkiye kurulduğu günden bugüne bu iki konuda çok fazla
tecrübe biriktirdi. Önümüzdeki 50 yıl için elimizde çalışan ve çalışmayan teşvik
politikalarını görmüş, yanlış para politikaların sonuçlarını çok yakından izlemiş, sıkı
mali disiplinin getirdiği faydalarını tartışmaya bile gerek duymayan, 2001 krizi sonrası
tamamlanmayan yapısal reformların ceremesini 2009 krizinde %4.7 daralmış bir
Türkiye var. Sanayi 4.0’a uyum konusunda son derece istekli bir sanayiye ve de
teknoloji kullanımına ve dünya ile entegrasyona çok açık bir gençliğe sahibiz.
Uluslararası konjonktür her zaman elverişli olmamış olabilir ve önümüzdeki yıllarda da
elverişli olmayan dönemlerle karşılaşmamız kaçınılmaz. Lehman krizi gibi büyük bir

167
krizin etkilerinden sıyrılmak hem dünya ekonomisi hem de Türkiye ekonomisinin çok
fazla vaktini aldı, almaya da devam ediyor. Ancak ekonomik dalgalanmalardan
korunmanın yolunun yapısal reformlardan geçtiğini hepimiz çok daha iyi anlıyoruz.
Sanayi reformu, istihdam reformu,
kurumsal ve hukuksal altyapı reformu
Yapısal reformlar yatırımcı güvenini
konularında atılması gereken adımları taze tutacak, makroekonomik
çok iyi bilen bir Türkiye’nin o yıllara bu dengelerin sürdürülebilir büyümeye
hazırlığı yaparak, gelişmişlikte sınıf hizmet edecek noktaya
getirilmesinin de garantisi.
atlayarak ulaşmaması için hiçbir neden
yok.
Türkiye, neden orta gelir tuzağından çıkamıyor?

Türkiye, Dünya Bankası’nın 2017 gelir düzeyi sınıflandırmasına göre üst orta gelirli
ekonomiler arasında yer alıyor. Yıllar içerisinde nüfus artış hızında önemli bir değişim
olmamasına karşın kişi başına gelir artış hızının nüfus artış hızının altında olması
Türkiye’nin orta gelir tuzağından çıkma konusunda işini oldukça zorlaştırıyor. Ayrıca
2000 yılında ülke nüfusunun yaklaşık %6.7’si 65 yaşının üzerindeyken 2018 yılında bu
oran %8.7’ye yükseldi ve 2025’te bu oranın %11.0’ye çıkması bekleniyor. Bunun
anlamı, kişi başına geliri arttırmaya yarayacak kesimin toplam nüfus içindeki payının
giderek azalması ve orta gelir tuzağından çıkmaya yardımcı olmaması.

168
Demografik unsurların yanı sıra sürdürülebilir büyümeyi sağlayamamış olmak da orta
gelir tuzağından çıkamamış olmanın bir diğer nedeni. Gelir artış hızının daha yukarıya
çekilememesinin arkasındaki dış finansmana bağımlılık, iç talebe dayalı büyüme
modeli, düşük tasarruf oranı, eğitimsiz işgücü, sanayi stratejisinin olmaması Türkiye’nin
orta gelir tuzağından çıkmamasının ana nedenleridir. Bu saydıklarımızı orta gelir tuzağı
bağlamında düşündüğümüzde en yıpratıcı etkisi insan kaynağını etkin kullanmada
kendini göstermektedir. Türkiye’de işsiz sayısı 2018 yılı sonu itibariyle 4.3 milyon
kişiye ulaşmıştır. Buna işgücüne dahil olmayan ama işbaşı yapmaya hazır kişileri de
eklediğinizde sayı 6.6 milyon kişiye çıkmaktadır. Buna ev hanımı olarak sınıflandırılan
11.3 milyon kadını da eklerseniz sayı 28
milyon kişiye yakın çıkar ki bu da 81.4 Orta gelir tuzağından çıkamamanın
milyon kişilik toplam nüfusun tek bir nedeni yok elbette ancak ana
%22’sine karşılık gelir. Yani nedenler yaşlanmakta olan nüfus,
Türkiye’de insan kaynağının yüksek miktarda âtıl kapasite ve
%20’sinden fazlası âtıl kapasite olarak potansiyel sürdürülebilir büyümenin
kalmakta, potansiyel üretime kanalize sağlanamamış olmasıdır.
edilebilecek çok büyük bir kaynak
ekonomik büyümeye hizmet etmekten
uzak durmaktadır.

Yapısal reformlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Türkiye’de yapısal reform niteliğindeki en büyük gerekliliğin her konuda dinamik ve


işlerliği kolaylaştıracak kurumsal altyapı olduğunu düşünüyorum. 2001 krizinden sonra
hem bağımsız kurumlar hem finansal istikrar konusundaki tüm kurumlarda baştan aşağı
reform niteliğinde adımlar atılmış; ardından bu adımlar hukuksal düzenlemelerle
desteklenmişti. Bu reformların devamının getirilmemesi sürdürülebilir büyümenin
önündeki en büyük engel. Bu engelin kalkması için de ekonomideki yapısal sorunlara
değinecek ekonomik ve sosyal reformlara ihtiyaç var. Bunlardan en önemlileri istihdam
reformu ve yatırım ortamının iyileştirilmesi. Ancak bunların dışında ara malı üretiminde
yetersizlik ve dolayısıyla dışa bağımlılık, eğitim reformunun gerçekleştirilememiş

169
olması dolayısıyla mesleki eğitimin sanayi ve hizmet sektörlerinin beklentileri ile
uyuşmaması, yüksek kayıtdışı ekonomi, merkezi yönetim bütçesinin esneklikten uzak
yapısı, fikri mülkiyet hakları ile ilgili düzenlemelerin yabancı yatırımcıya güven verecek
nitelikte olmaması, tarım reformunun gerçekleştirilmemiş olması, sanayi stratejisi ve
kalkınma hedeflerinin net bir şekilde
ortaya konmaması ana yapısal sorunlar Çözüme kavuşmayan her bir yapısal
olarak karşımıza çıkıyor. Hiçbirinin sorun yıllar geçtikçe daha maliyetli
hale geliyor.
kolay bir çözümü ya da standart bir
reçetesi yok. Bu yüzden Türkiye’nin
kırılganlıklarını tek tek ortadan kaldıracak reform ajandasını bir an önce oluşturup,
hayata geçirmesi bizler için de gelecek nesiller için de hayati önem arz ediyor.

TCMB’nin aldığı kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?

TCMB’nin 2010 yılından 2018 yılına kadar uyguladığı para politikası Lehman ve
Avrupa krizi sonrası daha esnek bir politika uygulaması ihtiyacından doğdu. Bu ihtiyaç
nedeniyle TCMB TL likiditesi yönetimi için Aktif Likidite Yönetimi uygulamasını,
rezerv yönetimi için ise Rezerv Opsiyon Mekanizması’nı hayata geçirdi. Türkiye’nin
politika faizi 1 hafta vadeli repo faizidir. Ayrıca TCMB bankalararası piyasada yer
alarak bankaların ihtiyaç duyması durumunda O/N (gecelik) borç verme faizinden
likidite sağlar. O/N faizi haftalık repo faizinin üzerindedir.

Likidite sıkışıklığı dönemlerinde normal şartlarda çok başvurulmayan bir başka fonlama
kaynağı ise saat 16:00’da bir saatliğine açılan ve faizi çok daha yüksek olan Geç Likidite
Penceresi (GLP)’dir. 2010 yılından sonra TCMB daha fazla esnekliğe ihtiyaç duyduğu
gerekçesiyle fonlama faizinin sınırlarını Para Politikası Kurulu (PPK) toplantılarında
belirlememiş ancak gecelik, haftalık ve bazen de aylık repo aracılığıyla gerçekleştirdiği
fonlamanın ortalama fonlama faizini, bu kanallardan sağlanan likidite miktarlarıyla
oynayarak, zaman zaman da haftalık repo ihalelerini iptal ederek, günlük olarak
belirlemiştir. TCMB, bu oldukça karışık para politikası uygulamasına 2017 itibariyle
GLP’yi ana fonlama aracı yaparak devam etmiş ve faiz oranlarını arttırmadan fonlama

170
maliyetini arttırmayı başarmış olsa da belirsizlik nedeniyle yatırımcının kaybolan
güveni kur üzerindeki önemli bir baskı oluşturmuştur. TCMB kendisi için esneklik
sağlayan ancak yatırımcı ve piyasa analistleri açısından oldukça karışık politika
uygulamasından 2018 ortasında vazgeçti ve para politikasında sadeleştirmeye gitti.
Bugün para politikası faizi haftalık repo faizidir ve TCMB fonlamanın tamamını bu
faizden gerçekleştirmektedir. Bu adımla TCMB hem piyasa ile iletişiminin çok daha
sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesini sağlamış hem de yatırımcı güvenini kazanarak
kredibilitesine katkıda bulunmuştur.

Döviz likiditesi yönetiminde kullanılan Rezerv Opsiyon Mekanizması (ROM) ise


TCMB’nin doğrudan döviz müdahalesi fonksiyonunu bankalara devrettiği bir
mekanizmadır. Buna göre TCMB bankalara tuttukları TL mevduata karşılık ayırdıkları
zorunlu karşılıkların belirli bir yüzdesini döviz olarak tutma izni vermiş ancak bunu
yaparken 1TL karşılığında 1 USD değil daha fazla munzam ayrılmasını şart koşmuş;
bunun için gerekli katsayıları Rezerv Opsiyon Katsayıları (ROK) adı altında
duyurmuştur. 2010 yılında oluşturulmaya başlanan mekanizma sayesinde bankalar
munzam olarak tuttukları TL likiditesine erişmek için daha fazla döviz munzam tutmaya
razı olmuşlar ve bu sayede döviz sıkışıklığı zamanlarında kullanılmak üzere 40 milyar
dolara yakın rezerv birikimi sağlanmıştır.

TCMB’nin otomatik dengeleyici olarak tasarladığı mekanizmanın çalışma mantığı


döviz sıkışıklığı olduğunda bankaların TL munzam yerine tuttukları döviz munzamı
kullanmaları yani bu sefer daha fazla TL munzam tutup döviz munzamı piyasaya
çıkartmaya dayanıyor. Nitekim TCMB, Arjantin kaynaklı piyasa türbülansının
yaşandığı Ocak 2014’ten bu yana hiç doğrudan döviz müdahalesine başvurmadı, bu
görevi bankalara bıraktı. Mekanizma rezerv birikimi sağlamış ve de TCMB’yi doğrudan
döviz müdahalesi yapmaktan kurtarsa da iki önemli yan etkiyi içinde barındırmaktadır.
Bunlardan birincisi bankaların tesis dönemlerinin 14 günde bir değişmesidir. Bunun
anlamı bankalar ne kadar TL ne kadar döviz munzam tutacaklarına tesis döneminin
başında karar verirler ve günlük sapmalar olsa da o 14 gün içerisinde bu miktarlarda
değişiklik yapamazlar. Bu da tesis dönemi içerisinde oluşabilecek bir finansal

171
türbülansa bankacılık sektörünün reaksiyon göstermekte esnekliğini elinden alan bir
unsurdur. İkinci yan etki ise döviz likiditesi sıkışıklığında bankaların döviz munzamı
kullanmak için TL likiditesine ihtiyaç duymasıdır. Artan TL likiditesi ihtiyacı bankalar
arası piyasada faizleri yükseltmekte ve mekanizmanın kendisi nedeniyle maliyetler
artmaktadır. Rezerv Opsiyon Mekanizması’nın işlerliği, faydası ve katma değeri ile
ilgili tartışmalar devam etmekte; akademik çalışmalar yapılmasına rağmen net bir
değerlendirme yapılamamaktadır. Ancak geçtiğimiz 10 yıldaki Merkez bankacılığı
tecrübesinden çıkardığımız sonuç özellikle finansal türbülanslar esnasında uygulanan
politikaların olabildiğince açık, net, öngörülebilir ve sonuçlarının ölçümlenebilir
olmalarıdır.

Faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz enflasyonun nedenidir açıklamasından sonra


yoğunlaşan tartışmaların akademik çalışmalarda karşılığının olmadığını söylemek
yanlış olur. Ancak iki değişken arasındaki ilişkinin yönü tamamen arz ve talep koşulları
ile ilgilidir. Basit bir dille anlatmak gerekirse talep enflasyonunun olduğu bir ekonomide
hane halkı ve şirketler taleplerini karşılamak için daha fazla finansmana ihtiyaç duyar,
kredi kullanımına gider, borçlanma maliyeti uygun oldukça bu eğilim devam eder ve
fiyatlar genel seviyesinin artmasına neden olur. Bu yüzden harcama eğiliminin önünü
kesmek için borçlanma maliyetlerini arttırmak gerekir. TCMB’nin faiz artışı ile
gerçekleştirilen bu adım ile tüm bankacılık sektörü ve finansal piyasalarda borçlanma
maliyetleri artar, talep kısılır, enflasyonla mücadele söz konusu olur. Bu esnada
enflasyonla mücadele için faizlerin indirilmesi daha fazla kredi kullanımı ve daha fazla
talep enflasyonuna neden olacaktır.

Öte yandan piyasa faizlerinin çok arttığı bir dönemde borçlanma maliyetlerinin
yüksekliği talep üzerinde azaltıcı etki yaratırken maliyetleri arttırdığı için enflasyona
yukarı yönlü katkıda bulunabilir. Dolayısıyla arz enflasyonunun yüksek olduğu
dönemlerde faiz enflasyonun nedeni olarak görülebilir. Ancak unutulmaması gereken
konu bu dönemlerde enflasyonun tek nedeninin faiz değil; kur, ücret artışları gibi her

172
türlü maliyet unsurunun enflasyonun nedeni olduğu ve politika aksiyonu olarak faizleri
indirmenin kur şokunu derinleştirip enflasyona ek yük getirmeyle sonuçlanacağıdır.

Türkiye’nin bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?

Coğrafi konum itibariyle Asya, Afrika


Türkiye’nin tek bir birlikten ziyade ve Avrupa ortasında yer alan bir
her türlü işbirliği olanaklarını masada ülkenin hem ekonomik hem
ve açık tutacak birlikteliklere hem uluslararası alanda söz sahibi
önayak olması hem de var olan olabilmesi için ekonomik birliklerle
birliklerle bağını sağlamlaştırarak koordineli ve de proaktif bir pozisyonda
devam ettirmesi gerekir. olması şarttır.

En büyük ihracat ve ithalat pazarımız


olarak Avrupa’nın buradaki önemi büyüktür. Dolayısıyla Avrupa Birliği ile ilişkiler,
Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilerek revize edilmesi Türkiye’nin Batı ile
ilişkilerinin seyri ve de sağlığı açısından kritik olacaktır. Öte yandan diğer ekonomik
işbirliği teşkilatları olan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu, İslam İşbirliği
Teşkilatı, Afrika Birliği gibi ekonomik işbirliği teşkilatlarıyla yakın temas içerisinde
bulunma ve bölgesel ekonomik kalkınmayı ulusal hedefler doğrultusunda şekillendirme
konusunda öncü olmak için çalışması gerekmektedir. Şu an Türkiye, Asya-Pasifik
bölgesinde ticaret ve yatırımın serbestleştirilmesi, ekonomilerin entegrasyonu için
kurulan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu’na üye değildir ancak üye ülkelerin
stratejik önemi dolayısıyla forumun çalışmalarını yakından takip etmektedir. 2002
yılından itibaren Türkiye Afrika Birliği zirvelerine misafir ülke olarak katılmakta ve
Birlik’te gözlemci ülke ve stratejik ortak konumunda yer almaktadır. Bunun gibi
işbirliklerinin ve üyeliklerin artması Türkiye’nin hem stratejik önemdeki konumunu
sağlamlaştıracak hem de ticaret kanalıyla sürdürülebilir büyümesine uzun vadeli
katkıları bulunacaktır.

173
Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne olur?

Su ve buhar gücüne dayalı ilk Sanayi Devrimi’nin ardından, elektrik gücünün sanayide
kullanımı ve seri üretimin keşfi ile ortaya çıkan 2. Sanayi Devrimi ve üretim süreçlerinin
otomasyonu, dijitalleşme ve elektronikleşmenin getirdiği 3. Sanayi Devrimi
gerçekleşmiştir. 2000’li yıllar itibariyle de bu süreçleri nesnelerin interneti ile başlayan
ve siber-fiziki sistemlerin ortaya çıkmasıyla oluşan 4. Sanayi Devrimi takip etmiştir.
Ülkelerin sanayi politikası duruşu oluşturması ve uluslararası rekabette öne çıkması
Sanayi 4.0’ın getirdiği dijital otomasyon ve siber sistemleri sanayi üretimi süreçlerine
entegre etmesi ile mümkündür. Türkiye Sanayi 4.0’a hazırlık konusunda teknoloji
yoğun sektörlerin başında gelen Otomotiv sektörü, telekomünikasyon sektörü gibi
sektörler öncülüğünde tüm hızıyla devam ediyor ancak tüm üretim süreçlerine
entegrasyonu, fabrikaların geleneksel üretim tesislerinden daha fazla otomasyon,
nesnelerin interneti, robot teknolojisi ağırlıklı üretim yapısına geçmeleri daha fazla
çabayı gerektiriyor. Data iletim hızlarının artması, teknolojinin yayılım hızı Türkiye’nin
bu konuda geride kalmasını önleyici unsurlar ancak dönüşüm sadece üretim tesisini
dönüştürmekten geçmiyor. Buna ek olarak istihdam yapısını, tedarik zinciri yapısını
yeniden tasarlamak, siber güvenlik alt yapısını tesisin güvenliğini sağlayacak noktaya
getirmek gerekiyor. Tüm bu süreçler işletmelerin finansman kaynağına, doğru teknik
bilgiye ve devlet teşviklerine erişimi ile mümkün. Türkiye’nin bu dönüşümün
öncülerinden olması için hem yurtdışı know how’a erişimini açık tutması ve teknoloji
üretimine çok daha fazla insan ve kaynak yatırımı yapması gerekiyor.

Özlem Hanım, sizce işsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İşsizliğin önüne geçmenin yolu ülkenin sanayi, hizmet ve hatta tarım endüstrilerindeki
insan kaynağı ihtiyacının tespit edilmesi ve bu ihtiyaca uygun istihdam
yetiştirilmesinden geçiyor. Bugün Türkiye’de üniversite eğitimi, özellikle mühendislik
ve tıp alanlarında dünya ile yarışır düzeyde. Dolayısıyla sorun yüksek öğrenim imkânı
eksikliği değil, mesleki ve teknik eğitimin sektörlerin ihtiyaçlarına karşılık verecek
nitelikte tasarlanmamasından kaynaklanıyor. Ayrıca girişimciliği destekleme, teknoloji

174
üretimi için olanakların gençlerin önüne serilmesi, kadın istihdamının arttırılması için
yapılan çalışmaların daha genele yayılması da işsizliğin önüne geçmek için atılması
gereken diğer adımlar. Bu konularda her ne kadar adım atılıyor olsa da teşviklerin belli
bir plan ve strateji çerçevesinde yapılması kalıcı istihdam artışı ve üretim gücü olarak
orta vadede kendini gösterecektir.

Yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?

Türkiye’de finansal yatırım, profesyonel ve bilinçli yatırımcıları tenzih ederek


söyleyeyim, kolay yoldan ek gelir sağlamanın bir yolu olarak görülüyor. Risk-getiri
karşılaştırması, reel getiri kavramı, vade ve dönemsellik kavramları gibi en temel
finansal okuryazarlık kavramlarının bile “borsa oynamak” heyecanı, hırsı ile es
geçildiğini görüyoruz. 1990’lu yıllarda sermaye piyasalarımızın sığlığının pek çok
yatırımcıyı haksız şekilde zarara uğrattığını ve bilinçli pek çok yatırımcıyı küstürdüğünü
biliyoruz. Ancak seneler içinde teknolojik ve hukuksal alt yapı itibariyle sermaye ve
para piyasalarımız daha korunaklı ve o yıllara nazaran büyümeye, olgunlaşmaya daha
hazır. Burada yatırımcının kaliteli olması, kaliteyi arttırmak üzere talepkar olması ve
düzenlemelerin sermaye piyasasının derinleşmesine olanak tanıyacak altyapıya sahip
olması hayati önemde.

2018 itibariyle borsada yatırım yapan yatırımcı sayısı 1 milyon 160bin kişi civarında.
Bunun yarısından çoğunun portföy büyüklüğü bin liranın altında. Yatırımcı sayısı ve
finansal derinliği arttırmak için hem Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), hem aracı
kurumlara hem de yatırımcının kendisine çok iş düşüyor. SPK’nın denetim görevini
kusursuz ve daha da iyileştirerek yerine getirmesinin yanı sıra aracı kurum ve
yatırımcılara düşen ise yatırım yapmanın bir oyun olmadığının, yatırımcılığın bilinçli ve
tam zamanlı bir çabayla para kazandıracak bir iş olduğunun anlaşılmasının sağlanması.
Bu çabanın çok büyük bir kısmı finansal ve ekonomik okuryazarlık ile analiz yeteneğini
geliştirmek; piyasalarda tecrübe edinmekten geçiyor. İkinci önemli konu ise psikoloji.
Finansal piyasalarda yatırım insanın psikolojik eğilimlerini iyi teşhis etmeyi ve de
rasyonel bakış açısından uzaklaşmamayı gerektiriyor. Bilinçli bir yatırımcı olmanın
gereklerini yerine getirenler bu konuda da güçlü ve de strese karşı dayanıklı olmayı

175
başaracaklardır. Dolayısıyla yatırımcılara piyasalarla ilgili verebileceğim en önemli
tavsiyeler:

i) Yatırımcı olmaya yepyeni bir meslek ediniyor bilinciyle yaklaşılması ve buna


zaman ve emek harcayarak finansal piyasalarda yatırım işine soyunulması,
ii) Finansal piyasalarda fırsatların bitmeyeceğinin bilinmesi ve psikolojinin
yönetiminin en az yatırımı yönetmek kadar önemli olduğu,
iii) Birikimi olanların ancak yatırımcı olacak bilgi ve tecrübe birikimine sahip
olmayanların işi profesyonellerine bırakmaktan çekinmemesi.

Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size göre iyi bir
ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

Ekonomist adayı öğrenciler için verebileceğim en büyük tavsiye sorgulayıcı olmaktan


vazgeçmemeleri ve bilgi birikimleri ile analitik düşünme yeteneklerini geliştirmenin
yollarını aramaları. Çünkü ekonomik dinamikleri anlamak çok çalışmanın yanı sıra
dinamik bir yapıyı çok temiz bir bakış açısıyla anlamayı da gerektiriyor. Bunun için de
kıvrak bir zekâ ve analitik bir düşünce yapısına sahip olmaları gerekli. Bu alt yapıya
sahip olduktan sonra en önemli gereklilikler ülke dinamiklerini iyi bilmek, politikaları,
toplumu, kültürü iyi okuyabilmek ve insan psikolojisinden iyi anlamak. Zira ekonomi
sadece ekonomik kuralları özümseyerek çözülemeyecek kadar karmaşık bir yapı. Bu
yüzden gelişmelere bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor.

Ülke politikasını, uluslararası ilişkilerini yakından takip etmek gerekiyor. Konunun


akademik altyapısına hâkim olmayı ancak ülkelerin olay bazında değişik tepkiler
verebileceğini kabul etmek gerekiyor. Tüm bunları oluşturmak yıllar içinde edinilen
tecrübeyle oluşacak ve gelişecektir. Ancak başlangıç noktası ne olmalı derseniz iyi bir
ekonomist adayının atacağı ilk adımın düzgün ve kullanışlı bir veritabanı oluşturmak
olduğunu söyleyebiliriz. Verilere ve bilgiye nasıl ulaşacağını, verileri nasıl analiz
edeceğini, okuyacağını, anlamlandıracağını bilen bir ekonomist yıllar içinde biriktirdiği
bilgi ve tecrübeyle bütüncül bir bakış açısına sahip olabilecek, analizleriyle hem
yatırımcılara hem politikacılara hem de halka en doğru değerlendirme ve öngörüleri
yaparak ışık tutabilecektir.

176
PROF.DR. SABRİ BURAK ARZOVA

Prof.Dr. Sabri Burak Arzova, 1994 yılında Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesinden mezun olmuştur. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Muhasebe ve
Finansman Ana Bilim Dalı’nda 1996 Yılında Yüksek Lisans, 2000 Yılında ise Doktora
Programını tamamlamış, aynı üniversitede 2004 yılında Doçent olmuş, 2009 Yılında ise
Profesörlük kadrosuna atanmıştır. Halen Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim
üyesidir. TV’de ekonomi yorumculuğu yapan Prof.Arzova, lisans, yüksek lisans ve doktora
programlarında dersler vermekte, akademik çalışmalarına devam etmektedir. Ulusal ve
uluslararası kitaplarda bölüm yazarı olmanın yanında, kendi adına yayımlanmış 13 adet kitabı
bulunmaktadır. Kitaplarla birlikte onlarca makale, bildiri, günlük gazetelerde köşe yazısı,
haftalık dergilerde ekonomik yorumlar yazmış ve halen yazmakta, birçok toplantı ve konferansa
konuşmacı, moderatör olarak katılmaktadır. Son dönemde ilgi alanı olan “ticaret eğitimi”
konusunda araştırmaları da bulunmakta olup, bu konuda bir kitap çalışması hazırlığındadır.
Evli ve üç çocuk sahibi olan Arzova, ileri derecede Fransızca ve İngilizce, başlangıç
seviyesinde Yunanca bilmektedir.

177
Hocam, Dünya Ekonomisinin Gidişatı Hakkında Ne Düşünüyorsunuz? Dün, Bugün,
Yarın…

Dünya ekonomisini incelerken kıtalar üzerinden bakmanın daha doğru olduğunu


düşünüyorum. Bunlar: Amerika Kıtası, Avrupa Kıtası, Asya Kıtası ve Afrika Kıtası

Amerika kıtasından baktığımızda merkezde ABD’nin olduğu, geçmişte serbest ticaretin


merkezi olan dünyanın en büyük ekonomik, askeri ve siyasi gücünün bugün korumacı
bir yapıya dönüştüğünü görmek çok ilgi çekici. Güney Amerika’da geçmişten bugüne
devam eden yönetsel sorunlar ve suiistimalci yönetim tarzları, büyük zenginlik
içerisindeki bu ülkelerin dünya ekonomisinden aldıkları payı sınırlamakta. Geçmişte
dünyanın en büyük limanları arasında yer alan Rio ve Buenos Aires in dünya
ticaretindeki önemi artık eskisi kadar yoğun değil. Venezuela dünyanın en büyük petrol
yataklarına sahip olmasına karşılık, bu ülkeye uygulanan ekonomik ambargolar ve kötü
yönetim nedeniyle hem huzursuz hem de halkı açlık ile karşı karşıya. Meksika geçmişe
nazaran ABD ile daha iç içe geçmiş ekonomik ilişkilere sahip olsa da verdiği dış göç
nedeniyle ABD’nin tehdidi altına. Tüm bunlar ülkelerin gelişmelerini etkiliyor.

