You are on page 1of 112

MUTSUZLUK Kİl AVUZU • Paul Watzlawick

PA U L W A T Z L A W IC K
1921’de V illach/K ärnten’de doğdu, felsefe ve dil öğrenimi
gördü. 1949’da doktorasını verdi, ardından psikoterapi eği­
timini tamam layarak 1954’te psikanalist diplom ası aldı.
1957-1960 yılları arasında El Salvador’da psikoterapi ala­
nında profesörlük yaptı. I960’tan bu yana Kaliforniya/
Palo Alto Zihinsel A raştırm alar Enstitüsü’nde araştırmacı
olarak çalışm akta ve aynı zam anda 1967’den beri Stanford
Üniversitesi Psikiyatri B ölüm ü’nde ders vermektedir.
1983’de yayımlanan M utsuzluk K ılavuzu büyük bir ilgi
gördü. Kısa zam anda bir milyon sattı. Başlıca yapıtları:
M enschliche Kom m unikation (İnsan İletişimi), Janet H.
Beavin ve Don D. Jackson ile birlikte, 1969; Lösungen
(Çözümler), John H. W eakland ve Richard Fisch ile birlik­
te, 1974; Wie wirklich ist die W irklichkeif! (Gerçeklik Ne
Kadar Gerçektir?), 1976; D ie M öglichkeit des Andersseins
(Başka Olmanın Olanağı), 1977; Gebrauchsanweisung juı
A m erika (Am erika için Kullanma Kılavuzu), 1978; (Der.)
D ie erfundene W irklichkeit (Uydurma Gerçeklik), 1981;
Vom Schlechten des G uten oder Hekates Lösungen (İyinin
kötülüğü ya da Hekate Çözümleri), 1986.
Ayrıntı: 77
Dizi dışı kitaplar: 7

Mutsuzluk Kılavuzu
Paul Waızlawick

Almancadan çeviren
Veysel Atayman

Kitabın özgün adı


Anleitung zum Unglücklichsein

Serie Piper /1983


basımından çevrilmiştir

© Akçalı - Tuna Ajans

Bu kitabın tüm yayın haklan


Aynnlı Yayınlan’na aittir

Kapak illüstrasyonu
Anita Kunz

Kapak düzeni
Arşları Kahraman

Basıma hazırlık
Renk Yapımevi (0 212) 516 94 15

Baskı ve cilt
Mart Matbaacılık Sanatları (0212)212 03 40

Birinci basım
Temmuz 1993

İkinci basım
Ekim 1993

Üçüncü basım
1995

ISBN 975-539-047-2

AYRINTI YAYINLARI
Piyer Loti Cad. 17/2 Çembcrlitaş-İstanbul Tel: (0 2 12) 518 76 19 Fax: (0 212) 5 16 45 77
Paul W atzlawick
MUTSUZLUK KILAVUZU
DİZİ DIŞI KİTAPLAR
GÖĞÜ DELEN ADAM
“Papalagi”
(3. Basım)

KAVUNLU N ATÜRM ORT


Ahmet Sipahioğlu

HAYIR!
“A fo ria n alar”
Stanislaw J. Lee
(2. Basım)

DÜNYANIN İL K İNSANLARI
HANSEL VE G R E T E L ’Dİ
Niels Vogel

GÖĞÜ DELEN ADAM


SAM O A ’Y I ANLATIY OR
Erich Scheurmann

O Z M O S KRONOS
Adam Şenel

M UTSUZLUK KILAVUZU
Paul Watzlawick
(2. Basım)
İçindekiler

Giriş 9
En önemlisi: Kendine sadık ol... 16
Geçmişle oynanan dört oyun 20
Ruslar ve Amerikalılar 29
Çekiç öyküsü 33
Avucumdaki fasulyeler 42
Ürkütülmüş filler 45
Kendi kendilerini gerçekleştiren kehanetler 50
Hedefe varmamak için uyarılıyoruz 55
Beni gerçekten sevsen sarmısak yemeye
“hayır” demezdin 62
“içinden geldiği gibi (kendiliğinden) davran” 75
Beni sevenin bir acayipliği olmalı 82
insan soylu, yardımsever ve iyi olmalı 87
Çılgın yabancılar 96
Bir oyun olarak yaşam 102
Sonsöz 107
Kaynakça 109
Paul Watzlawick’in kitabım ağlayan
ya da gülen bir gözle okuyabiliriz.
Her okur bu kitapta kendinden bir
şeyler bulabilir; anlayacağınız günlük
yaşamı katlanılmaz hale getirmek ve
pireyi deve yaparak yaşamı kendine
zehir etmek için nasıl elinden geleni
ardına koymadığını görebilir.
Ayrıca bu kitabın yazarı hiçbir yerde
açıkça belirtmiş olmasa da elinizdeki
metin baştan sona koskoca bir
“hastalık belirtileri" tablosu
sunmakta ve Palo-Alto Çalışma
Grubu olarak bilinen ekibin tarzına
ve anlayışına bütünüyle uygun düşen
dolayısıyla da ruhsal rahatsızlıkların
tedavisinde kullanılabilecek bir
çalışma özelliği taşımaktadır, işte bu
yönden ele alındığında ister
psikiyatrisi isterse de psikolojik
danışman olsun, bu iflah olmaz
sayfaların satırları arasında, tedavi
amaçlı karşılıklı ikili konuşmalarda
doğrudan kullanabileceği önemli
yanlar bulabilecektir: Eğretilemeler,
süslemeler, anlamı örtük sinsi öyküler
ve insanın -ruhsal bozuklukların
ürünü olan- eylem ve davranışlarını
ölümüne bir ciddiyetle açıklamaya
çalışan [bilimsel] yorumlardan kat
kat etkili, beynin sağ yarım küresiyle
ilintili söyleyişler bu öbeğe
girebilirler.
Piper Yayınevi
Giriş

“İnsandan zaten ne beklenebilir ki? Yeryüzünün


bütün nimetlerini başından aşağıya dökün; onu gırtla­
ğına, tepesine kadar mutluluğa batırın, öyle batırın ki,
mutluluğun yüzeyine tıpkı suyun yüzeyine yükselir
gibi kabarcıklar yükselsin; ona yatıp uyumaktan, ku­
rabiyelerin dibine darı ekmekten ve insan soyunun de­
vamını sağlamaktan başka yapacak iş bırakmayacak
bir parasal gelir sağlayın; işte bu aynı insan sırf nan­
körlüğünden, rezilliğe olan eğiliminden size ayaküstü
bir oyun oynayacaktır. Bu olumlu ve akıllı davranışı-

9
nızın içine sırf kendi uğursuz ve başına beladan başka
bir şey getirmeyecek hayalperest yanını katıştırabil-
mek için kurabiyeleri bile kaybetmeyi göze alacak,
hatta belki en olmayacak belanın, en berbat ekonomik
durumun başına gelmesini arzu edecektir. Özellikle de
hayalperest saplantılarından, kalınkafalılığından vaz­
geçmek istemeyecektir.”

Bu sözler N ietzsche’nin bütün zam anların en


büyük psikoloğu olarak gördüğü bir adam a, Fedor
M ihailoviç D ostoyevski’ye aittirler. A m a biraz şair­
ce ve süslü bir dille söylenm iş de olsalar, aslında
halk bilgeliğinin çok eski zam anlardan beri bildiği
bir gerçeği dile getirm ektedirler: Peş peşe gelen bir­
kaç iyi gün kadar katlanılm ası zor hiçbir şey yoktur.
M utluluğun, m utlu olm anın, ulaşm ak için çabala­
m am ız gereken am açlar olduğunu anlatan binlerce
yıllık o eski peri m asalını kaldırıp bir yana atm anın
zam anı geldi artık. M utluluğu araya araya sonunda
ona kavuşacağım ıza inandırm aya çalışıp durdular
bizi, biz de saflıkla ve içtenlikle inandık buna.
O ysa m utluluk kavram ının bir tanım lam asını bile
yapm ak olanaksız görünmektedir. Örneğin Hessen
R adyosu’nun Eylül 1972’deki Akşam Stüdyosu’nun
7. bölüm ünde dinleyiciler, “M utluluk N edir?” [11]*
konulu oldukça tuhaf bir tartışm aya tanık olm uşlar­
dı. Tartışma boyunca dört farklı dünya görüşünün ve
bilim dalının tem silcileri, görünürde anlaşılm ası
kolay, bildik bu kavram ın anlam ının ne olduğu ko­
nusunda tartışm ayı yönetenin olağanüstü sabrına ve
* Köşeli parantezler içindeki num aralar için kitap sonundaki
kaynakçaya bakınız, (ç.n.).

10
sağduyusuna karşın ortak bir görüşte birleşem em iş-
lerdi.
A slında buna pek şaşm am ak gerekir. “M utlulu­
ğun içeriğinin ne olduğu, nelerden oluştuğu konu­
sundaki görüş ve düşünceler her zam an farklı ola­
gelm işlerdir” diye okuyoruz düşünür Robert
Speam ann’ın “M utlu Yaşamak” üzerine bir denem e­
sinde. [22] “A ristoteles, Terentius Varro ve onun ar­
dından da A ugustinus, m utluluk konusunda tam 289
görüş derlem işlerdir” diyen Speam ann bu değinm e­
den sonra Bayan K atz diye biriyle evlenm ek isteğini
babasına açan erkek evlada ilişkin bir Yahudi fıkra­
sına yer veriyor: “Baba bu evliliğe karşı çıkar. O na
göre Bayan K atz’ın kuru canından başka getireceği
bir şey yoktur. Oğlu ise ne olursa olsun ancak Bayan
K atz ile m utlu olabileceğini söyleyip babasına dire­
nir. Bunun üzerine babası, ‘M utlu olm ak mı, ne ge­
çecek ki bundan senin elin e’ diye sorar.”
A slına bakılacak olursa dünya edebiyatının ürün­
lerinin bizi bu konuda çoktan pirelendirm iş olm ası
gerekirdi. Felaket, trajedi, yıkım, facia, suç, cinayet,
günahkârlık, çılgınlık, delilik, tehlike... dünya ede­
biyatının büyük yapıtlarının konusu bunlardan iba­
rettir. D ante’nin Inferno' su, Paradiso ’suyla karşılaş­
tırılam ayacak kadar kusursuz ve dâhiyanedir. Aynı
şey M ilton’un P aradise L o st’u için de geçerlidir. Ya­
zarın P aradise R egained'i bu yapıtla karşılaştırıldı­
ğında kuru, yavan, tatsız kalır. [H ofm annsthal’ın]
Jederm ann adlı lirik oyununda kahram anın çöküşü
insanı kapıp götürür, sonunda onu kurtaran m elekler
ise insanın üzerinde berbat bir etki bırakırlar. Faust
/, ağlatır; Faust II, esnetir.

11
K endim izi aldatm ayalım : M utsuzluğum uz olm a­
saydı halim iz nice olurdu, şim di nerelerde olurduk?
M utsuzluğa şid d e tle m uhtacız; hem de sözcüğün
gerçek anlam ıyla m utsuzluğa.
H ayvanlar âlem indeki sıcakkanlı akrabalarım ızın
da durum u bizim kinden daha iyi sayılmaz. O canım
yaratıkları açlıktan, tehlikelerden, hastalıklardan
(Buna diş çürüm esi de dahil) koruyup onları tıpkı in­
sanlar arasında görülen nevrotiklere ve ruh hastaları­
na dönüştüren hayvanat bahçesi yaşam ının olağanüs­
tü etkilerine bakm ak yeter.
M utlu olm anın yolunu gösteren reçetelerden
oluşm uş bir selin içinde boğuldu boğulacak dünya­
m ızdan bir cankurtaran sim idini daha uzun süre
esirgeyenleyiz. M utsuzluğu yaratm anın etkili m eka­
nizm a ve süreçlerinin ne olduğunu anlam a girişim ­
leri, artık psikiyatrinin ya da psikolojinin kıskanç­
lıkla korudukları şeytani güçler alanıyla bir
boğuşm a olm aktan kurtarılm alıdır.
Kendi m utsuzluklarının yollarını, bile bile ve
vicdan rahatlığıyla kendi elleriyle döşeyenlerin sa­
yısı oldukça kabarık görünebilir. Ama bu alanda da
yardım a ve öğüde m uhtaç olanların sayısı, çok daha
büyüktür. İşte aşağıdaki sayfalar yol gösterecek bir
rehber olacağı um uduyla bu kim selere sunulmuştur.
Bu özverili çalışm am ız, ayrıca devlet politikası­
na katkı düzlem inde de bir anlam ve önem taşım ak­
tadır. H ayvanat bahçesi m üdür ve yöneticilerinin
daha küçük ölçekte kendi önlerine koydukları göre­
vi sosyal devletler büyük ölçekte benim sem işler,
yurttaşın yaşam ını beşikten m ezara güven ve m utlu­

12
luk içinde geçirm esi için gerekli düzenlem elerin p e­
şine düşmüşlerdir. A ncak bu görevin yerine getirile­
bilm esi, yurttaşın sistem li bir biçim de kendine yete-
m eyen bir sosyal birey olarak yetiştirilm esine
bağlıdır. İşte bu yüzden bütün Batı dünyasında sağ­
lık hizm etleri ve sosyal yüküm lülükler alanında
devletin sırtına binen giderler yıldan yıla tırm an­
maktadır. T h ay er’in [23] gösterdiği gibi söz konusu
giderler, A B D ’de 1968-1970 arasında % 34 artarak
11 m ilyar dolardan 14 m ilyar dolara yükselm iştir.
En son Federal A lm anya’nın sayısal verilerine bakı­
lacak olursa, bir günlük sağlık gideri 450 m ilyon
M ark tutmaktadır. Bu sayı, 1950’dekinin tam 30 ka­
tıdır. Federal A lm anya’da birleşm e öncesi 10 m il­
yon hasta vardı; ve bir Batı A lm an yurttaşı öm ür
boyu ortalam a 36.000 hap yutm aktaydı.
B ir an için bu sosyal giderlerin tırm anm a eğilim ­
lerinin tıkandığı ya da hatta tersine bir gelişm eyle
düştüğünü varsayıp sonuçları kafam ızda canlandır­
m aya çalışalım . Bu durum da koskoca bakanlıklar,
dev gibi organizasyonlar bir bir çöker, onlarca sana­
yi kolu havlu atar, m ilyonlarca insan işsiz kalırdı.
İşte bu kitap bu felaketten kaçınm ayı sağlam ak
için küçük, am a sorum luluğunun bilincinde olan bir
katkı sağlam ayı am açlam aktadır. Sosyal devlet,
kendi halkının durm adan artan çaresizliğine ve m ut­
suzluğuna öylesine m uhtaçtır ki yurttaşların çaresiz
ve m utsuz kılınm ası işi, tek tek yurttaşların iyi n i­
yetli, am a acem ice girişim ve çabalarına bırakıla­
maz. M odem yaşam ın bütün öteki alanlarında oldu­
ğu gibi bu alanda da devletin yol gösterm esi

13
kaçınılm az bir gerekliliktir. M utsuz, herkes olabilir,
ama kendini m utsuz laştırm ayı insan ancak öğrene­
rek gerçekleştirebilir. Ö yle birkaç deneyim le, kişisel
olarak m utsuzlukla birkaç tanışm ayla olacak iş de­
ğildir bu.
G elgelelim bizim için söz konusu olacak psiki­
yatri ve psikoloji konusundaki başvuru literatüründe
bu konuda bulabileceğim iz işe yarar bilgi, dişim izin
kovuğuna bile yetm eyeceği gibi bu bilgiler bu k i­
taplara, bizim kovaladığım ız am aca hizm et etm e
kaygısıyla konmamışlardır. Bildiğim kadarıyla çok
az m eslektaşım bu tutanın elini yakan dem ire el at­
m ayı göze alabilm iştir. Adını övgüyle anabileceği­
m iz istisnalar, Fransız asıllı K anadalIlardan P etit
M anuel de Q uerilla M atrim on iale' nın [12] yazarları
Rodolphe ve Luc M orisette; C om m edie e dram m i
nel m atrim on io ’nun yazarı [7] G uglielm o Gulottas,
D ü ğüm ler’’in [9] yazan Ronald Laings ve büyük dü­
zenin bir parçası olan okulun, hiç değişm ek zorunda
kalm adan, dön dolaş bildiğini okum ayı sürdürebil­
mek için okul psikoloğunun başarısızlığını nasıl ge­
reksindiğini gösterdiği ve “B üyüsünü Yitirmiş Sihir­
b a z ” [20] diye çevirebileceğim iz kitabın yazarı ünlü
psikiyatrisi M ara Selvinis; H ow to be a Jew ish M ot-
her[ 5]* ve H ow to M ake Yourself M iserable [6] adlı,
“yüzbinlerce insana gerçekten de sefil, bom boş bir
hayat sürme olanağı sunan” , alabildiğince özgün bir
incelem e olarak göklere çıkarılan kitapların yazarı
*: Yanlış anlam aları önlem ek için yazarın önsözünden bir sapta­
mayı buraya alıyoruz: "Yahudi bir annenin ne ille de anne ne de
Yahudi olması gerekir. İrlandalI bir garson bayan ya da İtalyan
bir bayan kuaför de bir Yahudi anne olabilir."

14
dostum Dan G reenburg’u da anm adan geçemem . Ve
son olarak B ritanya okulunun üç önem li tem silcisi­
nin adını anm am ız gerekiyor. “U pm anship” incele­
m elerinin yazarı Stephen Potter- [17] “Peter ilke­
s i n i n bulucusu Law rence Peter [16] ve kendi adıyla
anılan yasanın bulucusu dünyaca ünlü yazar, J. Nort-
hcote Parkinson [14,15].
Elinizdeki kitabın burada sözünü ettiğim iz enfes
incelem elere yapm ak istediği katkı ise m utsuzluğun
en güvenilir ve en işe yarar m ekanizm alarını hare­
kete geçirebilm em izi sağlayacak, yöntem leri belli,
ilkeleri sağlam ve yıllar süren klinik deneyim lerden
kotarılm ış bir birikim i aktararak yol gösterm ektir.
Yine de buradaki düşünceler, bu konuyu tüketen, bu
konudaki görüş ve düşüncelerin tüm ünü ortaya
koyan bir çalışm a oluşturm aktan uzaktırlar. Bunlar
okurlarım arasında en yetenekli olanların kendi üs­
luplarını geliştirm elerine olanak sağlayacak rehber
düşüncelerdir, o kadar.

15
En
önemlisi:
Kendine
sadık
ol...

Bu altın söz H a m let ’teki başm abeyinci P olonius’a


ait. Çalışm am ızın am açları bakım ından değer taşı­
yor bu sözler; çünkü Polonius, kendi kendine ger­
çekten de sadık kalarak* gizlendiği bir paravanın
* Polonius başmabeyincidir. Krala* Ham let ile kraliçenin konuş­
masını perdenin arkasından dinleyeceği sözünü verir...
“Kraliçenin yanına gidiyor, efendim iz.
Perdenin arkasından dinleyeceğim.

Bir başka kulağın dinlemesi gerek konuşmayı.


Müsaadenizle kralım, yatm anızdan önce
G elir söylerim öğreneceklerim i.”

16
ardında H am let tarafından “bir sıçan g ibi” kılıçla
delik deşik edilm eyi beceriyor. B esbelli ki o yıllarda
D anim arka devletinin sözlüğünde duvarın arkasın­
daki kulak kabartıcıyı tanım layacak altın bir söz bu­
lunm uyordu.
Kendisini m utsuz kılm a konusunda P olonius’un
biraz aşırı gittiği söylenebilir, am a Shakespeare’e
azbuçuk yazar özgürlüğü tanım am ız gerekir. Ayrıca
bu abartm a, bizim ilkem izi değiştirfnez:
K işinin dışındaki dünyayla, özellikle de yakın
çevresindekilerle anlaşm azlık ve çatışm a içinde ya­
şayabileceğini herhalde herkes kabul edecektir. Ama
m utsuzluğu bütünüyle kendi kafam ızın sessiz odacı­
ğı içinde üretebileceğim izi de gerçi genellikle her­
kes bilir; am a bunu kavram ak bilm ekten çok daha
güçtür; bu nedenle bu yeteneğim izi kusursuzlaştır-
m ak da iyice zordur. İnsan eşini ya da arkadaşını
sevgiden yoksun olm akla suçlayabilir, am irinin ken­
disi hakkında kötü m aksatlar taşıdığını da düşünebi­
lir, nezlesinden havayı sorumlu tutabilir. A m a asıl
kendim izi kendi rakibim iz, didişm em iz gereken kişi
durum una her gün nasıl sokar, bu işin üstesinden
nasıl geliriz?
M utsuzluğa giden yolların girişinde altın sözler,
yol gösterici tabelalar olarak dururlar. H alkın sağdu­
yusunu ya da ruhun derinliklerinde olup biteni
sezm e gücünü, başka deyişle içgüdüsünü bir an için
Am a Ham let onu perdenin arkasında yakalar:
“Sen ha zavallı şaşkın sersem casus! Elvedal

İşgüzarlık d a belalı şeymiş gördün mü?”


S. Eyuboğlu çevirisi, s. 120 Remzi Kitabevi, 1965. (ç.n.)

17
bir yana bırakırsak bu tabelaları oraya sağlıklı insan
aklı diker. Aslında bu harika yeteneğe sonunda ne
ad verdiğim iz tam am en önemsizdir. Bu altın sözle­
rin ilkece üzerinde birleştikleri nokta, sadece tek bir
doğru görüşün bulunduğudur. Kişinin kendi görüşü­
nün. Ve insan bir kez bu kanaate vardı mı, dünyanın
zıvanasından çıkm ış olduğunu saptam akta gecikm e­
yecektir. Ama bu bağlam da da ustalar ile acem ilerin
yolları ayrılır. İkinciler durum a om uz silkip geçer
ve dünyanın o haliyle bütünleşm eyi, onunla uzlaş­
m ayı ve ona ayak uydurm ayı becerirler. Ama kendi­
ne ve altın sözlerine sadık kalanlar, böyle kokuşmuş
uzlaşm alardan uzak dururlar. Bu kim seler, önem ini
U panişad’ların yıllar önce belirttikleri bir seçim ile
var olan durum ile olabilecek olan durum arasın­
daki bir seçim ile - karşı karşıya kalınca, dünyanın
değişerek şöyle ya da böyle olm ası gerektiğini düşü­
nür, bu yönde tavır alırlar ve dünyayı o var olan ha­
liyle reddederler. Farelerin çoktan terk etm iş bulun­
dukları gem inin kaptanı olarak yollarından
şaşm adan fırtınalı gecenin içine düm en kırarlar. Re-
pertuvarlarm da eski Rom alıların şu vecizesinin
büyük olasılıkla bulunm uyor olması üzücüdür aslın­
da: D ucunt fa ta volentem , nolentem trahunt, (istekli
olana alınyazısı yol gösterir, isteksiz olanı sürükler.)
Çünkü çok özel bir tarzda isteksizdir o. Onun ru­
hunda isteksizlik artık bir yaşam sal am aca dönüş­
müştür. Kendi kendine sadık ve kendine karşı dürüst
kalm aya çabalarken her zam an olum suz tavır takı­
nan bir Karaktere bürünür. Çünkü “hayır” dem eyip
kabul etm ek kendi kendine ihanet anlam ına gele-

18
çektir. Çevresindeki insanların onu bir şeye inandır­
m aya kalkışm aları, o şeyi çürütm esi için yeterli ba­
haneyi sunar ona; hatta bu şeyi yapm ak, yansız ba­
kıldığında onun çıkarına bile olsa. “O lgunluk” der
hani şu enfes özdeyiş, “insanın ana-babası ‘şöyle
yap!’ diye öğütlem iş olsalar bile, doğru olanı yapm a
yeteneğidir.”
A m a gerçek doğal dâhi, bir adım daha öteye
gider ve yiğitçe bir tutarlılıkla kendisine en yerinde
karar ve seçim gibi görünen şeyi de kulak arkası
eder. Yani kendisinden kendisine gelen öğütleri de.
Böylelikle yılan kendi kuyruğunu ısırm akla kalm az,
yutar. Giderek eşi zor bulunur bir m utsuzluk yaratıl­
m ış olur.
Benim az yetenekli okurlarım ın karşısına bu du­
rum u yüce, am a onlar için ulaşılm az bir ideal olarak
koyabilirim .

