You are on page 1of 275

E.

FUAT KEYMAN

E. Fuat Keyman, Koç Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Koç
Üniversitesi Küreselleşme ve Demokratik Y önetim Merkezi'nin direktörüdür. Demokra­
tikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler ve Türkiye'de devlet-toplum ilişkileri üzeri­
ne çalışmaktadır. Keymen'in Türkiye'de ve yurtdışında yayımlanmış çok sayıda kitap ve
makalesi bulunmaktadır. Kitapları arasında, Globalization, State, ldentity/Difference:
Towards a Critical Social Theory of lnternational Relations (Humanities Press, New
Jersey, 1997); Türkiye ve Radikal Demokrasi (Alfa, İstanbul, 2000); Global-Yerel Ek­
2000, Ali Yaşar Sarıbay ile birlikte); Liberalizm, Devlet,
sende Türkiye (Alfa, İstanbul,
Hegemonya (Everest, İstanbul, 2002); Türkiye'de Devlet Sorunu: Küreselleşme, Mo­
dernleşme, Demokratikleşme (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005), Ci­
tizenship in a Global World: European Questions and Turkish E:ıcperiences {Küreselle­
şen Dünyada Vatandaşlık: Avrupa Soruları, Türkiye Deneyimleri] (Routledge, Londra,
Ocak 2005, Ahmet İçduygu ile birlikte) ve Remaking Turkey: Globalization and Alter­
native Modernities {Türkiye'yi Yeniden-inşa Etmek: Küreselleşme ve AlternatifModern­
leşmeler) (Lexington, Oxford) adlı eserler bulunmaktadır.

d
••
ISTANBUL Bll.GI ÜNİVERSiTESi YAYINl.ARI
E. FUAT KEYMAN
DECIŞEN DDNYA. DONDŞEN TDRKIYE

lsTANBUL BiLGi ÜNiVERSiTESi YAYINLARI 98


DON-BUGÜN 5

ISBN 975-6176-17·2

KAPAK ERDAC AKSEL, YARIM l<ALMIŞ iMZALAR ÜZERiNE.


CAM, BAKIROKSIDE PiRiNÇ VE DEMiR, YAKLAŞIK YÜKSEKLiK 125 CM., 1987.

Ali KAPAKLAR ERDAC AKSEL


Blrind lllllOm HEYKEL, NEREYE MoslLITE il, KARIŞIK TEKNiK, YAKLAŞIK YÜKSEKLiK 195 CM., 1995.
ikinci ıııııom HEYKEL, BATSIN Bu DÜNYA (MARCEL DUCHAMP ANISINA), KARIŞIK TEKNiK,
YAKLAŞIK YÜKSEKLiK 180 CM., 2000.
OçDncD ıııııom HEYKEL, AYRINTI, YARIM l<ALMIŞ MEKTUPLAR ÜZERiNE,
BAKIROKSIDE PiRiNÇ VE DEMiR, YAKLAŞIK YÜKSEKLiK 160 CM., 1987.

1. BASKI lsTANBUL, MAYIS 2005

© BiLGi iLETiŞiM GRUBU YAYINCILIK MOZIK YAPIM VE HABER A]ANSI LTD. ŞTI.
YAZIŞMA ADRESi: INÖNÜ CADDESi, No: 28 KUŞTE PE ŞiŞLi 34387 lsTANBUL
TELEFON: 0212 311 60 00 • 217 28 62 / FAKS : 0212 347 10 11

www.bllgiyay.com
E-POSTA yayin@bilgiyay.com
DACITIM dagilim@bilgiyay.com

YAYINA HAZIRLAYAN CAN ÜMGIL


TASARIM MEHMET ÜLUSEL
DiZGi VE UYGULAMA MARATON DIZGIEVI
DDZELTI SAIT KIZILIRMAK
BASKI VE CiLT ŞEFiK MATBAASI
MARMARA SANAYi SiTESi M. BLOK No: 291 IKITELLl lsTANBUL
TELEFON: 0212 471 15 00 (3 HAT) I FAKS: 0212 471 15 00

lstanbul Bilgi University Library Cataloging·in·Publication Dala


lstanbul Bilgi Üniversitesi Klitüphanesi Kataloglama Bölümü tarahndan kataloglanmıştır.
Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye / E. Fuat Keyman, yay. haz. Can Cemgil.
p. cm.
lncludes bibliographical references and index.
ISBN 975-6176-17-2 (pbk.)

1. Turkey-Foreign relations. 2. Turkey-Politics and govemmenı.


3 . Turkey-Foreign economic relations. 1. Keyman, E. Fuat. il. Cemgil, Can.
DR477.D 42 2005
E. FUAT KEYMAN

DEGIŞEN DÜNYA, DÖNÜŞEN TÜRKiYE


içindekiler

ı Giriş

11 DIŞ POLiTiKA VE DEMOKRATiKLEŞME


13 Türkiye-AB İlişkileri ve Demokratikleşme
19 Türkiye-ABD İlişkileri ve Hegemonyanın Değişen Yüzü
�Ş Küreselleşme, ABD ve Türkiye
31 ABD Hegemonyası ve Tektaraflılık
37 Parçalanan Dünya, Savaş ve Türkiye
41 Savaş Sonrası Dünyada Türkiye'nin Tercihleri (1)
47 Türkiye'nin Tercihleri (il): Niye Avrupa Birliği?
51 Türkiye Savaşı Nasıl Okumalı?
57 "Amerikan Yüzyılı" ve Türkiye
65 Amerikan Dış Politikası, Irak ve Türkiye
67 AKP ve Dış Politika (1)
71 AKP ve Dış Politika (il)
75 Türkiye, Terör ve Güvenlik
79 Türkiye, Kıbrıs, AB
83 Türk Dış Politikası ve AB
87 Türkiye: Kilit Ülke/Bölgesel Güç
91 Küreselleşme ve Türk Dış Politikası
97 NATO Zirvesi, Türkiye ve Demokratik Meşruiyet (1)
103 NATO Zirvesi, Türkiye ve Demokratik Meşruiyet (ll)
109 Türkiye-AB İlişkileri ve Medeniyet Çatışması
115 Türkiye-AB ilişkileri ve Farklı Avrupa Vizyonları
121 Türkiye-AB İlişkileri ve "Hakkaniyet İlkesi"
127 Türkiye-AB İlişkilerinde Dönüm Noktası
131 Korku ve Meşruiyet Arasında Amerika
137 Cumhuriyet Projesi ve Avrupa Birliği
143 Korkunun Zaferi ve Dünyanın Kaygısı
149 Amerikan Hegemonyası ve Irak
153 1 7 Aralık ve Türkiye'nin Avrupa Dönüşümü
vi içindekiler

159 TURKIYE'DE DEMOKRATiKLEŞME VE KiMLiK


161 Türkiye'de Devlet Sorunu ve Demokratikleşme
165 Devlet Merkezcilik, Bireycilik ve Demokratikleşme
171 Cumhuriyet ve Demokratikleşme
177 Siyasal Liberalizm ve John Rawls'u Türkiye'ye Tanıştırmak
183 Türban Sorunu-Demokrasi İlişkisi Üzerine
189 Laiklik ve Demokratikleşme
193 Muhafazakar Demokrasinin 'Kadın'la İmtihanı
197 Küreselleşmenin Nevrotik Vatandaşları
203 Dünyada ve Türkiye'de Sivil Toplum
207 AKP ve Katılımcı Demokrasi

211 TORKIYE'DE iKTiDAR,


MUHALEFET VE SOSYAL DEMOKRASi
213 Farklı "Sosyal-Liberal Sentezler" ve Türkiye
217 Muhafazakar-Liberal Sentez, Demokratikleşme ve AKP
223 3 Kasım, AKP ve Muhafazakar-Liberal Sentez
229 21. Yüzyıl Başında Türkiye ve Sosyal Demokrasi
235 CHP: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?
239 2004 Yılında Türkiye ve CHP
243 AKP ve Muhafazakar Demokrasi
247 AKP, CHP ve Türkiye
251 Modernleşme, Demokratikleşme ve Sol Alternatif (1)
255 28 Mart Yerel Seçimleri ve Demokratik Sol Alternatif (il)
261 28 Mart Yerel Seçimleri, Sağ ve Sol
267 CHP ve Üçüncü Yol
271 Sosyal Demokrasi ve Türkiye
277 Türkiyelilik mi, Çokkültürlü Anayasal Vatandaşlık mı?

283 Kaynakça
289 Dizin
Giriş

ürkiye'de siyasal alanın son on yılına kısa bir bakış, farklı ve bir­
T birlerine karşıt iki Türkiye tablosunu ortaya çıkartır. 1 995-2000
dönemi içinde karşımızda, ciddi bir siyasal istikrar ve demokrasi eksi­
ği sorunu yaşayan, ciddi ekonomik krizlere gebe, kültürel hayatı kim­
lik-temelli çatışmalar içeren, bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlı oldu­
ğu, devlet seçkinleri ve siyasi aktörler düzeyinde yolsuzluk ve rüşvet
sorunlarının yapısallaştığı, dış politikasında tepkili ve içe kapanık, iç
politikada da milliyetçi ve devlet-merkezci siyaset anlayışının güvenlik
ideolojisi yoluyla demokratikleşme taleplerini bastırdığı bir Türkiye
var. Bu dönemde Türkiye'de siyaset, meşruiyet, temsiliyet ve yönetim
krizlerini eşzamanlı yaşıyor ve devlet-toplum/birey ilişkilerinde ayrım­
cılık ve müşteri temelli siyaset yapma anlayışı tamamiyle kendi iç rant
ilişkilerine dönmüş ve toplumsal sorunlara ve taleplere gözünü kapat­
mış bir durumda. Yine bu dönem içinde, siyasal istikrar arayışları dev­
let-toplum ilişkilerinin demokratik düzenleme mekanizmalarını ara­
yan bir zihniyette gerçekleşmiyor. Aksine çözüm, varolan istikrarsız ve
toplumdan kopuk siyasal alan içinde aranıyor ve " merkez sağ ve mer­
kez sol partileri kendi içlerinde birleştirme" çabalarına dönüşüyor. Fa-
2 giriş

kat 1995-2000 dönemi bu çabaların içi boş hayallere dönüşmesini or­


taya çıkartıyor ve bu yıllar içinde istikrarsız koalisyon hükümetleriyle,
lider sultası altında işleyen siyasi partilerle ve toplumdan kopuk ve
maddi/siyasi çıkar temelinde işleyen bir siyaset yapma anlayışıyla Tür­
kiye'nin kötü ve anti-demokratik bir tarzda yönetildiğini görüyoruz.
Sonuçta, bu dönem içinde karşımızda, toplum içinde siyasete "gü­
ven"in sıfırlaştığı ve yönetim, temsiliyet ve meşruiyet ekseninde ciddi
bir "siyasal çıkmaz"a girmiş bir Türkiye tablosu duruyor.
2000'den bugüne ise karşımızda farklı ve önemli bir dönüşüm
sürecinden geçen bir Türkiye tablosu var. Tek parti iktidarı içinde si­
yasal bir istikrarı yakalama şansını elde etmiş, demokratikleşme süre­
cinde önemli yasal reformlar yapan ve bu reformları uygulama girişi­
minde olan, ekonomik istikrar için yeni kurumsal düzenlemelere gi­
den, dış politikasında aktif ve çokboyutlu bir yaklaşım izlemeye çalı­
şan ve en önemlisi demokratikleşme-sürdürülebilir ekonomik kalkın­
ma-güvenlik sorunlarını " ilişkisel ve birbirleriyle bağlantılı" düşünen
" farklı, demokratik ve uluslararası ilişkilerinde güçlü Türkiye" tablo­
su 2000'li yıllarda, bir ütopya değil, aksine " oluşan bir gerçeklik" ola­
rak karşımıza çıkıyor. Bu dönem içinde, değişen dünya içinde dönüşen
Türkiye süreci yaşanmaya başlanıyor. Türkiye değişen dünya içinde,
seküler ve demokratikleşmeye hız vermiş siyasi yapısıyla ve Ortadoğu,
Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinin kesişim noktasındaki jeo-politik
konumuyla, " alternatif modernite-kilit ülke" kimliğinde algılanıyor.
Bu dönem içinde, dünya politikasında önemli bir aktör olma kapasi­
tesi taşıyan, kendi içinde siyasal, ekonomik ve kültürel istikrar arayışı
içinde olan ve ileriye dönük bir tarzda kendi kimliğini demokratikleş­
mede arayan bir Türkiye'nin dönüşüm sürecini izliyoruz. 1 995-2000
döneminin geriye dönük, güvenlik eksenli, toplumdan kopuk, istikrar­
sız ve toplum içinde ciddi bir güven kaybı yaşayan siyasal alanın,
2000'den bugüne ileriye dönük, devlet-toplum/birey ilişkilerinin dü­
zenlenmesinde demokratikleşme ve ekonomik kalkınma referanslarına
önem veren ve bu temelde aktif bir dış politika izleme çabasında olan
bir siyasal alana dönüşmesi sürecini yaşıyoruz.
giriş 3

Bu noktada yanıtlamamız gereken önemli bir soru ortaya çıkı­


yor. Son on yılda yukarıda kısaca açımladığım iki farklı Türkiye tab­
losunu yaratan ve Türkiye'de son yıllarda yaşadığımız dönüşüm süre­
cini ortaya çıkaran nedenler nelerdir ve oluşan bir gerçeklik olarak ya­
şadığımız dönüşüm sürecini nasıl düşünmeliyiz? Değişen Dünya, Dö­
nüşen Türkiye, bu soruya yanıt vermeyi amaçlayan yazılarımdan olu­
şan bir çalışma olarak okunabilir. Bu yazıları birbirleriyle bağlantılı kı­
lan yöntemsel ve kuramsal çerçeveyi, Türkiye' de son yıllarda yaşadığı­
_
mız dönüşüm süreci üzerine yapacağım çözümleme içinde okuyucula­
ra sunmak istiyorum.

TÜRKİYE'NİN DÖNÜŞÜMÜ
Beş önemli tarihsel gelişmenin 2000'li yıllarda Türkiye'nin yaşamaya
başladığı dönüşüm sürecinin ortaya çıkmasında etkili ve belirleyici ol­
duğunu söyleyebiliriz. Bu gelişmeler aşağıdaki gibi sıralanabilir:
(i) Türkiye-AB ilişkileri ve demok ratik leşme: Aralık 1 999 ile
Aralık 2004 arasındaki beş yılda Türkiye'nin AB ilişkilerinde ciddi
bir " derinleşme ve belirginleşme süreci" yaşandı. 1 999 Aralık'ta ve­
rilen " aday statüsü" kararı, sonrası 2004 Aralık'ta alınan "Kopen­
hag siyasi kriterlerini tamamlaması halinde gecikmesiz tam üyelik
müzakerelerinin başlaması" koşullu kararı ve sonunda, 17 Aralık
2004'te verilen "3 Ekim 2005 'te tam üyelik müzakerelerinin başla­
tılması" kararı: tüm bu kararlar, bir tara ftan Türkiye-AB ilişkilerin­
de derinleşme ve belirginleşme yaratırken, Türkiye üzerinde de "sis­
tem-dönüştürücü" etki yaratan kararlardı. Bu süreç içinde derinleş­
me ve belirginleşme, Türkiye'nin Kopenhag siyasi kriterleri dediği­
miz, demokratikleşme sürecinde atacağı adımları, yapacağı reform­
ları ve bu reformları uygulama sürecine sokmasını gerektiriyordu.
Türkiye bu adımları atma siyasi iradesini gösterdi ve çok önemli de­
mokratikleşme reformları gerçekleştirildi ve bu reformların yaşama
geçirilme süreci başladı. Türkiye-AB ilişkileri, bu anlamda, siyasal
a lanın ve devlet-toplum/birey ilişkilerinin demokratik bir tarzda dü­
zenlenmesi sürecini başlattı ve " demokratikleşme" siyasetin ana
4 giriş

gündemi, merkezi tartışma noktası ve sistemsel dönüşümün temel re­


ferans noktası konumuna geldi;
(ii) Tü rk iye-IMF ilişk ileri ve kurumsal yen iden yapılan ma: Şu­
bat 2001 'de ortaya çıkan ve Türkiye'nin tarihinde karşılaştığı en cid­
di ve yıkıcı ekonomik kriz ve bu bağlamda derinleşen Türkiye-I MF
ilişkileri, ekonomik olmakla birlikte, özünde Türkiye'de siyasi alanın
1 990'larda güttüğü kayırmacılığa, müşteri ilişkilerine dayalı ve rüşvet
ve yolsuzluk sorunlarını sistemsel-düzeyde yaygınlaştıran populist yö­
netimlerin yol açtığı bir "yönetim krizi "ydi. Bu anlamda, ekonomik
kriz sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın Türkiye'nin en temel so­
runlarından birisi olduğunu yadsınmaz ve ertelenemez bir gerçeklik
olarak gündeme getirirken, bu soruna çözümün de " siyasetin kurum­
sal olarak yeniden yapılanmasını" gerekli kıldığını ortaya çıkartıyor­
du. 200 1 sonrası dönem, hem makro-ekonomik istikrar yakalama ara­
yışları içinde Türkiye'yi I MF'ye bağlarken hem de merkez bankasının
özerkliğinden düzenleme kurumları adı verilen bağımsız e konomik
kurumsal yapının oluşturulması sürecini başlattı. Ekonomik kriz ve
Türkiye-I MF ilişkileri, siyaseti 1 990'lı yıllardaki yapısından kurtarma­
ya dönük "kurumsal yeniden yapılanma" sürecini başlattı ve ekono­
mik istikrarın "sürdürülebilir ekonomik kalkınma" nın gerçekleşme­
sinde yattığı gerçeğini, Türkiye'nin 2000'li yıllarda başlayan dönüşüm
sürecinin en önemli boyutlarından birisi konumuna yerleştirdi;
(iii) 3 Kasım g en el seçimi ve siyasal istik rar: Türkiye'de siyasal
alan içinde siyasi deprem niteliğindeki 3 Kasım genel seçimi, sadece
koalisyon hükümetini oluşturan DSP, MHP ve ANAP'ın değil, muha­
lefet partileri DYP ve SP'nin de, anti- demokratik bir nitelikte olan yüz­
de 1 O ülke barajı uygulamasının da neticesinde, parlamento dışında
kalmalarıyla sonuçlandı. 1 990'lı yıllarda siyasal alanın çıkmazını ya­
ratan tüm bu partiler parlamento dışında kalırken, AKP seçimin gali­
bi olarak tek parti hükümetini kurdu, CHP de tek başına ana muhale­
fet rolünü üstlendi. 1 995 -2000 dönemi içinde merkez-sağ ve merkez­
sol partileri kendi içinde birleştirme yoluyla siyasal istikrar arayışları­
nın temelsizliğini, 3 Kasım genel seçimi, bu partileri parlamento dışın-
giriş 5

da bırakarak ve iki partiden oluşan bir yapıyı ortaya çıkartarak gös­


terdi. Ve bu anlamda da, tek parti iktidarı ve tek parti muhalefeti ek­
seninde işleyen bir " siyasal istikrar" olasılığı ortaya çıktı. Ama daha
da önemlisi, 3 Kasım'da tüm bu partileri parlamento dışında bırakan
oy kaybının, sadece seçmenlerden gelen bir " tepkiyi" değil, aynı za­
manda ve daha önemli olarak, sosyal adalet alanında, "gelir, tanınma
ve katılım" temelinde yaşanan ciddi toplumsal sorunlara ve taleplere
yanıt olamayan siyaset anlayışının da seçmen düzeyinde "artık bitme­
si gereken bir siyaset yapma zihniy eti" olarak algılandığını simgeleme­
siydi. Bu nedenle, 3 Kasım, Türkiye'de, sadece si yasal alanda istikrar
olasılığını ortaya çıkarmadı, aynı zamanda bu istikrarın toplumsal so­
runlara çözüm bulan bir siyaset anlayışında yattığı gerçeğini de siyasi
partilere bir ders niteliğinde gösterdi. Türkiye'nin dönüşüm sürecinde
3 Kasım, Türkiye'nin topluma dönük ve sosyal adalet sorunlarına çö­
züm arayan bir siyaset anlayışıyla yönetildiği zaman, siyasal istikrarın
sağlanabileceğini göstermesiyle önemli bir ivme kazandırdı;
( iv) Türkiye-ABD ilişkileri ve gü venlik : 1 1 Eylül günü Dünya
Ticaret Merkezi'ne ve Pentagon'a çakılan uçakların yarattığı sonuç, bu
terör eylemini hazırlayanların düşündüğünden çok daha güçlü oldu.
1 1 Eylül'ü sadece bir terör eylemi olarak değil, aksine Amerika'ya kar­
şı bir "savaş" olarak tanımlayan Bush yönetiminin terörizme karşı kü­
resel savaş adına gündeme getirdiği "önleyici savaş" poli tikası ve bu
politikanın bugüne kadar dünyada, uluslararası örgütler, devletler,
toplumlar/insanlar üzerinde yarattığı sonuçlar, 1 1 Eylül terör eylemi­
nin kendisi kadar sonuçlarının da vahim olacağını bize gösterdi. Bu
bağlamda, 1 1 Eylül sonrası dönemde, Birleşmiş Milletler gibi İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya barışına dönük uluslararası
normların temel taşıyıcı kurumlarının "geçerliliği" tartışılır oldu; I rak
Savaşı temelinde BM Güvenlik Konseyi, ABD ve İngiltere'nin tektaraf­
lı dış politika anlayışları yüzünden çok ciddi bir yönetim/meşruiyet
kriziyle karşı karşıya kaldı; benzer şekilde Avrupa Birliği içinde l rak'a
karşı başlatılacak savaş çok ciddi kırılmalara yol açtı; dünya politika­
sı içinde Afganistan, I rak, Suriye, İran, Kuzey Kore gibi devletler " hay-
6 giriş

dut devlet" olarak tanımlandı ve Afganistan ve sonra I rak'a karşı tek


taraflı savaş ilan edildi; savaş boyunca sivil insanların ölümü "demok­
rasi ihracı" adına meşrulaştırıldı; savaş sonrası dönemde l rak'ta etnik
savaşların ve terörizmin yükselme olasılığı da çok yüksek. Bu süreç ve
sınırları olduğu lrak'a karşı başlatılan savaş Türkiye'yi iki boyutlu et­
kiledi. Birincisi, Türkiye-ABD ilişkilerinde, hem Türkiye'nin kendi
toprakları içinde ABD askeri konuşlanmasına izin vermeyen meclis
kararı ile ciddi bir gerilim süreci yaşanmaya başlandı, hem de Kuzey
Irak ve Kürt devleti oluşumu olasılığı içinde ciddi bir güven kaybı so­
runu yaşandı. İkincisi, ABD'nin tek taraflı başlattığı savaş, Türkiye'de
devlet-merkezci siyaset anlayışının jeo-politik konum temelinde kur­
duğu güvenlik ideolojisini meşruiyet kriziyle karşı karşıya bıraktı.
1 990'larda demokratikleşme sürecinin sürekli olarak ertelenmesinin
meşruiyet kaynağı olan "Türkiye'nin tehlikeli bir coğrafyada yaşadığı
ve jeo-politik konumunu bu nedenle güçlendirmesi gerektiği" tezi,
I rak Savaşı'yla geçerliliğini kaybetti. Aksine savaş ve demokrasi ihracı
söylemi, "demokratikleşmesini sağlamlaştırmış ve ekonomik kalkın­
masında istikrar sağlamış" bir Türkiye'nin güvenlik düzeyinde de güç­
lü bir Türkiye olacağı gerçeğini ortaya çıkardı. Üstelik, 11 Eylül son­
rası dünyada demokratik bir Türkiye'nin jeo-politik kimliğiyle, Orta­
doğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde, istikrara katkı verecek "kilit
ülke" konumunda algılanması, hem Türkiye-AB ilişkilerinde önemli
bir Türkiye lehinde değişime yol açtı, hem de Türkiye'deki dönüşüm
sürecinde demokratikleşmeyi ve ekonomik kalkınmayı güvenlik ide­
olojisine içsel öğeler konumuna getirdi. "Demokratik bir Türkiye hız­
la değişen dünyada güvenli bir Türkiye'dir" saptaması, Türkiye'de ya­
şanan dönüşüm sürecine önemli bir katkıda bulundu ve
(v) Sivil toplumun g elişmesi ve demok ratik toplum yönetimi:
Tüm bu süreçlerin yanısıra, 2000'li yıllarda yaşanan dönüşüm süreci­
ne katkıda bulunan diğer bir olgu ve aktör de, sivil toplum ve sivil top­
lum örgütleri oldu. Sivil toplumun gelişimi ve yaygınlaşması ve top­
lumdan kopuk devlet-merkezci siyaset anlayışı yerine Türkiye'nin iyi,
etkin ve verimli toplum yönetimine gereksinimi olduğu üzerine yapı-
giriş 7

lan toplumsal talep ve çağrı, sivil toplumu dönüşüm sürecinin önemli


bir alanı ve aktörü konumuna getirdi. Bugün Türkiye'nin yaşadığı dö­
nüşüm süreci içinde, nicel olarak yaygınlaşan sivil toplumun nitel ola­
rak da iyi ve verimli toplum yönetiminin önemli bir alanı, bir aktörü
konumuna dönüşme sürecini de yaşıyoruz. Sivil toplum hem demok­
ratikleşmenin hem de Türkiye-AB tam üyelik müzakerelerinin önemli
bir aktörü olarak algılanıyor. Aynı zamanda da, sivil toplumun nicel
değil, ama nitel anlamda etkin bir aktöre dönüşmesi, 2000'li yıllarda
önemli bir sivil toplum tartışmasını da ortaya çıkartıyor.
Yukarıda sıraladığımız süreçler ve olgular, yaşadığımız dönü­
şüm sürecinin beş önemli boyutuna da tekabül ederler: Demokratik­
leşme, sürdürülebilir ekonomik kalkınma, siyasal istikrar, güvenlik ve
sivil toplum. Bu boyutlar içinde tartıştığımız dönüşüm içinde, iki
önemli saptamayı da yapmalıyız; dönüşüm süreci içinde siyaseti artık
(a) sadece siyasi partiler temelinde ve (b) sadece ul usal boyut eksenin­
de düşünemiyoruz. Bu anlamda, dönüşüm süreci, siyasetin topluma
doğru genişlemesi ve siyasi aktörler olarak siyasi partilerin yanında,
farklı toplumsal sor_ unlar üzerine çalışan, giderek önemleri artan ve
toplum içinde yaygınlaşan sivil toplum örgütleri, töj:> lumsal hareketler
ve vatandaş inisiyatiflerinin kabul edilmesine yol açmıştır. Bu katılım­
cı demokrasiye geçiş süreci ve aynı zamanda, siyasal alanın genişleme­
si ve siyasi aktörlerin çoklaşması sürecidir.
Aynı zamanda, siyaset dönüşüm sürecinde artık sadece ulusal
boyutla sınırlı da değildir. 1 980'lerden bugüne yaşanan ve ekonomik,
siyasal,kültürel ve güvenlik alanlarında yaşadığımız ve devletler, top­
lumlar ve kültürler arası karşılıklı ilişkilerin "yaygınlaşmasını, derin­
leşmesini ve hızlanmasını" simgeleyen küreselleşme süreçlerinin siya­
set üzerinde ciddi etkileri vardır. Küreselleşme, hem siyasal alanın kü­
resel, bölgesel ve yerel ilişkilere açılmasını ortaya çıkartmakta, hem de
siyasi aktörlerin çoklaşmasını yaratmaktadır. Küreselleşme siyasal ala­
nı ulusal boyutun gerisinde, "küresel-bölgesel-ulusal-yerel etkileşim
ağına" dönüştürürken, aynı zamanda da ulus-üstü aktörleri (AB, IMF
gibi) ve ulus-altı aktörleri (Uluslararası Af Örgütü, çevre hareketi gibi)
8 giriş

siyasal alanın iç aktörleri konumuna getirmektedir. Bu anlamda, bu­


gün Türkiye'de dönüşüm sürecinden ve bu sürecin demokratikleşme,
sürdürülebilir ekonomik kalkınma, siyasal istikrar, güvenlik ve sivil
toplum olarak beş önemli boyutu üzerine konuşmak, sadece siyasal
partilerden ve ulusal düzeyden değil, aynı zamanda da küreselleşme
sürecinin ve küresel aktörlerin siyaset üzerindeki etkilerinden konuş­
mak anlamına gelmektedir.

KAMUSAL ENTELEKTÜEL DURUŞ


VE DEMOKRATİKLEŞME
Değişen dünya içinde dönüşen Türkiye'de, dış politika ile iç politikayı
artık birbirinden ayıramıyoruz ve " farklı, istikrarlı ve güçlü bir Türki­
ye yaratmak" için, demokratikleşme-sürdürülebilir ekonomik kalkın­
ma-güvenlik ilişkilerini beraber ve birbirleriyle bağlantılı düşünmemiz
gerektiğini biliyoruz. Bu anlamda, dünyanın değişimini iyi okuyan ve
bu yolla Türkiye'nin dönüşümünü demokratikleşme temelinde gerçek­
leştirecek bir yönetim anlayışı, hem Türkiye'de devlet-toplum/birey
ilişkilerinin etkili ve verimli düzenlenmesinde başarılı olacaktır, hem de
Türkiye'yi "kilit ülke" kimliğiyle 11 Eylül sonrası dünyada barışın ve
küresel demokratik yönetimin kurulmasına katkı veren bir ülke konu­
muna getirecektir. Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye yukarıda dönü­
şüm süreci üzerine yaptığım çözümleme ışığında geliştirdiğim bu öne­
rilerimin kapsamlı bir açılımını amaçlamaktadır. Çalışmada bu açılımı
yaptığım yazılarımı üç ana başlık içinde topladım: "Dış Politika ve De­
mokratikleşme", "Türkiye' de Demokratikleşme ve Kimlik ", "Türki­
ye' de İktidar, Muhalefet ve Sosyal Demokrasi ". Her bölüm birbiriyle
bağlantılı ve yukarıda ortaya koyduğum yöntemsel çerçeve içinde yaz­
dığım yazılardan oluşmaktadır.
Daha somut olarak söylersek, Değişen Dünya, Dönüşen Türki­
ye, AKP'nin tek parti iktidarı konumuna yükseldiği 3 Kasım 2002 ge­
nel seçimlerinden Türkiye'nin AB'den tam üyelik tarihi aldığı 1 7 Ara­
lık 2004 zirvesine kadar olan süreçte, Türkiye'nin içinden geçtiği deği­
şim ve dönüşüm süreci üzerine yaptığım yorumları ve çözümlemeleri
giriş 9

içeren Radikal İki (ve dördü de Zaman gazetesi Yorum Bölümü için
yazdığım) yazılarımdan oluşuyor. ilk bakışta gazete yazılarından oluşan
bir kitap çalışması olarak gözükse bile, yazılarımın içeriği ve yazılış tar­
zı günlük sorunlardan daha çok, daha önce vurguladığım gibi, Türki­
ye'nin içinden geçtiği, dış politika ile iç politikanın eklemlendiği ve de­
mokratikleşme-sürdürülebilir ekonomik kalkınma-güvenlik ekseninde
oluşan süreçler ve sorunlar üzerine belli bir "kamusal entelektüel du­
ruş" u içeriyor. Bu anlamda, çalışmada yer alan yazılar, Türkiye'yi de­
mokratikleşme-modernleşme çerçevesinde çözümlemeyi öneren, bu
öneri içinde, yöntemsel olarak, Türkiye'yi iç faktörlere ve süreçlere bağ­
lı "yerel ve içe dönük okuma" yerine, "küresel-bölgesel-ulusal-yerel et­
kileşim ağı içinde anlama" çabası içinde olan ve demokratikleşmenin
" farklı, istikrarlı ve güçlü bir Türkiye" yaratmanın önkoşulu olduğunu
savunan bir "entelektüel duruşu" kamusallaştırmış yazılar. Hızla deği­
şen dünya içinde demokratikleşen bir Türkiye'nin, hem kendi ekono­
mik ve sosyal adalet sorunlarına çözüm bulabileceğini, hem kendisini
Avrupa'nın geleceğinde önemli bir oyuncu konumuna yükseltebileceği­
ni, hem de kendi bölgesi içinde "kilit konumda bir ülke" olacağını sa­
vunan "kamusal entelektüel" bir duruş, Değişen Dünya, Dönüşen Tür­
kiye'ye anlam veriyor. Bu nedenle de, 2002-2004 yılı içinde yazdığım
farklı yazılarıma anlam veren bu duruşu bir bütünlük içinde oknyucu­
ya sunmak için, elinizdeki kitabımı hazırlama kararı verdim.
Değişen dünya içinde Türkiye'nin 2000'li yıllarda içine girdiği
dönüşüm süreci üzerine "kamusal entelektüel" müdahaleleri içeren bir
çalışma olarak okunabilecek olan Değişen Dü,;ya, Dönüşen Türkiye,
son kertede tüm sorumluluk bende olmakla birlikte, dostlarım ve mes­
lektaşlarımla yaptığım tartışmaların bir ürünü olarak düşünülmeli. Bu
bağlamda da, çok kişiye değerli katkıları temelinde teşekkür borçlu­
yum. Akademik çalışmalarım yanı sıra, okumalarımı, çalışmalarımı ve
düşünmelerimi kamusal entelektüel düzeye taşımam, Radikal İki yayın
yönetmeni Tuğrul Eryılmaz'ın ve editörü Nilgün Toptaş'ın yazılarımı
yayınlamaktan, düzeltmeye ve başlıklarını daha anlamlı kılmaya kadar
geniş ve olumlu katkıları olmadan gerçekleşemezdi. Tuğrul ve Nilgün'e,
10 giriş

yazılarıma gösterdikleri ilgi ve bugüne kadar hiç yüz yüze karşılaşma­


sak bile, " beden olmaksızın arkadaşlık" duygusunu bana verdikleri için
çok teşekkür ederim. Elinizdeki çalışmayı oluşturan yazıların çoğunlu­
ğunda, Ziya Öniş, Ömer Sakalsız, Hasan Bülent Kahraman, Soli Özel,
Ahmet İçduygu, Ayşe Kadıoğlu, Ayşegül Öztürk, Tayfur Öztürk, Kemal
Derviş, Deniz Vardar, Derya Sazak, Osman Ulagay, Nermin Abadan
Unat ve Cem Deveci ile yaptığım tartışmalardan faydalandım ve bu de­
ğerli katkıları için hepsine müteşekkirim. Aynı zamanda, Cara Murphy
Keyman'a, Elsie Aşkar'a, Gülin Pazaroğlu'na, Lale Duruiz'e, Haluk
Arığ'ya, Nurhan Yentürk'e, Hilmi Dursun'a, Damla Gürel'e, Aslı Çı­
rakman'a, Zerrin Tandoğan'a, Sinan Tandoğan'a, Murat Borovalı'ya,
Ahmet Turhan Ayhan'a, Ali Bayramoğlu'na, Gürhan Ertur'a, Can
Cemgil'e ve Selin Açıkgöz'e ilgi ve katkılarından dolayı teşekkürler.
Fahri Aral'a yazıların bir bütünlük içinde kitaba dönüşmesinde göster­
diği ilgi ve çok değerli editoryal katkıları için çok teşekkürler.
Annem, Ferdane Keyman, bu kitap içinde yer alan yazılarımı il­
giyle okudu, bana düşüncelerini söyledi ve kamusal entelektüel düzey­
de yazdığım yazılara devam etmem için en insani duygularıyla beni ce­
saretlendirdi. Bu kitabı ona atfetmekten çok mutluluk duyuyorum.
Anneme ...
Dış POLİTİKA
VE DEMOKRATİKLEŞME
Türkiye-AB ilişkileri ve
Demokratikleşme

ürkiye-AB ilişkilerinde çok ciddi bir dönüm noktası olan Kopen­


T hag Zirvesi'nde istediğimiz sonucu alamadık. Karar, Türkiye'nin
'
Kopenhag siyasi kriterlerini hem yasal düzeyde hem de uygulamada
gerçekleştirmesine bağlı olarak 2004 Aralık ayı için verilen "gecikme­
siz olarak başlayacak müzakere tarihi" oldu. Bu koşullu tarih kararının
üç bağlamda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Birinci olarak, alı­
nan karar Türkiye'nin AB'ye tam üye olarak katılma sürecine somut ve
tarihsel bir olgu olarak gerçeklik kazandırmış, bu olgunun ciddiyeti sa­
dece Türkiye tarafından değil, daha da önemlisi Avrupa tarafından
1
kavranmış ve katılım süreci bugün itibariyle başlamıştır. Bu anlamda,
Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye için alınan kararı olumlu karşılamalıyız.
Bu kararla Türkiye'nin AB'ye giriş süreci somut bir temelde başlamış ve
bu sürecin ne kadar uzun ya da kısa olacağı ideolojik ya da kültürel dü­
zeyle değil, Türkiye'nin devlet-toplum ilişkilerinin demokratikleştiril­
mesi için yapacağı somut uygulamalarla ilintilendirilmiştir.
İkinci olarak, Kopenhag Zirvesi'nde istediğimiz tam üyelik için
kesin müzakere kararını elde etmede sadece siyasi aktörlerin değil, ay­
nı zamanda sivil toplum örgütlerinin gösterdiği olağanüstü çaba, çalış-
14 dış politika ve demokratikleşme

ma ve mücadele, Türkiye'de 1 990'lı yıllar içinde ve özellikle 1 999 yı­


lından itibaren her gün biraz daha "daralan siyasi alanın canlanması­
nı yaratmıştır. " Bir taraftan, Kopenhag Zirvesi için AKP'nin gösterdi­
ği tutarlılık, kısa sürede gerçekleştirilen yasal değişiklikler, AB üyesi ül­
kelerle yapılan üstdüzey görüşmeler, diğer taraftan sivil toplum örgüt­
lerinin ortaklaşa yaptıkları mücadele, yapılan lobicilik faaliyetleri ve
bu temelde Avrupa'ya Türkiye'nin ciddiyetini gösteren tüm bu girişim­
lerin hepsi, toplumsal sorunların çözümünde siyasetin ne kadar önem­
li olduğunu bize bir kez daha göstermiştir. Kopenhag Zirvesi bu an­
lamda da çok önemli olmuştur, 1 9 90'lı yıllarda unuttuğumuz siyasetin
canlanmasına önemli bir katkıda bulunmuş ve bize katılımcı, müzake­
reci ve demokratik bir siyaset anlayışının sorun çözücü ve sonuç alıcı
olduğunu göstermiştir.
Üçüncü olarak da, Kopenhag Zirvesi bugüne kadar Türkiye-AB
ilişkileri üzerine yapılan tartışmaları büyük ölçüde belirleyen "Türki­
ye elden gidiyor" diyen milliyetçi fantezilerin ve "Türkiye iç dinamik­
leriyle değişemez, ancak AB entegrasyonuyla değişebilir" diyen liberal
fantezilerin ne kadar sorunlu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Kopenhag
Zirvesi'nde alınan 2004 Aralık ayı için koşullu ama gecikme olmaksı­
zın başlayacak müzakere tarihi kararı ve bu kararın Türkiye'nin Ko­
penhag siyasi kriterlerini uygulamaya geçirmesiyle sınırlandırılması bi­
ze göstermiştir ki, Avrupa Türkiye'nin tam üyeliğini çok ciddiye al­
maktadır ve karşısında demokratik ve ekonomik olarak güçlü bir Tür­
kiye görmek istemektedir. Bu anlamda Avrupa'nın tam üyelik şartı so­
mut ve demokratikleşme süreciyle ilgili uygulamaların gerçekleştiril­
mesiyle ilgilidir. Bu şart milliyetçi fantezilere karşın, Türkiye'yi yoket­
meyi değil, aksine güçlü ve demokratik bir Türkiye ile tam üyelik mü­
zakerelerine başlamayı amaçlamaktadır. Aynı zamanda, liberal fante­
zilere karşın, alınan koşullu tarih kararı, topu Türkiye'ye atmakta,
tam üyelikle ilgili kararın Türkiye'nin yapacağı demokratikleşme süre­
ciyle ilgili uygulamalara bağlı olduğunu söylemekte ve sonuçta değişi­
min kaynağını Türkiye'nin iç dinamiklerinde görmektedir. Bu değişi­
me AB'nin katkısı mali yardımın artırılmasıyla sınırlıdır. Türkiye ken-
türkiye-abd ilişkileri ve demokratikleşme 15

di iç dinamikleriyle demokratikleşecek, ekonomik sorunlarını çözecek


ve güçlü bir ülke olarak AB'den gecikmeden tam üyelik müzakereleri­
nin başlamasını isteyecektir. Bu karar, Türkiye'nin alacağı karardır. .
B u anlamda, Kopenhag Zirvesi'nde alınan kararı çok ciddiye al­
mamız, bu zirve öncesi ve boyunca çok ciddi bir çalışmayı gerçekleşti­
ren AKP yönetimini ve sivil toplum örgütlerini kutlamamız ve bu zirve­
nin sonuçlarını ideolojik fantezilerin dışında bir alanda ve somut ve ob­
jektif bir düzlemde çok kapsamlı bir tartışma sürecine sokmamız gerek­
tiğini düşünüyorum. Aynı zamanda, bu tartışmaya başlarken, Kopen­
hag Zirvesi'nden çıkartmamız gereken çok önemli iki dersin altını çiz­
memiz gerektiğini de belirtmek istiyorum. Aşağıda daha ayrıntılı açım­
layacağım bu dersler şunlardır: Kopenhag Zirvesi hem bugün uluslara­
rası ilişkilerde işlerlik kazanan "siyasetin değişen niteliğini" bize çok
açık bir biçimde göstermiştir, hem de Türkiye'nin AB ile tam üyelik mü­
zakere sürecinde güçlü olmasının temel kaynağının Türkiye'nin dünya
siyasetindeki jeopolitik konumu ya da kültürel kimliği değil, " birincil
olarak demokratikleşme ve ekonomik istikrar/kalkınma" olduğunu or­
taya çıkartmıştır. Güçlü Türkiye, devlet-toplum ilişkilerinin demokratik
bir temelde düzenlendiği ve ekonomik olarak istikrarlı bir Türkiye'dir.
Böyle bir Türkiye'nin jeopolitik ve kültürel kimliği kendisinin tam üye­
lik sürecinde AB ile müzakere gücünü artıracaktır.

SİYASETİN DEGİŞEN NİTELİGİ


AKP yönetiminin ve sivil toplum örgütlerinin üstün çabasına rağmen
Kopenhag Zirvesi'nde alınan koşullu müzakere tarihi sonucu göster­
miştir ki, 1 990'lı yıllardan beri Türkiye'de siyasi alanın daralmasını ve
çıkmazını niteleyen devlet-merkezci, toplumdan kopuk ve teknokratik
anti-siyaset anlayışı günümüzün dünyasında siyaset yapma eyleminin
ve anlayışının değişen niteliğini anlamadıkça, beklentilerle alınan so­
nuçlar arasındaki her zaman bir olumsuzluğa dönük fark olacak ve
umutlar yerini hüsrana bırakacaktır. Uluslararası ilişkilerde ve Avrupa
entegrasyonu sürecinde siyaset alanı, farklı çıkarlara ve beklentilere sa­
hip aktörler arasında ortak bir noktayı bulmaya yönelik bir müzakere
16 dış politika ve demokratikleşme

sürecini içermekte ve farklı aktörler arasında işbirliğini sağlama amacı­


nı gütmektedir. Bu anlamda, siyaset yapma eylemi, tabi ki güç ve ikti­
dar ilişkilerini içermekle birlikte, aktörlerin müzakere sürecinde kendi­
leri için en iyi sonucu çıkarma performanslarıyla ilişkilidir. Buradaki en
önemli nokta, bu siyaset anlayışının, " sıfır noktasına endeksli" mutlak
kazanımlara ya da mutlak kaybedimlere dönük olması değil, "göreceli
kazanım ya da göreceli kaybedim" temelinde hareket etmesidir. Özel­
likle AB gibi bölgesel entegrasyon temelinde hareket eden siyasi alanlar
için, bu siyaset anlayışı çok önemlidir, çünkü aktörler için müzakere sü­
recinin sonucu mutlak kazanım ya da mutlak kaybedim değil, göreceli
kazanım ya da göreceli kaybedim olduğu sürece, farklı çıkarlara ve is­
temlere sahip aktörler arasında demokratik uyum ve verimlilik eksenin­
de bir "işbirliği ilişkisi" kurmak olasılık kazanacaktır.
Bu anlamda, Kopenhag Zirvesi'nin Türkiye için sonucu mutlak
değil göreceli bir kazanım,Türkiye'nin istediğini elde edememiş olması
da mutlak değil göreceli bir kaybedimdir. Türkiye zirveden göreceli ka­
zanımını, ya hep ya hiç diyen ve siyasi kazanımı ya da kaybedimi sıfır
noktasına endeksleyerek mutlaklaştıran devlet-merkezci siyaset anlayı­
şından ilk defa koparak ve katılımcı ve müzakereci yeni siyaset anlayı­
şını siyasal aktörleri ve sivil toplum örgütleriyle yaşama geçirerek elde
etmiştir. Bu kazanımda Türkiye'nin Kopenhag siyasi kriterleriyle ilgili
yasal değişiklikleri yapması çok önemli bir rol oynamıştır. Göreceli
kaybedimde de, bu yasal değişikliklerin uygulamaya geçirilememesi
Türkiye'nin müzakere gücünü zayıflatmıştır, ki bu büyük ölçüde dev­
let-merkezci, toplumdan kopuk ve teknokratik 5 7. hükümetin Türkiye­
AB ilişkileri bağlamında kaybettiği zamanın ve gösterdiği ilgisizliğin bir
sonucudur. Sonuçta, zirve sonucu olumludur, elde edilen görece kaza­
nım Türkiye'nin AB'ye entegrasyon sürecini başlatmıştır ve bu sürecin
ne zaman başlayacağıyla ilgili kararı Türkiye alacaktır.

TÜRKİYE, AB VE DEMOKRATİKLEŞME
Müzakere temelinde ve göreceli kazanım/göreceli kaybedim ekseninde
hareket eden yeni siyaset anlayışı üzerine yapılan Kopenhag Zirve-
türkiye-abd ilişkileri ve demokratikleşme 17

si'nden çıkartacağımız ikinci ders, Türkiye'nin müzakere gücünün bi­


rincil olarak demokratikleşme ve ekonomik istikrar ile ilişkili olduğu ­
nun ortaya çıkmasıdır. Türkiye Kopenhag siyasi kriterleriyle ilgili ya­
sal değişiklikleri yapma başarısıyla, fakat bu kriterlerin uygulanmasın­
da, dolayısıyla yaşama geçirilmesinde yaşadığı eksiklikle zirveye katıl­
mış ve sonuçta görece bir kazanım elde etmiştir. Bu şu anlama gelmek­
tedir: Türkiye'nin müzakere gücünün temel kaynağı demokratikleşme
ve bu süreçle birlikte gerçekleştirilecek ekonomik istikrar ve kalkınma­
dır. Milliyetçi fantezilerin sürekli vurguladığı 1 1 Eylül sonrası dünya­
da Türkiye'nin jeopolitik önemi, bu anlamda, zirvede birincil rol oy­
namamış ve bu bağlamda yapılan ABD baskısı da olumlu bir sonuç
doğurmamıştır. Bunun temel nedeni de, Türkiye'nin AB'ye tam üyeli­
ğinin kısa-dönemli değil, uzun-dönemli bir karar olması ve siyasal ve
ekonomik olarak güçlü bir Türkiye'nin tam üyeliğinin AB için sorun­
yaratıcı değil, sorun-çözücü önemi ve niteliğidir.
Bu nedenle, yapılması gereken Kopenhag siyasi kriterlerinin uy­
gulanması, dolayısıyla Türkiye'nin demokratikleşmesidir. Bu süreç sa­
dece devletin yasal bağlamda demokratikleşmesi, hukukun-üstünlüğü
ilkesiyle toplumu yönetmesi, şeffaflaşması ve topluma karşı sorumlu
bir niteliğe dönüştürülmesiyle sınırlı değildir. Daha da önemlisi, Ko­
penhag siyasi kriterlerinin uygulanması, devlet-toplum/birey ilişkile­
rinde radikal değişlikleri şart koşmaktadır ve Türkiye'de günlük ya­
şamdan başlayarak devletle ilişkilere kadar geniş bir alanda demokra­
tik ve bireysel hak ve özgürlüklere dayalı bir ilişki biçiminin yaratılma­
sını talep etmektedir. Bu, en somut anlamda, Türkiye'de devlete karşı
görevlerle tanımlanan vatandaşlık anlayışının ve uygulamasının hakla­
ra dayalı bir vatandaşlık anlayışına dönüştürülmesi anlamına gelmek­
tedir. Kopenhag siyasi kriterlerinin yaşama geçirilmesi, devletin toplu­
mu haklara dayalı bir (liberal) vatandaşlık temelinde yönetmesi ve
toplumu oluşturan katmanlara bireysel hak ve özgürlüklere sahip kim­
likler olarak yaklaşması anlamına gelmektedir.
Sonuçta, Kopenhag siyasi kriterlerinin yaşama geçirilmesi top­
lumsal değişimdir ve " farklı, demokratik ve güçlü bir Türkiye" yarat-
18 dış politika ve demokratikleşme

maktır. Önümüzdeki üyelik süreci uzun değil, aksine gerekli bir süre­
dir. Ve en önemlisi, demokratik bir Türkiye yaratma kararı Türki­
ye'nin, dolayısıyla bizim kararımızdır ve Kopenhag Zirvesi öncesi can­
lanan siyaseti canlı tutarak, siyasal aktörlerle sivil toplum arasındaki
katılımcı ve müzakereci işbirliğini sürekli kılarak gerçekleştireceğimiz
bir karardır.
Türkiye-ABD İlişkileri ve Hegemonyanm
Değişen Yüzü

ürkiye çok hızlı bir şekilde kendisi için çok ciddi sonuçlar doğu­
T rabilecek birsavaşa sürükleniyor. Başbakan Abdullah Gül'ün Or­
tadoğu'da barış olasılığını canlı tutma girişimleri çok önemli olmakla
birlikte, ABD'nin İngiltere ortaklığı içinde lrak'a açacağı savaş her gün
biraz daha gerçeklik kazanıyor. Başladığı zaman, Türkiye savaşın
önemli bir parçası olacak. Bu nedenle, Kopenhag Zirvesi'nden sonra,
Irak sorunu Türkiye'de siyasi, sivil ve akademik söylemin ana madde­
si oldu. Bu durumun uzun süreli olma olasılığı çok yüksek.
ABD'nin lrak'a karşı savaş girişimini nasıl değerlendirmeliyiz?
Irak Savaşı'nın Türkiye üzerinde sonuçları nelerdir? Türkiye, ABD'nin
lrak'a karşı başlatacağı savaşa karşı kendisini nasıl konumlandırmalı­
dır? Bu sorulara yanıt aranırken, Türkiye'de yapılan tartışmalarda or­
taya çıkan eğilim, savaşın kaçınılmaz olduğunun kabulü ve bu kabul
üzerinde savaşın bir olası sonucu olarak ortaya çıkacak Kuzey lrak'ta
bir Kürt devleti kurulması olasılığının Türkiye üzerindeki etkilerini ve
savaşın çok ciddi bir ekonomik krizden geçen Türk ekonomisi için
olumsuz sonuçlarını tartışmak oldu. Bu eğilim doğru olmakla birlikte
sınırlıdır. Sınırlıdır, çünkü Irak Savaşı'nın Türkiye üzerindeki Kuzey
20 dış politika ve demokratikleşme

Irak sorunu ve ekonomik kriz bağlamlarındaki olumsuz etkilerini tar­


tışırken, ne savaşa ahlaki düzeyde net ve güçlü bir eleştiri getirmekte,
ne de savaşın uluslararası ilişkiler üzerinde, daha da önemlisi Türkiye
üzerindeki uzun dönemli etkilerini tartışmaktadır.
Bu yazının temel önerisini ve sonucunu bu noktada söyleyeyim:
Türkiye lrak'a karşı savaşı çok kapsamlı bir çözümleme sürecine sok­
malı ve savaşın kendisi için sonuçlarını uzun-dönemli ve çokboyutlu
düşünmelidir. Bu temelde yapılacak bir çözümleme bizi şu sonuca gö­
türecektir: Türkiye hem ahlaki hem de stratejik düzeyde savaşa karşı
bir konum almalıdır ve elinden geldiği kadar savaşın çıkmasını engel­
lemelidir, çünkü Irak Savaşı Türkiye üzerinde, sadece Kuzey Irak soru­
nu ve ekonomik kriz temelinde değil, uzun-dönemli ve çokboyutlu
olumsuz sonuçlar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli gör­
mek için, " Bush yönetimi ile başlayan ve 1 1 Eylül ile pekişen ABD he­
gemonyasının değişen yüzünü" anlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Bu olgu Türkiye' deki tartışmalarda şimdiye kadar pek hesaba katılma­
mıştır. Halbuki, aşağıda açımlayacağım gibi, ABD hegemonyasının de­
ğişen yüzünü anlamak, Türkiye-ABD ilişkilerinin hem güvenlik temel­
.li ve " iki-devlet arası ilişki" biçiminde gelişeceğini görmektir, ki bu tür
ilişki küreselleşen dünyanın çokboyutlu, çoktaraflı ve bölgesel enteg­
rasyonu içeren uluslararası ilişkiler anlayışına tezat bir ilişki biçimidir;
hem de, Türkiye-ABD ikili ilişki biçiminin Irak ile sınırlı kalmayacağı­
nı ve uzun-dönemli olacağını görmemizi sağlayacaktır, ki bu süreç
Türkiye'nin demokratikleşme, ekonomik olarak güçlenme ve AB'ye
tam üyelik kazanma olasılığını olumsuz bir biçimde etkileme potansi­
yelini taşımaktadır.

ABD HEGEMONYASININ DEGİŞEN YÜZÜ


Bush yönetimi ile başlayan ABD hegemonyasının değişen yüzünü anla­
mak için, 8 yıllık Clinton dönemine dönerek, bu dönemin ABD dış po­
litikasına kısaca bakmamız yararlı olacaktır. Bu dönemde de ABD dış
politikası, dünya yönetimini " baskı ve rıza" temelinde kurma amacın­
da olan hegemonik bir dış politikaydı. Fakat Clinton döneminin özgün-
türkiye-abd ilişkileri ve hegemonyanın değişen yüzü 21

lüğü ABD hegemonyasının globalleşme sürecini kendisine referans nok­


tası olarak almasından ve dünyadaki sorunlara "serbest pazar+demok­
ratikleşme ekonomik modernizasyon" denklemi ile yaklaşmasından
=

kaynaklanmıştı. Daha da önemlisi, Clinton dönemi ABD hegemonyası,


dünya sorunlarıyla ilgilenen ve uluslararası ilişkilerde ulus devletler ka­
dar uluslararası örgütlerin de önemli olduğunu kabul eden bir hege­
monyaydı. Bu bağlamda iki önemli gelişme, (a) Dünya Bankası gibi
önemli uluslararası örgütler tarafından dünya düzeyinde küresel siste­
mi tehdit eder bir konuma gelmiş fakirlik, açlık ve dağılım eşitsizliği so­
runlarının ele alınması ve bu bağlamda sınırlı da olsa çözüm girişimle­
rinin başlatılması ve (b) Kosova sorunu bağlamında yapılan NATO
müdahalesinin devlet güvenliği yanında " insan güvenliği"nin de " ulus­
lararası bir norm" olabileceğini gündeme getirmesiydi. Bu temelde,
Clinton yönetimi " ekonomi-demokratikleşme ilişkisini" hegemonya
süreci içinde önemli bir yere koyan bir dış politika anlayışına sahipti.
Hem ABD ekonomisini canlandırma ve güçlendirme bağlamın­
da, hem de ABD'-nin hegemonik dış politikası bağlamında başarılı ol­
muş 8 yıllık Clinton yönetiminin sona ermesi, Bush başkanlığında
Cumhuriyetçi Parti'nin başkanlık seçimlerini kazanmasıyla sona erdi.
Fakat sona eren, aynı zamanda ve daha önemli olarak, ABD'nin " in­
san hakları, insan güvenliği ve fakirlik" sorunlarını tanıyan ve bu an­
lamda güvenliği insani düzeyde de gören ve küreselleşmeyle özdeşleş­
miş dış politika anlayışıydı. Bush'un seçim stratejisi tamamiyle bu dış
politika anlayışının eleştirisine dayanıyordu ve Amerika'nın kendi ulu­
sal çıkarıyla birebir ilişkisi olmayan (Kosova sorunu gibi) alanlardaki
etkinliğinin gereksiz olduğunu savunuyordu. Amerika küreselleşen
dünyanın sorunlarına ve gereksinimlerine yanıt vermeyi amaçlayan
değil, kendi ulusal çıkarını her şeyin üzerinde gören bir ulus devlet gi­
bi hareket etmeliydi. Kendi güvenliğini birincil görmeli, dış politikası­
nı da küresel bir devlet gibi değil, ulusal çıkarını koruyan ve bu temel­
de hegemonyasını güçlendiren bir ulus devlet gibi formüle etmeliydi.
Bu anlamda, Bush yönetimi dış politikada radikal bir değişimi isteyen,
ulusal çıkarı globalleşmeye, güvenliği ekonomiye, devlet iktidarını in-
22 dış politika ve demokratikleşme

sani düzeye, askeri hegemonyayı ekonomik hegemonyaya öncül ve bi­


rincil gören bir dış politika anlayışını savunan seçim stratejisiyle Baş­
kanlık seçimlerine girdi ve Amerika tarihinin sonuçları açısından en
sorunlu seçimini kılpayı kazanarak ABD yönetimini ele geçirdi.
1 1 Eylül terörist saldırısı, hem bu dış politika anlayışını pekiş­
tirdi, hem de Bush yönetimine, ideolojik ve stratejik düzeylerde çok
ciddi bir hareket alanı kazandırdı. Artık ABD hegemonyası yeni bir
yüze ve şahin bir yapıya sahipti. ABD dış politikası, ulusal güvenliğin
korunması temelinde hareket eden ve askeri güce dayanan bir hege­
monya biçimine dönüştü. 1 1 Eylül ile pekişen bu dönüşüm ve yeni
yüz, uluslararası i lişkilere güvenlik, ulusal çıkar ve ulus devlet temelin­
de yaklaşan bir dış politikayı, Afganistan'dan başlayarak şimdi Irak
üzerinde odaklaşan savaş olgusuyla harekete geçirdi.
Hiç şüphe yok ki, ABD hegemonyasının değişen yüzü, ya sıcak
savaş biçiminde ya da savaş olasılığının sürdürülmesi biçiminde devam
edecektir. Terörizme karşı global savaş söylemiyle kendisini meşrulaş­
tırarak ve Irak ile sınırlı kalmayarak uzun dönemli bir savaş ya da sa­
vaş olasılığı biçiminde hareket edecektir. Bush yönetimi kendisini ta­
mamiyle bu sürece angaje etmiştir ve bu yönetimin gelecek başkanlık
seçiminde tekrardan seçilme olasılığı da bu sürecin devam etmesine
bağlıdır. Dolayısıyla, ABD'nin lrak'a karşı başlatacağı bir savaştan ko­
nuşurken, hem ABD hegemonyasının değişen yüzünü hesaba katma­
mız, hem de savaş durumunun lrak'ı da aşan uzun bir süreç olduğunu
kavramamız gerekmektedir.

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ VE
GÜVENLİK-DEMOKRASİ KARŞITLIGI
ABD hegemonyasının değişen niteliğiyle Türkiye-ABD ilişkileri yeni
bir boyut kazanmaktadır. Uzun dönemli sürecek bir savaş(lar) orta­
mında yaşanacak ve güvenlik temelli sürdürülecek "iki-devlet arası"
bir ilişki biçimi Türkiye-ABD ilişkilerini tanımlayacaktır. Bu ilişki bi­
çiminde, Türkiye'nin gereksinim duyduğu demokratikleşme, ekono­
mik büyüme ve Avrupa entegrasyonu süreçlerinin, güvenlik, ulusal çı-
türkiye-abd ilişkileri ve hegemonyanın değişen yüzü 23

kar ve jeopolitik güçlenme süreçlerine karşı ikinci plana atılma olasılı­


ğı yüksektir. Bu anlamda, savaşın Türkiye üzerindeki etkileri çokbo­
yutlu ve kapsamlıdır. Hem ekonomik krizden çıkma sürecini yaşayan
ve bu anlamda başarılı olma olasılığını yakalayan, hem Avrupa enteg­
rasyonu sürecinde önünde 2004 Aralık ayı gibi koşullu bir tarih olan
ve bu anlamda da demokratikleşme süreci için ciddi bir ivme ve top­
lumsal hareketlenme kazanmış, hem de çözümlenmesi gereken ciddi
bir Kıbrıs sorunu yaşayan Türkiye için, savaşa endekslenmiş bir dış
politika ile uzun dönemli yaşamak büyük bir şanssızlık ve ciddi bir
olumsuzluk durumudur. Türkiye, ne Kuzey lrak'ta kurulma olasılığı
olan bir Kürt devleti sorunuyla, ne ekonomisinin tekrardan ciddi bir
biçimde sarsılması sorunuyla, ne de demokratikleşme sürecinin sekte­
ye uğraması sorunuyla tekrardan yüzleşmelidir. Çünkü, Türkiye'nin
uzun dönemli çıkarları demokratikleşme, ekonomik kalkınma ve Av­
rupa entegrasyonu süreçlerinde yatmaktadır. ABD hegemonyasının
değişen yüzü ile bu süreçlerin bir paralelliği, bir kesişme noktası da
yoktur. Aksine, Türkiye'nin de içinde bulunduğu uzun dönemli bir sa­
vaş(lar) durumu, 6u süreçler üzerinde çok ciddi olumsuz etkiler yarat­
ma potansiyeline sahiptir.
Bu bağlamda, Türkiye-ABD ilişkilerinin değişen niteliğini gör­
meliyiz. Türkiye'nin çıkarları ile savaş olgusunun kesişmediğini kabul
etmeliyiz. ABD'den alınacak mali yardımların, savaşın Türkiye üzerin­
de yaratacağı uzun dönemli olumsuzlukları karşılayamayacağını bil­
meliyiz. Stratejik düzeyde, ABD hegemonyasının değişen yüzünü anla­
yarak savaşa karşı konumumuzu almalıyız. Türkiye'de lrak'a karşı sa­
vaş üzerine yapılan tartışmalar, "savaşa ahlaki temelde karşı çıkmalı­
yız ama . . . " tümcesiyle başlama eğiliminde oldu. " Ama" bağlacını kal­
dırmamız ve hem ahlaki hem de stratejik temelde savaşa karşı çıkma­
mız ve bu süreci engellemek için elimizden gelen her türlü diplomasi,
sivil inisiyatif ve demokratik tepki girişiminde olmamız gerektiğini dü­
şünüyorum.
Küreselleşme, ABD ve Türkiye

ir önceki "Türkiye-ABD İlişkileri ve Hegemonyanın Değişen Yü­


B zü" adlı yazımda, Türkiye'nin hem ahlaki hem de stratej ik düzey­
de savaşa karşı bİr konumda olması ve bu savaşın çıkmasını engelle­
mek için etkili bir diplomasi yürütmesi gerektiğini vurgulamıştım. Bu
öneriyi yaparken, ABD dış politikasının Clinton döneminden Bush dö­
nemine gelindiği zaman değişen niteliğini dikkate almamız gerektiğini
söylemiştim. Burada yine Türkiye'nin uzun-dönemli çıkarlarının sava­
şın engellenmesinde olduğunu önereceğim ve bu önerimi uluslararası
ilişkilerin bugünkü niteliğini küreselleşme temelinde çözümleyerek
desteklemeye çalışacağım.

BİRİNCİ KÜRESELLEŞME DALGASI VE NEOLİBERALİZM


Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra yeni dünya düzeni sloganıyla egemen
ideoloji konumuna gelen küreselleşme, serbest pazar-liberal demokra­
si ekseninde dünyanın hem zenginleşeceği, hem de demokratikleşeceği
varsayımı temelinde hareket ediyordu. 1 990'ların sonuna geldiğimiz
zaman, neoliberal hiper-globalizm olarak adlandırabileceğimiz bu ide­
olojinin ciddi bir meşruiyet krizine girdiğini görüyoruz. Bu krizin geri-
26 dış politika ve demokratikleşme

sinde küreselleşme sürecinin içerdiği farklı ve birbirleriyle karşıtlık iliş­


kisi taşıyan bir dizi tarihsel gelişimin olduğunu görüyoruz. Bir taraftan
gelişmiş ülkeler daha zenginleşirken, dünyanın büyük bir kısmının gi­
derek daha da yoksullaşması ve sistemden dışlanması yaşandı. Diğer
taraftan da " demokrasinin küreselleşmesi" denilen süreç yaşanırken,
etnik, dinsel ve kültürel mikromilliyetçilik temelinde ortaya çıkan ça­
tışmalarda kitle kıyımlarından tecavüze kadar " farklı olanı yoketme"
'
eylemleri dünya "düzeyinde yaygınlaştı. Bu anlamda, küreselleşmenin
sadece ekonomik büyümeye ve demokratikleşmeye katkısı olmadığı,
aynı zamanda da yıkıcı, yokedici, dışlayıcı bir hareket tarzını da içer­
diği ortaya çıktı. Bu anlamda, birinci küreselleşme dalgası denilen ne­
oliberal hiper-globalizm, 1 990'lı yılların sonunda sistemi tehdit eden
ekonomik kriz, küresel yoksulluk ve mikromilliyetçilik sorunları teme­
linde, Joseph E. Stiglitz'in deyişiyle, " büyük hayal kırıklığı" yaratarak
ciddi bir meşruiyet kriziyle yüzleşti.

İKİNCİ KÜRESELLEŞME DALGASI,


KATILIMCI DEMOKRASİ VE GÜVEN
2001 Dünya Nobel Ekonomi ödülünü alan Stiglitz, Küreselleşme: Bü­
yük Hayal Kırıklığı"· adlı kitabında bu büyük hayal kırıklığını, neoli­
beral hiper-globalizmin en önemli kurumu olan IMF temelinde çözüm­
lerken, küreselleşmenin yoksulluk ve güvenliği insani temelde gören
bir tarzda yeniden yapılandırılması gerektiğini vurgular. IMF Güney
Asya'dan başlayarak dünyada farklı yerlere yayılan ekonomik kriz ol­
gusuna (Türkiye'de yaşamakta olduğumuz kriz olgusu örneğinde ol­
duğu gibi) tek bir (neoliberal) reçeteyle yaklaştığı, farklı çözüm öneri­
lerini dinlemediği ve ülkelerin kendi koşullarını gözardı ettiği sürece,
küreselleşme sorun çözücü değil, yıkıcı ve yokedici bir nitelik kazan­
maktadır. Dünya düzeyinde sistemsel bir nitelik taşıyan yoksulluk, dış­
lanma ve eşitsizlik sorunlarıyla ilgilenmeyen bir küreselleşme anlayışı,
demokratikleştirici değil, yıkıcıdır. Bu tür eleştiriler, sadece Stiglitz ta-

(*) Joseph E. Stigliız, Globalization and its Discontents, W.W. Norton & Company, 2002.
küreselleşme, abd ve türkiye 27

rafından yapılmamaktadır. 1 990'1ı yılların sonunda akademik ve ka­


musal söylemde ve anti-küresel muhalefet hareketi içinde de (örneğin
Naomi Klein'ın No Logo başlıklı çalışması)"' neoliberal hiper-globa­
Uzm ideolojisinin bu yıkıcı ve dışlayıcı niteliği sürekli vurgulanmıştır.
Porto Alegre Dünya Sosyal Forumu da insani, yapıcı, içerici, sürdürü­
lebilir kalkınmacı ve katılımcı demokrasiye. dayanan bir küreselleşme
için yapılan toplumsal talebi ve çağrıyı seslendirmektedir.
Bu insani küreselleşme ve demokratik yönetim için yapılan çağ­
rı, küreselleşme üzerine yapılan tartışmalarda "ikinci küreselleşme dal­
gası" olarak tanımlanmaktadır. Bu dalga içinde küreselleşme süreci
serbest pazar ideolojisine ve devletler-arası ilişkilere indirgenmemekte­
dir. Küreselleşme, daha da önemli olarak, insani düzeye ahlaki ve stra­
tejik öncüllük veren bir katılımcı demokrasi anlayışı içinde düşünül­
mektedir. İkinci küreselleşme dalgası, bu anlamda, hem uluslararası
örgütlerin (IMF, Dünya Bankası, BM Güvenlik Konseyi gibi) karar-al­
ma yöntemlerinin ve ideolojilerinin değişimini, hem ulus-devletin de­
mokratikleşmesinil hem de sivil toplum örgütlerinin yönetime etkin
katılımını gerektirmektedir. Katılımcı demokrasi temelinde ve insan
merkezli hareket eden küreselleşme süreci, insani ve demokratik bir
dünya düzeninin kurulmasına önemli bir katkıda bulunacaktır.

11 EYLÜL SONRASI DÜNYA, ABD VE IRAK SAVAŞI


Bununla birlikte altını hemen çizmemiz gerekir ki, ikinci küreselleşme
dalgası ciddi bir toplumsal ve kurumsal desteğe sahip olsa da, hala
söylemsel ve eleştirel düzeylerde hareket etmektedir. Bugünün dünya­
sına hala damgasını vuran birinci dalga küreselleşme sürecinin içerdi­
ği yıkıcı ve yokedici sorunlardır. Bu bağlamda, 1 1 Eylül terörist saldı­
rısı küreselleşme sürecinde ciddi bir kırılma yaratmış ve bugün yaşadı­
ğımız ikilemi gündeme getirmiştir. 1 1 Eylül sonrası gelişen savaş-en­
deksli Amerikan dış politikası yıkıcı ve yokedici küreselleşmenin pe­
kişmesine ciddi bir katkıda bulunurken, diğer taraftan küresel düzey-

(*) Naomi Klein, No Logo, Flamingo, 2001 (Türkçesi: No Logo, Bilgi Yayınları, Ankara, 2002).
28 dış politika ve demokratikleşme

de terörizme karşı mücadelenin demokratikleşme, Öarış ve sosyal ada­


let temelinde gerçekleştirilmesi üzerine ciddi bir kamuoyu oluşturma
çabaları da başlamıştır.
Bu temelde, 1 1 Eylül saldırısına karşı dünya düzeyinde çok
ciddi tepki oluşmuş ve bu tepki ABD'nin Afganistan'a müdahalesi­
ne çokuluslu bir koalisyon niteliği vermiştir. Fakat, bu çokuluslu ko­
alisyonun Afganistan ile sınırlı kalması gerekliliği de kuvvetli bir bi­
çimde dile getirilmiştir. Buna karşın, ABD dış politikası ise giderek bu
çabaların tam tersine, tamamiyle devlet çıkarına endeksli, insani dü­
zeyi ikinci plana atan ve güvenlik sorunsalını demokratikleşme ve
ekonomik kalkınma ilkelerine öncül gören bir nitelik kazanmıştır.
Bush yönetimindeki ABD dış politikası, terörizme karşı küresel mü­
cadeleyi savaşa indirgeyen ve medeniyetler çatışması temelinde dün­
yaya yaklaşan bir dış politika anlayışıdır. Böylece, yaşadığımız dünya
dost-düşman ve biz-ötekiler karşıtlığı ekseninde Jıareket eden bir dış
politika anlayışıyla yönetilmek istenmektedir.
Sonuçta, Afganistan, sonra Irak, sonra başka bir ülkeye karşı
savaş ya da savaş çıkma olasılığını canlı tutarak dünyayı yönetmek is­
teyen bir ABD dış politikası ve bu politikaya karşı küresel düzeyde
oluşan tepkinin bugünün dünyasını tanımladığını söyleyebiliriz. Bu
politikanın küreselleşmenin yıkıcı ve yokedici etkilerini çözmek yerine,
aksine güçlendireceği korkusu, küresel dengelerin değişmesine ve Irak
müdahalesinde ABD'ye İngiltere dışında destek gelmemesine yol açtı.
Fransa ve Almanya ekseninde gelişen savaşa AB tepkisi ve silah denet­
çilerine ek süre verilmesi talebi, diğer yandan Rusya ve Çin'in çekim­
ser tavrı, Birinci Körfez Savaşı ve Afganistan müdahalesinden farklı
olarak, ABD ve İngiltere'nin Irak Savaşı'nda uluslararası destek bula­
mayacağı ya da bulunan desteğin kerhen olacağını ortaya çıkardı.

ABD, TÜRKİYE VE IRAK SAVAŞI


Küreselleşmenin yıkıcı ve yokedici etkilerini güvenlik sorunsalı bağla­
mında pekiştirecek ABD dış politikasına karşı bu tavır ve ikinci küre­
selleşme dalgasına söylemsel ve toplumsal destek, yakın bir zamanda
küreselleşme, abd ve türkiye 29

gerçekleşmesi büyük olasılık taşıyan Irak Savaşı boyunca ve sonrasın­


da da devam edecektir. Küreselleşen dünyada yakın gelecek, insani ve
demokratik bir dünya düzeni isteyen güçlerle, dünyayı dost-düşman
karşıtlığı temelinde ve salt güvenlik ekseninde yönetmek isteminde olan
ABD dış politikası arasındaki mücadele içinde geçecektir. Medeniyetler
arası çatışmaya karşı insan merkezli bir küreselleşme istemi arasında
geçecek bir mücadele, yakın geleceğimize damgasını vuracaktır.
Böyle bir dünya içinde, Türkiye'nin ulusal çıkarları hem ahlaki
hem de stratejik düzeyde demokratikleşmede, ekonomik büyümede ve
sosyal adaletin sağlanmasında yatmaktadır. Türkiye ikinci küreselleşme
dalgasını desteklemeli, insani ve demokratik bir dünya için kendine dü­
şen görevi yapmalıdır. Bunu yaparken savaşın çıkmasını mümkün oldu­
ğu kadar engellemelidir. Bu olasılık gerçekleşmiyorsa da, BM Güvenlik
Konseyi kararı temelinde hareket etmelidir. ABD hegemonyasının deği­
şen yüzünü ve küreselleşmenin bugünkü niteliğini çözümlediğimiz za­
man, Türkiye'nin uzun dönemli çıkarlarının savaşın hüküm sürdüğü
bir dünyada değil, �ksine demokrasi, sosyal adalet ve insani düzeyin ön
plana çıkarıldığı bir dünyada yattığını görebiliriz.
ABD Hegemonyası ve Tektaraflılık

em BM'de hem de NATO'da yaşanan krizin ortaya çıkardığı çok


H önemli bir durum var: bugün yaşadığımız sorun sadece Irak'ın
silahsızlandırılmasıyla sınırlı değil, aynı zamanda sorun ABD'nin dün­
yayı tektaraflı yönetme isteğini de içeriyor. Diğer bir deyişle, Irak so­
runundan konuşurken artık sadece dünyada herkes tarafından 'eleşti­
rilen bir dikta rej iminden ve bu rejimin silahsızlandırılmasından ko­
nuşmuyoruz. Konuştuğumuz, tektaraflı ve müttefikleriyle dünya üze­
rinde hegemonyasını pekiştirmek isteyen ABD dış politikasının ulusla­
rarası hukuku, normları ve örgütleri ikinci plana atan dünyayı yönet­
me girişimi. Bu anlamda, Irak sorununa siyasi çözüm ve silah denetçi­
lerine ek süre verilmesi istemi, öz olarak, sadece lrak'la sınırlı değil,
ABD'nin kendi üstünlüğünü dünyaya kabul ettirmek girişimine dur
demeyi de içeriyor. Türkiye'nin ve AKP yönetiminin kendi ülkesinde
asker konuşlandırmasıyla ilgili kararı verirken, aşağıda anlatacağım
nedenlerden dolayı, sorunu çok boyutlu çözümlemesi, savaşa ahlaki ve
stratejik açılardan karşı çıkma girişimlerini sürdürmesi ve BM Güven­
lik Konseyi kararını beklemeden bir karar almaması gerektiğini düşü­
nüyorum.
32 dış politika ve demokratikleşme

ABD VE 1 1 EYLÜL SONRASI DÜNYA


George W. Bush yönetiminde değişen ABD dış politikasını, bu politi­
kanın lrak'a karşı savaş açmak için sürdürdüğü kararlılığı ve geliştir­
diği dünya vizyonunu objektif bir temelde incelediğimiz zaman, orta­
ya çıkan gerçek şudur: ABD'nin istediği kendi üstünlüğünü dünyaya
kabul ettirmek, kendi normlarını dünyaya yaymak ve dünyayı
"biz/dostlar ve öteki/düşmanlar" olarak iki kucuba ayırarak dünya
üzerindeki hegemonyasını pekiştirmek. Bunu yaparken, ABD dış poli­
tikasının üç-boyutlu bir hareket tarzına sahip olduğunu görüyoruz. Bi­
rincisi, bugün özellikle ekonomik, kültürel ve insani düzeylerde yaşa­
nan ciddi "küresel sorunları" ikinci plana atarak, tüm dünyayı salt gü­
venlik ve askeri güce dayanan bir temelde yönetme istemi. Bu bağlam­
da, 1 1 Eylül' ün uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemi başlattığı ve bu
dönemin tanımlayıcı niteliğinin de "terörizme karşı sürekli küresel
mücadele" olgusu olduğu Bush dönemi ABD dı� politikası yapıcıları
ve sözcüleri tarafından her ortamda vurgulanıyor ve tekrarlanıyor.
İkincisi, ABD dış politikasının hegemonyasını pekiştirme girişi­
mi, terörizme karşı küresel mücadele ile ulusal ve uluslararası güvenli­
ğin sağlanması arasında bir eşanlamlılık ve eşzamanlılık ilişkisi kuru­
yor ve bu ilişkinin tartışılmaz bir veri olarak uluslararası toplum tara­
fından kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor. 1 1 Eylül sonrası dünya­
nın askeri müdahale ve savaşa indirgenmesi anlamına gelen bu vurgu­
nun, Jacques Derrida'nın Le Monde Diplomatique dergisinin son sa­
yısında çıkan makale!!inde belirttiği gibi, uluslararası hukuka ve ulus­
lararası normlara saygılı ya da uygun olması gerekmiyor. ABD "ben
güçlüyüm, dolayısıyla haklıyım" mantığıyla dünyaya yaklaşıyor, ken­
di d.ünya vizyonunu uluslararası örgütler ve aktörler üzerine empoze
ediyor ve kendi düşüncesi dışındaki tüm alternatifleri "geçerliliği ol­
mayan, dayanağı olmayan, hatta düşmanı rahatlatan" düşünceler ola­
rak niteliyor. Hem BM Güvenlik Konseyi hem de NATO'da yapılan
tartışmalar, ABD dış politikasının uluslararası hukuku ve normları
ikinci plana iten, uluslararası örgütlerin önemini ya da önemsizliğini
ABD'nin dünya vizyonuna endeksleyen ve Irak sorunu üzerine farklı
abd hegemonyası ve tektaranılık 33

görüşleri dışlayan eğilimini çok açık biçimde sergiledi. Bu durumun,


BM ve NATO gibi uluslararası örgütler kadar, uluslararası ilişkilerin
önemli aktörleri için de ne kadar rahatsız edici olduğunu geçtiğimiz
haftalar içinde yaşanan krizlerde gördük.
Üçüncüsü, ABD dış politikasının bu yeni salt güvenlik ve güç te­
melli yüzü, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni ve normları ters yüz
edercesine, dünyayı "tektaraflı ve ABD'nin dünya vizyonunu tartışma­
sız kabul eden müttefikleriyle işbirliği" yoluyla yönetmek isteminde.
1 929 ekonomik krizini yaratan ve İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasın­
da önemli bir rol oynamış " üçüncü ülkelere zarar verici ikili ilişkiler ve
tektaraflılık yöntemi "nin, Irak sorununda ABD dış politikası tarafın­
dan yeniden canlandırılması sürecini yaşıyoruz. Bu süreç, hem İkinci
Dünya Savaşı sonrası dünyada giderek geliştirilmeye çalışılan ve ulus­
lararası örgütlerin, uluslararası hukukun ve uluslararası normların
üzerine oturtulduğu "çoktaraflılık ilkesi ve devletler-arası işbirliği ya­
ratma" olasılığının ciddi bir hasar görmesi anlamına geliyor, hem de
uluslararası örgüt!erin ve sivil toplumun düzen ve barışın sağlanmasın­
daki rolünü ikinci plana itiyor. ABD dış politikasının "BM ya da NA­
TO kararı olmaması halinde de müttefikleriyle tek taraflı olarak lrak'a
asken müdahalede bulunabileceğini" ve " böyle bir durumda, hem BM _
hem de NATO'nun güvenirliğinin ve geçerliliğinin zedeleneceğini" sü­
rekli vurgulaması, ABD hegemonyasının son zamanda geliştirdiği dün­
yayı " tektaraflı ve müttefikleriyle yönetme" mentalitesini sergiliyor.
Altını çizmemiz gereken önemli bir nokta da, bu yönetim anlayışı için­
de, ABD ile müttefikleri arasındaki ilişkinin, Türkiye'nin ülkesinde as­
ker konuşlandırma sorununda yaşadığı ikircikli sürecin gösterdiği gi­
bi, karşılıklı ve eşit bir ilişki değil, yine güce, tektaraflılığa ve bağımlı­
lığa dayalı bir ilişki olması.