Avrupa kıtasına gelince; İngiltere’nin Avrupa Birliği olan ilişkisi ve bunun geleceği,
Avrupa’da göçmenler nedeniyle artan milliyetçi söylem ve aşırı sağın iktidara
yakınlaşması, Polonya benzeri bazı ülkelerde Müslüman ve Yahudilere olan karşıtlık
ticaretin önündeki en büyük engeller olarak duruyor. Kıtanın köklü devletlerinin yüksek
borçluluğu, artan üretim maliyetleri üretimin bu coğrafyadan kaymasına neden oluyor.

Asya’ya baktığımızda Çin hala serbest piyasa ekonomisine geçişin sancılarını yaşıyor.
Amerika tarafından adil ve dürüst ticarete zorlanması ise dünya genelinde ticaret
savaşlarına neden olup küresel büyümeyi tehdit ediyor. Japonya’daki aşırı tasarruf ve
teknoloji üretmedeki zorlanma Japon ekonomisi için en büyük tehdit. Bu kıtada
geçmişin Asya Kaplanları hala çok önemli işler çıkarmaya devam ediyor.

Afrika’da ise bitmek tükenmek bilmeyen dinsel savaşlar kıtanın makûs talihi olarak hala
devam ediyor. Afrika’da açlık, sağlık, temiz suya erişim ve güvenlik en önemli sorunlar
olarak gözüküyor. Bu sorunların varlığı ise yabancı yatırımcının bu ülkelerde daha da
fazla olmasının önündeki en önemli engeller olarak karşımıza çıkıyor. Peki, gelecekte

178
nasıl bir dünya ekonomisi olacak. Benim kanaatim küresel ekonominin bir saatin
hareketini takip edeceği şeklinde. Yani tıpkı bir saatin sağa doğru bir döngü tamamladığı
gibi küresel üretim Amerika ve
Avrupa’dan Asya’ya oradan Afrika’ya
Yakın gelecekte küresel ekonomi
sonra yeniden Amerika ve Avrupa’ya
açısından en büyük iki tehlike
kayacak diye düşünüyorum. Ülkelerin olduğunu düşünüyorum. Bunlar
zenginlikleri artıkça emeğin maliyeti de birincisi borçların ödenemeyecek
olması ikincisi ise büyüyememe.
artıyor. Bunun neticesinde ucuza
üretmek için ülkeler yeni üretim üslerini
keşfetmeye başlıyorlar.

Çin’in son 10 yıldaki yükselişi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Çin’in geçtiğimiz 10 yılda yakaladığı büyüme aslında birkaç temele dayanıyor.


Bunlardan ilki bence dünyanın çeşitli coğrafyalarına yerleşmiş olan Çinliler. Bu Çinliler
yerleştikleri ülkelerde ticarette söz sahibi olmaya başladıkça ana kara Çin’den mal talep
etmeye başladılar. Çin mallarının dünyadaki en büyük pazarlayıcısı öncelikle Hong
Kong (1997’de Çin’e devroldu) iken diğeri yurt dışında yerleşik olan Çinlilerdi. İkinci
en önemli husus bence Çin’in sahip olduğu doğal kaynakları iyi işleyebilmesi. Ancak
Çin’in devasa üretiminin arka planında bir türlü gündeme gelmeyen işçilik hakları,
sendikaların olmaması, üretim koşullarında dünyanın çok gerisinde kalması gibi modern
dünyaya uymayan unsurların olduğunu da unutmamak lazım.

Yüksek hızda kopyalama yetenekleri, tasarımdan ziyade patent hakları ihlalleri gibi
aslında ticarette hiçte adil olmayan uygulamalar Çin’in büyük üretim gücünü destekledi.
Çin’in büyümesinin son yılda hep yüksek olması aslında özel sektörden ziyade devlete
dayalıydı. Çin devleti büyük nüfusu kütlesel üretim için bir avantaja çevirdi ve bundan
yararlandı. Çin’in büyük nüfusu ve üretim maliyetlerindeki düşüklük, hammadde
avantajları gibi unsurlar ise yabancılar için çekim merkezi oldu. Geçen süreçte
firmalarını büyütmeyi ve bunları küçük oranlarda bile olsa halka açarak güçlü bir
sermaye piyasası yaratmayı da başardılar. Tüm bunlar olurken Çin hükümeti planlı
ekonomiden vazgeçmedi ve hep yeni planlarla destekledi. Şimdi ise Amerika Birleşik
Devletleri ile yaşadıkları sorunlar kendi üretimini de tehdit eder boyuta geldi.

179
Hocam ABD’nin ekonomi politikasını değerlendirir misiniz?

Trump öncesi dönem zaten fazlası ile


incelemeye konu olduğu için esas ABD’nin ekonomi politikasını
bence Trump öncesi dönem ve
bakmamız gereken Trump sonrası
Trump sonrası dönem olarak ikiye
dönem. Bu yeni dönemde Trump ayırarak incelemek gerekir.
“Amerika’yı Tekrar Büyük Yapacağız”
söylemi ile daha içeri dönük, ABD içerisinde üretimi teşvik edici ve korumacı bir
politikaya geçiş yaptı. Öncelikle önceki başkan Obama döneminde görüşmelerine
başlanmış olan bazı anlaşmaları ya iptal etti ya da daha fazla ilerlemeden vazgeçti. ABD
Başkanı Donald Trump, 24 yıldır yürürlükte olan anlaşmanın "adil olmadığı"
gerekçesiyle değiştirilmesini istiyordu. Mutabakata varılan anlaşmanın, ABD'nin
Kanada'nın mandıra pazarına daha çok erişim sağlamaya imkân tanıdı ve Kanada'nın
ABD'ye yaptığı otomobil ihracatına sınırlama getirdi. Yapılan açıklamada "Bugün
Kanada ve ABD, Meksika'nın da yanında 21. yüzyıla uygun ve modernleştirilmiş yeni
bir ticaret anlaşması üzerinde uzlaştı" denildi.

Anlaşmanın "işçilere, çiftçilere ve iş sahiplerine daha serbest bir pazar, adil bir ticaret
ve bölgede güçlü ekonomik büyüme sağlayacağı" ifade edildi. Böylece NAFTA
anlaşmasını tamamen ortadan kaldıran Trump, seçim öncesi vadettiği bir konuda
başarıya ulaşmış oluyordu. Ancak bundan önce aslında bizi de çok yakından ilgilendiren
ABD-AB arasındaki Serbest Ticarete ilişkin görüşmeleri dondurdu. Halen bile konu hiç
konuşulmuyor. Obama yönetiminin üzerinde çok çalıştığı Pasifik Kıyısı anlaşmasını da
iptal etti ve bu türden bir anlaşmanın ABD ne zarar vereceğini söyledi. ABD’li otomobil
üreticilerini üretimlerini Meksika’dan ABD’ye kaydırmaları aksi takdirde yüksek vergi
ödemek zorunda kalacakları konusunda tehdit etti. Türkiye’nin de dâhil olduğu bazı ülke
gruplarına çelik ve alüminyum ithalatında vergi uygulamaya başladı. En önemlisi Çin’in
ABD ile olan ticarette adil ve dürüst olmadığı gerekçesi ile bu ülkeden yapılan hemen
hemen her kalem ürüne uygulanan gümrük vergisi oranlarını artırdı.

180
Özellikle Çin’e yönelik vergi uygulamaları ünlü iktisatçı Paul Krugman
tarafından üç konuda ciddi eleştiriye tutuldu. Bunlar:
a. ABD’nin Çin’den yaptığı ithalat ABD’nin üretimi için hammadde ve
malzemeden oluşuyor. Bu ürünlerin fiyatlarının artması ABD ürünlerinin
fiyatlarını artıracak bu da ABD’nin uluslararası rekabet gücünü
etkileyecek.
b. ABD’nin içeriye vergi nedeniyle fiyatı artmış olan ürünleri ithal etmesi,
içeride malların fiyatlarını artıracak, bu da ABD’de enflasyonun artmasına
neden olacak.
c. ABD’nin Çin’e uyguladığı yaptırımlar nedeniyle Çin Yuanı’nın değeri
düşecek ve bu değer düşüklüğü nedeniyle ucuzlayacak Çin ürünleri başka
ülke pazarlarında daha fazla satılabilir hale gelecek. Bu da Çin’in

181
kaybettiği ABD pazarının başka ülkelerle telafisini sağlayacağı için işe
yaramaz bir önlem olacak.

Şu ana kadar Krugman’ın öngörüleri gerçekleşmedi ve ABD uyguladığı yaptırım


politikası ile Çin’i adil ticaret yapmaya zorladı. Ama bu politikalar iki beklenmez etki
doğurdu. Birincisi küresel ekonomide durgunluk başladı ikincisi ise bir araya gelmesi
çok zor olan ülkeler ticaret ortaklıkları kurmaya başladılar (Örnek: Çin ve Japonya
arasında uzun zaman sonra varılan anlaşma-AB ile Japonya arasındaki Serbest Ticaret
Anlaşması - Rusya ile Çin arasındaki ticaretin Çin Yuanı üzerinden yapılması yönünde
anlaşma – Rusya Merkez Bankası’nın ABD Doları cinsinden rezerv varlıklarını
azaltması)

Yapay Zekâ ve Robotlar Dünya Ekonomisini Nasıl Etkileyecek?

Dünya daha fazla dijital hale geliyor. Son 20 yılda yaşanan dijital dönüşüm gelecek 20
yılda daha hızlı olarak şekillenecek. Üretimde otomasyon artık hizmet sektöründe de
robotların çalıştığı bir alana dönüştü. Bu dijital ve teknolojik dönüşüm sayesinde
bilginin dünyanın bir yerinden diğerine ulaşması milisaniyelerle ölçülüyor. Yapay zekâ
finans sektöründe çoktan yerini aldı ve algoritmalar vasıtasıyla en küçük ekonomik
değişene varıncaya kadar programlanabilen satın alma ve satışlar borsaların bir yandan
hacimlerine katkı sağlarken diğer taraftan sermaye piyasalarındaki hareketler çok ani ve
sert olmaya başladı.

Dijitalleşme nedeniyle gelecekte en büyük işgücü kaybının yaşanacağı alanlar birisi


finans sektörü. İnsansız şubeler, insan yerine karar veren yapay zekâlar bu alanda fazlası
ile hâkim olacak. Savunma sanayinde kullanılan akıllı silahları ve harp mekanizmalarını
kontrol etmek de ancak yapay zekâlar ile mümkün olacak. Otomobil sanayinin yönü salt
otomobil üretiminden yazılım üretimine doğru kaymaya başladı. Otomobil üretmek
artık yüksek teknolojiye de sahip olmayı zorunlu kılıyor. Avukatlık gibi kanun ve
mevzuat bilmeyi gerektiren bazı meslekler çok yakında tarihe karışacak. Yapay zekânın
hâkimlik yaptığı mahkemelerde insan sanıkları yapay zekâya sahip avukatlar savunacak.
Devletler tarafından verilen hizmetler dijital teknolojiler sayesinde hem daha hızlı
olacak hem bürokrasi azalacak hem de maliyetler düşecek. Dijital paralar fiziki paraların
yerini alacak. Burada yeni bir sarmal bizi bekliyor. Dijitalleşemeyen nesil nasıl iş
182
bulacak? Yapay zekâların kapsadığı alanlarda insanlar nasıl iş bulacak? Maliyetler
azalırken sosyal bozulmaları nasıl ortadan kaldıracağız?

Ekonomik Değerlendirmeleriniz Çerçevesinde Türkiye’nin 2050 için resmini çizer


misiniz?

Yarını bile öngörmekte çok zorlandığımız bir


Türkiye’de 2019 yılından 2050 yılını Türkiye’nin en büyük fırsatı
öngörebilmek çok mümkün değil. Ancak genç nüfusu iken aynı zamanda
yüksek standart veremediği bu
bugünkü pencere açıklığından baktığımızda genç nüfus Türkiye’nin
fırsatlar-tehditler-avantajlar ve eksiklikleri ekonomik gelişimi için en büyük
tehdit konumunda.
temel alarak bir inceleme yapmaya
çalışayım.

Eğitim sisteminde sürekli yapılan değişiklikler, eğitimde niteliğin değil niceliğin ön


plana alanmış olması, bilimsellikten uzak sorgulayıcı bir genç nüfus yerine daha
kabullenici ve maneviyatçı bir genç nüfus ile özlenen gelişmeyi sağlayabilmek çok
mümkün değil. Üniversitelerin Matematik-Fizik-Kimya-Biyoloji gibi temel bilim
alanlarını seçilmediği için kapanma tehdidiyle karşı karşıya iken daha düşük bir profile
sahip genç nüfusun sanayide büyümeyi sağlayabilecek faydalı model ve tasarım
yapmaktan uzak olması, yüksek teknolojiye sahip alanlarda istihdam edilecek
personelin de zamanla olmaması tehdidini beraberinde taşıyor. Bununla birlikte ülkenin
işgücü ihtiyaç envanterinin olmaması da ayrı bir sorun olarak duruyor. Yani 2050
yılında ne kadar hekime, ne kadar veterinere, ne kadar hemşireye, ne kadar mühendise,
ne kadar işletme ve iktisatçıya ihtiyacımız olacağını bilemiyoruz. Eğitimde bir
modelimiz yok. Üniversiteler işsizliği 4 yıl erteleyen kurumlar olarak ekonomi
içerisindeki yerlerini koruyorlar. Patent alma, faydalı model ve buluş yapmada ileri
dünya ülkelerinin çok gerisindeyiz. Kültür ve sanat alanında büyük eksiklikler nedeniyle
gençler tekdüze yetişiyorlar. O nedenle genç nüfus hem avantajımız ama daha çok
dezavantajımız olarak duruyor.

Pergelle çizsek Türkiye’nin Avrupa’nın önemli merkezlerine en fazla 3 saatlik mesafede


olması lojistik anlamda Türkiye açısından bir avantaj olarak gözüküyor. Limanların
kullanım azlığı denizlerden yeteri kadar yararlanmamızı azaltıyor. Ancak yatay coğrafi
183
konum aynı anda pek çok mevsimin yaşanmasına imkân tanıması nedeniyle Türkiye’yi
doğal bir turizm ülkesi haline getirmiş durumda. En büyük avantajlarımızdan birisi de
bu. Küresel üretimin yavaş yavaş Çin dışına kaymış olması Türkiye açısından bir fırsat.
Avrupa Birliği ile müzakere yürüten ülke konumunda olmak bu fırsatı perçinlerken, AB
ile karşılıklı gerginleşen ilişkiler bu fırsattan yararlanmamız önündeki engel. Türkiye
2050 yılında rekabetçi, daha demokratik, bireyin özgürlüğünü benimsemiş, mülkiyet
hakkını tanımış ve bunu sınırlandıracak tüm uygulamaları reddeden, bilimin gücüne
inanmış ve her alanda bilimsel düşünmeyi öne alan bir ülke olursa önü çok açık. Bunları
yapmadığı ya da inanmadığı takdirde geriden gelen ülkelerin Türkiye’yi geçmesine
şaşırmamak lazım.

Türkiye neden Orta Gelir Tuzağından Çıkamıyor?

MÜSİAD 2012 Türkiye Raporu Sf.96’da Orta Gelir Tuzağına ilişkin şu önemli tespitte
bulunulmuştu;

Orta gelir tuzağı, iktisat literatüründe yeni bir kavram değildir. Orta gelir seviyesine
ulaşmış ekonomilerin, çok uzun yıllar boyunca bu seviyede kalıp, yüksek gelirli grup
seviyesine sıçrayamamalarını ifade etmektedir. Orta gelir tuzağını daha detaylı
irdelemeden önce, genel olarak “gelir tuzağı” ifadesinin ne anlama geldiğini anlamakta
fayda vardır. Nitekim gelir tuzakları, “orta gelir” seviyesinde ortaya çıkabileceği gibi,
düşük gelirde de karşımıza çıkabilir. Aynı zamanda yüksek gelirli ülkelerde de yapısal
sorunlar nedeniyle de gelir seviyesinde düşüşler görülebilir. Ülkelerde kişi başı geliri
veri alan ve ağırlıklı olarak Satınalma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre kişi başı geliri dolar
cinsinden ölçen bu kavram, bir ülkenin belli bir gelir seviyesinde içine girdiği kısır
döngüye işaret etmektedir. Buna göre, gelir tuzağına düşmüş ülkeler, çok uzun süre bu
seviyede kalmakta ve bir üst kademeye geçememektedirler. Uzun vadede büyüme hızını
belli bir oranda götürebilen ekonomiler, sağlıklı olup, geleceğe umutla bakmaktadırlar.
Zira düşük gelirli ancak istikrarlı büyüyen bir ekonomi belli bir süre sonra orta gelirli,
orta gelirli ve istikrarlı büyüyen bir ekonomi ise yüksek gelirli ülke kategorisine
geçecektir.

2004-2011 döneminde orta gelir düzeyine geçen Türkiye, aradan geçen yıllarda bu
girdabın içerisinden çıkamadığı gibi 2018 yılı itibariyle kişi başına düşen milli gelirin
184
9.600 dolar seviyelerine gelmesi ile artık orta gelir düzeyindeki ülkeler arasından düşük-
üst gelir grubu ülkeler arasına girmiştir. Orta gelir düzeyinden çıkamamanın nedenleri
aşağıdaki gibi sıralanabilir.

1. Uzun dönemli fiyat istikrarının bir türlü sağlanamaması


2. Uzun dönemli finansal istikrarın sağlanamaması
3. Üretim modelinin dış borca dayalı yapıdan kurtulamamış olması
4. Maliye politikalarının ülke ekonomisinin büyümesine katkı sağlayacak bir
yapıya oturtulamaması, bu alanda disiplin sağlanamaması
5. Tarım politikasının olmaması nedeniyle tarımın ülke büyümesini sürekli
aşağıya çekmesi
6. Sadece İstanbul özelinde bir büyümenin olması, diğer şehirlerin gerek
ekonomileri gerekse de sosyal yapıları ile İstanbul ölçeğinde gelişememesi
7. Teşvik politikalarının hatalı uygulanması ve kıt kaynakların heba edilmesi
8. İhracatta düşük teknoloji ürünlerden yüksek teknoloji ürünlere geçiş
yapılamaması
9. Ar-Ge Etkinliğinin sağlanamaması
10. Teknolojik alt yapının büyümeyi teşvik edici olmaktan uzak olması
11. Eğitim de bilimsellikten uzaklaşılması ve büyümeyi sağlayacak teknolojiye
uygun eleman yetiştirilememesi
12. İşgücüne katılım oranının bir türlü gelişmiş ülke düzeyine getirilememesi
13. Finansal piyasaların gelişememesi
14. İşgücü verimliliğinin artırılamaması
15. Yatırım ortamının iyileştirilememesi
16. Bölgesel gelişmişlik farklılıklarının azaltılamamış olması

Tabii ki bu sayılanlara eklemeler yapılabilir. Ancak aradan geçen onca yılda yukarıda
sayılan tüm bu konularda iyileşmeler yapılamamış olmasını normal karşılamak da
mümkün değildir. Arkamızdan gelen birçok ülkenin bizi geçtiği gerçeğini unutmamak
gerekir.

185
Yapısal Reformlar Hakkındaki Düşünceleriniz Nelerdir?

Ekonomide son beş yıldır üzerinde en çok konuşulan konuların başında yapısal
reformlar gelir. Yapısal reform
kavramı sürekli dillendirilmesine
Ülkenin genel refah düzeyinin
karşılık yine de toplum genelinde artırılması, daha modern bir yapıya
yapısal anlamda ne yapılması hususu kavuşturulması için her alanda
yapılması gereken bir eylemler
çok açık değildir. Oysa yapısal reform dizisidir.
sadece ekonomiye yönelik sihirli bir
kelime değildir.

Basitçe kötü olandan vazgeçilip, iyi olan ne ise onun uygulanmasıdır. Bizden daha
başarılı ülkeler yüksek gelir ve yaşam düzeyine ulaşmak için ne yaptılar ise en azından
aynı ya da benzer şeyler yapmaktır. Bu anlamda yapısal reformları belli başlı alanlarda
sırlamak gerekirse ilk önce adaletten başlamak gerekir. En köklü yapısal reform “herkes
için eşit” herkesin mevki, ekonomik durum, inanç ve ırk farkı gözetilmeden eşit olduğu”
bir adalet sisteminin ülkede yerleştirmek gerekiyor. Bu zaten başlı başına köklü bir
reform. Mülkiyet hakkı konusunda mutlaka ilerleme kaydetmek lazım. Mülkiyet
hakkını güvence altına almadan yabancıları gelmesi mümkün değil. 1970’li yıllarda
İrlanda ve Meksika gelişme yolunda benzer verilere sahipti. Meksika mülkiyet hakkını
önemsemedi ve hala gelişmeye çalışan bir ülke. İrlanda ise mülkiyet hakkını sıkı
yasalarla güvence altına aldı. Bugün dünyanın en çok yabancı yatırımcı çeken
ülkelerinden biri. Ticaret Mahkemelerinde tek kişilik hakimliklerle mahkeme sayısını
artırmak bir reformdu. Ancak bu reformdan baskılar yoluyla vazgeçildi ve tekrar eski
sisteme geri dönüldü.

Eğitim alanında reform şart. Özellikle orta


Köy Enstitüleri bu topraklardaki en
öğretimde mesleki eğitimi vermekte
büyük reformlardan biriydi. Benzer
zorlanıyoruz. Üretimde en çok ihtiyaç bir yapıyı eğitim sistemine geri
duyulan ise mesleki eğitime sahip gençler. döndürmek gerekli.

186
Eğitimin maneviyattan ziyade bilimi esas alan, sorgulayıcı, ezberden uzak bir yapıya
kavuşturulması gerekli.

Tarımda ilk iş köyleri kalkındırmaktan geçiyor. Mutlak suretle modern köy projesi
hayata geçirilerek köy hayatı özendirilmeli. Mevcut şekliyle birer huzur evi olarak işlev
görüyor. Tarımda yerli tohum üretimi, yerli hayvan ırkı üretimi, köylerde ortak makine
parkı, ortak hayvan barınağı oluşturulması gerekli. Ayrıca en köklü reformlardan birisi
mevcut kooperatiflerin tamamına yakınını ortadan kaldırarak yeni bir kooperatifleşme
hamlesi başlatmak gerekiyor. İyi işleyen kooperatifler Türk Modeli olarak
yaygınlaştırılabilir. Mutlaka bir kooperatif bankası kurmak lazım. Bunu da bir yapısal
reform olarak görmek lazım. Sanayide üretim modelinin ithalata değil yerli üreteme
dayalı bir yapıya kademeli olarak kavuşturulması lazım.

Özetle yapısal reformlar sadece ekonomiye ait reformlar değil. Bu reformları her alana
yayabiliriz.

Bireysel tasarrufu artırmak için benim önerim “Zekât Fonu” kurulması. Mikro Finans
ile desteklenecek bu fon sayesinde üretemeyen çok küçük sermaye sahibi kişileri sosyal
yardımlaşma olgusuyla bütünleştirip, ekonominin içerisine çekmemiz mümkün
olacaktır.

TCMB’nin aldığı kararları Nasıl Değerlendiriyorsunuz?

Merkez Bankası her zaman eleştiri oklarının en çok yöneldiği kurumların başında gelir.
Ekonomiye doğrudan etkisi olması açısından bu eleştiriler normaldir de. Bu nedenle
Merkez Bankası alınganlık duygusundan tamamen sıyrılmış ve eleştirilerin tamamını
dikkate alan bir yapı içerisinde olmalıdır. Merkez Bankasının aldığı kararları
eleştirmekten ziyade ki bu kararların bir kısmı son derece başarılı, bir kısmı ise geciktiği
için ekonomiye etkisi başarısız olmuştur. Benim üzerinde durmak istediğim nasıl bir
Merkez Bankası olmalıdır sorusuna cevap olacak hususlardır. Buna göre; modern bir
Merkez Bankası mutlaka şeffaf olmalıdır. TCMB bu şeffaflığa Para Politikası Kurulu
toplantı tutanaklarını kamuoyu ile paylaşmakla başlayabilir. İkinci husus, modern bir
Merkez Bankası’nda dış raporlama alanında mutlaka yabancıların da istihdam ediliyor
olması gerekir. Yabancı dil biliyor olmak yabancıları tanımak anlamına gelmez.

187
Yabancı raportörler yabancı piyasaların neler düşündüğünü, ne yapılırsa nasıl hareket
edeceklerini bilirler. O nedenle sadece yerellerle çalışmak bu alanda eksik kalmak
anlamına gelecektir. Merkez Bankası başkanı, başkan yardımcıları piyasalarla iletişim
içerisinde olmalıdır. Bunun için medya önüne çıkmaktan, firmalarla temas kurmaktan
kaçınmamalıdır. Merkez Bankası araştırma çalışmaları daha güncel konulara
değinebilen ve çözüm önerileri getirebilen tarzda olmalıdır. Bu konuda İngiltere Merkez
Bankası çalışmaları dikkate alınabilir. Belki bir reformist yaklaşım olarak bölgesel
merkez bankaları oluşturulabilir. Bu şekilde bölgelerin ekonomik durumlarını çok daha
iyi analiz eden, bölge farklılıklarına göre rapor mekanizmasını sürekli çalıştıran bir yapı
kendini de dinamik tutacaktır.

Faiz Enflasyon İlişkisini Yorumlar mısınız?

Faiz, enflasyonu belli bir hedefe getirmekle yükümlü olan Merkez Bankası’nın elindeki
temel araçtır. Enflasyon ise fiyatlar genel düzeyindeki artıştır. Enflasyonun etkisinden
arındırılmış getiriye de reel getiri denir. Bir ülke düşünelim. Bu ülkenin risk primi
hemen hemen yok varsayılsın. Yine bu ülkede mevduata uygulanan yıllık faiz 20 puan
olsun. Enflasyon 18 puan ise yatırımcını reel getirisi kabaca 2 puandır. İşte faiz bu
anlamda yatırımcının bir finansal araçta enflasyondan fazla getiri elde etmesini sağlayan
ve bunu belirleyen de bir araçtır aynı zamanda. O halde enflasyonun düştüğü yerde reel
getiriyi sağlamak daha düşük bir faiz oranı ile mümkünken, yüksek enflasyonun olduğu
bir ülkede yatırımcıyı ikna etmek için enflasyondan daha yüksek bir faiz vaat etmek
gerekecektir.