19
Geçmi§le
oynanan
dört
oyun

Zam an yaraları sarar derler, acıları dindirir. Doğru


olabilir, am a bunun gene de gözüm üzü korkutm a­
m ası lazım. Çünkü zam anın bu etkisine karşı ke-
penklerim izi indirm em iz ve geçm işi m utsuzluğun
kaynaklarından birine dönüştürm em iz pekâlâ m üm ­
kündür. Bunu yapabilm em izi sağlayacak oldum
olası bilinen en az dört m ekanizm a elim izin altında­
dır.

20
1- G eçm işin göklere çıkarılm ası

Yeni başlayanlar bile birazcık beceriyle yalnızca


iyi ve güzel olanı gösteren, olabildiğince aldatıcı bir
ışık süzgecinin ardından geçm işlerine bakabilirler.
Bu num aranın işe yaram am ası halinde kişi (hadi ço­
cukluk dönem ini tam am en bir yana bıraktık diye­
lim ) ergenlik çağlarına dönecek, bu dönem i güven­
sizliğin, dünyadan duyulan acının ve geleceğe
yönelik endişelerin yaşı olarak olanca gerçekliğiyle
ve şiddetiyle yeniden belleğinde canlandıracaktır.
B öylece geçm işteki uzun yılların bir tek günü için
bile yas tutm ası da gerekm eyecektir. Yetenekli m ut­
suzluk adayı için ise gençliğini bir daha geri getiri­
lem ez, yitirilm iş altın çağ olarak algılam ak, böylece
el altında tüketilm ez bir üzüntü rezervuarı tutm ak
pek de zor olm ayacaktır.
A ltın gençlik günleri örneklerden sadece biridir
elbette. Bir başka örnek, bir aşk ilişkisinin bitm esin­
den duyulan derin üzüntü olabilir. İlişkinizin zaten
uzun süreden beri ölüm cül derecede hasta olduğunu
size anım satan ve sık sık dişlerinizi sıkarak bu ce­
hennem den nasıl kaçabileceğinizi sorm uş olduğunu­
za sizi inandırm aya çalışan m antığınızın, belleğini­
zin ve iyi niyetli dostlarınızın, bunları kulağınıza
fısıldam alarına aldırış etmeyin. Ayrılığın, zam anında
bu ilişkinin sürm üş olm asından çok daha önem siz
bir dert olduğuna sakın kendinizi inandırm ayın.
Bunu yapm aktansa daha ciddi, daha dürüstçe bir
“yeni başlangıcın” bu kez ideal başarıyı getireceğine
(nasıl olsa getirm eyecektir) bilm em kaçm cı kez de

21
olsa kendinizi inandırın. Ayrıca şu harika m antıklı
düşünceyi de kendinize kılavuz edinin: Sevgilinizi
y itirm e k böylesine cehennem i bir acı veriyorsa onu
yen iden bulm ak ne kadar güzel olurdu. Ç evrenizde­
ki bütün insanlardan uzaklaşın, m utlu an geldiğinde
hazır ve nazır olabilm ek için evde -telefonun yakın­
larında bir yerde- bekleyin. Baktınız beklem ekten
usanıyorsunuz, bu durum da çok eski bir deneyim,
yitirdiğinize tıpatıp benzeyen biriyle (başlangıçta,
eskisinden farklı görünse de) tüm ayrıntılarıyla onu
anım satan bir ilişki kurm anızı salık veriyor.

2. L u t’un karısı

G eçm işe sımsıkı sarılm anın başka bir yararı da


kişiye, içinde bulunulan an ile didişm eye zam an bı­
rakmamasıdır. Dikkatim izi içinde yaşadığınız ana
çevirdiğim izde, bakışlarım ızı gelişigüzel sağda
solda dolaştırıp anın sadece geçm işinkine ek m ut­
suzluklar değil, “m utsuzsuzluklar” da sunabileceği­
ni görürüz. Ş im di’nin iyice kararlı bir biçim de koru­
duğum uz kötüm serliğim izi sarsıp dağıtacak yepyeni
bir şeyler sunabilme olasılığı bulunm ası da cabası.
Bu bağlam da büyük bir hayranlıkta Kutsal
K itap’taki öğreticim iz L u t’un karısını anım sıyorsu­
nuz herhalde. M elek L u t’a ve kavm ine “kendini kur­
tar, hayatın söz konusu, ardına bakm a, hiçbir yerde
durup kalm a” der (...) Ama L u t’un karısı arkasına
bakar ve tuzdan bir sütun olup kalır. [Kutsal Kitap,
Yaratılış XIX, 17, 6]

22
3. A lın y a zısın ı etkileyen b ir bardak bira

A m erikan kom edi sinem asının eski ustalarından


W.C. Fields The F atal G la ss o f B eer film inde ilk b i­
rasını içme arzusuna karşı koyam ayan genç bir ada­
m ın, korkunç, önlenem ez yıkım ını anlatır. İkaz
etm ek için kalkm ış (am a bastırılm ış gülüm sem e yü­
zünden hafifçe titreyen) parm ağı gözden kaçırm ak
olanaksızdır. Fiiller kısa, pişm anlıklar uzun sürer.
Ne kadar? (Kutsal K itap ’tan bir başka anam ızı dü­
şünm em iz yeter: H avva’yı ve bir diş ısırdığı elm a­
yı...)
Felaket getiren bu ilk adım ın, günüm üze kadar
utanç yüzünden suskunlukla geçiştirilm iş, am a ay­
dınlanm ış çağım ızda artık gizlenm em esi gereken,
yadsınam az avantajları vardır; bunlardan biri p iş­
m anlıktır, -am a pişm anlık m işm anlık- bizim konu­
m uz açısından asıl önem lisi, bu ilk biranın bir daha
düzeltilem eyecek sonuçlarının sonraki bütün birala­
rı bağışlatm am ası, am a ister istem ez yine de açıkla­
yabilmesidir. Başka türlü söyleyecek olursak: Kişi
gırtlağına kadar suça batm ış durum dadır; o zam an
sonuçları hesaplam ası gerekirdi, artık şim di iş işten
geçm iştir. O zam an yanlış adım atmış, şimdi bu yan­
lış adım ın kurbanı olmuştur. K endini m utsuz etm e­
nin bu biçim i pek ideal sayılm az, am a idare eder.
Bu nedenle daha incelikli, daha elverişli m utsuz
olm a yolları arayabiliriz. D iyelim ki alınyazım ızı
etkileyen o başlangıçtaki olaya hiçbir 'katkım ız o l­
m adı ve bu işte hiçbir payım ız bulunm adığını her­
kes gayet iyi biliyor. İşte bu durum da artık katıksız,

23
tertem iz bir kurban sayılırız. Kimse çıkıp da bu kur­
ban statüm üzü sarsm aya yeltenem ez, bizi buna karşı
çıkm aya ikna etm eyi göze alamaz. T anrı’nın, dün­
yanın, alınyazısının, doğanın, krom ozom ların ve
horm onların, anne-babam ızın, akraba ve yakınları­
m ızın, polisin, öğretm enlerim izin, doktorların ve
am irlerim izin ve de özellikle dost ve arkadaşlarım ı­
zın bize yaptıkları kötülükler öylesine fazladır ki
bunların sonuçlarına karşı bir şeyler yapabileceği­
m izi aklım ızın ucundan bile geçirm ek, bunları kü­
çüm sem ek ve hakaret sayılır. Ayrıca da böyle bir
sanı [bir şeyler yapabileceğim iz düşüncesi], bilim ­
sel de değildir. H er psikoloji kitabı, geçm işte, ço­
cukluk dönem inde yaşanm ış olayların kişiliğim izi
belirlediğini bize öğretir. Ve bir çocuk bile, bir kez
olm uş bitm iş bir şeyin artık geri döndürülem eyece-
ğini, o olay olm am ış gibi yaşanam ayacağım bilir.
Sırası gelm işken m esleğin hakkını veren psikolojik
tedavilerin, ölüm üne bir ciddiyetle yapılm asının ve
çok uzun sürme nedenlerinin burada aranm ası ge­
rektiğini belirtelim.* H er geçen gün daha çok sayıda
insanın, durum larının um utsuz olm akla birlikte
vahim olm adığına kanaat getirm eleri halinde duru­
m um uz ne olurdu? AvusturyalIlar örneği bu bağlam ­
da kulağım ıza küpe olmalı. M alum , resm en inkâr
etseler bile onların asıl ulusal m arşı, “A h sevgili Au-
gustin/ Durum um uz berbat bilesin!” şarkısıdır, hani
şu gene de boş ver havasındaki şarkı.
Bağım sız gelişen kim i olayların bizim katkım ız

* Söylediklerimizi anlam ayan, başucu literatürüne iyice d alabi­


lir. Örneğin Kubie’e [8]

24
bulunm aksızın travm ayı ya da geçm işin başım ıza
açtığı (psikolojik) dertleri telafi edip dengeledikleri
ve arzulanan sonuçları bedava önüm üze koydukları
ender durum larda bile, usta kişi, kolay kolay um ut­
suzluğa düşm ez. “Şim di çok geç, artık istem iyo­
rum ” form ülünü kullanarak isteksizliğinin kulesin­
deki odasında ulaşılm az b ir uzaklıkta geri durur ve
geçm işin ruhunda açm ış olduğu yaraların şöyle bir
üstünden yalanarak kapanm asını engeller.
A m a asıl, bundan iyisi artık can sağlığı dedirte­
cek tutum -bir dâhi olm anız koşuluyla gerçekleştire-
bilirsiniz bunu- geçm işi sadece kötü değil, aynı za­
m anda iy i şeylerden de sorumlu tutm ak ve şim d i’de
yaşanan m utsuzluklarının serm ayesini böyle bir geç­
m işin içinde biriktirm ektir. Bu tutum un değişik bi­
çim lerinden birine eşi bulunm az bir örnek, Venedik­
li bir lim an işçisinin, H absburgluların V enedik’ten
çekilm eleri sırasında söylediği tarihe mal olm uş şu
sözlerdir: “Bize günde üç kez yem ek yem eyi öğre­
ten kahrolası AvusturyalIlar.”

4. K aybolan anahtar y a da aynı


şe y i çoğaltm ak

B ir sokak lam bası altında bir sarhoş aranıp dur­


maktadır. B ir polis yaklaşıp ne kaybettiğini sorar.
A dam yanıt verir: “A nahtarım ı.” Bunun üzerine bir­
likte aram aya koyulurlar. Sonunda polis, adam ın
anahtarı aradıkları yerde kaybedip etm ediğinden
em in olm ak ister. Beriki “ Yoo, der şurada arka taraf­

25
ta kaybettim . Ama orada karanlıktan göz gözü gör­
m üyor da!”
Saçm a mı buldunuz bu yanıtı? B ulduysanız asıl
siz yanlış yerde aranıp duruyorsunuz demektir. A n­
layacağınız, öyküdeki gibi bir aram anın yararı, sizi
hiçbir sonuca ulaştırmam asıdır. Dönüp dolaşıp aynı
şeyi çoğaltıp uygulam aktan öteye bir yere varam az­
sınız.
Bu “aynı şeyi çoğaltm ak” sözlerinin ardında, ge­
zegenim izin üzerinde m ilyonlarca yıllık bir süre
içinde oluşup ortaya çıkm ış sayısız.canlı türünün so­
yunun sopunun kurum asına yol açmış, sonuçları ba­
kım ından en etkili, en başarılı felaket reçetelerinden
biri yatmaktadır. Yani hayvansı atalarım ızın daha
altıncı yaratm a gününden başlayarak çok iyi tanı­
dıkları, geçmişi kullanarak oynanan bir oyundur bu.
Sebep-suç ilişkisini geçm iş olayların b e lirle y ic i
gücüne atfeden yukarıda değindiğim iz m ekanizm a­
nın işleyişinden farklı olarak bu dördüncü oyun, bir
zam anlar bir kez kesinlikle yeterli olm uş, başarılı
sonuçlar vermiş ya da hatta olabilir biricik olanaklar
olarak kendilerini kabul ettirm iş uyum lara ve çö­
züm lere hâlâ körü körüne sım sıkı sarılm a tutarlılı­
ğından ibarettir. Belli durum lara ve koşullara sağ­
lanm ış bu türden uyumların getirdiği sorun,
koşulların zam anla değişm esinden kaynaklanır. Ve
bu noktada oyun başlar. Bir yanda canlı varlıklardan
hiçbirinin doğal çevre karşısında plansız program ­
sız, yani bugün böyle, yarın öyle davranm ayacağı
gerçeği durm aktadır; yaşam ın vazgeçilm ez koşulu
olan uyum sağlam a zorunluğu, ideal durum da, türün

26
bireyine olabildiğince başarılı, dertten acıdan arın­
mış bir yaşam sürebilm eyi ve ayakta kalabilm eyi
sağlam ası gereken belirli davranış m odellerinin
eninde sonunda ortaya çıkıp gelişm esi am acına hiz­
m et eder. Ama öte yandan davranışbilim ciler ve
araştırm acılar için hâlâ oldukça karanlıkta kalan ne­
denlerden ötürü, hayvanlar ve insanlar, belli bir
durum ve uğraktaki en iyi uyumu, sonsuza dek biri­
cik m üm kün uyum olarak görm e eğilim i gösterir.
Bu eğilim , iki boyutlu bir körlüğe yol açm aktadır:
B ir yandan, zam anın akışı içinde değişen koşullarla
birlikte söz konusu uyum un artık olabilir en iyi se­
çeneği sunm aktan çıkm ış olm ası nedeniyle; öte yan­
dan o zam an bile bu en iyi görünen uyum un yanında
bir sürü başka çözüm ün [uyum sağlam a olasılığının
ve olanağının] var olm uş olm ası ya da en azından
şim di artık var olm ası nedeniyle. Bu çifte körlüğün
iki sonucu vardır: Birincisi, o patent çözüm ün başa­
rısını ve işe yararlığını gittikçe azaltıp durum u için­
den çıkılm az hale getirir; İkincisi ise bu gelişm eyle
birlikte artan acının basıncı, görünürdeki biricik
akla uygun çıkarsam aya götürür kişiyi, yani çözüm
için henüz yeterince uğraşm am ış olduğu inancına:
Böyle düşünen kişi, aynı “çözüm ü” çoğalta çoğalta
sefil ve rezil olur.
Bu m ekanizm anın konum uz açısından taşıdığı
önem apaçık ortada. Öyle özel bir eğitim e gerek bı­
rakm adan, yeni başlam ış olanlarca da işletilebilecek
bir m ekanizm adır bu. Evet, öylesine yaygın bir uy­
gulanm a alanı bulm uştur ki F reu d ’un yaşadığı gün­
lerden başlayarak uzm an kuşaklara hatırı sayılır bir

27
gelir ve geçim olanağı sunmuştur. Ne var ki psika­
naliz uzm anları bu m ekanizm ayı “döndolaş aynı re­
çeteyi uygulam a” olarak değil de nevroz olarak ta­
nım lam ışlardır.
G erçi bu m ekanizm aya kim in ne ad taktığının
önem siz olm ası gerekir; aslolan .elde edilecek işe
yarar sonuçtur. M utsuz olm aya aday kişi, iki basit
kurala uyduğu sürece bu sonuçtan da em in olabilir.
Birinci kural: Sorunun, uygulanm ası m üm kün, kim ­
senin ses çıkartam ayacağı, m antıklı, akla uygun,
yalnızca tek bir çözüm ü vardır. Ve çabalar henüz
başarıya yol açm am ışsa bu sadece söz konusu kişi­
nin henüz yeterince uğraşm adığını kanıtlar. İkincisi:
Sorunun sadece ve sadece tek bir çözüm ünün bulun­
duğu, onun da döndolaş uyguladığınız bu çözüm ol­
duğu varsayım ından hiçbir zam an kuşkuya düşm e­
m eniz gerekir. Ancak bu tem el varsayım ın
uygulanm ası düzlem inde bol bol çözüm aram a de­
nem esi yapabilm e hakkınız vardır o kadar.

28
Ruslar
ve
Am erikalılar

Peki kim, şu anahtarı kaybolm uş adam örneğindeki


gibi ipe sapa gelm ez bir davranış sergiler diye sor­
dunuz belki kendi kendinize. Aradığı şeyin orada ol­
m adığını bal gibi biliyor, üstelik bunu polise de söy­
lüyor. H ani bir şeyi (şim dideki) ışık çem beri içinde
arayıp bulm anın, onu (geçm işteki) karanlığın içinde
bulm aktan çok daha kolay olacağı düşüncesine de
bir diyeceğim iz yok; am a bunun ötesinde bu fıkra
hiçbir şey söylem iyor diye düşündünüz belki.
Gülerim buna; peki adam ın sarhoş olduğu niçin

29
vurgulandı sanıyorsunuz? Çok basit; bu durum da
esprinin yerine oturabilm esi için adam da bir tuhaf­
lık olduğuna bizi kolayca inandıracak bir yol bulun­
muş oluyor. Adam bir şeyi hem biliyor hem bilm i­
yor.
Şu hem bilip, hem bilm ediği bir şey üstünde
biraz duralım. Antropolog M argaret M ead bir A m e­
rikalı ile bir Rus arasındaki farkın ne olduğunu sor­
duktan sonra, bu soruyu şakayla karışık şöyle yanıt­
lar: Am erikalı canının istem ediği toplum sal bir
yüküm lülükten kurtulabilm ek için, başının ağrıdığı
bahanesini uydurm aya eğilim lidir. Rusun ise bu du­
rum da gerçekten başının ağrıyor olm ası gerekir. E x
O riente Lux * ifadesinin yeni bir uygulanm a örneği
diyebilirsiniz; çünkü Rus çözüm ünün A m erikan çö ­
züm üyle karşılaştırılam ayacak kadar ondan daha iyi
ve kibarca olduğunu itiraf etm ek zorundayız. Gerçi,
Am erikalı bu yoldan da am acına ulaşıyor, am a
üçkâğıt açtığını da biliyor. Rus ise kendi vicdanı ile
uyumunu koruyor. Tam ihtiyaç duyulan türden ve
kendisine yararlı bir özür ileri sürm eyi beceriyor;
am a bu arada bunu nasıl yaptığını, nasıl denk getir­
diğini kendisi de bilm iyor (bu nedenle de yaptığının
sorumluluğunu yüklenmek gibi bir sorun da yok.)
A nlayacağınız sol elin ne yaptığından sağ elin habe­
ri yok.
Bu özel alanda her kuşak kendi becerikli kişileri­
ni yetiştirm işe benzem ektedir; am a bu kim seler ge­

*Ex O riente Lux: (D oğu’dan ışık gelir) G üneş gibi bütün uygar­
lıkların Doğu'dan geldiğine ilişkin alabildiğine eski bir görüşün
ifadesi, (ç.n.)

30
nellikle m arifetlerini gizli gizli gösterm ekte, kam u­
oyu onları ancak ara sıra tanım a fırsatı bulmaktadır.
İşte günüm üzün az yetenekli insanları, büyük bir
hayranlık uyandıran iki kişiye gözlerini çevirm işler­
dir, bu kişilerin yetenek ve becerilerine burada kısa­
ca değinm ek istiyorum.
Bunlardan biri, 29.4.1975 tarihli United P ress '11
göre o tarihte M eksika’nın H erm osillo kentinde
A m erikan B aşkonsolosu’nun kaçırılm ası ve öldürül­
m esinden sorum lu tutularak 20 yıl hapis cezası
yiyen Bobby Joe K eesee’dir. Yargıç, karardan önce
savunm asına ekleyeceği bir şey bulunup bulunm adı­
ğını sorduğunda “ There is nothing m ore I cou ld say.
I g o t in volved in som ething I realize w as w rong ”
diye yanıt verm iştir Joe Keesee. K endi eylem inden,
edim inden uzak durm anın, yaptığı ile kendi arasına
m esafe koym anın bu inceliğini, zarafetini en iyi çe­
viriyle bile yansıtm ak oldukça zor olsa gerekir.
İnsan biraz zorlanarak ilk cüm leyi “Ekleyecek, buna
ilaveten söyleyecek bir şeyim yok” diye çevirebilir.
Ama ardından gelen cüm le o kadar basit değildir. I
g o t in v o lv e d durum a göre m aksatlı, durum a göre
m aksatsız, istem eden, bir şeyi am açlam adan davran­
m a anlam ına gelebilir. Yani, “bir şeye bulaştırıldım ,
karıştırıldım ” ya da “kendim bulaştım , şeytana
uydum ” anlam larını çıkarabiliriz buradan. Ama öyle
ya da böyle de anlasak asıl canalıcı nokta, bu geç­
miş zam andaki olayın ardından şim diki zam anda
dile getirilen bir tepki: “/ re a lize ” diyor; yani
“Şimdi görüyorum , anlıyorum ya da kavrıyorum ki
bu bir haksızlıktı; doğru değildi.” B aşka deyişle, işi

31
gerçekleştirirken ne yaptığım ı bilm iyordum , dem ek
istiyor.
Bütün bunlarda öyle pek üzerinde durulacak bir
yan yokm uş gibi görünüyor insana. G elgelelim ga­
zetedeki yazıyı okum ayı sürdürürsek K eesee’nin
1962’de ABD ordusundan firar ettiğini, bir uçak k a­
çırıp doğru K üba’ya uçtuğunu öğreniyoruz. Birleşik
D ev letler’e geri döndüğünde, bu işi CIA adına gö­
revli olarak gerçekleştirdiğini ileri sürm esine karşın,
iki yıl hapis cezası yiyor. 1970’te Filistin gerillaları­
nın A m m an’da tutsak ettikleri rehineler arasında
K eesee de var. Ve 1973’te herkesin ağzını bir karış
açık bırakarak Kuzey V ietnam ’ın serbest bıraktığı
A B D ’li tutsakların arasında yer alıyor.
K eesee kadar serüvene batm ış olm asa da ondan
kat be kat daha fazla başını derde sokm ayı becer­
miş, belalardan yakasını kurtaram ayan biri de M ike
M aryn. 28.7.1977 tarihli bir gazete haberine göre
[10] bu tarihe kadar tam 83 kez saldırıya uğrayıp so­
yulm uş M aryn. 4 kez de arabasını yürütmüşler.
Adam ne kuyum cu ne de para havaleleri taşıyan bir
postacı. Saldıranlar, soyanlar hep küçük çocuklar,
gençler, yetişkin erkekler ve bir yığın kadın.
M aryn’e bakarsak olup bitene akıl erdirem iyor;
polis de onun sadece hep “yanlış zam anda, yanlış
yerde bulunduğunu” söylem ekten öteye bir açıkla­
m a getirem iyor olanlara.
Eh, peki diyeceksiniz; am a insanın, başına bu
kadar iş gelm esini nasıl başardığını hâlâ anlam ış de­
ğiliz. Biraz daha sabır lütfen.