SAVAŞ VE MEŞRUİYET KRİZİ


BM ve NATO'nun ciddi bir krizle karşılaşmasını ortaya çıkartan Irak
sorununa, yukarıda açımladığım ABD dış politikasının dünyayı tekta­
raflı olarak yönetme mentalitesini kuran üç-boyutlu hareket tarzını ak-
34 dış politika ve demokratikleşme

lımızda tutarak yaklaşırsak, şu önemli sonuçları görebiliriz. Savaş olası­


lığının arttığı bugünlerde AKP yönetiminin Irak sorununa yaklaşırken
bu sonuçları hesaba katmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Birin­
cisi, uluslararası hukuk ve uluslararası normlar temelinde ciddi bir meş­
ruiyet krizi yaşayan ABD'nin lrak'ı savaş yoluyla silahsızlandırma ve
Irak rejimini değiştirme politikası, sadece Irak bağlamında değil, ulusla­
rarası sistem bağlamında da çok önemli bir sorun haline gelmiş durum­
da. Bu anlamda, gündemde olan sadece Irak değil, aynı zamanda BM ve
NATO gibi uluslararası örgütlerin varlığı, Avrupa'nın dünya politikasın­
daki konumu, Almanya, Fransa, Rusya, Çin ve hatta Japonya gibi güç­
lü aktörlerin ABD dış politikası tarafından yeniden düzenlenmek istenen
uluslararası güç dengelerindeki yerleridir. Bu ülkelerin savaş dışı bir si­
yasal yolla lrak'ın silahsızlanmasını istemeleri ve silah denetçilerine ek
süre verme isteminde olmaları, bu nedenle, savaşı engelleme kadar,
ABD'nin yeni hegemonya anlayışını, dolayısıyla 9ünyayı tektaraflı ola­
rak, uluslararası örgütlere, hukuka ve normlara uymadan yönetme giri­
şimini de engellemeyi içermektedir. Savaşa karşı çıkılırken, bu tektaraflı
yönetim mentalitesine de karşı çıkılmaktadır; bu nedenle, bu ülkelerin
savaş karşıtı konumları ahlaki olmaktan daha çok stratejik bir karardır.
İkincisi, ABD dış politikasının tektaraflı dünyayı yönetme giri­
şiminin Irak'la sınırlı kalmayacağı, İran, Kuzey Kore, hatta Pakistan
ve Endonezya gibi diğer ülkelere de yayılacağı giderek geçerlilik kaza­
nan bir olasılıktır. ABD'nin terörizme karşı küresel mücadele temelin­
de oluşturduğu salt güvenlik temelli hegemonya anlayışı, savaş ve as­
keri müdahale olasılığını gündemde tuttuğu sürece kendisine hareket
alanı yaratacaktır. Bu da, savaşın lrak'la sınırlı kalmayacağını ciddi bir
olasılık olarak ortaya çıkartmaktadır. Bu anlamda, Irak'a karşı savaşa
evet demek, diğer yerlerde de evet demeyi zorunlu kılacaktır. Karşıt
olarak, ABD'nin savaş istemini bugün engellemek, uluslararası örgüt­
lere ve uluslararası aktörlere gelecek günlerde de oluşabilecek savaş
olasılıklarına karşı direnme olanağını yaratacaktır. Bu nedenle de, Al­
manya, Fransa, Rusya ve Çin'in çekimser ve siyasal çözümden yana ta­
vırları lrak'la sınırlı görülmeme, uzun-dönemli düşünülmeli ve ABD
abd hegemonyası ve ıekıaranılık 35

dış politikasının tektaraflı dünya yönetimine karşı alınmış tavırlar ola­


rak da ele alınmalıdır.
Üçüncüsü, ABD ve İngiltere'nin beklemediği bir biçimde, savaş
karşıtı hareketin dünya ölçeğinde kazandığı ivme, yaygınlık ve güç, Bi­
rinci Körfez Savaşı'ndan farklı olarak, bu savaşın sadece uluslararası hu­
kuk ve normlar temelinde değil, aynı zamanda hem ahlaki, hem strate­
jik hem de dünya kamuoyu açılarından da ciddi bir meşruiyet krizi taşı­
dığını çok açık bir biçimde ortaya çıkartmıştır. Bu, terörizme karşı küre­
sel mücadeleyi savaşa indirgeyen mentaliteye verilen çok güçlü bir "Siz
güçlüsünüz ama haklı değilsiniz" mesajıdır. Bu mesajı İngiltere'nin biraz
da olsa aldığını görüyoruz. Umarız, ABD yönetimi de bu mesajı alır.

TÜRKİYE VE SAVAŞ
Türkiye'nin her zaman gücü ile ilgili vurguladığı jeopolitik konumu,
bugün temel sorunu oldu. Irak ile sınırı olan Türkiye üzerinde ABD dış
politikasının Irak'a karşı başlatacağı savaşın çok ciddi sonuçları olaca­
ğı kesin. AKP yönetimi, özellikle Abdullah Gül bugüne kadar savaşı en­
gelleme bağlamın da önemli girişimlerde bulundu. Eğer lrak'ın silahsız­
landırılması siyasal bir yolla çözülürse, Türkiye bu anlamda önemli bir
rol oynamış olacak ve uluslararası sistemde önemli bir prestij kazana­
cak. Abdullah Gül her fırsatta barış için girişimlerini son noktaya ka­
dar götüreceğini söylüyor. Bu noktada, AKP yönetimini eleştirmek de­
ğil, desteklememiz gerektiğini düşünüyorum.
Fakat ABD'nin tektaraflı olarak savaşı başlatmak istediği bu­
gün, AKP yönetimi bir yol ayrımında; ya ABD askerlerinin Türkiye' de
konuşlandırılmasına ve geçiş hakkına evet diyecek, ya da savaşın çık­
maması için girişimlerini sürdürecek ve silah denetçilerinin raporu te­
melimde BM Güvenlik Konseyi kararını bekleyecek. Birinci yol, ABD
dış politikasının yukarıda belirttiğim yeni niteliklerini Türkiye'nin ka­
bul etmesi anlamına geliyor. Bu yolu Türkiye'nin hem ahlaki hem de
stratejik açılardan seçmemesi gerektiğini düşünüyorum.
İkinci yolun seçimi, Türkiye için gerçekçi seçenektir.
Parçalanan Dünya, Savaş ve Türkiye

ğer Saddam Hüseyin ABD'nin sürgün ültimatomunu kabul etmez­


E se, savaş, daha doğrusu ABD ve İngiltere'nin tektaraflı lrak'ı işga­
li başlamış olac"a k . Büyük bir olasılıkla da Türkiye, toprakları içinde
yabancı asker konuşlandırılmasına ve hava sahasının açılmasına izin
veren ikinci tezkereyi geçirerek, İngiltere'den sonra savaşa stratejik
destek veren ikinci ülke konumunu kazanacak. Savaşla ilgili yazılarım­
da, sürekli olarak Türkiye'nin uzun dönemli ulusal çıkarlarının bu tek­
taraflı ve uluslararası meşruiyeti ve desteği olmayan savaşın engellen­
mesinde, eğer engellenemiyorsa da Türkiye'nin uluslararası desteği
olan bir harekatın içinde yeralmasında olduğunu vurguladım. Bu dü­
şüncemin doğru ve tutarlı olduğunu hala savunuyorum.
Fakat savaş engellenemedi, uluslararası meşruiyeti ve desteği ol­
mayan bir harekatın da bir iki gün içinde başlaması kaçınılmaz gözü­
küyor. Uzun zamandan beri çok kötü yönetilen, borç batağı içinde
olan ve her gün biraz daha karmaşıklaşan uluslararası ilişkilere yanıt
veremeyen devletçi-siyaset anlayışıyla ciddi bir yönetim krizi yaşan
Türkiye, bu savaşın içinde yer alacak ve kendi ülkesi üzerinde oluşa­
cak olumsuz gelişmeleri engellemek için mücadele edecek. Çok riskli
38 dış politika ve demokratikle<;m•

bir döneme girerken, ABD ve İngiltere gibi biz de, bu savaşın çok kısa
sürmesi, sivil kayıpların çok az olması ve bu savaş sonrası hepimizin
üzerinde ciddi tehlikeler yaratabilecek etnik ve dinsel çatışmaların çık­
maması için dua edeceğiz. Aksi takdirde, eğer savaş uzarsa ve herkesin
korktuğu gelişmeler bir bir ortaya çıkmaya başlarsa, "Türkiye için en
kötü değil fakat kötüler içinde en iyi seçenek" olarak düşünülen sava­
şa taraf olmak seçeneği, bizi içinden kolay kolay çıkamayacağımız bir
bataklığa sokacak. O zaman elimizi uzatamayacağımız bir uluslarara­
sı örgütün ya da aktörün desteği de olmayacak. Bu nedenle, sadece ah­
laki düzeyde değil, stratejik olarak da, İngiltere'den sonra ABD'nin
ikinci büyük stratej ik destekçisi konumunda olan Türkiye için, bu sa­
vaşın kısa sürede bitmesi ve lrak'la sınırlı kalması çok önemli.

PARÇALANAN DÜNYA VE HEGEMONYA


Fakat Türkiye ve AKP unutmamalı ki, bu savaşın dj.inya üzerinde etki­
leri devam edecek. BM'nin çok ciddi yara aldığı, ABD-Avrupa ilişkileri­
nin ciddi bir kırılmaya gittiği, AB'nin içinde ciddi bir krizin ve çatlağın
oluştuğu, ABD'nin tarihinde görmediği bir yalnızlık ve meşruiyet kriziy­
le karşılaştığı bir dünyaya giriyoruz. lrak'a karşı tektaraflı başlatılan sa­
vaş çok riskli bir ortamı yaratıyor. Savaş kısa sürede bitse ve lrak'la sı­
nırlı kalsa bile, Türkiye'de savaş yanlılarının hesaba katmadığı bir sü­
reçle karşı karşıyayız. ABD ve İngiltere'nin lrak'a karşı aldıkları savaş
kararına kadar ve bugün yaşadığımız (yaşayacağımız) gelişmeler göster­
di ki, yaşadığımız dünya bir belirsizlik, bir parçalanma dönemine giri­
yor. Bu dönem lrak'a karşı savaşla sınırlı kalmayacak. ABD'nin tekta­
raflı olarak dünyayı değiştirme istemi ve bu isteme hem uluslararası ör­
gütler hem de uluslararası aktörler ve kamuoyu temelinde geliştirilen di­
renç sürecek. Dünyayı salt güvenlik ve savaş ortamına indirgeyen ABD
hegemonyasına karşı tepki BM Güvenlik Konseyi, NATO ve AB gibi
uluslararası sistemin çok önemli kurumları içinde sürecek.
Bu nedenle, ABD ve İngiltere'ye karşı geliştirilen Fransa, Al­
manya, Rusya ve Çin eksenindeki direnç, sadece savaşın engellenmesi
için yapılan bir eylem olarak düşünülmemelidir. Aksine, yapılan ABD
parçalanan dünya, savaş ve türkiye 39

tektaraflılığını engellemek, engellenemiyorsa da bu süreci lrak'la sınır­


lamak girişimidir. Bu anlamda, şu ana kadar gördüğümüz, önce NA­
TO'nun, sonra Güvenlik Konseyi'nin ABD hegemonyasına karşı bir
"mücadele alanı"na dönüştürülmesidir. Savaş yanlılarının söyledikle­
rinin aksine, belirsizlikler ve parçalanmalar içeren dünyada bu kurum­
lar, ciddi bir kriz sürecine girmekle birlikte geçerliliklerini kaybetme­
mektedir. Türkiye'de savaş yanlıları tarafından söylenen bu kurumla­
rın geçerliliklerini kaybettikleri düşüncesi, analitik ve siyasal zemini ol­
mayan bir düşüncedir ve sadece Bush yönetiminin düşüncesini yansıt­
maktadır. Uluslararası örgütler ve küresel sivil toplumun önemi aksi­
ne artacak, ABD hegemonyasına karşı mücadele ve tektaraflı savaş
olasılığının diğer ülkelere (İran, Suriye, Kuzey Kore gibi) sıçramasına
karşı direnç bu kurumlar temelinde yapılacaktır.

TÜRKİYE, SAVAŞ VE DÜNYA


Türkiye ve AKP yönetimi Irak Savaşı'nı ve bu savaşa gelene kadar ya­
şadığımız süreci ççık iyi okumalıdır. Türkiye dış politikasını Irak Sava­
şı'yla başlayan dünyanın yeniden yapılanma sürecini ve bu sürecin ta­
şıdığı karmaşıklığı, parçalanmayı, çokboyutluluğu ve belirsizliği iyi çö­
zümleyerek oluşturmalıdır. Bu okumayı ne AKP ne de Türkiye'de sa­
vaş yanlıları şu ana kadar yapamadı. Bunun en önemli örneği Türki­
ye'nin ve TBMM'nin ikinci tezkereye "hayır" demesiyle oluşan süreç
ve bu sürecin Türkiye'de farklı dünyada farklı algılanmasıdır. Kuzey
cephesinin açılmasına hayır kararı Türkiye'de bazı çevrelerce çok
olumsuz bir adım olarak algılanırken ve AKP tarafından savunulmaz­
ken, dünya kamuoyunda ve savaşa gitme sürecinde üç-boyutlu çok
önemli bir değişimi sağladı. Birinci olarak, tezkereye hayır demek,
ABD'nin tektaraflı savaş girişimini jeopolitik düzeyde erteleyerek, hem
savaşı engellemek isteyen uluslararası aktörlere, hem de küresel sivil
harekete zaman kazandırarak, bu savaşın meşruiyet ve uluslararası
destek zemini olmadığının çok net olarak ortaya çıkmasını sağladı.
İkinci olarak, bu süreç ve gelişen muhalefet hareketi ABD ve İngilte­
re'nin istemeden ama zorunlu olarak "Filistin Sorunu"na eğilmelerine
40 dış politika ve demokratikleşme

yolaçtı. Üçüncü olarak, ABD'nin Türkiye'nin lrak'ın üniter yapısının


korunması üzerine olan hassasiyetini kabul etmesine neden oldu. Fa­
kat, ironik olarak, tezkereye hayır demenin bu önemi Türkiye ve AKP
yönetimi tarafından algılanmadı, aksine tezkereye hayır demek ro­
mantik, hayalperest ve stratejik değeri olmayan bir eylem olarak gö­
rüldü. Tezkereye hayır kararını Türkiye doğru okumalıdır, çünkü bu
karar ve sonrası oluşan gelişmeler bize şu noktayı gösterdi. Tezkereye
hayır demek hem dünyadaki gelişimlere çokboyutlu etkiler yarattı ve
Türkiye'nin saygınlığını arttırdı, hem de dünyanın karmaşıklaşan ya­
pısında Türkiye'nin dış politika tercihlerini uluslararası ilişkileri çok
iyi çözümleyerek ve okuyarak yapması gerektiğini bize gösterdi.
Parçalanan ve belirsizleşen dünya çok önemli gelişmelere gebe­
dir. ABD hegemonyasına karşı mücadele devam edecektir. Bugüne ka­
dar olan mücadele lrak'a karşı savaşı engelleyememiştir, ama bu sava­
şın meşruluk sorununu çok net olarak ortaya koyacak, Bush yönetimi­
nin tektaraflı olarak dünyayı yeniden yapılanma girişiminin Irak'la sı­
nırlı kalma olasılığını, dolayısıyla engellenmesini güçlü bir olasılık ola­
rak ortaya çıkartmıştır. Türkiye ve AKP yönetimi bu süreci çok iyi
okumalıdır. Bu süreçten alınacak en önemli ders de, Türkiye'nin ken­
di ekonomik ve siyasal sorunlarını halletmediği sürece ve uluslararası
ilişkilerin karmaşık yapısını iyi okumadıkça, müzakere sürecinde zayıf
bir ülke olarak kalacağı ve dış baskılara boyun eğeceğidir.
Savaş Sonrası Dünyada
Türkive'nin Tercihleri (1)

ürkiye'nin büyük bir çoğunluğunu dehşete düşüren, gördüğümüz


T insanlık dram.ıyla içimizi ağlatan, ruh dünyamızı ciddi bir biçim­
de etkileyen, ama aynı zamanda bize Türkiye'nin dünü, bugünü ve ya­
rını temelinde ciddi soruları sorduran, Türkiye'de sürekli gözardı etti­
ğimiz sorunları tartışmamıza yolaçan ve dünyanın değişen yapısı için�
de Türkiye nerede ve nasıl kendisini konumlandırmalı sorusunu aka­
demik ve kamusal söylemin temel gündem maddesi yapan Irak Savaşı
askeri olarak bitti. Tüm bu acılar, dramlar, sorular, sorunlar ve gün­
dem savaş sonrası dönemde de sürecek. Tam bir belirsizlik dönemine
giriyoruz. Savaşın askeri olarak bitmesinin siyasi olarak bitmesi anla­
mına gelmediğini de biliyoruz. Uluslararası meşruiyeti ve uluslararası
desteği olmayan, lrak'ı kitle imha silahlarından arındırma gerekçesin­
den lrak'ı demokratikleştirme ve özgürleştirme girişimine dönüştürü­
len, ama asıl gerekçesi Ortadoğu'dan başlayarak tüm dünyayı " Yeni
Amerikan Yüzyılı" adıyla yeniden kurma projesini gerçekleştirmek
olan bu savaşın bitiminin lrak'la sınırlı olmadığını da biliyoruz. ABD
öncülüğünde yapılan savaşta, kazanılan askeri başarının siyasi başarı
anlamına gelmediğini ve bu anlamda askeri zafer deklarasyonunun si-
42 dış politika ve demokratikleşme

yasi zafer olmadığını da biliyoruz. Savaş sonrası dönemin karmaşık,


belirsizlikler ve beklenmeyen gelişmelere gebe bir süreç olduğunu ve
bu süreç içinde de askeri olarak kazanan bir tarafın bu kazanımı siya­
si kazanıma dönüştürme olasılığı kadar, kazandığı savaşı siyasi olarak
kaybetme olasılığıyla karşı karşıya kalabileceğini de çok iyi biliyoruz.
Savaş üzerine yapılan çalışmaların, aralarındaki farklılıklara rağmen,
ortaklaştığı nokta da, bu yüzden, "savaşların yaşanan sorunlara bir
çözüm olmadıkları, bu nedenle de siyasi çözümün askeri çözüme ter­
cih edilmesi gerektiği " saptamasıdır. Irak Savaşı da, bu temelde değer­
lendirilmelidir ve şu anda bir bitim noktasını yaşamadığımızı, aksine
belirsizlikleri içeren bir döneme girdiğimizi görmeliyiz. Irak Savaşı
sonrası dönem, özünde siyasi olan, nasıl gelişeceğini ve nasıl sonuçla­
nacağını bilmediğimiz, demokrasiden sömürgeciliğe kadar birbirine zıt
olguları içeren çok geniş bir yelpaze içinde yaşanacak bir belirsizlik sü­
recini yaşayacaktır. Bu belirsizlik süreci, sadece Kuzey lrak'ı değil, tüm
Irak coğrafyasını ve nüfusunu içermektedir. Bu süreç, olumlu gelişme­
ler kadar, insanlık dramlarının tekrardan yaşanma olasılığını da içer­
mektedir. Daha da önemlisi, bu süreç siyasi gelişmeler ve oluşumlar
kadar, Irak topraklarının farklı yerlerinde yaşayan insanlara karşı et­
nik, dinsel ve askeri terör, yağma, yoketme, tedavisiz ölüme terk etme
ve kıyım gibi insanlığa karşı suç oluşturabilecek olumsuz gelişmelerin
ortaya çıkması ve yaygınlık kazanması olasılığını da içinde taşımakta­
dır. Sömürge geçmişi içinde ulus ve devlet olmayan bir ülkenin savaş
yoluyla ulus-devlete dönüştürülme girişiminin dışarıdan ve savaş yo­
luyla gerçekleştirilme projesinin başarıya ulaşmasının ciddi zorluğu
içinde, insanlık dramlarının yaşanma olasılığı yüksektir.

SAVAŞ-SONRASI DÖNEM VE TÜRKİYE


Bu anlamda, Saddam rejimi sonrası lrak'ın yeniden yapılanması süre­
cinin, askeri başarının savaşta esas olan siyasi başarıya dönüştürülme
girişiminde yaşanacak belirsizlikleri ve beklenmedik gelişmeleri içerdi­
ğini, iyi ile kötü, demokrasi ile sömürgecilik, özgürleştirme ile işgalci
baskıcılık arasındaki çok ince ve kaygan bir hat üzerinde yaşanacağı-
savaş sonrası dünyada lürkiye'nin tercihleri (ı) 43

nı kabul etmek zorundayız. Böyle bir süreç içinde Türkiye ne yapma­


lıdır ve tercihleri ne olmalıdır? Irak Savaşı'nın kendi içinde bir savaş
olmaması, aksine ABD'nin tektaraflı olarak Ortadoğu'yu ve sonra
dünyayı yeniden yapılandırma projesinin ilk ayağını oluşturması teme­
linde, bu bölgede yaşayan Türkiye bir kavşak noktasındadır ve bu so­
rulara doğru ve uzun-dönemli yanıtlar bulmak zorundadır. Bu sorula­
ra verilecek yanıtlar, Türkiye'nin değişen Ortadoğu için katkısını ve
değişen dünyadaki yerini belirleyecektir. Ciddi bir kavşak noktasına
gelmiş Türkiye, dünyayı iyi okumak ve doğru tercihler yapmak duru­
mundadır.
Türkiye'nin Irak Savaşı'na ABD ve İngiltere'nin ikinci büyük
müttefiki olarak katılmama kararı, hem ahlaki hem de stratejik olarak
doğru ve makul bir karardır. Bu karar ve Türkiye'nin bugünkü konu­
mu, sadece savaşın meşruluk sorunuyla ve insani düzeyi hiçe sayan ya­
nıyla ilişkili değil, savaş sonrası dönemin içerdiği belirsizlikler temelin­
de de doğru ve makul bir durumdur. AKP hükümetinin savaş öncesi
dönemde ortaya koyduğu kararsız ve belirsiz tutum hatalı olmakla
birlikte, Türkiye'ni°n savaşın dışında kalması Türkiye'nin zararına de­
ğil, aksine kendisinin orta ve uzun-dönemli çıkarları ve konumu açı­
sından faydalı olmuştur. Fakat, bugün Türkiye ve AKP hükümeti Tür­
kiye'nin dış politikasını belirlerken kararsız, belirsiz ve kısa-dönemli
düşünceler içinde olamaz. Türkiye ve aslında dünya ciddi bir kavşak
noktasındadır ve bu durumda alınacak kararların ve yapılacak tercih­
lerin doğru, anlamlı ve tutarlı olması gerekmektedir.

TÜRKİYE'NİN TERCİHLERİ
Türkiye'nin tercihleri temelinde yapılan tartışmalara baktığımız zaman
üç ana. eğilimin ortaya çıktığını görüyoruz. Birincisi, ulusalcı ve izolas­
yonist diyebileceğimiz eğilim. Bu eğilim, Türkiye'nin çıkarlarının ABD
ve AB'nin dışında olduğunu söylemekte, ABD-AB eksenini zararlı, ya­
yılmacı ve Türkiye için sorun yaratıcı görerek, Türkiye'nin bu eksen dı­
şında yeralarak Avrasya denilen oluşuma eğilmesini ve Rusya ve Çin
gibi ülkelerle de ikili ilişkilerini geliştirmesi gerektiğini önermektedir.
44 dış politika ve demokratikleşme

İkinci eğilimse, Türkiye'nin savaşta ABD'nin yanında olmamasının çok


büyük bir hata olduğunu, bunun kendisinin "stratejik ortak" konumu­
nu yokettiğini ve Türkiye'nin bu temelde değişen dünya içinde çok za­
yıf bir konuma düştüğünü söylemektedir. Bu nedenle de, önerilen Tür­
kiye'nin ABD ile bozulan ilişkileri hemen düzeltmesi ve onun yanında
yeralmak için gerekli olan ne ise onları tartışmasız yapmasıdır.
Aralarındaki farklılıklara rağmen bu iki yaklaşım da, Murat
Belge'ıiin Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu? (İletişim, İstanbul, 2003 ) adlı
önemli çalışmasında detaylı olarak açımladığı gibi, "monist" diyebi­
leceğimiz, tek bir doğru peşinde koşan bir niteliktedir. Böylece, kendi
,
dünya görüşlerini tek doğru kabul edip farklı görüşleri dışlayan ve
karmaşık süreçleri tek bir öze indirgeyen bir yöntemle savaşa ve Tür­
kiye'nin tercihlerine yaklaşmaktadırlar. Türkiye, bu yaklaşımlar için­
de, abartılı bir biçimde, ya kendi başına yaşayabilecek güçlü bir ülke,
ya da güçlünün söylediğini yapmazsa cezalandırılacak ve dışlanacak
zayıf bir ülke olarak algılanmaktadır. Her iki yakİaşım, dış politika ve
iç politikayı birbirinden kesin hatlarla ayırmakta ve toplumsal talep­
lerin dış politikanın belirlenmesinde hiçbir yerinin olmadığını savun­
maktadır. Her iki yaklaşım da, Türkiye'nin demokratikleşme, ekono­
mik gelişme gibi sorunlarını ikinci plana atarak, ya bu sorunların gü­
venliğe ikincil olduğunu söylemekte, ya da bu sorunların çözümü için
ABD'nin istediklerini yapmak gerektiğini önermektedir. Bu temelde,
her iki yaklaşım da kendi monist söylemleri içinde analitik çözümle­
melere değil, ideolojik yargılara dayalı bir anlayışla savaşa ve Türki­
ye'ye yaklaşmakta ve kendi söylemleri dışında olan çözümlemeleri
dışlamaktadır.
Üçüncü yaklaşımsa, tek doğrulu mutlakçı yaklaşımların eleşti­
risinden sonra, çokboyutlu bir anlayışla Türkiye'nin tercihlerine yak­
laşmaktadır. Irak Savaşı'ndan Türkiye üç önemli ders almalıdır. Birin­
cisi, Türkiye hem ABD hem de AB ile ilişkilerinde güçlü olmak istiyor­
sa, mutlaka demokratikleşme ve ekonomik istikrar/kalkınma sorunla­
rını çözmelidir. Diğer bir deyişle, Türkiye hızla değişen dünya içinde
sadece jeopolitik konumuna ve güvenliğine endekslenerek güçlü ola-
savaş sonrası dünyada türkiye'nin tercihleri (ı) 45

maz. Aksine demokratikleşme-ekonomik kalkınma-güvenlik ilişkisini


beraber düşünerek kendi sorunlarına eğilen Türkiye, hem Kuzey Irak,
hem Irak, hem de Ortadoğu'nun geleceğine katkıda bulunacak güçlü
bir aktör olacaktır. İkincisi, Türkiye ne kendi başına ve ikili ilişkilerle
uluslararası sistemde varlığını sürdürebilecek çok büyük bir ülkedir, ne
de bir çırpıda dışlanacak ve sadece güçlünün (ABD'nin) yanında yera­
larak rahatlayabilecek zayıf bir ülkedir. Türkiye G-20 ülkeleri içinde
olan orta-güçte bir ülke, ama Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya ekse­
ninde, jeopolitik gücü, kurumsallaşmış modernleşmesi ve eksiklikleri
olsa da yapılanmış demokrasisiyle bir kilit ülkedir. Bu anlamda, Irak
ile başlayarak Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılması süreci, Türki­
ye'yi tamamen dışlayarak yapılamaz. Bu anlamda, Türkiye savaş son­
rası dönemi sadece Kuzey lrak'la sınırlı görmemelidir. Ne ulus ne de,
devlet olabilmiş lrak'ın ulus-devlet olma sürecine, Türkiye modernite­
si, kurumları ve demokrasisiyle ciddi (askeri değil) siyasi katkıda bu­
lunma potansiyeline sahiptir. Türkiye'nin yoğunlaşma alanı da askeri
değil, siyasal ve ekonomik olmalıdır. Üçüncü ve en önemli ders, Tür­
kiye'nin Bush yönetimi altındaki ABD ile ortaklığının "stratejik ve
karşılıklı bir ortaklık ilişkisi" değil, "tektaraflı bir güç" ilişkisi olduğu­
nun kavranmasıdır. Tüm dünya sisteminde ciddi bir kriz yaratan ABD
tektaraflı hegemonyasının Irak Savaşı'nda Türkiye'den istekleri ve bu
isteklerin Ortadoğu'nun savaş temelinde yeniden yapılandırılmasında
da sürme olasılığı, ne tarihsel ne de siyasi temeli olan stratej ik ortak­
lık kavramıyla meşrulaştırılmamalıdır. Türkiye ABD'nin müttefikidir,
tarihsel olarak bu müttefiklik ilişkisi önemli kalmış, belli kesintilere
uğramış ama devam etmiştir. Bundan sonra da devam edecektir. Müt­
tefiklik ilişkilerinin iyi olması da her iki ülke için önemlidir. Ama, unu­
tulmamalıdır ki, Türkiye-ABD ilişkileri ne coğrafi, ne kültürel, ne eko­
nomik, ne de siyasi bir derinliğe sahiptir.
Aksine, Türkiye-AB ilişkileri coğrafi, kültürel, ekonomik ve si­
yasi derinliğe sahip ilişkilerdir. Bu anlamda, Türkiye'nin tercihi AB
üzerinde olmalıdır. Türkiye Kopenhag siyasi kriterlerinin uygulamaya
sokulmasını gerçekleştirmeli, demokratikleşme sorunlarını çözme ve
46 dış politika ve demokratikleşme

ekonomik istikrarını sağlama girişimine ağırlık vermeli ve kendisini


2004 Helsinki Zirvesi'ne hazırlamalıdır. Bu girişim, Türkiye'nin
lrak'ın ve Ortadoğu'nun sancılı geçme olasılığı yüksek olan yeniden
yapılanma sürecine ciddi siyasal ve ekonomik katkıda bulunmasını
sağlayacaktır. Monist, tek doğru temelinde hareket eden söylemlerden
farklı olarak, bu girişim Türkiye'ye hem ahlaki hem de stratejik temel­
de hakettiği demokratik kimliği verecektir.
Savaş Sonrası Dünyada
Türkiye'nin Tercihleri (i l):
Niye Avrupa Birliği?

1 rak Savaşı sonrası dönemde Türkiye'nin tercihlerini irdeleyen bir


önceki yazımda, Türkiye'nin ciddi bir kavşak noktasına geldiğini ve
dış politika tercihlerini çokboyutlu bir anlayışla ve uzun dönemli yap­
ması gerektiğini önerdim. Türkiye'nin tercihinin, ABD ile müttefiklik
ilişkilerini geliştirmek ve Ortadoğu'nun kalıcı bir istikrara kavuşması­
na siyasi ve ekonomik katkıda bulunmayı içermekle birlikte, esas ola­
rak AB üzerinde olması gerektiğini vurguladım. Bu devam yazısında,
bu önerimi Türkiye-ABD ve Türkiye-AB ilişkilerini karşılaştırarak des­
teklemeye çalışacağım.

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ
Daha önce belirttiğimiz gibi Türkiye-ABD ilişkileri önemli bir mütte­
fiklik ilişkisi olmakla birlikte, coğrafi, kültürel, ekonomik ve siyasi bir
derinliğe sahip ilişkiler değildir. Avrupa'dan farklı olarak, Türkiye ile
ABD arasında ciddi bir coğrafi uzaklık vardır ve bölgesel oluşumların
çok önemli olacağı küreselleşen dünyada coğrafi yakınlık ülkelerin dış
politika tercihleri için önemli bir faktördür. Kültürel düzeyde de, Tür­
kiye'nin modernleşme sürecinin Batılılılaşma temelinde olması ve Av-
48 dış politika ve demokratikleşme

rupa projesinin Türkiye'nin geleceği için ana referans noktası olarak


kabul edilmesi, ABD'nin Türkiye'nin kültürel bir ortağı olmadığını
göstermektedir. Türkiye de ABD için kültürel bir referans oluşturma­
maktadır. ABD'de yaşayan Türkler nitelikli işgücünü oluşturmaktadır,
ama ABD çokkültürlü yapısı içinde temel bir kimlik değildirler. Türki­
ye'nin, AB'den farklı olarak, ABD'nin kültürel kimliğine bir maliyeti
ve önemli bir katkısı yoktur.
Siyasal düzeyde, Türkiye-ABD ilişkileri özellikle güvenlik ve as­
keri alanda oluşan bir müttefiklik ilişkisidir. Bir entegrasyon ilişkisi de­
ğildir, siyasi bir dönüşümü ya da talebi içeren bir nitelik taşımamakta­
dır. ABD için, Türkiye'nin jeopolitik konumu önemlidir, demokratik
ve güçlü bir ülke olması ikincil önemde olmuştur. Ekonomik düzeyde
de, Türkiye, AB' den farklı olarak, ABD'nin ekonomik bir ortağı değil­
dir. Türk ekonomisine ABD katkısı ağırlıklı olarak IMF yoluyla ol­
muştur. Bu katkı, 19 Şubat krizi sonrası dönemde önemliyken, Türk
ekonomisinin üretim temelinde büyümesine ve istikrarına etkisi sınırlı
bir katkıdır. Dahası, Irak Savaşı sürecinde gördüğümüz gibi, IMF yo­
luyla kurulan bu ilişki, ABD'nin Türkiye'den isteklerini gerçekleştir­
mede kullanabileceği bir araç niteliğini de taşımaktadır.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ
Aksine, daha önce belirttiğimiz gibi Türkiye-AB ilişkileri coğr'-fi, kül­
türel, ekonomik ve siyasi derinliğe sahip ilişkilerdir. Türkiye-AB ilişki­
leri bir müttefiklik değil, karşılıklılık esasına dayanan bir entegrasyon
ve bütünleşme ilişkisidir. Bu ilişkiler özünde stratej ik ortaklığa daya­
nan, çokboyutlu, kültürel, siyasi ve ekonomik maliyeti, katkısı ve ge­
tirisi yüksek ve sistem-dönüştürücü nitelikte ilişkilerdir. "Kültürel ve
coğrafi düzeylerde ", Türkiye-AB ilişkileri Avrupa kimliğinin çokkül­
türlü bir moderniteye dönüştürülmesini içeren, ama aynı zamanda da
Türk modernitesinin demokratik ve çoğulcu bir nitelik kazanmasını
talep eden ilişkilerdir. " Siyasi düzeyde" , Türkiye-AB ilişkileri tam üye­
lik sürecini içeren ve siyasi bütünleşme olgusunu içeren ilişkilerdir. Ay­
nı zamanda da, Türkiye' de devletin demokratik, etkin, şeffaf ve _so-
savaş sonrası dünyada türkiye'nin tercihleri (11): niye avrupa birtiği? 49

rumlu olmasını talep eden ilişkilerdir. Bu anlamda, Türkiye-AB ilişki­


leri Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkilerini radikal biçimde değişti­
ren, toplumu "haklar dili" temelinde güçlendiren ve çoğullaştıran, si­
vil haklar ve özgürlükler alanını genişleterek, yeni bir vatandaşlık an­
layışı yaratan ilişkilerdir. "Ekonomik düzeydeyse", AB ülkeleri Türk
ekonomisinin en önemli ve birincil hareket alanını oluşturmaktadırlar.
AB'nin Türkiye'nin ekonomik olarak büyümesine ve kalkınmasına
katkısı çok önemlidir. Bu katkı üretim alanında olup, Türk ekonomi­
sine kurumsal ve yasal bir temel oluşturmakta ve yatırımlar için risk
faktörünü minimize ederek ekonomik canlılığa yol açabilecek ilişkiler­
dir. Dahası, Türkiye-AB ilişkileri, devlet-toplum ilişkilerinin "haklar
dili" temelinde düzenlenmesini içerdiği için, Türkiye'nin yapısal işsiz­
lik ve açlık ve dağılım adaletsizliği sorunlarını çözebilecek ilişkilerdir.
Diğer taraftan, Türkiye de AB için çok önemli bir pazardır. Türk eko­
nomisinin canlılığı ve genç nüfusuyla dinamik yapısı, Türkiye'yi AB
ülkeleri için önemli bir pazar konumuna getirmektedir.
Türkiye-AB ilişkilerinin bu olumlu yapısını belirtmek, bu ilişki­
lerin taşıdığı çelişki leri, karmaşıklığı ve hatta çatışmaları gözardı et­
mek değildir. Şüphesiz ki, Türkiye'nin AB tercihinin gerçekçi olabilme­
si, AB'nin Türkiye'ye bakışına bağlıdır. 1 1 Eylül sonrası dünyanın as­
keri gücü önplana çıkartan niteliğini ve terörizme karşı küresel müca­
deleyi " engelleyici ve önleyici savaş" olgusuna indirgeyen yapısını gö­
zardı eden AB, Irak Savaşı'yla ciddi bir sarsıntı geçirdi. İngiltere
ABD'nin ciddi ve savaşa giren en büyük ortağı oldu, bu süreci diğer ül­
keler izledi ve bu ülkelerle Almanya-Fransa ortaklığı arasında yaşanan
kriz ortaya çıktı.
Irak Savaşı hem ABD-Avrupa ilişkilerinde, hem de AB içinde
onarılması zaman alacak ve güçlü bir siyasi irade gerektirecek çatlak­
lara yolaçtı ve AB'yi de, Türkiye gibi, ciddi bir kavşak noktasına getir­
di. AB artık 1 1 Eylül sonrası dünyanın değişen yapısını hesaba katma­
dan, kendisi ve geleceğiyle ilgili kararlar alamaz. AB artık genişleme
sürecini sadece demokratikleşme ve ekonomik gelişme ekseninde göre­
mez. AB güçlü ve ortak bir dış politika geliştirmek gereksinimindedir.
§O dış politika ve demokratikleşme

Jeopolitik boyut da, demokratik ve ekonomik boyutlar kadar Avrupa


kimliğinin tanımlayıcı ögesi olacaktır. Genişleme süreci ve AB'nin ge­
leceği, " demokratikleşme, ekonomik gelişme ve güvenlik" ekseninde
kurulacaktır. Bu anlamda, Türkiye AB için artık sadece kültürel değil
(AB'nin çokkültürlü bir nitelik kazanması bağlamında), aynı zamanda
güvenlik temelinde ve j eopolitik temelde önemli bir ülkedir. AB'nin
önemli bir küresel güç olma yolunda yapacağı tercih, Türkiye'yi içere­
cektir.
Tüm bu noktalar temelinde, Türkiye'nin Irak Savaşı sonrası dö­
nemde doğru ve anlamlı tercihinin, AB olması gerektiğini önermek is­
tiyorum. Bu tercih Türkiye'nin ABD ile müttefiklik ilişkilerini geliştir­
mesini engellemez, aksine bu ilişkilerin güçlenmesine ve karşılıklı bir
müttefiklik ilişkisine dönüştürülmesine katkıda bulunur. Türkiye'nin
AB tercihi, Ortadoğu'nun yaşadığı bu belirsizlik sürecine önemli siya­
si ve ekonomik katkılarda bulunmasını da dışlamaz. Aksine, demok­
ratikleşmesini derinleştirdiği ve ekonomisinde istikrar sağladığı sürece,
Türkiye'nin Ortadoğu'nun yeniden yapılanma sürecine verebileceği si­
yasi ve ekonomik katkı da artacaktır.
Türkiye Kopenhag siyasi kriterlerinin uygulamaya sokulmasını
gerçekleştirmeli, demokratikleşme sorunlarını çözme ve ekonomik is­
tikrarını sağlama girişimine ağırlık vermeli ve kendisini 2004 Helsinki
Zirvesi'ne hazırlamalıdır. Monist, tek doğru temelinde hareket eden
söylemlerden farklı olarak, bu girişim Türkiye'ye hem dış politikasını
çok boyutlu ve uzun dönemli yapılandırmak, hem de uluslararası sis­
tem içinde demokratik bir kimlik kazanma olasılığını verecektir.
Türkiye Savaşı Nasıl Okumall?

avaş üzerine tarihsel, sosyoloj ik ve uluslararası ilişkiler kuramı


S içinde yapılan çalışmalar, aralarındaki farklılıklara rağmen, iki
noktada birleşirler: Birinci nokta, savaşın bir an, bir tarih, bir durum
olarak değil, aksine bir "süreç" olarak ele alınmasıdır. Bu süreç, savaş
öncesi, sıcak savaş ve savaş sonrası dönemlerden oluşmaktadır. İkinci
ve daha önemli nokta, bu sürecin düzgün ve yapılmış planlara göre
ilerleyen değil, aksine çelişkileri, zikzakları, beklenmeyen ve çapraşık
gelişmeleri içerdiğidir. ABD öncülüğünde lrak'a karşı başlatılan, ulus­
lararası meşruiyeti ve uluslararası konsensüsü olmayan ve giderek in­
sanlığa karşı suça dönüşme olasılığı taşıyan bu savaş bu iki noktayı da
sergilemektedir. Bu durumu hem Irak Savaşı öncesi dönemde, hem de
bugün yaşadığımız sıcak savaş içinde gördük, Irak'ın yeniden yapılan­
dırılması olarak tanımlanan savaş sonrası dönemde de göreceğiz.

DÜN, BUGÜN, YARIN


Savaşın çelişkiler ve beklenmeyen gelişmeler taşıyan uzun ve çapraşık
bir süreç olduğunu ilk önce, dünyayı tektaraflı olarak ve salt askeri gü­
ce dayanan bir hegemonya anlayışıyla yeniden kurmaya çalışan Bush
52 dış politika ve demokratikleşme

yönetimine karşı BM Güvenlik Konseyi içinde ve küresel sivil inisiya­


tif tarafından verilen mücadeleyle gördük. ABD'nin "ben güçlüyüm,
bu nedenle haklıyım" yaklaşımı, savaş öncesi dönemde, ne Güvenlik
Konseyi'nde ciddi bir muhalefetle karşılaşacağını, ne de "sen haksız­
sın" diyen dünya ölçeğinde başlatılan ve çok büyük çapta gelişen sa­
vaşa karşı küresel sivil inisiyatifi düşünmüştü. Savaş kararı alındığı za­
man, ABD ve İngiltere'nin beklentilerinin aksine, uluslararası konsen­
süs biı savaşın haksız ve meşruiyet zemini olmadığı üzerineydi. ABD­
AB ilişkileri; BM, AB ve NATO gibi çok önemli kurumlar ve uluslara­
rası ilişkilerin özü olması gereken diplomasi çok ciddi yaralar almıştı.
Savaş sürecinin ortaya çıkardığı bu beklenmeyen duruma karşı
ABD ve İngiltere aldıkları savaş kararına meşruiyet kazandırmak için
üç-boyutlu bir öneri getirdiler. Artık savaşın amacı sadece Irak'ın (o
güne kadar varlığı ispatlanamamış) kitle imha silahlarından arındırıl­
masıyla sınırlı değildi; savaş lrak'a demokrasi ve özgürlük getirecekti,
ikinci olarak savaş çok kısa sürecek ve Irak halkı işgalci gücü bayrak­
lar ve çiçeklerle karşılayacaktı ve üçüncü olarak da "Filistin soru­
nu"nu çözme olasılığı, hazırlanmış olan bir "yol haritasıyla" yaşama
geçirilecekti. Fakat, savaşın kısa değil, uzun süreceği ortaya çıktı.
Irak'ın direnci de giderek artıyor. ABD ve İngiltere lrak'a demokrasi ve
özgürlük değil, aksine yok etme, ölüm ve nefret getiren işgalci ve sö­
mürgeci güçler olarak görülüyor. Bu yargı giderek yaygınlaşacak. İsra­
il-Filistin sorununun bu süreçten sonra adaletli ve hakkaniyetli bir te­
melde çözümlenmesini de bekleyemeyiz. Bu ABD ve İngiltere'nin hesa­
ba katmadığı, beklenmeyen gelişmelere paralel olarak, savaşa karşı
hem küresel sivil inisiyatifin gücü ve yaygınlığı sürüyor, hem de Rus­
ya, Çin ve Almanya gibi güçlü aktörler ve BM savaşın haksızlığı gö­
rüşlerini dile getiriyorlar.
Çelişkilerle dolu bir dönemi, savaş sonrası da göreceğiz. Bu,
eğer o noktaya gelirsek, lrak'ın yeniden yapılandırılması döneminde,
hangi gücün inisiyatifi elinde tutacağı sorusu temelinde yaşanacak.
ABD'nin tektaraflılığını engelleyici yorum daha bugünden ve ilginç
olarak BM'ye bu rolün verilmesini isteyen İngiltere'den geldi. İspanya
türkiye savaşı nasıl okumalı? 53

İngiltere'yi destekledi, Fransa bu dönemin içinde yer almak istediğini


açıkladı. Savaş sonrası dönem de, öncekileri gibi, ciddi belirsizlikleri,
çelişkileri ve mücadeleleri içerecek.
Savaşın bir süreç olarak görülmesi üzerine şu ana kadar yaptı ­
ğım çözümlemeden, iki önemli sonucun çıkartılabileceğini düşünüyo­
rum. Birincisi, lrak'a karşı başlatılan savaş, haksız olmasının ve meş­
ruiyet zeminine sahip olmamasının ötesinde, lrak'ta başlayan direniş­
le birlikte ve uzadıkça "insanlığa karşı suç"a dönüşme potansiyelini
taşımaktadır. Bu durum, çöl sıcakları başladığı zaman ve susuzluk so­
runu derinleştikçe çok ciddi bir olasılık kazanacaktır. Savaşa karşı ko­
numumuzu alırken ve savaştan konuşurken, bu olasılığı gözardı ede­
meyiz. İkinci olarak, küresel düzeyde alınan savaş karşıtı konum, bel­
ki lrak'a karşı savaşı engelleyememiştir, ama Bush doktrininin dünya­
yı tektaraflı olarak yeniden kurma girişimine büyük bir darbe vurmuş­
tur. lrak'ta yaşanan direniş ve insanlık dramı, ABD savaşı kazansa bi­
le, savaşın karmaşık ve beklenmeyen gelişmelerle dolu olduğunu he­
saplayamayan Bush yönetiminin yenilgisini ortaya çıkartacaktır.

TÜRKİYE VE SAVAŞ
Türkiye bugüne kadar savaşa dolaysız taraf olmayarak çok doğru bir
karar almıştır. Bilinçli ya da bilinçsiz, savaşın karmaşık ve beklenme­
dik gelişmeler içeren uzun dönemli bir süreç olduğunu kavrayarak ve
böylece savaşa taraf olmayarak, Türkiye doğru ve saygın bir karar al­
mıştır. Bugün, savaşın gidişatına baktığımız zaman, ABD öncülüğün­
deki koalisyon ordusuna karşı giderek artan halk direncini gördüğü­
müz zaman, dünya ölçeğinde gücünü koruyan savaş karşıtı küresel si­
vil inisiyatifi kaale aldığımız zaman ve en önemlisi savaşın insanlığa
karşı bir suça dönüşme olasılığını ciddiye aldığımız zaman, Türki­
ye'nin savaşa taraf olmamasının hem ahlaki hem de stratej ik açıdan ne
kadar önemli olduğunu görürüz. Dahası, Türkiye güçlünün yanında
yeralması gerekir diyen savaş yandaşı tutumun yarattığı, ilk önce ABD
tarafından cezalandırılma, sonra dünyadan izole edilme ve en son ola­
rak Arjantinleşme ve ekonomik kriz gibi kabus senaryolarının aksine,
54 dış politika ve demokratikleşme

Türkiye'nin Ortadoğu'daki (Kafkasya ve Balkanlar'da da) "kilit ülke"


ve "bölgesel güç" konumu ve jeopolitik önemi de devam etmektedir.
ABD Dışişleri Bakanı Powell'ın yaptığı ziyaret ve Türkiye' den "lojistik
ve insani destek" sağlama için istekte bulunması, Türkiye'nin ABD ve
Ortadoğu için öneminin bir kanıtıdır.
Powell'ın ziyaretinden iki önemli sonuç çıkartmalıyız. Birincisi,
lrak'ta olanlara sadece çıkar-temelli yaklaşan savaş yandaşı konumun
tekrardan gündeme getirmek istediği üçüncü tezkere ve buna bağlı ya­
rattığı, Türkiye Kuzey lrak'ta sıcak savaşa girmek zorunda kalacak ka­
bus senaryosunun ne kadar havada ve geçersiz olduğunu böylece bir
kere daha görmüş olduk. İkincisi de, Türkiye'nin bu savaşın dışında
kalmasının önemi bir kere daha ortaya çıktı. Savaşın dışında kalan
Türkiye, hem dünya ölçeğinde ahlaki temelde saygın bi� konumdadır,
hem stratejik açıdan kilit bir ülke konumunu sürdürmektedir, hem de
lrak'ın geleceğinde önemli bir rol oynama şansına sahiptir. Umarım
.
Powell'ın ziyaretinden bu noktaları çıkartırız, savaşa çıkar temelli ve
kabus senaryoları yaratarak bakmaktan vazgeçeriz ve savaşın bir "sü­
reç" olduğunu kavrayarak Türkiye için gerekli olan ahlaki ve stratejik
düzeydeki tartışmalarımızı devam ettiririz.
Uzun bir süreç olarak bu savaşın yaratacağı ahlaki ve insani so­
runları Türkiye taşıyamaz. Esas bu tür sorunları taşıyan Türkiye, cid­
di bir uluslararası yalnızlaşmaya gider. Savaşın dışında kalan bir Tür­
kiye, daha tutarlı, ahlaki ve ilkeli bir dış politika yürütmüş olacaktır.
Aynı zamanda, stratejik düzeyde de, Türkiye savaş süreci içinde oluşa­
cak gelişmelere göre yeni dış politika manevraları yapma olanağına sa­
hip olacaktır.
Evet doğrudur, Türkiye yapısal çözümler isteyen çok ciddi eko­
nomik sorunlara sahiptir. Evet doğrudur, AKP yönetimi bu güne kadar
tutarlı ve güven inşa edebilecek bir ekonomik yaklaşıma sahip olma­
mıştır. Ama unutmayalım ki, bu sorunlar savaşla ortaya çıkmamış,
Türkiye'deki popülist ve devletçi yönetim tarzının yarattığı sorunlar­
dır. Bunların çözümünü, Türkiye savaşa endekslememelidir. Bu sorun­
lar Türkiye'nin kendisinin çözeceği sorunlardır. Üstelik, yaşadığımız
türkiye savaşı nasıl okumalı? 55

savaş süreci de özünde ekonomik değil, siyasi bir süreçtir ve siyasi ola­
rak çözümlenecektir. Türkiye tutarlı bir dış politika sürdürdükçe, ken­
di içinde güçlü oldukça ve savaşa insani ve ilkeli yaklaştıkça, bu siya­
si çözüm sürecinde önemli bir aktör olarak yer alma şansına sahiptir.
Yapılması gereken kabus senaryoları üretmek, korku ortamı yarat­
mak, savaşa sadece güç ve kısa dönemli çıkar temelinde yaklaşmak de­
ğildir: aksine ilkeli olmak, uzun dönemli düşünmek ve komşumuzda­
ki yangını değil insanlık dramını içimizde hissederek dış politikamızı
belirlemektir.
"Amerikan Yüzyıll" ve Türkiye

" arihi insanlar yapar, ama kendi seçtikleri koşullar altında de-
T ğil." Kari Marx'ın yaptığı bu önemli yöntemsel saptama,
Marx öğretisinin sadece siyasal ekonomi değil, aynı zamanda sosyolo­
ji, antropoloji, siyaset kuramı ve tarih gibi önemli bilim alanları için­
de de merkezi bir konuma oFurtulmasını sağlamıştır. Marx bu sapta­
masında bize şu ikazda da bulunuyor: tarihsel gelişmeler ve değişimler
aktörlerin (devletlerin, siyasal seçkinlerin, liderlerin) kararları temelin­
de oluşur, ama bu kararlar aktörlerin seçmedikleri ama içinde yaşadık­
ları sistemden, sistemsel dönüşümlerden bağımsız değillerdir. Daha da
önemlisi, sistemi ve sistemsel dönüşümleri doğru hesaba katan karar­
ları alan aktörler tarihsel gelişim içinde başarılı olurken, bunu yapa­
mayanlar başarısız olurlar.
Türkiye'de devlet-merkezci ve neoliberal görüşler, aralarındaki
farklara rağmen, uluslararası sistemi ve sistemsel dönüşümleri doğru
okuyamamakta veya salt güvenlik temelli gücü abartılmış bir Türkiye
vizyonunu, ya da salt serbest pazar temelli ve zayıflığı abartılmış bir
Türkiye vizyonunu savunmaktadırlar. Bu durum Türkiye'yi sürekli
korkular, cezalandırmalar, yalnızlaşmalar ve krizler içinde yaşayan bir
58 dış politika ve demokratikleşme

ülke konumuna sokuyor. Bu vizyonlara karşı, sistemsel dönüşümleri


çözümleyen ve bu temelde dış politika oluşturan alternatif bir yaklaşı­
ma gereksinimimiz var. Türkiye'nin tarihini Türkiye'deki aktörler ya­
pacaktır, ama kendi seçtikleri koşullarda değil. Bu koşulların kısa bir
çözümlemesini aşağıda yapacağım.

HEGEMONİK ÇELİŞKİ VE 11 EYLÜL


Soğuk Savaş'ın bitiminden beri yaşadığımız uluslararası sistem hızla
değişiyor ve bu değişim içinde 1 1 Eylül ve arkasından Irak işgali ciddi
bir kırılma yarattı. Bu kırılmayı bugün, hem ABD hegemonyasının de­
ğişen niteliği ve bu hegemonyanın Irak Savaşı bağlamında yaşadığı çe­
lişkiler içinde, hem de Amerika-Avrupa ilişkilerinin giderek farklılaşan
yapısında görüyoruz.
Birinci boyut bağlamında Türkiye'de yapmamız gereken, ABD
hegemonyasının dünyayı tektaraflı olarak "Amerikan Yüzyılı" teme­
linde yeniden kurma projesiyle bu projenin yaşama geçirilmesi arasın­
da yaşanan belirsizlikleri, çelişkileri iyi okumaktır. Bu projenin en za­
yıf halkası olan lrak'la başlayan süreç bugün bu çelişkileri ortaya çı­
kartıyor. Irak işgali kapalı bir toplumun liberalleşmesini ve demokra­
tikleşmesini değil, aksine otoriter ve sektiler bir tiranın yokedilmesiyle
birlikte ortaya çıkan kaotik, her gün işgal güçlerine karşı saldırıların
olduğu ve dinsel köktenciliğin güçlendiği bir belirsizlik sürecini yaratı­
yor. Tiranı yokeden ama demokratikleşme yerine kaosla yüzleşen ABD
bugün, "Vietnam sendromu yeniden canlanıyor mu?" riskini yaşa­
makta ve giderek retorikte sürekli vurguladığı " benimle olmayanı ce­
zalandırırım" söyleminden vazgeçerek, gerçeklikte "çoktaraflı anlaş­
malar yapma" girişimine girmektedir.
ABD'de Bush doktrini üzerine yapılan tartışmalarda Irak işgalini
destekleyenler bile, bu doktrinin tektaraflı niteliğini eleştirmekte ve ABD
için önemli ülkelerle çok taraflı ilişkiler geliştirilmedikçe Amerikan Yüz­
yılı projesinin yaşama geçirilmesinin çok zor, hatta olanaksız olduğunu
vurguluyor. Bu anlamda, ne Çin, ne Rusya ne de Türkiye cezalandırıl­
makta, aksine anlaşma yapılması gereken ülkeler konumlarını sürdür-
..amerikan yüzyılı" ve türkiye 59

mektedirler. Tam da bu noktada, cezalandırma retoriğiyle çoktaraflı iş­


birliğine zorlanma gerçekliği arasındaki farkı ve çelişkiyi görebiliriz. So­
nuçta, uluslararası sistemde 1 1 Eylül sonrası değişimi okurken Ameri­
kan Yüzyılı projesini çok ciddi olarak çözümlememiz gerektiğini unut­
madan, ama bunu yaparken bir taraftan proje ile projenin yaşama geçi­
rilmesi sürecinde, diğer taraftan da cezalandırma retoriğiyle çoktaraflı
ilişkilere zorlanma gerçekliği arasındaki çelişkileri hesaba katmamız ge­
rektiğini önermek istiyorum. Hızla değişen dünyada önemli bir kavşak
noktasında bulunan Türkiye'nin dış politikasını geliştirirken böyle bir
uluslararası sistem okuması yapması yararlı olacaktır.
Böylece Irak Savaşı sonrası dönemde Türkiye'nin " kilit ülke" ko­
numunun devam ettiği ve yakın gelecekte retorikte yeni muhafazakar­
ların Türkiye eleştirileri devam etse de "Türk askerlerini gözaltına al­
ma" gibi sorunlar yaşansa da, gerçeklikte ABD'nin Türkiye'yle ilişkile­
rini geliştirme girişiminde olacağını görebiliriz. Türkiye'nin Irak Sava­
şı'na girmemesinin hem ahlaki hem de stratejik temelde önemi ve tutar­
lılığı bugün daha da belirginleşmektedir. Türkiye modernite kurumları,
forma) demokrasisi ve ekonomik yaşamıyla siyasi ve ekonomik anlam­
daki kilit konumunu Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde sür­
dürmektedir. Bu temelde Türkiye'nin ABD için siyasi ve jeopolitik öne­
mi azalmanın aksine artacaktır.

Cennet ve Güç
1 1 Eylül sonrası dünyada uluslararası sistemi ve yaşadığımız sistemsel
değişimi çözümlemede Türkiye için ikinci önemli gönderim noktası
Amerika-Avrupa ilişkileri ve bu ilişkilerde bugün yaşanan ciddi kırıl­
madır. Bu bağlamda, çok önemli bir kitap bu yıl, yeni Amerikan mu­
hafazakarlarının ideologlarından olan Robert Kagan tarafından Cen­
net ve Güç "' adıyla yayımlandı. Kagan'a göre, artık Amerika'nın ve
Avrupa'nın aynı dünya vizyonunu paylaştığı, benzer çıkarlara sahip
olduğu ve temelde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gelişen transatlan-

(*) Robert Kagan, Of Paradise and Power: America and Europe in the New World Order, Knopf,
2003.
6o dış politika ve demokratikleşme

tik paktı içinde hareket ettikleri düşüncesinden vazgeçmeliyiz. 1 1 Ey­


lül sonrası dünya, Avrupa'nın askeri güç sonrası, demokratikleşme ve
ekonomik kalkınma ekseninde kurduğu bir medeniyet vizyonuyla,
Amerika'nın askeri güç, salt güvenlik ve tektaraflı önleyici savaş ekse­
ninde kurduğu bir dünya liderliği vizyonu arasındaki gittikçe artan bir
farklılaşmayı ve kırılmayı simgeliyor. Bugün Avrupa'nın vaadettiği li­
beral demokrasi temelinde işleyen bir "cennet" ile Amerika'nın yaşa­
ma geçirmeye çalıştığı tektaraflı bir "güç" projesiyle karşı karşıyayız.
Kagan'a göre bu durumu hem Avrupa'nın, hem Amerika'nın, hem de
dünyanın (ve Türkiye'nin) kabul etmesi gerekir.
Kitap bu düşünceyi farklı boyutlarda açtıktan sonra, ki bu bo­
yutları Türkiye'de ciddi bir şekilde tartışmamız gerektiğini düşünüyo­
rum, iki sonuca varıyor: Birincisi, Amerikan hegemonyası ve askeri
güce dayalı dünyayı tektaraflı olarak yeniden kurma projesi Avrupa
için esas tehditi oluşturuyor; ikincisi, Kagan Avrupa'nın cennetinin
Amerika'nın gücüne, dolayısıyla hegemonyasına karşı duramayacağı
için bu hegemonyayı kabul etmesi gerektiğini öneriyor. Bu sonuçlara
katılmamakla birlikte, Kagan'ın esas Avrupa-Amerika kırılması sapta­
masının doğru olduğunu ve bugün uluslararası sistemin değişen niteli­
ğinin çok önemli bir ayağını oluşturduğunu düşünüyorum.
Bu ayrım Avrupa'yı ya ABD hegemonyasını kabul etmek ya da
bu tektaraflı güç ve savaş eksenli hegemonyaya karşı güçlü bir alterna­
tif oluşturacak ortak bir dış politika ve stratej ik kültür yaratmak ter­
cihiyle yüzleştiriyor. Bu durumda, Türkiye Avrupa için sadece " kültü­
rel bir test" değil ama aynı zamanda ve daha önemli olarak, "jeopoli­
tik bir test"tir. Türkiye'nin Avrupa için artan önemi bu temelde gide­
rek artmaktadır. Demokratikleşme ve ekonomik kalkınma sorunlarını
çözmüş Türkiye Avrupa'nın yapacağı ya da yapmaya zorlandığı bu
tercihin içinde önemli bir rol oynamakta ve oynayacaktır.
Evet, tarihi insanlar yapar, ama kendi seçtikleri koşullar altında
değil. Bu koşulları iyi okuyanlar tarihte kazanırlar. Türkiye uluslara­
rası sistemin değişen koşullarını iyi okumalıdır. Bu iyi okuma bize,
Türkiye'nin cennet ve güç arasındaki kilit konumunu, kültürel ve je-
"amerikan yüzyılı" ve türkiye 61

opolitik önemini gösterecektir. Kendi iç sorunlarını çözmüş, dünyanın


hızla değişen yapısını iyi okuyan ve yaşadığımız değişimin karmaşık ve
çokboyutlu niteliğini anlayarak dış politikasını yapan bir Türkiye
farklı ve güçlü bir Türkiye olacaktır.
Amerikan Dış Politikası, Irak ve Türkiye

avaşın bir an ya da bir olay değil, aksine karmaşık ve belirsizlikler


S . içeren bir süreç olduğu ve bir savaşı gerçekte kazanan tarafın aske­
ri başarıyı siyasal başarıya dönüştüren taraf olduğu gerçeklerini Irak
Savaşı'nda da çok net olarak görüyoruz. Saddam rejimini deviren
ABD liderliğindeki işgal gücünün askeri zafer ilan ettiği günden bugü­
ne yaklaşık beş ay geçti. Saddam sonrası lrak'ın yeniden yapılanması
olarak adlandırılan süreç, yeni muhafazakar söylemin içi boş demok­
ratikleşme ve liberalleşme söylemlerinin aksine, tam bir siyasal karma­
şıklığı ve giderek artan bir biçimde de siyasal bir başarısızlığı içeriyor.
Bir tiranın yokedilmesi lrak'a savaş yoluyla "açık pazara dayalı libe­
ral bir düzen" i getirecekti; ama ortaya çıkan, hiçbir denetimin olma­
dığı, her türlü terörizme açık, direnmeyle terör arasındaki sınırın orta­
dan kalktığı bir terörizm açık pazarı oldu. Bir tiranın yokedilmesi, sa­
vaş yoluyla lrak'a "demokrasi" getirecekti; ama gerçekte yapılan pan­
doranın kutusunu açmak, farklı etnik/dinsel kimliklerin ortaya çıkma­
sına ve kanlı geçme olasılığı çok yüksek bir güç kavgasının başlaması­
na katkıda bulunmak oldu. Bir tiranın yokedilmesi, savaş yoluyla Irak .
halkına "güvenlik" getirecekti: ama yaratılan temel gereksinimlerden
64 dış politika ve demokratikleşme

yoksun, her an ölüm tehlikesi içinde yaşayan ve güvensizlik duygusu­


nu varlığının her alanında hisseden bir Irak halkı oldu.

YENİ MUHAFAZAKARLARIN İKİLEMİ


Yaklaşık bir ay süren Kanada ve Amerika gezimde, hem görsel med­
yadan, hem yazılı basından, hem de siyasi aylık dergilerden Amerikan
iç ve dış politikası üzerine çalışmaları ve yorumları izleme imkanını
buldum. Saddam sonrası lrak'ın yeniden yapılanması sürecinin beşin­
ci ayında, Arnerika'da artık zaferden değil siyasal karmaşadan, hatta
siyasal başarısızlıktan söz ediliyor. Her gün öldürülen askerlerin yeni
bir "Vietnam Sendromu" yaratma olasılığından bahsediliyor. Ameri­
kan askerlerinin ne zaman lrak'tan çekileceği sorusu yavaş yavaş dil­
lendirilmekte. 1 1 Eylül'ün ikinci yıldönümü için yapılan programlar­
da ve yazılan yazılarda Irak'ta yaşanan siyasal sorunların ve çelişkile­
rin yanısıra, Afganistan da tekrardan gündeme getiriliyor ve Taliban'ın
giderek yeniden canlanmasından konuşuluyor. Sorulan soru şu: acaba
Irak gibi, Afganistan da mı bir siyasal karmaşaya sürükleniyor? Baş­
kan Bush'un bu hafta yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında Irak ve Af­
ganistan için istedigi 83 milyar dolarlık ek bütçe cumhuriyetçiler dışın­
da ciddi eleştiriler alıyor. Blair kadar olmasa da Bush ve yeni muhafa­
zakarlar savaşın asıl nedeni olarak gösterilen kitle imha silahlarının
nasıl hala bulunamadığı sorusuyla sıkıştırılıyorlar.
Bu tür eleştiriler içinde yeni muhafazakarlığın ikilemi yatıyor:
güvenlik ve askeri güç temelli ABD hegemonyasını tektaraflı qlarak
I
dünyada pekiştirme girişiminin işlemediği, daha bu girişimin i lk ayağı
olan lrak'ta ortaya çıkıyor. Üstelik, bu hegemonya pekiştirme girişimi­
nin terörizme karşı mücadeleyi engelleyici savaşa indirgeyen ve haydut
devletler diye tanımlanan devletlerde savaş yoluyla rejim değişikliği
yaratmayı amaçlayan hareket tarzı, Irak örneğinde olduğu gibi, istik­
rar değil siyasal belirsizlik, güvenlik değil güvensizlik ve terörizmi yo­
ketme değil terörizm için uygun, açık ve denetimsiz alanlar yaratmay­
la sonuçlanabiliyor. Diğer bir deyişle, yeni muhafazakarlık tektaraflı
olduğu sürece, "ben güçlüyüm istediğimi yaparım" mantığıyla hareket
amerikan dış politikası, ırak ve tlirkiye 65

ettikçe ve dünyaya "dost-düşman ayrımına dayalı bir siyaset anlayı­


şı"yla yaklaştıkça, başarısız olmaya mahkum gibi gözüküyor. Yeni
muhafazakarlığın temel tanımlayıcı ögelerinin başında gelen tektaraf­
lılık, bu ideolojinin, yine Irak örneğinde olduğu gibi, başarısız olma
olasılığının da temel nedenini oluşturuyor.
Böylece, savaş öncesi "geçerliliğini yitirdi" gözüyle bakılan BM
ve BM Güvenlik Konseyi önemli oluyor, Türkiye dahil farklı ülkeler­
den asker isteniyor, ABD liderliğinde çokuluslu bir askeri güç yaratıl­
maya çalışılıyor. ABD'de cumhuriyetçiler arasında bile tektaraflılık il­
kesine karşı ciddi bir eleştiri yükseliyor, Avrupa'yla, özellikle de Al­
manya ve Fransa'yla işbirliği yapılmasının önemi gündeme getiriliyor.

DEMOKRATI.AR VE ÇOKTARAFLILIK
2004 yılında başkanlık seçimi yaşayacak ABD'de yeni muhafazakarla­
ra siyasal olarak en güçlü ve medyada en fazla yer bulan eleştiri demok­
ratlardan geliyor. İlginç olarak demokratlar, lrak'a karşı savaşı ve Sad­
dam rej iminin savaş yoluyla yok edilmesini eleştirmiyorlar. 1 1 Eylül
sonrası dünyada, Afganistan ve lrak'a karşı savaşı destekliyorlar. Kitle
imha silahlarının niçin bulunamadığını da pek sorgulamıyorlar. Genel
demokrat eğilim, "olan oldu, şimdi geriye dönüp savaş üzerine konuş­
ma zamanı değil, önemli olan bugün lrak'ta yaşadığımız siyasal karma­
şa ve güvensizlikle nasıl etkili bir biçimde ilgileneceğiz ve başarılı bir
kriz çözüm mekanizması geliştireceğiz" tümcesi ve sorusu üzerinde
odaklanıyor. Burada yapılan temel eleştiri, yeni muhafazakarların savaş
:;onrası dönem ve lrak'ın yeniden yapılanmasıyla ilgili ciddi bir hazırlı­
ğının olmadığı ve üstelik böyle bir durumda bile tektaraflı davranılarak
Saddam sonrası lrak'ı ciddi bir siyasal karmaşayla yüzyüze bıraktıkla­
rı eleştirisi. Bu bağlamda, demokratlar BM öncülüğünde bir çokuluslu
yapının lrak'ı yeniden yapılandırması gerektiğini, Amerika-Avrupa iliş­
kilerinin düzeltilmesini ve ABD hegemonyasının güvenlik ekseninde ol­
sa bile çoktaraflılık ilkesiyle dünya üzerinde pekiştirilmesini savunuyor­
lar. Sonuçta, 2004 başkanlık seçimi hazırlıklarının başladığı bir dönem­
de, yeni muhafazakarlar-demokratlar çekişmesi ve ilişkisi içinde Irak te-
66 dış politika ve demokratikleşme

mel konu olacak ama, tartışmanın esas odak noktası tektaraflılık-çok­


taraflılık ilkeleri arasındaki farklar üzerine kurulacak.

YENİ MUHAFAZAKARLIK, DEMOKRATI.AR VE TÜRKİYE


Türkiye lrak'a asker gönderme kararını alırken çok dikkatli olmalıdır.
İç ve dış politikanın kesiştiği bu dönem içinde ABD'yi çok iyi okumalı,
Irak üzerine oluşan tartışmaları çok dikkatli incelemeli, bu tartışmalar­
da yer alan egemen konumları iyi yorumlamalı ve kısa-dönemli değil
uzun dönemli düşünerek kararını vermelidir. Türkiye ve AKP hüküme­
ti ne sadece Kuzey lrak'a odaklanan dar bir güvenlik anlayışıyla, ne de
basından okuduğumuz popüler şarkıcıları oraya göndermek gibi alatur­
ka yollarla Irak sorununa yaklaşmalıdır. Türkiye'nin lrak'a asker gön­
derme kararı etik ve stratejik düzeylerde yapılacak uzun-dönemli çö­
zümlemeler temelinde alınmalıdır. Böyle bir çözümleme bizi şu sonuçla­
ra vardıracaktır. Birincisi, bugün çok net olarak biliyoruz ki, Türki­
ye'den asker talebi sadece yeni muhafazakarlardan değil, aynı zamanda
demokratlardan da gelmektedir. Bu nedenle, 2004 başkanlık seçimini
demokratların kazanması gibi bir olasılık asker talebinde bir değişiklik
yaratmayacağı gibi, benim tahminim, aksine bu talebi fazlalaştıracaktır.
Demokratlar içinde bugün bile Türkiye'nin (Pakistan gibi) lrak'ın yeni­
den yapılanmasındaki önemini açıkça ortaya koyanlar vardır.
İkincisi, Amerikan siyasetini ve Irak üzerine tartışmaları dikkatli­
ce incelediğimiz zaman şu önemli sonuca da varabiliriz: ABD'nin kendi
liderliğinde hareket edecek çokuluslu bir güç yaratmak için başlattığı
BM Güvenlik Konseyi'ndeki tartışmalar bitmeden Türkiye lrak'a asker
gönderimiyle ilgili kesinlikle bir karar almamalıdır. BM kararı olmadan,
Türkiye ve AKP hükümetinin alacağı bir asker gönderme kararı çok cid­
di yanılgılar içeren, hem etik hem de stratejik açıdan çok hatalı bir ka­
rar olacaktır. Bugünlerde BM Güvenlik Konseyi'nde çok ciddi tartışma­
ların başlayacağını göreceğiz. Türkiye'nin uzun dönemli çıkarları ve
uluslararası normlar açısından, BM öncülüğünde kurulacak bir çokulus­
lu güçle lrak'ın yeniden yapılanması gibi bir BM kararı Türkiye'nin
Irak'a asker göndermek konusunda temel ölçütü olmalıdır.
AKP ve Dış Politika (1)

ürkiye' de siyasal deprem etkisi gösteren 3 Kasım seçimiyle tek ba­


T şına iktidara gelen AKP'yi en çok zorlayan alan dış politika oldu.
Türkiye'nin demokratikleşmesiyle ilgili çalışmalar, AB'ye uyum yasa­
ları altında yapıldı. Radikal İki de "AKP ve Muhafazakar Demokrat­
'

lık" üzerine yazdığı yazıda Ahmet İnsel'in çok doğru olarak tespit et­
tiği gibi, CHP'den farklı olarak, AB sürecinin dış politikadan çok da­
ha fazla iç politika olgusu, hatta Türkiye'nin en temel iç politika gün­
demi olduğunu kavrayan AKP demokratikleşme sürecini AB uyum ya­
salarıyla bağlayarak, bu alanda çok önemli adımlar attı. Şüphesiz ki,
yasal düzenlemelerin uygulama alanına geçirilmesi, bu demokratikleş­
me adımının ne kadar yapısal ve uzun-dönemli olduğunu bize göstere­
cek. Benzer biçimde, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem­
de yaşadığı en ciddi ve vahim ekonomik krizden çıkışla ilgili süreci de
AKP olumlu götürdü. Ekonomik alanda düzelme, büyüme ve krizden
çıkmayla ilgili düzenlemeler AKP döneminde de devam etti. Sağlanan
ekonomik iyileşmenin de ne kadar yapısal olduğunu ve nereye kadar
işsizlik ve yoksulluk sorunlarını çözeceğini göreceğiz. Bununla birlik­
te, demokratikleşme ve ekonomik kalkınma alanlarında AKP'nin
68 dış politika ve demokratikleşme

olumlu ve çalışkan bir girişimde olduğunu söylemeliyiz. Toplumla or­


ganik bağ kuracak projeler üretmeyen, farklı ve demokratik bir Tür­
kiye yaratmak girişiminde bulunmayan ve toplumdan kopuk bir dev­
let-merkezci siyaset anlayışını hala sürdürme girişiminde olan
CHP'nin de yardımıyla, AKP'nin 3 Kasım'dan beri Türkiye'nin sorun­
larıyla ilgili çalışan ve gayret gösteren bir (tek) parti niteliğinde hare­
ket ettiğini kabul etmeliyiz.

İLKESİZLİK, FAYDACILIK, BELİRSİZLİK


Fakat, demokratikleşme ve ekonomi alanlarındaki bu durumu dış po­
litika alanında göremiyoruz. Aksine, AKP'nin sürdürdüğü dış politika,
belirli bir ilke temelinde hareket etmeyen, belli bir kesinlik ve belirlilik
içermeyen, oldukça faydacı ve kısa dönemli bir nitelik gösteriyor. Kıb­
rıs sorununda bunu gördük, ama bu bağlamda en önemli ve anlatıcı
süreç Irak Savaşı oldu. Savaş öncesi ve savaş sonrası dönemlerde AKP,
faydacı, kısa dönemli ve ilkesiz bir dış politika anlayışı sergiledi ve ha­
la sergilemekte.
Türkiye' de ABD askerlerinin konuşlandırılması ve kuzey cephe­
sinin açılmasıyla ilgili 1 Mart tezkeresinin mecliste kabul edilmemesi­
nin Türkiye için hem etik hem de ulusal çıkar açısından ne kadar
önemli ve doğru olduğunu bugün daha iyi görüyoruz. Tezkerenin red­
di ve Türkiye'nin haksız ve uluslararası meşruiyeti olmayan Irak Sava­
şı'na ABD ve İngiltere' den sonra üçüncü büyük ortak olarak girmeme­
si, hem Türkiye'ye uluslararası alanda ciddi bir prestij sağladı, hem de
Türkiye-AB ve Türkiye-Ortadoğu ilişkilerinde Türkiye'yi önemli bir
konuma getirdi. Fakat tezkerenin reddi AKP'nin ilkeli, kararlı ve
uzun-dönemli bir dış politika izlemesi sonucunda oluşmadı. Aksine,
AKP'nin ABD'yle girdiği müzakereler sürecinde izlediği faydacı, belir­
siz ve ilkesiz tutum içinde, tezkerenin reddi bir sürprizdi. Üstelik, red
kararı ABD'nin Türkiye'nin yapabileceklerini yanlış anlamasına yol
açan bir müzakere süreci sonucunda alındığı için, Türkiye-ABD ilişki­
lerinde de ciddi bir kriz yarattı. Ne savaş öncesi dönemde AKP, "Tür­
kiye uluslararası meşruiyeti olmayan bu savaşın dışında kalmalıdır"
akp ve dış politika (ı) 69

gibi net ve ilkeli bir pozisyon aldı ne de net bir dille ABD'ye Türki­
ye'nin yapamayacaklarını söyledi. Sonuçta, AKP'nin "artık duygusal
değil realist olmalıyız" söylemine rağmen, tezkere reddedildi. ABD'yle
ciddi bir kriz başladı. Kazanan AKP değil, Türkiye oldu.
Savaş sonrası Irak'ın yeniden yapılandırılması döneminde de
benzer bir süreci yaşıyoruz. Bu sefer sorun lrak'a asker yollama. BM
Güvenlik Konseyi'nde lrak'a asker gönderme ve yeniden yapılandırma
sürecinde BM'nin rolü üzerine tartışmalar yeni başladı. Kofi Annan
yaptığı çok önemli konuşmada ABD tektaraflılığını ciddi bir biçimde
eleştirdi. Bu eleştiri katılımcı ülkeler ve uluslararası ilişkilerde giderek
kabul gören bir nitelikte. Sanki böyle bir durum yokmuş gibi, BM'de
karar alınmadan, AKP yine ABD'yle ikili ilişkiler temelinde müzakere­
ler yapıyor, yine faydacı davranıyor_ye_.eri önemlisi savaşın dışında ka­
lan Türkiye'nin Ortadoğu açısından kilit konumunu hiç düşünmeden
ilkesiz bir temelde asker gönderme sorununa yaklaşıyor. Ankara'da
Hindistan başbakanı " biz BM kararını bekleyeceğiz" derken, Abdul­
lah Gül, BM kararı son kertede önemli değil diyebiliyor. ABD yöneti­
minin tektaraflı hareket tarzına karşı hem ABD içinde hem de dünya­
da çoktaraflılık ilkesi temelinde eleştiriler varken, AKP tektaraflılıkla
ilgili hiçbir sorun yaşamıyor.
Daha da önemlisi, hangi ilke temelinde Türkiye'nin lrak'a asker
yollayacağını bilmiyoruz. Kuzey Irak sorunu mu, ABD'yle ikili ilişki­
ler çerçevesinde yapılan bir antlaşma sonucu mu, yoksa insani amaçla
mı, hangi temelde AKP lrak'a asker yollama sorununa yaklaşıyor, bu
bilinmiyor. Yine bir belirsizlik dönemi, yine net ve kesin bir konum
alınmadan Irak sorununun tartışılma süreci, yine bir ilkesiz ama fay­
dacı dış politika anlayışı: Türkiye'nin alacağı çok önemli bir karar
böyle bir ortam içinde verilecek.