Öte yandan yine bir ülke düşünelim. Bu ülkede üretim kapasitesi 100 birim olsun. Yine
bu ülkede talep üretim miktarından daha fazla 110 birim olsun. İşte faiz burada da
devreye girer. Bu durumda o ülkenin Merkez Bankası faizi yükselterek üretimi zorlayan
talebi kısar. Talebin azalmasıyla birlikte daralan kapasite nedeniyle o ülkenin üretimi
tekrar üretim kapasitesi olan 100 birime geri döner. Fiyatlar üzerindeki arz talep
dengesindeki talepten dolayı ortaya çıkan yukarı fiyat hareketi önlenmiş olur ve
enflasyon riski ortadan kalkar. O halde faiz enflasyon dengesinde faizin yönünü
belirleyen bizatihi enflasyonun kendisidir. Aksi durum ekonomiye farklı bir yorum

188
getirmektedir. Bu yorum ispatı gerektirir. Nitekim hâlihazırda aksi ispat edilene kadar
faiz enflasyon ilişkisi izah edildiği şekilde hareket eder.

Türkiye’nin bir Ekonomik Birlikte Olması Gerekirse Bu Hangisi Olmalıdır?

Türkiye için AB üyeliği hedefi iki


açıdan büyük önem taşır. Birincisi Türkiye için vazgeçilmez hedef
Batılılaşma olmalıdır. Bu nedenle
bireysel hak ve özgürlüklerin gelişmesi,
belki hiç girilmeyecek bile olsa
daha demokratik bir tolum düzeni, Avrupa Birliği mutlaka ulaşılması
karşılıklı olarak birbirine saygı, düşünce gereken bir hedeftir.

özgürlüğünün yerleşmesi açısından


Avrupa Projesi Türkiye’ye büyük bir değer katacak projedir. Avrupa standartlarının
tavizsiz etkin olduğu bir Türkiye’de herkes yaşamak ister. İkincisi ise ekonomik açıdan
daha refah, daha rekabetçi bir ekonomik yapı için Avrupa Birliği projesi yine
vazgeçilmez bir unsur olarak karşımıza çıkar. Örneğin Gümrük Birliği sadece
ürettiğimiz mallarda yüksek nitelikli standartlar yakalamamızı sağlamadı aynı zamanda
Avrupa rekabeti ile nasıl başa çıkmamız konusunda bize yaşayarak, görerek ve
öğrenerek büyük bir rehberlik sağladı. Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye dış
ticaretindeki yeri tartışma götürmez. Diğer bir husus ise küresel pazarın katma değeri en
yüksek olduğu ülkeler grubu Avrupa Birliği içerisinde yer almakta. Bu nedenle hem
coğrafi yakınlık hem kültürel geçmiş ve birliktelik Türkiye’nin Avrupa Birliği olan
ilişkiden elde edeceği karşılıklı kazanımların çok daha fazla olacağını bize göstermekte.
Türkiye’ye gelen yabancı sermaye akımına baktığımızda, Türkiye’nin AB ile
ilişkilerinin en yoğun olduğu dönemlerde en yüksek sermaye akımına maruz kaldığını,
ilişkilerin azaldığı dönemlerde ise sermaye akımlarının hızının yavaşladığını kolaylıkla
görmekteyiz. Bir gün gelip de Avrupa Birliği’ne tam üye olarak adaylığımızın oylaması
söz konusu olduğunda, bu ana kadar sağlanan gelişimin Türkiye’nin tek başına kalsa
yapamayacağı ya da yapmak istemeyeceği pek çok unsuru bünyesinde barındırdığını
göreceğiz. O nedenle Türkiye’nin yönü mutlaka Batı, içinde bulunması gerekli
birliktelik de mutlaka Avrupa Birliği’dir.

189
Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu Süreçteki Rolü Ne
Olur?

Buhar gücünün keşfi sanayi devrimin başlaması için en büyük etkendi. 18. yüzyılın
sonlarında fabrikalarda buhar gücüyle çalışan makineler kullanılmaya başlandı ve o ana
kadar hayal etmesi bile güç olan üretim gücü ve hacmine ulaşıldı. 20. yüzyılın başında
ise bu kez en büyük devrimlerden biri gerçekleşti ve elektriğin sanayide kullanımı ile
seri üretim dediğimiz üretim yapısı fabrikaları hiç durmadan çalışan birer yapıya
büründürdü. 1970’li yıllar ise elektronik ve bilgi teknolojilerinin yılıydı. Sanayide bu
sayede otomasyona geçiş sağladı. Artık daha az emek daha çok teknoloji ile daha hızlı
ve ucuz üretim mümkündü. Şimdi ise bambaşka bir konuyu tartışır hale geldik. Öyle
ki, siber-fiziksel sistemler ve dinamik veri işleme ile değer zincirlerinin uçtan uca
bağlandığı bu yeni dönemin adı Sanayi 4.0.

Türkiye maalesef an itibariyle Sanayi 4.0 sıfırın çok gerisinde. Sanayi 3.0 sürecini daha
tamamlayamadan 4.0 sürecine geçme çalışmaları çok aceleci olarak duruyor. Bunun için
uygun alt yapının sağlanması bir meydan okuma olarak hala dururken, Sanayi 4.0
sürecine uygun insan gücünü yetiştirmekte hala çok gerilerdeyiz. O halde Sanayi 4.0
için en acil konu beşeri kaynağın temini olarak duruyor. Bu da Sanayi 4.0 sürecine
uygun insan modelini yetiştirmekten geçiyor. Diğer önemli bir konu ise üretimde
süreklilik. Maalesef Türkiye’nin sürekli olarak bir ekonomik dalgalanma ile karşı
karşıya olması, yüksek teknoloji gerektiren unsurlara yatırım yapmasını ya engelliyor
ya da Türkiye bunları ötelemek zorunda kalıyor. Ancak yine de yapılan birçok şeyi göz
ardı etmek haksızlık olur. Özellikle E-Türkiye uygulaması daha dijital bir Türkiye’ye
geçmek yolunda yapılan önemli bir proje ve buradaki gelişmeler oldukça hızlı ilerliyor.
Siber güvenlik konusu ise bu alanda ulusal bir mesele olarak herkesçe dikkate alınması
gereken bir konu. Özellikle bu konuya ilişkin olarak milli bir politikanın gelişmesi,
bunun partiler üstü ortak bir akılla yapılması ve herkesin bu konuya katkı sağlaması şart.
Hala bu konuda yapılmamış onlarca ev ödevimiz var ve dünya siber güvenlik konusunu
tartışırken dışarıda kalmamız lazım. Eğitimde başta olmak üzere sağlıkta ve diğer başka
alanlarda zenginleştirilmiş gerçeklik konusuna eğilmemiz gerekiyor. Eğitimde
kullanılacak zenginleştirilmiş gerçeklik hem öğrenmeyi kolaylaştırırken hem de eğitim

190
maliyetlerini oldukça aşağıya çekiyor. Bu önemli konuyu salt tabletler ve akıllı tahtalar
boyutu ile düşünmemek lazım. Almanya Sanayi 4.0 dönüşümü konusunda en önemli
ülkelerden birisi ve kanımca model olarak alınması gerekiyor.

Hocam işsizlik büyük sorun. Sizce işsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İşsizlik çok uzun yıllardır Türkiye’nin en önemli yapısal sorunlarından birisi. İşsizliğin
en temel sebeplerinden birisinin ülkece uzun zamandır üretmekten vazgeçmek olduğunu
düşünüyorum. Üretmediğiniz zaman yeni istihdam alanları oluşturamazsınız. Planlı
üretimden vazgeçmemizin de bunda etkisi olduğu şüphesiz ama asıl neden ucuza yapılan
ithalat ve üretici üzerindeki vergisel yükler. Üretici bu yükleri taşımak yerine ithalat
yoluyla ticaret yapmayı tercih ediyor. Daralan üretim alanlarında ise istihdam yaratmak
mümkün olmuyor. İşsizliğe kalıcı çözüm bulabilmek için öncelikle bir işgücü envanteri
yapmak ve sektörlerin gelecek 20 yıldaki hareketlerine göre bu sektörlerin ihtiyaç
duyacağı işgücü sayısını planlamak gerekiyor. Üniversitelerde açılan bölümleri de bu
ihtiyaca göre planlamak gerekli. Kayıt dışı istihdam da istihdam önündeki en büyük
engellerden biri. Ancak bir yandan kayıt dışı istihdamı kayıt altına almaya çalışmak
diğer taraftan artan üretim maliyetleri nedeniyle firmaların rekabet edebilirliğini
etkileyebileceği için bu konuda yapılan çalışmalar çok fazla ilerleme kaydedemiyor.

Kadının işgücüne katılımı açısından mikro finans imkanları geliştirilmeli. Kâr amacı
gütmeyen bazı vakıf ve dernekler bu konuda örnek alınması gereken çalışmalar
yaparken, imkanların kısıtlı kalması nedeniyle birçok kadına ulaşamıyorlar. Oysa bu
mikro finans konusunun devlet eliyle yürütülüyor olması daha çok kişiyi ekonomiye
kazandırmak açısından önemli. Planlı ekonomiye tekrar geri dönmek ve özellikle özel
sektörün gitmediği ya da gitmekten imtina ettiği yerlere devletin üretim tesisleri kurarak
öncü olması da gerekli şartlardan biri. Hizmet sektörünün istihdamın büyük yükünü
çektiği gerçeği ile hizmet sektörüne ilişkin özellikli bölgelerin kurulması bu konuda
yardımcı olabilecek bir çalışma olacaktır. Örneğin sağlık serbest bölgeleri yoluyla hem
görece üstün olduğumuz bir sektörü geliştirme imkânı ortaya çıkarken hem de bu
bölgelerde kontrollü istihdam artışı yoluyla kalıcı etkiler sağlanabilir. Tarım alanında
yapılacak reformlar ile tarım istihdamı da artırılabilecek alanlardan birisi olarak
duruyor. Buradaki en önemli konu sosyal güvenlik kapsamının genişlemesi.

191
Yatırımcılara Piyasalar İçin Vereceğiniz Tavsiyeler Nelerdir?

Yatırımcılar öncelikle herhangi bir yatırıma girmeden önce yatırım yapacağı varlığı ne
kadar süre ile elinde tutacağını ve bu yatırım dönemi boyunca ne kadar kar oranı
beklediğini kesinlikle belirlemeli. Beklediği kar oranını yakalayınca da daha fazla kar
hırsına kapılmadan bu varlığı realize etmeli. Yatırımcının en büyük düşmanı aşırı kar
hırsıdır. Yakaladığı karı realize etmesi gereken yeri yeterli görmeyen yatırımcı ulaştığı
karlılık tutarını çok kısa zamanda kaybedebilir. Özellikle hisse senedine yatırım yapan
yatırımcının hisse senedine âşık olmaması gerekir. Fiyatı belirli bir rakama gelmiş ve
arzulanan karı yakalamış senet elden çıkarıldıktan sonra düşen fiyattan tekrar
toplanabilir. Yatırımcının yatırım portföyü içerisinde tüm riskli yatırım araçları aynı
anda yer almamalıdır. Bütün yumurtaları aynı sepette taşımak hepsini kaybetme
olasılığını da artırır. O nedenle yatırımcı ne kadarlık bir riski taşıyabileceğini de önceden
bilmelidir. Yatırımcı yatırım yapacağı yatırım aracının özelliklerini öğrenmeden asla
yatırım yapmamalıdır. Bilanço-Gelir Tablosu ve Nakit Akım Tablosu ilişkisini en az
düzeyde bile olsa bilmelidir. Yatırım araçları konusunda en iyi bilenlerin portföy
yöneticileri olduğunu bilerek hareket etmeli ve yatırımlarını kurumsal şirketler
üzerinden yönetmelidir. Portföy yönetim şirketlerine ödenmek istenmeyen komisyon
ücret maliyetlerinin portföyü kaybetme maliyetinden daha düşük olduğu asla
unutulmamalıdır. Yatırımcı mutlaka piyasa hareketlerinin sonuçlarını görebilmeli,
nedensellik bağını kurabilmelidir.

Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size Göre İyi Bir
Ekonomistin Taşıması Gereken Özellikler Nelerdir?

Ekonomist adayı öğrenciler öncelikle bu dalda nasıl faaliyet göstereceklerini,


kendilerinden ne beklendiğini, bu dalın kendilerine uygun olup olmadığını bilmek
zorundalar. Eğer bu alanın kendilerine uygun olmadığını düşünüyorlarsa bu alanda
faaliyet gösterebilmeleri çok kolay değil. Ekonomiyi bir bütün olarak ele alıp, öncelikle
ekonomi teorilerini iyi öğrenmeliler. Bunun için iktisat bilimini bir üst bilim dalı olarak
kabul etmeleri ve mutlaka öğrenmeleri gerekiyor. Diğer tüm birimler iktisat altındaki
bilim dallarıdır. Uzmanlaşma şart. O nedenle her şeyi biraz bilmek yerine uzmanı
ocakları konuyu en iyi bilmeyi tercih etmeliler. Yabancı dil bu alanın vazgeçilmezi.

192
Yabancı dil derken de özellikle İngilizce. İngilizceyi iyi öğrenmeleri gerekiyor.
Terimleri anlamak için yazılı ve görsel yabancı basını takip etmeleri şart. Ekonomist
adayı öğrenciler analitik düşünebilmeli. Bu nedenle hangi görüşe sahip olsalar bile
mutlaka karşıt fikirleri okumalı, tahammül göstermeli. Dış dünyaya açık olmalı.
Ekonomik gelişmeleri kendi görüşü ile değil evrensel değerler ile değerlendirmeli. Fikri
hür, vicdanı hür olmalı. İyi bir gözlemci olmalı. Farklı yaşam koşullarını görüp
değerlendirebilmeli. Oturduğu yerden analiz yapmak yerine konunun geçtiği yeri,
sanayiyi görmeli. O yerdeki insanları dinlemeli. Mutlaka not tutmalı. Hafıza ne kadar
kuvvetli olursa olsun mutlaka yazıya dökmeli. Neden ve sonuçları birbirine
bağlayabilmeli. Çok okumalı. Bu okumalar sadece ekonomik kitap ve kaynaklarla sınırlı
olmamalı. Geçmiş dönemleri anlamak için bol bol roman okumalı. Örneğin Orhan
Kemal okuyan Yaşar Kemal dönemin ekonomik yapısını da öğrenmiş olur. Roman
okumak ifade yeteneğini de artırır. O nedenle asla okumaktan vazgeçmemeleri gerekir.
Mesleğinin gerektirdiği tüm sınavlara girip mesleki sertifikalarını almalı. Asla
öğrenmenin bitmeyeceğini bilerek hep öğrenmeye aç ve istekli olmalı. Araştırmadan
sonuca varmamalı. Başkasının dediği ile değil, kendi vardığı sonuç ile karar vermeli.

193
PROF.DR. SADİ UZUNOĞLU

1960 doğumlu olan Sadi Uzunoğlu, Uludağ Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü
mezunudur. İstanbul Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır.
1985’de İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olmuş, aynı
fakültede akademik kariyerine devam etmiş; 2001 sonuna kadar İktisat Doçenti olarak
görev yapmıştır. Akademik kariyerine Trakya Üniversitesi İİBF’de profesör ve İktisat
Bölüm Başkanı olarak devam etmektedir.

Yurtiçi ve yurtdışında birçok makale ve çalışmaları bulunan Uzunoğlu’nun, şu anda


piyasada bulunan kendi ve/veya ortak yazarlı kitapları: “Para ve Döviz Piyasaları”,
“Temel Ekonomi”, “Finans Matematiği Çalışma Kitabı, HP Uygulamalı” “Güncel
Ekonomik Sorunlar: Dünya Ekonomisi”, “Güncel Ekonomik Sorunlar: Global Kriz”,
“Yeni Başlayanlar İçin Bankacılık”, “Yeni Başlayanlar İçin Ekonomi”, “Çağ Atlamada
Yeni Dönem”...

194
Hocam, sizce Dünya ekonomisi nereye gidiyor?

Dünya ekonomisinin bugün ve yarınını anlayabilmek için temelde “kapitalist


ekonominin işleyiş biçimini ve kriz” kavramını ele almak gerekiyor. Bu konu 1700’lü
yıllardan bu yana birçok iktisatçı tarafından ele alınmış. A. Smith kapitalizmin işleyiş
biçimini ortaya koyarken, “kriz” konusu sistematik olarak Ricardo ve Malthus
tarafından tartışılmaya başlanmış. Özellikle 1797’de altın Standardının terk
edilmesinden sonra sıklıkla yaşanan savaşların sonucunda artan kamu harcamalarının
borç ile finanse edilmesi sorun teşkil etmeye başlamış; önce enflasyon yükselmiş, reel
faiz oranları gerilemiştir. Sonrasında (1821) tekrar altın standardına dönen İngiltere bu
kez para kıtlığı nedeniyle düşen fiyatlar ve yüksek faiz ile karşı karşıya kalmıştır.
Sonuçta 1825 krizi patlamış ve birçok banka ve şirket piyasayı terk etmişti.

Bu krizin ortaya çıkmasında ilk kez sorumlu olarak 1797’de para sisteminin askıya
alınması gösterildi. Ancak dünya değişiyordu: Teknoloji ve ticarette yaşanan gelişmeler
üretim ilişkilerini değiştirmiş ve kapitalizmi doğurmuştu. Marx ve Engels yeni
sistemdeki çevrimleri (dalgalanmaları) açıklamaya koyuldu. Onlara göre; kapitalizm
durağan ve sakin bir denge ortamını değil sürekli kriz üreten dinamik bir değişim
durumuydu. Kapitalizmde sürekli kriz üreten yani dinamik dengesizlik yaratan iki temel
faktör vardı: Birincisi, kapitalizmin temel mekanizmasının kar mekanizması oluşuydu.
Kar, sermaye birikiminin kaynağını oluşturuyordu. Kar ve ücret toplam katma değerin
iki bileşeniydi. Ekonominin yükselme dönemlerinde ücretler arttığından karın payı
düşüyor, azalan kar hadleri tehdidi kapitalistlerin işlerini kaybetmelerine, makineleri
başkalarına kiralamalarına ve sonuçta daha az işçi çalıştırmalarına neden oluyordu.
İkinci konu ise üreticilerin arasında yaşanan aşırı rekabetti. Sonuç; aşırı üretim ve
ücretlerin düşük olması nedeniyle ortaya çıkan eksik talepti. Anlaşılabileceği gibi Marx
ve Engels’in kuramı “reel ekonomi” bazlıydı. Marx’dan önce çevrimler üzerinde çalışan
Clement Juglar; çevirim dönemlerini saptamış ve bu çevirimlerin nedenini; bankaların
kredi yaratması ve sonra geri çekmesindeki etkenlerle ilgili olduğunu belirtmişti.

1851-1926 döneminde yaşam süren Knut Wicksell de denge kuramına (Ricardo,


Walras) para ve krediyi ekleyerek çevrimleri açıklamaya koyuldu. Aslında Marx para

195
konusuna bir ölçüde dikkat çekmişti: Kapitalistin parayı üretime yatırması ile çıktıyı
yeniden paraya çevirmesi arasında ortaya çıkan zaman farkı sorun yaratıyordu. Wicksell
işte burada çevrimleri para kuramı ile birleştirerek yeni bir denge açıklamasına girdi:
Bankaların kredi faizi ile yatırımlardan elde edilen kar oranını (doğal faiz oranı)
karşılaştırıyordu. Eğer kredi faizi; yatırımdan elde edilen getirinin altında kalırsa
borçlanma cazip hale gelecek; tersi durumda ise kredi talebi azalacak ekonomik aktivite
daralmaya başlayacaktı. Bu nedenle çevrimlerin nedeni bankacılık sistemiydi.

Marx’ın fikirlerini benimseyen Avusturyalı iktisatçı Eugene von Böhm-Bawerk “artık


değer” ve kar kavramı üzerinde bazı açıklayıcı yanıtlar getirse de çevrimler konusunda
Marx’ın görüşlerini geliştiren öğrencisi Joseph Schumpeter oldu. Schumpeter, Ricardo
ve Walras’ın durağan denge modeline karşı çıkarak Marx’ın dinamik dengesizlik
durumunu açıklamaya koyuldu. O da Marx gibi kapitalizmin büyük çevrimsel
dönemlere sahip olduğunu kabul ediyordu. Bu çevrimleri kapitalizmin yaratıcılığı ve
yıkıcılığının bir kanıtı olarak ele aldı. Çevrimler teknolojik yeniliklerle başlıyordu:
Yenilikler banka kredileri ile destekleniyor, yeniliklerle ivmelenen ekonomik gelişmeler
bir süre devam etse de sonrasında aşırı karlar ortadan kalkıyor ve yıkım başlıyordu. Bu
süreç başka bir yenilik ortaya çıkıncaya kadar devam ediyordu. 1800’lerin ortasından
1900’lerin başına kadar Nikolay Dimitrieviç Kondratyev gibi iktisatçılar konjonktürel
dalgalanma adı verilen çevrimler, süreleri ve nedenleri üzerinde iktisadi ve siyasal
değişkenleri birleştirerek birçok kuram geliştirdiler…

Sonuç değişmedi: Kapitalist sistemde kriz istisnai bir durum değildi. 1929 Büyük
Buhranı için yapılan tüm tartışma, deneyim ve politika uygulamalarına karşın günümüze
kadar büyüklü küçüklü birçok çevrimle karşı karşıya kalındı. Öyle ki 2008 Küresel Krizi
1929’u aratmadı. 1917 Rusya’da Ekim Devrimi ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya
çıkan Sosyalist Blok dünyada uzun süreli soğuk savaşı beraberinde getirdi. 1929 Büyük
Buhranı’nın ardından uygulanan Keynesçi politikalar devletin ekonomiye müdahale ve
payını artırmıştı. Örneğin İngiltere’de 1945-51 arasında birçok sektörde kamulaştırma
yaşanmıştı. 1944’de kapitalist blokta Altına Dayalı Sabit Kur uygulaması için karar
verilmiş ve 1947’den itibaren uygulanmaya başlamıştı. IMF ve bugünkü adıyla Dünya
Bankası 1947’de devreye girdi. Göreceli bir istikrar dönemi yaşandı. Ancak 1968’den

196
itibaren dünya ekonomisinde kendini göstermeye başlayan enflasyon, uygulanan
politikaların sorgulanmasına neden oldu. 1973’de altına dayalı para sistemi
İngiltere’den başlayarak terk edildi. Kapitalist dünya kur ve faiz riski ile karşı karşıya
kaldı. Finansal türev ürünler piyasası hızla gelişmeye başladı. Bu arada 1973 ve 1979’da
yaşanan petrol şoku enflasyon ile durgunluğun birlikte (stagflasyon) yaşanmasına neden
oldu. 1979’da Keynesçi politikalar yerine Neo-liberal politikalar “moda” oldu.
İngiltere’de Thatcher hükümeti kamulaştırılan sektörleri yeniden özelleştirmeye başladı.
Birçok kapitalist ülke bu politikayı takip etti. 1970’lerde düşük faiz ortamında borçlanan
birçok Gelişmekte Olan Ülke (GOÜ) enflasyona karşı uygulanmaya başlayan yüksek
faiz politikaları sonucu 1980’lerde borçlarını çeviremez hale geldi. IMF GOÜ’lere
piyasa ekonomisi ve özelleştirme temelli reçeteler uygulatmaya başladı ve kredi ile
destekler verdi. Bu süreçlerde sermaye hareketleri serbestleştirildi. Sermaye serbestçe
istediği ülkeye girmeye başladı. 1990 başından itibaren sosyalist bloğun çökmesi;
sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kalkmış olması küreselleşme sürecini
hızlandırdı. 1994’de Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) devreye sokuldu ve uluslararası
ticaretin önündeki tüm engellerin kaldırılması için Gelişmiş Ülkeler (GÜ) ve GOÜ’ler
bir çatı altında birleşti.

1990’larda ABD’de bankacılık sektörü her türden kısıtlamadan kurtulmak istiyordu.


Mevduat ve yatırım bankacılığının birbiri ile iç içe geçmesini engelleyen Glass-Steagall
Yasası’nın bazı maddeleri değiştirildi. Finans piyasaları ve sermaye hareketleri akıl
almaz biçimde gelişmeye ve büyümeye başladı. Artan küreselleşme sonucu denetimden
uzak sermaye akımları GOÜ’lerde dengeleri bozmaya başladı. 1997 Asya Krizi,
GOÜ’lerdeki bir dizi olağanüstü ekonomik felaketten sadece birisiydi.

1997 Asya Krizi 2001 sonuna kadar tüm kapitalist ekonomilere yayıldı. 2002’de küresel
çözüm arayışları devreye girdi (G-20 toplantıları): Vergiler ve faiz oranları küresel
ölçekte düşürülecekti. Düşen faiz oranları menkul ve gayrimenkul fiyatlarının
yükselmesine; varlık fiyatlarındaki artış da bankaların daha fazla kredi vermelerine
neden oldu. Bireyler ve firmalar özellikle gelişmiş ekonomilerde yüksek borçlanma
oranları ile karşı karşıya kaldılar. Artan emtia fiyatları ve oluşan balonlar merkez
bankalarını korkuttu: Faiz oranları yükseltilmeye başladı. Borçlu kesim borcunu

197
ödeyemez hale geldi. 2007’de ABD’de Mortgage Krizi patladı. Spekülatif işlemlerle
aşırı büyüklüğe ulaşan finansal kesimde deprem yaşandı.

Kapitalist sistem pragmatikti: Piyasa


işlemediğine göre devlet devreye girecekti. Dünya ekonomisinin kâbusu
Keynesyen politikalar tekrar devreye girdi: haline gelen “düşük büyüme”
Finansal kurumlar kurtarıldı, bankaların sorunu, yüksek düzeye ulaşmış
bir bölümü kamuya devredildi. Faizler bulunan borçların nasıl çevrileceği
hızla düşürüldü yetmedi bu kez FED, BOJ, konusunu sürekli gündemde
ECB piyasalara likidite akıtarak paranın tutuyor. Finansal piyasalar bu
dolaşım hızındaki düşüşü durdurmaya gerçeği görmemeye çalışarak
çalıştı. Düşük faiz ve geniş likidite işleyişini sürdürmeye çalışıyor.
olanaklarına rağmen “reel kesim
yatırımına” dönüştürülemeyen kaynaklar emeğin verimliliğini olumsuz etkilemeye
devam ediyor.

Hocam, Çin’in yakaladığı ivme hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çin son 35 yılda ortalama yüzde 10 gibi yüksek bir büyüme oranını yakalayan nadir
ülkelerden biri. 1980’de Türkiye ekonomisi büyüklüğünde bir ekonomiye sahipken
2017’de cari fiyatlarla 12,24 trilyon USD’lık bir ekonomik büyüklüğe ulaştı. Dünya
GSYİH’nın yüzde 15.4’ünü gerçekleştiren Çin, yüzde 24.4’ünü gerçekleştiren ABD’nin
arkasından ikinci büyük ülke. Satın alma gücü paritesi (PPP) açısından bakıldığında ise
2015’den itibaren birinci sırada yer alıyor. Çin bunun dışında en büyük ihracatçı, en
fazla uluslararası rezerve sahip, en büyük otomobil, beyaz eşya ve elektronik üreticisi
ve pazarına sahip, en çok lüks mal tüketilen ülke. Demir-çelik başta olmak üzere bakır
ve alüminyum hammaddelerini en fazla kullanan ülke, dolayısıyla emtia piyasasının en
büyük fiyat belirleyicisi. Dünyadaki en büyük on bankanın en az 5’i Çin’e ait.