32
Çekiç
öyküsü

A dam ın biri duvara bir resim asm ak ister. Çivisi var- I


dır am a, çekici yoktur. K om şuda bir tane vardır. Kı- j
saçası adam ım ız kom şuya gidip çekici ödünç olarak |
j istem eye karar verir. Ama birden ikirciklenir; ya t
kom şusu çekici ödünç verm ek istem ezse? Zaten dün i
beni öyle usulen selam lam am ış m ıydı? Ama belki j
acelesi vardı? Yoksa acelesi bahane m iydi? Bana !
karşı içinden bir şeyler mi geçiriyor? Ne geçiriyor
olabilir, ona bir şey yapm adım ki boşu boşuna takı­
yor kafayı bana; biri benden ödünç bir alet istese

33
hem en veririm , o niçin vermiyor, insan insandan
böyle küçük bir iyiliği nasıl esirgeyebilir? Bu herif
gibileri insana yaşamı zehir ederler. Yetmiyormuş
gibi kendisine m uhtaç olduğum u sanıyor bir de.
N eym iş, bir çekici varmış. Yetti valla! Ve bunun
üzerine bir hışım kom şunun kapısına dayanır, kapıyı
çalar ve beriki daha “H oşgeldiniz” diyem eden “Ç e­
kicini al da başına çal, terbiyesiz h e r if ’ diye bağırır.
Etkisi bakım ından bulunm az bir öykü bu; gerçi
tekniği pek yeni değilse de oldukça yalın. O vid
Sevm e S a n a tı ’nda benzer bir tekniği önerm iştir;
am a ne yazık ki Ovid olum lu sonuç çıkarır bu tu­
tum dan, “O ndan az biraz hoşlandığın yerde, onu
sevdiğini kendi kendine söyle dur. Sonunda böyle
olduğuna kendin de inan. Kendi kendine yanıp tutu­
şan sözler edebilen, doğru dürüst sever” der.
O vid’in reçetesini uygulayabilecek olan varsa,
etkisini bizim istediğim iz doğrultuda çevirerek bu
m ekanizm ayı harekete geçirm ekte de güçlük çek­
meyecektir. Çok az önlem hiçbir şeyden haberi ol­
m ayan öteki kişinin -içinde, tayin edici, olum suz bir
rol oynadığı- upuzun ve karm aşık fanteziler zinciri­
nin (sizin fanteziler zincirinizin, ç.) en son halkasıy­
la karşı karşıya getirilm esi yöntem i kadar m utsuz­
luk doğurm aya elverişlidir. K arşınızdakinin o son
halkayla karşı karşıya geldiği anda içine düşeceği
şaşkınlık, kapılacağı dehşet, sözüm ona olup biteni
anlam ıyor olm ası, canının sıkılm ası, işin içinden pa­
çasını sıyırm ak istem esi, sizin bakım ınızdan, ger­
çekten de haklı olduğunuzu, sevginizi ya da iyiliği­
nizi hiç de hak etm em iş bir nanköre yönelttiğinizi

34
ve iyilikseverliğinizin, tem iz yüreğinizin bir kez
daha kötüye kullanıldığını gösteren nihai kanıtlardır.
G erçi her tekniğin en ustaca uygulandığı yerde
bile bir sınır, ona karşı yapılacak bir şey vardır. Co­
lorado Ü niversitesi’nden sosyolog H oward Higman
bu bağlam da non-specific p articu lar diye tanım ladı­
ğı özelliklerden söz eder ve bunların, onu kullanan
kişiye karşı nasıl kullanılabileceğine bir örnek verir.
Sosyolog H igm an’a bakılacak olursa, örneğin evli
kadınlar evdeki bir odadan “Bu da ne?” diye seslen­
meyi genellikle huy edinm işlerdir. K ocalarının otur­
duğu yerden kalkıp kendi bulundukları yere gelm e­
sini ve karılarının neyi kastettiklerini anlam asını
beklerler. Bu beklentilerinde de düş kırıklığına uğra­
dıkları enderdir. G elg eld im sosyologun arkadaşla­
rından biri, okun ucunu ters çevirerek bu alabildiği­
ne eski tipik durum a yepyeni bir yön vermiş. K ansı
evin öteki ucundan “Yollanan şey geldi m i?” diye
sorunca, o “şey”in ne olduğu konusunda en ufak bir
fikri bulunm ayan koca, gene de “E vet” demiş.
Bunun üzerine kadın sormuş: “Peki nereye koydun
onu?” “Ö tekilerin yanına.” Evliliği boyunca ilk kez
karısı tarafından rahatsız edilm eden saatlerce çalışa­
bilmiş adam bunun ardından. [3]
Neyse, biz gene O vid ’e dolayısıyla da onun ardıl­
larına geri dönelim . İnsanın aklına ilk ağızda ünlü
Fransız eczacı Em ile Coue (1857-1926) geliyor.
Coue, kişinin kendi kendisini etkilem esini (am a ne
yazık ki tıpkı O vide gibi gene ters anlam da) öğreten
bir ekolün kurucusudur. Kişinin, “her şey yolunda,
çok iyiyim, gittikçe daha iyi durum a geliyorum ,”

35
diye kendi kendini inandırm aya çalışm asından iba­
ret C oue’nin yöntemi. Birazcık yeteneğiniz varsa
C o u e’nin am acını ters çevirerek tekniğini m utsuz­
luk üretim inin hizm etine kolaylıkla sokabiliriz.
Böylelikle buraya kadar açıklayageldiklerim izin
nihayet pratikte uygulam asına geçebiliriz. M utsuz­
luğa ulaşm a am acım ız bakım ından vazgeçilm ez
olan “sol elin yaptığından sağ elin haberinin olm a­
m ası” durum unun nasıl sağlanabileceğinin öğrenile­
bilir olduğunu kavradık artık. Bunu pratikle de des­
tekleyici birkaç alıştırm aya bir göz atalım .

A lıştırm a N o 1: Rahat bir koltuğa oturun. M üm ­


künse dirseklerinize dayanın, gözlerinizi yumun;
olgun, sulu bir limonu ısırdığınızı kafanızda canlan­
dırın. Biraz alıştırm a yaptıktan sonra hayali lim on
sayesinde ağzınızın içinin gerçekten de sulanm ası
gecikm eyecektir.

A lıştırm a N o 2: K oltukta gözleriniz yum ulu otur­


m aya devam edin, dikkatimizi lim ondan, ayakkabı­
larınıza kaydırın. Fazla sürmez, ayakkabılarınızın
ne kadar rahatsız edici olduğunu anlarsınız. Ayağı­
nıza o ana kadar gayet güzel olm alarının hiçbir
önem i kalm ayacaktır artık. Birden ayağınızı sıktık­
ları noktaların varlığım fark edeceksiniz, çok geç­
m eden ayağınızın parm aklarının kızardığını, birbiri­
ne sürttüklerini, bükülüp eğri büğrü olduklarım ,
ayağınızın ayakkabı içinde yandığını ya da doııdu-
I ğunu hissedeceksiniz. Bu alıştırm ayı, ayakkabı giy-
| mek gibi kendiliğinden, olağan ve önem siz bir olayı

36
başınıza tam anlam ıyla bela olana kadar sürdürün.
Sonra gidip yeni ayakkabılar satın alın; dükkânda
ayağınıza tam oturm uş ayakkabıların, biraz giydik­
ten sonra, eski ayakkabılarınızın başınıza açtığı sı­
kıntıların aynısını açtıklarını göreceksiniz.

A lıştırm a 3: K oltukta oturuşunuzu bozm adan,


pencereden lütfen göğe bakın. B iraz çabayla gözle­
rinizin önünde sayısız m innacık lekenin, kabarcığı
| andırır halkaların uçuştuğunu algılayacaksınız. G öz­
lerinizi biraz gevşetince aşağı doğru kayan bu leke­
ler, bir iki kez kırpıştırınca gene aşağıdan yukarıya
doğru tırm anm aya başlayacaklardır. Ayrıca dikkati­
nizi yoğunlaştırdıkça, bu daire ve lekelerin gittikçe
arttığını ayrım sayın. Tehlikeli bir hastalığın söz ko­
nusu olabilm e olasılığı üzerinde biraz kafa yorun;
çünkü bu daireler bütün görm e alanınızı kapladıkla­
rında tam anlam ıyla kör olup çıkacaksınız demektir.
G öz doktorunuza gidin. Bunların zararsız masum
m ouches v o la n te s Ter olduğunu açıklam aya çalışa-
i çaktır size. Tıp öğrenim i yaparken söz konusu hasta­
lık sınıfta anlatıldığı sıralarda doktorunuzun kıza­
mık çıkardığı için o derslere girem ediğini ya da sırf
insan sevgisinden, onm az bir hastalığın seyrine iliş­
kin bilgileri sizden gizlediğini varsayın.

A lıştırm a N o 4 M ouches volan tes m eselesi de


pek bir işe yaram azsa pes etm enize hiç gerek yok.
K ulaklarınız buna eşdeğerli bir alıştırm aya olanak
tanıyarak size yeni bir çözüm sunacaklardır. O labil­
diğince sessiz bir odaya kapanın ve ansızın kulakla-

37
rınızda bir vızıltı, bir uğultu, çınlam a, hafif bir ıslık
ya da bunlara benzer, hiç eksilm eyen ve değişm e­
yen bir ses duyduğunuzu fark edeceksiniz. G ündelik
yaşam ın norm al koşullarında bu sesler çevre gürül-
tüsünce bastırılırlar; am a kendinizi bu işe yeterince
verdiğinizde, gene de sesleri daha sık ve dış gürültü­
lere rağm en duym ayı becerebilirsiniz. Sonunda kal­
kıp doktorun yolunu tutun. Doktorunuz beklenm e­
dik bir tavır takınıp olayı norm al bir Tinnitus vakası
olarak tanılam aya ve zararsız bir şeymiş gibi göster­
m eye kalkarsa bu noktadan itibaren 3 nolu alıştır­
m anın son bölüm ü geçerlidir.
Tıp öğrencilerine özel not: 3 ve 4 nolu alıştırm a­
lar sizler için değildirler. Siz zaten bunlarsız da
(öteki tıp dallarını bir yana bıraksak bile) sırf iç has­
talıkları tanıbilim inin konusu olan beş bin hastalıkla
ilgili belirtileri kendi bedeninizde bulm ak için yete­
rince uğraşıp duruyorsunuz.

A lıştırm a No 5 : A rtık yeterince eğitilm iş bulunu­


yorsunuz ve becerilerinizi bedeninizin dışına, çevre­
ye de taşıyabilecek yeteneğiniz olduğu besbelli. İşe
trafik lam balarıyla başlayalım . Lam baların, siz ara­
banızla geçit yerine yaklaşana kadar yeşil yanıp
artık geçm eyi göze alm ayacağınız bir anda birden
sarıdan kırm ızıya dönm e eğilim lerini herhalde fark
etm iş olm alısınız. M antığınızın size, yollarda en az
kırm ızı lam balar kadar yeşile de rastladığınızı söy­
lem esine aldırış etm eyin. B öylece illet olm a tekni­
ğinin başarısı güvence altına alınm ış demektir. Üs­
tesinden nasıl geldiğinizi kendiniz bile bilmeden,

38
artık her kırm ızı lam bayı az önce önünde beklediği­
niz lam banın üstüne ekleyip çileden çıkarken her
yeşili gözardı edeceksiniz. Çok geçm eden büyük,
size düşm an niyetler besleyen ve etkinlik alanları,
oturduğunuz sem tle, bölgeyle sınırlı kalm ayıp duru­
m a göre O slo’ya, Los A ngeles’a kadar peşim izi ko­
valayan karanlık güçlerin size karşı söz birliği yap­
mış oldukları izlenim inden kolay kolay kurtulam az
durum a geleceksiniz.
O tom obil sürm esini bilm iyor ya da araba kullan­
m ıyorsanız, bunun yerini tutacak bir çözüm olarak
girdiğiniz her telefon, su, elektrik faturası ya da
banka kuyruğunda her bekleyişinizde, sizin kuyru­
ğun hep en ağır ilerleyen kuyruk olduğunu keşfet­
m ekte gecikm eyin. Ya da uçağınızın her zam an ala­
nın en ucundaki term inal çıkışından kalktığını.

A lıştırm a N o 6: A rtık karanlık güçlerin em elleri­


ni ve tepenizden ayrılm adıklarını biliyorsunuz.
Bunu biliyor olm anız başka önem li keşifler yapm a­
nızı da sağlayacaktır; çünkü keskin bakışınız, sıra­
dan, güdük kalm ış, eğitilm em iş zekânın yakalaya­
m ayacağı şaşırtıcı, hayret uyandırıcı bağlantıların
gözünüzden kaçm asına olanak vermeyecektir.
Sokak kapınızı, o güne kadar dikkatinizi çekm em iş
ya da görm em iş olduğunuz bir çizik, bir kertik bula­
na kadar karış karış inceleyin. B ulur bulm az bunun
ne anlam a geldiğini kendi kendinize sorun. Bu, hır­
sızın koyduğu, (bu da bizden biridir anlam ındaki)
işaret mi, soygun am acıyla yapılm ış bir eve girm e
girişim inin belirtisi mi, m ülkünüze yönelik kasıtlı

39
bir tahribat mı, yoksa defterinizi dürm eyi öngörm üş
şu ya da bu örgütlerin sizi m im lem e niyetinin ürünü
m üdür? Bu konuda da olup biteni önem sem em enizi
söyleyen aklınızın sesine burada da kulak verm eyin
sakın.
A m a öte yandan m eselenin köküne kadar inme,
onun pratikteki nedenlerini didiklem e gibi bir hata
yapm ayın; sorunu salt düşünce düzeyinde tutup bu
düzeyde ele alın. Çünkü çizikten yola çıkarak yaptı­
ğınız varsayım ları gerçeklikle karşılaştırıp sınam a
yönündeki her adım ınız, bu alıştırm anın başarısına
gölge düşürecektir.
Bu alıştırm a sayesinde kendi üslubunuzu gelişti­
rip bakışlarınızı alışıldık dışı, m eşum , esrarengiz
ilintilere çevirm eyi öğrendiniz mi, günlük yaşam ı­
nızın kaderinizi olum suz etkileyen bu tür olaylardan
geçilm ediğini fark etm ekte gecikm eyeceksiniz. D i­
yelim ki çoktan gelm iş olm ası gereken otobüsü bek­
liyorsunuz. Gazete okuyarak oyalanıyorsunuz, bir
yandan da göz ucuyla otobüsü kolluyorsunuz. B ir­
den altıncı hissiniz “ şimdi geliyor” diyor, dönüp ba­
kıyorsunuz, uzakta, birkaç blok ötede bir yerde oto­
büsünüz belirmiş. İnanılm az gibi değil mi? Ama bu,
içinizde yavaş yavaş olgunlaşm aya yüz tutm uş ke­
hanette bulunm a yeteneğinin o sayısız dışavurm a
biçim inden tek bir örnektir. Ve bu kehanetler, başı­
nıza gelm e olasılığı bulunan bütün olum suz ve ber­
bat şeylerin belirtilerinin ortaya çıktığı yerde iyice
önem kazanırlar.
A lıştırm a N o 7 : O rtalarda kuşkulu bir şeylerin do­
laştığından yeterince em in olur olm az, hem en dostla­
rınızla, yakınlarınızla bu konuyu konuşun. Hakiki

40
dostlarınızı koyun postuna bürünm üş ne idüğü belir­
siz, gizli niyetli kurtlardan ayırt etm enin bundan
daha iyi bir yolu bulunm am aktadır. Bu tip kim seler,
ne kadar uyanık olurlarsa olsunlar -ya da zaten bu
uyanıklıklarından ötürü- varsayım ınızın hiçbir aslı
astarı bulunm adığına sizi inandırm aya çalışacaklar­
dır. Ama bu sizin için hiç de sürpriz sayılm ayacaktır;
çünkü size zarar verm ek isteyen kim senin bunu apa­
çık itiraf etm eyeceği bilinen bir şey; beriki zem zem
suyuyla yıkanm ış biriym iş gibi sizin ona yönelik kuş­
kularınızı dağıtacak ve size karşı dostça iyi niyetler
taşıdığına sizi inandırm ayı deneyecektir. Böylelikle
size karşı düzenlenm iş kom plonun başını kim lerin
çektiğini öğrenm ekle kalm ayacak, kafanıza taktığı­
nız bu işin gerçekten de aslı astarı olm ası gerektiğin ­
den kuşkunuz kalm ayacaktır. Öyle ya, “o dostlarınız”
yoksa niçin sizi aksine inandırm ak için uğraşsınlar?
K endini bu alıştırm alara veren kim se, yalnızca
M argaret M ead’in sözünü ettiği Rusun, o çekiç öy­
küsündeki adam ın ya da sözünü ettiğim iz dâhi Kee-
see’nin ve M aryn’in değil, aynı zam anda sıradan
yurttaşın da -bu özel zihinsel egzersizleri yapa yapa
kendi eliyle içinden çıkılm ası güç bir durum u yarat­
tığı halde bunun farkında bile olm adan- varabileceği
bir gelişm e noktasına ulaşabileceğini görecektir. Ge-
! üşm elerini hiçbir gücün etkileyem eyeceği olaylara
çaresizce terk edilm iş bu kim se, artık gönül rahatlı­
ğıyla bol bol acı çekebilir. Ama bu konuda da bir
uyarım ız olacaktır.

41
Avucumdaki
fasulyeler

K aranlık güçlerin ülkesini, bu üst dünyayı tanım ak


ve ondan yararlanm ak pek o kadar kolay olm asa
gerek? K im ileyin insanın başına kazalar da geldiği
oluyor. Bu kazalardan biri, sonuçları bakım ından
am acım ıza en ters gelen ve şu öykünün ağırlık nok­
tasını oluşturan çözüm de kendini gösteriyor.
Genç bir kadın, ölüm döşeğinde, kocasına kendi­
sinden sonra kim seyle ilişki kurm ayacağına yem in
ettirir. “Sözünü tutm azsan ruh olarak geri dönüp
sende huzur m uzur koym ayacağım ” . Adam önceleri

42
sözünü tutar, ama gel zam an git zam an bir kadınla
tanışır, ona tutulur, onunla nişanlanır.
Çok geçm eden bir ruh her gece adam ın başına
m usallat olm aya başlar ve eşine ihanet ettiği için
adam ı suçlar durur. Bunun bir ruh olduğundan ada­
mın en ufak bir kuşkusu yoktur. Çünkü ruh, adam ile
yeni kadın arasında her gün ne olup bittiğini en ince
ayrıntısına kadar bilm ekle kalm az, adam ın en gizli
düşüncelerini, um utlarını, niyetlerini ve duygularını
da anında öğrenir. A dam ın sonunda canına tak eder,
kalkıp bir Zen üstadına gider ve ondan derdine çare
bulm asını rica eder.

“Demek ki ilk karınız ruh oldu ve parmağınızı kıpır-


datsamz bundan haberi oluyor” diye tekrarlar üstat.
“Ne yaptığınızı, neler konuştuğunuzu ya da sevgilini­
ze ne verdiğinizi hep biliyor. Çok akıllı bir ruh olmalı
bu, gerçekten de böyle bir ruha hayranlık duymamız
gerekir. Bir dahaki sefere göründüğünde onunla bir
pazarlığa oturun. Ona, kendisinden hiçbir şey sakla­
manıza olanak bulunmadığını, her şeyi bildiğini, sora­
cağınız bir sorunun yanıtını bilmesi halinde de yeni
nişanlınızdan ayrılacağınızı söyleyin.”
“Neymiş bu ona soracağım soru” diye sorar adam.
Üstat yanıt verir: “Rastgele bir avuç dolusu fasulye
alın ve ona avucunuzda kaç tane fasulye olduğunu
sorun. Yanıt vermezse onun sizin hayal gücünüzün
kötü bir ürünü olduğunu anlayacaksınız. Bu durumda
sizi bir daha rahatsız etmeyecektir.”
Ertesi gece ruh yeniden göründüğünde, adam ona
güzel bir yağ çekip bir ruh olarak kendisinden hiç bir
şeyin saklanamadığını söyler.

43
“Doğru” der ruh, “dün Zen üstadının yanından geldi­
ğini de biliyorum.”
“Madem ki o kadar biliyorsun” der adam, “avucumda
kaç tane fasulye olduğunu söyle bakalım!”
O anda bu soruyu yanıtlayacak ruh muh kalmaz orta­
lıkta. [18]

Gördünüz mü böyle bir sorunun salt düşünce


düzlem inde ele alınıp izlenm esi gerektiğini ve (üs­
tadın önerisinde olduğu gibi) bu tür olayları gerçek­
lik alanından gelme ölçütlerle sınam aya kalkıştığı­
mızda, bu girişim lerin davam ıza sadece zarar
vereceğini az önce söylerken işte bu örnekteki gibi
ani kısa devreleri, yani beklenm edik ve uzak d u r­
m am ız gereken çözüm leri kastetm iştim . U ykusuz­
luk ya da çaresizlik yüzünden günün birinde Zen üs­
tadının günüm üzdeki karşılığı olan birine
sürüklenecek olursanız, en azından bu tür (pratik)
çözüm lere değer verm eyen birine gidin. İyisi mi
L u t’un karısının haleflerinden birine m uayene olun,
o da sizinle 2 n o ’lu oyunu oynayıp sizi geçm işinize
döndürsün ve çocukluğunuzun en başındaki olaylar
arasında, sorununuzun nedenlerini aram anızı sağla­
sın.

44
Ürkütülmüş
filler

Son bölüm lerde kişinin sağ elini sol elin yaptığından


habersiz kılm a yeteneğini nasıl geliştirebileceğinden
söz ettik. Şimdi bunun 180 derece tersinden, bir so-
| runu sonsuza değin var edebilm ek için onu (şimdiye
kadar olduğu gibi) yoktan yaratm aktan değil de
ondan kaçınmaktan söz edeceğiz.
Bu tutumun temel m odelini her on saniyede bir el
çırpan adam ın öyküsünden alacağız. Bu tuhaf davra­
nışının nedeni sorulduğunda adam, “Filleri ürkütm ek
için” der.