İLKESELLİK VE DIŞ POLİTİKA


Hem ABD'de yapılan tartışmalara, hem de Güvenlik Konseyi'ndeki
Fransa, Rusya ve Çin'in pozisyonlarına baktığımız zaman, Türki­
ye'nin Irak'a asker yollama talebinden kaçması çok zor. Bu talep gele-
70 dış politika ve demokratikleşme

cek. ABD' de sadece yeni muhafazakarlardan değil, demokratlardan da


gelecek. BM kararı da böyle bir talebi açık olmasa da, dolaylı yoldan
içerecek. Dolayısıyla, lrak'ın yeniden yapılandırılması sürecinde barış
ve istikrarın sağlanmasında Türkiye'nin önemli bir rol oynayacağı
farklı uluslararası ortamlarda farklı aktörler tarafından söyleniyor.
Zaten burada önemli olan, asker yollayıp yollamamaktan daha çok,
asker yollamanın hangi ilke temelinde yapılacağı. Hem etik hem de
ulusal çıkar açısından, Türkiye çok net olarak " insani yardım ve insan
temelli barışı yeniden kurma ilkesi" temelinde lrak'a asker yollama so­
rununa yaklaşmalı ve bu kararını BM kararını bekleyerek vermeli.
AKP faydacı değil ilkeli olarak, kısa-dönemli çıkarlar değil uzun-dö­
nemli ve yapısal çözümler temelinde ve tektaraflılık değil çoktaraflılık
ekseninde hareket eden bir dış politika anlayışıyla lrak'a asker gönder­
me sorununa yaklaşmalıdır. Böyle bir dış politika anlayışı savaşın dı­
şında kalan Türkiye için tutarlı olan bir anlayıştır, Türkiye'nin Orta­
doğu'daki kilit konumunu güçlendiren bir niteliktedir ve en önemlisi
Irak halkı için ilkeli ve inandırıcı bir yapıdadır.
Bismarck siyaseti "olanaklı olanı yaratmak sanatı" olarak ta­
nımlar. lrak'ın yeniden yapılandırılması nı4_ olanaklı olan, ilkeli ve in­
sani temelde barışı sağlamaktır. lrak'la komŞu olan ve haksız bir sava­
şın (işgalin) dışında kalan Türkiye, Irak sorununun çözümü sürecinde
hem bölgesel hem de uluslararası ilişkiler düzeyinde çok önemli bir rol
oynayabilir; tabii ilkeli, etik ve sorunlara uzun-dönemli çözümler ara­
yan bir dış politika anlayışıyla.
AKP ve Dış Politika (il)

KP hükümetinin Türkiye'yi çok ciddi ve tehlikeli bir sürece sok­


A masını yaşama geçirecek olan "Türkiye'nin lrak'a asker gönder­
mesiyle ilgili tezkere" meclise gönderildi. Türkiye için bu kadar önem­
li bir konu bir gün içinde, apar topar, gerekli tartışmalar yapılmadan
ve daha da kötüsü kapalı oturumla, dolayısıyla da toplumdan gizli bir
şekilde 358 oyla mecliste kabul edildi. Hükümetin meclisten yetki/izin
aldığı saatlerde, Irak geçici yönetiminin "Türk askerlerinin lrak'a gel­
mesini istemediğini" belirten kararını sözlü olarak açıklaması da,
AKP'nin bu aceleciliğinin gereksizliğine ve anti-demokratik tavrına ve­
rilen ironik bir yanıt oldu.
AKP çok büyük, aynı zamanda da çok gereksiz, bir kumar oy­
nuyor. Yaklaşık 10 bin Türk askeri "düşük yoğunluklu kent savaşı"
denebilecek çok tehlikeli bir bölgeye gönderiliyor; bu sayının yeterli
olabileceği meçhul, asker konuşlandırmanın süresi bir yılla sınırlandı­
rılmış olsa bile, bu sürenin uzamasl olasılığı çok yüksek. Üstelik, Türk
askerlerinin Irak'a nasıl gideceği bile, hala ciddi bir tartışma noktası.
Barış gücü olarak tanımlanan Türk askerlerinin Kuzey lrak'a girmesi­
ne ve bu yolla görev bölgelerine gitmesine izin verilmiyor. Askerlerin
72 dış politika ve demokratikleşme

hava yoluyla ya da Ürdün üzerinden lrak'a yollanma olasılığı tartışılı­


yor. Acelecilikle ve anti-demokratik olarak tezkere meclisten geçirili­
yor, ama ne Türk askeri barış gücü olarak lrak'ta isteniyor, ne de as­
kerimizin oraya nasıl gönderileceği belli. Trajikomik bir durum.
AKP'nin, bu ciddi ve tehlikeli sürece Türkiye'yi sokarken, Irak'a
asker gönderme kararını hangi temelde ya da hangi ilke içinde aldığını
da bilmiyoruz. AKP, BM Güvenlik Konseyi'nde yapılan tartışmaların
sonucunu beklemeden, hatta garip bir şekilde bu tartışmaların uzun
sürmesini eleştirerek, ABD ile ikili bir ilişki içinde ve tektaraflı olarak
asker gönderme kararı alabiliyor. Irak geçici yönetimi Türk askerlerini
istemediğini açıklarken, niçin BM temelinde oluşacak, çoktaraflılık il-
\kesini içeren ve meşruiyet olasılığını ortaya çıkartacak bir kararı bekle­
Yerrıeyecek kadar acele bir kararın Türkiye tarafından alınması gereki­
yor? Bu çok önemli soruya yanıt olabilecek hiçbir açıklama AKP tara­
fından yapılmıyor. Kendisini bugün " muhafazakar-demokrat" olarak
tanımlayan AKP, Türkiye için hayati önem taşıyan bir kararı, katılım­
cılığın ve demokr;ıtlığın temel koşullarından biri olan "toplumu bilgi­
lendirme" ilkesini gözardı ederek, acele bir şekilde meclisten geçiriyor.
AKP'nin asker gönderme kararı insani durumu temel alan bir
" insani yardım ve insani müdahale" ilkesini içermiyor. Bu karar top­
lumun bilgilendirilmesini önemli görmeyen anti-demokratik bir nitelik
taşıyor. Aynı zamanda, uluslararası ilişkiler bağlamında da insani yar­
dım ve çoktaraflılık ilkelerini gözardı eden, tektaraflı, etik/ahlaki bir
duruşu dışlayan ve tamamiyle "çıkar temelli" alınmış bir kararı sim­
geliyor. Uluslararası meşruiyeti olmayan haksız bir savaşın dışında ka­
lan Türkiye'de, AKP'nin Irak'a asker yollama kararını bu kadar acele
ile meclisten geçirmesi, bu kadar "çıkar temelli" ve bu kadar tektaraf­
lı olarak alması, gereksiz olduğu kadar, Türkiye'yi tehlikeli, riskli ve
çok büyük bir belirsizlik sürecine sokma potansiyelini de içeriyor.

NİYE ACELECİLİK?
Bu noktada yanıtlanması gereken soru şu: niçin AKP asker gönderme
kararında bu kadar aceleci davrandı? Önceki sayfalarda vurguladığım
akp ve dış politika (ıı) 73

gibi, bu soruya yanıt, AKP'nin ABD tarafından Irak'a karşı tektaraflı


olarak başlattığı savaşın başından beri aldığı ilkesiz ve faydacı dış poli­
tika anlayışında yatıyor. Türkiye'nin lrak'a asker göndermesi olgusu
içinde aceleci olması gereken taraf, ne AKP ne de Türkiye, ama ABD ve
yeni muhafazakar Bush yönetimi. Şu anda ABD dışında Türkiye' den bu
kadar aceleci davranmasını talep eden ne devlet düzeyinde, ne uluslara­
rası örgüt düzeyinde, ne de sivil toplum düzeyinde bir aktör var. Savaş
sonrası dönemde ciddi bir siyasal karmaşa sorunu yaşayan, savaşın ne­
deni olarak gösterdiği kitle imha silahlarını bulamayan, kendi toplu­
munda aldığı savaş desteği sürekli düşen Bush yönetimi hızlı bir şekil­
de Irak'ta güvenlik ve istikrarı sağlamak zorunda. Bu konuda yapılan
BM Güvenlik Konseyi'ndeki tartışmalara baktığımız zaman görüyoruz
ki, Bush yönetimi ciddi eleştiriler alıyor ve çoktaraflılık temelinde bir
çözüm için çalışmalar da sürüyor. Böyle bir ortamda, aceleci olması ge­
reken Bush yönetiminin en önemli desteği Türkiye oluyor. AKP yöneti­
minin aceleciliğinin ve meclisten geçen tezkerenin gerçek anlamı, Bush
yönetiminin Türkiye' den Irak'a kısa bir zaman dilimi içinde asker gön­
derme talebini yaşama geçirmekten başka bir şey değil.
AKP'nin demokratik ve etik bir dış politika anlayışı sergilemek
yerine, ilkesiz ve faydacı bir biçimde bu talebe evet demesinin gerisin­
de, iki neden, daha doğrusu AKP'nin Irak Savaşı boyunca yaptığı iki
ciddi hatanın olduğunu düşünüyorum. Birincisi, son 8.5 milyar dolar­
lık kredi sorununda da gördüğümüz gibi, AKP'nin ABD'yle girdiği çe­
lişkili ve sorunlu ilişki. Kendi ulusal çıkarları temelinde hareket eden ve
siyasi bir aktör olarak Irak'a karşı savaş başlatan bir devletle ilişkide
yapılabilecek en önemli hata, bu devletle ekonomik yardım ilişkisine
girmektir. Bu devlet süper güç, onunla girilen ilişki de ikili, asimetrik ve
bağımlılık ilişkisi temelinde olunca, bu daha da büyük bir hatadır. 1 1
Eylül sonrası dünyaya siyasi temelde yaklaşan bir aktörle girilen ikili
ekonomik yardım ilişkisi içinde, verilen ekonomik yardıma karşı sizden
talep siyasi olacaktır. AKP'nin ABD ile faydacı bir temelde girdiği iliş­
kinin sonucu da, lrak'a insani temelde değil, ABD'nin müttefiki olarak
asker yollama kararını acilen meclisten geçirmek olmuştur.
74 dış politika ve demokratikleşme

AKP'nin yaptığı ikinci hataysa, 1 1 Eylül sonrası dünyada ABD


dış politikasının savaş ve güvenlik olguları temelinde hareket eden siya­
si niteliğini iyi okuyamayarak, kültüralist bir yaklaşımla Irak sorununa
yaklaşmasıdır. İslami kimliğinin katkısıyla, AKP 1 1 Eylül olayına ve Irak
Savaşı'na başından beri medeniyetler çatışması tezi temelinde yaklaştı.
Dolayısıyla özü siyasi, görüntüsü kültürel olan bir süreci hatalı okudu.
Bugün, sanki Türkiye'nin Müslüman bir ülke olması nedeniyle Türk as­
kerlerinin Irak halkı tarafından iyi karşılanacağı gibi kültüralist bir var­
sayımla, AKP ABD'nin ikinci müttefiki olma kararını alabiliyor. Bu var­
sayımın tam tersinin, dolayısıyla işgalci güçle birlikte hareket eden Müs­
lüman bir ülkenin sadece Irak halkıyla değil, diğer Ortadoğu ülkeleriyle
de ilişkilerinin bozulabileceği olasılığının da gerçekçi bir olasılık olduğu­
h u, AKP'nin unutmaması gerekir. Irak geçici yönetiminin "Türk askeri
istemiyoruz" açıklaması, bu olasılığın yüksek olduğuna bir kanıttır.
lrak'ta askeri ve siyasi bir işgal sürüyor. Bu sürece, çok ciddi bir hatay­
la, siyasal değil kültüralist yaklaşan AKP'ye ilk yanıtı da, ironik olarak,
işgal gücü tarafından kurulan Irak geçici yönetimi verdi.

IRAK VE ETİK/STRATEJİK DIŞ POLtriKA


Bununla birlikte kabul etmeliyiz ki, işgal altında siyasal bir karmaşa
içinde olan lrak'ın uzun süreli bir güvensizlik, istikrarsızlık ve belirsiz­
lik içinde kalması ve bugün yaşanan "düşük yoğunluklu kent savaşı"
durumunun uzun süreli olması Türkiye için sorunlu olacaktır; ama bu
durum sadece Türkiye için değil, aynı zamanda Ortadoğu ve uluslara­
rası sistem için de geçerlidir. Bugün Irak'ta hem bir işgal, hem bir siya­
sal karmaşa, hem de bir insanlık trajedisi yaşanmaktadır. Bosna, Ru­
anda ve Somali'den sonra, lrak'ta da "insani yardım ve insani müda­
hale"yi gerektiren bir durum vardır. Bu bağlamda Türkiye önemli bir
rol oynayabilirdi. Bu rolün AKP'nin aceleciliğinin ve faydacı tutumu­
nun aksine, etik, demokratik ve insan temelli bir dış politika anlayışı
içinde oynanması gerekirdi. Aksine, AKP Türkiye üzerinde çok tehli­
keli ve riskli bir kumar oynamayı tercih etti.
Türkiye, Terör ve Güvenlik

ünya Ticaret Merkezi'ne ve Pentagon'a çakılan uçakların yarat­


D tığı terör eyleminden bugüne dünyanın yaşadığı değişimlere bak­
tığımız zaman görüyoruz ki, bir terör eyleminin kendisinin trajikliği ve
korkunçluğu kadar, bu eylemin yarattığı sonuçlar da vahim olabiliyor.
1 1 Eylül sonrası dünyada bu vahimliği, terörü ABD'ye karşı açılmış
bir savaş olarak algılayan, dünyayı dost-düşman karşıtlığına indirge­
yen, önleyici savaş mantığıyla dünyaya yaklaşan, küresel ekonomik
sorunları ikinci plana atan, dünya siyasetini salt askeri güvenlik ide­
olojisi olarak tanımlayan ve bu yolla kendi hegemonyasını dünya üze­
rinde tektaraflı olarak kurmaya çalışan Bush yönetiminin dış politika­
sında gözlemledik. Terörizme karşı küresel savaş adı altında Afganis­
tan'la başlayan ve Irak'ın askeri işgaliyle devam eden bu yeni muhafa­
zakar dış politika anlayışı, tüm dünya dengelerini sarstı. Uluslararası
örgütlerin üzerine oturduğu normları hiçe saydı. Haydut devlet olarak
tanımladığı devletleri ortadan kaldırma girişimi içinde askeri işgali
meşrulaştırdı.
Bu süreç içinde 1 1 Eylül teröründen daha fazla sivil öldü. lrak'a
savaş yoluyla demokrasi getirilme adına "pandoranın kutusu" açıldı,
76 dış politika ve demokratikleşme

Irak etnik savaş potansiyeli taşıyan, terör ile direnişin birbirine karış­
tığı ve tam anlamda istikrarsız, güvensiz bir alana dönüştürüldü. İçi
boş yol haritaları söylemi içinde, İsrail-Filistin sorunu tam bir çözüm­
süzlük girdabına sokuldu. Ve en önemlisi, dünya siyaseti önleyici sa­
vaş ideolojisinin hakimiyeti içinde her gün daha da derinleşen bir meş­
ruiyet krizine girerken, uluslararası adalet kuramının öncü isimlerin­
den Thomas Pogge'nin vurguladığı gibi, bugün yaşanan küresel boyut­
taki insani trajedinin temel kaynağını oluşturan fakirlik ve açlık çok
daha fazla sayıda insanı yok ediyordu.
Bu anlamda, bugün yaşadığımız 1 1 Eylül sonrası dünya, terö­
rizmin kendisi kadar sonuçlarının da vahim olabileceği gerçeğini bize
gösteren bir dünya. Terörizme karşı küresel savaş çok önemli bir ol­
gu, ama bugün biliyoruz ki, bu savaşın hangi temelde ve hangi yolla
yapılacağı kararı da, yaratacağı sonuçlar açısından eşit ağırlıklı bir
öneme sahip. Bush yönetimi bu kararı uluslararası adalet ve demok­
ratik dünya yönetimi temelinde almayı tercih etmedi; tam aksine dün­
ya siyasetini savaşa indirgeyen bir dış politika anlayışını dünya üzeri­
ne empoze eden bir anlayışla terörizme yaklaştı. Sonuç, güvensizlik,
istikrarsızlık ve belirsizlik içeren bir dünya tablosu oldu. Tam da terö­
rizmin istediği, beslendiği bir dünya düzeni, terörizme karşı küresel
savaş adına yaratıldı.

TÜRKİYE'DE 11 EYLÜL
Hiç şüphesiz ki, bir hafta arayla İstanbul'da yaşadığımız korkunç te­
rör eylemleri "Türkiye'nin 1 1 Eylülü"dür. New York gibi küresel bir
metropol olan İstanbul'da patlayan ölüm arabaları, en genelde bölge­
sel düzeyde kilit bir ülke olan Türkiye'yi istikrarsızlaştırmayı ve belir­
sizlik/güvensizlik duygularının hakim olduğu bir risk toplumuna dö­
nüştürmeyi amaçlıyor. 22 Kasım'da International Herald Tribune'da
çıkan önemli yazısında Soli Özel'in vurguladığı gibi, öldürme ve ölme­
yi fetişleştiren bu eylemler, daha somut düzeydeyse, ilk önce sinagog­
lara karşı, sonra, ABD başkanı Bush'un tek büyük müttefiki olan Bla­
ir'i ziyaretine tekabül eden günde İngiliz Konsolosluğu ve bankasına
ıürkiye, terör ve güvenlik 77

karşı yapılmaları bağlamında, ABD-İngiltere-İsrail işbirliğinin yarattı­


ğı işgalci dünya siyasetine karşı yapılan siyasi bir eylemi simgeliyor.
Aynı zamanda da, bu terörist eylem AB yolunda demokratikleşme ve
çokkültürlü modernleşme sürecini hızlandırma girişiminde olan Tür­
kiye'ye karşı yapılan İslami köktendinci bir eylemi içeriyor.
Bugüne kadar terör üzerine yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak
bu eylemlerin kimin tarafından yapıldığı ve neyi amaçladığı üzerinde
yoğunlaştı. Bu tartışma, komplo teorilerinden ciddi analizlere kadar
geniş bir yelpazede yapıldı ve yapılmaya devam edecek. Ama Türkiye
için çok daha yararlı olan ve esas tartışmamız gereken, bu eylemin
Türkiye üzerindeki sonuçları ve bu bağlamda Türkiye'nin terörle mü­
cadele için nasıl bir yol izleyeceğidir. Yukarda belirttiğim gibi, 1 1 Ey­
lül terörizminden sonra Bush yönetiminin kendi hegemonik çıkarları
temelinde aldığı hatalı karar dünyada çok vahim sonuçlar doğurdu.
Türkiye'nin 1 1 Eylül sürecini çok iyi okuması ve çözümlemesi ve bu
yolla terörizme karşı mücadele etme yolunu saptaması gerekmektedir.
Altını çizmemiz gereken nokta şudur: İstanbul'da patlayan bombalar,
terör eyleminin sonuçları açısından, Ahmet İnsel'in vurguladığı gibi,
" AKP'nin İslami terörle imtihanı" nı gündeme getirmiştir.

TÜRKİYE VE GÜVENLİK
Eğer AKP yönetimi 1 1 Eylül sonrası dünyanın ve terörün siyasi niteli­
ğini iyi anlasaydı, teröre karşı çok etkili bir biçimde karşı koyuş koya­
bilirdi. Hem ılımlı bir İslami kimliği yaşama geçirme, hem de muhafa­
zakar-demokrat bir merkez sağ parti olma iddiasında olan AKP, terö­
rün adını koymaktan kaçmak ve İslam-terör ilişkisi üzerine duygusal
tepkiler vermek yerine, ikili bir siyasal/kuramsal manevrayla, net bir bi­
çimde İstanbul'da yaşanan terör eyleminin İslamcı bir örgüt tarafından
yapıldığını, fakat bu olgunun İslam'a genelleştirilmemesi gerektiğini
söyleyebilirdi. Bu yolla, AKP etkin bir biçimde ne kaynaklı olursa olsun
terörizme karşı mücadele edeceğini ve bu mücadelenin 1 1 Eylül sonra­
sı dünyada İslam'ı düşman-öteki olarak kodlayan oryantalist yaklaşı­
mın ciddi bir eleştirisini de içereceğini açıkça ortaya koyabilirdi. Böyle
78 dış politika ve demokratikleşme

bir yaklaşım, terörizme karşı etkin ve demokratik bir mücadeleyi yaşa­


ma geçirir ve Türkiye'yi terörizme karşı güçlü kılar. Aynı zamanda da,
Avrupa'dan Türkiye'ye doğru terör eylemleri sonrası oluşmaya başla­
yan yeni tarz ötekileştirme, yani Türkiye'yi İslami terörü içinde barın­
dıran tehlikeli bir Müslüman ülke konumuna sokma girişimlerine kar­
şı AKP'nin ciddi bir direnç gösterme olasılığını ortaya çıkartır.
Bugüne kadar AKP bu yolu seçmedi. 1 1 Eylül sonrası dünyanın
siyasal niteliğini iyi okuyamayan AKP, Irak işgali öncesi süreç içinde
ABD'yle gereksiz bir ikili ilişkiye girdi. Bu ciddi bir hataydı ve öyle ol­
duğu birinci tezkere sürecinde yaşandı. Savaş sonrası dönemde ilkesiz
ve faydacı bir dış politika izleyen AKP, hem ABD'yle 8,5 milyar dolar­
lık bir ikili ekonomik yardım ilişkisine girdi, hem de İslami kimliğine
dayanarak Irak'a asker gönderme kararını meclisten geçirdi. Bu da
çok ciddi bir hataydı ve lrak'ta istenmeyen bir Türkiye imajını dünya­
ya yaydı. Şimdi, İstanbul'da yapılan ve sonuçları uzun-dönemli etkiler
yaratabilecek bir terör eylemi üzerine etkin bir siyasi mücadele geliş­
tirmek durumunda olan bir AKP var. Bu sefer de AKP, kültürel kimli­
ğinin kendisine verdiği sınırlamalar içinde teröre ad koymaktan çeki­
niyor. Üstelik, etkin bir yönetim anlayışına çok gereksinim duyulan bir
dönemde, yapılan terör eyleminin Türkiye açısından sonuçlarının çok
ciddi olduğunu anlamış görünmeyen AKP, Avrupa'ya ve dünyaya Tür­
kiye'nin önemini anlatmada eksik kalıyor. Ve Türkiye bir yönetim kri­
zine gebe gibi gözüküyor.
Türkiye, Kıbrıs, AB

1 4 Aralık günü yakın tarihinin en önemli genel seçimini yapan


Kıbrıs, son zamanlarda yaşadığı siyasal belirsizliğin daha da
pekiştiği bir döneme girdi. Seçim sonucunun Annan Planı'nı ve AB'yi
savunan sol partiler blokuyla varolan yapıyı korumaya çalışan sağ ik­
tidar partileri blokunun her birinin 25 milletvekili sayısına ulaşmasını
içermesi, Kıbrıs'ı ciddi bir siyasal belirsizlik dönemine sokma potansi­
yeli taşıyor. Seçimden birinci parti olarak çıkan CTP'nin 1 998 seçimi­
ne göre oylarını üçe katlaması, iktidar partisi UBP'nin yüzde yirmilik
ve DP'nin yaklaşık yüzde ellilik bir oy kaybetmesi, sayısal eşitliğe rağ­
men, seçmenlerin Annan Planı'nı tartışarak Kıbrıs sorununa çözüm
bulma ve AB içinde yer alma eğiliminde olduğunu gösterdi. Bununla
birlikte, ciddi oy kayıplarına rağmen, bir anlamda Kıbrıs sorununa çö­
züm için Annan Planı'nın masaya yatırıldığı bu önemli seçimde, ikti­
dar partilerinin mecliste 25 sandalye çıkartacak oya sahip olması da,
Kıbrıs halkının plan üzerinde ciddi çekinceleri olduğunun tezahürü
olarak yorumlandı. Sonuçta, seçim sonucu üzerine yapılan yorumlar­
da genel ve egemen eğilim, Kuzey Kıbrıs halkının cumhurbaşkanı Ra­
uf Denktaş'a ve mecliste yer alacak dört partiye, Annan Planı temelin-
8o dış politika ve demokratikleşme

de çözüm için müzakere sürecinin başlamasını isteyen, ama aynı za­


manda da bu müzakere sürecinde kimlik, mülkiyet ve güvenlik hakla­
rının çok ciddi korunması gerektiğini vurgulayan bir mesaj verdiğiydi.
Bu mesajın hem bu partiler ve Rauf Denktaş, hem Türkiye, hem de AB
tarafından doğru okunması ve içinin doldurulması durumunda, varo­
lan siyasal belirsizlikten Kıbrıs sorununda çözüme doğru bir dönüşü­
mün ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. Bu düşüncem aşağıda sırala­
yacağım gerekçelere dayanıyor.

BİR MÜZAKERE SÜRECİ OLARAK SİYASET


Bugünün uluslararası ilişkilerinde, 1 990'lı yıllardan başlayarak gide­
rek artan bir biçimde siyaset yapma eyleminin temel alanının müzake­
re süreci olduğunu görüyoruz. Bu süreç içinde de, mutlak kaybetme ya
da kazanma yerine müzakere yapan aktörlerin görece kazanımları ya
da görece kaybedimleri siyasetteki başarıyı belirliyor. Türkiye bağla­
mında, bir müzakere olarak siyaset Türkiye-AB, Türkiye-IMF, Türki­
ye-ABD ve benzeri ilişkilerde kendini gösteriyor. Kıbrıs sorunu da bu
süreçten bağımsız değil, çözüm müzakereyi içeriyor, müzakere masa­
sında Kuzey Kıbrıs halkının siyasi kimlik, mülkiyet ve insani güvenlik
haklarını savunmayı ve bu alanlarda mümkün olduğu kadar görece
kazanımlar elde etme çabasını gerekli kılıyor. Annan Planı'nı müzake­
re etmeyi reddeden Rauf Denktaş, bu temelde siyaset yapmayı reddet­
ti, özünde siyasi bir sorunu dünyaya anlatma yerine kendi içine kapan­
mayı tercih etti ve Kıbrıs sorununda çözüm yollarını baştan tıkamış ol­
du. Sebepleri ne olursa olsun, müzakere yapmayı reddetmek başından
siyaset yapmayı reddetmek anlamına geldi, siyaseti mutlak kazanım ya
da mutlak kaybedim noktasına indirgendi ve dünya gerçekleriyle ko­
puk bir noktada I<" ıbrıs sorunu kitlenmiş oldu. Seçim sonucu, bu an­
lamda, hem devlet aktörü olarak Rauf Denktaş'a hem de siyasal aktör
olarak siyasi partilere, siyaset yapın, Annan Planı'nı müzakere edin ve
bunu yaparken Kuzey Kıbrıs halkının görece kazanımlarını arttırmak
için ciddi bir mücadele yürütün mesajını verdi.
türkiye, kıbrıs ve ab 81

EKONOMİK KALKINMA, İNSANİ GÜVENLİK


VE DEMOKRATIKLEŞME
Annan Planı'nı müzakere etmeyi reddeden Rauf Denktaş'ın ve bu ka­
rarı Türkiye'de destekleyen devlet-merkezci siyaset anlayışının Kıbrıs
sorununa bakışı, özünde devlet egemenliği ve jeopolitik kaygılara da­
yanıyor. Müzakereyi reddeden bu söylem, j eopolitik kaygıyı ekonomik
kalkınma, insani güvenlik ve demokratikleşme sorunlarına karşı ayrı­
calıklı bir konuma sokuyor. Ama bu yaklaşımın iki temel sorunu var.
Birincisi, Kıbrıs sprununu uluslararası sistemde tanınmayan bir devlet
egemenliği sorununa ya da Kıbrıs'ın jeopolitik önemine indirgemek,
Murat Belge'nin çok haklı olarak vurguladığı gibi, 1 974 müdahalesi­
nin de jeopolitik kaygılar değil, aksine insani temelde yapılan bir mü­
dahale olduğu tezinin ikna gücünü zayıflatıyor ve sorunlu bir niteliğe
sokuyor. Jeopolitik boyut vurgulandıkça Kıbrıs sorununu dünyaya an­
latmak, müzakere sürecine girmek ve görece kazanımlar temelinde so­
runu çözmek zorlaşıyor. İkincisi, eğer Kıbrıs sorunu insani temelde or­
taya çıkan bir sorunsa, bu sorunun çözümü Kuzey Kıbrıs halkının
ekonomik refahını, insani güvenliğini ve demokratik siyasal varlığını
güvence altına almayı gerektirir. Bu da, somut düzeyde, Annan Pla­
nı'nı reddetmeyi değil, aksine başarıyla müzakere etmeyi gerekli kılar.
Bu anlamda, 1 4 Aralık seçimi, Annan Planı'nı başarılı bir biçimde mü­
zakere edin mesajını verirken, aynı zamanda Kıbrıs sorununu devlet
egemenliği ve jeopolitik kaygılara indirgeyen anlayışın da toplumsal
bir eleştirisini içermektedir. Bu mesajı devlet ve siyasi aktörlerin algıla­
ması, bugün yaşanan siyasal belirsizliği çözüme doğru bir yola dönüş­
türmek için önemli olacaktır.

ANNAN PLANI VE AB
1974'ten bugüne Kıbrıs sorununa uluslararası temelde bir çözüm bul­
ma çabaları ve önerileri gündeme geldi. Bu anlamda, Annan Planı ilk
çözüm önerisi değildi, ama, ciddi eleştirilecek ve değiştirilmesi gereken
boyutları olsa da, bugüne kadar yapılan en ciddi ve kapsamlı çözüm
önerisiydi. Birinci olarak, Annan Planı, hem Kuzey Kıbrıs'ın egemen-
82 dış politika ve demokratikleşme

lik bağlamında siyasi kimliğini tanıması temelinde, hem de yeni kuru­


lacak devletin hareket tarzını belirleyecek yasal düzenlemelerle ilgili
hazırladığı kapsamlı yasal düzenlemeler içinde, bugüne kadar hazırla­
nan en ciddi çözüm önerisini sunmaktadır. İkinci olarak, Annan Planı
öne koyduğu çözüm önerisinin demokratik temelde kurulan bir enteg­
rasyon projesi olan AB boyutunu bir siyasi referans olarak içermesi ne­
deniyle de daha önceki önerilerden farklı bir nitelik taşıyor. Dolayısıy­
la, çözüm sağlandığı takdirde Kıbrıs'ın bir bütün olarak AB üyesi ol­
_
ması, Kuzey Kıbrıs halkının siyasi kimliğinin ve insani güvenliğinin AB
içinde güvence altına alınması anlamına geliyor ve bu bağlamda da
Annan Planı daha önceki çözüm önerilerinden farklı ve özgün bir ni­
telik taşıyor. Bu iki boyut içinde, Annan Planı çözüm için müzakerele­
rin yapılması için bir başlangıç noktası oluşturuyor. Aynı zamanda,
planın gündeme getirilmesinden bugüne üç kere değişikliğe uğraması
da, sadece planın değişebilirliğini değil, aynı zamanda, yapılan müza­
kerelerde ortaya konulacak ciddi bir mücadeleyle Kuzey Kıbrıs halkı­
nın istediği güvencelerin de sağlanabileceğini bize gösteriyor.
Bir müzakere süreci olarak siyaset tam da bu noktada başlıyor.
Annan Planı'nı reddetmek ve masadan kalkmak, siyaseti reddetmek,
günümüzde uluslararası ilişkilerin değişen yapısını tanımamak ve Gü­
ney Kıbrıs'a da gereksiz bir şekilde müzakereyi götürmek isteyen taraf
niteliği vermek anlamına geliyor. 14 Aralık seçiminden çıkan toplum­
sal mesaj, Kuzey Kıbrıs halkının siyasi kimliğinin, ekonomik refahının
ve insani güvenliğinin güvence altına alınması temelinde Annan Pla­
nı'nın müzakere edilmesiyse, bugün yaşanan siyasi belirsizlikten olum­
lu bir sonucun çıkması da bu mesajın Kıbrıs sorununun tarafı olan iç
ve dış aktörler tarafından doğru algılanmasına bağlıdır.
Türk Dış Politikası ve AB

4-5 Nisan 2004 günlerinde Hollanda'nın Maastricht şehrinde Koç


Üniversitesi ve Maastricht İşletme Okulu'nun ortaklaşa düzenledi­
ği Türkiye ve Avrupa Birliği: Önyargının Gerisinde adlı önemli bir
konferans gerçekleşti. Konferansta Türkiye'yi Bakanlık ve meclis dü­
zeyinde Abdullah Gül, Mehmet Aydın, Murat Mercan ve Kemal Der­
viş temsil ederken, Hollanda'yı da ekonomiden, AB'den sorumlu dev­
let bakanları temsil etti. Aynı zamanda konferansa, hem AB, Avrupa
Komisyonu ve Avrupa Konseyi'nden başkanlık düzeyinde yöneticiler,
hem de Türkiye'den iş dünyasından, akademik dünyadan ve sivil top­
lum örgütlerinden önemli isimler katıldılar. Hollanda'nın 2004'ün
ikinci dönemi AB dönem başkanlığını alması ve Türkiye'nin AB'ye
tam üyelik müzakere süreciyle ilgili kararın 2004 sonu Hollanda baş­
kanlığı içinde alınmış olması, Maastricht konferansının önemini siya­
si ve zamansal olarak daha da arttırdı.
Maastricht'de, Türkiye delegasyonunun yaptığı konuşmalar
hem önemli hem de etkiliydi. Ama özellikle, Abdullah Gül'ün ve Ke­
mal Derviş'in yaptığı konuşmalar çok önemliydi ve üç-boyutlu bir et­
kiye sahipti: 1 ) Hem Abdullah Gül hem de Kemal Derviş Türkiye'nin
84 dış politika ve demokratikleşme

Avrupa için önemini ve bir üye olarak ciddi konumunu ayakları yere
basan bir yöntem içinde vurguladılar; 2) her ikisi de, Türkiye-AB iliş­
kilerinin tek taraflı değil, aksine karşılıklı-faydaya ve öneme dayanan
bir ilişki olduğunu tutarlı ve inandırıcı bir temelde açımlamadılar ve 3)
aynı zamanda her ikisi de, Kopenhag siyasi kriterlerinin uygulamaya
sokulmasında hala Türkiye tarafından yapılacak olan ciddi ve inandı­
rıcı bir çaba ve çalışmanın olduğunu kabul ederken ve Türkiye'nin bu
bağlamda ciddi bir siyasi iradeye sahip olduğunu söylerken, Avru­
pa'nın Türkiye'ye karşı olan muğlak ve ikircikli tutumunu eleştirdiler
ve Gül'ün deyişiyle diğer aday ülkelerden farklı olarak "AB'nin Türki­
ye'nin önüne kırmızı bir halı sermediğinin" altını çizdiler.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE AKTİF OLUMLULUK"


"

Maastricht'te yapılan toplantıda bir kere daha ortaya çıktı ki, kendi
demokratikleşme ve sürdürelebilir ekonomik kalkınma sorunlarına
çözüm arayan ve bunu yaparken de uluslararası ilişkilerin değişen ya­
pısını iyi okuyarak "aktif ve olumlu" bir dış politika izleyen bir Tür­
kiye kendisini ciddi, güçlü ve kendinden emin bir aktör olarak ortaya
koyma kapasitesine sahip oluyor. Ziya Öniş'le Türkiye-AB ilişkileri ve
Türkiye'de demokratikleşme süreci üzerine yaptığımız çalışmalarda da
belirttiğimiz gibi, ister Türkiye-AB, Türkiye-IMF, Türkiye-ABD ilişki­
lerinde, isterse Kıbrıs sorunu ya da Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde
olsun, Türk dış politikası kendisini tamamen güvenlik sorununa en­
dekslediği ve böylece demokratikleşme ve ekonomik kalkınmayı ikin­
ci plana attığı zaman başarılı olamıyor. Dış ilişkilerinde savunmacı ve
sadece kendisini dışarıya karşı korumaya dönük bir negatif eğilim içi­
ne giren Türk dış politikasının etkili olması da olanaklı değil. Aksine
demokratikleşme ve ekonomik kalkınma çabalarını etkili bir dış poli­
tika aracı olarak gören, güvenlik sorununa yaklaşırken savunmacı ol­
mak yerine aktif olmayı tercih eden ve içe kapanmak yerine dışa dö­
nük, yapıcı ve olumlu bir dış politika anlayışını yaşama geçiren bir
Türkiye kendinden emin ve güvenli bir ülke imajına sahip oluyor ve
böyle algılanıyor. Maastricht'te bu çok net olarak ortaya çıktı. Örne-
türk dış politikası ve ab 85

ğin, Maastricht'te vurgulandığı gibi, Türkiye'nin Kıbrıs sorunu teme­


linde yaptığı aktif ve olumlu dış politika girişimi, kendisini AB'ye kar­
şı güvenli ve güçlü bir konuma soktu. Kuzey Kıbrıs'ta yapılacak refe­
randumda çıkan "evet" kararı, artık AB'nin Türkiye'ye muğlak ve
ikircikli değil, kendi deyimleriyle "hakkaniyetli ve nesnel temelde" ve
sadece Kopenhag kriterlerinin uygulamaya geçilmesi ekseninde yaklaş­
masını zorunlu kıldı. Bu Türk dış politikasının uyguladığı " aktif olum­
luluk" stratejisinin gerçekleştirdiği bir başarıdır.

TÜRKİYE'NİN AB İÇİN ÖNEMİ


Türkiye demokratikleşme ve ekonomik kalkınma sounlarına uzun-dö­
nemli çözümler aradığı ve dış ilişkilerine aktif ve olumlu yaklaştığı sü­
rece, kendisinin AB için, Avrupa kimliği için ve "nasıl bir Avrupa" so­
rusu bağlamındaki önemi de artmaktadır. Dahası, bu önemin ve ciddi­
yetin dile getirilmesinde, Türkiye ikna etme gücüne sahip olmakta ve
Avrupa'yı kendisini dinlemeye zorlamaktadır. Bu anlamda, "aktif
olumluluk" stratejisi Türkiye'nin Avrupa'da kendisinin AB'ye tam
üyeliğine karşı çıkan ya da Türkiye ile " imtiyazlı özel üyelik" temelin­
de bir ilişki isteyen lobilere ve siyasi konumlara karşı da güçlü bir ya­
nıt getirmektedir.
Türkiye'nin Avrupa için öneminin üç-boyutlu olduğunu düşü­
nüyorum. Birincisi, Türkiye ağırlığı Müslüman toplumu ve seküler/de­
mokratik siyasi kimliğiyle, Avrupa kimliğinin nereye kadar çoğulcu ve
çok kültürlü olacağının en önemli aktörüdür. Türkiye'nin AB'ye tam
üyeliği, Avrupa'nın siyasi kimlik bağlamında geleceğini şekillendirecek
temel referanslardan biridir. İkincisi, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkas­
ya bölgeleri arasındaki "kilit devlet ve bölgesel güç" konumuyla Tür­
kiye, 1 1 Eylül sonrası dünyada Avrupa için jeopolitik bir öneme sahip­
tir. Bu anlamda, Avrupa'nın bugünün dünya politikası ve uluslararası
ilişkileri içinde kendisini nasıl konumlayacağı, diğer bir deyişle ekono­
mik ve demokratik anlamda güçlü, fakat içine kapalı ve dış politikada
güçsüz bir kimliğe mi sahip olacağı ya da dünyanın yeniden şekillen­
mesinde ağırlığı olan bir küresel güç mü olacağı sorusuna verilecek ya-
86 dış politika ve demokratikleşme

nıt içinde Türkiye önemli bir referans noktasıdır. Üçüncüsü, Türkiye


belli ekonomik istikrar ve kalkınma sorunlarına sahip olmakla birlik­
te, G-20 ülkeleri içinde yer alan ekonomisi ve genç nüfusuyla, Avrupa
için ekonomik bir öneme de sahiptir. Avrupa'nın Türk ekonomisi için
önemi ve Türkiye'nin Avrupa ekonomisine dinamizm getirecek önemi,
Türkiye-Avrupa ilişkilerine "karşılıklı çıkarlara dayalı bir ilişki" nite­
liği vermektedir.
Şüphesiz ki, Türkiye'nin Avrupa için kültürel, jeopolitik ve eko­
nomik önemi bir veri, kendiliğinden geçerliliği olan bir olgu değildir.
Dar ve kısır bir güvenlik anlayışıyla kendisini dışa kapatan, dış ilişki­
lerine milliyetçi bir şüphecilikle yaklaşan ve demokratikleşme ve eko­
nomik kalkınma sorunlarına eğilmeyen bir Türkiye, kültürel, jeo-poli­
tik ve ekonomik önemini kaybetmekle kalmayıp, bu alanların her biri
kendisi için ciddi sorun alanına dönüşebilir. Aksine, demokratik ve
ekonomik istikrara sahip bir Türkiye, Avrupa ve 1 1 Eylül sonrası dün­
ya için kültürel, jeopolitik ve ekonomik bir öneme sahip olacaktır. Ko­
penhag kriterlerini uygulamaya sokmakta ciddi bir siyasi irade göste­
ren ve dış ilişkilerine aktif ve olumlu bir stratejiyle yaklaşan Türkiye,
kendisi için hayati önem taşıyan bu dönemi başarıyla tamamlama şan­
sına sahiptir. Önyargının gerisinde yapılanmış bir Türkiye-AB ilişkisi,
bu şansın gerçekleşmesine önemli bir katkıda bulunacaktır.
Türkiye: Kilit Ülke / Bölgesel Güç

2 OOO'li yıllarda Türkiye'de artık ne siyaseti ve siyasal alanı hem siya­


sal aktörler, hem siyasal stratejiler, hem de siyasal vizyonlar düzeyin­
de "iç politika-dış politika ayrımı" yaparak çözümleyebiliriz, ne de Tür­
kiye'nin içinden geçtiği siyasal, ekonomik ve kültürel değişim ve dönü­
şümü "küreselleşme/bölgesel entegrasyon/ yerel toplumsallaşma süreçle­
ri"ni gözardı ederek anlayabiliriz. Gerçekte, Türkiye'de siyasete iç poli­
tika ile dış politikayı beraber düşünerek yaklaşma ve modern Türkiye
tarihini de dünyadaki değişimlere bağlantılı çözümleme gereksinimleri
sadece 2000'li yıllara özgü bir gereksinim değil. Özellikle 1 980'lerden
beri yaşadığımız kültürel değişim ve dönüşümleri (kültürel kimlik talep­
leri ve sivil toplumun gelişimi bağlamında), ekonomik süreçleri (serbest
pazar temelli ekonomik liberalizmin egemen ideoloji olması bağlamın­
da) ve siyasal düzeyin yaşadığı temsiliyet, meşruiyet ve yönetim krizleri­
ni (devlet-merkezci merkez sağ ve merkez-sol partilerin toplumsal taban­
larını giderek yitirmeleri bağlamında) küreselleşme, bölgesel entegras­
yon ve yerelleşme süreçlerinden bağımsız anlayamayız.
Fakat, 2000'li yıllarda dünyadan bağımsız bir temelde Türki­
ye'yi düşünmek ve Türkiye'de siyaset yapmak olanaksızlaştı. 1 999
88 dış politika ve demokratikleşme

Helsinki Zirvesi'nde alınan aday ülke statüsünden bu yana giderek be­


lirlilik ve ciddiyet kazanan Türkiye-AB ilişkileri, artık bir dış politika
değil; iç politikanın temel kurucu ögelerinin başında geliyor. AB artık
bir iç politika aktörü, Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkilerinin de­
mokratikleşme temelinde geçirdiği yasal ve kurumsal dönüşümün te­
mel referanslarından biri. 2001 ekonomik kriziyle birlikte derinleşen
Türkiye-IMF ilişkileri sadece ekonominin düzenlenmesiyle sınırlı bir
ilişki değil, aksine bu ilişki de devletin ve siyasetin yasal ve kurumsal
yeniden yapılanmasını içeriyor. 2001 'den beri IMF sadece ekonomik
dış politikanın değil, aynı zamanda Türkiye'de siyasetin içsel aktörle­
rinden ve kurucu referanslarından biri işlevini görüyor. Benzer olarak,
1 1 Eylül sonrası dünyada Türkiye-ABD ilişkilerinin de, özellikle
ABD'nin Irak'ı işgaliyle ve yaşama geçirmeye çalıştığı " Büyük Ortado­
ğu Projesi"yle birlikte derinleştiğini ve iç siyasetin göbeğine oturduğu­
nu görüyoruz. Artık ABD Türkiye'nin komşusu, kendi stratejik tercih­
leri için Türkiye'den beklentileri var, bu tercihlerin Türkiye içinde
önemli sonuçları var ve bu anlamda Türkiye-ABD ilişkileri Türkiye'de
siyasete içsel bir işlev görüyor, görmeye de devam edecek.
Burada altını çizmemiz gereken nokta da şu; bu ilişkiler birbir­
lerinden bağımsız ilişkiler değil, aksine hepsi birbirleriyle bağlantılı ve
birbirlerinin üzerinde ciddi etkiler yaratma potansiyeline sahip ilişki­
ler. Bugün, ne Türkiye-AB ne de Türkiye-ABD ilişkilerini birbirinden
bağlantısız düşünebiliriz. Her iki ilişkideki gelişmeler hem transatlan­
tik ilişkileri dediğimiz ABD-AB ilişkilerinin niteliğine ve nasıl yeniden
yapılanacağına, hem de ABD'nin " Büyük Ortadoğu Projesi "ne karşı
AB'nin alacağı konuma bağlı. Diğer bir deyişle, Türkiye-AB ilişkileri­
ni ABD dış politikasına referans vermeden doğru okuyamayacağımız
gibi, Türkiye-ABD ilişkilerini de Türkiye'nin AB projesinden bağımsız
düşünemeyiz. Türkiye-IMF ilişkilerini de bu tarzda düşünmeliyiz. Üs­
telik, Türkiye-AB, Türkiye-IMF ve Türkiye-ABD ilişkilerinin birbirle­
riyle " bağlantılı" niteliğinin Türkiye üzerinde " sistem-dönüştürücü et­
kiye" sahip olduğunu kabul etmeliyiz ve bu temelde de bu ilişkilerin
2000'li yıllarda Türkiye' de siyaseti "iç politika-dış politika ayrımı yap-
türkiye: kilit ülke / bölgesel güç 89

madan düşünmek" gerekliliğini bir " tarihsel gereklilik" olarak devle­


tin ve siyasi aktörlerin önüne koyduklarını görmeliyiz.

AKTİF VE OLUMLU DIŞ POLİTİKA


Zaten bu nedenle de, bu tarihsel gerekliliği iyi okuyamayan DSP, MHP,
ANAP, DYP ve SP gibi partiler 3 Kasım 2002 seçiminde büyük bir ye­
nilgi alarak, parlamento dışında kaldılar. Yine bu nedenle, seçimi kaza­
nan AKP hükümeti 3 Kasım'dan beri kendisini 2002 Aralık Kopenhag
Zirvesi'yle başlayan çok ciddi bir uluslararası ilişkiler sürecinde buldu.
Bu dönemde, Türkiye-AB, Türkiye-ABD ve Türkiye-IMF ilişkileri çok
karmaşık bir niteliğe büründü; Türkiye Irak Savaşı'yla yüz yüze kaldı;
AB'ye tam üyelikle ilgili Kopenhag kriterlerini gerçekleştirecek uyum
yasaları çıkartma, yasal değişikliklerde bulunma ve bunları uygulama­
ya sokma çabasına girdi ve Kıbrıs sorununda çözüm girişiminde bulun­
du. Bu karmaşık süreçler hala devam ediyor ve daha da karmaşıklaşa­
rak, iç politikayı daha da belirleyerek devam edecekler de. 2004 yılı ve
sonrası Türkiye'de siyaset bu karmaşıklık ve çokboyutlu dış politika
süreçleriyle boğuşacak. 2004 yılı sonunda Türkiye-AB ilişkilerinde tam
üyelik müzakere sürecinin başlaması için Türkiye'nin yapması gereken­
ler var. Ama aynı zamanda, bu ciddi dönem içinde, Türkiye'nin Irak Sa­
vaşı sonrası dönemdeki gelişmelere ve ABD'nin Büyük Ortadoğu Pro­
jesi'ne karşı da ciddi bir strateji geliştirmesi gerekiyor.
2002 Aralık Kopenhag Zirvesi'nde alınan "koşullu ama gecik­
meksizin tam üyelik müzakerelerine başlama" kararından beri Türki­
ye, hem AB ile ilişkilerinde hem de "Kıbrıs sorunu"na yaklaşımında
çokboyutlu, "aktif, yapıcı ve olumlu" bir dış politika izledi ve başarı­
lı oldu. Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili yapılan eşzamanlı referan­
dumlardan kuzeyde "evet", güneyde " hayır" çıkması, hem Türkiye'yi
hem de KKTC'yi dünya kamuoyunda sorun çözücü taraf konumuna
getirdi. Bugün, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili en önemli referans olan
AB ilişkilerinde, AB'nin karşısında demokratikleşmesi ve ekonomik is­
tikrarıyla ilgili ciddi bir çaba içinde olan, Kıbrıs sorununun çözümün­
de aktif ve yapıcı bir dış politika uygulamış ve belki de en önemlisi,
90 dı� politika ve demokratikleşme

çok doğru bir kararla Irak işgalinin dışında kalmış bir Türkiye var.
AB'yle ilişkilerinde oyunu doğru oynayan bir Türkiye, artık kendisi
köşeye sıkışan ve defansif olan bir ülke değil, aksine Kopenhag kriter­
lerini uygulamaya geçirmede ciddi bir siyasi irade gösterdiği sürece,
Avrupa'daki anti-Türkiye lobilerini ve söylemlerini köşeye sıkıştıran
ve onları ciddi bir meşruiyet krizine iten bir ülke. Aynı zamanda, " 1
Mart tezkeresi"ni destekleyenlerin aksine, Irak işgalinin dışında kalan
Türkiye'nin ne kendi içinde ekonomik ve siyasal istikrarsızlık oldu, ne
de Türkiye'nin ABD dış politikası için önemi azaldı. Aksine, savaşın
dışında kalan Türkiye, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi dediği yeni­
den yapılanmanın kilit ülkelerinden birisi konumunda ve ABD için
önemi giderek artıyor.

KİLİT DEVLET I BÖLGESEL GÜÇ


Türkiye'nin hem AB hem de ABD için önemli konumunu anlamak
için, Türkiye'nin dış politika kimliğini iyi okumak gerekiyor. Kendisi­
ni sadece askeri güvenliğe endekslemeyen, aksine demokratikleşme ve
ekonomik kalkınmaya yönelen Türkiye, hem AB hem de ABD için Or­
tadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde "kilit bir devlet", bölgesel
bir güç. Demokratik ve ekonomik kalkınmasında istikrar sağlamış bir
Türkiye, hem modernleşmeyle demokratikleşmeyi beraber götürmüş
bir ülke olarak, hem G-20 ülkelerinden biri olan ekonomisiyle, hem
önemli jeopolitik kimliğiyle, bu coğrafi üçgende barış ve istikrarı ya­
ratma potansiyeline sahip bir ülke. Şüphesiz ki bu potansiyel, Türki­
ye'nin dış politika kimliğini sadece askeri güvenlik değil, özünde de­
mokratikleşme ve ekonomik istikrar temelinde kurmasıyla ve dünya­
nın değişen yapısını iyi okuyan çokboyutlu bir dış politika stratej isine
sahip olmasıyla gerçekleşebilir. Böyle bir dış politika kimliğine ve stra­
tejisine yaklaşan, iç politika ile dış politikayı bağlantılı gören AKP hü­
kümeti, hem Türkiye-AB ilişkilerinde hem de Kıbrıs sorununa çözüm
sürecinde şimdiye kadar başarılı bir tablo çizdi. Dünyayı ve Türkiye'yi
iyi okuyamayanlarsa şaşırmış durumdalar.
Küreselleşme ve Türk Dış Politikası

1 990'lardan bugüne, Soğuk Savaş sonrası dönem dediğimiz zaman


birimi içinde, hem yaşadığımız dünyanın hem de Türkiye'nin hızlı
bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçtiğini görmekteyiz. Yaşadığımız
dünyada devletler, toplumlar ve kültürler arası ilişkiler yoğunlaşıyor,
derinleşiyor ve hızlanıyor. Küreselleşme süreçleri olarak adlandırılan
ve ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda yaşanan bu yoğunlaşma,
derinleşme ve hızlanma, bir taraftan ekonomik ve teknolojik zengin­
leşmeyi getirirken, diğer taraftan da işsizlik, fakirlik ve yoksulluğu
dünya ölçeğinde bir sorun yapıyor; bir taraftan demokratikleşme ve
özgürlük taleplerini yaygınlaştırırken, diğer taraftan da etnik, dinsel ve
kültürel kimlik temelindeki çatışmalar dünyanın farklı yerlerinde çok
ciddi insani trajediler yaratıyorlar ve bir taraftan modern kültürel bi­
çimler, tarzlar, sembolleri küreselleştirirken, diğer taraftan da yerel
kültürlerin ve geleneklerin korunması çabalarını içeriyor. Bu anlamda,
Soğuk Savaş'ın bitimi dünyada, bir taraftan ciddi bir değişim ve dönü­
şüm getirirken, diğer taraftan da ciddi sorunları, krizleri, çatışmaları
ortaya çıkardı. Bir dönem bitti ama yeni bir dönem ortaya çıkmadı, es­
ki bitti ama yeni doğmadı, devletler arası belli bir çatışma biçimi bitti
92 dış politika "" demokratikleşme

ama yerine barış gelmedi; aksine dünya belirsizliklerle, muğlaklıklarla


ve geleceğe dönük güvensizliklerle dolu bir mekana, bir yaşam alanı­
na dönüştü.
2000'li yıllar, 1 1 Eylül ile birlikte, bu belirsizliği, muğlaklığı ve
güvensizliği daha da arttırdı, yoğunlaştırdı, derinleştirdi ve hızlandır­
dı. ABD dış politikasının 1 1 Eylül terörünü insanlığa karşı işlenmiş bir
suç olarak değil, kendi ülkesine karşı başlatılmış bir savaş olarak yo­
rumlamasından beri, tüm dünya terörizme karşı küresel mücadele adı
altında bir savaş alanına dönüştü. Afganistan ve lrak'a karşı başlatılan
savaşlar, Filistin-İsrail sorunu, Büyük Ortadoğu Projesi söylemiyle ger­
çekleştirilen işgaller, dünyada tam bir belirsizlik ve güvensizlik dönemi
başlattı.

2000'Lİ YILLARDA TÜRKİYE


Tüm bu süreçlerden, Türkiye bağımsız değil; aksine dünyada yaşanı­
lan bu değişim ve dönüşümün merkezinde yer alan ülkelerden birisi.
Türkiye, 1 990'lardan bugüne, hem kendi içinde ciddi değişimler, kriz­
ler, belirsizlikler yaşayan bir ülke, hem de yukarda belirttiğim Soğuk
Savaş sonrası dönem içinde oluşan belki de en önemli dönüşümü ya­
ratan 1 1 Eylül terörü sonrası dünyanın en önemli merkez ülkelerinden
biri konumunda. Bu nedenle de, 2000'li yıllarda Türkiye'de artık ne
siyaseti hem siyasal aktörler, hem siyasal stratejiler, hem de siyasal viz­
yonlar düzeyinde " iç politika-dış politika ayrımı" yaparak çözümleye­
biliriz, ne de Türkiye'nin içinden geçtiği siyasal, ekonomik ve kültürel
değişim ve dönüşümü " küreselleşme/bölgesel entegrasyon/ yerel top­
lumsallaşma süreçleri"ni gözardı ederek anlayabiliriz.'2.000'li yıllarda
dünyadan bağımsız bir temelde Türkiye'yi düşünmek ve Türkiye' de si­
yaset yapmak olanaksızlaştı. Siyaseti iç politika-dış politika arasında­
ki içsel ve karşılıklı ilişki, üç-boyutlu bir niteliğe sahip: (a) 1 999 Hel­
sinki Zirvesi'nde alınan aday ülke statüsünden bu yana giderek belir­
lilik ve ciddiyet kazanan Türkiye-AB ilişkileri, artık bir dış politika de­
ğil, iç politikanın temel kurucu ögelerinin başında geliyor. AB artık bir
iç politika aktörü, Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkilerinin demok-
küreselleşme ve türk dış politikası 93

ratikleşme temelinde geçirdiği yasal ve kurumsal dönüşümün temel re­


feranslarından biri; (b) 2001 ekonomik kriziyle birlikte derinleşen
Türkiye-IMF ilişkileri sadece ekonominin düzenlenmesiyle sınırlı bir
ilişki değil, aksine bu ilişki de devletin ve siyasetin yasal ve kurumsal
yeniden yapılanmasını içeriyor. 2001 'den beri IMF sadece ekonomik
dış politikanın değil, aynı zamanda Türkiye'de siyasetin içsel aktörle­
rinden ve kurucu referanslarından biri işlevini görüyor ve (c) 1 1 Eylül
sonrası dünyada Türkiye-ABD ilişkilerinin de, özellikle ABD'nin lrak'ı
işgaliy_le ve yaşama geçirmeye çalıştığı " Büyük Ortadoğu Projesi"yle
birlikte derinleştiğini ve iç siyasetin göbeğine oturduğunu görüyoruz.
Artık ABD Türkiye'nin komşusu, kendi stratejik tercihleri için Türki­
ye'den beklentileri var, bu tercihlerin Türkiye için de önemli sonuçları
var ve bu anlamda Türkiye-ABD ilişkileri Türkiye'de siyasete içsel bir
işlev görüyor, görmeye de devam edecek.
Burada altını çizmemiz gereken nokta da şu; bu ilişkiler birbir­
lerinden bağımsız ilişkiler değil, aksine hepsi birbirleriyle bağlantılı
ve birbirlerinin üzerinde ciddi etkiler yaratma potansiyeline sahip
ilişkiler. Bugün, ne Türkiye-AB ne de Türkiye-ABD ilişkilerini birbi­
rinden bağlantısız düşünebiliriz. Her iki i lişkideki gelişmeler hem
transatlantik ilişkileri dediğimiz ABD-AB ilişkilerinin niteliğine ve ye­
niden nasıl yapılanacağına bağlı, hem de ABD'nin " Büyük Ortadoğu
Projesi "ne karşı AB'nin alacağı konuma bağlı. Diğer bir deyişle, Tür­
kiye-AB ilişkilerini ABD dış politikasına referans vermeden doğru
okuyamayacağımız gibi, Türkiye-ABD ilişkilerini de Türkiye'nin AB
projesinden bağımsız düşünemeyiz. Türkiye-IMF ilişkilerini de bu
tarzda düşünmeliyiz. Üstelik, Türkiye-AB, Türkiye-IMF ve Türkiye­
ABD ilişkilerinin birbirleriyle " bağlantılı" niteliğinin Türkiye üzerin­
de " sistem-dönüştürücü etkiye" sahip olduğunu kabul etmeliyiz ve
bu temelde de bu ilişkilerin 2000'li yıllarda Türkiye'de siyaseti "iç
politika-dış politika ayrımı yapmadan düşünmek" gerekliliğini bir
" tarihsel gereklilik" olarak devletin ve siyasi aktörlerin önüne koy­
duklarını görmeliyiz.
94 dış politika ve demokratikleşmo

KİLİT DEVLET/BÖLGESEL GÜÇ/ALTERNAliF MODERNİTE


Türkiye'nin hem AB hem de ABD için önemli konumunu anlamak
için, Türkiye'nin dünyanın değişen ve muğlaklaşan yapısı içinde olu­
şan dış politika kimliğini iyi okumak gerekiyor. Benim düşünceme gö­
re, 1 990'lı yıllardan başlayan, ama özellikle 1 1 Eylül sonrası dünyada
Türkiye önemi gittikçe artan " kilit ülke" kimliğine sahip. Kilit ülke sü­
per (ABD gibi) ya da büyük güç olmayan (Fransa, Almanya, Rusya,
Çin gibi), ama bulundukları bölgede bölgesel güç olan ülkeleri tanım­
layan bir kavram. Kilit ülke, kendi etrafındaki ülkeleri etkileme gücü­
ne sahip bölgesel bir güç olmayı ve bu nedenle de uluslararası ilişkile­
rin geleceği için önemli bir aktör olarak algılanan bir ülke. Bugünün
dünyasında Türkiye böyle bir güç, kilit bir ülke konumuna ve kimliği­
ne sahip bir ülke. Daha somut olarak, kendisini Soğuk Savaş'ın sade­
ce askeri güvenliğe endekslenen dış politika anlayışından çıkartan ve
demokratikleşme ve ekonomik kalkınmaya yönelen bir Türkiye, hem
AB hem de ABD için Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde " ki­
lit bir devlet", bölgesel bir güç. Demokratik ve ekonomik kalkınma­
sında istikrar sağlamış bir Türkiye, hem modernleşme-İslami kültürel
kimlik-seküler demokratikleşmeyi beraber götürmüş bir ülke olarak,
hem G-20 ülkelerinden biri olan ekonomisiyle, hem de önemli jeopo­
litik kimliğiyle, bu coğrafi üçgende barış ve istikrarı yaratma potansi­
yeline sahip bir ülke. İslam, modernite ve demokrasinin beraber olabi­
leceğini göstermiş "alternatif modern kimliğiyle, içerdiği ekonomik di­
namizm potansiyeliyle ve jeopolitik konumuyla Türkiye " kilit ülke ve
bölgesel güç kimliğine" sahip bir ülke. Ama şüphesiz ki bu potansiyel,
Türkiye'nin dış politika kimliğini sadece askeri güvenlik değil, özünde
demokratikleşme ve ekonomik istikrar temelinde kurmasıyla ve dün­
yanın değişen yapısını iyi okuyan çokboyutlu bir dış politika strateji­
sine sahip olmasıyla gerçekleşebilir. Demokratik ve ekonomik kalkın­
masını sürdürülebilir kılan bir Türkiye, bu kilit ülke konumunu, küre­
selleşen dünyada ve 1 1 Eylül sonrası dönemde koruyabilir ve yaşama
geçirebilir.
küreselleşme ve türk dış politikası 95

AKP VE AKTİF / YAPICI DIŞ POLİTİKA


3 Kasım 2002 seçiminden tek parti hükümeti kurarak çıkan AKP'nin
ve Türkiye'nin bugüne kadar uyguladığı dış politika anlayışının, " bir
kilit ülke, bölgesel güç ve alternatif modernite olarak hareket eden bir
dış politika kimliğini" yaşama geçirdiğini söyleyebiliriz. AKP hüküme­
ti 3 Kasım'dan beri kendisini 2002 Aralık Kopenhag Zirvesi'yle başla­
yan çok ciddi bir uluslararası ilişkiler sürecinde buldu. Bu dönemde,
Türkiye-AB, Türkiye-ABD ve Türkiye-IMF ilişkileri çok karmaşık bir
niteliğe büründü; Irak Savaşı'yla yüz yüze kaldı; AB'ye tam üyelikle il­
gili Kopenhag kriterlerini gerçekleştirecek uyum yasaları çıkartma, ya­
sal değişikliklerde bulunma ve bunları uygulamaya sokma çabasına
girdi ve Kıbrıs sorununda çözüm girişiminde bulundu. Bu karmaşık
süreçler hala devam ediyor ve daha da karmaşıklaşarak, daha da iç
politikayı belirleyerek devam edecekler de. 2004 yılı sonunda Türkiye­
AB ilişkilerinde tam üyelik müzakere sürecinin başlaması için Türki­
ye'nin yapması gerekenler var. Ama aynı zamanda, bu ciddi dönem
içinde, Türkiye'nin Irak Savaşı sonrası dönemdeki gelişmelere ve
ABD'nin Büyük Ortadoğu projesine karşı da ciddi bir strateji geliştir­
mesi gerekiyor.
2002 Aralık Kopenhag Zirvesi'nde alınan "koşullu ama gecik­
meksizin tam üyelik müzakerelerine başlama" kararından beri AKP ve
Türkiye, hem AB ile ilişkilerinde hem de "Kıbrıs sorunu"na yaklaşı­
mında çokboyudu, "aktif ve yapıcı" bir dış politika izledi ve başarılı
oldu. Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili yapılan eş-zamanlı referan­
dumlardan kuzeyde "evet", güneyde "hayır" çıkması, hem Türkiye'yi
hem de KKTC'yi dünya kamuoyunda sorun çözücü taraf konumuna
getirdi. Bugün, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili en önemli referans olan
AB ilişkilerinde, AB'nin karşısında demokratikleşmesi ve ekonomik is­
tikrarıyla ilgili ciddi bir çaba içinde olan, Kıbrıs sorununun çözümün­
de aktif ve yapıcı bir dış politika uygulamış ve belki de en önemlisi,
çok doğru bir kararla Irak işgalinin dışında kalmış bir Türkiye var.
AB'yle ilişkilerinde oyunu doğru oynayan bir Türkiye, artık kendisi
köşeye sıkışan ve defansif olan bir ülke değil, aksine Kopenhag kriter-
96 dış politika ve demokratikleşme

!erini uygulamaya geçirmede ciddi bir siyasi irade gösterdiği sürece,


Avrupa'daki anti-Türkiye lobilerini ve söylemlerini köşeye sıkıştıran
ve onları ciddi bir meşruiyet krizine iten bir ülke. Türkiye Avrupa'nın
geleceğinin belirlenmesi sürecine önemli bir katkıda bulunacak bir ül­
ke, şüphesiz ki demokratikleşme sürecini uygulamaya tam olarak sok­
tuğu zaman. Böyle bir Türkiye, Ortadoğu'nun geleceğinin belirlenme­
sinde de önemli bir katkı verme potansiyeline sahip bir kilit ülke. Çok
önemli bir yıl yaşayan Türkiye'de siyaseti, Türkiye'nin bugünün dün­
yasındaki " kilit ülke kimliğini" pekiştirmek temelinde tartışmanın ya­
rarlı olacağını düşünüyorum.
NATO Zirvesi, Türkiye
ve Demokratik Meşruiyet (1)

ugünden 1 1 Eylül gününe geriye doğru dünya politikasındaki ge­


B lişmelere baktığımız zaman iki noktanın kalın bir çizgiyle altını
çizmemiz gerekiyor. Birincisi, güvenlik ve askeri güç temelli ABD he­
gemonyasını tektaraflı olarak ve terörizme karşı küresel savaş adı al­
tında dünyayı değiştirme girişiminin işlemediği, daha bu girişimin ilk
ayağı olan lrak'ta ortaya çıkıyor. Üstelik, bu girişiminin terörizme kar­
şı mücadeleyi haydut devletler diye tanımladığı devletlerde savaş yo­
luyla rejim değişikliği yaratmaya indirgeyen hareket tarzı, Irak örne­
ğinde olduğu gibi, siyasal istikrar değil, aksine siyasal belirsizlik ve gü­
vensizlik yaratıyor; terörizmi engellemiyor, aksine pekiştiriyor. Diğer
bir deyişle, terörizme karşı mücadele tektaraflı olduğu sürece, " ben
güçlüyüm istediğimi yaparım" mantığıyla hareket ettikçe ve dünyaya
"dost-düşman ayrımına dayalı bir siyaset anlayışı"yla yaklaştıkça, ba­
şarısız olmaya mahkum gibi gözüküyor. İkincisi, bugün uluslararası
bir norm olarak demokratik meşruiyet ilkesinin ne kadar önemli oldu­
ğunu görüyoruz. Savaş öncesinde önemi anlaşılamayan, savaş yandaş­
ları tarafından küçümsenen demokratik meşruiyet ilkesinin uluslarara­
sı sorunlara çok taraflı, inandırıcı ve farklı toplumsal kesimler tarafın-
98 dış politika ve demokratikleşme

dan rıza gösterilen demokratik çozum bulmadaki önemi, bugün


Irak'ta yaşanan trajediye baktığımız zaman çok net olarak ortaya çıkı­
yor. Bugün, ABD'nin Afganistan ve lrak'a karşı başlattığı tek taraflı iş­
gale meşruiyet bulma için kullandığı " Büyük Ortadoğu Projesi" adı al­
tındaki demokratikleşme söylemlerinin bölgesel ve küresel hiçbir inan­
dırıcılığı yok. Bu anlamda, Irak Savaşı bize çok net olarak, demokra­
tik meşruiyet ilkesi üzerine kurulmayan girişimlerin, söylemleri de­
mokratik olsa bile, somut ve uygulama düzeyinde çok ciddi bir inan­
dırıcılık ve güvenilirlik krizi yaşayacağını gösterdi.

AKP VE DIŞ POLİTİKA


İşte böyle bir dönemde İstanbul'da NATO Zirvesi olacak. Irak ve Af­
ganistan sorunları ve Ortadoğu bölgesinin siyasal yeniden yapılanma­
sı NATO üyesi ülkeler tarafından tartışılacak. NATO Zirvesi'ni ve bu
bağlamda Türkiye'nin rolünü nasıl düşünmeliyiz? Bu önemli sorunun
ilk ayağına yanıtım şu: demokratik bir norm olarak uluslararası meş­
ruiyet ilkesinin önemi NATO Zirvesi'nde vurgulanmadıkça ve bugü­
nün dünyasına yön verme gücünde olan ABD, İngiltere, Almanya,
Fransa, Rusya, Çin gibi önemli aktörler tarafından kabul edilmedikçe,
ne Ortadoğu'nun yeniden yapılanması ne de terörizme karşı küresel
mücadelenin başarıya ulaşma şansı var. NATO Zirvesi içinde söylem
düzeyinde vurgulanan demokratikleşme, bölgesel sorunlara demokra­
tik çözüm bulma ve dünya politikasını barış temelinde yeniden kurma
isteminin somut düzeyde gerçekleşmesini, meşruiyet sorununa çözüm
bulunmadığı sürece bekleyemeyiz. Fakat NATO Zirvesi'nin Türki­
ye'nin hem Ortadoğu, hem de Irak sorunu bağlamlarında bölgesel ro­
lü üzerine beklentilerin arttığı bir zirve olacağını da beklemeliyiz. Bu
zirvede, G-8 Zirvesi'nde olduğu gibi, Türkiye'nin bölgesel rolü tartışı­
lacak. Türkiye'den Ortadoğu ve Irak sorunları içinde çözüme dönük
aktif bir rol oynaması istenecek. Türkiye'nin bu rolden kaçamayacağı­
nı, etrafındaki gelişmelere, kendisi istese bile, kayıtsız kalamayacağını
kabul etmeliyiz. Bu rol, ABD'de başkanlık seçimlerinde bir yönetim
değişikliği olsa bile, ABD BM'nin lrak'ın yeniden yapılanmasında da-
nato zirvesi, tUrkiye ve demokratik meşruiyet (ı) 99

ha önemli ve etkin bir konumda olmasını kabul etse bile ve AB-ABD


arasındaki transatlantik ilişkilerinde belli bir düzelme olsa bile, Türki­
ye'den istenecektir.
Bu anlamda, önemli olan Türkiye'nin bu rolü oynarken nasıl
bir dünya vizyonuna ve dış politika anlayışına sahip olduğudur. Tam
da bu noktada, demokratik bir norm olarak uluslararası meşruiyet il­
kesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Ortadoğu'nun yeniden yapılanma­
sı, Irak sorununa çözüm ve terörizme karşı küresel mücadele süreçleri
içinde güvenlik ekseninde değil, " demokratikleşme ve ekonomik kal­
kınma temeli"nde hareket eden, "demokratik meşruiyet ilkesi"ni ken­
dine öncül alan, ABD'nin tek taraflı dış politika anlayışına karşı "çok­
taraflı ve çokaktörlü bir dış politika" anlayışını destekleyen ve yaşama
geçiren Türkiye, aktif ve etkin bir rol üstlenebilir: bir kilit ülke olarak
bölgesel ve küresel demokratikleşme sürecine ciddi bir katkıda bulu­
nabilir.
Fakat, Türkiye'nin başarılı olma şansı, aynı zamanda AKP hü­
kümetinin dış politika anlayışında da bir netleşme olmasına bağlıdır. 3
Kasım'dan beri kendisini çok ciddi dış politika sorunları ve süreçleri
içinde bulan AKP'nin bugüne kadar izlediği dış politikanın olumlu ve
olumsuz ikili bir niteliğinin olduğunu görüyoruz. AKP dış politikası, .
bir taraftan özellikle Ahmet Davutoğlu'nun seslendirdiği dünyanın de­
ğişen yapısını iyi okuyan, statükoya karşı değişime öncelik veren, her
şeyi güvenlik ekseninde görmeyen, demokratikleşmeyi önemli bir dış
politika aracı olarak ele alan "aktif, olumlu, sorun çözücü, çoktaraflı
ve vizyoner" bir nitelik içeriyor. Bu niteliği Türkiye-AB ilişkilerinde,
Kıbrıs sorununa çözüm arayışında, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde,
v.b. alanlarda görüyoruz. Ama aynı zamanda, AKP dış politikası, Baş­
bakan Erdoğan'ın seslendirdiği "siyaset ticarettir" söyleminde ve risk
almayı ilkeli olmanın önüne çıkarmasında gördüğümüz ciddi bir
olumsuzluk da taşıyor. AKP'nin bu belli bir vizyona dayanmayan, ama
" ilkesiz ve faydacıl" dış politika anlayışını da, AKP'nin " 1 Mart tez­
keresi" üzerine ikircikli tavrında ve Irak işgali sürerken ABD ile yaptı­
ğı ikili ekonomik yardım ilişkisinde gördük. Her iki örnek içinde, AKP
100 dış politika ve demokratikleşme

dış politikası Başbakan Erdoğan'ın dilinde siyaseti ticaret olarak gö­


ren, etik ve ilkeli olmayı ikinci plana atan, tam anlamıyla " faydacıl"
bir nitelik gösterdi. Türkiye için sonuçları açısından çok olumlu ve
önemli bir karar olan 1 Mart tezkeresinde " hayır" sonucu öncesi, sa­
vaşa karşı çıkanları duygusallıkla suçlayan, " maaş alamama olasılığıy­
la" tehdit eden AKP yönetimi, ciddi bir güven sorunuyla karşılaştı.
Benzer bir biçimde, ciddi bir meşruiyet sorunu yaşayan Irak işgali de­
vam ederken ABD ile ikili yardım ilişkisine giren faydacıl ve ilkesiz
AKP dış politikasının sonuçları, "Türkiye'nin 1 1 Eylül'ü" olarak nite­
lenebilecek İstanbul'da yaşanan terör eylemlerine kadar gitti.

TÜRKİYE VE DEMOKRATİK MEŞRUİYET


AKP'nin dış politika anlayışının hem olumlu ve vizyon sahibi hem de
olumsuz ve ilkesiılfaydacıl niteliklerinin eşzamanlı varlığını hesaba ka­
tarak NATO Zirvesi'ne yaklaşmalıyız. G-8 toplantısı, sonra İKÖ ve
şimdi de NATO Zirvesi: Türkiye'nin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkas­
ya üçgeninde bir kilit ülke olarak bölgesel öneminin artığını ortaya çı­
kartan bu toplantılar bize iki önemli sonucu vermektedir. Birincisi,
NATO Zirvesi karşısındaki demokratik tepkilerimizi en açık ve en net
göstermemiz gerekmektedir; ama bu bizi Türkiye'nin Genişletilmiş
Ortadoğu Projesinin dışında kalması gerektiği yanılgısına götürmeme­
lidir. Terörizme karşı küresel mücadeleyi savaşa ve işgale indirgeyen
anlayışa ve bu anlayışın kendini meşrulaştırma arayışını simgeleyen
NATO Zirvesi'ne karşı tepkimizi demokratik ve ahlaki bir benlik ola­
rak koyarken, lrak'ın ve Ortadoğu'nun demokratik temelde yeniden
yapılanmasında Türkiye'nin ne rol oynayabileceğini ve bu sürece ne
tür katkılarda bulunabileceğini de tartışmalıyız. Savaşa ve işgale karşı
geliştireceğimiz etik ve stratejik tavır, eşzamanlı olarak hem NATO
Zirvesi'ne karşı etkili demokratik eleştiriyi, hem de değişen dünya ko­
şullarına uygun bir Türkiye'nin dış politika anlayışı üretmeyi içermek­
tedir. İkincisi, AKP dış politikasının bugüne kadar çizdiği ikili nitelik
bize şunu göstermektedir: G-8 gibi, NATO Zirvesi'nde de ortaya çıka­
cak Türkiye'den Ortadoğu ve Irak bağlamlarındaki bölgesel beklenti-
nato zirvesi, türkiye ve demokratik meşruiyet (ı) 101

!ere AKP ya "ilkesiz ve faydacıl" bir dış politika anlayışıyla ya da "ak­


tif, olumlu ve vizyon sahibi" bir dış politika anlayışıyla yanıt verebilir.
Her iki yanıtın da ipuçlarını AKP bugün bize vermektedir. Örneğin,
Başbakan Erdoğan'ın G-8, İKÖ, AB ve de yapılacak NATO toplantı­
larını değerlendirirken yaptığı dış politika çözümlemeleri hem siya­
set=ticaret=risk temelinde faydacılığı, hem de demokratik meşruiyet,
çoktaraflılık ve çözüm temelinde vizyonerliği içermektedir. Bu neden­
le de, savaşa ve işgale karşı geliştirilen demokratik tavır, AKP hüküme­
tini vizyoner ve ilkeli bir dış politika anlayışına doğru itmeyi de amaç­
lamalıdır. Demokratik meşruiyet ilkesi tam da bu nokta da, bir kere
daha, çok önemli olmaktadır: sadece NATO Zirvesi'nden çıkacak Or­
tadoğu ve lrak'ı demokratik temelde yeniden yapılama istemine "inan­
dırıcılık" kazandırmak için değil, aynı zamanda Türkiye'nin bu bağ­
lamda oynayacağı role "demokratik ve güvenilir" bir vizyon, bir nite­
lik vermek için de.
NATO Zirvesi, Türkiye
ve Demokratik Meşruiyet (il)

avaşın sadece askeri bir olay değil, aksine karmaşık ve belirsizlik­


S ler içeren bir süreç olduğu ve bir savaşı gerçekte kazanan tarafın
askeri başarıyı siyasal başarıya dönüştüren taraf olduğu gerçeklerini,
bugün ne ulus ne de devlet niteliği taşıyan Irak dediğimiz yerde çok net
olarak görüyoruz. " Saddam sonrası lrak'ın yeniden yapılanması" ola­
rak adlandırılan süreç, Bush yönetiminin " Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi" adı altında öne sürdüğü içi boş demokratikleşme ve liberalleş­
me söylemlerinin aksine, tam bir siyasal karmaşıklığı, günlük yaşam
terörünü ve etnik çatışma olasılığını, dolayısıyla da ciddi bir siyasal
başarısızlığı içeriyor. Bugün Irak, hiçbir denetimin olmadığı, her türlü
terörizme açık, direnmeyle terör arasındaki sınırın ortadan kalktığı bir
terörizm açık pazarı oldu. Sivil insanların her gün öldürüldüğü, savaş
esirlerine insanlığa karşı suç niteliğinde kötü muamele ve işkencenin
yapıldığı bir Irak var karşımızda. lrak'ın işgali özgürlüğe susamış bir
topluma "savaş yoluyla demokrasi " getirecekti; ama ortaya çıkan de­
mokrasi adına işkence yapan bir işgal oldu, işgale direnmek adına si­
vil insanların televizyonda konuşturup arkasından kafa kesme yoluy­
la idam edilmesi oldu ve " pandoranın kutusu"nu açmak, farklı et-
104 dış politika ve demokratikleşme

nik/dinsel kimliklerin ortaya çıkmasına ve kanlı geçme olasılığı çok


yüksek bir güç kavgasının başlamasına katkıda bulunmak oldu.