Çin’in hızlı ekonomik büyümesinin dinamiklerinden biri de altyapı yatırımları: ABD


büyüklüğünde bir yüz ölçüme sahip olan Çin, otoyol uzunluğunda birinci sırada.
Dünyadaki ücretli yolların yüzde 70’i de Çin’de. Dünya elektrik enerjisinin en az yüzde
20’sini üreten Çin, bu konuda da dünya birincisi.

198
Peki birçok konuda öne çıkan Çin’de ekonomik büyümenin finansmanı nasıl
gerçekleşiyor? Bir taraftan büyümeyi diğer taraftan altyapı yatırımlarını
gerçekleştirebilmeyi, devletin genel olarak finans sistemini yönlendirici rolüne
bağlamak gerekiyor. Devlet, şirketlere bol ve Merkez Bankası’nın belirlediği faiz
oranından (yüzde 10 altına inilebiliyor ancak KOBİ’lerde yüzde 30’un üzerinde) kaynak
sağlıyor. Kredi faiz oranları, 1978-2013 ortalamasında enflasyon oranının 2 puan
üzerinde gerçekleşmiş. Çin, kaynakların sınırlarını da dikkate alarak, bir reform
çerçevesinde, devlet işletmelerinin sayısını önemli ölçüde azaltmış. 2008 Küresel
krizinden etkilenen Çin krizi atlatmak için çok büyük altyapı yatırımlarına girişti.
“Gölge bankacılık” riski konusunda eleştiriler yapılmış olsa da kaynaklar büyük oranda
bu işletmelere yönlendirildi. Çin’de finansal olmayan şirketlere kullandırılan kredi
2006’da 2.5 trilyon USD iken 2018’de 19.7 trilyon USD’ye yükseldi. Çin’de 2018
itibariyle; Finans Kesimi Dışındaki Firmaların Borcunun GSYİH’ya oranı yüzde
152.9’a ulaştı ve borçluluk sıralamasında dünya yedinciliğine çıktı. Bu kredilerin içinde
özel şirketler de var ama toplam içinde payları oldukça düşük. Çin, finansal piyasaları
2000’li yılların başından itibaren büyütme kararı aldı. Birçok şirket halka arz
gerçekleştirdi. Borsadaki işlem gören şirketlerin yaklaşık yüzde 80’i 2012’de devlet
şirketlerine aitti.

Ekonomisini ihracata dayalı olarak büyütme kararı alan Çin’in uyguladığı kur politikası
da önemli. Çin’in dışa açılma dönemi olarak bilinen 1980-94 sürecinde Çin parasını
(Renbinmi-RMB) USD’ye karşı düşürerek ihraç mallarının ucuzlamasını dolayısıyla
rekabet gücünün artmasını sağladı.
1978’de USD/Yuan paritesi 1.78 iken Bugün Çin ekonomisi yüzde 6’lar
1980’de 3.0, 1980 sonunda 4, 1995’de de düzeyine düşen büyüme oranı ile
5 olarak gerçekleşti. Bunlar resmi karşı karşıya. Bunun temelinde yatan
kurlardı. 1980’lerin ortalarında ikili kur temel unsurlardan biri dünya
sistemi uygulaması vardı ve ikincil ekonomisindeki yavaşlama. Diğer
piyasada parite daha yüksekti. Kısaca taraftan Çin ve ABD arasındaki
ihracatçı getirdiği dövizin bir bölümünü ticaret savaşları da bu yavaşlamada
resmi kurdan Merkez Bankası’na etkili olmuş görünüyor.
satarken bir bölümünü ithalat yapmak

199
için ayırabiliyor veya yüksek kurdan satabiliyordu. Bu sisteme 1994’de resmi kur ile
serbest kur arasındaki farkın yükselmesi sonucu son verildi. Böylece, serbest piyasa
kurunu dikkate alan, kurların bankalararası piyasada belirlendiği “kontrollü
dalgalanma” adı verilen bir sisteme geçildi. Bu politikalar Çin’i dünyanın en büyük
ihracatçısı haline getirdi. 2005’den sonra “kontrollü değerlenme” sistemine geçilmiş
olsa da Çin rekabet gücünü devam ettirdi.

Peki ABD’nin durumu ne olacak?

ABD ekonomisi genişlemeci para politikalarının ardından hızla toparlanmış gibi


görünse de düşük büyüme sorunu ile karşı karşıya. Gerek Dünya Bankası (WB) gerekse
IMF dünya ekonomisindeki yavaşlamayı teyit ederken; 2019 için yaptığı tahminlerde
ABD’nin yüzde 2.5; 2020’de de yüzde 1.8 büyüyeceğini belirtiyor. Oysa 2018’de ABD
büyümesi yüzde 2.8 civarında gerçekleşmişti. ABD’nin bu büyüme oranları ile gitmesi
halinde en fazla 10 yıl içinde cari fiyatlarla GSYİH sıralamasında birinci sırayı Çin’e
kaptırması bekleniyor.

Uzun yıllardır yüksek tasarruf açığının sonucu olarak en büyük dış açığı veren ABD’nin
GSYİH’sından fazla kamu borcu, yine GSYİH’nın iki katına ulaşan hane halkı ve firma
borcu bulunuyor. OECD ülkeleri içinde Meksika ve Türkiye ile birlikte gelir dağılımının
en bozuk olduğu ülkelerden biri.

Uzun süredir uzun vadeli faiz oranlarının düşük olması nedeniyle, oligopol piyasa yapısı
dolayısıyla emek verimliliğini artıracak yatırımlar maalesef yapılamamış; artan likidite
finansal piyasalarda ve emlak piyasasında balon oluşumuna neden olmuş. Bu arada
finans kesimi dışındaki firmaların kredi borcu 2006’da 8.5 trilyon USD iken 15 trilyona
yani GSYİH’nın yüzde 74’üne ulaşmış.

Bu koşullarda iktidara gelen Trump’ın söylemleri hayli etkileyici oldu ki tüm


“feryatlara” rağmen Başkanlık koltuğuna oturdu. Trump, FED’in faiz artırımlarına ara
vermesi gerektiğini belirterek yükselen faizin USD’yi güçlendireceğini bunun da
ABD’nin rekabet gücü açısından olumsuz olduğunu savunarak, FED Başkanı Powel’ı
suçluyor. Diğer taraftan 2009’da FED bilançosunun 1 trilyon USD’den 4.5 trilyon
USD’ye kadar büyümesinin yarattığı sorunlar da biliniyor. Reel kesime akmayan

200
likidite genel olarak finansal piyasalarda ve emlak piyasasında bir balon yaratmış
durumda.

ABD ekonomisi için belki de en önemli sorunlardan biri Çin’in hızla ABD ekonomisini
yakalayacak olması ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki “yayılımcı” faaliyetleri.
Özellikle 1970’den itibaren sıklıkla yaşanmaya başlayan kapitalizmin krizleri, rekabet
edebilmek için çok uluslu şirketleri üretim maliyetleri düşük olan Çin’e yönlendirmiş
olması da ciddi bir sorun. Diğer taraftan ABD başta olmak üzere “biz” dahil birçok
ülkenin Çin sayesinde “genişletici para politikalarının” damgasını vurduğu 2000’li
yıllarda enflasyonun kontrol edilmesinde etkin bir faktör olduğu biliniyor. Ancak bu
gerçeği değiştirmiyor; Çin, üretimde yakaladığı avantajlarla birçok ülkenin üretimden
uzaklaşmasına neden oldu. ABD de bunlardan biri. ABD’de de birçok şirket
maliyetlerini düşürmek için üretimlerini Çin, Meksika gibi ülkelere kaydırmış durumda.
Trump, korumacılık ve ticaret savaşları çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ’nün) kurallarını da hiçe sayarak ABD’yi tekrar üretim üssü haline getireceklerini
söylüyor. Çin’in yanısıra Almanya, İran ve Rusya gibi hammadde, enerji, ara mal,
mamul mal üreten ülkeler de ABD’nin hedefleri içinde. ABD’nin korumacı eğilimlerini
artırması ve küreselleşme karşıtı girişimleri; Ortadoğu ve Latin Amerika’daki
(Venezüella) politik duruşu “yeniden paylaşım savaşının” bir göstergesi. Gelişmeleri bu
çerçevede değerlendirmek daha doğru gibi geliyor bana...

Yapay zekâ ve robotlar artık gündemimizde…Ülkemize etkileri ne olur bu teknolojik


gelişmelerin?
Teknolojik gelişmeler yüzlerce yıldır insanlık tarihini ilgilendiren ve üretim ilişkilerini
yakından ilgilendiren bir konu. Kapitalist sistemde yapay zekâ, robot teknolojileri gibi
konuları da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Söz konusu gelişmeler kapitalist
sistemde “kar oranının” artırılması için bir araç olarak kullanılıyor. Özellikle işgücü
ücretlerinin yüksek seyrettiği GÜ’lerde bu konunun daha fazla önem kazanmasının
nedeni de kar ve ücret arasındaki bölüşüm ilişkisi. Artan ulusal/uluslararası rekabet
baskısı, doğal olarak, teknolojik gelişmelerin üretim süreçlerinde daha fazla
kullanılmasını teşvik ediyor. Bu da emeğin üretim sürecinde daha az kullanımı anlamına
geliyor. İşsizlik ve toplam talep konusunda sıkıntılar ortaya çıkabiliyor.

201
Yapay zekâ, robot, inovasyon ve Sanayi 4.0 gibi her türden teknolojik gelişmelerin
temelinde kapitalist sistemin temel krizlerine neden olan “azalan kar haddi” yatıyor. Hiç
kuşkusuz yeni teknolojiler bir süre rekabet avantajı, kar oranının artırılması ve/veya
korunması gibi avantajlar sağlasa da sonuçta tepkisel olarak diğer rakiplerin de
teknolojileri kullanmaya başlaması ile birlikte “temel çelişki” yeniden bir sorun olmaya
devam ediyor.

2008 küresel krizinin ardından Sanayi 4.0 gibi kavramların sürekli gündemde tutulması,
yapay zekâ ve robot teknolojilerinin devreye sokulması tesadüf değil. Bu gelişmeler
sadece şirketlerin kar oranlarıyla da sınırlı değil, küresel paylaşım savaşının da bir
parçası. Teknolojik gelişmelerin üretim sürecinde kullanılması; görece ucuz emekle
çalışan Asya ülkelerinin (Çin, Hindistan benzeri) üretimdeki ezici avantajını tersine
çevirebilecek bir silah. ABD’nin internet ve yeni teknolojiler konusunda “fikri mülkiyet
hakları” konusunu söz konusu ülkelere karşı bir tehdit olarak kullanması da aslında bu
paylaşım savaşının parçası.

Konuya bu şekilde yaklaşımım teknolojik gelişmelere karşı olmamdan kaynaklanmıyor.


Teknolojik gelişmelerin üretim sürecinde kullanılması, artan rekabet ortamında, emek
verimliliğinin artırılması (maliyet avantajı sağlama) için bir zorunluluk. Sorun;
teknolojik gelişmelerin, yalnızca rekabet ve azalan kar haddini korumaya yönelik bir
silah olarak ele alınması. Bölüşüm sürecinde, yapay zekâ ve robot teknolojilerini anonim
olarak kabul edilip, emeğin dışlanmadan bu gelişmelerden pay alması belki de
gelecekteki en önemli konuların başında gelecek.

Ekonomik değerlendirmeleriniz çerçevesinde Türkiye’nin 2050 için resmini çizer


misiniz?

Türkiye ekonomisinin 30 yıl sonraki konumunu ortaya koyabilmek bir açıdan çok zor
bir diğer açıdan da çok kolay. Önce kolay olandan başlayalım: Son otuz yılda neler
yaptığımız, gelecek 30 yılda yapacaklarımızın önemli bir göstergesi. Yaklaşık 50 yıldır
Türkiye, GSYH açısından bakıldığında dünya sıralamasında 16 ile 18. sırada dolaşıyor.
2018 itibariyle yine dünya sıralamasında 18. sırada yer alıyor. Son 30 yılda uygulanan
politikaların devam etmesi durumunda, diğer ülkelerde de önemli bir gelişim
olmayacağı varsayımıyla, Türkiye ekonomisi büyüklük açısından aynı sırada yer
202
alabilir. Ancak diğer ülkelerdeki gelişmeler belirleyici olur ise şu andaki mevcut sırasını
koruma konusunda sorun yaşayabilir.

Ekonomik gelişmenin temelinin üretici güçlerdeki gelişmelerle mümkün olabileceğini


biliyoruz. Son yıllarda özellikle makine-teçhizat yatırımlarındaki olumsuz trend emeğin
verimliliğinin artırılmasını zorlaştırırken, potansiyel büyümenin de gerilemesine
(geçenlerde Fitch Türkiye’nin büyüme potansiyelini 0.5 puan düşürdü) neden oluyor.
Sermaye yatırımlarındaki gerileme ile birlikte eğitimli-vasıflı işgücü konusunda
yaşanan sıkıntılar da dikkate alındığında gelecek 30 yıl ile ilgili kaygılarımızı arttırıyor.

Ekonomide sanayinin ve tarımın payı hızla gerilerken, hizmet sektörünün payı hızlı
biçimde artıyor. Sanayileşemeden sanayinin payının düşmesi “üretim yerine ticaretin
tercih edildiği” izlenimini güçlendiriyor. Oysa Almanya, sanayileşmiş bir ülke olarak,
devletin büyük şirketlere destek vererek sanayinin ekonomi içindeki payının artırılması
konusunda planlamalar yapıyor.

Eğitim sistemi beşerî sermayenin


niteliğinin artırılması için kilit öneme Beşerî sermayenin niteliğinin
artırılması ve güçlendirilmesi,
sahip. Ancak mevcut eğitim sistemi; dünyada teknoloji konusunda
bilimsel temellerden uzaklaşmış yaşanan gelişmeler dikkate
alındığında, Türkiye ekonomisinin
sorgulamayan, ezberleyen, öğrenme yerine
geleceğini belirleyecek en önemli
sınav temelli birey yetiştirmeyi hedefleyen konu.
bir yapıya sahip. Eğitim sisteminin
yeniden yapılandırılması bir zorunluluk. Bugün eğitimde reform yapılsa onlarca yıl
sonra sonuç alınabilecek. Üretimden, bilimsel temelden uzaklaşmış eğitim sisteminde
insan kaynağının niteliğinin artırılması ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinin başarılı
olması mümkün değil.

Üretici güçlerini (sermaye, emek...) geliştiremeyen ülkelerin ekonomik gelişmelerini


başarılı biçimde sürdürmesi olanaksız. Tarım ve sanayide plansız büyüme yani sadece
piyasa güçlerine bırakılan ekonomik yapılanmadan da başarı beklemek de hayalcilik.
Dolayısıyla 30 yıl sonrasının Türkiye ekonomisinin resmini çizmek üretim güçlerine
bağlı. Umarım 30 yıl sonra üretimden uzaklaşmış; sadece al-sat yapan bir Türkiye
manzarası ile karşı karşıya kalmayız.
203
Hocam, Türkiye neden orta gelir tuzağından çıkamıyor?
Yıllardır 10 bin USD civarında dolaşan kişibaşı GSYH’sı ve ihracat içinde düşük yüksek
teknoloji ürünlerinin payı ile Türkiye, orta gelir tuzağına yakalanmış bir ülke. Hiç
kuşkusuz bu kader değil. Uygulanan politikaların sonucu.

1970’li yılların başından itibaren bizim gibi ülkelere; sermaye hareketlerinin serbest
bırakılması, gümrük vergilerinin düşürülmesi, uluslararası tahkimin kabul edilmesi gibi
güçlü uluslararası şirketlerin işine gelecek koşullar “yapısal değişim” olarak dikte edildi.
Üretim yerine paradan para kazanma dönemi olarak adlandırabileceğimiz “yeni dünya
düzeni” yani “küreselleşme” pazarlandı. Sermayenin serbestçe dolaştığı ortam, krizlerin
bulaşıcılığını da artırdı. Bizim gibi ekonomiler; “finans ve reel sektörün uluslararası
sermaye ile entegrasyonu” adı altında güçlü uluslararası şirketlerin rekabet baskısı ile
karşı karşıya kaldı. Bazı ülkeler düşük işgücü maliyetleri nedeniyle bu şirketlerin üretim
üssü haline gelirken, bazıları da bu şirketlerin tercihleri doğrultusunda yeniden
şekillendirildi. İki kutuplu dünyanın çökmesinin ardından çok uluslu şirketler sisteme
daha fazla hâkim oldu. Tarım ve sanayi bu şirketlerin istedikleri biçimde şekillendi.
Tarım ve sanayisi küçülen ülkeler daha fazla borçlandırılarak “Pazar” haline getirildi.
Bireysel ve şirket borçlulukları özellikle 2000’li yıllarda yüksek boyutlara ulaştı.

Türkiye özellikle 2001’de yaşanan ekonomik krizin ardından “yapısal reformlar” adı
altında uluslararası entegrasyonunu tamamladı. ABD başta olmak üzere gelişmiş
kapitalist ülkelerin 1997 Asya Krizi ile başlayan süreçte küresel çözüm, için seçtikleri
“genişletici para politikası”, ülkemiz başta olmak üzere GOÜ’leri sermaye
hareketlerinin olumsuz etkisine açık hale getirdi. 2002 başından itibaren aşırı değerli
hale gelen TL; borç-tüketim sarmalı ile büyüyen Türkiye ekonomisinde ithal
bağımlılığının hızla artmasına neden oldu. Tarım ve sanayide rekabet gücü (aşırı değerli
TL ve makine teçhizat yatırımları yerine inşaat yatırımlarının tercih edilmesi nedeniyle)
düştü. Yakalanan yüksek büyüme oranlarında bile ithalata dayalı üretim nedeniyle
yüksek işsizlik devam etti. Yüksek ücretli kalifiye iş potansiyeli gerilerken yerine düşük
vasıflı düşük ücrete dayalı iş potansiyeli (inşaat ve hizmetler sektörü) ikame edilmeye
çalışıldı. Eğitim, Ar-Ge gibi alanlarda niteliğin gerilemesi de bu süreci destekledi.
Türkiye orta gelir tuzağına bu yapı içinde yakalandı.

204
Kapsayıcı kurumların oluşamaması, adaletsiz vergi sistemi, denetleme ve şeffaflaşma
konusunda vasatın altına gerileyen kurumsal yapı, idare etkinliğinin azalması, siyaset
kurumunun işlevsizleşmesi, yasama, yürütme ve yargı sistemindeki tahribat gibi
etkenler de orta gelir tuzağını destekledi...

Son zamanlarda yapısal reformlar sıkça dile geliyor. Yapısal reformlar bizim için ne
ifade ediyor?
1980’li yıllardan sonra hâkim ideoloji haline gelen Neo-liberal iktisat politikası
piyasanın mükemmel işlediği varsayımı üzerine oturdu. Bu yaklaşıma göre; devletin
ekonomideki payının azaltılması ve hatta devletin tamamen ekonominin dışına
çıkarılmasını gerekiyordu. “Özelleştirme” de bunun farklı biçimde ifadesiydi.

Dünya ekonomisi ile entegrasyon adı altında sermayenin serbest dolaşımını tüm ülkeler
kabul etmeliydi. Sermaye istediği yere istediği biçimce (doğrudan yabancı yatırım, borç,
portföy yatırımı vs.) girebilmeliydi. Uluslararası Tahkim, bağımsız kurullar ve
uluslararası kuruluşlar tarafından rahatlıkla denetlenen bir sistem kurulması isteniyordu.
Büyük ölçüde de bu istekler birçok ülke tarafından karşılandı. Bunlardan biri de
Türkiye’ydi. Ancak sıklıkla yaşanan krizler ve en son 2008 Küresel Krizi; piyasanın
mükemmel işlemediğini, finansal açgözlülüğün kontrol edilemediği takdirde büyük
yıkımlara neden olabileceğini, devletin kapitalist sistemi kurtarmak için gerektiğinde
kurumları kurtarması ve ekonomiyi desteklemesi gerçeği kabul edildi. Kısaca kapitalist
sistem pragmatikti: İşine geldiğinde devletin ekonomiden çekilmesi, işine geldiğinde de
devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini savunuyordu.

Gelinen bu noktada “yapısal reformlar” dendiğinde daha çok piyasanın iyi işlemesini
sağlamayı amaçlayan önlemler ve kurumsal yapılanma akla geliyor. Belki de bakış
açının farklı bir yöne çekilmesi ve yapısal reform anlayışının sorgulaması gerekiyor.

Öncelikle bir saptama yapmak gerekiyor: Geniş kitlelerin endüstriyel-sanayi ürün


taleplerini karşılayacak, üretim varlığı ya da dışa bağımlılığını hızlı-toptan kesebilecek
üretim yapısına sahip bir ekonomik yapıya sahip ülke az sayıdadır. Denebilir ki küresel
ölçekte pek-çok ülke, endüstriyel-sanayi üretiminde yüzde 55’ler düzeyinde dışa
bağımlıdır. Türkiye’de de böyledir ve fakat dış ticaret açığının daimiliği, turizm
gelirleriyle doğrudan yatırımlara rağmen sürdürülemezdir.
205
Kooperatifçilik gibi üreticileri ve aynı
zamanda tüketicileri “kapsayıcı Ekonomide yapısal reforma
kurumların” yeniden tesis edilesi öncelikle Devlet Planlama
gerekmektedir. Gelirin tabana Teşkilatı’nın yeniden kurulması ile
başlanmalıdır. Kaynakların kıt,
yayıldığı, vergi adaletinin sağlandığı üretimin yetersiz, parçalı ve dağınık
yeni bir vergi reformu kaçınılmazdır. yapısı, sorunlu altyapı yatırımları,
uluslararası rekabet koşulları
Kayıt dışı ekonominin kayda alınması
öncelikle planlamanın gerekliliğini
da zaten bu vergi reformunun bir ortaya koymaktadır.
parçası olacaktır. Denetlenebilir-şeffaf
bir kamu kesimi için gereken kurumsal ve hukuki yapılanma, yapısal reformun ayrılmaz
parçası olacaktır. Hiç kuşkusuz eğitimde ve sağlıkta yeniden yapılanma ve kapsayıcılık
önemlidir. Ekonomide bu yapısal reformlar daha da sıralanabilir. Ancak bunun yanında
yasama, yürütme ve yargı yani adalet sisteminde de yapısal reform zorunludur.
Denetlenebilir-dengelenebilir, kapsayıcı bir kurumsal yapılanma her alana yayılmalıdır.
Ben yapısal reform yerine başka bir tanım kullanılması gerektiğine inanıyorum.

Hocam, TCMB’yi başarılı buluyor musunuz?


TCMB, fiyat ve finansal istikrarın sağlanması hedefi çerçevesinde başta Açık Piyasa
İşlemleri (APİ) ve Zorunlu Karşılık Oranları gibi para politikası araçlarını sıklıkla
kullanıyor. Ancak bizim gibi yani parası ikincil derecede konvertibl olan ülkelerde
Merkez Bankaları, yaygın döviz kullanımı nedeniyle, sermaye akımlarının etkisine bağlı
politikalar da uygulamak durumunda kalıyor. Bir anlamda hem kendi parasında hem de
başka ülke Merkez Bankaları tarafından ihraç edilmiş paralarda da istikrar sağlama
peşine düşüyor. Dolayısıyla para politikası tek başına istikrar sağlamada yeterli
olamıyor, para politikası etkisizleşebiliyor. Örneğin, enflasyonist baskıya karşı
sıkılaşma önlemleri (yüksek faiz) ülkeye sermaye girişlerini hızlandırarak para arzı (M1,
M2, M3) üzerinde baskı yaratıyor ve merkez bankası para arzını kontrol etmede
başarısız olabiliyor. Para politikasını etkileyen bir diğer faktör ise uygulanan maliye
politikası. Sıklıkla yaşanan seçimler ve popülist uygulamalar Merkez Bankası’nın
uygulamaya çalıştığı politikaların etkinliğini azaltabiliyor.

206
Yılardır (2002 başından bu yana) Merkez Bankası Türk lirasının (TL) değerli tutulması
konusunu destekledi, desteklemeye de devam ediyor. İthalata bağımlı üretim yapısında
TL’nin değerli olması enflasyonun kontrolünde Merkez Bankası’na destek oluyor.
Sermaye hareketlerinin açık baskısına hedef olan bir ekonomide “enflasyon
hedeflemesi” uygulaması yapmaya çalışan TCMB değerli TL ile bunu
başarılabileceğinin bilincinde. Ancak küresel gelişmeler, özellikle 2013 Mayıs’tan
itibaren FED’in sıkılaşma kararı, sermaye akımlarının sıklıkla tersine çevrilmesine
neden oldu. Bu tersine akım döviz kurları üzerinde baskı yarattı, yaratmaya da devam
edecek.

ROM-ROK gibi “karmaşık” politikalarla uluslararası rezervlerin artırılması ve “yatırım


yapılabilir ülke” kategorisine yükselmiş olunması da biliyorsunuz sonucu değiştirmedi.
TCMB’nin uyguladığı değerli TL politikası tersine sermaye akımları tarafından
başarısızlığa uğradı ve Türkiye “yatırım yapılabilir” seviyenin altına çekildi. Hiç
kuşkusuz bu süreci sadece Merkez Bankası’nın uyguladığı politikalara bağlamak doğru
değil. İthalata bağlı üretim yapısı kamu kesiminin de tercihiydi. Kamu kesiminin
uyguladığı “dış finansmana bağlı tüketim ve inşaat odaklı” politikaların da sonucuydu.
Diğer taraftan, Merkez Bankası ile ekonomi yönetimi arasında yaşanıyor gibi görünen
“suni tartışmalar” da iç ve dış finans çevrelerinde sıkıntılar yarattı.

TCMB ile siyasi otorite arasında yaşanan “suni gerginliğin” 2018’de yaşanan kur
“patlamasında” ne kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Siyasi otoritenin baskısı sonucu
TCMB, haftalık fonlama yerine sırasıyla:
Gecelik-haftalık; gecelik-Geç likidite Uzun süredir gelinen
Penceresi (GLP); GLP fonlamasına geçti. noktada, Merkez
Böylece haftalık politika faizi yükselmemiş Bankası’nın uyguladığı
olacak ancak bankaları fonlama maliyeti politikalarından ziyade
artırılacaktı. GLP ile fonlamaya geçiş Merkez Bankasına dikte
bankacılık sektörünün uluslararası edilen politikaların daha
piyasalardan “vadeli” döviz teminini sekteye etkili olduğunu kabul etmek
uğrattı. Bu arada gelişmekte olan piyasalardan gerekiyor.
fon çıkışı (2018 Mayıs’tan 2018 Eylül

207
arasında) vardı. Faiz baskısı-tersine fon çıkışı TL’deki çöküşün temel nedeniydi. ABD
ile yaşanan Papaz Brunson gerginliği de işin “tuzu biberiydi”.

Faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?


Mal ve hizmet piyasasında yaşanan dengesizlik enflasyon-deflasyon olarak kendini
gösterir. Eğer ekonomik birimlerin (hanehalkı, firmalar ve kamu) talepleri, yeterli mal
ve hizmet arzı ile karşılanmıyor ise mal ve hizmet fiyatlarının yükselmesi kaçınılmazdır.
Kısaca burada sorun üretimsizliktir. Kısa vadede “kapasitelere bağlı olarak” üretimi
artırmak zordur. Diğer taraftan talep artışını da kendi içinde değerlendirmek gerekiyor:
Eğer ekonomik birimler borç desteği ile harcama eğilimlerini artırmışlarsa veya gelir
artışı talep artışına neden olmuş ise kısa vadede alınacak önlem, özellikle hanehalkı ve
firmaları tüketimden vazgeçirmek yani tasarrufa yönlendirmektir. Bu durumda
harcamanın alternatif maliyetini yükseltmek yani faiz oranlarını yükseltmek kaçınılmaz
hale gelir. Böylece talep enflasyonu (TÜFE) kontrol altına alınabilecektir. Diğer taraftan
enflasyon; ücret, girdi fiyatları gibi maliyet kaynaklı olduğunda (ÜFE) alınacak
önlemler farklı olacaktır.

Enflasyonun yaklaşık iki yıldır çift haneli rakamlara ulaşmasının temel nedeni bilindiği
gibi kurdaki artıştır. Özellikle imalat sanayiindeki ithalata bağımlılık oranının 2002’den
itibaren artış gösterdiği açıktır. İthalata bu denli bağlı üretim yapısına sahip bir ülkede,
kur artışının enflasyon üzerinde artış yaratması kaçınılmazdır. Ancak bu enflasyon
maliyet itişlidir. ÜFE ile TÜFE arasında ciddi fark oluşmuş; ÜFE uzun süredir
TÜFE’nin üzerinde seyretmektedir. Kur artışı neden olarak saptandığında; faizleri
artırıp kur üzerinde baskı oluşturmak geleneksel bir politikadır. Oysa bu geçici ve
“tahrip edici” bir önlemdir. Öncelikle ithal bağımlılığının azaltılması gerekmektedir, bu
da değerli TL ile ulaşılacak bir sonuç değildir. Tabii ki TL’nin değer kaybetmesi de ithal
bağımlılığından kurtulmak için tek çözüm değildir. Diğer önlemler (yapısal) devreye
sokulmalıdır.

Belki 2010 öncesi bu önlem tahrip edici olmayabilirdi ancak kredi hacminin GSYH’nın
yüzde 70’ine ulaştığı bir ekonomide faiz oranlarının yükselmesi kredi maliyetlerinin
dolayısıyla borcun çevrilebilirliğini tehdit edebilecektir. Yüksek faiz, işletmeler
açısından, finansman maliyetinin artması anlamına gelecektir...

208
Türkiye’nin bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?
Yüzyıllardır ülkeler ve/veya ülkelerin oluşturdukları ittifaklar arasında yaşanan rekabet,
pazara hâkim olma yarışı devam ediyor. Güçlüler, güçsüzler üzerinde baskı oluşturarak
zenginlikler ve ticarete hâkim olmak istiyor. Günümüzde temelde iki kutuplu bir dünya
düzeni gözlemleniyor. Temelde diyorum çünkü bu iki kutup içinde de farklı
birliktelikler söz konusu olabiliyor.

İki kutuplu dünya düzeninin bir bölümü ABD ve AB önderliğinde hareket ederken, diğer
kutup; Çin, Rusya ekseninde hareket ediyor. Örneğin günümüzde Çin Asya’dan
Afrika’ya hatta Latin Amerika’ya kadar birçok bölgede etkin bir ekonomik aktör olarak
karşımıza çıkıyor.

Türkiye coğrafi konumlanma açısından önemli bir noktada. Tarihsel olarak da ticaret ve
göç yollarının üzerinde olmuş. Asya, Avrupa ve Akdeniz’in en stratejik noktalarından
birinde bulunuyoruz. Doğal olarak ticaret çemberimiz oldukça geniş. Ancak öncelikle
bir ülkenin komşularıyla ticaret yapması da bir gereklilik.

Hızla değişen dünya yatırım iklimi, ticaret savaşları ve korumacılık eğilimleri eski birlik
ve ittifakları derinden sarsmaya devam ediyor. Yeni ticaret alanları, tam belirgin olmasa
da oluşmaya başlıyor. Türkiye, mevcut ticaretinin en az yarısını AB bölgesi ile
gerçekleştiriyor. Sıklıkla sorunlar yaşansa da AB, Türkiye’nin en önemli partneri.
Türkiye’ye sermaye akımının en az yünde 75’i batı kaynaklı. Uzun yıllardır devam eden
Gümrük Birliği anlaşmaları ile Türkiye sanayisini buna şekillendirmiş. Buradan çıkışın
maliyeti oldukça yüksek. Uzun yıllardır süren yapılanmanın yerine başka bir yapı
koymak oldukça zor. Bu durum ülkemizin diğer ülkelerle ticaret yapmayacağı veya
oluşan birliklere katılmayacağı anlamını da gelmemeli.

Türkiye, AB ve Batı ile ekonomik ilişkilerini sürdürürken, komşuları, Akdeniz ve


Avrasya bölgesini dikkate alarak ticaretini genişletmelidir. Ülkeler arasındaki ekonomik
ilişkilerde karşılıklı çıkarlar korunmalı, kaynaklar açısından tek bir ülkeye bağımlılık
gibi riskli ticari açılımlardan kaçınılmalıdır.

209
Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne olur?
Teknoloji üretim ilişkilerini yeniden düzenleyen, kaçınılması mümkün olmayan bir
gelişmedir. Emeğin verimliliğinin artırılması gibi temel bir amaca hizmet eder. Doğal
olarak kapitalist sistemde sermayedar karını azamileştirmeye çalışır. Endüstri 4.0, yapay
zekâ gibi günümüzün popüler kavramları, karı azamileştirme amacına hizmet için ele
alınıyor; bölüşümün ilişkilerinin bir parçası olarak dikkate alınmıyor.

Diğer taraftan gelişmiş kapitalist ekonomiler; kur savaşları, korumacılık gibi önlemlerle
GOÜ’lerle (özellikle Çin, Hindistan...) rekabet konusunda sorun yaşayacaklarını
biliyorlar, bunu test de ettiler. Bu ülkelerin “ucuz emek” temelli rekabet güçleriyle baş
edemeyecekleri aşikâr. Uzunca süredir dünya ölçeğinde önemli yere sahip olan firmalar
bu pazarlara yatırım yaparak ve/veya fason üretim yaptırarak “kar hadlerini” korumaya
çalıştılar. Bu arada Çin ve benzeri ülkeler bunu kendi avantajlarına çevirmeyi
öğrendiler; kendi üretim altyapılarını geliştirdiler. Dolayısıyla kendi markalarını yaratıp
dünya pazarında önemli pay almaya başladılar. Gelişmeler, bu durumun devam etmesi
halinde, üretimin büyük ölçüde Asya’da tekelleşeceğini gösterdi. Dolayısıyla ABD,
Almanya gibi ülkeler Ar-Ge’ye büyük yatırımlar yapıyor, tabii ki Çin de geri durmuyor.
UNESCO verilerine göre global Ar-Ge harcamaları 1.7 trilyon USD’ye ulaşmış
bulunuyor. Bu harcamanın yüzde 80’ini 10 ülke gerçekleştiriyor. ABD’den sonra en
fazla AR-Ge harcamasını mutlak değer olarak bakıldığında Çin yapıyor. Tabii ki bu
harcamaya oransal (Ar-Ge Harcamaları / GSYİH) olarak bakmak gerekiyor.

Oransal olarak bakıldığında 2017’de G20 ülkeleri ortalaması yüzde 2; OECD ortalaması
yüzde 2.36; AB ortalaması ise yüzde 1.91. Türkiye’de ise aynı yıl için bu oran yüzde
0.95. Hiç kuşkusuz bu oran oldukça düşük. Özellikle Asya ülkelerinin 2002’den itibaren
dünya pazarlarında yüksek teknolojili ürün pazarında yükseldikleri ve 2006’da yüksek
teknolojili ürün ihracatında küresel pazarın yarısına hâkim oldukları biliniyor.
Türkiye’nin yüksek teknolojili-yüksek katma değerli ürün pazarında maalesef oldukça
gerilerde olduğu, bu nedenle de “orta gelir tuzağından” bir türlü kurtulamadığı açık.

210
Grafik. AR-Ge Harcamalarında 10 Ülke ve Türkiye (AR-Ge Harcamaları / GSYİH)

5
4,5
4
3,5
3
2,5
2
1,5
1
0,5
0
re

ya

ya
a

iye
e

ka
ai

ny

ry
içr

AB
Ko

İsv
İsr

di

an
ar

rk
tu
po

İsv
lan

m
G.


us
Ja

ni

Al
Fin

Av

Da
Kaynak: UNESCO-UIS http://uis.unesco.org/apps/visualisations/research-and-development-spending/

Teknoloji geliştirme kolay bir süreç değil. Öncelikle buna uygun bir “üretim kültürü”
ve “eğitim sistemi” gerekiyor. Sorgulayan, özgür insan yetiştiren bilimsel eğitim sistemi
olmadan bu sürecin yönetilmesi kolay görünmüyor. Tabii ki Endüstri 4.0 gibi
gelişmelerin bölüşüm açısından da adil bir dağılıma konu edilmesi gerekiyor.

Hocam, artan işsizlik büyük bir ekonomik problem. İşsizliğin önüne geçmemiz için
neler yapılabilir?
İşsizlik Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri. Ekonomide yakalanan yüksek
büyüme oranlarına rağmen işsizlik sorunu çözülemiyor. Ekonominin durakladığı
dönemlerde ise ürkütücü boyutlara ulaşıyor. İşgücüne katılım oranının yüzde 52’lerde
olduğu bir ekonomide işsizlik çift haneli rakamlara ulaştığına göre, katılım arttığında
işsizliğin ulaşacağı boyut korkutucu oluyor. Türkiye’de geniş anlamda işsizlik
rakamlarına göre çalışabilir nüfusun yüzde 20’si işsiz. Bu oran kadınlarda ve gençlerde
daha yüksek...

Diğer taraftan karşılıksız yapılan aktarımlar (sosyal devlet değil yardım devleti anlayışı)
işgücüne katılımı engellerken; düzensiz ve örgütsüz emek piyasası, eğitimin üretimden
uzak yapısı, kalifiye işgücünde yaşanan sıkıntı ve düşük ücretli iş ortamı (güvenlik
görevliliği vs.) gibi sorunlar da işsizlikle beraber ele alınması gereken konular.

Genel olarak, Türkiye’de işgücüne yeni katılanların iş bulabilmesi ve yüksek oranlı


işsizliğin makul sayılabilecek düzeylere çekilebilmesi için, ekonominin yakalaması
211
gereken bir büyüme oranı var. Kısaca önemli olan; sürdürülebilir, yüksek ücret doğuran,
katma değerli bir büyümenin yakalanmasıdır.

Türkiye 1980’li yılların başından itibaren her şeyi piyasaya bırakan bir iktisat anlayışı
ile ekonomisini yönetiyor. Özellikle 2002’den sonra ise kamunun üretim ve yatırımdan
çekildiği; dış borç ve krediye dayalı inşaat ve hizmet sektörü itişli bir ekonomik büyüme
modeli benimsenmiş durumda. Üretim yerine al-sat modeli benimsenmiş; gelecekteki
tüketim kredilerle erkene çekilmiş. 2002 öncesinde yüksek kamu açıkları sonucu yüksek
enflasyondan söz edilirken tasarruftan uzaklaştırılmış ve aşırı borçlanmış bir özel kesim
var. Özellikle firmalarımızın 300 milyar USD’yi aşan dış borçları önemli bir sorun.

2002’den itibaren GÜ’lerde benimsenen genişletici para politikaları ve sıfır faiz


politikaları bizim gibi ekonomilere bol ve ucuz kaynağın girmesine neden oldu. Borç-
rant sarmalında büyüyen ekonomiye ciddi boyutlarda (2002-2018 arasında 800 milyar
USD civarında sermaye girişi) döviz pompalandı. TL uzun yıllar değer kazandı; üretim
yapısı temelden değişerek ithalata bağımlı hale geldi. Enflasyon ucuz ithalat ile kontrol
edildi. Firmalarımızın çoğu bu süreçte kazançlarını sermayelerine eklemesi işlerine
gelmedi çünkü borçlanmanın maliyeti çok düşüktü (özellikle dövizle borçlanma). Bazı
firmalar kazançlarını üretim dışı alanlara yani gayrimenkule yatırdı. Bugün, yüksek faiz
ve artan kur ortamında, sermayesiz şirketler dışarıdan ve bankalardan temin ettikleri
kredileri ödemede zorluklarla karşılaşıyorlar. Sermayesini tamamen yitirmiş olan
firmalar çeşitli garantilerle yeniden yapılandırdıkları krediler ile daha yüksek borçla
karşı karşıya kalıyorlar; vadesi gelen çek ve vergi gibi yükümlülüklerini ödemeyerek
“sermaye gibi” kullanıyorlar. Kısaca; işsizliği düşürmek için gerekli büyümeyi
sağlayacak iç ve dış ortam artık yok: Dış finansman pahalı, içeride ise yüksek faiz-
enflasyon ve yüksek borçluluk düzeyi nedeniyle satın alma gücü çöktüğünden talep
zayıf. Uzun süredir makine-teçhizat yatırımları gerilediği için emek verimliliği düşük,
kapasiteler atıl durumda. Artık geleneksel politikalarla işsizlik sorununu çözecek bir
büyüme yakalamak çok zor. Yurtdışında da yavaşlama sinyalleri nedeniyle kurdaki
artışa rağmen ihracat artışı sınırlı.

Perakende piyasalarında yaşanan köklü değişim, orta kesimi tehdit ederken işsizliği de
artırıyor. “Ucuz marketler” adı verilen yapı; ucuz emek, merkezileşen satın alma ve

212
merkezileşen dağıtım kanalları ile bir taraftan tüketiciye ucuz mal sağlıyor ancak diğer
taraftan tekelci satın alma ve yaygın satış zinciriyle orta kesimi ortadan kaldırıyor.
Ekonomide yaşanan güvensizlik ve belirsizlik politik risklerin de etkisiyle yatırım
yapma iştahını kesiyor. Kamudaki kurumsal yapılanmada; net olmayan, izlenemeyen ve
daha da ötesi tahmin edilemeyen işleyiş ve karar alma mekanizması da makro ekonomik
dengeler açısından sorun teşkil ediyor.

Sermayesiz, ülkenin parasal kaynaklarını heba eden şirketlerin tasfiye edilmesi; kamuda
etkin sürdürülebilir harcama yapısı,
finansal yapılanmada yatırım-kalkınma
Türkiye’nin işsizlikle mücadele
bankacılığına geçiş yapılması; kayıtdışı etmesi için öncelikle kurumsal
ekonomi ve dolaylı vergi yapısından yapıda karşı-reform ile planlı
modele geçiş yapması ve üretimi
hızla çıkılması; vergide adaleti sağlayan temel alan yapılanmaya geçmesi
adil bir paylaşım mekanizmasının gerekiyor. Eğitim de bu yapının kilit
taşını oluşturuyor.
kurulması gerekiyor. Makro ekonomik
dengelenme ancak bu yapı üzerinde
sürdürülebilir hale gelebilecektir.

Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size göre iyi bir
ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?
İktisat, insanı temel alan çok disiplinli sosyal bir bilim. Dolayısıyla felsefe, psikoloji,
sosyoloji, antropoloji, tarih, coğrafya, politika, adalet, ahlak gibi birçok disiplini
kapsıyor. Analitik düşünme temelli eğitimde yalnızca ders kitaplarını okumak da yeterli
değil. Farklı disiplinlerden birçok alanda okuma yapmayı gerektiriyor. İnsanın
kendisiyle ve toplumla olan ilişkilerini konu alan roman da bu okumalara dahildir.
Roman, soyutlama yeteneğini de geliştirir.

Disiplinli-bilinçli okuma ve gözlem iyi bir iktisatçı olmanın temel koşulları. Analiz
yeteneği bunların üzerinde gelişip şekillenecek. İstatistik ve matematik ise iktisatçının
araçları.

Öncelikle, okumaların mutlaka tartışılarak sindirilmesi gerek. Çok sıklıkla görmesem


de bazı öğrencilerimizin grup oluşturarak okuduklarını birbirleri ile tartıştıklarını
görüyorum; bu sindirme eylemi için de önemli. Notlar almak, yazmak da konuların daha
213
iyi anlaşılması ve kavramsallaştırma açısından önemli. Benim okuduğum kitap belli
olur, yanında birçok not vardır. Zaman içinde dönüp bu notları ve çizdiğim yerleri tekrar
okurum.

Dinlemek; bilmediğin konuyu açıklıkla ortaya koymak, uzman olanlara danışarak bu


konuda öncelikle okunacak listesi
çıkarmak, toplantılarda farklı görüşleri Entelektüel birikim iktisatçıyı
dinlemek iktisat öğrencilerine katkı donatır; insanı ve toplumu
gözlemlemek zenginleştirir,
sağlayacaktır. Ders kitaplarının dışına
toplumsal duyarlılığını artırır; teknik
çıkarak farklı görüşlere yelken açmak bunların tamamlayıcısıdır.
bakış açılarını geliştirecektir.

214
PROF.DR. SELVA DEMİRALP

Selva Demiralp, 2000-2005 arasında Federal Reserve Board'da ekonomist olarak


çalıştıktan sonra 2005 yılında Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü'ne katıldı. 2016 yılı
itibarıyla Koç Üniversitesi-TÜSİAD Ekonomik Araştırma Forumu direktörlüğünü
üstlenen Demiralp'in 2013 yılından bu yana Milliyet Gazetesinde haftalık köşe yazıları
yayımlanmaktadır. Geçtiğimiz on yıl boyunca Federal Reserve, Avrupa Merkez Bankası
(ECB) ve TCMB gibi birçok Merkez Bankası ile ortak çalışmalar yapan Demiralp,
ECB'de danışman olarak da çalışmıştır.

Selva Demiralp'in para politikası üzerine yaptığı araştırmalar, TÜBİTAK'ın birçok


araştırma fonu yanında Avrupa Komisyonu International Outgoing Fellowship (IOF)
gibi zorlu fonlar tarafından desteklenmiştir. Makaleleri Journal of Money, Credit, and
Banking ve Journal of Economic Dynamics and Control gibi önde gelen ekonomi
dergilerinde yayımlanmıştır.

215
Hocam, Dünya ekonomisinin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

2007-2009 global finansal krizi sonrasında gelişmiş olan ülke merkez bankalarının
uygulamış oldukları gevşek para politikalarının tersine döndüğü bir süreç yaşıyoruz.
ABD Merkez Bankası (FED) son iki senedir hem faiz artırımları hem de bilanço
küçültme süreci ile normalleşme yolunda emin adımlarla ilerliyor. 2019 yılına
geldiğimizde ABD ekonomisinin yakın zamanın en uzun genişleme sürecini yaşamış
olduğuna şahit oluyoruz. Bu durum piyasaları ürkütüyor ve her genişleme döngüsünün
er geç yavaşlayacağı sezgisi ile ABD ekonomisinde yakın dönemde bir resesyon
fiyatlanıyor. Şahsen resesyon ihtimalini çok yakın görmüyorum. ABD ekonomisi kriz
sonrası dönemde hiç olmadığı kadar güçlü. Bu önemli çünkü güçlü bir ABD dünyanın
geri kalanı için daha çok ihracat ve finansal istikrar anlamına geliyor. ABD yakın
gelecekte bir resesyon yaşarsa bu ABD’nin iç dinamiklerinden ziyade ABD dışında
yaşanacak ciddi bir resesyonun olumsuz etkilemesi sonucunda olur. Dünyanın geri
kalanına baktığımızda, Avrupa ekonomisi kriz sonrası dönemde maalesef ABD kadar
güçlü bir canlanma gösteremedi ve tekrar yavaşlama tehlikesi henüz atılmadı. Çin
ekonomisi de bir yavaşlama sürecine girmiş görünüyor.

Dünya ekonomisi için ileriye dönük olarak en büyük riskin ticaret savaşları kaynaklı
belirsizlikler ve refah kaybı olacağını düşünüyorum. Ticaret savaşlarının öncül etkileri
Çin ekonomisi üzerinde kendisini hissettirmeye başladı. Çin ekonomisinin yavaşlama
sürecine girmesi dünyanın geri kalanını olumsuz etkiler. Bir diğer risk, gelişmiş
ülkelerin para musluklarını kısmalarının bol para girişine alışmış gelişmekte olan
ülkelerde finansal istikrar açısından yarattığı tehdittir. Gelişmekte olan ülkelere ait
kırılganlıklar bulaşıcılık faktörü ile birleşince ileriye dönük olarak global bir yavaşlama
riskini artırmaktadır.

ABD’nin ekonomi politikasını değerlendirir misiniz?

ABD’nin ekonomi politikasını iki açıdan değerlendirelim. Para politikası,


bağımsızlığını önemli ölçüde oturtmuş bir Merkez Bankası olan FED tarafından

216
yönetiliyor. FED’in kanunla belirlenmiş iki amacı azami istihdam ve fiyat istikrarını
sağlamaktır. Burada kastedilen istihdam ise uzun vadeli sürdürülebilir büyüme hedefi
ile tutarlı olan istihdamdır. Yani kısa vadeli ve popülist bir bakış açısı değildir. Zaten
öyle olsa azami istihdam ile fiyat istikrarı birbiri ile tutarlı hedefler olmaz. FED bu iki
hedefini tutturma konusunda oldukça tutarlı ve istikrarlı bir performans sergiliyor. 2007-
2009 krizi sonrasında ABD ekonomisi yakın tarihinin en büyük resesyonunu yaşadı. Bu
süreç içinde FED zaman kaybetmeden ciddi bir genişleme politikası ile politika faizini
çok kısa bir sürede sıfır alt sınırına çekti. Piyasalardaki paniği bastırmak için likidite
enjekte edici pek çok değişik araç üretti ve art arda devreye soktu. Panik bittikten sonra
da ekonomik durgunluğun devam edeceği anlaşılınca bu sefer miktarsal genişleme
(Quantitative Easing) politikaları ile uzun vadeli tahvil satın alarak piyasa faizlerini
düşük tutmayı hedefledi. Şu anda artık durgunluk sürecinin bittiği ve FED’in
normalleşme yolunda faiz artırımlarına gidip bilançosunu küçülttüğü bir dönem
yaşıyoruz.
Kriz sonrası Fed politikalarını değerlendirdiğimizde bazı önemli dersler çıkarmak
mümkün:
• Ekonomiyi tehdit eden bir gelişme olduğunda ahlaki tehdit (moral hazard) riski
pahasına ilk aşamada ekonomiyi rahatlatacak tedbirlere öncelik verilmeli. Risk
almış bir şirketin batması, akabinde daha derin bir kriz yaratacaksa o şirketi
kurtarmak için çaba gösterilmeli. İşin ahlaki tehdit boyutu daha sonra regülasyon
ile giderilmeli.
• Zamanlama çok önemli. Para politikası adımlarının geç kalması, sonradan telafisi
zor bir hasar yaratabilir. Faiz indirimlerinde Fed kadar atik davranmayan, hatta
Fed faiz indirirken enflasyon endişesi ile faiz artırımına giden ECB’nin bugün
hala belini doğrultamadığını görüyoruz. Elbette bunda Avrupa Birliği’nin hantal
yapısı ve homojen bir maliye politikası uygulanamamasının da rolü büyük.
Ancak ECB’nin krizi Fed kadar hızlı okuyamamış olmasının önemli bir payı var.
• İletişim bundan sonraki dönemde merkez bankalarının en önemli aracı olacak.
Kriz sonrası dönemde politika faizi sıfır alt sınırına dayandığında FED’in uzun
vadeli faizleri kalıcı şekilde aşağıya çekebilmesi için ileriye dönük bir
yönlendirme yapması ve uzun vadeli tahvil alımlarını uzunca bir süre devam

217
ettireceğini piyasalara izah etmesi gerekti. Keza normalleşme sürecinde de global
piyasalara sürülmüş 4.5 trilyon USD’lık likiditenin geri çekilmesinin bir çalkantı
yaratmaması için çok şeffaf ve öngörülebilir bir para politikası uygulanmaya
başlandı. İletişimdeki berraklık FED’in bu süreci oldukça pürüzsüz bir şekilde
yönetmesine imkân sağladı.

Maliye politikası tarafına baktığımızda, Başkan Trump döneminde kısa vadeye odaklı
ve getirisi ABD için bile net olmayan bazı adımların atıldığına şahit oluyoruz.
Düşünecek olursak Trump’ın başkan seçildiği dönem FED’in faiz artırımlarına
başladığı, yani ABD ekonomisinin potansiyel üretim kapasitesine yaklaştığı bir
zamandı. Buna rağmen FED, ABD ekonomisini kademeli soğutmanın gerekli olduğunu
söylerken Trump genişlemeci maliye politikası adımları attı. Potansiyel üzerinde
büyüme ekonomide istikrarsızlık yaratır. Zaten FED de buna göz göre göre izin
vermeyeceğini ve gerekirse daha çok sıkılaştırma yapacağını ifade etti. Ancak para ve
maliye politikaları arasında yaşanan gerilimden her zaman ekonominin zararlı
çıkacağını unutmayalım. Nitekim son dönemde ABD ekonomisi için resesyon
fiyatlaması yapılmasının bir sebebinin bu iki başlılık olduğunu düşünüyorum.

Hocam sizce neden orta gelir tuzağından çıkamıyoruz?

Orta gelir tuzağı, gelir düzeyi orta seviyede olan ülkelerin yüksek gelir düzeyine
ulaşabilmek için yeterli büyümeyi yakalayamamaları ve o gelir düzeyinde kalmaları
anlamına geliyor. Düşük gelir seviyesinden orta gelir seviyesine yükselebilmek daha
kolaydır. Çünkü o süreçte ekonomideki yüksek âtıl kapasiteyi değerlendirirsiniz. Ancak
bir noktadan sonra işsizlik azaldığından ücretler yükselir, nüfus artışı ekonomik
büyümenin altında kalabilir, üretkenlik artışı yavaşlar.

İktisatta “azalan marjinal üretkenlik” dediğimiz bir kavram vardır. Örnek vererek izah
edecek olursak, yeni açılmış bir restorana ilk aşçıyı istihdam ettiğinizde üretim artar.
İkinci aşçı da üretime destek verir ama üretim ilk aşçının geldiğindeki kadar artmaz.
Çünkü iki aşçı mevcut mutfağı paylaşır. Bu noktada üretimi kayda değer şekilde
artırabilmek için sermayenin artması gerekir. Bu ise finansman zorluğu yaratır.