45
“Filleri mi? İyi, am a ortalıkta fil mil yok ki?”
Adam, “Ehh işte, söylem edik m i?” yanıtını verir.
Bu öyküden çıkarılacak ders, korkulan bir durum
ya da sorun karşısında kendini savunmanın ya da
bunlardan kaçınmanın, bir yandan kişiye en akla yat­
kın çözüm gibi gelmesi, am a öte yandan sorunun da
sürm esini garanti etmesidir. Ve bizim am açlarım ız
açısından; kaçınm anın değeri de burada yatmaktadır.
Durumu daha iyi açıklayabilm ek için bir başka
öm ek: Ahırdaki zemiııe yerleştirilmiş bir madeni
levha aracılığıyla atın tırnağına elektrik şoku verm e­
den az önce, cızırtılı bir sinyal sesi yayalım. Hayvan
çok geçm eden bu iki algısını kendince nedensel bir
ilişki içine sokup değerlendirecektir. Yani at, aynı cı­
zırtıyı her duyuşunda elektriğe maruz kalm ış ayağını
yerden kaldırıp elektrik şokundan kaçınm aya çalışa­
caktır. Ses ile şok arasındaki bu çağrışım bir kez sağ­
lanıp bu türden bir ilişki kurulduktan sonra, artık
şoka da gerek kalmaz. Sırf ses sinyali, atın ayağını
yerden kesmesi için yeterlidir. Ve bu kaçınm a edim ­
lerinin herbirinin, hayvanda, böyle davranm akla ken­
dine acıveren tehlikeden başarıyla kaçındığı “kanaa­
tini” güçlendirdiğini varsayabiliriz. Hayvanın
bilmediği, böyle davranarak tehlikeden uzak durdu­
ğuna inandığı sürece de sonsuza dek bulup çıkaram a­
ya ca ğ ı gerçek ise; tehlikenin zaten ortada bulunm adı­
ğıdır.*
Gördüğünüz gibi öyle pek alışılm ış bir batıl inanç
* Ayrıca bir sorunu ondan kaçınarak sonsuza dek var etmenin
tersi, romantiklerin yapmış oldukları gibi “Mavi Çiçeğin" peşine
düşmektir. Kaçınmak, sorunu müzminleştirip sonsuza dek var
eder, (varlığı meçhul) Mavi Çiçeğin peşine düşmekse, aram ayı.

46
söz konusu değil burada. Bilindiği gibi batıl inanç­
lardan kaynaklanan eylem lerim iz, [tehlike ve bela­
lardan kaçınm am ızı sağlam a bakımından] ilkece gü­
venilir değillerdir. O ysa daha güvenilir ve etkili
sonuçlar vermesi bakım ından “kaçınm a”, m utsuzluk
peşindeki kişi için gözü kapalı başvurabileceği bir
davranıştır. Üstelik kaçınm a tekniğinin uygulanması
da ilk göründüğünden çok daha basittir. Bu tekniğin
özü, sağlıklı insan akim ın gösterdiği doğrulara inatla
sarılmaktan [kaçının dediği şeyden kaçınmaktan]
ibarettir. Zaten bundan daha mantıklı davranış olabi­
lir mi?
Günlük yaşam ım ızın içindeki en sıradan hareket­
lerimizin, yapıp ettiklerim izin içinde tehlike öğesi­
nin öyle ya da böyle yer aldığını kim se inkâr edem ez
herhalde? Peki ne m iktar tehlikeyi göze alm am ız ge­
rekir? M antıken olabildiğince az, hatta hiç.
Profesyonel boks ya da planörcülük, aram ızdaki
en gözüpek kim selere bile fazla tehlikeli gelm ekte­
dir. Peki ya araba kullanm ak? H er günkü trafik kaza­
larında kaç insanın yaşam ını yitirdiğini ya da sakat
kaldığını şöyle bir düşünün yeter. Ne var ki yayan
gitmek de mantığın ve sağlıklı akim kurcalam asıyla
hem en ortaya çıkacağı gibi birçok tehlikeleri getirir.
Yankesiciler, egzoz gazlan, ansızın çöken evler,
banka hırsızlan ve anarşistler ile polis arasında silah­
lı çatışmalar; Amerikan ya da eski Sovyet uzay araç-
lannın yeryüzüne düşebilecek akkor halindeki parça­
lan; bu listenin sonu gelm ez ve ancak aklını
kaçırm ış biri bu tehlikelere düşüncesizce atılabilir.
İyisi mi evde kalınmalıdır. G elgelelim evdeki güven

47
de ancak dışarıya nispeten var gibi görünür o kadar.
M erdivenler, banyonuzun kırk türlü azizlikleri, sinsi­
likleri, zem inin kayganlığı ya da halının kabarm ış,
sırt yapm ış bir yeri ya da - hadi doğalgazı, tüpgazı,
elektriği, kaynar suyu bir yana bıraktık diyelim - en
sıradan şeyler olan bıçak, çatal, makas, ışık kaynak­
ları. Bütün bunlardan çıkarılabilecek biricik mantıklı
sonuç öyle görünüyor ki sabahlan yataktan hiç çık­
mamaktır. Çıkm adık diyelim; yatak deprem e karşı
nasıl koruyabilir ki bizi? Sonra ya sürekli yatm aktan
sırtım ızda yara açılırsa (Dekobitus)!
A m a gene de abartıyorum. Ancak çok büyük usta­
lar -yukarıda sayıp döktüklerim izin yanı sıra havanın
kirlenip zehirlenm esi, içme suyuna kırk türlü m ikro­
bun bulaşm ası, kolestrin, trigliserid, gıdalardaki kan­
sere yol açan m addeler ve benzeri yüzlerce tehlike
ve zehir de dahil olm ak üzere- akla gelebilecek tüm
tehlikeleri kavrayıp bunlardan kaçınm aya çalışacak
ölçüde mantıklı olm ayı becerebilirler.
Ne var ki sıradan insanlar, bu her şeyi kavrayıcı
bakışı edinebilecek ve her türlü tehlikeden kaçınabi­
lecek, böylece yüzde yüzlük bir sağlıklılığın, rahatlık
ve huzurun muhatabı olabilecek ölçülerde aklını ve
mantığını kullanm ayı çoğunlukla beceremezler. Biz
daha az yetenekliler, sınırlı, am a mutsuzluk için gene
| de bize bol bol yetecek başarılarla yetinm ek zorun­
dayız. Bu başarılar, sağlıklı insan aklının tali sorunla­
ra yöneltilmesiyle elde edilirler! İnsan bıçakla bir ye­
rini kesebilir, öyleyse bıçaklardan gerçekten
kaçınm ak gerekir. Kapı kolları bakteriden geçilm ez­
ler. Senfoni konserinin ortasında aniden sıkışıp tuva-

48
letin yolunu tutmak zorunda kalm ayacağınızı kim bi­
lebilir? Ya da kapattım mı, diye yoklarken yanlışlıkla
evin kapı kilidini açık bırakıp bırakm adığınızı? Bu
yüzden m antıklı kimse, keskin bıçak kullanm aya
paydos der, kapı kollarını dirsekleriyle açar. Konsere
gitmeyi aklının ucundan bile geçirm ez ve kapıyı ger­
çekten kilitlediğinden em in olabilm ek için en az beş
kez onu yoklar. Ama başarının önkoşulu sorunun ne
olduğunu zam anla gözden kaçırmam aktır. Aşağıdaki
öykü, bundan da nasıl kaçınabileceğiniz! gösteriyor.
N ehir kıyısında oturan yaşlı bir kızkurusu, evinin
önünde çırılçıplak suya giren küçük çocukları polise
şikâyet eder. Amir, m em urlarından birini yollar.
M em ur çocuklara, “nehrin, evlerden uzak üst tarafı­
na gidip orada yüzm elerini” söyler. Ertesi sabah
yaşlı bakire yeniden polisi arayıp “çocukların hâlâ
görüş m enzili içinde yüzdüklerini” haber verir.
M em ur yeniden gelir ve çocukları daha yukarıya
yollar. Ertesi gün yaşlı kızımız pür öfke am irin oda­
sına dalar “Çatı katındaki pencereden onları dürbün­
le hâlâ görebiliyorum !”
İnsanın aklına şu soru gelebilir: Küçük çocuklar
eninde sonunda onun görüş menzili dışına çıksalardı,
hanımefendi ne yapardı acaba? Belki de herhangi
bir yerde çıplak suya girildiğinden em in olmak ona
yeterdi. Ama bir şey kesin. Bu düşünce onun kafası­
nı meşgul etmeye devam ederdi. Ve böylesine sap­
lantıya dönüşen bir düşüncenin en önem li yanı,
kendi gerçekliğini kendisinin yaratabilmesidir. İşte
bu olgu bizim bir sonraki konumuz olacak.

49
Kendi
kendilerini
gerçekleştiren
kehanetler

Bugünkü gazetedeki yıldız falınız sizi (ve sizin gibi


aynı burçta doğm uş olan öteki yaklaşık 300 milyon
kişiyi) bir kaza olasılığına karşı uyarmaktadır. B ir de
bakıyorsunuz gerçekten de başınıza bir şey gelmesin
mi? D em ek ki yıldız falı denen şey palavra değilmiş.
Ya da başka türlü düşünebilir miyiz? Ö rneğin yıl­
dız falını okum amış olm am ız ya da falın, saçmalığın
dik âlâsı olduğuna kesinlikle inanmış olm am ız halin­
de bu kaza gene de başım ıza gelebilir m iydi? Bun­
dan emin olabilir miyiz?

50
H er şey olup bittikten sonra bunlara yanıt vermek
yahut olup biteni açıklam aya çalışm ak olanaksızdır
artık.
D üşünür Kari Popper -biraz am atörce yalınlaştıra­
rak özetleyecek olursak- Ö dipus’la ilgili o korkunç
kehanetin gerçekleşm esini Ö dipus’un bu kehanetten
haberdar olm asına ve ondan kaçınm aya çalışm asına
bağlar. Özellikle kaçınm ayı sağlam ak için yaptıkları,
kehanetin gerçekleşm esine yol açmıştır.
Burada kaçınm anın bir başka sonucu, yani belli
durum larda tam da kendisinden kaçınılm ak istenene
yol açm a yeteneği karşım ıza çıkıyor. Peki, korktuğu­
muzu başım ıza getiren bu koşullar ne türdendirler?
Bir kere en geniş anlam da bir öngörü, bir tahm in söz
konusudur burada, yani olayların bu yönde değil de
kesinlikle şu yönde seyredeceklerine ilişkin her bek­
lenti her endişe, her kanaat, hatta sadece bir şüphe.
Öte yandan, söz konusu beklentiye başkalarının yol
açm ış olması, yani onun dıştan kaynaklanıyor olması
da mümkündür, kendi içimizden öyle olacağına
inanmamız sonucunda ortaya çıkmış olması da. İkin­
cisi, bu beklentiye salt bir beklenti gözüyle değil de
bizi bekleyen ve ondan kaçınm ak için derhal önlem ­
ler almamız gereken gerçek bir olgu gözüyle bakm a­
mız gerekir. Üçüncüsü, olacak şeye ilişkin varsayı­
mımızı paylaşan insan sayısı ne kadar artar ya da bu
varsayım ın, olayların akışına ilişkin daha önce doğ­
ruluğu kanıtlanm ış varsayım larla çelişm esi ne kadar
az olursa, varsayım o ölçüde inandırıcı olacaktır.
Örneğin -ister olgulara dayandırılm ış olsun, ister
m esnetsiz olsun fark etmez- başkalarının sizin hakkı­

51
nızda birilerinin kulaklarına gizlice bir şeyler fısılda­
dıklarını ve size belli etm eden sizinle dalga geçtikle­
rini varsaymanız yeterlidir. Bu nesnel “olgu” karşısın­
da sağlıklı insan aklı, kim seye inanıp güvenm em eniz
ve her şey yer yer saydam bir gizlilik örtüsü ardında
olup bittiğine göre pür dikkat kesilm eniz ve en ufak
bir kanıtı bile dikkate alm anız gerektiğini söyler size.
Bundan sonrası, yani başkalarını birilerinin kulağına
bir şeyler fısıldarken ya da hakkınızda aralarında fis­
kos ederken ve çaktırm am aya çalışıp gülerlerken,
gizlice birbirlerine göz kırparken ya da karşılıklı baş
işareti yollarlarken onları suçüstü yakalam anız, artık
sadece bir zam an sorunudur. Sonuç olarak varsayım,
yani kehanet gerçekleşmiş demektir.
Ne var ki bu m ekanizm anın gerçekten de hiç ya­
kınm aya m eydan verm eden işleyebilmesi, varsayı­
m ın gerçekleşm esinde kendi katkı paylarım ızı hesa­
ba katm am am ıza bakar. A m a daha önceki
bölüm lerden bunun hiç de zor olm adığını da öğren­
miş olm anız gerekir.
Öte yandan bu m ekanizm a belli bir süre doğru dü­
rüst işledikten sonra, neyin neden önce geldiğini,
neyin neden önce var olduğunu saptayabilm ek de
artık olanaksız olup çıkar. Sizin ötekilere ilişkin gü­
lünçlük ölçüsünde kuşkucu tavrınızın mı, yoksa öte­
kilerin sizi kuşkuya düşüren tutum larının mı?
Kendi kendilerini gerçekleştiren öngörülerin özel­
likle sihirli bir “gerçeklik yaratm a” etkileri vardır; bu
nedenle de konum uz bakım ından çok büyük önem
taşırlar. Bu tür öngörüler m utsuzluk adayının reper-
tuvarında yer alm akla kalmazlar, daha geniş bir top­

52
lumsal çerçeve içinde de önemli bir konum lan var­
dır. Örneğin belli bir azınlık öbeğinin toplum un ço­
ğunluğunun gözünde tembel, paragöz ya da hatta
“yabancı kökenli” olduğu için tarımsal kesim de ya
da zanaat alanında ekm eğini çıkarması engellenince,
bu azınlık insanları da eskicilik, rehincilik, kaçakçı­
lık gibi işler yapm aya zorlanacaklar, bu da çoğunlu­
ğun, onlara ilişkin küçüm seyici ve zorlayıcı tavrının
gerekçelerini açıkça doğrulayacaktır. Polis yollara
“dur” levhası koydukça, trafik günahkârlarının sayısı
da artmakta, bu durum yeni yeni levhaların yollara
dikilmesini zorunlu kılmaktadır. Bir ulus kendini ne
kadar çok kom şularının tehdidi altında hissederse,
savunm a uğruna o kadar çok silahlanacak, komşusu
da bu durum da silahlanm ayı Allahın emri sayacaktır.
(Neden beri beklediğim iz) savaşın patlak vermesi
artık sadece bir zaman sorunu olup çıkacaktır. D ü­
rüst olmadığı varsayılan yurttaşların vergi kaçakçılı­
ğının yol açtığı vergi açığını telafi etmek am acıyla
vergiler yükseltildikçe, dürüst m ükellefler de o ölçü­
de vergi kaçakçılığına sürüklenmektedirler. H erhan­
gi bir malın piyasada daralacağına ya da fiyatının ar­
tacağına ilişkin yeterli sayıda insanın paylaştığı bir
öngörü, nesnel olarak doğru ya da yanlış olm asına
bakılmaksızın söz konusu malın kapışılm asına, böy­
lelikle de piyasada darlaşm asına ve fiyatının yüksel­
mesine yol açacaktır.
Bir olaya ilişkin kehanet, kehanet denen olaya yol
açar. Bunun gerçekleşm esinin biricik koşulu ise kişi­
nin kendi başına gelecek bir olaya ilişkin kehanette
bulunması ya da başkalarının kehanetleridir; ayrıca

53
olayı kişiden bağımsız, kendi başma var olan ya da
her an başa gelebilecek bir nesnel olgu olarak gör­
m ek de şarttır. Böyle yapınca da tam da ulaşılm am a­
sı istenen yere gelip dayanırız; (yani kehanetin ger­
çekleşm esine). A m a işin uzmanı, ulaşm aktan nasıl
kaçınabileceğim bilir. Şimdi bundan söz edeceğiz.

54
Hedefe
varmamak
için
uyarılıyoruz

R.L. Stevenson, bir Japon atasözünü, It is b etter to


travel hopefully than to a rrive diye çevirmiş. Sözcü­
ğü sözcüğüne çevirecek olursak herhalde şöyle de­
m em iz lazım: U laşm aktansa um utla yolculuk etm ek
yeğdir; ya da aynı anlam a gelen bir yorumla; yolcu­
luğun kendisinde aranm alıdır mutluluk, hedefe varış­
ta değil.
Elbette ulaşm anın pek öyle tekin bir şey olm adı­
ğını düşünenler sadece Japonlar değiller. Laotse,
eser biter bitm ez onu unutm ayı tavsiye etmiştir.

55
Söz bu konuya gelince insanın aklına George Ber-
nard S haw ’un şu ünlü ve sık sık başkalarının kendi­
lerine mal ettikleri özdeyişi geliyor. “Yaşamda iki
trajedi vardır, biri yürekten arzulanan bir isteğin ger-
çekleşmemesidir. Ö teki de gerçekleşm esi.” Alm an
yazar Hermann H esse’nin zam para kahram anı arzu­
larının gerçekleşm esi için yalvarıp yakarır: “Koru
kendini ey güzel kadın, dar elbiselerinle coştur
(beni), işkencelere boğ! Ama bana kulak verme gene
de.” Çünkü her gerçekleşm enin, düşü yıkacağını
çapkın adam iyi bilmektedir. H esse’nin çağdaşı
Adler, yeniden keşfedilm e vakti gelip de geçm iş bir
yapıtında H esse’den çok daha az şairce, am a o ölçü­
de de geniş kapsam lı bir çalışm ayla birçok sorunun
yanı sıra sonsuza dek yolculuk eden, am a ne olur ne
olm az deyip varm am ayı yeğleyen kişinin yaşam tar­
zını inceler.
A d ler’i çok serbest yorum layarak gelecek ile oy­
nanan oyunun kurallarını aşağı yukarı şöyle özetle­
yebiliriz: Ulaşmak, başarının, güç ve iktidarın, saygı
görmenin, takdir edilm enin ve kendine saygı duym a­
nın önem li bir ölçütüdür. Burada “ulaşm a”dan kaste­
dilen, gerek sözcüğün doğrudan anlamıyla, gerekse
m ecazi anlam ıyla bir am aca ve hedefe varmaktır.
Bunun tersine başarısızlık ya da aylak, am açsız bir
yaşam; aptallığın, tem belliğin, sorum suzluğun ya da
korkaklığın belirtisidir. Ne var ki başarıya giden yol,
yorucu, zahm etli, dertli bir yoldur. B ir kere çaba ge­
rektirir; ayrıca en yerinde çaba, en üstün gayret bile
boşa gidebilir. B ir “küçük adım lar politikasıyla”,
makul, ulaşılabilir bir hedef ve amaçla, böyle bayağı­

56
lıklarla yetinmek yerine, hedefi hayranlık uyandıra­
cak kadar yüksek bir yere yerleştirm em iz tavsiye
edilir.
Bunun avantajları benim okurlarım için, gün gibi
aşikâr olmalıdır. (Hedefe varmak için şeytanla bile
anlaşm a yapan) F aust’a özgü bir gayret, (rom antik­
lerde gördüğüm üz o gizem li) Mavi Çiçeğin aranm a­
sı, yaşamın ilkel, ucuz doyum larından, çileci bir tu­
tum la uzak durma; bütün bunlar toplum ca hâlâ
revaçta görülen am açlardır ve hâlâ insanların yüreği­
ni hoplatırlar. Ayrıca da: H edef çok uzakta olunca,
en salak kişi bile, yolun ve zahmetli yolculuk hazır­
lıklarının da tantanalı ve zaman yitirtici olduğunu
kavrar. Eh bu durum da da kim se çıkıp, hâlâ yola ko­
yulm adın mı, diye başım ızın etini yiyemez. Hele
yola çıkmış, am a yolunu şaşırıp olduğu yerde dönüp
dolaşan ya da yürüyüşüne uzun aralar veren bir kim ­
senin bu durum da eleştirilm e olasılığı alabildiğine
azdır. Tam tersine, büyük hedeflere giden yolun labi­
rentlerinde yolunu yordam ını şaşıran ve insanüstü
görevler başarm aya kalkıp çuvallayan öm ek yiğit in­
sanlar vardır ve bunların saçtıkları ışıkta biraz da
bizim (hedefi uzağa koymuş) kişim iz parıldar.
Üstelik iş bununla da bitmiyor. En onur verici, en
yüce am aca bile ulaştığım ız anda, bölüm ün girişinde
yaptığım ız alıntıların ortak paydasını oluşturan bir
tehlike de ortaya çıkar: Pişmanlık, olup biteni anlam ­
sız bulm a, bir boşlukta kalm a duygusu. M utsuzluk
konusunda uzman kişi bu tehlikeyi iyi bilir. “Bunun
bilinçli ya da bilinçsiz bir bilme olması önem sizdir.”
Henüz ulaşılmamış hedef -dünyamızın yaratıcısının

57
böyle istediği izlenim ini ediniyoruz- ulaşılmış hede­
fin olup olabileceğinden çok daha fazla istek uyandı­
rıcı, rom antik ve parıltılı, kısacası çok daha güzel gö­
rünür. K endim izi kandırm ayalım. Balayı günleri
beklenenden çok önce tadını tuzunu yitirir; uzak, eg­
zotik kente vardığım ızda şoför bizi fahiş bir fiyat is­
teyerek dolandırm aya kalkar. Tayin edici önemdeki
bir smavın başarıyla verilm esinin yol açtığı sevindi­
rici sonuçlar, üzerim ize yağan yeni yeni beklenm e­
dik güçlüklerin ve sorum lulukların yanında solda
sıfır kalırlar ve em eklilikten sonraki yaşlılık dönem i­
nin keyfi denen şeyin de öyle özlenesi bir yanının
bulunm adığını herkes bilir.
Saçma: Böylesine kof, sönük, kansız cansız ideal­
lerle yetinenler, elbette sonunda düş kırıklığı içinde
kalakalm ayı hak ediyorlar, diyecektir aram ızdaki
kanı kaynayan kimseler. Oysa giderilm e sırasında
kat be kat artan, şiddetli bir tutkuyla sürdürülm üş he­
yecanlar, duygular yok mu? Ya da insanı kendinden
geçirici bir eylem olan öç alm aya ve misillemeye,
yapılmış haksızlığa karşılık vermeye götüren ve dün­
yanın bozulmuş adalet terazisinin yeniden dengelen­
mesini sağlayan kutsal bir öfke yok mu? Böyle bir
durum da artık kim, beklediği ana ulaşm anın pişm an­
lığından söz edebilir?
Ama maalesef, böyle bir a n ’a ulaşan yok gibi bir-
şey. İnanmayanların, G eorge Orwell gibi işinin ehli
birinin “intikam ın burukluğu” [13] konusunda neler
yazdığını okum asını salık veririz. Burada öylesine
derin bir dürüstlük, öylesine barıştırıcı bir bilgelik
söz konusudur ki bu düşünceler m utsuzluk kılavu­

58
zunda yer alm ayı aslında hak etmemişlerdir. Ama
umarım okur, bu düşüncelere bütün bu özelliklerine
karşın gene de değinm em i hoş karşılayacaktır.
Çünkü bunlar yukarıdaki konuya çok uygun düş­
mektedirler.
Orvvell 1945’te savaş muhabiri olarak başka yer­
lerin yanı sıra savaş suçlusu tutsakların bulunduğu
bir kam pı da gezer. Bu ziyareti sırasında duruşm aları
yöneten Viyanalı genç bir Yahudinin, S S ’lerin politi­
ka işleri bölüm ünde yüksek bir rütbeyle görev yap­
mış bir tutsağın ezilmiş ve davul gibi şişmiş yamru
yumru ayağına korkunç bir tekme yerleştirişine tanık
olur.