1 1 EYLÜL SONRASI DÜNYA


Ekonomik kalkınmanın demokrasi getireceği anlayışı üzerine kurulan
İkinci Dünya Savaşı sonrası düzen, 1 1 Eylül sonrası dünyada,
ABD'nin tek-taraflı ve savaş temelli dış politika anlayışıyla ciddi bir kı­
rılma geçiriyor. Bu kırılma, demokrasiyi ekonomik kalkınma ile değil,
güvenlikle birlikte düşünen bir anlayışın uluslararası ilişkilere yerleşti­
rilme girişimiyle gerçekleşti. Bush doktrini dediğimiz yeni muhafaza­
kar ideoloji, terörizme karşı küresel mücadeleyi savaşa indirgediği ve
bu indirgemeyi de "güvenlik+demokrasi=barış" denklemiyle meşrulaş­
tırmaya başladığı zaman, 1 1 Eylül'ün dünya üzerindeki vahim etkile­
rini görmeye başladık. Bir terör eyleminin kendisinin vahimliği kadar,
sonuçlarının da vahim olabileceğini, 1 1 Eylül sonrası dünyada savaş­
la, terörle, işkenceyle gördük. Ekonomi-demokrasi ilişkisi yerine gü­
venlik-savaş-demokrasi ilişkisiyle dünyaya yaklaşan Bush yönetimi,
yeni muhafazakar ideolojisini önce Afganistan, sonra da Irak'a karşı
başlattığı savaş yoluyla yaşama geçirdi. Fakat her iki örnekte de orta­
ya çıkan, savaşın demokrasi değil siyasal istikrarsızlık, terörü engelle­
yen değil, aksine pekiştiren bir ortamın ortaya çıkması oldu. "Büyük
Ortadoğu Projesi" ya da "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ", bir taraf­
tan Irak ve Afganistan'da yaşanılan bu başarısızlığın üstünü kapatma­
ya çalışan bir girişim, diğer taraftan da güvenlik-demokrasi ilişkisini
dünyanın siyasal açıdan en istikrarsız, demokrasi açısından en eksik,
ama ekonomi açısından da emperyalist duygulara en açık bölgesine
yerleştirmeye çalışan bir proje.
Bu anlamda da, "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" hem ABD dış
politikası bağlamında bir başarısızlığı simgeliyor, hem de önemli bir
demokrasi ve dünya düzeni tartışmasını içeriyor. Bu proje demokrasi
söylemi içinde önemli görülmesi ve tartışılması gereken bir proje, ama
projeyi dünyaya sunan aktörün de demokrasi temelinde dünya düze­
yinde inandırıcılığının ve güvenilirliğinin olmadığı ve ciddi bir meşru-
nato zirvesi, türkiye ve demokratik meşruiyet (ıı) 105

iyet sorunu taşıdığı bir proje. Dolayısıyla söylem ile söylemi dile geti­
ren aktörün kesişmediği bir projeden konuşuyoruz, "Genişletilmiş Or­
tadoğu Projesi"ni konuşurken. Tektaraflı ve " ben güçlüyüm istediğimi
yaparım" anlayışıyla dış politikaya yaklaşan, dünyayı " benimle olan­
lar ve düşmanlar" gibi iki karşıt kampa ayıran Bush yönetiminin de­
mokrasi söyleminin inandırıcılığı ve güvenilirliğinin olmadığı bir dün­
yada yaşıyoruz. ABD-Avrupa ilişkilerinin ciddi olarak kırıldığı,
ABD'nin müttefikleriyle ilişkilerinin giderek bozulduğu ve tüm dünya­
da ABD'ye karşı tepkinin arttığı bir dönemde, "Genişletilmiş Ortado­
ğu Projesi" söylem düzeyinde önemli, aktör düzeyinde ise ciddi meş­
ruiyet sorunu olan bir proje. Bu nedenle de, bu proje nasıl daha fazla
güvenilirlik ve inandırıcılık kazanır, nasıl daha fazla aktör tarafından
desteklenir, nasıl siyasi geçerlilik ve meşruluk kazanır, v.b. sorular bu­
gün çok önem kazanan sorular. Bu sorulara yanıt içinde de, belli olan
bir gerçek var: Türkiye'nin bu projenin yaşama geçmesinde önemli bir
rol oynayacağı.

NATO ZİRVESİ
İşte böyle bir tarihsel bağlamda NATO Zirvesi Türkiye' de, İstanbul' da
yapılıyor. Ama bu zirvenin içeriğini tartışmadan önce hemen söyleme­
miz gerekiyor ki, 1 1 Eylül sonrası dünyanın ne kadar vahim bir dün­
ya olduğunu, Türkiye'de bir kere daha bu zirveyle yaşıyoruz. NATO
Zirvesi İstanbul'da günlük yaşamı terörize eden bir yapıda gerçekleşi­
yor: güvenlik adına insanların yaşam alanları yok ediliyor, belli yerle­
re gitmeleri yasaklanıyor, çalışmaları engelleniyor. NATO Zirvesi için,
bir kere daha bireysel hak ve özgürlüklerimizi devlet çıkarı adına bel­
li bir süre ertelememiz isteniyor ve bu traj ikomik durum her gün sivil
insanların öldüğü bir işgali tartışan zirve ile turizm arasında bile ilişki
kurularak devlet ve hükümet tarafından meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Devletin ve hükümetin İstanbul'da yaşayan insanlardan yarattıkları
günlük yaşam sıkıntısı temelinde özür dilemesi gerekirken, aksine bu
zirve için hepimizden fedakarlık istiyorlar; bu zirveye demokratik tep­
kilerini koymaya çalışanları eleştiriyorlar, hatta azarlıyorlar ve böyle-
106 dış politika ve demokratikleşme

ce NATO Zirvesi de, bir kere daha Türkiye'de, devletin ve hükümetin


normatif temelde ne kadar ciddi bir demokrasi eksiği yaşadığını da or­
taya çıkartıyor.
İronik olarak, İstanbul'da günlük yaşamı terörize eden niteliği­
nin yanında, NATO Zirvesi en genel anlamda, terörizme karşı küresel
mücadelenin tartışıldığı bir zirve. Somut düzeydeyse, ABD tek-taraflı
dış politikasının siyasi başarısızlığa uğradığı Irak ve Afganistan'da si­
yasi istikrarın nasıl sağlanacağı sorusuna yanıt arayan bir zirve. Daha
da önemlisi, siyasi istikrar arayışı içinde; (a) 1 1 Eylül sonrası dünya­
da, ama özellikle Irak Savaşı bağlamında bozulan "Atlantik sonrası
ilişkiler" olarak bilinen ABD-Avrupa ilişkilerinin onarılması çabası
içinde olan, (b) Genişletilmiş Ortadoğu Projesi içinde Türkiye'nin ro­
lünün ne olacağının tartışılacağı bir zirve, NATO Zirvesi.

DEMOKRATİK MEŞRUİYET İLKESİ


NATO Zirvesi'nde tartışılacak önemli konulardan ikisinin ABD-Avru­
pa ilişkilerinin düzeltilme olasılığı ve Türkiye'nin Genişletilmiş Orta­
doğu Projesi içindeki rolü olması, içerdikleri somut sorunların dışında,
dikkatlerimizi 1 1 Eylül sonrası dünya içindeki çok önemli bir olgu, bir
sorun üzerine çekiyor: bu da, uluslararası bir norm olarak demokratik
meşruiyet ilkesinin terörizme karşı küresel mücadele içinde ve demok­
ratik bir dünya düzeni kurmak için önemi. Savaş öncesi önemi anlaşı­
lamayan, savaş yandaşları tarafından küçümsenen demokratik meşru­
iyet ilkesinin uluslararası sorunlara çok taraflı, inandırıcı ve farklı top­
lumsal kesimler tarafından rıza gösterilen demokratik çözüm bulma­
daki önemi, bugün Irak'ta yaşanan trajediye, Afganistan'da yaşanan
istikrarsızlığa baktığımız zaman çok net olarak ortaya çıkıyor. Türki­
ye'de de demokratik meşruiyet ilkesinin önemli olmadığını, savaş yan­
daşı gazeteci, akademisyen ve ne anlama geldiği pek belli olmayan
"strateji uzmanları " ndan, 1 Mart Tezkeresi öncesi ve sonrası duyduk.
"Meşruiyet uluslararası ilişkilerde önemsizdir" diyen bu yorumcular,
bugün lrak'a, Afganistan'a baktıkları zaman ve yaptıkları yorumlar­
dan farklı olarak savaş dışında kalan Türkiye'nin önemininin azalaca-
nala zirvesi, türkiye ve demokratik meşruiyet (ıı) 107

ğı yerde giderek arttığını gördükleri zaman, herhalde en azından etik


düzeyde özeleştiri yapmak gereği duyuyorlardır. Bugün çok açıktır ki,
işgal altındaki lrak'ta yaşanan siyasal istikrarsızlık, günlük yaşamda
sürekli patlayan bombaların altında yaşanan ontolojik güvensizlik du­
rumunun, temel nedeni, bu savaşın ve işgalin demokratik bir meşru­
iyetinin bulunmamasıdır. ABD'nin Afganistan ve lrak'a karşı başlanı­
ğı tek taraflı işgale meşruiyet bulmak için kullandığı "Büyük ya da Ge­
nişletilmiş Ortadoğu Projesi" adı altındaki demokratikleşme söylemle­
rinin bölgesel ve küresel hiçbir inandırıcılığı olmaması gerçeği de, de­
mokratik meşruiyet ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bize gösteri­
yor. Irak Savaşı bize çok net olarak, demokratik meşruiyet ilkesi üze­
rine kurulmayan girişimlerin, söylemleri demokratik olsa bile, somut
ve uygulama düzeyinde çok ciddi bir inandırıcılık ve güvenilirlik krizi
yaşayacağını gösterdi.

NATO ZİRVESİ'NDE TÜRKİYE'NİN ROLÜ


Bu anlamda da, önceki sayfalarda ifade edildiği gibi demokratik bir
norm olarak uluslararası meşruiyet ilkesinin önemi NATO Zirvesi'nde
vurgulanmadıkça ve bugünün dünyasına yön verme gücünde olan
ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Çin gibi önemli aktörler ta­
rafından kabul edilmedikçe, ne Ortadoğu'nun yeniden yapılanması ne
de terörizme karşı küresel mücadelenin başarıya ulaşma şansı var. NA­
TO Zirvesi içinde söylem düzeyinde vurgulanan demokratikleşme,
bölgesel sorunlara demokratik çözüm bulma ve dünya politikasını ba­
rış temelinde yeniden kurma isteminin somut düzeyde gerçekleşmesi­
ni, meşruiyet sorununa çözüm bulunmadığı sürece bekleyemeyiz. Fa­
kat NATO Zirvesi'nin Türkiye'nin hem Ortadoğu, hem de Irak soru­
nu bağlamlarında bölgesel rolü üzerine beklentilerin arttığ&. bir zirve
olacağını da beklemeliyiz. Bu zirvede, G-8 Zirvesi'nde olduğu gibi,
Türkiye'nin bölgesel rolü tartışılacak. Türkiye'den Ortadoğu ve Irak
sorunları içinde çözüme dönük aktif bir rol oynaması istenecek. Tür­
kiye'nin bu rolden kaçamayacağını, etrafındaki gelişmelere, kendisi is­
tese bile, kayıtsız kalamayacağını kabul etmeliyiz. Bu rol, ABD'de baş-
108 dış politika ve demokratikleşme

kanlık seçimlerinde bir yönetim değişikliği olsa bile, ABD BM'nin


lrak'ın yeniden yapılanmasında daha önemli ve etkin bir konumda ol­
masını kabul etse bile ve AB-ABD arasındaki translantik ilişkilerinde
belli bir düzelme olsa bile, Türkiye'den istenecektir.
Burada esas önemli olan soru, Türkiye'nin bu rolü oynarken
nasıl bir dünya vizyonuna ve dış politika anlayışına sahip olduğudur.
Tam da bu noktada, demokratik bir norm olarak uluslararası meşru­
iyet ilkesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Ortadoğu'nun yeniden yapı­
lanması, Irak sorununa çözüm ve terörizme karşı küresel mücadele sü­
reçleri içinde güvenlik ekseninde değil, "demokratikleşme ve ekono­
mik kalkınma temeli"nde hareket eden, "demokratik meşruiyet ilke­
si"ni kendine öncül alan, ABD'nin tek taraflı dış politika anlayışına
karşı "çoktaraflı ve çokaktörlü bir dış politika" anlayışını destekleyen
ve yaşama geçiren Türkiye, aktif ve etkin bir rol üstlenebilir: Bir kilit
ülke olarak bölgesel ve küresel demokratikleşme sürecine ciddi bir kat­
kıda bulunabilir.
Türkiye, bu nedenle, zirvede, demokratik meşruiyet ilkesinin
önemini vurgulamalı, savaş ve işgal yoluyla demokrasi kurmanın, de­
mokratik meşruiyet taşımadığı sürece başarız olacağının altını çizmeli
ve kendinden beklenen rolü savaş-güvenlik ekseninde değil, demokra­
tikleşme-ekonomik kalkınma temelinde oynayacağını söylemelidir.
Demokratik meşruiyet ilkesinin terörizme karşı küresel mücadele ve
demokratik dünya düzeni için önemini vurgulayan Türkiye, ABD-Av­
rupa arasındaki bozulan Atlantik-ötesi ilişkilerin düzeltilmesinde de
önemli bir rol oynayabilir.
Günlük yaşamımızı terörize eden NATO Zirvesi'nden böyle bir
sonucun çıkması, çektiğimiz eziyeti biraz olsun çekilir kılacaktır.
Türkiye-AB İlişkileri ve
Medeniyet Çatışması

• kinci Dünya Savaşı sonrası dünyaya anlam veren en önemli kav­


I ramlardan ve tarihsel süreçlerden biri de "Soğuk-Savaş" olarak bi­
linen, ABD ve Sovyetler Birliği gibi iki süper güç arasında yaşanan güç­
ler dengesiydi. Soğuk Savaş, sadece dünyanın bu iki süper güç arasın­
daki, özellikle askeri güç ve kapasite kullanımı temelindeki "güçler
dengesini" simgelemiyordu; aynı zamanda da, ekonomik düzeyde, ser­
best pazara dayalı kapitalizm ile devlet-merkezci ekonomi arasında,
kültürel düzeydeyse liberalizm ile sosyalizm (komünizm) arasında ya­
şanan ideolojik savaşı da içeriyordu. Bu anlamda, Sovyetler Birliği'nin
çökmesi ve dağılması ve Berlin Duvarı'nın yıkılması ile biten Soğuk Sa­
vaş dönemi de, sadece Amerikan süper gücünün zaferi olarak değil,
aynı zamanda kapitalizmin ve liberalizmin ideolojik zaferi olarak algı­
landı. Bu bağlamda da, 1 990'lardan bugüne yaşadığımız "Soğuk Sa­
vaş sonrası" dönem, siyasi ve askeri düzeyde ABD'nin süper güç ola­
rak alternatifinin olmadığı, ideolojik düzeyde de, serbest pazar kapita­
lizminin ve birey nosyonuna dayalı liberal demokrasinin alternatifinin
olmadığı bir dünyayı tanımlıyordu.
Bu oluşuma ilk tepkiler, Soğuk Savaş'ın bitiminin dünyaya ba-
110 dış politika ve demokratikleşme

rış, ekonomik gelişme ve demokratikleşme getireceği üzerineydi.


"Düşman öteki" olarak tanımlanan Sovyetler Birliği çökmüş ve kapi­
talizm ve liberal demokrasi alternatifsiz kalarak yaşadığımız dünyaya
anlam vermeye başlamıştı. Ülkeler artık dış politikalarını ve iç siyaset­
lerini bu gerçeğe göre düzenlemek, dolayısıyla serbest pazarı ve liberal
demokrasiyi kendilerine hedef almak durumundaydılar. Birinci Körfez
Savaşı'ndan sonra, o zamanki ABD başkanı Bush "yeni dünya düze­
ni" çağrısını yaparken, dünya ülkelerine de, ya bu sistemin içinde yer
alırsınız, ya da dışlanırsınız ikazını yapıyordu.

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
1 990'1ı yılların başında oluşan, "serbest pazar + liberal demokrasi = ye­
ni dünya düzeni" denklemine dayalı çağrılara karşı, en ciddi ve etkili
tepki, yine Amerika içinden, Amerkan devletçi, güvenlik ve çatışma ek­
senli dış politika anlayışının önemli isimlerinden Samuel Hunting­
ton'dan geldi. Huntington'a göre, Soğuk Savaş'ın bitimi uluslararası
ilişkilerde çatışmanın bitimi ve barışın inşası anlamına gelmiyordu; evet
düşman öteki Sovyetler Birliği yenilmiş ve dağılmıştı, evet ABD askeri
ve siyasi güç üstünlüğü bağlamında dünyada alternatifsizdi, ama çatış­
ma bitmemişti. Dünya yeni bir çatışma alanına giriyordu, bu kültürel
düzeyde yaşanacak " medeniyetler arası çatışma"ydı ve düşman Öteki
de genel anlamda Batı medeniyeti dışında kalan medeniyetler, somutta
da İslam idi. Yaşadığımız dünyayı din-kültür ilişkisi temelinde medeni­
yetlere ayıran Huntington, hem bu medeniyetlerin kültür temelinde sa­
bit bir kimliğe sahip ve tarih içinde değişmez olduğunu söylüyordu,
hem de medeniyetler arasındaki ilişkinin barış, tolerans ve karşılıklı iliş­
kiye dayanmayan, özünde çatışma içeren ilişkiler olduğunu öneriyordu.
Soğuk Savaş sonrası dünya kültürün önemli olduğu medeniyetler arası
çatışmayı içeren bir dünyaydı. Bu anlamda da, devletler dış politikala­
rını bu çatışmaya göre konumlandırmak zorundaydılar.
Huntington'un medeniyetler arası çatışma kavramı, 1 990'lı
yıllarda ve bugün akademik olarak eleştirilse de, siyasi ve ideolojik
olarak çok etkili bir kavram olarak giderek popülerleşti. Medeniyet-
tUrl<iye-ab ilişkileri ve medeniyet çatışması 111

ler arası çatışma kavram Batı demokrasilerinin Batı-dışı alanlara,


özellikle Ortadoğu ve Güney Asya ülkelerine bakışında çok belirleyi­
ci oldu, 1 990'lar da başlayan ve hala süren etnik ve dinsel köktenci
hareketler ve insan kıyımlarının dünyanın farklı yerlerinde ortaya
çıkmasıyla gündeme geldi ve son olarak da 1 1 Eylül teröründe sonra
dünyanın savaş temelinde yeniden örgütlenme girişimin temel refe­
ranslarından biri oldu. 1 1 Eylül sonrası dünya da, özellikle ABD için­
de, tüm İslam kimliğinin düşman ya da potansiyel terörist öteki ola­
rak kurgulanması, medeniyetler arası çatışama kavramının, akade­
mik olarak eleştirilse de, siyasi ve ideolojik olarak ne kadar etkili ola­
bileceğinin bir göstergesiydi.

TÜRKİYE, "ARADA KALMIŞ" ÜLKE


Soğuk Savaş sonrası dönemi ve medeniyetler arası çatışma kavramı
üzerine yukarıda yaptığım kısa çözümlemenin bir nedeni var: o da
kavramın Türkiye ile bağlantısı ve bugün çok önemli bir dönemece gi­
ren Türkiye-AB ilişkiler içindeki yer. Huntington dünyayı farklı ve
özünde çatışma içinde olan medeniyetler içinde düşünürken, karşılaş­
tığı temel sorunlardan biri de, yaptığı medeniyetler sınıflamasına uy­
mayan ülkeleri ya da alanları nasıl açıklayacağıydı. Bu ülkelerin başın­
da da, Türkiye geliyordu. Türkiye modernleşme tarihi içinde ve özel­
likle sahip olduğu modern ve laik ulus devlet yapısı temelinde yüzünü
Batı medeniyetine dönmüş, toplumsal yaşam olarak ve kültür olarak
da Müslüman bir ülkeydi. Dolayısıyla Türkiye, devlet-merkezci mo­
dernleşmenin taşıyıcı aktörü olan devlet seçkinleri, siyasi ve ekonomik
aktörlerin dilinde Batı medeniyetine yakın, ama günlük yaşam ve halk
kesiminde de İslami medeniyete yakın bir ülkeydi. Huntington'a göre,
bu durum Türkiye'yi medeniyetler-arası çatışma temelinde tanımlanan
dünyada "arada kalmış" (torn country) bir . ülke yapıyordu. Bir yüzü
Batı' da, bir yüzü Doğu'da, bir yüzüyle modern, diğer yüzüyle gelenek­
sel ve Müslüman bir ülke.
Buna karşın, Avrupa ülkeleri tek ve aynı Batı medeniyeti içinde
yaşayan, Hıristiyan dinsel kültüre sahip ve kültürel kimlikleri belli, do-
112 dış politika ve demokratikleşme

)ayısıyla da arada kalmış ülkeler değillerdi. Huntington'a göre, Avru­


pa ülkeleri AB çatısı altında toplanabilirlerdi, çünkü hem siyasi ve eko­
nomik seçkinler düzeyinde, hem de halk ve günlük yaşam düzeyinde,
din ve coğrafya temelinde aynı kültüre sahiptiler. Türkiye ise, bir yüzü
Batı da olsa da, Müslüman kimliği yüzünden, " arada kalmış" bir ül­
keydi, bir tercih yapması gerekiyordu ve bu tercih, Huntington'un kül­
türel olarak sabit ve tarihsel olarak değişmeyen kimlik anlayışı içinde,
Müslüman Doğu temelinde olmalıydı.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ: KİM ARADA KALMIŞ ?


Bu yıl sonunda AB Türkiye ile ilgili tam üyelik müzakerelerine başla­
mak kararını alacak. Bu yazıda altını çizmek istediğim nokta şu: bu
karar çok önemli bir karar, çünkü alınacak karar sadece Türkiye'nin
geleceğini değil, Avrupa'nın da geleceğini belirleyecek. Türkiye-AB iliş­
kilerine medeniyetler arası çatışma ve arada kalmış ülke kavramları te­
melinde baktığımız zaman görüyoruz ki, (a) özellikle AKP iktidarının
tam üyelik müzakerelerine başlama şartı olan Kopenhag siyasi kriter­
leri temelinde gösterdiği önemli siyasi irade ve yaptığı başarılı demok­
ratikleşme reformları ve etkin dış politika anlayışı ve bununla birlikte
son yıllarda %75'lere varan AB üyeliği için toplumsal destek Türki­
ye'nin arada kalmış bir ülke olmadığını, aksine tercihini AB tam üye­
liği yanında yaptığını gösteriyor; (b) buna karşın, AB ülkelerindeyse,
" demokratik ve çokkültürlü" bir Avrupa vizyonuna sahip siyasi ve
ekonomik seçkinler Türkiye'nin tam üyeliğini desteklerken, AB'yi din
ve coğrafya temelinde tanımlayan ve Huntigton'un medeniyetler arası
çatışma kavramını dolaylı ya da dolaysız içselleştirmiş siyasi ve top­
lumsal kesimler ise Türkiye'ye "özel statü" vermek istiyorlar. Diğer bir
deyişle ve ilginç olarak, Türkiye son yıllarda gösterdiği siyasi ve top­
lumsal iradeyle Hungtington'un arada kalmış ülke kavramını yanlış­
larken, AB içindeki kültürel Avrupa vizyonunu destekleyenler hem
türban sorununda gördüğümüz gibi içindeki Müslüman kimliğe karşı,
hem de Türkiye'ye karşı tepkileri içinde, Avrupa'yı arada kalmış bir
alana dönüştürme girişimindeler.
türkiye-ab ilişkileri ve medeniyet çatışması 113

Bu nedenle de, AB'nin Türkiye için alacağı karar, Avrupa'nın


geleceğinin nasıl şekilleneceğini belirleyecek bir karar. Yine bu neden­
le de, Türkiye ve AKP hükümeti, Türkiye'nin Avrupa için önemi orta­
ya koyarak, kendisini 2004 Aralık ayına hazırlamalı. Türkiye AB tam
üyeliğinden önemli kazançlar sağlayacak, ama bilmeliyiz ki, Avrupa
da Türkiye'nin tam üyeliğinden geleceğiyle ilgili çok önemli kazançlar
sağlayacak.
Türkiye-AB ilişkileri ve
Farkll Avrupa Vizyonlan

ıl sonunda AB Türkiye ile ilgili tam üyelik müzakerelerine başla­


Y ma kararını alacak. Bu karar, hem Avrupa'nın, hem Türkiye'nin,
hem de 1 1 Eylül sonrası dünyanın geleceği için çok önemli ve tarihi bir
karar, çünkü alınacak karar sadece Türkiye'nin AB'ye tam üyelik sta­
tüsünde katılıp katılamayacağıyla sorusuyla ilgili değil, aynı zamanda
Avrupa'nın siyasi kimliğini ve dünya siyaseti içindeki yerini de belirle­
yecek bir karar. Uzun, çelişkili, hatta çatışmalı geçen Türkiye-AB iliş­
kilerinin geleceği, 2004 Aralık ayında yapılacak zirvede alınacak ka­
rarla belirlenecek. Türkiye, son yıllarda, özellikle AKP iktidarının
2002 Kopenhag Zirvesi'nden bugüne tam üyelik müzakerelerine baş­
lama şartı olan Kopenhag siyasi kriterlerinin gerçekleşmesi temelinde
gösterdiği önemli siyasi irade, yaptığı başarılı demokratikleşme re­
formları ve etkin dış politika anlayışı ve % 75'1ere varan AB üyeliği için
toplumsal destek temeline, çok açık bir biçimde tercihini AB tam üye­
liği yanında yaptığını gösteriyor. Kopenhag kriterlerinin uygulamaya
sokulması için hala yapılması gerekenler olmakla birlikte, Türkiye AB
tam üyeliğine hazır olduğunu, siyasi iradesi ve toplumsal desteğiyle or­
taya koyuyor.
116 dış politika ve demokratikleşme

FARKLI AVRUPA VİZYONLARI


Buna karşın, AB ülkelerindeyse, "demokratik ve çokkültürlü" bir Av­
rupa vizyonuna sahip siyasi ve ekonomik seçkinler Türkiye'nin tam
üyeliğini desteklerken, AB'yi din ve coğrafya temelinde tanımlayan ve
Samuel Huntington'un meşhur "medeniyetler arası çatışma kavra­
mı"nı dolaylı ya da dolaysız içselleştirmiş siyasi ve toplumsal kesimler
ise Türkiye'ye " özel statü" vermek istiyorlar. Türkiye AB tam üyeliğiy­
le ilgili nesnel koşulları yerine getirse bile, coğrafi ve dini kimlik teme­
linde AB'ye tam üye olmaması gerektiğini, ancak " özel statü"ye sahip
bir üye olabileceğini savunuyorlar. Diğer bir deyişle ve ironik olarak,
Türkiye son yıllarda gösterdiği siyasi ve toplumsal iradeyle tercihini
net bir biçimde "demokratik toplumlar arası bütünleşme mekanı" ola­
rak gördüğü AB yanında yaparken, AB içindeyse, Avrupa kimliği ve
Avrupalılaşma kavramının algılanması temelinde ciddi bir ayrışma, si­
yasi ve kültürel kimlik bağlamında da ciddi bir "arada kalmışlık" du­
rumu yaşanıyor. Siyasi Avrupa vizyonunu, dolayısıyla AB'nin demok­
ratik normlara sahip çokkültürlü bir bütünleşme mekanı olması gerek­
tiğini savunanlar, Avrupa'nın siyasi kimliğinin şekillenmesinde sekü­
ler/laik bir devlet sistemine, demokratikleşen bir siyasal rejime ve ağır­
lıklı Müslüman bir nüfusa sahip Türkiye'nin önemli bir rol oynayaca­
ğını öneriyorlar ve Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini destekliyorlar. Bu­
na karşın, kültürel Avrupa vizyonunu destekleyenler, hem " içerideki­
öteki" olarak algıladıkları Avrupa'da yaşayan Müslüman kimliğe kar­
şı, hem de "sınırdaki-öteki" olarak gördükleri Türkiye'ye karşı özcü
ve dışlayıcı tepkileri içinde, Avrupa'yı coğrafi ve kültürel olarak " bel­
li bir dinsel kimliğe sahip ve kendinden farklı olana kapalı bir kültürel
mekan" olarak tanımlıyorlar.

AB VE DÜNYA SİYASETİ
Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği için alınacak kararda, bu iki farklı Avru­
pa vizyonunun hangisinin belirleyici olduğu, Avrupa'nın dünya siyase­
ti içindeki yerini ve önemini de belirleyecek. Demokratik normlar ve
çokkültürlü bir kültürel kimlik/vatandaşlık anlayışıyla hareket eden si-
türkiye-ab ilişkileri ve farklı avrupa vizyonları 117

yasal Avrupa vizyonu, bugün yaşadığımız teröre, savaşa, medeniyetler


arası çatışmaya ve ABD askeri hegemonyasına indirgenmiş uluslarara­
sı ilişkilere alternatif bir küresel yönetim anlayışını yaratma ve hayata
geçirme potansiyeline sahiptir. Siyasal Avrupa vizyonu sadece Avru­
pa'nın geleceğinin demokratik ve farklı kültürleri içeren bir temelde şe­
killenmesi bağlamında değil, aynı zamanda, AB'nin uluslararası ilişki­
lerde aktif ve yapıcı bir rol oynayan ve bugün ihtiyacımız olan demok­
ratik küresel yönetimin kurulmasına ciddi katkıda bulunan önemli bir
aktöre dönüşmesi için de çok önemlidir. Eğer Avrupa'nın geleceğinin
şekillenmesinde bu vizyon belirleyici olacaksa, bu sürece Türkiye'nin
AB'ye tam üyeliğinin ciddi bir katkısı olacaktır. Demokratikleşme süre­
cinde attığı önemli adımlar ve gösterdiği siyasi ve toplumsal iradeyle,
belli sorunlar içermekle birlikte İslam-modernleşme ilişkisini kurmada­
ki başarısıyla, 1 1 Eylül sonrası dünyadaki Balkanlar, Kafkasya bölgesi
ve Ortadoğu arasındaki "kilit ülke-bölgesel güç" dış politika kimliğiy­
le ve G-20'ler içinde yer alan ekonomisiyle Türkiye, Avrupa'nın hem
kendi içindeki gelişimi, hem de dünya siyaseti içindeki yerinin belirlen­
mesine ciddi katkıda bulunabilecek bir aktördür. Bu anlamda da, Tür­
kiye'nin AB'ye tam üyeliği, sadece Türkiye için değil, Avrupa'nın gele­
ceği için de çok önemlidir. Bu yıl sonu alacağı kararla, AB Türkiye için
değil, aynı zamanda kendisi için de tarihi bir karar alacaktır.
Buna karşın, Türkiye'nin üyeliğini " özel statü" temelinde des­
tekleyen kültürel Avrupa vizyonu, Avrupa'nın geleceğini " dışarıya ka­
palı, farklı olan kültürleri dışlayan, dinsel ve coğrafi anlamda birbirle­
rine benzeyen ülkeler arası ve içe dönük bir bütünleşme mekanına" in­
dirgemektedir. Bu anlamada, kültürel Avrupa vizyonunun demokrasi
ve modernite anlayışı da, sadece tek bir dinsel kimliğe dayalı, sınırları
tarihsel olarak çizilmiş ve değişmeyen, ben-merkezci bir siyaset anlayı­
şını içermektedir. Bu anlayış, farklı kültürlerin ne kadar siyasi ve eko­
nomik alanlarda gelişseler de, kültürel ve coğrafi anlamda modern ve
Avrupalı olamayacaklarını varsaymaktadır. Bu varsayımın Avrupa
içinde tezahürü ise, Avrupa kimliğinin sabit ve değişmez tek bir kimli­
ğe indirgenmesi, AB genişleme sürecinin özünde kültürel bir süreç ola-
118 dış politika ve demokraıikleşme

rak algılanması ve Avrupa'nın da içe dönük, kendi içinde ekonomik


olarak güçlü ve sınırları kültürel olarak çizilmiş coğrafi bir mekan ve
bölgesel bir aktör olarak tanımlanmasıdır.
Kültürel Avrupa vizyonu temelinde Türkiye'nin sınırdaki-öteki
olarak dışlanması ve sadece "özel statü"lü bir üye olarak düşünülme­
si, tabii ki, Avrupa'nın yapacağı bir tercihtir. Fakat bilmeliyiz ki, ken­
disiyle tarihsel bir içsellik içinde yaşayan ve AB tam üyeliği için belir­
lenen Kopenhag kriterlerini büyük ölçüde yerine getiren bir ülkeyi
coğrafi ve kültürel kimlik temelinde özel statüye indirgeyerek dışlama
tercihini yapan bir Avrupa, kendisinin dünya siyaseti içindeki yeri ve
küresel demokratik yönetime katkısı için de bir tercih yapmış olacak­
tır. Bu Avrupa, küresel bir aktör olması çok zor, uluslararası ilişkiler
içinde aktif ve yapıcı bir siyaset izleme gücü ve kapasitesi az ve küre­
sel demokratik yönetime katkısı çok sınırlı bir Avrupa olacaktır. Me­
deniyetler arası çatışmaya değil, farklı kültürler arası iletişime; askeri
hegemonyaya ve savaşa endeksli ve sadece güvenlik temelinde tanım­
lanan bir dünya siyasetine değil, sosyal adalet sorunlarını çözmüş de­
mokratik bir küreselleşme anlayışına gereksinim duyan bugünün dün­
yasına, kendi içindeki farklı kültürleri ötekileştiren ve dışlayan bir Av­
rupa vizyonunun vereceği aktif, olumlu ve yapıcı katkı çok sınırlıdır.
Kendi içindeki farklılıkları dışlayan, farklı olanı kültürel-öteki olarak
gören bir Avrupa vizyonunun, terör, savaş ve insan trajedileri temelin­
de yaşadığımız bugüne demokratik bir anlam ve anlayış vermesi çok
gerçekçi değildir. Bu nedenle de, kültürel Avrupa vizyonu, Türkiye'nin
AB'ye tam üyeliğini değil, Avrupa'nın geleceğini ve dünya siyasetinde­
ki yerini de belirleyen bir vizyondur.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ
Bugün Türkiye-AB ilişkileri ciddi bir dönüm noktasındadır. AB'nin
Türkiye için Aralık ayında alacağı karar, sadece Türkiye'nin değil, ay­
nı zamanda Avrupa'nın da geleceğinin nasıl şekilleneceğini belirleye­
cek bir karardır. Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinden önemli kazançlar
sağlayacağı doğrudur, ama bilmeliyiz ki, Avrupa da Türkiye'nin tam
!ürkiye·ab ilişkileri ve farklı avrupa vizyonları 119

üyeliğinden geleceğiyle ilgili çok önemli kazançlar sağlayacaktır. AKP


hükümeti, diğer siyasi aktörler ve sivil toplum örgütleri, hep birlikte
Türkiye'nin Avrupa için, Avrupa'nın da Türkiye için önemi ortaya ko­
yarak, Türkiye'yi Aralık ayına hazırlamalıyız. Türkiye-AB ilişkisinin
"karşılıklı önem ve kazanca dayalı bir ilişki olduğu" bilincine dayalı
yapılacak bu hazırlık ve çalışma, Türkiye'nin kesinlikle kabul etmeme­
si gerektiği "özel statü" kimliğine ve kültürel Avrupa vizyonuna karşı
etkin ve tutarlı bir mücadele yapmasına da katkıda bulunacaktır.
Türkiye-AB ilişkileri ve
"Hakkaniyet ilkesi"

ürkiye-AB ilişkilerinde tarihi dönüm noktasına hızla yaklaşıyo­


T. ruz. Bu yılın Aralık ayında, AB Türkiye'nin tam üyelik müzake­
relerine gecikmeksizin başlamasıyla ilgi kararı alacak. 1 999 yılı so­
nu alınan aday üye statüsünden bu yana bu ilişkiler giderek belirgin­
lik ve ciddiyet kazandı. Bu süreç içinde Türkiye tam üyelik müzake­
relerinin başlamasıyla ilgili gerekli olan yasal düzenlemeleri yapmak
ve bu düzenlemeleri uygulamaya sokmak konusunda, belli eksiklik­
leri olsa da, çok ciddi adımlar attı. Türkiye'nin Avrupa yönünde yap­
tığı tercihi belirleyen siyasal ve toplumsal irade giderek belirginlik ve
netlik kazandıkça, AB'nin de Türkiye üzerinde haklı ya da haksız de­
ğerlendirmeleri, önyargıları ve oyalama taktikleri farklı bir boyut
kazandı. Türkiye'nin demokratikleşme temelinde verdiği, yine belli
eksiklikler ve sorunlar içermekle birlikte, başarılı sınav, AB'nin Tür­
kiye üzerinde ciddi düşünmesine yol açtı. 2000'li yıllarda, 1 990'lı
yıllardan farklı olarak, AB'nin karşısında siyasi irade eksikliği yaşa­
yan, " benim özel koşullarım var" söylemi içinde kendi toplumu için
gerekli demokratikleşme hamlelerini erteleyen bir Türkiye yok. Ak­
sine, AB'nin karşısında, tam üyelik için şart koşulan Kopenhag siya-
122 dıı politika ve demokratikleıme

si kriterleri üzerinde çalışan, AB' den " hakkaniyetli ve objektif olma­


sını" isteyen, kendisini diğer aday ülkelerden farklı görmeyen ve si­
yasi ve toplumsal iradesiyle " ben AB'ye eşit şartlarda, diğer aday ül­
kelerle aynı konumda üye olmak istiyorum " diyen bir Türkiye. Ar­
tık kapıda beklemek istemeyen, AB'yi vermesi gereken objektif ve
hakkaniyetli karar temelinde zorlayan bir Türkiye için AB bu yıl so­
nunda karar verecek. Böyle olduğu içindir ki, AB üye ülkeleri arasın­
da Türkiye üzerine ilgi bu dönem içinde giderek arttı, Türkiye üzeri­
ne sayısız rapor yayımlandı, konferanslar yapıldı. Türkiye için "özel
statü" sesleri Avrupa'da yükselmeye başladı, Avrupa siyasal ve kül­
türel Avrupa vizyonları arasında, Türkiye'nin üyeliği üzerinde, "ara­
da kalmış ideoloj ik bir mekana" dönüştü. Avrupa'nın geleceği, Av­
rupa kimliğinin nasıl şekilleneceği soruları üzerine yapılan tartışma­
larda, seküler/laik devlet yapısı, parlamenter demokrasisi ve ağırlık­
lı Müslüman kimliğiyle Türkiye temel referans noktası oldu.

KARŞILIKLI-KAZANÇ İLKESİ
Yine 2000'li yıllar içinde yaşadığımız değişim ve dönüşümler, Türki­
ye'nin yaşadığımız dünya için önemini arttırdı. 1 1 Eylül teröründen
sonra uluslararası ilişkilerin terör ve savaşa endeksli, medeniyetler-ara­
sı çatışmayı körükleyici, sosyal adalet sorunlarını ve demokratikleşme­
yi ikinci plana atan yapısı, bu dönem içinde belki de dünyada demok­
ratik reform sürecine ağırlık veren tek ülke Türkiye'yi önemli, kilit bir
konuma getirdi. Türkiye yaptığı demokratikleşme hamleleriyle ve bu
hamleleri ileriye götürmek üzerine gösterdiği siyasi iradeyle, " modern­
leşme, demokratikleşme ve İslam ilişkisi"nin zorunlu olarak çatışma
içereceğini savunan medeniyetler-arası çatışma tezine alternatif bir ül­
ke konumunda oldu. Müslüman bir toplumun seküler bir cumhuriye­
te sahip olabileceğini, İsl:im'la demokrasinin beraber yaşayabileceğini
ve modernitenin sadece Batı'ya ait olmadığını, farklı coğrafyalarda da
gelişebileceğini sergileyen Türkiye, 1 1 Eylül sonrası dünyada önemli
ve kilit ülkelerden birisi oldu. Ama hemen altını çizmeliyiz ki, Türkiye
bu kilit konumunu, ağırlıklı Müslüman bir nüfusa sahip olduğu için
türkiye-ab ilişkileri ve "hakkaniyet ilkesi" 123

kazanmadı, tam aksine modern bir siyasal yapıya sahip olduğu için ve
daha da önemlisi bu yapının içerdiği demokratikleşme gereksinimleri­
ni karşılamak üzerine yaptığı hamlelerle kazandı. Türkiye'nin 1 1 Ey­
lül sonrası dünya içindeki önemi, bu anlamda, demokratik/liberal/mo­
dern bir siyasal yapıyla Müslüman bir nüfusun bir arada yaşayabilme­
sini sergilediği için ortaya çıktı. Bu nedenledir ki, kadın sorunu teme­
linde yaşanan zinanın suç sayılmasını istemek, namus cinayetleri, po­
zitif ayrımcılığa karşı olma eğilimleri, demokrasi-İslam ilişkisindeki
dengeyi ikincinin ağırlığı temelinde bozan girişimlerdir. Türkiye de­
mokratikleştiği, demokrasiyi hem zihinsel hem de kurumsal düzeyde
toplumsal yaşamda yerleşikleştirdiği sürece, 1 1 Eylül sonrası dünyada­
ki önemi ve kilit konumu devam edecektir.
Bu konumun Türkiye-AB ilişkileri üzerinde de ciddi etkileri ol­
du. 2000'li yıllara kadar, bu ilişkiden sadece Türkiye'nin siyasal ve
ekonomik fayda sağlayacağını, kazançlı çıkacağını savunan görüşün
'
aksine, bugün bu ilişkilerin "karşılıklı-kazanç ilişkisini" simgelediğini
savunan görüş ağırlık kazanıyor. Avrupa'nın siyasal kimliğinin şekil­
lenmesinde, Avrupa'nın ekonomik ve demografik sorunlarının çözü­
münde ve belki de en önemlisi Avrupa'nın bugün ciddi bir gereksinim
duyduğumuz demokratik dünya yönetimine katkısının belirlenmesin­
de, Türkiye'nin tam üyeliğinin önemli bir yeri olduğu bugün daha net
bir biçimde ortaya konuluyor. Verheugen'in Türkiye'ye olumlu bakışı­
nın altında, önemli ölçüde, bu karşılıklı kazanç ilişkisi yatıyor. Bağım­
sız Türkiye Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye raporu bu iliş­
kiyi farklı boyutları içinde inceliyor ve Türkiye'nin AB için önemini
vurguluyor. Bugün AB'nin karşısında, karşılıklı kazanç ilişkisine gire­
ceği ve 1 1 Eylül sonrası dünyanın önemli ve kilit ülkelerinden biri olan
Türkiye var. Fakat unutmamalıyız ki, Türkiye bu konumu, hem iç hem
de dış politikası içinde demokratikleşme üzerine yaptığı hamlelerle,
demokratik bir toplum vizyonuna sahip olma için gösterdiği siyasi ira­
deyle ve "demokratikleşme-ekonomik kalkınma ve güvenlik ilişkileri­
ni beraber ve bağlantılı düşünmesiyle kazandı.
n
124 dış polilika ve demokralikleşme

HAKKANİYET İLKESİ
Bu bağlamda, hem Verheugen'in, hem de Dışişleri Bakanı Gül'ün
vurguladıkları gibi, Türkiye-AB ilişkilerinin " objektif ve hakkaniyet­
li olması" gerekmektedir. Türkiye üzerine bu yıl sonu alınacak karar,
objektif ve hakkaniyetli olmalıdır. Fakat ne Verheugen, ne de Dışişle­
ri Bakanı Gül, bu objektifliğin ve hakkaniyetliliğin ne olduğunu açık­
lamaktadırlar. Aksine, ben "hakkaniyet ilkesi"nin Türkiye'nin bu yıl
sonu istediği tam üyelik müzakerelerinin gecikmeksizin başlaması
için yaptığı ve yapacağı girişimlerin temel ilkesi, etkin manevra aracı
olduğunu düşünüyorum. AB'den " objektif ve hakkaniyetli" olmasını
isterken, bu kavramların içini doldurmalıyız. Hakkaniyetli olma, bir
ilke olarak, Türkiye-AB ilişkilerini çerçeveleyen temel normatif ilke
olmalıdır.
"Hakkaniyet ilkesi"nin yaşama geçmesi için, üç ana normatif
koşulun yaşama geçmesi gerekir: (i) AB Türkiye ile ilgili kararını alır­
ken, "evrensel ve herkese karşı eşit mesafeli " olmalıdır. Bu anlamda,
diğer aday ülkelere bugüne kadar nasıl davranılmışsa (evrensellik),
Türkiye'nin tam üyeliğiyle ilgili karar da aynı temelde alınmalıdır (eşit
mesafelilik). Daha somut söylersek, Türkiye'nin coğrafi ve kültürel
kimliğine referansla alınacak bir karar, hakkaniyetli olamaz. Özel sta­
tü talebi bu nedenle de hakkaniyet ilkesine ters bir ilkedir. (ii) Hakka­
niyet ilkesi içinde evrensel ve herkese karşı eşit mesafeli olmayı yaşa­
ma geçirecek olan temel koşul, Türkiye'nin Kopenhag siyasi kriterleri­
ni tam üyelik müzakerelerine başlamak temelinde ne ölçüde bugüne
kadar karşılayıp, karşılayamadığıdır. Burada, Kopenhag siyasi kriter­
lerinden ne anladığımız önemlidir. Bu kriterlerin hakkaniyetli ve ob­
jektif olması için, devlet-toplum/birey ilişkilerinin demokratikleşmesi
ekseninde tanımlanması gerekir. Siyasal kriterler böyle tanımlandığı
zaman, Türkiye'nin demokratikleşme alanında önemli yasal düzenle­
meler yaptığını ve bu düzenlemeleri uygulamaya geçirmede belli eksik­
liklerinin olduğunu görürüz. Türkiye bu eksiklikleri tamamlamak için
siyasal iradeyi gösterdiği ölçüde, tam üyelik müzakerelerinin gecik­
meksizin başlama istemi objektif ve hakkaniyetlidir. (iii) Çünkü, uygu-
türkiye-ab ilişkileri ve "hakkaniyet ilkesi" 12 5

lama süreci tam üyelik müzakereleri boyunca, hatta tam üye olma
içinde de devam edecektir. Burada da, uygulamadan ne anlaşıldığı
önemlidir. Demokratik toplumlarda, demokratikleşme süreci bitmez,
sürekli olarak kendini-yeniler. Bu nedenle de, uygulama süreci, bugün
AB üye ülkeleri içinde de devam etmek zorundadır. Bu demokratik
toplumları, otoriter ve totaliter toplumlardan ayıran temel özellikler­
den biridir. Verheugen'in bir konuşmasında belirttiği gibi, "Türki­
ye'den Kopenhag siyasi kriterlerini yüzde yüz uygulamaya sokmasını
beklemek objektif ve hakkaniyetli değildir" O zaman, aynı beklentinin
bugünün gelişmiş demokrasilerinden de talep edilmesi gerekir.
Bu bağlamda, bugün Türkiye AB'den objektif ve hakkaniyetli
olmasını isterken, hakkaniyetli olmayı normatif bir ilke olarak görme­
li, içini doldurmalı ve "evrensellik", "herkese eşit mesafelilik", "de­
mokratikleşme olarak Kopenhag kriterleri" ve " uygulamanın bir süreç
olarak anlaşılması " temelinde talep etmelidir.
Türkiye-AB ilişkilerinde Dönüm Noktası

1 999 yılı sonu AB'den "aday ülke" statüsünü aldıktan sonra Türki­
ye-AB ilişkilerinde ciddi bir " belirginlik" sürecine girildi. 2002 yı­
lı sonunda Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'nin tam üyelik müzakerele­
rinin başlamasıyla ilgili karar bu belirginliği daha da derinleştirdi, da­
ha da netleştirdi. Karar şuydu: 1993 yılında tam üyelik koşulu olarak
yürürlüğe sokulan " Kopenhag Kriterleri"ni karşıladığı takdirde Tür­
kiye tam üyelik müzakerelerine "gecikmeksizin" başlayabilecekti. Bu­
gün, bu belirginleşme sürecinde bir dönüm noktasına geldik. 17 Ara­
lık'ta AB Türkiye ile ilgili kararını alacak. Bu karar öncesi, 6 Ekim'de
Türkiye ile ilgili ilerleme raporu yaptığı tavsiyelerle birlikte kabul edil­
di. Rapor müzakerelerin başlamasına ışık yakarken, özellikle demok­
ratikleşme ve göç alanındaki belli koşulları da içerdi. Türkiye daha net
bir katılım müzakerelerinin başlaması tavsiyesini hak eder bir durum­
da, ama bununla birlikte rapora olumlu yaklaşmalıyız. Rapor Türki­
ye'nin Avrupa için önemini vurgulamakla birlikte, Avrupa içindeki
kaygılara da yer veriyor. Fakat, bu raporla birlikte Türkiye'nin tam
üyelik sürecinde yaşanan belirginlik durumunun daha bir netlik ka­
zandığını söyleyebiliriz.
128 dış politika ve demokratikleşme

6 Ekim 17 Aralık tarihleri arasındaki süreç, Türkiye ile ilgili


-

kararın belirlenmesinde etkili olacak çok ciddi tartışmalar, lobi etkin­


likleri ve diplomatik manevralarla geçecek. İlerleme raporu Türkiye ile
müzakerelerin başlaması yönünde bir tavsiye ile çıkacak, ama 1 7 Ara­
lık tarihine kadar Türkiye'nin son ciddi diplomatik ataklarını ve lobi
faaliyetlerini yapması gerekiyor. Bu süreci etkin ve verimli değerlendir�
mek, Türkiye'nin istediği ve hak ettiği "müzakerelerin 2005 yılında
başlaması ve AB'nin Türkiye tam üyeliğine hakkaniyetli ve objektif
yaklaşması" sonucunu doğuracak.
Türkiye-AB ilişkilerinde belirginlik süreci derinleştikçe ve net­
leştikçe, ilginç olarak, Türkiye'nin çok başarılı bir performans çizdiği­
ni, buna karşın Avrupa'nın giderek kafasının karıştığını ve Türkiye'nin
tam üyeliği ile ilgili taşıdığı, genellikle ideolojik ve kültürel endişeleri
dillendirdiğini görüyoruz. Eğer Avrupa'yı tanımlayan kurucu tarihsel
öğeler, en temelde, "Aydınlanma felsefesi ve rasyonel-bilimsel/nesnel
akıl"sa, ilginç olarak, bu dönem içinde Türkiye'nin rasyonel davran­
dığını, üzerine düşen görevlere ciddiyetle yaklaşarak, bu görevleri bü­
yük ölçüde başardığını görüyoruz; buna karşın Avrupa'da belli kesim­
lerin ise giderek kültürel, coğrafi ve dinsel dogmalar içinde bilimsellik
dışı bir irrasyonel mantıkla Türkiye'nin tam üyeliğini tartıştığını izli­
yoruz: Kültürel ya da dini temelde Türkiye'yi istememek, özel statü,
dolaşım haklarının tüm zamanlar içinde kısıtlanması v.b. öneriler, Av­
rupa'da oluşan Türkiye'nin tam üyeliğinin ciddi bir olasılık kazanma­
sı üzerine irrasyonel hezeyanlar.

TÜRKİYE NİYE ÖNEMLİ?


Fakat hemen altını çizmeliyiz ki, bu irrasyonellik tüm Avrupa'yı kap­
samıyor. Hem AB'nin hukukun üstünlüğü ilkesi temelinde kurulduğu­
nu ve Türkiye'ye karşı ayrımcılığın bu ilkeyi zedeleyeceğini düşünen­
ler, hem de jeo-politik-stratej ik düzeyde Türkiye'nin AB içinde yer al­
masının Avrupa için çok önemli olduğunu düşünenler Türkiye'nin tam
üyeliğini destekliyorlar. Bu nedenle, Türkiye-AB ilişkilerinde belirgin­
lik süreci derinleştikçe ve Türkiye Kopenhag kriterlerinin yaşama geç-
türkiye·ab ilişkilerinde dönüm noktası 129

mesiyle ilgili ciddi bir siyasi irade gösterdikçe, karşımızda tek bir Av­
rupa yok: farklı Avrupa'lar var. Bu farklılaşma farklı Avrupa vizyon­
larının ortaya çıkması ve tartışılması temelinde ortaya çıkıyor. Avru­
pa'nın küreselleşen dünyada geleceğiyle ilgili, Avrupa kimliğinin han­
gi temelde kurulacağıyla ilgili ve Avrupa'nm sınırlarının nerede bitece­
ğiyle ilgili tartışmalarda, bu farklılaşmayı, dolayısıyla farklı Avrupa
vizyonlarını görebiliyoruz. Tüm bu tartışmaların, tüm bu farklılaşma­
ların içinde en önemli referans noktalarından birisi Türkiye. Bu an­
lamda, Türkiye önemli bir ülke, Türkiye ile ilgili karar çok ciddi ve
önemli bir karar. Bu ciddiyetin ve önemin üç-boyutlu olduğunu düşü­
nüyorum:
(i) Türkiye-AB tam üyelik ilişkileri: bu bağlamda, yukarıda be­
lirttiğim gibi, önemli nokta, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini karşıla­
mada başarısı önemli unsur. Avrupa kendisinin " hukukun üstünlüğü­
nü", dolayısıyla evrensel demokratik normları biriricil alan bir siyasi
mekan olduğunu, Türkiye kararıyla pekiştirecek. Ağırlıklı Müslüman
bir nüfusa sahip bir ülkeyi siyasi kriterler temelinde kendi içine dahil
etmesiyle, AB'nin dinsel/kültürel değil, ama siyasal-demokratik bir
mekan olduğu düşüncesi doğrulanacak.
(ii) Avrupa kimliği: bu bağlamda, Türkiye'nin tam üyeliği, Av­
rupa ortak kimliğinin çokkültürlülük üzerine kurulacak, demokratik
normlara sahip bir siyasal kimlik mi olacağını, yoksa içe kapalı, din­
sel/kültürel referanslı ve kendinden farklı olanı dışlayan bir nitelik mi
içereceğini büyük ölçüde belirleyecek. Avrupa'nın hem kendi içinde,
nüfusu yirmi milyona varan Müslüman kesimleriyle onları ötekileştir­
meyen bir ilişkiye girmesinde, hem de dünyaya kendisini demokratik
bir bütünleşme mekanı olarak sunmasında, demokratik bir Türki­
ye'nin oynayacağı rol çok önemli.
(iii) Avrupa'nın küresel demokratik düzen içinde rolü: medeni­
yetler-arası çatışmalar ideolojilerinin hakimiyetinde savaşa indirgen­
miş 11 Eylül sonrası dünyada, hem terörizme karşı küresel mücadele
içinde, hem de küresel demokratik bir dünya düzeninin kurulma ola­
sılığında, Avrupa'nın rolünün ne olacağı sorusu bugün yanıtı olmayan
130 dış politika ve demokratikleşme

bir soru durumunda. Vurguladığım Avrupa demokratik bir dünya dü­


zeninin kurulma sürecinin aktif ve kurucu bir aktörü mü olacak, yok­
sa içerde ekonomik refahı ve demokrasisi olan, ama dışa kapalı bir bü•
tünleşme mekanını mı temsil edecek; bu tercih içinde Türkiye önemli
ve merkezi bir konumda. Hem Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üç­
geninde kilit ve bölgesel güç dış politika kimliğiyle, hem de kendi için­
de seküler{laik) demokrasi-Müslüman kimlik arasında kurduğu den­
geli ilişki içinde Türkiye, tam üyeliğiyle Avrupa'nın bugün gereksini­
mini çok hissettiğimiz küresel demokratik dünya düzeninin kurulma­
sında ciddi bir rol oynamasına önemli bir katkı verme potansiyeline
sahip. Bu katkıyı gören Avrupa vizyonu, Türkiye'nin tam üyeliğini
destekliyor.

KARŞILIKLI FAYDA VE HAKKANİYET


Bu üç-boyutlu önem içinde artık Türkiye-AB ilişkilerinin karşılıklı fay­
daya dayanan ve hakkaniyetli bir ilişkiye dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Artık AB'nin karşısında demokrasisi çok sorunlu, ekonomisi bozuk bir
Türkiye yok. Aksine Türkiye belki de AB ile bütünleşme sürecinde ilk
defa, kendinden emin, ödevlerini yapmış, farklılık değil hakkaniyet is­
teyen bir ülke konumunda Avrupa' da yerini alıyor, tam üyelik müzake­
relerinin başlamasını talep ediyor. Avrupa için Türkiye'nin yukarıda sı­
raladığım üç-boyutlu önemini gören, hem de AB tam üyeliğinin Türki­
ye için demokratikleşme ve istikrarlı ekonomik kalkınma temelinde ya­
ratacağı ciddi katkıyı anlayan AKP iktidarı, devlet aktörleri, sivil top­
lum ve aydınlar son zamanlarda çok önemli bir çalışma içine girdiler.
Bu çalışmanın 1 7 Aralık'a kadar ve müzakereler sürecinde de
devam etmesi gerekiyor. Ama artık, Türkiye'nin demokratikleştikçe
Avrupa ve dünya için öneminin arttığını görerek ve Türkiye-AB ilişki­
.
lerinin karşılıklı faydaya dayanan ilişkiler olması gerektiğinin bilincin­
de olarak 17 Aralık gününe Türkiye'yi hazırlayalım.
Korku ve Meşruiyet Arasmda Amerika

ünyanın Yeni Yöneticileri "' adlı çalışmasında John Pilger bugün


D yaşadığımız dünyanın, George Orwell'in Bin Dokuzyüz Seksen
Dört• • romanının önemini bize bir kere daha hatırlattığını önerir. Or­
well romanında üç sloganın toplumu egemenlik altına aldığını söyler:
savaş barıştır, özgürlük köleliktir, ilgisizlik güçtür. Pilger, bugünün
dünyasında da bu sloganların geçerli olduğunu söylerken, ilk slogan­
da ufak bir değişiklik önerir: savaş terördür. Bugün yaşadığımız dün­
yanın, " 1 1 Eylül sonrası dünya"nın, savaşın terör olduğu bir dünya ol­
duğunu artık net olarak görüyoruz. Irak Savaşı'nı başlatan işgal güç­
leri bu savaşı demokrasi ve özgürlük adına yaptıklarını söylerken, ka­
falarındaki demokrasi anlayışının lrak'ın kendilerine tam anlamıyla
boyun eğmesi olduğu, özgürlük anlayışlarının ise Irak halkının kendi­
lerine tam anlamıyla tebaa (köle) olması olduğu, bugün artık yadsına­
mayacak bir gerçeklik niteliğinde. Bu nedenledir ki, 21 günde yok edi-

(*) J. Pilger, The New Rulers of the World, Londra, Verso Books, 2002 [Türkçesi: Dünyanın Yeni
Efendileri: Küresel Yağmacılığın Gerçek Yüzü, çev. Ali Çimen, Tirnaş Yayınları, lsranbul, 2003].
(**) George Orwell, Nineteen Eighry-four, Penguin Books, Londra, 1990 [Türkçesi: Bin Dokuz Yüz
Seksen Dört, çev. Nuran Akgören, Can Yayınları, İstanbul, 1999].
132 dış politika ve demokratikleşme

len bir rejimden bugüne Irak demokratikleşme ve özgürleşmenin tam


tersine, tam bir siyasi istikrarsızlık, geleceğe güvensizlik ve çok ciddi
bir insan trajedisinin yaşandığı bir mekana dönüştü. Pilger'in "savaş
terördür" saptaması da, bu ortamda doğrulandı: her gün bombaların
patladığı, çocuklar, kadınlar, yaşlılar denmeden insanların yok edildi-
ği, savaş suçlularına işkencenin uygulandığı, direnişle terörün iç içe
.
geçtiği ve bugüne kadar yirmi binden fazla insanın demokrasi ve öz­
gürlük adına öldü(rüldü)ğü bir Irak var karşımızda.

GELECEK DAHA DA KARANLIK


lnternational Herald Tribune gazetesinde ( 1 7 Eylül 2004) Brian
Knowlton tarafından içeriği özetlenen Amerika'da yeni yayımlanan,
Irak'ta "olası gelecek" senaryoları üzerine bir rapor, Irak'ta güvenlik
olasılığının çok düşük olduğunu vurgularken, gelecek için çok karan­
lık ve kötümser bir tablo çiziyor. Amerika'da farklı güvenlik ve haber
alma birimlerinin analizlerine. dayanarak yazılan raporun " tahmini ge­
lecek senaryoları" üç-boyutlu: (a) en iyi senaryo: lrak'ta sürekliliği
olan istikrarın sağlanması (olasılığı çok düşük); (b) gerçekleşebilecek
senaryo: varolan yüksek boyutlu şiddetin ve parçalanmanın giderek
artması (olasılığı yüksek) ve (c) en kötü senaryo: lrak'ın tam olarak
kaotik bir duruma düşerek Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında sivil sa­
vaşın çık.ması (olasılığı (b) ye göre düşük olsa da var). Bu temelde, bu­
gün lrak'tan konuşurken, Orwell'in Bin Dokuzyüz Seksen Dört roma­
nında çizdiği tabloya, savaş terördür saptamasını da ekleyerek bakıyo­
ruz, geleceği daha da karanlık gözüken bir mekandan konuşuyoruz.
Eğer bir terör eyleminin amacı, oluştuğu an yarattığı fiziki tahri­
bin çok ötesinde bir tahribi ulusal ya da küresel düzeyde yaratmaksa,
Irak'ı bekleyen bu karanlık gelecek bize gösteriyor ki, 1 1 Eylül terörü
amacına giderek ulaşıyor. Yaşadığımız dünya giderek daha çok karan­
lığa, belirsizliğe, güvensizliğe bürünüyor. Bu anlamda da, Irak sorunu­
nun çözümü, ki bu İsrail-Filistin sorununu çözmeden olası olmayacak
bir şey, nasıl bir dünyada yaşayacağız, karanlık geleceğe karşı nasıl di­
reneceğiz gibi soruları ciddi bir biçimde tartışmamıza bağlı gözüküyor.
korku ve meşruiyet arasında amerika 133

AMERİKAN BAŞKANLIK SEÇİMİ


Tam da böyle bir ortamda Amerika'da Kasım ayında başkanlık seçimi
yapılacak ve bu seçimde Irak temel gündem maddesi. Bush ve Kerry
karşı karşıya. Bu seçim sadece Amerikan Başkanlık seçimi değil; tüm
dünyayı direkt ilgilendiren bir seçim, çünkü hiper güç olarak Irak Sa­
vaşı'nı başlatan bir ülkenin başkanının seçimi, Irak yoluyla dünyanın
nasıl şekilleneceğini belirleyecek bir seçim. Bu anlamda seçim sonucu
sadece Amerika'yı ilgilendirmiyor, tüm dünyayı, ulus-devletleri, BM,
NATO, AB gibi uluslararası örgütleri, sivil toplumu ve bireyleri ilgilen­
diriyor. Terörizme karşı mücadele küresel olmak durumundaysa, bu
mücadelenin kendisi insan trajedileri, terör ve karanlık bir gelecek ya­
ratan "önleyici/engelleyici savaş" yoluyla mı olacak, yoksa artık zama­
nı gelen, hatta geçmekte olan "çok taraflılık ilkesini içeren, uluslarara­
sı bir norm olarak meşruiyet temelinde hareket eden ve küresel sosyal
adaletsizlik sorununu ciddiye alan bir yapıda mı olacak? Bu sorunun
yanıtı, büyük ölçüde Amerikan Başkanlık seçimi sonucunda netlik ka­
zanacak. Şüphesiz ki, Demokrat Parti' den ve John Kerry'den ABD dış
politikasında bu kadar ciddi ve büyük bir farklılık yaratması beklenmi­
yor, ama küresel düzeyde yapılan kamuoyu yoklamaları ve akade­
mik/kamusal tartışmalar gösteriyor ki, Bush yönetiminin bitmesi bugün
gereksinimini çok hissettiğimiz terörizme karşı savaşta ikinci yolu seç­
memiz için küçük de olsa bir açılım yaratabilir. Bu anlamda, Kerry'nin
kazanması kendi içinde önemli olmakla birlikte yeni muhafazakar Bush
yönetiminin bitmesi anlamına geldiği için daha da bir önem kazanıyor.
Kerry'nin kazanmasının önemi, ilginç biçimde, kendisinden daha çok,
varolan yönetimin bitmesini simgelediği için çok önemli.
Bu nedenledir ki, ABD dışında ülkeleri içeren kamuoyu yokla­
maları ağırlıklı olarak Kerry'yi destekler biçimde sonuçlanıyor.
ABD'nin kuzey komşusu ve G-8 ülkesi olan Kanada'da da, Kerry des­
teği yüzde altmışın üstü oranlara çıkıyor. Tüm dünyada Kerry'ye des­
teğin ağırlıklı olması, yukarıda vurguladığım gibi, insanların Demok­
rat Parti ve Kerry'den beklentilerinden kaynaklanmıyor. Temel neden,
meşruiyeti olmayan bir savaşın başarı şansının olmadığının ortaya çık-
134 dış politika ve demokratikleşme

ması, terörizme karşı küresel mücadele adına yapılan böyle bir sava­
şın, lrak'ta ve dünyada gördüğümüz gibi, terörizmi körükleyen sonuç­
lara yol açması ve tam da 11 Eylül terörünü gerçekleştirenlerin istedi­
ği gibi dünyayı karanlık bir geleceğe sürüklemesi. Bu anlamda, "meş­
ruiyet ekseninde" lrak'a bakan dünya, Bush yönetiminin gitmesinin
bugün bir gereklilik olduğunu gördüğü için Kerry'i ağırlıklı olarak
destekliyor. Bugün Kerry'yi desteklemek, terörizme karşı küresel sa­
vaşta, farklı yöntemlerin tartışılması için (ufak da olsa) bir açılım sağ­
layabileceği umuduyla oluşan bir destek. Farklı yöntemin temelinde
de, uluslararası bir norm olarak meşruiyet ilkesi var.

AMERİKA, "KORKU" VE GÜVENLİK


Tüm dünyadaki bu eğilim, bugüne kadar Amerika'ya yansımadı. Son
TV tartışmasındaki başarısına rağmen bugün hala Bush'un Kerry'ye
karşı yüzde kırk dokuza yüzde kırk yedi oranında bir üstünlüğü var.
Dahası genel eğilimin, bu son ayda ciddi gelişmeler olmadığı takdirde,
Bush yönetiminin seçimi kazanacağı ve dört yıl süreyle ikinci dönemi­
ni yürüteceği üzerine. O zaman, dünya ile Amerika arasında oluşan bu
eğilim farkı nerede yatıyor. Bu farkı temel açıklayıcı öğenin " korku­
güvenlik ekseni" olduğunu düşünüyorum. BBC World News'in yayım­
ladığı, Başkanlık seçimi temelinde Amerika halkı üzerinde yapılan
farklı kamuoyu araştırmalarından derlediği değerlendirme gösteriyor
ki, dünyada Irak sorununa bakışta ağırlıklı eksen "meşruiyet" iken,
Arnerika'da korku ve güvenlik. Yüzde altmışlara varan oranlarda in­
san, temel sorun olarak korku hissini görürken, bu sorunu tam olarak
tanımlamıyor ve terörist saldırıya karşı güvenliği birinci plana çıkartı­
yor. Başkanlık seçimlerinde Amerika'da genelde temel öğe olan ekono­
mi ve Bush yönetiminin bu alanda gösterdiği düşük performans ikinci
planda ve seçim sonucunu etkilemeyecek gibi görünüyor. 1 1 Eylül son­
rası Amerika, devlet-toplum/birey ilişkilerinin korku-güvenlik ekse­
ninde yapılandığı bir Amerika.
Bu nedenledir ki, Bush yönetiminin küresel düzeyde yaşadığı
meşruiyet sorunu, korku-güvenlik üzerine inşa ettiği ve dışarıya kapa-
korku ve meşruiyet arasında amerika 135

lı kendi evinde kendisini çok ciddi etkilemiyor. 2004 yılı Amerika­


sı'nda Orwell'in anlattığı toplum giderek kökleşiyor, Amerika dış po­
litikası da dünyayı böyle bir topluma dönüştürmeye çalışıyor. Belki de,
bize çok ters gelse de, yeni muhafazakar ideolojinin gücü de bu nok­
tada yatıyor.
Cumhuriyet Projesi ve Avrupa Birliği

U
• • çüncü Dünya kurgusu içinde yer alan toplumlarda ve Hindistan
örneğinde milliyetçilik ideolojisi üzerine yaptığı önemli çalışma­
larla tanınan Partha Chatterjee bu yıl çıkan The Politics of the Gover­
ned * [Yönetilenin Siyaseti] adlı kitabında, cumhuriyet yönetiminin
üzerine oturduğu " halk egemenliği " kavramının üzerinde durur. Chat­
terjee'ye göre, 1 789 Fransız burjuva devrimiyle birlikte, halk egemen­
liği kavramı üzerine inşa edilmiş cumhuriyet yönetiminin modern top­
lumun temel tanımlayıcı siyasal referans noktalarından biri olduğunu
ve giderek küreselleştiğini görüyoruz. Cumhuriyet, hem ulusal düzey­
de, hem de uluslararası ilişkiler düzeyinde modern zamanlara anlam
veren bir yönetim biçimi. Halk egemenliği kavramını arkasına alarak
cumhuriyet, " modern zamanlarda etkili toplum yönetimi " sorusuna
temel yanıtlardan birisi.
Bununla birlikte, modern toplumla cumhuriyet arasındaki iliş­
kiyi tartıştığımız zaman, ilginç bir ikilemle karşılaşıyoruz. Bir taraftan,
dinsel ya da kişisel temelde kurulmuş geleneksel otoriteye karşı halk

(•) Partha Chanerjee, The Politic.s of the Governed: Reflection.s on Popular Politic.s in Most of the
World, Columbia Universiıy Press, New York, 2004 .
138 dış politika ve demokratikleşme

egemenliği kavramını kendisine temel alan cumhuriyet modern olanı


tanımlayan bir referans noktasıdır. Diğer taraftan da, modern zaman­
larda cumhuriyetin temel aldığı halk egemenliği kavramının sadece de­
mokrasiler tarafından değil, otoriter, hatta totaliter rejimler tarafından
da kullanıldığını görüyoruz. 1 789'dan bu yana, kendilerine cumhuri­
yet adını veren ülkeler sadece demokratik siyas_i rejimler değiller. Oto­
riter ve totaliter rejimler de kendilerini cumhuriyet olarak tanımlıyor­
lar, kendi meşruiyetlerini halk egemenliği kavramı kullanarak sağla­
maya çalışıyorlar. Bu anlamda da, altını çizmemiz gereken nokta şu;
cumhuriyet modern olanla ilişkili ve modern toplum yönetiminin te­
mel tanımlayıcı öğelerinden birisi ama, demokrasiyle birebir bir ilişki
içinde değil. Aynı şekilde halk egemenliği kavramı cumhuriyetin kuru­
cu öğesi; ama demokrasiyle birebir ilişkili değil. Bu nedenle de, cum­
huriyetten konuşmak modernleşmeden konuşmaktır; ama demokrasi­
den, demokratik toplum yönetiminden konuşmak değildir.

CUMHURİYET-DEMOKRASİ İLİŞKİSİ
Cumhuriyet ile demokrasi arasında tarihsel, olgusal ve kuramsal bir
nedensellik ilişkisi yoksa, o zaman cumhuriyetin demokratik olması
için ne gereklidir? Cumhuriyetin demokratik bir toplum yönetimi te­
melinde hareket etmesi için, üzerine oturduğu halk egemenliği kavra­
mının demokratik ilkeler temelinde yeniden yapılanması gerekmekte­
dir. Halk egemenliği kavramının sınırlarının bireysel ve kültürel hak­
lar ve özgürlükler temelinde çizilmesi; bir toplum içinde azınlık konu­
munda bulunan toplumsal kesimlerin siyasi, ekonomik ve kültürel hak
ve özgürlüklerinin anayasal güvence altına alınması ve bir toplumu
oluşturan farklı kültürel kimlikler arası ilişkilerin birbirini yok etme
değil, birlikte yaşama etiği ve sorumluluğu temelinde düzenlenmesi,
cumhuriyetin demokratik toplum yönetimini içermesinin önkoşulları­
dır. Cumhuriyetin demokrasiyle ilişkisi, bu nedenle bir "yeniden yapı­
lanma süreci"dir, dolayısıyla cumhuriyetin demokratik temelde ve
" haklar ve özgürlükler dili " yoluyla yeniden yapılanmasıdır. Halk ege­
menliği kavramı cumhuriyetle modern olan arasındaki ilişkiyi kurar-
cumhuriyet projesi ve avrupa birliği 139

ken, bireysel/grupsal hak ve özgürlükler dili cumhuriyetin demokratik


temelde yeniden yapılanmasına anlam verir. Şüphesiz ki, yeniden yapı­
lanma kendiliğinden oluşan, doğal ve otomatik bir süreç değildir; ak­
sine yeniden yapılanma toplumsal bir talep ve bu talebe verilen siyasi
yanıttır. Yeniden yapılanma siyasi bir tercihtir. Cumhuriyetin demok­
ratik temelde yeniden yapılanması da, bireysel/grupsal hak ve özgür­
lüklerin anayasal güvence altında korunması yoluyla halk egemenliği
kavramının sınırlanmasını, dolayısıyla da devlet-toplum/birey ilişkile­
rinin yukarıda sıraladığım demokratik ilkeler yoluyla düzenlenmesini
amaçlayan bir siyasi tercihtir. Modernleşme-cumhuriyet-demokrasi
arasındaki ilişki, bu bağlamda, kendiliğinden oluşan doğal bir ilişki
değil; aksine tarihsel olarak kurulmuş, demokrasiyi. etkili ve meşru
toplum yönetiminin merkezine oturtan ve özünde siyasi olan bir yeni­
den yapılanma sürecidir.

TÜRKİYE'DE CUMHURİYET PROJESİ VE AVRUPA BİRLİGİ


Bu çerçevede Türkiye örneği, hem cumhuriyet-modernleşme, hem de
cumhuriyet-demokrasi ilişkileri için çok aydınlatıcı ve önemli bir ör­
nektir. 29 Ekim 1 923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin, Şerif Mardin'in ta­
nımlaması içinde, "tam anlamıyla modern bir ulus devlet kurma" pro­
jesi olarak ilan edilmesini, cumhuriyet-modernleşme ilişkisinin "yaşa­
ma geçirilmesi sürecinin" başlangıcı olarak görebiliriz. Mustafa Kemal
ve arkadaşları tarafından yaşama geçirilen cumhuriyet projesi, dinsel ve
kişisel otoriteye karşı halk egemenliğini kendisine öncül alan ve Türki­
ye Cumhuriyeti'ni modern ulus-devlet olarak tanımlanmayan bir (siya­
si) modernleşme projesidir. Dolayısıyla, cumhuriyet projesinden konu­
şurken, ulus-devlet yoluyla geleneksel bir toplumun yukarıdan aşağıya
doğru modern bir topluma dönüştürülmesi projesinden konuşuyoruz.
Cumhuriyet projesi, devlet-merkezci siyasi bir iradeyle ve devlet yoluy­
la toplumu dönüştürmek ve böylece "muasır medeniyet seviyesini" hız­
la yakalayacak bir modern toplum yaratmayı amaçlar. Bu modern top­
lum yaratma süreci, ilk önce siyasi modernleşmeyi içeren devlet ve si­
yasi kurumların kurulmasını, sonra da devlet eliyle modern toplumu
140 dış politika ve demokratikleşme

yaratacak kültürel modernleşme kurumlarının kurulmasını içeriyor.


Ayşe Kadıoğlu'nun "milletini arayan devlet" nitelemesinde göreceğimiz
gibi, cumhuriyet projesi ilk önce devleti kurup, sonra bu devlete özgü
milleti arama, daha doğrusu yaratma girişimini tanımlar.
Böyle olduğu içindir ki, cumhuriyet projesi bir taraftan halk
egemenliği kavramını kendisine temel alırken, diğer taraftan da, dev­
let merkezci bir siyasi söylemle, siyasi aktörlerinin güçlü olmadığı bir
siyasal yaşam, ekonomik aktörlerin güçlü olmadığı bir ekonomik ya­
şam, bireyin ya da bireysel hak ve özgürlüklerin güçlü olmadığı bir
toplumsal yaşam anlayışı üzerinde hareket etti. Yine böyle olduğu için­
dir ki, siyasi bir modernleşme, bir ulus-devlet kurma projesi olarak ba­
şarılı olan cumhuriyet projesi, demokratikleşme bağlamında başarısız
oldu. Her ne kadar, 1 945 sonrası dönem çokpartili parlamenter bir sis­
teme geçişi başarsa da, cumhuriyet projesi modernleşme sürecini de­
mokratikleşmeye dönüştürmede başarısız oldu.
Bu başarısızlığın temel nedeni de, özellikle son on yıllarda hem
Türkiye'de yaşanan toplumsal değişime, hem de hızla değişen ve küre­
selleşen dünyanın Türkiye üzerinde yarattığı etkilere güçlü bir yanıt
olabilecek tarzda cumhuriyet projesini demokratik temelde yeniden
yapılanma siyasi tercihinin yapılmamasıdır. Aksine devlet-merkezci si­
yaset, bu toplumsal değişim sürecinde, cumhuriyet projesini koruma
adına, topluma karşı devleti koruma tercihini yaptı ve toplumsal so­
runlara ve değişime yanıt bulmak girişiminde olmadı. Diğer bir deyiş­
le, tarihsel değişimi iyi okuyan ve ileriye dönük bir siyasi tercih yapa­
rak cumhuriyet projesini demokratikleştirmek yerine, geriye dönük ve
tarihsellik-dışı bir siyasi kararla varolan devlet-merkezci siyaseti koru­
ma tercihi, Türkiye'de istikrar yerine, siyasi, ekonomik ve kültürel dü­
zeylerde yaşanan ciddi krizleri yarattı.
Bu bağlamda, 2001 Ağustos ayından başlayarak 3 Kasım 2002
genel seçiminden sonra giderek ivme ve ciddiyet kazanan ve özünde
Avrupa Birliği'ne tam üyelik için yapılan demokratikleşme reformları­
nı ve bu temelde gösterilen siyasi iradeyi cumhuriyet projesinin de­
mokratik yeniden yapılanma süreci olarak okuyabiliriz. Özellikle
cumhuriyet projesi ve avrupa birliği 1.lf.1

1 990'lı yıllara hakim olan topluma, toplumsal değişime ve toplumsal


taleplere karşı devleti koruma üzerine yapılan siyasi iradenin yerine,
bugün ileriye dönük, demokratikleşme üzerine yapılan bir siyasi irade
var. Bu iradenin oluşmasında, hem toplumdan gelen değişim talepleri,
hem de Avrupa Birliği'ne tam üyelik süreci etkili oldu. Türkiye'de,
1 923'te cumhuriyet-modernleşme ilişkisi temelinde çok önemli, tarih­
sel ve ileriye dönük bir siyasi irade gösterildi. Bugünse, cumhuriyet-de­
mokrasi ilişkisi temelinde ve cumhuriyet projesinin demokratik temel­
de yeniden yapılanma sürecine anlam veren bir siyasi iradenin, bir si­
yasi tercihin yapıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Avrupa Birliği'ne tam
üyelik bu süreci de, bu ileriye dönük siyasi iradenin ortaya çıkmasın­
da önemli bir katkı sağlamıştır, sağlamaya da devam edecektir. Şüphe­
siz ki karar ve sonuç Türkiye'nindir ve demokratikleşme üzerine olu­
şan siyasi iradenin güçlülüğüne ve toplumsallaşmasına bağlıdır.
Korkunun Zaferi ve Dünyamn Kaygısı

ohn Kerry'nin yenilgiyi kabul etmesiyle, George Bush'un ABD baş­

J kanı olarak ikinci dönemi başladı. Bu seçim sonuçları açısından son


dönemlerin en önemli seçimiydi. Sadece 1 1 Eylül sonrası Amerikan
toplumunun nasıl yönetileceği sorusuyla ilgili değil, bugün çok ciddi
ve tehlikeli bir süreçten geçen dünya siyasetinin nasıl şekilleneceği so­
rusuyla ilişkili bir seçim olduğu için, hepimizi sonuçları açısından ilgi­
lendiren bir seçim yaşadık. Terörün ve terörizme karşı mücadelenin
uluslararası ilişkilerin merkezi konumuna yerleştiği 1 1 Eylül sonrası
dünyada, Irak işgalinin yaşadığımız dünyayı güvenli değil, tam da ak­
sine daha güvensiz, daha belirsiz bir duruma soktuğu bir dönemde ya­
şanan başkanlık seçiminin, sadece Amerikan toplumunu değil, tüm
dünyayı ilgilendirmesi ve son dönemlerin en önemli seçimi konumuna
gelmesi çok doğaldı. Tüm dikkatimizi odakladığımız seçim, değişime
karşı korkunun zaferiyle sonuçlandı. 1 1 Eylül terörünün Amerikan
toplumunda yarattığı " korku"yu iyi değerlendiren, bu korkuyu sürek­
li olarak yeniden üreten ve derinleştiren bir ideolojik bombardımanla
seçim stratejisini geliştiren Bush yönetimi, Kerry'ye karşı kazandı, hem
de Senato ve Temsilciler Meclisi'nde çoğunluğu kazanarak. Seçim so-
144 dış politika ve demokratikleşme

nuçları Bush ve Kerry arasında nicel anlamda küçük bir oy marjini ol­
duğunu gösterse de, nitel düzeyde seçim çok güçlenmiş bir Bush yöne­
timini ortaya çıkardı.