218
Genelde düşük gelir grubundan orta gelir grubuna geçerken görülen artış beşerî
sermayedeki artıştan değil “restorana aşçıyı alıyor olmaktan” yani sermaye ile emeği bir
araya getirmekten kaynaklanır. Ancak bir üst aşama için, yani orta gelir tuzağından
çıkmak için o aşçıyı eğitmeniz ve daha nitelikli hale getirmeniz gerekir. İlave olarak
mutfağa yeni aletler almanız yani teknolojinin istihdam edilmesi gerekir. Başta başkaları
ne pişiriyorsa siz de onu pişirirken şimdi yeni yemekler geliştirmeniz lazımdır. Yani
katma değeri yüksek ürün üretmeniz gerekir. Bu noktada eğitimin önemi karşımıza
çıkar. Zira katma değeri yüksek üretim nitelikli işgücü gerektirir.

Bir diğer sorun ise şudur: Açık enflasyon hedeflemesinin yapıldığı 2006 sonrası
dönemde enflasyon hedefi bir türlü tutturulamadı. 2017 sonrasında ise enflasyondaki
bozulma iyice belirgin bir hal aldı. Enflasyon, yarattığı belirsizlik ortamı sebebi ile
yatırımları törpüler ve bu ortamda yeni teknolojinin üretimi zor olur. Dolayısı ile pek
çok olumsuz etkisi olan enflasyonu düşürmek bu noktada da kritik önem taşır.

Hocam, TCMB’nin aldığı kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?


2002 sonrası dönemde önemli bir dezenflasyon süreci yaşandı. 2002-2004 arasındaki üç
senelik dönemde agresif bir para politikası uygulayan TCMB enflasyonu yüzde
30’lardan yüzde 9’lara çekmeyi başardı. Ancak maalesef 2004 sonrası dönemde
enflasyon yüzde 7.5-8 aralığının fazla altına inemedi. Bunda Merkez Bankası’nın
enflasyonla mücadelede yeterli sabrı gösterememiş olması ve zamanından erken faiz
indirimlerine gitmiş olmasının önemli bir rolü var.

Enflasyonla mücadele için bir kredibilite kazanılması ve bu kredibilite ile beklentilerin


çıpalandırılması gerekiyor. Kredibilitenin kazanılması zorlu bir süreç. Ancak bir kere
kazanıldıktan sonra ileriye dönük ciddi bir rahatlama sağlıyor.10

Taşkınlık yapan bir sınıfa yeni bir öğretmenin tayin edildiğini düşünün. Öğretmen sınıf
üzerinde bir disiplin sağlamakla sorumlu ancak sınıf pek oralı değil. Öğretmen,
dedikleri yapılmazsa sonuçların ve yaptırımların ne olacağını sınıfa iletir. Ancak sınıf
henüz öğretmeni tanımadığından söylediklerini ciddiye almaz. İşte bu noktada

10
Prof.Dr.Selva Demiralp’in 18.01.2019 tarihli gazetesinde yayınlanan Milliyet köşe yazısı

219
öğretmenin kredibilite kazanabilmesi için söylediklerini harfiyen yerine getirmesi,
gerekli ceza ve yaptırımları uygulaması gerekir. Eğer son dakikada yumuşamaz ve taviz
vermezse bir süre sonra sınıf, öğretmenin niyetinin ciddi olduğuna kanaat getirir. Yani
öğretmenin ağzından çıkanı yapacağına inanır. O noktadan sonra öğretmenin artık ceza
vermesine hatta sınıfı ceza vermekle tehdit etmesine bile gerek kalmaz. Çünkü sınıf
uyulması gereken kuralları öğrenmiştir ve bu kurallardan sapılmasına izin
verilmeyeceğini bilerek o disiplin içinde hareket eder. Yani beklentiler çıpalanmıştır.

Merkez Bankacılığı da böyle. 2001 sonrası dönemde örtük enflasyon hedeflemesine


geçildiğinde tarihimizde ilk kez enflasyonla ciddi bir mücadeleye şahit olduk. Yeni bir
rejimde Merkez Bankası sınıfa giren yeni öğretmen misali kredibilite kazanmak için
ciddi yaptırımlar uyguladı. 2002’de yüzde 14’lerde olan reel faiz iki sene sonra yüzde
9’a inerken enflasyon da yüzde 30’dan yüzde 9’a inmişti. Bu ciddi bedel ödenirken
piyasalar öğretmenin niyetinin ciddi olduğuna inanmış, kredibilite büyük ölçüde
kazanılmıştı. Bu durum 2004 sonrası dönemde daha az bedel ödeyerek fiyat istikrarı
sağlanması için önemli bir avantaj sağladı. Her ne kadar sonraki dönemde öğretmen
gevşeyip dediklerine olan samimiyet konusunda sınıfın güvenini kısmen kaybetse de
örtülü bir anlaşma oluştu. Kastedilen ceza sınırı ile ilan edilen ceza sınırı arasında bir
ayrışma oldu. “Merkez yüzde 5 diyor ama kastettiği yüzde 8” şeklindeki yaygın inanış
beklentileri çıpalamakta örtük bir üst sınır oluşturdu. Gelgelelim 2017 sonrası dönemde

220
daha önce kazanılmış gevşek çıpanın da kaybolduğuna ve enflasyonun önce yüzde 12
sonra yüzde 20’lere zıplayarak “çıpasını kopardığına” şahit olduk.

Şimdi yapılması gereken tekrar çıpa atmak. Bu ise kolay bir iş değil. 2002 sonrası
dönemde gösterilen kararlı sıkı duruşun tekrarlanması, öğretmenin sil baştan kendisini
tekrar sınıfa tanıtıp güven tazelemesi gerekiyor. Bu ise eskisinden kararlı ve sıkı bir
duruş gerektiriyor.

Yukarıdaki yazımda bahsettiğim kredibilite kaybının önemli bir sebebi yüksek faiz
dönemlerinde TCMB üzerinde oluşan siyasal ve sosyal kaynaklı faiz indirme baskısıdır.
Burada şu noktanın altını çizelim. Dünyanın her yerinde siyasetçiler kısa vadeli
istihdama odaklanırlar ve faiz artırımlarına sıcak bakmazlar. Öte yandan bağımsız bir
Merkez Bankası’nın bu baskılardan etkilenmemesi ve doğru olduğuna inandığı para
politikasını uygulayabilmesi gerekir. Yapmış olduğumuz bir araştırmada siyasi
baskıların TCMB’nin tepki fonksiyonu üzerindeki etkisini ampirik olarak inceledik. Bu
çalışmada elde ettiğimiz bulgular faiz indirimi tavsiye eden siyasi demeçlerin faiz
artırımı ihtimalini istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde azalttığını gösterdi.11

Çözüm odaklı olmakta fayda var. Madem ki TCMB üzerinde faizleri düşük tutması
yönünde bir baskı var, o zaman bu baskı ne şekilde bertaraf edilebilir sorusuna
odaklanmak lazım. Faiz indirimi yönünde oluşan siyasi ve sosyal baskıyı azaltmanın
yolunun toplumda enflasyon bilinci oluşturup enflasyonla mücadelenin gerekliliğini
izah etmekten geçtiğine inanıyorum. Enflasyonla mücadelenin önemi konusunda
6.7.2018 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan köşe yazımda konuyu beş maddede şu
şekilde özetledim:

“1) Enflasyonla mücadele için öncelikle mevcut mantalitenin değişmesi gerekiyor.


Enflasyon uzun vadeli bir mücadele. Faizleri bugün artıralım üç ay sonra düşürelim
anlayışı ile yüzde 5’lik bir fiyat istikrarı yakalamak mümkün değil. Faizlerin “enflasyon
beklentileri hedefe yaklaşana kadar” yüksek kalması gerekiyor. Bu süreçte sabırlı
olmak ve Merkez Bankası tekrar toplumun güvenini kazanana kadar sıkı para politikası
uygulamak şart.

11
Demiralp, Seda ve Demiralp, Selva, 2019, Erosion of Central Bank Independence in Turkey, Turkish Studies, 20:1, 49-68

221
2) Enflasyonla mücadelenin nihai getirisi faizlerin kalıcı olarak düşmesidir. Çünkü
uzun vadeli piyasa faizi belirlenirken kısa vadeli faizin üzerine enflasyon beklentisi
eklenir. Dolayısı ile enflasyon düşmediği sürece piyasa faizi de düşmez. Buradan ironik
bir şekilde “faizleri düşürebilmek için önce yükseltmek gerek” sonucu çıkar. Ancak
bunu yapmaz ve faizleri yükseltmeyi ertelerseniz kısa vadede kontrolden çıkan
enflasyon piyasa faizlerini daha da hızlı yükseltecektir.
3) “Büyümenin bedeli enflasyonsa öderiz ve yolumuza devam ederiz” demek
arabayı karakolun önüne park edip “cezası neyse öderiz” demeye benziyor.
Döndüğünüz zaman araba çekilmiş olduğundan sadece cezayı ödemekle kalmıyorsunuz
bir de arabayı bulmanız gerekiyor. Kapasite üzerinde büyümek de benzer bir şekilde
durduğu yerde kalmıyor. Cezayı enflasyonla ödedik yüksek büyümeye devam
diyemiyorsunuz. Çünkü yükselen enflasyon faize ve kura yansıyarak ekonomiyi
soğutmaya başlıyor. Yani ekonomi er ya da geç üretim kapasitesine geri dönüyor ama
geri döndüğünüz noktada daha yüksek bir enflasyonla yaşamak zorunda olduğunuzdan
eski günleri mumla arıyorsunuz.
4) Enflasyon sadece sermaye sahibinin sorunu değil. Emekli ve sabit gelir
sahiplerinin de sorunu. Sene sonu enflasyonunun sene başından bilinmemesinin
yarattığı belirsizlik çoğu zaman sabit gelirli kesimin aleyhine işler. En basitinden bir
örnekle bu sene maaşınıza aldığınız zam oranı yüzde 13’ün altında kalırsa muhtemelen
reel olarak maaşınız düşmüş olacaktır. Bu da alım gücünüzün azalması ve gelir
dağılımının bozulması anlamına gelecektir.
5) Enflasyon tek başına bir problem olmayıp ekonomi ile ilgili ciddi bir dengesizliğe
işaret eder. Dolayısı ile bizim önceliğimiz büyüme ve istihdam, enflasyonu sonra
düşünürüz diyemezsiniz. Enflasyonu düşürmeden yatırımları canlandıramazsınız.
Çünkü enflasyonun yarattığı belirsizlik ortamı yatırımcıyı ürkütür. Enflasyonu
düşürmeden tasarrufları canlandıramazsınız çünkü reel mevduat faizinde yaşanacak
belirsizlik tasarruf sahibini caydırır. Mesela sene başında yüzde 13 faizle yatırdığınız
vadeli mevduat o zamanın şartlarında cazip bir reel faiz beklentisi sunsa da bugün itibari
ile muhtemelen negatif reel faiz anlamına geliyor. Bunu bilen tasarruf sahibi
harcamalarını öne çeker. Bu da dış borcu tetikler. Dolayısı ile enflasyon gibi önemli bir
dengesizliği göz ardı ettikçe diğer dengeleri de tutturamazsınız.”

222
Hocam, faiz-enflasyon ilişkisini yorumlar mısınız?

Türkiye gündeminin en popüler konularından biri, faiz ve enflasyon arasındaki


nedensellik ilişkisi. Teknik olan bu konuya ilginin bu kadar yüksek olması bir iktisatçı
açısından sevindirici bir durum.

Faiz, enflasyonu belli bir hedefe getirmekle yükümlü olan Merkez Bankası’nın elindeki
temel araçtır. Mekanizma şu şekilde çalışır: Ekonominin ısındığı zamanlarda, yani 100
adet üretim kapasiteniz varken, zorlamayla 110 ürettiğiniz zamanlarda Merkez Bankası
faizleri yükselterek talebi kısar. Aksi takdirde, bu aşırı ısınma kapasiteyi zorladığı için
enflasyon yaratır.

Talep azalınca üretim de normal kapasiteye döner, fiyatlar üzerindeki yukarı yönlü baskı
azalır ve enflasyon tehlikesi giderilmiş olur.

Yukarıdaki talep kanalına ek olarak enflasyonun bir diğer sebebi de maliyet kaynaklı
fiyat artışlarıdır. Türkiye’de sık görülen çeşidi, döviz kurundaki artışın ithal ara malı
fiyatlarını ve dövizle borçlanma maliyetlerini yükseltmek suretiyle fiyatlar üzerinde
yarattığı baskıdır. Bu durumda da Merkez Bankası’nın silahı faizleri yükselterek kurdaki
artışın önüne geçmek ve maliyetleri geriye çekerek enflasyonu düşürmektir.

Peki, enflasyonu düşürmek için yükselttiğiniz faiz üretim maliyetlerini yükselterek


bilakis daha çok enflasyon yaratmaz mı? Bu konu parasal iktisat literatüründe detaylı
olarak incelenmiştir. Elde edilen bulgular şudur: Her ne kadar faiz artışının ilk etkisi
üretimin kısılıp fiyatların artışı gibi görülse de uzun vadede talepteki azalış fiyatları
aşağı çeker. Yani para politikasının faizleri yükseltmesini takip eden yaklaşık 12 aylık
süre sonunda faizin enflasyon yaratması değil düşürmesi söz konusu olur.

Burada önemli olan sabırlı bir şekilde yüksek faiz politikasının enflasyonu düşürmesini
beklemek ve sıkı para politikası döngüsü bitip enflasyon hedefe çekilmeden gevşek para
politikasına başlamamaktır.

223
Peki, konu neden bu kadar kafa karışıklığı yaratıyor? Çünkü teknik olan bu konunun
ölçüm ve değerlendirmesinin de uygun ekonometrik tekniklerle yapılması gerekiyor.

Eğer bunu yapmaz ve salt enflasyon ve politika faizi verisini karşılaştırıp nedensellikle
ilgili bilgi edinmeye çalışırsanız yanılabilirsiniz. Zira enflasyonun yüksek olduğu
zamanlarda politika faizinin de yüksek
olduğunu görüp “Demek ki faiz
Faizin yüksek olma sebebi
enflasyona sebep oluyor” sonucunu
enflasyonu düşürebilmektir. O
çıkarabilirsiniz. Ancak bu bir göz nedenle, enflasyon yüksekken faiz
yanılmasıdır. Nedensel bir ilişki de yükseltilir.
değildir. Ceteris paribus, yani fiyatları
etkileyebilecek diğer etmenleri sabit tutarsanız, 1-1.5 sene sonunda ise enflasyon düşer.
Yapılan ekonometrik hesaplar bunu göstermektedir.”

Türkiye’nin bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?


Türkiye için AB’ye alternatif bir ekonomik birlik olduğunu düşünmüyorum. Zaman
zaman Rusya ya da Şangay Beşlisi ile ekonomik işbirliğine girilmesi konusu gündeme
geliyor. Bunların AB’ye bir alternatif olduğunu düşünmüyorum. AB müzakerelerinin
toplumu yıldırdığı ve “nasıl olsa bizi almayacaklar” anlayışının bir hayal kırıklığı ve
motivasyon kaybı yarattığı doğrudur. Bu yılgınlık bir alternatif arayışını da
tetikleyebilir. Ancak şunun altını çizmek lazım: AB ile müzakere sürecinin önemi
sürecin sonunda Türkiye’nin kabul edilip edilmemesinin çok ötesindedir. Esas mesele
sürecin Türkiye’nin AB standartlarında bir ülke olmasına verdiği katkıdır. Bu süreç bizi
evrensel hukuk kurallarına saygılı, güçler ayrılığına sahip, hukuk üstünlüğüne inanan,
şeffaf hukuk devleti olma yolunda disiplin altında tutmayı amaçlamaktadır.

Müzakere sürecinin başladığı 2002-2006 döneminde Türkiye ekonomisinin altın çağını


yaşadığına şahit olduk. Bu dönemde gerek doğrudan yabancı yatırımlar gerekse uzun
vadeli finans dışı özel sektör borçlanması zirve yaptı. Bunun sebebi AB ile müzakere
sürecinin başlamasının yarattığı güven ve doğru sinyallerin güçlü bir şekilde
verilmesinin yarattığı rahatlama idi.
224
Buraya kadar anlattıklarım Asya ile işbirliği yapılamaz anlamına gelmiyor. Asya ile de
Rusya ile de iş yapılabilir elbette, ama bunu oradaki bozuk düzenin parçası olarak
yapmamak çok önemlidir. Asya’da yoğun olan rüşvet, yolsuzluk ve hukuksuzluğun bize
bulaşmaması konusunda tetik olmak gerekir. Söz konusu sorunlarla mücadele bizde de
tam oturmadığı için bulaşma tehlikesinin yüksek olduğunu hatırlamak lazım. Bu tür
riskler değerlendirildiğinde, empoze ettiği prensipler ile bizi yukarı çekecek AB’ye
karşılık bize bulaştırabileceği olumsuz uygulamalarla aşağı çekebilecek ŞIO ve
Rusya’yı gördüğümde AB’yi tercih ediyorum. İktisadi açıdan bu ülkelerle yaptığımız
ticaret oldukça sınırlı. Siyasi boyutta NATO üyesi bir ülkenin ŞIO üyesi olamaması
bizim için verilmemesi gereken bir tavizdir. SOI, AB benzeri ekonomik çıkarlar güden
bir örgüt olmaktan ziyade bir güvenlik örgütüdür. Bizim zaten güvenlik aşısından çok
daha oturmuş NATO bağlantımız bulunuyor. Bunu koparıp daha zayıf bir gruba dahil
olmanın çıkarlarımız açısından uygun olmadığını düşünüyorum.

Hocam, işsizliğin önüne geçmemiz için neler yapılabilir?

İktisatta Okun adlı iktisatçının adı ile anılan kural, ekonomik büyümenin hızlandığı
dönemlerde işsizlikte azalma görüldüğünü söyler. Kural ampirik bir kuraldır. Yani
veriyi konuşturup büyüme ve işsizlik oranı arasındaki ilişkinin tespit edilmesi esasına
dayanır. Her ne kadar söz konusu ilişki uzun vadeli bir kavrama işaret etse de temeli
kısa vadede de geçerli olması beklenebilecek bir prensibe dayanır: Daha fazla büyümek
için daha fazla istihdam yaratılması gerekir ve bu da işsizliği azaltır.

225
Yukarıdaki şekilde koyu renkli çizgi büyüme oranını açık rengi çizgi ise işsizlik oranını
gösteriyor. Genel olarak büyüme ve işsizlik arasında Okun kuralı ile tutarlı bir çerçevede
negatif bir ilişki olduğunu gözlemliyoruz. Öte yandan özellikle 2016 sonrası hızlı
büyüme döneminde işsizliğin daha gecikmeli bir şekilde büyüme trendini izlediğini ve
aradaki negatif korelasyonun bir parça zayıfladığını gözlemliyoruz ki bu durum yakın
geçmişte “büyüme neden işsizliği düşürmüyor?” şeklinde soruları gündeme getirmiştir.
Bu durumun farklı açıklamaları olabilir. Hızlı büyüme dönemlerinde ekonomi bir
yandan büyüyüp daha fazla istihdam yaratırken bir taraftan da bu büyümeden cesaret
alan, daha önce iş aramayı bırakmış “küskün işsizler” dediğimiz kesim iş aramaya
başlıyor ve işgücüne katılıyor olabilir. İşgücüne katılım artışının istihdamdan daha fazla
olması durumunda ise artan istihdama rağmen işsizlik de artar.

Bu senaryo, ekonomide uzun süren yüksek işsizlik dönemlerinin ardından yaşanan hızlı
büyümenin daha çok kişiyi işgücüne çekmek sureti ile işsizliği artırabileceğini gösterir.
İstihdam artışının büyümeyi takip etmemesinin bir diğer sebebi işsizliğin daha arkadan
gelen bir değişken olması olabilir. Bir diğer sebep ise ekonominin geleceğine yönelik
inanç olabilir. Eğer işverenler ekonomideki hızlı büyüme sürecinin sürdürülebilir
olduğundan şüphelilerse o zaman daha çok işçi çalıştırmak gibi ileriye dönük bir risk
almadan önce ekonominin gidişatından emin olmak için biraz daha beklerler.

Yukarıdaki analiz şu sonuca işaret ediyor: Ne zaman ki ekonomi sürdürülebilir bir


büyüme patikasına oturur işsizlik o zaman düşer. Çünkü sürdürülebilir büyüme
bugünden yarına ani oynaklıklar olmayacağı anlamına gelir. Geleceğe olan güven artar.
Bu güven yatırımları destekleyerek ülkenin üretim potansiyelini artırır.

O halde bu noktada sürdürülebilir büyümenin gereklerini hatırlamakta yarar var.


14.12.2018 tarihli Milliyet gazetesi köşe yazımda bu konuda şunları söyledim:

“Uzun vadeli ortalama büyüme kabaca bir ülkenin potansiyel büyüme hızına karşılık
gelir. Sürdürülebilir olan, ekonomiyi yormayan ve fiyat istikrarını bozmayan büyüme
hızı budur. Kısa vadede bu ortalamanın üzerine çıkmak enflasyon getirir. Uzun vadede

226
daha fazla büyümenin tek yolu ise üretkenliği, rekabetçiliği ve üretim kapasitesini
artıracak yapısal reformlardır.”

Resesyon nedir? Resesyon yaygın olarak “ard arda iki çeyrekte negatif büyüme” olarak
bilinse de aslında resesyonu tanımlamak bu kadar basit değil. Modern ders kitaplarında
resesyon “normalin ciddi olarak altında büyüme” olarak tanımlanıyor. Burada “normal”
ekonominin potansiyel büyüme hızı olarak görülebilir. Ama “normalin ciddi olarak altı”
takdir edileceği gibi oldukça sübjektif bir kavram ve belirlenmesi uzmanlık gerektiriyor.
İşte bu nedenledir ki gelişmiş ülkelerde resesyon dönemlerini tespit etmek için en saygın
iktisatçıların yer aldığı komiteler kurulur. Çünkü resesyonun “iki çeyrek negatif
büyüme” şablonunun ötesinde derin ve tespiti zor bir kavram olduğu bilinir.

Son gelen rakamlardan sonra Türkiye bir resesyon sürecine girmiş midir, ya da girecek
midir sorularını cevaplamak yoruma açıktır. “Normal”i yüzde 5.2 olarak tanımlarsak
yüzde 1.6’lık bir büyüme (ve bir önceki çeyreğe göre -1 daralma) hızı kimi iktisatçıya
göre “normalin ciddi olarak altı” olarak algılanabilir. Kimisi ise böyle görmeyebilir. Bu
tartışmaya nokta koyabilecek bir komitemiz olmadığına göre tanımlara takılmak yerine
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu sürecin sebeplerini doğru tespit edip bu süreçten
en kısa zamanda nasıl çıkılabileceğini belirlemek daha sağlıklı olabilir.

Neden buraya geldik? Bunun önemli bir sebebi 2017 sonrası dönemde ekonominin
potansiyelinin ciddi olarak üzerine çıkmış olmasıdır. Potansiyelin üzerinde bir büyüme
hızı sürdürülebilir değildir. Siz para ve maliye politikası ile kasten yavaşlatmasanız bile

227
ekonomi kendi kendisini yavaşlatır. Kapasitesini zorlayan bir ekonomide enflasyon
yükselir. Enflasyon piyasa faizlerini yukarı çeker. Üretim yavaşlar. Bir de dış finansman
ihtiyacınız varsa o zaman yükselen enflasyona yerli parada değer kaybı eşlik eder ve
üretim maliyeti iki koldan artarak ekonomiyi yavaşlatır.

Bundan sonrasında ne yapmalı? Ekonomideki yavaşlama büyük ölçüde kur şoku ve


kurumların bağımsızlığı konusundaki güven kaybını yansıtıyor. O nedenle ilk aşamada
finansal istikrar odaklı hareket edip kurun mevcut seviyelerini koruyacak sıkı para ve
maliye politikalarına devam edilmesi gerek. Merkez’in dün faiz indirimine gitmemesi
bu açıdan oldukça olumlu. Sıkı para ve maliye politikasına sadakat gösterilmesi
enflasyon beklentilerini aşağı çekecek, risk primin düşürecek ve piyasa faizlerini
gevşeterek büyümeye destek verecektir. “

Ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir? Size göre iyi bir
ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?

İktisat insan davranışını matematiksel modeller çerçevesinde açıklayan bir bilim dalıdır.
Lisans seviyesinde iktisadın matematiksel boyutuna çok girilmez. Ancak amacınız
doktora yapıp iktisadı gerçek anlamında öğrenmekse o zaman lisans eğitiminiz sırasında
matematik tabanınızı güçlendirmenizde ve üniversitenizin matematik bölümü tarafından
verilen reel analiz dersini seçmeli ders olarak almanızda çok fayda var.
Lisans eğitimi sırasında iktisadi prensipleri ve teorileri kavramsal olarak öğretiyoruz.
Lisans üstü eğitimde bu kavramların altında yatan matematiksel hesaplama ve modeller
öğretiliyor. İyi bir iktisatçının bu iki boyutu da iyi hazmetmesi ve bütünleştirmesi lazım.
Doktoraya matematik ya da mühendislik tabanından gelen öğrenciler, çoğu zaman lisans
eğitimi iktisat olan öğrencilere göre zorunlu dersleri daha kolay tamamlıyorlar. Ancak
tez yazma aşamasında ellerindeki matematiksel altyapıyı kullanarak yaratıcı bir iktisat
sorusu sorma konusunda zorlanabiliyorlar. Buna karşılık, tez yazma safhasında yaratıcı
düşünme kabiliyeti olan, iktisat altyapısından gelmiş ve iktisat prensiplerini iyi kavramış
öğrenciler avantajlı olabiliyor.

228
İktisada ilgili öğrencilere tavsiyem lisans derslerinde edindikleri bilgileri günlük hayata
uygulamaya çaba göstersinler. Bu
şekilde zaman içerisinde bir iktisatçı İyi bir ekonomist olmak için hem iyi
gibi düşünme alışkanlığı edinip olayları analiz yeteneği hem de teknik
donanım gerekiyor.
iktisadi disiplin çerçevesinde analiz
etme yeteneğini geliştirebilirler.

Konuyu 17.07.2015 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan köşe yazımla tamamlamak


isterim:

“İktisat ya da iktisatçı kavramı kafalarda neleri çağrıştırır? Hollywood filmlerinde


ekonomistler ağırlıklı olarak bir yatırım şirketinde çalışan, piyasalardaki hareketleri
başkalarından önce tahmin edebilmek için polisiye filmleri aratmayacak bir tempoda
oradan oraya koşturan piyasa oyuncularıdır. O nedenle bir yolculuğa çıkıp yanınızda
oturan kişinin iktisatçı olduğunu öğrendiğinizde aklınıza ilk gelen soru altına, dolara,
borsaya ne olacağı şeklindedir.”