“SS’in toplama kampında komutanlık yapmış oldu­


ğundan ve işkence ve idamlara izin verdiğinden kesin­
likle emin olabilirdi insan. Kısacası, geçmiş beş yılda
karşı koyup mücadele ettiğimiz her şeyi, bu SS’li,
benliğinde temsil ediyordu... Bir Alman ya da Avus­
turya Yahudisini, çektiği acıların faturasını Nazilere
ödetiyor diye kınamak ya da hor görmek saçmadır. Bu
adamın burada görülecek ne türden bir hesabının oldu­
ğunu Allah bilir; büyük bir olasılıkla bütün ailesi öldü­
rülmüştür. Ve şunun şurasında bilerek atılmış sert bir
tekme bile, Hitler rejiminin korkunç eylemleriyle kar­
şılaştırıldığında devede kulak kalır. Gene de gerek bu
sahne, gerekse Almanya’da tanık olduğum başka bir­
çok olay, öç alma, misilleme ve cezalandırma düşün­
cesinin, insanın bunları kafasında, gözünde canlandınş
biçimiyle, çocukça bir hayalin ürünü olduğunu gözle­
rimin önüne apaçık serdi. Aslında misilleme ve inti­
kam diye bir şey kesinlikle yok. İntikam, insanın güç­

59
süz olduğu sıralarda ve güçsüz olduğu için başvurmayı
arzuladığı bir eylem, bir davranış. Gelgelelim bu ye­
tersizlik, güçsüzlük duygusu ortadan kalkıp kişinin ko­
numu değiştiği anda, öç alma isteği de uçup gidiyor.
1940’larda, SS subaylarını tekmeleme ve onları aşağı­
lanmış görme düşüncesini kafasından geçirip de sevin­
cinden uçmayacak kim vardı? Ama işte bu eylem,
hayal etme düzleminden çıkıp gerçekleştirilme olanağı
bulunan bir eyleme dönüştüğü anda, insana duygu ola­
rak aşırı abartılmış, şişirilmiş bomboş bir hedef olarak
görünmeye başlıyor.”

O rwell bunların ardından, Belçikalı bir m uhabirle


birlikte Stuttgart’ın alınm asından birkaç saat sonra
kente nasıl girdiğini anlatıyor. A lm anlar Belçikalıya
bir İngiliz ya da A m erikalıya olduğundan çok daha
fazla itici gelmektedirler. Eh bu da herhalde onun ku­
suru değildir.

Almanların canlarını dişlerine takarak savunmuş


oldukları apaçık belli dar bir yaya köprüsünden geç­
mek zorundaydık. Ölmüş bir asker kollarını her iki
yana açmış, sırtüstü köprünün basamakları üstünde ya­
tıyordu. Yüzü balmumu sarısıydı...
Onun önünden geçerken Belçikalı yüzünü başka tarafa
çevirdi. Köprüden neredeyse çıkmak üzereydik ki
bunun hayatında gördüğü ilk ölü olduğunu itiraf etti
bana. Sanırım otuz beşindeydi ve beş yıl boyunca rad­
yoda savaş propagandası yapmıştı.”

B ir şeye “ulaşm ış”, bir so n ’a varm ış olm anın sim ­


gesi olan bu tek olay ya da yaşantı, Belçikalı açısın­

60
dan tayin edici bir önem e bürünüyor. “Boche” *lere
karşı tutumu, tem elden değişiyor.

“...Belçikalı ayrılırken yanlarında kaldığımız Alman­


lar’a, beraberimizde getirdiğimiz kahvenin geri kalanı­
nı verdi. Belki daha bir hafta öncesine kadar bir
“Boche”ye kahve sunacağını aklının köşesinden bile
geçirse şok olurdu. Ama köprünün başında gördüğü
bu ‘pauvre mort’la" birlikte duyguların eseri olan tüm
tavrının değiştiğini söyledi bana: Birden savaşın ne
demek olduğunu kavrayıvermişti. Ama kente o köprü­
den değil de başka bir yerden girmiş olsaydık herhalde
bu savaşm eseri olan 20 milyon ölünün içinden bu tek
bir ölüyü görmekten de kurtulmuş olacaktı.”

Neyse biz gene konum uza dönelim. İntikam bile


tatlı değilse, sözde m utlu sona ulaşm ak bundan da
daha az bir haz vermez mi? İşte bu nedenle: U laşm a­
ma uyarısı yaptık (Ayrıca yeri gelm işken değinelim:
Thom as M ore o uzaklardaki mutluluk adasına niçin
U topia, yani “hiçbir yerde olm ayan” düşsel ada
adını verdi sanıyorsunuz?).

* “Boche”: Fransızların Almanlar için kullandıkları aşağılayıcı


terim, (ç.n.)
** Fr.: Zavallı ölü. (ç.n.)

61
Beni
gerçekten
sevsen
sarmısak
yem eye
“hayır”
demezdin

L ’enfer, c ’est les autres, (cehennem işte bu ötekiler­


dir) Sartre’ın H uis clos (K apalı K apılar Ardında)
oyununun son cümlesidir. Siz sevgili okurlarım, bu
konuya şu ana kadar ucundan bile olsa değinm ediği­
miz, şimdiye kadar kendi yönetm enliğim iz altında
sadece m utsuzlukla uğraştığım ız izlenim ini edindiy-
seniz, haklısınız. İnsan ilişkilerinin o tıkabasa dolu
cehennem ine bir göz atm am ızın zamanıdır.
K onuya biraz yöntem li yaklaşm aya çalışalım. 70
yıl önce Bertrand Russell, nesneler üzerine önerm e­

62
ler ile ilişki ve ilintiler üzerine önerm eleri birbirle­
rinden kesinlikle ayırm am ız gerektiğine dikkat çek­
mişti. “Bu elm a kırm ızıdır”, bu elm anın özelliğini
belirten bir önermedir. “Bu elm a şundan daha bü­
yüktür”, sözü edilen iki elm a arasındaki ilişkinin
özelliğini belirten bir önermedir; bu nedenle şu ya da
bu tek elm ayla hiçbir ilgisi yoktur. Daha büyük olm a
özelliği, her iki elm adan birinin ya da ötekinin özel­
liği olm adığından, bu özelliği bunlardan birine atfet­
m ek istemek saçm alığın dik âlâsı olurdu.
Bu önem li ayrımı daha sonraları insanbilim ci ve
iletişim araştırm acısı Gregory Bateson ele alıp geliş­
tirmiştir. Bateson her iki iletide, her iki önerm enin
de her zam an içerildiğini saptamıştır; ya da başka
sözcüklerle ifade edecek olursak her iletişim edim i­
nin bir nesne düzlemi, bir de ilişkiler düzlem i vardır.
Bateson bu saptam ayla insanın karşısındaki herhangi
biriyle; -bu birisi bize ne kadar yakınsa o kadar iyi
olur- başının çarçabuk nasıl derde girebileceğini
daha iyi anlam am ıza yardım cı olmuştur. Diyelim ki
kadının biri kocasına: “Bu çorbayı yepyeni bir tarife
göre yaptım, beğendin m i” diye soruyor. Çorbanın
tadından hoşlandıysa, adam ın “Evet” dem esi kolay;
kadın da buna sevinecektir. Diyelim ki adam çorba­
nın tadından hoşlanm adı, ayrıca kadın üzülmüş,
üzülmemiş um urunda değil; çorbanın berbat olduğu­
nu söyleyecektir. Asıl içinden çıkılm az durum (ista­
tistikler bunun en çok rastlanan durum olduğunu
gösteriyor) adamın çorbayı feci bulması, ama karısı­
nı üzmek istemem esiyle ortaya çıkacaktır. Az önce
değindiğim iz nesneler düzlem inde ya da alanında

63
(yani çorba nesnesinin söz konusu olduğu yerde)
adam ın yanıtının “H ayır”, ilişkiler düzlem inde
“E vet” olm ası gerekiyor. Çünkü adam karısını incit­
mek istemiyor. A dam ın yanıtı evet-hayır anlam ında
“Evyır” filan olamaz; çünkü dilde böyle bir sözcük
bulunm amaktadır. Öyleyse adam cağız bu darboğaz­
dan paçasını bir şekilde sıyırm aya çalışacak, eşinin
asıl söylem ek istediğini anlam ası um uduyla örneğin
“İlginç bir tadı var” gibi bir şeyler söyleyecektir.*
Gerçekte ise adam ın şansı çok azdır. Bu durumda,
arındırıcıların önerilerine kulak kabartm aktansa, ha­
layından döner dönm ez yeni evlerinde yaptıkları ilk
kahvaltıda karısı m asanın üzerine koca bir kutu Corn
F lakes koyan, tanıdığım bir kocanın davranışını
örnek almak yeğdir. Kadının davranışı (ilişki düzle­
m inde) iyi niyetli bir davranıştır, am a (nesne düzle­
minde) adam ın m ısır gevreğini severek yediği yanıl­
gısına; yanlış bir varsayım a dayanmaktadır. Neyse,
adam karısını kırm ak istemez; yaradana sığınıp
önündeki tepelem esine dolu kutuyu temizlemeye,
kutunun içindeki m ısırlar bitince de karısından bir
daha Corn F lakes almamasını rica etm eye karar
verir. Ne var ki iyi bir eş olan kadın, hazırlıklı dav­
ranmış, daha ilk parti tam bitmeden, önceden aldığı

* “İletişim antrenörleri" arasındaki dili yabancı sözcüklerden kur­


tarm aya çalışan ve insanın tıpkı bir yabancı dil öğrenir gibi dilbil­
gisini öğrenebileceği “doğru iletişim” türünden bir şeylerin var ol­
duğuna yürekten inanan dil arındırıcıları ise, bu güçlüğe bir
çözüm getirmektedirler. “Çorbanın tadını beğenm edim , am a bu
yüzden girdiğin zahm etler için sana müteşekkirim." Bu uzm anla­
rın yalnızca kitaplarında bu laflardan sonra kadın duygulanıp ko­
casının boynuna sarılır.

64
ikinci kutuyu adam ın önüne sürü verm işi ir. Bugün
aradan geçmiş 16 yıldan sonra kadını incitm eden
ona, Corn Flakes' ten nefret ettiğini söyleyebilm e
um udunu tüm ünden yitirmiş durum dadır adam.
Zaten 16 yıl sonra söylemiş olm ası durum unda da
kadının tepkisinin nasıl olabileceğini kafam ızda can­
landırm ak herhalde güç olmamalı.
Ayrıca bizim gündelik dilim iz bu tür ilişkileri
yansıtm akta ne bileyim bir İtalyancadan, bir İngiliz­
ceden daha net sanki.* “W ould you like to take me to
m y plan e tom orrow m orning?" (Sabahın altısında
kim kendi isteğiyle birini götürm ek üzere havaalanı­
na gider ki?) Ya da: “ Ti dispiacerebbe f a r la cena
sta se ra T ’ (Elbette işten eve döner dönm ez bir de
yemek pişirm ek pek işime gelmez.) Klasik öm ek
bunlar. Böyle taleplere verilecek yanıt, nesne ve iliş­
ki düzleminde olm ak üzere birbirinden ayrı iki farklı
alanda gerçekleşmelidir. Örneğin: “Hayır, havaalanı
denen yere beni çeken hiçbir şey yok, am a elbette
sana bir iyilik yapıp seni oraya götürürüm .”
Bu iletişim modelinin konum uz bakım ından taşı­
dığı önemi herhalde sezmiş olm alısınız. Çünkü ta­
lepte bulunanın karşısındaki kişi, yukarıda önerdiği­
miz tarzda bir yanıt vermeyi becerebilse bile (böyle
ağdalı, hiç de doğal olm ayan bir tarzda düşüncelerini
dile kim getirir ki?) karşısındaki ancak ötekinin
kendi isteğiyle havaalanına gelmesi durum unda ken­
disine yapılacak bu iyiliği kabul edeceğinden, iş çok­

* Yarın sabah beni uçağıma götürmeyi ister misin, hoşuna gider


mi, vb. Burada İngilizcenin “Would you like” kalıbının içerdiği an­
lamsal çağrışımın yol açtığı sorun söz konusu.

65
tan yokuşa sürülmüş demektir. Ve beriki artık istediği
kadar lafı dolandırsın; öyleydi böyleydi desin, bütün
kaçam aklarına karşın nesne düzlem i ile ilişki düzle­
m inin birbirine dolaşm asıyla oluşan tuzaklardan kur­
tulamayacaktır. Bu sonuçsuz tartışm anın sonucunda
birbirlerine gireceklerdir. İnsan bu iki iletişim düzle­
mi arasındaki önemli farkı yakaladığı, dolayısıyla da
bu ikisini sadece yanlışlıkla değil, bile bile birbirine
karıştırm ayı becerebildiği anda, reçetenin uygulan­
m ası oldukça kolaydır. Bu bağlam da bildiğim en hoş
örneklerden biri bu bölüm e başlık olarak aldığım ız
sarım sak (nesne düzlem i) ile sevginin (ilişki düzle­
minin) birbirine bir güzel karıştırıldığı ifadedir.
Düzlem leri karm akarışık etm eyi işin başındaki
acem ilerin bile kolaylıkla becerebilm elerinin nedeni,
ilişki düzlem indeki önerm elerin zor oluşuyla ilintili­
dir. N esneler hakkında (buna sarım sak da dahil) ko­
nuşmak, önerm eler kurm ak oldukça kolaydır; am a
ya konu sevgiyse, aşksa? Şöyle bir ciddi ciddi dene­
yin bakalım. B ir espriyi, bir fıkrayı açıklam aya kal­
kıştığınızda, her defasında içerdiği m izahın içine et­
m eden kurtulam ayacağım ız kesindir, am a en sıradan
gibi görünen insan ilişkilerini açıklam a niyetiyle ne
kadar bol tıraş kesersek o ölçüde büyük sorunlara ba­
tacağım ız bundan daha da kesindir. Bu türden iç
dökme, “konuşup rahatlam a” gevezeliklerine en
uygun saatler gece yansı başlar. Sabahın 3 ’üne
doğru, başlangıçtaki o basit m esele, öyleydi böyleydi
dırdın içinde tanınm az hale gelip çıkar; taraflarda da
sabır nam ına bir şey kalm az. Tabii o saatten sonra
uyku nam ına da.

66
Bu mutsuzlaştırma tekniğinin daha da ince bir ör­
neğini belli bir tarz soru ve gene özel bir talepler ka­
tegorisine başvurarak elde ederiz. Bu soru türüne
klasik bir ömek, kendisine soru yöneltilen kişi, ne
soruyu yöneltene ne de herhangi bir kim seye ya da
şeye kızgın olm adığından em inken ona soracağınız
“Bana kızgın m ısın?” sorusudur. Ancak bu soru, so­
ruyu yöneltenin, kendisine soru yöneltilenin kafasın­
dan neler geçtiğini ondan daha iyi bildiğini ve m uh­
temelen gelebilecek “Sana kesinlikle kızgın değilim ”
yanıtının doğru olm adığını im a eden bir sorudur. Bu
soru sorma tekniği düşünceleri okuma ve g eleceği
görm e adıyla da bilinmektedir. Ve insanın içinde bu­
lunduğu bir ruhsal, duygusal halin ve bunun yansı­
m alarının ne olduğu konusu m ahşer gününe kadar
tartışılabileceği, ayrıca gene kendisine olum suz duy­
guların atfedilm esi durum unda çoğu insanın aniden
tepesi atacağı için bu teknik, böylesine etkili sonuç­
lar vermektedir.
Öteki numara, karşınızdakine şiddetli olduğu
kadar, ne idüğü belirsiz suçlam alar getirmenizdir.
Beriki ne demek istediğinizi anlam aya kalkıştığında,
ek bir açıklama daha yaparak tuzağın ağzını sım sıkı
kapatırsınız: “Böyle biri olm asaydın, zaten bana bir
de soru sormaya kalkmazdın. Neden söz ettiğim i bil­
mem en bile, ne m enem bir kaçık olduğunu apaçık
gösteriyor zaten.” Söz kaçıklığa gelmişken: Akıl
(ruh) hastası denen kim selerle uğraşanlar, bu yönte­
mi uzun zam andan bu yana başarıyla uygulam akta­
dırlar. Soruya m uhatap olan kişinin, soru soran tara­
fından kendine atfedilen kaçıklığın neresinden belli

67
olduğunu soru soranın kendisine açık seçik göster­
m esini istediği ender durum larda, m uhatabın sorusu
onu kafadan sakat olduğunun bir başka kanıtı olarak
kullanılır; “Deli olm asaydın, ne dem ek istediğim i an­
lardın.” Bu durum da acemi kişi şaşkınlığa düşerken
uzm an kişi hayranlığını gizleyem ez. Çünkü bu tür­
den bir yanıtın ardında bir deha saklıdır. Karşısındaki
kişinin konuya açıklık getirm e girişimi el çabuklu­
ğuyla ters çevrilip beklenenden farklı yorum lanm ak­
tadır. Beriki “Biz normaliz, sen delisin” biçim indeki
ilişki tanımını, gıkını çıkarm adan sineye çekerse
zaten deli sayılır. Kabul etm eyip karşısındakini açık­
lam aya davet ederse de insanlar arasında yaptığı bu
başarısız gezintinin ardından ya çaresizlik içinde öf­
keyle saçını ba‘şını yolacak ya da sessizliğe göm üle­
cektir. Ama bu tutum uyla da ne kadar kaçık olduğu­
nu ve ötekilerin her zam an ne kadar haklı olduklarını
bir kez daha kanıtlam ış olacaktır. A lice A ynalar D i­
yarında' da Lewis Carrol bu m ekanizm ayı çok güzel
betimlemiştir. K ara ve Beyaz Kraliçe, A lice’i her
şeye karşı çıkm akla suçlarlar ve bunu onun akılsızlı­
ğına ya da ruhsal durum una bağlarlar.

“Ama bu kesinlikle anlamına gelmemeli diye


söze girer Alice. Ancak Kara Kraliçe onun sözünü
keser:
“Üzücü olan da bu ya! Bir anlama gelmesi gerekiyor!
Hiçbir şey ifade etmeyen (hiçbir anlama gelmeyen) bir
çocuğun iyi olması için ne sebep var ki sanıyorsun?
Bir esprinin bile bir anlamı vardır ve bir çocuğun bir
espriden daha fazla bir şey olduğunu ummak isterim.
İki elini bile kullansan bunu inkâr edemezsin.”

68
“inkâr etmem için ellerimi kullanmam ki” diye yanıt
verir Alice.
“Bunu iddia eden de yok zaten” der Kara Kraliçe. “Sa­
dece kullansaydın da edemezdin dedim.”
“Bir şeylere karşı çıkmaya can atar bir hava içinde”
der Beyaz Kraliçe “Ama neye, bunu kendisi de tam
bilmiyor.” [1]

Bu türden durum ların tedavisinde kendilerini


uzm an ve yetkili gören yerleşik kurum larda bu tak­
tik, başarıyla uygulanm aya elverişlidir. Ö rneğin
hasta denen kişinin grup terapisi oturum larına katılıp
katılm am a kararını ona bırakıyorsunuz. Böyle bir
grup çalışm asına katılm ayı teşekkür edip reddedince
de hem ona yardım cı olabilm ek için hem de duru­
mun ciddiliğini belirtm ek için nedenleri gösterm ek
istiyorsunuz. Bunun üzerine onun söyleyecekleri
artık tam am en önepısizdirler; çünkü her halükârda
onun direncinin bir dışavurum u oldukları için hasta
bir iç dünyanın ürünüdürler. O na kalan biricik seçe­
nek grup terapisine katılm aktır; am a yapacak başka
bir şeyi bulunm adığını da belli etm em esi gerekir.
Çünkü isteyerek değil de sırf elinden başka türlüsü
gelm ediği için katılm ası, hâlâ bir direncin varlığının
ve kavram a güçlüğü çektiğinin belirtisi olarak yo­
rumlanabilir. “K endiliğinden” katılm ak istemelidir;
am a bu katılışıyla da hasta olduğunu ve tedavi gör­
m esi gerektiğini itiraf etmiş sayılır. Tım arhaneyi an­
dıran büyük toplumsal sistem lerde bu yöntem saygı
uyandırm aktan uzak gerici bir zihniyetin belirtisi
olan beyin yıkam a adıyla bilinir. A m a bu değinm eler

69
konum uzun mütevazı çerçevesini aşıyor. Öyleyse
konum uza dönelim.
D em ek ki insan ilişkilerini bozm ada, etkili bir
etm en, karşınızdakine yalnızca iki seçme olanağı bı­
raktıktan sonra, o bunlardan birini seçer seçmez öte­
kini seçm ediği için onu suçlamaktır. İletişim alanın­
daki araştırm alarda bu m ekanizm a seçenekler
yanılsam ası olarak bilinir ve çok yalın bir şemayla
şöyle gösterilebilir: A’yı yaptıysa B ’yi, B ’yi yaptıysa
A’yı yapm ası gerekirdi. Bu bağlam da özellikle açık
seçik anlaşılır bir öm ek Dan G reenburg’un daha
Önce de değindiğim iz H ow to be a Jew ish M oth er ki­
tabında, Yahudi annelere yaptığı tavsiyelerdir (14.
sayfadaki dipnotum uzu da okuyabilirsiniz.)

Oğlunuz Marvin’e iki spor gömlek armağan edin. İlk


kez birini giydiğinde, ona üzgün üzgün bakın ve:
“Ötekini beğenmedin mi?” diye sorun.