KORKU-GÜVENLİK-LİDERLİK İLİŞKİSİ
Tüm dünyada ciddi bir popülarite sorunu yaşayan ve İslam dünyasın­
da "Amerika'ya karşı nefret" denen toplumsal olgunun ciddi boyutla­
ra ulaştığı bir başkanlık döneminden sonra, Bush yönetiminin bu se­
çim başarısı nasıl açıklanmalı ? Bu bağlamda temel öğenin, Amerika ve
Amerika-dışı dünya arasında bugün yaşadığımız dünyanın algılanma­
sındaki "zihniyet farkı" olduğunu düşünüyorum. Amerika bu seçimi
" korku siyaseti "nin egemenliği içinde yaşadı. Amerikan toplumunun
terörizme karşı güvenlik içinde olması için "kendinden emin ve irade
sahibi bir lidere" gereksinim içinde olduğu düşüncesi seçim sürecinin
temel gündemi yapıldı. Terör korkusu içinde olan bir topluma kendin­
den emin ve iradeli bir liderin daha güvenli bir ortam yaratacağı stra­
tejisi, Bush yönetiminin tek ve temel stratej isiydi. Kitle imha silahları­
nın Irak'ta bulunamamasının ve geçmiş Irak yönetimiyle terör odak­
ları arasında ilişki olduğu savının ispatlanamamasının Bush yönetimi­
nin lrak'ın işgali kararını "ciddi bir meşruiyet sorunu"yla karşı karşı­
ya bırakması; savaş nedeniyle ABD ile tarihsel transatlantik müttefik­
leri arasında giderek artan kopuşlar ve en önemlisi· lrak'ın işgalinin
yaşadığımız dünyayı daha güvensiz bir konuma soktuğu düşüncesinin
dünya ölçeğinde yaygınlaşması: bu olguların hiçbiri Bush yönetiminin
" korku-güvenlik-liderlik ilişkisi" üzerine kurduğu basit seçim strateji­
sini zayıflatamadı. Amerika kendisine ve dünyaya korku temelinde
yaklaştı. Irak sorununu, bu sorun içinde bugüne sayıları yüzbine var­
dığı söylenen ölüm oranını, transatlantik ilişkilerinde yaşanan kırıl­
maları ikinci plana attı. Kendi güvenlik sorununu birincil öneme geti­
rip, Bush yönetiminin ikinci dönemine yeşil ışık yaktı. Korku meşru­
iyeti, güvenlik değişimi yendi. Seçim sonucunda oluşan durum, korku­
nun zaferinin ve dünyanın kaygısının eşzamanlı beraberliği olarak ta­
nımlanabilir.
korkunun zaferi ve dünyanın kaygısı 145

DÜNYA VE MEŞRUİYET
Bu sonucun hem dünya siyaseti, hem de Amerika üzerinde çok önem­
li sonuçları olduğunu da söylemeliyiz. Bu seçimde çok net olarak bir
toplumsal olgu ortaya çıktı: dünyanın bir süper güç ve hegemon ola­
rak ABD'nin küresel konumuna bakmasıyla, Amerikan toplumunun
dünyaya bakması arasında çok ciddi bir fark, bir karşıtlık ilişkisi var.
Dünya ABD başkanlık seçimlerine, bugün yaşanan Irak sorunu, Orta­
doğu'nun giderek kaosa giden istikrarsız yapısı ve terörizme karşı kü­
resel mücadelede Bush yönetiminin gösterdiği başarısızlıklar temelin­
de yaklaştı ve "değişimin önemini" vurgulayarak yüksek oranda
Kerry'i destekledi. Terörizme karşı küresel mücadele adına işgal edilen
Irak, dünyayı daha güvensiz bir ortama sürükledi. Irak ve Ortadoğu
bölgesinde en azından minimum düzeyde bile bir istikrar sağlanama­
dığı, İsrail-Filistin sorununun giderek çözümsüzlüğe gittiği ve bu süre­
cin terörizme alt yapı hazırladığı bir dönem yaşanıyor. Bu sorunlarda
yaşanacak başarı için, ABD'nin küresel rolünde bir değişimin olması
gerekli. Bu değişim, uluslararası bir norm olarak meşruiyet ilkesine
önem veren, BM ve NATO gibi örgütlerin rölünü ve etkinliğini güçlen­
direcek "çoktaraflı bir dış politika" anlayışını destekleyen ve transat­
lantik ilişkilerde, dolayısıyla ABD-AB ilişkilerindeki düzelmenin küre­
sel demokratik yönetim için önemini vurgulayan bir zihniyetle olasılık
kazanabilirdi. Bu olasılık dünyanın gözünde, Kerry başkanlİğındaki
demokratların ABD'nin yönetimine soyunmasıydı. Bu nedenle de,
ağırlıklı olarak dünyada paylaşılan ortak düşünce, ABD yönetiminde
oluşacak bir değişimin, dolayısıyla demokratların Kerry başkanlığında
yönetime gelmesinin, hem Amerika toplumu için, hem de dünya. siya­
seti için olumlu sonuçlar doğuracağıydı.
Seçimde Bush'un Kerry'e karşı tercih edilmesi ve seçim süresin­
ce ve sonrasında Amerika'da yapılan yorumların Bush yönetiminin dış
politika anlayışının değişmeyeceği üzerinde birleşmesi temelinde, se­
çim sonucunun dünyada ciddi bir hayal kırıklığı ve geleceğe dönük
ciddi bir kaygı yarattığını söyleyebiliriz. İkinci Bush yönetimi sürecin­
de dünya ile Amerika arasındaki küresel sorunların çözümünde oluşan
146 dış politika ve demokratikleşme

"yöntem ve zihniyet farklılığı "nın yaygınlaşıp, derinleşme olasılığının


yüksek olduğunu da söyleyebiliriz.

İKİYE BÖLÜNMÜŞ AMERİKA


Amerikan Başkanlık seçiminin ikinci önemli sonucu, Amerika ile dün­
ya arasındaki farklılığın çok daha net ve belirgin olarak Amerika için­
de ortaya çıkması. Amerikan toplumu içinde ortaya çıkan Bush yöne­
timinin sürdürdüğü "korku siyaseti"nin Amerika için zararlı olduğu
düşüncesi, bu seçimin sadece bir başkanlık seçimi değil, Amerika'nın
geleceği ile ilgili önemli bir dönüm noktası olarak algılanmasını gün­
deme getirdi. Bu nedenle de, bu seçime katılım yüzde altmış civarında
oldu. Bu oran 1 9 60'lardan beri yaşanan en büyük oran. Ama aynı za­
manda da, Amerika toplumunda ciddi bir bölünme yarattı. Bu bölün­
me farklı düzeylerde yaşanıyor. ABD dış politikasında önemli bir yön­
tem değişikliği isteyenlerle kendilerini korku siyasetine bırakanlar ara­
sında; Amerikan toplumsal yapısında küreselleşmeyi temsil eden şehir­
li kesimlerle içe kapalı kırsal kesim arasında; kimliklerini bireysel hak
ve özgürlüklerde görenlerle kendilerini güvenlik ideolojisinin taşıyıcı
özneleri olarak tanımlayanlar arasında; demokrasi ve çok kültürlü ya­
pının toplumsal yaşam için önemini vurgulayanlarla, kültürel özcülü­
ğü ve farklı olanı öteki olarak gören sosyal muhafazakarlar arasında
ve terörizme karşı küresel mücadelede "yumuşak güç" dediğimiz kül­
türel diyalogların önemini savunanlarla dünyayı medeniyetler arası ça­
tışmaya indirgeyenler arasındaki farklılık ve karşıtlık ilişkisi Ameri­
ka'yı iki farklı toplum vizyonuna ve zihniyetine sahip bir topluma dö­
nüştürmektedir. Bu iki farklı toplum oluşma sürecinin, bu seçimle top­
lumsal yapı içinde derinleşeceğini ve yaygınlaşacağını, en azından cid­
di bir olasılık olarak görebiliriz.
Hem dünya ile Amerika arasında, hem kendi toplumu içindeki
bu farklılaşmayı gören Bush yönetimi ikinci döneminde bir tercih yap­
mak durumunda: ya korku siyasetini kendi toplumunda sürdürürken,
terörizme karşı mücadeleyi önleyici savaşa indirgeyen tek taraflı dış
politika anlayışıyla dünyaya yaklaşacak, ya da kendi toplumunda ya-
korkunun zaferi ve dünyanın kaygısı 147

şanılan kutuplaşmayı düzeltmeye çalışırken, küresel sorunlara çözüm


bulacak çoktaraflı bir dış politika sürdürecek. Bugün ilk tercih daha
olası gözüküyor ve bu nedenle de gelecek için endişeli ve kaygılı olma­
mız için çok sebep var. Aynı zamanda, tam da bu nedenle, ikinci terci­
hin yaşama geçmesi için, sivil toplumdan uluslararası örgütlere kadar
farklı düzeylerde küresel adalet ve demokrasi için mücadelenin sürme­
si ve yaygınlaşması gerekiyor. Kaygının korkuya zaferi de, bu mücade­
lenin başarısında yatıyor.
Amerikan Hegemonyası ve Irak

eorge Bush başkanlık seçimini kazanarak ABD başkanı olarak


G ikinci dönemini başlattı. Bu seçim Amerika'da sosyal muhafaza­
kar dalganın güçlenmesi anlamına geldi. Clinton döneminin sonunda
başlayarak giderek güçlenen sosyal muhafazakar ideoloji, uluslararası
ilişkilerde dünya düzeyinde ciddi bir meşruiyet sorunu yaşayan ve
"Amerika'ya karşı nefret" denilen toplumsal olgunun giderek derin­
leştiği bir dönemde Bush yönetiminin seçimi kazanmasını sağladı. Se­
çim sonucunda, Amerikan toplumu din temelli bir muhafazakarlığın
güçlendiği bir toplum olarak karşımızda, dünya ise ABD dış politika­
sının terörizme karşı savaşın adına uygulanan hatalı tercihleri sonu­
cunda " güvensizliğin " her alanda hissedildiği bir dünya olarak karşı­
mızda. Bu durum başkanlık seçimini kazanarak ikinci dönemini baş­
latan Bush yönetiminin ilginç bir niteliğini ortaya koyuyor. Uluslara­
rası ilişkilerde başarısız, kendi ülkesinde başarılı bir yönetim var kar­
şımızda. Bu durumu anlamak için, Bush yönetimi altında hareket eden
Amerikan hegemonyasının iki "yüzü"ne, "ikili hareket tarzı"na bak­
mamız gerekiyor.
150 dış politika ve demokratikleşme

AMERİKAN HEGEMONYASININ İKİ YÜZÜ


Bush yönetiminin niye seçimi kazandığı sorusu temelinde 1 1 Eylül te­
röründen bugüne yaşadığımız dünyanın değişimine baktığımız zaman,
bu yönetimin birbirleriyle ilişkili ama aynı zamanda farklı iki yüzünün
olduğunu gözlemliyoruz. Bu durum, aynı zamanda dünya üzerinde he­
gemonik bir liderlik konumuna sahip Amerika'nın iki yüzü olarak da
değerlendirilebilir. Bu iki yüz, Amerika'nın dünya ile ilişkilerindeki yü­
zü ve Bush yönetiminin Amerikan toplumunu yönetirken gösterdiği
yüz olarak ortaya çıkıyor. Birinci yüz "savaş yüzü": terörizme karşı
küresel savaş adına "tektaraflı" olarak ve "önleyici savaş" kavramı te­
melinde önce Afganistan, sonra lrak'a karşı açılan, söylem düzeyinde
de Suriye, İran, Kuzey Kore gibi ülkeleri de içeren savaşlarda ortaya çı­
kan yüz. 1 1 Eylül terörünü insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak de­
ğil, Amerika ulusuna karşı bir savaş olarak değerlendiren Bush yöne­
timinin sürdürdüğü dış politika " tektaraflı ve savaşçı" bir yüze sahip.
Amerikan hegemonyasını dünyanın "yeni Amerikan yüzyılı" olarak
tanımlayan, savaşla Afganistan ve lrak'ta olduğu gibi rejim değişikliği
yapmaya çalışan ve siyaseti "dost-düşman ayrımı" temelinde gören bu
savaşçı yüz, bugün çok ciddi sorunlarla karşı karşıya.
" Saddam sonrası Irak" denilen dönem, insan trajedilerinin
her gün yaşandığı, bugüne kadar çok büyük sayıda insanın öldüğü,
direnişle terörün birbirine karıştığı ve siyasal istikrarsızlığın sivil sa­
vaşa doğru gittiği bir dönem oldu. Bu dönem içinde, savaş nedeni
olarak gösterilen kitle imha silahları lrak'ta bulunamadı, Irak ile 1 1
Eylül terörünü yaratanlar arasında organik bir bağ olmadığı anlaşıl­
dı ve ABD dış politikası çok ciddi bir meşruiyet ve inandırıcılık so­
runuyla karşı karşıya kaldı. Yine bu dönemde, dünyanın farklı yer­
lerinde kanlı terörist eylemlerin olduğunu gördük. Ve dünya daha
güvensiz bir dünyaya dönüştü. Aynı dönem içinde, Ortadoğu'da bel­
li bir düzeyde istikrarın kazanılması için kilit konuma sahip İsrail-Fi­
listin sorununun tamamiyle çözümsüzlüğe dönüştüğünü gördük.
Tüm bunlar, Bush yönetiminin dışa bakan yüzünün başarısız bir yüz
olduğunu ortaya çıkarttı. Bu nedenledir ki, tüm dünyada yapılan ka-
amerikan hegemonyası ve ırak 151

muoyu yoklamalarında John Kerry ağırlıklı olarak tercih edilen baş­


kan adayıydı.
Bu başarısızlığa rağmen Bush nasıl kazandı ? Bu soruya yanıt
vermek için Bush yönetiminin ikinci yüzüne, kendi toplumuna dönük
yüzüne bakmak gerekiyor. Bu yüz " korku yüzüydü", Amerikan toplu­
munu terör temelinde korku toplumuna dönüştüren yüzdü. Amerika
bu seçimi "korku siyasetinin" egemenliği içinde yaşadı. Amerikan top­
lumunun terörizme karşı güvenlik içinde olması için " kendinden emin
ve irade sahibi bir lidere" gereksinim düşüncesi seçim sürecinin temel
gündemi yapıldı. Terör korkusu içinde olan bir topluma kendinden
emin ve iradeli bir liderin daha güvenli bir ortam yaratacağı stratejisi,
Bush yönetiminin temel seçim stratejisiydi. Amerika kendisine ve dün­
yaya korku temelinde yaklaştı. Korku meşruiyeti, güvenlik değişimi
yendi. Korkunun zaferinde din temelli sosyal muhafazakar ideoloj inin
de önemli bir payı vardı. Bu ideoloji, kürtaj sorusuna da, eşcinsel evli­
liği sorusuna da, gen ve kök hücre araştırmalarına da "ahlaki ve din­
sel benliğin ve kültürün yok olması korkusu"yla yaklaşan bir niteliğe
sahipti. Sosyal muhafazakarlığın bu sorulara bireysel tercihler, kimlik
talepleri, ya da bilimsel araştırmanın geleceği temelinde değil; ahlaki
benliğin, dinsel kültürün yok olması, dolayısıyla korku temelinde yak­
laşması, Amerikan toplumunun terör sorununa da korku temelinde
yaklaşmasına önemli bir ideolojik dayanak sağladı. Bu nedenle, Bush
yönetiminin korku yüzü kendi toplumunda başarılı oldu, dış dünyaya
bakan yüzündeki başarısızlık ikinci plana atıldı, en azından değişim is­
teyenlerin oyları yönetim değişikliği yapacak orana ulaşmadı.

BUSH YÖNETİMİNİN İKİLEMİ


Bush yönetimin iki yüzü ve Amerikan hegemonyasının ikili yapısı seçim
başarısını getirmekle birlikte, Amerikan toplumunu ikiye böldü. Örne­
ğin New York Times'ın yazarı Thomas Friedman'ın seçim sonrası yazı­
larında belirttiği gibi, bugün iki farklı Amerika'dan konuşuluyor.
Önceki sayfalarda dile getirildiği gibi, Amerikan toplumsal ya­
pısında küreselleşmeyi temsil eden şehirli kesimlerle içe kapalı kırsal
1 52 dış politika ve demokratikleşme

kesim arasında; kimliklerini bireysel hak ve özgürlüklerde görenlerle


tamamiyle güvenlik ideolojisinin taşıyıcı öznleri arasında; demokrasi
ve çok kültürlü yapının toplumsal yaşam için önemini vurgulayanlar­
la, kültürel özcülüğü ve farklı olanı öteki olarak gören sosyal muhafa­
zakarlar arasında ve terörizme karşı küresel mücadelede "yumuşak
güç" dediğimiz kültürel diyalogların önemini savunanlarla dünyayı
medeniyetler arası savaşa indirgeyenler arasındaki farklılık ve karşıtlık
ilişkisi Amerika'yı iki farklı toplum vizyonuna ve zihniyetine sahip bir
topluma dönüştürmektedir. Bu iki farklı toplum oluşma sürecinin, bu
seçimle toplumsal yapı içinde derinleşeceğini ve yaygınlaşacağını, en
azından ciddi bir olasılık olarak görebiliriz.

AMERİKAN HEGEMONYASI VE FELLUCE


Bush yönetiminin bu toplumsal bölünmüşlüğü belli oranda çözmesi
için, en azından lrak'ta hızlı bir şekilde istikrar sağlanması gerekiyor.
Bu da, lrak'ta yapılacağı söylenen seçimlerin gecikme olsa da yapılma­
sını ve bu nedenle de, ciddi can kayıpları ve insan trajedileri yaşansa
da, lrak'taki direnişin kırılmasını gerektiriyor. Hemen seçim başarısı
sonrası bir anda lrak'ta Kuzey Irak dışındaki alanlarda "sıkı yönetim
uygulamasına" geçilmesi ve Felluce'de çok büyük bir askeri operasyo­
nun başlatılması, bu bağlamda sürpriz değil. Bush yönetimi biliyor ki,
lrak'ta yaşanan başarısızlığın devamı, lrak'ın ve Ortadoğu'nun daha
da istikrarsızlaşması, hem kendi toplumunda ortaya çıkan bölünmüş­
lüğü ve kutuplaşmayı, hem de ABD ile dünya arasındaki bölünmüşlü­
ğü daha da derinleştirecek. Sı kıyönetim ve Felluce operasyonu Ameri­
kan askeri güçlerinin giderek sertleşecek operasyonlarının ilk tezahür­
leri. Daha da sert bir Bush yönetimi oluşma sürecinde. Amerikan he­
gemonyasının birinci yüzü sertleşiyor, dünyanın kaygısı daha da artı­
yor. Bu durumun bugünü ve yakın geleceği belirleyeceğini söylemek
hatalı olmaz dive düsünüvorum.
17 Aralık ve Türkiye'nin
Avrupa Dönüşümü

2 004 yılı boyunca Türkiye gündeminin e n önemli konusu, 1 7 An­


lık Zirvesi'nin sonucuydu. 2002, Aralık'ta yapılan Kopenhag Zir­
vesi'nin "Türkiye Kopenhag siyasi kriterlerini karşıladığı zaman, Tür­
kiye ile tam üyelik müzakereleri gecikmeksizin başlayacaktır" sonuç
kararından sonra, 17 Aralık'ta bu koşulu gerçekleştiren Türkiye'nin
tam üyelik konumuyla ilgili son karar alınacaktı. Zirve öncesi sadece
Türkiye ve Avrupa "alınacak kararın ne olması gerektiği" sorusuna ki­
litlenirken, bu karar küresel ölçekte de çok önem ve ilgi kazandı. Zir­
ve öncesi Avrupa'da güçlenen anti-Türkiye söylemi ve lobisinin "de­
rinleştirilmiş, ama özel ya da ayrıcalıklı üye statüsü" üzerine baskısı ve
Kopenhag siyasi ölçütlerini karşılasa bile, farklı dinsel, coğrafi, kültü­
rel ve siyasi kimliğiyle Türkiye'ye " farklı davranılması gerektiği" tezi,
1 7 Aralık kararını ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte çok önemli so­
nuçlar doğurma potansiyeli taşıyan bir karar konumuna getirdi. 1 7
Aralık kararı sadece bir ülkenin AB ile tam üyelik müzakerelerine baş­
laması üzerine alınacak bir karar değildi; sonuçları açısından, hem Av­
rupa, hem de dünya siyaseti bağlamlarında "tarihi bir karar" olacak­
tı. Türkiye ile ilgili karar tarihi bir karardı, çünkü, bu konuda yazdı-
154 dış politika ve demokratikleşme

ğım yazılarda ve yaptığım konuşmalarda hep altını çizmeye çalıştığım


gibi, bugün Türkiye-AB ilişkilerinden konuşmak özü ve sonuçları te­
melinde sadece Türkiye'nin üyeliğinden konuşmayı değil, aynı zaman­
da "Avrupa kimliğinin nasıl şekilleneceği " ve Avrupa'nın 1 1 Eylül son­
rası dünyada "etkili bir küresel rol" oynayıp, oynayamayacağı sorula­
rının yanıtını da içeriyordu. Bu anlamda, 17 Aralık Zirvesi üç-boyut­
lu bir Türkiye tartışmasının yapılacağı bir zirveydi: (a) "tam üyelik
müzakerelerine başlayacak bir ülke" olarak Türkiye; (b) "nasıl bir Av­
rupa/Avrupa kimliği" sorusuna verilecek yanıtın, ünlü Fransız düşünü­
rü Jacques Derrida'nın terminolojisi içinde, "dışsal kurucu" aktör ola­
rak Türkiye ve (c) Avrupa'nın gerek duyulan küresel rolüne önemli bir
katkı sağlayacak "jeopolitik demokratik siyasi aktör" olarak Türkiye.

1 7 ARALIK KARARI VE DÜNYA


Bu bağlamda 1 7 Aralık Zirvesi'ni düşündüğümüz zaman, en genelde,
her ne kadar tüm zirve boyunca Türkiye üzerine yapılan "Kıbrıs soru­
nu"na indirgenmiş tartışmalar hayal kırıklığı yaratsa bile, "Türki­
ye'nin 3 Ekim 2005'te tam üyelik müzakerelerine başlaması" temelin­
de alınan karar, "tarihi bir karar" dır. Bu karar, " medeniyetler-arası ça­
tışma" söylemi yoluyla savaşa indirgenmiş, İslami kimliğin bir bütün
içinde " düşman ve potansiyel terörist öteki" olarak kodlandığı ve bu
temelde de bugün yaşadığımızdan çok daha yaygın ve derin sorunlara
ve insan trajedilerine gebe 1 1 Eylül sonrası dünya da, farklı kimlikler
arası diyalog ve bir arada yaşamanın olası olduğunu simgeleyen bir
karardır. Bu nedenledir ki, Türkiye'nin tam üyelik müzakerelerine baş­
lama kararı üzerine yapılan yorumlara küresel ölçekte baktığımız za­
man, alınan kararın, demografisi ağırlıklı olarak Müslüman olan laik
bir ülkenin Avrupa'ya kabulü olarak algılandığını görüyoruz. Yine bu
nedenledir ki, İslam dünyasında, örneğin İran, Suriye, Kuzey Afrika
ülkeleri tarafından, Türkiye'nin AB üyeliği, Avrupa ile bu dünya ara­
sındaki ilişkilerde Türkiye'nin oynayabileceği " bir köprü, bir akta­
rım/geçiş rolü" temelinde görülüyor. Bir taraftan bugün çok ciddi bir
süreçten geçen Ortadoğu'nun geleceği, diğer taraftan da 1995'ten beri
17 aralık ve türkiye'nin avrupa dönüşürrü 155

pek işe yaramamış olan ve Avrupa ile AB'ye üye olmayan Kuzey Afri­
ka ve Ortadoğu ülkeleri arasında işbirliği yaratmak amacını tanımla­
yan " Barselona süreci"nin yeniden canlandırılmasında AB'yle tam
üyelik müzakerelerine başlamış Türkiye'nin önemli bir rol oynayabile­
ceği düşüncesi, 17 Aralık kararını tarihi bir karar yapıyor. Bu da bize,
yukarıda belirttiğim gibi, 17 Aralık kararının, dünyada, basit ve tek­
nik bir "tam üyeliğe başlama kararı" olarak algılanmadığını gösteri­
yor: aksine dünya, alınan kararı Türkiye'nin çok daha gerisine giden
ve Avrupa'nın bugün çok gereksinim duyduğumuz küresel demokratik
yönetimin kurulmasında "ne rol oynayacağı " sorusu bağlamında dü­
şünüyor. Bu anlamda, alınan karar uluslararası ilişkiler içindeki sonuç­
ları açısından "tarihi bir karar" olma potansiyelini taşıyor. Şüphesiz
ki, alınan kararın yaşama geçirilmesinde, Türkiye'nin üzerine düşenle­
ri yapması kadar, belki de daha da önemli olarak AB'nin göstereceği
siyasi ve olumlu irade belirleyici olacaktır.

1 7 ARALIK KARARI VE AVRUPA


1 7 Aralık öncesi Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye üzerine yapılan
oylamada, alınan gizli oylama kararına tepki olarak ortaya çıkan
" Evet, yes, si, ja ... Türkiye" tablosu, sadece Türkiye'ye evet mesaj ını
içermiyordu, aynı zamanda, Avrupa içinde yapılan "nasıl bir Avrupa
istiyoruz" tartışmasında "çokkültürlü ve demokratik normlar temelin­
de yaşayan bir Avrupa vizyonu"nu destekleyenlerin "içe kapanık, kül­
türel olarak özcü, kendinden farklı olanı korkulması gereken bir öte­
ki olarak kodlayan Avrupa düşüncesi"ne karşı haykırışlarını da simge­
liyordu. AP'den çıkan "Türkiye'ye evet" kararı, Türkiye'nin tam üye­
liğinin Avrupa içinde ve Avrupa kimliği üzerindeki önemini bize gös­
teriyordu: ağırlıklı olarak Müslüman bir nüfusun laik ve demokratik
bir yönetimle birlikteliğini tanımlayan Türkiye'nin tam üyeliği, kültü­
rel özcü Avrupa düşüncesine karşı, "demokratik normlarını çokkül­
türlü bir kimlik üzerine kurmuş Avrupa vizyonu "na önemli katkıda
bulunacak bir aktörün Avrupa'ya kabulü olarak algılanıyordu. 1 7
Aralık kararı, Avrupa içinde d e "tarihi bir karar" oldu. Avrupa'nın
156 dış politika ve demokratikleşme

kendi entegrasyon ve genişleme mekanının, kültürel değil demokratik


normlar üzerinde hareket ettiğini ve Avrupa'nın kültürel, dinsel ve
coğrafi nedenlerle farklı olanı dışlamadığını niteleyen bir karar oldu.
1 7 Aralık Zirvesi, bu anlamada, iki farklı Avrupa düşüncesinin de kav­
gasını içerdi, AP gibi, AB'nin de Türkiye'nin tam üyeliğine evet deme­
si, kararın Avrupa içindeki sonuçları açısından tarihi olduğunu ortaya
çıkardı. Bugünden itibaren bu tarihi kararın Avrupa'da yaşama geçi­
rilmesi sürecini izleyeceğiz. Bu süreç içinde, anti-Türkiye söyleminin ve
lobisinin "ayrıcalıklı üyelik" ve "Türkiye'nin tam üyeliğini engelleme"
iddialarını duyacağız, ama unutmayalım ki bu iddialar artık karşıla­
rında tam üyelik müzakerelerine aday değil, bu süreci yürüten bir Tür­
kiye göreceklerdir. Türkiye'nin bu süreç içinde göstereceği başarı, de­
mokratikleşen ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma yolunda ciddi
adımlar atmış bir Türkiye, her geçen gün çokkültürlü Avrupa vizyonu­
na önemli katkılarda bulunurken, kültürel özcü Avrupa söylemini de
o kadar meşruiyet temelinde zayıflatacaktır.

17 ARALIK KARARI VE TÜRKİYE


1 7 Aralık kararı, dünya ve Avrupa için olduğu kadar, Türkiye için de
"tarihi bir karar"dır. Evet doğrudur, 17 Aralık Zirvesi'nin "Kıbrıs so­
runu"na indirgenmesi herkes için ciddi bir hayal kırıklığı olmuştur,
Zirve süreci içinde Türkiye için müzakereleri kesme noktasına gelecek
sorunlar yaşanmıştır. Evet doğrudur, Zirve sonucunda Türkiye tam is­
tediğini alamamıştır ve bu bağlamda Başbakan Erdoğan'ın doğru ola­
rak nitelediği gibi, "sonuç bir zafer değil ama başarıdır". Ama, şu da
doğrudur ki, "3 Ekim 2005'te Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine
başlama" kararı tarihi bir karardır ve bu ·karar hem "Türkiye'de top­
lumsal dönüşümü", hem de "Türkiye'nin Avrupa dönüşümünü" sim- .
gelemektedir. 1 7 Aralık kararı, Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkile­
rinin demokratikleşme ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma temelin­
de dönüşüm sürecini hızlandıracak ve derinleştirecek siyasi, kurumsal
ve yasal temeli yaratan bir niteliktedir, aynı zamanda da Türkiye'nin
ulusal ve uluslararası ilişkilerini "Avrupa ekseni"nde kurma sürecini
17 aralık ve türkiye'nin avrupa dönüşümü 157

başlatan bir karadır. Bugün artık karşımızda, bizim dışımızda bir Av­
rupa yok: " karşılıklı ilişki" içinde olduğumuz, tam üyelik sürecini baş­
lattığımız bir Avrupa var. 1 999'da aday statüsü aldığımız, 2002'de bu
statüden tam üyelik müzakere sürecine başlamanın belli koşullara
bağlandığı AB'ye tam üyelik sürecimiz, bugün ciddi bir netlik ve belir­
ginlik kazanmış durumda. AB, 17 Aralık'ta Türkiye'ye belki de ilk de­
fa net bir mesaj verdi: tam üyelik müzakerelerine başlamak. Nasıl ar­
tık Türkiye'nin karşısında ve dışında bir Avrupa yoksa, bu kararla Av­
rupa'nın karşısında ve dışında da bir Türkiye yok. Bugün Türkiye-AB
ilişkilerinden konuşmak, artık "karşılıklı bağımlılık ve karşılıklı fayda­
ya dayanan bir bütünleşme ilişkisinden" konuşmaktır. Bu süreç, "Tür­
kiye'nin Avrupa dönüşümünü" nitelediği kadar, "Avrupa'nın Türki­
ye'yi içselleştirmesini" de nitelemektedir. Bu anlamda, 1 7 Aralık kara­
rı ve bu karar temelinde gösterilen siyasi irade, Türkiye'yi bağladığı
kadar, Avrupa'yı da bağlamaktadır.
1 7 Aralık Zirvesi'nde yaşadığımız hayal kırıklıklarından, ya­
pılan diplomasi hamlelerinden ve sonuç olarak elde ettiğimiz başarı­
dan alacağımız en önemli ve ilk ders şudur: Türkiye'nin tam üyelik
müzakere süreci de ciddi tartışmaların, mücadelelerin, çatışmaların
ve hayal kırıklıkların yaşanacağı bir süreç olacaktır. Türkiye'nin " bir
müzakere olarak siyaset" anlayışına kendini hazırlaması gerekmek­
tedir. Türkiye ne kadar demokratikleşmesine ve sürdürülebilir eko­
nomik kalkınmasına hız ve derinlik kazandırırsa, bu süreçte elde
edeceği kazanımlar da o kadar artacaktır. Türkiye'nin bunu yapma­
sı için artık elinde tarihi bir 1 7 Aralık kararı ve bu kararın kendisini
ve Avrupa'yı eşzamanlı bağlayıcı niteliği vardır. 1 7 Aralık kararının
Türkiye'yi ve Avrupa'yı " eşzamanlı bağlayıcı" yapısını kavrayarak,
örneğin, önümüzde duran Kıbrıs sorununa yaklaşmalıyız, bu kavra­
yışla Kıbrıs sorununda çözüm arayan aktif bir politika üretmeliyiz ve
unutmamalıyız ki, çözüm arayan Türkiye Avrupa'nın dışında değil,
artık Avrupa'nın içinde tam üyelik iddiasında ve sürecinde olan bir
Türkiye'dir.
TÜRKİYE' DE
DEMOKRATİKLEŞME
VE KİMLİK
Türkiye'de Devlet Sorunu
ve Demokratikleşme

3 Nisan 2003'te yapılan ve 7,5 saat süren MGK toplantısından


O Türkiye'de laikliğin korunması kararı çıktı. Irak Savaşı sonra­
sı dünyada Türkiye'nin tercihleri, Türkiye-AB ilişkileri için yapmamız
gereken demokratikleşme reformları ya da sürdürülebilir ekonomik
kalkınma için alınması gereken uzun dönemli uygulamalar gibi çok
önemli sorunların masaya yatırılması yerine, bir kere daha "laiklik so­
runu" ana gündem maddesi yapıldı. Gerçekten hızla değişen dünya
içinde bir kavşak noktasında olan ve geleceği için ciddi kararlar alma­
sı gereken Türkiye'nin ana gündem maddesi " laiklik sorunu" mu ol­
malı? Hem 2002 Kopenhag Zirvesi'nden hem de Irak Savaşı'ndan al­
ması gereken en önemli dersin, "kendi içinde güçlü olmayan, dolayı­
sıyla demokratikleşme-ekonomik kalkınma ve güvenlik sorunlarını
beraberce uzun dönemli çözemeyen bir Türkiye'nin hızla değişen dün­
yada her zaman ciddi riskler ve belirsizliklerle yüzyüze kalacağı " oldu­
ğu bir zamanda, gerçekten MGK toplantısının yarattığı ana gündem
"laiklik sorunu" mu olmalıydı?
Bu soruya yanıt MGK toplantısından yaklaşık 5 saat sonra ve­
rildi. Türkiye 1 Mayıs sabahına Bingöl depremiyle uyandı. 84 öğren-
162 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

cinin ve 1 öğretmenin yıkılan ilk öğretim binasının içinde yaşamlarını


yitirmesi, bu soruya verilen net bir " hayır" yanıtıydı. Bingöl depremi
ve bu depremin simgesi olacak bir kamu binası olan ilköğretim okulu­
nun yatakhanesinde uyurken ölümle tanışan çocukların bedenleri "ha­
yır, Türkiye'nin temel sorunu toplumsal sorunlara ve taleplere yanıt
veremeyen siyaset anlayışıdır" diyordu. 84 öğrencinin ölümüne neden
olan yatakhane, bu anlamda, sadece çöken bir bina değildi, aksine
devlet-merkezci ve toplumdan kopuk siyaset anlayışının artık bitmesi
gerektiğinin bir simgesiydi. 17 Ağustos depreminden sonra, bir kez da­
ha devlet-siyasetçi-müteahhit üçgeninin Türkiye için ne kadar tehlike­
li ve sorun yaratıcı olduğunu gördük: tek bir bina ölümü, 84 çocuğa
uykularında tanıttı.

DEVLET-TOPLUM İLİŞKİSİ
Eğer, en genelde ve siyaset kuramı düzeyinde, siyaset insanla ilgili bir
etkinlikse ve insanların oluşturduğu toplumun yönetimiyle ilgili bir
müzakere ve karar alma süreciyse, siyasetin bittiği nokta da insanın
yok olduğu andır. İnsanların yaşamadığı bir mekana ve zamana top­
lum diyemeyeceğimiz için, siyaset insanla vardır. Bu anlamda, siyase­
tin temel amacı insan varlığının fiziki, ekonomik ya da düşünsel dü­
zeylerde ortaya çıkabilecek yok olma anının engellenmesidir.
Türkiye'de, özellikle 1990'lı yıllardan bugüne, siyasetin bitim
anları üç-boyutta kendisini gösterdi. Aralarına hiyerarşik bir öncüllük
ilişkisi koymadan bu boyutları şu şekilde açımlayabiliriz. Birinci bo­
yut, depremlerde yıkılan binaların içinde kalarak ölen insanların ya­
rattığı siyasetin bitim anıdır. Bu bağlamda, Türkiye bir deprem bölge­
si olmasına ve "deprem değil, güvenlik içermeyen binalar öldürür"
gerçeğine rağmen, yaşanan depremlerden hiç ders almayan, toplumsal
sorunlara ve taleplere sadece ideolojik olarak bakan ve kendisini dev­
let-siyasetçi-müteahhit ilişkisi içinde yaşama geçiren devlet merkezci
siyaset anlayışı, Türkiye'nin temel sorunlarından birisi, belki de en
önemlisidir. Siyasetin amacı çocukların ölümünü engellemek olmalıdır.
Laiklik sorununun çözümü, ne ölen çocukları bize getirecektir, ne de
türkiye'de devlet sorunu ve demokratikleşme 163

devlet merkezci siyaset anlayışının toplumdan kopuk yapısını değişti­


recektir.
İkinci boyut, 1 9 Şubat ekonomik krizinin sonucunda ciddi dü­
zeyde işsizlik, açlık ve fakirlik sorunlarıyla karşılaşarak, ekonomik ge­
leceği için hiçbir güveni kalmayan ve insan yaşamını belirleyen temel
gereksinimlerden yoksun toplumsal katmanların yarattığı siyasetin bi­
tim anıdır. Açlık noktası siyasetin bitim anıdır. Bu bitim anını engelle­
yemeyen siyaset anlayışı, bu sefer devlet-siyasetçi-rantiye sınıfı ilişkisi
temelinde hareket eden ve toplumsal ekonomik sorunlardan ve talep­
lerden kopuk bir nitelik taşıyan devlet merkezci siyaset anlayışıdır. 1 9
Şubat krizinin görünüşte ekonomik bir kriz olmasına rağmen, özünde
bu anlayışın yarattığı bir yönetim krizi olması bağlamında, Türki­
ye'nin temel sorunlarından birisi, sürdürülebilir ekonomik kalkınma
sürecinin gerçekleştirilmesi için gerekli uzun dönemli siyasi kararların
alınmamasıdır. Bu anlamda, siyasetin başlama anı da, toplumsal so­
runlara ve taleplere yanıt verebilecek bir siyaset anlayışıyla ekonomik
toplum yönetiminin başladığı andır. Laiklik sorunu da, ne belli top­
lumsal katmanların ekonomik olarak yok olması sürecini yaratan bir
sorundur, ne de laiklik sorununun çözümü otomatik olarak sürdürü­
lebilir ekonomik kalkınmayı sağlayacaktır.
Siyasetin bitim anını simgeleyen üçüncü boyut, sıcak savaşın
başladığı ve insani düzeyin ortadan kalktığı andır. Karmaşık ve uzun
bir süreç olan savaşın öncesi ve sonrası dönemleri siyasi iken, sıcak sa­
vaş anı, dolayısıyla sivil hayatların yok olduğu an siyasetin bitim anı­
dır. Düşen bombaların ya da atılan kurşunların yarattığı ilk ölüm anı,
siyasetin bitim anıdır. Bu süreci, yakın zamanda Irak Savaşı'nda yaşa­
dık. Irak Savaşı ABD hegemonyasının tek taraflı olarak dünyayı "ye­
ni bir Amerikan yüzyılı" olarak yeniden yapılandırma projesinin ilk
ayağıydı . Irak Savaşı'yla Ortadoğu bölgesinin ABD hegemonyası için­
de yeniden yapılandırılma süreci başladı. Bu savaşın Türkiye üzerinde,
en önemli etkisi, jeopolitik güvenliği, demokratikleşme ve ekonomik
kalkınmaya öncül gören devlet merkezci siyaset anlayışının hem top­
lumsal sorunlara ve taleplere yanıt vermede, hem de dünyanın değişen
164 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

yapısını doğru okumada içerdiği sorunların ortaya çıkmasıydı. Irak


Savaşı bize kendi demokratikleşme ve ekonomik kalkınma sorunlarını
çözemeyen ve uluslararası ilişkilere hala dar bir güvenlik anlayışıyla
yaklaşan Türkiye'nin dünyanın değişen yapısına ayak uyduramayaca­
ğını ve kendisiyle ilgili doğru kararlar alamayacağını gösterdi. Bu bağ­
lamda da, Türkiye'nin temel sorunu laiklik sorunu değil, demokratik­
leşme-ekonomik kalkınma-güvenlik ilişkisini eşzamanlı olarak kura­
rak, toplumsal sorunlara ve taleplere uzun dönemli yanıtlar verecek ve
dünyanın değişen yapısına göre tutarlı dış politika tercihleri yapacak
bir siyaset anlayışını üretememe sorunudur.

SİYASET VE DEMOKRATİKLEŞME
Siyasetin tüm bu bitim anlarıyla ilgili sorunlardan şu önermeyi çıkar­
tabiliriz: Türkiye'de demokratikleşme sürecinin yapılanması ve derin­
leşmesi için laiklik sorununun çözümü önemlidir. Ama daha da önem­
li olan, toplumdan kopuk siyaset anlayışının yerini devlet-toplum/bi­
rey ilişkilerini bireysel haklar ve özgürlükler temelinde kuracak, sür­
dürülebilir ekonomik kalkınma için uzun dönemli çözümler arayacak
ve siyaseti toplumsal sorunlara ve taleplere yanıt verebilen bir yönetim
sanatına dönüştürecek yeni bir siyaset anlayışının yaratılmasıdır. Bin­
göllü çocukları uykularında yakalayan ölümü depremin değil, belli bir
siyaset anlayışının davet ettiğini unutmayalım.
Devlet-Merkezcilik,
Bireycilik ve Demokratikleşme

Yüzyılın Başında Türkiye ve Sosyal Demokrasi" adlı yazı-


" 2 1 e ma verdiği yanıtta, Ahmet Çakmak devlet-merkezci siyase­
tin eleştirisi yapılırken ekonomik sınıfların taşıdığı ve yarattığı sorunla­
rın gözardı edildiğini vurgulamaktadır. Böyle bir tutum hem bir devlet­
toplum (ekonomi) karşıtlığı yapması, hem de örneğin 1 9 Şubat krizine
Türkiye'yi getiren iktisadi programları görardı etmesi bağlamlarında so­
runlu bir tutumdur. Çakmak'ın eleştirisine, devlet-merkezci siyaset anla­
yışı üzerine düşüncelerimin kendisiyle benzer olduğunu belirterek, tama­
men katılıyorum. Bu yazıda, Çakmak'ın eleştirisini benim devlet-mer­
kezcilik üzerine düşüncelerimi açmama yaratılan bir fırsat olarak kabul
ederek ve bu nedenle kendisine teşekkür ederek, Türkiye'de devlet-mer­
kezci siyaset anlayışıyla demokratikleşme arasındaki ilişkiyi irdelemeye
çalışacağım. Böyle bir yöntem izlememin temel nedeni de, Ayşe Kadıoğ­
lu'nun Radikal İki'de yayınladığı önemli bireyci liberalizm eleştirisidir.
Çakrnak'ın ve Kadıoğlu'nun farklı görünse de ortak noktalar taşıyan ya­
zılarına dayanarak, bu yazıda Türkiye'de demokratik sol ya da sosyal
demokrasi ideolojilerinin devlet-merkezci siyaset anlayışına karşı ürete­
bilecekleri demokratikleşme söyleminin içeriği üzerinde duracağım.
166 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

DEVLET-MERKEZCİLİK VE TARİHSEL BLOK


Çakmak'ın belirttiği gibi, Türkiye' de devlet-merkezci siyaset anlayışın­
dan konuşurken sadece devlet seçkinlerinin siyaset üzerindeki kurum­
sal ve ideolojik hakimiyetinden bahsetmememiz gerekir. Böyle bir eği­
lim, devlete karşı pazarı, siyasete karşı sivil toplumu ve demokratikleş­
meye karşı liberalleşmeyi yüceltme eğilimi taşır. Buna karşın, devlet­
merkezci siyaset anlayışının eleştirisi "demokratikleşme paradigması
(modeli) " içinden de yapılabilir ve bu temelde yapılan bir eleştirinin
daha tutarlı ve temelli olduğunu düşünüyorum. Devlet-merkezci siya­
set anlayışına demokratikleşme modeli içinden baktığımız zaman, bu
anlayışı kuran ve taşıyan kurumsal yapının ve zihniyetin çokboyutlu
ve çokkimlikli bir yapısının olduğunu ve belli çıkarlara dayanan bir it­
tifaklar bütününü simgelediğini görürüz. Devlet-merkezci siyaset anla­
yışı, varolan yapıyı değişime karşı korumayı amaçlayan ve bu temelde
siyasi ya da ekonomik bir artı değer sağlayan bir siyasi, ekonomik,
kültürel ve entelektüel aktörler birlikteliğini nitelemektedir.
Bir anlamda, Antonio Gramsci'nin dilini kullanırsak, devlet­
merkezci siyaset anlayışından konuşurken, varolan yapıyı korumaya
çalışan bir "tarihsel blok"tan, bir "yönetim sınıfı"ndan konuşuyoruz.
Bu tarihsel blok devlet merkezci zihniyeti taşıyan bürokratik ve siya­
sal aktörlerle organik bağ içinde olan ekonomik sınıfları, bazı sivil
toplum örgütlerini, düşünce kuruluşlarını ve entelektüelleri içeriyor.
Bu birliktelik, zihinsel ve kurumsal kimliği içinde, güvenliği demokra­
tikleşme ve ekonomik kalkınmaya, devlet çıkarını bireysel özgürlüğe,
devlet-toplum ayrışmasını toplumsal katılıma, devlete karşı yükümlü­
lüklere dayanan pasif vatandaşlığı sivil topluma dayalı aktif vatandaş­
lığa karşı koruyarak ve savunarak hareket ediyor. Devletin toplumsal
ve bireysel yaşamın her alanını kapsadığı ve belirlediği bir siyaset an­
layışını yaşama geçiriyor. .

DEVLET-MERKEZCİLİK, BİREYCİLİK VE DEMOKRASİ


Genelde sosyal demokratik ideoloj inin, özelde de CHP'nin Türki­
ye'de devlet-merkezci siyaset anlayışıyla uyum içinde hareket ettiğini
devlet-merkezcilik, bireycilik ve demokratikleşme 167

söyleyebiliriz. Bu anlayışa karşı geliştirilen güçlü eleştirinin, son yıl­


larda Türkiye'de söylemsel bir güç kazanan bireyci (neo)liberalizm
tarafından yapıldığını görüyoruz. Bu eleştirinin ciddi sorunları oldu­
ğunu düşünüyorum. Türkiye'de liberal düşüncenin tarihsel ve siyasal
gelişimi üzerine son yıllarda önemli ve ciddi çalışmalar üretmiş Ayşe
Kadıoğlu'nun, Radikal İki' de yayınlanan "Ayn Rand'ı Türkiye' de
okumak" yazısı bu bağlamda bize önemli ipuçları veriyor. Benim de
doktora çalışmam sürecinde ilgilendiğim Ayn Rand'ın toplumsal yap­
tırımlara, kamusal yarara ve kolektif emellere karşı bireyi savunması
ve bireylerin kendi yaşam alanlarını korudukları sürece özgürleşecek­
lerini önermesi, devlet merkezci siyaset anlayışına ve toplumcu ahlak
söylemine karşı geliştirilmiş önemli bir alternatif. Bu alternatif Türki­
ye içinde de yerini buluyor. Kadıoğlu'nun vurguladığı gibi, devletin
bu denli kapsayıcı olduğu, devlet ile eklemlenmiş biz anlayışının bu
denli egemen olduğu, devlet seçkinleri tarafından belirlenen toplum­
sal yarar anlayışının bireysel özgürlüklere karşı bu denli önemli oldu­
ğu ve devlet çıkarının sivil alanı bu denli dışladığı bir ülkede, Ayn
Rand'ın bireyciliği ciddi bir alternatif toplum vizyonu oluşturuyor.
Türkiye'de son yılların hakim (neo) liberal söylemi, Frederick Ha­
yek'den Ayn Rand'a kadar geniş bir yelpaze içinde, Kadıoğlu'nun her
türlü toplumsal ve kolektif "zincirinden boşanmış bireysellik" olarak
tanımladığı bir "bireycilik ideolojisi " üzerine toplum vizyonunu, ah­
laki söylemini ve siyasal stratejilerini geliştiriyor ve farklı alanlarda
yaşama geçirmeye çalışıyor.
Fakat, bu noktada sorulması gereken temel soru, bu tür bir bi­
reyciliğin nereye kadar demokrasiyle eklemlendiği ve nereye kadar
farklı ve demokratik bir Türkiye yaratmanın temelini oluşturabileceği.
Kadıoğlu gibi ben de, devlete, topluma ve kolektif benliğe karşı bir an­
ti-tez olarak geliştirilen bireyciliğin, devlet-merkezci siyaset anlayışının
taşıdığı sorunları ortaya çıkarma bağlamında önemli, ama demokra­
tikleşme bağlamında çok sınırlı, sorunlu, hatta yüceltildiği anda da an­
ti-demokratik bir niteliğe bürünebilecek bir ideoloji olduğunu düşünü­
yorum.
.
168 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

Bu anlamda yapmamız gereken, felsefi bir başlangıç noktası


olarak, bireycilikle bireysellik, anti-devlet, anti-toplumcu özgürlük an­
layışı ile bireysel hak ve özgürlükleri taşıyan demokratik kimlik ara­
sında bir ayrım. Farklı ve demokratik bir Türkiye yaratmak, Türki­
ye'nin demokratikleşme, sürdürülebilir ekonomik kalkınma, sosyal
adalet ve güvenlik sorunlarına yapısal ve demokratik çözümler bulma
ve Türkiye'yi hızla değişen dünya içinde demokratik, güçlü ve istikrar­
lı bir aktör yapma girişimi, devlet-merkezci siyaset anlayışı içinde ola­
mayacağı gibi, bireyci bir ideoloj i temelinde de olamaz. Aksine, yap­
mamız gereken bireysel hak ve özgürlüklerin taşıyıcısı olan, toplumsal
sorunlara çözüm arayan, mikro düzeyde kendi çevresini, makro dü­
zeyde devlet-toplum ilişkilerini demokratik bir temelde dönüştürmeyi
amaçlayan aktif bir bireyselliği demokratik bir kolektif kimlik içinde
yaşama geçirmek. Bu kimliğin bir adı var: sivil toplum ve sivil toplum
örgütleri. İdeal anlamda sivil toplum aktif ve dönüştürücü bireyselli­
ğin kolektif biçimi. Hem devlet-merkezci siyaset anlayışına hem de bi­
reyciliğe alternatif bir demokratik kimlikten bahsediyoruz, sivil top­
lumdan konuşurken.

TÜRKİYE, DEMOKRATİK SOL, SOSYAL DEMOKRASİ


Türkiye'de bugün böyle bir demokratik kimliği yaşama geçiren sivil
toplum örgütleri var. Bu tür örgütlenmelerin daha da fazlalaşması ve
gelişmesi gerekiyor. Ama unutmayalım ki, her sivil toplum örgütü de
bu nitelikte değil. Demokratikleşmeye karşı, bireyselliğe karşı büyük
toplum vizyonlarını yaşama geçirmeye çalışan, baskı grubu gibi çalı­
şan, ya teknik ya da bireycilik, cemaatçilik, milliyetçilik gibi farklı ide­
olojileri taşıyan örgütlenmeler de kendilerini sivil toplum olarak ta­
nımlıyorlar. Bu anlamda, sivil toplum kuruluşların ortaya çıkması hem
önemli, ama hem de demokratikleşmeyle eşanlamlı olmayan bir geliş­
me. İşte bu noktada, siyasi partilerin, özellikle sosyal demokratik ya
da demokratik sol ideolojileri içinde taşıyan partilerin önemi ortaya çı­
kıyor. Sivil toplum ne kadar güçlü olursa olsun, demokratikleşme için
siyasi partiler iki-boyutlu bir öneme sahip. Birincisi, demokratik kim-
devlet-merkezcilik, bireycilik ve demokratikleşme 169

!iği taşıyan sivil toplum örgütlerinin gelişmesine katkıda bulunmak ve


bu örgütlerin taleplerini karar-alma sürecine taşımak. İkincisi, devlet
ile toplum arasındaki ilişkiyi demokratik bir temelde düzenleyerek,
toplumsal taleplerin cemaatçi siyasal stratejilerle eklemlenmesini
mümkün kılan siyasal, ekonomik, kültürel ve ahlaki sorunlara yapısal
çözüm önerleri geliştirmek.
Bu anlamda, güçlü ve toplumla organik bağı olan bir demokra­
tik sol ya da sosyal demokratik parti, ne devlet-merkezci ne de birey­
ci olmalıdır. Aksine, sivil toplum örgütleriyle beraber çalışan, karar-al­
ma süreçlerini katılımcılığa açan, toplumsal katmanlarla demokratik­
bireysel kimlik temelinde bağ kuran ve toplumsal sorunlara demokra­
si temelinde çözümler üreten bir demokratik sol ya da sosyal demok­
ratik parti farklı ve demokratik bir Türkiye yaratma girişiminin güçlü
bir adayı olabilir. Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde olan Türki­
ye'de, bu tür bir partinin eksikliğini yaşıyoruz.
Cumhuriyet ve Demokratikleşme

imliklerimizin, söylemlerimizin, toplumsal taleplerimizin ve gele­


K cek vizyonlarımızın sınırlarını belirleyen "cumhuriyet modeli"nin
ciddi bir demokratikleşme gereksinimi olduğu bir zamanda Türkiye
Cumhuriyeti'nin 80. yılı kutlandı. Geleceği bağlamında çok önemli bir
dönemden geçen Türkiye'de, 80. yıl kutlamaları, yine laiklik sorunu
ekseninde ve yine 1 990'1ı yıllarda Türk siyasetini belirleyen kutuplaş­
maları besleyecek bir nitelikte yaşandı. 2004 yılında AB ile tam üyelik
müzakere sürecini başlatmak isteyen Türkiye'de 80.yıl kutlamaları,
demokratikleşme, özgürlük, çoğulculuk, haklara dayalı vatandaşlık,
ekonomik kalkınma ve zenginleşme güvenlik v.b. alanlarda yaşanan
sorunlara etkili ve ilkeli çözümleri arayan tartışmalar yerine, cumhu­
riyeti koruma refleksini sembolize eden etkinliklere sahne oldu. Resep­
siyon krizi, pankart krizi, v.b. krizlerle, kutlama dili koruma diline dö­
nüştü.
Halbuki, bugün yapmamız gereken cumhuriyet ile demokratik­
leşmenin eşzamanlı birlikteliğini kurmaya çalışmak ve demokratik bir
Türkiye Cumhuriyeti yaratma sürecini tüm toplumsal katmanların ka­
tılımına açmaya yönelik tartışma zeminleri yaratmaktır. Eğer Türk
172 türl<iye'de demokratikleşme ve kimlik

modernleşmesinin tanımlayıcı ilkesi "çağdaş medeniyetler seviyesine


ulaşmak"sa, 1 923'lerde modern Türkiye yaratma özlemini tanımla­
yan cumhuriyeti bugün demokratik Türkiye'nin tanımlayıcı niteliği
olarak yeniden kurgulamayı amaçlamalıyız. Devlet-toplum, laik-müs­
lüman, vatandaş-halk ve çağdaş-gerici gibi tali-karşıtlıklar ve siyasal
kutuplaşmalar yaratmak yerine, toplumsal sorunlara ve taleplere de­
mokratik çözümler aramalıyız. Özgürlük, kültürel kimliklerin tanın­
ması, fakirlikten kurtulma, iş bulma, siyasete katılımda engeller gibi
sorunlarımıza etkili ve uzun-dönemli çözümlerin demokratikleşmede
yattığını öğrenme girişiminde olmalıyız. Daha da önemlisi, devleti ve
rejimi koruma adına bu talepleri denetleme girişiminin çözüm olmadı­
ğını, aksine bu taleplerin dinsel ve etnik kimlik siyasetlerine eklemlen­
me olasılığını arttırdığını ve ironik olarak da, amaçlananın tam aksine
kimlik temelli siyasi vizyonları güçlendirdiğini artık görmeliyiz.

DEMOKRATİKLEŞMEYİ SAVUNMAK
1 990'lardan bugüne, Türk siyasetini niteleyen denetleme, yasaklama
ve ötekileştirme yoluyla toplumsal taleplere ve sorunlara yaklaşma
eğilimi, amaçladığı normalleşme ve istikrar yerine, " demokrasi eksiği"
olan, ekonomisi ciddi kriz olasılıklarını sürekli içeren, on milyon insa­
nının açlık ve fakirlik sınırında yaşadığı, siyasetinde rüşvet ve yolsuz­
luğun istisna değil yapısal olduğu ve geleceğe güveni olmayan bir Tür­
kiye tablosuyla sonuçlanmıştır. Bu tablo, Avrupa İnsan Hakları Mah­
kemesi'ne yapılan müracaatlarda en yüksek sıralardan birini alan ve
uluslararası ilişkilerinde AB, IMF ve ABD'yle yaşadığı müzakere sü­
reçlerinde "demokrasi eksiği ve ekonomik istikrarsızlık sorunu" yü­
zünden her zaman tam istediğini alamayan bir Türkiye'yi de içermek­
tedir. Bu tablo aynı zamanda, denetleme ve yasaklama yoluyla yakla­
şılan İslami kimliğin 1 990'larda yükselişinin son noktası olan AKP'nin
tek başına iktidar olduğu bir Türkiye'yi de bize sunmaktadır. Bu ne­
denle de, demokratikleşmeyi yaşadığımız sorunlara çözüm olarak gör­
meyen, siyaseti kendi çıkarlarını ve iktidarlarını korumaya indirgeyen
ve bu eylemlerini de "devleti ve ulusu koruma " adına meşrulaştırma-
cumhuriyet ve demokratikleşme 173

ya çalışan tüm siyasi partiler 3 Kasım seçiminde parlamento dışında


kalırken, iki kere arka arkaya kapatılan bir İslami partinin içinden do­
ğan AKP, ılımlı İslami ve merkez sağ söylemiyle bu seçimden tek başı­
na iktidar olacak bir başarıyla çıkmıştır.
Engin Işın'ın söylediği gibi, "maçı hakemi ayarlayarak değil, iyi
oynayarak kazanmayı" amaçlamalıyız. İyi oyunun adının demokratik­
leşme olduğunu içselleştirerek devlet-toplum/birey ilişkilerine yaklaş­
malıyız. Eğer gördüğümüz Türkiye tablosunu beğenmiyorsak, orduyu
göreve çağırmak yerine, demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti vizyonu
geliştirme çabasına girmeliyiz. Eğer farklı kimlik ve tanınma talepleri­
nin siyasallaşmasından rahatsızsak, 1 990'lı yıllardan önemli dersler çı­
kartarak, ötekileştirmenin değil demokratikleşmenin güçlü, seküler,
çoğulcu ve istikrarlı bir Türkiye yaratmanın önkoşulu olduğunu gör­
meliyiz. Eğer Türkiye' de yaşanan zengin ile fakir arasındaki gelir ve re­
fah uçurumundan ve özellikle kadın ve gençlik temelinde siyasete ka­
tılım yollarının tıkanması sorunundan yakınıyorsak, sadece yakınmak
yerine, sürekli korumaya çalıştığımız devleti demokratik, etkili, verim­
li, şeffaf, müzakereci bir yönetim aygıtına dönüştürme arayışı içinde
olmalıyız. Bu anlamda da, esas olan hakemi ayarlamak değil, maçı iyi
oynamaktır.

CUMHURİYETÇİ LİBERALİZM OLASILIÔI


Bu anlamda, 80. yıl kutlamaları bağlamında tartışılması gereken temel
soru, " seküler moderniteden vazgeçmeden cumhuriyet modeline de­
mokratik bir nitelik kazandırma olasılığı" sorusudur. Bu soruya yanı­
tın, cumhuriyet-siyasal liberalizm-demokrasi ilişkisini tartışmamıza
bağlı olduğunu önermek istiyorum. Bu tartışma dünyada da, Kuzey
Amerika ve Avrupa örnekleri temelinde akademik ve siyasal düzeyler­
de de yapılmaktadır. Cumhuriyetle siyasal liberalizmi demokratikleş­
me bağlamında birleştirme çabalarının önemli örneklerinden biri de,
Richar Dagger'ın, Sivil Erdemler (Oxford:1 997) adlı çalışmasıdır. Bu
çalışmasında Dagger, cumhuriyetçilik ve liberalizm ilişkisini inceleme­
yi amaçlar ve "cumhuriyetçi liberalizm olasılığı " nın siyaset kuramı
174 türltiye'de demokratikleşme ve kimlik

içinde nereye kadar gerçekleşebileceği sorusunu araştırır. Dagger'a gö­


re, felsefi düzeyde birbirleriyle bir "çelişki ve uyumsuzluk ilişkisi" için­
de olan C\lmhuriyetçilik ve siyasal liberalizm, aralarındaki farklılaşma­
ya rağmen, belli bir eklemlenme tarzıyla, "cumhuriyetçi liberalizm"
olarak adlandırılabilecek bir "siyasal söylem" içinde beraber hareket
edebilirler.
Türkiye bağlamında da önemli olduğunu düşündüğüm bu öne­
riyi Dagger şu yolla geliştirir. Siyasal liberalizm ve cumhuriyetçilik ilk
planda bir uyumsuzluk ilişkisi içind�dirler, farklı benlik/siyaset anla­
yışlarını ve toplum vizyonlarını temsil ederler. Liberalizm toplumsal
yaşamda en önemli erdemin bireysel haklar ve özgürlükler ilkesi oldu­
ğunu vurgularken, cumhuriyetçilik bu erdemi 'sivil erdem ve toplum­
sal sorumluluk' ilkeleri üzerinde düşünür.
Fakat bununla birlikte, içinde yaşadığımız geç-modern zaman­
larda (ve Türkiye'de), bireysel özgürlükler ile toplumsal sorumluluk
arasına çizilen sınır giderek ortadan kalkmaktadır. Bireysel hak ve öz­
gürlükler alanının genişlediği, farklılık taleplerinin vatandaşlık söylemi
içinde yapıldığı ve sivil haklar üzerine yapılan mücadelenin çokkültür­
lülük haklarını da içerdiği bugünün dünyasında, bireysel özgürlük sa­
dece devlet müdahaleciliğinin minimize edilmesine dayalı bir özgürlük
anlayışıyla sınırlı kalmamaktadır. Bugünün bireysel özgürlük anlayışı,
bireyin kendi çevresini kurma, farklılık yaratma ve toplumsal süreçlere
eleştirel bakma yetisiyle beraber düşünülmekte, aktif ve katılımcı va­
tandaşlık anlayışını içermektedir. Dolayısıyla bireysel özgürlük, sivil
toplum yoluyla aktif olarak siyasal alanı etkileme eylemini ve demok­
ratikleşme taleplerini de içermektedir. Devlet-toplum/birey ilişkilerinin
demokratikleşmesi, bu anlamda, hem devletin hem de sivil toplumun
demokratik ilkeler temelinde örgütlenmesini gerektirmektedir.
Bu nedenle, bugünün yönetim anlayışı devletin korunması ya
da minimize edilmesini değil demokratikleşmesini, toplum için iyi ola­
nın devlet seçkinleri tarafından değil toplumsal talepler arası tartışma
sonucunda belirlenmesini ve vatandaşların da siyasal toplumun temsil­
cileri olarak değil, sivil haklar dilini konuşan toplumsal kimlikler ola-
cumhuriyet ve demokratikleşme 17 5

rak hareket etmesini gerekli kılmaktadır. Bugünün sorunlarına ve ta­


leplerine, bireysel özgürlük='=sivil erdem temelinde hareket eden ve ka­
tılımcı/aktif vatandaşlık anlayışı üzerine kurulmuş demokratik bir
cumhuriyet modeli, ki bu modele cumhuriyetçi liberalizm adını vere­
biliriz, yanıt olabilir. Cumhuriyetçi liberalizm, Türkiye'de özlenen de­
mokratikleşme ve çoğulcu bir toplum olma olasılığına verilebilecek ya­
nıtlardan bir tanesi, tartışmamız gereken bir modeldir. Türkiye Cum­
huriyeti'nin 80. yıl kutlamaları da, bu tür tartışmaları gündeme getir­
diği sürece verimli, geleceğe dönük ve anlamlı olacaktır.
Siyasal Liberalizm ve
John Rawls'u Türkiye'ye Tanıştırmak

1 980'lerden bugüne olan dönem Türkiye'de, hem modernleşmesi­


nin geçirdiği değişimler, hem de siyasetin giderek toplumdan uzak­
laşarak bir siyasi rant bölüşümü mesleğine dönüşmesi bağlamlarında
ciddi bir "ikilemi" içerdi. Bir taraftan demokrasi ve demokrat olma
söylemi devlet şeçkinleri, siyasi aktörler ve toplum liderliğine soyun­
muş aydınlar arasında giderek yaygınlaşırken ve popülerleşirken ve
her siyasi ve yargısal eylem demokrasi temelinde meşrulaştırılırken, di­
ğer taraftan da Türkiye'de hayatın her alanında ciddi bir demokratik­
leşme gereksinimi olduğu yaşanan ekonomik ve siyasi krizlerle ortaya
çıktı. Özellikle 1 990'lı yıllar Türkiye'de, demokrasi referansının popü­
lerleştiği ve bir o kadar da anlam yitirdiği, ama aynı zamanda da de­
mokratikleşmeye gereksinimin giderek toplumsal yaşamın her alanın­
da hissedildiği bir ikilem içinde yaşandı.
Bu ikilem, 2000'den beri Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde ya­
şadığı sorunların, belirsizliklerin ve tatminsizliklerin de temelini oluş­
turdu. Türkiye ekonomi alanında IMF'yle, Avrupa'ya entegrasyon ala­
nında AB'yle ve güvenlik alanında ABD'yle girdiği ilişkilerde, bu ikile­
min, dolayısıyla yaşadığı demokrasi eksiği ve ekonomik istikrarsızlık
178 türl<iye'de demokratikleşme ve kimlik

sorunlarıyla karşılaştı, güçlü bir aktör olarak hareket edemedi, bu ku­


rumlarla yaptığı müzakerelerden istediklerini tam alamadı, belirsizlik
ve tatminsizlik duygularıyla açıklanabilecek bir ruh halini yaşadı, ha­
la da yaşıyor. Bu süreçlerde ortaya çıkan gerçek şuydu: Bugünün dün­
yasında demokrasiyi insan haklarından, bireysel ve grupsal hak ve öz­
gürlüklerden, sosyal haklardan, ekonomik ve siyasal haklardan ba­
ğımsız düşünmek olanaklı değil. Demokrasi sadece siyasal partilerin
varlığına, bu partiler arasındaki rekabeti belirleyen seçimlere ve bu se­
çimlerin düzenli yapılmasına indirgenerek düşünülemez. Bu olgular
demokrasinin tanımlayıcı ögeleri içinde yer almaları bağlamında
önemli ve gereklidir, ama bugün demokratik rejimin tek ve yeterli ta­
nımlayıcı koşulu değillerdir. Devlet-toplum/birey ilişkilerinin demok­
ratik temelde düzenlenmesinde, "hak ve özgürlükler dili ", dolayısıyla
insan, birey ve grup temelinde hareket eden ve siyasal, ekonomik ve
kültürel vatandaşlık taleplerine anlam veren hak ve özgürlüklerin ko­
runması, güvence altına alınması ve yaşama geçirilmesi de, bir rejimin
demokratik olup olmadığını belirleyen önemli ve gerekli bir referans­
noktasıdır. Bu anlamda, Türkiye'nin yaşadığı ikilemin temeli de orta­
ya çıkmaktadır.
İkilem, Türkiye'de demokrasinin kurumsal düzeyde forma! işle­
yişiyle, devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinin anti-demok­
ratik niteliğinin eşzamanlı varlığının bir sonucudur. İkilem kendisini,
devlet-toplum ilişkilerinin düzenlenmesinde " hak ve özgürlükler di­
li"nin yer almamasında, devletin ve siyasi aktörlerin toplumsal kat­
manlara, haklara sahip vatandaşlar olarak yaklaşmamasında ve belli
toplumsal katmanların da kendi kimlik taleplerini hak ve özgürlükler
yerine dinsel ve etnik milliyetçilik temelinde yaşama geçirme eylemle­
rinde ifade etmektedir. Bu anlamda, bugün Türk modernleşmesi ve si­
yasetini betimleyen ikilemin siyasi tanımı " demokrasi eksiği "dir ve
"demokratsız bir demokrasi "nin Türkiye'yi yönetmesidir. Bu nedenle
de, 1990'1ı yıllar ve bugün, Türkiye, hem kurumsal demokrasisi olan,
hem de ciddi insan hakları ihlalleri, fakirlik, açlık, yolsuzluklar v.b. so­
runları yaşayan ve bireysel hak ve özgürlükleri kendi yaşamına içsel-
siyasal liberalizm ve john rawls'u türkiye'ye tanıştırmak 179

leştirmemiş bir toplumsal yaşamın olduğu bir ülke görüntüsündedir.


Ve yine bu nedenledir ki, örneğin Türkiye-AB ilişkilerinde "bireysel
hak ve özgürlükler dili" üzerine kurulmuş Kopenhag siyasi kriterleri­
nin yaşama geçirilmesinde, AB Türkiye'den sadece bu kriterler teme­
linde yasal değişiklikler yapmasını değil, aynı zamanda da bu kriterle­
ri uygulamaya sokmasını talep etmektedir.

JOHN RAWLS VE SİYASAL LİBERALİZM


Bugün Türkiye'nin bu ikilemi, dolayısıyla demokrasi eksiğini çözme
gereksinimi vardır. Bu gereksinime 1 990'lı yıllarda verilen hakim ya­
nıt, neoliberal serbest pazar söylemi olmuştur. Bireysel hak ve özgür­
lükler dilinin çokboyudu ve siyasi niteliğini gözardı ederek, sadece
devletin küçültülmesinin, serbest pazarın ve bireyci ideolojinin demok­
rasi eksiği sorununun çözümü için yeterli olduğunu savunan neolibe­
ralizm, liberal kuramı ekonomik liberalizme indirgeyen, haklar dilini
konuşurken felsefi referans olarak sadece Hayek ve Nozick'i kullanan,
sosyal adaletsizlik sorunlarıyla ilgilenmeyi popülizmle suçlayan ve
ekonomik/faydacı bireyin her soruna çözüm olduğunu savunan bir ha­
reket tarzına sahiptir. Bugün, bu anlayışın Türkiye'nin yaşadığı de­
mokrasi eksiği sorununa çözüm olamayacağı ortaya çıktığı gibi, neoli­
beral siyaset anlayışının yolsuzluklardan yoksulluğa kadar geniş bir
yelpazede hareket eden sorunların ortaya çıkmasına katkıda bulunabi­
leceği de görülmüştür. Türkiye'nin yaşadığı ekonomik kriz ve kültürel
I
kimlik, siyasi temsil ve siyasete katılım sorunları, neoliberal siyaset an-
layışının bu niteliğini örnekleyen sorunlardır. Bu nedenle de, Türki­
ye'nin demokrasi eksiği sorununun çözümü için, yeni bir yönetim an­
layışına, yeni bir liberalizm anlayışına ve yeni bir toplum vizyonuna
gereksinimi vardır.
Bu bağlamda da, okumamız, öğrenmemiz ve tartışmamız gere­
ken en önemli referans-noktalarından biri de, siyasal liberalizm kura­
mı ve Kant'tan sonra bugün bu kuramın en önemli kurucularından
sayılan John Rawls'dur. Türkiye'de çok tanınmayan John Rawls,
dünyada, geliştirdiği siyasal liberalizm anlayışıyla, 20. yüzyılın en
18o türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

önemli siyasal kuramcılarından biri olarak tanınır. 8 1 yaşında ara­


mızdan ayrılan Rawls, 1 971 yılında yayımladığı A Theory of]ustice*
[Bir Adalet Kuramı], sonra 1 993, 1999 ve 2000 yıllarında çıkan Po­
litical Liberalism * * [Siyasal Liberalizm], The Law of Peoples* * *
[Halkların Yasası] ve Lectures on the History of Moral Philo­
sophy* * * * [Ahlak Felsefesi Tarihi Üzerine Dersler] adlı kitaplarıyla,
siyasal liberalizm-ekonomik liberalizm, liberalizm-komünitaryanizm,
üçüncü yol ve kozmopolit dünya adaleti gibi çok önemli tartışmala­
rın merkezinde yer alan bir siyasal kuramcı oldu. Bu çalışmaları için­
de Rawls, kendi siyasi liberalizm kuramına önem, geçerlilik, özgün­
lük ve popülarite kazandıran üç felsefi saptamada bulunur. Birincisi,
Rawls neo-Kantçı bir konum alarak, liberalizmi bir toplum yönetimi
biçimi olarak tanımlar ve bunu yaparken siyasal liberalizm ile ekono­
mik liberalizmi birbirinden ayırır. Rawls'a göre, liberalizmi serbest
pazara indirgeyerek düşünmek hatalıdır; liberalizm topluma adalet
temelinde yaklaşan, toplumsal katmanları haklara sahip vatandaşlar
olarak gören ve devletin hukukun üstünlüğü temelinde evrensel ve
her kimliğe karşı eşit mesafeli yasalar yoluyla hareket ettiği demokra­
tik bir toplum yönetim biçimidir. Dolayısıyla, siyasal liberalizm eko­
nomik liberalizme indirgenmemesi gereken, bireysel hak ve özgürlük­
ler dilini koruyan ve anayasal güvence altına alan demokratik bir top­
lum yönetimidir.
İkincisi, Rawls, siyasal liberalizmin sadece bireyci olmadığını,
aynı zamanda da devlet müdahaleciliğini içermeyen bir refah devletini
de gerekli kıldığını önerir. Bunu önerirken Rawls, özgürlük ve eşitlik
sorununa birbirleriyle ilişkili, " benzerlik ve fark ilkeleri" olarak adlan­
dırabileceğimiz iki ilke temelinde yaklaşır. Çoğulcu bir yapıya sahip
olan modern toplumda devlet müdahaleciliğini ve ekonomik eşitliği te-

(*) John Rawls, A Theory ofJustice, Harvard Univenity Press, Massachuseru, 2003 (1971].
(...) John Rawls, Political Liheralism, Columbia Univenity Press, NY, 1995 (1993].
(*'**) John Rawls, The Law of Peoples, Harvard University Press, Mass., 1999 [Halkların Yasası,
çev. Gül Evrin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, lstanbul, 2003].
(**-) John Rawls, Lectures on the History of Moral Philosophy, Harvard University Press, Mass.,
2000.
siyasal liberalizm ve john rawls'u türkiye'ye tanıştınnak 181

mel ilke olarak savunmak hatalıdır. Bunun yerine çoğulcu toplumun li­
beral yönetimi, toplumsal katmanlara " hak ve özgürlüklere" ve "fır­
sat eşitliğine" sahip vatandaşlar olarak yaklaşır (benzerlik ilkesi) . Bu­
nunla birlikte, liberal yönetim sosyal adalet sorununu dışlayamaz ve
bu nedenle de, fırsat eşitliğini yaratacak bir toplumsal temeli oluştur­
mak için, toplumun "en dezavantajlı gruplarına" sağlık, eğitim gibi
alanlarda yardım eder (fark ilkesi) ve toplumsal refahı geliştirmeyi
amaçlar. Bu anlamda, Rawls'un siyasal liberalizmi, neoliberalizme
karşıt olarak, serbest pazarı savunurken sosyal adalet sorunuyla da il­
gilenen ve küçültülmüş devlet değil aksine refah devletini savunan bir
yönetim anlayışıdır.
Üçüncü olarak, Rawls siyasal liberalizme dayalı toplum yöneti­
mi içinde devletin bireyci ve faydacı bir anlayışla değil, aksine "evren­
sellik" ve " farklı kimliklere eşit mesafelilik" ilkeleriyle hareket etmesi
gerektiğini savunur. Seküler devlet, haklara sahip vatandaşlarına hu­
kukun önünde eşitlik ilkesiyle yaklaşırken, farklı kültürel, dinsel, etnik
ve cinsel kimliklere sahip vatandaşlarının ifade özgürlüklerini, hepsine
ve her birine eşit mesafeli kalarak güvence altına alır. Siyasal liberalizm
içinde demokratik devletin hukukun üstünlüğü temelinde toplumu yö­
netmesi de, bu anlamda, evrensellik ve farklı kimliklere eşit mesafeli­
lik ilkeleriyle hareket eder.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Rawls'un bu düşüncelerini
uluslararası ilişkiler ve kamusal akıl alanlarında geliştirdiği Halkların
Yasası ve Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması kitabının
Türkçe tercümesini yayımladı. Rawls'u Türkiye'ye tanıştırma bağla­
mında da çok önemli bir iş yaptı. Eleştirel yönleri olsa bile, Rawls'u
okumak ve tartışmak, Türkiye'de yaşadığımız demokrasi eksiğine çö­
züm arayanlar için çok önemli, sosyal adalet sorununa çözüm arayan
sosyal demokratik ve özgürlükçü sol düşünceler için çok önemli, bi­
reysel hak ve özgürlüklere sahip etkin vatandaşlık anlayışını yaşama
geçirmeye çalışan sivil toplum örgütleri ve vatandaş inisiyatifleri için
çok önemli ve laiklik sorununa demokratik çözüm arayışı içinde olan­
lar için çok önemli.
182 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

Rawls'u Türkiye'ye tanıştıran Halkların Yasası ve Kamusal Akıl


Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması kitabına emeği geçmiş ve çok ay­
dınlatıcı bir önsöz yazmış olan İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üye­
si Murat Borovalı'yı da tebrik ederim. Kitabı okumak isteyen herkesin
ilk önce Rawls'la tanışmak için Borovalı'nın yazdığı önsözü okuması­
nı tavsiye ederim. Umarım, bu önemli kitabı okuruz, eleştiririz ve tar­
4
tışırız. Devlet-merkezci ve neoliberal siyasal ideolojilerin gerisin e ve
dışında bir alanda yapılacak bir siyasal liberalizm tartışmasının de­
mokratik bir Türkiye yaratma sürecine önemli bir katkıda bulunaca­
ğını düşünüyorum.
Türban Sorunu - Demokrasi
ilişkisi Üzerine

7 Kasım günü İstanbul Bilgi Üniversitesi 1 980'li yılların ortaların­


dan bugüne dünyada en önemli liberal siyaset kuramcıları arasın­
da yeralan Will Kymlicka'yı Türkiye'ye getirerek çok önemli bir iş
yaptı. Bugünün karmaşıklaşan dünyasında demokratik yönetim, çok­
kültürlü vatandaşlık ve azınlık milliyetçiliği alanlarında yaptığı çalış­
malarla tanınan Kymlicka, kimlik ve farklılık taleplerine liberal de­
mokratik bir çözüm önerisi getirdiği konuşmasında, üç önemli konu­
nun altını çizdi. Birincisi, kimlik ve farklılığın tanınmasını temel alan
talepleri yasaklamak ve dışlamak ve böylece bu taleplere bir "güven­
lik" sorunu olarak görmek sorun-çözücü bir işlev görmemektedir.
İkincisi, bu tür talıytere ekonomik indirgemeci bir mantıkla yaklaş­
mak da olumlu bir sonuç yaratmıyor, çünkü ekonomik refah önemli
bir faktör olmakla birlikte, ne bu taleplerin ortaya çıkmasında, ne de
bu taleplerin yaratabilecekleri çatışmaları engellemede " belirleyici" bir
rol oynuyor. Üçüncüsü, kimlik/farklılık taleplerini yasaklayarak denet­
leme ya da ekonomik faktörlere indirgeme yerine bu taleplere "grup­
sal hak ve özgürlüklerin bireysel hak ve özgürfüklere zarar vermeyece­
ği, aksine vatandaşlığa dayalı özgürlük alanını demokratik zeminde
184 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

genişleteceği" saptamasıyla yaklaşan bir yönetim, hem bu taleplerin


dinsel ve etnik köktenciliğe dönüşmesini engelleme, hem de liberal de­
mokratik toplum yönetimiyle bu taleplere yanıt verme şansına sahip
olabiliyor.

HUKUK VE TÜRBAN SORUNU


Kymlicka'nın konuşmasından çıkartabileceğimiz bu önemli saptama­
ları tartışmamızın, Türkiye'de yaşadığımız kimlik/farklılık sorunlarına
demokratik bir çözüm bulmamız için önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu sorunların en önemlilerinden birisi de son yıllarda Türkiye'de laik­
lik temelinde çok ciddi tartışmaların ortaya çıkmasına yol açan "tür­
ban sorunu" dur. İronik bir biçimde, Kymlicka'nın İstanbul Bilgi Üni­
versitesi'nde kimlik taleplerine liberal demokratik çözüm önerisini ge­
liştirdiği konuşmasıyla aynı gün, Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi Baş­
kanı Yüksek Yargıç Fadıl İnan, duruşmasına türbanlı olarak gelen sa­
nık konumundaki Hatice Hasdemir Şahin'i " başını açmaya ya da
mahkeme salonunu terk etmeye" davet ediyordu. Kendisi de avukat
olan ve Ankara Barosu'na başı açık olarak kaydolan Hatice Şahin'in
duruşmadan çıkartılması, Yüksek Yargıç Fadıl İnan tarafından " mah­
kemenin kamusal alan olması" ve bu nedenle de türbanın " mahkeme
düzenine uygun hal, tavır ve kıyafet uygulaması "yla çeliştiği gerekçe­
siyle yasalara uygun bir karar olarak değerlendirildi. Bu karar Yargı­
tay Başkanı Eraslan Özkaya tarafından da desteklendi.
Böylece, türban sorunu, parti kapatma (Fazilet Partisi örneğin­
de olduğu gibi) nedeni olmanın da gerisine giderek, modern toplumda
devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinin temelini teşkil eden
hukuk alanına da girmiş oldu. Bu anlamda, bugün türban sorunundan
konuşurken, sadece türbanlı kızların yaşadığı sorunlardan değil, aynı
zamanda da siyasi partilerin kapatılmasından ve hukuk alanında hak
ve özgürlüklerin mi yoksa hal, tavır ve kıyafetle ilgili düzenlemelerin
mi öncül ve belirleyici olduğundan konuşuyoruz. Dolayısıyla, türban
sorununun İslami kimliğin özgürlük alanın sınırlarıyla ilgili bir sorun
olmakla birlikte, bugün Türkiye'de toplum yönetiminin nereye kadar
·
türban sorunu demokrasi ilişkisi üzerine 185

demokratik olup olmadığını da belirleyen bir sorun olduğunu görme­


liyiz. Türban sorunu bir kimlik sorunu olmakla birlikte, özünde bir
toplum yönetimi sorunudur ve bu nedenle de hepimizin üzerinde dü­
şünmemiz gereken bir sorundur.