İktisat ve iktisatçının tanımı

Gerçekte ise iktisat ve iktisatçı kavramları yukarıdaki betimlemeden oldukça farklıdır.


İktisat kabaca mal ve hizmetlerin optimal şekilde üretim, dağıtım ve tüketimini analiz
eden sosyal bilim olarak tanımlanabilir.

Peki iktisatçı kime denir? Benim kafamda iktisatçı iktisat alanında doktora yapmış
kişidir. İktisat doktorası ise değil sokaktaki vatandaşın, iktisat konusunda lisans eğitimi
almış bir üniversite mezununun bile tahmin edemeyeceği kadar matematiksel ve teknik
bir eğitimdir. Ortalama beş-altı yıl süren doktora eğitiminiz boyunca insan davranışını
matematiksel modellerle açıklamayı, ekonominin değişik sektörlerini bu modellerle bir
araya getirmeyi ve mevcut verileri kullanarak kurduğunuz modelin gerçek hayata ne
kadar yakın olup olmadığını öğrenmeye çalışırsınız. “Öğrenirsiniz” demiyorum çünkü
pek çok bilim dalı gibi iktisat da ucu bucağı olmayan ve sürekli genişleyen bir bilgi

229
denizidir. Siz bir şeyler öğrenirken aynı zamanda birileri o öğrendiklerinizi bir adım ileri
götürmeye başlamışlardır bile.

Çok bilen çok yanılır

Ekran başındaki ekonomi takipçilerinin birincil motivasyonu yatırımlarını en iyi şekilde


değerlendirmek olduğundan TV’deki ekonomi kanallarında ağırlıklı olarak gündemdeki
ekonomik gelişmelerin yatırım araçlarına olan etkileri tartışılır. Bu programlara gelen
konukların cevap verme tarzından iktisatçı olup olmadıkları rahatlıkla anlaşılabilir.
İktisatçı hiçbir konuda kesin konuşamaz. Kesin konuşursa aldığı doktora eğitimine
ihanet edeceğini düşünür. Ekonomik bir tahmin yapması istense veriyle ölçmeden,
tahmini etkileyecek tüm faktörleri değerlendirmeden vereceği cevabın eksikliklerini
düşünür ve sürüncemede kalır. Merkez Bankaları’nın alacağı kararlar hakkında
konuşması istense bu kararların Merkez Bankaları’nca ne kadar büyük kadrolarla ve
detaylı analizler sonucu verildiğini bildiğinden o derinliğe inememenin aciziyetini
hisseder. Almış olduğu ekonomik formasyon ona sürekli arka plandaki derinliği ve bu
derinlik içinde değerlendirmesi gereken faktörleri hatırlatır.

230
ŞANT MANUKYAN

Şant Manukyan 1975 yılında İstanbul’da doğmuştur. Ortaokul ve Lise öğrenimini


Robert Koleji’nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden
1997 yılında derece ile mezun olmuştur. Aynı yıl Ata Menkul Değerler A.Ş. ’de uzman
yardımcısı olarak göreve başlamış ve 2000 yılına kadar yönettiği yatırım fonları düzenli
olarak getiri sıralamasında ilk üçe girmiştir. 2000 yılında yüksek lisans çalışmaları için
Cornell Üniversitesi Johnson Business School’a kabul edilmiş ve 2002 yılında mezun
olmuştur. Akabinde Türkiye’ye dönmüş ve İş Yatırım Menkul Değerler A.Ş ’de henüz
yeni yapılanmakta olan Uluslararası Piyasalar bölümüne katılmıştır. Çeşitli
kademelerde bulunduktan sonra halen Uluslararası Hisse Senedi ve Türev
Piyasalarından sorumlu müdür olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda şirketin
uluslararası piyasalar stratejisti de olan Manukyan Dünya Gazetesi ve Fortune
dergisinde düzenli olarak köşe yazıları yazmaktadır.

231
Şant Bey, Dünya ekonomisinin gidişatı hakkında neler düşünüyorsunuz?

Dünya ekonomisinin özellikle Bretton Woods sonrası yaşadığı deneyim veya içinden
geçtiği “deney” elbette kendi başına kalın bir kitap olabilecek nitelikte. Dedelerimiz ve
büyük dedelerimizin zamanının aksine bugün hükûmetler altının veya ülkede bulunan
altın miktarının boyunduruğu altında hareket etmiyor. Kredi sisteminin
yaygınlaşmasının ardından 19. yüzyılın sonu ve Bretton Woods dönemini de kati bir
altın standardı dönemi olarak düşünmek doğru olmaz. ABD örneği üzerinden
gittiğimizde 1907 ve 1929 krizleri de altın ile disipline edilen sistemlerin de krize
girebileceğini gösteriyor.

Keynes ve H. White’in farklı alternatif modellerinin tartışıldığı ve doğal olarak 2. Dünya


Savaşı’nın muzaffer ve ekonomisi harap olmayan tek ülkesi olmasından dolayı
ABD’nin yani White’in dediğinin olduğu Bretton Woods toplantısını neticesinde dolar
artık dominant para birimi olurken sıradan bir insan açısından para altın ilişkisi
koparılmış oldu. Öyle ki sadece devletler ellerindeki doları rezervini altına
çevirebiliyordu. Bu açıdan Bretton Woods sistemi gerçek bir altın standardı olarak kabul
edilemez. Ancak Triffin’in ayrıntılı bir seklide açıkladığı üzere bu sistem sürdürülebilir
değildi ve yerini doların yine baskın olduğu kâğıt para (fiat money, fiat lux teriminden
gelir, söyledi ve oldu anlamına anlamındadır) sistemine yerini bırakmak zorunda kaldı.
Bu noktada Doların neden rezerv para olmaya devam ettiğine de kısaca değinmekte
fayda var. Bu konudaki görüşlerin geniş bir yelpaze oluşturduğunu görüyoruz. Askeri
gücü, ekonomik büyüklüğü, petrodolar ve bu kavram üzerine oluşturulan pek çok
komplo teorisine rağmen çok daha basit bir sebep var. Bugün ABD’den çok daha az
borçlu (Almanya), ekonomisi çok daha fazla güven veren (İsviçre) veya ordusu çok
kuvvetli ama para birimi itibarsız ülkeler de mevcut.

Ancak ABD dolarının rezerv para birimi olmasının temelinde;

1-ABD’nin kur volatilitesini göğüslemeyi kabul eden açık bir ekonomi olması,

2-Çok derin tahvil piyasası sayesinde büyük miktarların fiyatları etkilemeyecek şekilde
alınıp satılabilir olması,

232
3-Çin veya Japonya örneğinde olduğu gibi çok büyük miktarlarda yatırım yapılabilecek
derinliğe sahip olması ve son olarak liberal ve hukuk kurallarının net bir ekonomi olması
vardır.

Artık 1970’lerde olmadığımız malum. Daha önemlisi ara ara medyada gördüğümüz
ülkelerin doları aradan çıkartarak kendi para birimleri ile ticarete girişmesi de Dolar
açısından bir sorun değildir. Zira bu iki ülkeden birisi ticaret fazlası oluştuğundan bu
fazlayı muhtemelen dolara dönerek ABD tahvillerine yatırmak isteyecektir. Görüşüm
artık doların rezerv para birimi olmasının ABD’ye faydadan çok zarar verdiğidir.

Bretton Woods sonrası sisteme dönersek; sistemi temelde altın standardında olduğu gibi
cari acık veya fazla veren ülkenin kur değeri üzerinden ticarette de bir denge sağlaması
gereken bir sistem. Ancak Bretton Woods’un sonundan bu yana ABD’nin cari acık
veriyor olması veya Türkiye gibi kronik açık veren ülkelere karşın Almanya gibi fazlası
GDP’nin neredeyse 10%’sine ulasan ülkeler olması bu sistemin sağlıklı çalışmadığını
gösteriyor.

Pek çok ekonomist ve Trump gibi pek çok lider bu dengesizliğin bazı ülkeler tarafından
yapay şekilde düşük tutulan kur ve mal hareketlerinin bir sonucu olduğuna inanıyor.
Belki de doğru bir tespittir. Ancak 1990’lara kadar kur işlemlerinin büyük oranda
ticarete bağlı gerçekleştiğini görüyoruz. O tarihten bu yana mal hareketlerine bağlı kur
işlemleri toplamın 20%’sindan daha az. Bu da global sorunun nedeni olarak cari açık
veya fazlaya bakmanın yetersiz olduğunu, tüm suçu fazla borçlanarak harcayan ülke
veya tüketicilere bağlamamak gerektiğini düşündürüyor. Bizim gibi ufak ve açık
ekonomiler (Türk ekonomisi açık bir ekonomi olmalı mıydı veya ne kadar sürede
olmalıydı, bence kesinlikle tartışılması gereken bir konudur) veya ABD gibi Dünya
sermaye hareketlerinin neredeyse yarısını çeken büyük ve rezerv para birimine sahip
ülkeler (rezerv paraya sahip olmak artık bir avantaj olmayabilir, diğer bir tartışma
konusu) sermaye hareketlerinin miktarı ve büyüklüğü karsısında sorunlar yaşıyor.
Kısacası artık cari hesap değil sermaye hesabı öne çıkıyor.

233
İnternetin fiyatlama mekanizmasında büyük farklılıklar oluşmasını engellediği, dünya
nüfusunun yaşlandığı Asya’nın üretim fazlalığının yanında son yıllarda bir platoya
girmiş olsa da artan verimliliğin öne çıktığı bir ortamda enflasyon da kalıcı olarak
geriledi. Reel faizlerin düştüğünü, emeklilik fonları dahil pek çok yapının ihtiyaç
duyduğu getiriyi sağlamak için spekülasyona yöneldiğini görüyoruz. Öyle ki piyasa ve
pek çok yorumcunun son derece hatalı şekilde para basmak olarak değerlendirdiği QE
yani varlık alımlarının bile varlık fiyatları enflasyonu konusunda etkili olsa da mal ve
hizmet enflasyonu yaratmadığını gördük.

Böyle bir dünyada bir kurallar kitabına yani altın gibi bir kutup yıldızına sahip olmayan
Merkez Bankaları para politikası belirlerken zorlanıyor. Avustralya gibi 25 yıl boyunca
resesyona girmeyen ülkeler olduğu gibi birkaç yıllık dönemlerde resesyon ve daha
önemlisi krizler yaşayan ülkeler de çok. Para politikası uzun vadeli ekonomik büyümeyi
sağlayamaz ancak hatalı para politikaları büyümeyi ciddi anlamda bozabilir. Nitekim
özellikle 2000 yılı sonrası tüm yükü omuzlarında hisseden Merkez Bankaları aşırı
gevsek para politikası uygulamak zorunda kaldı. Bu varlık fiyatları, piyasa fiyatlama
mekanizması, risk iştahı, regülasyonlar ve hükûmet davranış biçimi dahil pek çok
dinamiğin normalinden uzaklaşmasına yol açtı. Hala bu aşamadan geçiyoruz.

Gelecekte nasıl bir ekonomi olacağını bu kısa yazıda paylaşmak zor. Ancak sıfır faiz
tabanı bizlere kâğıt para sisteminde bir noktadan sonra merkez bankalarının fazla bir şey
yapamayacağını gösterdi. Paranın tamamen elektronik hale gelmesi ve ilerideki
krizlerde eksi faiz uygulamalarının çok daha yoğun olarak görülmesi söz konusu olacak.
Hayek’in 1970’li yıllarda bahsettiği “özel para” kavramının bitcoin ve diğer pek çok alt
coin ile test edildiğini görüyoruz. Hiçbir devlet para basma otoritesini gönüllü
devretmez. Ancak her büyük ekonomik kriz beraberinde sosyal değişimler de getirir.
Globalizasyon bir trend değil bir zıplamaydı. Artık 2000’li yılların başında görülen
globalizasyon hareketinin devam etmesi mümkün değil.

Öte yandan önce politik ardından ekonomik ve son olarak para birliğine geçmesi
gereken Euro bölgesinde elitler para birliğinin diğer iki birliği bir mecburiyet haline
getireceğini düşünerek hareket etti. Nicholas Kaldor, Milton Friedman dahil pek çok

234
ekonomistin cari hali ile Euro’nun çalışmayacağı uyarılarına rağmen Euro Bölgesi
politika yapıcıları gerekli adımları atmadı. Bu adımlar atılmazsa geleceğin dünyasında
Euro’nun yeri olmayacak. Kısa vadede en büyük risk de Euro bölgesinden
kaynaklanıyor.

Çin’in yükselişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çin’in yükselişi 2000’li yıllarından başında WTO12’ya girişi ile başlıyor demek hatalı
olmaz. Önce kuru baskılayarak ihracat bazlı büyüme modeli uygulayan Çin 2008 krizi
ile beraber faizleri düşük ve tasarrufu yüksek tutacak politikalarla yatırımları
desteklemeye başladı. Ancak 2013 yılı itibari ile Komünist Partinin gelişmiş
ekonomilerde olduğu gibi tüketim ağırlıklı bir büyüme modeline geçmek istediğini
biliyoruz, zira çok düşük seviyeler söz konusu ve bu sağlıklı bir durum değil. Bu doğru
ancak zor bir strateji olacak. Kamunun hane halkına servet transferini şart koşan bu
strateji hızlı bir şekilde uygulanırsa verimsiz pek çok yapının kapatılması, işsizliğin
patlaması, finans sektörünün zora girmesi, büyümenin çok sert yavaşlaması anlamına
gelecektir. Cari büyüme oranının 6.5%’i doğru kabul edersek bile, ki değil, Çin
önümüzdeki yıllarda 3-4% seviyesine kadar yavaşlayacaktır. “Backword” kabul edilen
ekonomilerin hızlı büyümesi şaşırtıcı değil. Pek çok Asya kaplanı Icor skorları itibari
ile geçmiş dönemlerde Çin’den çok daha iyi performans göstermiş durumda. Yani bu
ülkelerin yatırımları çok daha verimliydi. Bugün Çin büyük bir ekonomi ama zengin bir
ülke olmanın uzağında. Bu nedenle önümüzdeki 10 yılda alınacak kararlar çok önemli
olacak. Diğer bir kritik noktada tüm dünyada olduğu gibi Çin’in de yakın gelecekte
demografik bir krizle karşı karsıya kalma ihtimali. Tek çocuk politikasının da katkısı ile
nüfus yakın gelecekte ters piramit haline gelecek. Bu yaşlı nüfusun bakımı ve
büyümenin sürdürülebilirliği ile ilgili önlemlerin derhal alınması gerekiyor.

ABD ekonomisi için düşünceleriniz nelerdir?

Trump’in dünya ticaretinde bir sorun olduğu görüşü son derece isabetli. Çin’in ABD
gibi açık pazarlardan çok daha farklı kurallarla isleyen bir pazar olduğu da inkâr
edilemez bir gerçek. ABD’yi serbest ticaret karşıtı Çin’i ise destekler olarak lanse eden

12
Dünya Ticaret Örgütü

235
görüşlerin sağlam bir temele dayandığını söylemek mümkün değil. Ancak konu ABD
veya Amerikalıların fazla tüketmesi değil nasıl bu tüketime yöneldiği daha doğrusu
yönlendirildiği. Dünya ekonomisinin kapalı bir ekonomi olduğu gerçeğinden yola
çıkarsak Almanya veya Çin gibi ülkelerin büyük cari fazlaları ve tasarruf oranları olması
durumunda bazı ülkelerin de büyük cari açıklar vermesi ve bu tasarrufların ithal etmesi
bir muhasebe realitesi. Şayet ABD 19. yüzyılın ABD’si olsa yatırıma gidecek olan bu
para günümüzde bir finansman sıkıntısı olmadığından tüketime kayıyor. Bu nedenle
Trump doğru tespitine rağmen hatalı hedeflere saldırıyor. Doların rezerv para birimi
olmasının yarattığı dezavantaj (bugünün dünyasında Japonya veya Almanya kendi
kurunun rezerv para olmasını ve değerlenmesini ister mi?) ve çektiği yüksek sermaye
miktarına bir çözüm bulmadan ABD’nin kronik bazı sorunları çözülemez. Öte yandan
FED’in piyasa mekanizmalarının çalışmasına izin vermek yerine her krizde müdahale
ederek piyasa fiyatlamalarını bozması neticesinde sonsuz bir “boom and bust” döngüsü
içine girmiş bulunuyoruz. Finansal sistemin ekonomi içinde ağırlığı artıkça bu sorun da
büyüyecektir. Reel sektörde ortaya çıkan dev firmaların rekabet ve yaratıcılık
konusunda bariyerler oluşturması önümüzdeki dönemlerde ABD ekonomisi için sorun
yaratacak gelişmeler.

Gelişmiş ülkelerden yapay zekâ ve robot haberleri peş peşe geliyor. Biz bu konuda geç
mi kaldık?

Yapay zekâ konusunda bir uzmanlığım olmadığı için detaylı bir yorum yapmam doğru
olmayacaktır. Ancak özellikle Türkiye’de var olan ve bir derinliği olmadığını
düşündüğüm “AI ve Robotlar çok önemli biz de yapmalıyız” tarzı analizleri bir kenara
bırakarak pompalanan korkular konusunda bir iki noktaya değinmek istiyorum. Gerek
Keynes’in yazdığı “Economic Possibilities for our Grandchildren” gerekse
Schumpeter’in kaleme aldığı “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi” adli kitap aslında
gelecek ekonomi modellerini ve daha önemlisi sosyal yapıyı tartışır. Şayet 50 yıl sonra
veya 2100’lerde bugünkü sosyal ve ekonomik yapının ayni hali ile devam edeceğini
düşünüyorsanız elbette robotlar ve yapay zeka ciddi bir işsizliğe ve ülkeler arası
uçuruma neden olabilir. Ancak ayni dinamikler değişen sosyal yapıya paralel mülkiyet
ve üretim araçlarının ve sahipliğinin yeniden tanımlanması, baz gelir uygulamasının

236
geliştirilmesi, ülkeler arası verimlilik farklarının azalması gibi sonuçlar da doğurabilir.
Yakın zamanda global ekonominin kapısını çalması muhtemel kriz bu dinamikler
ışığında çok daha dönüştürücü ve uzun vadede faydalı olacak diyebiliriz. Kısa vadede
ise hükümetlerin yaklaşımı elbette çok kritik olacak. Asgari ücret artışlarının pek çok
gelişmiş ekonomide robotlaşmayı hızlandırarak umulanın tam aksi etki yarattığını
görebiliyoruz. Genelde öğrencilerin veya eğitimsiz iş gücü yoğun fast food
restoranlarında net olarak görülebilen bu trend devletlerin yaklaşan krizle beraber
geçmiş önlemleri devreye sokmaktan daha fazlasını yapmaları gerektirdiğini gösteriyor.

Şant bey, siz işin mutfağında olan bir ekonomistsiniz. Yatırımcılara tavsiyeleriniz
nelerdir?

Kısa vadede doların tüm para birimlerine karşı çok büyük bir yükseliş kaydetme riski
olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda P. Volcker ile başlayan ve 1980’lerden 2013’e
kadar suren borçlanma oranlarında düşüş artık sona erdi. Bu nedenle global olarak tahvil
faizlerinin yükselişinin başındayız ve özellikle Euro bölgesi tahvilleri risk içeriyor. Söz
konusu tahvillerde 9 trilyon dolar eksi getirilere rağmen park etmiş durumda. ECB’nin
varlık alımlarını bitirmesi ile beraber likiditenin çok azalacağı bu piyasada çok sert
hareketler görmemiz söz konusu olacak. Önce S&P daha sonra ise altın, gümüş ve
bitcoin gibi sistemin içinde bulunmayan ve kimsenin alacağını veya borcunu temsil
etmeyen varlıklar için portföylerde yer açma vakti yaklaşıyor. Dünya üzerinde yaşayan
insanların tamamı 1929 gibi global bir krizden ziyade bölgesel krizler hakkında gerçek
tecrübeye sahip. Daha önceki krizlerde ana bir ekonominin ayakta kalarak dünyaya
destek verdiğini gördük. Bu ana ekonomi çoğu zaman ABD, bazen Avrupa ve 2009’da
olduğu gibi bazen de Çin oldu. Ancak bugün tüm ana bölgelerin sorunlu olduğunu
görüyoruz.

Daha da önemlisi Merkez Bankaları’nın araç çantası giderek boşalıyor. FED’in önceki
resesyonlarda ortalama 300 puan üstü faiz indirdiğini düşünürsek bu kez atacağı adım
daha zayıf kalacaktır. ECB ve BOJ’un ise böyle bir fırsatı bile olmayacak. Keza
hükûmetlerin açıklayacağı genişleyici mali politikalarda yüksek borç seviyeleri nedeni
ile ayrı sorunlar yaratacak. Böyle bir ortamda yatırımcılar anneannelerinin krizleri ile
değil büyük anneannelerinin krizleri ile karşılaşacağını unutmamalı. 1990’lara kadar

237
beraber hareket eden iki seri 1990 sonrası globalizasyon, finansal enstrümanların
yaygınlaşması ve altın standardından iyice liberal sermaye hareketlerine dönmemizle
beraber ayrışmalar yaşandığını görüyoruz. İlk büyük ayrışma Dotcom olarak bilinen
teknoloji balonunu temsil ederken, ikinci ayrışma konut balonunu temsil ediyor. Şu anda
ise “tüm balonların anası” diye tabir edilen ayrışma ile karşı karşıyayız. Aslında bir
balondan ziyade Merkez Bankaları’nın her krizde hane halkının gelecekteki zenginliğini
öne çeken politikalara başvurmak zorunda kaldığını görüyoruz. Ancak tek başına bu
politikalar sorunları çözemediği için krizler kaçınılmaz oluyor.

Piyasalar hakkında uzmanlaşmak isteyen ekonomi öğrencilerine ve mezunlarına


tavsiyeleriniz nelerdir?

Her şeyden önce FT, WSJ gibi yayınları, FED ve ECB gibi önde gelen Merkez
Bankaları’nın çalışmalarını takip etmeleri gerekiyor. 1970-80’lerde yazılan ekonomi
modelleri, alınan phd’ler vs günümüz dünyasını anlamakta ve anlamakta yetersiz. Ders
kitaplarında okuduklarını veya hocalarından duyduklarını kati doğru olarak kabul
etmeyerek alternatifleri de detaylı bir şekilde anlamaya çalışmaları şart. Unutmamak
gerek, teori ve pratik teoride aynıdır gerçekte ise farklıdır. Henry Ford “It is well enough
that people of the nation do not understand our banking and monetary system, for if they
did, I believe there would be a revolution before tomorrow morning. Halkımız banka ve
para sisteminin temellerini anlasa yarın devrim olurdu” diyerek sistemin ne kadar
karmaşık olduğuna dikkat çekmiştir. Bugün on yıllar sonra finansal sistemler ve
ekonomiler çok daha karışık bir hal alırken bu değişiklikleri öğrenmeden eskiye bağlı
kalarak yapılan her analiz hatalı bir noktaya çıkartacaktır.

238
Doç.Dr. Zahide AYYILDIZ ONARAN

Zahide Ayyıldız Onaran bir çocuk annesi olup, 30 Ağustos’ta İstanbul’da doğdu. Acıbadem
İlkokulu ve Çamlıca Kız Lisesi’ni bitirdi. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktorasını aynı üniversitede tamamladı. Doktora
tezini 1995 yılında Türkiye’de ilk defa çalışılan özgün bir konu olan ‘Para Politikasına Yeni
bakış: Merkez Bankası Bağımsızlığı” ile Prof. Dr.Türkel Minibaş’ın danışmanlığı ile
tamamladı. Doktora tezi Turgut Telman’dan sonra geniş ve kapsamlı olarak ele alınan 1995
yılında basılmış ikinci eserdir. 1997’de Aynı eser, rapor olarak; TUGİAD Genç İşadamları
Derneği tarafından 1997’de; “2000’lere Doğru Türkiye’nin önde gelen Sorunlarına Yaklaşımı:
Merkez Bankası Bağımsızlığı” basıldı.

1989’da İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Prof.Dr. Işıl Akbaygil’in


Araştırma görevlisi olarak başlamıştır. 1997 Yardımcı doçent olmuştur. 2002-2004 döneminde
1 yıl Teksas Wichitta Falls Midwestern State University de misafir öğretim üyesi olarak görev
yapmıştır. 2013- 2015 döneminde Araştırma Uygulama Merkezi Müdürü olarak İstanbul
Üniversitesi/Çocuk Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezinde görev yapmıştır. 2015 Eylül’de
Doçentliğini almıştır. Makro İktisat İktisadi analiz, Para Sermaye Piyasaları ve Finansal
piyasalar, Merkez Bankacılığı, Sağlık Ekonomisi, Uluslararası iktisat, Seminer, Bilimsel
araştırma teknikleri, Global piyasalar derslerini vermektedir. 1999-2002 döneminde Hava
Harp Okulu’nda ekonomi dersi vermiştir. Okan Üniversitesi ve Maltepe Üniversitesi’nde
misafir öğretim üyesi olarak ders vermiştir. Aydın Üniversitesi’nde ders vermeye devam
etmektedir.
Halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde akademik hayatına devam etmektedir.

239
Hocam, Dünya ekonomisinin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dünya tarihini anlatmadan önce; bu tarihin başlangıcının hangi nokta olarak kabul
edildiğini belirlemek gerekir. Aslında bu ayırımın, uygarlık tarihçileri ve ekonomistler
tarafından, yazıdan önce yazıdan sonra şeklinde ele alındığını görmekteyiz. Bununla
beraber, uygarlık tarihi mi yoksa ekonomi tarihi mi tartışmaları yapıldığını da
vurgulayabiliriz. Ayrıca ülkelerin kendilerine ait sosyokültürel, sosyoekonomik,
jeopolitik yapılarını, mikro olarak irdeleyip makro açıdan dünya ekonomik tarihine
bakmak mümkündür. Genel olarak Dünya ülkelerini öncelikle gelir açısından; yoksul,
orta gelirli ve zengin; üretim açısından ise tarım, sanayi, yarı sanayi şeklinde
gruplandırabiliriz. Aynı zamanda benimsedikleri sisteme göre; kapitalist ülkeler,
sosyalist ülkeler, kapalı ve açık ekonomiler olarak sınıflandırabiliriz. 1945’ten itibaren
ekonomik ve sosyal düzendeki değişimin üç gruplu bir Dünya’yı oluşturduğunu
söyleyebiliriz. Birincisi Batı’daki demokratik ülkeler, ikinci grup; Sovyetler Birliği ve
komünist yapıdaki ülkeler, üçüncü grup ise zamanında hâkim ekonomilerin yönetiminde
olan yeni Dünya düzeninde farklı ekonomik sosyal yapılarda olup bağımsızlıklarını elde
edenlerdir.