A m a gençlerin çoğu bu alanda doğuştan yetenekli


uzm anlardır ve okun ucunu kolaylıkla ters çevirm eyi
becerirler. Yetişkinlik ile çocukluk dönem i arasında
kalan puslu alanda genç bir yetişkine yakışan saygıyı
ve özgürlükleri anne babalarından talep etmek, genç­
ler için kolay bir şeydir. A m a delikanlılar, yetişkinle­
rin yüküm lülükleri ve görevleri söz konusu olur
olmaz, her seferinde, henüz bu tür yüküm lülükler
için fazla genç oldukları bahanesinin cırdına sığınır­
lar. A nne-baba bunun üzerine dişlerini gıcırdatıp,
keşke çocuksuz olsaydık, deyince de kolayca cazgır
anne-baba olup çıkarlar. İnsan, Viyanalı kabare artis­

70
ti Gerhard B ronner’in deli gibi m otosiklet kullanan
serseri gencinin sözlerini aklına getirm eden edem i­
yor. “Doğrusu nereye gittiğim konusunda bir fikrim
yok, am a işte bu yüzden de gideceğim yere çarçabuk
varıyorum .”
Karşım ıza tek tek, ayrı ayrı çıkarıldıklarında, her
iki seçeneği de ayrı ay n geri çevirm ekte çoğunlukla
güçlük çekm ediğim iz halde, bir arada sunulm uş se­
çenekler yanılsaması m ekanizm asına kanm aya, ona
yenik düşm eye niçin eğilim li olduğum uzu psikiyat-
ristler ve psikologlar henüz açıklayabilm iş değiller­
dir. İnsan kendini ilişkilerin karm akarışıklaştırılm ası
işine adadı mı, deneyim den çıkan şu sonuçlardan ya­
rarlanm asını bilmelidir.
İşin başındakiler için birkaç egzersiz:
1. Birisinden belli bir iyilik yapm asını rica edin.
Beriki işe koyulur koyulm az hem en bir başka ricada
bulunun. İsteklerinizi sırayla yapacağı am a aynı anda
yerine getiremeyeceği için kazandınız demektir. İlk
başladığı işi bitirmeye mi uğraşıyor, ikinci ricanızı
göz ardı ettiğinden yakınabilirsiniz ya da İkinciden
başlarsa aynı şeyi birincisi için yapabilirsiniz. Bunun
üzerine öfkelenirse kırgın bir tavırla ona, son zam an­
larda ne kadar huysuzlaştığını anım satırsınız olup
biter.
2. Hem ciddi hem de şaka olarak algılanabilecek
bir şey söyleyin ya da yapın. Karşınızdakini artık
tepkisine göre ya ciddi bir şeyi şakaya boğm aya ça­
lıştığı için ya da m izah duygusundan yoksun olduğu
için suçlayın.
3. K arşınızdakinden bu sayfayı okumasını rica
edin, ederken de bu satırların tam onun size karşı

71
tavrını yansıttığını ileri sürün. Çok az bir olasılıkla
da olsa size hak verm esi halinde sizinle ilişkilerinde
sizi nasıl yönlendirmiş olduğunu itiraf etmiş dem ek­
tir. A m a eğer -böyle davranm a olasılığı çok daha faz­
ladır- sizin iddianızı çürütm eye kalkarsa gene siz ka­
zandınız demektir. Bu durum da ona “aynı şeyi” (sizi
geri çevirmekle) bir kez daha yaptığını ispat etm ek
için aşağı yukarı şunları söylem eniz yeter “Senin
beni yönlendirm elerini sessizce sineye çekince, beni
daha çok yönlendiriyorsun -az önce olduğu gibi-.
Beni yönlendirdiğine dikkatini çekince de beni yön­
lendirm ediğini iddia edip yönlendiriyorsun.”
Bunlar sadece birkaç basit örnek. Gerçekten yete­
nekli m utsuzluk adaylan, bu tekniği tam bir Bizans
entrikasına dönüşene kadar geliştirebilirler. Öyle ki
karşıdaki kişi eninde sonunda kendi kendine ciddi
ciddi “Ben gerçekten de deli m iyim ” diye sormadan
edem eyecek hale gelir. H er halükârda beyni sulana­
caktır. Bu taktikle kişi yalnızca kendi tutarlılığını ve
norm alliğini ispatlam akla kalm ayacak önem li bir
m iktar rezilliğe de yol açm ış olacaktır.
Size bir bir verilen ve siz her adım da bir üst basa­
mağa geçtikçe inanm aktan vazgeçeceğiniz güvence­
lerden oluşan bir m erdivene tırm anm a isteği de ya­
rarlıdır. Bu bağlam da ustaca örnekler L aing’in daha
önce değindiğim iz D üğüm ler [9] kitabında yer al­
maktadır. Burada anahtar sözcük durum undaki g e r ­
çekten sözcüğü tayin edici bir rol oynar. Şu model
öm ek de onundur:

“D o you love m e? ” (Beni seviyor m usun?)


“Yes." (Evet)

72
"Really?" (G erçekten m i?)
"Yes, really.” (Evet, gerçekten)
"But, really, really? (Ama gerçekten de g e r ­
çekten m i?)

Bu son sorunun ardından herhalde homurtular gelir.


Neyse, sözü tam da Laing’e getirmişken başka bir tak­
tiğin üzerinde kafa yormanızı da tavsiye ederim.
M utluluğun kendisinin ve mutlu olma durum unun
tanımlanmasının, tanım lansa bile olumlu bir tanım ı­
nın yapılmasının güç olduğunu giriş bölüm ünde ileri
sürmüştüm. A m a bu durum bugüne kadar hiçbir fazi­
let savunucusunu, m utluluğa olumsuz bir anlam ya­
kıştırmaktan alıkoymamıştır. Bilindiği gibi bu konu­
da püritanizm in gayri resm i sloganı şöyledir: “Sana
zevk vermediği sürece istediğini yapabilirsin.” Gene
başta değindiğim iz m utluluk tartışmasına katılanlar-
dan biri, bundan farklı; am a ilkece aynı bir ifadeyle
şunları söylemişti. “Dünyanın şu andaki koşullarında
mutluluktan söz etmemize izin vermediklerini düşü­
nüyorum.” [11, s. 12] Ancak tarihin hangi dönem inde
dünyanın o andaki durum ve koşullarının, o andaki
durum ve koşullar olmadıklarım ya da ileride hangi
dönem de belli bir andaki koşulların, o andaki koşul­
lar olmayacağını söylem iyor konuşmacı. Doğru; iti­
raf etmek gerekir ki aynı sırada, örneğin Batı B ey­
ru t’ta yarım milyon suçsuz sivil susuzluktan
kıvranırken bir bardak suya sevinmek bile insana zor
geliyor. Ama diyelim ki günün birinde bütün dünya
mutluluktan boğulacaktır. Fazilet çığırtkanı karam sar
kişi, gene de hiçbir şekilde umudunu yitirmeyecektir.
Bu durum da hiçbir şeyden habersiz, m utluluğa sevi­

73
nen kişinin karşısına dikilip: “İsa senin için çarm ıhta
ölm üşken sen nasıl olur da hayattan hoşlanabilirsin?
Çarm ıhta ölm ek onun hoşuna mı gitti sanıyorsun”
diye sorarak L aing’in reçetesini gene de uygulayabi­
lir. [9, s.8] Bundan sonrası şaşkınlıktan apışıp kal­
m aktan ötürü, koca bir sessizliktir.

74
“içinden
geldiği
gibi
(kendiliğinden)
davran”

G elgeldim “Sevgi ve Sarm ısak”a ilişkin az önce de­


ğindiğim iz bütün düşünceler bizi kendiliğim izden;
içim izden geldiği gibi davranmaya çağıran, masumlu­
ğu tamamen yanıltıcı talebin içerdiği yüksek tahrip
gücü ile karşılaştırıldıklarında boş gevezelik olarak
kalırlar. İnsanların iletişim etkinliklerinin yapısı
içine yerleştirilmeye elverişli bütün düğüm ve aç­
m azların, ikilem ve tuzakların yanında “İçinden gel­
diği gibi davran” paradoksu, kuşkusuz en yaygın pa­
radokstur. Ve burada söz konusu olan, biçim sel

75
m antığın tüm taleplerine karşılık gelen katıksız, ha­
kiki bir paradokstur.
M antığın zirvesini temsil eden kristal duruluğun­
daki odacıklarda zorlam a ve kendiliğindenlik (yani
özgürce, serbestçe, dıştan etkilenm eden insanın
kendi içinden gelen her şey) birbirleriyle kesinlikle
bağdaşm az bir biçim de dururlar. Buyruk üzerine bir
şeyi kendiliğinden yapm ak, tıpkı bir şeyi kasten
unutm ak ya da bile isteye derin uyumak gibi olanak­
sızdır. İnsan ya içinden geldiği gibi yani kendi özgür
iradesi, kendi kararı doğrultusunda davranır ya da bir
büyruğa, bir yönergeye göre eylem lerini gerçekleşti­
rir; bu nedenle de bu davranışına artık “kendiliğin­
den” denemez. Salt mantıksal açıdan bakıldığında; bu
iki tür davranışı aynı zam anda gerçekleştirem ez. İyi
de m antıktan bize ne? “Kendiliğinden davran” diye
yazabileceğim gibi bunu sözle de söyleyebilirim.
M antıkmış, değilmiş, kâğıtlar ve ses dalgalan sabırlı
ve uysaldırlar; ileti alıcısı (okur) ise pek o kadar
uysal ve sabırlı değildir. Böyle bir paradoksla karşı­
laştığında ne yapabilir ki?
John Fow les’in Koleksiyoncu rom anını biliyorsu­
nuz, sözü nereye getirm ek istediğim i hem en anlam ış­
sınızdır. Koleksiyoncu, önceleri sadece kelebeklerle
ilgilenen bir adamdır. Toplu iğnelerle tutturulm uş ke­
lebeklerin karşılanna geçip güzelliklerini uzun uzun
seyreder. Uçup gidecek halleri yoktur elbette hayvan-
lann.-G üzel öğrenci M iranda’ya tutulup aynı tekniği,
daha önce değindiğim iz “aynı şeyi bol bol uygula”
reçetesi uyarınca kız üzerinde uygulam aya kalktığı
anda, K oleksiyoncum uzun m utsuzluğu da başlar.

76
Öyle ahım şahım bir güzelliği bulunm adığı ve kendi­
ne de fazla güvenm ediği için, M iranda’nın onu ken­
diliğinden istem eyeceğini varsayıp kızı kaçırır. K ele­
beklerde kullandığı toplu iğnelerin yerine, bu kez
inin cinin top oynadığı, kentdışı bir yerdeki bir çiftlik
evinden yararlanır ve kızı orada zorla tutmaya başlar.
Bu katıksız zorlam a sayesinde günün birinde (kız
için gittikçe katlanılm azlaşan tutsaklık süresi içinde)
kızın kendisine âşık olacağını um ar ve bekler. Neden
sonra; ağır ağır, “kendiliğinden davran”ma paradok­
sunun acı ve um utsuz trajedisi kendini belli etm eye
başlar. Çünkü bu paradoks yüzünden ulaşm ak istedi­
ği şeyi bizzat kendisi olanaksız kılmıştır.
Biraz zorlama m ı oldu bu? Fazla mı yazınsal? O
zam an buyrun, üretm ek için öyle dolambaçlı yollara
sapmanızı gerektirm eyen sıradan, günlük bir olay:
Oğlundan ev ödevlerini sırf ödev oldukları için
değil de gönüllü, kendiliğinden yapm asını isteyen,
şu duya duya gına getirdiğim iz klasik anne örneği.
Okuyucunun gördüğü gibi daha önce sözünü ettiği­
miz püritanizm tanım ının ters çevrilmesi durum uyla
karşı karşıyayız burada. Püritan düşüncede, yaptığın
işten zevk almamak senin görevindir, deniyordu; bu­
rada, görevin sana zevk vermelidir, deniyor.
Kısacası, bu durum da insan ne yapabilir?, diye
daha önce de adeta yanıtı içinde olan bir soru sor­
muştum; çünkü ortada çıkış yolu görünmemektedir.
Kocasının, eşinden aldığı cinsel hazla yetinm eyip
her defasında eşinin de bundan doya doya zevk al­
masını istediği bir kadın ne yapabilir? Az önce de­
ğindiğimiz, ödevlerini içinden gelerek, seve seve

77
yapm ası istenen gencin yerinde olsak ne yaparız?
İnsan böyle durum larda ya kendisinde ya da dünyada
bir terslik olduğuna hükmeder. Ancak kişi “dünyay­
la” hesaplaşırken çoğunlukla yenilmeye m ahkûm ol­
duğundan, pratik bir yol izleyerek kabahati kendinde
aram adan edemez. Henüz pek inandırıcı gelm iyor bu
söylediklerim iz size değil mi? Korkmayın, kuşkunu­
zu kolaylıkla dağıtabiliriz.
H erhangi bir nedenle şen ve neşeli olm anın görev
olduğu bir ailede doğduğunuzu düşünün. Daha açık
seçik ifade etm ek gerekirse çocukların şen, şakrak,
pür neşe hallerinin anne babanın çocuk yetiştirm ede­
ki başarılarının apaçık kanıtı olduğu düşüncesini bir
ilke olarak baştacı etmiş bir aile olsun bu. Ve diyelim
ki günün birinde keyifsizsiniz ya da yorgunluktan
bitip tükenm işsiniz ya da beden dersinden, dişçiden,
ne bileyim , karanlıktan korkuyorsunuz ya da izci
olm ak içinizden gelmiyor. A m a sevgili anne babanı­
zın gözünde bütün bunlar ne geçici bir keyifsizlik,
bir yorgunluk ne de bir çocuk için tipik sayılacak
korkulardır; yaptığınız, anne babanızın çocuk yetiş­
tirm edeki yetersizliklerine karşı sessiz, am a o ölçüde
bağıran bir suçlamadır. Buna karşı onlar da kendile­
rini savunacaklar, sizin için neler neler yaptıklarını
sayıp dökecekler, ne büyük özverilerde bulunm ak
zorunda kalm ış olduklarını ve neşeli olm am aya ne
hakkınız ne de nedeniniz bulunduğunu ileri sürecek­
lerdir.
Öyle pek de azım sanm ayacak sayıda anne baba
böyle durum larda, örneğin çocuğa “O dana çık ve
keyfin yerine gelene kadar gözüme görünm e!” diye­

78
rek işi ustaca büyütm eyi becerirler. Böylelikle çocu­
ğun biraz iyi niyet, biraz da çabayla duygularını
k ö tü’den iy i’ye çevirebileceği ve yüz sinirleri yardı­
m ıyla doğru yüz adalelerini faaliyete geçirerek “iyi
bir” insan olarak “iyi” insanlar arasında kalm a m üsa­
adesinin kendisine yeniden iade edilm esini sağlaya­
cak o gülüm sem eyi gerçekleştirebileceği -dolaylı
yoldan olduğu için- o ölçüde kibarca dile getirilm iş
olur.
(Tıpkı sarım sak ve sevgi ilişkisinde olduğu gibi)
üzüntü ile ahlaksal yönden eksik olm a duygusunun,
-öncelikle de nankörlüğün-, birbirleriyle kopm az bi­
çim de sarmaşmalarını sağlayan bu basit teknik, m ut­
suzluk konum uz açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu uygulam a karşım ızdakinin ruhunda derin suçlu­
luk duygularına yol açm akla kalmaz, onu daha iyi
bir insan olmuş olması halinde kendisinde bulunm a­
m ası gereken duygular taşıdığı suçlam asıyla da karşı
karşıya bırakır. Ve beriki, duygularına istenilen tarz­
da olum lu bir yön verebilmek için onlara nasıl ege­
m en olabileceğini soracak kadar arsız ve utanmazsa,
daha önceden bildiğimiz bir uyarıyı, iyi bir insanın
bunu kendiliğinden anlaması gerektiği ve sormaya
filan ihtiyacı olm adığı uyarısını ona yapm anızı tavsi­
ye ederiz (Lütfen bunu yaparken kaşlarınızı yukarı
kaldırıp kederli kederli bakın).
Bu eğitim i başarıyla geçiren kişi, kendi yönet­
menliği altında depresyon üretm e aşam asına geçebi­
lir. Ama bu alanda antrenmansız insanda suçluluk
duygusu doğurm aya çalışmak, sırf onu sevdiğiniz
için göze alınmış beyhude bir çabadır. Çünkü bu gi­
bileri, en az keder ve üzüntü uzm anları kadar ruhsal

79
sıkıntıları tanıyan, am a oldum olası, ara sıra üzülüp
efkârlanm anın günlük yaşamın kaçınılm az bir ruhsal
durum u olduğu görüşünü paylaşm ış kim selerdir;
gelir geçer keder; kim bilir neden; bu gece değilse
bile, ertesi sabah erkenden dağılıp gidecektir efkâr,
derler. A m a hayır işte, üzüntü başka şeydir depres­
yon başka; Çocuklukta bize öğretilm iş olanı [üzüntü­
den kurtulam ıyorsak kabahati kendim izde aram a
alışkanlığını] ilerki yıllarda da sürdürerek belli du­
rum larda üzülm eye ne hakkımız ne de nedenim iz bu­
lunduğuna kendimizi inandırarak üzüntüyü ruhsal
çöküntüye dönüştürebiliriz. Öyleyse ruhsal çöküntü,
bu dönüştürm e yeteneğim izin sonucudur. Bu uygula­
manın garantili sonucu, ruhsal çöküntünün derinleş­
m ekle kalm ayıp sürüp gitmesidir. Ayrıca sağlıklı
insan aklının sesini dinleyen ve yüreklerinin uyarısı­
nı izleyerek söz konusu ruhsal çöküntü içindeki kim ­
seye nasihatlar vermeye kalkışan, onu cesaretlendi­
ren ve kendini biraz olsun toparlam asını söyleyen
insanlar da ruhsal çöküntüyü derinleştirm e başarısını
gösterirler. Çünkü böylelikle kurbanım ız, ruhsal çö­
küntü içinde kalmak için kendi payına düşeni ve
elinden geleni yapmış olduğunu anlar. Aynı zam anda
kendisine nasihat edenin o toz pem be, iyim serlik
dolu hayat anlayışına katılam adığı, bu yüzden de
onun iyi niyetine karşın onu acı bir düş kırıklığına
uğrattığı için kendini duble suçlu hisseder. Hamlet
bile m elankolik kişinin yaşam anlayışı ile çevresin­
deki dünyanın yaşam anlayışı arasındaki elem verici
farklılığın bilincindedir. Ve bu farklılıktan kendi
am açları doğrultusunda ayrıca parlak bir biçimde ya­
rarlanm ayı becerir:

80
Son zamanlarda bilmem neden, bütün neşemi yitir­
dim, bütün alışılmış çalışmaları bir yana bıraktım ve
gerçekten de öyle karardı ki içim, dünya, bu görkemli
yapı, çorak bir kayalığa döndü gözümde. Hava, o
muhteşem başörtüsü dünyanın, görüyor musunuz, bu
gururlu gökkubbe, altın ışıklarla bezeli bu ihtişamlı
dam ahh, bana hastalıklı bir ifrazatm bulanık, puslu
kokular birikintisi gibi görünüyor. İnsan ne harika bir
başyapıt. Aklı bakımından ne soylu, yetenekleri ne
kadar sınırsız; duruşu ve hareketleri ne kadar anlamlı
ve hayranlık uyandırıcı; eylemleri bir meleğinki gibi;
kavrayışı tanrıca, dünyanın süsü; yaradılışın amacı!
Ama gene de benim için nedir, bu özü tozdan şey? İn­
sanın tadı yok benim için...” [21]

İnsanın “mutlu ol” paradoksunu kendi kendine da­


yatması ya da bunun başkalarınca ona dayatılm ası
pek özel bir anlam taşımadığı gibi bir işe de yaramaz.
Ayrıca bu paradoksun, temel konumuz olan “kendili­
ğinden davran”ma paradoksunun olası birçok çeşitle­
mesinden sadece biri olduğunu belirtelim. Daha önce
de gördüğümüz gibi her kendiliğinden davranış, şu
paradoks oluşturan süslemelere malzeme sunmaya
oldukça elverişlidir: Kendiliğinden anımsama ve
unutma talebi; bir armağan alma arzusu ve sonuçta
s ır f bu arzumuzu açıklamış olmamızdan ötürü arm a­
ğanı almış olduğum uz için uğradığımız düş kırıklığı;
irademizi zorlayarak bir ereksiyon ya da orgazm ger­
çekleştirm e denemesi; ve özellikle de bu girişimin
amaçlananı olanaksız kılması; ne pahasına olursa
olsun ille de uykuya dalmak istediğimiz için uykuya
dalamamak; ya da sevginin zorunlu olarak gösteril­
m esinin talep edildiği yerde sevmenin olanaksızlığı.

81
Beni
sevenin
bir
acayipliği
olmalı

Ve söz tam da sevgiden açılm ışken hem en önem li bir


yana daha değinelim . Dostoyevski “Başkalarını da
kendin gibi sev” diyen İn cil’in bu sözlerinin büyük
bir olasılıkla tersinden alınm ası gerektiğine dikkati­
mizi çekmişti. O na göre insan ötekini ancak kendini
severse sevebilirdi.
Aynı düşünceyi M arx (Karl değil,* Üç Ahbap Ç a­
vuşların en büyüğü Groucho)* D ostoyevski kadar ki-

'Kırklı yılların ABD sinem asının grotesk, absürd komedi türünün


en klasik örneğini sunmuş “Üçlüsü”nün başı. Ülkemizde “Üç
Ahbap Çavuşlar" olarak biliniyor, (ç.n.)