TÜRBAN SORUNU VE DEMOKRATIKLEŞME


Nesnel bir gözle ve türban sorununu bir toplum yönetimi sorunu ola­
rak görerek Hatice Hasdemir'in türbanlı olduğu için duruşmadan çı­
kartılma kararına yaklaşırsak, Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi'nin
uygulamasının iki-boyutlu bir ikilem içerdiğini görebiliriz. Birincisi
" pozitif hukuk ile demokrasi arasındaki ilişki"yle, ikincisi de "demok­
ratik rejim"le ilgilidir. Modern toplumu geleneksel toplumdan ayıran
temel unsurlardan biri devlet-toplum/birey ilişkilerinin dinsel ya da ge­
lenek temelli kurallar yoluyla değil pozitif hukuk temelinde düzenlen­
mesidir. Bu düzenlemenin demokratik olması da hukukun üstünlüğü
kavramının bireysel hak ve özgürlüklerin korunması temelinde işleme­
siyle ilgilidir. Pozitif hukuk-demokrasi ilişkisini, bu bağlamda, yaşama
geçiren de iki normatif ilkedir: " hukukun evrenselliği ilkesi " , yani sı­
nıfsal, dinsel, etnik, kültürel, cinsel, v.b. farklılıklara bakılmaksızın
herkesin hukuk önünde eşit olduğu ilkesi ve hukukun çoğulcu toplu­
mu oluşturan farklı kimliklere "eşit mesafeli " olması ilkesi.
Yargıç türbanlı sanığı duruşmadan çıkartırken, mahkemeyi
"kamusal alan" olarak tanımlamakta ve hukuk yorumunu "mahkeme
düzenine uygun hal, tavır ve kıyafet uygulaması"nı sanığın savunma
hakkı gibi temel bir hakka öncül ve belirleyici görme temelinde yap­
maktadır. Bu yorum bir yasaya dayalı olmakla ve formel bir meşruiyet
içermekle birlikte, hem hukukun evrenselliği, hem de hukukun farklı
kimliklere eşit mesafeli olması ilkeleriyle uyum göstermemektedir. Ya­
pılan yorum mahkeme alanının kamusal niteliğini hukukun evrensel­
liği ve farklılıklara eşit mesafeli olması ilkelerine öncül görmektedir.
Yapılan yorum yasaya dayanmaklabirlikte demokratik meşruiyet so­
runu taşımaktadır. Bir hakimin, savcının ya da ya�gıçın türbanlı olma­
sı nasıl hukukun evrensellik ve farklılıklara eşit mesafelilik ilkelerini
186 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

zedeleyici nitelikteyse, türbanlı olduğu için bir sanığın temel hakkı


olan savunma hakkının �
den alınması da o kadar hukuk-demokra­
si ilişkisini zedeleyici nitelilhedir.
Benzer biçimde, yargıcın kamusal alan düzenlemesini temel sa­
vunma hakkına öncül görerek türbanlı sanığı duruşmadan çıkarması,
varolan siyasi rejimin demokrasiyle ilişkisini de sorunlu kılmaktadır.
Siyaset biliminde, siyasi rejimleri demokratik, otoriter ve totaliter ola­
rak sınıflarken kullanılan ölçütlerden birisi de, devlet iktidarıyla temel
hak ve özgürlüklerin korunması arasındaki ilişkinin hukuk yoluyla
düzenlenme biçimidir. Bu düzenlemede, temel hak ve özgürlüklerin
korunmasını birincil gören ve bu anlamda devlet iktidarının sınırlan­
dırılmasını içeren siyasal sistem "demokrasi"yken, devlet iktidarının
hak ve özgürlüklere karşı daha güçlü olduğu sistemler "otoriter", hak
ve özgürlüklerin ortadan kalktığı ve devlet iktidarının mutlaklaştığı
sistemler " totaliter"dir. İlginç bir biçimde, tüm bu sistemlerde "mah­
keme düzenine uygun hal, tavır ve kıyafet uygulaması"na dönük dü­
zenlemeler vardır. Kamusal alan olarak mahkemenin düzeniyle ilgili
uygulamalar bu siyasal sistemleri birbirlerinden ayırmada kullanılabi­
lecek bir ölçüt değildir. Aksine, hukukun üstünlüğü kavramının evren­
sellik ve farklılıklara eşit mesafelik ilkeleri yoluyla temel hak ve özgür­
lükleri korumaya dönük hareket etmesi demokratik siyasal rejimi di­
ğerlerinden ayıran bir ölçüttür. Kamusal alanın türbanlı sanığın savun­
ma hakkına öncül görülmesi, yasal bir dayanağa sahip olmakla birlik­
te, demokratik rejimle sorunlu bir hukuk anlayışını da içermektedir.
Kymlicka'nın saptamaları ışığında, " mahkeme kamusal alan­
dır" yaklaşımıyla türbanlı bir sanığın savunma hakkının elinden alın­
ması kararını, türban sorununa laik rejimi tehdit eden bir güvenlik so­
runu olarak yaklaşan ve bu sorunu yasaklama yoluyla denetlemeye ça­
lışan, ama aynı zamanda da demokratik hukuk anlayışı ve demokra­
tik rejimle uyuşmayan siyasal bir yorum olarak değerlendirebiliriz.
Ama unutmayalım ki, bu tür siyasal yorumların Türkiye'de maddi ve
sosyolojik bir temeli vardır. Dinsel grup haklarının bireysel hak ve öz­
gürlüklerle uyumlu olup olmadığını bilmiyoruz. Bu konuda hala şüp-
türban sorunu demokrasi ilişkisi üzerine 187
·

helerimiz var. Türban sorununa ve bu sorun temelinde oluşan toplum


yönetimi sorununa demokratik bir çözüm bulmadıkça da, bu tür siya­
sal yorumlar yapılacaktır. Türban sorununa demokratik çözüm üzeri­
ne düşüncelerimi ilerleyen sayfalarda dile getireceğim.
Laiklik ve Demokratikleşme

" ürban Sorunu - Demokrasi İlişkisi Üzerine" adlı yazımda, Tür-


T kiye'de türban sorununun sadece bireysel hak ve özgürlüklerin
sınırının belirlenmesiyle ilgili bir kimlik sorunu olmadığını, aynı za­
manda parti kapatmalarını ve hukuk-demokrasi ilişkisini de içeren çok­
boyutlu bir sorun olduğunu önermiş ve bu temelde de türban sorunu­
nu bir toplum yönetimi sorunu olarak da düşünmemiz gerektiğini vur­
gulamıştım. Türban sorununa demokratik bir çözüm bulmamızın da,
Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkilerinin demokratik bir temelde dü­
zenlenmesine önemli bir katkı sağlayacağını önermiştim. Bugün,
AKP'nin tek başına iktidar olduğu bir Türkiye'de, 1980'lerden başlaya­
rak, 1 990'larda ivme kazanan İslami kimliğin yükselişi ve siyasallaşma­
sı olgusunu, yasaklayıcı yasal düzenlemelerle ve parti kapatmalarla en­
gelleme girişimlerinin bir sonuç yaratmadığını biliyoruz. Sosyolojik ve
tarihsel bir toplumsal olgunun oluşumunu, gelişimini ve siyasal, ekono­
mik ve kültürel alanlara yayılış sürecini anlamadan, sadece engelleyici,
kısıtlayıcı ve yasaklayıcı yasal düzenlemelere bu olguya yaklaşmanın
sorun-çözücü değil aksine sorun-pekiştirici bir niteliği olduğunu, bugü­
nün Türkiye'sinde artık anlamamız gerekiyor. Çokboyutlu bir nitelik
190 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

taşıyan türban sorununa demokratik bir çözüıp bulma çabasında olma­


lıyız. Bu çözüm için, sekülerleşme üzerine çok önemli çalışmaları olan
Jose Casanova'nın önerdiği gibi, "sünni Müslümana çok seküler, alevi
kimliğe çok sünni" ve Müslüman olmayan dini azınlıklara çok Türk
gelen "laiklik ilkesi ve pratiğini" demokratik bir tarzda yeniden kurma
çabasının önemli bir başlangıç noktası olacağını düşünüyorum.

TÜRKİYE'DE LAİKLİK TARTIŞMASI


Türkiye'de, özellikle 1 990'lı yıllarda yapılan laiklik tartışmasında, hem
laiklik ilkesini destekleyen hem de bu ilkeyi eleştiren görüşlerin, belli is­
tisnalar dışında, monolitik, tek boyutlu ve indirgemeci bir laiklik tanı­
mı kullandıklarını ve böylece siyasal/toplumsal düzeylerde çokboyutlu
ve karmaşık bir nitelik taşıyan bir ilkeyi ve pratiği sadece "din ve dev­
let işlerinin ayrımı " olarak tanımlamadıkları görüyoruz. Böylece, laik­
lik tartışması, İslami kimliğin siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda
farklılaşan niteliğini gözardı eden ve bu kimliği total olarak seküler re­
jime bir tehdit unsuru olarak gören bir anlayışla, laiklik ilkesini dinsel
özgürlükler temelinde total olarak eleştiren bir anlayış arasında sıkışıp
kaldı. İlginçtir ki, Türkiye'de bu tartışma yapılırken, dünyada da din-
. sel kimliğin yükselişi üzerine ciddi çalışmalar yapılıyordu ve modern
seküler toplumlarda dinin yeri konusu ciddi bir tartışma alanı yarat­
mıştı. Türkiye'deki laiklik tartışması dinsel kimliğin yükselişi olgusu­
nun sadece Türkiye'ye özgü değil, küresel bir nitelik taşımasına da göz­
lerini kapattı. Dünya pratiklerine kapalı gözlerle, " biz kendimize ben­
zeriz" anlayışıyla ve karşılaştırmalı çalışma yapmaya gerek duymayan
nitelikte bir laiklik tartışması yapıldı. Sonuç ise, "laik modern kimlik -
dinsel anti-modern kimlik karşıtlığı" temelinde oluşan siyasal kutup­
laşmaların ortaya çıkması, laiklik tartışması içinde temel referans olan
türban sorununun bu kutuplaşma içine sokulması ve demokratik bir
çözüm olasılığının ortadan kalkması oldu. Bu nedenle, hem dünyada
yapılan modern toplum-sekülerleşme ilişkisi üzerine yapılan tartışma­
ları dikkate alan, hem de son yıllarda Türkiye'de İslami kimliğin yük­
selişi üzerine yapılan sosyoloj ik ve tarihsel çalışmaların bulgularını he-
laiklik ve demokratikleşme 191

saba katan bir tartışmanın, laiklik ilkesini ve pratiğini demokratik bir


temelde yeniden kurma olasılığını bize vereceğini düşünüyorum.

SEKÜLERLEŞME - MODERN TOPLUM İLİŞKİSİ


Dünyada yapılan sekülerleşme tartışmasının önde gelen isimlerinden
olan Peter Berger ve Jose Casanova sekülerleşmeyi 'modern toplumu
ve kültürü kuran kurumların ve ilişkilerin dini kurum ve sembollerin
baskınlığından uzaklaştırılması süreci' olarak tanımlar. Bu süreç din ve
devletin birbirinden ayrılmasını içerdiği gibi, modern kimliğin oluşu­
munda dinin rolünün yavaş yavaş azalmasını da içeriyor. Bu anlamda,
sekülerleşme de kendisini, hem kurumsal bir nitelik kazandığı 'nesnel
bir toplumsal-yapısal süreç,' hem de, modernitenin tüm topluma yayıl­
dığı bir 'öznel kültürel süreç' olarak ortaya çıkartıyor. Sekülerleşme
kuramı ve düşüncesi içinde, sadece din ve devletin birbirinden ayrılma­
sı değil, aynı zamanda da, giderek daha çok insanın dünyaya ve kendi
hayatlarına dini yorumların katkısı olmaksızın, dinden bağımsızlaşa­
rak yaklaşacakları varsayılıyor. Bu nedenle, her iki düşünür de, sekü­
lerleşme sürecini çözümlerken, bu sürecin nesnel ve öznel boyutlarının
birbirlerinden ayrıştırılmasının önemine işaret ederler.
Nesnel sekülerleşme siyasi olanın dinsel olandan kurumsal ola­
rak ayrıştırılmasını içeriyor ve böylelikle de din, devletin otorite ve meş­
ruiyet alanının dışına itiliyor. Ulus-devletin gücü ve meşruiyeti de, 'din­
sel-olmayan nitelik' kazanıyor. Öte yandan, öznel sekülerleşme modern
bilincin ve kimliğin sekülerleşmesini ima ediyor, ki bu da modern, öz­
gürleşmiş bireyin, geleneksel-dinsel kodlardan ziyade, seküler akıl yo­
luyla toplumla ilişkiye girmesi ve kendi hayatını tanımlaması anlamına
geliyor. Dolayısıyla, öznel sekülerleşme modern toplumsal ve kültürel
yaşamın sekülerleşmesini içeriyor. Bu bağlamda en önemli nokta, bu iki
sürecin modern toplumların gelişmesinde, birbirleriyle kesişmemesi,
hatta aksine çatışma içine girebilme olasılığıdır. Daha da önemlisi, mo­
dern zamanlar tarihi bize gösteriyor ki, bugünün gelişmiş modern de­
mokratik toplumları (ABD, Kanada, Avrupa) nesnel sekülerleşmenin
(dinin siyasetten ayrılması) gerçekleşmesinde başarılı olurken ve güçlü
192 tür'<iye'de demokratikleşme ve kimlik

bir seküler demokratik rejimi kuracak bir toplumsal sözleşme yaratmış­


ken, öznel sekülerleşme alanında tam tersi bir süreci yaşamışlar ve bu
toplumlarda dinsel değerler kimliğin önemli bir kurucu ögesi olmaya
devam etmiştir. Küreselleşme süreciyle, dinin yükselişi giderek artmıştır.
Bu bağlamda, modern demokrasilere baktığımız zaman, dinsel
kimliğin yükselişinin nesnel değil öznel sekülerleşmeyle ilişkili olduğu­
nu ve din ile devlet işlerinin ayrışmasını içeren toplumsal sözleşmeye
bir tehlike yaratmadığını görüyoruz. Bu nedenledir ki, bu toplumlarda
dinsel kimlik taleplerinin demokratik çözümü ve tartışması olasılık ka­
zanıyor. Türkiye'de de, son yıllarda hem türban sorunu hem de MÜ­
SİAD ve SİAD'lar temelinde ekonomik İslami kimlik üzerine yapılan
sosyolojik araştırmalar bize, kültürel ve ekonomik dinsel özgürlük ta­
leplerinin ağırlıklı olarak " din ve devlet ilişkilerinin ayrışmasına", do­
layısıyla nesnel sekülerleşmeye karşı olmadıklarını, fakat modern bi­
linç ve kimliğin seküler olması zorunluluğuna, dolayısıyla öznel sekü­
lerleşmeye karşı bir kimlik eleştirisini içerdiklerini gösteriyor.
Şüphesiz ki, 1 990'lı yıllar bize, Türkiye'de nesnel sekülerleşme­
ye karşı kökten dinci bir söylemin olduğunu gösterdi. Ama, aynı za­
manda, aynı yıllar bize, İslami kimliğin farklı tezahürlerini kökten din­
ci söyleme indirgeme eğiliminin de, bu kimliğin ekonomi, kültür gibi
farklı alanlarda giderek yaygınlaşan ve değişen varlığını anlamada ve
bu yaygınlaşmanın ortaya çıkardığı taleplere ve sorunlara demokratik
yanıt vermede çok zayıf kaldığını da gösterdi. Bu anlamda, karşılaştır­
malı bir yöntemle, laiklik ilkesini ve türban sorununu tartışırken nes­
nel ve öznel sekülerleşme süreçleri arasındaki ayrımı hesaba katmamı­
zın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu ayrım, hem bize her din­
sel kimlik talebini laik rejime tehdit olarak düşünmeme olasılığını ve­
recektir, hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin seküler niteliğinin demokra­
tik temelde güçlenmesini ve tüm toplumsal katmanlar tarafından siya­
sal yaşamın temel ilkesi olarak kabul edilmesini sağlayacaktır. Eşza­
manlı olarak, demokrasinin sekülerleşmeye gereksinimi ile sekülerleş­
menin demokratikleşmesini beraber düşündüğümüz an, demokratik
toplum yönetiminin başlangıç anıdır.
Muhafazakar Demokrasinin
'Kadm'la lmtiham

on yıllarda sosyal bilimler içinde giderek önem kazanan ve sömür­


S ge sonrası toplumlar üzerine çalışmaları niteleyen "sömürge sonra­
sı söylem" içinde çok önemli bir yere sahip Gayatri Chakravorty Spi­
vak, Hindistan tarihi içinde yer alan ve eşi ölen kadınların yakılması
pratiği olarak tanımlanan "Sati geleneği" üzerine yaptığı çalışmasında,
hem modern Türkiye tarihi içinde, hem de bugün muhafazakar de­
mokrasi bağlamında kadın sorununu düşünmemize yardımcı olacak
çok önemli saptamalarda bulunur. Spivak, İngiliz sömürgeciliği altın­
daki Hindistan'da Sati pratiğinin yasaklanması tartışmanın özünde ge­
leneksel bir toplumu modernleştirme çabasında olduğunu iddia eden
sömürgeci söylemle, geleneklerini koruma ve sürdürme çabasında olan
milliyetçi/cemaatçi söylem arasında olduğunu ortaya koyar. Sati'nin
tartışılma alanında " kocası ölmüş Hintli kadını kendi cemaatinden
kurtarmaya çalışan beyazlmodern erkek" ile "kocası ölen kadın ölmek
ister" diyerek geleneğini korumayı amaçlayan Hintli cemaatçi erkek
konuşmaktadır. İngiliz sömürgeci erkek ile Hintli cemaatçi erkek " mo­
dernleşmesi gereken Hindistan ile geleneklerini dışa karşı koruması ge­
reken Hindistan karşıtlığı" içinde Sati'yi tartışırken, konuşma alanın-
194 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

da yer alamayan, kendisine konuşma olanağı verilmemiş, ama Sati


pratiğinde yakılan (dul) kadındır. Sati tartışmasında kadın "konuşan,
tartışan bir özne/varlık" olarak yer almamaktadır, kendisine böyle bir
yer, hak ve olanak verilmemektedir. Aksine onun hakkında sömürgeci
ve cemaatçi erkekler konuşmakta, bu konuşma içinde kadını "mo­
dern-gelenek tartışmasının" üzerinde konuşulan "nesnesi" konumuna
sokmakta ve onu "sembolik bir simgeye" indirgemektedirler.

TÜRK MODERNLEŞMESİ VE TÜRBAN SORUNU


Hem kadın sorunu açısından Türk modernleşmesi üzerine yapılan
önemli çalışmalarda, hem de son yıllardaki türban sorunu tartışması
içinde, Spivak'ın Sati pratiği üzerine yaptığı saptamaya paralel sapta­
maların yapıldığını görüyoruz. Türk modernleşmesi içinde de kadın,
modernleşme sürecine katılan, katkıda bulunan, bu süreci tartışan ve
müzakere eden "aktif ve konuşan bir özne" olarak değil, aksine üzeri­
ne tartışılan, korunması ya da dönüştürülmesi gereken, diğer bir deyiş­
le " örtmek ya da örtünmeden kurtarmak eylemleri "nin nesnesi, sem­
bolik simgesi olarak kurgulanıyor. Kadın konuşmuyor, aksine üzerine
başkaları konuşuyor; kadın kendi yaşamı ve bedeni üzerine karar ala­
mıyor, aksine kadın yaşamı ya da bedeni üzerine başkaları karar alı­
yor; kadın siyasete katılımıyla ilgili karar alamıyor; aksine ne kadar si­
yasi olabileceği ya da olamayacağı üzerine başkaları karar alıyor. Bu
örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama değişmeyen gerçek şu: Kadının
sürekli olarak erkekler tarafından konuşulan, korunan ya da öldürü­
len, kapatılan ya da açılan, okutulan ya da okutulmayan, v.b tali kar­
şıtlıklar içinde "pasif bir nesne" olarak kurgulanması.
Türk modernleşmesine anlam veren her toplumsal pratik, her
yasal düzenleme içinde bu kurguyu ve yeniden üretimini görüyoruz.
Medeni Kanun tartışmalarında bunu gördük. Aile içi düzenlemelerle
ilgili en ufak bir iyileştirme girişimi, hemen hemen hepsi erkek olan
milletvekillerinin çok büyük direnciyle karşılaştı. Türban sorununun
tartışılmasında bunu gördük. Bu tartışma alanı içinde, aynı Sati prati­
ği gibi, kadına yer yoktu, erkeklerden oluşan siyasi partiler bu konu-
muhafazakar demokrasinin 'kadın'la imtihanı 195

yu tartıştılar, bu konuyla ilgili kararlar verdiler; türban sorunu üzeri­


ne yapılan belli sayıdaki önemli çalışmanın dışında türban, ilericilik­
gericilik, laiklik-şeriatçılık karşıtlığının sembolik simgesi oldu.

MUHAFAZAKAR DEMOKRASİ VE KADIN SORUNU


Öyle ki, Radikal İki'de çıkan yazısında Yıldırım Türker'in yaptığı
"AKP'nin levendliğini üstlendiği 'özgürlük kalesi'nin türbanla sınırlı
olduğunu bilmiyor değiliz" saptamasına şu noktayı da eklemek gere­
kiyor: Muhafazakar demokrasinin Anayasa'da kadın erkek eşitliğine
dönük düzenlemede "pozitif ayrımcılığa" karşı gösterdiği direnç,
AKP'nin türban sorununa yaklaşırken sorunu sadece dinsel özgürlüğe
indirgediğini, bu sorunu yaşayanları kadın olarak görmediğini ve bu
sorunun "kadın bedeni üzerinde kurulan denetim" boyutuyla hiç ilgi­
lenmediğini de gösteriyor. Töre cinayetlerinde gösterdiği ikircikli tav­
ra ek olarak, kadın sorununa dönük Anayasa değişikliği sürecinde iti­
razlara -ki, bu itirazlar Millet Meclisi'nin kadın parlamenter sayısın­
daki içler acısı vahim durumu temelinde çok haklı itirazlar- kulakları­
nı kapatan muhafazakar demokrasi, bize şu üç-boyutlu mesajı da ve­
riyor: a) ben katılımcı demokrasiye inandığımı söylesem de, bu siyasi
ve toplum yönetimine katılım olgusunu farklı kimliklere açtığım ve
onlarla paylaştığım anlamına gelmez; b) ben özgürlüklerden konuşur­
ken özünde sadece dinsel özgürlükten konuşuyorum ve türban sorunu
bu sorunu yaşayan kadınlar bağlamında değil, dinsel özgürlüğün bir
sembolü olduğu için benim için önemlidir ve c) benim Türkiye vizyo­
num içinde, kadına "aktif, katılımcı, konuşan ve toplumsal değişim ve
dönüşüm sağlayıcı aktif bir özne olarak" yer yoktur. Diğer bir deyişle,
kadınlar muhafazakar demokrasinin iktidara gelmesinde ve toplumda
yaygınlaşmasında çalışabilirler, ama karar alma süreçlerinde, kendi be­
denleri üzerindeki denetim haklarında ve kendi yaşamlarıyla ilgili ter­
cih özgürlüğünü kullanmada aktif özne olamazlar. Bu üç-boyutlu me­
saj, muhafazakar demokrasinin kadınların siyasete ve toplum yöneti­
mine katılımını sağlamada belli bir dönem için gerekli olan pozitif ay­
rımcılığa karşı çıkarken topluma verdiği mesajdır.
196 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

Bu nedenledir ki, muhafazakar demokrasi kavramı içinde de­


mokrasi boyutunun taşıdığı ciddi soruna anlam veren, kadın sorunu­
dur. Kadın ve emek muhafazakar demokrasinin ne kadar demokratik,
ne kadar anti-demokratik olduğunu belirleyen temel ölçütlerdir. Doğ­
ru, muhafazakar demokrasi AKP'nin ılımlı İslami kimliğini geriye ata­
rak onun merkez sağ parti olarak toplumla organik bağ kurmasını
sağlayan bir kuramsal-ideolojik kurgudur. Doğru, muhafazakar de­
mokrasi, AKP'nin serbest pazarla muhafazakar değerleri eklemleme­
sinde ve bu temelde farklı toplumsal (ekonomik) sınıflarla bağ kurma­
sında önemli bir işlev de görmektedir. Fakat, aynı zamanda ve daha da
doğru olarak, muhafazakar demokrasi, özgürlüğü dinsel özgürlüğe in­
dirgeyen, gelenek ve ahlaki değerleri savunurken insan haklarını unu­
tan (töre cinayetleri üzerine yapılan tartışmalarda olduğu gibi), top­
lumsal ve siyasal katılımda kadını aktif bir özne olarak görmeyen ve
ekonomik alanı sadece sermaye temelinde tanımlayıp, emek boyutunu
dışlayan bir niteliğe de sahiptir.
Ve yine bu nedenledir ki, muhafazakar demokrasiye alternatif,
demokratik bir Türkiye vizyonu, farklı kimliklere konuşma, tartışma,
katılım ve toplumsal ilişkileri değiştirme alanı yaratma amacında ol­
malı, dolayısıyla da farklı kimliklere toplumsal dönüşüm ve değişimin
nesneleri değil, aktif katılımcı özneleri olarak yaklaşmalıdır. Sati gele­
neğinden töre cinayetlerine, türban sorunundan katılım ve yönetime
ortak olma sorununa; demokratlık farklı olanı ötekileştirmek değil,
farklı olanı dinlemek, farklı olanla aynı mekanı kurucu ve aktif özne­
ler olarak paylaşmaktır.
Kür�s�ll�sm�nin N�vrotik Vatandaslar1

1 980'lerden bugüne yaşadığımız dünyayı tanımlayan toplumsal bir


gerçeklik var: küreselleşme. Küreselleşme, özünde, toplumsal bir
gerçekliği, yaşadığımız dünyanın son yıllarda geçirdiği değişim ve dö­
nüşümü simgeleyen bir kavram. Bu değişim ve dönüşümler üç ana ek­
sende hareket ediyorlar. Birincisi, küreselleşme süreçlerine gönderme
yapmadan, bugün bir ülkede (örneğin Türkiye'de) siyasi, ekonomik,
kültürel ve günlük yaşam alanlarında yaşanan değişimleri çözümle­
mek, bu değişimlerin yarattığı ya da derinleştirdiği sorunlara etkili çö­
züm önerileri geliştirmek pek olası değil. Artık, hem dünyaya hem de
topluma bakışımızı ulusal değil, küresel/bölgesel/ ulusal/yerel etkileşim
eksenine yerleştirmemiz gerekiyor. İkincisi, küreselleşme üzerine yapı­
lan tartışmalarda vurgulandığı gibi, küreselleşme belli alanlarda orta­
ya çıkan olumlu gelişmelerin yanı sıra, bugünkü haliyle dünyada yaşa­
nan sosyal adalet sorunlarının derinleşmesine, yaygınlaşmasına içsel,
yıkıcı, tahrip edici, dışlayıcı nitelikleri de olan bir süreç. Küreselleşme­
den konuşurken, hem dünya düzeyinde ülkeler ve bölgeler arasında,
hem de bir ülke, hatta bir şehir içinde zengin-fakir ayrımının giderek
derinleşmesinden, zengin ülkelerin, bölgelerin ve toplumsal kesimlerin
198 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

daha zenginleşirken, yoksul ülkelerin, bölgelerin ve kesimlerin daha da


yoksullaşmasından, açlık, fakirlik gibi sorunların dünyayı tehdit eden
"sistemsel bir sorun" konumuna gelmesinden konuşuyoruz. Üçüncü
olarak, küreselleşme dünyayı bir "risk dünyası" konumuna getiren ve
özellikle de küreselleşme süreçlerine eklemlenmiş gelişmiş ülkeleri ve
bölgeleri de bir "risk toplumu"na dönüştüren bir süreç. Özellikle Ku­
zey Amerika ve Avrupa'ya, dolayısıyla bugünün sanayi sonrası bilgi
toplumunu yaşadığı varsayılan toplumlara dönük yapılan çalışma ve
tartışmalarda, küreselleşen dünyada bu toplumların artık bir risk top­
lumuna dönüştüğü belirtiliyor. Dünyada devletler, toplumlar, kültürler
arası ilişkiler ve etkileşimler yaygınlaştıkça ve hızlandıkça, ki bu süre­
ce en genelde küreselleşme diyoruz, ortaya çıkan dayanışmanın değil
endişenin, geleceğe karşı güvenin değil riskin ve korkunun yaşamımızı
giderek belirlemesi oluyor. Küreselleşme, bu nedenle sadece sosyal
adalet sorunlarının derinleşmesinden değil, aynı zamanda risk toplu­
munun giderek yaygınlaşmasını, dolayısıyla da "risk dünyası "nın or­
taya çıkmasını simgeleyen bir süreç.

KÜRESELLEŞME - BİREY İLİŞKİSİ


Eğer küreselleşme bugün yaşanan toplumsal �eğişimi anlamamız için
anahtar bir kavramsa, ama aynı zamanda da sosyal adalet sorununu
derinleştiren ve risk toplumunu yaratan bir süreçse, yanıtlamamız gere­
ken temel sorulardan birisi de, bu sürecin nasıl bir toplumsal kimlik,
benlik ya da aktör yarattığıdır. Ne tür bir kimlik, benlik anlayışı küre­
selleşmenin taşıyıcı öznesi, aktörü olarak kuruluyor ya da varsayılıyor?
Bu soruya bugüne kadar küreselleşmenin egemen ideolojisi olan neoli­
beralizmin verdiği yanıt " birey" olmuştur. Küreselleşmeyi serbest paza­
rın evrenselleşmesi olarak tanımlayan bu ideoloji, hem küreselleşmenin
yarattığı değişimlerin, hem de bu değişimlerin ortaya çıkardığı sorunla­
rın birey temelinde çözümleneceğini öne sürmektedir. Bireyin özellikle
ekonomik yaşamdaki hareketinin önündeki engelleri kaldırmak, böyle­
ce bireyin özgürlük alanını genişletmek, hem modernleşmenin hem de
yaşanan sorunların çözümünün önkoşulu olarak görülmüştür. Bu bağ-
küreselleşmenin nevrotik vatandaşları 199

lamda, hem risk toplumunun hem de sosyal adalet sorununun çözümü


toplumsal benliği, toplumsal yaşamı birey temelinde kurmakta yatmak­
tadır. Bir insanın hem kendisinden farklı olanlarla, hem doğayla, hem
de kendisiyle siyasi, ekonomik, kültürel, yaşamsal, bedensel ve ahlaki
düzeylerde kurduğu ilişkiler birey temelinde olduğu sürece, küreselleşen
dünyaya uygun modern, demokratik, özgür toplumsal benlik de yara­
tılmış olacaktır. Neoliberalizme göre bu benlik, yani birey bugün yaşa­
nan sorunların da çözümü olacaktır. Örneğin birey kategorisinin yaşa­
dığımız Irak Savaşı'nın ve bu ülkenin işgalinin meşrulaştırılmasında
kullanıldığını görüyoruz. Savaş ve işgal, savaş yoluyla lrak'ta serbest
pazara ve bireye dayalı demokrasi yaratmak eylemi olarak tanımlanı­
yor. Savaş ve işgal böylece, lrak'ı modern dünyaya eklemleme ve lrak'lı­
yı da modern ve liberal bireye dönüştürme eylemi olarak meşrulaştırıl­
maya çalışılıyor. Benzer biçimde, Türkiye'de neoliberal ideoloji köylü
olanın bireye dönüştürülmesinin tarım sorununun, dinsel ya da etnik
kimliğin bireye dönüştürülmesinin de kimlik sorunlarının çözümü ol­
duğunu savunuyor. Aynı tür önerilerin, farklı ekonomik ve siyasi sorun­
ların çözümü olarak da yapıldığını biliyoruz.

KİM BU 'BİREY'?
Fakat ilginç olarak, neoliberalizm bireyi hem küreselleşmenin taşıyıcı
öznesi, hem de yaşanan sorunların çözümü olarak gündeme getirirken,
bu bireyin kim olduğunu, kendisiyle, çevresiyle, kendinden kültürel
olarak farklı olanlarla, doğayla, devletle, ekonomiyle nasıl bir ilişki bi­
çimi kurduğunu bize söylemiyor. Risk toplumunda ya da risk dünya­
sında bireyden konuşurken, nasıl bir toplumsal aktörden konuşuyo­
ruz? Vatandaşlık ve kimlik üzerine yazdığı kitaplarla bu alanın dünya­
da önemli isimlerinden olan, Kanada York Üniversitesi'nden Engin
Işın'ın "nevrotik vatandaş " "" çalışması, bu sorulara çok önemli bir ya­
nıt veriyor. lşın'a göre risk toplumunun bireyleri, kendileri ve çevrele­
riyle, korku, endişe ve güvensizlik temelinde ilişkiler kuran "nevrotik

(*) Engin F. lşın, "Neurotic Citizen", Citizemhip Studies, Rouıledge, Londra, Eylül 2004, c. 8, sa­
yı 3, s. 21 7-235.
200 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

vatandaş"lar. Yaşadıkları sorunlara, bu sorunların nasıl ortaya çıktığı


sorusunu sormadan ve bu sorunların toplumsal ve tarihsel niteliğini ir­
delemeden, bireysel düzeyde korku, endişe ve güvensizlik temelinde
yaklaşan ve çözüm arayan bir kimlikten konuşuyoruz, neoliberalizmin
önerdiği bireyden konuşurken. Neoliberalizmin bireyi toplumsallaşır­
ken korku, endişe ve güvensizlik temelinde hareket ediyor. Bu anlam­
da da, birey hem kişisel hem de toplumsal düzeyde nevrotik bir yapı­
ya sahip. Birey, toplumsallaşma ve siyasallaşma eksenlerinde ve top­
lumsal sorunlara yaklaşımında " nevrotik bir vatandaş" .
lşın'a göre, nevrotik vatandaş olarak bireyin korku, endişe ve
güvensizliğe dayalı hareket tarzını, toplumsal yaşamın altı önemli ala­
nında gözlemleyebiliyoruz: güvenlik, ekonomi, çevre, sağlık/beden,
ev/ülke, sınır. Nevrotik vatandaş olarak birey, güvenlik alanında, özel­
likle 1 1 Eylül sonrası dünyada, terörün nedenlerini araştırmak yerine
terör alarmlarıyla, kendisini dış dünyaya kapatarak korku ve endişe
içinde yaşıyor. Güvenlik alanı gibi, ev/ülke ve sınırlar üzerine geliştiri­
len söylem ve politikalar da korku ve endişe üzerine. Nevrotik vatan­
daşın kendi evini/ülkesini yabancıya ve kendinden farklı olana karşı
güvenli haline getirmesi gerekiyor. Bireyin ev anlayışı korku ve endişe­
ye dönük: kötü ve düşman dış dünyaya karşı korunması gereken bir
mekan. Bu da, hem ev/ülke kavramının sadece güvenlik ekseninde ta­
nımlanmasını, hem ev/ülke dışı alanın güvensiz ve düşman olarak kur­
gulanmasını gerekli kılıyor, hem de havaalanlarında insanların fişlen­
mesi, sınırların göçmenlere ve mültecilere kapatılması, v.b eylemleri
içeriyor. Ekonomik alanda da, nevrotik vatandaş benzer bir hareket
tarzı içinde: ekonomik süreçleri üretim, ekonomik sınıflar ve aktörler
içinde düşünmek yerine, güvensiz ve riskli bir mali hareket alanı ola­
rak tanımlıyor. Dolar hareketlerindeki risklere karşı korku ve endişe
içinde yaşıyor, yatırımlarını sepetlere ayrıştırarak koymasını isteyen
neoliberal ekonomi uzmanlarının telkinlerine kendini bırakıyor. Çev­
reyle ilişkisinde de, sorun çözücü aktif ve küresel dayanışmaya dönük
politikalar üretmek yerine, birey "yarından sonra" olabilecek doğa fe­
laketlerine karşı endişe içinde. Tüm doğayla ilişki doğa felaketlerine
küreselleşmenin nevrotik vatandaşları 201

dönük korku ve endişelere indirgenmiş durumda. Bu korku ve endişe


durumu, nevrotik vatandaş olarak bireyin kendi bedeniyle/sağlığıyla
ilişkisinde de ortaya çıkıyor. Bedenin güzel ve sağlıklı olması gerekiyor
Obezite ve çirkinleşme korku ve endişesi bireyin kendi bedeniyle iliş­
kisini belirliyor. Karşımızda, sürekli sağlıklı yaşamdan, zayıflamaktan,
güzel vücuda sahip olmaktan konuşan, genç yaşlanma üzerine kafa
yoran ve böylece kendi bedeniyle korku ve endişe ilişkisi içinde olan
nevrotik vatandaş birey var.
Bu anlamda, küreselleşmenin bireyi toplumsal ve siyasal bağ­
lamda nevrotik vatandaş: küreselleşmeyi, risk toplumunu, dolayısıyla
toplumsal yaşamı ve sorunları sorgulamak ve dönüştürmek yerine,
korku ve endişeyi içselleştirmiş bir benlik. Bu nedenle, küreselleşme ve
bu süreç içinde ortaya çıkan risklere ve sosyal adalet sorunlarına birey
temelinde değil, farklı bir çözüm önerisi getirmemiz gerekiyor. Bu çö­
zümün, sivil toplumu ve katılımcı demokrasiyi ön plana çıkartan aktif
ve sorumlu vatandaşlık anlayışında yattığını düşünüyorum. Bu düşün­
cemi, önümüzdeki sayfalarda açımlayacağım.
Dünyada ve Türkiye'de Sivil Toplum

ğer, daha önce de belirttiğim gibi, küreselleşme bugün yaşadığımız


E toplumsal değişimin tarihsel bağlamıysa, fakat bununla birlikte
taşıdığı sosyal adalet ve güvenlik sorunları temelinde de dönüştürül­
mesi ve demokratik olarak denetlenmesi gereken bir süreçse, bu dönü­
şümün ve denetimin sadece devlet ve siyasi aktörler yoluyla ve birey
temelli bir ideolojiyle gerçekleştirilemeyeceğini görmeliyiz. Bu dönü­
şüm ve denetim, aynı zamanda da (a) toplumsal sorunlara çözüm ara­
yan, (b) kamusal alanda bu sorunların demokratik tartışılmasını haya­
ta geçiren ve (c) bu yolla da demokratik bir toplum yaratma vizyonu
taşıyan aktif bir sivil toplumu da gerekli kılmaktadır. Sivil toplum bu­
günün risklerle dolu dünyasında demokratikleşmenin önemli aktörle­
rinden biridir; sosyal adalet sorunlarına çözümün tek değil ama önem­
li bir anahtar kavramıdır ve küreselleşme süreçlerinin eleştirel çözüm­
lenmesinin ve alternatif küreselleşme arayışlarının temel bir referans
noktasıdır. Bu nedenle 1 980'lerden bugüne toplumsal değişimin önem­
li ve çok tartışılan bir kavramı küreselleşmeyse, diğerinin de sivil top­
lum olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat sivil toplumun önemini vurgulamak, bu kavramı tartış-
204 tür'ı<iye'de demokratikleşme ve kimlik

mamak, eleştirmemek, eleştirel çözümleme sürecine sokmamak anla­


mına gelmemelidir. Aksine, sivil toplumu geliştirmek, belki de bu tar­
tışmayı yapmaya bağlıdır. Bu tartışma bugün yapılıyor. Son yıllarda si­
vil toplum üzerine yazılan kitap ve makaleleri okuduğumuz zaman, bu
tartışmanın ve eleştirel çözümlemenin yapıldığını görüyoruz. Örneğin,
Michael Edwards Sivil Toplum *" kitabına, "sivil toplum 2 1 . yüzyıl
içinde önemini giderek kaybeden klişe bir kavram mı olacaktır, yoksa
bu yüzyılda da demokratikleşmenin anahtar kavramlarından biri olma
özelliğini sürdürecektir? " sorusuyla başlıyor. Bu soruya yanıtı sivil
toplumun önemini vurgulamak olmakla birlikte, Edwards sivil toplu­
mun bugün ciddi sorunlar içerdiğini de söylüyor ve bugün yeni bir si­
vil toplum modeli geliştirmemiz gerektiğini belirtiyor (ki bu modeli
aşağıda Türkiye'de sivil toplumu tartışırken tartışacağım).
Bu sorunlar, sivil toplum örgütlerinin giderek finansal kaynak
arama peşinde olan, kapasite sorunlarına odaklanan ve örgütsel büyü­
meye giderek daha da önem veren profesyonel bir yapıya girmeleriyle
birlikte, üstlendikleri demokratikleşme sürecine katkıda bulunma ve
toplumsal sorunların/taleplerin kamusal tartışma alanını genişletme iş­
levlerini ikinci plana atmalarıyla ilişkili sorunlar. Bu sorunlar kendile­
rini, hem sivil toplum örgütlerinin (STÖ'ler) giderek eleştirdikleri sis­
temin bir parçası olma tehlikesi içinde, hem de kendi aralarındaki iliş­
kilerde dayanışmanın giderek azalmasında gösteriyorlar. Ama en
önemli sorun, sivil toplumun STÖ'ler temelinde örgütsel faaliyetleri
nicel olarak artarken, bu artışın nitel olmasını sağlayacak sivil toplum­
demokratikleşme ilişkisinin tam anlamda kurulamaması sorunu. Bu
nedenle de, eğer sivil toplum 2 1 . yüzyılın önemli ve anahtar kavram­
larından biri olacaksa, bu toplumu harekete geçiren STÖ'lerin de sa­
dece örgütsel sorunları çözme girişimde olmaması, aynı zamanda da
demokratikleşme ve demokratik toplum yaratma sürecine katkı verme
işlevleri üzerinde de yoğunlaşmaları gerekmektedir.

(*) Michael Edwards, Civil Society, Poliry Press, Maiden, Mass., 2004.
dünyada ve türkiye'de sivil toplum 205

TÜRKİYE'DE SİVİL TOPLUM


1 9 80'lerden bu yana, dünyadaki gelişime paralel olarak sivil toplu­
mun Türkiye'de de geliştiğini görüyoruz. Bu süreç içinde, STÖ'lerin
toplum içinde yaygınlaştığını, sayılarının giderek arttığını, sivil toplu­
mun öneminin artığını, sivil toplum söyleminin siyasi partiler, hatta
devlet aktörleri tarafından sürekli kullanıldığını görüyoruz. Bugün
1 50.000'e yakın STÖ'nün varolduğu hesaplanıyor. Bu sayı ağırlıklı
olarak STÖ'lerden oluşurken, hemşeri örgütleri, vakıflardan, meslek
odaları, düşünce kuruluşları da sivil toplum içinde yer alıyor. Bu nicel
artış, kendisini söylem düzeyinde de gösteriyor. Sivil toplum söylemi
bugün farklı aktörler tarafından, Türkiye'nin demokratikleşmesinin
önkoşulu olarak kullanılıyor. Tüm siyasi partiler kendilerini demokra­
sinin yanında gösterirken, sivil toplumun önemine referans veriyorlar.
Devlet aktörleri söylem düzeyinde hep sivil toplumun yanında. TÜSİ­
AD, MÜSİAD ve SİAD gibi ekonomik baskı grupları kendilerini sivil
toplum olarak topluma sunma girişimindeler, bu yolda faaliyetlerde
bulunuyorlar. Sivil toplum, söylem düzeyinde, devletin demokratikleş­
mesinin, güçlü ekonomi programlarının, Türkiye'nin AB'ye girme sü­
recinin önemli bir aktörü olarak tanımlanıyor.
Fakat, yine dünyaya paralel olarak, Türkiye'de sivil toplumun
ve STÖ'lerin ciddi sorunları var. Sivil toplumun nicel olarak toplum
içinde yaygınlaşmasının ve kendisine atfedilen söylemsel önemin nitel
bir yapıya dönüşmesi gerekiyor. Tabii ki, sivil toplumun nitel olarak
gelişmesini engelleyen sorunlar, Türkiye'deki devlet-merkezci siyasetle,
demokrasi eksiğiyle ve bu gelişmeyi engelleyici nitelikteki yasal düzen­
lemelerle ilgili. Sivil toplumu söylemsel düzeyde destekleyen devlet ak­
törleri ve siyasi partiler, bu önemin nitel bir yapıya dönüşmesi için kat­
kıda bulunmuyorlar; hatta bu aktörlerin sivil topluma genel yaklaşımı
geliştirici değil engelleyici nitelikte. Bununla birlikte, sivil toplumun
sorunlarını sivil topluma dışsal aktörlere referansla açıklamak ve tar­
tışmak sınırlı, dahası indirgemeci bir eğilim taşımaktadır. Yapılması
gereken sivil toplumu sorunlarıyla birlikte kendi içinde tartışmak, bu
sorunlara sivil toplum içinde çözümler üretmektir.
206 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

ÜÇ-BOYUTLU SİVİL TOPLUM MODELİ


Türkiye'de sivil toplum üzerine yaptığım araştırmalara ve okumalara
dayanarak, sivil toplumu üç-boyutlu düşünmemiz gerektiğini önermek
istiyorum. Michael Edwards'ın kavramsal dilini kullanarak bu boyut­
ları (a) örgütsel yaşam olarak sivil toplum, (b) demokratik toplum ola­
rak sivil toplum ve (c) kamusal alan olarak sivil toplum şeklinde ad­
landırabiliriz. Örgütsel yaşam sivil toplumun temel boyutudur ve fark­
lı alanlarda hareket eden STÖ'leri içermektedir. Demokratik toplum
olarak sivil toplumdan, STÖ'lerin demokratikleşme sürecine yaptığı
katkıyı anlıyoruz. Kamusal alan ise, sivil toplumla siyasi toplum ara­
sındaki demokratik tartışma alanıdır. STÖ'lerin toplumsal sorunla­
rın/taleplerin demokratik bir platformda tartışılmasına ve bu yolla da
siyasi topluma aktarılmasına verdiği katkı, sivil toplumun kamusal
alan olarak hareketini tanımlar. Bu boyutlar birbirleriyle ilişkilidir ve
sivil toplumun farklı işlevlerini tanımlarlar. Sivil toplum bu boyutları
beraber ve ilişkisel düşündüğü zaman ve bu boyutlardaki işlevlerini bir
bütün olarak gerçekleştirdiği zaman, nitel anlamda Türkiye'nin de­
mokratikleşmesi için önemli bir aktör olacaktır. Fakat bu gün Türki­
ye'de, STÖ'lerin örgütsel yaşama odaklandıklarını, tüm dikkatlerini
örgütsel ve finansal kapasite sorunlarını çözmeye verdiklerini, ama de­
mokratikleşme süreçlerine katkı ve kamusal tartışma alanını genişlet­
me işlevlerini gerçekleştirmede sınırlı kaldıklarını görüyoruz. Bu an­
lamda da, örgütsel yaşama verilen ağırlık arttıkça, hem STÖ'ler ara­
sındaki ilişkiler bozuluyor, hem STÖ'lerle devlet arasındaki ilişki so­
runlu hale geliyor, hem de STÖ'lerin toplumsal sorunların çözümü için
toplumu hareketlendirme, dolayısıyla da aktif ve sorumlu vatandaşlık
anlayışını toplum içinde yaygınlaştırma işlevinde zayıflama ortaya çı­
kıyor. Bu sorunların çözümü için de, ilk olarak, sivil toplumu kendi
içinde tartışmaya açmalıyız. Bu tartışma sivil toplum geliştirme süreci­
ne ciddi bir katkıda bulunacaktır.
AKP ve Katıllmcı Demokrasi

aşadığımız "hızlandırılmış tren faciası ", 3 Kasım'dan bugüne tek


Y parti iktidarı olarak Türkiye'yi yöneten AKP için, demokratik ve
sorumlu toplum yönetimi temelinde çok önemli bir sınavdı. Hızla de­
ğişen dünyada hızla değişen Türkiye'nin içinden geçtiği bu kritik dö­
nemde, hem Türkiye-AB ilişkileri temelinde yapılması gereken demok­
ratik reformlarda, hem yaşadığımız Irak sorununda Türkiye'nin sava­
şın ve işgalin dışında konumlandırılmasında, hem de Kıbrıs sorunun­
da izlediği aktif ve olumlu dış politika manevralarıyla önemli bir ba­
şarı elde etmiş olan AKP iktidarı, 36 kişinin boşu boşuna ölümüyle so­
nuçlanan tren kazasında, demokratik bir yönetimin bir gerekliliği olan
"yapılan eylemlerden topluma karşı sorumlu olma" ölçütünü yaşama
geçiremedi, girdiği sınavda ciddi bir başarısızlık yaşadı.

AKP VE TOPLUMA KARŞI SORUMLULUK


Bu başarısızlık, özünde çok ciddi bir "etik ve ahlaki sorun da" içeri­
yor. Topluma karşı sorumlu olma ölçütünden konuşurken, ölen in­
sanların, kaybolan yaşamların, yıkılan ailelerin olduğu bir durum­
dan konuşuyoruz. Ölüm siyasetin bitim noktasıdır. Bu anlamda, etik
2o8 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

ve ahlakın birincil referans noktamız olması geren bir durumla kar­


şı karşıya kalan AKP yönetimi, tren faciası karşısında hiç de etik ve
ahlaki bir konum almadı. Bu kaza, Türkiye'de yıllardır izlediğimiz,
yapılan eylemlerin sonuçlarına kaygısız siyasi parti olma anlayışının
devam ettiğini gösterdi. AKP yönetimi de eski siyasi partilerden fark­
lı olmadığını bizlere söylercesine, bu kazaya etik ve ahlaki düzeyi bi­
rincil plana almayan bir konumda, siyasi olarak yaklaştı. Bu da, 3
Kasım'la bittiğini düşündüğümüz eski siyaset anlayışının, siyaset
yapma zihniyetinin hala sürdüğünü bize gösterdi. İlginç ve paradok­
sal olarak da, bu eski, devlet-merkezci, topluma sorumlu olma ölçü­
tünü kaale almayan siyaset yapma zihniyetini öne sürme, AKP yöne­
timinin Türkiye'nin AB üyeliği için gerekli ciddi demokratikleşme re­
formlarını yaptığı bir dönemde yapıldı. Bu anlamda, yaşadığımız fa­
cia, toplumda AKP'ye karşı artan güveni ciddi bir şekilde sarsan bir
niteliktedir.
İkincisi, merkez sağ bir parti olduğunu söyleyen, muhafazakar
demokrasi söylemiyle siyasi merkezi yeniden kurma ve bu yolla da
Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkilerin demokratik bir tarzda dü­
zenleme iddiasında olan AKP yönetimi, demokrasinin topluma karşı
sorumlu olma ölçütünü kendisine uygulamayarak, sürekli olarak yine­
lediği Türkiye'yi demokratik temelde yönetmek iddiasında da ciddi bir
inandırıcılık sorunu yaşayacak. AKP'nin bu facia konusundaki tutu­
mu, kendisini tanımladığı muhafazakar demokrasi kimliğinin "muha­
fazakar" kısmında bir sorun olmadığını, ama demokrasi kısmında bir
sorun olduğunu topluma gösterdi. Eğer AKP topluma karşı sorumlu
olma ölçütünü yaşama geçirseydi ve faciaya karşı etik ve ahlaki bir po­
zisyon alsaydı, kendisinin demokrasiye bağlılık, demokratik olmak,
toplumla demokratik temelde bağ kurmak, toplumsal sorunlara/talep­
lere demokratik çözümler üretmek, v.b. iddiaları, toplumun farklı ke­
simleri içinde ciddi bir " inandırıcılık" kazanacaktı; ama AKP tersini
yaptı ve şimdi kendisinin demokrat kimliğiyle ilgili inandırıcılık soru­
nu yaşıyor.
akp ve katılımcı demokrasi 209

KATILIMCI DEMOKRASİ NİYE ÖNEMLİ?


Üçüncü olarak, uzmanların yaptıkları eleştiriler ve ikazlar ciddiye alın­
madan başlatılan hızlandırılmış tren seferlerinin yarattığı bu facia, ka­
tılımcı demol\rasinin etkili ve verimli toplum yönetimi için önemli ol­
duğunu bir kere daha bize gösterdi. Demokrasi üzerine yapılan ku­
ramsal ve ampirik çalışmalardan biliyoruz ki, bugün çok daha karma­
şık toplumsal sorunlar ve taleplerle karşı karşıyayız ve bu sorunların
ve taleplerin çözümü için katılımcı demokrasi çok önemli. Siyasi par­
tilerin tek başlarına toplumsal sorunları çözmeleri, toplumsal taleple­
re yanıt getirmeleri, yönettikleri toplumları dünyanın hızla değişen
uluslararası ilişkilerine hazırlamaları olanaklı değil. Siyasi partilerin
böyle bir kapasitesi yok. Bu nedenle de, sivil toplum örgütleri ve bu ör­
gütlerin çalıştıkları konular/sorunlar üzerine geliştirdikleri çözümle­
meler ve öneriler, siyasi partilere çok önemli katkılar sağlama potansi­
yeline sahip. Siyasi partiler ile sivil toplum arasında işbirliği iyi toplum
yönetiminin önkoşulu. Karar alma süreçlerini sivil topluma, farklı gö­
rüşlere ve bu görüşler tarafından üretilmiş bilgiye açan siyasi partile­
rin toplum yönetiminde başarılı olma şansı çok daha fazla. Bu anlam­
da, katılımcı demokrasi sadece toplum yönetimine meşruluk kazandı­
ran bir yönetim biçimi değil. Dolayısıyla karar alma süreçlerinin katı­
lımcılığa açılmasını, sadece alınan kararların meşruiyet kazanması
bağlamında düşünmemeliyiz. Aksine, katılımcı demokrasi, iyi, etkili,
verimli, sorumlu ve şeffaf toplum yönetimini sağlayan bir toplum yö­
netim tarzı. Katılımcı demokrasi, rasyonel ve meşru demokratik top­
lum yönetimi modeli.
3 Kasım gecesi seçim zaferi kutlanırken halka karşı yaptığı ko­
nuşmada AKP genel başkanı Erdoğan, altını çizerek, "AKP yönetimi­
nin katılımcı demokrasiyi yaşama geçirecek bir yönetim olacağını "
söyledi. Ama, tren faciasında, b u sözün tutulmadığını görüyoruz.
AKP'nin muhafazakar demokrasisi, uzmanların eleştirilerini ve ikazla­
rını hesaba katmayarak, katılımcı bir nitelikte olmadığını da söylemiş
oldu. Halbuki, AKP yönetimi bu eleştirileri ve ikazları hesaba katsay­
dı, dolayısıyla da hızlandırılmış tren seferlerinin başlatılmasıyla ilgili
210 türkiye'de demokratikleşme ve kimlik

kararı katılımcılığa açsaydı, bu facia önlenmiş olacaktı. Bu facianın


önlenmesi de, AKP'nin bugün yaşadığı etik ve ahlaki düzeyde, güven
ve inandırıcılık bağlamlarında sorunlu durumu ortaya çıkartmayacak­
tı. Bu nedenle de, AKP'nin bu faciadan çıkartması gereken en önemli
dersin, vermiş olduğu katılımcı demokrasiyi yaşama geçirme sözünü
tutması olduğunu düşünüyorum. AKP, katılımcı demokrasinin, yuka­
rıda belirttiğim gibi, sadece meşru değil aynı zamanda da iyi toplum
yönetiminin önkoşulu olduğunu hatırladığı sürece, Türkiye'yi iyi yö­
netecektir. AKP, karar alma süreçlerini farklı düşüncelere, yorumlara,
çözümlemelere ve eleştirilere açtığı sürece, meşru ve rasyonel bir mo­
deline sahip olacaktır.
Bu tür faciaların bir daha yaşanmaması, siyaset yapma zihniye­
timizi değiştirmeye bağlıdır. Katılımcı demokrasi temelinde yapılan si­
yaset, AKP'nin hem toplumun farklı kesimleriyle kurduğu bağlarda
güven ve inandırıcılık sorunu yaşamamasını, hem de Türkiye'yi verim­
li ve etkin yönetmesini olanaklı kılacaktır. Türkiye'nin sorunlarına si­
yasi çözümler getirmek durumundayız. Unutmayalım ki siyaset insan­
larla varolur, insanlarla yaşar. Ölümse siyasetin bitim noktasıdır.

TÜRKİYE' DE
iKTİDAR, MU HALEFET
VE SOSYAL DEMOKRASİ
Farkll "Sosyal-Liberal Sentezler"
ve Türkiye

3 Kasım seçimleri üzerine yapılmış kamuoyu yoklamalarına ve yo­


rumlara baktığımız zaman, kamusal ve akademik söylem içinde
iki saptama üzerine ortak bir uzlaşmanın olu�tuğunu görüyoruz. Bi­
rinci saptama, 3 Kasım seçimlerinin bir tasfiye seçimi olarak tanımlan­
masıdır. Seçmenin varolan koalisyon hükümetinin kurucuları DSP,
MHP ve ANAP'ı ülke barajının 2 ltına düşe..:ek kad.u cezalandırmakla
kalmayıp, muhalefet partileri olan DYP ve SP'ye de yönelmesi, 1 999
seçimlerinde parlamentoya giren tüm partilerin bu seçimde siyaset ala­
nından tasfiyesini ortaya çıkartmaktadır. İkinci saptama ise, 3 Kasım
seçiminin bir tepki seçimi olarak yorumlanmasıdır. Ayşe Kadıoğlu'nun
"siyasetle reklamın kesişme noktası" olarak tanımladığı Genç Par­
ti'nin barajı geçme olasılığı Türkiye'de varolan siyasi yapıya karşı ge­
lişen tepkinin en yalın tezahürünü ortaya koymaktadır. 3 Kasım seçim­
lerinin bir tasfiye ve tepki seçimi olduğu saptamaları doğrudur ve si­
yasi partilerle seçmen arasında son yıllarda giderek artan kopukluğu
ve bağlantısızlığı nitelemeleri bağlamında da önemli ve açıklayıcı sap­
tamalardır.
214 türkiye'de iktida r, muhalefet ve sosyal demokrasi

AKP VE CHP'NİN YÜKSELİŞİ VE KÜRESEL ÜÇÜNCÜ YOL


Bununla birlikte, tasfiye ve tepki saptamaları 3 Kasım seçimiyle ilgi­
li çok önemli bir olguyu açıklamada sınırlı kalmaktadırlar: AKP ve
CHP'nin seçimlerde birinci parti olma konumuna yükselişleri. Bu
yükselişin gerisinde yatan nedenlerin tasfiye ve tepki olgularıyla tam
olarak açıklanamayacağını ve dikkatimizi son yıllarda Türkiye'de
devlet-toplum ilişkilerini ciddi bir biçimde etkileyen siyasal ekono­
mik ve sosyolojik süreçler üzerinde yoğunlaştırmamız gerektiğini dü­
şünüyorum. Bu süreçler, (a) bir taraftan son yıllarda yaşanan küre­
selleşme süreçlerinin hem kurumsal hem de ideolojik düzeylerde Tür­
kiye toplumsal yaşamında yarattığı ciddi dönüşümleri, diğer taraftan
da ( b ) kimlik siyasetlerinden insan hakları ihlallerine, vatandaşlık so­
runlarından dağılım adaletsizliğine kadar geniş bir yelpazede devlet­
toplum ilişkilerinin her alanında hissettiğimiz "Türk modernite kri­
zi" olgusunu içermektedirler. Bu bağlamda AKP ve CHP'nin yükseli­
şini çözümlerken dikkate almamız gereken olgular, 1 991 'den başla­
yarak 19 Şubat kriziyle doruk noktasına ulaşan ekonomik kriz, son
yıllarda siyasi gündemin merkezine yerleşen Avrupa Birliği'ne enteg­
rasyon süreci ve Türk demokrasisinin yüzyüze kaldığı yönetim ve
meşruiyet krizidir.
Bu süreçler birbirleriyle bağlantılıdır, kurumsal ve yapısal nite­
likte (AB, IMF, Dünya Bankası ve demokratikleşme talepleri gibi) ha­
reket etmektedirler ve beraberce Türkiye'de devlet-toplum ilişkileri
üzerinde ciddi etkiler ve dönüşme zorunlulukları yaratmışlardır. Bu
dönüşme zorunlulukları üç-boyutlu bir niteliktedir: (a) güçlü/hantal
devletin etkinlik, şeffaflık, sorumluluk ve demokratiklik ilkeleri teme­
linde yeniden yapılanması; (b) serbest pazar ekonomisinin yeniden dü­
zenlenmesi ve (c) dağılım adaletinin yaratılması. Aynı zamanda, bu dö­
nüşüm zorunlulukları hem Türkiye-IMF ve Dünya Bankası ve Türki­
ye-AB ilişkilerinde ortaya çıkmakta, hem de Türkiye'de demokratik­
leşme taleplerinde dile getirilmektedirler. Bu dönüşüm talepleri bir bü­
tün olarak, bir taraftan "küresel üçüncü yol" dediğimiz siyasal söyle­
mi tanımlarken, diğer taraftan da bu söylemin temel hareket tarzını ni-
rarklı "sosyal-liberal sentezler" ve türkiye 215

teleyen ve Kemal Derviş'in Türkiye' de gündeme getirdiği "sosyal-libe­


ral sentez" olgusuna içerik kazandırmaktadır.
3 Kasım seçimlerinin tarihsel bağlamı, meslektaşım Ziya
Öniş'le birlikte "Türkiye'nin küresel üçüncü yolla geç kalmış yüzleş­
mesi" olarak nitelediğimiz süreçten soyutlanmamalıdır. Küresel üçün­
cü yolla yüzleşme, ekonomiz kriz-Avrupa entegrasyonu-yönetilebilir
demokrasi üçgeninin Türkiye'de devlet-toplum ilişkilerinin yeniden
yapılanması zorunluluğunu yaratmasını dile getirmekte ve kendisini
"sosyal-liberal sentez" olarak tanımlamaktadır. AKP ve CHP kendile­
rini, hem parti programları, hem seçim söylemleri, hem de toplumsal
destekleri içinde, diğer partilerden farklı olarak, yukarıda kısaca be­
timlediğim dönüşüm zorunluluklarına güçlü ve inandırıcı yanıtlar ola­
rak tanımlamaktadırlar ve bu temelde seçmenle ilişkiye girmektedirler.
Başarılarının sırrı hem bu noktada yatmaktadır, hem de diğer partiler­
den farklı olarak kendilerine iş dünyası ve sivil toplum içinde ciddi ku­
rumsal ve toplumsal destek bulmalarında yatmaktadır.

İKİ FARKLI SOSYAL-LİBERAL SENTEZ


3 Kasım seçimi bir tasfiye-tepki seçimi olmakla birlikte, özünde "eko­
nomi" olan bir seçimdir ve bu anlamda da oylanacak olan en temelde,
küresel üçüncü yolun Türkiye'de nasıl gelişeceği ve yerleşeceğidir. Bu
noktada, AKP ve CHP benzer bir niteliktedirler ve aynı ortak zemin­
de hareket etmektedirler. AKP ve CHP arasındaki farklılık global
üçüncü yolun tanınmasında ve benimsenmesinde ortaya çıkmamakta­
dır. Farklılık üçüncü yolun Türkiye'de nasıl ve hangi temelde gelişece­
ği sorularıyla ilişkilidir. CHP ve özelde Kemal Derviş, özellikle Dünya
Bankası ve AB'de dile getirilen, " sosyal-liberal sentez" kavramını te­
mel almakta, etkin devlet ve düzenlenmiş serbest piyasa ekseninde fi­
nansal istikrara ağırlık vermekte ve makroekonomik istikrarın ekono­
mik büyümeyi yaratacağını varsaymaktadır. Bu anlamda, hem AB en­
tegrasyonunu desteklemekte, hem de IMF istikrar programını sahip­
lenmektedirler.. Bu temelde de, CHP, TÜSİAD ve bazı SİAD'lardan ve
sivil toplum örgütlerinden kurumsal destek bulmakta ve sosyal de-
216 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

mokrat seçmen tabanını tekrar kazanmaktadır. CHP dağılım adalet­


sizliği sorununu vurgulayarak sosyal adaletçi bir hareket tarzına sa­
hiptir. Fakat, bu noktada CHP'nin ve Kemal Derviş'in temel sorunu
ortaya çıkmaktadır. Dağılım adaletsizliğini hem makroekonomik istik­
rar olgusu karşısında ikincil görmesi, hem de dağılım adaletsizliğinin
içsel "kimlik ve tanınma" sorunlarını tamamen gözardı etmesi yüzün­
den, CHP ve Kemal Derviş toplumun belli kesimleri içinde bir meşru­
iyet sorunuyla karşı karşıyadır.
AKP küresel üçüncü yola içsel hareket tarzı içinde bu kesimle­
re, dolayısıyla KOBİ'ler dediğimiz üretim sektörüne, MÜSİAD ve bel­
li bölgesel ve şehirsel SİAD'lar tarafından temsil edilen toplumsal ke­
simlere, İslami kimliğe ve muhafazakar seçmen tabanına seslenmekte
ve bu temelde güçlenmektedir. AKP etkin devlet yanında bu kesimlere
karşı "şefkatli devleti" savunmakta, finans sektöründen daha önce
"üretim sektörü"nün temsilcisi olma rolünü oynamakta ve dağılım
adaletini hem ekonomik hem de "kimlik/tanınma" sorunları temelin­
de görmektedir. Bu anlamda, AKP global üçüncü yolun gelişme biçi­
minin, ezilenlere şefkatli olan bir kalkınmacı devlet, düzenlenmiş bir
serbest piyasa ve İslami referanslı bir adalet ekseninde hareket eden
"toplulukçu (muhafazakiir)-liberal sentez" olması gerektiğini savun­
maktadır. Bu temelde AKP, CHP'den ayrılmakta ve güç ve toplumsal
destek kazanmaktadır.
3 Kasım seçimlerinde kimin birinci parti olacağını, sosyal-libe­
ral sentez ile toplulukçu (muhafazakar)-liberal sentez arasında yapıla­
cak tercih belirleyecektir. Bu tercih, aynı zamanda, 4 Kasım'dan itiba­
ren küresel üçüncü yolun Türkiye'de gelişme ve yerleşme biçimini de
belirleyecektir. Üzücü olan, seçimlere hem Türkiye'nin global üçüncü
yolla geç kalmış yüzleşmesini ciddiye alan, hem de bu yüzleşmeye cid­
di bir alternatif yaratacak "demokrat sol sentez" siz gitmemizdir.
Muhafazakar-Liberal Sentez,
Demokratikleşme ve AKP

1 9 Kasım 2002'de Bakanlar Kumlu'nun ilk toplantısıyla Türki­


ye'nin AKP'nin tek başına iktidarı içinde yönetileceği dönem
başladı. Yönetim kadrosu çoğunlukla eski ANAP, DYP ve RP'de ye­
ralmış isimlerden oluşmuş olsa bile, AKP yaşadığımız ciddi sorunlara
çözüm bulma iddiasında olan bir parti, siyasi aktörler arasında bir 'uz­
laşma kültürü' kurmayı amaçladığını söylüyor ve devlet-toplum ilişki­
lerini hizmet temelli ve demokratik bir düzenleme tarzında yeniden
kuracağını öne sürüyor. 1 990'lı yıllar Türkiye'sinin toplumsal sorun­
lardan kopuk, değişime kapalı, sürekli istikrar adına demokratikleş­
meyi erteleyen ve toplumsal taleplere yanıt veremeyen devlet-merkez­
ci siyaset anlayışına karşı, AKP'nin yönetim anlayışı yeni bir dönemin
başlangıcını simgeliyor. AKP'nin seçim programı, Acil Eylem Planı ve
Hükümet Programı dikkatlice okunursa, bu yönetim anlayışının temel
mantığının ve amacının, siyasi merkezi yeniden inşa etmek, böylece de,
1 990'lı yıllarda Türkiye'de devlet ve devlet-merkezci siyasetle değişen
ve farklılaşan toplum arasında oluşan " boşluğun" doldurulması ve
"kopukluğun" tamir edilmesi olduğunu görüyoruz.
Seçim sonuçları ve bu sonuçlar üzerine yapılan araştırmalar
218 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

göstermektedir ki, AKP'nin başarısı, partinin söylemi ve programıyla,


siyasi merkezi yeniden inşa ederek devlet-toplum ilişkilerini düzeltmek
ve hizmet yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulmak iddiasıyla bağ­
lantılıdır. Bu temelde, ki bu temel özünde ekonomik sorunlarla ilişki­
lidir, AKP diğer partilerden farklı olarak, toplumsal katmanlar ve sı­
nıflarla "organik bir bağ" kurmayı başarmıştır. Çevresel referansları
içermekle birlikte, AKP 3 Kasım seçiminin temelinin ideoloji değil eko­
nomi olduğunu kavrayarak, kendisini topluma İslamcı ya da çevreyle
sınırlı bir parti olarak sunmamıştır. Aksine AKP kendisini merkez-sağ
bir parti olarak tanımlamış ve bu temelde topluma " Hey Sen" çağrısı­
nı yapmıştır. Bu çağrıya da kendisini tek başına iktidar yapacak kadar
yanıt bulmuştur. Bu yanıt sadece çevreden değil, merkezden de gelmiş­
tir. Bu bağlamda da, AKP'yi çözümlerken, merkez-çevre yaklaşımın­
dan farklı bir yöntem izlememiz, AKP'nin "Hey Sen" çağrısının niteli­
ğini ve içerdiği ögeleri çözümlememiz gerektiğini düşünüyorum. Bu
çözümleme bize hem AKP'nin toplum yönetimine anlam veren Acil
Eylem Planı'nı ve Hükümet Programı'nı, hem de bu yönetimin demok­
rasiyle olana ilişkisini siyasi kutuplaşmalar ve ideolojik önyargıların
gerisinde bir alanda tartışma olanağını verecektir.

MUHAFAZAKAR-LİBERAL SENTEZ VE AKP


AKP'nin toplumla kurduğu organik bağ, birincil düzeyde ekonomi te­
melinde, ikincil düzeyde kimlik/tanınma siyaseti temelinde kurulmuş
bir bağdır. Bu bağ kurulurken AKP'nin topluma yaptığı "Hey Sen"
çağrısı genelden somuta doğru hareket eden üç-boyutlu bir söylemi
içermektedir. En genelde, "Hey Sen" çağrısı devlet ile toplum arasın­
daki kopukluğu simgeleyen siyasi merkezin çöktüğünü ve siyasetin
toplumsal sorunlara ve taleplere yanıt verebilecek bir yapıya dönüştü­
rülme gereksinimini dile getirmektedir. Diğer bir deyişle, "Hey Sen"
çağrısıyla değişim olgusunun önemi vurgulanmaktadır ve AKP'nin kü­
reselleşmeye olumlu bakan, Avrupa Birliği normlarıyla uyumlu, IMF
ile müzakere sürecinde güçlü ve sorun çözücü bir siyaset anlayışıyla
Türkiye'yi yöneteceği söylenmektedir. Bu genel düzeyde, AKP siyasi
muhafazakar-liberal sentez, demokratikleşme ve akp 219

merkezi yeniden inşa etme iddiasında olan bir "merkez sağ parti" kim­
liğindedir. Daha somut düzeydeyse, "Hey Sen" çağrısı ekonomik so­
runların siyasal ve kültürel sorunlara karşı birincil önemini dile geti­
rirken, bu sorunların çözümünün sadece "finansal istikrar ve güven"
temelinde değil, daha da önemli olarak " üretim ve sosyal adalet" te­
melinde de aranması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda da,
AKP dinsel inançlara ve özgürlüklere duyarlı bir İslamcı parti olarak
temelde değil, ekonomik sorunları çözme iddiasında olan bir "merkez
sağ parti" olarak kendisini tanımlamaktadır. AKP'nin siyasi merkezi
yeniden inşa etme eylemi kültürel/dinsel değil, ekonomi temelinde ola­
caktır. Bu temelde dile getirilen "Hey Sen" çağrısı işsizlik, yoksulluk ve
ekonomik durgunluk gibi sorunları çözme iddiasındadır ve toplumla
küçük ve orta ölçekli sermaye sınıfından işsiz ve yoksullara kadar ge­
niş bir yelpazede organik bir bağ kurmayı başarmıştır. En somut dü­
zeydeyse, "Hey Sen" çağrısı, hem AKP'nin ekonomi yönetimini tanım­
layan, hem de AKP'yi CHP ve diğer sağ partilerden ayrıştıran bir
"ekonomik modeli " dile getirmektedir. Radikal İki de seçim sonuçla­
'

rıyla ilgili çıkan yazılarımda bu modeli " muhafazakar-liberal sentez"


olarak tanımladım. Hemen söylemeliyiz ki, muhafazakar-liberal sen­
tezden konuşmak, hem yaşadığımız ekonomik sorunlara çözüm ola­
cak, hem de Türkiye'nin küresel ekonomiyle entegrasyonunu düzenle­
yecek bir "ekonomi yönetimi modeli"nden konuşmaktır.
Bu model üç-bacaklı bir hareket tarzına sahiptir. Üretim sektö­
rüne önem vererek ekonomide canlanmayı sağlama amacında olan
"etkin ve kalkınmacı devlet", itici gücü emeğe değil, serbest pazar ve
"sermaye"ye dayalı piyasa ekonomisi ve yoksulluk sorunlarını çöze­
cek bir "sosyal adalet" anlayışı. Muhafazakar-liberal sentez yoluyla
ekonomik sorunları çözme iddiası, AKP'nin "Hey Sen" çağrısının ve
toplumla kurduğu organik bağın en somut ve en güçlü boyutunu oluş­
turmaktadır. Bu anlamda, AKP liberaldir, çünkü temeli serbest pazar,
itici gücü sermaye olan bir modelle ekonomi yönetimine soyunmak id­
diasındadır. AKP, etkin ve kalkınmacı devletin, ağırlıklı olarak üretim
sektöründe yeralan küçük ve orta ölçekli sermaye sınıfınına vereceği
220 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

katkının, istihdam yaratacağını ve ekonomiyi canlandıracağını düşün­


mektedir. AKP muhafazakardır, çünkü emek-sermaye ilişkisini "sendi­
kal ve sosyal güvence hakları içinde" değil, dinsel, aile ya da gelenek
temelli kültürel kodları yoluyla düzenlemeyi amaçlamaktadır. Böylece
de, ekonomi dediğimiz olgu sınıfsal ya da bireysel değil, hizmet ve üye­
liğe dayalı organik bir bütünlük olarak tanımlanmakta, sermaye-emek
ilişkisi de kültürel temelde düzenlenmektedir. Bu bağlamda en çarpıcı
olan, muhafazakar-liberal sentezin emek gücünü tanımlama tarzıdır.
Ne AKP'nin istihdam yaratma ve ekonomik canlanmayı sağlamada iti­
ci güç olarak gördüğü küçük ve orta ölçekli sermaye, ne de bu serma­
yenin kurumsal örgütlenmesini oluşturan MÜSİAD ve şehirsel ve böl­
gesel SİAD'lar için emek gücü, sınıfsal ya da bireysel düzeyde sendikal
ve sosyal güvence haklarına sahip bir toplumsal katman olarak değil,
ekonomi içinde organik bütünlüğe (topluluğa) "hizmet veren bir üye"
olarak tanımlanmaktadır.

MUHAFAZAKAR-LİBERAL SENTEZ VE DEMOKRATİKLEŞME


Manuel Castells neoliberal küreselleşmeyi eleştirdiği Küresel Ekonomi
adlı çalışmasında, çok önemli bir saptamada bulunur: "devletler eko­
nomilerin değil toplumların ifade biçimleri ve ,yönetim aygıtlarıdır".
AKP'nin muhafazakar-liberal sentez yoluyla toplumla kurmuş olduğu
organik bağ ve toplum yönetimi için hazırlamış olduğu Acil Eylem Pla­
nı ve Hükümet Programı çok büyük ölçüde ekonomi temelindedir. Da­
ha da önemlisi, bugün için AKP toplumun değil, ekonominin bir ifa­
desi ve yönetim aygıtıdır. Bu bağlamda da, yine bugün için AKP'nin
muhafazakar-liberal sentez yoluyla ekonomiyi etkili ve verimli yönete­
rek siyasal merkezi yeniden inşa etmeyi amaçlayan bir parti olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Türkiye'nin yaşadığı ekonomik krizin ciddiliği
ve derinliği içinde, bu durum çok doğaldır. Toplumun AKP'den bek­
lentisi, işsizlik, yoksulluk ve ekonomik küçülme sorunlarına etkili ve
kalıcı çözümler bulmasıdır. Fakat şu noktanın da hemen altını çizme­
liyiz; ekonomik sorunlara çözüm bulma ile demokratikleşme arasında
bir nedensellik ve eşanlamlılık ilişkisi yoktur. AKP ekonominin ifadesi
muhafazakar-liberal sentez, demokratikleşme ve akp 221

ve yönetim aygıtı olmaktan toplumun ifadesi ve yönetim aygıtı olma­


ya doğru ilerledikçe, kendisinin Türkiye'nin demokratikleşmesine kat­
kı derecesi ve payı ortaya çıkacaktır. Çünkü biliyoruz ki, demokratik­
leşme süreci içinde özgürlükler alanı inanç özgürlüğüyle, "hak politi­
kası"nın alanı bireysel haklarla, sivil toplum yoluyla yönetime katılım
olgusunun alanı da ekonomik baskı gruplarıyla sınırlı değildir, olma­
malıdır da.
AKP özgürlükler, haklar ve katılım alanlarını genişlettiği ve bu
temelde devlet-toplum ilişkilerini seküler ve demokratik bir tarzda dü­
zenlediği sürece, muhafazakar-liberal sentez demokrat bir nitelik kaza­
nacaktır. Diğer bir deyişle, muhafazakar-liberal sentezin demokratik
bir nitelik kazanması, AKP'nin bugün toplumla ku;duğu ekonomi te­
,
melli organik bağı özgürlükler, haklar ve yönetime katılım alanlarını
genişleterek demokrasi temelli bir organik bağa dönüştürme olasılığı
ve niyetiyle ilişkilidir. 1 983'te tek başına iktidara gelen ve toplumla
ekonomik temelde organik bir bağ oluşturmuş Özalizmin ve ANAP
deneyiminin demokratikleşme bağlamında taşıdığı eksiklik ve niyetsiz­
lik ve bu durumun Türkiye için yarattığı sonuçlar bize hem serbest pa­
zar ekonomisi ile demokratikleşme arasında bir eşanlamlılık ve neden­
sellik ilişkisi olmadığını, hem de AKP'nin muhafazakar-liberal sentezi­
ne hemen demokratlık sıfatı ekleme eğiliminin aceleci ve sorunlu bir
yaklaşım olduğunu göstermektedir. AKP'nin demokratlığı toplum yö­
netimi içinde kullanacağı politikalarda, siyasalarda ve söylemlerde or­
taya çıkacaktır.
3 Kasım, AKP ve
Muhafazakar-Liberal Sentez

3 Kasım 2002'de yapılan genel seçim sonuçlarını siyasi bir deprem


olarak nitelemek, kanımca yalnış olmaz. Bir taraftan 1 999 genel
seçiminde % 1 0 ülke barajını aşan beş partinin tümünün meclis dışına
itilmesi, diğer taraftan da AKP'nin % 34.2'lik bir oyla ve seçim siste­
mimizdeki anti-demokratik ülke baraj ının yardımıyla parlamentonun
%66'sına sahip olacak bir ezici çoğunlukla tek parti iktidarını kurma
başarısı, 3 Kasım'ı siyasi tarihimizin en önemli günlerinden birisi ko­
numuna getirdi. Ekonomik kriz sürecinde Arjantin'de yaşanan sosyal
patlama, aynı şiddette Türkiye'de 3 Kasım'da yaşandı. 3 Kasım'da,
toplumdan kopuk, toplumsal sorunlara yanıt veremeyen, rant ekono­
misini ve popülizmi kendi tanımlayıcı ögeleri yapmış, siyaseti kapalı
kapılar arkasında ve dar alanda kısa paslaşmalara indirgemiş ve lider­
lik sultası içinde lidere yakın olmayı temsil ettikleri katmanların söz­
cüsü olmaya yeğleyen bir insan grubunun oluşturduğu siyasi partilerin
toptan tasfiyesini yaşadık. Böylece, 4 Kasım sabahından itibaren, Tür­
kiye sadece iki partinin parlamentoyu oluşturduğu, AKP'nin tek parti
iktidarı ve CHP'nin tek parti muhalefeti olduğu yeni bir döneme gir­
di. 3 Kasım seçimini nasıl çözümlemeliyiz ve bu seçimin galibi AKP'yi
224 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

nasıl tanımlamalıyız? Bu sorulara yanıt ararken, ilk önce 3 Kasım ge­


nel seçiminin kendine özgün niteliğinin vurgulanmasının, seçim sonuç­
larını ve seçimin galibi AKP'yi doğru değerlendirmemiz açısından fay­
dalı ve önemli olduğunu düşünüyorum.