Dünya ekonomi tarihi artık 17.- 18.yüzyıllardaki gibi güçlü ekonomiler ve sömürgeleri
şeklinde değildir. Çünkü bu ülkeler artık bir şekilde bağımsızlığını elde etmiş ülkelerdir
ve tekraren eski tarihlerine dönmeleri çok zordur. Özellikle ABD ve güçlü sermayeye
sahip olan gruplar, savaş sonrasında kurumsal kimlikli kuruluşlar (IMF, Dünya
Bankası), ciddi boyutlu yardım fonları ve yardım paketleriyle (Marshall) Dünya
ülkelerine, kendi üretim, tüketim, kültürel özelliklerini dolaylı ve direk olarak taşımayı
başardılar.

Bundan sonraki aşamalar parasal ve ekonomik birlikler dönemidir. OPEC, G8, NAFTA,
EFTA gibi…

Daha sonraları başlangıç noktasına göre daha güçlü ve içeriği genişlemiş olan Avrupa
Ekonomik ve Parasal Birliği (EU) BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü (SCO) gibi alan
içindeki dayanışma ile güçlerini, uluslararası ticarette rekabet avantajı olarak ortaya
koyan birlikler oluşmuştur.

240
Günümüzde Dünya ekonomisi; kur ve ticaret savaşları, kripto para oyunları eski ticaret
yollarının bugünkü dünyada kontrolünü sağlama için yapılan savaşlar, strateji oyunları
ile bir labirent görüntüsü oluşturmaktadır. Kapitalizm daralmaları ve yeni bir yerden
başka şekilde çıkması, neoliberal politikaların sarmaşık yapısı, küreselleşme ile birlikte
bilgi ekonomisinin yarattığı yüksek teknolojik üretim etkileri ile dünya ekonomisi
kavgaların artık bilgisayar üzerindeki oyunlara dönüşmüştür.

Çin’in son 10 yıldaki yükselişi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Çin, dünya tarihine nüfusu, öngörüsü ve üretim gücü ile imza atan ülkelerden biridir.
Geçmişine baktığımızda, özellikle, 4-5.yüzyıllarda bilim ve teknoloji açısından
dünyanın bugünkü hâkim ekonomilerinden açık ara önde olduğunu görmekteyiz.
Avrupa ve benzerlerinden 1000 yıl öncesinde kâğıdı icat ettiklerini, MS 200
periyodunda, Avrupa’da kullanılmayan el arabası, Avrupalı şövalyelerin hayali olan at
gemileri, gübre, veterinerlik faaliyetleri, ilaçlar, çeşitli şifa ve önemli bitkiler, 250‘li
yıllarda Çin’de kullanılıyordu. Ancak 1400’lü yıllardan itibaren bu hız kesilmeye
başladı. Sorulması gereken soru, uygarlık tarihine bu kadar önde başlayan Çin’i bugün
Avrupa ve Amerika’nın gerisinde bırakan zihniyet neydi?13

Aslında bu faktörlerin temel noktası, neoklasik düşüncenin yapılanması, kapitalist


öğretinin temelleri, emperyalist zihniyet ve yüksek oranlı teşviklerin Çin’in o günkü
felsefesinde yer almadığıdır. Ekonomilerin yapısallarını genel başlıkta analiz etmemizi
sağlayan, literatürde ilk olarak, Spencer ve Marx tarafından ortaya atılan toplumsal yapı
çok önemlidir. Toplumsal yapı; üst yapı ve alt yapı olarak ikiye ayrılmaktadır. 14

Marx, üst yapıyı; tarih, kültür, gelenek, hukuk, siyaset, yönetim, demografik tüm
unsurlar; alt yapıyı ise ekonomik yapı olarak tanımlar.

Ülkeler açısından özellikle üst yapı unsurları; sınıflararası her türlü üretim gücü ve
üretim şeklinde etkilidir. Bu nedenle, Çin sanayi devrimlerinin yarattığı değişimleri
üretimsel anlamda kullanıp, yapısal olarak içselleştirmediği için, yıpranmamış ancak
Avrupa ülkelerine göre aynı hızı da yakalayamamıştır. 1990’lardan itibaren Ortodoks

13
Erinç Yeldan “İktisadi Büyüme ve Bölüşüm teorileri” Efil yayınevi 2011. Sf:18-19
14
A.Çeçen .. Siyasal Bilimlerin Sosyal Yapıları...sf:91

241
öğretinin felsefesini savunan iktisatçılar, büyüme ve gelişmenin “Washington
Mutabakatı” olarak isimlendirilen hareket ile eylemleştirmiştir. Temel olarak büyüme
politikalarını standart uygulamalara göre belirle, ticareti serbestleştir, bütçe açığını ve
devlet harcamalarını azalt, mali piyasaları serbestleştir, kaynaklarda özel girişimin
payını arttır 15 şeklinde önerileri içermektedir.

Bu reformların direkt veya dolaylı yollarla gelişmekte olan ülkelere uygulandığını


görmekteyiz. Bu ülkelerin çoğunda yüksek maliyetler oluşurken, programı birebir
uygulamayan Çin başarılı büyüme dönemi yaşayarak, günümüzdeki güçlü ekonomiler
arasında yer almıştır. Bu durum Çin’in kendi geleneksel yapısını, kapitalizmi yönetecek
ekonomik tarzını oluşturmuştur. Belki de Çin’in bu önlenemez yükselişini; orijin ülkeye
benzer hale getirmeyi başardığı için bugünkü gücünü görüyoruz. Birçok iktisatçının
varsayımlarının aksine, Çin çok büyük kapitalist kaymalar ve zaaflar göstermez ise;
gelecekte özellikle Rusya’nın da içinde yer aldığı BRICS benzeri ülkeleriyle yükselen
gücün, ticaret payının sahibi olacaktır. Önümüzdeki yıllarda nüfus avantajı, uzun
çalışma saatleri, yüksek teknoloji üretimi ve kullanımı ve bölgedeki etkinliği ile Dünya
ekonomisinden daha büyük pay alan bir Çin görme olasılığı yüksektir.

ABD’nin ekonomi politikasını değerlendirir misiniz?

ABD’nin günümüze kadar uzanan enteresan


bir ekonomik politik süreci vardır. Amerika’nın ekonomik açıdan
Neoliberalizm gelişmiş dünyada Keynesgil, güçlü olmasını neden olan
temel öğeler, Liberalizmi
azgelişmişlerde ise güçlü denetimli ekonomi
neoliberalizme dönüştürmede
döneminden sonra sisteme yerleşmiştir16. Bu sağladığı başarıdır.
politikaların iyi yöneticisi olan ABD yaşadığı
ekonomik ve savaş problemlerini başarıyla uluslararası alana bulaştırarak kendini
sıyırmayı başarmıştır. 1929 bunalımını ağır bir şekilde yaşarken en büyük altın
rezerviyle krizden çıkmıştır. İkinci dünya savaşı sonunda serbest piyasa mekanizması
ve değişen Dünya sistemi içinde askeri olmayan yardım fonları ile 3. Dünya ülkelerini
finanse ederek kendisine yeni üretim alanları ve ucuz üretim faktörleri sağlamıştır.

15
Erinç Yeldan a.g.e. sf:4
16
Gülten Kazgan” Liberalizmden Neoliberalizme “ Remzi Kitabevi 2016, s.25

242
Sömürgecilik sisteminin bittiğini gören sömürge ülkeleri direkt yatırımlar, yardım
fonları ile gönüllü paylaşıma dahil etmiştir. Planlama dehası diyebileceğimiz ABD,
hızlı, öngörü stratejisi ve uzun vadeli planlama ile kendisine büyük paylı piyasalar
yaratmıştır. İşsizlik problemini yeni yatırım alanlarından önce askeri ve savunma
sistemi içinde elemine etmektedir. Egemen güç olmayı, Dünya rezerv parası Dolar ile
sağlarken bir yandan da yayılmacı savaş ekonomisi stratejisi ile içindedir. ABD
neoliberalizmin getirdiği limitsiz özgürlük ile birlikte yolsuzluk katsayısını da
arttırmaktadır. Bu ve aşırı çıkar maksimizasyonu beraberinde 2008 krizi gibi krizleri
getirmiştir.

ABD, finansallaşan sermayenin reel sermayeden daha fazla genişlemesi kriz etkisi
yaratsa da zihniyet olarak, sistemi tekrar başlat oyununa sahip bir ekonomidir.
Küreselleşme, Sanayi 4.0 sürecinden piyasa yaratma avantajı sağlamaktadır.

Kısaca; kabul etsek de etmesek de strateji oyununu güçlü araçlara sahip şekilde
oynamaktadır. Ancak krizler göstermiştir ki kapitalizm bir noktadan sonra
üretemediğinde ciddi sorun yaşamaktadır. Kapitalizmin şu anda var olma kaynağı
azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdir.

Yapay zekâ ve robotlar dünya ekonomisini nasıl etkileyecek?

Her yeni teknolojik değişim, büyük gelişmeler sağlamakla birlikte aynı büyüklükte
yıpranmalar yaratmaktadır. Aslında yapay zekâ, klasik ekonominin üretim
faktörlerinden farklı olarak, bilgi, yüksek teknolojiye sahip Yeni Ekonomi (New
Economy), internetin ön plana çıktığı ekonomik üretim şeklinin bir sonucudur. İnsan
eliyle yaratılan ancak kendisini geliştirme olanağı olan üstün bir teknoloji ürünü…

Ekonomik, sosyal ve kültürel birçok unsuru değiştireceği, değiştirmeye başladığı


kesindir. Diğer bir bakış açısıyla, kapitalizmin yeni bir ürünü yapay zekâ. Her aşaması
bir sonrakinde daha ileri seviyeye getirecek olan güçlü bir yapısal sıçrayış bence.
Başlangıç olarak insan zekâsı kadar güçlü değiller. Ancak tüm ulusal ve uluslararası
sınırları kaldırıyorlar. Sürücüsüz araçlar ile insanlardan daha güvenli araba
kullandıklarını gösteren deneyler yapılmaktadır. Bir sonraki aşama insanlar ile aynı
seviyede zekaya sahip yazılımlar, ondan sonraki aşama ise, insan zekasından daha

243
yaratıcı ve üstün yazılım ve kendini üreten zekâ seviyesidir. Bizim bilmediğimiz
seviyelere ulaşacak olan, insana hiç gerek kalmayan yazılımlar olacaktır. “Derin
Öğrenme Devrimi”nin yazarı Prof. Terrence Sejnowski yapay zekanın insan yeteneğini
arttırdığını, hatta daha da yetenekli hale getireceğini savunuyor. Aslında bu düşüncenin
çok yabana atılmaması gereğine inanıyorum. Çünkü kullandığımız akıllı telefonlar ve
bilgisayarlar, akıllı binalar, üç boyutlu makineler bize zaman ve pratiklik kazandırırken
boş kalan kapasitemizi başka taraflara yönlendirmemize katkıda bulunmaktadır. Ancak
gerçekten bu kadar masum mu bu teknoloji? Peki ne olacak? Neyi değiştirecek?

Öncelikle ekonomik olarak klasik üretim faktörleri yerini yüksek teknolojiye bırakacak.
Belki emeğin kendini geliştirmesi için katkıda bulunacak ancak işsizliğe etkisi yüksek
ihtimaldir. Mal ve hizmetin oluşturduğu piyasalar sistemde sanal piyasalar olarak yer
alırken, toprak üretim faktörü olarak minimize olacaktır. Savunma sanayinde teknolojiyi
ve sermayeyi elinde tutan ülkelerin gücü daha da artacaktır. Bir anlamda kapitalizm
sömürüsünün gücünü yazılım teknolojileriyle en yükseğe taşıyacaktır. Dünyada yeni
rezerv paranın kripto para mı veya başka bir şey mi olacağını zaman gösterecektir. Belki
de en büyük yardımcılar akıllı yazılımlar dediğimiz yapay zekâ varyasyonları olacaktır.
Günümüz için ütopya olan birçok yenilik sistemde yerini alacak.

Black Mirror, İnterstellar, I Robot, Westworld, gibi aslında gelecekte nasıl bir dünya
olacağının simülasyonu olan dizilerden işaretler alıyoruz. Bir zamanlar evlerimizin
misafiri olan “Uzay yolu” dizisindeki led ekranlar dokunmatik bilgisayarlar sadece
bilim kurgu gibi iken yaşamımızın birer parçası haline geldiler. Aynı şekilde, bugün
ismini saydığımız dizilerdeki, araç- gereçler, olaylar kurgu gibi gelse de bilgi- yazılım
ekonomisinin gelecekteki yaşamın içinde gerçek olması olasıdır. Ancak her yükseliş
gibi bir noktadan sonra artık yapay zekâ egemenliği yerine, sonunda insan ve beyninin
tam kapasite çalışabilmesi ile insanın ekonomik, sosyal değerlerini tekrar önemli hale
getirecektir.

Ekonomik değerlendirmeleriniz çerçevesinde Türkiye’nin 2050 için resmini çizer


misiniz?

Türkiye açısından gelecek tahminleri yapabilmek için tarihsel, siyasal ve ekonomik


analiz yapmak gereklidir. Bir ülkenin sağlıklı bir şekilde geleceğe uzanıp
244
uzanamayacağını yaşadıklarından aldığı derslere, ürettiği çözüm yollarına ve yaptığı
planların kısa- uzun dönem olup olmadığına bakmak gereklidir. Neoklasik iktisat ve
neoliberal politikaların hâkim politika olduğu bir Dünya’da plansız üretimsiz
yürüyebilmek mümkün değildir. Üretim şekilleri ülkelerin gelişmiş, az gelişmiş veya
gelişmekte olup olmadığını göstermektedir. İktisat teorilerinde özellikle; Fisher ve Clark
ülkeleri, üretim aşamalarına göre;

• Birincil üretim (tarım ormancılık hayvancılık)


• İkincil üretim (fason, inşaat, tekstil)
• Üçüncül üretim (hizmetler) olarak ayırmaktadır.

Ülkeler sırasıyla bu aşamaları geçmediklerinde özellikle büyüme ve kalkınma açısından


sürekliliği ve dengeyi sağlayamazlar. Bir ülkenin tarım sektörü olmazsa olmazıdır.
Dünya’da sanayi 4.0 devriminin etkileri ve üretim tarzı hızla değişirken Türkiye’nin
yüksek teknoloji içeren üretim tarzına geçmesi gereklidir. Yüksek sermaye birikimi
sağlayacak üretim çeşitleri tercih edilmelidir. Dünya giderek yeni ekonominin sonucu
olan, bilgi ve teknoloji yoğun üretim tarzını, yeşil GSMH’yı da göz önüne almaktadır.

Ülkemizin birincil yapısalların yani kişi başına düşen gelir, eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik, alt yapı, savunma, teknoloji, nüfus artışı gibi her bireyin eşit ulaşabilecek
şekilde tamamlanması gelecekteki gelir kaybının yaşanmaması için önemlidir. Coğrafi
ve jeopolitik avantajını yüksek güvenlik ve üretim olarak en yüksek düzeye çıkarmak
gereklidir.

Ülkemizin reformlara ihtiyacı vardır. Demokrasi, adalet, eşitlik sağlandığında


2050’lerde farklı vizyona sahip gelişmiş bir ülke olabiliriz. Bunun çok kolay bir süreç
olmadığı unutulmamalıdır.

Türkiye, neden orta gelir tuzağından çıkamıyor?

Orta gelir tuzağı, özellikle gelişmekte olan ülkelerde görülen üretim-gelir dağılımı
ilişkisindeki aksamaları gösteren bir kavramdır.

Yeterli sermaye birikimi yaratılamaması, üretimin daha çok tarım ve inşaat, fason
üretime dayandırılması, yatırıma dönüşecek tasarruf yetersizliği, yapısalların eksikliği,

245
siyasi ve ekonomik yönetim zafiyeti, beşeri sermayenin oranı, dışa bağımlılık, üretimin
ülkeye gelir oluşturacak yüksek rekabet gücüne sahip olmaması, adaletli gelir
dağılımının eksikliği, siyasal istikrarsızlık, hukuksal boşluk ve en önemlisi kişi başına
düşen gelirin uluslararası alana göre alt düzeyde yer alması orta gelir tuzağının
tetikleyicileridir.

Bunlar yapılandırılmadığı sürece hızlı büyüme yakalansa da bir noktada


durağanlaşacaktır. Güçlü yapısal reformlar ile orta gelirli ülke statüsünden üst gelir
düzeyine çıkmayı başarmak uzun dönemde meyvelerini verecektir.

John Maynard Keynes;

“Eğer girişim ilerliyorsa, bolluk ekonomi ile birlikte artar; ama girişim yoksa bolluk
ekonomi ile birlikte çürür” demiştir. Ancak bu bolluk, eşit, adaletli dağıtılmaz ise
ekonomi de suç önleme paradoksuna konu olur ve tuzaktan çıkamaz.

Yapısal reformlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Benim yapısaldan anladığım; bir ülkenin kalkınmadaki önceliği olan temel faktörlerdir.

O zaman demek gerekir ki; bir ülkenin, ekonominin yapısalları; öncelikle ekonomik,
sosyal, politik, kurumsal, hukuksal ve kültürel olarak sağlanmalıdır. Her ne kadar iktisat
politikalarının literatürdeki tanımlarına baktığımızda, sosyal, hukuksal amaç
belirleyemez diye tanımlansa da kalkınma genel kapsayıcı kavram olduğu için burada
geniş açıdan bakmak gereklidir.

Bir ekonomide temel yapıları oturtmadan, büyümeden yaratılan gelirin bir sonraki
dönem için verimliliğe dönüşmeyecektir. Çünkü bir ülkeyi oluşturan nüfus, yapısal
reformlarını sağlayamamış ortama sahip ise, ancak gelişmemiş insan topluluğu olarak
nitelendirilir. Burada nüfusun farkındalığından ve güçlü üretim eğiliminden bahsetmek
mümkün değildir. Yapısallarını oturtamamış bir ülkenin ne kadar adaletli gelir dağılımı
sağlayacağı da tartışma konusudur. Bir ülkenin ekonomik büyümeyi sağlaması kadar bu
büyümeyi kalkınmaya dönüştürmesi de önemlidir. Kalkınmanın yapısallarını
dolayısıyla yapısal reformların temel içeriği olan faktörleri;

246
• Kişi başına düşen gelir,
• Eğitim,
• Sağlık,
• Sosyal güvenlik,
• Alt yapı,
• Teknoloji, Bilişim
• Cinsiyet ayrımcılığı,
• Doğumda çocuk ve anne ölüm oranları
• Yaşam süresi uzunluğu
• Özgürlük, Demokrasi
• Yoksulluğun bitirilmesi
• İklim, Çevre
• Adaletli gelir dağılımı
• Gıda güvenliği
• İnsan hakları
• Hukukun üstünlüğü

olarak sıralanabilir. Yapısal faktörler Marx’ın vurguladığı gibi insani kalkınmanın


temelidir. Kesin olan zorunluluk; yapısallara, nüfusun tümünün eşit ve gelir seviyesi
farkı olmadan ulaşabilmesinin gerekliliğidir. Yapısallarını tamamlamamış bir
ekonomi musluğundan su sızan bir ev gibidir.

Türkiye’nin bir ekonomik birlikte olması gerekirse bu hangisi olmalıdır? Neden?

Sınırların kalktığı bir dünya sisteminde, bir ülkenin yalnız başına ekonomik ve ticari
rekabeti, hâkim ekonomi değilseniz sürdürmek zordur. Türkiye’nin AB gibi benzeri bir
gruba dahil olması büyük avantaj sağlayacaktır. Uluslararası alanda ekonomik istikrarını
sağlamadan aynı seviyede enflasyon ve üretime ulaşmadan birliğe dahil olmak,
uluslararası iktisattaki kutuplaşma teorisinin, uygulamada yaşanmasına neden olabilir.
Özellikle Avrupa Birliği’nin temeli olan Maastricht Kararları;

-Devletin yıllık yeni borçlanma oranı GSMH’nın %3ünü aşmamalıdır


-Enflasyon oranı en istikrarlı üç AB ülkesinden 1,5 puan yüksek olmalı.

247
-Uzun vadeli faiz oranı AB ülkelerinden 2 puan yüksek olmalıdır.
Bu kararlar ülkeler arasındaki makro ekonomik göstergelerin eşitlenmesi açısından
önemlidir. Kısaca ülkelerin ekonomik koşulları birbirine yakın olduğunda birliğe dahil
olmak avantaj sağlayabilir. Aksi taktirde ekonomik olarak güçlü olan ülkenin lehine
zenginleşme sağlar. Avrupa Birliği’nin kendi içindeki yapısal bazı sorunlar ihmal
edilmemelidir.

Endüstri 4.0 ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’nin bu süreçteki rolü ne


olur?

Uygarlık tarihinden itibaren, her yeni keşif, yeni icat üretim tarzını dolayısıyla
ekonomiyi ve sosyal yapıyı, suya atılmış taşın oluşturduğu giderek genişleyen halkalar
şeklinde etki yaratarak etkilemiştir. Dönemsel olarak devrim yaratan gelişimleri;

• Mekanik üretim mekanizmalarının bulunması; 1712’de buhar makinesinin icadı


(18.yy)
• Elektrik ve iş bölümü odaklı üretim aşaması; Telgraf ve 1880’de Telefon icadı,
1920’de Taylorizm bilimsel yöntemin yer alması (19.yy)
• Üretim süreçlerinde otomasyon; 1971’de ilk bilgisayar, 1976’da Apple Slobs
(20.yy)
• Yazılım ve yüksek teknoloji mekanizmaları, otonom sistemler ve sanal yapılar;
1988 Auto ID Lab, 2000 nesnelerin interneti, 2010 hücresel taşıma sistemi, 2020
otonom etkileşim ve sanallaştırma olarak sıralayabiliriz.

Sanayi 4.0 ise günümüzdeki 4.aşama olarak, ekonomik ve sosyal yaşamda yerini almaya
devam etmektedir. Bu gelişimlerin, üretimdeki hız ve verimliliğin artışını sağlamasının
yanısıra, zamanın verimli kullanılması açısından çok etkilidir. Her yeni teknolojik
gelişme faydalarının yanısıra ciddi zararlar oluşturmaktadır. Teknolojiyi yönetmek ile
bağımlısı olmak arasındaki çizgi dikkat edilmesi gereken husustur.

Yatırımcılara piyasalar için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?


Ülkenin ekonomik sosyal siyasal yapısını iyi gözlemlemeleri gereklidir. Ancak yatırım
oyuncusu olarak yer alacakları piyasaların tüm özelliklerini ve ipuçlarını veren eğitim
sürecine dahil olmaları gereklidir. Çünkü özellikle para-sermaye piyasaları, türev

248
piyasalar ve kıymetli maden piyasalarında oyuncu olarak karar vermek; şans oyunları
oynamak kararı kadar basit bir eylem değildir.

Özellikle literatüre baktığımızda bilgi ve eğitim ile ilgili; Paul Samuelson’un’’ yatırım
yapmak bir tablonun boyasının kurumasını veya çimenlerin büyümesini izlemek gibidir.
Eğer heyecan arıyorsanız cebinize paranızı alın ve Las Vegas’a gidin‘’ vurgusu
yaptığını,
Benjamin Franklin; ‘’bilgiye yapılan yatırım gerçek anlamda istenilen kâr payını
getirendir’’ diyerek bilginin, eğitimin, önemini işaret ettiğini,
Endojen büyüme teorilerine en büyük katkıyı yapan Roemer’in;’’ insana ve/veya
makineye yapılan yatırımların sadece yatırımı yapan firmaya değil; aynı zamanda
ilişkili sektörlerde çalışan firma ve işgücüne de katkılar sağlamaktır’’ diyerek bilgiye
insana makineye yapılan yatırımın etki alanının büyüklüğüne işaret ettiğini
görmekteyiz.17

Hocam, ekonomist adayı öğrencilere verebileceğiniz ipuçları nelerdir? Size göre iyi
bir ekonomistin taşıması gereken özellikler nelerdir?
Cevaplamadan önce, literatürde, iktisat – iktisatçı-ekonomist nasıl tanımlanmış, neler
söylenmiş ona bakmak gerek. Çünkü bir bilim dalının, mesleğin ne olduğunu analizler,
bakış açıları, eleştiriler ve yorumlardan anlayabilmek mümkündür. Açıkçası gerek
akademisyenlik gerekse ekonomist olmaya karar verdiğim gün, bu mesleğin her türlü
maliyetini üstlenmeye hazırdım. Dolayısı ile; ileri süreceğim önerilerin, mesleğe
kayıtsız şartsız gönül vermiş, ama hiçbiri eleştiriyi gözardı etmeden, öğrenme sürecinin
sonsuzluğuna inanan bir kadın iktisatçı olarak sunulduğunun gözardı edilmemesini rica
ederim. Sevgili hocam İzzettin Önder her zaman; “benim tarafımdan yazılmış ve
söylenmiş her şey İzzettin Önder’in beyinin, mantığının anladığı gördüğü ve bilimsellik
ile bütünleştirdiği kadardır. Kesin doğru ve yanlış diye iddia etmek yanlış olur’’
vurgusunu yapar. Ben de aynı şekilde kendi bakış açımdan ipuçları ve öneriler olduğunu
işaret etmek isterim.

17
http://theconversation.com/economic-theories-that-have-changed-us-endogenous-growth-42249
249
"İktisat nedir ki? Üst sınıfın alt sınıfların emeğinin meyvelerine el koymak için icat ettiği
bir bilim."demiş August Strindberg. Aslında bu tanımlama; iktisatın ve iktisatçının
gerçek anlamda görevini yerine getirmediğinin net bir açıklamasıdır.
John Robinson; ekonominin aldatmaca ve doğruluk içermeyen bir dünyayı
tanımladığını vurgulamaktadır. Robin Sloan hayatın gerçekliğinin güç strateji kaynağı
olduğunu önce davrananın kazandığı oyun olduğuna işaret ediyor.
Eduardo Galeano; Ekonomide hiçbirşey asla göründüğü gibi değildir. Maskeler
konusunda iyi bir öğreticidir diyerek ekonominin bir buzdağı veya maskeli olduğuna
işaret etmiştir. Alfred Zaubermen ise ekonominin kötüleşmesinin ekonomistin çıkarını
maksimize etmesine yaradığını vurgulayarak aslında iktisatçıların iyi bir ‘homo
economicus’ olduğunu savunuyor.
İsaac Asimov; ekonominin dolaylı ve direkt zorunlulukları karşısında insanın çaresiz
kaldığının üstünü çizerek isteyerek ya da istemeyerek ekonominin davranışları etkileme
gücünü söylüyor.

Bir iktisatçı hümanist, farkındalığı yüksek, çok okuyan, araştıran, geniş bir vizyonlu,
objektif, özgür yaşamda parmaklıklarıyla dolaşmayan, eğlenmeyi, çalışmayı gerçekten
önemseyen, kendisini sevmeyi bilen, seçtiği mesleği çok seven biri olmalıdır.

250

You might also like