82
barca olm asa da ondan daha özlü bir ifadeyle yıllar­
ca sonra şöyle dile getirir: “Benim gibi birini üye
olarak kabul edecek bir kulübe girm eyi rüyam da bile
aklım a getirm em .” Bu esprinin derinliğini kavrayıp
onu açıklam a zahm etine girerseniz aşağıdaki söyle­
yeceklerim ize iyi hazırlanm ışsınız demektir.
Sevilmek her halükârda esrarengiz bir şeydir. Bu
esrar perdesini kaldırm ak ve durum a açık seçiklik
kazandırm ak için soru sorulm ası pek hayırlı sonuçlar
vermez. D iyelim ki sordunuz, en ehven durum, öte­
kinin sizi niçin sevdiği konusunda hiçbir diyeceği ol­
mamasıdır. En kötü olasılık ise sizi sevme nedenini,
sizin o ana kadar en çekici özelliğiniz olarak görm e­
diğiniz bir yanınıza bağlam asıdır; örneğin sol om u­
zunuzdaki b en’iniz gibi. Sükût bu bağlam da da bir
kez daha altın olduğunu tartışm aya yer bırakm aya­
cak biçim de gösterir.
Buradan konumuzla ilintili olarak ne sonuçlar çıka­
rabileceğimiz şimdi daha bir netleşmeye başladı. Ya­
şamın, sevilmeye değer biri olduğu apaçık görülen ar­
kadaşınızın aracılığıyla size sunduğu şeyi minnet ve
şükranla kabul etmeyin. İşi kurcalayın. Neden, diye
ona değil, kendinize sorun. Çünkü onun muhakkak bir
art niyeti vardır. Bunu da size ölse açmaz.
Anlayacağınız, insanın aşkı, daha önce benden çok
daha büyük düşünürlerin üzerinde boşu boşuna kafa
patlattıkları ve dünya edebiyatmm ünlü yapıtlarından
bazılarının dayandıkları bir paradokstur. Rousse-
au’nun M adame d ’H oudetot’a yazdığı mektuptan şu
cümleyi alalım: “Benim olursanız size sahip olacağım
için, büyük saygı duyduğum sizi yitireceğim.” Bu
sözleri iki kez okumakta yarar var. Rousseau’nun söy­
lemek istediği sanki şu: Kendini bütün benliğinle
bana veren kimse, sırf bu yüzden aşkımm muhatabı

83
olm aya uygun değildir (Bu görünüşte iyice abartılmış
anlayış, çok iyi bilinen bir güney ülkesinde alabildiği­
ne yaygındır). A şk ateşiyle yanıp tutuştuğundan kesin­
likle em in olan sevdalı, karşısındakine yalvar yakar
kendisinin olmasmı söyler ve beriki ona teslim olur
olm az da onu hor görmeye başlar. Çünkü namuslu bir
kadm ona göre hiçbir zaman böyle bir şey yapmaz.
Aynı ülkede -elbette resm en hiçbir zaman itiraf edil­
meyen- temel bir ilke geçerlidir: Bütün kadınlar fahi­
şedir, anam hariç, o bir azizeydi (Malum, anasıyla o
işi elbette yapamadığından).
Sartre ünlü yapıtı Varlık ve H içlik 'te sevgiyi, bir
özgürlüğe özgürlük olarak sahip olm a yolundaki
beyhude bir çaba olarak tanımlar. Bu konuda şunları
söyler. [19, s. 471]

“Öte yandan o (seven erkek) özgürlüğün zorlamasız


ve gönüllü üstlenilen bir görev olduğu yüce biçimiyle
de yetinip memnun olamaz. Kim salt katıksız, kişinin
kendi kendine sadık kalma yemini olarak beliren bir
sevgi ile yetinebilir ki? Şunu işitmek kimin işine gele­
bilir ki? ‘Seni sevmeyi, kendi isteğimle, zorlamasız
yükümlendiğim ve de kendime verdiğim sözü tutma­
mış olmamak için seni seviyorum, seni, kendime olan
bağlılığımdan ötürü seviyorum.’ Demek ki seven, kar-
şısındakinden bağlılık yemini etmesini ister, ama bu
türden bir yeminle karşılaşıp mutsuz olur. Bir özgürlü­
ğün sevgi nesnesi olmak [özgürlük tarafından sevil­
mek] ister, ama bu özgürlüğün artık özgürlük olarak
özgür olmamasını talep eder.”

Sevginin (ve görünürde akıldışı birçok başka dav­


ranış biçiminin) bu ilginç, çözüm süz, karm aşık güç­
lüklerini tanıyan okur, onları Norveçli düşünür Jon

84
E lster’in U lysses and the Sirens [2] adlı ilginç kita­
bında da bulacaktır. A m a işin başında olan m utsuzluk
adayının ihtiyacını karşılam aya az önce söyledikleri­
m izin yetmesi gerekir. G ene de bu işte hayli yol
almış olanlar, bu kadarıyla yetinmeyeceklerdir. A nla­
yacağınız buraya kadar söylenenlerin bağlamından,
sadece aramızdaki Groucho M arx’lan n yararlanabi­
lecekleri bol bol sermaye üretm ek mümkündür. G ro­
ucho M arx’lar diyoruz, çünkü bu serm ayeden yarar­
lanm anın önkoşulu, kendini sevgiye layık olm ayan
biri olarak görmektir. Böyle birini seven, daha baştan
bu bağlam da kayıp demektir. Çünkü sevgiyi hak et­
memiş birini sevenin muhakkak bir acayipliği var de­
mektir. M azoşizm gibi bir karakter bozukluğu, iğdiş­
leştirici bir anneye nevrotik bağlılık, aşağılık olanın
çekiciliğine sayrıl bir düşkünlük; işte söz konusu di­
şinin ya da erkeğin sevgisini açıklam aya yarayacak,
dolayısıyla da onu katlanılm az kılacak nedenler bu
türdendirler (İyice tatm in edici bir tanılar derlem esi
yapm ak isteyenin, belli bir ölçüde psikoloji bilmesi
ya da hiç değilse kendini tanım a için yapılan grup ça­
lışm alarına katılması çok büyük değer taşımaktadır).
Böylelikle sadece sevilen varlığın kendisi değil,
hem sevenin kendisi hem de sevgi sevgi olarak üs­
tündeki kılıfı atıp tüm rezilliğiyle ortaya çıkar. Ehh
bundan fazlası da can sağlığı. Bildiğim bütün yazar­
lardan çok daha etkili bir biçim de Laing bu açm azı
D üğüm ler adlı çalışm asında anlatmıştır. Bölüm ü ek­
siksiz veriyorum. [9, s.24]

“Kendi kendime saygım yok.


Bana saygı duyan kimseye saygı duymam.
Ancak bana saygı duymayan birine saygı duyarım.

85
Jack’a saygı duyuyorum
Bana saygı duymadığı için.

Tom’a saygı duymuyorum


Bana saygı duyduğu için.

Ancak aşağılık biri,


Benim gibi aşağılık birine saygı duyabilir.

[Ama] saygı duymadığım kimseyi sevemem.

Jack’ı sevdiğimden
Onun beni sevdiğine inanamam.

Bunu bana nasıl ispatlayabilir ki?”

Sadece ilk ağızda saçm a görünüyor bu sözler;


çünkü buradaki anlayışla atbaşı giden karm aşık güç­
lükler gün gibi aşikâr değil mi? A m a bu güçlükler
kim senin hevesini kırm am alı ya da Shakespeare’in
bir sonesinde dediği gibi: “Bunu herkes bilir, am a bu
cehennem e giden öte dünyadan nasıl uzak durabile­
ceğini kim se bilem ez.” Ö yleyse insanın um utsuz bir
biçim de âşık olm ası, pratik sonuçlan bakım ından
daha ehvendir. Evli bir erkeğe ya da kadına, bir pa­
paza, bir film yıldızına ya da bir sopranoya. Böyle­
likle um utla dolup taşarak am acına hiç ulaşm adan
dolanıp durur, bu bir; İkincisi, ötekinin kendisiyle bir
ilişki kurm aya kesinlikle hazır olm ası gibi bir duru­
m un -böylelikle onun kendisi için tüm çekiciliğini
yitireceği bir durum un- ortaya çıktığını saptam a gibi
bir talihsizliğe uğram aktan kurtulur.

86
insan
soylu ,
yardımsever
ve
iyi
olmalı

Seven elbette sevdiği varlığa yardım cı olm aya hazır­


dır. A m a asıl öyle özel sevgi bağlarının bulunm adığı
durumlarda, örneğin bir yabancıya karşı yardım sever
davranm ak, özellikle soylu bir ruhun ve iyiliksever­
liğin belirtisidir. Özverili, kendini düşünm eden biri­
ne uzatılan el, yüce bir idealdir ve sözde mükâfatını
da içermektedir.
Ama bu gerçeğin bizi hiçbir şekilde ürkütm em esi
lazım. Çünkü bütün öteki iyi edim ve davranışlar
gibi yardım severlik de ardındaki düşüncenin solgun

87
rengiyle parıltısını yitirebilir. Bunu az önce sevgi ko­
nusunda gördük. Özverili davranışım ızdan ve yar­
dım severliğim izin katıksızlığından kuşkuya düşmek
için art düşüncelerim iz olup olm adığını kendimize
sorm am ız yeter. Yani Tanrı katındaki hesap defterine
yatırım olsun diye mi yaptım bunu? B ililerini etkile­
mek için mi? Bana hayranlık duyulsun diye mi? Ö te­
kini kendim e zorla m innettar kılm ak için mi? G örü­
yorsunuz işte, olum suz düşünm enin gücü sınırsızdır;
çünkü arayan bulur. Ruhu tem iz kim se için sözümo-
na her şey zaten tertemizdir, am a buna karşılık ka­
ram sar kişi her yerde bir bityeniği bulur ya da bir
pisliğin ayak izlerini. Başka benzetm eler için ayakbi-
lim literatürüne bakabilirsiniz.
Bunu yapm akta güçlük çeken kim se el altındaki
literatüre şöyle bir göz atsın yeter. B uralardan gözü-
pek itfaiyecinin gerçekte ruhen engellenm iş bir fıro-
man* olduğunu öğrenecektir; yiğit asker çok derin­
lerde yatan, bilinçdışı kendini öldürm e dürtüleriyle
kıvranan ve bu dürtüleri boşaltan biridir; polis, sırf
kendisi suç işlem em ek için başkalarının suçlarıyla
uğraşır. Ünlü dedektifin güç bela gizlenm iş parano­
yak bir ruhu vardır. H er cerrah örtük bir sadist, her
nisaiyeci bir dikizcidir. Psikiyatrisi Tanrı rolüne so­
yunm ak ister. -İşte görüyorsunuz dünyanın çürüm üş­
lüğünü açığa çıkarm ak bu kadar kolaydır.
Ama davranışların ardındaki “asıl” hareket neden­
lerini bu yoldan keşfetm eyi tarz olarak benimseye-
m eyen kimse, yaptığı yardım ı acemi kişinin ağzını
şaşkınlıktan açık bırakacak bir cehennem e dönüştü­

* Yakm a saplantısı olan kimse, (ç.n.)

88
rebilir. E sas olarak bir kişinin ötekine yardım etm esi
olgusuna dayanan bir ilişkiyi kafam ızda canlandır­
mamız, ne dem ek istediğim izi anlam aya yeter. Bu
türden bir ilişkinin doğası gereği iki kaçınılm az so­
nucu vardır. Yardım ya başarılı olm uştur ya da başa­
rısız (Gene bu ilişkide de üçüncü bir olasılık bulun­
mamaktadır). Başarısızlık, yani yardım ın işe
yaram aması durum unda yardım etme alışkanlığı ka­
nma işlemiş yardım severin bile sonunda canına tak
diyecek, o da derin bir üzüntü ve hayal kırıklığıyla
ilişkiyi koparıp geri çekilecektir. Başarılı olm ası du­
rum undaysa artık yardım ı alan kim senin bundan
böyle yardım a m ardım a ihtiyacı olm ayacağından,
sırf bu yüzden ilişki kopacaktır. Çünkü ilişkinin an­
lamı ve amacı, yardım ın başarıya ulaşm asıyla tüken­
miş olacaktır.
Bu konuda edebiyat alanında örnekler ararken in­
sanın aklına, şeytan ruhlu (ama aslında günahsız ve
sevgiyi hak etmiş) fahişeyi kurtarm aya ve onun ru­
hunu arındırm aya soyunmuş, 19. yüzyıl rom an ve
opera metinlerindeki soylu gençler geliyor. Gene
hem en hemen istisnasız çok zeki olan, sorum luluk
dolu, kendilerini seve seve feda eden; alkolikleri, ku­
m arbazlan ya da canileri, aşklannın büyüleyici gü­
cüyle birer fazilet tim saline dönüştüren ve o acı sona
kadar adam ın aynı rezilliği sürdürm ekteki kararlılı­
ğına, aynı kararlılıktaki aşklanyla ve yardım severlik­
leriyle karşılık veren kadınlar, bu konuda her zam an
pratik örnekler sunarlar. İçerdikleri m utsuz kılm a gi-
zilgücü bakımından bu ilişkiler handiyse kusursuz­
durlar, çünkü taraflar olumlu bir ilişkide hemen

89
hem en olanaksız görünen bir tarzda birbirlerine
uygun düşer ve birbirlerine göre kendilerini ayarlar­
lar (Bu konuda haham Jochanan “insanlar arasında
birbirine uyan bir erkekle kadın bulup, bunları karı-
koca olarak bir araya getirmek, M usa’nın Kızıl
D eniz’i yarm a m ucizesinden daha zordur” derken
yanılmaktadır). Kendini feda edebilm ek için yukarı­
da tanım ladığım tipte bir kadının sorunlu ve perişan
bir insana ihtiyacı vardır; az çok kendi başına buyruk
işleyebilen bir erkeğin hayatında ise ne kadının yar­
dım ına, dolayısıyla ne de kendisine yeterli bir yer ve
ihtiyaç vardır. Ö te yandan erkek çuvallam aya devam
edebilm ek için yılm ayan bir yardım cıya muhtaçtır.
Ne var ki bir elin ötekini yıkaması ilkesine bağlı bir
kadın, bu türden bir ilişkiyi fazla götürm eden ondan
uzak kalmalıdır. D em ek ki reçetem iz şöyle: İnsan,
öyle olm ak isteğini kendi öyle oluşuyla m üm kün
kılan ve bunu yapm ayı kabul edip onaylayan bir eş
bulmalıdır. A m a bu ilişkide de am aca ulaşm aktan ka­
çınm ak en doğru tutumdur.
İletişim kuram ında bu ilişki m odeline kollusion
denir. Sözcük anlam ı iki unsurun üçüncü bir unsura
karşı anlaşması, ittifak yapması, işbirliğine gitm esi
demektir. Zekice bir uzlaşm a, bir Q u id p ro quo (bir
şeyin başka bir şeyin yerine konması; geçm esi, geçi­
rilmesi); ilişkiler düzlem inde bir art niyetli tertibe ge­
rilmesi söz konusudur (durum a göre tam am en bilinç­
sizce). Bu türden bir işbirliği sayesinde kişi kendini
nasıl biri olarak görüyorsa öyle biri olarak karşısın­
dakine benim setip onaylatır. İşin aslını bilmeyenler,
böyle bir onaya, niçin ille de ikinci birine gerek bu­

90
lunduğunu haklı olarak sorabilir. O ysa yanıt basittir.
Ç ocuksuz bir anne, hastasız bir doktor, devletsiz bir
başkan tasarlam aya çalışın bakalım. Bu ötekinden
yoksun kimseler, sadece insan müsveddesidirler, ta­
m amlanm amış, geçici insanlardır, deyim yerindeyse.
A ncak onu tam am lam ak için gerekli rolü üstlenen
kim se sayesinde “gerçeğe” dönüşürler, gerçek olur­
lar. Öteki yoksa, hayalgücüne, düşlere muhtaç ol­
m uşlar demektir. O ysa düşler sabun köpüğüdür. Peki
de niçin herhangi bir kişi, öteki, bu belli rolü bizim
için üstlenm eye razı olsun? O lm asının iki nedeni bu­
lunmaktadır.

1. Onun beni “gerçek” kılm ak için oynam ak zo ­


runda bulunduğu rol, kendi “gerçekliğini” oluştura­
bilmek için oynam ak istediği roldür. Bu sözlerden
çıkaracağım ız ilk izlenim, böyle roller üstlenm iş ta­
rafların kusursuz bir tam am lam a ilişkisi, örnek bir
işbirliği düzenlemiş oldukları izlenimidir. Öyle değil
mi? A m a unutm ayalım ki kusursuzluğun bu durum ­
da kalıcı olabilm esi için tertibe katılm ış yanların hiç
değişm eden öylece kalm aları, değişm eye dayanm a­
ları zorunludur. O ysa O vid M etam orphosen ' de {D e­
ğ işim ler’de) dünyada hiçbir şey dayanıklı, bozul­
maz, değişm ez değildir; m edler cezirleri kovalar
demiştir. Bu düşünceyi şu sözünü ettiğim iz işbirliği­
ne uygulayacak olursak bu, çocukların büyüdüğü,
hastaların iyileştiği anlam ına gelir. Bunlar kaçınıl­
m az eğilimlerdir. Ve insanın gönül ilişkilerinde de en
üst düzeyde birine uyumlanmış olm a duygusunun
hem en ardından yaşanan düş kırıklıklarıyla birlikte

91
gerilem e, kabaran suların çekilm esi aşaması gelir;
gelir gelm ez de ötekinin ilişkiyi bozup gitmesini ön­
lem ek kaygısıyla gerçekleştirilen beyhude girişimler.
Bu konuda da bir kez daha S artre’a kulak verebiliriz
[19, s.467]:

kendini ötekinin müdahalesinden kurtarmaya çalı­


şırken, öteki benim müdahalemden kurtulmaya çalışır;
Ötekine boyun eğdirmeye çalışırken, öteki bana boyun
eğdirmeye çalışır. Burada söz konusu olan kendinde
bir nesne ile tek yanlı kurulmuş bir bağ değil, karşılıklı
ve birbirini rahatsız edici ilişkilerdir.”

H er uzlaşm a, her işbirliği, benim onu nasıl olm ası­


nı istiyorsam kendiliğinden öyle olm asını zorunlu ön­
koşul olarak aradığından, ister istem ez gelip “kendili­
ğinden davran” paradoksuyla karşı karşıya kalacaktır.

2. “G erçeklik” duygusunu edinm em iz için öteki­


nin oynam ası gereken rolü ona kabul ettirebilecek bir
başka nedeni -yani bu akrobatik çabaların karşılığın­
da bu çabaları karşılayacak “ücreti”- gözden geçire­
cek olursak gelip dayanacağım ız kaçınılm az son
biraz daha belirginleşir. Bu bağlam da öm ek ararken
insanın aklına hem en fahişelik geliyor. M üşteri, bilin­
diği gibi fahişenin sadece para için değil, aynı zam an­
da gerçekten istediği için kendisini ona vermesini
bekler (Şu enfes “gerçek, gerçekten” kavram ının
ikide bir de işe nasıl karıştığını görüyorsunuz).
Neyse; yetenekli bir orospu, karşısındakinde bu ya­
nılsam ayı uyandırıp korum ayı gayet iyi beceriyor gi­

92
bidir. A m a daha az yetenekli, acemi fahişelerin söz
konusu olduğu durum larda, işin tam da bu noktasın­
da m üşterinin hayal kırıklığı büyük olmaktadır. Ama
m üşterinin aklının başına gelmesi ya da ilişkiden
ötürü pişm anlık duym ası durumu, yalnızca fahişelik
alanına özgü değildir; bu türden birliktelik, uzlaşm a
öğelerinin herhangi bir ilişkiye sızdığı her yerde ka­
çınılm az olarak ortaya çıkm a eğilim i gösterir. B ir sa­
dist -der şu ünlü espri- bir m azoşiste sevim li gelen
biridir. Birçok eşcinsel ilişkinin sorunu, tarafların
“gerçek” bir erkek ile ilişki kurm aya can atmaları,
am a ilişki kurdukları kişinin de ister istem ez “sade­
ce” bir eşcinsel olduğunu saptam ak zorunda kalm ala­
rıdır.
Jean G enet [4] Balkon adlı oyununda bu tertiplen­
m iş ilişkiler dünyasının enfes ve ustaca bir görünü­
münü sunar. M adam Irm a süper bir genelevin yöne­
ticisidir. M üşteriler bu evde, elbette ücret karşılığı,
kendilerini tam am latıcı rolleri ötekine oynatma,
başka deyişle bu tam am latıcılığı kiralam a olanağına
sahiptirler. Evin bir köşesinde madam, müşterilerini
tanıtır: Krallara özgü çeşitli m erasim ler ve debdebe­
lerle karşılanm ış, F ransa’dan gelme iki kral; batm ak­
ta olan destroyerinin kaptan köşkünde bir amiral,
durm adan dua eden, ibadet halinde bir piskopos; yar­
gılam a durum unda bir yargıç, eyer üstünde bir gene­
ral; Aziz Sebastian; İsa ’nın kendisi (ve bütün bunlar
kentte devrim ayyuka sarmış, kuzey kesim ler çoktan
düşm an eline geçm işken olup bitmektedir). Gel gele­
lim M adam Irm a’nın iyi organizasyonuna karşın,
niyet ne kadar iyi olursa olsun, bütün bunların ücreti

93
ödenen bir oyun olm a gerçeğinin üstünü örtm ek ola­
naksız olduğu ve ayrıca kiralanm ış tam am layıcı
eşler, rollerini çoğunlukla -m üşterinin kendi “gerçek­
liğini” yaşam ayı hayal ettiği biçim de- ona yaşatm ayı
başaracak kadar iyi oynayam adıkları ya da oynam ak
istemedikleri için, ortaya ikide bir hayal kırıklığı do­
ğuran aksaklıklar çıkmaktadır, örneğin “yar­
gıç” “hırsız” kıza şöyle der:

Yargıç olarak varlığım kaynağmı senin hırsız olarak


sahip olduğun varlıktan alıyor. Olduğun inşam yadsı-
saydın eğer... Ama sakın yapma bunu... Bir yadsısay-
dm bunu -olduğun şeyi, yani olduğun kişiyi- o zaman
varlık nedenimi yitirir... Yok olur, kaybolur giderdim.
Ölürdüm. Havaya karışırdım. Hiçleşirdim. Buradan
çıkan sonuç: İyiliğin kaynağı... Yani? Yani? Yadsıma­
yacaksın değil mi bunu? Bir hırsız olduğunu inkâr et­
meyeceksin değil mi? Kötülük edersin. Bir cinayet
olur bu. Varlık nedenimi ortadan kaldırırsın! (Yalva­
rır ). Söyle bana, yavrum, sevgilim, inkâr etmeyecek­
sin değil mi?
Hırsız Kadm, cilveli: Kimbilir.
Yargıç: Nasıl? Neler diyorsun sen? Beni red mi
edeceksin? Nerede olduğunu söyle bana.
Neler çaldığmı da söyle.
Hırsız Kadm, heyecansız, yerinden kalkar: Hayır.
Yargıç: Nerede söyle? Zalimlik etme...
Hırsız Kadm: Bana sen diye hitap etmeyin bakalım.
Yargıç: Küçük hanım... Bayan. Rica ediyorum size.
(Diz çöker.) Bakın, önünüzde yalvarıyo­
rum. Yargıç olmayı beklerken beni böyle
bir konumda bırakmayın. Yargıçlar ol­

94
masa ne olurdu halimiz, ama ya bir de
hırsızlar olmasaydı?*

O yun M adam Irm a’nın o yoğun çalışm a gününün,


daha doğrusu çalışm a gecesinin ardından seyirciye
söylediği şu sözlerle biter: “Hadi artık yuvanıza dön­
m eniz gerekiyor; her şeyin -bundan kesinlikle em in
olabilirsiniz- buradakinden daha yapay olduğu evini­
ze” ve son ışıkları da söndürürken “Lütfen, çıkışlar
sağdandır!” (Sahnenin gerisinden bir m akineli tüfe­
ğin sesleri.)