3 KASIM VE TÜRKİYE
Hemen altını çizmemiz gerekir ki, 3 Kasım 2002'de yapılan genel se­
çim, 1 995 ve 1 999 genel seçimlerden iki-boyutlu ciddi bir farklılaşma
gösteren ve bu anlamda kendine özgün bir nitelik taşıyan bir seçimdi.
1 994 yerel seçimlerinde sonra yapılan 1 995 genel seçimi ve 28 Şubat
süreci içinde yapılan 1 999 genel seçimi, Türkiye'de İslam'ın yükselişi,
Refah Partisi olgusunda yoğunlaşan siyasal İslam sorunu, Güneydoğu
ya da Kürt sorunu, etnik terör ve Abdullah Öcalan'ın yakalanması ola­
yı, v.b. sorunların tartışıldığı "ideoloji zemini"nde yapılan seçimlerdi.
Bu anlamda, istikrar, normalleşme, rejimi koruma, devlet egemenliği,
laiklik gibi ideoloj i temelli referanslar bu seçimlerin temelini oluştur­
muştu. Tercih ve oy verme, büyük ölçüde ve ağırlıklı olarak, ideoloji te­
melinde yapıldı. 1 995 ve 1999 seçimlerinin aksine, 3 Kasım seçimi te­
melinde "ekonomi" olan bir seçimdi. Tarihinin en derin ekonomik kri­
zinden geçen, ekonomisi ciddi bir biçimde küçülmüş ve ciddi bir işsiz­
lik ve yoksulluk sorunuyla yüzleşen Türkiye' de, 3 Kasım seçiminde ya­
pılan parti tercihi ve oyverme ekonomik sorunların kaynağı olan parti­
lere tepki, bu sorunları çözme iddiasında bulunan partileri deneme te­
melinde oluştu. Sonuçta, belli bir ekonomik program temelinde top­
lumla bağ kuran iki parti parlamentoya girme hakkını kazanırken, bu
partilerden AKP herkesin beklediğinden çok daha fazla oy alarak tek
başına iktidar oldu. 3 Kasım genel seçimini 1 995 ve 1 999 seçimlerin­
den ayıran ikinci boyut, seçimlerde önemli rol oynayan "aktörler"le
ilişkilidir. 1 995 ve 1 999 seçimlerinin aktörleri sadece siyasi partilerken,
3 Kasım seçimi Türkiye'de siyasi partiler kadar, AB ve IMF gibi "ulus
devlet-üstü aktörler" in ve TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD, SİAD'lar ve sivil
toplum örgütleri gibi "ulus devlet-altı aktörler"in de önemli olduğu bir
seçimdi. Seçimde başarılı olan AKP ve CHP bu örgütlerin siyaset, eko-
3 kasım, akp ve muhafazakar-liberal senıez 22 5

nomi ve demokrasiyle ilişkili söylemlerini kendi seçim programlarında


kullandılar ve bu partiler söylemsel düzeyde bu örgütler tarafından des­
3
teklendiler. Bu anlamda, Kasım seçiminin, özünde ekonomi temelli,
dolayısıyla ideolojinin ikinci plana düştüğü ve siyasi partilerin toplum­
la organik bir bağ kurmalarında global ve sivil toplum aktörlerini de
hesaba katmaları gerektiği bir seçim olduğunu vurgulamalıyız. Bu sap­
tamanın, hem "AKP'yi nasıl tanımlamamız gerekir? " sorusuna verece­
ğimiz yanıt bağlamında, hem CHP'nin % 1 9.2 oy almasına rağmen se­
çimden başarısız çıkmasını anlamamıza, hem de diğer partiler temelin­
3
de Kasım'ın niçin bir tepki ve tasfiye seçimi olduğunu görmemize kat­
kıda bulunacağını düşünüyorum. Bu saptama ışığında, ilk ö'nce Ka­ 3
sım seçiminin tepki ve tasfiye niteliğine bakalım.

SİVİL TASFİYE VE TEPKİ


3 Kasım seçimleri, tarihte ancak askeri darbeler yoluyla gerçekleştiril­
miş bir olgunun, demokratik bir biçimde seçim yoluyla gerçekleşmesi­
ni ortaya çıkartmıştır: parlamentoyu oluşturan tüm partilerin tasfiye­
si. 57. koalisyon hükümetini kuran DSP, MHP ve ANAP gibi, DYP ve
SP'nin de baraj altında kalarak parlamento dışına atılması çok güçlü
bir tepki ve sivil tasfiyeyi gündeme getirmiştir. Fakat en az bu tasfiye
kadar önemli olan iki önemli gelişmenin de altını çizmemiz gerekmek­
tedir. Birincisi, bu seçimle SP ile birlikte Milli Görüş hareketinin uzun
yıllardır liderliğini ve öncülüğünü yapan, Türkiye'yi 28 Şubat sürecine
götürmede çok önemli bir rol oynamış Necmettin Erbakan ve onun
simgesinde hareket eden siyasal İslam da tasfiye olmuştur. İkincisi,
DSP'yi bölerek kurulan, içinde Hüsamettin Özkan gibi halkın sorun­
larıyla hiç ilgilenmeyen fakat siyaset yapmayı kapalı kapılar arkasın­
daki ittifak yapmaya indirgeyen bir anlayışı barındıran Yeni Türkiye
Hareketi de, başkanı İsmail Cem'le birlikte tasfiye olmuştur. Bu an­
lamda sivil tasfiye, Türkiye'de 1 990'1ı yılları simgeleyen ideolojik, ta­
li-kutuplaşmalara dayalı, devletçi, toplumsal sorunlara ve taleplere ya­
nıt vermeyen ve parti ve kişisel iktidar olgularını önplana çıkartmış ha­
kim siyaset anlayışının topyekun tasfiyesidir. Üzerinde çok tartışma-
226 türkiye'de iktidar, muhaıeret ve sosyal demokrasi

mız gereken Genç Parti'nin % 7.2'lik bir oy oranına sahip olması da,
bu siyaset anlayışına eşitsizlik, ötekileştirme ve yoksulluk sorunları te­
melinde gelişen "nihilist tepki "nin bir sonucudur.

SOSYAL-LİBERAL SENTEZİN BAŞARISIZLIGI


3 Kasım seçimi sivil tasfiye kadar, sosyal demokrat ve özgürlükçü sol
söylemler üzerinde hareket eden "Türkiye solu"nun da başarısızlığı ve
yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Hem 1 999 hem de özellikle özü ekonomi
ve temel referansları işsizlik, yoksulluk ve sosyal adalet olan bu seçim­
lerde, ÖDP'nin aldığı %0,3'lük oy oranı üzücü ve düşündürücüdür. 4
Kasım ve sonrası Türkiye'nin yeniden yapılanma sürecinin ekonomik
kalkınma-demokratikleşme ekseninde olacağı gerçeği, etkin ve top­
lumsal sorunlara çözüm olucu bir sol s_öyleme gereksinim yarattığı gi­
bi, bu söylemin nasıl kurulmasl gerektiği sorusunu da kapsamlı ve
üretken bir biçimde tartışmamız gereken çok ciddi bir soru olarak
önümüze koymuştur. Aynı zamanda da, hem küresel aktörlerin, hem
medyanın hem de ekonomik baskı gruplarının desteğini alan CHP'nin
aldığı seçim sonucunu, niceliksel bir başarı, fakat niteliksel bir başarı­
sızlık olarak kabul etmeliyiz. Ana muhalefet partisi konumuna yükse­
len CHP ve Kemal Derviş'in sosyal-liberal sentez temelli ekonomik
programı seçimleri kaybetmiştir. Bu kaybetmenin temel nedeni, İdris
Küçükömer'in yıllarca önce yaptığı "Türkiye'de sağ partiler sol gibi,
sol partiler sağ gibi davranmaktadır" saptamasında aranmalıdır. Bu
seçimlerde tasfiye olan hakim siyaset anlayışını temsil eden Deniz Bay­
kal faktörünün yarattığı olumsuzluk yanında, CHP'nin başarısızlığı
partinin (yeni) sağ bir parti gibi davranmasında ve böylece toplumsal
adalet sorunlarını dinlemeden sosyal-liberal sentezi körükörüne sa­
vunmasında aranmalıdır. Ne üretim sektörünün sorunlarına, ne de iş­
sizlik, yoksulluk ve sosyal adalet gibi reel toplumsal sorunlara somut
çözüm önerileri geliştiren CHP, Türkiye'de sosyal demokrasi söylemi­
nin merkezci ve devletçi niteliğini korumaya çalışırken, toplumsal so­
runlara yanıt olmaktan çok uzak ve toplumsal katmanlardan çok ko­
puk bir yapıda seçime girmiş ve sonuçta AKP'ye karşı kaybetmiştir.
J kasım, akp ve muhafazakilr·liberal sentez 227

AKP VE MUHAFAZAKAR-LİBERAL SENTEZİN BAŞARISI


AKP'nin seçim zaferini nasıl değerlendirmeliyiz? Diğer bir deyişle, 4
Kasım ve sonrası dönem nasıl bir Türkiye yaratacak ? AKP'nin tek par­
ti iktidarını yaratan seçim zaferini, hem 1990'lı yılların sonunda dibe
vuran halktan kopuk eski siyaset anlayışının tasfiyesi, hem de belli be­
lirsizlikleri içinde taşıyan yeni bir dönemin Türkiye' de başlaması teme­
linde görmeliyiz. Eski ölürken Türkiye için yeniyi temsil eden AKP di­
ğer partilerden kendisini üç yolla ayrıştırdı: (a) DSP, MHP, ANAP,
DYP gibi partilere karşı kendisini hizmet sunan ve çözüm üretici bir
parti olarak tanımlayarak; (b) SP ve Erbakan'ın temsil ettiği siyasal İs­
lam'a karşı kendisini merkezin yeniden yapılanmasını amaçlayan mu­
hafazakar-demokrat bir parti olarak sunarak ve (c) CHP'ye karşı ken­
disini serbest pazarla muhafazakar değerleri birleştiren ve devleti sade­
ce etkin değil aynı zamanda kalkınmacı ve sosyal adaletçi gören mu­
hafazakar (toplulukçu)-liberal senteze dayalı bir toplum vizyonuna sa­
hip bir parti olarak niteleyerek. Bu üçlü ayrıştırma ve buna verilen top­
lumsal ve kurumsal destek AKP'nin seçim başarısının temelidir. Bu an­
lamda, AKP'nin zaferi, siyasal İslam'ın ya da İslamcı bir partinin zafe­
ri değildir. Aksine, İslami referansları olan, merkezi yeniden kurmayı
amaçlayan ve muhafazakar-liberal senteze dayalı toplum vizyonunun
başarısı olarak görülmelidir. Muhafaz<rkar-liberal sentez, hem serbest
pazara dayalı piyasa ekonomisini dinsel, ailesel ya da geleneksel değer­
lerle birleştiren, hem de devletin etkin ve şeffaf olması kadar, toplum­
daki gelir dağılımıyla ilgili sorunlara da yanıt verecek şefkatli ve kal­
kınmacı bir niteliğinin de olması gerektiğini vurgulayan bir "ekonomi
yönetimi modeli" dir.
CHP'den farklı olarak, AKP ekonomik küçülme, işsizlik ve
yoksulluk gibi sorunları, sadece finans sektörüne değil üretim sektörü­
ne de ağırlık vererek ve devleti etkin ve sosyal adaletçi bir yapıya dö­
nüştürerek çözeceğini iddia ederek toplumla organik bir bağ kurdu ve
kazandı. Bu temelde de, AKP küreselleşmeye olumlu bakan, AB norm­
larını destekleyen ama IMF'yle sosyal adalet sorunları temelinde yeni
bir müzakere sürecini başlatacak bir parti olarak topluma kendisini
228 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

sundu. Muhafazakar-liberal sentezin sosyal-liberal sentezden daha çok


toplumsal sorunlara duyarlı olduğunu söyleyen AKP, kendisini de bir
" merkez partisi" olarak tanımlayarak 3 Kasım seçiminde kendisini tek
parti iktidarına taşıyan bir başarı elde etti. Daha önce vurguladığım gi­
bi, bu başarıda 3 Kasım'ın özünde ekonomi temelli bir seçim olması­
nın önemli bir katkısı vardır.
Fakat hemen belirtmeliyiz ki, 4 Kasım sonrası Türkiye bir geçiş
dönemine sahne olacak ve AKP'nin merkezi yeniden kurmada ve mu­
hafazakar-liberal sentez yoluyla toplumsal sorunları çözmede ne kadar
başarılı ya da başarısız olacağını görecektir:· Bu vizyonun içinde taşıdı­
ğı, ekonomik popülizm, demokratikleşme ve laiklik gibi olası çelişki­
leri AKP'nin nereye kadar çözebileceğini ya da çözemeyeceğini hep be­
raber yaşayacağız ve tartışacağız. Önemli olan, bugünü siyasal-ekono­
mik ve sosyolojik temelde çözümlemektir, AKP'ye önyargısız yaklaş­
maktır, muhafazakar-liberal sentezle yapıcı ama eleştirel bir ilişkiye
girmektir ve Türkiye'de demokratik bir tartışma ortamını yaratmaktır.
21. Yüzyıl Başında
Türkiye ve Sosyal Demokrasi

3 Kasım genel seçimi üzerine yapılan çözümlemelerde iki ortak nok­


ta ortaya çıktı. Birinci olarak, 1 995 ve 1 999 seçimlerinin "ideolo­
ji ve devlet söylemi " temelinde şekillenen niteliklerinden farklı olarak,
3 Kasım seçiminin "ekonomi ve toplum ekseninde" yapılması ve seç­
men eğiliminin Türkiye'de işsizlik, açlık ve yoksulluk sorununa çözüm
bulma sorusu etrafında odaklaşması. İkinci olarak da, 3 Kasım seçimi­
ni toplumdan kopuk ve devlet ekseninde siyaset yapan tüm partiler
kaybederken, toplumsal katmanlar ve gruplarla sosyolojik ve ekono­
mik "organik bağ" kurmayı en fazla başaran partinin açık farkla ka­
zanması. Bu parti " muhafazakar-liberal sentezi"yle AKP oldu.
3 Kasım seçiminin tanımlayıcı niteliği böyleyken, daha da
önemlisi seçim sonrası dönemde ABD'nin tektaraflı dünyayı yeniden
kurma projesi Irak işgaliyle yaşama geçerken ve bu temelde hızla de­
ğişen dünya içinde Türkiye'nin güçlü bir aktör olmasının en önemli öl­
çütü "kendi demokratikleşme ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma
sorunlarını çözmek " olduğu net bir biçimde ortaya çıkmışken, CHP
bir kere daha kendisini devlet-merkezcilikle tanımlıyor. CHP bir kere
daha, ekonomi ve demokratikleşme temelinde oluşan toplumsal so-
230 türkiye'de iktidar, m uhalefet ve sosyal demokrasi

runlara ve taleplere yanıt vermek ve uzun-dönemli çözümler üretmek


yerine, " siyasal kimliği "ni toplumdan kopuk sanal ve ideolojik bir
merkez anlayışı içinde şekillendirmeye çalışıyor. CHP bir kere daha,
farklı toplumsal katmanlarla. ve gruplarla organik bağlarını kuracak
ve kendisine demokratik bir kimlik verecek siyasi, ekonomik ve ahla­
ki söylem ve stratejiler geliştirmek yerine, " ideolojik kimliği "ni devlet­
merkezci modernleşmeciliğin taşıyıcısı olarak tanımlıyor. CHP bir ke­
re daha, Türkiye'nin temel sorunlarından biri olan sürdürebilir ekono­
mik büyüme ve kalkınmayı gerçekleştirecek, işsizlik ve fakirlik sorun­
larını uzun-dönemli çözecek ve ekonomiyle sosyal adalet arasında
bağlantı kuracak ekonomik politikalar geliştirmek yerine, kendisini
toplumsal ve ekonomik sorunları ikincil önemde gören " ideolojik bir
devletçilik" anlayışıyla özdeşleştiriyor. Böyle olunca da, CHP'nin sos­
yal demokrasi söylemi, ne sosyal ne de demokrat olabiliyor, ne evren­
sel ilkelere ne de yerel referanslara sahip olabiliyor, ne toplumsal so­
runlara ve taleplere çözüm olabiliyor, ne de toplumla organik bir bağ
kurabiliyor. Ve karşımızda, ciddi bir kimlik krizi yaşayan, sosyal de­
mokratik ideolojisinin ne olduğu belli olmayan, siyaseti devlet seçkin­
leriyle siyasal seçkinler arasındaki ilişkiye indirgeyen, siyasal olana
ekonomik ve kültürel olana karşı öncelik veren, sivil toplum örgütle­
riyle ciddi bir işbirliği içine girmeyen, ekonomik ve kültürel taleplere
yanıt vermeyen ve enerjisini sanal ve ideolojik merkez arayışlarına har­
cayan bir CHP buluyoruz.

21. YÜZYIL BAŞINDA TÜRKİYE


Bu anlamda üzücü ve rahatsız edici olan, tam da dünyanın hızla değiş­
tiği, bu değişimin Türkiye'yi siyasal ve ekonomik sorunlarına uzun-dö­
nemli çözümler bulmaya zorladığı ve en önemlisi de bu çözümler için
Türkiye'nin sosyal demokratik ve sol söylem ve politikalara en fazla ge­
reksinim duyduğu bir zaman diliminde, CHP tercihini değişime karşı
muhafazakarlık, topluma karşı devlet, demokratikleşme ve ekonomik
kalkınmaya karşı sanal ve ideolojik bir merkez arayışı üzerinde yapıyor.
Ve bu tercihin 2 1 . yüzyılın başında ve 1 1 Eylül sonrası dünyada gelece-
21. yüzyıl başında türkiye ve sosyı.ı demokrasi 231

ğiyle ilgili ciddi bir kavşak noktasına gelen Türkiye'de, ana muhalefet
partisi konumunda olan CHP tarafından yapılması. Bu bağlamda şu
öneriyi yapmak istiyorum: CHP'nin ve Türkiye'de ciddi bir gereksinim
duyulan sosyal demokratik ve sol söylemin bu muhafazakar ve devlet­
merkezci tercihi yapmaya ne lüksü vardır ne de ciddi bir kavşak nokta­
sında olan bir Türkiye bu tercihi uzun süre taşıyabilir.
2000 yılından beri Türkiye'nin yaşadığı ve kendisini geleceğiy­
le ilgili karar almaya zorlayan üç tarihsel kırılma noktasını kısaca çö­
zümleyerek bu önermeyi desteklemeye çalışacağım. Birinci tarihsel kı­
rılma noktası 19 Şubat 2000 ekonomi kriziyle başladı ve devam edi­
yor. 19 Şubat krizi Türk ekonomisinin çökmesini simgelerken, bunun
temel nedeninin de yolsuzluklar ve rant temelinde hareket eden devlet­
merkezci zihniyetin yarattığı yönetim krizi olduğunu biliyoruz. Bu ne­
denle de, "sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın ve istikrarın" yaratıl­
masının temel koşulu olarak "devletin yeniden yapılandırılması ve et­
kin, verimli, sorumlu, şeffaf ve demokratik bir yönetim aygıtına dö­
nüştürülmesi" görüldü. İkinci kırılma noktası 2000 yılında yapılan
Helsinki Zirvesi ile başlayan ve 2002 Kopenhag Zirvesi ile devam eden
Türkiye-AB ilişkilerinin giderek belirginlik kazanmasıyla ortaya çıktı.
Bu belirginlik ve AB'ye tam üyelik için Türkiye'nin Kopenhag kriter­
lerini uygulamaya geçirme zorunluluğu, hem devlet-merkezci Türk
modernleşmesinin demokratikleşmesi hem de devlete karşı görevlere
dayalı vatandaşlık anlayışından bireysel hak ve özgürlüklere dayalı va­
tandaşlık anlayışına geçiş anlamına geliyordu. Kopenhag kriterlerinin
" demokratikleşme"nin temel koşulu olarak bir taraftan devletin de­
mokratikleşmesini, diğer taraftan da bireyin ve sivil toplumun devlet­
merkezci zihniyete karşı güçlenmesini talep etmesi, Türkiye'de devlet
ve siyasal seçkinlere demokratikleşmenin ne anlama geldiğini gösterdi.
Üçüncü kırılma noktası 2003 yılında ABD'nin tek taraflı olarak ve
kendi çıkarları temelinde dünyayı yeniden yapılandırma projesinin ilk
ayağı olan Irak Savaşı'yla (işgaliyle) oluştu. Bu süreçte, 1 990'lı yıllar
içinde devlet-merkezci siyasetin demokratikleşme ve ekonomik kalkın­
ma sorunlarını istikrar ve normalleşme adına ikinci plana atarken kul-
232 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

)andığı temel referansının, dolayısıyla "jeopolitik konum ve güvenlik


ideolojisi"nin ciddi bir biçimde sarsıldığını gördük. Bu savaş bize, ken­
di demokratikleşme ve ekonomik kalkınma sorunlarını çözmeyen bir
Türkiye'nin salt güvenlik temelli dış politika anlayışının 11 Eylül son­
rası dünyada ciddi riskler ve belirsizlikler taşıdığını gösterdi.

NASIL BİR SOSYAL DEMOKRASİ VE SOL SÖYLEM ?


Bu üç tarihsel kırılma noktasının iki ortak paydasının olduğunu ve bu
paydalardan da Türkiye'nin ve CHP'nin ciddi bir ders çıkarması ge­
rektiğini düşünüyorum. Birinci ortak payda, her üç sürecin de Türki­
ye'nin küreselleşme ve uluslararası ilişkilerle kesişme noktalarında
oluşması, ama aynı zamanda da hem söylemsel hem de kurumsal ola­
rak Türkiye'de siyasetin temel gündemini kurmaları. Birinci kırılma
noktasında ekonomik küreselleşme sürecine eklemlenmiş ekonominin
krizini ve Türkiye-IMF ilişkilerini görüyoruz. İkincisinde siyasal küre­
selleşmenin önemli bir ayağı olan bölgesel entegrasyon sürecine eklem­
lenmiş ulusal boyutun demokratikleştirilmesi gereksinimini ve Türki­
ye-AB ilişkilerini görüyoruz. Üçüncü kırılma noktasında, ABD hege­
monyasının salt güvenlik ve askeri güce dayanan yıkıcı küreselleşme
projesine eklemlenmiş jeopolitik ve güvenlik anlayışının krizini ve
Türkiye-ABD ilişkilerini görüyoruz. Her üç noktada da, Türkiye'de
1 990'lı yıllarda toplumdan tamamen kopmuş devlet-merkezci siyaset
anlayışının ekonomik, siyasal ve jeopolitik düzeyde yaşadığı krizi ve
artık bu siyaset anlayışından vazgeçmemiz gerektiğini görüyoruz. İkin­
ci ortak payda, her üç kırılma noktasının, hem siyaset yapma eylemi­
nin temeli olan "müzakere sürecini" içermesi, hem de demokratikleş­
me ve ekonomik kalkınma sorunlarını çözmüş aktörlerin müzakere
sürecinde fazla kazanımı sağlamaları. Türkiye-IMF, Türkiye-AB ve
Türkiye-ABD ilişkileri müzakere sürecini içerdi ve Türkiye bu müza­
kerelerde kendi iç sorunlarını çözmediği için hep ikircikli anlar, korku­
lar ve belirsizlikler yaşadı.
CHP'nin bu ortak paydalardan alacağı temel ders, demokratik­
leşme - sürdürülebilir ekonomik kalkınma - güvenlik sorunlarını " be-
21. yüzyıl başında türkiye ve sosyal demokrasi 233

raber ve ilişkisel düşünen ve çözmeye çalışan", dünyanın ve toplumun


değişen yapısını anlamaya çalışan ve sivil toplum kuruluşlarıyla bera­
ber çalışarak katılımcı demokrasiyi yaşama geçiren bir siyaset anlayı­
şını sosyal demokratik ve sol söylemin üstlenmesidir. Sanal ve ideolo­
j ik merkez arayışları değil, ancak böyle bir siyaset anlayışı Türkiye'yi
güçlü ve etkin kılar.
CHP: Çanlar Kimin için Çalıyor?

HP lideri Deniz Baykal'ın siyaset yapma anlayışı oldukça ilginç.


C Tabii ki, bu partinin genelde izlediği politika da Baykal'ın belirle­
diği çerçeve içinde gelişmek zorunda. Baykal'a göre kurultay öncesin­
de yaşanmakta olan nice siyasal ve toplumsal olay arasında ise en cid­
di ve önemli olanı çarşaf liste ve anahtar liste arasındaki farkmış! Bu
küçük ve önemsiz gözüken şey, aslında, hafta sonu yapacağı kurultay
öncesi CHP'nin siyaset yapma anlayışını çok net olarak açıklaması
bağlamında aydınlatıcı ve öğretici. Hem dünyanın, hem de Türki­
ye'nin çok ciddi bir dönüşüm ve değişim geçirdiği, çok ciddi sorunlar­
la yüzleştiği ve bu süreçlere ve sorunlara yanıt aradığı bir dönemde,
CHP lideri ve parti örgütü farklı ve demokratik bir Türkiye vizyonu
yaratmak, toplumla organik bir bağ kurmak ve toplumsal sorunlara
çözüm aramak yerine, listelerle, delege denetimleriyle ve parti üzerin­
de egemenlik yaratmayla zamanlarını ve enerjilerini harcıyorlar.
3 Kasım'dan ana muhalefet partisi kimliğiyle çıkan CHP (Ke­
mal Derviş'in bu yönde yaptığı çabalar hariç) demokratik bir Türkiye
ve dünya vizyonu geliştirmeyi önemsemedikçe, toplumla bağ kurma
eylemini devlet-merkezcilik adına göz ardı ettikçe ve siyaseti kendi
236 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

parti içi hesaplaşmalar ve liderliğe indirgedikçe, yapılacak kurultay,


korkarım, lider ve çevresi için bir başarı illüzyonu, geri kalan herkes
içinse sona giden bir hareketi izleme hüznü ve kızgınlığından başka bir
sonuç yaratmayacaktır. Fakat kurultay, başka bir actıdan çok önemli­
dir, sonuçları açısından Türkiye için çok önemlidir ve " CHP'ye rağ­
men bizi CHP'yi tartışmaya" iten bir durumun simgesel bir referansı
olarak da değerlendirilmelidir. Kurultayın bu bağlamdaki önemini,
Türkiye-AKP-CHP ilişkisine bakarak görebiliriz.

AKP: GÜÇTEN HEGEMONYAYA


AKP Kurultayı Recep Tayyip Erdoğan'ın parti üzerindeki total ege­
menliğini tartışmasız olarak gerçekleştirirken, aynı zamanda "AKP iki
başlı" ya da "AKP farklı gruplar arası bir koalisyon partisi, belli so­
runlar sonucunda parçalanabilir" gibi toplumdan kopuk siyaset anla­
yışının içi boş hayallerinin de geçersizliğini çok açık bir biçimde orta­
ya koydu. 3 Kasım seçimlerinden tek başına iktidar partisi olarak çı­
kan AKP, kurultayıyla kendisini daha da güçlendirdi. Artık karşımız­
da merkezi yeniden yapılandırma girişiminde olan, parti içi disiplini
sağlamış güçlü bir siyasi parti niteliği taşıyan bir örgüt yapısıyla hare­
ket eden, kimliğinde " ılımlı İslam" ı taşıyan ve muhafazakar-liberal
vizyonuyla Türkiye'yi yöneten bir merkez-sağ parti var.
2004 Mart ayında yapılacak yerel seçimlerden de AKP, büyük
bir olasılıkla çok daha başarılı bir sonuçla ve çok daha güçlü bir ko­
numda çıkacak. Türkiye'nin en küçük mekansal örgütlenmesinden bü­
yük şehir belediye başkanlığına kadar çok geniş bir zeminde AKP'nin
yer aldığını ve muhafazakar-liberal ideolojinin toplumsal yapının için­
de daha da yaygınlaştığını ve derinleştiğini göreceğiz. Böylece, toplum­
la "organik bağı"nı tamamlamış ve pekiştirmiş bir AKP hegemonyası­
nın, dolayısıyla sadece "güçlü ve egemen" değil, aynı zamanda toplu­
mun farklı kesimlerinin "rızasını ve desteğini" kazanmış bir muhafa­
zakar-liberal toplum yönetiminin Türkiye'yi yönetme devri başlamış
olacak. AKP'nin 2004 yerel seçimleriyle güçlü ve egemen konumdan,
toplumsal tabanını yaygınlaştırmış ve farklı toplumsal kesimlerin rıza-
chp: çanlar kimin için çalıyor? 237

sını almış bir hegemonik konuma geçmesi, hiç de küçümsenecek bir


olasılık değil; aksine gerçekleşme şansı çok yüksek bir projedir.

CHP'YE RAGMEN SOSYAL DEMOKRASİ


AKP'nin hegemonik bir yönetim olarak toplumda yaygınlaşması ve
derinleşmesi şu anlama da geliyor: Bu süreç, aynı zamanda da, hala
" çarşaf liste, anahtar liste" tartışmalarıyla siyasete yaklaşan, hala
"parti içi liderlik konumumu nasıl sağlamlaştırırım" hesaplarıyla ha­
reket eden bir liderlik anlayışına sahip olan ve hala "Türkiye'yi de­
mokratik temelde yönetme" eylemini kendi parti içi hesaplaşmalarına
ikincil gören CHP'nin toplumla gittikçe zayıflayan bağlarının iyice
kopması, diğer bir deyişle CHP'nin bitmesi demektir. Kendi liderlik
konumunu toplumsal sorunların çözümünden daha önemli ve öncül
gören CHP lideri bu durumu hak etmektedir. Siyaset yapma anlayışı­
nı delege düzeyinde parti içi manevralar yapma eylemine indirgeyen ve
bu anlamda da toplumla organik bağ kurmayı hiç düşünmeden kendi
devlet-merkezciliğinden medet uman CHP parti yönetimi de bu sonu­
cu hak etmektedir.
Ama, çok önemli ve ciddi demokratikleşme, ekonomik kalkın­
ma ve güvenlik süreçlerinden geçen Türkiye bu sonucu hak etmemek­
tedir. Toplumsal ilişkilerde yaşanan ekonomik, siyasal ve kültürel so­
runlara ve bu sorunlar temelinde oluşan toplumsal taleplere sosyal de­
mokratik çözümler ve yanıtlar arayanlar bu sonucu hak etmemekte­
dirler. Farklı, demokratik, güçlü ve saygın bir Türkiye özlemi içinde,
CHP'ye toplumsal eşitlik ve özgürlük ilkeleri temelinde oy verenler bu
sonucu hak etmemektedirler.
Bu nedenle, CHP'ye rağmen CHP'yi, sosyal demokrasiyi, öz­
gürlükçü demokratik-sol vizyonu tartışmaya devam etmeliyiz. Türki­
ye'nin hem AB, ABD ve IMF ilişkilerinde ortaya çıkan sorunları, hem
de kendi toplumsal yapısı içinde yaşadığı işsizlik, yoksulluk, özgürlük
ve demokratikleşme sorunlarını göz önüne aldığımızda, şu sonuca va­
rabiliriz: Türkiye'nin özgürlükçü ve toplumla organik bağ kurabilme
yetisinde bir sosyal demokratik yönetim anlayışına gereksinimi vardır.
238 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

Diğer bir deyişle, farklı ve demokratik Türkiye yaratma olasılığı, top­


lumsal sorunlara uzun-dönemli çözümler arayan, küreselleşme süreç­
lerini eleştirel bir anlayışla ciddiye alan, uluslararası ilişkilere çoktaraf­
lı yaklaşan bir yönetim anlayışıyla gerçekleşebilir.
Sürdürülebilir ekonomik kalkınma, demokratikleşme ve güven­
lik sorunlarını " ilişkisel ve bağlantılı" düşünen, bunu yaparken Türki­
ye'yi küresel, bölgesel, ulusal ve yerel ilişkiler ağı içinde düşünen, ama
en önemlisi toplumla organik bağ kurarak toplumu yönetme istemin­
de olan bir özgürlükçü sosyal demokrasi, farklı ve demokratik bir Tür­
kiye yaratma gereksinimimize çok ciddi ve önemli bir yanıt olabilir.
Daha somut düzeyde, neo-liberal ve devletçi toplum vizyonlarının dı­
şında, (a) devleti etkin, demokratik ve insan haklarına saygılı bir yapı­
ya dönüştüren, (b) düzenlenmiş serbest pazara sadece finans değil, üre­
tim ekseninde de yaklaşan, (c) sosyal adalet sorununu sadece refah da­
ğılımı temelinde değil, aynı zamanda kültürel tanınma ve siyasete ka­
tılım hakları içinde de düşünen ve (d) topluma bir tebaa olarak değil,
aksine katılımcı demokrasinin etkin vatandaşları gözüyle yaklaşan bir
sosyal demokrasi, özgürlükçü demokratik-sol vizyonuyla Türkiye'nin
iyi yönetimine talip olabilir. Ve Türkiye bugün böyle bir vizyona ciddi
bir gereksinim duymaktadır.
Fakat bugünkü liderinin liderlik anlayışıyla ve parti örgütünün
devlet-merkezci ideolojisiyle ve toplumdan kopuk siyaset söylemiyle
CHP, bu vizyonu yaşama geçirebilecek bir siyasal aktör olmaktan çok
uzaktır. Bu anlamda da, farklı ve demokratik bir Türkiye yaratmak
için çalışmak yerine, tüm enerjisini parti içi denetim kurmaya çalışan
bir CHP'nin yaptığı kurultay, sonuçları açısından, gücünü hegemonya­
ya dönüştürme sürecinde olan AKP'ye katkıda bulunmaktan ve ekme­
ğine yağ sürmekten başka bir anlam taşımayacaktır.
2004 Yılmda Türkiye ve CHP

2 004 yılı Türkiye için çok önemli b i r yıl; siyasi iradenin doğru yön­
de ve dünyanın değişen yapısının iyi okunması temelinde kullanıl­
ması gerektiği bir yıl. Bir taraftan Irak sorununun giderek çetrefilleşen
niteliği, diğer taraftan Kıbrıs sorunu ve en belirleyici olarak AB tam
üyelik müzakereleri için kesin tarih alma olasılığı; hepsi de, Türki­
ye'nin 2004'te yaşayacağı ve çok ciddi bir siyasi irade temelinde karar­
lar alması gerektiği sorunlar/süreçler. Bu sorunlarla/süreçlerle çok bo­
yutlu, çok taraflı, sadece güvenlik temelinde değil, fakat demokratik­
leşmeyi ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı ön plana çıkartan bir
siyasi iradeyle yaklaşmak, Türkiye'nin 2004 yılını başarıyla bitirmesi­
nin ön koşuludur. Fakat, aynı zamanda da, hala dünyaya Soğuk Savaş
mantığıyla güvenlik temelinde bakan, tek boyutlu ve iki taraflı bir dış
politika anlayışına sahip olan ve böylece lrak'ı Kuzey lrak'a, Kıbrıs'ı
jeopolitik bir güvenlik sorununa ve AB'yi devlet egemenliği eksenine
indirgeyen bir Türkiye'nin de, 2004'ü ciddi sorunlarla geçirme olasılı­
ğı da çok yüksektir.
Bu anlamda 2004, değişim, demokratikleşme ve ekonomik kal­
kınma temelinde bir siyasi irade gereksinimi ile bu iradeye güvenlik ve
240 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

devlet-merkezci siyaset temelinde direnç gösteren siyasal pozisyonlar


arasındaki tartışmaya ve söylemsel mücadeleye sahne olacaktır. Böyle
bir süreçte, siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve aydınların Tür­
kiye'nin 2004 yılından kazanımları çok bir konumda çıkmasını sağla­
yacak siyasi iradenin oluşmasına önemli katkıları olacaktır. Bu bağlam­
da da, CHP'nin kilit bir rol oynayacağı şüphesizdir, çünkü 2004 yılın­
da Türkiye'de ortaya çıkacak en olumsuz gelişme, gereksinim duyulan
siyasi iradeyi göstermesi gereken AKP ile devlet aktörlerini, Türkiye'nin
bugün temel sorunu olmaması gereken sorunlarda (laiklik gibi) karşı
karşıya getirmektir. 2004 yılında Türkiye'nin eğiliminin değişim ve de­
mokrasi yönünde mi, yoksa güvenlik temelli devlet merkezci siyasetin
egemenliğini sürdürmesi yönünde mi olacağı sorusuna verilecek yanıtı,
büyük ölçüde CHP'nin siyaset anlayışı ve demokrasi önünde vereceği
sınav belirliyecektir. CHP'nin bir siyasi aktör olarak Türkiye'nin gele­
ceğinin şekillenmesine katkısı ya da CHP'nin toplumdan uzak bir şekil­
de ve Türkiye'nin sorunlarına çözümler üretmeden sadece kendini dev­
lete yaslayarak ve devlet aktörlerinin sözcülüğünü yaparak AKP'yi yıp­
ratma çabası; bu eksende CHP'nin yapacağı tercih, Türkiye'nin nasıl
bir 2004 yaşayacağını da büyük ölçüde belirleyecektir.
Bu nedenle de, 2004 yılına girerken Türkiye'nin temel sorunla­
rından birisi de CHP ve bu partinin siyaset yapma anlayışıdır. Ama ay­
nı zamanda da, Türkiye'nin temel gereksinimlerinden birisi de, yaşadı­
ğımız sorunlara güçlü demokratik çözümler üretebilecek, AKP üzerin­
de demokratik baskı kuracak, toplumla bağ kuracak ve Türkiye'nin
kültürel, jeopolitik ve siyasal önemini AB'ye anlatabilecek bir sosyal
demokratik söylemin varlığıdır.

DEVLET, DEMOKRASİ, SİYASET


Demokratik rejimleri, otoriter ve totaliter rejimlerden ayıran özellik­
lerden birisi de, siyasetin taşıyıcı aktörleri olan siyasi partilerle devlet
aktörleri (sivil ve askeri bürokrasi ) arasındaki alanın darlığı ya da ge­
nişliğidir. Bu alan, ki siyaset yapma alanıdır, genişledikçe rejim demok­
ratikleşir, daraldıkça otoriterleşir. Türkiye'de çok partili demokrasi de-
2004 yılında türkiye ve chp 241

neyimi içinde bu alan, darbeler dışındaki dönemlerde bile her zaman


dar bir nitelikteydi ve bu nedenle Türkiye'de demokrasi deneyimi hep
bir "demokrasi eksiği " sorunu yaşadı, demokrasi derinleşemedi ve ku­
rumsal ve kültürel olarak toplumsal yaşama yerleşik bir nitelik kaza­
namadı. 1 990'lı yıllar Türkiye'de siyasi aktörlerle devlet aktörleri ara­
sındaki alanın iyice daraldığı, demokratikleşme ve ekonomik sorunla­
rın istikrar ve güvenlik adına ikinci plana atıldığı yıllar oldu. Fakat or­
taya çıkan, istikrar değil, giderek artan ve toplumsal yaşamın her ala­
nında hissedilen istikrarsızlıktı; toplumla bağ kurmak yerine devlet
merkezci siyasetin sözcülüğünü yapmak isteyen siyasi partilerin gide­
rek oy kaybetmeleri ve yok olma sürecine girmeleriydi. 2000'li yıllara
girdiğimiz zaman, istikrar söyleminin yarattığı ekonomik, siyasal ve
kültürel düzeylerde istikrarsız bir Türkiye ortaya çıktı. Siyasi bir dep­
rem niteliğinde olan 3 Kasım 2002 seçiminde de istikrar söylemi adı­
na toplumsal sorunlara sırtlarını çevirmiş tüm siyasi partilerin parla­
mento dışına düşmesini gözlemledik.
3 Kasım seçiminden çıkan AKP tek parti iktidarı ve CHP tek
parti muhalefeti Türkiye'ye siyasal aktörlerin istikrarı demokratikleş­
me ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmada arama olasılığını verdi.
Türkiye'de uzun yıllar sonra siyasi aktörler ile devlet aktörleri arasın­
daki siyaset yapma alanının genişlemesi, dolayısıyla demokratikleşme
yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulma olasılığı da doğdu. Aynı za­
manda, Türkiye-AB ilişkilerinde ortaya çıkan tam üyeliğe dönük
olumlu gelişmeler ve diğer taraftan Irak Savaşı ve Türkiye-ABD ilişki­
leri, Türkiye'nin gücünün güvenlikle demokratikleşme ve ekonomik
kalkınmayı beraber gerçekleştirmesine bağlı olduğunu gösterdi. Türki­
ye'nin geleceğinin devlet-merkezci siyaset anlayışında değil, demokra­
tikleşmede aranması gerekliliği, hem AKP'ye berri de CHP'ye tarih ve
değişim tarafından söylenmiş oldu.

2004 YILINDA CHP


Tarih ve değişimin ortaya koyduğu bu toplumsal gerçeği şimdiye ka­
dar görmeyen CHP, AKP'ye toplumsal sorunlara çözüm önerileri te-
242 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

melinde, dolayısıyla alternatif bir yerel yönetim yasası, alternatif bir


YÖK yasası, alternatif bir Irak politikası, alternatif bir Kıbrıs politika­
sı, alternatif bir sürdürülebilir ekonomik kalkınma anlayışı, AB süre­
cinde itici güç olma, demokratikleşmeyi derinleştirme v.b politikalarla
güçlü bir muhalefet üretmek tercihinde olmadı. Aksine CHP, hala
1 990'lı yılların siyaset anlayışını sürdürerek ve toplumdan kopuk bir
söylemle, devlet-merkezci siyaset anlayışının güvenlik söyleminin söz­
cülüğünü yapmayı tercih etti. AKP ile devlet aktörlerini karşı karşıya
bırakıp, bu süreçten AKP'nin yıpranacağını uman dar bir siyaset anla­
yışıyla hareket etti.
CHP'nin yaptığı bu hatalı tercih kendisinin tekrardan dibe vur­
ma sürecini başlatma potansiyeline sahiptir ve 2004 yerel seçimi bu sü­
reci başlatabilir. Fakat, çok ciddi bir 2004 yılı geçirecek Türkiye'nin
kendisinin demokratikleşme sürecini derinleştirecek ciddi bir sosyal
demokratik muhalefete gereksinimi var. Güçlü ve demokratik bir Tür­
kiye'nin geleceği için CHP'nin bugüne kadar sürdürdüğü siyaset yap­
ma tercihini bırakması, toplumla organik bağ kuracak politikalar
üretmesi ve AKP'ye alternatif bir siyasi parti olarak hareket etmesi çok
önemlidir. Bu nedenle, 2004 yılında Türkiye'de, hem CHP'nin kilit ko­
numunu görmeliyiz, hem de CHP'ye rağmen CHP'yi tartışmayı sür­
dürmeliyiz.
AKP ve Muhafazakar Demokrasi

" eniz ne renktir?" sorusuna yanıtımız genelde mavi, yeşil, kızıl


D olur. Bu renklere bağlı olarak, denize anlamlar yükleriz; bize
romantizm, hüzün, coşku, derinlik v.b. duyguları verir, denizi bu temel­
de yaşarız, onunla girdiğimiz ilişki bu duygular yoluyla olur. Fakat, ger­
çekte deniz renksizdir, almış olduğu renkler belli nesnel veriler içinde
farklılaşır. Ama bu gerçek, denizle ilişkimizi, onun yaşamımızdaki yeri­
ni ve anlamını değiştirmez. Ünlü Fransız düşünürü Louis Althusser, bu
anlamda, ideoloji ile bilim arasına bir ayrım koyar, ideolojik bilgiye ya­
şanmakta olan bir ilişkiye ve bu ilişkinin anlamsal kuruluşuna dair bilgi
derken, bilimsel bilgiyi de yaşanılan ilişkilerin görünümlerine dair bilgi­
lerin gerisinde/ötesinde yer alan, öze dair nesnel bilgi olarak tanımlar.
Denizin mavi olması ideolojikken, renksiz olması bilimseldir. Bu ayrım
bizi kesinlikle ideolojik bilginin önemli olmadığı gibi bir yanılsamaya
götürmemelidir. Aksine, ideolojik bilgi benliğimizin kuruluşu ve toplum­
sal ilişkiler üzerindeki etkileri bağlamında çok önemli ve ciddi bir etki
gücüne sahip bir bilgidir; bizim çevremizle, doğayla ve farklı olan kim­
liklerle girdiğimiz ilişkilerin temel kurucu öğelerinden biridir. Bilimsel
bilginin nesnelliği, ideolojik bilginin etki gücünü engelleyemez.
244 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

ÜÇÜNCÜ YOL VE SOSYAL DEMOKRASİ


Kavramların taşıyabileceği bu ideolojik etki gücünü çok iyi algılayan
İngiliz İşçi Partisi, 1 980'li yıllarda oluşmuş, neoliberal serbest pazar
ideolojisini yaşama geçirmiş ve yıllarca sürdürmüş Thatcher yöneti­
mindeki Muhafazakar Parti hegemonyasına, Blair yönetiminde " üçün­
cü yol" kavramıyla son verdi. Üçüncü yol kavramı, kuramsal düzey­
de, serbest pazarı kabul eden, devleti etkili bir yönetim kurumuna dö­
nüştüren ve sosyal adalet sorunlarına sadece sınıf temelinde değil, kim­
lik ve katılım temelinde de yaklaşan bir yönetim anlayışını niteliyordu.
Kavram, bu kuramsal içerik içinde tartışıldı, eleştirildi, sosyal demok­
rasinin sağa kayması olarak nitelendi. Bu eleştiriler hala devam ediyor.
Ama üçüncü yol kavramının bu eleştirileri, hiçbir zaman kavramın
ideolojik gücünü etkileyemedi. Üçüncü yol kavramı yoluyla, İşçi Par­
tisi toplumun farklı kesimleriyle organik bağ kurdu, neoliberalizme al­
ternatif bir toplum vizyonunu gündeme getirdi ve siyasi merkezi yeni­
den kurma amacını güttü. Üçüncü yol, ilk önce İşçi Partisi'nin seçimi
kazanmasını sağladı, partiye siyasi merkezi yeniden kurma olanağı
verdi, daha sonra da partinin gücünü hegemonyaya dönüştürme süre­
cini başlattı. Dahası, üçüncü yol kavramının, sosyal demokrat bir par­
tiye yeni bir kimlik verme, partinin toplumla bağ kurmasını sağlama
ve siyasi merkezi sahiplenme sürecini başlatma temelindeki ideolojik
ve stratejik gücü, kavramın Avrupa' da ve ABD' de, hatta AB ve Dünya
Bankası gibi uluslararası örgütlerde de kullanılmasını ortaya çıkardı.
Bugün, artık "küresel üçüncü yol" kavramından bahsediyoruz ve bu
yaygınlaşma da kavramın ideolojik etki gücüyle ilişkili. Üçüncü yol
kavramına yapılan kuramsal eleştiriler, belli oranda haklı olsalar da,
kavramın ideolojik gücünü etkileyemediler.

AKP VE MUHAFAZAKAR DEMOKRASİ


İşçi Partisi'nin başarısına benzer bir örneği de bugün Türkiye'de yaşı­
yoruz. AKP muhafazakar demokrasi kavramını Türkiye'nin gündemi­
ne sundu. Muhafazakar demokrasi, AKP'nin kolektif siyasal kimliğine
ve toplum yönetim tarzına anlam verecek bir kavram olarak gündeme
akp ve muhaFazakar demokrasi 245

getirildi. Bu kavramı tartışmaya başladık, bu tartışma da sürecek. Yu­


karıda yaptığım önerilerin ışığında, benim altını önemle çizmek istedi­
ğim nokta şu; muhafazakar demokrasi kavramının öneminin sadece
kuramsal ve analitik içeriğiyle birebir ilişkili olmadığını, aksine bu öne­
min, kavramın AKP'nin toplumun farklı kesimleriyle organik bağ kur­
ma sürecinde oynayacağı ideolojik rolle ilişkili olduğunu algılamalıyız.
Muhafazakar demokrasiyi kuramsal temelde eleştirebiliriz, ama kavra­
mın AKP için oynadığı ideolojik ve stratejik ikili-önemi unutmamalıyız.
Birincisi, muhafazakar demokrasi AKP'nin ılımlı İslami kimliği
geri plana atarak, partiye toplumun farklı kesimleriyle muhafazakar
bir siyasal kimlik temelinde organik bağ kurma olasılığını verecek.
Muhafazakar kavramının taşıdığı muğlaklığı göz önüne alırsak, bu
kimlik İslami kesimler için dinsel temelde, ekonomik aktörler için ah­
laki girişimcilik olarak ve Anadolu'nun farklı yerlerinde geleneklere
bağlılık ya da yerellik ekseninde tanımlanacak. Böylece, AKP toplu­
mun farklı kesimleriyle organik bağ kurarken, bu kesimler arasındaki
beraberliği de muhafazakarlık temelinde oluşturabilecek ve meşrulaş­
tıracak. Muhafazakar demokrasi ideolojik etkisi bağlamında güçlen­
dikçe, AKP'nin de toplum içinde yaygınlaşma ve toplumsal ilişkilere
anlam verme gücü de artacak.
İkincisi, muhafazakar demokrasi kavramının ideolojik ve stra­
tejik önemi, AKP'nin siyasi merkezi yeniden yapılandırma ve bu mer­
keze de uzun-dönemli ye ·leşme girişiminde ortaya çıkacak. Bu kavram
yoluyla, AKP hem kendisini merkez sağ bir parti olarak tanımlama
olasılığını bulacak, hem de kuracağı siyasi merkeze demokrat ama mu­
hafazakar bir nitelik vererek, kendisinin toplum üzerindeki siyasi meş­
ruiyetini sağlamış ve yaygınlaştırmış olacak. Bu anlamda, muhafaza­
kar demokrasi kavramı yoluyla AKP, hem merkez sağın temel referan­
sı olma, hem de sol oyları kendine çekebilecek bir parti niteliği kazan­
ma şansına sahip olacak. Bu da, hem 3 Kasım seçiminde çöken mer­
kez sağ partilerin daha da marjinalleşmesi ya da ortadan kalkması an­
lamına gelir, hem de CHP ve diğer sol partilerin oylarının AKP'ye kay­
ması olasılığını ortaya çıkartır.
246 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

Bu ikili-önemi içinde muhafazakar demokrasi kavramı,


AKP'nin tek parti iktidarının uzun-dönemli olma olasılığını yükselte­
bilecek ve bu nedenle de her şeyden önce ideolojik ve stratejik öneme
sahip bir kavram. AKP'ye merkez sağ partisi kimliği veren, bu yolla da
ona toplum içinde gücünü yaygınlaştırma olasılığı sağlayan bir kav­
ram. Dolayısıyla da, muhafazakar demokrasi kavramını tartışırken,
İngiltere örneğinde yaşanan ve sonra küresel bir nitelik kazanan üçün­
cü yol kavramını ve bu kavramın kuramsal düzeyde eleştirilmesine
rağmen, sahip olduğu ideolojik etki gücünü aklımızda tutalım.
Bugün, demokratik sistem sürdüğü sürece, uzun yıllar AKP ik­
tidarıyla yaşayabileceğimiz olasılığını muhafazakar demokrasi kavra­
mı kulağımıza fısıldıyor. Sosyal demokrasinin ve özgürlükçü demokra­
tik solun yapması gereken tartışmayı ve yeni bir kimlik yaratma tartış­
masını ve çalışmasını bugün AKP yapıyor. AKP yeni muhafazakar de­
mokrat kimliğiyle toplum içinde yaygınlaşma ve gücünü hegemonya­
ya dönüştürme sürecini başlatma girişiminde. Mart 2004 yerel yöne­
tim seçimleri de, bu bağlamda, Türkiye'de bir dönüm noktası oluştu­
racak. Muhafazakar demokrasinin yaşama geçme sürecini izleyeceğiz.
Bu süreçte, kavramı çok ciddi olarak tartışmalıyız, ama sadece kuram­
sal düzeyde taşıdığı çelişkileri ortaya çıkarma çabasında olmadan.
Unutmayalım, denizin güzelliği maviliğinden gelir.
AKP, CH P ve Türkiye

2004 yılında Türkiye' de siyasete üç tarihsel olay damgasını vuracak;


Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğinin belirlenmesi, Kıbrıs sorununun
çözümü ve 28 Mart yerel seçimleri. Muhafazakar demokrasi ideoloji­
siyle siyasi merkezi yeniden kurma amacında olan ve kendisini toplu­
ma merkez sağ bir parti olarak sunan AKP, bu üç tarihsel olayda da
başat ve tek siyasi aktör rolünü oynuyor ve bu süreçte de başarılı olu­
yor. 28 Mart yerel seçimlerinden büyük bir başarıyla çıkmasına kesin
gözüyle bakılan AKP, muhafazakar demokrasi ideolojisinin sosyal
adalet ayağıyla, hem işsizlik ve yoksulluk sorunuyla boğuşan toplum­
sal kesimlerle, hem de KOBİ'ler dediğimiz küçük ve orta işletmelerle
organik bağlarını güçlendiriyor. Refah Partisi'nden farklı olarak, AKP
sadece yoksul ve işsiz toplumsal kesimlerin değil, zenginleşen çevrenin
de siyasi aktörü olma yolunda ve bu anlamda geniş kesimler tarafın­
dan Türkiye'yi "dönüştürme" kapasitesine sahip bir siyasi aktör ola­
rak görülüyor. 28 Mart yerel seçimlerinden AKP'nin çok daha güçle­
nerek çıkacağını ve hegemonik bir parti olma yolunda önemli bir adım
atacağını tahmin etmek zor değil.
Benzer olarak, AKP Kıbrıs sorununda da çok önemli bir hamle
248 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

yaptı. Kıbrıs sorununda ilk defa çözüme dönük taraf Türkiye ve Ku­
zey Kıbrıs Türk kesimi oldu. Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğün değil
çözümün Türkiye ve Kuzey Kıbrıs için daha olumlu sonuç vereceği
gerçeğini ve çözüm için müzakere sürecinin başlamasının önemini kav­
rayan Türkiye'nin çabalarıyla Kıbrıs sorunu çözüm sürecine girdi. Bu
sürecin önemli bir aktörü ve taşıyıcısı konumunda olan AKP, önemli
bir başarı elde etti ve BM, AB ve ABD tarafından "dönüştürücü ak­
tör" olarak nitelendi. Türkiye-AB ilişkilerinde de AKP'nin aynı "dö­
nüştürücü aktör" rolünü üstlendiğini görüyoruz. Türkiye-AB ilişkile­
rinin sadece dış politika değil, aynı zamanda ve daha da önemli olarak
iç politikaya içsel bir süreç olduğunu çok iyi okuyan AKP, Türkiye'nin
AB'yle tam üye olma müzakere sürecinin başlamasının başat taşıyıcı
aktörü olma konumunu sürdürüyor.
2004 yılında Türkiye'de AKP'nin, devlet-toplum ilişkilerinde
hem dönüştürücü aktör, hem de başat ve hegemon siyasi parti olma
sürecini izleyeceğiz. Peki bu süreçte CHP nereye gidiyor?

CHP NEREYE?
Kıbrıs sorunundaki açılımı, kendisini sosyal demokratik bir parti ola­
rak tanımlayan CHP'nin yapması gerekirdi. En azından yapamıyorsa,
kendisini Türk milliyetçiliğini temsil eden MHP'nin ve siyasal İslam'ı
temsil eden Saadet Partisi'nin yanında konumlandırmak yerine,
AKP'nin açılımını desteklemesi ve bunu yaparken de Kuzey Kıbrıs hal­
kının siyasi kimlik ve mülkiyet haklarını korumaya dönük bir çözüm
için AKP'yi zorlaması gerekiyordu. Fakat, değişen uluslararası ilişkile­
rin yapısını iyi okuyamayan, günümüzün dünyasında siyaset yapma­
nın özünün müzakere olduğunu kavrayamayan, Türkiye'nin bugün
çoktaraflı ve çokboyutlu bir dış politika anlayışına gereksinim duydu­
ğunu göremeyen CHP'nin diplomat kökenli devlet merkezci söylemi,
Kıbrıs konusunda bir kere daha yanıldı, siyaset meydanını AKP'ye bı­
raktı ve muhafazakar demokrasinin Türkiye'de hegemonik söylem ol­
ma yolundaki ilerlemesine katkıda bulunmuş oldu. Kendisine 3 Kasım
seçimlerinde oy verenlere karşı siyasi ve ahlaki sorumluluğunu unutan
akp, chp ve türkiye 249

CHP, Kıbrıs sorununda güttüğü hatalı söylem ve siyasi strateji sonu­


cunda, kendisini MHP ve Saadet Partisi'yle aynı kulvara yerleştirdi.
Bu, bence affedilmez bir hatadır ve bundan sorumlu olanların CHP
seçmenleri karşısında özeleştiri yapmaları gerekir. Daha da önemlisi,
2004 yılı AKP'nin hem iç politika yoluyla hem de dış politika yoluyla
(ki bu iki süreç giderek birbirleriyle iç içe geçmektedir), Türkiye'de
egemen parti konumuna yükselmesini ve giderek toplumun farklı ke­
simleriyle organik bağlarını güçlendirerek hegemonikleşmesini ortaya
çıkartacakken, CHP'nin giderek küçülmesine ve siyaset arenasını
AKP'ye bırakmasına da yol açacaktır.
Ama unutulmamalıdır ki, AKP bu duruma çok özgün bir siyaset
yaparak ulaşmamıştır, aksine (a) ekonomik alanda Türkiye-IMF ilişki­
lerine bağlılığını sürdürürken, sosyal adalet sorunuyla ilgili ufak çapta
girişimlerde bulunarak; (b) demokratikleşme alanında Türkiye-AB iliş­
kilerinin itici gücü olma rolünü üstlenerek; (c) siyaset alanında müza­
kere olgusunun önemini anlayarak; (d) Kıbrıs sorununda devletle eşgü­
düm sağlayarak ve çözüme dönük bir siyaset izleyerek; (e) sosyal ada­
let alanında da, KOBİ'leri desteklediğini ve işsizlik sorununa çözüm bu­
lacağı sözünün arkasında olduğunu söyleyerek ve (f) muhafazakar de­
mokrasi söylemi ile kendisini siyasi merkezi yeniden inşa edecek bir
merkez sağ parti olarak topluma sunarak başat ve hegemonik parti ko­
numuna yükselmiştir. Bu süreci doğru okuyamayan ve Türkiye'yi dö­
nüştürme misyonunu AKP'ye hediye eden ve bu bağlamda da hem Tür­
kiye içinde, hem de Türkiye dışında (AB ve ABD ilişkileri içinde) meş­
ruiyetini kaybeden CHP, AKP'nin bu yükseliş ve topluma yaygınlaşma
sürecine önemli bir katkı sağlayan aktör konumuna düşmüştür.

CHP'NİN KATKILARI
AKP kendi özgün siyasi açılımlarına ve akıllı siyasi manevralarına ek
olarak, CHP'nin insanı hayrete düşüren katkılarıyla, hem yerel seçim­
ler sonucu, hem de Kıbrıs sorunu ve AB ilişkileri içinde, kendisini ba­
şat ve hegemonik bir parti olmaya hazırlamaktadır. Bu nedenle de,
Kıbrıs sorununun tekrar müzakereye açılması sürecinde CHP'nin düş-
250 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

tüğü durum ve MHP'lileşme süreci, Türkiye'de siyaset üzerine düşü­


nenleri, CHP seçmenlerini ve CHP üzerine kafa yoranları hayret için­
de bırakmaktadır. Farklı yerlerde yazdığı yazılarla ve söyleşilerle,
" CHP içinden AKP'ye tutarlı, içerikli ve etkili muhalefet yapan Kemal
Derviş'in bu girişimleri acaba CHP içinde okunuyor mu? " sorusu, en
azından benim kendime sorduğum ve yanıt bulamadığım bir sorudur.
Bu bağlamda da, AKP ve CHP üzerine yazdığım daha önceki
yazılarımda belirttiğim gibi, bugün AB'yle tam üye olarak bütünleşme
sürecinde çok önemli bir süreç yaşayan Türkiye'nin temel sorunların­
dan birisi de CHP'dir. Bu önemli dönemde, tüm siyasi alanın AKP'ye
bırakılması, Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerinde AKP'nin tek ve
dönüştürücü aktör konumuna yükseltilmesi ve bu süreçlerde CHP'nin
ana muhalefet partisi olarak değil, parlamento dışında kalmış, bu iliş­
kiler üzerinde milliyetçi-devletçi spekülasyon haricinde söyleyeceği bir
şeyi kalmamış ve toplum içinde marjinalleşmiş bir parti (ya da parti­
ler) gibi hareket etmesi, Türkiye'nin hak etmediği olumsuz bir gelişme­
dir. Bu nedenle de, daha önceleri önerdiğim gibi, " CHP'ye rağmen
CHP'yi tartışmaya " devam etmeliyiz. Yaşadığı somut ve nesnel süreç­
ler içinde etkili bir sosyal demokratik siyasi aktöre gereksinimi olan
Türkiye'nin demokratikleşme, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve
çoktaraflı güvenlik inşa etme yolunda hızlı ve sağlam yürümesi için
CHP'yi özeleştiriye, kendini demokratik temelde yeniden kurmaya, ya
da kırılmaya davet etmeliyiz. Kendisine yapılan bu tür eleştirileri göz
ardı eden, parti içi çıkar ve iktidar ilişkilerini kendi seçmenlerine ahla­
ki ve siyasi sorumluluğuna öncül gören bir CHP'nin, 29 Mart sabahı­
na hiç de hoş uyanmayacağını düşünüyorum.
Modernleşme, Demokratikleşme
ve Sol Alternatif (1)

3 Kasım genel seçiminden bu yana siyaset üzerine yapılan çözümle­


melerde ve yorumlarda şu genel yargı ortaya çıkıyor: Bu dönem
bir taraftan AKP'nin giderek güçlenmesine ve iktidarını pekiştirmesi­
ne, diğer taraftan da CHP'nin giderek toplumdan kopmasına ve mu­
halefet yapma eylemini bırakarak devlet-endeksli bir siyasal söylemle
rejimi koruma rolünü üstlenmesine sahne oluyor. Bugün " muhalefeti
olmayan bir iktidarla Türkiye yönetiliyor" yargısı, genel ve farklı siya­
sal pozisyonlar tarafından paylaşılan bir değerlendirme. Bu dönemde,
aynı zamanda da, parlamento dışı sol söylemlerin ya giderek marjinal­
leştiğini ya da milliyetçi ve dış dünyaya karşı izolasyonist bir ulusalcı­
lığı üstlendiğini gözlemliyoruz. Sağ partilerin de bu dönemde giderek
zayıfladığını ya da marjinalleştiğini görüyoruz. Bu nedenle de, 28
Mart yerel seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde giderek artan bir AKP,
ama ciddi bir CHP tartışması var.
Bu tartışmada CHP'nin merkezi konumda olmasının diğer
önemli bir nedeni de, 1 990'lı yıllardan başlayarak, ama özellikle
2000'li yıllarda Türkiye'nin geçirdiği değişim ve dönüşümlerin ve bu
sürecin yarattığı toplumsal sorunların ve taleplerin sosyal demokratik
252 tlirkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

ya da demokratik sol bir söylem için uygun bir "ortam", hatta bir "ge­
reklilik" yaratmasına karşın, bu söylemi taşıyacak bir siyasi aktörün
ortaya çıkmaması, varolan siyasi aktörün de (diğer deyişle CHP'nin)
bu taşıyıcı, dönüştürücü role soyunmamasıdır. Bu süreç içinde, Türki­
ye'nin yaşadığı ekonomi, siyaset ve demokratikleşme sorunları, siyasi
alanın giderek ekonomik ve kültürel değişimler yaşayan toplumdan
kopması ve AB, ABD ve IMF ile sürdürülen müzakereler, hepsi, Tür­
kiye'nin iyi yönetiminin, hep vurguladığım gibi, "güvenlik-sürdürüle­
bilir ekonomik kalkınma-demokratikleşme sorunlarını" beraber ve
ilişkisel düşünen bir siyasal söylemi gerekli kıldığını bize gösteriyor. Bu
söylem, kuramsal düzeyde, sosyal demokratik ya da demokratik sol
bir söylem olmakla birlikte, Türkiye'de kendisini taşıyacak ve yaşama
geçirecek siyasi aktörünü bulamıyor.
Bu nedenle de, bu sorunlara çözüm bulma savında olan AKP
güçlenirken, bu sorunlara uzun-dönemli ve güçlü alternatif çözüm
önerileri üretemeyen CHP, siyasi alanı muhalefetsiz bir alan olmaya
doğru götürüyor. O zaman, nasıl bir sosyal demokrasi, nasıl bir de­
mokratik sol, nasıl bir muhalefet, soruları çok önem kazanıyor. Bu so­
rulara yanıtın, modern Türkiye tarihini niteleyen modernleşme ve de­
mokratikleşme süreçlerinin ve bu süreçlerin içerdiği ikilemlerin çö­
zümlenmesinde yattığını düşünüyorum.

MODERNLEŞME İKİLEMİ
1 923'ten bugüne Türkiye siyasi tarihini incelediğimiz zaman, ilginç bir
durumla karşılaşıyoruz. Bu tarih içinde Türkiye'de yukarıdan-aşağıya
ve devlet-merkezci bir tarzda gelişen modernleşme, özellikle siyasi mo­
dernleşme süreci, ulus-devlet oluşturan bürokrasi, anayasa, yargı ve
parlamento v.b. modern kurumları kurmada başarılı oluyor. Andrew
Mango'nun Atatürk " kitabında belirttiği gibi, ulus-devlet kurma ola­
rak tanımlayacağımız siyasi modernleşme temelinde gerçekleştirilen
bu başarı küçümsenmemelidir. Gerçekten de, bugün bile, Ortadoğu

(*) Andrew Mango, Atatürk, The Overlook Press, New York, Woodstock, 1999 [Atatürk, çev. Fü­
sun Doruker, Remzi Kitabevi, lstanbul, 2004).
modernleşme, demokratikleşme ve sol alternatif (ı) 253

(özellikle bugün Irak örneği), Kafkaslar ve Balkan modernleşme sevi­


yesiyle Türkiye'yi karşılaştırdığımız zaman, bu başarıyı daha iyi anlı­
yoruz. Fakat, Türk modernleşmesi kendisini topluma yaygınlaştırma­
da, bireysel hak ve özgürlüklere dayalı liberal ve çoğulcu bir yapıya
kendisini dönüştürmede ve demokratik bir nitelik kazanmakta başarı­
sız kalıyor. 1 980'lerden bugüne kadar olan değişim sürecinde, mo­
dernleşmenin kendisini dönüştürmesi bir gereklilik haline geliyor. Bu
gereklilik, modernleşmenin liberalleşmesini ve demokratikleşmesini
talep eden ve toplumsal hayattan gelen ekonomik istikrar talepleriyle,
sosyal adalet çağrılarıyla, siyasal katılım ve kültürel kimlik hareketle­
riyle ortaya çıkıyor. Bu bağlamda, 1 980'ler ve 1 990'lar Türkiye'sini ta­
nımlayan toplumsal olgulardan birisi de, "modernite krizi" dediğimiz
olgudur. Bu krize çözüm de, toplumsal yaşamın değişimini kapsaya­
mayan modernleşme sürecininin bireysel haklar ve özgürlükler teme­
linde yeniden kurulmasını gerekli kılıyor.

DEMOKRATİKLEŞME İKİLEMİ
Benzer bir durumu demokratikleşme sürecinde de yaşıyoruz. 1 945-50
döneminden bugüne Türkiye'de çokpartili parlamenter bir demokra­
tik sistem var. Bu sistem, askeri darbeler ve müdahalelerle belli dönem­
lerde kesintiye uğrasa da devam ediyor. Türkiye'de demokratikleşme
üzerine çok önemli çalışmalar üretmiş Ergun Özbudun'un belirttiği gi­
bi, 1 923-1 945 arasındaki tek parti döneminden Türkiye, Latin Ame­
rika ve Güney Avrupa örneklerinden farklı olarak, siyasi bir kırılma ya
da kesinti yaşamadan, CHP içindeki belli bir " reform" hareketiyle
çokpartili demokrasiye geçişini yapıyor. Bu anlamda da, demokrasiye
geçişte, yine küçümsemememiz gereken bir başarı yaşanıyor.
Fakat bu başarı, demokrasiyi yerleşikleştirme (demokratik kon­
solidasyon) ve derinleştirme için geçerli değil. Demokrasiye geçişte ba­
şarılı olan Türkiye, demokrasiyi toplumsal ilişkiler içine, anayasallığa,
siyasal kültüre yerleşikleştirmede ve derinleştirmede başarısız oluyor.
1 950-80 arası bu sorun üç askeri darbe ve demokrasinin kesintiye uğ­
raması ve 1 990'lardan bugüne de "demokrasi eksiği" temelinde yaşa-
254 türkiye'de iktidar muhalefet ve sosyal demokrasi
,

nıyor. 1 990'lı yıllarda yaşanan demokrasi eksiği kendisini, siyasi par­


tilerin giderek toplumdan kopmasında, merkez sağ ve sol partilerin gi­
derek zayıflamalarında, dinsel ve etnik kimlik siyasetlerinin güçlenme­
sinde, devletin yolsuzluk ve rüşvet sorunlarıyla girdiği meşruiyet kri­
zinde, siyasal alanın giderek daralmasında, giderek artan siyasal istik­
rasızlık sorununda ve bireysel hak ve özgürlükler üzerine empoze edi­
len anti-demokratik kısıtlamalarda kendisini gösteriyor. Bu anlamda
da, demokrasiye geçişte yaşanan başarının, demokrasiyi yerleşikleştir-
. me ve derinleştirmede ciddi bir başarısızlığa dönüşmesinin, Türkiye'de
siyasal alanın temel sorununu yarattığını söyleyebiliriz.

SOSYAL DEMOKRATİK YA DA
DEMOKRATİK SOL ALTERNATİF
2000'li yıllar içinde Türkiye, hem ulusal/yerel sorunları, hem de ciddi
m üzakere süreçlerinden geçtiği uluslararası ilişkileri ekseninde, mo­
dernleşme ve demokratikleşme süreçlerinde tarihsel olarak yaşadığı
ikilemleri çözmek durumundadır. Bu zorunluluk yapısal ve artık erte­
lenemeyecek bir niteliktedir. Bu bağlamda da, Türkiye'de sol alterna­
tif, devlet-merkezci olmak yerine, Türk modernleşmesinin demokra­
tik, liberal ve çoğulcu temelde yeniden kurulmasının ve Türk demok­
rasisinin devlet-toplum/birey ilişkilerine yerleşikleşmesinin ve derinleş­
mesinin itici gücü olmalıdır. Ve bu itici güç olma içinde de, " demokra­
tik ve güçlü bir Türkiye vizyonu"nun baş aktörü olmaya çalışmalıdır.
Bu rolün yaşama geçmesinde kullanılacak somut kuramsal ve stratejik
açılımları bir sonraki yazımda değerlendireceğim.
28 Mart Yerel Seçimleri ve
Demokratik Sol Alternatif (il)

Şubat yerel seçimleri AKP'nin başarısıyla sonuçlandı. 57 il yö­


2 8 netimi kazanan ve %42,2 oranında oy alan AKP, artık hem ulu­
sal hem de yerel düzeyde Türkiye'nin hakim partisi. 28 Şubat seçimi,
aynı zamanda, beklenenin tersine, MHP, DYP ve SP gibi sağ partilerin
oylarını arttırmasıyla da sonuçlandı: Etnik milliyetçi alanda AKP güç­
lendi: ve belli bir sosyolojik tabanı olmayan solda güç birliği arayışları­
nın da bir yere gitmeyeceği anlaşıldı. Bu seçimlerde siyaset alanı gide­
rek daha da sağa kaydı, sol daha da zayıfladı. AKP'nin 17 aydır sür­
dürdüğü, özellikle Türkiye-AB, Türkiye-IMF ilişkileri ve Kıbrıs sorunu
temelinde gösterdiği aktif siyaset anlayışının seçmen tarfından destek­
lendiğini gözlemledik. CHP lideri Deniz Baykal seçimlerden başarılı
çıktıklarını söylese de, bazı CHP sözcüleri ekran karşısında halkı ve
medyayı suçlasalar da, CHP'nin seçimlerden başarısız çıktığını gördük.
Kıbrıs sorunu ve Türkiye-AB ilişkilerinde sürdürmüş olduğu
devlet-merkezci ve güvenlik eksenli muhalefet söylemiyle CHP, kendi­
sine değil MHP ve DYP'ye yardım etmiş oldu. Devlet-merkezci söyle­
min Türkiye'de ideolojik ve sosyolojik olarak esas taşıyıcı aktörleri
olan MHP ve DYP, anti-Avrupa söylemleri ve Kıbrıs sorununa milli-
256 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

yetçi yaklaşımlarıyla toplumun belli kesimleriyle bir bağ kurma başa­


rısı gösterdi ve oylarını az da olsa arttırdı (ki bu artış 3 Kasım sonrası
dönemde önemli ve dikkat edilmesi gereken bir başarıdır). Aynı söyle­
mi kullanmaksa, CHP için ciddi bir stratejik hataydı. Benzer bir şekil­
de, AKP'nin kamu yönetimi, yerel yönetimler ve yüksek öğrenim alan­
larındaki reform girişimlerini, bu alanlarda alternatif politikalar üret­
mek yerine cumhuriyeti ve ulus-devleti anti-laik kesimlerden koruma
temelinde eleştiren CHP, bu temelde de stratejik bir hata yaptı. CHP
seçimi kaybederken, laik cumhuriyete ve devletin bütünlüğüne karşıt
bir konuma oturttuğu AKP yerel yönetim seçimlerinde %42,2 bir halk
desteğiyle birinci parti oldu.
28 Şubat yerel seçim sonuçlarını okurken CHP'nin halkı ve
medyayı eleştirmek ya da seçimlerden başarılı çıktık gibi bir hayal
dünyasına girmek yerine, iki önemli gerçeği görmek zorundadır. Birin­
cisi, CHP'nin 3 Kasım'dan bugüne sürdürmüş olduğu muhalefetin te­
melini oluşturan, hem dünyanın hem de Türkiye'nin değişen yapısını
algılamak istemeyen ve özünde devlet-merkezci ve güvenlik eksenli si­
yaset anlayışının çok ciddi bir stratejik hata içerdiğini ve kendisine ba­
şarısızlıktan başka bir şey getirmeyeceğini görmesi gerekmektedir. Bu
siyaset anlayışı CHP'yi giderek farklı toplumsal kesimler içinde marji­
nalleştirirken, yukarıda belirttiğim gibi ironik bir biçimde MHP ve
DYP gibi diğer sağ partilerin işine yaramaktadır. İkinci olarak, önce­
den vurguladığım gibi, Türkiye'de siyasi merkezin göbeğine oturma
sürecinde olan AKP iktidarına karşı geliştirilecek güçlü bir sosyal de­
mokratik ya da demokratik sol alternatifin, hem seçim kazanma gücü
olan bir stratejiye sahip olması, hem de toplumla yaygın bir organik
bağ kurması için, kendisini Türkiye'nin modernleşmesinin ve demok­
ratikleşmesinin temel aktörü ve taşıyıcı gücü olmaya hazırlaması ge­
rekmektedir. Bu anlamda, CHP'nin hareket alanı devlet-merkezcilik
ya da milliyetçilik değil, aksine demokratikleşmedir. Türk modernleş­
mesini bireysel hak ve özgürlükler temelinde demokratikleştirmeyi
amaçlayan ve böylece de demokratik kuralları ve normları toplumsal
yaşam içinde yerleşikleştirme ve derinleştirme girişiminde olan demok-
28 mart yerel seçimleri ve demokratik sol alternatif (ıı) 257

ratik sol bir siyasi strateji muhafazakar demokrasiye karşı güçlü bir al­
ternatif olabilir, aynı zamanda da kendisini milliyetçi ve sağcı ideoloj i­
lerden ayrıştırabilir. Alternatif sol bir seçeneğin özgünlüğü ve gücü, bu
bağlamda, demokratikleşmede yatmaktadır ve ancak bu yolla 28 Mart
yerel seçimlerinde %75-80'lere varan sağ yükselmeye karşı kendisini
güçlendirebilir. Devlet-merkezciliğe dayanmak ya da parti içi iktidar
mücadeleri içinde kısırlaşmak yerine, yüzünü toplumsal sorunlara ve
toplumsal taleplere dönen bir CHP ya da demokratik sol alternatif, de­
mokratikleşme ve modernleşme temelinde toplumla organik bağ kura­
bilir ve Türkiye'yi daha iyi yönetme iddiasında olabilir.

KÜRESELLEŞME VE DEVLEli DÖNÜŞTÜRMEK


"Güçlü ve demokratik bir Türkiye yaratmak" iddiasında olan demok­
ratik sol bir alternatif, Türkiye'nin değişen yapısını ve bu değişimin ya­
rattığı sorunları ve toplumsal talepleri çözümlerken ve en önemlisi bu
sorunlara çözüm önerisi geliştirirken, sadece " ulusal düzey"le ve
" ulus-devlet"le kendisini kısıtlamamalıdır. Devlet-merkezci ve milli­
yetçi yaklaşımların aksine, demokratik sol alternatif Türkiye çözümle­
mesini küresel/bölgesel/ulusal/yerel etkileşimleri hesaba katarak yapar.
Küreselleşme sürecine ve bu sürecin Türkiye üzerindeki etkilerine eleş­
tirel yaklaşır. Ama bunu yaparken de, küreselleşmeyi uluslararası iliş­
kilerin bugün değişen yapısına anlam veren bir tarihsel gerçeklik ola­
rak ele alır, dolayısıyla da küreselleşme eleştirisini devlet-merkezci bir
niteliğe büründürmez. Küreselleşme eleştirisi, ne ulus-devleti toplum­
sal değişime karşı güçlendirmeyi amaçlayan bir niteliktedir, ne de kü­
reselleşmenin şampiyonluğunu yaparak, ulus-devleti küçültmek ya da
teknik bir aygıta indirgemek girişimindedir. Demokratik sol alternatif,
Anthony Giddens'ın İlerici Manifesto * kitabında belirttiği gibi, devle­
ti demokratik ve farklı toplumsal kesimlerle diyalog içinde olan bir yö­
netim aygıtına dönüştürmeyi amaçlar. Devlet güçlü, kapsayıcı ve mü­
dahaleci değil, toplumsal değişime, ilerlemeye ve modernleşmeye kat-

(•) Anchony Giddens, The Progressive Manifesto: New ldeas {or the Centre-Le{t, Blackwell, Lond­
ra, 2003_
258 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

kıda bulunan ve bu değişimin demokratik bir zeminde oluşmasını "ga­


ranti altına" alan etkili bir yönetim aygıtıdır. Demokratik ve toplum­
sal modernleşmeye katkı veren devlet (ensuring state), hem devlet-top­
lum/birey ilişkilerini, hem de toplumsal kesimler-arası ilişkileri haklar
ve sorumluluklar ilkeleri temelinde düzenleyen devlettir.

KATILIMCI DEMOKRASİ VE SOSYAL ADALET


Demokratik sol alternatifin savunduğu demokratik ve toplumsal mo­
dernleşmeye katkı veren devlet anlayışı, hem toplum yönetimini katı­
lımcı demokrasi modeli üzerine kurarak, hem de sosyal adalet ilkesini
kendisine öncül alarak özgünlük kazanır ve muhafazakar demokrasi­
ye alternatif bir toplum vizyonunu gündeme getirir. Katılımcı demok­
rasi toplum yönetiminin sivil toplum örgütlerine ve vatandaşlık inisi­
yatiflerine açılması anlamına gelir. Ama daha da önemlisi, katılımcı
demokrasi demokratik devletin (a) sivil toplumun örgütsel ve finansal
olarak gelişmesine; (b) sivil toplum örgütlerinin siyasal, ekonomik ve
kültürel aktörlerle ilişkisinin derinleşmesine ve (c) sivil toplum alanı­
nın toplumsal yaşamda genişlemesine katkı vermesini de içerir.
Katılımcı demokrasi, aynı zamanda Türkiye'de toplumsal yaşa­
mın en sorunlu alanını oluşturan sosyal adalet sorununa uzun dönem­
li ve yapısal çözümün de anahtarıdır. Sosyal adalet alanı, hem refahın
ve gelirin toplumsal katmanlar arasında adaletsiz dağılımı sorununu
(dağılım adaleti), hem kültürel kimliklerin kültürel haklarını yaşama
geçirme sorununu (tanınma adaleti), hem de kadınlar ve gençler v.b.
kesimlerin siyasete katılım sorununu (katılım adaleti) içermektedir ve
bu yapısıyla karmaşık ve çokboyutlu bir niteliktedir. Katılımcı demok­
rasi temelinde haraket eden ve modernleşme ve demokratikleşme sü­
reçlerinin taşıyıcı ve baş aktörü olma iddiasında olan demokratik bir
sol alternatif, bu karmaşık ve çokboyutlu sosyal adalet sorununa, et­
nik ve dinsel milliyetçiliğe düşmeden, ciddi bir çözüm getirebilecek po­
tansiyeli içinde taşımaktadır.
Bugün CHP ya da demokratik sol alernatif marjinalleşme ile
kendini yenileme arasında ciddi bir tercih yapmak durumundadır. Bu
28 mart yerel seçimleri ve demokratik sol alternatif (ıı) 259

tercih, Türkiye'nin geleceğini de belirleyecektir. Umarız CHP kendisi­


nin dışında her kesime suç bulmak yerine, kendiyle yüzleşmek cesare­
tini gösterir.
28 Mart Yerel Seçimleri,
Sağ ve Sol

eçim öncesi kamuoyu yoklamalarındaki % 65-68'lere varan şişir­


S meler temelinde yapılan, "AKP %50'nin altında oy aldı, bu neden­
le 28 Şubat yerel seçimlerinde kazandığı 57 il yönetimi ve %42,2 ora­
nında oy tam bir başarı değildir" önermesinin çok da anlamlı olmadı­
ğını kabul ederek 28 Mart yerel seçimlerine bakarsak, AKP'nin seçim­
lerden ciddi bir başarıyla çıktığını görürüz.

28 MART SEÇİMLERİ VE SAG SİYASET


AKP hükümeti temelinde 28 Mart seçimlerini değerlendirirsek, üç
önemli noktanın ortaya çıktığını görürüz: (a) hem almış olduğu oy
oranı hem de kazanmış olduğu yerel yönetim birimleri temelinde, AKP
artık hem ulusal hem de yerel düzeyde Türkiye'nin hakim partisidir.
AKP yönetimi merkez sağ parti olma iddiası ve ılımlı İslami kimliğiy­
le siyasi merkezin tam da ortasına oturmaktadır; ( b) AKP'nin hem
Türkiye genelinde, hem CHP'nin önemli kaleleri olan Gaziantep ve
Antalya gibi önemli illerde, hem de etnik milliyetçi alanın içinde seçi­
mi kazanması, muhafazakar demokrasi ideoloj isinin toplum içinde ka­
bul gördüğü ve yaygınlaştığı anlamına gelmektedir. Bu, bir taraftan
262 türkiye"de iktidar. muhalefet ve sosyal demokrasi

AKP'nin siyasi merkezi, muhafazakar demokrasi temelinde inşa etme


olasılığını güçlendirirken, diğer taraftan da AKP'nin toplumun farklı
kesimleriyle bağ kurmasını kolaylaştıracaktır; (c) yerel seçimler bir gü­
ven oyu seçimi olmasa da, bu seçimde kazanılan başarıyla, AKP'nin 1 7
aydır sürdürdüğü, özellikle Türkiye-AB, Türkiye-IMF ilişkileri v e Kıb­
rıs sorunu temelinde gösterdiği aktif siyaset anlayışının seçmen tarafın­
dan desteklendiğini de gördük. Bu alanlarda, 28 Mart seçimi AKP'nin
aktif siyaset anlayışını meşrulaştırırken ve bu anlayışın manevra alanı­
nı da genişletti ve güçlendirdi.
28 Mart seçimi, aynı zamanda, beklenenin tersine, MHP, DYP
ve SP gibi sağ partilerin oylarını arttırmasını ortaya çıkardı. Devlet­
merkezci ve milliyetçi söylemin Türkiye'de, etnik, kırsal ve dinsel te­
melde taşıyıcı aktörleri olan MHP, DYP ve SP, anti-Avrupa ve anti­
IMF söylemleriyle, Kıbrıs sorununa milliyetçi yaklaşımlarıyla ve AKP
eleştirileriyle toplumun belli kesimleriyle bir bağ kurma başarısı gös­
termiş oldu ve oylarını az da olsa arttırdı. Fakat, bu artışın, 3 Kasım
sonrası dönemde AKP'nin başarılı bir yönetim izlemesi ve Türkiye'de
ekonomik alanda belli bir iyileşmenin olması temelinde düşünüldüğü
zaman önemli ve dikkat edilmesi gereken bir başarı olduğunu kabul
etmeliyiz. MHP, DYP ve SP oylarındaki artış bize şu gerçeği de göster­
mektedir. Bugün Türkiye'de belli bir güç içinde varolan anti-Avrupa
söylemi, Türkiye bu yıl sonu AB'yle tam üyelik müzakereleri için tarih
alsa bile, müzakereler sürecinde de güçlü olarak devam edecektir. Mü­
zakere sürecinde anti-Avrupa söylemi ulus-devlet egemenliği, kırsal
alanın yok olması, özellikle de tarım sorunu ve ulusalcılığın sonu gibi
milliyetçi ve statükocu referanslarla hareket edecek ve bu referansların
taşıyıcıları MHP, DYP ve SP gibi partiler olacaktır. Bu anlamda, AKP
tek parti yönetimi siyasi alanın sağ ekseninde oturan bu partilerden
ciddi eleştiriler alacak ve sıkıştırılacaktır. Bu nedenle de, 28 Mart se­
çimleri bize Türkiye'de milliyetçi sosyolojik tabanın hala belli bir
oranda güçlü olduğunu gösterirken, AKP'ye de ana muhalefet partisi
olan CHP'nin yanında MHP, DYP ve SP gibi partileri de ciddiye alma­
sı gerektiğini gösterdi.
28 mart yerel seçimleri, sağ ve sol 263

28 MART SEÇİMLERİ VE CHP


Bu bağlamda, 28 Mart seçimlerinin, bir taraftan AKP iktidarının pekiş­
mesi, muhafazakar demokrasi toplumda yaygınlaşması ve siyasi merke­
zin göbeğine oturmasıyla sonuçlanırken, diğer taraftan da Türk siyase­
tinin daha da sağa kaymasını ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Bu seçim­
lerde siyaset alanı % 75-80 oranında giderek daha da sağa kaydı. Ama
altını önemle çizmemiz gereken nokta da şu: 28 Mart'la siyaset daha da
sağa kayarken, AKP iktidarı pekişirken ve etnik, kırsal ve dinsel milli­
yetçilik sosyolojik tabanlarını koruyarak az da olsa, ama dikkat edilme­
si gereken bir biçimde güçlenirken, sol daha da zayıfladı ve marjinalleş­
me tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. CHP lideri Deniz Baykal seçimlerden
başarılı çıktıklarını söylese de ve bazı CHP sözcüleri ekran karşısında
halkı ve medyayı suçlasalar da, CHP seçimlerden başarısız çıktı.
AKP'nin kamu yönetimi, yerel yönetimler ve yüksek öğrenim
alanlarındaki reform girişimlerini, bu alanlarda alternatif politikalar
üretmek yerine cumhuriyeti ve ulus-devleti anti-laik kesimlerden koru­
ma temelinde eleştiren CHP, stratej ik bir hata yaptı. CHP seçimi kay­
bederken, laik cumhuriyete ve devletin bütünlüğüne karşıt bir konuma
oturttuğu AKP yerel yönetim seçimlerinde %42,2 bir halk desteğiyle
birinci parti oldu. Daha da ironik olarak, Kıbrıs sorunu ve Türkiye-AB
ilişkilerinde sürdürmüş olduğu devlet-merkezci ve güvenlik eksenli
muhalefet söylemi CHP'ye yaramak yerine, MHP ve DYP'ye yardım
etmiş oldu. Bu partiler, anti-Avrupacı ve milliyetçi bir Kıbrıs söylemiy­
le ve kırsal kesimin yapısal sorunlarına popülist yaklaşımlarıyla oyla­
rını arttırırken, aynı söylemi kullanmaksa, CHP için stratejik bir hata
oldu ve kendisinin seçimi kaybetmesiyle sonuçlandı.
Bu anlamda, 28 Mart yerel seçim sonuçlarını okurken CHP'nin
halkı ve medyayı eleştirmek ya da seçimlerden başarılı çıktık gibi bir
hayal dünyasına girmek yerine, şu iki önemli gerçeği görmek zorunda­
dır: Birincisi, CHP'nin 3 Kasım'dan bugüne sürdürmüş olduğu muha­
lefetin temelini oluşturan, hem dünyanın hem de Türkiye'nin değişen
yapısını algılamak istemeyen ve özünde devlet-merkezci ve güvenlik
eksenli olan siyaset anlayışının çok ciddi bir stratejik hata içerdiğini ve
264 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

kendisine başarısızlıktan başka bir şey getirmeyeceğini artık görmesi


gerekmektedir. CHP artık, sırtını devlete dayayarak AKP'ye yaklaşa­
maz, AKP ile devlet seçkinlerinin arasında olası bir sürtüşmeden ken­
disinin kazançlı çıkacağı gibi bir hayalle yaşayamaz. Daha doğrusu,
CHP'nin cumhuriyetin korunması, laikliğin korunması v.b. ideolojik
girişimlerle devlet seçkinlerinin sözcüsü bir parti olmayla bir yere gi­
demeyeceğini artık anlaması gerekmektedir. Bugün CHP'nin karşısın­
da iktidarını, ideolojisini ve toplumla bağını derinleştirmiş ve genişlet­
miş bir AKP vardır. AKP iktidarına demokratik, yüzü toplumsal so­
runlara dönük ve alternatif politikalar temelinde muhalefet yapama­
yan bir CHP giderek farklı toplumsal kesimler içinde marjinalleşme
tehlikesiyle karşı karşıyadır.
CHP'nin 28 Mart seçimlerinden çıkartacağı ikinci önemli ders
şu gerçeği görmesidir: Türkiye' de siyasi merkezin göbeğine oturma sü­
recinde olan AKP iktidarına karşı geliştirilecek güçlü bir sosyal de­
mokratik alternatifin, hem seçim kazanma gücü olan bir stratejiye sa­
hip olması, hem de toplumla yaygın bir organik bağ kurması için, ken­
disini Türkiye'nin modernleşmesinin ve demokratikleşmesinin temel
aktörü ve taşıyıcı gücü olmaya hazırlaması gerekmektedir. Bu anlam­
da, CHP'nin hareket alanı devlet-merkezcilik ya da milliyetçilik değil,
aksine demokratikleşmedir. Türk modernleşmesini bireysel hak ve öz­
gürlükler temelinde demokratikleştirmeyi amaçlayan ve böylece de de­
mokratik kuralları ve normları toplumsal yaşam içinde yerleşikleştir­
me ve derinleştirme girişiminde olan bir CHP muhafazakar demokra­
siye karşı güçlü bir alternatif olabilir, aynı zamanda da kendisini mil­
liyetçi ve sağcı ideolojilerden ayrıştırabilir. CHP'nin özgünlüğü ve gü­
cü, bu bağlamda, demokratikleşmede yatmaktadır ve ancak bu yolla
28 Mart yerel seçimlerinde % 75-80'lere varan sağ yükselmeye karşı
kendisini güçlendirebilir. Devlet-merkezciliğine dayanmak ya da parti
içi iktidar mücadeleri içinde kısırlaşmak yerine, yüzünü toplumsal so­
runlara ve toplumsal taleplere dönen bir CHP, demokratikleşme ve
modernleşme temelinde toplumla organik bağ kurabilir ve Türkiye'yi
daha iyi yönetme iddiasında olabilir.
28 mart yerel seçimleri, sağ ve sol 265

Diğer bir deyişle, devlet-merkezciliğe dayanan değil, toplumsal


sorunlara ve taleplere yanıt bulmaya yönelen, devlet seçkinlerine değil,
sivil toplum örgütlerine kendini açan, varolan sistemi değil, katılımcı
demokrasiyi destekleyen, sadece devlet güvenliğine değil ciddi sosyal
adaletsizlik sorunlarına çözüm arayan ve farklı toplumsal kesimlerle
organik bağ kurmaya ve onların siyasi temsilcisi olmayı amaçlayan bir
sosyal demokrasi ve onun aktörü CHP, AKP'ye ve Türkiye'nin giderek
sağa kayan siyasetine güçlü bir alternatif olabilir. Marjinalleşmeyle
kendisini değiştirme arasında yapacağı tercih CHP'nin ve Türk siyase­
tinin geleceğini belirleyecektir.
CH P ve Üçüncü Yol

Mart yerel seçimleri Türkiye'de sosyal demokrasi ve sol üzeri­


28 ne yapılan tartışmalara ciddi ve verimli bir ivme kazandırdı. Bu
konu üzerine Radikal gazetesinde kapsamlı bir dosya yayımlandı. Tür­
kiye'nin yaklaşık % 8 0'inin sağa kaydığı, AKP'nin bölgesel düzeyde
başarı oranında her bölgede başarılı olarak Türkiye haritasını tama­
miyle sarı renge boyadığı, il ve ilçe yönetimlerini de çok büyük oran­
da kazandığı bir ortamda, bu tartışma sadece sosyal demokrasinin ve
solun geleceği için değil, Türkiye'nin geleceği için de çok önemli. Böy­
le bir durumda, CHP başkanı Deniz Baykal bir taraftan, CHP'nin ba­
sın sözcüleri diğer taraftan (ve CHP Mersin Milletvekili ve MYK üye­
si Mustafa Özyürek geçen haftaki Radikal İki'de), alınan % 1 8 civa­
rındaki oyun aslında başarı olduğunu söylüyorlar. Ve ekliyorlar, eğer
CHP'ye karşı medya'da geliştirilen komplo düzeyindeki kampanya ol­
masaydı ve halk da CHP'nin Irak Savaşı üzerine geliştirdiği ve "önemi
Türkiye'nin ve hatta Ortadoğu'nun gerisine giden" pozisyonunu doğ­
ru anlasaydı, CHP daha da başarılı oldu (Bir parantez açarsak,
CHP'nin savaş karşıtı tavrındaki muğlaklığı da belirtmeliyiz. CHP 1
Mart tezkeresine hayır oyu verdi ama Irak Savaşı üzerine konumu be-
268 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

nim bildiğim kadarıyla Türkiye'nin tam anlamıyla savaşın dışında kal­


masını içermiyordu. CHP'nin tavrı, ABD askerlerinin Türkiye'de ko­
nuşlandırılmalarına hayır demek, ama aynı zamanda başka bir tezke­
reyle Türk askerlerinin lrak'a gerekli gördükleri an girmelerine izin
vermekti) . CHP'yi anlayamayan halk "AKP'yi cezalandırmak yerine"
CHP'ye oy vermedi ve bu durum CHP'ye karşı medyada geliştirilen
anti-CHP kampanyasıyla birleşince, CHP'nin başarılı çıktığı yerel se­
çimlerden daha da başarılı çıkması engellendi. Dolayısıyla öğreniyoruz
ki, CHP'nin daha başarılı olmasını engelleyen etmenler CHP'ye "dış­
sal olgular"; anti-CHP'ci medya, halkın CHP'yi anlayamaması ve doğ­
ru olanı görememesi.

DIŞSAL OLANI SUÇLAMAK


Hafızamızı biraz yoklarsak, 1 9 80'li ve özellikle de 1 990'lı yılardan bu­
güne Türkiye'de sosyal demokrasinin, kendisinin bir "parti" , bir " ide­
oloji" ve bir "toplumsal hareket" olarak hem seçimler düzeyinde sü­
rekli oy kaybetmesini, hem de toplumla organik ve ideolojik bağ kur­
mada kısır bir toplumsal hareket olarak kalmasını hep " dışsal olgu­
lar"a göndermeyle açıkladığını görürüz. 1 980 askeri darbesi, Turgut
Özal'la başlayan serbest pazar ekonomisi, 1 990'lı yıllarda giderek si­
yasallaşan İslami hareket ya da aynı yıllar içinde etnik kimlik sorunuy­
la terörün içiçe geçmesini simgeleyen Kürt sorunu ve Türkiye halkının
doğru olanı görememesi gibi tüm bu dışsal olguların sosyal demokra­
si üzerindeki negatif etkileri, hep bize seçimlerdeki başarısızlığın nede­
ni olarak gösterildi. Belli istisnalar dışında, hiçbir zaman bir öz eleşti­
riye gidilmedi ve toplumla ideolojik ve organik bağ kuracak program
ve vizyon arayışlarına gerek duyulmadı. Bu gereksinimleri dile getiren
istisnalar da ya dışlandılar ya da kendileri partilerinden ayrıldılar. Bu
on yıllar içinde hep karşımızda doğruyu yapan ve kendisini haklı gö­
ren bir lider kadrosu gördük ve bu kadronun kendisine oy vermeyen
toplumsal kesimleri "doğruyu görememekle suçladığını" duyduk.
Bugün de aynı durumu gözlüyoruz. 2001 yılında tarihinin en
ciddi ekonomik krizlerinden birini yaşayan ve bu anlamda işsizlik,
chp ve üçüncü yol 269

yoksulluk gibi "sosyal adalet" sorunlarının çok önemli olduğu ve


1 999'dan beri AB'yle ilişkileri giderek belirginleşen ve bu anlamda da
ciddi "demokratikleşme hamleleri "ni gerçekleştiren, dolayısıyla sosyal
demokratik bir parti, ideoloji ve toplumsal hareket için çok uygun bir
zemini içinde taşıyan bir Türkiye'de, ana muhalefet partisi CHP hala
dışsal olgulara referansla seçim değerlendirmeleri yapıyor. 2001 eko­
nomik krizinin neoliberal serbest pazar ideolojisinin gücünü kırması,
Kürt sorunu içinde terör olgusunun minimize edilmesi ve 28 Şubat sü­
reci içinde İslami hareketin merkez sağ ve ılımlı İslami kimliğe sahip
AKP'yi ortaya çıkarması, 28 Mart yerel seçimlerinde CHP'ye pek de
kullanacağı dışsal olgu bırakmamıştı. Haritası AKP'nin sarı rengine
bürünmüş Türkiye' de CHP, bu sefer dışsal olgu olarak medyayı ve bir
kere daha doğruyu göremeyen halkı gördü.
Bu gerçekten trajikomik bir durum. Sosyal adalet ve demokra­
tikleşme ekseninde bir siyaset isteyen Türkiye'de, 3 Kasım seçimlerin­
den tek parti iktidarıyla çıkan AKP, "yerel kalkınma" sloganıyla yerel
seçimlerde başarısını ve gücünü pekiştirirken, " ben savaş karşıtıydım,
ama bu halk tarafından anlaşılamadı" diyerek başarısız olmadığını
söyleyen bir CHP var karşımızda. Eğer CHP'nin vurguladığı gibi yerel
seçimlerle genel seçimi karıştırmamamız gerekiyorsa ve eğer yerel se­
çimler özünde yerel alana hizmet götürme temelinde gerçekleşen bir
seçimse, savaş karşıtlığıyla yerel alana hizmet arasındaki ilişkiyi
CHP'nin gerçekten bizlere anlatması gerekiyor. AKP'nin verdiği sözde
samimi olup olmadığını bilemem ama, yerel kalkınma ile halka hizmet
arasında bir ilişki olduğunu görebiliyorum, ama savaş karşıtlığının na­
sıl bir yerele hizmet anlayışı içerdiğini pek anlayamıyorum.

CHP VE ÜÇÜNCÜ YOL


Bu anlamda temel soru şu; halk mı CHP'yi anlamıyor, yoksa CHP'nin
seçim stratejisinin tutarsızlığı mı Türkiye'yi sarıya boyuyor? CHP yö­
netimine göre yanıt birinci şık, bu durumda da trajikomik tavır orta­
ya çıkıyor. Eğer yanıtımız ikinciyse, o zaman yapılması gereken sosyal
demokrasiyi bir parti, bir ideoloji ve bir toplumsal hareket olarak ye-
2]0 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

niden yapılandıracak ve güçlendirecek program ve vizyonu tartışmak.


Ancak böyle bir tartışma, yaklaşık % 80'i sağa kaymış bir Türkiye'de
sola, hem parti düzeyinde gerçek bir "seçim başarısı", hem ideolojik
düzeyde "siyasi merkezi" sosyal demokratik bir program ve vizyon te­
melinde yeniden kurma, hem de toplumsal hareket düzeyinde "farklı
toplumsal kesimlerle organik bağ kurma" olasılığını verir. Solun yeni­
den yapılanma programının temeli, bu bağlamda, ekonomik kalkınma
ile sosyal adalet sorununu ilişkilendirmek ve işsizlik, yoksulluk, kültü­
rel kimlik taleplerinin tanınması ve siyasete katılım (özellikle kadınla­
rın ve gençlerin) temelinde yaşanan sosyal adalet sorunlarına demok­
ratikleşme temelinde çözüm aramaktır. Bu programın topluma suna­
cağı vizyon ise, "modernleşmesini ve demokratikleşmesini toplumsal
yaşama yerleşikleştirmiş Türkiye'yi yaratmak" olmalıdır.
. Eğer üçüncü yol kavramını, sadece İngiltere, Almanya (ve
ABD'deki) sosyal demokrat partilerin deneyimlerine indirgemeden,
bugünün dünyasında farklı ülkelerde farklı şekillerde yaşanan küresel­
leşme ve modernleşme süreçlerinin yarattığı sorunlara ve değişimlere
"sosyal adalet-demokratikleşme" temelinde verilebilecek bir yanıt ola­
rak düşünürsek, sosyal demokrasinin yukarıda belirttiğim temelde bir
program ve vizyon yoluyla yeniden yapılanması girişimini üçüncü yol
olarak değerlendirebiliriz. Bu değerlendirmede bir sorun görmüyorum.
Üçüncü yol olmayan AKP her iki seçimde de sosyal adalet-demokra­
tikleşme sorunlarına çözüm bulacağı sözüyle başarılı oldu. Sorun
üçüncü yol kavramında değil, aksine CHP'nin sosyal adalet-demokra­
tikleşme eksenini gözardı etmesinde, devlet-merkezci bir siyasetle top­
lumla bağlarını kopartmasında ve siyaseti de parti içi iktidar mücade­
lesine indirgemesinde. Böyle olunca da, medyayı ve halkı suçlamak ka­
çınılmaz oluyor.
Sosyal Demokrasi ve Türkiye

1 9 80'lerden bugüne, özellikle 1 990'larda ve 2000'1i yıllarda, Türki­


ye'de sosyal demokrasinin, (i) siyasi bir aktör olarak, ( ii) toplum­
sal bir hareket olarak ve (iii) bir ideoloji olarak giderek küçüldüğünü,
iktidar olmaktan uzaklaştığını, hatta marjinalleştiğini görüyoruz. Bu
anlamda, "bugün Türkiye'de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da
kriz yaşıyor" saptaması, sadece siyasi parti düzeyinde, dolayısıyla sa­
dece CHP ya da ondan önceki sosyal demokratik partilere endeksli
düşünülmemeli, tartışılmamalı. Böyle bir tartışma, içinde önemli bir
doğruluk payı ve açıklama gücü taşısa da, sınırlı ve indirgemeci bir ni­
telik taşımaktadır. Düşünme ve tartışma alanını sadece sosyal demok­
rasinin siyasi bir aktör olarak yaşadığı sorunlara indirgemeden, sosyal
demokrasinin toplumsal bir hareket ve bir ideoloj i olarak yaşadığı so­
runları da içerecek bir tarzda genişlettiğimiz zaman, "bugün Türki­
ye'de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor" saptaması
ciddi bir anlam kazanacaktır. Türkiye'de soysal demokrasinin yaşadı­
ğı sorunlu durumu, " siyasi aktör, toplumsal hareket ve ideoloji" düz­
lemlerinde üç-boyutlu görmeliyiz, ki bu boyutlar birbirleriyle ilişkili ve
· bağlantılıdır. Böyle bir yaklaşım bize bugünü çoknedenli, tarihsel ve
272 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

analitik bir temelde çözümleme ve anlama olasılığını verir. Daha da


önemlisi, ancak bu temelde yapılan bir çözümlemeyle, sosyal demok­
rasinin iktidar olma ve Türkiye'yi yönetme olanağını yakalaması için
gerekli olan "yeniden yapılanma" süreci başarı ve uzun dönemli bir ni­
telik kazanabilir. Diğer bir deyişle, sadece parti içi iktidar mücadelele­
rine, lider değiştirmeye ve delege seçimi ya da parti yönetimi düzenle­
melerine indirgenmiş bir yeniden yapılanma girişimi, bugün sosyal de­
mokrasinin yaşadığı çokboyutlu sorunlu durumu doğru okuyamadığı
sürece, başarılı olma şansına sahip değildir. Aksine yapılması gereken
bugünü tarihselliği içinde doğru okumak ve bu okumanın içinden ya­
rını kurmaktır.

ÜÇ-BOYUTLU ÇÖZÜMLEME
Bugünün tarihselliğini doğru okumak, her şeyden önce, yukarıda be­
lirttiğim gibi, sosyal demokrasiyi ve sorunlarını üç-boyutlu bir çözüm­
leme sürecine sokmayı gerektirmektedir;
(A) Siyasi bir aktör olarak sosyal demokrasinin küçülmesi ken­
disini, kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayan partilerin yaşa­
dıkları seçim başarısızlıklarında, dolayısıyla seçimlerde sürekli oy
kaybetmesinde ve toplumsal tabanlarını kaybetmelerinde gösteriyor.
Bu temelde küçülme, özünde, sosyal demokrasinin iktidar olma ve
Türkiye'yi yönetme olasılığının giderek ortadan kalkması anlamına
gelmektedir;
(B) Toplumsal bir hareket olarak sosyal demokrasinin küçülme­
siyse, sosyal demokratik partilerle farklı toplumsal aktörler arasında­
ki " sınıf" ya da "kültürel kimlik" temelinde kurulabilecek bağların gi­
derek zayıflamasında ortaya çıkıyor. 1 990'lı ve 2000'li yıllar sosyal de­
mokrasinin, toplum ile arasında kurulacak organik bağın giderek za­
yıfladığı yıllar olarak da tanımlanabilir. Bu yıllar içinde, sosyal demok­
ratik partilerin hem ekonomik aktörlerle (toplumsal sınıflar, sendika­
lar, büyük, orta ve küçük ekonomik işletmeler), hem de kültürel kim­
lik hareketleriyle (dinsel, etnik, kadın ve gençlik hareketleri) organik
bağlar kurmada zorlandığını görüyoruz. Bu anlamda, bu yıllar, sosyal
sosyal demokrasi ve türkiye 273

demokrasinin bir toplumsal hareket olarak da zayıfladığını ve küçül­


düğünü sergileyen yıllardır ve
(C) Bir ideoloji olarak sosyal demokrasinin küçülmesi de, ken­
disini sosyal demokrasinin toplum karşısında, hem " farklı güçlü ve de­
mokratik bir Türkiye" vizyonu yaratma", hem de toplumsal sorunla­
ra ve taleplere yanıt bulma düzlemlerinde inandırıcılığını ve güvenilir­
liğini kaybetmesi temelinde ortaya çıkmaktadır. Bugün sosyal demok­
rasi farklı toplumsal kesimlerin gözünde, siyaseti devlet-merkezci bir
tarzda yapan, kendisini devletle özdeşleştirmiş, temel misyonu olarak
rejimin korunmasını gören ve bu anlamda da toplumsal sorunlara çö­
züm arama girişiminde olmayan, topluma yüzünü dönmeyen ve top­
lumla bağ kurmayı amaçlamayan bir oluşumdur. Bu nedenle de, ide­
olojik kriz, sosyal demokrasinin (i) toplumsal yaşam içinde "sosyal de­
mokratik kimlik yaratma gücü" nü giderek kaybetmesi ve (ii) " inandı­
rıcı ve güvenilir bir farklı ve demokratik Türkiye vizyonu" yaratama­
ması anlamına gelmektedir. Bu nedenle de, ideoloji tartışmaları içinde
sık sık verilen bir örneği bu bağlamda kullanırsak, sosyal demokrasi­
nin ideolojik krizi, kendisinin toplumsal kalabalığa "Hey Sen ! " çağrı­
sına kulak veren, dönüp bakan ve yanıt verenlerin sayısının giderek
azalmasında kendisini göstermektedir.

YENİDEN-YAPILANMA
Bugün sosyal demokrasinin Türkiye'ye yaptığı "Hey Sen ! " çağrısına
yanıt verenlerin giderek azalması, hem CHP'nin siyasi bir aktör olarak
toplum içinde güvenilirliğinin azalması, hem de sosyal demokrasinin
bir ideoloji ve toplumsal hareket olarak farklı toplumsal kesimler için­
de "sosyal demokratik bir kimlik" yaratmaktaki başarısızlığı ve ken­
disinin toplumla organik bağlarının yok olması şeklinde tezahür et­
mektedir. Sosyal demokrasi bugün, ne toplumsal sorunlara çözüm
üretmede, ne kendisini farklı toplumsal sınıflar ve kimliklerle eklemle­
mede, ne de " farklı ve demokratik bir Türkiye vizyonu" yaratmada
başarılı olmaktadır. Eğer bu sosyoloj ik ve siyasi çözümleme doğruysa,
o zaman yapılması gereken "Hey Sen! " çağrısının içini doldurmak, bu
274 türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

çağrıyı toplum içinde güvenilir kılmak ve bu çağrının toplumla orga­


nik bağ kurmasını sağlayacak politikalar üzerinde yoğunlaşmak, se­
çim kazanacak ve bu başarıyı sürekli kılacak vizyon ve ideoloji üret­
mek ve bu üretim üzerinde yoğunlaşmaktır. Sosyal demokrasinin yeni­
den yapılanma girişiminin başarılı olması, bu nedenle, değişimi lider
değişimine indirgeyen yaklaşımlarla gerçekleşemez: aksine yeniden ya­
pılanma vizyon, ideoloji ve söylem düzeyinde olmalı ve buradan sos­
yal demokrasi Türkiye'yi anlama ve yönetme iddiasında olan bir top­
lumsal hareket ve bir siyasi aktör olarak yaşama geçirilmelidir.
Sosyal demokrasinin üç-boyutlu yeniden yapılanmasını olası kı­
lacak vizyonun beş önemli ayağı olduğunu düşünüyorum: (a) küresel­
leşme: sosyal demokratik bir Türkiye vizyonu artık salt ulus-devlet pa­
radigması içinde oluşturulamaz: aksine bu vizyon, bir tarihsel olgu
olarak içinde yaşadığımız küreselleşme süreçlerinin eleştirel bir çözüm­
lemesini yapan ve bu süreçlerin yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel
değişimi ve taleplere etkili ve demokratik bir yanıt veren nitelikte ol­
malıdır; (b) devletin dönüşümü: sosyal demokratik vizyon ne toplum­
dan kopuk bir nitelikte hareket eden devlet-merkezci yapıya, ne de
tüm toplumsal yaşamı serbest pazara indirgeyen neoliberal bir ideolo­
jiye sahip olmalıdır: aksine bu vizyon hem devletle sivil toplum kuru­
luşları arası, hem de sivil toplum kuruluşlarının kendi aralarındaki iliş­
kileri demokratik tarzda düzenleyecek ve derinleştirecek bir kamu yö­
netimi ve yerel yönetim reformunu gerçekleştirmelidir; (c) devlet-eko­
nomi ilişkilerinin demokratik düzenlenmesi: sosyal demokratik vizyon
devlet merkezci planlama ile serbest pazar ideolojisi arasında bir orta
nokta bulma girişiminde olmak yerine, istikrarlı ve sürdürülebilir eko­
nomik büyüme ve kalkınmayı gerçekleştirecek ve bunu sivil toplumun
katılımını da içeren bir düzenleme mekanizmasında yeniden üretecek
ekonomik vizyona sahip olmalıdır; (d) sosyal adalet ilkesi; (e) haklara
ve sorumluluklara dayalı vatandaşlık anlayışı; bu iki bağlantılı ilkeler
sosyal demokratik vizyonu muhafazakar demokrasi ve sap vizyonlar­
dan ayrıştıran ilkelerdir. Sosyal demokratik Türkiye vizyonu, yaşadığı­
mız refah dağıtımı, kimlik/tanınma ve siyasete katılım temelindeki sos-
sosyal demokrasi ve türkiye 275

yal adalet sorunlarına kalıcı, etkili ve demokratik çözüm üreten bir ni­
telikte olmalı ve bu çözümü siyasal, ekonomik ve kültürel haklara ve
sorumluluklara dayalı bir demokratik vatandaşlık anlayışını topluma
yerleştirerek yapmalıdır.
Bu yazıda sosyal demokrasinin sorunları ve yeniden yapılan­
ması için söylediklerim, esasında Türkiye'de solun sorunları ve yeni­
den yapılanması içinde geçerlidir. Bu anlamda da, yeniden-yapılanma
sürecinin, özellikle de " farklı ve demokratik bir Türkiye vizyonu" ya­
ratma girişiminin, farklı görüşler, yöntemler ve söylemler arası diyalo­
ğa dayalı bir katılımcı demokratik tartışmayı içermesi gerektiğini dü­
şünüyorum.
Türkiyelilik mi, Çokkültürlü
Anayasal Vatandaşbk mı?

hmet İçduygu ile beraber derlediğimiz Küreselleşen Dünyada


A Vatandaşlık: Avrupa Soruları, Türkiye Deneyimleri * adlı kitap­
ta Türkiye'de özellikle 1 9 80'lerden bugüne gelişen kimlik sorunları­
na demokratik çözümün, çokkültürlü bir anayasal vatandaşlık anla­
yışında yattığını belirttik. Türkiye'de yaşadığımız İslami kimliğin
yükselişi, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, kadın sorunu, göç sorunu,
sivil toplum, bireysel hak ve özgürlükler alanı gibi farklı ve çokbo­
yutlu bir temelde yaşanan ve gündeme getirilen kimlik sorunları ve
bu bağlamda seslendirilen kültürel grup hakları, tanınma ve siyasi
katılım talepleri, aynı zamanda "vatandaşlık hakları" alanının geniş­
letilmesi için yapılan talepler olarak düşünülmelidir. Türkiye'de kim­
lik sorunları temelinde yapılan talepleri seslendirenlerin Türk vatan­
daşı olduğunu da düşünürsek, bu taleplerin vatandaşlık haklarını
içerdiğini ve vatandaşlık hakları alanının genişletilmesini amaçlayan
talepler olduğunu da görürüz. Farklı dinsel, etnik, cinsel kimliklere
sahip olan katmanların kendi farklı kimlikleri nedeniyle karşı karşı-

(*) E. Fuat Keyman ve Ahmet lçduygu, Citizenship irı a Global World? Europearı Questions, Tur­
kisb Experiences, Routledge, Londra, New York, 2005.
278 türkiye'de iktidar, muhaıereı ve sosyal demokrasi

ya oldukları sorunların çözümünü istemeleri, bu anlamda sadece


kimlik alanında düşünülmemelidir. Bu sorunlar vatandaşlık alanını
da kapsıyor ve Türkiye'de yaşayan ve farklı kimliklere sahip olan
katmanların vatandaş olarak yaptıkları hak taleplerini de seslendiri­
yor. Alevi kimliğin temsil ve örgütlenme hakkı, Kürt kimliğinin ana­
dilde eğitim ve yayın talepleri, Müslüman olmayan dini azınlıkların
talepleri, kadınların siyasi katılım ve temsil talepleri, v.b. talepler, sa­
dece kimlik temelli tanınma talepleri olarak düşünülmemelidir; bu
talepler aynı zamanda vatandaşlık hakları ve bu hakların genişletil­
mesi için yapılan taleplerdir.

AZINLIKLAR, KİMLİKLER, VATANDAŞLAR


Bu nedenle, Başbakanlık İnsan Hakları Kumlu'nun hazırladığı" Azın­
lık Raporu" üzerine yapılan (raporu hazırlayanlara yapılan demokra­
si ayıplarını, siyasi iktidarın gösterdiği garip kurumsal tanımama so­
runlarını bir tarafa bırakırsak) tartışmada unutulmaması gereken hu­
sus, tartıştığımız ve çözüm aradığımız konunun Türkiye'de sadece
kimlik alanını değil, vatandaşlık alanını da içermesidir. Farklı kimlik­
lere sahip kesimlerin farklı oldukları için yaşadığı sorunlar, vatandaş­
lık alanında, Türkiye'de insanların vatandaşlıklarını birinci sınıf ve
ikinci sınıf vatandaşlar olarak yaşaması şeklinde de ortaya çıkarmak­
tadır. Örneğin, Diyanet İşleri'nin örgütlenmesinin bugünkü yapısı,
Alevi kimliğe sahip Türk vatandaşlarının uygulama düzeyinde temsil
ve örgütlenme sorununu içeriyorsa, bu sadece bir kimlik sorununu de­
ğil, vatandaşlık sorununu da içeriyor. Devletin Alevi kimliğe sahip va­
tandaşlara eşit ve evrensel olmayan bir uygulama içinde olması, Tür­
kiye'de vatandaşlık rejiminin birinci sınıf vatandaşlar (dolayısıyla her
hakka sahip olanlar) ve ikinci sınıf vatandaşlar (dolayısıyla belli hak­
lara sahip olmayanlar) sınıflamasını içerdiğini ortaya çıkartıyor. Bu
nedenle de, Alevi kimliğe sahip vatandaşların sorunu, kendilerini ikin­
ci sınıf vatandaş olarak hissetmeleriyle ilgili bir sorun. "Alevi olduğum
için kendi kimliğimle ilgili temsil ve örgütlenme haklarına sahip deği­
lim" diyen bir kişi, sadece kimlik sorunundan bahsetmiyor, aynı za-
türkiyelilik mi, çokkültürtü anayasal vatandaşlık mı? 279

manda "Türk vatandaşı olduğum halde, Türkiye'de laiklik pratiği ve


uygulaması beni belli hakları olmayan ikinci sınıf vatandaş konumu­
na sokuyor" diyor. Bu durum ve sorun, Müslüman olmayan azınlık­
lar, Kürt sorunu, kadın sorunu, v.b. alanlarda, kültürel haklar ve siya­
si katılım haklarla ilgili olarak karşımıza çıkıyor. Kimlik sorunları ya­
şayan katmalar, aynı zamanda ikinci sınıf vatandaşlık olma duygusu­
na da sahip olabiliyorlar.
Böylece, Türkiye' de hem toplumsal yaşamdan ve toplumsal iliş­
kilerden, hem de devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenme tarzın­
dan konuşurken, sadece kimlik sorunlarından ve kimlik taleplerinden
değil, "demokrasi eksiği olan, kültürel anlamda çoğulcu değil aksine
özcü ve homojen ve yasaların uygulanması temelinde de kapsayıcı de­
ğil aksine dışlayıcı bir vatandaşlık rejiminin" varlığından konuşuyo­
ruz. Vatandaşlık rejiminin özneleri birinci ve ikinci sınıf vatandaşlar
olarak ayrılıyor. Türkiye'deki bugünkü devlet-toplum/birey ilişkileri­
nin düzenlenmesine anlam veren vatandaşlık rejimi, siyasi, ekonomik
ve kültürel düzeylerde tüm haklara sahip vatandaşlarla, bu düzeylerde
belli haklara sahip olmayan vatandaşların oluşturduğu ikili bir sınıf­
landırmaya dayalı bir rejim. Bu da, doğal olarak Türkiye'de bugün
yadsıyamayacağımız bir " demokrasi eksiği" ve "hukukun üstünlüğü
ilkesinin zayıflığı" sorununu ortaya çıkartıyor. Bu sorun tartışılırken
seslendirilen " milletin bölünmezliği" söylemi, vatandaşlık rejiminin
içerdiği bu soruna çözüm bulamadığı sürece, demokrasi ve hukukun
üstünlüğü ilkesinde yaşanan eksikliği ve zayıflığı kabul eden bir söy­
lem. Türkiye'de "devletin bölünmezliği " söylemi, farklı kimliklere sa­
hip olsalar da vatandaş olarak yaşayan her özne tarafından kabul edil­
mesi gereken bir söylem, ama " milletin bölünmezliği " söylemi, hem,
sosyolojik olarak, "modern toplumun çoğulcu bir toplum olduğu" ol­
gusuyla ters düşen bir önerme, hem de, siyasi ve normatif düzeyde, va­
rolan vatandaşlık rejimini eleştirmediği ve değiştirme girişiminde bu­
lunmadığı sürece, demokratik yönetim ve hukukun üstünlüğü ilkesiy­
le ters düşen nitelikte bir söylem.
28o türkiye'de iktidar, muhalefet ve sosyal demokrasi

DEMOKRATİKLEŞME VE ÇOKKÜLTÜRLÜ
ANAYASAL VATANDAŞLIK
Bu anlamda, yaşadığımız kimlik sorunlarının aynı zamanda vatandaş­
lık alanını da kapsadığını kabul ederek kültürel kimlik ve siyasi katı­
lım taleplerine yaklaşmalıyız. Bu yaklaşım bize, kimlik sorunlarının ve
taleplerinin çözümünde yeni ve etkili bir çözüm alanı verecektir. Fark­
lı kimlikleri kapsayıcı, bu kimlikler arası iletişimde ortak bir dil yara­
tacak, demokratik yönetim ve hukukun üstünlüğü ilkesini güçlendire­
cek bu alan, vatandaşlık alanıdır. Eğer Türkiye'de vatandaşlık alanı
demokratik ve çokkültürlü bir alana dönüşürse ve varolan vatandaş­
lık rejimi " kapsayıcı, eşit ve evrensel, kültürel kimlik ve siyasi katılım
haklarını genişleten ve anayasal güvence altına alan çokkültürlü bir
anayasal vatandaşlık anlayışı" temelinde yeniden kurulursa, kimlik ta­
leplerine demokratik ve etkili bir çözüm bulabiliriz. Çokkültürlü ana­
yasal vatandaşlık anlayışı ve uygulaması, hem kimlik sorunlarını ve ta­
leplerini tanıyan bir niteliktedir, hem de bu sorunlara ve taleplere de­
mokratik zeminde, farklı kimlikler arası ortak bir dil içersinde ve fark­
lı kimliklerin devletle ilişkisini "gönüllü sadakat" temelinde güçlendi­
ren bir tarzda çözüm getirme potansiyeline sahiptir.
Hem kimlik sorunlarına çözümle ilgili dünyada yapılan tartış­
malara baktığımız zaman, hem de Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili hazır­
lanan "ilerleme raporunun" azınlıklar ve kültürel haklarla ilgili kısım­
larını okuduğumuz zaman görüyoruz ki, bugün yapılması gereken
devlet-toplum/birey ilişkilerinin demokratik bir temelde düzenlenmesi
ve hak ve özgürlüklefin herkese eşit ve evrensel bir tarzda uygulanma­
sıdır. Bir zamanlar Yugoslavya dediğimiz alana, bugün lrak'a, Ruan­
da'ya, Somali'ye, Hindistan'a, İspanya'ya, İrlanda'ya ve v.b. yerlere
baktığımız zaman dünya pratiği bize gösteriyor ki, kimlik sorunlarına
kimlik temelli çözümler etkili olamıyor. Önemli olan, kimlik sorunla­
rına kimlik temelli değil, demokratik çözüm bulmak. Bu çözüm de,
çokkültürlü anayasal vatandaşlık anlayışında yatıyor. Türk kavramın­
dan Türkiyelilik kavramına geçiş, dolayısıyla alt-kimlik sorununu üst­
kimlik yaratarak çözmek, iyi niyetli ama sorunlu ve zayıf bir çözüm
türkiyelilik mi, çokkültürlü anayasal vatandaşlık mı? 281

önerisidir. Demokratik, uzun dönemli ve hukuksal temelde güçlü bir


çözümün, kimlik sorunlarını sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul
eden, fakat bu sorunlara çözümü vatandaşlık alanında arayan bir yak­
laşı.mla olasılık kazanacağını düşünüyorum. Bu yaklaşım, toplumsal
yaşamın çokkültürlü niteliğini tanıyan ve bireysel hak ve özgürlükler
gibi kültürel kimlik ve siyasal katılım haklarını da anayasal güvence
altına alan "çokkültürlü anayasal vatandaşlık" anlayışında kimlik so­
runlarına çözüm arayan bir yaklaşımdır. Türkiye'nin demokratikleş­
mesi, kendisi de bir kimlik kodu olan ve hukuksal bir temeli olmayan
"Türkiyelilik kavramı"nda değil, varolan vatandaşlık rejiminin de­
mokratikleşmesinde yatmaktadır. Belki de, bir kurucu metin olan Lo­
zan' ı kimlik ekseninde değil, vatandaşlık ekseninde okumalıyız.
Kaynakça*

Ahmad, F., The Making of Modern Turkey, Routledge, Londra, 1 997 [Modern
Türkiye'nin Oluşumu, çev. Yavuz AJogan, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1 999].
Akdoğan, Y. , Muhafazakar Demokrasi,URL: www.akpartj.org.tr/muhafaza­
�. 2003.
Asad, T., "Religion, Nation-State, Secularism", P. van der Veer ve H. Lehmann
(der.) Nation and Religion, Princeton University Press, New Jersey, 1 999, 178-
1 96 .
Bastow, S. ve Martin, ]. (der.), Third Way Discourse: European Ideologies in the
Twentieth Cenrury, Edinburg University Press, Edinburg, 2003.
Beck, U., The Rein vention of Politics: Rethinking Modernity in the Global Social
Order, Polity Press, Cambridge, 1 997.
Beck, U., The Rein vention of Politics, Polity, Cambridge, 1 997 [Siyasallığın İcadı,
çev. Nihat Ülner, İletişim Yayınları, İstanbul, 1 999] .
Berger, P., The Sacred Canopy, Anchor Books, New York, 1 967 [Kutsal Şemsiye:
Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurlar, çev. Ali Coşkun, Rağbet Yayınları,
İstanbul, 2000].
Berger, P., "From the Crisis of Religion to the Crisis of Secularity", S. Bruce (der.)
The Sociology of Religion, Edward Elgar Publishers, Aldershot, 1 995.
Berger, P. , " Secularism in Retreat", National Inrerest, 1 996/97, 3-12.
Berkes, N., The Development of Secularism İn Turkey, Hurst & Company, Lon­
don, 1 998.
Bozdoğan, S. ve Kasaba, R. (der.), Rethinking Modernity and Na tional Identity in
Turkey, University of Washington Press, Seattle, 1 997 [ Türkiye 'de Modern/eş­
me ve Ulusal Kimlik, çev. Nurettin Elhüseyni, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstan­
bul, 1 999].
Brzezinski, Z., The Choice: Global Domination or Global Leadership, Basic Bo­
oks, New York, 2004 [ Tercih: Küresel Hakimiyet mi? Küresel Liderlik mi?,
çev. Cem Küçük, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2005].
Casanova, ]., Public Religions in the Modern World, University of Chicago Press,
Chicago, 1 994.
Casanova, ]., " Civil Society and Religion" , Social Research, 68, 4, 200 1 , 1 041 ·80.
Chatterjee, P., The Politics of The Governed, Colurnbia University Press, New
York, 2004.

(*) Kaynakça, bu çalışma için yazdığım yazıları kaleme alırken yararlandığım eserlerden oluşmak·
tadır.
284 kaynakça

Chomsky, N., Hegemony or Survival: America 's Quest lor Global Dominance,
Penguin Books, Londra, 2003.
Connolly, W., Why I am not a Secularist, The University of Minnesota Press, Min­
neapolis, 1 999.
Cox, M., "Empire? The Bush Doctrine and the Lessons of History " , Held D. ve
Koenig-Archibugi M. (der.), American Power in the Twenry-Firsc Cencury, Po­
lity Press, Cambridge, 2004, 2 1 -5 1 .
Çağatay, S . , "The November 2002 Elections and Turkey's New Political Era " ,
Middle East Review o f lnternacional Affairs, 6, 4, 2002, 42-48.
Çarkoğlu, A., "Turkey's November 2002 Elections: A New Beginning" , Middle
Easc Review of Jncernational Aflairs, 6, 4, 2002, 30-4 1 .
Davidson, A., Secularism and Revivalism in Turkey: A Hermeneucic Reconsidera ­
tion, Yale University Press, New Haven, 1 998 [ Türkiye'de Sekülarizm ve Mo­
dernlik: Hermenöcik Bir Yeniden Değerlendirme, çev. Tuncay Birkan, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002].
Dean, M., Governmentaliry, Sage, Londra, 1 999.
EU Commission Regular Report on Turkey's Progress Towards Accession (2003),
URL: http://europa.eu.int/comm/enlargement/report_2003/pdf/rr_tk_final. pdf.
EU Commission Regular Repon on Turkey's Progress Towards Accession (2004),
URL: http://europa.eu.int/comm/enlargement/report_2004/pdf/rr_tk_final. pdf.
Foucault, M., "Sociery Must be Defended" Leccures at ehe College De France,
1975-1976, Berrani M., Fontana A. ve Ewald F. (der. ) Picador, New York,
2003 [ Toplum u Sa vunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi Yayınla­
rı, İstanbul, 2002].
Fraser, N., " Recognition without Ethics" M. Garber ve diğ., The Turn co Ethics,
Routledge, Londra, 2000, 95-127.
Gellner, E., Encouncers wich Na tionalism, Blackwell, Oxford, 1 995 [Milliyetçiliğe
Bakmak, çev. Simten Coşar, Saltuk Özertürk, Nalan Soyarık, İletişim Yayınla­
rı, İstanbul, 1 998].
Giddens, A., The Third Way, Polity Press, Cambridge, 2000 [ Üçüncü Yol, çev. Ni-
hat Şad, Phoenix Yayınevi, Ankara, 200 1 ] .
Giddens, A . , The Progressive Manifesto, Polity Press, Cambridge, 2003.
Göle, N., The Forbidden Modern, University of Michigan Press, Ann Arbor, 1 996.
Göle, N., Melez Desenler, Metis, İstanbul, 2000.
Güneş-Ayara, A., "The Republican People's Parry", Turkish Srudies, 3, 2002, 1 02-121 .
Halperin, S., "The Political Authoriry of Secularism in lnternational Relations",
European Journal of !nternational Relations, 10, 2, 2004, 235-263.
Hardt M. ve Negri A., Empire, Harvard University Press, Boston, 2000 [İmpara ­
torluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001].
Haynes, ]., Religion in Global Politics, Longman, Londra, 1 998.
kaynakça 285

Held, D., "Global Social Democracy ", Giddens A. (der.), The Progressive Manifes­
to, Polity Press, Cambridge, 2003.
Held D. ve Koenig-Archibugi M. (der.), American Power in ehe Twenty-First Cen­
tury, Polity Press, Cambridge, 2000.
Heper, M., The State Tradition in Turkey, Eothen Press, Walkington, 1 985.
Heper, M. ve Keyman, F., "Double-Faced State: Political Patronage and the Con­
solidation of Democracy in Turkey" , Kedourie S. (der. ) , Turkey Before and Af­
ter Atatürk, Frank Cass, Londra, 1 999, 250-268.
lkenberry, J. G., " Liberal Hegemony or Empire? American Power in the Age of
Unipolarity", Held D. ve Koenig-Archibugi M. ( der.) American Power in ehe
Twenty-First Century, Polity Press, Cambridge, 2004, 83-1 1 3 .
· İnsel, A . , "The AKP and Normalizing Democracy in Turkey", South Atlantic Qu­
arterly, 102, 2003, 293-308.
Kagan, R., Paradise and Power: America and Europe in ehe New World, Adantic
Books, Londra, 2003.
Kahraman, H. B., Sosyal Demokrasi Düşüncesi ve Türkiye Pratiği, Sodev, İstanbul,
2003.
Kazancıgil, A. ve Özbudun, E. (der.), A tatürk, Founder of a Modern Srare, C.
Hurst Company, Londra, 1 9 8 1 .
Keane, ]., " Secularism? " , The Political Quarterly, 3 , 5, 2000, 5-19.
Keyder, Ç., "Whither the project of modemity? Turkey in the 1 990s", Bozdoğan,
S. ve Kasaba, R. (der.), Rethinking Modernity and Nacional Identity in Turkey,
University of Washington Press, Seatde, 1 997.
Keyman, E. F., "On the Relationship Between Global Modemity and Nationa­
lism", New Perspeccives on Turkey, 1 3 , 1 995, 93-120.
Keyman, E. F. , Globaliza tion, State, Identity!Difference, Humanities Press, New
Jersey, 1 997.
Keyman, E. F., "Globalization, Civil Society and Islam: The Question of Democ­
racy in Turkey" , Jenson, J. ve de Sousa Santos, B. ( der.) Globalizing Instituti­
ons: Case Studies in Regulation and Innovation, Ashgate Publishing, Alders­
hot, 2000, 207-230.
Keyman, E. F., "Global Modemity, Identity, and Turkey", G. Özdoğan (der.), Ret­
hinking State, Nation, and Citizenship, Eren Press, İstanbul, 2000b, 1 1 0- 1 3 1 .
Keyman, E. F., Türkiye ve Radikal Demokrasi Alfa , İstanbul, 200 1 .
,

Keyman, E. F. , "Globalization, Islam and Civil Society i n Turkey", J. Jenson (der. ) ,


Global Institutions, Ashgate Press, Londra, 2001 207-230.
Keyman, E. F. ve İçduygu, A., "Globalization, Civil Society and Citizenship in Turkey:
Actors, Boundaries and Discourses", Citizenship Scudies, 7, 2, 2003, 21 9-234.
Keyman, E. F. ve Öni�, Z., "Helsinki, Kopenhagen and Beyond: Challenges to the
new Europe and the Turkish State" Uğur, M. ve Canefe N. (der.), Turkey and
286 kaynakça

European lntegration: Prospects and Issues in the Post-Helsinki Era, Routled­


ge, Londra, 2004.
Keyman, E. F. ve İçduygu, A., Citizenship İn a Global World: European Questions,
Turkish Experiences, Routledge, Londra, 2005.
Kramer, H., A Challenging Turkey, The Challenge to Europe and the United Sta ­
tes, Brookings lnstitution Press, Washinghton D.C., 2000.
Ladrech, R., Social Democracy and the Challenge of Eu�opean Union, Lynne Ri­
enner, Boulder, Colorado, 2000.
Lyon, D., Surveillance after September 1 1, Polity Press, Cambridge, 2003.
Mardin, Ş., "Some Notes on Normative Conflicts in Turkey" , P. Berger (der.), Li­
mits of Social Cohesion, Westview Press, Boulder, 1 998, 207-32.
Mardin, Ş., Turkiye 'de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1 997.
Mardin, Ş., "Kollektif Bellek ve Meşruiyetler Çatışması " , O. Abel, M. Arkoun ve
Ş. Mardin (der.), A vrupa 'da Etik, Din ve Laiklik, Metis Yayınları, İstanbul,
1 995, 9-1 4.
Mardin, Ş., " Religion and Secularism in Turkey" , A. Kazancıgil ve E. Özbudun
(der.), Atatürk, Founder of a Modern State, 1 9 8 1 , 1 9 1-219.
Matthews, O., "After the Ea rthquake" , Newsweek, 1 8 November 2002, 24.
MÜSİAD, Hükümetin Performansı (Kasım 2002-Aralık 2003), Araştırma Rapor­
ları 44, Erkam Matbaası, lstanbul, 2003.
Müftüler-Baç, M., "The New Face of Turkey: lts Domestic and Foreign Policy
lmplications" , East European Quarterly, 37, 4, 2003, 421-438.
Nye, J. S., "Hard Power, Soft Power, and 'The War on Terrorism' " , Held D. ve Ko­
enig-Archibugi M. (der. ) American Power İn the Twenty-First Century, Polity
Press, Cambridge, 2004, 1 14-1 33.
Öniş, Z., "The Political Economy of lslamic Resurgence İn Turkey: The Rise of the
Welfare Party in Perspective", Third World Quarterly, 1 8 , 4, 1 997, 743-66.
Öniş, Z., "Political lslam at the crossroads: from hegemony to co-existence ", Con­
temporary Politics, 7, 4, 2001 , 28 1 -298.
Öniş, Z. ve Rubin, B. (der. ) , The Turkish Economy İn Crisis, Frank Cass, Londra,
2003.
Öniş, Z. ve Keyman, F., "A New Path Emerges" , ]ournal of Democracy, 14, 2003,
95-107.
Özbudun, E., Contemporary Turkish Politics: Challenges to Democratic Consoli­
dation, Lynne Rienner, Boulder, Colorado, 2000 [ Çağdaş Türk Politikası: De­
mokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, çev. Ali Resul Usul, Doğan Kitapçı­
lık, İstanbul, 2003].
Özbudun, E. ve Keyman, F. , "Globalizarion and Turkey: Actors, Strategies, Disco­
urses" , P. Berger ve S. Hungtinron, (der.), Many Globalizations, Oxford Uni­
versiry Press, Oxford, 2002.
kaynakça 287

Özdalga, E., The Veiling /ssue, Official Secularism and Popular Islam İn Modern
Turkey, Curzon, Richmond, Surrey, 1 998 [Modem Türkiye'de Örtünme Soru­
nu, Resmi Laiklik ve Popüler İslam, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstan­
bul, 1 998).
Rodrik D., "Development Strategies for the 2 1 st Century" , Annua/ World Bank
Conference On Development Economics 2000.
Schuppert, F., "The Ensuring State", Giddens, A. (der.), The Progressive Manifes­
to, Polity Press, Cambridge, 2003.
Stiglitz, J., "An Agenda for Development for the Twenty-First Century" , Giddens,
A. (der.), The Global Third Way Debate, Polity Press, Cambridge, 200 1 , 340-
357.
Tarhanlı, İ. B., Müslüman Toplum, Laik Dev/er, Afa, İstanbul, 1 993.
Toprak, B., "The Religious Right", 1. C. Schick ve A. E. Tonak (der.) Turkey in
Transition, Oxford University Press, New York, 1 987 [ Geçiş Sürecinde Türki­
ye, Belge Yayınlan, İstanbul, 1 992).
Tosun, T. , Siyasette Yeniden Mevzilenmeler, Büke Yayınları, İstanbul, 2003.
Yavuz, H. M., "Politics of Fear: The Rise of the Nationalist Action Party (MHP)
in Turkey", Midd/e Eastern Journal, 56, 2002, 200-22 1 .
Dizin

3 Kasun genel seçimi 4 207-2 1 0, 214-2 1 8 , 221, 223-225,


1 1 Eylül 5, 6, 8, 17, 22, 27, 28, 32, 229, 236, 237, 240-242, 244,
49, 5 8-60, 64, 65, 73-78, 85, 86, 246, 247, 250-252, 255, 256,
88, 92, 94, 97, 104, 1 1 1 , 1 1 5, 261-265, 267-270
1 1 7, 122, 1 23, 129, 1 3 1 , 1 34, aktif olumluluk 85
1 43, 1 50, 1 54, 200, 230, 232 Alevi 278
AB 3 , 7, 8, 1 3-16, 28, 38, 43-45, 47, Almanya 28, 34, 38, 52, 65, 94, 98 ,
48, 50, 52, 67, 68, 77, 80, 82, 84, 1 07, 270
85, 88-90, 93-95, 99, 1 08, 1 1 2, alternatif modernite 2
1 1 3, 1 1 5-1 1 9, 122, 1 24, 1 25 , Althusser 243
1 27, 1 30, 1 3 3 , 141, 153-1 57, Amerika 5, 60, 64, 173
1 69, 1 7 1 , 172, 179, 1 98, 205, Amerika'ya nefret 144, 149
214, 2 1 5 , 2 1 8 , 224, 227, 23 1 , Amerikan hegemonyası 60
232, 237, 244, 247, 248, 252, . Amerikan Yüzyılı 58, 59
255, 262, 280, . ANAP 4, 89, 2 1 3 , 217, 2 2 1 , 225, 227
ABD 5, 1 7, 1 9, 22, 28, 29, 3 1 -35, 37, Annan Planı 79-82
38, 40, 43-45, 47, 48, 50-54, 59, Annan, Kofi 69
63, 65, 66, 68-70, 72-76, 78, 80, anti-demokratik 2
84, 88-90, 93-95, 98, 99, 104, anti-küresel muhalefet 27
1 06-1 09, 1 1 7, 1 33, 143, 145, AP (Avrupa Parlamentosu) 1 55, 1 5 6 ·

146, 149, 1 52, 1 63, 1 72, 177, arada kalmış ülke l l l , 1 1 2, 1 1 6


1 9 1 , 232, 237, 24 1 , 244, 248, Arjantin 223
252, 268, 270 Arjantinleşme 53
ABD hegemonyası 20-23, 29, 39, 40, asker gönderme 71, 72, 78
58, 64, 97 asker yollama 69, 70, 73
açlık 21, 76, 1 63, 1 78, 1 98 , 229 askeri darbe 253
aday statüsü 3 askeri müdahale 32, 34
aday ülke 1 27 Avrasya 43
Afganistan 5, 6, 22, 28, 64, 65, 75, Avrupa 14, 60, 78, 84, 86, 90, 96,
92, 98, 1 04, 106, 1 07, 1 50 1 15, 1 1 8, 128-130, 1 73, 1 9 1 , 244
ahlak 208 Avrupa Birliği 5
ahlaki 59, 207 Avrupa entegrasyonu 22, 23
AKP 8, 14, 1 5 , 3 1 , 34, 35, 38-40, 43, Avrupa kimliği 48, 85, 1 1 6
66-69, 71 -74, 77, 78, 89, 95, 99, Avrupa orrak kimliği 129
1 0 1 , 1 1 2, 1 1 3, 1 1 5 , 1 1 8, 1 1 9, Avrupa vizyonu 155
1 30, 1 72, 1 73, 186, 1 89, 1 95, Aydın, Mehmet 83
290 dizin

Aydınlanma felsefesi 128 1 04, 1 1 0, 1 33, 1 34, 143-146,


ayrıcalıklı 1 5 6 149, 1 5 1 , 1 52
Azınlık Raporu 278 Büyük Ortadoğu Projesi 8 8
azınlık 277, 280
Casanova 1 90, 1 9 1
Balkanlar 2, 6, 45, 54, 59, 85, 90, 94, cemaatçilik 1 6 8
1 1 7, 1 30, 253 Chanerjee 1 3 7
Barcelona 1 5 5 CHP 4 , 6 7 , 6 8 , 1 66, 214-216, 2 1 9 ,
Batı 1 1 0, 1 1 1 223, 225, 229-23 1 , 235-237, 238,
Batılılaşma 47 240-242, 245, 248, 249, 25 1 ,
Baykal, Deniz 226, 235, 255, 263, 252, 255-259, 2 6 1 , 264, 265,
267 267-271 , 273
Belge, Murat 44, 8 1 cinsel 277
benzerlik 1 8 1 Clinron, Bili 20, 2 1 , 25, 149
Berger 1 9 1 CTP 79
Berlin Duvarı 1 09 cumhuriyet 1 37-1 4 1 , 1 73
bilim 243 cumhuriyet modeli 171
Bingöl 1 6 1 , 1 62, 1 64 cumhuriyetçi 1 75
birey 1 98-200, 203 cumhuriyetçi liberalizm 1 73, 1 74
bireyci liberal 1 65 , 1 67
bireycilik 1 67, 168 Çakmak 1 65 , 1 66
bireysel hak 1 79 çevre hareketi 7
bireysel hak ve özgürlükler 1, 1 7 Çin 28, 34, 3 8 , 43, 52, 58, 69, 94, 98,
bireysel özgürlük 1 74 1 07
bireysellik 1 6 8 çokboyutlu 90
Birinci Körfez Savaşı 28, 35 çokkültürlü 48, 50, 77, 1 1 2, 1 1 6,
birinci dalga küreselleşme 27 1 5 6, 280, 2 8 1
Birleşmiş Milletler 5 çokkültürlü anayasal vatandaş 2 8 1
Bismarck 70 çoktaraflılık 33, 66, 6 9 , 70, 73
Blair 64, 76
BM 3 1 , 33, 34, 38, 52, 70, 72, 98, Dagger 1 73, 1 74
1 08, 1 33, 1 45 , 248 dağılım 25 8
BOP 89, 92, 95, 98, 1 03, 104 dağılım adaleti 2 1 4
Borovalı, Murat 1 8 2 dağılım eşitsizliği 21
bölgesel entegrasyon 87 Davutoğlu 99
bölgesel güç 54, 85 demokrasi 1, 75, 94, 1 04-1 06, 1 3 8 ,
burjuva 1 3 7 1 3 9, 1 46 , 147, 1 77, 1 78 , 1 8 6,
Bush doktrini 5 8 . 205, 209, 279
Bush, George W. 5, 20-22, 25, 28, 32, demokrasi eksiği 1 72, 178, 24 1 , 253,
39, 45, 5 1 , 53, 64, 73, 75-77, 254, 279
dizin 291

demokrasi ihracı 6 ekonomi 224


demokrasi ve özgürlük 52 ekonomik büyüme 22
demokrasinin küreselleşmesi 26 ekonomik gelişme 44
demokratik 6 8 , 1 1 2, 1 1 6, 125, 1 65, ekonomik İstikrar 15, 1 7
178, 204, 228, 238, 250, 264 ekonomik kalkınma 23, 45, 60, 67,
demokratik meşruiyet 99, 1 08 86
demokratik sol 2 1 6 ekonomik kriz 4, 53, 67
demokratikleşme 2, 3, 6-9, 1 5 , 1 7 , 2 1 - ekonomik liberal 1 80
2 3 , 44, 4 5 , 49, 60, 63, 6 7 , 77, 84, ekonomik modernizasyon 21
86, 90, 122, 1 2� 1 4 1 , 1 66, 171, emek 2 1 9, 220
257 Endonezya 34
demokratlar 65, 66 Erbakan, Necmettin 225, 227
Denktaş, Rauf 79-81 Erdoğan, Recep Tayyip 100, 1 0 1 , 209,
Derrida, Jacques 32, 154 236
Derviş, Kemal 83, 215, 216, 226, 235, eşit 185, 1 8 6
250 eşit mesafe 1 8 1
devlet 258 eşitlik 1 24
devlet merkezci 2 3 1 , 235, 237, 238, etik 207, 208
240, 241, 254, 256, 263, 264, etnik 178, 1 84, 1 99, 224, 26 1 , 272,
265, 270, 273, 274, 1 39, 162, 277
1 65-1 68, 1 82, 205, 217, 22�
230, 22 1 , 6, 1 5 , 16, 57, 68, 8 1 fakirlik 2 1 , 76, 1 63, 1 72, 178, 198
devlet müdahaleci 1 80 fark 1 8 1
devlet seçkinleri 1 farklı olanı yoketme 26
devletçi 54 Felluce 152
devletçi-siyaset 3 7 Filistin 76, 92, 150
dışsal kurucu 154 Filistin Sorunu 39, 52
dini 278 FP 184
dinsel 272, 277 Fransa 28, 34, 38, 53, 65, 69, 94, 98,
dinsel köktenci 1 1 1 107
Diyanet 278 Friedman 1 5 1
dost düşman 1 5 0
DP 79 G-20 4 5 , 86, 9 0 , 1 1 7
DSP 4, 89, 2 1 3, 225, 227 G-8 98, 1 00, 1 0 1 , 107, 1 3 3
Dünya Bankası 214, 215, 244 Gaziantep 2 6 1
Dünya Ticaret Merkezi 5, 75 Genç Parti 2 1 3, 226
DYP 4, 89, 215, 2 1 7, 225, 227, 255, Giddens 257 •

262 göç 277


göreceli kaybedim 1 6
Edwards 204, 206 göreceli kazanım 1 6
292 dizin

Gramsci 166 ideolojik 230


Gül, Abdullah 1 9, 35, 69, 83, 124 iki-devlet arası 22
Güney Asya 1 1 1 iki-devlet arası ilişki 20
Güney Avrupa 253 İkinci Dünya Savaşı 33, 60
Güney Kıbrıs 82 ikinci küreselleşme dalgası 27,
güven 2, 6 29
Güvenlik Konseyi 5, 27, 3 1 , 32, 35, İKÖ 1 00, 1 0 1
38, 39, 52, 65, 66, 69, 72, 73 imtiyazlı özel üyelik 8 5
güvenlik 2, 6-9, 20, 22, 26, 28, 45, İnan 1 84
50, 63, 64, 84, 90, 99, 1 34, 146, İngiliz İşçi Partisi 244
152, 203, 256, 263 İngiltere 5, 19, 28, 35, 37, 38, 39, 43,
49, 52, 53, 68, 77, 98, 1 07, 246,
hak ve özgürlükler dili 1 78 270
hakkaniyet ilkesi 1 24 İnsan güvenliği 21
haklar dili 49, 1 3 8 insan hakları 2 1 , 2 1 4
halk egemenliği 1 37, 139, 1 39, 140 insani müdahale 74
hantal devlet 214 insani yardım 74
haydut devlet 5 insanlığa karşı suç 5 3
Hayek 167, 1 79 İnsel, Ahmet 67, 77
Helsinki 46, 50, 8 8 , 92 İran 5, 34, 39, 1 54, 1 50
Hıristiyan 1 1 1 İrlanda 280
Hindistan 137, 1 93 , 280 İslam 77, 94, 1 1 0, 1 1 1 , 122, 1 23,
Hollanda 83 144, 224
hukuk 1 8 1 , 1 84-1 86 , 279, 280 İslam/modernleşme 1 1 7
Huntington 1 1 0-1 1 2 İslamcı 2 1 8 , 2 1 9, 227
İsJami 77, 78, 154, 172, 1 73, 1 84,
ılımlı İsiam 245, 26 1 , 236 1 89, 1 92, 1 96, 216, 227, 268, 269
IMF 4, 7, 26, 27, 48, 80, 84, 88, 89, İslami terör 78
93, 95, 172, 177, 2 1 4, 2 1 5 , 2 1 8, İsmail Cem 225
224, 227, 232, 237, 252, 255, 262 İspanya 52, 280
Irak 5, 6, 1 9, 22, 28, 29, 3 1 , 33-35, İsrail 52, 76, 77, 92, 150
,
37-5 1 , 53, 58, 60, 63-66, 68-75, İstanbul 76-78
78, 88-90, 92, 93, 95, 97, 98, Işın 173, 1 99, 200
1 00, 1 03, 1 04, 1 06, 1 07, 1 32- işsizlik 1 63, 2 1 9, 220, 224, 227, 229,
1 35, 1 5 0, 1 52, 1 99, 207, 239, 247, 249, 268, 270
242, 253, 267, 268, 280 izolasyonist 43, 251
Irak Savaşı 1 6 1 , 1 64, 23 1 , 241
Japonya 34
içduygu 277 jeopolitik 50, 54, 60, 8 1 , 85, 1 54,
ideoloji 224, 229, 243, 271 , 274 232
dizin 293

Kadıoğlu 140, 1 65, 1 67, 2 1 3 Küçükömer, İdris 226


Kafkas 253 kültürel Avrupa 1 1 8
Kafkasya 2, 6, 45, 54, 59, 85, 90, 94, kültürel hak 280
1 1 7, 1 3 0 kültürel kimlik 272, 281
Kagan, Robert 5 9 , 6 0 kültürel özcü 1 55, 1 56
kamusal 206 küresel 1 97, 20 1 , 203, 232, 238, 274
kamusal alan 1 85, 1 86 küresel üçüncü yol 214
Kanada 64, 1 3 3 küreselleşme 7, 8, 25, 26, 87, 91
Kant 1 79 Kürt 6, 23, 1 32, 224, 268, 277-279
kapitalizm 1 1 0 Kymlicka 1 83, 1 84, 1 86
katılım 258
katılımcı 209, 2 1 0 laik 228, 240, 264, 279
Kerry, John 1 3 3 , 134, 143-145, 1 5 1 laik ulus devlet 1 1 1
Kıbrıs 2 3 , 68, 79-82, 8 4 , 8 5 , 89, 99, laiklik 1 6 1 , 1 64, 1 7 1 , 1 8 1 , 190-192
157, 207, 239, 242, 247, 255, Latin Amerika 253
262, 263 liberal 14, 17, 179
kilit devlet 85 liberal demokrasi 1 1 0, 1 8 0
kilit ülke 2, 6, 8 , 54, 59, 94, 96, 1 08, liberalizm 1 09
117 liberalleşme 6 3
kimlik 1 84, 1 99, 2 1 4, 244, 277-281 Lozan 2 8 1
kimlik ve fark 183
kimlik-temelli çatışmalar 1 Maastricht 83-85
kitle imha 144, 150 Mardin 1 39
kitle imha silahları 52, 65, 73 Marx, Kari 57
KKTC 89, 95 medeniyetler arası 146
Knowlton 1 3 2 medeniyetler arası çatışma 28, 1 1 0,
KOBİ 2 1 6 , 247, 249 116
Kopenhag Zirvesi 3, 1 3-19, 45, 84-86, medya 270
89, 90, 95, 1 12, 1 1 5, 1 1 8, 1 2 1 , Mercan, Murat 83
1 27, 1 29, 1 53, 1 6 1 , 1 79, 231 merkez partisi 228
korku 1 43 , 1 5 1 merkez sağ 1, 4, 2 1 8, 2 1 9, 236, 245,
korku siyaseti 1 44, 146 246, 254, 261
Kosova 2 1 merkez sol 1, 4, 254
kozmopolit 1 80 meşruiyet 1 06, 1 34, 1 8 5
kurumsal yeniden yapılanma 4 MHP 4, 8 9 , 2 1 3, 225, 227, 248-250,
Kuzey Afrika 1 54, 155 255, 262, 263
Kuzey Irak 6, 1 9, 20, 23, 42, 66, 69, mikromilliyetçilik 26
71, 152, 239 milletin bölünmezliği 279
Kuzey Kıbrıs 80-82, 85, 248 milletini arayan devlet 140
Kuzey Kore 5, 34, 39, 1 5 0 Milli Görüş 225
294 dizin

milliyetçi 1, 14, 1 7, 86, 25 1 , 256, Öniş, Ziya 84, 2 1 5


257, 262 önleyici savaş 1 5 0
milliyetçilik 1 37, 1 6 8 , 264 Özal, Turgut 268
modern 94, 1 73, 1 94, 252 Özalizm 221
modernire krizi 2 1 4 Özbudun 2533
modernleşme 1 2 2 , 1 3 9, 1 4 1 özel statü 1 1 2, 1 1 6- 1 1 9, 1 22, 124
monist 44, 4 6 , 50 Özel, Soli 76
Muhafazakar Parti 244 Özkan 225
muhafazakar 1 5 1 , 1 95, 1 96, 208, Özkaya 1 84
220, 258 öznel 1 92
muhafazakar demokrat 72, 244, 245, öznel seküler 1 9 1
261 Özyürek 267
muhafazakar liberal 216, 221 , 227,
228 Pakistan 34, 66
Mustafa Kemal 1 3 9 Pentagon 5, 75
MÜSİAD 1 92, 205, 216, 220, 224 Pilger 1 3 1
Müslüman 85, 129 Pogge, Thomas 76
müttefiklik 45, 48, 50 popülist 54
müzakere 80, 82, 218, 232, 248, 254 popülizm 228
Porto Alegre dünya Sosyal Forumu 27
NATO 21, 3 1 -34, 38, 39, 52, 98, 1 00, Powell 54
1 0 1 , 104, 106-108, 1 3 3 , 145
neoKantçı 1 8 0 rant 231
neoliberal 5 7 , 179, 1 8 1 , 1 82, 1 98- Rawls 179-1 8 1
200, 238, 244, 274 refah 247
neoliberal hiper-globalizm 25-27 reform 253
nesnel 1 92 RP 217, 224
nesnel seküler 1 91 Ruanda 280
nevrorik 1 99, 201 Rusya 28, 34, 38, 43, 52, 5 8 , 69, 94,
New York 76 98, 107
nihilist 226 rüşvet 1 , 254
Nozick 179
Saddam 37, 42, 63, 64, 65, 103
Ortadoğu 2, 6, 1 9, 4 1 , 43, 45-47, 54, sari 1 93 , 1 94, 1 96
59, 68-70, 74, 85, 90, 94, 96, 98, savaş 5 1 , 53, 63, 1 03 , 1 3 1 , 1 32
99, 108, 1 1 1 , 1 30, 145, 1 50, 1 52, savaş karşıtı 5 3
1 54, 1 55, 163, 252, 267 seküler 2, 1 22, 1 73, 1 8 1 , 1 90-192
Orwell 135, 1 3 1 serbest pazar 2 1 , 1 8 1 , 2 1 9, 238, 268
oryantalist 77 serbest pazar-liberal demokrasi 25
otoriter 240 serbest toplum 274
dizin 295

sermaye 2 1 9 Taliban 64
sınıf 244, 272 tanınma 258
SİAD 1 92, 205, 215, 216, 220, 274 tarihsel blok 166
sivil 205 TBMM 3 9
sivil haklar 1 74 cek parti 5
sivil toplum 6-S, 13, 1 5 , 27, 168, 174, cekcaraflılık 33-35, 38, 39, 43, 45, 5 1 ,
1 8 1 , 203, 204, 206, 233, 265, 5 3 , 5 8 , 6 0 , 64-66, 6 9 , 70, 72, 73,
274, 277 75, 1 50,
siyasal çıkmaz 2 terör 1 32, 200, 269
siyasal İslam 224, 225 terörizm 22, 28, 32, 34, 35, 49, 63,
siyasal istikrar 5, 7, 8 64, 75, 76, 97, 1 03 , 1 34, 143
siyasal liberal 179-182 tezkere 68, 69, 71-73, 78, 90, 99,
siyasal liberalizm 174 100, 1 06
siyaset yapma alanı 240 TOBB 224
Soğuk Savaş 58, 91, 92, 1 09-1 1 1 , 239 cocalicer 240
sol 226, 23 1 , 233, 267, 270, 275 röre 1 96
Somali 280 röre cinayeti 1 95
sosyal adalec 5, 1 8 1 , 198, 1 99, 203, türban 1 1 2, 1 84-1 87, 1 92, 1 94, 1 96
215, 226, 231, 233, 238, 256, Türker 1 95
258, 267, 269-273 Türkiyelilik 280, 281
· sosyal demokrasi 230, 25 1 , 252, 274 TüSiAD 205, 2 1 5 , 224
sosyal demokrat 166, 1 6 9
sosyal demokratik kimlik 273 UBP 79
sosyal liberal 215, 226 ulus-altı 7
sosyalizm 109 ulus-devler 27, 42, 45, 1 39, 252, 257,
Sovyeder Birliği 109, 1 1 0 263
SP 4 , 89, 213, 225, 227, 249, 255, ulus-üsrü 7
262 ulusal 7
Spivak 1 93, 1 94 ulusal düzey 257
Sciglirz, Joseph E. 26 ulusalcı 43, 25 1 , 262
STÖ 204-206 Uluslararası Af Örgücü 7
scraceji 1 06 uzlaşma kültürü 2 1 7
scracejik 45, 59
scracejik orcak 44 üç-boyudu hareket 3 3
Suriye 5, 39, 150, 154 üçüncü yol 270
Sünni 132 Ürdün 72
sürdürülebilir ekonomik kalkınma 7-9
vatandaşlık 274, 277-281
Şahin 1 84 Verheugen 1 23-125
Şii 1 3 2 Vietnam Sendromu 64
296 dizin

Yargıtay 1 84 yoksulluk 26, 219, 220, 224, 227,


Yeni Amerikan Yüzyılı 229, 247, 269, 270
41 yolsuzluk 1 , 1 78, 23 1 , 254
yeni muhafazakarlık 64-65 YÖK 242
yeni Türkiye 225 yönetim sınıfı 1 6 6
yerel kalkınma 269 Yunanistan 8 4 , 99
yerelleşme 87
yerleşikleştirme 25 3 zihniyet farkı 144

You might also like