* Balkon, Jean Genet, Çev: Uğur Ün, 1990, Ayrıntı Yayınları, s. 29-30.
»____
95
Çılgın
yabancılar

Birçok acı hakikat gibi M adam Irm a’nın kapanış


sözleri de herhalde seyircinin pek hoşuna gitm em iş­
tir. Kendi dünyam ızın yalan ve yapaylık üzerine ku­
rulm uş olduğunun bize anım satılm asından pek hoş­
lanmayız. Bizim kendi dünyam ız hakiki, doğru olan
dünyadır; başkalarınınki ise çılgın, yalan, sahte, ya-
nılsatıcı, tuhaftır. İşte buradan da konum uza bol bol
serm aye türetebiliriz.
K orkm ayın, bir ülkenin yabancı uyruklu azınlıkla­
rı ile kendi yurttaşları arasındaki gerginliklerin nasıl

96
ve niçin m eydana geldiği tartışm asına bilgece sözler­
le katılacak değilim; ayrıca buna yetkim de yok.
Sorun dünya çapında bir sorundur: A B D ’deki M ek­
sikalIlar, VietnamlIlar ya da Haitililer, F ransa’daki
Kuzey Afrikalılar, A frika’daki Hintliler, İsviçre’deki
İtalyanlar, A lm anya’daki Türkler (Filistinlilerin, Er-
menilerin, Dürzi ve Şiilerin sorunlarını bir yana bı­
raktık diyelim) -bu listenin kolay kolay sonu gel­
mez-.
Hayır, yabancıya kişisel olarak kızm ak ve onu
reddetmek için salt kişisel tem aslar ya da hatta bire
bir, doğrudan gözlem ler yeter de artar bile; ister
kendi ülkenizde olsun, ister onun ülkesinde. Bir za­
m anlar yem ekten sonra geğirm ek, yem eğin iyi oldu­
ğunu gösteren bir kom plim an sayılırdı; bugün artık
sayılmıyor; ortalıkta lafı çok edildi çünkü. Ama
belki ara sıra ağzı şapırdatm anın da dişler arasından
dışarıdan duyulacak şekilde ağıza hava çekm enin
bugün Japonlar için hâlâ yem eğin güzelliğini belirtir
bir tepki olduğunu bileniniz azdır. Ya da Latin A m e­
rika’nın herhangi bir yerinde, bir kim senin boyunun
yüksekliğini gösterebilm ek için biz AvrupalIlara son
derece olağan gelecek bir hareketle, bir elini yatay
tutup kolunu o kişinin hayali boy yüksekliğinde kal­
dırıp “şu kadar” diye gösterm e hareketinin o kişiyi
adam akıllı sevimsiz durum a düşürdüğünü biliyor
muydunuz? O rada sadece hayvanların yüksekliği
böyle tarif edilebilir.
Ve sözü hazır Latin A m erika’ya getirmişken:
Latin âşığın erkekliğin en parlak timsali olarak ünlü
olduğunu (Anglo-Amerikan dünyaya yabancı bile

97
olsanız) bilm eyeniniz yoktur. Sözü geçen bu dünya­
nın sınırları içinde Latin âşık başlıca m arifetlerini
icra eder durur. A slında sevimli, zararsız bir varlıktır.
O ynadığı rol, hâlâ bugün bile sosyal düzeni büyük
ölçüde çok kesin sınırlarla çizilm iş Latin Am erika
toplum unun bu yapısına gayet güzel uyumlanmıştır.
A nlayacağınız toplum un üst tabakası denen seçkin
kesim lerde en azından (resmen) herhangi bir evlilik
dışı kaçam ak alabildiğine zordur ve çok sert engelle­
re çarpar. Bu yüzden Latin erkeği aşkından, tutku­
sundan hasret içinde bitip tükenen âşık tavrını rahat­
lıkla sürdürebilir; çünkü bu tavır, ateşli, üstünden
cinsellik dam layan, am a hiçbir ödün ve uzlaşm aya
yanaşm ayan dünyalar güzeli Latin kızlarının davra­
nışına tam karşılık gelmektedir. Bu yüzden Latin
A m erika halk şarkılarının (ve en başta gerçekten
nostaljik güzellikteki B olero' lann), oldum olası bir
türlü kavuşam ayan sevdalıların, ulaşılm az sevgilile­
rin acısını, kavuşm anın hem en az öncesindeki önü
alınm az ayrılık kederini ya da U ltim a N o ch e 'nin (ilk
gecenin) (ilk ve ister istem ez son gecenin) insanı
gözyaşlarına boğan harikalığını, rom antik bir tarzda
yüceltm eleri boşuna değildir. A m a bir yabancı bu
şarkılardan şöyle hatırı sayılır bir m iktar dinledikten
sonra yavaş yavaş böyle olm ası şart mı diye sorm a­
dan edemez. Yanıt: A slında şarttır.
Şimdi bu Latin âşığı, A B D ’ye ya da İskandinav
ülkelerine ihraç edelim; kadın ilişkisi sorununa ada­
makıllı katkıda bulunm uş oluruz. Çünkü âşığım ız
alışageldiği gibi buralardaki dilberler için de yanıp
tutuşmaya, onlara kur yapm aya başlayacaktır. Ne var

98
ki buradakilerin oyun kuralları bam başkadır: A nla­
yacağınız Latin A m erika’daki kadınlardan kat kat
daha serbesttirler, bu nedenle de âşığım ızı ciddiye
alarak ona yüz vereceklerdir. G elgelelim bizimki
böyle bir şeye hazır değildir; çünkü onun sanatının
kurallarına göre kadınlar, kızlar, onu ya terslemeli-
dirler ya da nikâh gecesini bekle deyip avutm alıdır-
lar. Bu durum un çok şey uman beklenti içindeki ba­
yanlarda yaratacağı hayal kinci karm aşık sorunları
ve Latin âşığın Ultim a N oche m itosuna göre ayarlan­
mış iş becerm e yeteneğinin karşısına dikilecek um ut
kırıcı güçlükleri kafam ızda canlandırm am ız güç ol­
m asa gerekir. Bir kez daha, varm aktansa um utla yol­
culuk etm enin çok daha iyi olduğunu görm üş oluyo­
ruz.
İtalyan kadınlan son yıllarda özgürleşim yolunda
önemli adım lar atalı beri benzer sorunlar İtalyan er­
keklerinin de başına musallat olm uşa benzemektedir.
Eskiden İtalyan erkeği, ateşli bir erkek gibi davran­
mayı bir görev sayar; böyle de davranabilirdi. Göze
alacağı tehlike küçüktü, çünkü dişinin onu (çoğun­
lukla) geri çevireceğine kesin gözüyle bakabilirdi.
Erkeğin bir kadına asılırken temel bir ilkesi vardı:
Kim olursa olsun, herhangi bir kadınla beş dakika­
dan fazla bir süre yalnız kalıp da ona asılm az ya da
sanlm azsam eşcinsel olduğumu sanar. O ysa kadınlar
bu meselede daha rahat ve daha açık davranm aya
başlayalı beri şöyle el altındaki psikiyatri istatistikle­
rinin verilerine bakacak olursak, ortaya bir sorun
çıkm ışa benzemektedir. Cinsel yetersizlikten m usta­
rip, tedavi gören İtalyan erkeklerinin sayısı hızla art­

99
maktadır. Ancak ve ancak erkeğin karşısındaki kadı­
nın, erkeğin davranışını tam am layacak “doğru” tavrı
benim sem esi ve onu anaç, him aye edici bir tutumla
reddetm esi kesinse alışılageldik biçimde ateşli, tut­
kulu ve hızlı bir erkek gibi davranm anın pek bir teh­
likesi yoktur.
Buna karşılık biz AvrupalIların A B D ’de Latin
âşığın yanılgısının tam tersi bir yanılgıya düşm em iz
de çok kolaydır. Tanımadık birinin gözlerinin içine
bakm anız için burada size tanınan süre çok kısadır.
Bu süre şöyle bir saniye bile aşılsa ABD ve Avru­
p a ’da çok farklı sonuçlarla karşılaşırsınız. Bizim Av­
ru pa’da karşım ızdaki bu durum dan şüphelenir, bakış­
larla kurulm uş teması koparır ve gözden kaybolur.
Kuzey A m erika’da ise erkek, gülüm ser (hele kadınsa
muhakkak gülüm seyecektir). Bu, en çekingen kim se­
yi bile, bu kişi bana özel bir yakınlık duyuyor diye
düşünm eye hani “ilk bakışta aşk” denir ya işte öyle
bir şeyin doğduğu varsayım ına itecektir. Kişi, şansım
açık diye düşünm eden edemeyecektir. O ysa kadının
ya da.kızın böyle bir niyeti kesinlikle bulunm am ak­
tadır. Sadece, burada oyunun kuralları değişiktir o
kadar.
N için bu her ulustan insanı aynı kaba koyduğu­
m uz aldatıcı budunbilim sel incileri döktürüyoruz ki
sanki? Söyleyelim: Elbette bilgim izin evrenselliğini
göstererek sizi etkilem ek için değil, sadece bu reçe­
teyi kullanarak,dış ülkelerdeki gezinizin yanı sıra, ül­
kenizdeki yabancının da gezisinin ya da burada ge­
çirdiği günlerin alabildiğine hayal kırıcı olm asını
sağlayıp burnundan getirebilesiniz diye. G ene düşü-

100
ilebileceğiniz en basit ilkeye başvurm anız yeter:
Bütün karşı kanıtlara ve aksinin ispat edilm iş olm a­
sına hiç aldırış etm eksizin kendi davranış ve tutum u­
nuzun bütün koşullar altında olağan ve norm al oldu­
ğunu varsayın. Böylece aynı koşullar altındaki ya da
aynı durum daki bütün öteki tutum ve davranışlar ka­
çıkça ya da en azından salakça olup “çıkacaklardır.”

101
Bir
oyun
olarak
yaşam

Yaşam bir oyundur ve bu oyunun birinci kuralı, yaşa­


m ın bir oyun olm ayıp ölüm üne ciddi olduğu kuralı­
dır, diyen özdeyiş, Am erikalı psikolog Alan
W att’indir. Ve Laing, D ü ğü m ler 'de şunları yazarken
belli ki aynı şeyleri düşünüyordu: “B ir oyun oynu­
yorsunuz. Bir oyun oynam am ayı oynuyorsunuz. Size
oynadığınızı gösterdiğim de, oyunun kurallarını boz­
muş olacağım, siz de beni cezalandıracaksınız. [9, s.7]
M utsuzluğa giden yolun izini sürerken başarılı bir
biçimde mutsuz olm anın temel koşullarından birinin;

702
sağ eli, sol elin yaptığından haberdar etm em ek oldu­
ğunu söylemiştik. Böylelikle W att’ın ya da L aing’in
oyununu kendi kendinize oynayabilirsiniz.
Bunlar öyle boş hayaller değil, uzun süreden beri
yüksek m atem atiğin bir kolu olan oyun kuram ı, bu
ve benzeri sorularla uğraşmaktadır. Çalışm am ızın en
son esinini bu alandan alacağız. K olaylıkla düşüne­
bileceğimiz gibi “oyun” kavram ı, m atem atikçi için,
çocuğun oynadığı oyun anlam ına gelmemektedir.
M atem atikçi için oyun, kavram sal bir çerçeve oluş­
turur; bu çerçeve içinde m üm kün olan en iyi oyun
davranışını belirleyen kurallar geçerlidirler. İnsanın
bu kuralları anlam ası ve giderek doğru uygulaması
durum unda kazanm a şansını artırabileceğini biliyo­
ruz.
Bizim konumuz açısından sıfır toplam lar oyunu
ile sıfır olm ayan toplam lar oyununu birbirinden ayırt
etmek, hem genelde hem de ilkesel bir önem taşır.
Önce sıfır toplam lar oyunlarının mantıksal sınıfına
bir göz atalım. Oyunculardan birinin kaybının öteki­
nin kazancını gösterdiği bütün sayısız oyunlar bu sı­
nıfa girerler. Bu nedenle kazanç ve kayıp bir arada
sayıldıklarında toplam hep sıfır çıkar. H er basit bahis
bu ilkeye dayanır (Bu türden başka çok karmaşık
oyunların varlığı bizi ilgilendirmiyor).
Sıfır olm ayan toplam lar oyunu ise adından da an­
laşılabileceği gibi kazanç ile kaybın birbirlerini
denkleştirm edikleri oyunlardır. Bu, kazanç ve kayıp
toplamının sıfırın üstünde ya da altında olabileceği
anlam ına gelmektedir. Dolayısıyla böyle bir oyunda
d iğer oyuncu da (ikiden fazla kişiyle oynanıyorsa

103
herkes) kazanabilir y a da kaybedebilir. İlk bakışta
belki ne dediğimiz anlaşılm amaktadır, -am a aklım ıza
hemen anlamayı kolaylaştırıcı kimi örnekler geliyor-.
B ir grevi ele alalım. G enellikle grevlerde rol oyna­
yan tarafların ikisi de kaybeder; işletm e ve çalışanlar.
Çünkü bu çekişm enin sonucunda taraflardan biri,
ötekine göre nihayet daha avantajlı durum a geçse de
bir taraf m kaybı ile öteki tarafın kazancının- toplamı
kesinlikle sıfır değildir.
Öte yandan grev sonucunda ortaya çıkan üretim
kayıplarının rakip bir işletm enin işine yaradığını ve
hiçbir zam an satam adığından daha fazla mal sattığını
düşünelim. Bu durum da gene bir sıfır toplam lar oyu­
nuyla karşı karşıya olabiliriz. Çünkü ikinci firm anın
kazandığıyla birinci firm anın kaybının toplam ı sıfır
olabilir. A m a faturayı ilk firm anın yönetici elem anla­
rı ve işçileri ödeyeceklerdir. Çünkü her ikisi de kay­
betmişlerdir.
Fabrika yönetim i ile çalışanlar arasında ya da m a­
tem atiğin soyut alanlarında irdelediğim iz bu sorunu
insan ilişkileri alanına taşıyalım . İki taraf arasındaki
bir ilişki sıfır toplam lar oyunu mudur, sıfır olm ayan
toplam lar oyunu m u? Bu soruyu yanıtlayabilm ek
için taraflardan birinin “kayıplarının” ötekinin “ka­
zançlar” hanesine yazılıp yazılam ayacağına bir bak­
m am ız gerekir.
Ve burada 'yollar ve düşünceler ayrılmaktadır.
Kendim izin haklı, karşım ızdakinin haksız ve yanılgı
içinde (zarar) olduğunu ispatlam akla elde edeceği­
m iz kazanç, sıfır toplam lar oyununun bir örneği ola­
rak anlaşılabilir. Ve birçok başka ilişki de böyledir.

104
İlişkileri böyle bir oyuna dönüştürebilm ek için iki ta­
raftan birinin yaşamın kendisini, sadece kazanm a ile
kaybetm e seçeneği sunan sıfır toplam lar oyunu ola­
rak görmesi yeterlidir. Ö tekinin felsefesi başlangıçta
bu yönde koşullanm am ış bile olsa bundan sonrası
hiç zahm etsiz kendiliğinden gelecektir. A nlayacağı­
nız, ilişkiler düzlem inde sıfır toplam oyunu oynam a­
ya başlayın, inanın çok geçm eden nesne düzlem in­
deki ilişkilerin de içine edildiğini göreceksiniz.
Çünkü sıfır toplam lar oyunu oynayanların, karşılıklı
olarak birbirlerinin hakkından gelm ekten, dolayısıy­
la da kazanan olm aktan başka bir şey düşünm edikle­
ri için kolayca gözden kaçırdıkları olgu, asıl büyük
rakibin, yalnızca (görünürde) kıs kıs gülen üçüncü-
nün, yani yaşamın karşısında her ikisinin de kaybe­
den tarafta olduklarıdır.
Yaşartıın bir sıfır olm ayan toplam lar oyunu oldu­
ğunu görmek bize niçin böylesine zor geliyor? Yenil­
mem ek için oyun arkadaşımızı ille de yenm em iz ge­
rektiği saplantısından kurtulduğum uz anda birlikte
kazanabileceğim izi niçin görm üyoruz? Ve sıfır top­
lam lar oyununu alışkanlık haline getirmiş oyuncu
için, o büyük rakip ile yani yaşam ile uyum ve barı­
şıklık içinde yaşanabileceğini kavram ak bu kadar
güç mü?
Am a işte gene yanıtı im a edilen ve N ietzsche’nin
İyi ile Kötünün Ö tesinde adlı çalışm asında, çılgınlı­
ğın bireylerde ender görülürken insan öbeklerinde,
uluslarda ve tarihsel dönem lerde âdeta kural olduğu­
nu söyleyerek yanıtladığı bir soru soruyorum aslın­
da. Peki de biz sıradan faniler, bizim le karşılaştınl-

105
m ayacak kadar güçlü olan sıfır toplam lar oyuncuları
olan örneğin politikacılardan, yurtseverlerden, ideo­
loglardan, hatta süper güçlerden daha akıllı olduğu­
m uzu nereden çıkarıyoruz? Gözünüzü yumup daha
da üstüne gidin hadi bakalım, daha çok düşman,
daha çok şan ve şeref, isterse geride kalan her şey
tuz buz olsun...

106
Sonsöz

(Bu) oyunun oyun değil de ölüm üne ciddi bir şey ol­
duğunu söyleyen temel kural, yaşamı yalnızca ölü­
m ün son verebileceği sonsuz bir oyuna dönüştürü­
yor. Ve -sanki bu durum yeterince paradoksal
değilmiş gibi- burada karşım ıza ikinci bir paradoks
çıkıyor: Bu ölümüne ciddi oyuna son verebilecek bi­
ricik kural bu oyunun kurallarından değildir. Bu
kural için hepsi aynı anlam a gelen birçok ad bulun­
maktadır: Centilm enlik, güven, hoşgörü.
Ormana nasıl bağırırsan öyle yankı yapar. Bunu

107
bize daha çocukken söylem işlerdi. Bunu zaten bili­
yoruz; am a buna inananlar yalnızca birkaç m utlu
kişi. Çünkü inansak m utsuzluğum uzun yaratıcısı ol­
duğum uzu anlam akla kalmaz, m utluluğum uzu da
kendim iz yaratabiliriz.
Bu kılavuz Dostoyevski ile başlam ıştı, onunla bit­
sin. E cin n iler 'de D ostoyevski’nin yaratıp yaratacağı
en iki kişilikli kim selerden biri şöyle der: “H er şey
güzel, her şey. İnsan m utlu olduğunu bilm ediği için
mutsuzdur. Sırf bu yüzden. Hepsi bu, hepsi! Bunu
fark eden hem en m utlu olacaktır; anında, oracıkta...”
İşte çözüm böylesine um utsuzluk verecek kadar
kolay.

108
Kaynakça

1. Carroll, Lew is: A lice im W underland und A lice hinter den


Spiegeln. Ç eviren ve yayım layan C hristian E nzensberger,
Insel, Frankfurt/M . 1963, s. 232 ve devam ı.

2. Elster, Jon: U lysses a n d the Sirens: Studies in R ationality


a n d Irrationality. C am bridge U niversity Press, C am bridge ve
Editions de la M aison des Sciences de l ’H om m e, Paris 1979.

3. Fairlie, H enry: “M y Favorite Sociologist”. The N ew R ep u b ­


lik, 7. 10. 1978, s. 43.

4. G enet, Jean: D er B alkon, in: Jean G enet: A lle D ram en. M er­
lin, H am burg/G ifkendorf 1980.

5. G reenburg, Dan: H ow to be a Jew ish M other. P rice/S tem /


Sloane, Los A ngeles, 1974.

6. G reenburg, Dan: H ow to M ake Y o u rself M iserable, Random


H ouse, N ew Y ork 1966.

7. G ulotta, G uglielm o: C om m edie e dram m i nel m atrim onio.


F eltrinelli, M ailand 1976.

8. K ubie, L aw rence S.: “T he D estructive Potential in H um or”.


Am . Jo u rn al o f P sychiatry 127: 861-6, 1971.

9. Laing, R onald D.: Knoten. A lm ancası: H erbert Elbrecht, R o ­


w ohlt T aschenbuch, R einbek b. H am burg 1972.

10. M aryn, M ike, San F rancisco C hronicle'den alıntılanm ıştır,


28.7.1977, s .l.

709
11. M itscherlich, A lexander ve G ert K alow: G lück - G erechtig­
keit: G espräche ü ber zw ei H auptw orte. Piper, M ünchen 1976.

12. M orisette, R odolphe ve Luc: P etit m anuel de guérilla m a t­


rim oniale: L 'A r t de réussir son divorce. Ferron, M ontreal 1973.

13. O rw ell, G eorge: R ache ist sauer. A usgew ählte E ssays, Bd.
2. A lm ancasi: Felix G asbarra. D iogenes, Z ürich 1975.

14. Parkinson, C yril N.: P arkinsons G esetz und andere U nter­


suchungen über die Verw altung. A lm ancasi: R ichard K au f­
m ann. E con, D üsseldorf 1958.

15. Parkinson, C yril N.: M rs. P arkinsons G esetz und andere


U ntersuchungen a u f dem G ebiet d e r H ausw irtschaft. A lm anca­
si: U rsula v. Z edlitz. D roem er K naur, M ünchen/Z ürich 1971.

16. P eter, L aw rence J.: D a s P eter-P rinzip o der die H ierarchie


d er U nfähigen. A lm ancasi: M ichael Jungblut. R ow ohlt, R ein ­
bek b. H am burg 1970.

17. Potter, Stephen: The C om plété U pm anship: Including G a-


m esm anship, L ifem anship, O ne-U pm anship, Superm anship.
Holt, R inehart& W inston N ew Y ork 1971.

18. R oss, N ancy W ilson (H rsg.): “T he S ubjugation o f a G h o st” ,


in The W orld o fZ e n , R andom H ouse, N ew Y ork 1960.

19. Sartre, Jean Paul: D a s Sein u nd das N ichts. A lm ancasi: Ju s­


tus Streller. Row ohlt, R einbek b. H am burg 1952.

20. Selvini Palazzoli, M ara, et al.: D er entzauberte M agier. A l­


m ancasi: U lrike Stopfel. K lett-C otta, Stuttgart 1978.

21. Shakespeare, W illiam : H am let. A lm ancasi: R ichard Flatter.


W alter K rieg, W ien 1954, s. 73.

22. Spaem ann, R obert: “P hilosophie als L ehre vom glücklichen


L eben”. N eue Z ürcher Z eitung, nr. 260, 5 ./6 .1 1.1977, s. 66.

23. T hayer, Lee: “T he Functions o f Incom pétence”. In: F ests­


chrift f o r H enry M a r genau, hrsg. von. E. Laszlo und E m ily B.
Sellow . G ordon& B reach, N ew Y ork 1975.

110
M utsuzluk Kılavuzu ağlayan ya da gülen bir gözle
okunabilir. Her okur kendinden bir şeyler bulabilir. Pireyi
deve yaparak gündelik hayatımızı nasıl katlanılmaz hale
getirdiğimizi görebilir.
Ötekinin yenilgisinin benim zaferimi, onun yitirdiklerinin
benim kazanımımı oluşturduğu bir oyun oynuyoruz bu
dünyada. Yitirilenler ile kazanılanların toplamının sıfır
olduğu bir oyun: Sıfır toplamlar oyunu...
Kendi yaşamımız kadar başkalarının da yaşamını
cehenneme çevirmek için elimizden geleni hâlâ
yapamadığımız duygusunu taşıyorsak Watzlawick’i!
teşekkür etmemiz gerekir. Zira, mutsuz olmak için müthiş
bir yöntem öneriyor bize. Sonuç da garantili'
Mutlu olma yolunu gösteren “saçma sapan" hinimi o
reçeteden bıktıysanız ve hayatınızda yeni bir "mullıılııi*
oyununa” şiddetle ihtiyaç varsa Mutsuzluk Kılnvıı/n
aradığınız kaynak

r >.

I
A Y R I N T I • Dİ Zİ DI ŞI
ISBN «75 539 047-2
9789755390475

11 • ı |'104/9

You might also like